DIYALoG 031
-
Author
aylin-kuryel -
Category
Documents
-
view
325 -
download
19
Embed Size (px)
description
Transcript of DIYALoG 031

İzmir Türk Musevileri e-Haber Bülteni
Revista Digital de los Judios Turkanos de İzmir
DIYAL o G 031 - Ocak-Şubat 2014
Dürüstlük Adalet Barış
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 2 -
İÇİNDEKİLER
003 - Merhaba 004 - Önceki Başkandan 005 - Başkandan 006 - 5.YIL MESAJLARI 007 - Simone Bilman 011 - Raşel Rakella Asal 014 - Nesim Weissberg 015 - Binyamin Hazan 016 - Aron Aji 020 - Fortüne Asal 021 - Metin Delevi 022 - Hayim Danon 023 - Selim Amado 025 - Becky Aji 026 - Sarit Bonfil 028 - Moshe Gormez 029 - Beki Şikar 030 - Avram Ventura 031 - Tufan Erbarıştıran 033 - David Enriquez 035 - Lina Filiba 036 - Nazlı Doenyas MESAJES EN LADINO 037 - Rachel Amado Bortnick 039 - Susy Gruss 040 - Buly Hazan 041 - Shimon Geron 042 - Graciela Tevah de Ryba
043 - Fredy Cauich Valerio 044 - HABERLER 075 - DÜNYA BASININDAN ÇEVİRİLER 083 - İÇİMİZDEN 089 - Aramızdan Ayrılanlar 090 - KURUMLARIMIZ 092 - RABİ HAYİM PALAÇİ - Moti Katan
SEKSION EN LADINO 094 - El Kantoniko de Rachel - R.A.Bortnick 098 - Yehuda ke dize? – Yehuda Hatsvi 099 - D’aki D’aya - Eliz Gatenyo 101 - Shimon Kapitan d’Estambol – Shimon Geron 104 - Susy Gruss 108 - Gad Nassi 112 - Albert Contente mos Konta - Albert Contente 113 - Coya Delevi I 115 - Coya Delevi II 117 - Moris Şaul 119 - Fredy Cauich Valerio 121 - Buly Hazan 123 - Viviane Behar 125 - PARA KE NO SE OLVIDE 130 - DE LA PRENSA MONDIAL
BİZDEN BİRİ 157 - Jak Eskinazi - Sarit Bonfil KÖŞE YAZILARI 166 - BAŞYAZI – Rafael Algranati 169 - Derinlik
171 - Uzak Yakın - Selim Amado 174 - Çağrışımlar - Avram Ventura 176 - One Minute - Avram Aji 178 - Yansımalar - Raşel Rakella Asal 183 - Açı - David Enriquez 185 - Bir Başka Deyişle - Nisim Sigura 189 - Galatalı Küçük bir Kız - Coya Delevi 195 - Washington’dan Mektup – Altan Gabbay 201 - Metin’ce – Metin Delevi 208 - İz Düşümü – Lina Filiba 210 - Yaşam – Tufan Erbarıştıran 213 - Hayata Dair – Liz Sarda GENÇ GÖRÜŞ 216 - Yaşam Notları - Şela Habif 218 - Beki Şikar BİLİYOR MUYUZ? 220 - Tu Bişvat – Nazlı Doenyas
BİZİM KÜRSÜ 225 - Süleyman Doğu – Alaha le-Moşe mi Sinai 230 - Rıfat Kandiyoti OKUR İLETİLERİ 239 - Yaklo Taragano - Fas

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 3 -
Değerli Okurlarım,
“5.nci Yıl Özel Sayı”mızla bir kez daha size ulaşabilmekten dolayı mutluyuz.
Görebileceğiniz gibi bu sayımız, ‐beşinci yılımız nedeni ile eklenen özel bölümün dışında‐ birkaç yeni düzenlemeyi kapsamakta. Bize ulaşan geri bildirimlerden edindiğimiz kanaatle, Ekonomi, Çocuklar ve İzmir Sanat Etkinlikleri bölümlerini bültenimiz içeriğinden çıkarmış bulunmaktayız. Ayrıca Sevgili İzak Baron arkadaşımızın iki ay boyunca sizler için özenle seçerek biriktirdiği ve “İç Basından Seçmeler” bölümünde yayınladığımız köşe yazarlarının makalelerine şimdilik kaydı ile ara verdik.
Sevgili Okurlar,
Kabul etmeliyiz ki DIYALoG, beş yıl önce yola çıktığı “İzmir Musevi Cemaatinin Haber Bülteni” olma hedefinden çok farklı bir konuma ulaşmıştır. Hedeflemediğimiz, öngöremediğimiz bir gelişme ile DIYALoG bugün 30 farklı ülkede
okunan, yalnız İzmirlilerin değil tüm Türkiye kökenli dindaşlarımızın ilgi gösterdikleri bir bülten haline gelmiştir.
Beklemediğimiz bu gelişmeye uyum sağlama çabalarımızın, gerekli değişimlerin yapılmaması halinde anlamsız ve sonuçsuz kaldığını, yükümüzü ve sorumluluğumuzu ağırlaştırmaktan öteye gitmediğini, DIYALoG’a ulaştığı başarıya uyumlu ve bundan sonraki gelişmelere açık yepyeni bir altyapı oluşturulması gerektiğini açık ve net bir şekilde görmekteyiz.
Yönetimden onay almamız halinde, bu yöndeki ön çalışmalarımızı derhal başlatacağız.
Umarım 2014 yılı DIYALoG için bir değişim ve gelişim yılı olur. Hedefimiz, aradan beş yıl geçmesine rağmen ilk sayımızda açıkladığımız hedeften tek kelime bile farklı değil:
Amacımız herhangi bir yola çıkmak değil, çıktığımız bu yolda hedefimize ulaşana dek,
her sayımızda yeniden doğmak olacaktır.
Saygı ve Sevgilerimle,
Merhaba Yayın Yönetmeninden
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 4 -
Sevgili Kardeşlerim, Bildiğiniz gibi 9 Ocak 2014 günü Cemaat Genel Kurulunu yaptık. Yaklaşık 75 kardeşimizin ilgi gösterdiği toplantıda, Cemaat Yönetim Kurulunun son 3 yıllık dönemde yaptığı önemli faaliyetleri anlattık. Bu arada İzmir Musevi Cemaati Vakfı kurularak bir tüzel kişilik kazanıldığını, sinagoglarımızın vakfımız adına kaydedilerek tapularının alındığını ve bunların dışında yapılan diğer faaliyetleri detaylı bir şekilde sıraladık. 3 yıllık dönemin hesap raporu ve aynı döneme ait denetçi raporu ve bütün bu çalışmalar oybirliği ile ibra edildi. Değerli Kardeşlerim, Bundan böyle Cemaat Yönetimi dediğimiz Konsilyo Komunal’in işlevleri Cemaat Vakfımız tarafından yürütülecek. 2012’de yasal olarak seçilen Cemaat Vakfımız Yönetim Kurulunun görev süresi 2016’ya kadar devam edeceğinden, ayrıca bir seçim
yapılmasına gerek kalmadı. Ancak ben, üç dönemdir yürüttüğüm Cemaat Vakfı Yönetim Kurulu Başkanlığının, daha genç, enerjik ve dirayetli kardeşime geçmesi amacı ile başkanlıktan istifa ettiğimi duyurdum. Bu nöbet değişikliğinin yararlı olacağına inancım tamdır. Sevgili Kardeşlerim, Bu gelişmeyi takiben Cemaat Vakfı Yönetim Kurulu, benden boşalan yere birinci yedek üyeyi davet ederek, aralarından Başkanlığa Sevgili Kardeşim SAMİ AZAR’ı seçtiler. Bu nedenle bu mesajım siz cemaat mensuplarına veda mesajımı oluşturuyor. Bugüne kadar bana ve ekibime göstermiş olduğunuz güvene sonsuz teşekkürlerimi sunuyor, yeni başkanımız ve ekibine çalışmalarında kolaylıklar ve başarılar diliyorum. Sizlere de sağlık ve mutluluk dolu günler dileyerek “Allahaısmarladık” diyorum. Sevgilerimle, JAK KAYA
Önceki Başkandan Jak Kaya

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 5 -
Değerli Kardeşlerim, Çıtası son yıllarda ciddi bir şekilde yükselmiş olan İzmir Musevi Cemaati Vakfı Başkanlığını, Cemaatimize dokuz yıldır büyük bir özveri ile hizmet eden, yeri doldurulması güç başkanımız Jak Kaya’nın istifasının ardından, Yönetim Kurulumuzun oybirliği ile aldığı karar sonucunda üstlenmiş bulunmaktayım. Yönetim Kurulumuz, yedek üyelikten asil üyeliğe davet edilen Mirey Eskinazi dışında aynen devam etmektedir. Yenilenen görev bölümü: Başkan Vekili : Avram ABUAF Sekreter : Münir MERCAN Sayman : Bünyamin HAZAN Üye : Avram SEVİNTİ Üye : Sabi JİMİ Üye : Mirey ESKİNAZİ şeklinde sonuçlanmıştır.
Henüz çok yeni devraldığım görevimde, yüzyıllar öncesinden bizlere intikal eden paha biçilmez tarihi mirasımızı özümsemeye, toplumumuzun ihtiyaç ve isteklerinin neler olduğunu yeniden belirlemeye ve toplumumuza en iyi şekilde hizmet edebilmenin yol ve yöntemlerini saptamaya çalışıyoruz. Bir sonraki mesajımda sizlere çalışmalarımız ve Cemaat Kurumlarımız hakkında daha geniş bilgiler vermeyi umuyorum. Bu vesile ile önceki başkanımız Sayın Jak Kaya’ya yaptığı özverili hizmetler için teşekkür eder, hepinize saygı ve sevgilerimi sunarım. Sami Azar
Başkandan Sami Azar
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 6 -
5.nci Yıl Mesajları
Mesajes de Sinken Anyo

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 7 -
Eser Bırakmayanın Yerinde Yeller Esermiş
Toplumumuzu aydınlatan bir ışık olduğuna inandığım DIYALoG'un 5.nci yıldönümü kutlu olsun! Üstün başarıları daha nice uzun yıllar devam etsin! İzmirli bir Türk Yahudisi olarak, bu denli kaliteli bir dergimizin olmasından gurur duyuyorum. Her sayısı yayınlandığında kendi kendime şaşkınlıkla sorarım: Bir avuç insan nasıl böylesine zengin bir eser yaratabilir? Bunların acaba insanüstü yetenekleri mi var? Düşünsenize, hem tüm kurumlarımızda ve cemiyette olup biteni izlemek, hem medyayı yakınen takip etmek, hem yazarların metinlerinin peşinde koşmak, hem de yazılar yazıp, röportajlar yapmak! Bitmedi. Gelen yazıları satır satır okuyup gerektiğinde yorumlamak, metinlerdeki içerik ve imla hatalarını düzeltmek, yayına uygun şekilde formatlamak da
var. Bir de üstüne üstlük, yaşlılarımızın da okumaktan mahrum kalmamaları için, dergiyi kâğıda basıp dağıtmayı da görev edinmişler! Ve daha kim bilir yayıncılığın ne gibi ek külfetleriyle boğuşuyorlar… Tüm bunları kendi işlerine ek olarak, sevdikleriyle geçirebilecekleri zamandan feragat ederek icra ediyorlar! Bu nasıl bir sevgi, nasıl bir özveri, nasıl bir hizmet anlayışıdır? Yayın ekibi üyelerinin bu olağanüstü çabaları karşısında saygıyla eğiliyorum. DIYALoG, onların fedakâr ve kararlı duruşları ile Sevgili Rafael Algranati’nin azmi, titizliği, sevgi ve coşku dolu yüreği sayesinde doğdu ve bugünlere geldi. Sağolsunlar, varolsunlar! Bilgileri ve düşünceleriyle dergimize hayat veren sevgili yazarlarımıza da, hem bizlere hem de gelecek nesillere yaptıkları bu değerli hediye için candan teşekkürlerimi sunuyorum. Onlar olmasa DIYALoG da olmazdı. Geleceğin Ansiklopedisi? Bizler sadece bir Derginin değil, aslında bir Ansiklopedinin doğuşuna şahitlik ettiğimizden çok şanslıyız.
Simone Bilman Lausanne / Suisse
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 8 -
Ansiklopedi kelimesini bilinçli olarak ve altını çizerek kullanıyorum. Konular hakkında bu denli geniş bilgiler veren, hem geçmişten hem de güncel tanıklıklar kapsayan, felsefe, tıp, sağlıklı yaşam, edebiyat, genel kültür, politika, sanat, tarih, coğrafya ve akla gelebilecek her alanı işleyen eğitici kaynaklara başka ne denir?
DIYALoG, toplumun geçmişini anlatan ve geleceğe ışık tutan tarihi eserlerle eşdeğerlidir. Onlar gibi bizim dergimiz de, eskiden nasıl yaşadığımızı, ne yediğimizi, ne içtiğimizi, bayramlarımızı nasıl kutladığımızı, dinimizi ve tarihimizi anlatıyor. Bunlarla kalmayıp, günümüzü de ele alarak geleceğe belge oluşturuyor. Cemiyetimizin yaşamından, ülkenin ekonomik durumundan, hem dünya basınında hem iç basında hakkımızda yazılanlardan da bizi haberdar ediyor, Yahudi bireylerin hatıralarını, duygu ve düşüncelerini, neşe ve üzüntülerini paylaşmamıza aracı olarak, «birlik» bilincimizin pekişmesine vesile oluyor.
Bu devasa yapıtı, tarihi eserler gibi, özenle korumalıyız.
Ülkemizde hoşumuza giden yazıları/söylemleri paylaşıyoruz, fakat bizi üzenler saklı kalıyor.
Yıldönümü kutlamasında tenkit etmek pek de kabul edilebilir olmasa da, bana çok dokunan bir konuda naçizane bir öneride bulunmak istiyorum.
Kanımca dergimiz, bugün Türkiye'de maalesef var olan Yahudi karşıtlığı konusunu yeterince ele almamaktadır. Mısır’daki darbeden tutun da Gezi Parkı olaylarına ve hatta Wikileaks belgelerine kadar yetkililerin canını sıkan pek çok olayın İsrail veya Yahudi oyunu olarak lanse edildiği, hatta bazılarının işi, İsrail'i ‘etnik temizlik’ uygulamakla suçlamasına ve Siyonizmi (Yahudilerin anavatanlarında devlet olarak varolması) ‘insanlık suçu’ olarak sıfatlandırmasına kadar götürdüğü kaygıyla izlediğimiz gerçeklerdir. Bu söylemlerden yüz alan köşe yazarlarının artık rahatça Yahudi nefreti saçıp, hedef göstermekte bile tereddüt etmediklerini de görmekteyiz.
Madem ki kırmızı çizgiler silinmektedir, madem ki gelişmiş ülkelerde suç kapsamına girenler ülkemizde kabul görmekte ve hatta körüklenmektedir, bunlardan toplumu haberdar etmek gorevimizdir.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 9 -
Şahsen ben, uzun yıllar boyunca, çevremdeki herkesin beni, aynı benim hissettiğim gibi, yani Türk olarak kabul ettiğini düşünerek yaşadım. Büyüklerim tarafından ‘kayadez’ felsefesiyle korunarak, çok sevdiğim bu toprakların ve bu milletin gerçek bir ferdi olarak büyüdüm. Bugün ben bazı yazıları okurken hala gözlerime inanamıyor, sürekli şok üstüne şok yaşıyorum ve çok üzülüyorum. (Nüfusunda 3 kodu ile fişlenen azınlık üyesi olduğumu bile daha yeni ögrendim !). Memleketimizde antisemitizm günümüzün bir gerçeği olduğuna göre bunu kabullenmek gerekir. Zaten bir çözüm aranacak ise, ilk adım olguların kabullenilmesidir. Ayrıca, sevgi, hoşgörü, saygı, nefretten uzak durmak gibi, birlikte yaşamanın ön koşulları olan değerleri ve bunları aksettiren söylem ve olayları duyarlılıkla yansıtan DIYALoG’da, bu son derece üzücü gerçek de hakettiği yeri bulmazsa, geleceğin okurlarına tarihi eksik ileterek haksızlık etmiş oluruz.
DIYALoG interaktif olmalı
Dergimizin, ‘söz vasıtasıyla iletişime girmek’ anlamı taşıyan güzel ismine yakışır şekilde, bir diyalog platformuna kavuşmasının zamanı gelmiştir diye düşünüyorum.
DIYALoG, okurlarını içeren adres defterinin dışına çıkıp, bu kitleyi genişleterek herkesin ulaşabileceği bir internet sitesine sahip olmalıdır. Bu site, tartışma ve yorumlara açık olmalı, tebrik ve övgü mesajlarının yanında, genel akıma aykırı fikir ve tenkitleri de kabul etmelidir. Burada amaç, Eflâtun’un Diyaloglarında olduğu gibi, illa ki çıkacak tartışmalarda görüşlerden birinin doğrulanması uğruna atışmak olmamalıdır. Asıl maksat, insanların aralarındaki mesafeyi kapatıp “karşılaşmalarının” hayati önem taşıdığını söyleyen ve Diyalog Felsefesi ile ünlü olan Yahudi düşünür Martin Buber’in bilgeliği çizgisinde, fikir ifade etmenin veya konu hakkında bir sonuca ulaşmanın ötesinde, DIYALoG sayesinde gerçek bir ilişkiye girmek olmalıdır. Kitap okuma faaliyetinin pek itibar görmediği toplumumuzda bugün sanal platformların süksesi inanılmaz boyutlardadır. Her ne kadar bu platformlarda iletişim suni ve yetersiz olsa da, yaratıcı DIYALoG ekibinin bunu “gerçek ilişkiye” dönüştürmenin yollarını bulacağından hiç süphem yoktur.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 10 -
Bu site kapsamında yapılacak anketler bazı faydalı sorulara cevap bulmamıza da yarayabilir: Acaba DIYALoG doğum yeri olan İzmir’de veya İstanbul ve diğer illerde ne kadar okunuyor? Türk Yahudileri bu esere sahip çıkıyorlar mı? Okurlar ne gibi ek içerikler arzu ederler? Gazetecilere, eğitmenlere ve diğer ilgilenen Müslüman dostlarımıza gönderiliyor ise, bu kimseler DIYALoG hakkında neler düşünüyorlar?
Gelecek nesiller için belge değeri olan dergimizin yazı içerikleri, belirlenecek genel başlıklara göre tasnif edilip internet sitesinde bir katalogda biriktirilirse, bir de ileride bu katalog, kâğıt üzerine basılıp
ciltlenerek yayınlanırsa cemaatimize faydaları katlanmış olacaktır diye düşünüyorum.
İbrani alfabesinin 5.ci harfi ‘Hey’ dir
Hasidik düşünceye göre Hey, ruhun kendini ifade etmesinde etkili olan üç öğenin sembolüdür: Fikir, Söz ve Eylem.
Hey bize, kelimelerin hayatımızdaki gücünü öğretir, « önce düşün sonra kelimelere dök » der.
Tanrı’dan gelen 10 yaratıcı gücü simgeleyen Hayat Ağacında, özümüzdeki güç (Keter) ile bilgeliği (Hokhma) birbirine bağlayan yolda Hey bulunur. Yaşamda Hey, değişimin yoluna tekabül eder ve yeni bir farkındalığa, yeni yönlere doğru yükselmek için basamak teşkil eder. 5 sayısı da insanın kaderinde geçişi, dönüm noktasını simgeler. Ne kadar anlamlı bir yıl dönümü değil mi? Bakalım DIYALoG’un 5.nci yaşı biz Türk Yahudilerini hangi yeni ufuklara doğru yola çıkaracak… Bu başarı hikâyesinde tüm emeği geçenlerin eline, kalemine, yüreğine bin sağlık!

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 11 -
DIYALoG’u Tek Bir Sözcüğe
Nasıl Sığdırabilirim?
DIYALoG dergisinin başlangıcı, bir günün başlangıcı gibiydi. Adım adım ilerlenen bir gün gibi. Günün başlangıcı istektir, umuttur, bir boğuşma çağrısıdır, yaşama katılımdır, iyimserliktir, kötümserliktir, bir dehlizdir; az buçuk bir belirsizlikle en uç belirsizliktir. Belirsizliğin kendisi başlı başına bütün düşlere açık, upuzun bir serüvendir. Günün başlangıcı: Yeni tasarılar, alınan kararlar, beklentiler, aldanışlar, bağlanışlar, söz verişler, engelleri hiçe sayışlar, yiğitleniş, izi sürülecek geçmiş, yazılacak gün, aranacak gelecek… Günün başlangıcı: Dayanışma, direniş, gülüşlerimiz…
Belki de DIYALoG’un oluşum sürecini bir masal gibi anlatmam gerekiyor.
“Bir varmış, bir yokmuş, zamanın birinde bir kent varmış… Bu masal diyarında yaşayanlar uzun bir uykudaymışlar. Aralarından Rafael Algranati çıkmış, “Hey, arkadaşlar, dostlar, biz çok uyuduk, artık uyanma vakti geldi. Kalkın, toparlanın, bizdeki bitmez‐tükenmez kültür birikimini hep birlikte anlatalım. Bu kültür zenginliğimizin ışığında tarihimizin derinliklerine doğru yola çıkalım; bu yolculuk sırasında tarihin döşediği taşları bir de biz parlatalım; unutulmaya yüz tutmuş tarihimizin tozlu sayfalarına rengârenk tozlar serpelim, okurumuzu geçmiş zaman yolculuğuna çıkaralım, geçmişle bugünümüzü buluşturalım.” Anlatabilir miydik kendimizi? İlgilenenler olur muydu? Farklı olur muyduk diğer dergilerden? Sonrasında dayanamadık attık kendimizi okyanusa, denize, denizle boğuşmaya. Denizde olmak, karşı kıyıya uzanan bir köprüde olmak
Raşel Rakella Asal İzmir
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 12 -
gibiydi. Ayırmak da denizin işiydi sanki kavuşturmak da. Aklımız geçmişimizde, karşı kıyıda, evimiz, çoluk çocuğumuz, bu günümüz bu kıyıda ve işte yol aldık, aldıkça açıldık, uzak kıyılara vurduk, oraya vardığımızda coşkuyla karşılandık. Ve bu denizde olma hali hoşumuza gitti. Bu yolculuk böyle devam etti…”
Fakat bugün bize masal gibi gelse de, gelecekteki insanlara büsbütün masal gibi görünecek olsa da, bu kentte yaşananlar, bugün, İzmir’de yaşananlar, hatta bütün bir dünyayla paylaşılanlar masal değil. Belki de şöyle başlamalıyım: Kimsenin kimseyi gördüğü yok. İnsanlar arasında kara kalın perdeler gerili. Perdelerin gerisinde herkes kendi derdinde. Bazen zamanı anlayamamaktan korkuyorum. İşte böyle anlarda DIYALoG imdadıma yetişiyor. Ben yanımdayım diyor. Kendimi ışıklı bir hayata sıkı sıkıya tutunmuş gibi duyumsuyorum. “Hayat değişecekse, kendini değiştirebilenlerle değişecek, yinelenişle ayak uyduranlarla değil.” DIYALoG bana böyle sesleniyor.
Belki de şöyle demeliyim: DIYALoG başı dik, göğsü ilerde, bu özgür ve güzel dünyada kendi özgür yerini arayan bir dergidir. Ne zaman onun sayfalarında gezinsem her seferinde yeniden büyülenirim. DIYALoG geçirdiği beş yıl gibi kısa bir deneyimiyle, yavaş yavaş içine girip fark ettiğimiz güzel değişimlere tanıklık etti. Şubat 2007 yolun başı gibi; ilerledikçe ve farkındalıklar arttıkça, içimizdeki zenginlikleri keşfettik. Adeta bir evin vitrini gibidir DIYALoG. Bir vitrin o evin, o ailenin geçmişini, kişisel belleğini, sahip olduklarını, anılarını yansıttığı ve belgelediği bir sergidir. DIYALoG, biz İzmirli Sefarad Türk Yahudilerinin sesini duyurma misyonunu üstlendi. Adımlar atıldıkça yolumuz genişledi. Yolun başında bizi yola çıkaran neydi? Buna bizi yönelten, yolu bize bulduran, ilerlememiz için mihenk taşlarını dizen, görebildiklerimizi, yaşadıklarımızı algılamamız için idrak yollarımızı açan neydi? Sizler, DIYALoG okurları olarak DIYALoG’un sayfalarında geziniyorsanız, bizi bu yolculukta buluşturanın ne olduğunu düşünün.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 13 -
Yazdıklarımız; duygularımızı ışıkla aydınlatabilmemiz güzellik ve iyilik hislerini çoğaltabilmemiz için yapılan bir yolculuktu... DIYALoG gözlemlediği ve önemsediği her olayı, sizde farkındalık yaratacakları elden geldiğince sizlerle paylaşmaya çalıştı. DIYALoG’u tek bir sözcüğe nasıl sığdırabilirim? Böyle bir sözcük henüz dillerin hiçbirinde yer almıyor. Bu sözcük, yalnızca içimizin dilinde var. Dışa vurulduğu an’da dağılıyor, o olmaktan çıkıyor; anlamından yoksun kalıyor. DIYALoG, karşımda, tıpkı hayat gibi, anlamlandırılmayı bekliyor. Belki de şöyle ifade etmeliyim: Bambaşka yerlerden insanlar bir derginin en can alıcı, ortak bir noktasında buluşabiliyorlar. Kırılmış kaygan zaman parçaları yan yana diziliyor, üst üste yığılıyor, her biri ötekinden çeşitli uzaklıklara konuyor. Elde avuçta olmuş olanlar, elde avuçta olanlar, elde avuçta olacak olanlar… Yaşlısı genci, kadını erkeği yüzlerce İzmirli, İstanbullu, Meksikalı, İsrailli, Buenos Airesli, Amerikalı, Dallaslı… Dünler, bugünler, yarınlar… Ocaklar, mayıslar, martlar, eylüller, ocaklar, şubatlar, haziranlar... İzmir’e İz
Bırakanlar, Bizden Biri, Uzak Yakın, Perspektif, Çağrışımlar, Konuşan Resimler, Okur İletileri, Seksiyon en Ladino ile hepsi, hep birlikte oluşmakta. Şöyle de ifade edebilirim: DIYALoG’un “İz Bırakanlar” köşesini okurken yerin derinliklerinden ıssız ve kasvetli bir sesin yükseldiğini duyarım. Bu ses çok tanıdık ve bir o kadar da yabancı bir ses, dedemin sesine benzer, babamın sesine benzer. Keti teyzemin, Beki teyzemin de sesine benzer, ninemin, ikinci ninemin, üçüncü ninemin hala kulaklarımda çınlayan seslerine de benzer. Ailemin tüm ölmüşlerinin ruhları bana DIYALOG’dan mesaj gönderir, ben onlarla bütünleşirim. DIYALoG’un özelliği bir mıknatısı andıran niteliğinden kaynaklanır; onda koca bir bağlantılı ilişkiler zincirinin çekim merkezini görürsünüz. Sonsuz sayıda görüş, karşılaşma, duygu yer alır. Sayfaları acı, tatlı, ekşi bin çeşit tat taşır. DIYALoG güneş gibidir; etrafında çoğu zaman farkına varılmayan bir gezegenler sistemi dönen bir yıldız gibidir. Bizi kendi içimizden çıkmaya ve çok daha karmaşık, çok daha güzel bir ilişkiler
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 14 -
sistemine girmeye iten bir oluşumdur DIYALoG. Sizce de öyle değil mi? Her bir sayfasını okurken yüreğim saygı, sevecenlikle kabarır. İşte şimdi burada bir aradayız, okuduğumuz DIYALoG’ un üzerinden beş yıl geçti, pek çok şey yaşadık, pek çok şey unuttuk. Ama bu küçük önemsiz olaylar, yaşadığımız dünyanın kum taneleri gibi görünse de onlar hiç yok olmuyorlar. DIYALoG küçük olandan büyük olana, kişisel ve yerel olandan insan doğasının en temeline doğru yol aldıkça içimizde yaşamayı sürdürecek. Yolculuğumuz, DIYALoG’un ışığını, sizlerle bütünleşme yolunda yansıtmaya çalıştı. DIYALoG’un yüreklerde iz bırakmasını ve keyifle okunmasını diliyorum. Birlikte yaşanmış güzel günler sayısınca, gelecekte yaşanacak çok daha güzel günler sayısınca hepinizi kucaklıyorum.
Teşekkürler
Beş yıl önce, yayımlanmaya başladığı günden beri, düzenli olarak her sayısını bana da göndermek lûtfunda bulunduğunuz DIYALoG çok mükemmel, her bakımdan doyurucu bir dergi. Çok teşekkür ediyorum!.. Alışılagelmiş metihlerden kaçınmaya imkân göremiyorum. Kısaca şöyle diyebilirim: Mükemmel bir dergi çıkarıyor, büyük bir boşluğu başarıyla dolduruyorsunuz. Hiçbir eksikliğinizi göremedim, göremiyorum... Temennim hep ayni bütünlük, doyuruculukla devam etmeniz ‐ edebilmenizdir. Sizi bütün kalbimle kutluyorum!..
Nesim Weissberg Haifa / Israel

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 15 -
Nice Yıllara İzmirliler olarak cemaatimizle ilgili bir bülteni yayın hayatına sokma becerisini yıllarca ıskaladık. Kolay bir iş değildi. Günün birinde Rafael Algranati kardeşimiz, ben bu işe talip oluyorum dedi ve problemin kendi içinde var olan fırsatını çok iyi değerlendirdi ve beş yıl önce yola koyuldu. Doğrusu hepimiz nerede tekleyeceğini merak ederken, bir de baktık ki, tekleme bir yana, yayınını gerçekleştirdiği bülten, bülten olmaktan çıktı, iki ayda bir yayınlanan bir ansiklopedi halini aldı. Ataol Behramoğlu'nun dediği gibi “Sevimlilik yaparak 15 dakika kazanmak mümkün, ama sonrası için bir şeyler bilmek gerek.” Yeni doğan bir bebeğin yıllar geçtikçe büyümesi, gelişmesi, başarılı bir evlat olması heyecanla beklenir. Bu yönde atılan her adım, doğum günü kutlamaları şeklinde mutluluk ve sevinç ile anılır.
Okulu bitirme, mesleğe başlama, evlenme, hep bu türden insanın kişisel yaşamında önemli ve mutlu tarihlerdir. Yeri geldikçe bunların anılması, mutlu anların tazelenmesi, kişiler arasında sevgi bağlarını güçlendirir. Kurumlar için de benzer hususlar geçerlidir. Yıldönümlerinin kutlanması, o ekibin birbirine daha yakın ve içten bağlanması ve içinde bulunduğu şartların daha iyi değerlendirilmesinde çok önemli bir yer işgal ederler. Kurumun yaşı ne kadar eskirse, bu süre içinde büyümesi ve gelişmesi ne kadar güçlü ve başarılı ise, o kurumda çalışanlar haklı olarak bundan gurur ve kıvanç duyacaktır. Bu mutlu duygu o kişiyi, o kuruma hem daha fazla layık olma çaba ve gayretine, hem de kurumu daha ileriye götürecek düşünce ve eylemlere yönelecektir. Bu düşünceler ışığında DIYALoG’a emek ve gönül veren tüm kardeşlerimin daha iyiye, daha güzele ve daha büyük başarılara imza atmalarını diliyorum.
Binyamin Hazan İzmir
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 16 -
DIYALoG’un Hikmeti Büyük Alman şairi Rilke, sonsuzluk uzamının yaşamlarımızın birikiminden oluşan bir süreklilik olduğunu söyler. Tanrı olsun, sevgi, gelecek, evrensel enerji olsun, sınırsız ve soyut bildiğimiz varlık ve kuramlar, bireysel yaşamlar boyunca nitelik ve nicelik kazanır. Sonsuzluğun ürkütücü, onulmaz bilincinde, kişisel hayatlarımız zaman kırıntıları gibi görünse de bize, Rilke her birimizin sonsuzluğun bir parçası olduğunu iddia eder. Kısa olsun, uzun olsun, bu zaman kırıntılarıdır sonsuzluğa biçim, içerik veren, sonsuzluğu tahayyül edilebilir, yaşanabilir kılan.
Yaşamla sonsuzluk arasındaki ilişki, kişisel öykülerle toplum tarihinin arasındaki ilişkiye benzer. Büyük harfli Tarih küçük harfli tarihlerin sürecinde ilerler. Fakat, zıt yönlü bir kıyaslama da mümkün. Sonsuzluk uzamını birey bilincinin dışında, birey inanç ve hayalinden bağımsız düşünmek ne derece zor ise, Tarih sürecinde
bireyin soyutlandığını, indirgenip hiçlendiğini düşünmek de o derece kolay. Kaçınılmaz sıradanlığımızın, geçiciliğimizin hafifliğinde, Tarihi oluşturan rüzgârlarda ‐kimi zaman da firtınalarda‐ dağılıp kaybolduğumuz hissine varırız sık sık.
Bireysel öykülerimiz tarihin unutkanlığına, aç‐obur iştahına karşı başkaldırımızdır kuşkusuz. Özellikle de anlamsız görüneni anlamlı kılan, yalnışa, yalana, adaletsize karşı koyan, doğrudan yana olan öyküler. Vahşiyi ehlileştiren, zulümü dizine getiren öyküler. Benim, Buradayım, Yaşıyorum, Seviyorum diyen, Gel, Uzat elini bana, Dur, Kaybolma, Acın acımdır diyen öyküler. Vurdumduymaz tarihe nispet olsun diye anlattığımız, yazdığımız öyküler.
Örneğin:
Kimi arıyordunuz?
Evet, benim, fakat sizi çıkaramadım.
Nerede beraberdik dediniz?
Tabii ki o sahil kahvesini çok iyi bilirim.
Evet, evet, bir Mayıs akşamıydı, değil mi? Beş altı kişiydik galiba.
Aron Aji Iowa City / USA

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 17 -
Şimdi hatırladım, battaniyeler getirmiş, dediğiniz gibi, evsiz çocuklar misali birbirimize sarılıp, günbatımını beklemiştik.
Evet, karşı adaların ışıkları camlara biriken yağmur damlalarında yansıyordu.
Fakat sizi çıkaramadım.
Bir de nerede dediniz? Bilmez olur muyum?
Çocukluk yıllarım geçti o sokaklarda, şimdi bile, adını duyar duymaz kızarmış kestane kokusu geldi burnuma. Köşk sinemasının girişinde yaşlı bir satıcı olurdu her seferinde. 250 gram 1 lira.
Evet, bizler de neredeyse her hafta giderdik. Cumartesi akşamları. Ayşecik filimlerini hiç unutmam.
Hayır, anlıyorum beyefendi, fakat, maalesef, yüzünüz bir türlü gelmiyor gözlerimin önüne.
Gerçi sizden çok insanlar tanıdım vaktiyle. Moiz Bey, rahmetli, simsar. Camcı Izak. Müsyü Hayim, bakkal. Yumurtacı Sabetay. Eskiden öyleydiler. Küçük esnaf. Tabii en yakınen, Saul Bey, baharatçı, karısı Madam Zimbul, ilk komşularımız, öylesine mütevazı, öylesine sessiz insanlar, Ruh Ailesi derdik onlara ‐yani aramızda‐ kızları Ester, Meri, bahçe
duvarına tırmanıp renkli düğün şekeri atarlardı bize. Bademli.
Bir de zannedersem Lea vardı ‐ gerçi onu sadece ismen bildim, görmedim diyebilirim.
Çok küçüktüm memleketten geldiğimizde.
Zaten bizimkisi de eski Yunan eviydi.
Siz ne kadardır Izmirlisiniz? Dilimizi ne kadar güzel konuşuyorsunuz…
Tabii, dilim varmazdı 500 yıldan fazladır buralardayız demeye.
Eminim bu anlattığım öyküyü üç aşağı beş yukarı bizim nesiller yaşadı veya aile ferdlerinden duydu. Böyle rastlaşmalarda, hep birilerinin komşusu olmuşuzdur, nazara değer iyiliğimizden, çalışkanlığımızdan, ama gene de bir duvarın ötesinde, göze çarpmadan geçip gitmiş yaşamlarımızdan ötürü hatırlan(ma)mışızdır. Kızarmış kestanenin kokusu, bademli düğün şekerleri, sarındığımız battaniye, cama vuran yağmur damlaları bile daha somut ve kalıcı anılar bırakmış geride. Belki içinde yaşadığımız ama bize ait olmayan öykülerdi bunlar. Bizi bize anlatan öykülerin çoğu da duvarın ötesinde kalırdı. Lea gibi… pek görülmeyen…
***
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 18 -
Rahmetli anneannem vaktinde cemaatte ebe olarak çalışmış, birçok çocuğun doğumunda yardım etmiş. O heyecan ve endişe dolu saatlerde neredeyse cemaatin her evine girip çıkmış, iki üç nesil birlikte yaşayan ailelerle, o korku ve umutla karışık geçmek bilmeyen saatlerde sayısız yasam öyküsüne şahit olmuş. O kadar ki, kim geçmişten neyi bilmek isterse, anneannemin evine gelirdi.
“Viktorya, cuando pario mi Tante Zafira?”
“En el tiempo de laz luvias,”
“Moshe e Luna, cuando se kazaron?”
“En el tiempo del fuego.”
…diye başlardı öyküler, kimisi kısa bir kahve sohbeti, kimisi bütün bir sabahı veya akşamüstünü dolduran öyküler. Çocukluğumun hiç beklemediğim kadar zevkli geçen saatlerini, annemin beni başından savmak için anneannemin yanına “tenemaka” almaya gönderdiği zamanlarda yaşadım. “Agora, siente,” diye anlatmaya başladığında anneannem … Tabii farklı zamanlardı onlar. Yaşamların iç içe, telaşsız da yaşanabildiği, öykülerle örülü zamanlar. Geçmişte insanlar öykülere gelirdi sanki.
Simdilerde öyküler bizi arar oldu. Doğrudur, televizyondan tutun da, kitap, gazete, filim, Ipad, Iphone’a kadar bir sürü aygıt ve kaynak kesintisiz birşeyler anlatıyor bize. Fakat bunlar kendimizi bulmaktan çok, kendimizden yabancılaştığımız anlatılar. Durmaksızın, yenilenmeden tekrarlanabilsin diye bir çırpıda unutulması gereken anlatılar. Gazetelerin her sayfasının hemen hemen her köşesindeki yazılar. Hepimizi bir çift göze, bir çift kulağa indirgeyen anlatılar.
İşte DIYALoG dergisi’nin hikmeti.
Çok temel ve yalın bir ilkeden yola çıkarak, sevgili Rafael ile yorulmak bilmez yazar ve editor ekibi, öykülerimizi anlatmamız için bir yer yarattı bizlere. DIYALoG sayıdan sayıya gelişen alabildiğince çeşitlenen bir kültür ve toplum kitabı, içindeki karakterlerin sesi, zihni, ve emeğiyle yazılan, yazıldıkça, okundukça derinleşen, git gide zenginleşen bir anlatı örgüsü. Sadece gurur verici anlarımıza değil, zorluklarımıza da, mutluluklarımız kadar karanlık zamanlarımıza da ışık tutan, bu şehirde mekan mekan, birey birey yaşanmış tarihimizin sadece kazançlarını değil, kayıplarını da değerlendiren, sorguladığı kadar aydınlatma amaçlı bir anlatı örgüsü. Zaman

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 19 -
kırıntıları deyip geçilemez, varol(m)uş(luğ)umuzun şüphe götürmez kanıtları.
DIYALoG’un hikmeti sadece bizim için değil tabii. Sonuçta, biz beşyüz kusur yıldır bir şehirde, bir şehirle yaşadık. Yazılıp anlatılanlar bizim olduğu kadar bu şehrin de öyküleri. Binalarından, sokaklarından, anıt ve meydanlarından daha çok bizleriz bu şehrin tanıkları. Nesil, nesil.
Belki de özellikle bu şehrin demeliyiz:
Smyrna ・ Myrrha ・ Mirina ・ Zmurna ・
Smyrna. Anka kuşu İzmir. Yokoluşlar, yeniden doğuşlar şehri Izmir. Hafızası az‐biraz zayıf, geçmişten ardakalan hayaletlerin hala ara sokaklarında, arka‐mahallelerinde gezindiği şehir İzmir. Bir rivayete göre bu şehrin ismi, Myrrha, ya da “mür” den gelir. Reçinesi o güzel, cezbedici, parfümlerde kullanılan. Ince ince yaprakları eskilerin cenazelerde yaktıkları tütsü. Hem alımlı hem ölümlü şehir İzmir. Işte, bizim olduğu kadar, bu şehrin de öyküleridir DIYALoG dergisinde dile gelen, yazılan, okunan.
*** “Sefarad” sözcüğü, orta çağdan beri, İspanyol ve Portekiz yahudilerine verilen isim. Fakat daha da
geriye gidildiğinde, Sefarad, Tevrat’ın Obadiah kitabında, göçmen yahudilerin yerleştiği bir bölgenin adı olarak geçer. Coğrafi yeri kesin olarak bilinmese de, rabinik kaynaklar Sardis, Lydia, Frigya yörelerini, yani Küçük Asya dediğimiz, Anadolu yarımadasını, Sefarad’ın olası yeri varsayar. Bu varsayım doğruysa eğer, Izmirli sefaradlar gurbetliklerini, çok eskilere uzanan yurtlarında mı yaşıyorlar dersiniz? Aynı zamanda, Sefarad sözcüğü bana hep “seferde” sözcüğünü çağrıştırır. Etimolojik bir bağlantı kesin olarak iddia edilemese de, bu iki sözcük arasındaki hem sesli hem sessiz harf uyumluluğu gene de çarpıcıdır. Etimolojiturkce.com kaynağı, “sefer” sözcüğünü çözümlerken şu detaylara da değinir: Arapça sfr kökünden gelen safar "uzun yürüyüş, yolculuk" sözcüğünden alıntıdır. Arapça sözcük Aramice/Süryanice #spr ר פ ס z "1. yarma, kesme, 2. sınır, sınır hattı, 3. yazı yazma" sözcüğü ile eş kökenlidir. Bu sözcük Akatça saparru "at arabası veya el arabası" sözcüğü ile eş kökenlidir. Arapça sözcüğün fiil kökü mevcut değildir. Aramice ve Akadça eşdeğer biçimlerde ana fikrin
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 20 -
"ayak izi yapma, patika oluşturma, sınır çizme" olduğu anlaşılıyor... Yurt. Gurbet. Uzun yürüyüş. Ayak izi yapma, patika oluşturma, sınır çizme... Bu sözcükler benim için DIYALoG dergisinin değerli çabalarını da tanımladığı kadar sanıyorum dergi ekibi için de bir o kadar yönlendirici. Dergide beş yıl boyunca yayınlanan metinler, yaşanan gelenek, kültür ve hayatlar uzamında, bir çesit ayak izleriyle bir patika, bir yol oluşturma değil mi? Sınır çizmek, harita çıkartmaktır. 30 sayının bütünlüğünde DIYALoG’ta gelişen de köklü olduğu kadar canlı, tekil olduğu kadar çesitli, bir toplumun haritası. Aynı zamanda, Ízmir’de yaşanan, tarih boyunca süregelen, dünyanın dört bir köşesine ulaşmış uzun yürüyüşümüzün bir güzergâhı. Daha nice beş yıllara, DIYALoG ekibi. Başarılarınızın sürekli olması dileğiyle, candan teşekkürler sizlere.
Nice Yıllara İki ayda bir çıkan DIYALOG’u sabırsızlıkla bekleyen bir okurunuz olarak, kutlamakta olduğunuz derginin beşinci yılında, başta Genel Yayın Yönetmeni Rafael Algranati ve ekibini tebrik ediyor, nice mutlu yılların devamını temenni ediyorum. Ben dergi elime geçer geçmez ilk olarak gururla İzmir yazarlarını okur, ardından dünya haberlerini, en son olarak Ladino Espanyol bölümünü büyük bir hazla bitirir, sonra da dergiyi benim kadar seven ve takip eden arkadaşlarıma geçiririm. İyi ki varsınız. Sağ olun,var olun!
Fortüne Asal İzmir

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 21 -
Sevgili Rafael Algranati ve tüm DIYALoG‘çular, Merhaba, Özellikle vurgulamanıza rağmen ne kadar büyük bir iş yaptığınızı tekrarlamadan edemeyeceğim. Tamamiyle amatör bir ruhla başlatılan bu çalışma, bugün gelinen nokta itibariyle gerçekten profesyonellere rekabet edebilecek bir seviyeye geldi. Hepinize teşekkürler. Benim bir kaç cümle ile ifade etmeye çalışacağım iki tenkidim ve bir önerim olacak. 1. İlk yayınlanan sayı yanılmıyorsam 50‐60 sayfa cıvarındaydı. Bugün ise 150‐200 sayfalara dayandı. İlk sayılar kolaylıkla okunacak sevideyken bugün ise, bu yoğunluk neticesinde artık hepsi okunamaz duruma geldi. Yine ilk sayıları yazıcıdan alıp okumak çok kolayken, artık yazıcıdan çıktı almak bayağı zor bir hale geldi. Ve dergiyi okumak için saatlerce ekran karşısında durmak zorunda
kalıyorsunuz. Her sayı o kadar dolu ki hepsini okumak istiyorsunuz ama bu kadar sayfa nedeniyle çok zaman ayırmak durumunda kalıyorsunuz. Bence bu dergiyi 100 sayfa civarında tutabilirseniz daha rahat ve hepsi okunur duruma gelecektir. Aksi taktirde okuyucular bazı yerleri ister istemez atlamak zorunda kalacak ve emin olun ki bunları kaybetmiş olacak. 2. DIYALoG e‐dergi olarak çıkartıldığında yerel, Izmir’e özgü olarak düşünüldüğünü zannediyorum. Bugün gelinen noktada ise Istanbul’dan da aynı oranda okuyucu ve yazar kitlesi oluştu. Belki de diğer ufak cemaatlerden bile vardır. (Adana, Hatay gibi..). Acaba diğer şehirlerden de yerel bilgilere, haberlere daha fazla yer ayırmak mümkün müdür? 3. Önerim ise, derginin yaygınlaştırılması yönünde. Bildiğiniz gibi okuma alışkanlığı yaş yükseldikçe aynı orantıda çoğalıyor. Okuma merakı, isteği de aynı yönde artıyor. Ancak maalesef ülkemizde yaş yükseldikçe internet kullanımı azalıyor (gerçi trend yükselişe doğru geçti ama belirli bir seviyeye gelmesi için daha zaman gerekiyor). Genelde DIYALoG gibi e‐dergilere erişim internet erişimine bağlı kalıyor. Buna bağlı olarak yukarıda
Metin Delevi İstanbul
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 22 -
bahsettiğim kitle bu dergilerden mahrum kalabiliyor. Yasal bir engel yoksa acaba isteyenlere bu dergiyi belirli bir ücret karşılığında yazılı şekilde ulaştırmak mümkün olabilir mi? Belki de Şalom Gazetesi dağıtım konusunda yardımcı olabilir. DIYALoG’u daha ileri bir seviyeye götürmek için bunlar benim naçizane görüşlerim. Tekrar iyi ki varsınız, iyi ki DIYALoG gibi bir kültür mirası yarattınız ve iyi ki bu yolda devam ediyorsunuz diyerek sözlerimi bitiriyorum. En iyi dileklerimle DIYALoG’un 5 yılını kutlarım Metin Delevi
Nice Senelere
Sevgili Rafael,
Övgü dolu sözlerden ziyade, kendinizi daha da geliştirecek ve yön verebilecek tenkitleri kabul etmeniz ayrı bir erdemlilik ve iyi niyet örneğidir.
Genelde birçok proje çok iyi başlar ama aynı şekilde devam etmez. Sizinki 5.nci senesine başarı ile giriyor, sizlerden ricam aynı şevk ve titizlikle devam etmeniz.
Daha evvel Türkiye'de çıkan bütün Şalom ve benzeri gazeteler İzmir haberlerine bir köşe ayırırlardı. Şimdi DIYALoG ile doya doya anılarımızı paylaşıyor, cemaatimize hizmet verip emek veren büyüklerimizi saygıyla anma fırsatını buluyoruz. En çok hoşuma giden de dünyanın öbür ucundaki eski İzmirlilerin bizlerden haber alması ve onlara DIYALoG sayesinde daha yakın olmamız.
Nice senelere!..
Hayim Danon İzmir

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 23 -
DIYALoG’un 5.nci Yılı
DIYALoG’un kurucusu ve editörü Rafael Algranati, bu elektronik mecmuanın beşinci yıldönümü vesilesiyle, methiye ve takdir sözleri değil, eleştirel yazılar yazılmasını rica etti. Gerçekten, yapıcı eleştiri önemli, nemelazımcı yaklaşım zararlıdır. Rafael’in verdiği bu talimata rağmen, gelinen bu noktada güneşi balçıkla sıvamanın güçlüğü ortaya çıkıyor: DIYALoG’u yaratan, muntazaman yayınlanmasını sağlayan, yazarları davet eden, mizanpajını en usta şekilde düzenleyen, güzel üslubuyla başyazıları bizzat yazan Rafael Algranati’yi takdir etmemek imkânsız. Fakat DIYALoG’un daha da beklenen ve beğenilen bir yayın olmasını sağlamak için, eleştirilerle birlikte yapıcı önerileri de dile getirmek gerek. DIYALoG nedir; amacı nedir, kime hitap eder?
Bunun cevapları kanaatimce çok net değil.
İlk eleştiri bence şu: DIYALoG‘u başından sonuna kadar okumağa imkân yok. İnsanın bilgisayar başında bu kadar saat oturması veya mecmuayı ekrandan taksit‐taksit okuması zor. Basılması mümkün olsaydı, koltuk veya yatağınızın yanında bulundurur, vaktiniz oldukça okurdunuz.
Yazanların sayısının fazla olması çok iyi de İzmir içinden yazanlar az. Temas edilen mevzular çok fazla ve bunun sonucu olarak her sayıda sahife adedi artmakta. Bu eleştiriyi tanıdığım kişilerden zaman zaman duydum.
“Türk basınından seçmeler” çok enteresan ve biz Yahudileri ilgilendirecek yazılar seçilmiş, fakat 90 sahife fazla. Haberler sadece 30 sahife. İzmir Yahudi cemaatinin bu kadar azalması, bunun yarattığı sorunlar ve yöneticilerin bu sorunları halletmekte sarf ettikleri gayretler, bunları daha fazla ele almak gerekiyor görüşündeyim. Unutulmasın ki bugün İzmir’de yaşayan Yahudi sayısından çok daha fazlası İzmir dışında yaşıyor. Ve eminim her İzmirli, doğup büyüdüğü şehirde, ait olduğu cemaatte neler olup bittiğiyle çok ilgileniyor.
Selim Amado Israel
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 24 -
DIYALoG, İzmir’de yaşayan veya dünyanın değişik yerlerine dağılmış İzmirli Yahudileri ortak olarak ilgilendiren mevzuları işleyen ve bilgilendiren bir yayın mıdır? Yoksa tüm Türkiye Yahudilerine mi hitap eder? Bu prensibin daha açıkça belli olması gerekir. Fakat cevap ne olursa olsun, dinimizle, tarihimizle ve milletimizle ilgili bilgileri, bizlere hiç verilmemiş oldukları için DIYALoG’da bulmak çok yerinde olacaktır. Bu bilgiler, İzmirli olmasalar dahi her Türkiye Yahudisini ilgilendirecektir. İzmir’de sadece 1000 Yahudi kalmış, gençler yaşamlarına İzmir dışında devam etmeği seçiyorlar. İzmir’de 270 kadar 70 yaşın üstünde Yahudi var. Cemaat yöneticilerinin bu problemlerin bilinci içinde epey çalıştıkları, yaşlılar problemine çok önem verdikleri haberleri geliyor. Sinagogların restorasyonu bahis mevzuu. Bu mevzuları her zaman işlemek Türkiye dışındaki İzmirliler açısından çok önemli. İzmir’de olsun veya olmasınlar, İzmirli gençler sadece Türkçe konuşuyorlar. DIYALoG’un Türkçe ağırlıklı olmasından daha mantıklı bir şey yok. Bununla birlikte Judeo‐Espanyol veya Ladino dilinde yazılan yazılar daha yaşlı bir kesime hitap
etmekte. Türkiye Yahudisi olarak bu dili az bilenlerin veya hiç bilmeyenlerin dahi, kendi temel kültür ve folklorlerinin, 500 yıl koruduğumuz bu dil ve kültür olduğunu hatırlatması bakımından Judeo‐Espanyol çok önemli. Yalnız çok uzun yazıları değil kısa ve ilginç mevzuları işlemek doğru olur. Her gencin aile büyüklerinden kalma bu dile ilgi duymasını, köklerinin bilinci içinde olmasını sağlamak çok önemli.
İzmir Yahudilerinin geçmişi hem çok zengin, hem çok enteresandır, bunu İzmirlilerin mecmuası işlemezse kim işleyecek?
Türkiye ekonomisiyle ilgili haberler, folklor, her türlü güzel sözler? Hepsi güzel de her yazı gönderenin yazısı konursa, DIYALoG adlı (e‐mecmua) sayfa çokluğu bakımından okunması zor hale geliyor. Sayfa sayısını sınırlandırmak editörümüzün hesaba katması gereken bir görüş.
İzmirli yaşlılar arasında bilgisayar kullananların sayısı az olduğu varsayılırsa, DIYALoG’un bunlara ulaşması için bir miktar basılması ve dağıtılması –aslında yapılmakta da olsa‐ daha geniş sayıda yapılması yerinde olacaktır. Muhtemelen bunun için gereken maddi imkânları sağlamak gerek.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 25 -
Bununla birlikte yazarlardan yazı istenince, onları mevzu seçmekte yönlendirmek DIYALoG’un fonksiyonunu daha iyi yerine getirmesine sebep olacaktır. DIYALoG’un geleceğini de düşünerek değerli editör Rafael Algranati’nin kendisine İzmirli genç yardımcılar bulması çok arzu edilir. ‘’İzmirlilik’’ faktörünü ikinci planda bırakmamak kanaatimce çok önemli. Başarıların devamlı olsun, Sevgili Rafael.
Sağolun, Varolun Sevgili DIYALoG Ekibi, Bültendeki birbirinden güzel yazıları okudukça sizler için ettiğim duaları tahmin ve tasavvur edemezsiniz. Bu kadar insanı mutlu eden, içini ısıtan ve bilgilendiren yazılarınız için sizlere minnettarım. DIYALoG’un her sayısını bir tek yazıyı bile kaçırmadan okuyorum. Sonra da heyecanla bekleyen bir arkadaşıma veriyorum. Sağolun, varolun, elleriniz dert görmesin. Esta merveyoza ovra ke empesatej, ez una muy grande mitzvah para todoz. El Dio ke vo lo page de todo bueno. Amen ve Amen.
Becky Aji İzmir
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 26 -
Son Söz Okurun Hazırladığım “İzmir’e İz Bırakanlar” ve “Bizden Biri” köşeleriyle kuruluşundan beri yayın ekibinde yer aldığım e‐bültenimizin kaydettiği aşamanın en yakın tanıklarından biriyim. Beş yıl önce ilk sayımızı hazırlarken o günkü politik ortam nedeniyle bir yandan tedirginliği, bir yandan da yepyeni bir yayına başlamanın heyecanını yaşıyor ve girişimimizin nasıl karşılanacağını merakla bekliyorduk. Yıllar içinde dünyanın her yerine dağılmış hemşerilerimizin, dostlarımızın katkısıyla hızla büyüyüp serpilen bültenimizin geldiği noktaya şöyle bir durup bakmanın tam zamanı şimdi. DIYALoG nasıl bir misyonla yola çıktı ve bunu gerçekleştirmede ne kadar başarılı oldu? Bu sorunun cevabını ararken ilk sayımızın ilk “Merhaba”sına dönüp baktım yeniden. Yayın yönetmenimiz Rafael Algranati bültenin ana misyonunu net bir şekilde ortaya koymuş:
"Toplumumuzun kurumları ile üyeleri arasındaki
diyalog ve haber akışını canlı tutarak, birlikteliğimize katkıda bulunma ve kardeşliğimizi pekiştirme…"
Çok gerçekçi ve yerinde bir hedef. Acaba hedefimize ulaşabildik mi? “Toplumumuzun kurumları ile üyeleri arasındaki haber akışını canlı tutma” misyonu DIYALoG ekibi olarak en fazla önem verdiğimiz konudur. Cemaat başkanımız Jak Kaya’ya hiç aksatmadan hazırladığı bilgilendirme yazıları için teşekkür ediyoruz. İlk sayımızdan itibaren başlattığımız cemaatimizin dernek ve kurumlarına okurlarımızı bilgilendirmeleri için ayırdığımız sütunların devam ettirilmesini sağlamada ne yazık ki başarılı olamadık. Bir kısmının haklı nedenleri vardı. Bunun bir zorunluluk gibi algılanmamasını, kendilerinden gelen bir istekle haberlerini bize iletmelerini çok arzu ederdik. Biz tüm cemaat haberlerinin DIYALoG’da yer alması için elimizden geleni yapsak da atladıklarımız olabilir. Üstelik iki ayda bir yayınlandığımızdan her haberi taze verebilme şansına sahip değiliz. Her şeye rağmen
Sarit Bonfil İzmir

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 27 -
kurumlarımızın bize bu konuda daha çok destek vermesini diliyorum. Doğrudan doğruya onlardan gelen katkılarla DIYALoG’un haberler köşesinin daha da zenginleşeceğine kuşku yok. DIYALoG’un günümüz İzmir cemaatinden geleceğe iz bırakacak bir yayın olduğu düşünülürse haberler en can alıcı bölüm olmalı, bugün önemsiz gibi görünen haber ayrıntılarının gelecekte önem taşıyabileceği unutulmamalı. Yalnız kurumlar değil, bireyler de ne kadar bülteni sahiplenir ve katkıda bulunursa DIYALoG o kadar gelişir. Bültenimizde yer vermemiz için bir yazı gönderenler ya da örneğin “şu konuyu ya da şu kişinin başarısını haber yapın” diyenler bizleri öyle mutlu ediyor ki. Uygun olduğu ölçüde böyle istekleri büyük bir zevkle yerine getiriyoruz. Gönül ister ki okurlarımızla aramızda böyle iletişimler daha çok olsun. En çok eksikliğini hissettiğimiz ise genç kalemler… Dönem dönem İzmirli gençlerimiz bültenimizde yazdılar, bize taptaze bir bakış açısı ve dinamizm getirdiler. Bayrağı devralacak gençlerin varlığı hepimizi yüreklendiriyor. Gençlere sesleniyorum. DIYALoG’a gelin. Bize güzel yazılarınızla can katın.
Bültenimizde gerek Ladino gerek Türkçe makaleler bölümünde usta kalemlerin, konusunda uzmanların sayısı giderek arttı. Kimi tarihe, kimi günümüze ışık tutan, kimi gülümseten, kimi bilgilendiren çok çeşitli konulardaki yazılar dünyanın her tarafından DIYALoG’a yağdı. İletişim teknolojilerinin yarattığı harikalar sayesinde günümüzün 1300 kişilik İzmir Yahudi cemaati, İzmir ya da Türkiye kökenli olsun veya olmasın tüm dünyadan Yahudi yazarların katkılarıyla oluşturulan DIYALoG’la büyük bir ailenin parçası olduğunu hissetti. Bizlere “yalnız değilsiniz” mesajı verildi. Katkı sağlayan yazarların ve ulaştığımız okurların sayısı beklentilerimizin de ötesine geçti. “Birlikteliğimize katkıda bulunma ve kardeşliğimizi pekiştirme” hedefinin İzmir’den gittikçe büyüyen halkalar halinde yayılarak çok daha geniş çapta gerçekleştiğini düşünüyorum. ,
DIYALoG’un misyonunu gerçekleştirmede ne kadar başarılı olduğu, okur beklentilerini ne ölçüde karşıladığı sorusuna dönersek bunun cevabını en iyi verecek olan okurlardır. Ben olabildiğince objektif olmaya çalışarak bazı düşüncelerimi dile getirdim. Dilerim okurlardan gelen mesajlar DIYALoG’un daha da sağlam adımlarla yoluna devam etmesine vesile olur.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 28 -
Bütün yazıları toplayıp, derginin tüm mizanpajını yapmak gibi ağır bir sorumluluğu üstlenmiş olan yayın yönetmenimiz Rafael Algranati bülteni yayınlamadan önce Türkçe yazım hatalarını düzeltmem için bana yollar. Bir yandan hataları kaçırmamak için gözlerimi dört açar, bir yandan da bülteni ilk okuyan kişi olmanın keyfini çıkarırım. Kimi daha hafif, kimi daha ağır, öyle değişik konularda, öyle yoğun bilgiler içeren yazılar vardır ki okurlarına her zevke hitap eden böylesine kapsamlı bir seçki sunan DIYALoG’la gurur duyarım. Biz yayın ekibi olarak bu heyecanı duyduğumuz sürece ve sizler de bizim heyecanımıza ortak olduğunuz sürece DIYALoG’un daha uzun yıllar İzmir’den ses vermeye devam etmesi dileğiyle…
Sevgili Rafael Algranati nezdinde DIYALoG Ailesi, DIYALoG'un 5. yayın yılını kutlayacağınız bu yakınlarda, alışılmış övgülerin dışında kalarak, düşüncem, DIYALoG'un geleceğinin İzmir Yahudi Cemaati ile ortak bir paydada olduklarıdır. Bu nedenle ilerideki nesillere kalmak ve aktarılmak üzere İzmirli hanımlarin mutfak tecrübelerinin her sayıda bir veya iki yemek tarifinin sunulmasının önemli olduğunu düşünüyorum. Hatta bu sunumun Turkçe dışında İspanyolca sayfalarda da bulunması Türkiye dışında yaşayan Judeo İspanyolca konuşan kesimin de faydalanmasını sağlayacaktır.
Saygı ve sevgilerimle,
Moshe Gormez Paris / France

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 29 -
Nice 5 Yıllara Sevgili Yayın Yönetmenimiz Rafael Bey, üç yıl önce bana DIYALoG için haberleri takip edip, bunları yazar mısın dediği zaman, memnuniyetle kabul etmiştim. Ama bu konunun bu kadar çok hoşuma gideceğini ve bana keyif vereceğini tahmin etmemiştim. Benden bu görevi rica edip, bu yönümü fark etmemi sağladığı için kendisine müteşekkirim. DIYALoG’un 5 yıl içinde daha çok insana ulaşması ve DIYALoG’a yazı yazan kişilerin sürekli artması çok sevindirici. Bir 5 sene sonra DIYALoG’un hala aynı yoğunlukta ve nitelikte var olduğunu, fikirlerini paylaşan daha çok yazarın olduğunu ve daha çok insana ulaştığını görmek isterim.
DIYALoG’un cemaat için belli sosyal sorumluluk projelerine ön ayak olmasını, yarışmalar (şiir, öykü) düzenleyip gizli kalmış yetenekleri ortaya çıkarmasını, cemaat içinde iletişimin etkileşimin artmasını sağladığını görmek isterim. Bence DIYALoG sayesinde yetenekli ama kendi kabuğunda gizli kalan, yazılarını, şiirlerini paylaşacak bir platform bulamadığı için yazmayan birçok arkadaşımız bu yolla fikir paylaşımında bulundular. Bu da çok hoş. DIYALoG ailesi ve okuyucuları ile nice 5 yılları birlikte geçirmek dileğiyle...
Beki Şikar İzmir
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 30 -
Nice Beş Yıllara Hani söyleriz ya, “Daha dün gibi…” geçen uzun yıllar için; oysa DIYALoG’un ilk sayısından bu yana tam beş yıl geçmiş! Dile kolay! O günleri düşünüyorum da… Neydi bu yayının ilk çıkış amacı? İzmir’in sesini duyurmak, birbirimize olanağımız ölçüsünde seslenmek, etkinliklerimizi öne çıkararak okuyucuları bilgilendirmek, düşüncelerimizi karşılıklı olarak paylaşmak, bir söyleşi ortamı yaratmak… İzmir’i odak noktasına oturtarak yalnızca üyelerin yararlanabileceği bir yayın olacaktı DIYALoG! Oysa zaman içinde bu yayın yalnız İzmir’in değil, ülkenin sınırlarını da aştı. Paylaşımları saymazsak, nerdeyse bir yerel gazetenin, bir derginin satış sayısı kadar oldu. Konularını da artık sınırlama
olanağı yok! Herkes, her alanda düşüncelerini özgürce dile getiriyor, paylaşıyor. Ulusal basının kimi köşe yazıları da, yayınlandığında kaçıranlar için birer arşiv niteliğini taşıyorlar. Tüm bunlar bir araya geldiğinde, çoğunlukla iki, kimi zaman da üç dilde ürün yayımlayan zengin içerikli bir bülten, daha doğrusu dolgun bir dergi ortaya çıkıyor. Son sayısına bakıyorum, tam 320 sayfa. Kuşkusuz bütün sayabileceğimiz bu artı değerleri yanında, yayınlanacak her yeni sayı, yeni sorumluluklar da getirmektedir: Kendini aşma, daha güzelini, daha iyisini ortaya koyma çabası! Zaten bu heyecan olmasa, bu tür bir yayının ömrü birkaç sayıda tükenirdi; oysa DIYALoG giderek güçleniyor, sağlam adımlarla yürüyüşünü sürdürüyor. Bu güne değin kimi derginin mutfağında bulundum, kimini de sadık bir okuyucusu olarak yakından izledim. Görebildiğim kadarıyla, tek bir kişinin seçiciliğinde sürmüş olan yayınlar daha başarılı ve uzun ömürlü olmuşlar, ancak o kişinin çekilmesiyle yayın niteliğini yitirmişlerdir. Aynı amaç etrafında birleşen bir grubun çıkardığı dergiler ise, girişimcilerden her birinin görüşlerini
Avram Ventura İzmir

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 31 -
dayatarak öne çıkmak istemeleriyle dağılmak durumunda kalmışlardır. DIYALoG’a gelince… Bu yayının, maddesel ve düşünsel olarak en büyük ağırlığı Sevgili Rafael Algranati’nin omuzlarına yüklenmiş bulunmaktadır. Bir başka deyişle onunla özdeşleşmiş durumdadır. Yazar kadrosu olarak ne denli katkıda bulunmaya çalışsak da, okuyucu karşısına çıkabilmek için, her birimizin çabası oldukça sınırlı kalmaktadır. Bu yüzden DIYALoG’un geleceğini düşünürken, bu gerçeği de göz önünde bulundurmalıyız. Kendi payıma DIYALoG ekibini verdikleri destek için kutlarken, Sevgili Rafael’in de en büyük alkışı bir başına hak ettiğini belirtmek isterim. Nice beş yıllara dileğiyle…
DIYALoG’a Küçük Bir Katkı
Doğada insana özgü bazı yeteneklerimiz vardır. Bunlar arasında kitap okumak, yazı yazmak, düşlediğimiz bir konuyu sanatsal bir konuma dönüştürmek gibi. Ancak, insanlar en çok yazıyla iletişim kurmaktadır. Yazının sonsuzluğu, etkisi, yarattığı atmosfer, insana yönelik yaptırımı… Tüm bunlar insan‐yazı birlikteliğinin temel sonuçlarıdır. Bazen yeni dostluklar kazanılır, bazen yeni bilgiler öğrenilir. DIYALoG dergisinde yayımlanan yazılar aracılığıyla çeşitli görüşler ortaya çıkıyor, yeni düşünceler üretiliyor, yazarlık sevgisi aşılanıyor, birçok konudan haberdar oluyoruz. Peki, DIYALoG daha kapsamlı, daha ayrıntılı olabilir mi? Kişisel olarak bazı önerilerim olacak.
1 ‐ Yerel tarihin önemli olduğunu hepimiz biliyoruz. İşte bu nedenle, İzmir ve diğer illerde yaşayan Yahudilerin yerel tarihle ilgili görüşleri, ellerindeki belgeler, yaşanmışlıklar, anılar üzerine biraz daha kapsamlı yazılar olabilir mi? Sözgelimi, bu konular üzerine çeviriler, ülke dışından da benzer konularda yazılmış yazılar yer alabilir.
Tufan Erbarıştıran İzmir
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 32 -
2 ‐ İzmir’den başlayarak (istek olması durumunda diğer illerden ve yurtdışından da olabilir) Yahudi büyüklerin anıları bir link eşliğinde ekte verilemez mi? Onların kişisel anıları, yaşantısı, ailesi, okudukları, sevdiği hobileri üzerine hazırlanmış bu linklerin etkili olacağını düşünüyorum. Bununla birlikte, bir ressamın yaptığı resimlerle ilgili görüşleri, bir yazarın kitaplarıyla ilgili duyguları gibi… Söz konusu önerim gerçekleşirse, görüntülü olarak verilecek bu linkler sayesinde çok ciddi bir arşive kavuşmuş olacağız. Görüntülü olarak hazır geleceği için DIYALoG yöneticilerini de fazla yormaz sanırım. Bu türden görüntülü linklerin çok uzun olması da gerekmiyor. Sınırlı bir süre (3 dk – 10 dk) yeterlidir.
3 ‐ Yazmak ve okumak için bu alışkanlık küçük yaşlardan itibaren başlanmalıdır. Bana göre, bir köşe de yaşı küçük olanlara yer verilse diyorum. Sözgelimi, 6 – 11/12 yaş grubu kendi özgür iradesiyle yazdığı yazıları gönderse nasıl olur? Unutmayalım ki Cumhuriyet gazetesinin kitap ekinde düzenli olarak yıllardır çocuk kitapları köşesi vardır. Üstelik çocuk kitapları son yıllarda adeta bir patlama yapmıştır. DIYALoG’da böyle bir köşenin olması çocukların yazmak ve okumak isteğini kamçılar diye düşünüyorum.
4 – Yahudilikle ilgili (başka inançlar da olabilir mi?) soru – yanıt köşesi olabilir mi? İzmir’den bir haham bu türden soruları yanıtlayabilir. Soruyu soran kişi – eğer arzu ediyorsa ‐ kişisel iletişim bilgilerini ve ismini sadece dergi yöneticilerine verebilir. Böylelikle kendisiyle ilgili “mahrem” bir konuda sıkıntıya düşmemiş olur.
5 – Derginin her sayısında genel yayın yönetmeni ve diğer yöneticilerin sesli – görüntülü açılış (yazısının yanı sıra) konuşması olabilir. Her sayıda dönüşümlü olarak birer yönetici görüntülü bir link verse diyorum. Sözgelimi, bundan sonraki sayıda Fihrist (içindekiler) bölümü yazılı olmakla birlikte, dergi yöneticisinin sesli ‐ görüntülü konuşması ‐ dergiyle ve günlük konularla ilgili olarak ‐ okurla buluşsa nasıl olur? Bunun etkili olacağını düşünüyorum.
DIYALoG’da yayımlanan her yazı arşiv değerindedir. Beş yıldır aksamadan çıkan bu dergi sayesinde yeni dostluklar kurulduğu gibi, birçok konuda yeni bilgiler de öğrenmiş bulunuyoruz. Bu nedenle, başta Rafael Algranati’ye ve emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 33 -
DIYALoG Bülteni
Değerli okurlar, Bazı işler önceden hazırlanan profesyonelce planlar, fizibiliteler ve çalışmalar sonrası hayata geçerken, diğer bazıları ise amatör bir ruhla hayatlarına start verirler. Planlı programlı, profesyonelce girişilen işler zaman zaman başarısız olurken, amatörce başlatılan bazı işler ise umulmadık bir başarıya imza atarlar. İşte, DIYALoG bültenimizin beş yıllık serüveni bu ikinci grubun canlı bir örneğidir. DIYALoG bülteni, bir yandan Ladino bölümüyle hem yurt dışında mukim Ladino konuşan kardeşlerimize hem de yurt içinde halen Ladino’yu kullanan geniş bir kitleye hitap ederken, diğer yandan İzmir’den haberleriyle, yurtiçi, yurt dışı
tüm İzmirlilere ve İzmir sevdalılarına hitap edebilmiş bir yayın organına dönüşmüştür. Bununla da yetinmeyip, aktüel konular ve cemaatimiz ile ilgili tarihe kayıt bırakacak derlemeleri ve içerikleri ile de daha birçok kesime hitap eder duruma gelmiştir. Tabii ki bu denli geniş bir yelpazede taleplere cevap veren DIYALoG bülteni, bir bülten anlayışından çıkarak daha çok bir dergi hüviyetine dönüşmüştür. Bu geniş içeriğin getirdiği çok sayfalı ağır yapı ise sağlanan akılcı kolaylıklar sayesinde, okunması kolay bir yayına dönüştürülmüş DIYALoG bülteni bugün İzmir cemaatimizin bir gurur kaynağı haline gelmiştir. Eksiklikleri var mıdır? Mutlaka vardır. Öyle sanırım ki beşinci yıl sayısında, bu konuya özel açılan bölümde, değişik eleştirileri dile getirecek kardeşlerimiz bulunacaktır. Ben ise, bana ayrılan bu bölümde, DIYALoG bültenimize farklı bir açıdan yaklaşarak kişisel bir kaygımı dile getirmeye çalışacağım. Beş yıllık yayın hayatında bu denli bir başarıyı yakalamış DIYALoG bültenimizin, daha nice beş yıllara, çizgisinden ve başarısından hiçbir şey kaybetmeden taşınabilmesi hepimizin dileğidir.
David Enriquez İzmir
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 34 -
Bültenin hazırlanmasında, yayın yönetmeni olarak Sevgili Rafael Algranati’ye, Sarit Bonfil, Beki Şikar ve Renin Eliş’ten oluşan kıymetli bir yayın ekibi de eşlik etmekte ve kendisine önemli bir destekte bulunmaktadır. Hemen hemen her yayın organında olduğu üzere, bu yayında da tüm sorumluluğun Rafael Algranati kardeşimizin sırtında olduğunu söylemek sanırım yanlış olmayacaktır. Rafael Algranati kardeşimizin bu yayını ilerde kendi yerine omuzlayacak halefini yetiştirmemesi halinde, DIYALoG bültenimizin ömrü Rafael Algranati kardeşimizin bu işi taşıyabileceği yere kadar olacaktır. Bu halef belki de belirlenmiştir. Durum böyle ise kaygım yersizdir. Eğer belirlenmemiş ise bu konu gecikmeden ekip tarafından değerlendirilmelidir diye düşünmekteyim. Bir başka deyimle, böylesine bir başarıya imza atmış ve böylesine geniş bir kitleye ulaşabilmiş DIYALoG bülteninde, gayri resmî de olsa, bir kurumsallaşma gerekliliği kaçınılmaz bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Böylesi bir başarı öyküsünün yaşamı, ona ilk omuz verenlerin fiziki ve moral güçlerinin sınırı ile kısıtlı
kalmamalıdır. Bu yayının kalıcılığı ancak onu her şart altında omuzlayıp götürebilecek yayın yönetmenini ve ekibini sürekli üretebilmesi ile mümkün olabilir. Bunun sağlanabilmesi hiç şüphesiz DIYALoG bülteninin daha çok uzun yıllar, başarı çizgisini kaybetmeden, yayın hayatında kalıcılığını mümkün kılabilecektir. Aksi halde, DIYALoG bülteni, “geçmişte bir başarı öyküsü” olarak İzmir cemaatimizin tarih kayıtlarında yerini alacaktır. Bu vesile ile DIYALoG bültenini hayata geçiren ve ayakta tutan tüm yayın ekibine buradan şükran duygularımı iletmeyi bir görev bilir, aynı başarı çizgisinde daha nice yıllar dilerim.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 35 -
Sevgili Rafael Algranati,
Koskoca bir beş yıl geçti ve mütevazı bir başlangıç yapan DIYALoG İzmir, sessiz ve derinden bugünkü yaygın, etkin, bilinen hatta yazılarından alıntı yapılan saygın ve değerli bir gönül projesi haline geldi. Çok ciddi bir gönül çalışması ile azimle ve aksatmaksızın bazen gönülsüz olabilecek biz gönüllülerden bunca farklı konularda yazıları derliyor ve yaşamlarımızı, zamanı, mekan ve tarihimizi kayıt altına almaya yardımcı oluyorsunuz. Dileğim, ümidim DIYALoG Bülteni’nin tüm sayılarında yer alan yazıların web ortamında okunabilecek bir altyapı ile genel topluma mal edilebilmesidir. Böylelikle ilerleyen yıllarda da gazeteci, araştırmacılar, kökleri hakkında bilgi sahibi olmak isteyenler veya sadece meraklılar
özellikle İzmir Musevileri ve genelde Türk Yahudileri hakkında bilgi edinebilecekleri çok renkli bir kaynağa sahip olabilecektir. İzmir Musevi Cemaati Yönetimi tarafından uygun bulunursa böylece arşivlenen tüm yazılar çevrim içi olabilecek ve konuları, yazarları ve tarih ve içeriklerine göre aranarak okunabilecektir. Bu aşamaya gelinebilmesi ümidim aynı zamanda gönüllüler ekibine daha genç gönüllülerin katılmasına ve onların teknik bilgi becerileriyle birlikte kendilerine ait bakış açılarını yazıları ile paylaşma zenginliğine sahip olmamızı sağlayabilmesini de kapsıyor. DIYALoG, karşılıklı konuşma ve dinleme değil mi? Genç gönüllülerimizi de dinlemek ve onlardan öğrenmeyi ümit ediyoruz. DIYALoG ile nice beş, on ve çok yıllara!.. Lina Filiba
Lina Filiba İstanbul
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 36 -
Tebrikler Öncelikle İzmir cemaati olarak bu kadar faydalı bir girişimi başlatıp, beş senedir aksatmadan özveriyle devam ettiğiniz için, DIYALoG ekibini tebrik ediyorum. Bunun nasıl ciddi bir motivasyon, emek ve vakit gerektirdiğinin bilincindeyim. Başlatmak, bir düzene oturtmak zor, ama sürekliliğini sağlamak bence daha da zor.... Aklınıza emeğinize kaleminize sağlık!.. Bütün bu yaptıklarınız, sizlere, ailenize ve tüm sevdiklerinize sağlık, mutluluk ve bereket olarak geri dönsün... Önerilere gelince; ilk olarak aklıma gelen bülten formatında yapılacak köklü bir değişiklik. Zaman değişim çağı. İnsanlar sürekli yenilik istiyor, yenilik insanı çekiyor.
Bu değişiklik ne şekilde yapılabilir? O konuda hiç bir fikrim yok, bilgisayar sayfa düzeni, web sitesi vb. konularına hakim değilim. Ama biraz daha canlı daha cazip bir hale getirmek düşünülebilir. Burada dikkat edilecek olan husus, DIYALoG okuyucularının profili: hangi yaş grubu vb. DIYALoG okuyor? Hedefiniz yine bu yaş ve profil mi, yoksa buna ek olarak başka gruplar da var mı? Genç kesime hitap edecek bir sayfa düzeni, alışkanlıklarına sadık, dokunduğu yerde gördüğünü yine aynı yerde bulmaya alışık olan kesim tarafından yadırganabilir. Bunun dengesini kurabilmek gerek. Ayrıca DIYALoG bülteninin reklamının yapılmasını önerebilirim. DIYALoG'daki ilginç makaleler link verilip mail gruplarında paylaşılabilir. İnsanlar günlük hayatın koşuşturmaları içinde kolay olanı seçiyor. Başarılarınızın devamını diliyorum.
Nazlı Doenyas İstanbul

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 37 -
MESAJES EN
LADINO
Pensamientos Sovre DIYALoG
Izmir es sivdad majika. Puedes salir de Izmir, ma Izmir no sale de ti. Komo una persona ke tiene sekiya (sed) korre a tomar un sorvo de agua, todos los Izmirlis por el mundo entero korrimos a meldar el Diyalog, desde su primer numero sinko anyos atras. Keremos saver kualo pasa agora en la komunidad de la kuala un tiempo eramos parte. Ken ay agora? Keremos konoser personas. Ke azen? Ke pensan? Ke problemas ay? I ke emosiones? Ke alegrias? Todo mos enteresa. Keremos tambien ke los Izmirlis de oy mos konoskan a mozotros. Ke sepan un poko del pasado de sus komunidad. I de los ke tienen Izmir, i la komunidad djudia de Izmir, dainda en sus korason. Por esto eskrivimos en el DIYALoG.
Rachel Amado Bortnick Texas / USA
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 38 -
I no avlo solo de los ke nasimos ayi. Izmir no solo ke keda en la persona ke nasyo ayi, ma komo un DNA en la sangre, pasa a los desendientes de la persona. Por esto es ke ay inyetos i bizinyetos de Izmirlis ke meldan i eskriven en DIYALoG de Paris, Buenos Aires, Israel, i otros lugares. Ma, siguro, ke estos no saven el turko. Rafael Algranati desido de su ora, ke el DIYALoG iva tener eskritos en ladino. El Ladino (judyo‐espanyol) la lingua de muestros padres, mos sierve demuevo para aunarmos en una komunidad mundial en las pajinas del DIYALoG. I es grasias al ladino ke el DIYALoG enteresa a sefaradim por todo el mundo, lo meldan i mandan sus eskritos, tengan raises en Izmir o no. Todo esto para mostrar la valor i la emportansia del DIYALoG, i para felisitar a los ke tomaron la inisiativa 5 anyos atras de fondarlo, i los ke meten tantas oras de lavoro regolarmente para editarlo i publikarlo i mandarlo por Internet. No tiene faltas? Si.
1. El ke no save el turko, no puede meldar todo. 2. Los ke no saven el ladino, no pueden meldar todo. 3. Los ke saven las dos linguas (o, a vezes mas) no pueden meldar todo, porke ay muncho de meldar, i es difisil topar el tiempo para todo! Ma, el DIYALoG kale ke kontinue kon todas sus faltas, ke es en mizmo tiempo todo su bueno, porke sera por siempre un archivo istoriko muy valutozo de la komunidad djudia de Izmir aktual, de su pasado, i de sus ramas por el mundo entero.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 39 -
Aniversario y no Adversario
A los emprendedores de este proyecto, a los que logran con DIYALoG renovar un diálogo con su lengua y su cultura, a los escrivanos que dedican de su tiempo y de su talento para fomentar este movimiento, a los fieles lectores: enbuenahora, hay buenas razones para festejar el quinto aniversario de DIYALoG. Mi primer encuentro con DIYALoG fue en el año 2010 con el número 008 de Mart‐Nisan. Avram Ventura escribió en el periódico un artículo sobre una hija pródiga de Izmir: la Sra. Ester Morguez Algranti. Un artículo sobre la vida y la obra de la escritora escrito en turco, un idioma indescifrable para mi, que buenos amigos tuvieron la gentileza de traducir especialmente para mi. Sigo
lamentando no poder leer en turco y "descubrir" nuevos amigos, es así como denomino a mis temas de investigación. A Ester Morguez Algranti, mi nueva amiga, la fui conociendo poco a poco através de sus artículos, sus comentarios sobre temas religiosos y sus poesías. Mis pequeños avances en la investigación los fui compartiendo con DIYALoG en una serie de artículos que fui enviando a la redacción. Sarit Bonfil, Avram Ventura, Rafael Algranati y la incomparable Rachel Bortnick que "ladiniza" mi castellano son mis verdaderos compañeros de mesa de redacción. Gracias! Mi impresión sobre DIYALoG es muy reducida ya que sólo puedo leer la sección de ladino. En dos biervos resumo mi parecer: muy bueno! En el mundo académico pecamos, muchas veces, de no estar conectados con la realidad: analizamos textos antiguos, publicamos manuscritos inéditos, interpretamos palabras extrañas pero no siempre "Diyalogamos" con los circundantes. La revista nos
Susy Gruss Israel
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 40 -
permite conocer y comunicarnos con la parte viva de la cultura sefardí. Izmir fue la pionera del periodismo en judeoespañol: el periódico Las puertas del Oriente dio paso a decenas de publicaciones diarias y semanales durante más de un siglo. Propongo reanudar una tradición muy arraigada a los periódicos de antes: publicar novelas en judeoespañol por partidas. Muchas de estas novelas han sido ya trasliteradas y han servido de material de investigación. Hay otras centenares que aún esperan ser redimidas! Las novelas no deben ser juzgada por su calidad literaria sino, por su valor histórico. Quién sabe, quizás su publicación anime a alguno a escribir una nueva creación... Manos a la obra! Dr. Susy Gruss Naime and Yehoshua Salti Center for Ladino Studies Dept. of Literature of the Jewish People Faculty of Jewish Studies Bar‐Ilan University, Ramat‐Gan, 52900, Israel email:[email protected]
Para Munchos Anyos Estimado Senior Algranati, Me plaze muncho meldar vuestro DIYALoG kada mes, i esto orosa ke yegesh al cinken anyo i por eso kise saludarvos i partajar eskriviendo mis rekodros para publikar. El problema es ke solo se poko de la lingua i por ke no tengo ken me korija. Me ambezo muncho meso LK i todo lo ke topo para meldar. puedya eskrivirlo en espanyol o ingles, ma el ladino me sale del alma. Kero ke tu eches un ojo i korijas mi artikolo, si no es muncho pedirte. Te rengrazio i el Dyo te de salu por munchos anyos Buly Hazan Corrientes, Argentina
Buly Hazan Corrientes / Argentina

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 41 -
El
DIYALoG Kerido Algranati i lektores del DIYALoG, Antes de todo vos sueto reushita grande en el futuro. Tener una emission ke su buto es meter enjuntos a los nuestros i krear un puente en todas partes del mundo, es la mijor kosa ke se puedia haser. Al lado de esto hay tambien la kestion de dar vida a nuestra lingua ke ya no es mas una lingua hablada. El DIYALoG esta hasiendo mas ke esto en metiendo ayi eskriturias en otras linguas tambien komo el Turko, el Ingles i el Fransez. Son linguas ke konosemos en la Komunidad Judia. Si uno no konose una lingua, konose la otra. Yo kreo ke kon el effekto de una assimilasion kaji total, hay munchos Judios ke se estan perdiendo. El DIYALoG puede servir a traier atras a unos
kuantos. En el fin del kuento despues de miles de anios de existensia komo Judios, apenas tenemos 13 o 14 milliones. Esto representa una amenaza para la identidad Judia en un tiempo kuando munchos kaien en el "Melting Pot” / ke es olvidarsen lo ke son. Por seguro tenemos ke amar a nuestros vesinos i ser en mismo tiempo respektados por eyos por ser differentes. Tener mas toleransia i no pensar ke uno es mijor del otro i mirarlo de un ojo basho. Tenemos ke tomar un kamino entre los dos. En este sentido es importante mantener un kontakto entre los Judios de origines differentes. De mi parte me topo enviando eskriturias i traduksiones a Ladino Komunidad, Sefaradi Muestro i al EL AMANESER. Me demandaron si puedia haser una kontribusion al DIYALoG. Esto fue para mi un honor grande i lo agradezko muncho de ser apresiado. El DIYALoG ke sale kada 2 mezes es muy riko, sobre todo en Turko i Ladino. Me gustaria poder meldar kada artikulo ke sale ayi. Ma al no tener una komputadora i bastante tiempo en mis manos me topo bien limitado. Una kosa en mi favor es ke entiendo todo en todas las linguas. El Turko tambien me sirve porke nunka kiero olvidar esta lingua. Mismo si pasaron 52 anios de
Shimon Geron Sidney / Australia
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 42 -
mi salida de la Turkia. El DIYALoG kontiene munchas pajinas. Pajinas bien rikas en kontenido. Otra kosa ke me gusta es ke se aksepta lo ke uno eskribe a su manera. Kada persona se exprime en la manera ke se konose. No tuvimos la okasion de aprender nuestra lingua en las eskuelas. Ke es el puro es difisil determinarlo kon la meskla de tantas palabras ajenas i influensias de los paises ke nos dio refugio. Por sierto este lavoro ya es de una kualidad alta. Hay siempre lugar para amejorar komo disen los Anglo Saxones: [Room for improvement]. La sola kosa ke puedo sujerar es de meterlo una vez al mez en lugar de 2. Meter la mitad kada mez para ke los lektores puedan meldar kaji todo. MIS KOMPLIMENTOS POR LOS 5 ANIOS DE EXISTENSIA! Saludes a todos. Shimon Geron. Kapitan D'Estambol. Sydney ‐ Terra Australis.
Aniversario Del Bulten A veses, no enkontro munchos biervos para dizir kuando djentes, ponen el meoio i las fuerzas en kontinuar por la muestra cultura sefaradi. Es esmoviante meldar kada numeró del Bulten, la kantidá i kalidá de los artikolós i la dedikasión ke demanda elaborar kada boletín… Kerido Rafael, Grasias por el esforzo ke metes en kada uno i darme un espasio en el kantón del Ladino. El Dio, ke te siga dando las fuerzas i voluntá para kontinuar en este buto. Graciela Tevah de Ryba
Graciela Tevah de Ryba Buenos Aires / Argentina

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 43 -
Estimado Rafael:
Pardon de ke ainda no arrespondi tus demandas, estos dalkavos diyas ave tenido muncho lavoro, ama tomi un poko de tyempo i te kero arresponder.
‐ Kualo a tu idea esta mankando en el DIYALoG?
A sigun mi pensar, esta mankando i muncho, una seksion, aun ke sea chika, de tekstos eskritos en rashi, para que akeyos ke lo meldan puedan meldar mas i mas i mizmo, si keren de ambezar a sus ijos i inyietos en vezes es difisil de topar tekstos en rashi, de esta manera puedemos arrebivirlo. Ainda no se komo se puede azer en la komputadera, yo meldo el rashi i puedo azer algo para el Diyalog, ama me es menestre saver komo, si lo se presto, te eskrivo de muevo.
‐ A tu idea komo deve de ser el DIYALoG en el futuro?
No tengo idea, de ke asina komo es me plaze.
‐ Ke pensas por lo ke aze el DIYALoG sovre nuestra lingua i kualo deve de azer de mas?
Lo ke aze es maravyoso. No me vyene al tino kualo deve de azer de mas, deke syendo ke esto se aze por amor i no para tener paras, es una lavor ke vale oro.
‐ Kualo te esta plazyendo lo mas en el DIYALoG?
En primero devo dizir ke no se Turko, ansi ke solo puedo avlar por la seksion en djudeo‐espanyol, ke me plaze muncho los rekordos de los ke eskriven para el Diyalog, imajinar komo eran las komunidades sefaradis ay anyos atras.
‐ Kuando komparas el DIYALoG kon otras publisidades en Ladino ke diferensyas topas ke mos manka?
No veygo direferensias ni veygo ke sea mejor o no ke otras puvlikasiones, komparandola kon otras o no, es un trezoro para muestra kultura.
Te deseo reushidad buena para 5 anyos mas i mas i mas, aspero poder azer algo para el Diyalog denpues.
Kon muncho karinyo, un abraso kalorozo para ti i toda la famiya BEN DIYALOG.
Fredy Cauich Valerio Sivdad de Meksiko
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 44 -
Görev Süresi Dolan IMCV Başkanı Jak Kaya’nın
9 Ocak 2014 Genel Kurul Konuşması
Konsilyo Komunal olarak bilinen İzmir Musevi Cemaati eski yönetiminde dokuz yılı aşkı bir süredir görev yapan Jak Kaya, 9 Ocak 2014’te Konsilyo’da görev süresinin dolması nedeni ile düzenlediği Genel Kurul toplantısında tüzel kişiliği olmayan eski yönetim yapılanmasının artık sona erdiğini ve yönetimin tümü ile İzmir Musevi Cemaati Vakfına devredildiğini belirterek aşağıdaki konuşmasını yaptı.
Değerli Kardeşlerim,
Aralık 2010’da seçilen Cemaat Yönetim Kurulumuzun görev süresi Aralık 2013’te bitmiş bulunuyor. Bu sebeple, hesap vermek ve Yönetim Kurulumuzun faaliyet raporunu sunmak üzere huzurunuzda bulunuyorum.
Sözlerime başlarken Yönetim Kurulumuzun değerli üyeleri olan: Avram Abuaf, Hayim Eskenazi, Sami Azar, Avram Sevinti, Sabi Jimi, Natan Hayim, Efraim Kohen, Mirey Eskinazi, Miryam Levi ve Binyamin Hazan’a, toplantılarımıza katılan yedek üyelerimiz: Moris Şaul, Münir Mercan ve Alp Habif’e katkı ve yardımlarından dolayı teşekkür etmek istiyorum.
HABERLER

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 45 -
Değerli Kardeşlerim,
Bilindiği gibi Cemaatimiz yaşlanan ve küçülen bir cemaat olmak yolundadır. Son 13 yılda 87 doğuma karşılık 328 ölüm vuku bulmuş olması, bu hususta yeterli fikir verebilir. Buna ek olarak, İstanbul’a ve yurt dışına tahsile gidip çeşitli nedenlerle geri dönmeyen gençlerimiz de cemaatin küçülmesinin bir başka faktörünü oluşturuyor. Cemaatimizin toplam nüfusu sürekli sorulan bir sorudur. Mart 2012’de Vakıf seçimi yapılırken, 18 yaş üstü seçmen sayısı 1320 olarak belirlenmişti. 18 yaşından küçükler de eklenirse 1400‐1450 arasıdır denilebilir. Herşeye rağmen, 2013 yılında Bet‐İsrael’de yapılan altı düğünün varlığı bir sevinç kaynağımızı oluşturdu.
Cemaat yönetimimiz öncelikle rutin hizmetleri eksiksiz yapmaya çalıştı: Kaşer et sağlanması, matsa organizasyonları, hocalarımızın ücretleri, muhtaç kardeşlerimize ve İyiniyet’e, Sunday School’a yardımlar, sinagoglarımızın bakım ve onarımları bu hizmetlerimizin birkaçını oluşturuyor.
Sinagog yöneticilerimizin katkıları ile: Şaar Aşamayim, hergün sabah akşam, Şalom hergün
minha duasında, Bikur Hulim ve Algazi nöbetleşe olarak ve Bet‐İsrael Şabat dualarında hizmet veriyorlar. Bunlara ek olarak yaz mevsiminde Çeşme Sheraton otelinde Şabat duaları muntazaman yapılıyor ve kardeşlerimize, ziyaretçilerimize hizmet veriliyor. Bayramlarda yukarıda adı geçen sinagoglarımıza ek olarak Roş‐Aar da olmak kaydı ile beş sinagog açılabiliyor. Bu sinagogların gizbar ve hocalarına ne kadar teşekkür etsek azdır. Bunların dışında, çeşitli gruplar ağırladık. Güney Amerika’dan iki defa ziyaretimize gelen grupları, bu vesile ile verilen konseri Sayın Hahambaşımız ve Türkiye Musevi Cemaati Başkanı ile beraber İstanbul Tiyatro grubunun gösterileri, Hamera yemekleri gibi sosyal ve kültürel aktiviteler de çalışmalarımız arasında yer aldı. Sevgili Kardeşlerim, 2010 yılında Hastane Yönetim Kurulunun istifa etmesi üzerine, bu görevi de üstlenmek durumunda kaldık. Üç yıl boyunca sıkıntılı günler
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 46 -
geçirdiğimizi, gittikçe büyüyen görev zararlarını kapatmada nasıl zorlandığımızı çeşitli vesilelerle sizlere aktarmış ve desteklerinizi almıştık. Sonuç olarak, hastanemizin ruhsatının devri sayesinde borçlar ödendi. Binalarının kiralanması sayesinde de isteyen yaşlılarımız Urla’da bir bakım yurduna yerleştirildi. Evlerinde oturmak isteyenlere aylık yardım yapılıyor. Buna ilaveten yeni bir bakım sistemi ile cemaatimiz insanlarına evlerinde hemşire, doktor, ambülans gibi sağlık hizmetleri veriliyor.
Bu yolda değerli çalışmalar yapan Hastane Derneği Yönetim Kuruluna şükranlarımızı sunuyoruz.
Bu meyanda, cenaze ve mezarlık hizmetlerini eksiksiz yürüten Kabristan Derneğine, sağladıkları kira gelirleri ile öğrencilerimize burs veren Talmud Tora derneğine, gençlerimize bir yuva sağlayarak bir araya gelmelerine imkan veren, bu arada orta yaşlı hanımlarımıza da yemekli toplantılar yapıp sosyal hizmetler sağlayan Liga yönetimine, küçüklerimize temel bilgiler ve kimlik bilgileri sağlayan, çocuklar korosunu oluşturan Sunday School öğretmenlerimize, ihtiyaç sahiplerinin yardımına koşan İyiniyet grubuna imkanlar nispetinde destek verdik.
Bu yolda çalışan ve tamamı gönüllü olan bu güzel insanlara şükranlarımızı sunuyoruz. Değerli Kardeşlerim, Bilindiği gibi çok eski yıllardan beri İzmir Musevi Cemaati bir resmiyeti olmadan devam edegeldi. Takdir edersiniz ki bir Cemaat Vakfı gibi çalışan, fakat resmen tanınmayan “Konsilyo” dediğimiz bu oluşum, karşımıza çıkan her yasal sorunda, resmiyeti olmadığından ötürü inanılmaz sıkıntılar oluşturdu. Her seferinde yasaya uymayan çözümlere gitmek mecburiyeti doğdu. Uzun süren hukuk mücadelelerinden sonra, 2011 yılı sonunda, İzmir Musevi Cemaati Vakfı olarak resmiyet yani tüzel kişilik kazandık. Bu konularda bize destek olan İstanbul yönetimine ve hukukçularına, özellikle Av.Ester Zonana’ya şükranlarımızı sunuyoruz. Vakfımız Mart 2012’de her türlü yasal vecibeyi yerine getirerek yönetim kurulu seçimlerini yaptı. Vakfımızın yönetim kuruluna yine Cemaat yönetim kurulunu oluşturan arkadaşlar seçildi. Vakıflar Kanununun ek yönetmelik geçici maddesi

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 47 -
sayesinde, 1936’da beyan edilmeyen ve dolayısı ile tapuları olmayan taşınmaz mallarımızı beyan edebildik. İlk aşamada 2013 yılı başında, bir bölümü hizmete açık, bir bölümü de onarıma muhtaç, tapuları olmayan ve sadece sinagog olarak, Hahambaşılık olarak kayıtlı veya malik haneleri boş olan 14 sinagog ve Urla’da küçük bir arsa olmak üzere tapuları Vakfımız adına tescil edildi ve tapuları alındı. Bunları şöyle sayabiliriz: ‐ Beth‐Israel ‐ Roş‐Aar ‐ Bikur Hulim ‐ Algazi ‐ Sinyora (Giveret) ‐ Orahayim (Foresteros) Yıkık Sinagog ‐ Bet İllel ‐ Aşkanat Bethakeneset (Toraman) (dükkân) ‐ Sınat Veradim (Basmane) (Otopark) ‐ Ets Hayim ‐ Şalom ‐ Portekiz ‐ Hevra
Görüldüğü gibi Şaar Aşamayim bu listede yer almıyor. Bu binamız üç müteşebbis büyüğümüz olan Avner Çikurel, Aron Hasid ve Reşat Gomel adlarına kayıtlı iken, geçmiş yıllarda ilk ikisi hisselerini Kültür Derneğimize devretmişlerdir. Son olarak geçen yıl Reşat Gomel’in oğlu Ebi Gomel, babasının payını hibe etmek sureti ile Kültür Derneğine devretmiş, bununla da kalmayarak ciddi bir meblağ tutan hibe vergisini de teberru etmiştir. Bu vesile ile bütün bu iyiliksever insanlarımıza rahmet ve şükranlarımızı sunuyoruz.
Yine bu vesile ile, Bet‐Hillel Sinagogunun Büyükşehir Belediyesi tarafından Hayim Palaçi Müzesi olarak restore edilmekte olduğunu ve yakında restorasyon bitince Vakfımıza teslim edileceğini de belirtmek isterim. Böylelikle 2013 yılının, ileride cemaatimizin tarihi yazılırken çok özel bir yıl olarak yer alacağı muhakkaktır.
Bu noktada sizlere bir projeden söz etmek istiyorum. “The Izmir Project” adı verilen ve birbirine çok yakın olan yürüme mesafesindeki altı sinagogumuzun Prag’daki gibi bir Yahudi mahallesi müzesi olarak oluşturulmasını, öteden beri İsrail’de
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 48 -
bulunan ve İzmir’e gönül vermiş olan Kiryati Vakfı ile işbirliği halinde düşünmekte idik. Bunlardan Şalom, Sinyora ve Algazi son yıllarda elden geçirilmiş olup, Ets Hayim, Hevra ve Foresteros sinagogları restorasyona muhtaçtır. Cemaat bütçesine dokunmamak kaydı ile yurtiçi ve yurtdışı fonlardan destek alınabilirse bu proje gerek cemaatimizin gerekse ülkemizin önemli bir kültürel mirasını oluşturabilir ve dünya çapında ilgi sağlayabilir. Bu yolda, Amerikan Büyük Elçiliğinden, Ets Hayim’in restorasyon projesi ve taban restorasyonu için İzmir Sefarad Kültürünü koruma derneğimiz tarafından alınan bağış sayesinde bu restorasyona en kısa zamanda başlanacaktır. Bu arada bu proje nedeni ile Avrupa Yahudi Müzeleri Birliğine üye olduğumuzu ve geçen Kasım ayında yapılan genel kurul toplantısına katıldığımızı belirtmeliyim.
Değerli Kardeşlerim,
Cemaatimiz olarak Hahambaşılık ve Türkiye Musevi Cemaati ile çok yakın ilişki ve işbirliği içinde olduğumuzu belirtmek isterim. 15 günde bir bize gönderdikleri Şohet sayesinde Kaşer et sorunumuzu çözüyoruz.
Ayrıca hukukçuları her konuda bize yardımcı oluyorlar. Ben de Hahambaşılık Müşavirleri toplantısına düzenli bir şekilde katılıyorum. Yeri gelmişken Cemaat olarak, Valilik, Emniyet Müdürlüğü ve Belediyelerle çok yakın ilişkilerimiz olduğunu ifade etmek isterim. İzmir’e gelen Bakanlarımız, genellikle bizi de ziyaret ederler. Son olarak 2013’de Dışişleri Bakanı Sayın Davudoğlu ve ekibi ile Bet İsrael’de bir araya geldik. Sıcak ve samimi bir toplantı oldu. Keza Joint ile de yakın ilişkimiz var. Bize gönderdikleri gönüllü eleman, Liga ve Sunday School’a çok yardımcı oluyor. Değerli Kardeşlerim, Son olarak: Cemaat, Sinagog ve derneklerde gönüllü çalışan kardeşlerimize, bizi eleştiren ve fikirleri ile katkıda bulunan, çeşitli giderlerimize sponsor olan, bağış yapan, kisba ödeyen kardeşlerimize, Cemaatimiz personeline sonsuz teşekkürlerimi sunarım. Hepinize teşekkür eder, saygılarımı sunarım.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 49 -
Avrupa Antisemitizm Forumu “Antesimitizm”in Tanımını
Yayınladı
Avrupa Antisimitizm Forumu “”Antesimitizm”in güncel tanımını yaparak web sitesindeki:
http://www.european-forum-on-
antisemitism.org/working-definition-of-antisemitism/tuerkce-turkish/
adreste Türkçe olarak da yayınladı.
Yapılan tanım aynen şöyle:
***
ANTİSEMİTİZMİN GÜNCEL TANIMI
Bu doküman antisemitizm içeren olaylar ile ilgili veri toplamada, teşhis etmede ve konu ile ilgili mevzuatın yürürlüğe konulup uygulanmasına yardımcı bir kılavuz oluşturmak amacıyla hazırlanmıştır.
Geçerli tanım: “Antisemitizm, Yahudilerin kendilerine yönelik nefret olarak da ifade edebilecekleri belirli bir anlayış biçimidir. Bunun sözlü ve fiziksel oluşumları ise Yahudi olan veya olmayan şahıslara, ve/veya mülklerine, Yahudi cemaati kuruluşlarına ve dini etkinliklerine yöneltilmektedir”. Bunun yanı sıra, bu tür tezahürler bir Yahudi topluluğu olarak algılanan İsrail Devleti’ni de hedef alabilir. Antisemitizm genellikle Yahudileri “kötüye giden şeylerin” nedenini açıklamada ve sıklıkla da insanlığa kötülük etmek adına komplolar kurmakla suçlamalarda kullanılır. Konuşmalar, yazılar, görsel betimlemeler ve eylemlerde, olumsuz ve uğursuz stereotip ve fesat karakter özelliklerinde dile getirilir. Antisemitizm genel bağlamda dikkate alındığında, sosyal yaşam, medya, okullar, işyerleri ve dini alanlardaki örnekleri bunlarla sınırlı kalmamakla birlikte, şunları kapsar:
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 50 -
Radikal bir ideoloji veya köktenci din adına Yahudilere zarar vermeyi veya öldürmeyi mazur göstermeye çalışmak veya bunlar için yardım çağrısında bulunmak.
Yahudilerin veya Yahudilerin kolektif gücü hakkında asılsız, insanlık dışı, şeytansı stereotip suçlamalarda bulunmak; onların ekonomi, medya, hükümet ve diğer sosyal kurumların denetimlerini ellerinde bulundurmaları veya dünya Yahudi komplosu efsanesi (Yahudilerin dünyayı yönettiği gibi..).
Tüm Yahudileri, tek bir şahıs veya bir grup tarafından işlenmiş veya işlendiği varsayılan bir hata yüzünden ve hatta Yahudi olmayan gruplar tarafından yapılan eylemler için dahi sorumlu tutmak ve suçlamak.
İkinci Dünya Savaşı sırasında Nasyonal Sosyalist Almanya, onların destekçileri ve suç ortakları tarafından Yahudilere uygulanan katliam (Yahudi soykırımı) olgusunu, bu katliamın kapsamını,
mekanizmalarını (gaz odaları gibi) ve kasıtlılığını inkar etmek.
İsrail Devleti’ni ve Yahudileri, Yahudi soykırımını abartmakla ve hatta uydurmakla suçlamak. Yahudileri, dünya genelindeki Yahudilerin iddia edilen önceliklerine ve İsrail Devleti’ne daha sadık olmak ve birer vatandaş olarak bunları kendi uluslarının çıkarlarının önünde tutmakla suçlamak.
Genel durum İsrail devleti ile birlikte göz önüne alındığında, antisemitizmin kendini ortaya koyduğu örnekler şu şekilde sıralanabilir:
İsrail Devleti’nin mevcudiyetinin ırkçı bir çaba olduğu iddiasında bulunmak gibi Yahudi halkının kendi geleceğini kendisinin tayin etme hakkı olduğunu inkar etmek. Başka herhangi bir demokratik ülkeden talep edilmeyen ve yapılması beklenmeyen bir davranış ve tutumu kendilerinden talep ederek çifte standart uygulamak.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 51 -
İsrail’i ve İsraillileri tanımlamak için, İsa’yı Yahudilerin öldürdüğü veya kan iftirası (Yahudilerin hamursuz imalatına Hristiyan kanı kattığı gibi asılsız bir iddia) gibi klasik antisemitizm ile bağlantılı semboller ve imgeler kullanmak.
Günümüz İsrail politikası ile Nazilerin politikası arasında benzerlikler kurmak. Tüm Yahudileri toplu olarak İsrail Devleti’nin eylemlerinden sorumlu tutmak.
Tabiidir ki, diğer ülkelere yapılan oranda İsrail’e de yapılan eleştiriler antisemitizm olarak değerlendirilemez. Antisemitizm içeren hareketler, yasalarla tanımlandığında, suç kapsamına girer (örneğin, Yahudi soykırımının inkarı veya bazı ülkelerde dağıtılan antisemitizm içeren materyaller). Saldırıların hedefi, ister insanlar isterse binalar, okullar, işyerleri ve mezarlıklar gibi mülkler olsun, eğer Yahudilerin kendileri veya onlarla bağlantılı
olduğu düşünülüyor ve buna göre belirleniyorsa, o taktirde bu suç kapsamındaki eylemler Yahudi düşmanlığı olarak nitelendirilir. Yahudi düşmanlığı ve ayrımcılığı diğer insanlara sağlanan hizmetlerin ve tanınan fırsatların Yahudilere sağlanmasını inkar etmek demektir ve birçok ülkede yasadışıdır. © Translation by EUROPEAN FORUM ON ANTISEMITISM
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 52 -
Meksika ve İzmir Cemaatleri Tanışması
Moris Şaul / İzmir
Kasım ayında İzmir’de sıra dışı ve önemli bir ziyarete ev sahipliği yaptık. Meksika Yahudi Cemaati başkanı David Beja ve eşi, Başkan Yardımcısı Abraham Maya ve Latin Amerika Yahudi Cemaatleri Federasyonu başkanı Alberto Levy İzmir cemaatimizi yakından tanımak için bizi ziyaret ettiler. Onlara Meksika’da genç bir Rav olan Mioses Chicurel de eşlik etti.
İzmir, Yahudi dünyasında, özel tarihi sebebiyle önemli bir yer tutar. Tarihi sinagoglarımız benzersizdir; diğer yandan da 1605’ten beri devam eden cemaat yapısı da tüm dünyada birçok kişinin çok ilgisini çeker. Bu sebeple İzmir’e tüm dünyadan ziyaretler sıklıkla yapılır. İlk bakışta bu seyahatlere benzeyen kasım ayındaki Meksika cemaat yetkilileri ziyareti, aslında çok daha farklı bir bakışı temsil ediyordu.
Meksika’nın önemi: Hem Sefarad hem de Aşkenaz cemaatleri Güney Amerika’da her ülkede

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 53 -
yaşıyor. Genelde Sefaradlar Ladino konuşan Balkan/Ege Yahudileri ve Arapça konuşan Orta Doğu Yahudileri olarak beraber cemaatler kuruyorlar. Ladino konuşanların sayıları daha az olduğu için, yavaş yavaş diğerlerinin kültürü hakim oluyor. Sinagoglarda orijinal Osmanli makamlari ile dua artık azalıyor ve gittikçe Arap makamları hakim oluyor. Meksika’da ise bu yapı farklı gelişmiş. Yirmibin kadar Orta Doğu kökenli Yahudi kendi cemaatlerini kurarken, Osmanli Balkan / Ege topraklarından Ladino konuşan beşbin kadar Yahudi ayrı cemaatlerini kurmuşlar ve buna Comunidad Sefardi de Mexico adını vermişler. Meksika Sefarad Cemaati, İspanya’dan Osmanlı’ya göçen ve burada yaşadığı sürece çok özel bir kültür yaratan ataları hakkında çok bilinçli. Bu sebeple, bu kültürün yok olmaması için çaba harcayan Türkiye dışındaki tek cemaat. İster Güney Amerika, ister İsrail olsun, diğer ülkelerde Ladino konuşan cemaatlerin kültürlerinin Orta Doğu Sefaradları içinde eridiğine inanıyorlar. Osmanlı’dan kalan İstanbul ve İzmir tarzı makamların korunması, dini yorumların bizim geleneğimize uygun yapılması Meksika için çok önemli. Hahambaşı’ları İstanbul kökenli. İstanbul’dan Hazanlar da görev yapıyor.
Yanlarında gelen genç Rav Moises Chicurel bizim geleneklerimiz ve kültürümüz hakkında son derece bilinçli idi. İsrail’de veya başka yerlerde duyduğu yenilikleri cemaate empoze etmek yerine, eski geleneklerimizi araştırıyor ve uyguluyor. Büyüklerimizden gelen kültür zenginliğimiz hakkında daha bilinçli olmamız gerektiğini söylüyor.
Ziyaretin amacı: Bu sebeplerden dolayı, Meksika heyetinin ziyaretinin önemi ortaya çıkıyor. Osmanlı İmparatorluğu ve cumhuriyetin ilk yıllarında Güney Amerika’ya göçen cemaat üyelerimiz ile çok fazla bir iletişim mümkün
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 54 -
olmuyordu. Günümüzün dünyası artık küçük bir dünya, her yere ulaşım kolay, görüşme neredeyse bedava. Osmanlı İmparatorluğunda geçen yüzyılda ikiyüzbin kadar Ladino konuşan Yahudi yaşadığı tahmin ediliyor. 20. Yüzyılın zorluklarından sonra bu topluluğun büyük çoğunluğu tüm dünyaya dağıldı. Her ülkede de çok az sayıda kişi olduğu için, tüm Ladino konuşan cemaatlerde ‘kültürümüz artık kayboluyor’ diye bir pesimizm hakim oldu.
Latin Amerika Cemaatleri Federasyonu başkanı Alberto Levi’ye göre, yok olan kültürümüz hakkında endişe etmek yerine, modern çağın bize sunduğu imkanlar sayesinde mesafe olarak uzak
olsak da, iletişim olarak yakın olabiliriz. Cemaatlerimizin ortak meselelerini ve çözümlerini birbirimizle paylaşır, tekrar birleşen bir aile gibi olabiliriz. Bu ziyarette bu fikirler paylaşıldı ve gelecekte dünyanın her bir tarafına dağılmış olsak da, birlik olursak kültürümüzün korunacağına dair inancımız seslendirildi. Gelecekte, bu toplantıyı bir başlangıç olarak görüp, tüm Ladino kökenli cemaatler arasında daha yakın bağlar kurulması için yapılacaklar için herkesten fikir ve katkı bekleniyor.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 55 -
BACHFEST, İzmirli Soprano Linet Şaul’ün solistliğini yaptığı İzmir Barok Topluluğu ve Emma Kirkby
ile çalışmaya arar Verdi. Ankara'da bir grup müziksever tarafından oluşturulan BACHFEST, ünlü İngiliz soprano Emma Kirkby, barok kemancı İngrid Seifert ve İzmir Barok Topluluğu'nun 14 Ocak gecesi ODKÜ Kültür Merkezi'ndeki konseriyle yola koyuldu.
Eski müzikler üzerinde uzmanlaşmış Emma Kirkby (d.1949), 2005 yılında Londra Barok eşliğinde ve Haendel ağırlıklı bir programla Uluslararası Ankara Müzik Festivaline katılmıştı.
Bachfest adı, simgesel olarak Bach'a atıfta bulunuyor ama her ay düzenleyeceği konserlerde sadece Bach eserleri değil, dönemin öteki bestecilerinin seçilmiş yapıtlarına da yer verilecek.
Nitekim ilk konserin programında Luly, Frescobaldi, Gervaise, Purcell, Monteverdi ve Greene'nin yapıtları da yer alıyordu. Bu konser bir
Emma Kirkby dinletisi değil, İngiliz sopranonun da içinde bazı solo ve düetlerle yer aldığı bir barok konseriydi. Kirkby'nin ses kalitesini konserin sonuna kadar koruması bakımından böylesi daha isabetli bir durumdu.
İzmir Barok'un sopranosu, İzmir DOB solistlerinden Linet Şaul'la okudukları iki sesli antik şarkılar, ses rengi ve volüm bakımından hiç yadırganmadı. Linet Şaul da, özellikle Kirkby'i kollayarak, tizlerde sesini hafif marke ederek dengeyi korudu.
Çalgısal parçalarda Ingrid Seifert, tam da dönemin yapımı 1661 tarihli Jacob Stainer kemanla, uzmanlığını gösterdi. İzmir Barok'un klavsenisti Erica Fossi ile viola de gambacısı Bülent Oral, girişlerdeki dikkat ve birliktelikleri ile müziğin bütüncüllüğüne önemli katkıda bulundular. Barok kemanda Hakan Özaytekin ve barok (blok) flütlerde Atilla Oral, dönem çalgılarıyla bu müziği Türkiye'de ilk kez yapan topluluğun diğer üyeleri.
Bachfest, 9 Şubat'ta da Berlin Filarmoni'nin barok çalgılara sahip sanatçılarından oluşan Concerto Melane adlı topluluğu Ankara'da konuk edecek.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 56 -
İslam Dünyasının Gizemli Koleksiyoneri Nasser David Khalili
20 Ekim 2013
http://gundem.bugun.com.tr/islam-dunyasinin-gizemli-koleksiyoneri-haberi/831436
Dünyanın en zenginleri listesinde yer alan Profesör Nasser David Khalili, seçkin ve geniş tam altı sanat koleksiyonuna sahip. Khalili, aynı zamanda Yahudi ve Müslümanlar arasındaki yanlış anlaşılmaları ortadan kaldırmak için yoğun çaba sarf ediyor.
Ekim’le birlikte Türkiye’de sanat dünyası hareketleniyor. Bu yıl hareketlilik Kurban Bayramı’ndan sonra başlayacak. Galeriler, müzeler hazırlıklarını buna göre yaptılar. İddialı kuruluşların hepsi sergilerini okulların kapanacağı haziran ayına kadar gösterime çıkaracak. Gazete okurları sanat dünyasından haberleri daha çok müzayedelerde kırılan rekorlar, sergileri açılan ünlü isimler çerçevesinde duyacak. Ancak hem dünyada hem Türkiye’de sanatı hayatının her anına ve her alanına oturtmuş isimler var. Bunlar içinde hiç şüphesiz en önemlisi, Profesör Nasser David Khalili. İSLAM ÜLKELERiNiN KÜLTÜR ELÇiSi Profesör Khalili. 18 Aralık 1945’te İran’da doğan, büyüyen; 1967’de ABD’ye göçen, 1978’de İngiltere’ye yerleşen hem ABD hem İngiliz vatandaşı bir Musevi... İşadamı, emlak yatırımcısı, girişimci, eğitmen, sanat tutkunu, UNESCO İyi Niyet Elçisi, İslam ülkelerinin kültür elçisi, hayırsever... Khalili’nin adının yanına onlarca sıfat iliştirebilirsiniz. Ama bu sıfatlar içinde Khalili’yi en iyi tanımlayan koleksiyonculuk. Dünyanın en

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 57 -
seçkin ve geniş tam altı sanat koleksiyonu Khalili’nin himayesinde. Meiji Dönemi Japon Sanatı (1868‐1912), Japon Kimonosunun Üç Yüz Yılı (1700‐2000), İsviçre Kumaşları (1700‐1900), İspanyol Kakma Metal İşleri (1850‐1900), Dünya Mineleri (1700‐2000) ve İslam Eserleri (700‐2000). 20 binden fazla parça barındıran İslam eserleri koleksiyonu kendi alanında gezegenin en kapsamlı, en değerli, en paha biçilemez koleksiyonu olarak tanımlanıyor. Khalili’nin koleksiyonlarının yüzde 90’ı Londra’daki British Museum ile Victoria & Albert Museum, St. Petersburg’daki State Hermitage Museum, Gırnata’daki Alhambra Palace, ABD’deki Portland Art Museum ve Amsterdam’daki Van Gogh Müzesi gibi dünyanın dört bir yanındaki önde gelen müzelerde sergilendi. Elindeki nadide eserlerin bazılarını Metropolitan Museum of Art’tan Somerset House London’a kadar 40’tan fazla müzeye ödünç verdi. “Arts of Islam: Treasures from the Nasser D Khalili Collection” sergisi 2007’de Sydney’de, 2008’de Abu Dhabi’de, 2009’da Paris’te ve 2010‐2011’de Amsterdam’da açıldı.
MÜSLÜMANLARLA BULUŞTURUYOR Khalili’nin asla vazgeçmediği birkaç ilkesi var: Bol bol hayal kurmak, okumak, araştırmak, azmetmek ve hoşgörülü olmak. Bu amaçla 1995’te adını ünlü bir Yahudi teologdan alan Maimonides Vakfı’nı kurmuş. Vakıf spor, kültürel etkinlikler ve eğitim aracılığıyla Museviler ile Müslümanlar arasında diyalog geliştirilmesini amaçlıyor. Khalili, “Bence Hıristiyanlıktan ziyade Yahudiler ile Müslümanlar arasında yanlış anlaşılmalar var. Vakıf sayesinde Yahudileri camilere götürüp Müslamanların nasıl ibadet ettiğini gösteriyorum. Müslümanları da sinagoga götürüyorum. Üniversitelerde imam ve hahamları davet ettiğim konferanslar düzenliyorum. Konuşmalardan sonra herkes aslında aynı şeyden bahsettiklerini kavrıyor” sözleriyle anlatıyor çalışmalarının içeriğini. KÖŞEYE ÇEKiLMEK ONA GÖRE DEĞiL Khalili’nin eğitim alanındaki faaliyetleri vakıfla sınırlı değil. Khalili’nin çabalarıyla Londra Üniversitesi’nde İslam Sanatı ve Arkeoloji kürsüsü açılıyor. 2005’te Oxford Üniversitesi’nde açtığı
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 58 -
Khalili Araştırma Merkezi, Ortadoğu sanatı ve kültürü üzerine araştırmalar yapıyor. Doktora diploması da bulunan Khalili profesör sıfatıyla üniversiteden üniversiteye koşturuyor zaten. Bir köşeye çekilip servetinin tadını çıkarmak ona göre değil: “Bilgiye ancak çalışıp çabalayarak
ulaşabilirsiniz. Eczaneye gidip 10 cc bilgi alayım da İngiltere tarihini ya da İslam kültürünü öğreneyim diyemezsiniz. Çok ama çok çalışmak zorundasınız.
Günümüzde bilgi teknolojisi öylesine gelişti ki insanların bilgiye doğrudan ulaşması kolaylaşmış gibi görünüyor. Eskiden okumaya ve bilgiyi özümsemeye çok daha fazla zaman ayırırdık. Oturur, dikkatle notlar alır, yazılar yazardık. Bir mektubu göndermeden önce kırk kere değiştirirdik. Şimdi bilgisayarda birkaç saniye içinde bir şeyler yazıyor ve ikinci kez okuma gereği bile duymadan düğmeye basıyorsunuz. Sonra da ‘Neden böyle yazdım ki? Öyle demek istememiştim’ diye içiniz içinizi yiyor.” KHALiLi Gizemli Zengin
2007’de 5.8 milyar dolarlık servetiyle dünyanın en zenginleri listesinde yeralan Khalili ismi müzayede ve antika camiasında 1980’lerin sonunda dolaşmaya başladı. Ancak kim olduğu, İslam eserlerine neden o kadar çok para döktüğü, ayrıca parayı nereden bulduğu türlü spekülasyonlarla açıklanmaya çalışıldı hep.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 59 -
Khalili adı en çok Brunei sultanı ile ilişkilendirildi. Brunei Dışişleri Bakanlığı’nın konuyla ilgili çıkan haberlere bir tepki vermemesi de bu söylentileri körükledi. Aslında Khalili gerçekten de 1984’te Brunei sultanı ile tanışmış, sultana danışmanlık da yapmıştı. Ancak bütün bu bağlantılar İngiliz hükümetinin ricasıyla gerçekleşmişti. Brunei Sultanı’nın koleksiyonunda 10 bin parça vardı. Khalili bu parçalar içinden bin tanesini seçti. Geri kalanını ise koleksiyondan çıkardı. Ardından da kendi koleksiyonundan 4 milyon sterlinlik bir grubu Sultan’a sattı.
İranlı Yahudi Bir Aileden Geliyor İranlı Yahudi bir ailenin beş çocuğunun dördüncüsü olan Khalili Tahran’da doğup büyüdü. Babası tıpkı büyükbabası ve büyük büyükbabası gibi ev ev dolaşıp para edecek parçalar bulmaya çalışan bir antikacıydı. Khalili de sık sık bu ziyaretlerde babasına eşlik ederdi. 12 yaşında bir Yeshiva öğrencisiyken babasıyla eski bir eğitim bakanının evine gitti. Bakanın kalem
kutularından oluşan bir koleksiyonu vardı. Kutulardan biri öylesine güzeldi ki hayranlığını gizleyemedi, öve öve göklere çıkardı. O yaşta bir çocuğun böylesine ilgili olmasına hem şaşıran hem de bundan çok hoşlanan ev sahibi babasına dönüp “Bu kutuyu satmıyorum. Oğlunuza veriyorum” dedi. Khalili’nin hâlâ bir hazine gibi sakladığı o kutu, İslam eserleri koleksiyonunun ilk parçası oldu.
19 Ayrı Katologda Topladı Khalili özenle topladığı İslam eserleri koleksiyonunu uzman bir ekibe inceletti ve 19 ayrı katalogda topladı. Böylece koleksiyonun görkemi ortaya çıktı. Khalili, koleksiyonundaki parçaların değerini anlatırken, “Yerlerine hiçbir şey konulamaz” diyor. Khalili 1992’de İngiliz hükümetine ilginç bir öneride bulundu: Sergileyebileceği bir müze verdikleri takdirde İslam eserleri koleksiyonunu ödünç verecek, her şey yolunda giderse 15 yıl içinde koleksiyonun tamamını İngiltere’ye bağışlayacaktı.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 60 -
Ancak sonuç hiç de beklediği gibi olmadı. İngiliz hükümeti aylarca suskunluğunu korudu, nezaketen bile olsa yanıtlamadı teklifini. Bunun üzerine Khalili kimliğinde ne yazarsa yazsın, ne kadar başarı kazanırsa kazansın “İranlı bir yabancı” olduğunu kabullenerek planından vazgeçti. Koleksiyonlarının büyük bölümü halen Londra ve Cenevre’deki depolarda saklanıyor.
Eşini Antikacıda Buldu
1974’te bilişim bilimleri bölümünden mezun olarak üniversite diplomasına kavuştuğunda koleksiyonculuk yapmaya çoktan başlamıştı. Genellikle bir grup eseri toplu halde belli bir fiyata satın alıyor, en iyilerini kendisine ayırıp, kalanını yüksek fiyatlara satıyordu.
1978’de Londra’daki bir antika dükkanında takıları incelerken mağazanın sahibi Marion Easton’ı gördü. Hayatının kadınını bulmuştu. Evlenip Londra’ya yerleştiler. Üç oğulları oldu: Mücevher tasarımcısı Daniel ile bilişim sektöründe hizmet veren bir şirket kuran ikizler Benjamin ve Raphael.
Asıl İşi Emlakçılık 1970’lerin sonunda emlak piyasasına girdi. Fransa, İngiltere, Portekiz ve İspanya gibi Avrupa ülkelerinde emlak alıp satmaya başladı. Orta vadede büyük kârlar getirecek şirketlere odaklandı. Tümör tedavisinde yararlanılan teknolojiler geliştiren bir şirketteki hisselerinin değeri on yıl içinde 30 katına çıktı. Hazımsızlık ilaçları üreten bir şirketin satışında 15 milyon dolar kazandı. Kazandığı her kuruşu koleksiyonlarına yatırıyordu yine. 1978’de Londra’da açtığı İslam sanatı eserleri satışı yapan bir mağaza açtı. Kendi ifadesiyle bu mağaza bir “yem”di. Aslında tek bir şey satmamış, ancak elinde nadide parçalarla ona gelen müşterilerden makul fiyatlarla bir sürü eser satın almıştı. Kısa bir süre sonra bu eserler 1520 kat değer kazanmıştı. Parasının ana kaynağı olan gayrimenkul şirketi Favermead Ltd.’yi 1992’de kurdu.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 61 -
Çeşme Sahillerinin Nadide Çiçeği
Sahillerimizde sayıları giderek azalan bitki türlerinden “Kum Zambakları” lise öğrencilerinin proje konusu oldu. İzmir Özel Fatih Koleji proje bölümü öğrencileri ve Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Herbaryum Merkezi‘nin ortaklaşa hazırladığı, Alaçatı Belediyesi’nin ve TEMA’nın desteklediği proje ile Karadeniz ve Akdeniz kıyılarında
yetişen ancak Ege’de sayıları çok azalan “Kum Zambağı” koruma altına alacak. Konuyla ilgili Alaçatı Belediyesi’nde bir toplantı düzenlendi. Toplantıya Alaçatı Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç, Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Herbaryum Merkezi’nden Doç. Dr. Serdar Gökhan
Şenol, İzmir Özel Fatih Koleji Genel Müdürü Ali Rıza Doğanata, Projelerden Sorumlu Müdür Yardımcısı Ümit Karademir, Proje Koordinatörü Viki Kalderon, TEMA Vakfı Gönüllüleri ve proje öğrencileri katıldı. Toplantıda İzmir Özel Fatih Koleji proje öğrencileri “Kum Zambağı’nın Yaşam Döngüsü ve Tehdit Faktörleri” konulu bir sunum yaptı. Kum zambağı konusunu nasıl seçtiklerini de değinen öğrenciler kıyılarda yaşanan kirlilik ve yapılanmanın bu özel bitkiyi tehdit ettiğini ve yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını söylediler. Alaçatı Belediye Başkanı Muhittin Dalgıç, belediyenin de doğal çevrenin korunması için yaptığı hizmetlerden bahsetti. Dalgıç, “Dördüncüsünü yaptığımız bir ot festivalimiz var. Bu projelere de her zaman destek veriyoruz. Kum zambakları halk arasında “Güvercinlik Koyu” denilen bölgede çıkıyor. Biz belediye olarak bu bölgeyi koruma altına aldık. Belediye olarak yaklaşımımız da doğayı korumak. Bu şekilde turizme sunmak. Duyarlı öğrencilerimize teşekkür ederim” dedi.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 62 -
Projeye destek veren Ege Üniversitesi Fen Fakültesi Herbaryum Merkezi’nden Doç Dr. Serdar Gökhan Şenol, üniversite öğrencilerin koruma bilinci ile yürüttükleri projeye Lise öğrencilerinin de katılmasıyla duyduğu mutluluğu dile getirerek, “Korumak sadece bilgi panoları asmakla olmuyor, insanların da buna biraz duyarlı olması gerekiyor. Kum zambağı latince kelime anlamıyla kıyılarda yaşayan dayanıklı bir bitkiyi ifade ediyor ama maalesef bu ikinci konutlar ve turizm sebebiyle burada ot var diye temizlik işine girişerek yok ediyorlar. Bu tehlike diğer kum bitkileri için de geçerli.” dedi.
3 – 4 yıl süren çiçek açma sürecinin bir dozer yardımıyla yok olduğunu kaydeden Şenol, güzel kokusu ve çekici çiçeği sayesinde kum zambağının biraz daha şanslı olduğunu belirtti. Projede olmaktan duyduğu mutluluğu da dile getirdi. Çevreci projelerle öğrencilerinin yıllardır çalıştığını dile getiren İzmir Özel Fatih Koleji Genel Müdürü Ali Rıza Doğanata öğrencilerimizin bilinçli çalışmalarıyla doğaya katkı sağlamak istediklerini belirtti.
Tema yetkilileri de bu projeden dolayı çok mutlu olduklarını ve umut verici olduğunu bildirdi. Basın
mensupları ile birlikte Alaçatı Güvercinlik Koyu’na giden öğrenciler burada Doç. Dr. Serdar Gökhan Şenol ve Proje öğretmenlerinin gözetiminde kum zambaklarını incelediler. Doğanata Eğitim Kurumları olarak önümüzdeki yıl 50. Yıllarını kutlayacaklarını ifade eden Ali Rıza Doğanata, proje bölümlerinin çevre, bilimsel, biyolojik, elektronik, kimya ve çok çeşitli konularda başarıları olduğunu söyledi. Sosyal sorumluluk projelerimiz de yoğun bir şekilde devam ettiğini belirten Doğanata, “Kum zambağını koruma altına almak çevre projelerimizden biri. Viki ve Ümit Hanım’ın öncülüğünde güzel bir argüman bulmuşlar. Öğrencilerimiz de sahiplenmişler konuyu. Diğer paydaşlarımız Alaçatı Belediyesi, TEMA ve Ege Üniversitesi’nin de desteğiyle gençlerimizin bu konuda bilinçlenmesini ve kum zambağının korunmasını sağlayacağız. Kum zambağının korunması ve yayılması konusunda vatandaşlara da çok iş düşüyor. Onların da dikkat etmesi gerekiyor. Kültür ortamında yetiştirilmesi ve yayılması da mümkün. Biz okul olarak o aşama¬sında da yer alacağız” diye konuştu.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 63 -
Libra Kitapçılık ve Rıfat Bali Kitaba Doymuyor
Rafael Algranati / İzmir
Araştırmacı‐Tarihçi yazar RIFAT BALİ’nin 2008 yılında kurduğu “LİBRA Kitapçılık ve Yayıncılık” 2013 yılında Türkçe ve yabancı lisanlarda yayımladığı çok sayıda birbirinden değerli kitapla mükemmel bir performans gösterdi. Kitaplarında özellikle Türkiye Yahudileri tarihine bugüne kadar hiç denenmemiş bir açıklıkla ışık tutan Rıfat Bali, yıllardır süregelen ezberleri bozmakta ve eserleri ile yerli yabancı birçok gazeteci yazara güvenilir kaynaklar sunmaktadır. Libra Kitapçılık 2013 yılında Rıfat Bali’nin kendi yazdığı: ● Milaslı Gad Franko
● Toplu Makaleler – III Kitabiyat Yazıları
● Toplu Makaleler – II Türkiye’de Antisemitizm ve Komplo Kültürü
● Antisemitism and Conspiracy Theories in Turkey
● Xenophobia and Protectionism
● The Silent Minority in Turkey: Turkish Jews
● Türkiye'de Kitap Koleksiyonerleri ve Sahaflar
● From Anatolia to the New World ‐ Life Stories of the First Turkish Immigrants to America
● Toplu Makaleler ‐ I Tarihin Ufak Bir Dipnotu: Azınlıklar gibi kitaplarının yanında:
● Sezai Balcı’nın: Osmanlı Devleti’nde Engelliler ve Engelli Eğitimi – Sağır Dilsiz ve Körler Mektebi ile Babıâli Tercüme Odası
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 64 -
● Sena Hatip Dinçyürek’in: A ‘Compassionate’ Episode in Anglo ‐ Ottoman History: British Relief to the ‘93 Refugees (1877‐78)
● Doç. Dr. Murat Yıldız’ın: Celalzâde’nin Rodos Fetihnamesi (İnceleme‐Metin)
● Orhan Oğuz’un: Rikkat Köknar’ın Romanlarında Sosyal Sınıflar
● Mahir Saul’un: Judeo‐Spanish in the Time of Clamoring Nationalisms
● Toni M. Cross’un: Anatolian Images
● Sezai Balcı ile Ahmet Yadi’nin: Osmanlı Bürokrasisinde Yahudiler
● Victor Eskenazi’nin: Thanks for the Buggy Ride ‐ Memoirs of an Ottoman Jew
● Çiğdem Oğuz’un: Negotiating the Terms of Mercy: Petitions and Pardon Cases in the Hamidian Era
● Albert Kant’ın: Mémoires d'un Fermier Juif en Turquie
● Leon Benavram’ın: Adapazarı 1942 ‐ Le Journal d’un Soldat Juif Dans L’Armée Turque
● Alev Gözcü’nün: 1929 Dünya Ekonomik Buhranı ve Türkiye
● Roz Kohen’in: Estambol Djudyo – Una Koleksyon de Rekuerdos i İlustrasyones / Jewish
Istanbul ‐ A Collection of Memories and Illustrations
gibi kitapları da yayımlayarak, bu değerli eserlerin okurları ile buluşmasını sağlamıştır.
Geçtiğimiz günlerde 2014 yılının ilk kitabı olarak yayınladığı, Rosa Sanchez ile Marie‐Christine Bornes Varol’un hazırladığı La Presse Judéo‐Espagnole, Support et Vecteur de la Modernité isimli kitap, 1846’dan bu yana Osmanlı İmparatorluğu döneminde 1846 yılında yayımlanmaya başlayan başlayan ilk gazeteden
başlayarak tüm judeo‐espanyol yayınlarını ve gelişmelerini ele almakta. Libra Kitapçılık ve Rıfat Bali’nin Türkiye Yahudileri tarihine kazandırdığı bu değerli eserler, gelecek nesillerin her zaman başvururacakları güvenilir kaynakları oluşturacaktır.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 65 -
Yaşayan en önemli caz gitaristlerinden John Scofield ve Avi Bortnick
İstanbul’daydı
HT PAZAR / Özge Mine Sarıçam
Grupları Überjam Band ile
muhteşem bir performans sergilediler... Heyecandan ne yazacağımı bilemiyorum! Yaşayan en önemli caz gitaristlerinden John Scofield'ın 14 Kasım Perşembe gecesi Salon İKSV'de, grubu Überjam Band ile verdiği konserin etkisinden hâlâ çıkamadım. Scofield, grubu ve özellikle ritim gitaristi Avi Bortnick'in katkılarıyla adeta dinleyenleri transa soktu. Scofield da Bortnick de sıfır egoya sahip mükemmel insanlar. Üstelik Bortnick, bizim gazetenin dış haberler müdürü Soli Özel'in de kuzeni. 30. albümü mü çıkardınız?
O kadar çok var ki kaç tane olduğunu hatırlamıyorum. 1977'de ilk albümden sonra neredeyse her yıl yenisini çıkardım.
Bu kadar albümden en beğendiğiniz hangisi?
Son albümüm Überjam Deux. Ama onun dışında A Go Go ve Time On My Hands'i de sayabilirim. Neden bilmiyorum, bazıları daha iyi oluyor. Bugüne kadar Miles Davis, Chet Baker gibi birçok başarılı müzisyenle çalıştınız. En unutulmazı hangisiydi?
Caz müziğin en iyileriyle çalmak beni bugün olduğum kişi yaptı. Başladığımda henüz bir caz fanıydım. Onlarla çalma fırsatını yakaladığım için şanslıyım. Herbie Hancock ve Gerry Mulligan da bunlardan. Ama Miles Davis tabii ki çok şey kattı, çünkü onunla sadece birkaç kez çalmadım onun grubundaydım. Müzikal eğitimim açısından mükemmel bir fırsattı. Überjam Band'a dönüş nereden çıktı?
Funky, dans ritimlerini seviyorum ve Überjam Band de bu konuda uzman. 10 yıl önce iki albüm yaptık ve sonra durduk çünkü ben başka şeyler de yapmak istedim. Son birkaç yılda, sonunda buna yeni neler eklenebileceğini bulduk. Nihayet yeniden çalıyoruz ama ilk halimizden farklı tabii.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 66 -
Dans Ettirmeyi Seviyorum İnsanları dans ettirmeyi seviyorsunuz...
Herkes sever. Bazen caz müzisyenleri bunu yapmaz. Ama bilmiyorum, dans edip şarkıya eşlik etmek bana müziğin gereğiymiş gibi geliyor. Ritmik açıları seviyorum, müzik bunun içindir. Berklee müzik okulu size ne kattı?
New York'un banliyölerinden birinden, yani küçük bir yerden geldim. Çok fazla iyi müzisyen yoktu, olanlar da yaşlı olduğundan tanışmıyorduk. Berklee'de kendim gibi insanlarla tanıştım. Diğer çocuklar bana yeni şeyler öğretti ve beraber çalışma fırsatı yakaladık. Berklee'den aldığınız en önemli ders ne oldu?
En önemli şeyin sürekli pratik yapmak olduğunu. Bu zamana kadar çaldığınız en kötü konser hangisiydi?
Berklee'de öğrenciyken çok iyi vibrafon çalan bir arkadaşımla beraber bir baterist tarafından işe alındık. Bize "St. Patrick gününde çalar mısınız'' dedi. St.Patrick önemli bir İrlanda dini günüdür ve
Boston'da bir sürü İrlandalı yaşar. Ne ben ne de arkadaşım İrlandalı ama "Tamam çalarız'' dedik. Ve oraya gittiğimizde baterist, hiç prova yaptırmadan sahneye çıkardı. Eski İrlanda şarkıları çalacağını söyledi ama hiçbirini bilmiyorduk. Bakabileceğimiz, yazılı bir şey de yoktu. Ve o çalmaya başladığında tamamen şuursuzca eşlik etmeye çalıştık. 200 insan izliyordu ve o kadar kötü çalıyorduk ki giderek sinirlenmeye başladılar. Sonunda seyirciler arasından şarkıyı bilen bir adam çıkıp piyanoyu çalmaya başladı. Biz de dayak yemeden sahneden indik, apar topar arabaya binerek uzaklaştık.
Biraz da ailenizden bahsedin.
Babam bir petrol şirketinde çalışıyordu. Zengindik ve Berklee gibi okul masraflarımı onlar karşıladı. Ama kira ve diğer masraflar için çalışmam gerekti. Beni fazla şımartmadılar, gençken epey sıkıntı çektim.
Müziğinize elektronik öğeler ekleme fikri nereden çıktı?
Herkesin yapmaya başladığı havalı bir şey gibi görünüyordu. Bilgisayar ve teknik şeylerden pek anlamam. Avi Bortnick bunları grubumuza getiren kişi.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 67 -
Annem İzmirli
AVI BORTNICK (Ritm gitar ve elektronik altyapı)
Scofield, gruba kattığınız elektronik altyapıdan her seferinde övgüyle söz ediyor. Nasıl bir araya geldiniz?
2000'de tanıştık. "Bump'' albümünden şarkıları canlı çalacak bir ritim gitarist arıyordu. Charlie Hunter ona beni önermiş. Sınav gibi bir şey yaptı ve sonuçta konseri kaptım. Sonra Uberjam albümüyle
devam etti. Onunla çalışmak bir onur. Gençlik idollerimden biriydi. Ayrıca sürekli komik hikâyeler anlatan harika bir insan.
Bilgisayar yazılımlarına ilginiz nereden geliyor? Cazı elektroniklerle birleştirmenin gerekli olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Sanırım John'la çalışmaya başladıktan sonra bilgisayar programlarına ilgim arttı. Ama biraz
teknoloji ineği olduğumu da kabul ediyorum. Aslında 1960'lardan beri caz içinde elektronik öğeler barındırıyordu. Sadece o zamanlar analog sintesayzırlar kullanılıyordu. Müzikte herhangi bir gereklilik bulunmamalı. Sadece akustik caz da mükemmel olabiliyor. Eğer o ses elektronik enstrümanlarla sağlanabiliyorsa bu da hoş oluyor.
Sizin de başarılı solo albümleriniz var.
Teşekkür ederim. Yaptığım müzikler hep ritmik oluyor, genelde funk temelli ya da Brezilya ve Afrobeat ile karışık rock. Ama daha lirik ve az ritmik gitar soloları yazmayı da seviyorum.
Soli Özel'in kuzeniymişsiniz. İyi anlaşır mısınız?
Evet, Soli'yi çok severim. Soli annemin kuzeninin oğlu. O yüzden benim de kuzenim. Annem İzmirli ve birçok Türk akrabamız var. Ama en çok Soli'yi tanıyorum çünkü Amerika'da okurken sık sık bizi ziyarete gelirdi. Üniversitede Latin‐Amerikan bölümünde okuyordum ve Soli'nin bu alanda ve poitakayla ilgili analizlerini dinlemeyi çok severdim. Hâlâ ona sorular sorarım. Mükemmel derecede ilginç bir insan.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 68 -
Anet Gomel 50 Yıl Önce Öğrenci Olarak Girdiği
ACI’dan Emekli oluyor.
Anet Gomel 1962’de öğrenci olarak girdiği ACI’a uzun yıllar matematik öğretmeni ve yönetici olarak hizmet verdikten ve yüzlerce öğrenci yetiştirdikten sonra, içinde bulunduğumuz öğretim yılının bitiminde ACI’daki son fiili görevi olan Okul
Müdürlüğü’nden ayrılarak emekli oluyor. İnsanlık, yardımseverlik, hoşgörü, ince duygululuk, nezaket ve zerafetle birlikte, kararlılık ve objektiflik gibi başarılı bir
yöneticinin olmazsa olmaz iki niteliğini de taşıyan ve okuldaki pek çok yeniliğin ve projenin hayata geçirilmesinde büyük katkıları olan Anet Gomel ACI’da silinmez izler bırakarak
gidiyor.
Yetişenler Derneği başkanı Sevin Oran yayınladığı mesajda Anet Gomel için şöyle yazdı: “Derneğimiz, uzun yıllar bir yönetici olarak, bir yetişen olarak, bir dost olarak desteğini gördüğü ve birlikte çalıştığı Anet Gomel’i hiçbir zaman unutmayacak. Onunla gurur duyuyoruz.”
ACI Genel Müdürü Sayın Todd R. Cuddington’un yayınladığı mesaj ise şöyle:
Değerli ACI Ailesi,
51 yıl önce (1962), genç Anet Gomel, ACI’a ilk kez öğrenci olarak ayak bastığında, bu yeni okulunun tarihinde ne kadar önemli bir iz bırakacağından habersizdi. ACI’dan sonra Ege Üniversitesi Matematik Bölümünü bitiren Anet Hanım, bu kez genç ve hevesli bir çalışması sayesinde 1994 yılında Matematik Bölüm öğretmen olarak, mezun olduğu okula hizmet etmek üzere ACI’a geri döndü. Eğitime ve öğrencilerine adanmışlığı ve titiz çalışması sayesinde 1994 yılında Matematik Bölüm Başkanı oldu ve 5 yıl boyunca bu görevi sürdürdü. 1999’dan başlayarak 4 yıl boyunca da akademik müdür yardımcısı olarak çalıştı.
2003 yılında, ACI’ın 9. Türk Müdür Başyardımcısı Yardımcısı olarak başladığı görevi boyunca okulun

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 69 -
büyümesi ve ilerlemesi ile ilgili birçok projenin uygulanmasını sağladı. Güçlü ve adil bir şekilde yürüttüğü görevi sırasında Uluslararası Bakalorya Programının ACI’da uygulanmaya başlaması, kıs ve erkek yatılılık programının hayata geçirilmesi, bilişimin eğitim ve öğretime entegrasyonu gibi birçok konuya başarı ile liderlik etti. Sürekli iyileştirmeye olan inançlı kararlılığı ACI mezunlarının akademik başarısının yükselmesine ve okulumuzun tüm Türkiye çapında daha saygın bir okul olarak nitelendirilmesine vesile oldu.
Okuluna adadığı uzun yıllar ve gerek öğretmenlerimize, gerek öğrencilerimize ve gerekse velilerimize gösterdiği inanılmaz ilgi ve destek sonrasında, Anet Hanım 2013‐2014 okul yılı sonunda emekli olmaya karar vermiş bulunuyor.
Çalıştığı kuruma bu kadar iz bırakmak çok az insana kısmet olur. Her ne kadar tüm öğretmenlerimiz, öğrencilerimiz ve velilerimiz adına, Anet Hanım’ın emeklilik haberine üzülmüş olsak da, onun gibi harikulade bir mesai arkadaşı ve dostla çalışmış olmaktan dolayı çok gurur duyuyoruz.
R. Todd Cuddington, B.A.,M.Ed Headmaster
Ege Üniversitesi İİBF İşletme Bölümü Öğretim Üyesi
Keti Ventura “Doçent” olmaya hak kazandı.
Ege Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi İşletme Bölümü başarılı öğretim üyelerinden biri olan Keti Ventura, 24 Ocak 2014 tarihinde DOÇENTLİK ünvanı almaya hak kazanmıştır.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 70 -
İzmir Büyükşehir Belediyesi “Tarihe Saygı”
Ödülleri
İzmir Büyükşehir Belediyesi tarafından 11.kez düzenlenen "Tarihe Saygı / Yerel Koruma Ödülleri" töreni 22 Kasım Cuma günü Aziz Vukolos Kilisesi'nde gerçekleştirildi. İzmir Büyükşehir Belediyesi Başkanı Aziz Kocaoğlu’nun bir konuşma yaptığı törende 16 esere seçici kurul tarafından ödül verildi. Selim Bonfil
Başkanlığında İzmir Sefarad Sergi Merkezi Projesi grubu üyeleri Beki Şikar, Katya Levi, Keti Asal, Rahel Hayim, Sara H. Enriquez, Sara T. Enriquez, Sarit Bonfil ve Stella Azar’ın hazırladığı Dünden Bugüne İzmir Sefarad Düğünleri belgesel filmi İzmir’deki Musevilerin düğün geleneklerini yansıtması, belge değeri taşıması ve kent belleğine katkı sağlaması açısından tarihi çevre ve kültür varlıklarını koruma dalında katkı ödülüne layık görüldü. Aynı kategoride Beyhan Özdemir, Selim Bonfil ve Ali Işık’ın İzmir’de Hoşgörü belgesel fotoğraf projesi İzmir'deki cami, sinagog, kilise, cemevi gibi dini yapıların tanıtılması, belge değeri taşıması, kent kültürüne katkı sunması nedenleriyle ödül aldı. Kurgusu ve müziği ile dikkat çekici ve açıklayıcı olması, belge değeri taşıması, kent belleğine katkı sağlaması nedenleriyle ödüle layık görülen bir başka çalışma ise Nitsa Çukurel Kapancıoğulları ile Raşel Meseri’nin hazırladığı Sadece Adı Kaldı Elimizde: Kortejolar belgesel filmiydi.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 71 -
“Ne İşin Var Evde Moiz” İzmir’de Sahnelendi
Sarit Bonfil / İzmir
16 Kasım 2013 Cumartesi akşamı İzmir İsmet İnönü Sanat Merkezi, Moiz serisinin son oyunu olan “Ne İşin Var Evde Moiz” adlı iki perdelik komediye ev sahipliği yaptı. Hahambaşı İzak Haleva’nın onurlandırdığı gösteriye İzmir Yahudi Cemaati büyük ilgi gösterdi. İstanbul Dostluk Yurdu Derneği tarafından sahnelenen ve yönetmenliğini Eti Anahmias’ın
yaptığı oyunun başrollerini Jojo Eskinazi ve Fani Bonofiyel paylaştılar. Moiz serisinin diğer oyunlarında olduğu gibi metin, başrol oyuncuları, yönetmen ve diğer dernek üyelerinden oluşan ekip tarafından yazıldı.
Gelenekler ile modern yaşam arasında bocalayan ailelerin yaşantısını, nesiller arası görüş farklarını mizahi bir biçimde anlatan oyun bol bol güldürdü. Salonu dolduran İzmir Yahudi cemaati üyelerine keyifli dakikalar yaşatan ve büyük alkış alan oyunun geliri Hahambaşılık Eğitim Fonu aracılığıyla eğitime desteğe aktarıldı.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 72 -
Hahambaşı Rav İzak Haleva’nın Adayaşam Ziyareti
15‐17 Kasım tarihlerinde İzmir’i ziyaret eden Hahambaşımız Rav Haleva, Karataş Hastanesi Derneği yetkilileri ile birlikte Adayaşam’daki yaşlılarımızı ziyaret ettiler. Yaşlılarımızın büyük bir memnuniyet duydukları ziyarette Hahambaşımız yaşlılarımızla sohbet ederek onların durumları ile ilgilendi.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 73 -
İsrailli Duayen Tarih Profesörü Ammon Cohen
Türk Tarih Kurumunun Ödülüne Layık Görüldü.
Nesim Levi / İzmir
Türkiye cumhuriyetinin 90. kuruluş yıl dönümü etkinlikleri kapsamında Türk Tarih Kurumu tarafından verilen ödül, Kudüs İbrani Üniversitesinin duayen tarih profesörü Amnon Cohen’e verildi. Ödül, Amnon Cohen’in İbrani Üniversitesinde İslam ve Ortadoğu çalışmaları ile öne çıkmış olup özellikle 16. yüzyıldan itibaren Osmanlı İmparatorluğunun Ortadoğu hakimiyetini kapsayan çalışmaları nedeniyle verilmiştir. İbrani Üniversitesindeki akademik çalışmalarına ek olarak Prof. Cohen, Harry Truman Barış Araştırmaları Enstitüsü Müdürlüğü ve birçok devlet adamına Ortadoğu ile ilgili konularda danışmanlık yapmıştır.
2013 yılı Nobel Ödülleri Sahiplerini Buldu!..
Nesim Levi / İzmir
Bilindiği gibi ölümünden sonra vasiyetnamesi açıldığında Alfred Nobel’in, servetinin büyük bölümünü insanlığa en fazla yararı olacak çalışma – buluşlara ödül olarak verilmesi için bıraktığı açıklanmıştı. Yahudiler Dünya nüfusunun %0,2’nin de altında iken, şimdiye kadar Nobel ödülüne layık görülen 850 bilim adamı ve yazarların %20’si Yahudi asıllıdır. Daha ayrıntılı bir irdelemede: Ekonomi dalında %41, Tıp dalında %28, Fizik dalında %26, Kimya dalında %19, Edebiyat dalında %13 ve Barış dalında ödüllerin %9 Yahudi asıllı bilim adamları ve yazarların olmuştur. 2013 yılı Nobel ödülünü kazanan Yahudi bilim adamları; Tıp dalında James Rothman ve Randy Schekman, Kimya dalında Arich Warshel, Michel Levitt ve Martin Karplus, Fizik dalında François Englerd’dir.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 74 -
İzmir Barok Grubunun CD’sinde Linet Şaul
Avrupa Müziklerini Seslendiriyor
16. Yüzyıldan, 18. Yüzyılın ilk yarısına Avrupa ve Osmanlı Saray Müzikleri" albümü, Jean Baptiste LulIy, Gazi Giray Han, Claudio Monteverdi, Ali Ufki Bey, Claude Gervaise, Marc‐ Antonio Cetsi, Dimitrie Cantemir, Arcangelo Corelli, Henry
Purcell, Itri, G. F. Handel, Hafız Post, D. Scarletti, Derviş Frenk Mustafa ve Tanburi Mustafa Çavuş'un eserlerinden oluşuyor. Titiz bir çalışmayla hazırlanan albüm kitapçığında Avrupa Saraylarında Müzik bölümünü Aydın Büke, Osmanlı Sarayında Müzik bölümünü ise Ş.Şehvar Beşiroğlu ve Sinem Özdemir yazdı. İTÜ Miam Stüdyolarında kaydedilen CD'nin tasarımı Gözde Oral'a ait. İzmir Barok grubu olarak çıkan bu CD'nin özelliği barok dönemde, Osmanlı ve Avrupa saraylarında dinlenilen müziklere yer verilmesi. Böylece dinlerken karşılaştırma yapılabiliyor. Linet Şaul Avrupa müziklerini söylüyor. Türk müziğini de bu konuda uzman sanatçılar dönem tarzına bağlı kalarak seslendiriyorlar. Hem Avrupa hem Osmanlı müziklerinde dönem enstrümanları kullanılıyor. Hem barok hem de Türk müziği meraklıları bu değerli CD’yi D&R'lardan ve aşağıdaki linkten temin edebilirler. http://www.idefix.com/muzik/izmir‐barok‐various‐artists/tanim.asp?sid=DCHR3J52FB1BYOT3YQ3D

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 75 -
Stanley Marcus Nazi İşbirlikçisi Coco Chanel’i Dallas’a Davet
Ettiğinde
1950’lerin sonlarında Yahudi asıllı büyük mağaza kralı Chanel’in itibarını kurtarıp
kendisininkini parlattı.
James McAuley ‐ 11 Aralık 2013 Tercüme: Lina Filiba
Bu hafta Karl Lagerlfeld ve Chanel Firması 1957 yılından beri ilk kez Dallas, Texas’a geri döndü. Nedeni ise “Metier d’Art – Sanat Mesleği” adlı her yıl tekrarlanan yüksek moda koleksiyonları gösterileri ve Lagerfeld’in Coco Chanel hakkındaki “Dönüş” adlı yeni kısa biyografik filminin lansmanı idi. Dallas böyle bir filmin ilk gösterimi için uygun bir mekan. Lagerfeld yakın zamanda Women’s Wear Daily dergisine Texas’ı seviyorum, Teksas’lıları seviyorum demişti. Fakat Chanel’in kişisel duyguları biraz daha karmaşık idi. 1957 yılında Dallas’a vardığında 74 yaşında olan Gabrielle “Coco” Chanel savaş yıllarının işgal altındaki Fransa’sında işbirlikçi antisemitik
DÜNYA BASININDAN ÇEVİRİLER
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 76 -
faaliyetlerinin utancını umutsuzca gidermek istiyordu. Dallas’a, Neiman Marcus mağazalarını yöneten Harvard eğitimli “Tüccar Prens” Stanley Marcus tarafından davet edilmişti. Chanel’in bir çok biyografi yazarına göre, aralarında dile getirilmeyen pazarlık şu idi; Chanel Neiman Marcus’un Moda Alanında yılın Üstün Hizmet Ödüllerinden birini alacak ve bunu takiben kaçınılmaz satış artışı gerçekleşecek ve moda dünyasının ana kraliçesi ‐ adı o zaman ve hala öyle olan ‐ “Mağaza”ya resmi ziyaret yapacak. Kel ve muhteşem Marcus Chanel’i havaalanına geldiğinde karşıladı. Onlarınki sihirli bir an sunulan iki büyük fırsatçının yerinde ve istekli kucaklaşması idi. Fırsatın altında ise ironi yatıyordu. Chanel savaş yıllarının büyük bir kısmında Nazilerin Yahudilere zulmünden maddi olarak faydalanmaya çalışıyor ve iki Yahudi işadamı Pierre ve Paul Wertheimer’in 1924 yılında “Chanel Parfümleri” adı ile kurdukları sonsuz kazançlı firmanın kontrolünü onlardan koparabilmek için Yahudilerin işletmelere ve sermayeye sahip olmalarını yasaklayan mevzuata güveniyordu. 5Mayıs 1941 tarihli bir mektupta, Chanel, ilgili kamu görevlisine firmanın halen Yahudilerin malı
olduğunu ve çoğunluk hisselerin en büyük azınlık hissedar olarak kendisine transfer edilmesi gerektiğini yazdığı mektup bulunmuştur.
Ama 16 yıl sonra, işte orada Stanley Marcus’a eski bir arkadaş gibi sarılıyor ve Fransız usulü yanak alıyor ve “halaYahudilere ait” olan bir lüks markasından ödül almaktan çok memnun gözüküyordu. “Matmazel” lakaplı Chanel, kendi değişiyle geçmişinde onu mahveden perakendeci Yahudi tipi konusunda fikir mi değiştirmişti? “Benim çok basit zevklerim vardır; her şeyin en iyisiyle tatmin olurum” sözleri ile meşhur, zeki ve

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 77 -
egzantrik Bay Stanley onur konuğunun savaş yıllarındaki sefil geçmişini biliyor muydu, ne düşünüyordu? Önemi var mıydı? *** Chanel’in anti‐Semitizmi, harikulade donanımlı dolabındaki en önemli iskelet, beyaz jerse bluz üzerinde hiç temizlenemeyecek küçük siyah leke idi. Onun biyografisini yazmış olan tüm büyük yazarlar doğal olarak onun çok dedikodusu yapılmış, anti‐Semit olduğu bilinen 2. Westminster Dükü Hugh Grosvenor ile ilişkisini; ayrıca en önemlisi Paris Alman Büyükelçiliğinde ataşe olan kendisinden 13 yaş küçük Hans Gunther von Dinclage ile tartışmalı “yatay işbirliği” hakkında yazmışlardı. (Chanel savaştan sonra bütün bu meseleyi gülüp geçiştirmeye çalışırken, Cecil Beaton’a; “Beyefendi, gerçekten, benim yaşımda bir kadının sevgili bulma şansı varsa onun pasaportuna bakması beklenemez.”) Fakat von Dinklage genç ve atletik bir sevgiliden öteydi. Chanel’in belki en özgün ve kapsamlı biyografisini yazan Edmonde Charles‐Roux onu Reich istihbarat bakanlığının bir ajanı olarak belirlemişti. Sayısız biyografi yazarlarından bir diğeri, Pierre Galante ise onun Abwehr (Alman
Ordusunun Haberalma ‐ Casusluk ‐ Servisi) ajanı olduğunu öngörüyordu. Her iki durumda da hiç biri tek başına Chanel’in anti‐Semitizm ile suçlanmasına sebep olmaktan ziyade; o hesaplarla irtibatlar peşinde koşan fırsatçı bir yetim ve lüks düşkünü olarak, kafası iyi hesap yapan, klasik, yarı dünyevi matmazeli olarak savaş öncesi Paris’inin “bon chic bon genre” çevrelerinde tanınmaktaydı. İşgal sırasında şehirde gıda neredeyse buharlaştığında ve lüks apartmanlara Naziler el koyduklarında, Chanel von Dinklage’ın yardımı ile gayet iyi idare etti. Chanel’in yakın arkadaşı Antoinette (Rothschild) d’Harcourt’un oğlu Jean d’Harcourt’un ifadesi ile: “Biliyor musun, onun bir arabası, şöförü ve savaş boyunca benzini vardı; bu da eğer Vichy hükümetinin bir Bakanı değilsen çok sıra dışıydı, kimsede bunlar yoktu!” Cinsel fırsatçılık sadece yaşlanmakta olan matmazele has bir özellik değildi. Pek çok namı diğer “(saçları) kırpılmış (işbirlikçi) kadın” Irène Némirovsky’nin Suite Francaise kitabının ikinci cildi ve Alain Resnais’nin Hiroshima mon amour filminin geçmişe dönüş sahnelerinde ölümsüzleştirildiği gibi işgal sırasında Nazi subayları ve askerleri ile ilişkilerini
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 78 -
sürdürmekteydi. Bu ilişkiler her ne kadar karmaşık ve insana ait olsa da erkekler ve kadınlar arasında ve askerler ile halk arasındaki güç dengeleri işgalci güçler tarafından yeniden tanımlanmakta idi. Bu sebepten dolayı geç anlaşılan cömertlikle “yatay işbirlikleri” hayatta kalma mekanizması olarak tarif edilmiştir. En büyük biyografilerinde “Hayatta kalma” Chanel’in yaşamının özellikle bu bölümüne pek çok kez atılan başlıktır. Matmazel, fikir o ki, tüm diğer Fransız kadınlar gibi bir şekilde savaş ile başa çıkmak zorunda kalmıştı. Ancak bu savunmanın sorunu; Chanel’in savaş süresi fırsatçılık amacının hayatta kalabilmek olduğu söylenemezdi. Tam tersi idi. Aslında bu terk edilmiş yetim, Paris halkının en alt kademelerinden Katolik manastırı kısıtlama ve tenkitlerinden geçip Paris toplumunun üst seviyeleri arasındaki yere gelebilmek için didinmiş ve savaşı kendini pazarlamak için bir fırsat ve kazanç olarak görmüştü. Şimdi nihayet kendi dünya görüşünün bir parçası olan ve yakın zamanda kamuoyunda kabuledilebilir hale gelen anti Semitizmden yararlanabilecekti. Eğer geçmişte Wertheimer kardeşleri yenmesi mümkün olmamışsa bile artık onlar Yahudi olduklarından ve
toplumun sosyal dokusunu etkileyen büyüyen tehdidin parçası olduklarından onları yenebilirdi. Belki de bu çizgideki en anlamlı hikaye, Paris’in efsanevi sanatsal salon hostesi, Diaghilev, Proust ve tabi ki Chanel gibilerini yıllar içinde cezbeden Misia Sert’in sırdaşlarından biri olan Boulos Ristelhueber’in anılarında yer almakta. (Misia Katolik olmasına rağmen Chanel daha sonraları arkadaşının sürekli “Yahudilerle” birlikte olmasından dolayı “Yahudi Ruhu” taşıdığını söyleyecektir.) 29 Aralık 1941 tarihli, işgalden bir seneden fazla bir süre sonra ve Chanel’in Wertheimerlara karşı yerel otoritelere şikayet yazısından aylar sonra yazılmış günlük kaydında Ristelheuber şöyle der: Misia’nın evinde Coco Chanel ve Francois d’Harcourt ile bir akşam geçirdim. Coco Yahudilere karşı bir tirada girdi. Antoinette’in kökleri (Antoinette d’Harcourt bir Rothschild idi) ve Dük’ün (Dük Francois d’Harcourt Antoinette’in eşi idi) de varlığı düşünüldüğünde konnuşma tehlikeli idi..... Sert’in şöförü beni eve götürürken o kadar kapkaranlıktı ki yolun yarısında kaldırımdan gidiyorduk.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 79 -
Aynı şekilde Women’s Wear Daily’nin Amerikalı muhabiri James Brady, Matmazel ile 1961de (Dallas ve Neiman Marcus ziyaretinden sonra) röportaj yaptığında aynı şeyi fark etmişti. Benzer bir duygu konuşmalarının arasından çıkarsınabiliyordu. “O önyargılı bir çelişkiler yumağı,” diye hatırladı. “Eğer modeller başarısız olursa, fransız frankı zayıflarsa ‘C’est les juifs ‐ Yahudilerdir’ derdi.” Buna rağmen en yakın arkadaşı Barones Marie‐Helene de Rothschild idi. Siyahilerin farklı koktuklarından şikayet eder diğer taraftan ödüllü bir zenci dövüşçüyü göklere sığdıramazdı. “O adam ile ben… nasıl dansettik”.. Dallas’tan çok uzak olmayan bir çiftlikte Stanley Marcus ile de dans edecekti.
***
1957 yılında Stanley Marcus 52 yaşında, toplumun hem içinde hem dışında durabilen nadir bir karışımdı, herkesin adını bildiği fakat kozmopolit Rönesans duyarlılığı hatta liberal politik görüşü onu tüketici tabanının kalbi ve ruhu olan Dallas’ın yerleşik toplumundan biraz uzak tutmakta idi. Aynı zamanda şehrin ayrılmaz bir parçası, hatta pek çok yönden seçilmemiş belediye başkanı idi.
Chanel ziyaret edene kadar Neiman Marcus kendini New York’taki Saks Fifth Avenue, San Francisco’daki I. Magnin kalibresinde özel bir mağaza olarak kabul ettirmişti. Ancak Dallas için “Mağaza” bir dükkandan öte idi halen de öyle. Gerçek bir kurum ve Main ile Ervay sokakları köşesindeki dokuz katlı Renaissance Revival merkez binasından sadece lüks ve moda yayılmaz, aynı zamanda tarz; ne giyilmesi değil nasıl giyinilmesi gerektiği eğitim imkanı verir. 1937 yılında yazılan Neiman Marcus’un “Harikalar Diyarında Dallas” başlıklı profilinde Fortune dergisi editörü Louis Kronenberger “Dallas halkı sizi mağazaya aynı Paris halkının sizi Louvre’a götürdüğü ruhla götürür.” Gerçekten de o dönemde ve daha sonra 1950lerin ortasında da; durgun Texas köklerinden kurtulmaya çalışan gelişmekte olan taşra kenti Dallas sakinleri için Neiman Marcus’un vitrinleri en basitiyle sanat hayranlığı uyandırmakta idi. Sonuçta, Marcus liderliğinde mağaza bir çok şekilde Dallas’ın ümitsizce dönüşmeye çalıştığı kent haline gelmesine nezaret etti..
Örneğin Kronenberger’in yazısının yayınlanmasından bir yıl sonra, pazarlama dehası olan Stanley Marcus yıllık Neiman Marcus Moda
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 80 -
Alanında Üstün Hizmet Ödülünü yaratmış ve bu program çerçevesinde mağaza tarafından moda dünyasında devrim yaratmış olan seçme birkaç isim ödüllendiriliyordu. Bir Christian Dior, Yves Saint Laurent ya da Coco Chanel’in “steakhouse”ların en sofistike lokanta olduğu düşünülen kuzey Texas’taki ufak bir şehre geliyor olmalarına imkan verecek başka şartlar düşünülemezdi. Her şekilde bu ödüllerle gelen tanıtım Dallas’ın giderek ulusal çerçevede dikkat çekmesine ve bir şekilde sofistike olduğunu göstermesine imkan sağladı. 1939 yılında Collier dergisi “Şu anda modanın gözleri ve kulakları Paris, New York’un üzerinde değil. Hollywood’un üzerinde değil. Dallas’ta. Evet, Dallas, Texas’ta.” 1940ta David L. Cohn, Atlantic Monthly dergisindeki yazısında bu görüntüyü işleyerek Dallas’ın “olağanüstü bir eyalette olağanüstü bir şehir” ve “kıta Amerika’sından kopuk bir dünya” olduğunu yazdı. Life dergisi kısa bir süre sonra Neiman Marcus ile ilgili foto makalesi yayınladı ve mağazanın her zaman büyük dikkatle koruduğu gizem Amerika’nın gözünde Dallas’ın imajı haline geldi.
Derin anlamda, Marcus’un mağazası kentin yüzü ve şehir de mağaza oldu: Onların yükselişi paraleldi
ve kaderleri birbirlerine bağlı idi. Dallas kısmen de mağazanın getirdiği prestij sayesinde 1940lar ve 1950lerde “olağanüstü şehir” olarak – Texas veya başka eyaletlerdeki herhangi belediye alanından çok daha hızlı bir oranda patladı. Ulusal şirketler merkezlerini peşpeşe Dallas’a taşımaya başladılar ve kent Amerikan Güney Batısının en önemli finans merkezi oldu. Nüfus açısından hala küçük bir şehir olsa da sadece refah değil bolluk kültürü yayıldı. O yıllarda Dallas’ta bir aile yaklaşık ortalama 3.600$ gelir sahibi idi, ve The Atlantic’in gözlemine göre bu gelirle Missisipi’li herhangi bir ailenin bir yıllık harcamasından fazlasını bir ayda harcayabiliyordu.
“Zengin Tüccar” için ise bu zamanlar tamamen güllük gülistanlık değildi.1950lerin ortalarında, korkutucu McCarthy döneminin zirvesinde, gittikçe radikalleşen muhafazakar seçmenler, Dallas’ın kibar, temelde pratik muhafazakar seçmenlerinin kapılarını zorluyor hırpalıyordu. Vali, muhafazakar Demokrat Allan Shivers idi ve Texas’ı kalkınma döneminden sonra ilk kez Cumhuriyetçi bir başkan adayına – Dwight D. Eisenhower’a ‐ teslim etti ve zaman içinde yavaş yavaş köklü bir ultra muhafazakarlık Texas elitleri arasına sızmaya başladı.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 81 -
Komünistler ve “Amerikan‐olmayan” faaliyetlere yönelik artan dikkat ile birlikte doğmakta olan anti‐Semitizmin başlıca hedefleri arasında Stanley Marcus gibileri vardı. 1951 yılında Dallas Southern Methodist üniversitesinden radikal sağcı İngliz profesör John Beaty Yahudileri ve onların Amerikan hayatına orantısız etkilerini kınadığı zehir zemberek “The Iron Curtain Over America – Amerika Üzerindeki Demir Perde” kitabını yayınladı. Onun ana hedefi üniversitenin mütevelli heyeti üyesi olan ve üniversitenin üç aylık the Southwest Review dergisindeki yazıda Beaty’nin kitabı eleştirildiği için bundan sorumlu tuttuğu Marcus idi.
Marcus “Minding the Store – Mağazaya Sahip Çıkmak” adlı anılarını samimiyetle anlattığı kitabında bu olayı atladı ve sadece Amherst ve daha sonra Harvard’daki öğrencilik yıllarında anti‐Semitizm ile karşılaştığını yazdı. Aslında bu konudaki sessizliği beklenmedik değildi: Marcus pek çok açıdan Amerikan Yahudi asimilasyonunun imajı idi ve bu konularda herhangi bir tavır takınması onu yönettiği mağazadan, ve bir anlamda bir bütün olduğu kentten izole edecekti. Bugün Dallas’ın en büyük Reform cemaatine sahip olan “Temple Emanuel” in kurucu üyesi olan
Marcus’un İsrail’i ziyaret etmekten çok korktuğu “çünkü kendisini Yahudi’liğe dünüştürebileceği” esprisi meşhurdu.
Bir şehri ve berisini tanımlayan kültürel kurumun sahibi için kilit nokta geçmişe mesafe koymak ve kayıtsız kalmak idi.
***
Bir anlamda aynı durum Coco Chanel için de doğruydu. Chanel en sonunda 9 Eylül 1957de Dallas’a vardığında aynen Love Field’e indiğindeki gibi kameralara gülümseyerek poz verdi. Satmak için oradaydı ve sattı. Dallas şaşırtıcı olmayacak bir şekilde Matmazel’e hayrandı ve takımları, elbiseleri askılardan kapıldı.
Marcus da kameralara gülümseyerek, misafirini tanıtırken ilerigelen bir ziyaretçinin ifadesiyle “kadın modasında devrim” yaptı. Kürsüde durup “kadınsı silüeti özgürleştiren büyük yenilikçi...kostüm takılarına moda olma saygınlığını vermiş, parfümü kimyagerin dükkanından alıp modacı butiğine getirmiş, kopya edilmekten hiç bir zaman korkmamış, geçmiş başarılarının günün modası üzerinde olağanüstü etkisi olan..” sözleriyle tanıttı.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 82 -
Gazeteler Bay Stanley’in ümit ettiği gibi – pırıltılı methiyelerle ‐ olayı kaydettiler. Dallas Morning News Chanel’in “kendi döneminde bir efsane” ile eşdeğer olduğunu ilan etti. Belki de bu ziyareti en iyi açıklayan Marcus’un “Mağazaya Sahip Çıkmak” kitabında şahsına özel diplomatik bir ifade ile bahsettiği iki anıdır. O, Chanel’in mutlaka bir çiftliği ziyaret etmek istediğini duymuş ve onun onuruna kardeşinin çiftliğinde bir akşam yemeği partisi organize etmişti. “Sonradan ortaya çıktı ki o mangalda pişmiş etin ve baharatlı fasulyenin tadını beğenmemiş ve tabağındaki yemekleri gizlice masanın altına dökmüştü. Ne yazık ki tabağındakiler onun yanında oturan Elizabeth Arden’in saten ayakkabılarının üzerine dökülmüştü.” Diğeri ise Marcus’un, tanıdığı bütün büyük modacılarla ilgili olan izlenimleri yanısıra, Chanel hakkındaki kişisel izlenimi idi. Çoğu parlak olumlu izlenimlerdi: Örneğin Christobal Balenciaga “kendini işine adamış sanatçı”, Christian Dior “mükemmel zevki olan sessiz bir adam”, Yves Saint
Laurent “zamanın toplumsal değişiminin tercümanı” idi. Chanel’i ise “yüce egoist” olarak hatırlıyor ve onun sosyal sanat becerileri konusunda övgüsü zayıftı: “Chanel ile birlikte bir sohbet yaptıklarını iddia eden herhangi biri bunu mutlaka abartıyordur çünkü bir başına konuşan bir hayduttu” diye yazmıştır. Ziyaretinden sonra Marcus’a yazdığı telegrafta, Chanel, “Sevgili eşin ve annenin, tüm ailen ve iş arkadaşlarının bana gösterdikleri zerafet ve nezaketi her zaman sevgiyle hatırlıyorum.” Bahsettiği bu kişilerin tümü de Yahudiydi. Fakat şimdi ne farkederdi ki? Zaman değişmiş, “yüce egoist” de değişmişti. “Tüm kalbimle teşekkür ediyorum, en iyi dileklerimle, Coco Chanel.”
***
James McAuley Oxford Üniversitesinde Marshall Bilim Adamıdır.. Yazının kaynağı: http://www.tabletmag.com/jewish‐arts‐and‐culture/155631/chanel‐neiman‐marcus

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 83 -
Karen & Nesim Evlendiler
Diana & Yeşaya Şalom 'un kızları Karen ile Raşel & Yako Hulli'nin oğulları Nesim, 17 Kasım 2013'de İzmir Beth‐İsrael Sinagogunda Hahambaşımız Rav İsak Haleva’nın da katıldığı törende evlendiler. Genç çifti ve ailelerini tebrik ediyor, mutluluklar diliyoruz.
İÇİMİZDEN
Beki Şikar
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 84 -
Lara & Vito Evlendiler
Luna ve Liya Diriman'ın kızları Lara ile Rakela ve Avram Abuaf'ın oğulları Vito, 8 Aralık 2013 tarihinde İzmir Beth‐İsrael Sinagogunda evlendiler. Genç çifti ve ailelerini kutluyor, mutluluklar diliyoruz.
Roza Saba Bat-Mitsva
Recina ve Asaf Saba'nın kızları Roza, Bat‐ Mitsva törenini ailesi, akrabaları ve çok sevdiği arkadaşlarıyla coşkuyla kutladı. Mazal Tov Roza!..

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 85 -
Beni Nahmias Aile Dostları ile Tanıştı
11 Ağustos'ta doğan Sara ve Yusuf Nahmiyas'ın oğlu, Aliza ve Simcha'nın erkek kardeşleri Barak Beni annesinin 12 Aralık'ta düzenlediği davet ile tüm aile dostları ile tanıştı. Barak Beni'ye sağlıklı mutlu bir ömür diliyoruz.
Aksel Gomel Bar Mitsva
Sara ve Sam Gomel'in oğulları, Samara'nın ağabeyi Aksel, Bar‐Mitsva törenini ailesi, akrabaları ve yakın arkadaşları ile birlikte neşe ve mutlulukla kutladı. Mazal Tov Aksel!..
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 86 -
İzmir’de Hanuka Kutlamaları
Bu yıl Hanuka Bayramı iki ayrı yerde kutlandı. Liga'da Sunday School öğrencilerinin katılımıyla yapılan Hanuka kutlamaları neşe içinde geçti.
La Sera'da hanımlar için düzenlenen kutlama yemeğinde ise coşku üst düzeydeydi. Yemeği Liga ve KHD ortak düzenlediler. Müzik eşliğinde dans ve piyango çekilişi ile çok keyifli bir bayram günü yaşandı.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 87 -
Söze Gerek Bırakmayan Tu-Bishvat Kutlamaları
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 88 -
Can Bonomo’dan Şiir Kitabı
Can Bonomo’nun on parmağında on marifet!.. Müzisyen kimliğiyle başarılı çalışmalara imza atan Can Bonomo’nun ilk şiir kitabı “Delirmek Belirmektir” yayımlandı. Şiir severlere duyurulur...
Gizel Hazan’ın Kitabı Yayınlandı
Gizel Hazan'ın, herkesin kendi evini kolayca satın alabilmesi ve satabilmesi için hazırladığı kitap yayınlandı. Yeni Evim Harika isimli kitabı internet kitapçılarında bulabilirsiniz.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 89 -
UtÜÉâ{ WtçtÇ [txÅxà
RAŞEL TELYAS 21 Ocak 2014
MERİ GOMEL 26 Kasım 2013
KADEN GALANTE 27 Kasım 2013
Dr. YAAKOV JEMS GABAY 7 Ocak 2014
JAK SİMSOLO 30 Aralık 2013
NİSİM ŞAUL 27 Ocak 2014
JAK (YAAKOV) ARDİTİ 20 Ocak 2014
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 90 -
KURUMLARIMIZ
Değerli Kardeşlerim, Karataş Hastanesi Derneği (KHD) olarak “Evde Bakım” uygulamasına yönelik yetmiş yaş ve üzeri cemaat mensuplarımız nezdinde başlattığımız “Sağlık Değerlendirme” formlarının doldurulması çalışmaları sırasında ziyaret edilen büyüklerimiz için ayrıca bir “KHD Anket” formu doldurulmuştur. Yaklaşık 235 kişilik bu grubun şu ana kadar 200 kişisine ulaşılmıştır. Öncelikle bu meşakkatli çalışmada KHD Gönüllü Bayanlar Koluna sergiledikleri özverili çalışmaları ve değerli destekleri için Yönetim Kurulumuz adına teşekkürlerimizi sunarım. Bundan böyle de desteklerini esirgememelerini dileriz. Ulaşılmış kişilerle ilgili anket formlarından alınan veriler önümüze ilginç tablolar çıkartmaktadır. Bunlardan özellikle ikisini sizlerle paylaşmak isterim.
Karataş Hastanesi Derneği DAVID ENRIQUEZ

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 91 -
Bu verilere göre, yetmiş yaş ve üzeri bu grubumuz cemaatimizin neredeyse %25 ini oluşturmaktadır. Bir ikinci sonuç ise bu gruptaki kişilerin yaş ortalamasının 79 olduğudur. Bu veriler bir yandan yaşlanmakta olan bir cemaat tablosunu gözler önüne sererken, diğer yandan da İzmir Yahudi cemaatinde bireylerin yaşam sürelerinin Türkiye ortalamasının çok üzerinde olduğunu göstermektedir. Bunun gibi birçok değerlendirmenin yapılabileceği soruları içeren “KHD Anket” formunu, bir taraftan önümüzdeki yıllarda yetmiş yaş ve üzeri gruba girecek kardeşlerimizin tespiti, diğer yandan toplumumuzun yapısını ortaya koyacak bilgileri elde edebilmek için cemaatimiz mensubu tüm kardeşlerimize ulaştırmak ve doldurtmak arzusundayız. Bu bilgilerden hareketle toplumumuzun ihtiyaçlarının daha sağlıklı biçimde belirlemek ve daha etkin hizmet götürebilmek mümkün olabilecektir. Bu çalışmada tüm fertlerimizin gerekli desteği vereceklerine inanmaktayız.
Söz “Evde Bakım” uygulamasından açılmışken, bu konuda derneğimizin çalışmalarının sonuna yaklaşıldığını belirtmek isterim. Ocak ayı içinde başlatmayı planladığımız bu sistemin tam olarak ne olduğu, nasıl çalışacağı konusunda hem ilgili grubumuzu hem de toplumumuzu çok yakınlarda muhtelif yollardan bilgilendirmeye gayret edeceğiz. Hepinize sağlıklı uzun ömürler dileğiyle. Karataş Hastanesini İdare Derneği Yönetim Kurulu adına David Enriquez
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 92 -
Cenaze Merasimi Sonrası (Devam)
Rabi Hayim Palaçi’nin vefatından sonra, kulaktan kulağa gizemli efsaneler duyulmaya başlandı. Bu efsanelerden biri, Rabi Palaçi’nin naaşını yıkayan insanların anlatımlarıydı. Bu kişilerin ifadelerine göre naaşı yıkamaya başladıklarında, Rabi Palaçi’nin cansız bedeninden enfes bir koku yayılmaya başlamış. O kadar güçlü ve inanılmaz bir kokuymuş ki, orada bulunanların korkudan elleri ayakları titremeye başlamış. Görevlerini tamamlayabilmek için olağanüstü bir gayret sarfetmek zorunda kalmışlar. Bazıları dayanamayarak bayılmışlar. Bir taraftan bu söylenti kulaktan kulağa yayılırken, vefat ettiği gecenin sabahı başka bir söylenti yayılmaya başlamış. Kabalistlerin yaşadığı şehir olan Tsfat’da yaşayan birkaç haham Rabi Palaçi’nin öldüğü gece aynı rüyayı görmüşler. Rüyalarında Tsfat’a büyük bir bilgeyi gömmeye gelen bir kalabalık görmüşler. Bir ses onlara sokağa çıkarak cenazeye katılmalarını emretmiş. Bu rüya yorumculara göre meleklerin Rabi Palaçi’nin
Rabenu Agaon
Rabi Hayim Palaçi
Z.T.L.
Moti Katan 2011

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 93 -
vücudunu Eretz Israel’e taşıdıkları şeklinde açıklanıyormuş. Yedi matem günü boyunca, insanlar ibadet etmek ve Teilim okumak için akın akın Rabi Palaçi’nin evine gelmişler. Dua sırasında her gün sıra ile oğullarından biri, damadı veya bilge hahamlar Rabi Palaçi hakkında deraşalar ve konuşmalar yapmışlar. Avrupa’dan, Kuzey Afrika’dan, ‐Amagreb‐ bütün Ortadoğu ülkelerinden binlerce başsağlığı mektupları gelmiş. Türkiye’ye komşu Rabi Hayim’i yakınen tanıyan ülkelerin tüm şehirlerindeki sinagoglarda halk, bet midraşlarda, sinagoglarda toplanarak dua edip törenler düzenlemişler. Rabi Hayim Palaçi’nin yazdığı kitapları ortaya toplayıp üstüste koymuşlar ve sanki bedeni orada yatmaktaymış gibi etrafını yanan mumlarla donatmışlar. Şehrin ileri gelenleri ve Hahamlar konuşmalar yaparak Rabi Palaçi’nin ruhu için dua etmişler. Rabi Palaçi’nin vefatından en çok İzmir halkı etkilendi. Duydukları üzüntü sonsuzdu. O kadar ki vefatından bir ay sonra, en sevinçli şekilde
kutlanan Purim bayramını bile gereğince kutlayamadan üzüntü içinde geçirdiler. Rav Hayim Palaçi, İzmir Yahudilerine altın bir devir yaşattı Onun vefatı ile birlikte İzmir’in bu altın devri büyük bir üzünti ile sona ermiş oldu.
Çocukları Vefatından sonra Rabi Hayim Palaçi’nin yerini 5570 (1810) doğumlu olan büyük oğlu Rabenu Avraam Palaçi aldı. Rabenu Avraam 5659 (1899) yılında vefat etti. Babasının izinden giden Rabenu Avraam yaşamı boyunca felsefe ve alaha üzerine 20 kitap yazdı. Ayrıca kardeşlerinin yazdığı kitapların da yayılması için büyük çaba sarfetti. Birinci eşi Sara’nın vefatından sonra, ikinci bir kadınla evlendi. Çocuklarından iki oğlu hakkında bilgi bulabiliyoruz. Biri 5599 (1839) doğumlu Şelomo David, ikincisi ise 5608 (1848) doğumlu olan Nisim Şalom’dur.
Gelecek Sayıda: Çocukları (Devam)
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 94 -
SEKSION EN
LADINO
El Dia Internasional de Ladino
El 5 Desiembre 2013, o el 2 Tevet 5774, ademas de ser el kavo dia de Hanuka, fue tambien el Primer Dia Internasional de Ladino, ke se fiesto en munchos lugares del mundo en el mezmo tiempo
(o kuaje en el mezmo tiempo.) Avlantes i amantes del judeoespanyol ‐ en Arjentina, Brazil, Bulgaria, Espanya, Estados Unidos, Fransia, Israel, Meksiko, Turkia, i Uruguay –realizaron programes para espandir el konsimiento de la lingua i kultura sefardi, i gozar de su ermozuras. (Podesh ver detalios de todos estos en el sitio de http://didl.com.ar/.) El mas grande evenimiento fue en Israel, en el gran oditorio de la Universidad de Bar Ilan de Tel Aviv, ande unas mil personas (inkluyendo Izhak Navon, el 5en prezidente del Estado de Israel i presidente de la Autoridad Nasionala de Ladino), asistieron en
El Kantoniko de Rachel Rachel Amado Bortnick

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 95 -
un dia entero de konferensias, muzika, sketch teatral, atelieres, i mas. Mezmo vinyeron de Turkia Karen Gerson i Izzet Bana kon el grupo Los Pasharos Sefaradis, i Jojo Eskenazi ke prezento el sketch umoristiko. El program entero de Israel se puede ver por Internet en: https://www.youtube.com/watch?v=rgwJFEhOU8U&feature=em‐uploademail i https://www.youtube.com/watch?v=Q5y4sAHfBzw
Uvo tamben un maraviozo program en Seattle, Estados Unidos, en la Universidad de Washington. Este fue preparado i realizado kon la kolaborasion de la komunidad sefaradi i los profesores Devin Naar i David Bunis ke ensenyan ayi la istoria i literatura sefaradi en ladino. La munisipalidad de Seattle i el estado de Washington publikaron Proklamasiones ofisiales deklarando el 5 Desiembre, 2013, komo “Dia de Ladino i de Kultura Sefaradi.” Un kurto resume del program de Seattle lo podesh meldar en: http://jewishstudies.washington.edu/blog/international‐ladino‐day/
En Espanya, la Universidad de Murcia fue la sola universidad Evropea ke se adjunto a las selebrasiones del Dia de Ladino. La renomada
Profesora Paloma Díaz Mas, espesialista en la istoria sefaradi i autora del bien konosido livro “Los Sefardíes”, dio una konferensia a los estudiantes de la Fakulta de Letras. Podesh ver el video de su konferensia en: http://tv.um.es/video?id=52601&idioma=es, de las preguntas de los elevos i repuestas en http://tv.um.es/video?id=52611&idioma=es
En mi sivdad, Dallas, malorozamente fuimos ovligados de anular el program ke aviamos aprontado para el 5 Desiembre, poke akel dia izo una fuerte tepesta kon luvya entezada ke kuvrio de buz los kaminos i la sivdad entera. Lo izimos mas tadre, en alhad, el 12 enero, 2014, en un salon del Southern Methodist University. Un dia antes, se publiko en el Dallas Morning News, diario de la sivdad, un artikolo sovre esto: http://www.dallasnews.com/news/columnists/mercedes‐olivera/20140110‐renewed‐interest‐in‐ladino‐language‐of‐sephardic‐jews‐to‐be‐celebrated‐at‐smu.ece
Komo verash, es Dina Eliezer (ke munchos en Izmir la konosesh) I yo ke aprontimos i prezentimos el program en djuntos. Turo serka dos oras, kon videos, konferensias I muzika, I onorar a
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 96 -
dos sinyoras sefaradis en Dallas (todas las dos en sus 90s, munchos I buenos ke agan): Edith Baker, nasida en Sofia, Bulgaria, I Alegre Tevet, nasida en Drama, Gresia. El Sr. Izhak Navon mos mando saludos mezo video, ke lo mostrimos. (https://www.dropbox.com/s/k12xcn08r23lsff/Saludos%20de%20Navon%20Dallas.wmv)
La konsul onoraria de Espanya en Dallas, Janet Kafka, ke estava presente, mos avlo de la valor ke da Espanya la istoria, kultura i lingua sefaradi. Mos vino letra de felisitasion del konsul de Israel en Houston. Yo di una kurta konferensia sovre el pasado, prezente I futuro del judeoespanyol, i Dina konto una konsejika de Nasrettin Hodja, de un livriko en Ladino (letras Rashis) ke topo en Izmir. Una amiga, Raquel P. Gershon, kanto kantikas, I a la fin servimos baklava, burekitas, i fruta.
Para kualo un Dia Internasional de Ladino?
Los ke nasimos i kresimos kon el ladino ya kedimos pokos en vida, i estamos dispersados por todas las parte del mundo – munchos de mozotros asolados en muestras sivdades. Aunke en muestras kazas i entorno mas ya no avlamos la lingua de muestros padres, nunka mo la olvidimos. Esta en muestras
almas i korasones, para akodrarmos de muestros padres, madres, i todos los ke mos kudiavan, mos ensenyavan, i mos alegravan en muestra chikez. Por esto bushkimos de aunarmos kon otras personas komo mozotros en muestros lugares I por el mundo entero. El Internet mos ayudo a komunikarmos I konosermos. Mos aunimos en un sitio komo Ladinokomunita, de tantos paises, kada uno kon su lingua diferente, kon solo una lingua en komun: el “espanyol” (o ladino, o djudio.)
Zelda Ovadia, orijinaria de Estambol ke bive en Israel, fue la ke tuvo la idea de tener un dia internasional de Ladino, i la propozo por primera vez en Ladinokomunita en los presipios de 2013. En parte, eya eskrivio: “... Oy ke tenemos kaji en todas las partes del mundo universidades, institusiones, sentros i sirkolos ke son muy aktivos i se estan distingiendo en el kampo del djudeo‐espanyol i su kultura, ….vos demando si estarash de akordo kon mi propozision de fiksar una data para UN DIA DE LADINO INTERNASIONAL […]”
Su idea fue akseptada por la Autoridad de Ladino en Israel en Augusto I la data fue fiksada para el kavo dia de Hanuka, ma asta ke supimos ke ya se fondo una komite en Israel para realizar el

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 97 -
program, ya se izo Oktobre. Aun kon esto, en kurto tiempo se realizo oganyo el Primer Dia Internasional de Ladino kon gran entusiasmo i reushita en munchas partes del mundo.
Esta selebrasion mos dio el sentimiento de unidad entre todos los ke kolaboran en favor del ladino I la kulturo sefaradi en el mundo entero. Mos komunikandomos de parte a parte los detalyos de programes ke estavamos preparando para realizarlo, kada uno en muestro lugar. Mos enkorajimos i mos apoyimos de parte a parte en Ladinokomunita, i mos alegrimos en djuntos de kada reushita.
Este atmosfer de union topo su refleksion konkreta en http://didl.com.ar/, el sitio establesido por Marcelo i Liliana Benveniste de Buenos Aires espesialmente para el Dia Internasional de Ladino. Marcelo i Liliana son entre los mas dedikados I aktivos miembros de la komunindad sefaradi mundial, I dirijen tambien el maraviozo boletin elektroniko eSefarad (http://esefarad.com/) ke fondaron 5 anyos atras. Fue un regalo grande de muestros amigos, ke enfortesio el aunamiento ke mensioni.
Para el avenir
“El dia esperado desde hace 500 años” eskrivio Marcelo en el sitio http://didl.com.ar/. No mos podieron venser los ke mos ekspulsaron, mos bavtizaron por fuersa, o mos kemaron bivos, o yevaron a kampos de muerte en la Shoa. Estamos sanos I bivos grasias al Dio, kon muestro djudaismo, i muestra lingua espanyola enrikesida afuera de Espanya. Meresemos un dia para fiestar I dar a konoser este ekstraordinaryo fenomeno. La fiesta mos ayudara a yevar muestro trezoro kultural al avenir.
Ya dimos un paso muy emportante para esto en el Primer Dia Internasional de Ladino. Asigun vimos, se fiesto kon grande reushita en munchos lugares, kada uno kon un program asegun sus kapasitades, sin tener dinguna organizasion sentral. Muestra esperansa es ke en los anyos venideros munchas mas komunidades se van a adjuntarsen en esta selebrasion de muestra lingua natal. Espero ke Izmir va ser una estas, I ke endjuntos fiestaremos el 2 Tevet 5774 (24 Desiembre 2014), el kavo dia de Hanuka i el Segundo Dia Internasional del Ladino.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 98 -
La Bendision Un dia, en despartirsen de un enkontro, le disho Rav Nahman al Rav Yitzhak: ‐ Por favor, senyor, me de su bendisyon! Le disho el Rav Yitzhak: ‐ Te digo un masal. A ke asemeja esto!.. A un benadam ke estava kaminando en el dizyerto, ambriyento i kanso i sekeozo. I topo un arvole ke sus frutas dulses i su solombra buena, i un kanal de agua pasa debasho el. Komyo el ombre de sus frutas, bivio de la agua, i gozo su solombra. Kuando kijo irse, disho: ‐ Arvol, arvol! en ke ke te bendiga?
‐ Si digo ke tengas frutas dulses?, ya las tyenes; ‐ Ke sea tu solombra ermoza? ya es; ‐ Ke pase un kanal de agua debaso de ti? ayi ya esta. ‐ Ma, sea veluntad, ke todas plantasyones ke se plantaran de ti, sean tal komo tu! Tu, tambien (kontuneo Rav Yitzhak), en ke ke te bendiga? ‐ En Tora i en estudyo? ‐ desyerto lo tyenes. ‐ Si es por rikeza ‐ ya no te manka. ‐ Por ijos? ijos ya tyenes. ‐ Empero, sea veluntad, ke sean i tus desendyentes igual a ti (en Tora, rikeza i ijos). (Taanit, kapitolo 5, 72). Traduksyon libre: Yehuda Hatsvi - Tel Aviv
Yehuda ke dize? Yehuda Hatsvi

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 99 -
En el Payis de los Siegos, El ke tiene un solo Ojo
No es Siempre Rey Keridos amigos, Kon este buletin fiestamos el 5. Aniversaryo de DIYALoG. Auguro ke tenga vida larga muestra revista por ke es unas de las ralas revistas ke kontiene eskritos en muestra lingua. No se komo yamarla, ladino o judeo‐espaniol o simplemente espaniol. Komo ya eskrivi i mas antes en Ladinokomunita, el nombre no tiene dinguna emportansa para mi, lo emportante es ke es una lingua dulse i presyoza por ke lo eredimos de muestros abuelos. Mi madre me durmiya kon kantikas en esta lingua, mi nona me kontava konsejikas en esta lingua, mozotros avlavamos i jugavamos kon muestras amigas en esta lingua. Por esto kale ke luçamos para arebivir esta lingua el karar ke puedemos. Kale ke eskrivamos lo ke
savemos, kale ke kontemos lo ke bivimos, ansina puedemos deshar una erensya a muestros ijos i inyetos. (Komo dize muestro kerido amigo Edmond Cohen), Esto dicho, vos kero kontar una istoryika ke tiene una leson a la fin. La konsejika me fue kontada por un amigo muestro ke es doktor de ojos. Aviya de ser, un buen de naser. La ija kazada, el padre sin naser… ke deviya de ser? En un kazal aviya un ombre ke teniya un ojo siego. Viya solo kon un ojo. Un diya de los diyas, se enfasyo de estar enfirmo en su kazal i desido de azer el torno de la sivdad. El a korrer, el pato a korrer, ayego a un kazaliko chiko. Ma aviya una koza muy estranya… Este kazal no paresiya a los otros kazales. Las kalejas, las kazas, las botikas, todo estava fraguado diferente. En observando por aki, por aya, remarko ke los moradores de este kazaliko, los ke biviyan aya, eran todos siegos. Pişin le vino una idea, se penso i se dişo de si para si… si estos todos son siegos, yo ke tengo al menos un ojo, puedo ser el şefe de este kazal, komo dize el
D’aki – D’aya Eliz Gatenyo
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 100 -
proverbo: “En el payis de los siegos, el ke tiene un solo ojo, es rey” En avlando kon eyos se rendyo kuento, ke estos tienen un muy fuerte sentido del oido, del goler.
Un diya muestro sinyor, vido ke un siego se estava arovando el bien de un otro siego. Siguro, dinguno mas ke este ombre no lo vido. El ombre ampeso a gritar… Ay ladron, fulano se arovo el bien de sistrano.
Komo puede ser? de ande lo supites? ampesaron a demandarle los del kazal. El, ampeso a kontarles ke el ve todo, mizmo de leshos puede ver lo ke se pasa. Ma en dinguna manera no estava puediendo darles a entender lo ke era “ver”. La jente del kazal les estava demandando.. Kontamos, dizemos, kualo es ver? Mozotros mos dirijamos kon el bruido. Todo lo ke azemos, lo entendemos de los bruidos i del guezmo, mizmo si es un chiko bruido i mizmo si esta muy leshos.
“Bueno” disho el ombre ke teniya un ojo, andavos a este tepe ke se topa a la fin de el kazal… i azé jestos, i yo de aki vos va dizir lo ke veyo. Ansina dicho, se fueron al tepe, se asentaron en los bankos, el ombre les disho, “estash asentados en los bankos”.
Despues ampesaron a komer, el ombre les disho “estash komiendo agora”. El savio de la sivdad ke se topava al lado del ombre, le disho “Eee esto no es marifet grande, esto ya te lo puedo dizir i yo, por ke ya esto oyendo el bruido de las kucharas i de los chinis”. “Agora dizemos lo ke azen veremos” disho el savio… i todos los del tepe, entraron aryentro de una kuliba ke se topava aya. Kontinuaron a komer. El ombre ke teniya un solo ojo, no estava puedyendo ver lo ke estavan aziendo por ke estavan aryentro de la kuliba. Aviya pared. Komo puedemos ver lo ke se pasa detras de una pared. Ma la jente del kazal estavan puediendo entender ke estan kontinuando a komer, por ke puediyan oyir el mas chiko bruido de leshos, ke muestro ombre no puediya oyir. Su senso de oido no era tan developado, komo los de totalmente siegos.
Alora disho el savio: Tu sos mintiroso… mos kijites enganyar ke ves todo, ma mos avlates mintiras. No puede aver una koza semejante, tu tendras algun problema. Te vamosa egzaminar. Pishin yamaron al doktor del kazal ke i el era totalmente siego, komo los otros, para ke lo egzamine i para ke mire, komo de persona es este ombre, ke mos dize ke entiende todo sin oyir de muy leshos komo mozotros. Komo sera posivle una koza semejante?. Vino el doktor i

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 101 -
ampeso a egzaminarlo. Ampeso a palparlo el puerpo entero i vino sira a egzaminarle los ojos. Palpo el un ojo i sentio ke estava serrado, dunke no estava viendo de este ojo. En lo ke palpo el otro ojo, sentio ke el ojo estava avierto… i disho “Na! Aki tiene este ombre este problema, ke no esta puedyendo oyir de muy leshos komo mozotros. La çare es de siegarle i este ojo, para ke seya komo mozotros i ke pueda oyir i goler komo mozotros.” Esto ke oyo el ombre, tomo la buelta i ampeso a fuyirse del kazal a pie deskalso, en koryendo, para salvarse de los siegos. Esta konsejika se eskapa aki. Ma mos kere dar una leson, komo ya vos dishe al empesijo de mi mensaje. Los ke no ven, no poeden entender a los ke ven. Les parese bavajadas. I en keryendo endereçarlos, les kitan los ojos para asemejarlos a eyos mizmos. (Esta leson, en dizyendo “los ke no ven” no kere dizir “los siegos” verdadmente. Kere dizirmos los ke son inyorentes i los ke mankan de rikeza de alma.) Karinyozamente!..
El artikulo siguiente vengo de tradusirlo del Daily Telegraph.
La muerte de Ariel Sharon attiro bastante atension a traves el mundo komo uno ke era bien amado por los Judios i aborresido por los Arabos. Era una figura muy kontroversiala i uno ke preferaba mas la aksion ke las palabras.Por esta razon lo yamaban"The Bulldozer". Sus kolegas lo yamaban"ARIK"
En medio de su karriera komo Primer Ministro de Israel tuvo un golpe ke lo metio en un estado de "comatose" durante 8 anios. Por finir le daron todos honores en sus funerales delantre el Knesset i lo enterraron en su Rancho en el Negev al lado de su segunda mujer. Se fueron ayi representantes de 22 paises exsepto los dirijentes del Mundo Arabo. Munchos Israelianos disheron ke un hombre komo Ariel Sharon ke devuo toda su vida al estado no viene kada dia. Lo kompararon mismo al Rey David. Saludes a todos.
Sharon En El Centro Del Konflikto
Era un hombre korpolente kon su kuerpo detras de una pared de hombres de seguridad, kuando entro a un lugar santo de Jerusalem reklamando un monumento kontestado desde el empesijo del konflikto Arabo‐Israeliano. Lo ke vino despues fue una revuelta metiendo fin a las diskussiones de paz. 5 anios despues, Sharon ke viene de morir a la edad
Shimon Kapitan d’Estambol Shimon Geron
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 102 -
de 85 anios, entro en una kontroversia komo un "bulldozer" kon sus planos de retirar a Israel de Gaza i deslokalizar a 8500 kolonizadores malgrado las amenazas ke resibio kontra su vida por los extremistos Judios. Su retiro i la barriera ke konstruio entre Israel i los territorios okupados trokaron kompletamente la kara del konflikto i marko su ultimo akto ke dio la forma a Israel komo kualkier leader. Sharon era un fermero tornado soldado, soldado tornado politiko, politiko tornado hombre de estado, uno lavorando duro ke kreyo kolonias en tierras ganadas en guerra i no tuvo espanto de echar todo al aire, al pensar ke estas tierras no eran mas util. Sharon despues de un golpe se topo comatose durante 8 anios i por tanto fue honorado komo uno kon los mismos sentimientos kuando estaba en vida. Lo yamaron un heroe i sus enemigos un kriminel. "Tawfik Tirawi" disho ke el kieria effazar al Pueblo Palestiniano. El hombre ke Israel konosio komo ARIK se habia harvado en todas las guerras. Detestaba a Yasser Arafat, su adversario por la vida. Lo veia komo un obstakulo a la paz. Asi Ariel era detestado por el Mundo Arabo.
Sharon tuvo una vida de sorpresas sobretodo al ser elejido komo Primer Ministro en su viejez. En su primera ronda destruio la Infitada i en su segunda ronda se retiro de Gaza. Este retiro, libero a 1.3 Milliones de Palestinianos. El kijo separar la Palestina de Israel. Vido ke mas kriaturas nasian en la parte Araba. Abandono Gaza kon sus 21 kolonias Judias. 4 de mas en Samaria i Judea. Se hasia esto por la primera vez desde 1967. Konstruio muros a traves los dos lados kon trenchas para separar Israel de los territorios okupados. Desho del lado de Israel las kolonias mas pobladas. Munchos tenian el sospecho ke sin kontar en las diskussiones, se ivan a kedarsen ayi por siempre, en lugares importantes del punto de vista de defensa i de signifikasion religiosa. Nasido de parientes de inmigrantes de la Russia en 1928 en"Kfar Malal" al norte de Tel‐Aviv ,entro en la armada kon gente ke eran sobrevivientes del Holokosto. Se harvaron en la guerra de 1948 ke era la Guerra de Independensia. En 1967 komo kommandante fue alavado por sus kapasidades. Israel kapturo el Sinaii, el Golan, Samaria i Judea. Ma su mas grande viktoria fue en 1973 en la Guerra de Yom Kippur. Saliendo de su retiro a 45 anios

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 103 -
kommando 27.000 Israelianos a traves el Canal De Suez, trokando el resultado de la guerra. En 1982 fue Ministro De Defensa i se okupo de la invasion del Libano. Era un attako limitado para echar afuera a los guerreros Palestinianos de la frontiera al Norte de Israel. El konflikto se engrandesio i Israel se kedo en Libano por 18 anios. Entrando a Beirut los militares Israelianos fueron akusados de deshar entrar a la Militia Christiana al Campo de Refugiados Palestinianos "Sabra I Shatila". La idea era de echar afuera de ayi a los terroristos. Ma los Militias mataron a sienes de Palestinianos i entre eyos mujeres i kriaturas. Por finir una Kommission topo al Ministro de Defensa Ariel Sharon responsable. Lo echaron afuera de este puesto. Sharon el mismo se rehabilito poko a poko i servio en el Parlamento komo Ministro de Asuntos Extranjeros. El disho una vez a los kolonizadores de tomar lo mas de tierras.Subito hubo un revolte de la parte de los Palestinianos i esto reklamo las vidas de 3000 Arabos i 1000 Israelianos. Esta lucha kontinuo en 2001 i kon esto las diskussiones de paz se terminaron. Los Israelianos echaron la kulpa a
Yasser Arafat i por finir Ariel Sharon fue elejido Primer Ministro. En 2003 Sharon presento el plano de un Retiro Unilateral en Gaza. El penso ke era un territorio menos importante a la seguridad de Israel i ke se puedia haser sin ningun akuerdo kon los Palestinianos. Kisas esto fue un error kuando 2 anios mas tarde Hamas se apodero de este lugar i lanzo sus missiles hasia Israel unos kuantos anios despues. El retiro en lugar de traier una trankuilidad en separando Israel de Gaza,hizo el kontrario.Por tanto Ariel Sharon entro en poder kon su promesa de paz. Ke iva haser despues ninguno lo sabe komo su mandato se termino kon un golpe ke tuvo en 2006. Kisas su idea era de una manera o otra eliminar el peligro a Israel en separando a los 2 lados. No tener en sus manos una poblasion Araba mas alta ke la Judia. Sharon perdio a su mujer 2 vezes. Se kaso kon la hermana de su primera mujer ke se habia morido en un aksidente de automobil.Tuvo 2 hijos.GILAD i OMRI.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 104 -
La Lengua Hebrea (ivrit) y la adptación del inmigrante
Mi nombre es Susy Gruss y además de mis investigaciones sobre la literatura moderna escrita en ladino, trabajo como profesora de hebreo en un ulpán para olim hadashim.
Un ulpán es una escuela para el estudio intensivo del hebreo. La raíz hebrea de la palabra es la letra alef, primera letra del alfabeto. Los estudios de radio, de televisión y de grbación se denominan también ulpan radio, televizia.
La función del ulpán es la de enseñar a los inmigrantes adultos, olim hadashim, el idioma hebreo. Los cinco meses de estudio incluyen la enseñanza de historia, cultura y geografía de Israel. El principal objetivo del ulpán es ayudar a los nuevos ciudadanos a integrarse lo más rápido y fácilmente posible a la vida social, cultural y económica del país.
Reconociendo su aproximación inovadora a la enseñanza del idioma desde una perspectiva cultural, el sistema del ulpán ha sido adoptado por otros países en un intento de revivir sus propios lenguajes, tanto aquellos que se están perdiendo o incluso lenguas muertas. Entre otros países Gales, Cataluña, Azerbaijan y Nueva Zelandia diseñaron sus sistemas de enseñanza del idioma siguiendo el modelo del ulpán. Incluso Gales retuvo el nombre de ulpán para uno de sus cursos para principiantes, bajo la forma gala de Wlpan.
Desde el punto de vista histórico Israel fue siempre un país multilingüísta si bien la ideología de renacimiento nacional censuró el uso de otras lenguas étnico‐nacionales y despreció la segunda lengua oficial – el árabe.
A finales del milenio cerca de 600,000 ciudadanos hablaban ruso y 50,000 etíopes el amhárico como lengua materna. Curiosamente el español, en su variante dialectal conocida como "ladino", se habla en Israel desde hace más de 400 año, siendo que los expulsados de España llegaron a Zafed, Tiberíades y Jerusalén. El número de ladinoparlantes es difuso, no sólo por el nivel en el dominio de la lengua sino, porque parte de la
Susy Gruss Ramat-Gan / Israel

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 105 -
población de habla "ladina" otras lenguas como segundo idioma materno (el griego, el turco, el búlgaro) y en muchas estadísticas se les contabiliza como hablantes de esas lenguas y no del judeoespañol.
Los esfuerzos realizados por los pioneros de la primera ola inmigratoria, alyiá rishoná (1882‐1904) emblemáticamente representados por Eliezer ben Yehuda y sus fieles seguidores que, motivados por las ideas de renovación nacional y por el rechazo al estilo de vida de la diáspora, impusieron el hebreo como medio de comunicación habitual entre los judíos. Para tal fin se fundaron academias para docentes, escuelas y cursos para adultos en las grandes ciudades y en las nuevas colonias. Cabe destacar que el objetivo de esta acción educativa no apuntaba a la integración del inmigrante sino al puro renacimiento nacional de la lengua hebrea.
La segunda ola inmigratoria (1904‐1914) se caracterizó por su temple humanista y socialista; los jóvenes idealistas afrontaron una doble contienda nacional: "la conquista del trabajo hebreo" en el plano laboral y "la conquista de la lengua". El incipiente "movimiento obrero" organizó cursos de hebreo para el proletariado
judío, fundó bibliotecas y fomentó actividades culturales en hebreo. La clase obrera y los docentes (La unión docente, Histadrut hamorim, fue fundada en 1903) colaboraron eficazmente ante la llamada "Guerra de lenguas" (1913‐1914) que estalló a consecuencia de la fundación del Technion en Haifa y la discordia sobre lengua de enseñanza de la institución: hebreo o alemán.
La Declaración Balfour (1917), que manifiesta formalmente la creación de un "Hogar nacional judío en el Mandato Británico", vislumbró la posibilidad de una inmigración masiva hecho que promovió la propagación de la lengua. Durante los años de dominio británico, si bien el idioma oficial fue el inglés, las comunidades judía y árabe gozaron de una autonomía lingúística relativa.
Entre los años 1919‐1936 se suscedieron una tras otra la tercera, cuarta y quinta corrientes inmigratorias. Para afrontar el aluvión de nuevos inmigrantes fue fundada la "Comisión de cultura del movimiento obrero" que tomó a su cargo las funciones administrativas y programáticas de la educación del adulto; otros entes públicos, municipales y políticos asumieron también amplias responsabilidades al respecto. La carencia de
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 106 -
presupuesto y de docentes especializados era notoria. En 1919 se impartieron durante 18 días 68 clases de capacitación docente. En 1924 fue publicado el primer compendio de lecturas y ejercicios para el aprendizaje del hebreo "Mesilá" confeccionado por Shmuel Avineri y Eliezer Shaiyn. En el primer congreso de docentes vespertinos, que tuvo lugar en Tel Aviv en 1925, se plantearon temas pedagógicos y de planificación educativa. A raíz de los cambios de regímenes políticos en europa arribaron al país entre los años 1932‐1945 más de 250.000 refugiados en su mayoría oriundos de Alemania, europa central y oriental. La presión pública sobre ellos fue muy fuerte causando un abandono casi total del uso del alemán, el polaco y el ydish. Algunos sectores siguieron manteniendo las lenguas diaspóricas para el uso doméstico y familiar. La consecuencia directa para la segunda generación fue el de un analfabetismo en su lengua materna con consecuencias socioculturales negativas. En otros sectores más radicales, como los establecimientos agrícolas comunitarios (kibutzim, moshavim), la segunda generación no tuvo siquiera una recepción pasiva de otra lengua y crecieron en una realidad monolingüística.
El tratamiento recibido por el pueblo judío durante la Segunda Guerra Mundial convirtió la opción sionista en la única alternativa razonable para el futuro de la existencia del pueblo como colectivo. La inmigración masiva: lengua e integración
El volumen de inmigrantes que Israel recibió entre 1948‐1954 triplicó la población local que contaba antes del establecimiento del Estado con una población judía de 600.000 almas. Esta realidad generó una reorganización de las estructuras laborales, económicas y sociales del incipiente estado. Si bien todos se reconocían a si mismos como judíos, su lenguaje y cultura se caracterizaba por la heterogeneidad: judíos de europa occidental y oriental, sobrevivientes del Holocausto, judíos de los países musulmanes del norte de África y Asia y las distantes comunidades de Yemen convergieron en un territorio acosado por la guerra de independencia. Fue necesaria una política lingüística rápida capaz de responder al desafío nacional y minimizar conflictos en el plano lingüístico‐comunicativo. El paso por un ulpán y el aprendizaje del hebreo serviría como un lazo de unión y de ayuda para desarrollar una identidad común y un sentido de pertenencia con el estado.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 107 -
Si bien los objetivos estaban claros, no siempre se tuvieron en cuenta las diferencias socio‐culturales entre los inmigrantes, los índices de analfabetismo y las situaciones de multilingüismo derivadas de la inmigración.
He aquí un ejemplo sobre las rivalidades lingüísticas entre inmigrantes de origen azquenasí y sefardí, escritas en 1950 por Itzhak Ben Rubí (Grecia 1903‐ Israel 1977), en su libro Causerías humorísticas de Chimón Chimón:
Un compañero del Beth Olim [centro de absorcion de inmigrantes], se asserco ayer de mi y no se lo que me dicho:
‐ Ma ze? Le demandi, ze ivrit? [que es esto? Hebreo?]
‐ Lo, me respondio, ani lo iodea ivrit. [yo no se hebreo]
‐ Tov, me dicho el, ata lo iodea ydisch? Germanit? Polanit? Russit? Ungarit? Eh!!! Eze safa ata iodea? (que lingua saves)
La verdad que me averguensi mucho de mi iniorensa y no respondi nada [..] Ma en este momento me vino una idea como aqueyas que le vienen, en veses, a vuestro amigo Chimon Chimon:
‐ Bo ena, Habibi, le diche: ata iodea tsarfatit? [ven aqui, tu sabes frances]
‐ Lo, me respondio el.
‐ Bulgarit? Yevanit? Turquit? Italkit? Sepharadit? Eh!!! Eze safa ata iodea? [que idoma dominas?] Y na que mi savio companiero se quedo cayado y abatido como una gaïna mojada! La integración del inmigrante, en el sentido moderno de la palabra, oscila entre la asimilación y el multiculturalismo; en los años cincuenta la integración del inmigrante en Israel fue entendida bajo el concepto de asimilación: el nuevo inmigrante, olé hadash, debía renunciar a su lengua y a su cultura para ser admitido por los sabras, los nativos y los inmigrantes veteranos ya integrados. La renuncia a la lengua materna, en el caso de los sefardíes, el abandono del ladino, vulneró el esquema de valores del colectivo y la consecuencia directa es hoy una segunda y una tercera generación en Israel que desconoce por completa la lengua de sus antepasados: el ladino.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 108 -
Fernando de Rojas i su ovra: La Celestina
Eskrivano espanyol, famozo por su ovra, La Celestina, Fernando de Rojas era el desendiente de una famiya de djudyos konversos, ke fue persekutada por la Inkizision. Graduado de derecho en Salamanca, empeso a pratikar komo avokato en Talavera, ande yego a ser su mayor. Se kreye ke eskrivyo solamente un livro, ma de una importansa fundementala en la istoria de la literatura: La Celestina. Su primera edision ke fue publikada anonimamente en 1499, en Burgos, basho el titolo: Comedia de Calisto y Melibea, inkluiva solo su primer akto. Se estima ke entre 1499 i 1634 fueron publikadas en kastelyano, 109 edisiones, no solo en Espanya, ma i en otros payizes evropeos, ande fueron tambien tesladadas a diversas linguas. En la letra a su amigo, ke presedio la edision del anyo 1500 en Toledo, Rojas eskrive ke kuando enkontro el primer akto de la ovra, se gusto tanto ke se desidio de kompletarla. Esta notisia fue konfirmada por la mayoria de los espesialistos. Se pensa ke la primera edision ke okupava serka de la sinkenia parte del livro averia pudido ser redijida por un otor, sin ke su identidad es konosida,
Gad Nassi Israel
Fernando de Rojas 1470 – 1541

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 109 -
portanto Rojas nota en su letra los nombres de Juan de Mena i de Rodrigo Cota komo sus posibles otores.
Aun su forma de dialogo, La Celestina no es estriktamente una ovra teatrala. Ma su jenro konserva sin duvdo los prinsipales parametros de la komedia umanista, kreada en Italia en el siglo XIV por Petrarca, ke Rojas konosia muy bien. La evolusion avahar de un simple argumento, la ondura de la psikolojia de los personajes, sin atadijo kon sus estado sosial, el realizmo i la
variedad stilistika son los karakterisikos de la komedia umana, ke pueden ser klaramente rekonosidas en La Celestina. Se trata, en definitiva de ovras dialogadas de karakter dramatiko, ma non destinadas a la reprezentasion, sino ke a la lektura a boz alta delantre de un oditorio – asigun ke, Rojas mizmo lo afirma en su prologo. La Celestina es una estorya trajika de amor, en lakuala son mesklados los enganyos de los proksenetos, de los servidores desonestos i alavadores.
Ansi se derula la ovra: el joven Calisto entra a una guerta para rekuperar su falkon i renkontra a Melibea. Es ebluido por su belleza i le deklara su amor, ma Melibea lo refuza. Calisto abolta a su kaza i se abandona a la melankolia, i manifesta su pasion:
Melibea kon Celestina
En la syedra: una de las primeras edisiones de La Celestina. En el derecho: una de las kontemporanas edisiones de La
Celestina
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 110 -
"Melibea es i a Melibea la adoro i en Melibea kreyo i a Melibea amo". Segiendo el konsejo de su servidor Semprano, Calisto, para gozarse de las favores de Melibea, se konvense de uzar los servisios de una prokseneta vieja, ke se yama Celestina; Pármeno, su otro servidor, lo previene sovre la malisia de Celestina i adjusta ke la reputasion de Celestina es tan negra, ke sola su prezensia es un dezonor para su kaza. Ma, Calisto inyora su konsejo, resive a Celestina en su kaza, ke le promete de enkontrarse kon Melibea. Es siguro ke Celestina resivera moneda i otras favores en kambio de sus servisios, lo ke la aze akseptar de partir akompanyada de Sempronio ansi ke de Pármeno, ke entretiempo parviene de konvensarlo. Kon un preteksto deskriviendo sus aktividades, Celestina reushe a entrar a la kaza de Melibea i logra de avlarla en privado. Kuando Melibea entyende las intensiones de la vieja, manifesta su fiertad de mujer endenyandose del duvdo enverso su onestedad. Entonses, Celestina pretende ke vino para emprestar su amuleto para kurar a Calisto, ke sufre de una terible dolor de muela. Melibea le da
el amuleto i le roga de volver para dar una orasion a su protejido; surmontando su fiertad ke avia provokado su refuzo, Celibea es tambien kapturada por la pasion. Celestina informa Calisto de los rezultados de sus avansos, Calisto alegrado, le da muevos regalos. Durante la segunda vijita de Celestina, Melibea no es maz kapache de guadrar su amor por Calisto, i konfesa ke esta pronta a enkontrarse una noche en su guerta kon Calisto. C elestina resive la finala parte de su salario: una kadena de oro.
Pármeno i Sempronio vijitan a Celestina para egzijar sus parte de la ganansia, asigun ke se avian kedado de akordo. Ma, Celestina syegada por la kupididad, se niega. Los sevidores la matan i, son kapturados por la djustisia i dekapitados.
Aun el eskandalo i el dezonor publiko, Calisto se enkontra kon Melibea. Estando kon eya, oye los
La matansina de Celestina

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 111 -
gritos de su servidor Sosia, ke se pelea en la kaye kon rufianos. Salta de la pared de la guerta para ayudarle, kaye i es matado. Supiendo la muerte de Calisto, Melibea se enserra en una torre, ande konfesa a su padre, Plenerio, todo lo ke avia pasado. Melibea se suisida en echandose de la torre. La ovra se termina kon el impresionante lamento de Preberio: una imprekasion kontra los males del mundo i el poder destruktor de las pasiones. La desepsion i la rankor provokadas por la konversion forsada karakterizan el estado de alma de los djudyos espanyoles de los siglos XV i XVI. La derizion i el sarkazmo verso la sosiedad ke paresen en las kreasiones de los konversos en esta perioda son probablamente el produkto de la detresa i la revolta de estos konversos. En efekto, Rojas en su ovra trasa un portreto amargo de la sosiedad ke, kon sus normas i el komporto de su djente, konstitue un paradokso de la aspirasion a ser una sosiedad kristiana. Los personajes ajisan kon egoizmo, por sus proprio intereso, syegados por la
pasion, la luksuria, la kupididad, la lavisidad i el aiso, i persigen la moneda o el plazer. Otras interpretasiones ke sovresalen el aksente de la kondision de konverso de Rojas, koinsiden en Celestina a la depiksion de una sosiedad en kriza: una sosiedad ke perdio las valores del antiguo sistemo feodal – el onor i la dinyitad de la noblesa, ansi ke la moralitad i los vertudos de la vida kristiana. Los jovenes amantes trespizan sus dinyitad, los servidores persigen sus proprio interes, el mundo delinkuante de Celestina sierve el plazer immediate i inyora tambien toda moralitad. De estas perspektivas, La Celestina refleta una epoka en degradasion, afektada de una kriza morala, i en un proseso de desagregasion. Fuente: forojudio.com
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 112 -
Bever Alzete de Pishkado Nose si tuvitesh la okazion de bever Azete de Pishkado. El tiempo de la sigunda gerra general no se enkuantrava mounchas kozas para komer. Demanera ke las kriyaturas estavan flakas de no topar las propias alimantasiones. Grasias ke egzistiya emportasion de Azete de Pishkado, kada famiya davan a bever a sous kriaturas esta azete ke era mouy terrible a beverse. Me akodro en mi kaza siempre teniyamos bokalikos (bottles) color blu ke viniya con esta azete. Kuando mi padre trayiya esta azete, para mi i para mis ermanos era distruision de el moundo para beverse. Era fuir de kamareta a kamareta. Mi madre echava yave en la puerta de la kaye para ke no eskapemos para la kaye.
Finalmente la preparasion de bever esta azete ke paresia una purga, era preparar tejadas ne naranjas (Portokal en Turko) i serrar los ojos avrir la boka en deteniendo las tejadas de naranjas en la mano serka de la
boka, apenas mi madre mos metiya la kuchara de azete en la boka, immediatamente metiyamos el sumo de naranja para pasifiar la savor de esta purga. Miz ermanas miravan de un bodre de la kamareta por ver mi reaksion, porke en sigyente les iva vinir a las kavesas de eyas la mizma estorya. Esto se beviya para engodrar i para ke de fuersas. Kada vez ke me akodro de esta azete, mi alguenga me se estremese.
Albert Contente mos Konta New York / USA

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 113 -
Estamos entrando a un muevo anyo. Kualo se puede suetar, mas ke sanedad, paz i repozo para toda la umanidad. Sueto ke el 2014 seya anyada de esperansa, optimismo, de buena umor, i felisidad. Si estash de akordo, alora, venid i…
Mos Alegraremos un Poko En eskarvando mis dokumentos vyejos ke yamo “mis trezoros”, deskuvri un artikolo, ke yo aviya eskrito para un konkorso organizado por una revista Franseza, antes 15‐20 anyos. La tema era: “GAİTE EST SANTE” (Alegriya es sanedad). Lo meldi el teksto i me plazyo de konstatar ke mi manera de pensar, mi vizyon sovre la vida i mi optimismo, no trokaron entervalo de tantos anyos. i, tambyen, mi pasensya, porke es un teksto bastante largo. Penso azer un ancho rezume. En Fransez, ay doz byervos, 1)‐Gaite i 2)‐Joie, ke en aparensya, tyenen mezma sinyifikasyon. Portanto,
ay una nuans entre eyos. El primer eksprima un estado kontinual, el karakter, la natura de la persona, naturalmente opozada a la melankolia. El sigundo byervo indika un sentimyento, una emosyon kavzados por un evenimiento. Es una demostrasyon de kontentes ke puede ser pasajera o turavle un syerto tyempo. Espero ke lo reushi a eksplikar… En Judeo‐Espanyol, yo konosko solo “Alegriya” i naturalmente sus diversas versyones. Entonses, vamos emplear este byervo komo karakter, en dando por empesar, una definisyon: “Es una dispozisyon oroza de la alma i del meoyo, ke se manifesta kon una umor agradavle, una fizyonomia sonriente. Es tambyen, una kualidad, un sinyo de sanedad moral i fizika, es un dono… Un dono, ke en realidad, lo puedemos tener todos. Ansi ke lo digo syempre, todo dono deve kultivarse. Komo? Por empesar devemos admeter ke no solo las trandafilas tyenen punchones, ma ke tambyen i los punchones tyenen trandafilas. Esto es el optimismo ke kamina braso kon braso, djuntos kon la alegriya…
Coya Delevi - I İstanbul
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 114 -
Los doktores afirman : “El moral bueno es la mitad de la terapia”. İ KUALO ES ESTO?… Si no la buena umor, su relasyon entre el “ Sistema nervozo”, el organismo i el mental? Las ansyas azen el efeto de un martiyo, chapteando chikas dadas sovre el meoyo. Se deve bushkar remedyos de aleshar este stress, ke kavza danyos. El karakter se agrea, myentres ke la alegriya, el optimismo ermozea la persona. Vemos en vezes, damas de una syerta edad, ke tyenen un sukseso, ke inspiran simpatia. Tyenen una luz interyora ke ilumina sus fizyonomias. Aki, vos va konfiar una formula: de vez en kuando, mira de somreir en pensando o rememorando un rekuerdo dulse, alegre, i otras kozas ermozas. Alora, la djente vos diran ansi: “Oy estas briyando, ke prodokto empleas? Myentres ke otras, kon tyempo, estan tomando un ayre “aedado”, tu komo estas azyendo para kedar MANSEVA?!!” Puede ser ke egzajeri un poko, ma kreevos, yo, unas, doz vezes oyi estas palavras, (sin kerer alavarme!), ma, era antes munchos anyos!! El sekreto? Munchos…. Para no ser triste, antes de todo devesh ayudarvos de vozos para vozos. El pesimisto pyedre la gana i
la fuersa de gerrear, de luchar para venser o minimizar las razones de pesimizmo. Ay diyas ke mos alevantamos del pye syedro… Todo va tuguerto. No tenemos gana ni de sonreir. Los profesyonales, dan este konsejo: “Ensima de una karta jeografika echad un ojo sovre los paises teniendo una suerta inferiora a la vuestra. Por egzempyo: el klima, gerras, ambyertura ets… Vuestros problemas kedan bavajadas …” La alegriya, la vera, es un dono de los sielos. Es tambien una kualidad ke se gana kon un poko de buena veluntad, sin olvidar ke es tambyen “SANEDAD”. Mis sinseros suetos de paz i repozo para el mundo entero en 2014.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 115 -
A la okazyon del Diya Enternasyonal del LADİNO
Judeo-Espanyol: Lingua del Egzilo
Si oy en diya estamos kontinuando a eskrivir, a meldar i mizmo, si es tan poko a avlar esta lingua, es a muestras madres ke lo devemos. A La Madre Djudia. En el korso de muestra İstorya, es eya ke djugo el rolo importante en la konservasyon de la lingua de muestros ansetros, ansi ke el Ptrimonio Kultural de muestras Valores Tradisyonalas. El Judeo‐Espanyol o el Ladino, es la lingua de la Nostaljiya i Egzilo. La lingua ke avlavan muestros avuelos arrondjados de la Peninsula İberika. Asigun syertos dokumentos, myentres kaji los 2 siglos ke sigieron el Egzodio del 1492, eyos reusheron a konservar el Espanyol. Se puede dizir, el Judeo‐Espanyol nasyo del vezindado de Los Sefaradis kon los Muzulmanos, Gregos ets.. kuando fueron
esparsidos en las Tyerras Otomanas. Es por esta razon ke emplei el byervo “Egzilo”. Bueno.. Aktualmente ande estamos?.. Antes de topar la repuesta, kero aki eksprimir la deziluzyon ke sinti myentres un “Panel”. Unos, dos oradores dyeron a entender ke el Judeo‐Espanyol fue (i puede ser kontinua a ser en syertos sirkolos) la idioma de los non instruidos, komo tambien syertos lugares, espesyalmente Galata, syendo sus distriktos. A kada okazyon protesti kontra esta etiketa d’inferioridad apegada a muestra lingua i al sentro ande me engrandesi, pasi mis 20 primeros anyos. Una etiketa sin baza… Al kontraryo, eran nombrozos los abitantes instruidos de Galata. Malgrado ke munchos pensan ke la mayoriya de los instruidos se averguensavan de avlar el Judeo‐Espanyol, lo se muy bien ke esto tambien no es verdad. Entre eyos, puedo sitar vizinos i munchos konosidos. Tambien, mis paryentes, sus amigos, i munchos, munchos otros. Eyos konosiyan el fransez ke estudyaron en la Alliance de Trakya. Ma, en muestras kazas syempre se avlo el J‐E. Oy, esta lingua es mi grande rikeza. No se empleava akel
Coya Delevi - II İstanbul
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 116 -
tyempo la nombradiya J‐E o Ladino. Para mozotros era simplemente avlar en djudio. Todos ya tenemos muestra idea sovre syertas razones ke kavzaron la desparisyon graduala de la lingua. A una epoka mos entravimos de avlarla. Aki no kero analizar esta kestyon al fondo. En el seno de la famiya, munchos, mizmo si no eran todos, kontinuimos a avlar el “djudio”. Ken, achakes de los aedados. Ken, porke amavamos esta lingua. A un momento, ampesimos a ver la influensa de l’Alliance. Aki, naturalmente no akulpo esta Grande İnstitusyon, ni siguro dinguno. Ma, devemos tambien atorgar, ke munchas famiyas, kon una doza de “snobizmo” adoptaron el fransez, aleshandosen sistematikamente, de avlar “djudio”. No le dyeron afilu la shans de ser a lo menos, sus lingua sigundarya. Yerrado o no, esto es mi punto de vista. Syempre me entravi de emplear la nosyon “klasa inferiora”, una palavra ke me desgusta. Portanto, ay una realidad ke no se puede deshar por una parte. Todos savemos ke un ancho grupo de muestra Komunidad, de una manera o otra, no tuvo las
posivilidades de azer estudyos o ambezarse el fransez.
Ansi, este grupo fue otomatikamente klasado al rango inferyor. İ esto, porke kontinuaron a avlar ekskluzivamente el Judeo‐Espanyol. Naturalmente, por las egzijensyas de la vida kotidyana, uzaron i el turko, kuando byen, kuando mal avlado…
Aktualmente, aki i en la Diaspora, veluntaryos ovran a no deshar olvidar la Lingua i la Kultura Sefaradita. Son akademisyenes, ensenyantes, eskrivanos ets… Konosen varias linguas etranyeras, ma konosen tambien i el Ladino. İ en muestro derredor puedemos sitar personas valorozas ke konservaron esta lingua.
No kontentandosen de konservarla, luchan para propajarla, no desharla olvidar. Mis argumentos muy probavle son insufizyentes ma son la preva ke avlar “Djudio” no estuvo en el monopolyo de un grupo espesifiko, ke unos kalifikaron de “non instruidos”…
Keridos amigos, no permeteremos la desparesyon de este patrimonio presyozo ke deve apartener a las futuras jenerasyones.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 117 -
Ermandad Entre Komunidades de Meksiko i İzmir
En el mez de noviembre, recibimos en Izmir una vijita muy importante. El presidente de la komunidad sefaradi de Meksiko, David Beja y su senyora, el Segundo presidente Abraham Maya, el
presidente de komunidades sefaradies de Sudamerica Alberto Levy vijitaron muestra komunidad. Kon eyos tambien vino un rabino de Meksiko, Moises Chicurel. Izmir tiene un lugar importante en la historia judia. La siudad interesa a munchos, porke tiene sinagogas importantes, tambien una estruktura de komunidad ke viene de 1605. Siempre ay vijitas a Izmir de todo el mundo. Ma esta vijita de Meksiko tenia un razon diferente.
Moris Şaul İzmir
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 118 -
Meksiko tiene muncha importancia en el mundo sefaradi. En Meksiko, biven Sefaradim, Ashkenazim y Mizrahim. La komunidad Sefaradi esta formada por imigrantes de Balkanes y Egeo ke avlavan el Ladino. Eyos usan los makames turkos en las sinagogas. Porke no ay muncha cente de este grupo, la kultura sefaradi se esta desaziendo en la kultura de mizrahim en todo el mundo. Meksiko es el solo lugar en el mundo aparte de Turkia, ande la kultura sefaradi se esta tratando de protejer. Sinkomil personas en Meksiko tienen su komunidad ke kontinua la kultura de Ladino y los makames turkos en la sinagoga.
La komunidad de Meksiko konose muy bien sus padres ke bivieron en Espanya y Turkia y despues fueron a Meksiko. Por esto azen muncho esfuerso para no pedrer muesra kultura. Estan manteniendo rabinos, uno de eyos Moisas Chicurel, ke save bien muestra kultura i historia. En vez de traer kozas populares de judaismo mundial de hoy, estan estudiando el modo de azer kozas en la manera de sefaradim, komo azian muestros abuelos. La razon de asta vijita era empesar una ermandad entre komunidades. Se firmo un dokumento de ermandad por los presidentes de dos komunidades, kon la prezensya de membros de Izmir. Podemos ser pokos en kada pais, pero en el mundo entero no somos tanto poko. Despues de este akuerdo de hermandad, vamos a empezar munchas maneras de colaboraciones entre komunidades. Vamos a rekojer ideas de lo ke se puede azer, y kon la delegasyon elejido, vomos a kontinuar kon projektos en varios temas. El el boletin de Diyalog, vamos a eskrivir kada novedad de esta kolaborasyon.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 119 -
En Tyerras Ajenas Yo me Namori
En tyerras ajenas yo me namori!.. Me namori de una lingua maraviyosa, el djudeo‐espanyol, kon la kuala salio la komunita djudya de Espanya, de muestra Sefarad kerida ay mas de 500 anyos, en 1492, tristemente (malorozamente) ekspulzada por Fernando i Isabel, akeyos reyes de los ke me ambezi en la eskola, ke kon sus ayudos, prensipalmente de Isabel, Cristobal Colon deskuvrio un muevo mundo, la Amerika, un mundo ke no savya el ke eksistya, sino ke pensó ke yego a las Indias por otruna kamino, i es todo lo ke me ambezi, nunca no sinti ensima de la ekspulsion de los djudios por los Reyes Katolikos. Fue denspues, en la Universita, en la UNAM, en Meksiko, ande nasi, ke me ambezi el ebreo i
deskuvri, komo lo izo Colon antes 500 anyos un muevo mundo, keryendo ambezarme el ebreo, deskuvri el djudeo‐espanyol i el sefardismo, i me sosprendi de ke 500 anyos denpues, la djente sefaradi kontinue de avlar la lingua de Espanya, kon sus trokamyentos sigun el lugar ande moro la komunita: Izmir, Estanbul, Rodes, Salonik, ets.
Keryendo meldar la Tora en ebreo, agora meldo i tambien el Meam Loez en djudeo‐espanyol i meldo los eskritos de LK, de djente djudeo‐espanyolavlantes de las kuatro partes del mundo, djente amavle kon mi, djente ke kuando le demando kualker koza ke no entiende bueno mi meoyo, me aresponde presto, personas maravyosas de las kualas es plazer meldar sus eskritos.
Tomando un kafiko en la demanyana o a la nochada i ambezarme de eyos mil kozas, mizmo ke no nasi ni kon el djudeo‐espanyol, ni kon sus kultura, ni kon el djudezmo, kada diya me namoro mas de eyo i kero luchar endjunto kon todos los djudeo‐espanyolavlantes para ke muestra lingua, deke ya penso ke es tambien i mia, no muera, ama ke tenga kada diya muevlos avlantes.
Fredy Cauich Valerio Sivdad de Meksiko
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 120 -
Kero enkorajar a todos akeyos ke nasieron kon el trezoro del djudeo‐espanyol para ke no lo deshen murir.
Kuantos de vozotros tenesh o tuvites un papu o una vava ke se ambezaron no dos linguas, la primera el djudeo‐espanyol i la sigunda la del lugar ande moraron, sino ke mas linguas.
De ke muestros ijos no se pueden ambezar la lingua del pais i el djudeo‐espanyol en kaza?
De ke muestros ijos tyenen ke deshar el djudeo‐espanyol para ambezarsen el inglez, o el franses o el Chino?
De ke muestros ijos tienen ke meldar el Meam Loez en una lengua ke no sea el djudeo‐espanyol?
Por siguro ke Baruh Spinoza o Elias Canetti pensaron en djudeo‐espanyol lo ke keriyan eskrivir, por siguro las demandas ke demandaba Spinoza al Dio, las demandaba en djudeo‐espanyol.
Por siguro Elias Canetti no se sintio “mnogo shtastliv”, “sehr glücklich” o “very happy” kuando
sintio la notisia de ser “Premio Nobel de Literatura 1981”, sino ke se sintio TRESALIDO por la notisia. En tyerras ajenas yo me namori, de ke vuestros ijos i vuestros inyetos no se namoran en tyerras propias? Arvoles yoran por luvyas i montanyas por ayres, ansi yora el djudeo‐espanyol por avlantes… Fredy Cauich Valerio de Sivdad de Meksiko

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 121 -
Mi chikez en Concordia (Anyos ‘50s.)
Para la sesh de la tadre ya estamos los chikos atakanando las kozas para meter en el auto. Los asientos para papa i mama, la kasha de la komida, muy pezgada, kon las kupas i un kuchiyo. La kolchoneta enroyada. Los sandwiches de “matambre” (mata ambre) ke eran para chuparse los dedos. Este matambre ke teniya kolores kolorado, vedre, i blanko i era kortado en tajadas adientro del pan mojado kon alzeite i sal i un pedaziko de tomat. Kualo mas se metiya en la kasha? Agua en un bokal i buz por la kalorina. Mos movyamos presto, gozando del freskor de la plaje. Muestro auto se inchiya tanto kon los aparejos ke kaji no topavamos ande meter los piezes, ma kualo importava? Todo lo aziamos kon alegría, asperando la ora orada, kuando papa ke lavorava en el mupak (la kuzina)
en frente de la kaza i echava un dikish en lo ke era menester ke montemos al auto, metia yave i a la kaleja. El orden era: “todo listo a la fin del diya de lavoro.” Para al kavo la tadre, las siyas, la kasha de tavla kon los sandwiches, el paylon kon el karpuz en pedasos en el espasio ke keda entre los asientos de delantre i atrás. Ande metes los piezes? Kale ke veyas ande puedes. Los asientos para mama i papa lyados a la reja en el trazero del auto Ford 1929, mavi klaro. Kurto te lo are, papa eskapava del mupak i pishin mos suviamos i salíamos al kamino para la plaje, indomos presto, kada uno un buto, unos diez minutos. Los mayos los teniyamos enriva, de lana trikotados por mama kon un bretel atado al garon, debasho los vistidos, para ke no mos pare la polisia. Vos konto ke una vez, un oficial defendió a mi djenitor de entrar a la plaje, porke no vestìa el mayo. Ya yegavamos, kon bueno, se puediya entrar kon auto i desharlo a unos metros de la agua. Abashar i korrer al rio. Oohhh! Ferahhhj! Ke plazer la freskor
Buly Hazan Corrientes / Argentina
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 122 -
de la agua! Oskuresia i no avia lumbre. Si pedriyas alguna koza, se asendiya las luzes del auto i ver si se topa.
Me olvidi de dezirvos ke moravamos en Concordia al bodre del rio Uruguay, ke sinyfika “rio de los pasharos”. A la tadre, los veyiamos pasar bolando en linya al ras de la agua, los patos pretos, i algunas vezes pasava el kudiador en su bote, akavidando ke ya en la nochada no es siguro estar dentro de la agua. Mos embanyavamos, djugavamos en la balsa i azyamos modo de botes kon lastikes de auto o de moto, aziamos shakas fina ke mos enfasiavamos i
tornavamos a komer i echar lashon. Los grandes asentados enriva i los chikos en tapetes en la arena.
Ansina pasavamos el tyempo i los chikos mos dormiyamos debasho las estreyas i la luna oyendo las avlas i riyir de los grandes, fina ke se azia la ora orada i tornavamos a durmir en muestra kaza.
En el enverano, shabat i alhad mos ivamos a la tadre, después de durmir la syesta, i esto era gan eden. Los sauces en la plaje kon sus kavelleras vedres, mabulana de djentes komo nosotros kuvriyan de autos el tereno. Mos adjuntavamos kon los otros djidyos en la solombra i kada uno i uno ke yegava adjuntava siya i ancheava la ronda. Leon yegava i gritava de leshos “Salud, djidyos!!!! “ Asentados en un serkolo kon mate, algunos diyas kon boyos, burekas de handrajo, kon karpus o uva, “un bokado un dukado!!!!!!” Kontar kuentos, riyir i avlar de los echos en la semana, la kehila, i mas i mas. Todos primos o vizinos: Isidoro ke trayia pan dulse Markola (el lo vendiya) kon frutas, Hazan, Hakim, Matarasso, i Teresita, la godrika siempre atakanada kon mushos roshos i orojales del boy de una azetuna en las orejas. Las kriyaturas, komo el riyo es klaro i siguro, tomavan sus djugos i se ivan a la agua la tadrada entera.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 123 -
En la oskurina de la tadre, tornavamos, entezados, mushos grizes tremblando, bushkando tovajas i kumida. Las madres mos davan leche kon Toddy, pan espondjado i a vezes pipinos, guevo haminado, tomat, berendjena frita. Mas a la noche, lingua o matambre kon pan. No avia paras para ir a Mar del Plata o Buenos Aires de vakansa i esto era muestro deskanso i plazer i mos enkantava. A dinguno le mankava diversyon. Todo esto se troko kon la yegada del progreso i la konstruksion de una represa (un baraj) sovre el riyo ke kavako el piso. Agora kuando la agua sale del baraj ay muncho pelicro, i las aguas son marrones i suzias. Estas tadradas bivien en nuestros rekodros porke agora ay una rivera (promenade) ke adorna el bodre del riyo ande kaminan las djentes. Buly Hazan Noviembre 2013
Los Kostumbres De Mujeres Sefaradis
Munchos de los kostumbres sefaradis, avagar avagar, se estan dezaparesiendo i siendo olvidados sovre todo kon la muerte de muestros djenitores. Uno de estos kostumbres, ke me desho mi madre, ke lo resivio de mi avuela i ansi fue pasado de djeneracion a djeneracion, se yama “Aprekantar” o “Prekantar”. Eran biervos resitados en boz basha para los males, no tan graves, i para kitar la aynara i el ojo malo de la persona ke por esto se izo hazina, i para ke este mal se fuera a las profondezas de la mar. Poko entendia el senso de los biervos, ni mizmo eya savia me eksplikar. Solo me dizia “ansina ay ke ser” i kon muncha fe este ritual me sonava komo una bendision. Ansi dizia:
Viviane Behar Rio de Janerio / Brasil
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 124 -
“ “Kon el nombre del Dio de Avraham, de Ishak, Yako, Moshe, Aron, David i Shelomo, andando i kaminando topi kon Eliyau Hanavi.
‐ Ande vas?
‐ Ande …… (el nombre de ka persona), ija de su madre, abever su sangre, a rayar su gueso, a komer su karne.
‐ Yo te djuro, te condjuro por lo seko, por lo vedre, por los angeles, por el sol i la luna i la santa eskritura, por la yeshiva de Rabi Ben Yohai, ni aya vayas, ni mal le agas, ni su sangre bevas, ni su karne komas, nu su gueso rayes.
‐ Por esto me djurates, aya ire, a su kavesera me sentare; el ojo malo, la avla mala, la aynara, todos los males (dolor de kavesa, dolor de tripa, …., …,) de aki los kito, a la mar los echo, todos los males ke se vaigan a las profornduras de la mar”
”
Esto se repetia tres vezes por tres dias, a lo mas, en los dias de sefer (lunes i djueves) kon onze klavos arientro de la mano derecha i se iva passando la mano por la kavesa i el kuerpo de la persona, o ande tenia la dolor. Despues estos klavos eran kemados en el fuego o en la brasa i echados en agua koriente para ke se fueran al dip de la mar. Dainda me akodro kon muncho eskarinyo de kuando mi madre prekantava mi ijika ke tinia mal de garon. Mizmo ke esto no la eskapo de una sirurjia, ma a mi me se ablandava la alma a kada ves ke mi madre la bendizia. Viviane Behar Rio de Janeiro‐ Brasil (Publikado en El Djudio, la revista del Centro Hebraiko Riograndense, Rio Grande do Sul – Brasil ).

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 125 -
PARA KE NO SE
OLVİDE
TE AMO LINGUA MIA KARA
Lingva mia dulse, Lingva de mi chikez mazaluda,
Lingva de mis dias klaros, Ke volaron tan presto
Komo volan pasharikos!
Zorka Grigorova
Prezentasion El numero de los ke avlan el djudeo espanyol esta menguando de anyo en anyo. Entre los djovenes sovre todo son pokos los ke saven avlar. Se va olvidar del todo? Se va a kedar solo en los archivos este trezoro de la lengua i de la kultura djudeo ‐ espanyola? Animados del dezeo de konservar, yevar asta las jenerasiones venideras esta rikeza sefaradi en el anyo 1998 (kon la ayuda de Chitalishte “Emil Shekerdjiski” i “Shalom”) formamos un klub al ke dimos el nombre “Ladino”.
Kompozision I redaksion: Viktoria Atanasova
Ordenador: Leon Benatov Kachas: Albert Benatov
Fotos: Dime Krastev, Moni Franses, Sami Kohen
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 126 -
En muestras memorias ainda espuntan rekuerdos de akeya vida patriarkal, yena de kolor, amistad, respeto; espuntan rekuerdos de la chikez; de los djugos en el kurtijo i en la kaleja. Aki avlamos, kontamos konsejas, anekdotas, refranes, meldamos “Aki Yerushalayim”, kantamos. El intereso asia muestro klub esta kresiendo: toman parte en su aktividad 40 personas i mas; kontinuamos las tradisiones sefaradas en las fiestas en la famiya i en la komunidad ebrea en Sofia. El klub “Ladino” tomo parte en todos los festivales “Esperansa”de los sefardies de los paizes balkanikos. Establesio relasiones kon personalidades i institusiones ke lavoran para konservar i desvelopar el djudeo – espanyol. Muestros espektakulos fueron aresividos kon admirasion por el publiko estranjero porke ekspresavan en djudezmo kuadros autentikos de la vida sefaradi. El klub “Ladino” kontinua su aktividad kon sus enkontros regulares i al mezmo tiempo dezvelopa sus relasiones internasionales. En los ultimos anyos sus miembros tomaron parte en tres eventos muy importantes, komo:
‐ “Erensia” organizado por “Kaza Sefarad – Israel”‐ Espanya, Embajada de Espanya en Bulgaria, la organizasion “Shalom” – Bulgaria;
‐ Enkontro kon grupo de Ladino komunita;
‐ La Universidad de verano sovre la lengua i kultura sefaradies, organizada por el prof. Michael Halevi del Instituto de bushkedas sovre la istoria de los djidios de Alemania.
Estudiantes de 20 paizes ademas de oyir konferensias sovre lingva i istoria, pudieron realizar kontaktos kon personas ke avlan el djudeo ‐ espanyol i konservan las tradisiones sefaradies.
En muestro klub se kreo un ambiente de amistad i respeto. Kada uno desparta loke meldo o rekordos de su vida. Ansy aparesieron muevos kuentos ke prezentamos en este segundo livro “Para ke no se olvide”…
Unos de los kuentos contienen akontesimientos de la chikez o mansevez, portretos vivos i amables de nonas i nonos, madres i padres, tias i tios.
Otros kuentos ekspresan kon dolor i amargura los sufrimientos de los djidios en el periodo del fashismo en Bulgaria i la Ley de defensa de la nasion. Aunke

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 127 -
en akeyos anyos eramos chikos en la memoria kedaron vivos los kuadros de dezesperasion, ansia i orror ante el desastre ke reinavan en muestras famiyas. Estan bivos tambien los aktos de solidaridad de vezinos, amigos i konosidos i a vezes deskonosidos bulgaros.
Kada uno de los autores de los tekstos paso su chikez i ambezo el djudezmo en varias sivdades, en famiyas ke avlavan de modo diferente, por esto no korijimos la prononsiasion. Uzamos la grafia de “Aki Yerushalaiym”.
Dedicamos estos kuentos al 70 aniversario de la salvasión del eksterminio de los djudios bulgaros.
Rengrasiamos al profesor Michael Halevi por el koraje i los rekursor finansieros sin los ke no podiamos realizar el livro.
Rengrasiamos a los 18 autores del livro i al senyor Leon Benatov por su lavoro en el ordenador. Rengrasiamos a los Sres. Dime Krastev, Mony Franses, Sami Cohen por los fotos. Rengrasiamos a Albert Benatov por el ayudo de aprontar las tapas.
Viktoria Atanasova‐ Marso, 2013
La Segunda Direktiva No Vino
Gracia Albuhaire
Yo so de Karnobat‐ una sivdad chika de Bulgaria. En el tiempo de la Segunda gerra mondiala ayi bivian 100‐120 famiyas djudias, todos en una kaleja, ke se yamava “Male djudia”. En el tiempo de la gerra a los djidios mos metieron estreiyas amarias. Los ombres los embiaron a kavar i azer kaminos – leshos de las famiyas. Seraron las butikas djudias. Todos kedaron sin echo. La kaleja se izo “geto” i no deshavan salir a otro lugar. Tomaron el oro i las djoyas. Arekojeron los aparatos de radio para no oyir novedades. Serraron la eskola djudia ande las kriaturas ambezavan. Un dia vinieron soldados hitleristos i tomaron la eskola. Los komandantes estuvieron biviendo en las kazas de los rikos djidios. Despues partieron. Serraron el kal (sinagoga), para ke no mos arekojemos muncha djente en un lugar. Una tadre vinieron deportados djidios de Sofia.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 128 -
Estavan kansos i tristes. El prezidente de los djidios de Karnobat resivio lista kon los nombres de los deportados i orden ke los mete a bivir en las kazas djudias. De vista los ke vinieron los espartieron solo en las kazas djudias. Dos famiyas en una kamareta, en el tavan, en el maze, en el balkon serrado…viejos, mansevos, kriaturas, ijikos, ijas ‐ todos en una kamareta. Mozos teniamos dos kamaretas. En la una, mas grande, metieron dos famiyas‐ de ermano i ermana. El ermano era kosho, kon su mujer i dos kriaturas‐ ijika de 11 anyos i ijiko de 5 anyos. La famiya de la ermana tenia una ija de siete anyos i ijo de dos anyos. La madre era bivda. Ansi – siete personas en una kamareta. En esta kamareta avia una grande kama i un grande minder (kama de tavlas)‐ para 4 personas. Tres personas dormian en el piso, ke era de tierra tapada kon manta (cherga). Era elado i travavan mal. En la otra kamareta estava la muestra famiya i la tia miya‐ 6 personas. Estava elado. Teniamos una chika soba, ma no avia lenya. Al kavo del mes de marso, arekojeron todos los
ombres djidios i los enbiaron a azer kaminos. Para las mujeres no avia echo. No deshavan lavorar ande los bulgaros. No deshavan salir de la kaleja. Kedimos sin paras para komer. Ampeso grande ambre. Las vizinas bulgaras no mos pudian ayudar porke eran proves. El trigo, el zarzavat i las frutas se los tomavan para mantener los soldados. A mozos mos davan 150 gramos de pan al dia. Lo merkavamos de un orno turko, ke se topava en la zona djudia. Lo tomavamos kaente antes ke se skape. Para las kriaturas chikas no avia leche. El pan lo espartiamos en tres, para la demanyana, el mediodia i para la tadre. Mi ermaniko se lo komia en una vez‐ kaente, kaente. Despues no tenia pan i yorava ke esta ambierto. Mi madre le dava el pedasiko de pan suyo i kedava ambierta i despues se hazinio. Para ke no se mueran de ambre, los djidios, azieron en el kurtijo de la eskola lumbre i ampesaron a gizar supa para el mediodia. Gizavan un poko de frijoles kon muncha agua. De esta supa deshavamos i para la noche. Yo tenia un amigo ke estava lavorando muy lesho en el kampo. El kazaliko se yamava “Beli Izvor” serka de la sivdad Ardino. Las letras venian muy tadre. Un dia resivi muy triste letra. “Anoche no dormimos noche entera todos los

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 129 -
djidios. Serka de mozos en un treno kon vagones de karga, estavan enserrados muy munchos djidios, voyajando sin saver para onde. De las ventanikas chikas se estavan viendo kavesas. Estavan gritando: “Agua, agua, pan para las kriaturas…”Se estava oyendo gritos i yoros de kriaturas. Los muestros komandantes no mos desharon aserkar al lado del tren. Estava muy tragiko de ver esto todo i no poder ayudar…. Mos echimos a dormir kon kalsados, pensando ke mos va akonteser a mozos.”
En Karnobat no saviamos todo esto. No avia gazetas. Las novedadas se dezian al oido. Kualo azian kon los djidios en Polonia no saviamos. De vizinos bulgaros oimos por la tragedia del vapor ke se undio i todos los djidios fuiendose de Polonia, Romania i otros paizes se aogaron. Despues oimos por la gemia (vapor chiko) ke se partio en dos i munchos djidios se aogaron.
Entonses skrivi un livriko (komo una eleva puede eskrivir).sovre los aogados.
Un mediodia vinieron de la polisia i ampesaron bushkar en las kazas de la “male” djudia antifashistos. Entonses kemi el livriko. En Karnobat vino una Direktiva tragika. Ke mos
aprontamos un poko de bagaj, porke vamos partir a un lugar. Ke asperemos Segunda Direktiva ‐ kel dia i a ke ora vamos a partir. Mi madre ampeso a yorar: los vestidos stavan viejos, los kalsados rotos. Mi tia no podia kaminar….No teniamos nada para komer durante el kamino. No saviamos ke en este tiempo, bulgaros de la sivdad Kyustendil kon el deputado Dimitar Peshev, la egliza ortodoksa, grandes eskritores, los sindikatos azieron protestas, eskrivieron letras ke no mos embian a la muerte. Estos dias tragikos para los djidios no se olvidan. LA SEGUNDA DIREKTIVA NO VINO. Kedimos bivos. Damos munchas grasias a todos ke ayudaron para salvarmos.
En el DIYALoG siguiente:
TRAGEDIA EN EL KAMPO DE KONSENTRASION “KAILAKA”
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 130 -
75 ANIOS DESPUES DEL “KRISTALLNACHT”
Jewish News
Trauduisido por Shimon Geron En el Jewish News de esta semana "Caron Kemp" presento un artikulo en la okasion de 75 anios desde el "Kristallnacht". Este Pogrom tomo lugar antes ke Hitler entro en guerra. Era una noche de Noviembre en 1938 i se pasaron kosas ke nunka fueron vistas antes. Hay gente ke kreen ke fue en este dia ke empezo el Holokosto. Aki tengo la historia de uno ke vido kon sus ojos lo ke se paso i komo fue afektado por lo ke iva venir mas tarde. Este hombre tiene hoy 87 anios i vive en Londres. Era 8 de la maniana el 10 Noviembre 1938.Yo Hermann i mi hermano Julius de 12 anios viviendo en Karlsruhe al lado del Rio Rhein,a unos 70 kilometros de Frankfurt,estabamos indo a pie a la eskuela.Era un kamino ke tomaba 45 minutos. Se sentia en el aire un antagonismo i kuando Hitler entro en poder se torno a una realidad ke daba verguenza. Este dia paresio differente de los otros.La Gestapo estaba en guardia delantre un edifisio ke se estaba kemando.Se habia oido ke los profesores eran echados afuera subito segun las leyes introdusidas en Nurenberg.Los habian arrestado i enviado a los Kampos de Konsentrasion.
DE LA PRENSA
MONDİAL

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 131 -
Mi hermano i yo resibimos el orden de tornar a kasa. En este dia el mundo estaba temblando. Kaminando a kasa ya se sentia el olor de tavlas kemadas. Habian entrado en las tiendas robando todo i destruiendo. Estas tiendas apartenian a los Judios. Senti en mi korazon ke algo muy horrible se iva pasar. Esto termino ser el "Kristallnacht/Noche de vitrios rompidos". Munchos Judios en Alemania fueron matados kuando entraron en sus kasas, hospitales, sinagogas i eskuelas para robar. Mas de 1000 sinagogas fueron kemadas a traves el pais i kon esto 7000 negosios eran destruidos. Mi madre estaba en panik kuando le konti lo ke vimos. Se fue a ver a mi padre ke lavoraba en un banko i le disho ke se eskonde. Entretiempo vinieron a nuestro apartamento 2 offisiales de la Gestapo i nos forzaron a habrir la puerta. Nos metieron kontra la pared kon las manos arriba en el aire. Empezaron a buskar a mis parientes. No kijieron kreer ke no estaban en kasa. Despues kitaron sus revolveres apuntandolos en la nariz. Este dia tuve lo mas de espanto. Hoy en dia siento un dolor en mi estomago. Pensi ke me iva morir este dia.
Habian tensiones en Alemania por anios, desde ke empezi a irme a la eskuela nasional Alemana a la edad de 6 anios. En una klase de 30 estudiantes, eramos los 2 solamente a ser Judios. Mi amigo de eskuela me yamaba"Judio susio" i nunka kijo jugar kon mi. Siendo tan joven,yo no puedia entender porke me trataban de esta manera.Por seguro no me sentia muy kommodo en este lugar. Kuando Hitler entro en poder en 1933, tenia en sus manos una maleta yena de politika rasial. Arriba de la lista habia el Anti‐Semitismo. No puide komprender komo la gente se habian tornado tan malo subito. Mismo mi profesor ke no era direktamente malo, hizo nada para protejirme. Una vez me fui a ver el direktor i me keshi. El me sorprendio kon su reaksion kuando disho"No sos tu susio? Judios susios?".
En Karlsruhe vivian 3000 Judios i munchos pensaban de partir. Esperaban en mismo tiempo ke se troke la situasion. Munchos se habian kedado ayi, komo nuestra famiya. No les daba kulpa,ma esto ya era una desision mala. Se metia en las ventanas de las tiendas, tabelas disiendo ke los Judios no eran mas akseptados. Mis leksiones de natasion fueron kanseladas i no tenia el derecho de utilizar la piscina.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 132 -
Delantre esta situasion los Judios se hasian hahames, mismo los chikos. En el fin del kuento un Judio era un Judio para eyos i tenia el pasaporte para ir al sementerio solamente. Munchas vezes fui attakado por mi religion i me akodro de un insidente ke nunka puide olvidar. Estaba indo de la kasa a la eskuela. Hasia frio i era eskuro en una noche de Disiembre. Habia nieve en el suelo. Subito oi los gritos "Fuego, fuego". Salieron unas 20 personas del boske i se metieron a echarme balas de nieve i piedras. Me yamaron"Judio Susio". La sola kosa ke puedia haser era de korrer komo un loko, kon todas mis fuerzas. Kuando me topi en kasa, korrian lagrimas de mis ojos. [Lo ke konta aki, lo pasi yo mismo, kuando me iva a la eskuela Turka en Istanbul en los anios de guerra. Korrian detras de mi, me echaban piedras i me harvavan. Me yamaban "Pis Yahudi, Korkak Yahudi". Si me keshaba al profesor, el mismo se reia de los Judios kon sus nombres, Salamon, Mishon etc i imitando el aksento Judio. Desia ke estaban hasiendo shavon de nosotros sin mostrar un remorzo. Por finir mis parientes me kitaron de la eskuela Turka i me metieron en Bnei Brith.]
Era la noche de 8 Noviembre 1938, kuando el Kristallnact tomo lugar. Los Judios ke tenian esperanza, la perdieron kon este akto io vieron komo "La Solusion Final" del Holokosto se metio en kamino. Mis parientes se daron kuento, ke por lo menos los chikos tenian ke huir de aki para ser salvados. Eyos sin Visa i kon sus kuentos de banko helados no puedian partir del pais. Habia un tipo de "Kinder Transport/Transporte de kriaturas" ke era una mission Britannika. Habian tomado 10.000 kriaturas i la mayoria eran Judios. En Inglaterra metien a estas kriaturas kon famiyas,en hosteles,eskuelas i fermas.
Me akodro del dia de 20 Marzo 1939, disiendo Adios a mis parientes. Nos metieron en un treno indo a Hamburg. Mi madre nos beso i abrazo i nos disho de meldar la SHEMA kada noche. Nos prometieron mis parientes ke seriamos enjuntos de serka en Inglaterra. Ya no vide mas a mis parientes. En kedandosen atras, komo munchos de otros, desaparesieron en Auschwitz.
Hoy tengo 87 anios i vivo kon mi mujer. Tuvimos 2 kriaturas i tenemos ahora 4 inietos. Vivo al Norte de Londres. Las experiensias de mi chikez me afektan mismo hoy, despues de tantos anios.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 133 -
Rekonosko la gente ke nos salvaron. El Kinder Transport era la sola manera de huir del pais. Los mas grandes heroes eran mis parientes.. Eyos tomaron la desision en pensando ke las kriaturas por lo menos serian salvadas. Era mijor ke nada. Nos enviaron a un pais ajeno sabiendo ke no nos ivamos a ver de nuevo. Si esto no es un heroismo, ke es?
EL DISKURSO DE ANGELA MERKEL En la okasion de los 75 anios de Anniversario de Kristrallnacht, esto es lo ke la Kanselaria Alemana tenia ke desir. "Kristallnacht vido la kaida de la sivilizasion" El Pueblo Aleman tiene menester de un koraje sivil para enfrentar el Anti‐Semitismo. Hablando kon un estudiante Judio de 17 anios ke se yama “Samuel Vingron” disho “Las institusiones Judias hoy nesesitan tener proteksion de la polisia. Esto es la realidad. No se yego aun a una tendensia ke no es Anti‐Semita. Kristallnacht era el tiempo el mas preto en nuestra historia.” Despues eya expliko komo se yego al Holokosto.
Aserkando del Anniversario a traves la Alemania, en Berlin, mas de 100 kommersios Judios, van a meter en las ventanas imajenes mostrando los vitrios ke se rompieron i komo los Nazistos destruieron kasas, sinagogas i negosios, la noche de 9‐10 Noviembre 1938. Komo mataron a 100 Judios. En Weimar, un ex‐patrioto Amerikano i musisiano "Alan Bern" esta koordinando la instalasion de luz i sonido ke va inkluir las kampanas de mano, sonando en las kasas viejas de los Judios de antes i en sus kommersios. La sivdad sera inondada kon sonidos de kampanas de una musika ke un tiempo no era permetida. "Dieter Graumann"Presidente del Konsillio Sentral de los Judios en Alemania kon sus 200 miembros Rabbinos de la Europa, estan organizando un seminar en la sola sinagoga ke no fue destruida en la guerra. El seminar se nomo "Rabbiner Seminar Zu Berlin". Todo esto nos mostra una Alemania muy differente de lo ke era en tiempo de los Nazistos.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 134 -
Turquie: Une Communauté Mal à L’aise
Par Igal Acıman The Jerusalem Post
http://www.jpost.com/Edition-fran%C3%A7aise/Diplo-Monde/Une-communaut%C3%A9-mal-%C3%A0-laise-323656
L’antisémitisme est en hausse en Turquie. Si certains Juifs s’en vont,
d’autres font le choix de rester. Confrontations d’idées.
« En fait, j’ai perdu l’espoir », affirme Raisa Ers, 25 ans, prête à émigrer en Israël. « Je ne me sens pas libre ici. Pas seulement comme juive, mais même comme citoyenne turque. » D’autres membres de la communauté, interrogés au hasard à Istanbul, n’ont pas encore envie de partir, mais prennent soin désormais de ne pas afficher de signes extérieurs de leur identité juive dans la rue. L’antisémitisme, affirment‐ils, est en hausse en Turquie. Dès l’arrivée au pouvoir de l’AKP, un an seulement après sa création, la communauté juive de Turquie s’est méfiée de ce « parti de la justice et du
développement », en raison de ses affinités islamistes. Toutefois, les deux grandes réalisations du nouveau gouvernement turc (stabilisation de l’économie et progrès réalisés en 2005 en vue de l’entrée de la Turquie dans la Communauté européenne) en ont poussé certains à réviser leur jugement: aux élections de 2007, 40 % des juifs ont voté pour le parti, soit la même proportion que la population turque. Mais ce soutien s’est amoindri de façon considérable ces 5 dernières années. Avec la censure qui sévit dans les médias et sur le réseau Internet, la communauté voit d’un œil inquiet les libertés civiques se réduire comme peau de chagrin. Sans parler des nombreux différends avec Israël, un instrument populiste dont se sert le Premier ministre Recep Tayyip Erdogan pour asseoir sa politique intérieure et qui génère des sentiments antisémites au sein de la population. Ainsi Erdogan a‐t‐il récemment nommé Yigit Bulut, conseiller économique du gouvernement. Cet ancien journaliste, connu pour ses théories de la conspiration, a déclaré à la télévision que des puissances étrangères, dont le ministre israélien

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 135 -
des Affaires étrangères et le « lobby des taux d’intérêt », avaient cherché à assassiner à distance le Premier ministre Erdogan au moyen de la télékinésie.
L’annonce de sa nomination est arrivée quelques jours après les déclarations du Vice‐Premier ministre Besir Atalay accusant la « diaspora juive » d’avoir fomenté les manifestations antigouvernementales, qui ont débuté le 28 mai dernier et réuni dans les rues de l’ensemble du pays quelque 2 millions et demi de manifestants. Peu après, c’était à Ergun Diler, rédacteur en chef du Takvim, journal favorable à l’AKP, de publier un article dans lequel il doutait de la loyauté des minorités de Turquie à leur pays, en insistant sur le cas des juifs. « Il y a une guerre entre musulmans et juifs, et ces derniers n’ont jamais voulu la paix dans la région », écrit‐il. Et de conclure : « Ce ne sont pas de vrais Turcs. »
Depuis 500 ans
Or la présence juive a été continue sur le territoire de l’actuelle Turquie au cours de 2 500 dernières années, c’est‐à‐dire depuis l’exil de Babylone. La majorité des juifs turcs sont arrivés dans l’Empire ottoman après leur expulsion d’Espagne, en 1492. Durant plus de cinq siècles, ils ont préservé leurs coutumes et leurs traditions musicales, culinaires et artisanales, ainsi que leur langue, le ladino.
Selon Naïm Guleryuz, président de la Fondation du cinquième centenaire, qui commémore l’arrivée des juifs d’Espagne en Turquie, les Séfarades constituent 96 % de la communauté juive, les Ashkénazes et les Caraïtes formant les 4 % restants.
Les estimations varient, mais on compte environ 17 000 juifs en Turquie. Un chiffre qui s’élevait à 26 000 en 1992 et à 23 000 en 2002, année de l’accession de l’AKP au pouvoir. Beaucoup sont désormais installés à l’étranger, en particulier en Israël, où l’on recense 77 000 juifs d’origine turque. Aujourd’hui, la communauté restée en Turquie se répartit surtout entre Istanbul et Izmir. Ses membres travaillent pour la plupart à leur compte, comme médecins, juristes, ou dans le secteur privé.
Chaque fois que l’antisémitisme augmente en Turquie, on voit des juifs prendre peur et s’en aller. C’est sans
doute ce qui se produit en ce moment, mais cela passera.
J’ai déjà vécu ça au cours de mon existence, et je suis toujours là!»
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 136 -
En Turquie, l’identité juive attire toujours l’attention d’une manière ou d’une autre. L’an dernier, la chaîne de télévision d’Etat TRT a choisi le musicien Can Bonomo, jeune juif d’Izmir, pour représenter la Turquie au concours de l’Eurovision. Une présentatrice d’une autre grande chaîne d’information avait alors suggéré que l’on avait sans doute choisi ce chanteur « parce que la Turquie cherchait à se faire bien voir des lobbys pro‐israéliens ».
Bonomo a protesté contre cette focalisation des médias sur ses origines. « La musique n’a pas de langage, de religion ni de race », a‐t‐il déclaré. « Je suis turc et je représente la Turquie. Je vais aller là‐bas avec le drapeau turc. Je suis un artiste, un musicien. C’est tout ce que les gens ont besoin de savoir. » Bonomo est arrivé septième sur les 42 pays en compétition. Plus d’espoir Nous avons rencontré cinq membres de la communauté juive de Turquie, qui reflètent bien la diversité des opinions quant à la politique ou à la montée de l’antisémitisme. « Je m’en vais parce que je n’ai plus d’espoir »,
explique Raisa Ers, jeune femme de 25 ans qui vit à Istanbul. « Ce n’est pas que j’aie peur, mais j’ai cessé de me sentir libre dans mon pays, en tant que juive, et en tant que Turque. » Avec ses yeux bleus et sa peau blanche, ses racines ashkénazes ne sont un mystère pour personne.
Après avoir étudié les mathématiques aux États‐Unis, Raisa est rentrée en 2011 dans sa ville natale pour travailler. Elle fait à présent ses bagages pour partir en Israël. « Je m’en vais pour une multitude de raisons », dit‐elle. « Dont le climat politique. » Elle‐même n’a pas pris part aux grandes manifestations, mais les a suivies avec attention. « La réaction du gouvernement m’a démoralisée », soupire‐t‐elle. « On a tué des gens juste parce qu’ils avaient exprimé leur point de vue ! Je ne pense pas qu’il puisse sortir quelque chose de bien de tout cela. Je n’ai plus d’espoir. Et puis, si j’ai décidé de partir, c’est aussi à cause du système éducatif, auquel je ne fais pas confiance pour élever mes futurs enfants. » Une troisième raison la pousse à faire son aliya : la majorité de ses amis, qui ne sont pas juifs, ont déjà quitté le pays. « Ils vivent désormais à l’étranger, surtout aux États‐Unis. Du coup, je n’ai presque plus de vie sociale ici. » Si Raisa déborde d’enthousiasme en songeant à son

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 137 -
prochain départ, elle s’inquiète aussi à l’idée qu’elle fera une fois de plus partie d’une minorité dans son nouveau pays. « Je ne sais pas du tout comment on va m’accueillir, moi, une immigrante turque qui a étudié aux États unis… », explique‐t‐elle.
« Je vis en sécurité dans ma bulle et je n’ai pas l’intention de partir »
Mais dans la communauté juive d’Istanbul, tout le monde ne partage pas le point de vue de Raisa. Joëlle Dana, 29 ans, travaille dans les relations publiques. Née et élevée à Istanbul, elle a étudié la communication à Milan, exercé quelque temps en Italie avant de revenir en 2009. Elle est fiancée à un médecin, juif turc lui aussi, et n’a aucune intention de repartir.
« Je n’ai jamais souffert de l’antisémitisme », affirme‐t‐elle, « contrairement à certaines personnes de mon entourage. Je suis peut‐être naïve, mais je suis heureuse de vivre en sécurité dans ma petite bulle. » Joëlle est consciente que cette bulle pourrait bien éclater un jour, mais elle estime que cela ne l’affecterait pas davantage que ses amis non juifs, qu’elle décrit comme laïcs et éduqués. « Si je m’en vais, ce sera seulement parce qu’on m’y aura forcée », dit‐elle. « Mais dans le cas
contraire, je compte bien rester ici ! » En matière de politique, Joëlle se félicite des réalisations du gouvernement : « La protection sociale, la santé et les transports publics sont trois domaines dans lesquels il a fait du bon travail », estime‐t‐elle. Pourtant, elle‐même n’a jamais voté AKP en raison de son attachement à la laïcité et aux droits civiques.
« Il est sans doute vrai que les juifs sont plus nombreux à quitter le pays aujourd’hui qu’il y a dix ans, mais ceux qui restent veillent davantage à préserver leur culture et leur identité », fait‐elle remarquer. Pourtant, elle avoue ne pas divulguer le fait qu’elle est juive : « Ces dernières années, je ne dis pas que je suis juive quand je parle à des personnes que je ne connais pas bien »
En hébreu plutôt qu’en turc
Gürhan Hudson est moins optimiste que Joëlle. Responsable d’une entreprise de bois, ce jeune homme de 29 ans vient d’émigrer aux États‐Unis après avoir épousé une Américaine (et adopté son nom de famille). Originaire de la ville d’Izmir, sur la mer Égée, il est converti au judaïsme et est aujourd’hui juif pratiquant. « L’expérience que j’ai de l’antisémitisme en
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 138 -
Turquie va beaucoup plus loin que celle des autres juifs d’Istanbul ou d’Izmir », explique‐t‐il, « parce que je ne suis pas né d’une famille juive et que je connais parfaitement les gens de ce pays. » Il n’y a pas si longtemps, Gürhan possédait une marbrerie en Turquie. Pour ses affaires, il voyageait beaucoup à travers le pays et rencontrait des clients de toutes ethnies. « Avec mon nom et mes origines, personne ne se doute que je suis juif », explique‐t‐il. « Alors, on me parle sans filtre. Un jour, par exemple, un commerçant de la ville de Balikesir a remarqué l’étoile de David que je porte à mon cou. Il a d’abord été interloqué, puis m’a demandé si j’étais juif. Je lui ai dit que oui, et il s’est exclamé : “Mais comment se fait‐il que vous parliez si bien le turc ?” Et pourtant, c’était quelqu’un d’instruit ! » conclut Gürhan. Il cite par ailleurs un incident rapporté dans le journal de la communauté juive locale, Salom. Un groupe de responsables du parti AKP a installé sur la place centrale de l’île de Büyükada (Prinkipo), face à Istanbul, connue pour attirer les juifs d’Istanbul, surtout l’été, une bannière comportant un message chaleureux appelant à l’unité et à l’amitié. Seul problème : elle était écrite en hébreu !
« Le fait que l’AKP s’adresse à notre communauté en hébreu plutôt qu’en turc traduit bien la perception que l’on a de nous », commente Gürhan. Car la majeure partie des juifs de Turquie ne connaît pas l’hébreu. Pendant des siècles, ils ont parlé le ladino, le français ou le turc à la maison. Aujourd’hui, le turc est la langue maternelle des jeunes générations. Gürhan est convaincu qu’une montée dangereuse de l’antisémitisme est en cours et que de plus en plus de Turcs deviennent antisémites. « Erdogan est un visionnaire! »
À l’autre extrémité du spectre, il y a Alper Yakuppur, le plus enthousiaste de nos interlocuteurs quant au gouvernement actuel. Âgé de 37 ans, originaire de Géorgie et d’Iran, il dirige une prospère entreprise de textile. Il a sa carte du parti AKP depuis plusieurs années déjà et occupe un poste de responsable dans le bureau du parti à Istanbul.
Alper déplore les idées reçues dont souffre l’AKP

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 139 -
dans les milieux libéraux de la société. Il souligne que toutes les minorités sont représentées au parti, qui compte en outre de nombreuses femmes. Il ne comprend donc par pourquoi sa formation est accusée d’opprimer la gent féminine et de rejeter les groupes aux coutumes différentes.
« Ma femme peut porter le genre de jupes qu’elle veut », s’exclame‐t‐il. « Moi, je peux boire ce que je veux. Et chacun peut pratiquer la religion qu’il choisit ! » Il reconnaît cependant ne pas revendiquer activement son judaïsme et ne se sentir aucune appartenance à la communauté, mis à part ses origines religieuses, même s’il a fait sa bar‐mitsva et s’est marié à la synagogue. S’il milite dans le parti, c’est avant tout pour Erdogan. « C’est l’homme d’État le plus visionnaire que la Turquie ait jamais eu de mon vivant ! », commente‐t‐il. Il estime que le gouvernement d’Erdogan a apporté au pays développement, prestige et nouvelles opportunités commerciales. « Je le sais, parce que je voyage beaucoup et que je peux comparer le niveau de vie que nous avons d’une année à l’autre », affirme‐t‐il, concédant toutefois qu’il existe des choses discutables en matière de démocratie et de liberté d’expression. Des problèmes qui ne sont cependant pas
nouveaux « et se sont d’ailleurs améliorés avec l’AKP ».
Alper raconte en outre que certains de ses amis ont soutenu les manifestations antigouvernementales, mais pas lui. Tout comme le Premier ministre, il est convaincu que des éléments extérieurs ont peut‐être manipulé la population à leur profit.
Pour ce qui est de l’antisémitisme, il affirme qu’en fait, la situation s’est améliorée. Certes, il porte pour sa part un prénom turc et un nom de famille à consonance perse, et il reconnaît que cela le met peut‐être à l’abri de ce type de problèmes quotidiens. « Et puis, je ne vais pas non plus crier sur les toits que je suis juif… »
Rien d’original
Dans un bureau rempli de vieux livres, un homme à la moustache blanche et au sourire modeste nous accueille. Rifat Bali, 65 ans, est un éminent historien, un écrivain et le propriétaire d’une maison d’édition publiant des ouvrages universitaires. Depuis des années, Rifat étudie l’histoire des minorités en Turquie et a publié de nombreux
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 140 -
essais et livres spécialisés sur le sujet. Il s’intéresse surtout aux relations entre l’État et les minorités religieuses et écrit également sur les divisions sociales et politiques au sein de ces minorités elles‐mêmes.
Pour lui, la récente vague d’antisémitisme en Turquie n’a rien d’original et ne doit pas poser d’inquiétudes particulières. « Nous sommes des citoyens modèles », argumente‐t‐il. « Nous avons toujours travaillé pour faire plaisir au gouvernement en place, quel qu’il soit. L’État n’a donc aucune raison de nous renier. » À l’entendre, l’antisémitisme a toujours dominé l’histoire sociale et politique de la Turquie. À commencer par les pogroms de 1934 à Thrace jusqu’à celui d’Istanbul en 1955, en passant par le refus, en 1942, d’accorder le droit de passage au bateau de réfugiés le Struma (avec pour conséquence la mort de 781 juifs fuyant la Shoah), ou ce qu’on a appelé la « taxe de richesse » imposée aux non‐musulmans dans les années 1940.
Depuis, les publications antisémites diffamatoires, antérieures et contemporaines à la république actuelle, ont été innombrables. « L’antisémitisme a toujours existé sous une forme ou sous une autre »,
affirme‐t‐il. « Ce qui a changé à présent, c’est qu’il y a Internet. Nous avions l’habitude de vivre dans nos bulles urbaines, loin des points d’ébullition de l’antisémitisme. Nous ne nous intéressions pas aux pamphlets antisémites ni aux théories populaires de la conspiration. Mais aujourd’hui, nous avons Internet et les réseaux sociaux. La rhétorique antisémite se propage comme une traînée de poudre et nous sommes obligés de regarder les choses en face, que nous le voulions ou non. Autrefois, qui d’entre nous achetait l’Akit ou le Milli Gazete [deux journaux islamistes] ? Désormais, un ami le poste sur Facebook et, tout à coup, on se met à paniquer ! »
Difficile exil
Rifat reconnaît néanmoins un léger accroissement des actes de violence contre des juifs ces dix dernières années. En 2003, deux attentats terroristes ont visé des synagogues, faisant 27 morts et 300 blessés. La même année, un dentiste a été assassiné à Istanbul et le meurtrier a invoqué sa haine des juifs à l’appui de son acte. Cependant, Rifat reste convaincu que le gouvernement est loin de soutenir ce genre

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 141 -
d’actions de militants islamistes. « Malgré les similarités idéologiques, ce sont deux groupes très différents », explique‐t‐il. « Notre gouvernement déploie des mesures de sécurité pour nous protéger chaque fois que les menaces contre nous augmentent. » Il souligne aussi que, de tout temps, les minorités ont permis à la Turquie de se revendiquer comme une nation occidentale pluriculturelle, même si l’Histoire a souvent prouvé le contraire. « Les groupes minoritaires ne sont une menace pour personne et les agressions contre leurs membres n’ont jamais aidé aucun gouvernement. » Selon Rifat Bali, les bonnes relations qu’entretenait la communauté juive avec le gouvernement islamiste n’ont commencé à se dégrader qu’en 2008, en raison de la politique anti‐israélienne de l’AKP, qui a suscité beaucoup d’antisémitisme. Cependant, l’historien ne voit aucune menace majeure à l’encontre des juifs de Turquie. « Franchement, je ne crois pas que l’AKP soit plus raciste que les autres segments de la société », dit‐il. « En Turquie, l’antisémitisme ne se limite pas aux islamistes. Votre génération ne le sait peut‐être pas, mais après les guerres de 1967 et 1973, des campagnes
terribles ont été menées contre nous. Les médias s’en prenaient à des commerçants en les citant par leur nom, les accusaient d’activités illégales et appelaient au boycott de leurs magasins. Beaucoup de ceux qui menaient campagne ainsi n’étaient pas des islamistes, mais des nationalistes de gauche. » Rifat estime qu’il est très difficile de s’exiler quand on a dépassé 40 ans. « Beaucoup de juifs turcs possèdent leur petit commerce ou une entreprise de moyenne importance. S’ils vont aux États‐Unis, ils ne gagneront pas leur vie comme ici. Même chose en Israël, et en plus, il y aura la barrière de la langue… » Rifat Bali a traversé et étudié plusieurs vagues d’antisémitisme. « Chaque fois que l’antisémitisme augmente en Turquie, on voit des juifs prendre peur et s’en aller. C’est sans doute ce qui se produit en ce moment, mais cela passera. J’ai déjà vécu ça au cours de mon existence, et je suis toujours là ! »
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 142 -
Turkey's Jewish Community in Decline
By Shlomi Eldar
Translator : Danny Wool http://turkiye.net/en/news/turkeys-jewish-community-in-decline/
Rumors that Jewish families are leaving Turkey have been making the rounds for a long time now, but as relations between Turkey and Israel deteriorate, those rumors are slowly becoming facts. Turkey’s Jews interpret the hostility to Israel they hear day and night from Prime Minister Recep Tayyip Erdogan and Foreign Minister Ahmet Davutoglu as a personal attack against them. The change in mood and in Turkish public opinion as a result of those leaders’ anti‐Israeli policy can be felt by the local Jews on a daily basis. Turkey's Jewish community has thrived for decades, but it now feels that its future can no longer be assured.
Until very recently, the leaders of the community boasted that there were never any open manifestations of anti‐Semitism in modern Turkey, or in the Ottoman Empire for that matter. Jews not only enjoyed religious freedom, but maintained a relationship of camaraderie and friendship with the
Muslim population. Many Turkish Jews remained in the country even after the wave of immigration to Israel in the 1950s. They regarded the country as their homeland and planned their futures there. But recently, all that has changed. As of now, the heads of the Jewish community are struggling to conceal their deep concern that within just a few years, nothing will remain of Turkey’s glorious Jewish legacy, which flourished throughout Turkey's history. More families leave every week in search of a safer future for their children elsewhere.
When I called a few families that I once knew, my contacts immediately denied that there was any atmosphere of anti‐Semitism in the country. One of them, "S," told me at the start of our conversation, “If you want details, talk to the Israeli Embassy. I assume that they can tell you more and give you precise figures.” It was only after I promised not to mention his name that he sighed in despair and told me that his daughter and her husband had immigrated to Israel with his grandchildren less than two weeks prior. They felt that there was no future for their children in modern Turkey.
“And what about you?” I asked.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 143 -
“I have a business here. I’m not afraid. I can’t tell you that there’s anti‐Semitism here, either, but I can say that it’s not like it used to be.”
Other families that I spoke with told the same story. It’s not easy being Jewish in Turkey today, and it can be frightening to talk about it in public. The Jewish community of Turkey now numbers fewer than 20,000 people. Most of them live in Istanbul and have their own businesses. The Istanbul community has two large synagogues, Neve Shalom and Beit Yisrael, which were turned into well‐guarded fortresses after they were targeted in terrorist attacks about a decade ago, when Al‐Qaeda detonated car bombs outside each. But while those incidents provoked dire concerns among the local Jewish community, it did not make people consider leaving.
A major milestone in the deterioration of the relationship was the May 2010 sailing of the Turkish flotilla to the Gaza Strip. Nine passengers aboard the Turkish Mavi Marmara died after a violent clash with Israeli Defense Forces troops. Ever since then, the relationship between Ankara and Jerusalem has deteriorated at a steady pace, and this can be felt on the ground. The diplomatic
sparring has not been limited to the relationship between the two countries in the international arena. The mood on the street has changed as well. While this has not been expressed in attacks against Jewish property or persons, there is a feeling of distrust. The spirit of coexistence that survived in Turkey for five centuries or longer has been broken. Many members of the Jewish community have started to feel as if they don’t belong there, or even as if they are not wanted.
Most of the people leaving for Israel, the United States and Europe are young families. Older and veteran members of the community are not considering leaving. The Jewish Agency plays a prominent role in encouraging immigration to Israel now, though the people I spoke with told me that most of those leaving prefer to go to the United States or the more affluent countries of Europe. Others are still waiting to see what happens. They can always go to Israel, they say.
According to S, the rate of departure is higher among more affluent members of the community, who have the economic resources to allow them to build their future somewhere else.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 144 -
“What would I do at my age?” S asks me. “Who would hire me? What kind of business could I start in Israel? It’s the young people who are leaving. They are checking things out to see if there is a brighter future waiting for them there.”
Despite all that, not every member of the Jewish community is willing to raise their hands in surrender to the mood created by Erdogan during his time in office. A few people, young and old alike, argue that they have to fight for their rights instead of erasing the achievements of a centuries‐old community overnight, in a moment of desperation. They share this message in their blogs and in fliers that they distribute to worshipers in the synagogues every Sabbath. But they are just a minority within a concerned community. Everyone, without exception, can read the diplomatic map, and they all agree that, regretful as it is, it will take a long time to repair what Erdogan managed to destroy in just a few years.
Is this the beginning of the end for Turkey’s glorious Jewish community? It’s hard to tell, but it certainly is the end of a beautiful friendship. http://www.al‐monitor.com/pulse/originals/2013/11/turkey‐jews‐emigration‐antisemitism‐erdogan.html?utm_source=&utm_medium=email&utm_campaign=8506
Turkey, the Jews and the Holocaust
By Corry Guttstadt
Translated from the German edition (2008) by Kathleen M. Dell'Orto, Sabine Bartel, and Michelle Miles.
Cambridge: Cambridge University Press, 2013. 353 pp. Reviewed by Harold Rhode
View of the Struma in Istanbul Harbor, 1942. United States Holocaust Memorial Museum, courtesy of David Stoliar.
The first long study on the Jews in Turkey was written by the late American scholar Stanford Shaw‐‐‐born Stanley Shapiro, a well known Ottoman scholar, who eventually married a

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 145 -
Turkish Muslim woman. Though clearly versed in the sources, he produced what was essentially a whitewash of the 'wonderful' Jewish life in modern Turkey. Shaw's is more fantasy than truth. The present book takes a much more sobering approach. This superb book, Turkey, the Jews, and the Holocaust, by Corry Guttstadt, gives the details of why Jewish life, unlike what the above‐mentioned Stanford Shaw claims, was so precarious, even after, and especially so, after the secular Turkish Republic was founded. The author is thoroughly grounded in the Turkish sources, and has done research in fifty archives in eleven countries. She presents a very detailed analysis of how pre‐Holocaust Turkey was so difficult for the Jews, how the Turkish government did almost nothing to help its Jewish citizens living in Nazi‐occupied Europe, and how it used the precarious situation of the Jews in the world to pass extremely restrictive laws to impoverish its own Jewish citizens during World War II. The few examples where Turkish consuls in Europe helped Jews ‐‐ so often touted by modern Turkish diplomats and public relations firms ‐‐ were the exception, not the rule.
To be sure, the Jews had high hopes regarding Ataturk's new secular Republic of Turkey. Ataturk's goal was to change the traditional approach to identity, founding his republic on the Western idea that all citizens of the Republic of Turkey would be equal. Ataturk did his best to separate the republic founded on the ashes of the Ottoman Empire from its Muslim past. Loyalty under the Ottomans was based on religion, and the State promulgated Sunni Islam as its raison d'être. Ataturk tried to impose the Western concept of loyalty to the geographic/territorial entity ‐‐ i.e., Turkey. Religious identity, the basis of the Ottoman Empire, was not supposed to be important. All its peoples were to be called Turks. They were, irrespective of ethnicity or religion, supposed to be equal citizens of his new republic. They were to be equal before the law.
This was a tall order. Is it humanly possible to so markedly change the way people look at themselves and others so quickly? Despite Ataturk's valiant efforts, this book demonstrates that the answer is a resounding 'no'.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 146 -
Despite Ataturk, non‐Muslims remained outside the Turkish mainstream in that new country. Though Ataturk and his followers tried to make the word 'Turk' mean any citizen of Turkey, it quickly become the accepted term for any Muslim citizen of Turkey, regardless of ethnicity. Any Muslim, no matter how short a time his ancestors or he himself lived in Turkey, was a Turk. The new term 'Turk' became, in essence, a synonym for the old word 'Muslim'. But what about the other non‐Muslim citizens of that country? Very quickly, the term 'Turk Vatandasi', [i.e., Turkish citizen] became the phrase by which non‐Muslims were politely known. Non‐Muslims, many of whose ancestors had lived in modern Turkey for millennia, were, in effect, still outsiders. Despite Ataturk's wishes, Turks still divided their world into two groups: Muslims and non‐Muslims. The basic building block of the modern Turkish identity was still Islam. In the Turkish mind, the non‐Muslims in Turkey were basically lumped into one group, irrespective of the obvious differences between Turkish Jews, and the myriad of Christian groups, each of whom saw itself as a separate and distinct entity.
Turkey, during the early years of the republic, did its best to linguistically 'Turkify' all of its citizens, regardless of ethnicity or religious affiliation. In practice, that meant that the Turkish government suppressed non‐Turkish cultures, mainly Kurdish, Greek, and Sephardic languages and cultures. This policy was not directed specifically against the Jews but, in practice, it meant that the government attempted to deracinate and eradicate the Sephardic Jewish culture which had been the dominant Jewish culture since the 1492 immigration of Spanish Jewry and Portuguese Jewry thereafter. Try as they might, Jews remained outsiders in Turkish society. A great Turkish Jewish scholar , Avram Galante, who wrote many books on the history of the Jews of the Ottoman Empire, and in modern Turkey, advocated the cultural turkification of the Jews who resided in the new republic. One of his major books was Vatandaş Türkçe Konuş! [Citizen: Speak Turkish!] encouraging Sephardim to abandon Ladino, the centuries‐old Spanish dialect they had continually spoken since most arrived from Spain in the 1490s.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 147 -
Those Muslim Turks who opposed Ataturk's reforms often referred to him using the polite term 'Salonikli' (one whose origins were from today's Greek city Thessaloniki ‐ the pre‐World War I population of which had a Jewish majority) or less politely 'Dönme' (meaning turncoat). What these terms really mean is someone whose ancestors had been Jewish, but outwardly followed the Jewish false messiah Shabbatai Tvsi who, in the 1660s, converted to Islam. Those Jewish followers who remained loyal to Shabbatai Tsvi thereafter married among themselves and outwardly lived as Muslims, but had their own unique prayers, some of which were of Jewish origin. A large contingent of these people had lived in Salonika. So labeling Ataturk either as Salonikli or Dönme was an insult. The inference was that he wasn't a real Muslim, and therefore not a real Turk. He, according to many of Ataturk's opponents was an outsider of Jewish origin, who took over and, because he wasn't a real Turk, tried to separate Turkey from its Islamic identity. Two other important incidents illustrate the problematic position the Jews and other non‐Muslims faced in the modern Turkish Republic.
After the Turkish war of liberation in the early 1920s, the Greek and Turkish leaders decided to exchange populations, in order to lessen the possibility of Greek‐Turkish tensions in the future. With minor modifications, Greeks residing in Turkey were to be sent to Greece, and Turks residing in Greece were to be sent to Turkey. But who really was transferred from one country to the other? 'Greek' was defined as a member of the Greek Orthodox Church. Many members of that church, especially in Central Anatolia, were ethnic Turks whose ancestors had migrated to Anatolia almost 900 years earlier. For various reasons, they became Christians. In Greece, some of the descendents of the ancient Greeks ‐‐ Aristotle, Plato, Socrates, etc, ‐‐ had over the years converted to Islam. For population transfer purposes, as Muslims, they were defined as Turks. So what actually happened was that ethnic Turkish Christians were transferred to Greece, while ethnically Greek Muslims were transferred to Turkey. So much for the Western territorial concepts of loyalty and identity. Another story is even more interesting from a Jewish point of view. During the 1950s, the UK was
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 148 -
looking to leave Cyprus, which had a large Greek Christian majority, and a Turkish Muslim minority. There was a Greek group which favored union (called Enosis) with (Christian) Greece. The Arab world, by and large, backed the Greeks against the UK and the Turks. One could understand why anti‐Greek fervor was strong in Turkey. But anti‐Jewish fervor rose as well. To the Western mind, this seems odd because the Arabs were clearly the enemy of the Jews and the Jewish state at that time. And since the Arabs supported the Greeks, it would seem reasonable‐‐again in Western terms‐‐that some pro‐Jewish sentiment would have been expressed among Turks . But the opposite was, in fact, what happened. Anti‐Semitic incidents in Turkey‐‐most notably in Istanbul‐‐which brought fear into the hearts of the Jews of Turkey, rose substantially. Why did this happen? Simply because in the Turkish (Muslim) mind, all non‐Muslims were one group. As such, they believed that all non‐Muslims work together against the Muslims. This principle is so deeply engrained in Turkish culture‐‐whether or not a Turkish Muslim is religious‐‐that the Greek problem in Cyprus was understand not in
terms of Greeks vs. Turks, but, on a much deeper level, as a battle between the Turks (i.e., the Muslims), and the Greeks (i.e., the non‐Muslims). And, according to the classic Muslim dictum, “al‐Kufr Millatun Wahida,”[i.e., Unbelief is one nation] a hadith [tradition] attributed to the Muslim prophet Muhammad, all non‐Muslims are allied against the Muslims. In this context, it is obvious why Jews in Turkey would suffer as a result of Greek‐Turkish troubles in Cyprus, which, from a Western point of view, sounds absurd. The above is the context in which we must understand how Turkey related to its Jews, even after the founding of the secular Turkish Republic. Guttstadt's book does this exceedingly well. Try as so many Jews did to blend in to the new Turkish reality, the Turks (i.e., the Muslims) looked on the Jews with deep suspicion, and gradually made Jewish life in Turkey more and more difficult. To be sure, there were Turkish diplomats here and there who helped individual Jews, originally from Turkey and living in Europe during the Nazi rise to power, to avoid extermination. But sadly, these were the exceptions, not the rule. Most Jews wishing to flee to Turkey, the land of their birth

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 149 -
and whose passport many still held, were not helped by Turkish diplomats, and were left to their disastrous fate. The author describes numerous incidents which prove this claim. Moreover, the Turks, who had influence in Berlin, could have intervened on behalf of their 'fellow' Jewish Turkish citizens, but chose not to do so, or were directed by their government in Ankara not to do so. Again, the author cites numerous incidents to support her claim. Among these incidents are attempts by Jews born in Turkey to renew their Turkish passports. Following instructions from the Turkish Foreign Ministry, Turkish diplomats in Europe made it next to impossible for these Jews to renew their Turkish documents. For example, when some Jewish citizens of Turkey presented Ottoman documents to prove their places of birth and citizenship, etc., Turkish diplomats claimed that these must first be researched, and translated into modern Turkish, in order to prove their validity. But these processes were so long and detailed that they were next to impossible to do. That left Turkish Jewish citizens
hanging over the abyss. Many, consequently, were eventually shipped off to Nazi extermination camps as a result. Moreover, given Turkey's public claims after the war about its having rescued Turkish Jews, imagine the author's surprising discovery, at a kibbutz library, of a list of 105 Turkish Jews found in Bergen‐Belsen after the Allied liberation of that camp in March, 1945. Jews with other citizenships, e.g. Spanish, had been previously freed due to the intervention of more proactive governments. Furthermore, the author examines the anti‐religious minority laws enacted during the 1930s and 1940s, which effectively made life for Jews more and more difficult. The author lists many periodicals and newspapers published during that time period which contained anti‐Semitic diatribes explaining to their readers why the Jews could never be trusted and that their loyalty to the new Turkish Republic, was, to put it mildly, suspect. Given the political situation at that time, there was almost nothing the Jews could do to ameliorate their situation.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 150 -
To add insult to injury, the Turkish government enacted an anti‐religious minority law called the Varlik Vergisi (a wealth tax ) directed at non‐Muslims, and which required Jews and other non‐Muslims to pay huge taxes on property they owned. Many of the Jews could not afford to pay these taxes and were therefore shipped off to labor prisons in eastern Turkey. Clearly, the Turkish government knew then that there was nothing the Jews could do to prevent the enforcement of these laws, and that the Turks did not have to worry about European countries, then almost exclusively under Nazi control, raising their voices against these anti‐Jewish laws. It is not surprising that Jews living in Turkey felt extremely threatened. Many gave their children Turkish names, instead of the traditional Jewish names they had been using, so that their children might be able to hide behind a supposed Turkish Muslim identity in time of need. In fact, Turkey declared itself neutral during World War II, but in many ways helped the Nazis. For example, Turkey had some of the most extensive
chromium deposits which were essential to the Nazi war effort. Despite their declared neutrality, the Turks were selling this needed commodity to the Nazis, though they told the British otherwise. Eventually, the British, at great expense to themselves, agreed to buy and stockpile Turkey's chromium in Turkey, even though the British had their own ample supplies. About six weeks before the end of the war, Turkey declared war on Germany, so that, as the Turkish saying goes, "They would be invited to the victors' feast as an honored guest, and not be an item on the dinner menu." Given the precarious situation of the Jews, from the founding of the Turkish Republic until the end of World War II, it is not surprising that when, in 1948, the State of Israel was declared, most Turkish Jews chose to immigrate to Israel. The book shows why, as long as Jews know their place in Turkey, they hope they can survive. But their situation is precarious. This is clear simply by examining how the young Jews of Turkey act. Most go abroad to study, and seek their future elsewhere.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 151 -
They overwhelmingly realize that they have no future in Turkey, and end up living in the US, Israel, and elsewhere. All in all, this superbly and dispassionately well‐researched book must become the standard reference for anyone looking to understand the precarious situation of the Jews from the establishment of the Turkish Republic, until the end of World War II. Moreover, it forms the basis for what happened to Turkish Jewry after World War II. The now less than 20,000 strong Jewish community of Turkey is dwindling. If trends continue as they are now, then in the coming decades, we should expect that almost no Jews will remain in that country. Interestingly, it will have been under the secular Turkish Republic that so many Jews in Turkey decided to make their future elsewhere. Though they understood their place as political and social inferiors in the Ottoman Empire, they were resigned to their fate. But in today's world, there are other opportunities to be free elsewhere‐‐most notably in the vibrant and future‐oriented
State of Israel and in the US. It is no wonder that Turkey's Jews seek to emigrate to places such as these, which allow them to pursue their dreams. We are therefore most likely witnessing the final decades of this ancient community, once numbering more than 100,000. Harold Rhode has a PhD in Ottoman history, and in the early 1990s served as the Turkish Desk Officer in the Office of the US Secretary of Defense. He is now a Distinguished Senior Fellow at the Gatestone Institute.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 152 -
Out of Smyrna
By Gloria DeVidas Kirchheimer http://sephardichorizons.org/Volume2/Issue1/Kirchheimer.html
The author’s ancestral homeland turns out to be startlingly familiar and shockingly alien at
the same time.
Was Homer blind? I hope not. Did he really live in Smyrna in the eighth or ninth century? If indeed he lived in the city now called Izmir, then his view, assuming he was not blind, was of the eastern shoreline of the Aegean Sea, the Gulf of Izmir, the same view my father had when he was growing up
here in Turkey, the view I see from my park bench on the promenade overlooking the city. It makes me feel like a part of history to think of this link: Homer, my father and me. It has a nice symmetry, like the holy Trinity, the three Graces, Aristotle’s three dramatic unities—time, place, action. All those classic patterns that are so satisfying. But my dad probably had no inkling of these connections. What did he know, a poor Sephardic kid who walked barefoot to school? I never mentioned Homer to him, though I did tell him that, according to Herodotus, Smyrna was the name of the Amazon warrior who founded the city. “A woman warrior, eh?” he said. “Women’s lib.” He looked at me craftily as though I was pulling a fast one on him. I like to think of my father following in Homer’s footsteps, but only literally because I can’t imagine that he learned about the ancient Greeks, having left school at an early age. Let’s say he walked on the same roads or dirt paths as Homer. I do know he studied the French classics at the school founded by the Alliance Israélite Universelle and could quote Racine at the drop of a hat.
Bay of Izmir

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 153 -
My dad’s neighborhood, Karatash, was at the top of the cliffs overlooking the bay, so if he was sent on an errand to the town below, he had to walk down a very steep path. If only he could have distracted himself while making that burdensome trek by reciting some verses from the Iliad, in Greek, which he spoke. Not ancient Greek, but rather the vernacular of his neighbors in multilingual Karatash. In 1907 when my father was eight, the Asansör‐‐an elevator‐‐was built by one of our
Sephardic tribesmen to ease the strain of going up to the cliffs from the town below on the coast. When you reached the top of the cliff, you still had to ascend a steep flight of stairs to get to certain streets. But think of the view of the Aegean, the hills ringing the bay. That hasn’t changed. I would like to call up the spirit of Homer and introduce him to my dad, but I don’t believe in spirits. Family Lore My family was very superstitious and I resisted their mad notions. As a child I was helpless against their ‘cures’ for the evil eye, for example, the spells and mumbo jumbo that miraculously seemed to work. A more drastic remedy called for molten lead to be poured into a pot of cold water held firmly over a sheet which hovered (assuming the four corners were being held by steady hands) above the ‘patient’ who lay on a table. The resultant crags and valleys in the pot would be interpreted by a wise woman, usually a neighbor—my mother would never presume to have that knowledge. There were cures for everything—melancholia, unrequited love, queasy stomachs, bad luck with money. There was nothing that couldn’t be cured.
The Asansor
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 154 -
But one had to be vigilant because of the devil, or envious neighbors, or evil spirits. A happy occasion was especially dangerous and many precautions had to be taken to avoid stirring up the wrath of those malevolent forces. If I don’t believe in spirits why am I here in Turkey where my family lived for more than 400 years? Is it the cliché lure of finding one’s roots or do I expect to find something else? Reality check: air fares were way down so how could I resist? I don’t want a tour guide reciting a probably erroneous history of the Jews in the Ottoman Empire. I don’t want to be seen choking up over the sight of decaying synagogues and crumbling rabbinical archives. My father’s stories were about hardship and poverty, high jinks in the Hebrew school, milking the goats that came to the back door, roughhousing with his brothers or the Greek, Turkish and Armenian kids in the neighborhood. How they avoided conscription into the Turkish Army. Stories about the massacre of the Armenians in 1915—he saw the bodies on the beach when he was a teenager. Stories also about the soothsayer
my grandmother consulted when her children were ill. But did my father ever mention Homer? Did he even know that the poet might have lived in the same town? The Shock of the Old The first word I heard when I stepped off the plane at Ataturk Airport in Istanbul was ‘buyurun’—
welcome‐‐a word often spoken in my home in New York City where it was always open house, people dropping in day or night for a meal. Looking at these Turkish faces, I feel as though I’m surrounded by relatives. Dark eyed, dark hair, quick smiles. The flowery
language, exaggerated gestures, the pseudo modesty, lavish hospitality—like my own family’s. So very familiar to me even though the language is impenetrable, except for the occasional words I

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 155 -
recognize because they infiltrated our own Ladino language, the 15th‐century Spanish my ancestors took with them to the Ottoman Empire after the expulsion from Spain during the Inquisition. Food? I might as well be in my mother’s kitchen with its overabundance of dishes, the dolmades, pilafs, ‘chipura’—porgy, but never so fresh as it is in Turkey, ‘imam bayeldi’ [The priest fainted, presumably because of the heavenly aroma]. How can I feel so much at home while being totally shut out because of the language? It’s a paradox. Hearing a word I understand gives me a shiver of delight. These verbal sparks are my link to the language around me and to the one I spoke as a child where these Turkish words are embedded. The summons of the muezzin, the call echoing from mosque to mosque feels familiar to me and even, it seems, embracing of me, a Jew from New York. The Ultimate Dining Out Experience On my last night in Turkey, in Izmir, my husband and I were lured into an empty restaurant. Empty, that is, except for three elderly male musicians, playing for the non‐existent diners. When we sat
down, they struck up a new song, one of those wailing, plaintive cris de coeur, probably about heartbreak and faithlessness (on the part of the woman no doubt). The tone—I can’t say the tune because it slithered from one microtone to another—the tone was familiar. I’ve heard these instruments before, at home at family parties when I was growing up. An oud (like a short‐necked mandolin), kanoun (a zitherlike instrument), and a violin, alternating with the pot‐bellied mandolin they call a saz. Reedy, whiny, echoing, nostalgic, reminding me of all those relatives, now gone, who were exiles from Turkey.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 156 -
Tonight, the oldest of the musicians, a gaunt, grizzled seventy‐year‐old is singing directly to me. His black eyes bore into mine as he sings. I can feel myself blushing. His words, which I don’t understand, are berating me for leaving him to pine alone, finding relief only in drink, in raki. At home we had a bottle of that anise‐flavored powerhouse of a drink. When poured into a glass it is a clear liquid. But when you add water it clouds up. What could be more mysterious? The man keeps singing to me while his friends nod every so often, as though to confirm his emotion—and mine. “I know you,” he’s saying to me. “Even though you’ve been away I knew you would come back . . .” I can hardly restrain myself from leaping up and dancing. I find myself swaying and tapping on the table with my fingers, not daring to look at this seducer. Forget about the grilled fish (just caught in the Aegean?) that is turning cold on my plate. I need to move, to sway and bend to the music, to tell this man that I’m responding to his yearning with my heart and my body. When our meal is finished it’s difficult to face the end of the evening. To put on our jackets, pay the bill and walk out. We want to give the musicians
something. Actually, I want to embrace the man who’s been serenading me but don’t dare meet his eyes as I pass him on the way to the door. My husband discreetly slips some bills to the waiter and gestures toward the musicians, making it clear that the money is for them. They’ve seen this exchange, and just before we walk out they nod gravely without interrupting their song. My last chance—I turn and gaze directly into those smoldering eyes. To this day I retain the image of the man, guarding it secretly as though he is my demon lover. I may need to be cured. Sprinkle some salt on all the windowsills, thread one of my hairs in a needle and set it at my threshold. Draw water from four wells and mix with honey . . . I draw the line at molten lead. "Out of Smyrna" has received a Family Travel Solas "Silver" award as one of the best pieces of travel writing in 2011

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 157 -
Topluma Hizmeti Misyon Edinen İşadamı
JAK ESKİNAZİ
Hem iş yaşamında hem de sosyal kurumlarda başarılarıyla öne çıkanlar herkesten daha büyük bir
BİZDEN BİRİ
Sarit Bonfil
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 158 -
tutku, sevgi ve dinamizmle işlerine bağlıdırlar. Bu farkı onlarla konuşmanızın daha ilk başında hissedersiniz. Onlar amaçlarını büyük bir isabetle belirlemiş ve kendilerini işlerine adamışlardır. İzmir Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkan vekili sıfatıyla İTO’daki bürosunda sohbet ettiğimiz Jak Eskinazi, sosyal sorumluluk bilinciyle, çevresine faydalı olma isteği ve iyi niyetli yaklaşımıyla örnek bir hizmet gönüllüsü… Onun üstlendiği görevlerin listesi bir hayli kabarık: Ege Tekstil ve Hammaddeleri İhracatçı Birliği Yönetim Kurulu Başkan Yardımcısı, İzmir Ekonomi Üniversitesi Mütevelli Heyeti Üyesi, İzmir Teknoloji Bölgesi Yönetim Kurulu üyesi ve ilk kez verilen İsrail’in İzmir Fahri Konsolosu görevi. Hiç şüphe yok ki Jak Eskinazi’yi bu onurlu mevkilere taşıyan iş yaşamındaki başarılar ve edindiği saygın konum. İTÜ inşaat mühendisliği mezunu olarak beş yıl bu sektörde çalıştıktan sonra dede mesleği olan tekstile dönen Jak Eskinazi, küçük bir atölyeyle üretime başlayıp yıllar içinde ortaklarıyla birlikte Roteks Tekstil, Spot Tekstil, Golden Halıcılık ve Pergamon‐Statüs Dış Ticaret firmalarını kurdu. Dünyaca tanınmış markalara üretim yaparak Türk ekonomisine önemli katkılar sağlayan firmaları
faaliyetlerini sürdürürken Jak Eskinazi, ticarette edindiği bilgi ve deneyimi toplum yararına sunmak için vaktinin önemli bir kısmını Sivil Toplum Kuruluşlarına harcıyor… Ailenizin köklü bir tekstil geçmişi var. Bundan kısaca bahseder misiniz? Ailemiz tekstille uğraşmaya 1920’li yıllarda başlamış. O zamanlar Şadırvanaltı’ndaki işyerinde aba, urba tipi kaba kumaşlar üretilirmiş. Sonra Kapılar’daki eski İngiliz Hanında İngiltere’den getirtilen tezgâhlarda kumaş dokunmaya başlanmış. 1940’lı yıllarda dokunan kumaşlar dikime hazırlanır ve İzmir’de konfeksiyon olmadığı için dikilmek üzere yazın İstanbul’a götürülürmüş. Sonbaharda ise dikilmiş pantolon ve takım elbiseler İzmir’de satışa sunulurmuş. 1957’de Alsa Giyim açıldı. Sonra ihracatçılara fason iş yapan bir atölye, birkaç yıl sonra da Roteks kuruldu. Üretim artınca 1988’de Çankaya’daki atölyeden Çamdibi’ne, 1990’da ise halen üretimimizin devam ettiği Çiğli OSB’deki fabrikamıza geçildi. Kızım tekstilde ailenin dördüncü kuşağını temsil ediyor. Aynı işi devam ettirebilmek için mutlaka

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 159 -
nesilden nesile geçen bir yatkınlık, özel bir sevgi olması lazım. Ben tahmin ediyorum ki bizde böyle bir şey var. Ailede dört kuşaktır aynı işi yapabilecek kadar seviyoruz bu işi. İş hayatına konfeksiyon ticaretiyle başlayıp küçük bir atölyeyle üretime geçtiniz. Şimdi ise dünya çapında tanınmış firmalara yüksek miktarlarda üretim yapan bir üreticisiniz. Sektörünüzde bu başarıya ulaşmanızda neler etkili oldu? Bu bir ekip işi. Ben hep şunu söylerim: Türkiye’de bir ortaklık kültürü eksiği var. Bu ortaklık kültürünü benimsediğiniz zaman bu başarıyı yakalama şansınız her zaman var. Çünkü bir kişinin bütün bu işleri yapması mümkün değil. Ancak ekip çalışmasını yerleştirebildiğiniz, kurumsallaşabildiğiniz müddetçe bir yerlere varma olanağınız var. Yoksa “ben her şeyi kendim yaparım, benden iyi bu işi kimse yapamaz” zihniyetiyle bir işi götürdüğünüz zaman maalesef bir yerlere varamazsınız. Her bireyin daha iyi yapabileceği işler vardır. Bir ortaklık yapısında herkes kendi yapabileceği işleri rahatlıkla belirtirse ve o işleri yaparsa o ortaklık her zaman başarıya gider.
Kişilerin birbirine güvenmesi lazım. Kurumsallaşan şirketlerde her şey kayıtlara girdiği için itimat problemi ortadan kalkıyor. O yüzden ortaklık yapılarında kurumsallaşma ve güven ortamının yaratılması çok önemli. Başarının en önemli koşulu bu. Tek başına bir yere gelmiş insanlar var elbet ama bu tıpkı piyangodan büyük ikramiye kazanmaya benzer. Oysa insanlar beraberce bir yerlere varma şansını her zaman elde edebilirler. O zaman başarı oranı yüzde ellilerin üzerinde olur. Doğru zamanda doğru kararları vermek de önemli değil mi? Üç dört kişilik bir ortamda herkesin yanlış düşünme ihtimali çok azdır. Mutlaka onların arasında doğru düşünenler olacaktır. O doğru düşünen fikirlere hürmet edildiği zaman doğru yöne gitme şansı her zaman fazla. Tek başına olduğun zaman ise bir yanlış karar insanı kötü netice almaya götürür. Ege Hazır Giyim Konfeksiyon ve İhracatçıları Y. K. Başkanlığını yedi yıl sürdürdünüz, Halen birçok Sivil Toplum Kuruluşunun yönetim kademesinde görev alıyorsunuz. Bu tür
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 160 -
kuruluşlarda çalışma isteğiniz neden kaynaklandı? Topluma hizmet etme isteğinin insanın içinden gelmesi lazım. Başkan, başkan yardımcısı ya da yönetim kurulu üyesi olmadan da toplumda hizmet edilebiliyor. Bazı insanların sosyal konularda merakı ve becerisi vardır. Senelerce Rotary, Lions gibi S.T. K’larda başarılı olmuş insanları takdirle karşılıyorum. Bense ticareti çok sevdiğim, bilgi ve deneyimim buna yönelik olduğu için ticari konularla ilgili S.T.K’larda görev almayı tercih ettim. Tabii insan kendi yapısı itibariyle nerede başarılı olacaksa orada görev yapmalı. Diğer kurumlarda görev almadım çünkü onlara bir şey katamam. S.T.K’ların hepsi seçimle iş başına gelinen yerler. Örneğin, Ege Hazır Giyim Konfeksiyon ve İhracatçıları Y. K Başkanlığını yedi sene yaptığıma göre en az üç kere seçim kazanmışım demektir. Ondan önce dört sene Y.K.üyeliği ve dört sene de başkan vekilliğim var. 1999’dan 2010’a kadar on bir sene başkan vekili ve başkan olarak görev yaptıktan sonra oradaki görevimi gençlere devrettim. Gençlere yer açmayı bilmek gerek.
Sivil Toplum Kuruluşlarındaki bütün bu görevler iş yaşamına nasıl yansıyor?
Tabii çok zor. İş yaşamından fedakârlık yapmanız gerekiyor. Bunun ikisini de beraber götürebilmeniz için uykunuzdan, aile yaşamınızdan fedakârlık yapmanız, kalan zamanı da buraya harcamanız gerekiyor. Hem kendi işinizi dört dörtlük yapıp hem de böyle bir kuruluşta çalışma imkânınız yok. Bu ancak bir fedakârlık yumağının oluşmasıyla gerçekleşebiliyor. Kartvizitte bulunsun diye iş yapmak olduktan sonra herkes yapar. Başkanlık, başkan vekilliği yapıyorsanız mutlaka fedakârlıklar yapmanız lazım. Yoksa olmuyor, yürümüyor.
Bu pozisyonlarda bulunmanın size iş hayatında pozitif katkısı oldu mu?
Tabii ki. Birçok insan tanıyorsunuz. Mesela, Türkiye’nin politik hayatında ister iktidar, ister muhalefet partilerinde olsun tanımadığınız insan olmuyor. Bir şey görüşeceğiniz zaman sizi mutlaka tanıyorlar. O mevkideki kişilere ulaşma kolaylığı sağlıyor size. Doğru bir istekle gidecek olursanız mutlaka yapılabiliyor. Yurt dışında da birçok ülkede gerek bakanlar, gerek S.T.K. düzeyinde,

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 161 -
gerek iş hayatında tanıdıklarım var. Hem konferanslar sırasında hem de karşılıklı ziyaretler yaptığımız için tanışma, mail ortamında bile olsa görüşme olanağı var. Bu işleri yapabilmek için işi de insanı da sevmek, bencil olmamak lazım. Çünkü her şeyden fedakârlık yapıyorsun.
Gerek İzmir Ticaret Odasında gerek Ege Tekstil ve Hammaddeleri İhracatçıları Birliği’nde Yahudi işadamlarının aktif bir rolü var mı?
Eskiden yoktu ama şimdi var. Mesela İhracatçı Birliğinde Jak Galiko var. Senlerdir Deri Birliğinin Başkanlığını yapıyor. Tahmin ediyorum bu son senesi. Kendi alanlarına göre bu kuruluşlarda epey Yahudi var. İstanbul’da daha çok vardı. Jak Kamhi, Üzeyir Garih gibi sektörün duayenleri S.T.K’da, vakıflarda senelerce çalıştılar. Duayen olunca sizden mutlaka faydalanmak istiyorlar. Buraya gelebilmek için sektörünüzde mutlaka belirli bir yere gelmeniz lazım ki seçilebilesiniz. Çünkü bu mevkide oturduğunuz zaman, herkesin derdine bir çözüm önerisi getirebilmeniz, katkıda bulunmanız gerekiyor. Babanız Salvator Eskinazi uzun yıllar cemaat derneklerinde ve cemaat yönetiminde görev yapmış bir kişiydi. Toplum yararına yaptığınız gönüllü çalışmalarda bunun etkisi olduğunu düşünüyor musunuz? Babam cemaat işlerine meraklıydı ve çalışmayı severdi. Benimkisi daha farklı. Kendimden gelen bir istekti. Bir de İTÜ’de toplumu birleştirici faaliyetlere katıldığım için üniversite hayatının bana vermiş olduğu tecrübe dolayısıyla S.T.K’ larda görev almayı her zaman daha doğru buldum.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 162 -
İTÜ’de bir konuya destek verdiğiniz zaman çalışmanız gerekiyordu. Oradaki çalışma alışkanlığı beni buraya doğru itti. Haziran 2010’dan beri İsrail’in İzmir Fahri Konsolosusunuz. Göreviniz neleri kapsıyor? İsrail devletinin Türkiye’de bir tane Fahri Konsolosu var, o da benim. Başka yok. Mümkün olursa bir tane daha açmak istiyorlar. İsrail’in eski Türkiye Büyükelçisi Gabby Levy bana bu görevi teklif ettiğinde “Bir düşüneyim” dedim. Sonra da kabul ettim. İyi ki de kabul etmişim. Bütün fahri konsolosların değil ama İsrail Fahri Konsolosunun görevi çoğunlukla ekonomi ve turizm alanlarında. Yoksa herhangi bir belgelendirme ya da vize verme yetkileri yok. Ancak fahri olarak ülke tanıtımı ve iki ülkenin ticari ve turizm işbirliğini artırabilme konusunda aktif olma şansı var. Ama burada bir İsrail vatandaşının bir sorunu olursa tabii ki ilgilenmek zorundasınız. Çünkü buradaki tek yetkili sizsiniz. Bir ticari anlaşmazlığı çözmek için ancak yol gösterebilirsiniz. İstanbul’daki konsolosluğun bile hukuki bir yetkisi yok. Orada noter vazifesi gören iki hukukçu eleman var. Her ülkenin fahri konsolosunun görev kapsamı
birbirinden farklı. Bu tamamen büyükelçinin ve o devletin vermiş olduğu yetkilere bağlı. Bugüne kadar iki ülke ilişkilerini geliştirmede nasıl bir katkı sağladınız? Konsolos olarak atandığım günlerde çok kötü bir politik devreden geçiyorduk. Bu durum hala da devam ediyor. Ama Türkiye ile İsrail arasında 5 milyar dolar seviyelerinde, hiç küçümsenmeyecek bir ticaret hacmi var ki İsrail aşağı yukarı Türkiye’nin en fazla ticaret yaptığı ilk on ülke arasına giriyor. Bugün 20‐22 milyon nüfusu ve 6000 Türk firması olan Romanya ile bile o kadar ticaret hacmi yok. İki ülke arasında turizmi başlatmaya çalışıyoruz. Yavaş yavaş Antalya ve Kuşadası yöresine turistler gelmeye başladı. Türkiye tarafı çok ürkek değil ama İsrail tarafında hala medyanın kötü propagandasının izleri var. Bunun aşılması lazım. Yoksa iki ülkenin halkları arasında hiçbir problem yok. Burada basında çıkan anti‐İsrail yazılar her zaman oldu. Hatta ilişkilerin en iyi olduğu dönemlerde bile vardı. Aynı şekilde orada da var. Bunların iki ülkenin ilişkilerini kötü yönde etkilememesi lazım. İsteyenlerin sorun yaşamadan oradan buraya gelmesi ve buradan oraya gitmesi

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 163 -
gerek. Tabii vize konularında biraz sıkıntı var. Bilhassa İsrail’in girişinde ve çıkışında olan güvenlik dolayısıyla büyük şikayet alıyoruz. Sonuçta ben dahil herkese uygulanan bir prosedür. Savaş görmüş ülkelerdeki bir strüktür. Dışişleri bakanlığı bile bir şey yapamıyor. Ben bakanlığı ziyarete gittiğim zaman bu konuda bir şey yapamadıklarını gördüm. İleriye dönük projeler var mı? Var. Her zaman ilişkilerin daha ileriye gitmesi için bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. İsrail’den tarımla ilgili bir grup uzman getirdik. Buradaki tarım işletmelerine seminerler verdirdik. Türkiye ile İsrail arasındaki ticaretin artırılması için bir gezi organizasyonu yapıyoruz. Geçen sene hazırladığımız geziyi orada seçimlere denk gelmesi nedeniyle iptal etmek zorunda kaldık. Buradan işadamlarını götüreceğiz, oradan iş adamları geliyor. Bir sıkıntı yok. Günde 5‐6 sefer var ve hepsi de dolu. THY’dan başka şimdi Pegasus da günde iki defa uçuyor. Demek ki bu kadar bir potansiyel var. İki ülke halkları arasında sıkıntı yok ama politik olarak bayağı bir sıkıntı var görüntüde. Geçenlerde ilk defa İsrail’den bir bakan, Çevre Bakanı bir
günlüğüne bile olsa İstanbul’a geldi. Sonuçta gelinip gidilebiliyor. Bunlar hep ilişkileri yumuşatacak adımlar.
İzmir Yahudi Cemaatinde yaşanan gelişmelerle ilgilenmeye fırsatınız oluyor mu? Bu konuda herhangi bir katkınız olabiliyor mu? Eşim Mirey cemaat yönetiminde. Bu da onun son devresi. Onun vasıtasıyla gelişmelerden haberdarım. Cemaat Başkanı Jak Kaya ile ve yönetimdeki diğer arkadaşlarla yakın ilişkim var. Burada Yahudi cemaatinin varoluşunu gösteren
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 164 -
eski sinagoglar başta olmak üzere çok büyük bir tarihi servet var. Onların daha iyi muhafaza edilebilmesi ve tanıtılabilmesi için yapılacak olan bütün faaliyetlere katılıyoruz. Görev aldığım S.T.K’larda, Ticaret Odasının, İhracatçı Birliğinin bu konuya yapabileceği bir katkı varsa elimden geldiği kadar katkıda bulunmalarını sağlıyorum. Gerek valilik, gerek belediyelerdeki ilişkilerde yardımcı olmaya çalışıyorum. Hiçbir zaman görev almaya talip olmadım ama ilk başta söylediğim gibi benimkisi farklı bir çalışma alanı. Bulunduğunuz mevkiler İzmir Yahudi cemaatine daha objektif bir açıdan bakmanızı sağlamış olabilir. İlerisi için görüşleriniz, beklentileriniz neler? Bizim cemaatimizde maalesef bir gayrimüslim tedirginliği var. Bazı konularda bunun haklı nedenleri var ama kendinizi doğru ifade edebildiğiniz ve yaptığınız işin doğruluğundan emin olduğunuz müddetçe taşıdığınız Yahudi kimliği bir eşitsizliğe, bir ayrımcılığa neden olmuyor. “Ben Türk vatandaşıysam herkesin almış olduğu haklar bende de var” diye düşüneceksiniz. Bizim en büyük eksiğimiz bundan kaynaklanıyor.
“Beni kimse seçmez” ya da “Ben burada görev alamam.” diye yanlış düşüncelere kapılıyoruz. İstemeden kimseye bir şey verilmez. Deneyin, görev alın, çalışın. Yahudi toplumunda benim hissettiğim, gözle görülmeyen negatif bir istek var. Diğer bir konu da toplumdaki hızlı değişime ayak uyduramayışımız. İzmir gibi bir hinterlantta iş yapma sisteminin biraz değişmesi lazım. Gençleri burada tutamıyoruz; buradan kaçırıyoruz. Çoğu aile burada iş güç sahibi. İşte burada bütün ailelere, bilhassa Yahudi ailelere düşen görev gençlerin buradan gitmemesi için kendi işlerinde yeni nesle görev vermek, en azından ayakta durabilecekleri yere kadar teşvik edip onların başarılı olmalarını sağlamak. Bana sorarsanız biz gençleri buradan gitmeleri için kendi ellerimizle itiyoruz. Tabii gittikleri müddetçe “biz az kaldık” diye hayıflanacağımıza, “biz az kalmaya çalışıyoruz” desek daha doğru olacak. Toplum olarak bu hatayı yapmamamız gerek. Bir toplumda sayıca değer kaybettiğiniz zaman değeriniz de azalıyor. Bugün evlatları buradan ürkütüp İstanbul’a ya da yurt dışına yollamanın bir anlamı yok. Ben hiçbir gencin okul sırasında Yahudi kimliğinden bir zarar gördüğünü tahmin etmiyorum. İş hayatında da aynı şey. Ben şahsen görmedim. Duymadım. Onun

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 165 -
için gençlere burada o ortamı sağlarsanız her zaman başarılı olacaklarına eminim. Doğru, İstanbul bir başka deniz, büyük hinterlantların şansları her zaman daha fazla ama İzmir’de de böyle olanaklar yaratabiliriz. Beşinci yayın yılını tamamladığımız bu sayıda DIYALoG okurlarına ve İzmir Yahudi cemaatine iletmek istediğiniz bir mesaj var mı? Ben sizleri çok tebrik ediyorum. Ticaret Odasının bir dergisinin nasıl hazırlandığını ve ne masraflarla yapıldığını bildiğim için sizin bu özveriniz ve bu kadar küçük bir toplumda haberleri bu kadar objektif olarak ve herkesi bilgilendirecek şekilde vermenizden dolayı ayrıca takdir ediyorum. Çok zor bir iş yapıyorsunuz. Tabii size muhalif olup da sizi tenkit edenler vardır. Her toplumda bu olur. Ama bundan hiç yılmamak lazım. Çünkü yapmış olduğunuz iş çok kutsal bir iş aynı zamanda. Yayın yoluyla bir toplumun haberlerini o toplum içinde yayabilmek, o toplumun bazı dirençlerini ayakta tutabilmek ve birlikteliğine katkıda bulunabilmek çok önemli. Ben maddi manevi size her zaman destek olmaya hazırım. Bir Şalom dergisinin ne
olduğunu biliyorum. 20 ‐25 bin nüfuslu İstanbul’da o da çok büyük başarı ama onun minyatürü bile olmayan 1500 nüfuslu İzmir’de böyle bir dergiyi ayakta tutabilmek azımsanmayacak bir başarı. Devam edin. Cemaatimiz üyeleri bilsinler ki, biz seçilmiş olanlar mutlaka onlar için buradayız. Her zaman kapımız açık İstedikleri zaman gelsinler, onlara her konuda yardım etmeye hazırız.
***
İzmir Yahudi cemaatinin bir üyesi olarak üst düzey yöneticilik ve liderlik vasıflarıyla toplumun kilit mevkilerinde aynı anda birçok misyon üstlenmiş olan ve bütün sorumluluklarını büyük bir özveri ve sevgi ile yerine getiren Jak Eskinazi ile gurur duyuyor, çalışmalarında başarılar diliyoruz.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 166 -
İzmir’de Nöbet Değişimi İzmir Musevi Cemaati asırlardır Aziz Nesin’in ünlü oyunu “Yaşar ne yaşar ne yaşamaz” misali, bir tüzel kişiliği olmadan varlığını sürdüren bir yapıya sahipti. “Konsilyo Komunal” olarak bilinen cemaat yönetimi 13 kişiden oluşur ve cemaat mensupları arasından üç yıllık bir görev süresi için seçilirlerdi. 2010 yılı Aralık ayında yapılan son cemaat yönetim kurulu seçimlerinde, Jak Kaya ve ekibi üçüncü kez göreve getirilmişlerdi. Bu arada; uzun yıllardan beri sürdürülen hukuk mücadelesi 2011 yılı Aralık ayı ortalarında meyvesini vermiş ve İzmir Musevi Cemaatinin VAKIF olabilmesinin yolu açılmıştı. Yönetim derhal gerekli çalışmaları başlatmış ve tüm yasal formaliteleri tamamlayarak 2012 Mart ayında “İZMİR MUSEVİ CEMAATİ VAKFI” tüzel kişiliğinin ilk yönetim kurulu seçimlerine gidilmişti.
KÖŞE YAZILARI
Baş Yazı RAFAEL ALGRANATİ / İzmir

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 167 -
İki başlılık oluşmaması için Cemaat Yönetimindeki üyelerin 7’si vakıf yönetimine aday olmuşlar ve seçilerek yine Jak Kaya başkanlığında ilk Vakıf yönetim kurulunu oluşturmuşlardı. Geçtiğimiz günlerde 2010’da üç yıl için seçilen eski yönetimin (Konsilyo Komunal) süresi doldu. 9 Ocak 2014’te düzenlenen Genel Kurulda Başkan Jak Kaya, Vakfın kuruluşu ile birlikte Konsilyo yönetiminin işlevini yitirmiş olduğunu anlattı. Böylece İzmir Cemaatinin 500 yıllık Konsilyo yönetimine genel kurul kararı ile son verilmiş oldu. Üçüncü dönem görev sürecini de büyük bir özveri ile tamamlayan Jak Kaya, yönetimin artık daha genç, daha enerjik kardeşlere geçmesini istediğini söyleyerek vakıf başkanlığından ve yönetiminden istifa etti. Bu istifa üzerine toplanan Vakıf Yönetim Kurulu, tüzük gereği birinci yedek üyeyi yönetime davet ederek yeni görev bölümüne gittiler. Yapılan görev bölümünde Sami Azar oybirliği ile vakıf başkanlığına seçildi. Özetle durum bu!..
Ayrıntılara gelince!.. İzmir Musevi Cemaatinin 500 yıllık yönetim şeklinin sona ermesi gönüllerde bir burukluk yaratmış olsa da, çok daha uygun bir yönetim yapısına geçiş yapıldığı için herkes memnun!.. Yoğun bir çalışma temposunun ardından dinlenmeye çekilen eski Başkan Jak Kaya’nın dokuz yıllık görev süresince başardıklarını İzmir toplumu hiçbir zaman unutmayacaktır. Özellikle 2013 yılındaki Vakıf kuruluşu ve sinagogların tapularının alınması gibi başarıları her zaman anımsanacak ve cemaat tarihinde yerini alacaktır. Yeni Vakıf Başkanı Sami Azar 1949 doğumlu!.. Bugüne kadar birçok dernekte üst düzey görevler almış, deneyimli, ılımlı, güler yüzlü, sorunlara çözüm odaklı yaklaşan ve toplum tarafından sevilen bir insan. Sami Azar’ın önünde, tamamlaması ve sonuca ulaştırması gereken birçok konu başlığı var. Vakıf olduktan sonra daha da önem kazanan, ancak Jak Kaya döneminde gündemdeki başlıkların çok daha önemli olmaları nedeni ile ele alınamayan, “çağdaş, etkin ve geniş kapsamlı yönetimsel bir
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 168 -
reorganizasyon” bu gündem maddelerinin en önemlisini hatta bana göre vazgeçilmez olanını oluşturmakta. Sinagogların restorasyonu
İzmir Project
Süregelen ve varsa yeni açılması gereken tapuları henüz alınmamış taşınmazların davaları
Web sitesi
Toplumla geniş anlamda çağdaş iletişim
Gençlerimizin ve toplumun tek toplanma yeri olan Liga (Kültür Derneği) salonunun yeniden dekorasyonu
Sinagog ve hocaların durumları
Kaşerut
Güvenlik gibi konular da gündemin diğer maddelerini oluşturmakta.
Gözden kaçırılmaması gereken Sami Azar’ın başkanlık görevini kendi kadrosunu kuramadan mevcut yönetim kurulu ile üstlenmiş olduğudur. Hepsi birbirinden değerli ve deneyimli yönetim kurulu arkadaşlarının, Sayın Azar’ın bu dezavantajını avantaja dönüştüreceklerinden eminim. İzmir Musevi Cemaati Vakfı (IMCV) yeni başkanı Sayın Sami Azar’a ve değerli yönetim kurulu arkadaşlarına başarılar diliyor, eski başkan Sayın Jak Kaya’ya yaptığı tüm özverili ve her zaman minnetle anımsanacak çalışmaları nedeni ile cemaatimiz adına teşekkür ediyorum. Sağlıkla ve Hoşça kalın!..

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 169 -
Kuru Ekmek Havaların sürekli kapalı gittiği günlerdeydik. Kış bitmiyor, bahar bir türlü kendini göstermiyordu. Karamsarlık ve iç sıkıntısı, sanki havayla birlikte insanların yüreğine de çöküyordu. Öğleden sonra güneş, sıcak yüzünü gösterir gibi oldu. Hastane ortamından kaçmak isteğiyle işlerimi toparlayıp yakınımızdaki parka yöneldim.
Boş banklardan birine oturup, koltuğumun altındaki gazetenin sayfalarını çevirmeye başladım. Yaşlıca bir bey, izin isteyerek bankın diğer ucuna oturdu. Cebinden çıkardığı ekmeği ufalayarak sağa sola atmaya başladı. Serçelerin, coşkuyla sunulan ekmeği ufalama çabaları o kadar güzeldi ki, ürkütmemek için kafamı gazeteme gömdüm. Göz ucuyla da bakıyordum.
Bir süre sonra adamın kuşlara bir şeyler söylediğini, daha doğrusu konuşmaya çabaladığını fark edince ilgisiz kalamadım. Mırıl mırıl bir şeyler anlatıyordu.
Cebimdeki bisküvilerden birini ufalayıp ben de kuşların ziyafetine katkıda bulunmak istedim. Adam, ellerimi tutarak engel oldu:
‐ Onlar şekerli biskuvi değil mi?
‐ Evet.
‐ Şekerli bisküvi verme kuşlara!
‐ Niçin? Onlara zarar mı verir?
‐ Anlatması uzun sürer şimdi. Kuşlara iyilik yapmak istiyorsan, şekerli bisküvi verme, o kadar!
Şaşırmıştım. Sert, hatta biraz kaba bir üslupla söylenen bu sözler, merakımı uyandırmıştı:
‐ Minicik kuşlara zararlıysa bizler de mi yemesek bu bisküvileri acaba?
Beni baştan aşağıya dikkatlice süzdükten sonra :
‐ Şehirde doğmuş büyümüş birine benziyorsun. Sen yiyebilirsin. Sana zarar vermez.
"Çattık" dedim içimden. Adam biraz kaçık diye düşünmeye başlamıştım ki:
Derinlik DIYALoG
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 170 -
‐ Beyim, ben köyde büyüdüm. Şehirden hep uzak durdum. Ne zaman ki torunum dunyaya geldi, onun hatırına kışları şehire, torunumun yanına gelmeye başladım. Ama şehirden nefret ediyorum, alışamadım. Biraz güneş çıktığında hemen kendimi parka atıyorum. Şu ileride salıncakta sallanan kırmızılı kız da benim torunum. ‐ Allah bağışlasın. Kaç yaşında? ‐ Dört. Seneye yuvaya gidecek inşallah. O zaman ben de onun başını beklemekten kurtulup, kaçacağım bu şehirden. ‐ Nedir sizi bu kadar rahatsız eden? Neden kaçıyorsunuz? Burada her şey var! ‐ Tam da bu yüzden kaçmak istiyorum ya! Şu kuşlara bir bak hele. Ekmek kırıntılarıyla karınlarını doyururlar. Onlara şekerli bisküvi verirsen daha da severek yerler. Ne var ki, bisküvinin tadını alan kuşlar, bir daha kuru ekmeğe bakmaz, sonra da aç kalırlar. Dahası şekerli bisküvi, iştahlarını açar. Doysalar bile yemeye devam ederler. Çatlayıncaya kadar yerler. İşte o yüzden engel oldum, onlara bisküvi vermene.
‐ Tam olarak anlayamadım sizi. ‐ İnsanlar da böyle. Şehirde her şeyden bol bol var. Şehre ve modern hayata alışan bu kuşlar gibi ölüyor. Ne yese doymuyor! Şehir, bozuyor insanları. Ben de bu şehir insanları gibi olmadan biran önce köye dönmek istiyorum. Hiç sesimi çıkarmadım. ‐ Bilir misin, diye sürdürdü konuşmasını. Çiçeğe ihtiyacından fazla su verirsen, boğulduğunu anlamadan yaşar, ama yavaş yavaş kökleri çürür, şehir insanları da böyle. Derin bir iç çekti. Cebinde kalan son ekmek kırıntılarını da serptikten sonra ayağa kalktı. Kaygılı gözlere salıncakta sallanan torununa baktı ve "Şehirliye anlatması zor!.." dedi. Sonra da yürüdü gitti!..
Yeryüzünde bütün ızdıraplar, aza kanaat etmemekten doğar.
Firdevsi

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 171 -
1. Uluslararası Ladino Günü Israil Radyosu emektarlarından Bn. Zelda Ovadia’nın 2013 başında ortaya attığı fikir görülmemiş bir ilgiyle karşılandı ve Hanukanın son günü olan 5 Aralık 2013’de coşkuyla kutlandı.
Dünyanın değişik şehirlerinde (İstanbul dahil), Sefaradi toplulukları olsun olmasın, bu dil ve etrafındaki kültürün yaşamasını isteyenler ve onlara ilgi duyanlar toplandılar, değişik yer ve üniversitelerde yapılan törenler aracılığıyla bu alanda yapılanları büyük ilgiyle izlediler.
Beş asır bu dili, tarihini ve kültürünü koruyan Sefarad kökenli Yahudiler, çoğunlukla Osmanlı imparatorluğunun hükümranlığı altındaki ülkeler olan: bugünkü Türkiye, Yunanistan – Bulgaristan – Sırbistan – Hırvatistan ‐ Bosna Hersek, zamanın Filistin’i ve hatta Kuzey Afrika’daki Arap ülkelerine yayıldılar, oralarda yaşarken İspanya’dan getirdikleri kültürel birikimleri terketmediler.
19. asır sonlarından beri oluşan milliyetçi akımlar, bu ülkelerden her birinin Osmanlı’dan kopmasına sebep oldu. Yahudiler her milliyetçi akımdan etkilendiler, azınlık oldukları ülkelerin kültürüne ve diline daha çok yaklaştılar. İkinci dünya harbinde olan bitenler ve ardından kurulan İsrail devletine göç, Ladino (veya Judeo‐Espanyol) dilinin genç nesiller tarafından “eskimişlik” şeklinde algılanmasına neden oldu . İkinci dünya harbinin trajik olayları, bilhassa Balkan ülkelerinde ana dilleri Ladino olan onbinlerce insanın katledilmesine sebep oldu.
Osmanlının yerini alan Türkiye Cumhuriyeti, Türk ulusu için yeni bir yaklaşım yarattı, dini müslüman olmayanların Türkçeden başka dil kullanmalarına tahammül edemedi. 1930’ların ‘’vatandaş Türkçe konuş’’ kampanyaları ile Türkiyenin 200.000’e yakın Yahudisinin giderek bu dile devam etmemeleri, bilhassa çocuklarından bunu istememeleri sonucunu doğurdu. Şiveleri bozulmasın diye çocuklarıyla ‘’Musevice’’ konuşmaktan çekindiler. Ardından gelen İkinci dünya harbi zorlanmaları, Varlık vergisi, Aşkale sürgünleri gibi olaylar Türkiye Yahudilerinin ekonomik açıdan büyük
Uzak Yakın SELİM AMADO / Israel
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 172 -
darbe almalarına sebeptir. Sonuç: O yıllarda yeni kurulan İsrail devletine Türkiye Yahudilerinin yarısının göç etmesi oldu. Bütün bu olaylar, ana dil olarak Ladino (Türkçe adıyla Musevice olan) konuşmanın sadece yaşlanmaya başlayan nesle mahsus kalmasının sebebiydi. İsrail’e göç edenlerin çocuklarının veya Türkiye’de 1950’lerden sonra doğanların Ladinoyu konuşmamaya başlamalarını bu şekilde izah etmek mümkün. Yalnız ne var ki, kültür ve dolayısile folklor, bir coğrafi noktadan diğerine geçildiği zaman kaybolmuyor. Dil ise kaybedılebiliyor. Örnek olarak Amerika Birleşik Devletlerini alırsak, oraya göç etmiş İtalyan, İrlandalı, Güney Amerikalı toplulukların İngilizceyi dışarda, evlerinde ise ana dillerini konuştukları, daha sonra yeni neslin sadece İngilizce konuştuğu görülür. Halbuki bunların yedikleri yemekler, hoşlandıkları espriler, şarkılar, hepsi geldikleri ülkenin kültürünü koruduklarını gösteriyor. Sefarad Yahudileri de öyle. Aileleri Osmanlı ülkelerinden gelmiş ise, Fransa’da, İtalyada,
Arjantin’de, Brezilya’da, ABD veya Kanada’da da yaşasalar, borekitas’lara, yaprakitos’lara, avikas’a, fritada’lara, mahallebi veya şarope’ye, dulse de naranca’ya veya travadikos’lara hala meraklıdırlar. ‘’Konsejikas de Coha’’, ‘’Los bilbilikos’’, ‘’Morenika a mi me yaman’’, ‘’Si la mar era de leçe’’ gibi şarkıları nostalji ile dinlemeyi severler. İsrail’de Bar İlan üniversitesinde kutlanan 1.Uluslararası Ladino günü (Primer Dia İnternasional del Ladino) 1000 kişilik bir topluluk tarafından coşkuyla kutlanırken, Ladino kültürünün hemen her şekli, müziğiyle, esprileriyle, kitaplarıyla, bu kültürün akademiye taşınmasını simgeleyen bilim adamlarının konuşmalarıyla dile geldi. İspanya’nın Tel Aviv Büyükelçisi, Ladino alanında yapılan çalışmaların İspanya tarafından nasıl merak, takdir ve destekle karşılandığını anlattı. Gerçekten, bu dil İspanya’da değişikliklere uğrarken, Ladino genel hatlarıyla orta çağ İspanyolcası şeklini korudu, bu bakımdan da onları epey ilgilendirmekte. Osmanlı Sefarad Yahudilerinin koruyup büyük

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 173 -
katkıda bulundukları Türkiye’de de, Karen Gerşon Sarhon başkanlığında bir ekip Ladino kültürünün korunması ve araştırılmasına ciddi şekilde çalışıyor. Karen’ın bu alanda gayretleri sadece müzik alanında değildir ( Los Paşaros Sefaradis) . Osmanlı Sefarad Kültürü merkezinin Cervantes ensttüsü ile birlikte düzenlediği Ladino kursları, ‘’Maftirim’’ litürjik Yahudi müziği diski bu çalışmaların ürünüdür. Dünyanın her yerine davet edilen ve Ladino dilinde herkesi katıla katıla güldüren İstanbullu benzersiz komedyen Jojo Eskenazi ‘yi de unutmayalım. İsrail ve başka yerlerde,Dallas’tan Rachel Amado Bortnick 1500 kişilik sanal Ladinokomunita grubu ile, Buenos Aires’ten internet sitesi, müzikleri ve yayınlarıyla Liliana ve Marcello Benveniste, Fransa’da Aki Estamos, Vidas Largas grupları, Kalifornia ve Tufts üniversitelerinde Ladino kültürü eğitimi, ve daha buna benzer etkinlik ve girişimler, Judeo‐Espaniol veya Ladino dil ve kültürünün ana dil olarak yerini kaybetse dahi tarihe karışmayacağını, Sefaradı hatta Yahudi olmayanların da ilgisini çektiğini gösteriyor. Türkiye kökenliler ise İsrail’de Ladino’nun
korunmasında en önemli noktalarda. Yıllarca bu dilde radio yayınlarını yöneten, otantik şekilde folklore ve müzik verilerini toplayan İzmirli Moshe Shaul, yayınları hala yöneten Allegra Amado Bar‐Yitzhak, Zelda Ovadia, Bar İlan Üniversitesindeki Ladino merkezinin kurucuları Naime ve Yeoşua Selim Salti, Yahudi kültürünün çok önemli bir kısmını teşkil eden Sefaradizm’in ve Ladino’nun önemli isimleri. 1.nci Uluslararası Ladino gününün gördüğü büyük ilgi gelecek yıllarda kutlanacağının habercisi. Sefaradi olup kim hala “bu dil öldü, boşuna gayret” diyorsa kendisine denecek şudur: bir parça daha düşünün, bu işlere gönül verenlerin çok sayıda olduğunu, bu dil ve kültürün etnik bütünlüğümüzü korumuş olmamızda en önemli faktör olduğunu bilin. Selim Amado 27.1.2014
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 174 -
Eşyalara Yüklediğimiz Anlamlar
Eski yazılarımı gözden geçirirken, on yıl kadar önce yayımlanmış Eşyalar başlıklı denemeye takıldım. Şu sözlerle başlıyordu: “Annemin evinin salonunda otururken, gözlerim, otuz‐kırk yıllık eşyalara gidiyor: Koltuk takımı, halılar, yemek takımı, duvarda asılı resimler, kristal abajurlar, vazo ve küllükler, duvar saati... Benim için her birinin, çok eski yıllara dayanan bir öyküsü var: O geçmiş günlerde bu evi satın alabilmek için aile içinde neler konuşmuş, kimlerle görüşmüş, hangi sıkıntılara katlanmışız?.. Eşyalar hangi dükkanlardan, ne zaman ve ne koşullarda alınmış?.. O günün sınırlı parasal olanakları içinde,
annem ve babamla birlikte, gerekli mobilyaları satın almak için hangi atölyeleri, hangi mağazaları gezmiş, bunları seçerken neler düşünmüşüz?.. Bu eşyalar bu salona nasıl gelmiş, nasıl yerleştirmişiz?.. Gözlerim her bir nesnenin üstüne takıldıkça, bunlarla ilgili anılarım canlanıyor; ilk gençlik yıllarımdan, evlendikten sonra bu evden ayrıldığım güne kadar... Tüm bu ayrıntıları anlatmayı denesem... “Bunları yazmayı bir şekilde becerebilsem de, değer mi?”, “belirli bir süre yaşadığım bir evin, kullandığım bu eşyaların öyküsü kimi ilgilendirir?” diye olumsuz düşüncelere kapılmışken, şu sözcükler istemeden dilimin ucuna geliyor: ‐Ama bunlar, benim yaşam öykümün birer parçası! Çoğunu unutmuş olsam da, evdeki yerlerini korudukları sürece, eşyalardan her biri, belleğimin bir kıyısından görünüp geçmişin bir kesitini anımsatabiliyor. Bu arada, eskiye yönelik bu yoğunlaşma içinde, birlikte yaşadığım kimi yakınlarımın aramızdan ayrılmış olması, beni ister istemez hüzünlendiriyor.
Çağrışımlar AVRAM VENTURA / İzmir

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 175 -
Her nedense anılarımızda, insanlarla olan ilişkilerimiz öne çıkarken, nesneler ve mekânlar birer ayrıntı olarak kalıyorlar; oysa yaşandığı süre içinde her biri, kim bilir, bizim için ne kadar önemliydiler! Bizim yaklaşımımız kadar, o insan ilişkilerini sıcak tutan, geliştiren unsurların başında, bir araya geldiğimiz yerler, yararlandığımız eşyalar ve kullandığımız nesneler gelirdi.
Daha da önemlisi, her biri mutluluk ya da mutsuzluğumuzun kaynağıydı!
Satın aldıklarımız, alamadıklarımız, özlem duyduklarımız, o günümüzü ya karartıyor ya da bizim için büyük bir sevinç kaynağı oluyordu.”
Bu yayımlanmış yazının bir kısmı. Aradan geçen bunca yıl sonra, okuduğumda doğrusu hüzünlendim.
Artık annem yok!
Beni yukarıdaki satırları yazmaya yönlendiren, düşündüren, duygulandıran eşyalar da çok kısa bir sürede dağılıp gitti. Ölümünden sonra bir gün, evin
kapısını açtım, kimin ne gereksinimi varsa almasını söyledim. Kalanlardan da işe yaramayanlar, sonunda çöp sepetini boyladı.
Bir insanla birlikte yok olmuş, dağılmış bir yaşam, sonuçta birkaç satırlık sözlerle noktalanıyor. Geride belki annemle babamı anımsatacak birkaç nesne, bir ömrün sayfalarından dökülmüş eski fotoğraflar, bir de belleğimde ne kaldıysa… Kuşkusuz çocukluğumun, ilk gençlik yıllarımın anılarına da, yeniden aralanıncaya kadar bir perde çekilmiş oluyor.
Şu satırları yazarken aklıma bir sorunun çengeli takılıyor:
Eşyaları bizim için önemli kılan nedir?
Her birinin maddesel değeri, işlevi, estetik yanı ayrı ayrı ele alınabilir; ancak bana göre o eşyalara yüklediğimiz anlamlar kadar, onlarla paylaştıklarımız ve yaşanmışlıklar önemlerini belirlemekte etken olmaktadırlar. Hüznüm belki biraz da ondan…
Bana bunları anımsatacak simgelerin bir anda yok olmasından!
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 176 -
Tazminat İkinci dünya savaşında 25 milyon asker ve 41 milyon sivil ölmüş… 6 milyon da Yahudi tabii… İnanılmaz bir sayı. Dünya nüfusun o tarihlerde 2 milyar olduğu göz önüne alındığında, % 4’ü yok olmuş. Muazzam bir kayıp. Akıl tutulması dedikleri herhalde bu.
Toplamda ölen 73 milyon insanın mal mülk varlıklarına ne olduğu önemli? Birileri bundan istifade etti mi? Tabii ki evet… İsviçre bankalarındaki sahipsiz hesaplar üzerine ne kadar çok spekülasyonlar yapıldı belki duymuşuzdur.
Kayınvalidemin çok acıklı Fransa yaşantısını belki duymayanınız vardır. İkinci dünya savaşı esnasında Paris’te yaşıyordu. Eşini Gestapo 1941 yılında Yahudi olduğundan dolayı Auschwitz’e gönderdi. Ve bir daha haber alınamadı. Kayınvalidem Türk Pasaportlu olduğundan mucize eseri hayatta kaldı. Yıllar sonra Israil’den gelen bir haber ile, soykırıma
uğrayanların Almanya aleyhine tazminat talebinde bulunabileceklerini öğrendik. Kayınvalidem ilk eşinin tüm kimlik bilgilerini ve çok uzun yıllar Paramount şirketinde çalıştığını bildirdi. Kayıtlar bulundu. 2000’li yılların başında yaklaşık 25 bin Euro gibi bir tazminat parası eline ulaştı. Eşini kaybetmiş olmasının acısını dindirdi mi? Hayır! Savaş yaralarını unutturdu mu? Tabii ki hayır. Ama… Hayatını allak bullak eden bu olaydan dolayı uğradığı zarar – belki geç de olsa – kısmen telafi edildi. Hayatının son demlerinde bir yaraya merhem oldu diyebilirim. Tazminat Arapça kökenli bir kelime… Zarar karşılığı ödenen para… Hasarı telafi etme. Ziyanı giderme.. Almanya’nın, savaş mağdurlarına, 60 milyar dolar karşılığı bir ödeme yaptığı bilgileri var internette. Bu paranın bir kısmının fabrikalarında köle gibi çalıştırdıkları insanların ‐emeklerinin karşılığında‐ sözü geçen fabrikalardan da tahsil edildiği bilgisi var. Tazminat, tarihle yüzleşme, suçu kabul etme,
One Minute AVRAM AJİ / İzmir

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 177 -
özür dileme, üzüntüyü paylaşma anlamına geliyor. Hayatta kalan insanların kinini belki biraz söndürüyor. Belki psikolojik olarak biraz rahatlamasına sebep oluyor. Kafalarındaki “bu yaptıkları yanlarına kar kalmadı” düşüncesi yaratıyor. Kalan günlerini biraz daha huzurlu yaşamalarına sebep oluyor. Türkiye’nin 2. Dünya savaşındaki bu yıkımdan çok aşırı etkilenmemiş olması bir mucize. Ancak ‐Türk Yahudileri hiç zarar görmeden atlattı‐ algısının da yanlış olduğunu belirteyim. Hatta sadece Yahudiler demek yanlış olur.. Ermeniler ve Rumların da nasiplerini aldıkları biliniyor. Dedem Aşkale’ye çalışmaya gönderildiğinden annem okulunu terk etmek ve çalışmak zorunda kalmış. Her iki dedemin ödediği Varlık Vergisi meblağları uçuk kaçık. Büyük yıkıma uğramışlar. Servetlerinin tamamını kaybetmişler. Sonuç olarak 2. Dünya savaşı esnasında Türkiye içerisindeki azınlıklar önemli bir bedel ödemişlerdir. Belki birçoğunun hayatları değişmiş. Korkudan ilk fırsatta –düzenlerini bozup‐
yurtdışına göç etiler... Birçok akrabamın İsrail’e göç etme nedeni sadece ve sadece burada yaşadıkları olumsuzluklardır. Neticede bu suçu işleyenlerin bugüne kadar tarihle yüzleşerek, herhangi bir tazminat ödeme, üzüntüyü paylaşma, özür dileme girişimi söz konusu olmamıştır. İnkar et, tarihi olayları saptır, özür dilemekten ve tazminattan kurtul politikası sonsuza dek sürer mi?
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 178 -
Tarih Yolculuğunda Yahudi Göçleri
Türkiye’nin ilk Yahudi çalışmaları merkezinin kurulduğunu biliyor muydunuz? İtiraf etmem gerekir ki, benim hiç haberim yoktu. Ta ki internetten bir ileti alıncaya kadar. İleti şöyleydi: TUİÇ – YAÇAM Kongresi: Dünyadaki Yahudi
Göçleri, Osmanlı ve Türkiye’deki Yahudiler Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışmaları ‐ Yahudi Çalışmaları Merkezi olarak İsrail Tel Aviv Üniversitesi Moshe Dayan Enstitüsü işbirliği ile düzenlediğimiz, ''Dünyadaki Yahudi Göçleri, Osmanlı ve
Türkiye Yahudileri'' üst başlıklı uluslararası kongremiz 2‐3 Aralık 2013 tarihleri arasında Kadir Has Üniversitesi'nde gerçekleştirilecektir. Türkiye ve İsrail'den gelen uzman akademisyenlerimiz ile
YAÇAM ekibi araştırmacılarının ortak platformda buluşacağı kongremizde, Yahudi göçleri Antik Çağ'dan itibaren ele alınıp, günümüz Türkiye Musevileri'ne kadar detayla incelenecektir. İletiyi alır almaz hemen internete sarılıp TUİÇ hakkında bilgi edinmeye giriştim. TUİÇ şöyle tanıtılıyordu: Türkiye Uluslararası İlişkiler Çalışma Derneği (TUİÇ) bünyesinde Yahudi çalışmaları merkezi Mayıs 2013 de faaliyete geçiyor. Yaş ortalaması 22 olan gönüllü akademisyenlerden oluşuyor. Türkiye’de bir ilk niteliği taşıyan Yahudi Çalışmaları Merkezi (YAÇAM) bu alanda uzmanlaşmak isteyen öğrencilere ve araştırmacılara kapılarını açıyor. Amaçları geçmişten bugüne kadar uzanan Yahudi tarihini ve bu tarih yolculuğunda yer alan başta Türkler olmak üzere tüm dünya ile ilişkilerini detaylarıyla ele almak. İsrail'deki üniversiteler, araştırma merkezleri, basın ve yayın kuruluşları, STK'lar ve dini kurumlar ile Türkiye’deki benzer kuruluşlar arasında ortak bir bağ kurmayı ve sosyal etkileşim sağlamayı hedefliyor.
Yansımalar RAŞEL RAKELLA ASAL / İzmir

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 179 -
Araştırma merkezinin koordinatörü Serap Merve Doğan, YAÇAM’ın kuruluşunun ardındaki düşünceyi şöyle açıklıyor: “Türklerle Yahudilerin ortak bir geçmişi var. Bu geçmişi Türk –İsrail ilişkilerine indirgemek doğru olmaz çünkü bu Osmanlı’dan gelen bir geçmiş… Bunun incelenmesi gerekir. Ancak maalesef ülkemizde Yahudilik konusunda uzman hiç kimse yok. Bizim amacımız, bu alanda uzmanlaşmak isteyen öğrencileri çalışma merkezi başlığı altında eğitmek ve geleceğin Yahudilik alanında uzman akademisyenlerinin yetişmesine yardımcı olmak.” Doğrusunu isterseniz heyecanlanmamak imkânsızdı. Katılmamak düşünülmezdi. Pılı pırtımı topladığım gibi kendimi İstanbul’a attım. Böylesi de gerekiyordu. Şu an içim coşku dolu ve bu iki gün boyunca yaşadıklarımı sizlerle paylaşmanın keyfini yaşıyorum. Eğer bir kurum alabildiğine nesnel bir bakış açısıyla bir konuyu irdeleyecekse ve bunu diğer ilim dallarıyla, disiplinler arası ilişkide ele alacaksa, binlerce yıllık bir zaman diliminde dolaşmayı göze almışsa… Her şeyin ne olup olmadığını kavramak için öğrenmeye, araştırmaya açıksa… Bu olanak daha önceki hiçbir
çağda‐en azından bu denli‐ açık olmamıştı. Artık farklılıklardan haz duyuyoruz, mutlu oluyoruz. Frekanslarımız değişti, insan bilinci geçmişte olduğundan daha yüksek bir yerlere tırmanmış durumda. Alarko Holding Yönetim Kurulu Başkanı İshak Alaton’un açılış konuşmasını yaptığı kongrenin ilk konuşmacısı Özgür Dikmen “göç” kavramı üzerinden Yahudiliği irdeledi. Göç olgusunun yerinden yurdundan olma hali üzerinden göçü bir kopuş anı olarak ele aldı. Toprağından, yurdundan sürgün olma hali ile “güçsüzleşen, kaygılanan, geleceğinden endişelenen, umutsuzluğa kapılan insan” üzerine odaklandı. Gerek Aşkenaz gerek Sefarad Yahudilerinin Avrupa’da yüzyıllarca baskı altında yaşamış, gettoyu tecrübe etmiş, Yahudi karşıtlığıyla var olmayı öğrenmiş, geleneklerini bu unsurlarla çarpışarak oluşturmuşlardı. Tüm bu olumsuzluklar yetmezmiş gibi bir de Holokost’u yaşamışlardı. Çarpıcı olan şuydu ki tüm yaşanan olumsuzluklara karşı baş etmiş ve yüzyıllarca geleneklerini sürdürmüşlerdi. Bu yaşam mücadelelerinde Kabala güçsüzlüğün gücünü ifade etmenin bir yolu
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 180 -
olmuştu. Kabala öğretisi “sürgünde var olma” halini onlara sunmuş, bu insanlar için bir anlam arayışı olmuştu. Dr. Liora Handelman’dan İran Yahudilerini, Prof. Dr. Ofra BENGİO’dan, Irak Yahudilerini, Ceng SAGNIC: Kürt Yahudilerini, Ahmet ATAŞ’tan Arap Bölgesi'ndeki Yahudilerin geçirdikleri evrelere yoğunlaştık. Aysu ÖZLER’den, Sefarad Yahudilerinin Osmanlı'ya gelişleri üzerine odaklandık. İspanya Yahudileri kendilerini ilk başta gizlemeyi dinlerini değiştirmekte görürler. Bu konuda başarılı olurlar da. Güç kazanırlar. Zaman içinde önemli noktalara gelirler. Hatta engizisyon mahkemelerinde önemli görevlere getirilirler. Ta ki, Hıristiyanlar onların Hıristiyanlıklarını sorgulamaya başlayıncaya kadar. Onlara göre” converso” lar güvenilmezdir. Ne kadar Yahudi, ne kadar Hıristiyan oldukları belirsizdir. “Converso”lara gelince onlar da bir kimlik bunalımının içinde bulurlar kendilerini. Araştırmalar başlar; engizisyon mahkemeleri kurulur. Ve Yahudilerin İspanya topraklarından uzaklaştırılmalarıyla göç başlar. 15. yy İspanya Yahudileri için bir dönüm noktası olur. 31 Mart
1492'de Elhamra Sarayı'nda imzalanarak ilan edilen Elhambra Kararnamesi ile İspanya'da yaşayan Yahudiler'in kovulması kararı alınır. Bu kararnameye göre Yahudi dinine mensup olan ya da kökenleri bu dine inanmış halka dayanan herkes İspanya'yı terk edecek; yanına altın, para vb. ziynet eşyası almayacaktır. Kararnamenin muhataplarına ülkeyi terk etmek için 31 Temmuz tarihine kadar süre tanınmış ve bu süre sonunda da ülkeyi terk etmeyenlerin idam edileceği belirtilmiştir. Bu tarihten bir yıl sonra yine II. Ferdinand'a ait olan Sicilya (1493'te), beş yıl sonra da Portekiz (1497'de) aynı uygulamayı gerçekleştirecektir. Yine göç kapıya dayanmıştır. Rahmet TİYEKLİ’den Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Yahudilerin siyasi durumunu ve Padişahın Yahudiler’e olan tutumunu, Seren Yılmaz’dan Osmanlı İmparatorluğu'nda yaşayan Yahudilerle diğer halkların kültürel etkileşimini, Doç. Dr. Mesut Aydıner’den Osmanlı İmparatorluğu'ndaki Yahudilerin sosyoekonomik durumu üzerine yaptıkları çalışmaları dinledik. İkinci günkü oturumlarda Hay E. Cohen YANAROCAK Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluşundan 1948'e kadar Türk Musevilerinin

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 181 -
durumunu anlatırken başka bir hikâye açıldı önümüze. Hikâye ömrünün neredeyse tamamını Yahudilerin Türkleştirilmesi için harcayan gazeteci, yazar, avukat, tüccar Moiz Kohen’e aitti. Moiz Kohen bir hahamın oğludur. İsmini Munis Tekinalp diye değiştirir. Yirmili yaşlarındayken, “Türkçe konuşalım, Türkleşelim…” demeye başlıyor Moiz Kohen. Bunu bütün hayatı boyunca da sürdürüyor. O dönemde, Osmanlı Yahudilerinde Türkleştirme akımı yaygın. Moiz Kohen onların en ileri saftaki neferlerinden. Yahudilere yaşadıkları ülkeyle uyum içinde yaşama yollarını gösterenlerden biri: Ya kalk git ya da burada yaşayacaksan, buranın bir vatandaşı gibi hisset diyenlerden… İsmim herkesinki gibi olsun, herkes gibi konuşayım, kabul göreyim, sevileyim, beğenileyim diyenlerden. Munis Tekinalp Yahudilere şu 10 emiri öneriyor: İsimlerinizi Türkleştirin, Türkçe konuşun, dualarınız Türkçe olsun, okullarınız Türkçe eğitim versin, çocuklarınızı Türk okullarına gönderin, yurt meseleleri ile ilgilenin, Türklerle arkadaşlık edin, cemaat hayatından uzaklaşın, ülke ekonomisine katkıdan bulunun, haddinizi bilin.
Bu hikâye ile göç olgusunu bu kez konuşulan Ladino‐Espanyol dilinde görüyoruz.
Asst. Prof. Dr. İlker AYTÜRK, Türkiye'den İsrail'e Yahudi göçünü inceleyen çalışmalarını sundular. Doç. Dr. Ahmet Kasım HAN’ın konu başlığı, “Yahudi ulusu; İdeal, Hayal ve Gerçek” üzerineydi. Son konuşmacı Halit KAKINÇ ‘ın “Türkiye'de Ulus‐Devlet Anlayışı, Azınlıklar, Yahudi Cemati'nin Durumu ” konulu sunumu ile kongre bitti.
Uluslararası göç konusu çok geniş bir çalışma alanı. Farklı disiplinleri bir araya getirme imkânı ve zorluğunu bir arada sunuyor. Bu konu, Uluslararası İlişkiler, Siyaset Bilimi, Sosyoloji, Psikoloji, Hukuk, Antropoloji, Tıp, Coğrafya gibi alanları da kapsıyor.
Bu alanda çalışan akademisyenlerin teşvik edilmesi ve bir ağ oluşturması gerekiyor. Bugün bu alanda önemli bir adım atılıyor ve göç konusunda çalışan Türk ve İsrailli akademisyenler arasında bir ağ oluşturulması suretiyle önemli bir boşluk dolduruluyor. Böyle akademik çalışmalarla, başka bir yerde ve zamanda yaşanmış ilişkilerin nasıl yaşandığını, toplumsal yapının iskeletinin nelerden meydana geldiğini, tarihin derinliklerine inildikçe Yahudi
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 182 -
toplumunun tarihinden çok daha fazlasını bulacaklarına dair inancım var.
Sorumlu aydın insanların kaptanlığında umarım bu ilk adım ileride alınacak adımların devamını sağlar. Kongrede ele alınan konular, yalnız yakın tarihi değil, tarihle birlikte ortaya çıkan sosyal yapıyı ve yaşadığı ülkeye uyum sağlamaya çalışan Yahudi insanını ve onun yaşadığı coğrafyayı da kapsıyordu. İlk bakışta konusuyla yalın bir hikâye okuyacağım hissine kapılsam da oturumlar ilerledikçe sandığımdan daha derin bir yapının içinde buldum kendimi. Türkiye’nin hâlâ unutulmamış, aslında unutulmaması da gereken acı tarihinden bazı sayfalar yer aldı. Tarihin en korunaklı noktasına yerleşmiş bütün kayıp sesler gibi, Türk Yahudilerinin hikâyesi de yeniden hayat buldu. Akademisyenler Yahudi toplumunun geçmişiyle hesaplaşırken takındıkları tavır dürüst ve sorgulamaya açık bir tavırdı.
Kimi kez gelgitlerle örülü bir hikâye dinledim. Konu göç, göçerlik olunca haliyle doğaldı bu. Araştırmacı yapıya sahip bu akademisyenler genellikle orada durmuyor, başka alanlara da kulaç atıyorlar. İyi ki bu böyle, bu sayede üzerine titrenmiş ve bir sahiplenmenin ürünü araştırmalar
ortaya çıkmış. Zaten bu durum tüm akademik çevrelerde itibar gören bir tutum oluyor; hatta dünyayı devam ettirenler ve dünyayı yaşanılası kılanlar bu tarz çalışmalarla, temel disiplinleri kuru ve sıkıcı olmaktan çıkaran araştırmacılar oluyor.
Tüm bu zihin muhasebesinden sonra, günümüzün sosyal koşulları içerisinde, sorumluluk duygusuyla araştırma yapan bu entelektüel ortamın, kendini var eden alana ilişkin bu yaklaşım tarzı ve duruşu karşısında onlara buradan teşekkürlerimi sunuyorum.
Hiç kuşkusuz, düşüncenin, sanatın, bilimin gelişmesi farklı zaman ve toplum katmanlarında oldukça değişik seyirler izledi ama sonuçta insanlığın gelişimine hizmet eden bu alanlar sayesinde gelecek kuşaklara güzel bir miras oluşturuluyor. Günümüz insanın da, bu mirasa katkı yapması, evrensel değerlere sahip çıkması insanlık adına umutlanmamızı sağlıyor.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 183 -
Beş Yıldır Neden Yazıyorum
Yaşam hayatına başladığından bu yana, beş yıl zarfında, DIYALoG e‐bültenine 30 sayıda 35 yazı yazdığım dikkatimi çekti. Okuyucu veya takipçisi olup olmadığını bilemeden yazmak, duvara konuşmak gibi bir duygu uyandırırken bazı soruları da beraberinde getirmekte: 1.‐ Acaba yazılarım günceli yakalayamadığından ilgiyi mi çekememektedir? 2.‐ Yoksa yazılarım yazı tarzım nedeniyle anlaşılamamakta ve dolayısıyla takip mi edilememektedir? 3.‐ Veya yazdıklarım okunmaktadır ancak kimsenin konular üzerinde bir düşüncesi veya
yorumu yoktur, varsa da bunu bir takım nedenlerle açıklamaktan mı çekinmektedirler? Seçeneklerin hangisinin veya hangilerinin geçerli olduğunu bilemeden, etki ve tepki yokluğundan oluşan bir boşlukta yazmak, doğal olarak, yazarda bazı tereddütler yaratırken, yazı yazmayı da tam bir külfet haline getirebilmektedir. Ancak, tüm bu olumsuzluklara ve stresine rağmen, beş yıldan bu yana, yazın hayatından çok uzak ve amatör biri olarak, pes etmeden yazmaya devam ettim. Bunu yaparken de hep kendi kendime: “DIYALoG bültenine acaba neden yazmakta ısrar etmekteyim?” sorusunu sıkça sorarak, bu soruma cevap aramaya çalıştım. Üzerinde düşündükçe: • Üstlendiğim bu yazı işi, her şeyden önce, beni sürekli okumaya, ilgi alanıma giren veya girmeyen birçok konuda günceli takip etmeye, öğrenmeye, düşünmeye, notlar düşmeme, duygu ve düşüncelerimi en azından kayıt altına almama yönelttiğini, bunun da her şeyden önce kişisel gelişimime ciddi bir kazanım getirdiğini gördüm.
Açı DAVID ENRIQUEZ / İzmir
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 184 -
• Sessizliklerine rağmen, belki de bazı okuyuculara aslında ulaşmakta olduğum ve böylelikle onlara da bir katkıda bulunabildiğimi düşünür oldum. Aslında katkı, olumlu/olumsuz, şekli ne olursa olsun, insanın hayatını zenginleştiren bir unsurdur. Düzeyli eleştiri, tepki veya karşıt görüş ifadesi hiç şüphesiz tarafların görüşlerinde mutlaka bir takım değişiklikler yaratabilmektedir. Hiç beklenmedik bir zamanda hiç beklenmedik bir yerden gelebilecek basit bir karşıt görüş sizin veya karşı tarafın görüşünde önemli değişiklikler yaratabilir. Bu konuya vurgu yapan ve birçoğunuzun mutlaka duyduğu kısa bir deyişi burada sizlerle tekrar paylaşmak isterim: “İki kişi karşılıklı olarak birbirlerine birer lira verirlerse zenginliklerinde hiçbir değişiklik olmayacaktır çünkü ceplerindeki paranın tutarında hiçbir değişiklik olmayacaktır. Oysa bu iki kişi fikir alış verişinde bulunurlarsa, her birinin dağarcığında iki ayrı fikir oluşacak, böylelikle dağarcıkları zenginleşmiş olacaktır”. Bu nedenle çevrenizde olanlara duyarlı olmak, kayıtsız kalmamak, tepki vermek ve bunları dışa
vurarak katkı şekline dönüştürebilmek önemli bir meziyettir. Hangi alanda olursa olsun, düzeyli katkı değişimin temel ve kilit unsurudur. Özellikle, biz Yahudiler için dile getirilen: “İki Yahudi’nin bulunduğu yerden üç fikir çıkar” deyiminin vurguladığı sorgulamacı ve üretici düşün zenginliğimizi göstermekte mütevazı olmamıza gerek yoktur. Sizlerin de, DIYALoG bültenimize yazan kardeşlerimize yönlendirebileceğiniz eleştirel katkılarınız ile onları ve kendinizi daha da zenginleştireceğinizi unutmamalısınız. Sözüme son vermeden, bu noktada tüm samimiyetimle çuvaldızı biraz da kendime batırmalıyım. Yazımda duyarlılık, etki, tepki ve katkıdan söz eden, bunların eksikliğinin sakıncalarını dillendiren ben, “sigara içmeyin” diyen ancak kendisi sigara içen bir doktor misali, maalesef önerilerimin gereğini yerine getirmekten hayli uzak sayılırım. Bu itirafımın altında yatan çelişkinin nedenlerini sorgulamak, özeleştiri yapmak sanırım sorunumun kaynağına inmeme ve belki de tutumumu düzeltmeme yardımcı

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 185 -
olacaktır. Açık ve fikren üretken bir toplum olabilmek için aynı dertten muzdarip herkesin bu özeleştiriyi yapabilmesi gerekir diyerek sözümü burada noktalamak isterim. DIYALoG bülteninin yola koyuluşundaki amatör ruhu ve eksilmeyen heyecan ve enerjisiyle ulaştığı profesyonel düzey, özverili ve sabırlı bir çalışmanın ulaşabileceği noktayı işaret etmektedir. Bu vesile ile bu coşkunun bundan böyle de eksilmeden devam etmesi dileğimle, DIYALoG bülteninin beşinci yıldönümünü kutlar, onu bugünlere taşıyan tüm taraflara, editöründen yazarlarına ve okurlarına, daha nice birliktelikler ve nice yıllar dilerim.
Tevekkül Etmek Ve Düşündürdükleri
Değerli okurlar, Hepimizin son derece zor ve sıkıntılı zamanlarımız olmuştur.. Bu zaman aralıklarında kendimizi güçlendirmenin en önemli bir yolu da tevekkül etmektir. Dilimizde bu kelimeye eş anlamlı bir sözcük bulmak pek mümkün olmadı benim için. Tevekkül etmek sınırsız bir güce dayanmak olsa gerek diye düşündüm.. Tevekkülsüzlük gösterdiğimizde ise ezici stresler altında bunalır; önce ruhsal, ardından fiziksel sağlığımızı zarara uğratırız.. Ruh gibi ince, vücut gibi hassas bedenimiz, üzerlerine zorla koyduğumuz acılarla dolu yaşanmışlıklarımızı nasıl taşıyacak sanıyorsunuz? İnsanların büyük bir çoğunluğu sahip olduklarını varsaydıkları güçlerini genelde üç farklı bölüme ayırırlar. Güçlerinin bir kısmı geçmişten kaynaklanan acılara ve geçmiş ıstıraplara odaklanır. Dikkatimizi geçmişteki olumsuzluklara
Bir Başka Deyişle NİSİM SİGURA / İzmir
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 186 -
ne kadar odaklarsak o kadar güç kaybederiz. Düştüğümüz ikinci önemli hata ise sürekli geleceğe odaklanmaktır. Oysa geçmiş ölmüş, gelecek ise daha doğmamıştır. Bu durumda sadece bugünü yaşarsak, yaptığımız her şey şimdiki zaman diliminde yapılmıştır diye algılayabiliriz.. Geleceğe odaklandığınızda ise tahmin ettiğimiz sorunlar bizde endişe duygusunun doğmasına yol açar. Endişe ise tüm gücümüzü yok eder, cesaretimizi kırar, çalışma azmimizi öldürür. Ne var ki bizim aradığımız güç değil mi? Aslında gücümüz var bizim. Hem de fazlası ile.. Şimdiki gücümüzü doğmamış geleceğe göndererek niçin kullanılamaz hale getiriyoruz? Geleceğe gönderdiğimiz gücü geleceğe gittiğimizde kullanacağımızı varsaymak, düşeceğimiz en önemli yanılgılardan biri olsa gerek.. Karamsarlık geçmişten, endişe ise gelecekten gelir. Başka bir deyişle; Bugünü düşünüp, geleceğe tevekkülle bakmalıyız.Tevekkül etmek, gücümüzün azalmasına engel olur, aynı zamanda gelecekten de güç almamızı sağlar. Şu anda sahip olduğumuz güç ise, geçmişten gelen deneyimlerimizden ve gelecekten gelen umutlarımızdan oluşmuştur.
Geçmişimizdeki olaylardan aldığımız dersleri kullanır ve başarılarımızdan dolayı kendimizi tebrik edebilirsek, geçmişin bize aksine güç vereceğini algılamaya başlarız. Oysa geleceğimizden endişe duyarak yaşarsak, tüm gücümüzün tükenmekte olduğunu göreceğiz. Buna karşılık geleceğe umut, güven ve tevekkülle baktığımızda oradan bize güven ve cesaret geleceğini farketmeye başlarız.. Tevekkülsüz insan, başına gelenlerin tüm sorumluluğunu kendinde gören insandır. Yaptıklarının bizzat yaratıcısı olduğunu inanan birey asla tevekkül edemez. Örneğin, yaşadığımız bazı endişelere bakın: Ya üniversite sınavını kazanamazsak. Ya sınıfımızı geçemezsek. Ya bizi sevmezlerse.. Ya işimizden kovulursak. Ya iş bulamazsak. Ya fakir olursak. Ya hasta olursak.. Eğer kötü olaylar olacaksa endişe ederek onları yok edemeyiz. Tam tersine endişe ettiğimizde bunların olmasını hızlandırırız. Bir defa sınavı kaybedeceksek, bin defa kaybetmişçesine üzülürüz. En traji komik olanı da şudur: Başımıza gelen felaketlerin çoğunun tek nedeni bizim endişelerimizdir. Esas farkındalık, düşündüklerimizin birçoğunu kendimize

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 187 -
çektiğimizi anlamaya başladığımız anlardır.. Aklına geleni söyleyen bir çocuğun annesinin endişelerinin, annenin başına neler getirdiğini anlatan bir hikaye okumuştum; “Kocaman burnu olan bir komşuları eve misafir geldiğinde, anneyi bir korku salar. Ya çocuk komşusunun burnu için kırıcı bir söz söylerse. Çocuğun uykusu gelinceye kadar anne bu endişeyi taşır. Çocuk ağzını açtığında komşusunun burnu için bir söz söyleyebileceği endişesiyle annenin yüreği ağzına gelir, hemen çocuğun konuşmasını keser. Sonunda uykusu gelir çocuğun. Büyük bir kurtuluş içinde anne çocuğunu odasına götürür, uyutur. Salonda oturan komşusuna geri döner ve ona bir ikramda bulunmak ister. Bu rahatlık içinde, dakikalarca düşündüğünün etkisinde kalan anne "Burnunuza ne alırdınız?" dediği görülmüştür..” Endişelerimizi büyüttükçe en kötü şartları kendimize çekeriz.Yüce Yaradan hiç kimseye kaldıramayacağı yükün yüklenmeyeceğini söyler. Tevekkülsüzlüğün ulaşabileceği ürkütücü boyutlarını gösterebilecek bir de şu örneğe bakın; Biliyorsunuz, bir dönem Halley kuyruklu yıldızının
dünyaya çarpacağı endişesi tüm dünyayı sarmıştı. Cehennemden endişe etmeyen insanların cehenneme göre mum ateşi kadar bile dehşeti olmayan bir taş yığınından nasıl korktuğunu görüyor musunuz? Amerika'da her gün gazete manşetlerinde bu konu yer almış, insanların pek çoğu apartmanların bodrumunda yaşamaya başlamışlardı.. Korkularından intihar edenler bile olmuştu. Korktukları en büyük acı ölümse niçin kendi elleriyle ölüyorlardı, dersiniz ? Ay yüzeyine çarpan meteorların derin kraterler oluşturduğunu, güneşten gelen parçacıkların ay yüzeyini sürekli mikroskobik bombardıman altında tuttuklarını biliyoruz artık. Oysa aya yönelen milyonlarca saldırının bir kaçı bile dünyaya yapılmamıştır. Bir gün dünya yok olacaksa, endişe ederek bunu değiştirebilecek miyiz? Hiç sanmıyorum .. Bir başka anlatımla, tevekkül edenle etmeyen arasındaki fark bu öyküde yaşananlara benzer: “Bir adam güçlü bir kaptanın yönettiği gemiye yükleriyle birlikte biner. Yükünü yere koyar ve üzerine oturur, yolculuğuna güven içinde devam eder. Diğer bir adam ise, yükünün çalınacağından korkar. Kaptanın adaletine, koruyuculuğuna
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 188 -
güvenmez. Tedbir almak için yükünü sırtında taşır. Yolculuk uzadıkça sırtındaki yük, gücünü iyice zayıflatır. Tüm gücünü kaybeder. Değil yükünü korumak, kendisini bile ayakta tutamaz. Dahası bu davranışı kaptanın gücünü hiçe aldığı anlamında yorumlanır ve cezalandırılır.” Ne kadar anlamlı değil mi? Tevekkülümüz varsa, üzerimize düşeni yapar, gücümüzün dışında kalan hakkında ise kaderin adaletine ve hükmüne güveniriz. Ümitle dolu oluruz. İstediklerimize ulaşma zamanımız gelmemişse en azından acı çekmekten kurtuluruz. Bu akşamki kısa derleme yazıma son verirken bir büyüğümün bizlere anlattığı ibret verici bir öyküyü anımsadım.; “Yaşlı bir köylü mısır tarlasında çalışırken, bahar mevsiminde yine kendi tarlasında mısır yetiştirmekle uğraşan eski bir arkadaşı olan komşusu ile karşılaşır. Gördüğü manzara kendisininkiyle tıpatıp aynıdır; Mısırların sapları büyümüş, ama haftalardır yağmur yağmadığı için koçanları yetişememişti. Sulama çabaları da işe yaramıyordu, çünkü ırmaklardan akan sular da
kesilmişti. Bir gün arkadaşı dayanamayıp göklere, dağlara bakar. Öfkelenip, küfürler savurur ve kendi verim alamadığı tarlasına saldırır. Yaşlı komşusunun korku içindeki bakışları altında kendi ektiği mısırları keser, kırar, tarlasını tamamen tahrip eder.. “Bir şey yetişmeyecekse ne diye uğraşıyorum” diye yaşlı komşusuna isyan eder. Bir hafta sonra yağmurlar başlar ve tarlasına dokunmayan yaşlı adamın ölmek üzere olan mısırları yeniden dirilir; ama tarlasını tahrip eden komşusununda koçan verebilecek sadece birkaç mısır kaldığını şaşkınlık içinde görür.. “Bu ibret verci olaydan sonra yaşlı adam arkadaşına acı acı güler ve şöyle mırıldanır: “Bre adam, sen de benim gibi tevekkül etseydin felaketi böylesine yaşamayacaktın! “ İşte böyle değerli dostlar... Yukarıdaki nacizane satırlarımı amatörce kaleme alırken, özellikle yaşamımızda tevekkül etmenin ne denli gerekli ve önemli olduğunu bir kez daha düşündüm ve sanıyorum daha uzun bir süre düşünmeye devam edeceğim,ta ki kendime yeni bir hayat tarzı oluşturana kadar.. Darısı hepimizin başına...

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 189 -
HATIRLAMAK ve ANMAK
Üzerine
Sevgili okurlar, 27 Ocak Yahudi Tarihinin en trajik sayfalarının yazıldığı Auschwitz ölüm kampının müttefik ordular tarafından kurtarılmasının yıl dönümüdür. Bazı kaynaklara göre, bu tarih Birleşmiş Milletler tarafından Uluslararası Holokost’u anma günü olarak kabul edilmiştir. Bazılarınca da, günün asıl hedefinin Holokost eğitimi olduğu belirtiliyor. Öyle ya da böyle, sonuçta 27 Ocak hatırlama ve anma günüdür. Auschwitz meş’um bir semboldür. Evet, 1945’te savaş sona erdi ve belki bir ölçüde Yahudi toplumunun azabına son verdi. Ama arkasında altı milyon evladını bırakarak... Bunu asla unutmamalıyız. Bu dönem daima yazılacak, konuşulacak ve anılacaktır. Anmak ve hatırlamak
ve olayları bilmek, onları gelecek nesillere nakletmenin bizlerin görevi olduğu kanısndayım. Gerçekten, sırası geldikçe, Ladino bölümündeki metinlerimde, küçüklerimize, çocuklarımıza dinimiz, tarihimiz, hatta geleneklerimizle ilgili bazı kavramların öğretilmesinden yana olduğumu belirtmişimdir. Bu, o kadar zor bir şey değil... Pesah’ın, Purim’in, ya da, Hanuka’nın anlamını, küçüklerimizin anlayabilecekleri bir lisanla, onlara anlatabiliriz. Çok, çok uzun yıllar önce rahmetli dedem anlatırdı, hem de masal anlatır gibi... Daha fazlasını, diğer önemli kavramları, zaten yıllar bana öğretti, her zaman hatırlattı... Hatırlamak... Evet, Yahudilerin en önemli özelliği, ya da, en belirgin özelliklerinden biri, “hatırlama” yeteneğidir, belleğidir. “ZAHOR” sözcüğü, birçok değerimizin, sevabımızın anahtarıdır. Ve de 10 EMİR’de bu sözcükle başlayan Kutsal Şabat’ın da temelindedir. “Şabat gününü kutsamayı HATIRLA!” Gerek “Tora” da, gerek tarihimizde, ya da günlük yaşantımızda, devamımız ve başarımız yönünden bu hatırlamanın esas olduğunu işaret
Galatalı Küçük Bir Kız COYA DELEVİ / İstanbul
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 190 -
eden örnekler görürüz. Geçmişini anımsamayan herhangi bir toplumun geleceğinin de belirsizlik içinde olacağı kesin. Bu durum uluslar için, bireyler için de geçerlidir. Bazı kişilerin bizler için birer “Amalek”(1) olabileceklerini unutmamalıyız. Burada, Jerusalem Post Gazetesinin geçmiş bir sayısından ufak bir alıntı yapmak istiyorum: “...Ve, ne yazık ki, geçmişini unutan bir ulusun, kendisine yöneltilen tehditlere karşı koyması da, çok zor olur. Yahudi Toplumunun tüm dünyada, bir tür “Amnezi”den, unutma hastalığından mustarip olduğu düşünülebilir. Ve çok kez bu bilinçli bir unutkanlık. Ya Musa Peygamber’in dininin öğretilerini unuttular, ya da onları tümüyle tanımamazlıktan geliyorlar. “Diaspora” daki Yahudilerin bir bölümü, yabancı kültür ve dillere asimile olup, geçmişleriyle bağlarını kopardılar, ya da koparmak üzereler. “Bu şekilde, gelecekteki çocukların ve nesillerin, Yahudi Kavramı’nı hatırlama olanaklarını ve belki de, umutlarını yok ediyorlar. Gerçi bazıları, kökenlerine dönme çabası içinde olsalar da, yollarını bulmakta
zorluk çekiyor. Çünkü onlara bu yolları hatırlatacak hiç bir anı yok belleklerinde...”(J.P. alıntı sonu) 1492 Kastilya ve Aragon kasırgasının Osmanlı topraklarına attığı bizler, bu konuda şanslı bir toplum olduk. Beş asrı aşkın bir süredir dinimizi, geleneklerimizi hiç gizlemeden yaşadık ve yaşamayı sürdürüyoruz. Ve bu geleneksel değerleri asla unutmadık, hep hatırladık, hatırlatmaya çalıştık. Özetle diyebiliriz ki, tüm “Mitzva”lar, tarihimizdeki, geleneklerimizdeki olaylarla ilgili anılarımıza dayanmaktadır. Örneğin, bir Cuma günü, mutfağımızdan gelen yemek kokuları, “Şabat”ın gerçek, unutulamaz olduğunu hatırlatır. “Şofar”ın sesi, ya da “Suka”nın altında oturmamız, “Pesah Seder”inde “Matsa”yı yememiz, ya da, “Hanukiya” yakmamız... Bunlar geçmişimizi simgeleyen, geleceğimizi oluşturan belleğimizin birer elemanıdır. “ZAHOR!...” Hatırla! Belki de bu emir olmadan “Amalek”i unutabilirdik. Ya da, yüreklerimizden, hafızalarımızdan, “Holokost”u silebilirdik...

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 191 -
Sevgili okurlar, Yazımın başlığında belirttiğim gibi ana konumuz “Hatırlamak”. Bu arada, 27 Ocak gününün taşıdığı tarihi ve derin anlamı da göz önünde bulundurarak, “Anma” kavramını bu metnin içeriğine almak istedim. Aslında bu iki kardeş kavramı birbirinden tümüyle ayırmak biraz zor hatta bazen olanaksız. Anmak deyince aklımıza hemen acı, tatlı, unutamadığımız tüm anılar gelir, onları hatırlarız. Tıpkı şimdi sizlere aktaracağım metinde M.M... nin yaptığı gibi... Onu tanımadım, hayatta olup, olmadığını da bilmiyorum. Onun hakkında bildiklerim, birkaç yıl önce fransızca kaleme aldığı ve “Los Muestros” dergisinde okuduğum “SON TREN” başlıklı anı yazısındaki bilgiler. O ve ailesi son anda Gestapo’nun eline düşmekten kurtulmuş, Toplama Kampının nerdeyse eşiğinden dönmüş şanslı insanlardan birkaçı. Fransa’da başlayan, Türkiye’de devam eden ve bir şekilde Israil’de mutlu sonla biten bu macerayı az çok konumuzla paralelliğinden dolayı, biraz da (naçiz yorumum) tarihi bir belge gibi gördüğümden, M.M’nin ağzından nakletmek istedim.
Metnin çevirisini yaparken, yazarının kendi ifadelerine olabildiğimce sadık kalmaya çalıştım. “Los Muestros” dergisi Belçika’da senelerdir yayınlanan, bünyesinde İngilizce, fransızca, judeo‐espanyol, italyanca, “Haketiya”2 lisanlarında yazılara yer veren çok değerli bir yayın organıdır. Ben, yukarıda sözünü ettiğim “Son Tren” yazısını okudum ve sakladım. Daha sonraki yıllarda, buna benzer birkaç metin daha okudum. “Los Muestros” dergisinden bir “centilmenlik” olgusu içinde, defalarca alıntılar yaptım. Çünkü oradaki yazılar cidden belge, arşiv niteliğinde metinler. Ve şimdi de, derginin genel yayın yönetmeni arkadaşımız Moise Rahmani’nin hoşgörüsüne sığınarak bu anı yazısını sizlere aktarıyorum.
***
SON TREN... 13 Haziran 1940... Alman kuvvetlerinin Paris’i işgal ettiği dönemde, annem, ağabeyim ve ben,
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 192 -
büyükannemlerin 18e. Arrondissement Rue de D... teki evinde oturuyorduk. Olayların gidişatı sonucu, babam İstanbulda “bloke” kalmıştı. Her şeye rağmen bizim için yaşam normal seyrini sürdürüyordu. Fransız yönetiminin yahudilere empoze ettiği antisemit kısıtlamalar henüz ailemizi etkilememişti. Örneğin, giysimizin üstünde “Sarı Yıldız”ı taşıma zorunda değildik. Dindaşlarımıza reva görülen hakaretlere, eziyetlere maruz kalmamıştık. Türkiye vatandaşı olarak, Berlin Hükümetinin çetrefil ya da belirsiz diyebileceğim ilişkiler içinde olduğu bir “otorite” tarafından korunuyorduk. Dediğim gibi bir belirsizlik vardı... Kaiser’in eski müttefiki, yani Türkiye, acaba “Axe” kuvvetlerine doğru mu meyledecek? Yoksa müttefik devletlerle mi birleşecek? Ya da, belirgin avantajlar sağlayacak olan “bitaraf”lığa mı sığınacak? Herkes bunları merak ediyordu. Ankara’nın başarıyla sürdürdüğü bu “flu” diplomasi pek uzun süremedi. Nazi’lerin de artık umutları yok... Türkler hiç bir kuvvete katılmayacak...
Alman Hükümeti bunu idrak ettiği an, Fransa’da yaşayan “Osmanlı”(3) Yahudilerine de genel hükümler uygulama kararı alıyor. 1943 yılının sonunda, Paris’teki Türk Elçiliği, bu insanların, yani bizlerin her an toplama kamplarına gönderilebileceğimiz yönünde uyarılar yapıyor. 1944 yılı Mart ayının ikinci yarısında, bize son bir çağrı ulaşıyor... Yani son alarmın son gong sesi... Türk Hükümetinin Fransa’daki temsicileri tarafından, “Anavatana” dönebilmemizi sağlayacak bir “kaçış” organize edilmişti... Bu son gong sesiyle ya kurtulacak, ya da sonu belirsiz bir geleceğe gidecektik... 10 Nisan 1944, Paris’in Doğu Garı... Bizleri diğerlerine benzemiyen bir tren bekliyor... Ufak valizleri ve kendilerince “değerli” yükleriyle, Paris’in son Sefaradları ağır, ağır vagonlara biniyor. Özel olarak korunan Yahudileri taşıyan SON tren, Pétain’in Fransa‘sını terkediyor... Evet, özel korumalarımız var ve onlar vagondan dışarı çıkmamızı kesinlikle yasaklıyor. Gene de biz,

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 193 -
ağabeyimle ben, Viyana’da bazı kontrollar için tren durduğunda, eskortumuzun bir anlık dalgınlığından yararlanıyoruz. Yakınlarda farkettiğimiz bir çeşmeye koşup, boşalan şişelerimize, aceleyle taze su doldurmaya çalışıyoruz... Trenimiz hareket ediyor... Uçsuz, bucaksız düzlüklerden ya da meskun yerlerden geçiyoruz... Sürekli mitralyöz ateşinin ya da Anglo‐Amerikan uçaklarının bombardımanı altında yol alıyoruz... Sayısız duraksamalarla geçen dokuz günün sonunda Türkiye’nin sınır kenti İderne’ye(3) varıyoruz... Biz sorunlarımızın sona erdiğini varsayarken, esas problemler burada çıkıyor. Kâğıtlarımız didik, didik inceleniyor, polislerle gümrük görevlileri bakışıyorlar. Besbelli yolunda gitmeyen bir şey, bir aksilik var. Nitekim biz dördümüzü trenden indiriyorlar. Bizi selamete götürecek olan özel trenimiz bizi, yani dördümüzü almadan İstanbul’a hareket ediyor. Bizi geçici olarak bir binaya yerleştiriyorlar. Annemin bölük, pörçük sözlerinden, pasaportuyla ilgili bir sorun olduğu sonucunu çıkarıyorum...
Neyse ki iki gün sonra babam geliyor. Sarılmalar, ağlamalar, kavuşma sevinci ya da heyecanı... Babamın tam olarak ne yaptığını anlamadan, aynı günün akşamı kendisi tek başına, “Galata”ya(3) dönüyor. Annem ve Ninem iyimser. Bu biraz da olsa bize moral güç veriyor, endişelerimizi gizlemeye, yenmeye çalışıyoruz. Ve derken mucize gerçekleşiyor. Bizleri apar, topar İstanbul’a hareket eden bir trene bindiriyorlar. Nihayet babamıza kavuşuyoruz... Kavuşuyoruz ama belli ki sorunlar bitmemiş. Babam vurgun yemişçesine ne yapacağını bilemez halde... Bir kez daha koşuşmalar, konuşmalar, araya giren forslu ya da hatırlı dostlar... Hiç bir şey yetkilileri kararlarından döndürmeye yetmiyor. Bizim, daha doğrusu annemin Türkiye’de kalması yasak. Ve babama iki inanılmaz seçenek sunuyorlar. Ya hareket noktamıza, yani Paris’e döner, ya da o dönem İngiliz Mandası altındaki Palestine’e(3) gideriz... Tabii annemizi bırakamıyacağımıza göre, hep beraber... 2 gün sonra, Beyrut’ta verdiğimiz kısa bir molayı takiben, nihayet ninem, babam,
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 194 -
annem, ağabeyim ve ben Hayfa’daki “Beit Haolim” de hep birlikteyiz... Bizi bunca zora sokan sorunun ne olduğunu ancak uzun bir aradan sonra anlayabildim. Annem gençliğinden o yana, yani uzun zamandan beri Fransa’da yaşadığından, pasaportunda öyle bir yazı vardı: “Türkiye vatandaşlığından ıskat edilmiştir” ve yanında “Ex‐Turc” ibaresi okunuyordu. Bunun anlamı: 2.ci Düya Savaşı başladığında annem, yalnızca savunmasız bir Yahudiydi. Paris’teki Türkiye Büyükelçiliği, ender görülen bir insanlık örneği göstermişti. Annemin T.C vatandaşı olmadığını bile bile onu koruması altına almış, büyük bir riske girmişti. Sizin anlayacağınız, sınır dışı edilmemiz aslında çok mantıklı ve yasal bir işlemdi... ”M.M”.
***
Metin Delevi’nin 27 Ocak 2008’de Dostluk Yurdu Derneği’nde gerçekleştirilen anma gecesinde yaptığı “Holokost ve Çocuklar” başlıklı
konuşmasının final paragrafı ile yazıma son noktayı koymak istiyorum: “Yeni Hitler yardakçıları yaratmak maalesef çok kolay. İşte bu yüzden anmaya, hatırlamaya, öğretmeye devam etmek zorundayız. Yalnızca güzel şeyleri hatırlayacağımız bir dünya yaratana kadar...” (1) Amalak‐ Amalakim: Efraim Kabilesiyle akrabalık ilişkileri
olan bir toplum. Buna rağmen, İsrailoğulları’na karşı, acımasız düşmanlık gösterdiler. Kral Şaul ve Davut Peygamber döneminde sık, sık Yahudilerle savaştılar. Mısır köleliğinden kurtulup, ordan çıkmakta olan Ibranilere, Refidim’de saldırdılar. Acımasız, zalim birini ifade etmek için, sıkça “Amalek” sözcüğü kullanılır.
(2) Haketiya, Kuzey Afrika Sefaradlarının kullandığı, judeo‐ arabo‐ espanyol dialekti.
(3) Orjinal metinde ifade edildiği şekliyle…

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 195 -
Thanksgivuka’dan Chrismuka’ya DIYALoG ile Nice Yıllara
Hanuka(1) kutlamalarımız sıkça Noël(2) kutlamalarına, yani Gregoryen(3) takvime gore 25 Aralık gününe denk gelir. Bu gibi vesilelerden doğmuş çeşitli hikâyelerle birlikte ailelerde çocuklara hediyeler verilmesinin de adet edinildiği malum, hatta
bu gibi geleneklerin İsa(4) peygamber ve Büyük İskender(5)lerden çok daha öncelerine dayandığına dair efsanevi hikâyeler mevcut. Daha yakın tarihlere bakıldığında, mesela Arupalı seyyahların Amerika kıtalarını keşfedip Yeni İngiltere (New England) olarak adlandırdıkları bölgeye zorlu yerleşimlerinden arda kalmış öykülere varıldığında, başta ABD ‐ Kanada olmak üzere, bazı ülkelerde şükranların, teşekkürlerin ifade edildiği gün olarak
bilinen Thanksgiving(6) kutlamaları ile karşılaşmaktayız. Thanksgiving en azından 1940’lı
yıllardan beri ABD’de hep Kasım ayının dördüncü Perşembesi kutlanarak takvimlere yerleşmiş. Herhangi bir kutsama vesilesiyle “çok
şükür bu günleri de görebildik” ~vehigiyanu lazman haze(7)~ diyerekten şükran ifade etmeye çalıştığımızda, geride kalmış diğer efsanevi olaylara da bir dönüp bakacak olursak, benzer ananelerin İngiltere'de Kral VIII. Henry devrinde Protestan reformları ile önem kazanmış olduğu vakt‐i zamanında 1588 yılı İspanyol Armadasına karşı kazanılmış bir zafer kutlaması veya 1605’te İngiliz Lordlar Kamarasına karşı girişilmiş bir suikast komplosunun kahramanı Guy Fawkes(8) anısına gösterilerde de arada bazı benzerlikler bulunabileceği göze çarpar. Bunlar bir yana, en azından Kuzey yarım kürede Noel Baba nasıl soğuk karlı kış günlerini akla getiriyorsa, Thanksgiving (6)
vesilesi ile sonbahar hasat festivallerini ve bu arada Sukkot(9) festivallerini anımsamak da bir o kadar kolay. Thanksgiving (6) kutlamalarının hep Sukkot(9) kutlamalarından sonraya rastlaması coğrafi açıdan da anlaşılıyor. İsrail topraklarında hasat mevsimi elbet İngiltere topraklarından daha erken.
Washington’dan Mektup ALTAN GABAY / Washington DC
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 196 -
İbrani Takvim(10) dünyayı merkez alan ay itibarlı bir takvim olmasına rağmen, mevsimlerin denk gelmesi için belli ararlıklarla takvime bir ay eklenmesi uygun görülmüş. Yaklaşık 20 yüzyıldan
beri bu fark hesaba katılmakta olduğundan, İbrani takvim yıllar itibariyle güneş takvimine tekabül edebiliyor, yani yılın ayları aşağı yukarı hep aynı mevsimlere rast geliyor. Bu yıl kasım ayının dördüncü perşembesinin ay sonuna denk
gelmesiyle birlikte bu takvimlerin bir cilvesi, Hanuka’nın ilk gününü Thanksgiving gününe tam denk getirdi. Bazı hesaplamalara göre bu ender rastlantının tekrarı için 2070 yılına kadar beklemek gerekecek. Ömrü yetecek olanlar takvimlerde ve kutlama adetlerinde ne gibi değisiklikler yaşanacağına dikkat edebilirler. Bu arada dünyamızda ulaşım, iletişim imkânlarının artmasıyla, gittikçe küreselleşen müşterilere bir bakıldığında, bayramların çocuklar için tarihi gelenek‐görenek eğitimiyle eğlence fırsatı olmaktan çok daha büyük önem kazandığı görülebilir. Her bayram her yaştan insana yönelik
muazzam reklam kampanyalarıyla başlatılan muazzam satış sezonlarına vesile olmakta. Bayram şenlikleri ile birlikte popüler kültürde bu sezonları bazı yerlerde Chrismukkah(11) gibilerden adlarla simgelemek de adet olmuşken, bu yıl bu adetlere bir yenisi daha, Thanksgivukkah(12) eklendi. Artık yaz sezonu bitmeden kış sezonu, kış sezonu ortasında ise yaz sezonu reklamlarının başlayabildiğini de hesaba katacak olursak, mevsim her ne olursa olsun, bayram geleneklerinin her türlü pazarlanmasına devam edileceği şüphe götürmüyor. Bayramların hangi yıl hangi güne
düşeceği de pek o kadar mühim sayılmaz, farklı kültür ve geleneklerin farklı tarihlerde bazı farklı sembollerle ifade edilmesi hepsini birbirine
karıştırmama açısından önemli; satış ve pazarlama sezonunu uzatmak için de mükemmel fırsat oluyor. Kwanzaa(13) kutlamaları Noel’den sonra bir hafta sürüyor, Hristiyan Ortodokslar için Noel(14)
kutlamaları 7 Ocak civarına rastlıyor. Hani deliye her gün bayram denir ya, pazarlamasını bilen biri için de her gün pazarlayacak yeni bir şey bulmak mesele değil, niyet kötü olmadıkça problem yok,

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 197 -
pazar büyüdükçe hem pazarlayanlara hem pazarlananlara açık imkânlar bol. DIYALoG’a da esasen bir fikir pazarlaması olarak bakılabilir. Diyalog ister konuşma, ister ise yazılı şekilde en azından iki kişinin düşüncelerinin bir araya gelmesini gerektiren bir nevi alış veriş meselesi. Tora, İncil, Kuran gibi kutsal addedilen yazıtlar bile söz konusu olduklarında, ortada kalan bir algı meselesi vardır, söylenenden ve okunandan edinilen intiba, fikir ve hatta kanunların hepsi diyaloga dayanır. Dile dair görsel işaretlerin bir tür iletişim aracına, yani yazı sistemine dönüşüp ortaya çıkışına, Mezopotamya’daki bazı arkeolojik bulgulara göre ancak MÖ 3200 yıllarının Sümer yazıtlarında rastlanıyor. Mısır, Çin veya Meksika’da bulunmuş yazıtların birbirlerinden bağımsız geliştirilmiş sistemler olup olmadıkları, hangisinin daha eskilere dayandığı, akademik araştırma konusu, ancak yazılı diyalog tarihinin insanlık tarihinde nisbeten gayet kısa bir döneme tekabül ettiği malum. Mesela Yahudi bilgelerin söyleşilerinden arda kalmış Mişna (MS 200) ve Gemara (MS 500) gibi yazılı derlemelere açılıp bakıldığında, bugün
eldeki en eski komple bir Talmud(15) un ancak MS 1342 yılında kaleme alınmış olduğu anlaşılıyor, yani yazıya kaydedilenlerin okuyanlar arasında paylaşılmasını kolaylaştıracak olan Johannes Gutenberg(16) matbaasından yaklaşık bir asır kadar evvelinde yer almış diyaloglar söz konusu. Esaslı bir diyalog geleneğine dayanan Talmud(15), hem sözlü hem yazılı süregelen tartışmaların bir kaydı oluyor. Tartışılan konu aynı olduğunda bile farklı yer ve şartlarda (Babil, Kudüs gibi) farklı şekillerde kaydedilmiş Talmud’lar da aynen geleneksel diyalog konusu olmaya devam ediyor. DIYALoG’a bir fikir pazarlaması olarak bakılabileceği gibi, DIYALoG eşliğinde ortaya konan fikirler olgunlaştıkça ideolojilerin, yani bir nevi “marka fikirlerin” pazarlandığı görülebilir. Hele etnik, dini, milli veya ekonomik esaslara bağlı ideolojiler kirli politikalara alet olup istismar edildikten sonra diyalog imkânlarının kısıtlanma tehlikesi baş gösterebilir ve ortada sırf bir marka pazarlama çabalaması kaldığı görülür. Üstüne üstlük bir de markaların ardındaki güçlere odaklanıldığında, pazarlanan artık her ne olursa olsun, niteliklerinin arka planda bırakılmış olduğu anlaşılır.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 198 -
Mutlak irade yanlısı totaliter faşist yöntemlerde bu ibretlik durumlara hep rastlandığı halde, kabahati hep başkalarına, iç veya dış mihraklı düşmanlara yükleme sevdalarıyla bütün alış veriş yolları tıkandıkça, softaların tek yönlü dayatmalarına esir kalma tehlikesiyle baş başa kalındığı görülür. İnsan akıl ve iradesine sığmayan güç odakları için bile komplo teorileri hazır dururken, pek tabii her bir komplo teorisine tekabül edecek karşıt bir komplo düşünmek de mümkün. Detektif, polisiye ve casus romanları için gayet eğlenceli olabilecek bu komplo senaryoları gerçek hayatta korku, paranoya ve panik yaratarak ötekileştirmelere ve kutuplaşmalara kolaylıkla yol açtığından, neticede faşizan eğilimleri önlemek gittikçe zorlaşır. Mesela efsanevi komplo ve mucizeler diyarı Mısır’dan geçenlerde edindiğimiz bir haber akıllara durgunluk verecek mahiyette. Abla Fahita adlı bir kukla ile Mısır televizyonlarından Vodafone reklamlarıyla bir hükümet darbesi planlandığı iddiaları medyayı sarıp, kolaylıkla milyonlarca insanın ilgisini çekmiş.(17) Dünyamızda hayatı mümkün kılan suyun bile, Hamidiye, Taşdelen, Evian, Fiji,… gibilerden
markalaşabildiğini bilmiyor değiliz, hele bir de tatlandırılıp şişelere sıkıştırılmış gazla doldurulduktan sonra Pepsi‐Coke gibilerden gayet başarılı metodlarla pazarlanabildiği de malum. Eğer markadan ziyade pazarlanan fikir ve malzemenin niteliklerine dikkat etmeye niyetliysek, insan akıl ve iradesine başvurmaktan başka care kalmıyor. Etraftaki yolsuzluklara, adaletsizliğe, kötülüklere, doğal afetlere baktıkça insan akıl ve iradesine güven bazen yetersiz görünüyor, ama hiç olmazsa insana güveni kaybettirici davranışlardan kaçınmakta her zaman yarar var. Niktekim medeniyetimizin ilerleyebilme ümidi de bu güvene dayalı. Aksi takdirde kıyametler kopartan senaryolar var. Fizikten anladığımız etki‐tepki yasası gibi her bir fikir veya markanın bir karşıtı, bir rakibi bulunur nasıl olsa. Kendi niteliklerini düzeltip ilerlemek yerine ötekinin zaaf ve hatalarına odaklandıkça yükselme imkânları da gittikçe azalır, rekabet çok çok rakibinin altında kalmama, yani sonunculuğa düşmeme çabasına dönüşür. Hele tencere dibin kara, seninki benden kara tipinden atışmalar başladıktan sonra son sıra adaylıkları tescil edilmiş demektir.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 199 -
Bayram pazarlamasından meşrubat, ulaşım ve iletişim pazarlamalarına kadar görülebileceği gibi (Pepsi, Coke, veya Chevy, Ford. VW, Toyota, Fiat, Renault veya IBM, Apple, Microsoft, Google… gibilerden) rekabet pazardan öğrenilenlerle kendini yenileyerek kendi niteliklerini arttırmaya dayanıyor. Biri iyiyken, diğerinin kötü olması rekabet değildir, rekabet komplo ve casusluktan öte, kendi yarattığı, yaradığı şeyi anlama, anlatma ve pazarda doğru dürüst ispat edebilme meselesidir. İcabında aynı suyu başka marka bir şişeye koyup satmak da mümkün ama o ilerleme değil, ancak suyu içenin takıldığı marka ezberlerinin istismarı olabilir. İnsanın içtiği suyun niteliğini anlamaktan ve sorup soruşturmaktan ilelebet aciz kalacağını varsaymaktan ileri gidemez. Çok şükür Yahudi geleneklerimizde sorup soruşturmanın önemine inanılır. Gerçi ezber dayatmalı mederese okutmalarından da tecrübesiz değiliz, hatta gelecek nesilleri Yahudiliğe bağlamanın en emin yolunun bu tip okutmalardan geçeceği iddialarının dolaştığı çevreler de var. Fakat kökeni her ne olursa olsun, her bir insanın soru sorabilme yeteneği baki kalmakta.
Bu yazıya başladığımda yeni bir yıla, yeni bir sezona, yeni bir devire hazırlanırken kutlanması adet olmuş bazı bayramlarla konuya girmiştim. İbrani takvimine dayandığımızda yılın başı için Roşaşana bayramını referans aldığımız malum. Kaynakları biraz daha dikkatle araştırıp soruşturacak olursak, doğanın, ağaçların ilk yeşerdiği mevsime, koyunların kuzuladığı bahar mevsimine geldiğimizde de doğa ile birlikte yeni bir yıla girmekte olduğumuzu tasavvur edebiliriz. Nitekim Tora’daki kayıtları inceleyenler arasında Exodus, yani Mısır dar geçitlerinden çıkışın yeni bir başlangıcı simgelediği ve Nisan ayının birinci ay sayılabileceği yönünde bir kanıt mevcut. (18) Burada konu hangisinin en doğru, hangisinin yanlış olduğu değil. Neyin neden kutlandığı bilinçli bir şekilde başkalarına zarar ziyan vermeden iyi bir niyetle anlaşılıp kutlanabiliyorsa ne ala. Bu bilincin ancak karşılıklı alış veriş ile gelişebileceği göz önünde tutulacak olursa, markadan, pazarlamadan ve reklamdan önce bu diyalogların niteliği, yani kalitesi ön plana çıkıyor. Bilgi çağı “information age” olarak tanımlanmaya çalışılan günümüz internet devrinde iletişimin kolaylaşmış olması, bilinçlenebileceğimizin
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 200 -
garantisi değil. Bilerek veya bilmeyerek iletilen yalan yanlış haberlerden nefret söylemlerine kadar her türlü safsatanın yayılması da gayet kolaylaşmış bulunuyor. Ötekini kazıklayabilmek zihniyetiyle konuya yaklaşıldığında yozlaşmış en çirkin diyaloglarla birlikte, müthiş komploların pençesinde, mutlak iradelere bağlı kısır döngülerde tıkanıp kalma tehlikesi her zaman mevcut. Yozlaşıp mutlak iradeyi temsilen başvurulan soytarılıklar, hizipleşip insan özgürlüklerini kısıtlayarak adaletin askıya alınması hep aynı çukura düşerek içine kapılmakta olunan kısır döngülerin neticesidir. Açık diyalog, açık toplum, açık yazılım, hür ansiklopedi gibi lisanımızda yer almakta olan nisbeten yeni kavramlarla medeniyetimizin ilerleyebilmesi için güveni arttırmak tekrar insan akıl ve iradesine kalıyor. Katılım arttıkça hizipleşme, ötekileştirme, kin ve düşmanlık kışkırtmalarının önüne geçebilmek için, iyi bir diyalog kurabilmek şart. Bu da ancak üreten, tüketen, yazan, okuyan, kullanan, seyreden herkesin gösterdiği dikkat ile mümkün. Bu geleneğimizi layıkiyle devam ettirebilmek ümidiyle bütün DIYALoG ailesine mutlu yıllar.
(1) Jewish Holidays: Hannukah – Chanukah http://www.jewishvirtuallibrary.org/jsource/Judaism/holiday7.html
(2) Christmas: http://en.wikipedia.org/wiki/Christmas (3)
Gregorian calendar: http://en.wikipedia.org/wiki/Gregorian_calendar
(4) Jesus of Nazareth: http://en.wikipedia.org/wiki/Jesus
(5) Prenses Olimpias ile Kral II. Filip’in oğulları Makedonyalı
Büyük İskender: http://tr.wikipedia.org/wiki/III._Aleksandros
(6) Jour de l'Action de grâce: http://en.wikipedia.org/wiki/Thanksgiving
(7) Shehecheyanu: http://www.jewishvirtuallibrary.org/jsource/Judaism/Shehecheyanu.html
(8) Guido Fawkes: http://en.wikipedia.org/wiki/Guy_Fawkes
(9) Jewish Holidays: Sukkot http://www.jewishvirtuallibrary.org/jsource/Judaism/holiday5.html
(10) Hebrew calendar: http://en.wikipedia.org/wiki/Hebrew_calendar
(11) Chrismukkah: http://en.wikipedia.org/wiki/Chrismukkah
(12) Thanksgivukkah: http://en.wikipedia.org/wiki/Thanksgivukkah
(13) Kwanzaa: http://en.wikipedia.org/wiki/Kwanzaa (14) Orthodox Christmas Day:
http://www.timeanddate.com/holidays/common/orthodox‐christmas‐day
(15) Talmud: http://en.wikipedia.org/wiki/Talmud
(16) Johannes Gutenberg: http://en.wikipedia.org/wiki/Johannes_Gutenberg
(17) Abla Fahita: http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25491146.asp
(18) “The First Month of the Year” A Cornerstone of the Jewish
Luni‐Solar Calendar or a Commandment about the Order of Months? ‐ http://thetorah.com/the‐first‐month‐of‐the‐year/

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 201 -
Almanya’nın İlk ve Tek Yahudi Dışişleri Bakanı
WALTHER RATHENAU (1867- 1922)
Walther Rathenau 29 Eylül 1867’de Berlin’de doğdu. Mühendis olan babası Emil Rathenau aynı zamanda dönemin ileri gelen işadamları ve girişimcileri arasında gösteriliyordu. 1881 yılında
Almanya’nın en büyük telgraf şirketinin sahibi Werner von Siemens ile ortak olarak Edison’un ampulünün Avrupa haklarını satın almıştı. Emil Rathenau 1887 yılında Siemens ile yollarını ayırarak, tek başına, günümüzde kısaca AEG olarak tanınan Algemeine Elektrizitatgesesellschaft şirketini kurmuştu. Walther’in annesi ise Almanya’nın önde gelen zenginlerinden Benjamin Lieberman’ın kızıydı.
Aile Walther’in gelecekte babasının işine devam etmesini kararlaştırmış ve eğitimi ona göre planlanmıştı. Walther eğitimini Berlin ve Strasbourg’da Fizik‐Kimya Mühendisliği ve Felsefe üzerine yoğunlaştırdı. Metalürji üzerine doktora tezi hazırladı. Aristokrat sayılabilecek bir aileye mensup olmasına rağmen Yahudi olması nedeniyle askerliğini basit bir er olarak yaptı. Mecburi askerlik hizmetini tamamladıktan sonra AEG’de çeşitli bölüm ve kademelerde görev alarak iş hayatına atıldı.
Çalıştığı her bölümde kısa sürede başarılı oldu, şirketin yeni ürünlere, yeni üretim tekniklerine yönelmesine önayak oldu. Nihayet 1899 yılında, 32 yaşında, AEG yönetim kurulunun en genç üyesi oldu.
Metince METİN DELEVİ / İstanbul
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 202 -
Bu dönemde, özellikle ABD ve İngiltere’de büyük şirketler küçük şirketleri satın alarak birçok sektörde tekeller yaratıyordu. Almanya’da Siemens bu yöntemi benimseyerek büyümeye başlamıştı. Rathenau da AEG’nin bu yolda adımlar atmasının gerekliliğine inanıyordu. Ancak yönetim kurulunda tutucu büyük çoğunluk bünye içi büyümeyi tercih ediyordu. Rathenau bu mücadelede yenik düştü ve 1902 yılında yönetim kurulundan istifa etti.
Genç yaşlarından itibaren, Walther Rathenau, müzik ve resimle ilgilenmiş ve dönemin başlıca sanat koleksiyoncuları arasında yerini almıştı. Edebiyat ve özellikle felsefe yönü de kuvvetliydi. Genç yaşından itibaren toplum sosyolojisi ve felsefe üzerine denemeler yazmaya başlamıştı.
Yahudi kimliğine rağmen, hem iş hayatındaki hem de sanat dallarındaki başarısı, aristokrasi ve kraliyet çevrelerine girmesini ve bu çevrede sevilmesine yardımcı olmuştu. Aynı zamanda birçok sanatçıyı koruması altına almıştı. “Yeni Toplum” adlı kitabında sanat ve kültürün yalnız zengin tabakaya açık olmasını eleştirmiş, hatta bir adım daha ileri giderek, şirketlerin, çalışanlarının kültür ve eğitimlerini geliştirmeleri için çalışma sürelerini kısaltmaları gerektiğini vurgulamıştı.
Belli bir maddi rahatlığa ulaşmış ve sosyal çevrelerde görünen dönemin her Yahudi’si gibi, Rathenau’da, Yahudiliğinden çok Almanlığını öne çıkarıyordu. Dönem, emansipasyon sonrası asimilasyon dönemiydi. Hatta 1897 yılında çevresindekilere “Biz Yahudiler topluma yabancı ve uyum sağlamayan bir ırkız” diyebilmiş ve kendisinin Almanya’ya ve Alman Halkı’na derin bir sadakatle bağlı olduğunu ilave etmişti. Aynı konuşmasında, dindaşlarının “dünyanın tuzu” olduklarını, ancak “ fazla tuzun ağız tadını bozabileceğini” söyletebilecek bir asimilasyon örneği göstermişti. Rathenau bu sayede antisemitizmin önüne geçilebileceğini düşünüyordu. Herzl’in Siyonist kongrelerini topladığı bir dönemde ideoloji olarak Siyonizm’in karşısında yer almıştı. Tüm bu söylemlerine karşın, dönemin modası olan din değiştirmeye, Hristiyan’lığa geçmeye kesin bir tavırla karşı çıktı. Yahudi yardım kuruluşlarına da düzenli olarak yardım etmekten kaçınmadı. Yine dönemin Almanya’sındaki tüm Yahudiler gibi, yazılı olmasa da, uygulamalarda görülen “ikinci sınıf vatandaş” lığın tüm zorluklarına göğüs gerdi.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 203 -
Zenginliği ve engin kültürü sayesinde Berlin Aristokrasi ve Kraliyet çevrelerine girebildiyse de “İstediği kadar kabiliyetli, kültürlü, zengin ve başarılı olsun, bir Alman Yahudi’si ikinci sınıf vatandaş olmaktan kurtulamayacaktır” demekten geri kalmadı. Rathenau’nun başarılı iş hayatına geri dönersek, AEG’den ayrılması onun için yerinde bir karar oldu. İstifasından hemen sonra, Almanya’nın büyük bankalarından biri olan BHG tarafından adeta kapıldı. İş dünyasındaki başarısını bankacı ve finans uzmanı olarak da devam ettirdi. Birinci Dünya Savaşı öncesi Alman Endüstrisi’nin gelişiminde rol alan kişiler arasında yer aldı. Verimli olmayan küçük şirketleri birleştirip verimli büyük şirketler halinde dönüştürmede büyük başarılar elde etti. Başta Siemens, Thyssen ve Krupp gibi dev şirketlere bu konuda danışmanlık yaptı. Diğer taraftan, Alman iş dünyası yöneticilerine özellikle ABD’de gelişmekte olan modern iş yönetimi yöntemlerini incelemelerini tavsiye etti. Yeni üretim ve yönetim tekniklerini yerinde öğrenmek ve tanıtmak üzere Ford Motor şirketi ile işbirliği yaptı.
Rathenau, AEG ile ilişkilerini tamamen kesmemişti. Önce yönetim kurulu başkan yardımcısı, sonra denetleme kurulu başkanı oldu. Bu görevlerinde bankacılık ve finansal konularındaki uzmanlıklarını da kullanarak AEG’nin süratle büyümesinde, 1910lara doğru Alman elektro‐mekanik sektörünün %40 ını kontrol etmesinde büyük bir rol oynadı. Buna karşılık babasının şirketin Genel Müdürü olmasına ve kendisinin tüm meziyetlerine, şirketin büyümesindeki yadsınamaz katkılarına rağmen yönetim kurulu ile hiç bir zaman yıldızı barışmadı. Babasının 1915’te ölümünden sonra Genel Müdürlük görevine talip olmasına rağmen bu görev kendisine verilmedi. Walther de bu karara tepkisini yeni Genel Müdürü düelloya davet ederek gösterdi. Yakın çevresi Walther’i bu kararından zorlukla vazgeçirdi. İş hayatındaki bu buhranlı dönemde politikaya atılmaya karar verdi. Daha doğrusu, Weimar Cumhuriyeti Rathenau’nun artık kanıtlanmış işadamı, yönetici, verimlilik ve finans uzmanlığı yönlerini kullanmak istedi. Birinci Dünya savaşı arifesinde, hükümette “silah ve mühimmat üretim ve tedarikinden sorumlu bakan” görevine getirildi. Bu görevi nedeniyle daha sonraki yıllarda,
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 204 -
Almanya’nın emperyalist emellerine, askeri saldırganlığına katkıda bulunmakla suçlanacaktı. Bu görevini savaşın ilk dokuz ayı sürdürdü. Ancak Yahudi olması nedeniyle askeri yetkililer tarafından azledildi. Görevden alınması, kendisini Alman milliyetçisi, Alman halkına adamış bir kişi olarak gören Rathenau için büyük bir hayal kırıklığı oldu. Kabuğuna çekildi. Felsefe ve edebiyata geri döndü. Hatta Martin Buber’in rehberliğinde bir süreliğine Hasidizm üzerine çalışmalar yaptı.
İlk önemli kitabı “Von Kommenden Dingen” (Gelecek Günler) adlı kitabını yayınladı. Bu kitabında savaş nedeniyle oluşan kargaşa, yenidünya düzeninin sorunları ve bunların üstesinden gelmek için alınması gereken önlemleri işledi.
Yine bu dönemde genel yönetim ( management) üzerine birkaç kitap daha yazdı. Bu çalışmalarında sahip olma ile kontrol öğelerinin ayrılması teorisini ilk kez olarak yayınladı. Modern kapitalizmin köşe taşlarından biri olacak bu kavram o dönem için devrim niteliğindeydi. Bu amaca ulaşmak için
devletin ekonomi, politika ve diğer toplumsal unsurları yönlendirmesi gerektiğini savundu. Bu görüşler nedeniyle burjuvazi tarafından sosyalistliğe kaymakla, çalışan sınıf tarafından da riyakârlıkla suçlandı.
O dönemin devlet düzeni beklentilerini karşılayamadığından bundan sonra yazdığı kitapta daha yumuşak, daha liberal bir üslupla, bu geçişi devletin değil halkın kendisinin gerçekleştirmesi gerektiğini savundu. Bu geçiş için kullanılması gereken araç siyaset yerine eğitim ve kültür olmalıydı.
1918 yılında savaş sona erdiğinde dağılmış ve iflas etmiş Almanya’nın yeniden yapılanması için çeşitli modeller oluşturdu. Bu modeller arasında en dikkati çekeni, çalışanların yönetimlere katılmasını öneriyordu. Bu sayede her iki taraf da kazançlı çıkabilecekti: şirketler, kendi kazançlarını artırmayı hedefleyen çalışanları sayesinde daha verimli, daha üretken ve sonuçta daha karlı olacaktı. Bu teori ileride modern yönetim teorilerinin temel taşı olacaktı.
1919 Şubat’ında halen netleşmeyen traji‐komik bir olay gerçekleşti: Kurucu Meclis’e Walther

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 205 -
Rathenau’nun yeniden kurulmakta olan Yeni Almanya Cumhuriyeti’nin ilk Başkanı olmasını öneren bir teklif geldi. Bu öneri tabii olarak çoğunlukta olan sağcı üyeler tarafından reddedildi.
Savaş ertesi Rathenau tekrar politikaya döndü. Alman Demokrat Partisi’nin kurucu üyeleri arasında yer aldı. Bu partinin çizgisi Rathenau’nun görüşlerine paralel olarak “ılımlı liberal” olarak belirlendi. Bu arada geçici Hükümet onu tekrar göreve çağırdı. Versailles Barış
Konferansı’nda Alman delegeleri arasında yer aldı. Spa’da yapılan Uluslararası Savaş Tazminatları Konferansı’nda Almanya’yı temsil etti. 1921 Haziran ayında kabinede “Yeniden Yapılanma Bakanı” olarak görev aldı. Bu bakanlığın görevi, iflas etmiş
olan Alman Ekonomisini ayağa kaldırmak ve tekrar parlak dönemine geri döndürmekti. Görevi icabı, 1921 Haziran – Ekim ayları arasında Almanya’nın ödemesi gerekli tazminatlarını asgari seviyede tutmak, zamana yaymak ve moratoryumu engellemek için Almanya‐Fransa‐Belçika ve İngiltere arasında mekik dokudu.
Hitler’in Şansölye olarak Almanya’nın başına geçtiği günden tam 11 yıl önce aynı gün, 30 Ocak 1922 günü, Walther Rathenau çok istediği Dışişleri Bakanlığı’na getirildi. Artık Almanya’nın dışa açılan penceresinde bir Yahudi oturuyordu.
Solcular için bir kapitalist, sağcılar için bir sosyalist, aşırı sağcılar için Uluslararası Yahudi Komplosu’nun maşası olarak görülüyordu: halk arasında çok sevilmiyordu ancak hükümet onu eşsiz bir pazarlıkçı ve kurtarıcı olarak görüyordu.
İlk iş olarak, başta Rusya olmak üzere tüm komşularıyla iyi ilişkiler kurma üzerine yoğunlaştı. Hedeflerinden biri de zaman içinde Avrupa Birliği’ni oluşturmaktı. İlk sınavını Şubat 1921’de Cenova Dünya Ekonomi Konferansı’nda verdi. Bu toplantıdan bir gece evvel Albert Einstein ile buluşmuş, bu toplantı konusunda fikir alışverişinde
Dışışleri Bakanı Rathenau Rapallo anlaşmasından sonra
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 206 -
bulunmuş, sonra da Filistin ve genel Yahudi sorunlarına da değinmişlerdi. Einstein hatıralarında bu buluşma için “Artık bizim de bir Disraeli’miz var “ demişti.
Savaştan sonra Almanya ilk kez olarak böyle bir toplantıya davet edilmişti ve daha önemlisi aralarında Almanya’nın da bulunduğu Batı Ülkeleri ilk kez Lenin’in Rusya’sı ile aynı masada oturacak ve Almanya’yı Walther Rathenau temsil edecekti. Burada da hedefi başta Rusya olmak üzere tüm komşularının Almanya üzerindeki politik, ekonomik ve finansal baskılarını hafifletmeleri konusunda ikna etmekti.
16 Nisan 1922 tarihinde de Rapallo’da Sovyet Rusya – Almanya arasındaki gizli anlaşmayı imzaladı. Bu anlaşmaya göre Almanya silah üretimini Rusya’da yapacak, buna karşılık Almanya Rusya ile ekonomik işbirliği yapacaktı.
Bu gizli anlaşmanın Almanya’da duyulması yeni yeşermekte olan Nazi Partisi için bulunmaz bir nimetti : “Siyon Protokolleri uygulanmaya başlanmış ve uluslararası Yahudi ‐ Komünist komplosu resmen çalışmaya başlamıştı. Artık her gün “Yahudi Rathenau’yu” protesto mitingleri düzenleniyordu. Tüm ikazlara rağmen
Rathenau korumasız dolaşmaya devam etti.
Nihayet 24 Haziran 1922 sabahı beklenen oldu. Saat 10:45 te Rathenau’nun içinde bulunduğu araca 3 kişi el bombaları ve makineli tüfeklerle saldırdı. Rathenau olay yerinde öldü.
Cenazesi devlet töreni ile
gömüldü. Cenaze günü tüm Almanya’da bayraklar yarıya indirildi, işyeri ve okullar tatil edildi, yaklaşık 500.000 Berlinli cenaze törenine
katıldı. Tüm Almanya’da törenler yapıldı.
Ancak hemen ertesi gün “dünyadan bir Yahudi eksildi” sloganları atılmaya başlandı, bazı üniversitelerde anma törenleri yasaklandı. Aynı ay içinde Almanya’da hiperenflasyon başladı. Bu da Rathenau’ya mal edildi.
Cenaze Merasimi

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 207 -
İlk Nazi Hükümeti kurulduğunda
suikastçılar milli kahraman ve 24 Haziran günü bu kahramanları anma günü ilan edildi.
Olay sonrası suikastı yapanların aşırı sağcı ordu mensuplarının kurduğu bir örgüte bağlı oldukları ortaya çıktı. İşin ilginç yanı, suikastta kullanılan aracın şoförü Ernst Werner Techow olaydan hemen sonra yakalanmış, 15 yıl hapse mahkûm edilmiş, 1927’de affedilmişti. Hapisten çıktığında Fransız Lejyonerlerine katılmış, kaderin garip cilvesi, savaş esnasında Marsilya’da yüzlerce Yahudi’nin kaçmasına yardımcı olmuştu. Rathenau’nun öldürülmesi 11 yıl sonra başlayacak Nazi uygulamalarının bir habercisi miydi bilinmez ancak Almanya büyük bir işadamını, belki de büyük bir devlet adamını kaybetmiş, emansipasyon sonrası oluşan özgürlük ümitleri kaybolmuştu.
Yapıtları:
Reflektionen (1908)
Zur Kritik der Zeit (1912)
Zur Mechanik des Geistes (1913)
Von kommenden Dingen (1917)
An Deutschlands Jugend (1918)
Die neue Gesellschaft (1919)
Der neue Staat (1919)
Der Kaiser (1919)
Kritik der dreifachen Revolution (1919)
Was wird werden (1920, a utopian novel)
Gesammelte Schriften (6 volumes)
Gesammelte Reden (1924)
Briefe (1926, 2 volumes)
Neue Briefe (1927)
Politische Briefe (1929) Kaynaklar :
Encyclopedia Judaica – Walther Rathenau
http://www.rathenau.ch/ resmi sitesi
The murder of Walther Rathenau‐ www.encyclopedia.com
www.thefreelibrary.com
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 208 -
Tozdumanı Yaşarken Düzenden Bahsetmek
Okuyoruz, dinliyoruz, sonuçlarını yaşıyoruz. Tozdumanız. Kara bir kum fırtınasına kapılmış, fırtınanın hepimizi nerelere savuracağını bilemeden eğilip, üstümüzdeki giysilere sıkı sıkı sarılıp içimizde bir ağırlık, kendimizi korumaya çalışarak; yolumuza, günlük yaşamlarımıza, işimize ve görevlerimize devam etmeye çalışıyoruz. Vasatlığın ve sıradanlığın öne çıktığı, adalet, kurumsallık ve sorumluluk kavramlarının ayaklarda süründüğü bir fırtınadayız. Üzülüyoruz. Endişeliyiz. Düzen arıyoruz. Kuralların, iyi bir saatin dişlileri gibi aksamaksızın işleyen düzenin, alışkanlıkların verebildiği rahatlatıcı güven hissini özlüyoruz.
Bir gece huzursuz rahatsız uykumda kara, kapkara bir kum fırtınasından bir şekilde sıyrılıp topak
topak bembeyaz bulutlu mavi gökte giden bir rokette rahatlamış, dünyaya el sallarken buldum kendimi. Uyandığımda ise hayal meyal rüyamı hatırlıyordum. Acaba neyin etkisinde kalmıştım? Niye kum fırtınası, niye roket?
Ve son haftalarda hep yaptığım gibi girmeye hazırlandığım imtihan için çalıştığım proje yöneticiliğinin çetrefilli, bol kurallı dünyasını öğrenmek için kitaplarıma, bilgisayarıma ve notlarıma gömüldüm. Fırtınayı unuttum.
Sanırım alışkanlıklar ve kurallar ile kendimizi daha güvende hissediyoruz. Ayrıca, hangi işte çalışıyor iş veya özel yaşamımızda ne yapıyor isek birşeyleri doğru yapıyorsak zaman içinde olumlu sonuç alıyoruz.
Okurken, çalışırken bir taraftan da okuduklarımızı içgüdüsel olarak uygulamaya çalıştığımız yaşam tecrübeleri beynimize ufak ufak damlıyor. Eninde sonunda yönetim roket bilimi değil. Yaşamlarımızda, profesyonel hayatta uygulamaya çalıştığımız temel yaklaşımlar. Örneğin; Dürüstlük astların üstlerine güvenmesini
sağlar.
İz Düşümü LİNA FİLİBA / İstanbul

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 209 -
Erken alınan yanlış kararlar kurtarılabilir ama doğru kararlar geç alınırsa kurtarılamaz.
Çoğu yönetici personelinin gücü ve becerileri kadar başarılıdır.
Kimlerle çalışıyorsak onlara adilane yaklaşalım. İş ortamları sonsuz, uçsuz bucaksız değil. Aynı insanlarla yeniden çalışmak gerekebilir. Onlar bize kin besleyeceklerine saygı duysunlar daha iyi.
Çoğu sorunların kaynağı insanlardır ama bunu itiraf etmezler. Beraber çalıştığınız insanları tanıyın ve gerçek zayıf noktaları öğrenin.
Yönetici, kendi kendinin sistem mühendisi veya finans yöneticisi gibi çalışıyor ise muhtemelen kendi kendine açık kalp ameliyatı yapmak isteyecektir.
Eğer eleman bakmıyor, sormuyor, analiz etmiyor ise onu başka bir birime aktarın.
Çalışmaları uzaktan izleyen ve halletmek için yardımcı olmayan yönetici neler olduğunu asla tam olarak bilemez. İşin içine girmek mükemmelliğin anahtarıdır.
Tartışma bazen pahalı olabilir ama bir personel veya teknik sorunu anlamak için en iyi yol doğru insanlarla konuşmaktır. Doğru düzeyde ve kişilerle konuşma eksikliği iş için ölümcül olabilir.
Projenin yöneticisi o projede çalışan en akıllı kişiyse eleman alma konusunda berbat bir iş çıkarmıştır.
Yöneticilik roket bilimi değildir demiştim, değil mi? Evet ama yukarıdaki prensipleri roket biliminin merkezi NASA’dan buldum.
NASA’nın önde gelen proje yöneticilerinden Jerry Madden uçuş projeleri ile ilgili müdürlerden biriydi ve 1995’te Goddard Uzay Uçuş merkezi’nden emekli oldu. Onun derlemiş olduğu proje yöneticileri için 100 kural listesi bazı eklemelerle günümüzde de son derece güncel.
Beni kara kum fırtınasıyla rüyamda didişmekten kurtaran roket önüme bir define bırakmıştı.
Yaşamlarımızın aydınlık, düzenli, kurallı ve adaletli olması dileğimle. Sağlık tabi ki olmazsa olmazımız.
Sağlıcakla kalın.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 210 -
Sözcükler
Bazen sözcükler üzerine derin bir düşünceye dalarım, hangi harf hangi sözcüğe nasıl bir anlam yüklemiş yorumlamaya çalışırım. Harfler bizim ağzımızdan çıktığında, sözcükler tümcelere dönüştüğünde, karşımızdaki kişinin bizi nasıl algıladığı önemlidir. Öyle ya, söylediğimizle düşündüğümüz bir midir ya da bizi dinleyeninin ne anladığı? Sadece sözcükler mi, bir noktalama imi bile tümcenin anlamını tamamen değiştirir. Hiç unutmam, Ortaokul’da bir Türkçe öğretmenimiz vardı. Mehmet Hoca’nın o gün derste söylediği örnek halen belleğimdedir. “Çalış, baban gibi eşek olma. Çalış baban gibi, eşek olma”. Bir virgül yer değiştirdiğinde, tümcenin anlamı ne kadar farklı oluyor, öyle değil mi? Eskilere dalmışken biraz devam edeyim. Yıllar önce yazdığım bir yazıda, dergi editörü inanılmaz bir hata yapmıştı. O yıllarda yazınızı faks aracılığıyla gönderiyordunuz. Karşı taraf sizin yazınızı orada yeniden yazıyor ve dergide yayımlıyordu. Bir dergiye felsefe tarihi ile
ilgili yazı dizisi hazırlıyordum. Aristoteles, talebelerine yürürken ders verirmiş. İşte bu nedenle kendilerine “gezginler” (yürüyüşçüler) lakabı takılmış. Benim yazımdaki “kendilerine” sözcüğü, dergi editörü tarafından ‘n’ harfi unutulup (?) “kedilerine” diye yazılmıştı. Aldığım eleştirileri anımsıyorum da… Neyse diyelim. İşte bir tane daha! Yine yıllar önce yazdığım bir yazıda bir tümce içinde “insan” sözcüğünü kullanmıştım. Dergi editörü bu sözcüğü (insan) “İsa” diye yazmıştı. Ne diyeyim artık… Cumhuriyet gazetesi kitap ekine yıllarca yazılar yazdım. Bir yazımın başlığı şöyle idi. “Bin Delikli Göz. (Engin Gençtan’ın yazdığı ‘Tren’ isimli romanın tanıtım yazısı) Yazıyı göndermeden önce okuttuğum bir dostumun, “aman ha, senin başlıktaki ‘göz’ sözcüğünün bir harfi değişirse…” deyince, neredeyse sabaha kadar uyuyamadım. Neyse ki bu kez şeytanın bacağını kırmıştım, yazımın başlığı aynen çıkmıştı.
Sözcüklerle oynarken, yazarlar da hata yapabiliyor. Birkaç örnek vereyim. “Hırsız altıncı kattan aşağıya atlayarak kaçtı”. Bu tümcede “aşağıya” demeye gerek var mı? “Yunus balığı boğulan adamı kurtardı”. Boğulan adam nasıl kurtarılır? Maç
Yaşam TUFAN ERBARIŞTIRAN / İzmir

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 211 -
bitiminde bir spiker şöyle söylüyordu. “Maç sıfır sıfır, golsüz, berabere bitti”. Buna yorum bile yapmıyorum. “Arabayla yokuştan aşağıya inerken”. Yokuştan inerken diye yazdıktan sonra “aşağıya” demeye gerek var mı? “Benim beş çocuğum var. Üçü erkek, ikisi kız”. Üçü erkek dedikten sonra, ikisi kız demeye gerek var mı? Örnekleri çoğaltmak istemiyorum. Hepimiz insanız ve hataya meyilliyiz. Ancak, sürekli okumak ve yazmak bu tür hataları azaltır. Öte yandan, bir kontrol mekanizmasının olması gerekiyor kuşkusuz. Günümüzde özellikle gençler bilgisayar ve internet bağımlısı oldukları için, konuşmak yerine yazışmayı tercih ediyorlar. Ekran başında saatlerce oturup, klavye kullanarak bir dostuyla yazışmasına, aradaki mesafe çok uzaksa bir diyeceğim yok. Ancak, aynı kentte, hatta aynı semtte oturanlar bile çoğu kez konuşmak, yüz yüze gelmek yerine ekran üzerinden yazışıyorlar. Ne kadar sağlıklı, ne kadar doğru bilemiyorum. Öte yandan, çağın böyle bir yapısı olduğunu da unutmamak gerekiyor. Harfler, sözcükler, tümceler üzerine düşünmeye devam edelim. Edebiyatçılar, şairler, yazarlar bu konuda öne çıkmaktadır. Onların
romanları/öyküleri/şiirleri bir dünya yaratır, her birinde farklı insan karakterleri vardır. Bazı edebiyat metinlerinde kendimize çok benzeyen karakterler olduğunu düşünürüz. Okuduğumuz bir şiir, bir öykü ya da bir romandaki bir karakteri gözümüzde canlandırırız, onu belirli bir kalıba sokmaya çalışırız. Yazarın/şairin anlattığı gibi değil, kendi kültür düzeyimize (kişiliğimize) uygun bir biçimde, en çok da onu kendimizle özdeşleştirerek farklı bir anlam vermek isteriz. O karakterin söylediği o söz doğru mudur, değil midir? Karşısındakine ne kadarını anlatmıştır? Peki, yaptığı o harekete ne demeliyiz? Sorular çoğaltılabilir. Söz konusu karakterle bizim aramızda bir tür gizli ortaklık, yakınlık kurulur. Böylelikle okuduğumuz yazılı metin yavaşça canlanır, bizi içine çeker, harflerin/sözcüklerin büyülü dünyasına giriş yaparız. Sonrasında metnin içinde kendimize bir yol bulmaya başlarız. Ben olsaydım, şöyle yapardım, böyle düşünürdüm gibi. Harfler ve sözcükler uyumlu bir biçimde dizilmeye başladılar mı, onları okurken düş gücümüz bizi adeta transa sokar, kendimizden geçeriz. Artık oradayızdır. Ortaçağ’da bir şövalye, günümüzde bir işadamı, bir vampir, bir din adamı, bir ev kadını, bir katil, bir polis… Sözcükler bizi kendi
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 212 -
dünyalarında tekrar yaratır diyebiliriz. Kimselere söyleyemediğimiz, sadece kendimize sakladığımız birçok isteğimizi, sırrımızı, işte o okuduğumuz romanda/öyküde/şiirde buluruz. Aslında olmak istediğimiz karakter karşımızdadır. Nasıl da mutlu oluruz, gizli bir sevinç yaşarız. Günün moda deyimiyle “ruh ikizimizi” bulmuşuzdur artık. Elimizdeki kitabı okurken kendimizden geçeriz, başka biri oluruz. Kitap bittiğinde yine bugüne döneriz. Gerçek duygularımızı hep saklarız, kapatırız üstünü, sıkıca örteriz, kimseler görmesin isteriz. Özelimiz bizim kirli bir çamaşırımız mıdır? Yoksa pembe, masum ve saf, çocuksu hayallerimiz midir? Peki, biz gerçekte kimiz, neyiz? Çevremize gösterdiğimiz kişi miyiz, yoksa okuduğumuz bir metindeki karakter mi? Hangisiyiz? Nasıl yani, benimle inatlaşıyor musunuz? Yaparım, söylerim mi diyorsunuz? Peki, buyurun er meydanı burası! O halde, soruyu şöyle soralım isterseniz. Yüzümüzde kaç tane maske var? İşyerinde, evde, arkadaş sohbetlerinde, yalnız kaldığımızda, internet başında, düşlerimizde… Kaç tane maskemiz var? Söyleyebilir misiniz? Evet, anlıyorum, suskunluk, sessizlik… Bu soruya kim dürüstçe yanıt verebilir ki? Ben bile geçelim diyorum…
Eşimizle, çocuklarımızla, dostlarımızla işyerindeki arkadaşlarımızla konuşurken sözcüklere dikkat ediyor muyuz? “Ağzından çıkanı önce kulağın duysun”, deyimi çok anlamdır. İnsan olarak yazı yazmak, konuşmak, bilim ve sanatla ilgilenmek gibi doğada sadece bize özgü yeteneklerimiz / özelliklerimiz vardır. Bunları kullanırken, karşımızdakini kırmadan, üzmeden, onun anlayacağı bir biçimde konuşabiliyor muyuz? Evet, birçoğumuz günlük koşuşturmalar içindeyken, istemeden de olsa bir sözümüzle bir dostumuzun kalbini kırabiliriz. Önemli olan şudur: O dostumuzun kalbini yeniden kazanmak için ne yapmalıyız? Ayrıca, hatalardan ders çıkarmasını bilmeliyiz. Sözcüklerle insanlar arasında bir “diyalog” vardır. Karşılıklı iletişimin yarattığı bu “diyalog” insana özgüdür ve insan var olduğu sürece önemini koruyacaktır. İnsanlar kullandıkları sözcükleri “diyalog” amaçlı bir konuma dönüştürdüklerinde, barış, dostluk ve huzur kendiliğinden gelecektir.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 213 -
“BASİT”
Basit düşünmek istemediğime karar verdim dün gece bir denizin ötesinden karşı ışıklara bakarken. Parıldayan ışıkların arkasındaki yaşamları, şehirdeki insanları, ümitlerini, sıkıntılarını anlamaya çalışmak biraz onlar olmak istedim. Zincir gibi farlarının ışıklarını yakarak uzaklaşan araçları, içindeki insanları, oraya buraya yetişmeye çalışanları, günün yorgunluğu ile trafikle boğuşanları… Ambulansların içimizi yakan yanıp sönen kırmızı ışığını, sirenlerini, içinde taşıdığı hastanın durumunu, hastayı acile götürmeye çalışan yakının ruh halini… Gece nöbetlerinin yılgın ışıkları altında sabahı, günün yorgunluğuyla bekleyen doktorları, hemşireleri kaderlerini bekleyen hastaları, yakınlarını, dertlerini açmazlarını dinledim sessizce. Uzun koridorları paspaslayan hademenin
mırıldandığı türküyü merak ettim. Hastanenin doğumhanesinde yeni doğan bebekleri, hayata şanslı mı şanssız mı geldiklerini sadece tanrının bildiği, onları sevgiyle kucaklayan ailelerini ya da hiç istemeyip yok farz edenleri…
Kamyonuyla uzaklara gidecek kamyoncunun ne hayal ettiğini merak ettim. Ailesiyle vedalaşırken ne hissettiğini.
Çiçeklerle süslenmiş bir arabanın içinde “Mutluyuz” yazısı altında evliliğe, yeni bir yaşama ilk adımlarını atan gelin ve damadı düşündüm. Yüzlerindeki gülücükleri gördüm, bolca olan ümitlerini de…
Bir cafede romantik ışıkların altında sohbet eden arkadaşları düşündüm. İki kadeh içtikten sonra konuşulanları, “O da Allahın bir kulu deyip adı geçen kişiyi olduğu gibi kabul edip kahkahaları bastıktan sonra evlerine huzur ve neşeyle dönen dostları…”
Gençleri düşündüm masa başında ders çalışan, yatağa bile girerken cep telefonundan mesajlaşıp,
Hayata Dair LİZ SARDA / İzmir
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 214 -
sevgililerini, o günle ilgili son güzel sözcükleri sıralamaya hazırlanan… Işığı kapatmayı unutup, rüyalarında yeni ufuklara açılan kapıları aralayan gençleri ve onların geleceklerini aydınlatmaya hazırlanan gökteki yıldızlarını…
Renkli gece lambasının büyülü boşluğunda mışıl mışıl uyuyan küçük çocukları düşündüm; merhametle şefkatle büyüyen prensleri, prensesleri, annelerin kuzucuklarını, onları sarmalayan karşılık beklenmeyen, saf sevginin ışıltısını gördüm bir an…
Işıl ışıl parlayan şehrin en güzel caddesinde yaşayan zengin ve “artık” dul kalan, yarın eşinin vücudunu toprağa vermeye hazırlanan kadının, gösterişli yatak odasına girerken elektrik düğmesine basmasıyla ortalığı aydınlatan ışığın yandığını fark ettim… Yorganın altında hıçkırıklara boğulduğunu hissettim. Ertesi gün, günler, cenazede, güneş yine parıldamaya devam edecek, ancak onu o gece ve daha birçok gece uykusuz ay ağırlayacak, diye düşündüm gözlerim bir an dolarak…
Bir bekçi kulübesindeki yaşlı amca aklıma geldi nedense. Saat başı köpeğiyle beraber fabrikanın
etrafında elinde feneriyle dolaşan, tedbiri elden bırakmadan her yeri kontrol ettikten sonra eski televizyonun başında kapanan göz kapaklarını açık tutmaya çalıştığını gördüm. Yerinden yavaşça kalkarak küçük tüp ocağın üstündeki demlikten bardağına çayı döktüğünü hayal ettim. Çayın deminin kokusunu aldım. Duvardaki sarı gölgelerin hareketiyle hırlayan köpeği duydum. Fabrikanın karşısına düşen yol kenarında denize doğru yürüyen genç çiftin iskelenin ışığında neler konuşacaklarını merak ettim. Vapurlara yoldaş, yanıp sönen mavi kırmızı deniz fenerinin onları selamladığını gördüm. Denizin üstünde yalnız bırakılmış kayıkları, sabah erkenden balıkçının uyanmasıyla uzak denizlere açılmayı planlayan kırık dökük kayıkları… O esnada yakamozun ışığında mercanların etrafında yüzen minik balıkları, onların dünyasını, sadece hayatta kalmak dürtüsüyle yaşamanın nasıl bir duygu olduğunu düşündüm… Gözlerimi; yukarılara doğru kaldırdım, karşıdaki dağı gördüm. Sanki ormanda birileri ateş yakmış gibi geldi bana. Belki de ateşin sıcaklığında birbirilerine sarılarak uyumaya hazırlanan sokak

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 215 -
çocuklarıydı onlar. Talihsiz, yalnız ve kimsesiz geleceksiz… Denizin üstünden bütün ihtişamı ile geçen köprünün bir kenarındaki siyah saçlı adamı düşündüm. Son bir sigara tüttüren, son kararını vermeye hazırlanan, borçları yüzünden lekesiz yaşamayı, gurur ve onuru seçip kendini atmaya hazırlanan adamın yemyeşil gözleri ışıldadı sanki kalbimin içinde… Askeri bölgeden gelen garnizonun beyaz ışıklarının gölgesinde aileleri, sevgilileri, umutları hakkında sohbet eden askerler aklıma geldi… Enerjileri içimi aydınlattı sanki… Şehrin sokakları düştü aklıma birden, sokak lambalarının bilinmez hangi karanlık kötü niyetleri aydınlattıklarını o ışığın etrafında bekleyen zavallı fahişeleri, travestileri ve onların dramları geldi, hüzünlü, acıklı ışığın gündemine oturdu. Kaldırımlarda kıvrılıp yatmış köpekleri, neden orada olduklarını bilmeden yaşam savaşı verenleri, çöpleri karıştıran zavallı insanları düşündüm hayalleri bile olmayan, bir lokma ekmeği
kovalayan… Geceleri uyuyamayanları düşündüm evlerinin içinde dolaşan, kapatıp açtıkları her lambanın ışığında maziden bir şeyler arayan… Bir mum ışığı düşündüm her birimizin içinde, ruhumuzdaki karanlıkta kısılıp kalmış olan… Basit düşünemeyenleri düşündüm yalnız bir gecenin sonunda sabahın ilk ışıklarıyla yarının ümitlerinin doğmasını bekleyenleri… Hayatı bekleyenleri…
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 216 -
Birbirine Dokunan Yaşamlar
Kendimle kalmayı seçtiğim günlerden biriydi… Kütüphanemdeki bir kitap bana sesleniyordu sanki… Uzun zamandır rafımda durmasına rağmen okuma fırsatım olmamıştı. O gün çağrısına kulak verdim ve kitabı elime aldığımda bir solukta bitiriverdim. Okurken not aldığım bir cümle şöyle: ‘Görünen her şeyin gerisinde daha engin bir şey vardır; her şey kendinden başka bir şeye açılan bir yol, bir kapı, bir pencereden başka bir şey değildir’ Bu cümle beni yıllar önce çok etkilenerek seyrettiğim başrolü James Stewart’ın oynadığı bir filme götürdü: Yaşadığı hayal kırıklıkları ve işlerinin kötüye gitmesiyle biriken borçlar Stewart’ı intihar etmeye sürükler. Bir gece nehrin kıyısındaki bara gidip
Yaşam Notları ŞELA HABİF / İzmir
GENÇ GÖRÜŞ

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 217 -
iyice sarhoş olduktan sonra kendini köprünün üzerinden atar. Stewart sulara düşerken karanlık göklerden bir konuşma duyulur. Tanrı meleklerinden birini bu adama yaşama isteği vermekle görevlendirir. Tümüyle çaresiz, borçlar içinde yüzen, dünyayı gezmek isterken küçük bir kasabaya sıkışıp kalmış bu adama yaşamı sevdirmek ve onu intihardan vazgeçirmek! Polis Stewart’ı sulardan çıkarırken melek yeryüzüne iniyor, onu kendini sulara atmadan önce bulunduğu bara götürüyordu. Ancak o anda her şey çok farklıydı. Kimse Stewart’ı tanımıyordu. Kasaba korkunç haldeydi. Eski bir okul arkadaşı fahişelik yapıyordu. Kilisenin bahçesinde erkek kardeşinin mezarı durmaktaydı. Her yer serserilerin toplandığı bir batakhane olmuştu. Stewart ne olduğunu anlamaya çalışırken melek ona anlatmaya başladı: ‐Sen hayatına son vermek istedin ya, ben daha iyisini yaptım, hiç bu dünyaya gelmemiş gibi oldun… Sen olmamış olsaydın ne olacaktı gör… Dokuz yaşındayken kardeşin kuyuya düşmüştü ve onu kurtarmıştın, sen olmayınca onu kurtaracak kimse de olmadı… O çocukken öldü. Sınıf arkadaşın bir gün çok parasız kalmıştı, para
bulabileceği hiçbir yer yoktu, ona borç verdin, sen olmayınca o gece kendini sattı ve sonra fahişe olarak kaldı. ‐Kasaba niye böyle bakımsız ve korkunç? ‐ Babanın yerini aldıktan sonra kooperatifler kurup, binalar yapmıştın, kasaba gelişmişti. Sen olmayınca o binalar yapılmadı, kasaba bakımsız kaldı, o inşaatta çalışıp para kazanan birçok insan serseri oldu. Stewart bir insanın farkına varmadan ne kadar çok başkalarının hayatına değdiğini, o kadar manasız ve değersiz gözüken hayatının aslında birçok insan için ne kadar değerli olduğunu kavrar ve intihardan vazgeçer. Gerçek yaşamda da benzer durumlarla karşılaşmıyor muyuz? Yaşanan olaylar arasında çoğu zaman görünmeyen bağlantılar var sanki... Bu durumu irdelemeye kafa yorduğumuzda önemsiz gibi görünen etkilerin neleri değiştirdiğini fark edebiliyoruz. Tıpkı dünyanın bir ucunda kanat çırpan bir kelebeğin çok uzaklarda bir kasırgaya sebep olabilmesi gibi… Kelebek etkisi adı verilen bu
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 218 -
teori abartılı gibi gözükse de yaşamda yer alan her canlının veya olayın mutlak bir anlamı, gerekliliği olduğuna ve birbirlerinden etkilendiklerine işaret etmekte… Kimi zaman bazı anları hiç yaşamamış, birtakım insanları hiç tanımamış olmayı isteriz. Yaşam her daim kartlarını açık oynamadığından yaşananların sonraki zamanlara olan etkilerini fark edemeyebiliriz. Ya da kendimizi yararsız, değersiz görüp bunalımın eşiğine sürükleniriz. Hayal kırıklıkları ile dolu hayatımızda neden istediklerimizin gerçekleşmediğini merak ederiz. Eğer Tanrı meleklerinden birini bize gönderse ve tüm isteklerimiz gerçekleştiğinde nasıl bir yaşamımız olacağını gösterse belki de tüm hayal kırıklıklarımıza ve bizi zorlayan insanlara başka bir gözle bakardık. Hatta o melek bizsiz bir hayatın nasıl olacağını gösterseydi varlığımız farklı bir anlam kazanırdı diye düşünüyorum. Bir gün, uzun süredir suskun kalmış bir kitap, size de seslenebilir!
Kendi Markanı Yarat
DIYALoG'un 5. yılı sebebiyle hazırladığımız bu özel sayıda ben de DIYALoG okurlarıyla fikirlerimi paylaşmak istedim. Yükselen değerlerin sürekli değiştiği dünyamızda, belki de değişmeyen insanların para kavramına, para sahibi olan insanlara ve parayı çağrıştıran markalara yükledikleri fazla önem. Özellikle markası dışarıdan belli olan çanta, kıyafet, saat gibi aksesuarları almak ve kullanmak çok yaygın. Çok yüksek fiyatlara satın alınan bu eşyaların orijinallerini alamayanlar çakma tabir edilen taklitlerini satın almakta. Kaliteli olduğu için belki evet ama bence en önemli sebep bu markaların çağrıştırdıkları imaj. Yüksek bedeller ödenerek satın alınan, dışarıdan markası belli olan bu eşyalar prestij amaçlı kullanılıyor. Oysa yükselen değerlerimiz taşıdığımız veya giydiğimiz eşya ile mi değerlendirilmeli yoksa hayata karşı
Beki Şikar İzmir

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 219 -
duruşumuz, ahlak anlayışımız ve üretkenliğimizle mi? Bizi biz yapan tamamen kendi yaptıklarımız, başkalarının yarattığı markaların üzerimizdeki yansıması değil. Kendi markamızı kendi yaptıklarımızla yaratalım...
***
Mezar Ziyareti
Kipur öncesi ilk kez 3 sene önceydi, babaannemizin ve dedemizin mezarını ziyaret edişim. Altındağ Musevi mezarlığında verilen bilgiye göre mezarları ararken, çok tuhaf bir duygu hissettim, sanki Alsancak sokaklarında yürüyor gibiydim. Mezarların üzerindeki fotoğraflar, isimler çoğu tanıdıktı. Orası, o an gururun egonun parçalandığı kırıldığı yer ve zamandı bence...
Burası herkesin bir gün geleceği yerdi ve herkes burada eşitti. Mezarlardaki fotoğraf ve isimlere baktığımda o kişiye yüklediğim anlam ve çağrışımlar geriye kalan tek şeydi; kimi için çok iyi biri, yardımsever biri derken, bir diğeri içinse selamsız, suratsız biri diye aklımdan fikirler geçti.
Aslında yaşadığımız bu hayat koşturması içinde belli dönemlerde mezar ziyareti yapmak bence hayata bakış açımızla ilgili çok farklı ivmeler kazandırabilir. Bence en önemlisi kalplerde bırakacağımız izler ve yaşarken sahip olacağımız farkındalık.
***
Köpüklü Umutlar
Beyaz köpüklü dalgalar Bazen coşar Taşkınlaşır bir çocuk gibi Bazen varamadan kumsala Yok olur Hüzünlenirim Ama bilirim bugün değil yarın Yine esecek poyrazım Yine dalgalanacak güzel suyum Ve coşacak gönlüm delice Taşacak köpüklü umutlarım
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 220 -
Tu Bişvat Ağaçlar için Roş Aşana; “Ağaçların Yılbaşı” olarak kutlanan Tu Bişvat Bayramı, bu yıl, 15 Ocak Çarşamba akşamı başlayıp, 16 Ocak Perşembe gün batımında sona erdi. Tora’da söz edilmeyen Tu Bişvat bayramı, sözlü Yahudi kanunlarının derlemesi olan Mişna’da karşımıza çıkar. Tu Bişvat’ta, Kutsal Topraklar’da yetişen meyvelerden yemeye özen gösterilir. “Buğday, arpa, üzüm, incir ve nar ülkesi, yağlık zeytin ve bal (veren hurma) ülkesi” (Devarim: 8:8)
Kısa Kısa – Tu Bişvat
İsmi: Tu Bişvat‐ Şevat Ayı’nın 15’i anlamına gelir.
Çıkış Yeri: Kutsal Kitap, İsrael topraklarındaki ağaçların, ekildiği ilk üç yıl içinde meyvelerinin
BİLİYOR MUYUZ?
Nazlı Doenyas İstanbul

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 221 -
yenmesini yasaklar. Dördüncü yılın meyvesinden Bet Amikdaş’a sunu getirilir. Beşinci yıldan itibaren ağacın meyvesi serbestçe yenebilir. Çiftçilerin başlangıç yılını hesaplayabilmeleri için Rabiler 15 Şevat’ı, gerçekten ekildikleri tarihe bakmaksızın tüm ağaçlar için genel bir doğum günü olarak sabitlemişlerdir.
Günümüzdeki anlamı: Meyve ağaçlarının; Tanrı’nın sınırsız Cömertliğinin, İyiliğinin ve Lütfunun göstergesi olması, “yemek” gibi fiziksel bir olayın, söylenen berahalarla (Tanrı’ya şükür duaları) kutsal bir hale getirilmesi, bu şekilde fiziksellik ile spiritüelliğin birleştirilmesi.
Ne yapılır: Masada özellikle Erets Yisrael’in mübarek kılındığı meyvelerin; buğday, zeytin, hurma, üzüm, incir, nar bulundurulmasına özen gösterilir. Ayrıca ağaçta yetişen ve toprakta yetişen meyveler, şarap ve bunların dışındaki kategorideki yiyecekler (ağaçta veya toprakta yetişmeyen ürünler, şarap dışındaki içecekler, çikolata, şeker, tatlılar vb), berahaları söylenerek yenilir, o sezon henüz tadılmamış bir meyve ilk defa yenilerek Şeeheyanu berahası söylenir. Ayrıca Tu Bişvat’ta geleneksel olarak ağaç dikilir.
Ne yapılmaz: TuBişvat bir bayram günü olduğundan, dualarda Tahanunim (Yakarışlar) bölümü okunmaz, bu günde oruç tutulmaz.
Bayram sederi: Akşam yemeği ve Birkat Amazon’dan sonra Teillim 120.Mezmur’dan, 134.Mezmur’un sonuna kadar okunur. Masaya konulan yiyecekler, mutlaka berahaları söylenerek, düzene göre yenilir.
Tu Bişvat Sederi
Tu Bişvat Sederi’nde; yemekten ve Birkat Amazon’dan (yemekten sonra söylenen şükür duası) hemen sonra, yemek masası, Kutsal Topraklarda yetişenler başta olmak üzere, türlü meyvelerle donatılır. Merasim başlar:
TEİLİM (Zebur) kitabında 120.Mezmur (Teilim kitabındaki kutsal şiirlerden) başlanır, 134.Mezmur’un sonuna kadar okunur. Özellikle bu bölümlerin okunmasının sebebi, bu mezmurların hepsinin “Şir Amaalot” ‐Yükselişler Şarkısı‐ ile başlamalarıdır. Gözlem yayınlarının Teilim kitabı, bu on beş mezmur için; “Midraş Şoher Tov İsraeloğulları’nın yükselmeye layık olduklarında,
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 222 -
basamakları teker teker değil, aksine birçok basamağı tek seferde tırmanacaklarını yazar” der. Kral David’in daha önceki mezmurlarında belirttiği gibi; bu yükselişin yolu; Tora öğrenimi ve mitzvaları yerine getirmekten geçer.
Bu on beş mezmur, ya sederin başında peşpeşe okunur, ya da isteğe göre, meyveler yenirken aralarda okunabilir. Yani sırasıyla önce bir mezmur, sonra meyve ve meyvenin duası, sonra diğer mezmur, meyve ve meyvenin duası… şeklinde devam edebilir.
ŞEEHEYANU: O zamana kadar henüz yemediğimiz meyve çeşitleri varsa, bunları Tu Bişvat’ta yemeye özen gösteririz. Böylece Şeeheyanu berahasını da söylemiş oluruz. Şeeheyanu berahasını, o meyveye ait kendi berahasını söylemeden önce söyleriz. “BARUH ATA AD. ELOENU MELEH AOLAM ŞEEHEYANU VEKİYEMANU VEİGİANU LAZEMAN AZE” (Kutsalsın Sen Tanrı’mız, Evrenin Kralı, çünkü bizi yaşattın, ayakta tuttun ve bugünlere eriştirdin)
1) BUĞDAY: Herkes buğdayı temsilen eline bir kurabiye alır ve ona özgü berahayı söyler: “BARUH ATA AD. ELOENU MELEH AOLAM BORE MİNE
MEZONOT “(Kutsalsın Sen Tanrı’mız, Evrenin Kralı, yiyecek çeşitlerini yaratan). Ve kurabiyeyi yer.
2) ZEYTİN: Evin sahibi bir zeytin alıp, duasını söyler: “BARUH ATA AD. ELOENU MELEH AOLAM BORE PERİ AETS” (Kutsalsın Sen Tanrı’mız, Evrenin Kralı, ağacın meyvesini yaratan).ve zeytini yer.
3) HURMA: Masada bulunanlardan birine hurma verilir. Duasını söyler: “BARUH ATA AD. ELOENU MELEH AOLAM BORE PERİ AETS” (Kutsalsın Sen Tanrı’mız, Evrenin Kralı, ağacın meyvesini yaratan) sonra hurmayı yer.
4) ÜZÜM: Masadakilerden birine kuru veya yaş üzüm verilir. Duasını söyler: ”BARUH ATA AD. ELOENU MELEH AOLAM BORE PERİ AETS” (Kutsalsın Sen Tanrı’mız, Evrenin Kralı, ağacın meyvesini yaratan) sonra yer.
5) KAŞER ŞARAP veya ÜZÜM SUYU: Herkes eline bir bardak kaşer şarap alır ve onun duasını söyler: “BARUH ATA AD. ELOENU MELEH AOLAM BORE PERİ AGEFEN” (Kutsalsın Sen Tanrı’mız, Evrenin Kralı, bağın meyvesini yaratan), sonra içer.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 223 -
6) İNCİR: Masada bulunanlardan birine incir verilir.
a) Önce, Şir Aşirim (Ezgiler Ezgisi)’nde bulunan şu pasuklar, şarkılarla okunur (şarkısız da okunabilir): TSEENA URENA BENOT TSİYON BAMELEH ŞELOMO BAATARA ŞEİTERA LO İMO BEYOM HATUNATO UVYOM SİMHAT LİBO ve ATEENA HANETA PAGEA VEAGEFANİM SEMADAR NATENU REAH, KUMİ LAH RAYATİ YAFATİ ULHİ LAH.
b) Sonra meyvenin kendi berahasını: “BARUH ATA AD. ELOENU MELEH AOLAM BORE PERİ AETS”(Kutsalsın Sen Tanrı’mız, Evrenin Kralı, ağacın meyvesini yaratan) söyler ve sonra inciri yer.
7) NAR: Masadakilerden birine nar verilir. a) Önce, Şir Aşirim’den şu pasuk, şarkılarla okunur (şarkısız da okunabilir): “KEHUT AŞANİ SİFTOTAYİH UMİDBAREH NAVE, KEFELAH ARİMONRAKATEH MİBAAD LETSAMATEH.”
b) Sonra meyvenin kendi berahasını: “BARUH ATA AD. ELOENU MELEH AOLAM BORE PERİ AETS” (Kutsalsın Sen Tanrı’mız, Evrenin Kralı, ağacın meyvesini yaratan) söyler ve sonra narı yer.
8) BADEM, FINDIK, PORTAKAL, ELMA, CEVİZ vb: Henüz AETS berahasını söylememiş kişilere diğer ağaç meyveleri verilir, bu kişiler: “BARUH ATA AD. ELOENU MELEH AOLAM BORE PERİ AETS” (Kutsalsın Sen Tanrı’mız, Evrenin Kralı, ağacın meyvesini yaratan) berahasını söyler ve sonra badem, fındık, portokal veya diğer ağaç meyvelerinden yer.
ELMA: Elma yeneceği zaman: a) Önce Şİr Aşirim’den şu pasuk şarkılarla okunur (şarkısız da okunabilir): KETAPUAH BAATSE AYAAR KEN DODİ BEN ABANİM, BETSİLO HİMADTİ VEYAŞAVTİ UFİRYO MATOK LEHİKİ.
b) Sonra meyvenin kendi berahası: “BARUH ATA AD. ELOENU MELEH AOLAM BORE PERİ AETS” (Kutsalsın Sen Tanrı’mız, Evrenin Kralı, ağacın meyvesini yaratan) söylenir ve elma yenir.
CEVİZ: a) Önce Şir Aşirim’den: EL GİNAT EGOZ YARADTİ
LİROT BEİBE ANAHAL, LİROT AFAREHA
AGEFEN ENETSU ARİMONİM, LO YADATİ NAFŞİ
SAMATNİ MARKEVOT AMİ NADİV pasuğu,
şarkılarla söylenir. (şarkısız da okunabilir)
b) Ardından kendi berahası: “BARUH ATA AD.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 224 -
ELOENU MELEH AOLAM BORE PERİ AETS” (Kutsalsın Sen Tanrı’mız, Evrenin Kralı, ağacın meyvesini yaratan) söylenir ve ceviz yenir. 9) TOPRAKTA YETİŞEN MEYVELER: Ağaç meyvelerinin dağıtımı bittikten sonra sıra toprakta yetişen meyvelere gelir: Muz, havuç, karpuz, kavun veya onlara benzer leblebi, yerfıstığı alınır, berahası söylenir: “BARUH ATA AD. ELOENU MELEH AOLAM BORE PERİ AADAMA” (Kutsalsın Sen Tanrı’mız, Evrenin Kralı, toprağın meyvesini yaratan), sonra yenilir. 10) ARPA: Tora’daki arpa ürününü hatırlamak için bira alınır, bira için beraha söylenir: “BARUH ATA AD. ELOENU MELEH AOLAM ŞEAKOL NİYA BİDVARO” (Kutsalsın Sen Tanrı’mız, Evrenin Kralı ki her şey sözü ile oluştu) ve sonra içilir.(Bu beraha masadaki çukulata, şeker, içecek çeşitleri için de söylenir) 11) Meyvelerin Kokusu: LİMON veya ETROG (Sukot bayramında lulav’la birlikte tuttuğumuz güzel kokulu turunçgil) alınır. Ona özel beraha söylenir: “BARUH ATA AD. ELOENU MELEH AOLAM ANOTEN REAH TOV
BAPEROT” (Kutsalsın Sen Tanrı’mız, Evrenin Kralı, meyvelere iyi koku veren) sonra koklanır. 12) Ağaçta yetişen bir meyve için AETS berahası söyleyen biri, masada bulunan ve yine ağaçta yetişen başka bir meyve için tekrar aynı berahayı söylemez. Aynı şekilde toprakta yetişen meyveler için de kişinin AADAMA berahasını toprakta yetişen her meyve için ayrı ayrı tekrarlamasına gerek yoktur. Burada amaç, masadaki herkesin birer meyve alıp berahaları söylemeleridir. Önemli Not: Yazıda kısa bir özet olarak verilmiş olan bilgiler, okuyucuya konu hakkında fikir vermek amacıyla;El Gid Para El Pratikante (Gözlem);Teilim (Gözlem); Yahudilik Ansiklopedisi (Gözlem);) kitaplarından, www.chabad.org; www.aish.com; myjewishlearning.com sitelerinden ve Ortaköy Etz‐Ahayim Sinagogu Tu Bişvat Rehberi’nden derlenerek hazırlanmıştır. Cemaatlerin farklı gelenekleri ve uygulamaları olabildiği için özel günler ve uygulamalar hakkında en doğru ve detaylı bilgiler için, cemaatin kendi Rabi’lerine başvurması gerekir.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 225 -
Alaha le – Moşe mi Sinai
Sinay Dağı’nda Moşe’ye Verilen Kaideler Alaha, kelime kökü itibariyle “alah” (yürümek) fiili ile ilişkilidir ve Judaizmin geleneğinde dinsel hukukun tamamını içeren bir anlam taşır. Çoğu kez Tora(h) / Şemot Kitabı’nda yer alan “agada” kelimesi ile birlikte anılır. Agada, okuduklarımızı tekrarlama demektir. Açık bir anlatımla, Pesah/ Seder’de okuduğumuz Mitsrayim’den çıkış öykülerinin Tora(h) / Talmud kuralları gözetilerek okunması demektir. Tora(h)ın ifadesiyle Alaha, bir Judeo için yaşam yolunun rehberidir; yüzyıllardır sürdüre geldiğimiz geleneklerimizin kanunlaşmış bir şeklidir. Çoğu kez 613 Mitsvot’un uygulanmasına dair usulleri Alaha’da buluruz ve “Mitsvot de Rabanan” (Rabinik öğretileri) de içerir. Babil sürgününde Tora(h) ile irtibatımız kesilmiş görünse de,
BİZİM
KÜRSÜ
Süleyman Doğu İzmir
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 226 -
Peygamberlerden Ezra döneminde soferim’in üstün gayretleri sonucu tekrar irtibatımızın kurulduğu hadisesini canlandırır. Nitekim Mişna okumaları, Moşe Rabenu’ya Sinay’da verilen Tora(h)’nın Yeoşua eliyle aktarıldığını özetler ama Tora(h)’nın Alaha kaidelerinin yorumunu Midraş’ın çizdiği ufuk dairesinde vakıf oluruz. Ancak gerek Midraş Alaha gerekse Midraş Agada, Tora(h)’da yer alan hikâyelerin sadece bir yorumundan ibaret sayılmadığı için, İlk Alaha Kaideleri zamanla Tora(h)’nın sözlerinden daha fazla önemsendiğinden ötürü Rabinik yönü giderek öne çıkmıştır. Bu yüzden olsa gerek, “Divre Soferim” hep baskın kalmış, üstün tutulmuştur. Alaha, hayatımızı yönlendiren temel kaideleri ele alırken, Tora(h)/Ketubot (67‐b) bahsinde geçen şekliyle, “[Tora(h)] bugünkü dilde, insanoğlunun çağdaş dilinde konuştuğuna” dair özelliğinin hep kollandığını görürüz. Bene‐Yisra’el’in Sinay’da gördükleri ve duydukları, şahit olduğu yani “Maamed Har Sinai (Hober)” olarak zihinlerimize kazınan olgunun temeli, aslında Hashem’in bir Tecellisi olarak kabul görür. Bu husus, Bene‐Yisra’el’in Hashem ile buluşması,
O’nun ile olan randevusunun merkezini işgâl eder. Bugün Arapça’da “Jebel Musa” olarak da bilinen bu mekân her ne kadar tarihsel bir buluşmaya şahitlik etmese de, Midaş’a kulak veren Yahudiler nezdinde öğretilerin tecelli konumu ile ilişkilendirildiğinde bizim ve gelecek nesillerin ruhlarının Hober Dağın’daki Tecelli anında var olduğuna inanırız. İşte, Sivan ayı Hashem’in Tecellisi’ne şahit olduğumuz bir zaman dilimini barındırmakla kalmaz; “Tsion Tepesi’nden onlara hükümdarlık yapacaktır” ifadesi ile de bizleri şereflendirir. Minha’da ve İşiaya’nın tanımlamalarında geçen bu ifade, Yisra’el halkının Tsion’da yaşadığına dair bir inanç halini de remzeder.. Kısacası Tsion, Yisra’el’dir. Ve Yisra’el’in selâmeti için yapılan tüm yakarışlarda Tsion’a kavuşmak özlemi vardır. Yahudi halkının 19.yy.daki ulusal silkinişi, ‘aliya’ sadece anayurda dönüş değildir; aslı itibariyle, dinsel yükümlülüklerimiz kapsamında Tsion’a dönüştür. Eretz‐Yisra’el’de Judaik esaslara dayanan bir Yahudi Devleti kurulmasının çok ötesinde ulvî bir halin, 613 Mitsvot’un tamamı olmasa da bu

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 227 -
dünyada daha fazlası uygulanması isteğinin bir şahlanışını yansıtır. “Size o toprağı sahiplenmeniz için verdim” [Tora(h)/ Bamidbar 33:53) mitsvanın sosyal ve dinî miras kapsamında sahiplenilmesi olgusudur. Şehina’nın (Hashem’in yeryüzündeki Kutsal Varlığının) Eretz‐Yisra’el’de olanca gücü ile hissedilmesi, Mesianik HaTiq’va(h) (umudun) korunmasıdır. Yoksa Yahudi Mesianizmi bakımından nostaljik bir hal, ütopik bir vaziyet değildir. Galud’tan kurtuluş, “Avelet Tsion” için Hashem’e bir yakarış; yas tutanların ruhları ile birlikte teselli bulmaktır. Dar anlamda ise, Yahudi Halkının seçilmişliğinin (Am‐Segula/Eemarta) Eretz‐ Yisra’el’e dönmesi özlemini gideren modern Siyonist hareketin ideolojisi yanında geleneksel umudumuzun realize edilmesidir. Ama Tanrısal müdahalenin önünde bir engel değildir. Kelal Yisra’el (Musevî cemaati) için üstlenilmiş bir kolektif sorumluluk bilincidir. Siyasal açıdan, Medina‐Yisra’el’in nev’i şahsına münhasır savunma sisteminin adı olduğu kadar; Manevî bakımdan, doğru eylemleri teşvik etmek, yersiz
davranışlarımız ile ihlâlin önüne geçebilmektir. Antisemitizme karşı bir panzehirdir, Siyonizm. Emansipasyon ve haskala (özgürlüğe ve aydınlanmaya) kavuşmak için açılan yolun mihenk taşıdır. Zorluğa rağmen cesaretin, uzaklığa rağmen vefanın adıdır. Kaybedilen hayatların yeni baştan kurulmasıdır. Medina‐Yisra’el ise, Galud Mitsrayim’den köle olarak çıkan atalarımızın seçilmiş bir halk, özgür yurtaşlar olarak Eretz‐Yisra’el’e Geula (dönüş) projesinin adıdır. Siyasal Siyonizmin başarısı olduğu kadar Tora(h) ın “Efendiniz, Tanrı’nız, esaretinize son verecek ve babalarınızın sahip olduğu topraklara sizleri geri getirecektir” hükmünün bir vaat olarak gerçekleşmesidir. Hashem ile Halkı arasında geçen akdin bir devamı ve işlenilen günahların kefaretinin galud ile ödenmesidir. Bu mazhariyetin kalbin derinliklerine gömülmesidir. Siyonizm, zaferin kendisini beklediğini biliyordu; kat ettiği yol hak ve adaletin zaferiydi. Amida Tefilasında söylediğimiz gibi: “Gözlerim Senin mehrametin ile Tsion’a dönüşüme şahit olsunlar...” ifadesinin sırrına
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 228 -
mazhar olmaktır. Eretz‐Yisra’el’de İlâhî bir güvence altında toplanmaktır. Yoksa ümitsiz bir davaya duyulan hayranlık değildir; günümüzde ise, siyasal Siyonizmin başarısızlıkları karşısında bile, başarılı olduklarını iddia edenlerin başarılarının gölgede kaldığı gerçeğinin zımnen de olsa kabul edilmesidir. Bugün galud (diaspora) da yaşıyan Musevî kardeşlerimizin aklı dinsel Siyonizm açısından karışık görünüyorsa, bunun başlıca nedeni “apokrifa” (gizlenmiş) ve “psödepigrafa” (başkalarına atfedilen metinler) konusunda yeterli bilgi birikimine sahip olmamalarında aranmalıdır. Bu ifadeler, II. Beit HaMikdash dönemi ve sonrasına ait ancak Tora(h) / Talmud’a dahil edilmemiş metinlerdir ve muhtelif Hıristiyan kiliselerin sahiplenerek Kutsal Kitap hükümlerine dahil etmekte sakınca görmedikleri, cüretkâr tutumlarının eseridir ve daha çok Tora(h)’nın Yunanca çevirisi olan “Septuagint” de karşımıza çıkar. En çok bilinenleri ise, “Ester ve Dani’el” bahisleri ile, “Şelomo’nun Bilgeliği” ve “Makabiler” bölümlerinin değişik versiyonlarıdır ki, Talmud ve Midraş açısından bakıldığında, bu anlatımlar “Sefarim Hitsonim” (eksiklik ve
değişiklik içeren) bir karakter arzeder; uzak durulması sağlık verilen, emansipasyon döneminin etkisinde kalmış haricî metinlerdir. Halbuki bizden istenilen, Hober’de Hashem’in huzurunda durduğumuz günün hatırlanması (Tora(h)/ Devarim 4/a‐12) ve (H)agada’da geçen ifadeyle, her nesil kendisini Mitsrayim’den çıkıyormuşçasına hissetmesi gerektiğidir. ‘Naase ve nişma’ diyerek nedametle haykırmaktır; Paro’nun inatçılığı Mitsrayim’de felakete yol açtığı hususu unutulmayarak... Geçmişte antisemitizm ve Şoa (Holokost) meşum olayları ile yaşanılan cinayetler, adalet sağlama bahanesi ardına gizlenerek işlendiğinde inanç sahiplerinin sabrı zorlanmakla kalmamış, insan ruhunun derinliklerinde var olan sevginin iylikten uzaklaşarak nefrete dönüşmesi kolaylaştırılmaya çalışılmıştır. Ne hazindir ki, çağlar boyunca yaşadıklarımız tüm detayları ile kolektif hafızalarımızda yer işgâl etmekle birlikte, silinmesine asla izin verilmeyecek şekilde kazınmıştır. Bu yüzden Yahudilerin tarih boyunca en büyük imtihânı ve intikâmı tüm olumsuzluklara rağmen inadına yaşamak olmuştur.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 229 -
Günümüzde yaşanılan antisemitik çıkışlar ise, ziyadesi ile Medina‐Yisra’el ile ilişkilendirilmekle suretiyle, onun meşruiyetini inkâra yönelik bir mahiyet arz eder olmuştur. Halbuki bugün Medina‐ Yisra’el’e katil diyenlerin bilmesi gereken bir gerçek, geçmişte yaşanılanlar göz önünde bulundurulduğunda, Yisra’el’in elinde öyle bir kan olmadığı hususudur ve giderek antisemitizm, uluslararası arenada Devletin varlığına hayâsızca baskı uygulayarak barışı dayatanların çabalarından da ibaret sayılmıştır. Medina‐Yisra’el’in güvenlik kaygısıyla bir başka devlete sırtını dayayamayacağı güven duyamayacağı bilinmesine rağmen. Bu çabalara geçmişte olduğu gibi sesiz kalanlar, sonraki nesillerin nezdinde sadece hoşgörüsüz tavırları ile itham edilmekle kalınmayarak, önyargı ve zülüm ile göze alınan bir savaşın teşvikçileri mesabesinde onlar ile birlikte anılacaktır. O halde gayemiz, Holokost’u inkâr edenler eliyle ülkelerin zarar görmesini engellemek olmalıdır. Şoa bir daha yaşanmaması, Birleşmiş Milletler Uluslararası Holokost Anma Günü anlaşılır
kılınması ve anılması, Holokost inkârı suç sayılması, insanoğlunun karanlıktan çıkışı dileğiyle... Mipney Darkey Shalom (Barış uğruna). Baruh Ata AD. Eloenu Meleh Aolam Aşer Kideşanu Bemitsvotav Vetsivanu Leadlik Ner Hanuka. ‐ Aziv Lah. ‐ ‐Nur Senindir.‐ İzmir, Chanukah, 5574 Süleyman DOĞU Em. Bakanlık Başmüfettişi Ege Üniversitesi/İİBF Öğr. Gör. suleiman[email protected]
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 230 -
12 Ocak 2014 Pazar günü, Kadıköy Hemdat İsrael Sinagogu'nda yapılan Tu Bişvat kutlamasında
Sayın Rıfat Kandiyoti'nin yaptığı etkileyici konuşmayı paylaşıyoruz.
Hayalimdeki Cemaat Bir Hayal Değil!..
Yaklaşık 10‐11 yaşlarındaydım. Her zaman olduğu gibi, yine bir Cumartesi sabahı, Şabat tefilasının son anlarıydı. Yahid’ler, tefilada okunan son dua “Alenu Leşabeah”ı dinlemek veya takip etmek ile talitlerini hızlı hareketlerle toplayıp bir an evvel Şabat Seudası’na inmek arasında gidip geliyorlardı. Ben ise tevada bu karmaşa ortasında görevimi yerine getirmeye çalışıyordum. Tefila sona erdi ve ben de elimden geldiğince seri hareket ederek bir şeyler yiyebilmek amacıyla Şabat Seudası’na indim. Seuda salonuna vardığımda, ürkmüştüm. Normalde olduğundan çok daha geniş bir kalabalık vardı karşımda. İnsanlar birbirini hafifçe iterek, daha nereden alınacağını bilmediğim tabaklarına,
birer ikişer borekitas, peynir ve yumurta almaya çalışıyorlardı. Ben ise değil tabak, elimle küçük bir siyah zeytin bile alamamıştım. Boyum posum küçük olduğundan, Yahid’lerin aralarından sakince sıyrılarak bir şekilde masalardan, kıyıdan köşeden bir şeyler kaparım diye düşündüm. Ama olmadı. Nereden Şabat Seuda’sındaki yiyeceklere ulaşmaya çalıştıysam, başaramadım. Tam her şeyden vazgeçip, başarısızlığı kabullendiğim anda bir Yahid kulağıma doğru eğildi ve bana şunları fısıldadı: “Bak oğlum, eğer bu cemaatte var olmak istiyorsan biraz atılgan, biraz girişken biraz da sert ve umursamaz olacaksın. Yoksa bu cemaatte aç kalırsın.” Ardından, bu bahsettiğim Yahid, kendi için özenle doldurduğu tabağını bana doğru uzattı. Ve benim bu Yahid’in dediklerini anlamaya çalışırkenki karmaşık düşüncelerim ile artık dolu bir tabağım olduğu için yaşadığım sevinç arasındaki o belirsiz boşlukta, hareketli kalabalığın arasına karıştı, gözden kayboldu. Evet, küçük yaşımda başıma gelen bu ilginç tecrübe sayesinde, hayatımda ilk defa cemaat ve ben kavramıyla tanıştım ve kendimi bu kavramı sorgularken buldum.
Günümüz Sosyoloji biliminin, bir devletin oluşabilmesi yani meydana gelebilmesi, aynı anda
Rıfat Kandiyoti İstanbul

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 231 -
varlığını devam ettirebilmesi adına tasarladığı modern olgu ve klasik anlayışa göre; bir devlet ancak ve ancak bir bayrağın altında, sabit bir toprak parçası üzerinde yaşayan, geçmiş ile bugünü harmanlayabilecek ortak ve genel bir kültüre yani ulusal birikime sahip vatandaşların yani milletin, meydana getirmiş olduğu sistematik bir teşkilatlanma sonunda oluşabilir. Bu tarz bir yapılanma dışında, başka hiçbir oluşum var olamaz ve kabul edilemez. Var olagelmiş tüm dünya tarihi boyunca, bu sınırlamaları aşmış ve bu paradigmanın dışına çıkmış sadece tek bir topluluk vardır. Bene Yisrael yani Yisrael oğulları. Bene Yisrael’in, bu hafta okumuş olduğumuz Beşalah peraşasında, Mısır esareti çıkışından, vaat edilmiş kutsal Yisrael topraklarına ulaşana kadar geçen 40 yıllık çöl yolculuğu boyunca, bir bayrakları olmamıştır. Tora’mızın ilerleyen peraşalarından gelecek haftalarda tekrar öğreneceğimiz gibi, Bene Yisrael’in sürgün yılları boyunca kutsal topraklara ulaşana kadar sabit ve değişmez bir toprak parçaları yani vatanları da olmamıştır. Bene Yisrael’in Mısır’da köle oldukları 210 yıllık zaman sürecinde, Mısır’lılar tarafından çektikleri açlıklar, acılar ve işkenceler dışında hangi ortak kültür birikimleri vardır ki, bir millet olarak kümülatif bir
ortak akıl yani bir birikim taşıyabilsinler ve aktarabilsinler? Tora’mızın, Sinay dağında Bene Yisrael’e verilişine kadar ve hatta sonrasında bile, günümüz modern toplumlarının yönetim biçimlerini göz önünde bulundurursak, nasıl bir teşkilatlanmadan söz etmemiz mümkün olabilir ki? Ancak, bütün bu problemlere, ikilemlere ve çatışmalara rağmen Bene Yisrael’in bu var olma mücadelesinden başarı ile altından kalktığını görüyoruz. Kanıtı ise, şu an bu günü anlamlandıran, bizler. Bu noktada sorulması gereken asıl soruya hepinizin dikkatini çekmek istiyorum. Bene Yisrael, yaşanan bunca insanüstü zorluklara, sıkıntılara ve acılara karşı nasıl direnip de ayakta kaldı da, günümüz 21. yüzyıl Türkiye Musevi Cemaati, o günün şartlarındaki sıkıntıların %1’ine bile sahip değilken, üstüne üstlük modern hayatın, çöl esaretine oranla gerek teknolojik gerek ise dünyanın evrimsel gelişiminden kaynaklanan binlerce kolaylıklarına ve pratikliğine rağmen, bir yandan asimilasyonun pençesiyle diğer yandan temel ekonomik sıkıntılarla ve daha bilgisine sahip olmadığım onlarca problemle mücadele ediyor, etmekte zorlanıyor ve zayıflıyor?
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 232 -
Eğer cevabınız T‐nrı ve T‐nrı’nın Bene Yisrael için yaratmış olduğu mucizelerse; sorarım sizlere, günümüzdeki T‐nrı ile Bene Yisrael’in Mısır’daki T‐nrı’sı farklı T‐nrı’lar mı? AK. BU günümüzde, bizler için hiç mi mucize gerçekleştirmiyor? Mısır’da acılara maruz kalan Yahudi milleti ile günümüz Yahudileri yani bizler, başka bir soydan mı geliyoruz? Gelin tüm bu soruların cevaplarını; cemaatimizin temel problemlerini, kişisel hayalimdeki ideal cemaat profiline ulaşma gayesinde ve süzgecinde birlikte arayalım. En başında, bir temel oluşturma açısından, varlığının farkına varmamız gereken bir olgudan söz etmek istiyorum sizlere. Bu olgu, o kadar hayatımızın içine kanalize olmuş ve bizi sarmalamış durumda ki hayatımızın her anında onu yaşıyoruz ve onunla yaşıyoruz. Bahsettiğim şey, değişim. 21. yüzyıl denilen, öyle bir zamanda yaşıyoruz ki, her şeyin bedeli, sistemi, yapısı ve daha nice niteliksel ve niceliksel değerleri, tahmin edilemez bir dengesizlikle, kontrolümüz dışında değişiyor,
başka bir hal başka bir boyut kazanıyor. Böyle bir değişkenler sonsuzluğunda, cemaatimiz değişkenlere sırt çevirerek ve yıllardan beri süregelen yapısını koruyarak varlığına devam edebilir mi? Doğadaki; basit, sadece temel ihtiyaçlarını karşılamak ve neslinin devamını sağlamak için uğraşıda bulunan hayvanlar bile doğal seleksiyon denilen, varlıklarını değişen koşullara göre adapte edebilecekleri uyum süreçleri zarfında muhafaza edebilecekken, bir cemaat gibi Yahid’lerine hizmet vermeye çalışan kompleks bir düzenin değişimin dışında tutulması beklenebilir mi? Eğer değişimin kaçınılmaz olduğu ve cemaatimizin de bu kaçınılmaz fenomenden kendi payına düşeni alması gerektiğinde mutabıksak, sorumuzun cevabını daha bilinçli bir bakış açısıyla analiz edebiliriz. Unutmayalım! Değişim istiyoruz yani fiziksel veya manevi bir halden başka bir fiziksel veya manevi hale geçişmeden ve devinimden bahsediyoruz. Bir cemaatin varlığı mutlak koşulda, o cemaatin hizmet ettiği kişilere yani sizlere bağlıdır. Zira bu kişilerin sadece fiziksel varlıklarının yokluğu, bir

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 233 -
cemaatin ortadan kalkması için oldukça yeterli bir sebeptir. Bu sebepten dolayı, yapılması gereken, cemaatin kapsadığı tüm Yahid’lerimizin, niteliksel anlamda kendilerini geliştirerek değişime ayak uydurma gayesinde, bu sürecin bir parçası olmalarını sağlamaktır. Hayalimdeki cemaat Bir terim olarak “Yahudilik” dendiği zaman, cemaatimizde bulunan tek tek her bireyin, ister Yahudilik’i bir din, ister milliyet, isterse her ikisi de isterse hiçbiri, isterse de bir kültür; etiketin ne olduğundan tamamen bağımsız olarak, bir Yahudilik kimliğine sahip olduğu ve bu kimliğe cemaatimize aidiyet duygusunun çok sert bir biçimde yerleştiği, böylece artık yüzleşmekten ve yine mi demekten bıktığım ancak aynı zamanda ağızlara durmaksızın, sürekli alınmaktan önemini kaybedeceğinden korktuğum, belki de Türkiye Musevi Cemaati’nin varlığını en çok tehdit eden Asimilasyon’u sözlüğümüzden kaldırıldığı, Genel cemaat algısı içinde, şu an içinde bulunduğum çabadaki gibi, sadece var olan konumdan ve pozisyonlardan salt olumsuz
şikâyetlerde bulunmayan ve hasar amaçlı olmayan; temel hedefi, ileriye dönük bir şekilde, ne yapılabilir sorusunu soran ve eyleme yönelik ilerleme için emek sarf eden bireylerin yetiştiği, Cemaatimizdeki, baş tacı yaşlılarımızın ve ihtiyaçlılarımızın, ister sadece mitsva olduğu için isterse de sadece saf insani duygularımızda kaynaklı, günümüz dünya işleyişinin hepimizin karakterinden zorla kaldırmaya çalıştığı derin insan ilişkilerinin, bu kardeşlerimizin ihtiyaçlarına daha çok karşılık verilerek daha çok ziyaret edildiği, Aklınıza gelen tüm cemaat bireylerimizin, Türk Musevi Cemaati için belki de en önemli gün olan, 15 Kasım 2003 Neve‐Şalom ve Şişli Bet‐Yisrael sinagoglarına yapılan saldırılarda hayatını kaybeden kardeşlerimiz için, Neve Şalom Keilası’nı, kapılarından insanlar taşacak şekilde doldurduğu, bir cemaat. Annemin dedemden öğrendiği, benim de bu yolla annemden öğrendiğim, aynı zamanda filozof Sokrates’in siyaset felsefesinin temelini, çok iyi açıklayabilecek nitelikte olduğunu düşündüğüm bir sözü sizlere aktarmak istiyorum. “Bir işin ya
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 234 -
meraklısı ya muhtacı olacaksın.” Sokrates’in siyaset felsefesine göre, dünyada var olan hiçbir insan siyasete ya da politikaya atılmak istemez. Sokrates’e göre insanlar, artık içinde bulundukları çıkmaz yola dönüşen kördüğüm durumları kurtarmak adına, kişinin kendisi hariç herkesin gözünün tek bir kişiye yöneldiği, bu işin sorumluluğunu alabilecek, zorla kahraman olmak mecburiyetinde kalan bir kişiyi seçerler. Bu kişi hiç de istemese de, artık toplumun dayattığı rollerin kodlarından dolayı artık kendini o pozisyonda bulur. Peki, bunun cemaatimizle olan ilişkisi nedir? Cemaatimizin sahip olduğu, nüfusun hem niceliği hem de niteliğinden kaynaklanarak belirgin bireyler, belli başlı bazı amaçlar için bazı sorumluluklar üstleniyor. Ancak, esas sorulması gereken soru şu ki; onlar mı sorumlulukları üstleniyor yoksa sorumluluklar mı onları? Bu bağlamda, cemaat için yeri geldiğinde her türlü görev sorumluluğu üstlenebilecek, bunu Sokrates felsefesinde olduğu gibi zorla dayatılan veya dayatılmayan durum gereği bir gönüllülük usulü ile ve bu tek başına gerçekleştirilen gönüllülük usulünün kişiye “benden bu kadar!” dedirtebileceği bir biçimde değil de, amatör bir ruhla profesyonel
işlerin gerçekleştirileceği bir bağlılıkla, çalışan Yahid’lerden oluşan bir cemaat hayal değil.
Hepinizin de hak vereceği gibi, niteliği arttırılmış, geliştirilmiş ve ilerletilmiş bir Yahudi toplumu, onlarla aynı hatta daha üstün nitelikler taşıyan cemaat yöneticilerimiz ve idarecilerimiz tarafından yönlendirilmelidir. Ancak daha önce de belirttiğim gibi, cemaat yönetimimizin de, kaçınılmaz değişim fırtınasından kendi payına düşeni alması gerekmektedir.
Bu bağlamda
Cemaatimizin kendisinin, bir sistem ve işleyiş algoritması olarak ilerleme ve gerileme kaydetmesini sağlayan görece karmaşık / basit / kusurlu / kusursuz altyapı sisteminin, halkımız tarafından bilindiği ve özümsendiği,
Cemaatimizin yönetim ve idari birimlerinin, onların kendilerinin var olmalarını sağlayan halka günümüze oranla çok daha fazla indirgendiği ve bu bağlantı yoluyla, Cemaat Başkanı, Cemaat Başkan Yardımcısı vb… unvanlar duyulduğunda, halkımızın kendisinden uzak bir diyardaymış gibi bir hissiyata kapılmadığı,

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 235 -
Bu yakınlaşma sayesinde, cemaat ileri gelenlerimizin; nasıl insanlarımızı, gençlerimizi kala gelmeye daha çok çekeriz veya nasıl bireylerimiz, üzerindeki cemaat aidiyet duygusunu arttırırız sorusunu sormaya ihtiyaç duymadıkları, Gittikçe küçülen ancak küçülürken her bir adımda halkına daha çok açılan bu cemaatin, bu küçülmeden, kontrolleri kolaylaşan bir devlet misali, yapısını ve iskeletini daha çok sağlamlaştırdığı, ekonomik sıkıntıların minimuma indirildiği, sağlam bir finans zemininde yolunda ilerlediği, Aynı yakınlığın, yurt dışındaki dünya Yahudi cemaatleri ile olan ilişkilerde de kurulduğu, Küçük ama samimi cemaat yapımız içinde resmi/resmi olmayan prosedürler esnasında, bu işlerdeki pürüzleri ortadan kaldırmak için; ileri cemaat yöneticilerinin unvanlarının ve statülerinin bir tehdit veya yaptırım gücüne hizmetten ibaret olarak algılanmadığı, bunun yerine saf insani duygular yoluyla ilerleme kaydedilebileceği, bir cemaat düşünülemez mi?
Sadece cemaatimiz için değil, aklınıza gelebilecek her türlü oluşumun ayakta kalabilmesi, varlığını devam ettirebilmesi, kısacası var olması için gençler yani yeni nesiller, yani taze kan gerekir. Belki de bu anlamda cemaatimizin var olma yolculuğunda en büyük destekçisi ve de en büyük müttefiki gençlerimizdir. Madem ki gençlerimiz bu denli önemli, onların da niteliklerini arttırmak ve geliştirmek onları günümüz değişimine karşı donanımlı hale getirmek en büyük amaçlarımızdan biri olmalıdır. Ne kadar bizi mutlu eden ve gurur veren bir tablodur ki, günümüzde gençlerimiz Türkiye’nin en iyi okullarında eğitim ve öğrenim görüyorlar. Meslek uzmanları oluyorlar. Kendilerine belirlemiş oldukları veya olmadıkları yollarda almış oldukları sağlam eğitimin meyvelerini görüyorlar. Bu anlamda aslında gençlerimizin akademik anlamda rekabetin oldukça yoğun olduğu ortamlara kendilerini yeteri denecek düzeyde hazırladıklarını rahatça söyleyebilirim. İşte bu sebepten, benim özellikle üzerinde durmak istediğim eğitim, dini eğitim. Yani Yahudi eğitimi. Unutmadan, ideal cemaat süzgecinde.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 236 -
Doğduktan ön bilinç süresi yerleştikten sonrası ve devam eden süreçte; gençlerimizin kala mı gitsem yoksa derneğe mi ikilemini yaşamadıkları ve bu davranışın devamında da, gençlerin bunu ayrışmaya götüren bir seçim olarak algılamadıkları,
Okulumuzdaki öğrencilerin, niteliği ve yetkinliği çok daha üstün bir dini bilgi ve İbranice dil bilgisine sahip oldukları,
Ne kadar uzun üzerinde durmam gerekirse de, en kısa haliyle Kaşerut’umuzun ve Şabat’ımızın bir Yahudi yaşamı için olmazsa olmaz olduğunun anlaşıldığı ve anlatıldığı, çünkü Tora enginliği, saflığı ile bir suysa ve Bene Yisrael, hayatı ağzı tarafında gelişen, sadece sözlerle bile yaşamına tutunabilen bir balığa benzetilirse, bu balığın içinde bulunduğu sudan çıkması, akibeti için hiç de iyi olmayacaktır.
Tora’mızın, evlerimizde bulunan herhangi bir kitaba yaklaştığımız gibi entelektüel veya akademik bir bakış açısından değil de, bir Yahudi’nin nasıl yaşamasını, hangi sınırlar içinde yaşaması gerektiğini, ÖZGÜR İRADE süzgecinde belirten ve T‐nrısal zeka ile kavranması gereken bir yaşam kitabı olduğunun anlaşıldığı,
Hepimizin yapmış olduğu iyi/kötü hareket, mitsva veya günah kavramlarının yalnızca kişinin kendisine ait olduğu düşüncesinin yıkıldığı ve her Yahudi’nin diğer Yahudi’lerin iyi/kötü her türlü hareketlerinden sorumlu tutulduğu anlayışının benimsendiği ve biz burada bunca emeğin harcandığı kutlamamızda vakit geçirirken, aramızda olmaya maddi ‐manevi katılım göstermeyen/gösteremeyen kardeşlerimizin yokluğunun ağırlığının, dişe dokunurcasına omuzlarımızda bir sorumluluk olarak yerini aldığı, bir cemaat de hayal değil.
Soracaksınız, mitsva yapan, Tora’yı çalışan ve uygulayan kişi, diğerlerinden daha mı fazla Yahudi’dir? Kesinlikle hayır. Sayın Ravımız Mendy Chitrik’in dediği gibi:
“Her bir Yahudi, Yahudidir. Bu sorgulanmayacak kadar bariz bir durumdur. Bir Yahudi, Yahudi olma durumunu hiçbir zaman terk edemez. Ve her Yahudi, T‐nrı'nın biricik çocuğudur. T‐nrı'nın isteklerini yerine getirmeyen çocuk da T‐nrı'nın çocuğudur. Kimse kimseden daha fazla veya daha az Yahudi değildir. Daha büyük veya daha küçük Yahudi de yoktur. Yalnızca Yahudi vardır. O kadar basit.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 237 -
Mitsvaları yerine getirmek bir kişiyi DAHA Yahudi yapmaz. Nokta.
Gene de, bu kural en muhteşem gerçeği değiştirmemektedir. Hepimiz eşit derecede Yahudi’yiz.
Tüm Yahudiler eşit derecede Yahudi’dirler. Kimse diğerinden daha Yahudi değildir.
Ne kadar çok mitsva yaparsanız yapın, diğer Yahudi’den daha çok Yahudi olmayacaksınız. Yahudi bir hayat tarzında yaşamasanız bile siz de her gün sinagoga giden biri kadar Yahudi’siniz, ne eksik ne fazla.
Çünkü Yahudi olmak, neler yapıp neler yapmadıklarımızla ilintili değildir; aynen insan olmak için insanî davranışlarda bulunmak zorunda olmadığımız gibi.
Bir Yahudi, her şartta Yahudidir...”
Bu bağlamda, bir kişi ne kadar Yahudilik’i ile bütünleşirse, bir yerinden kendi Yahudiliği’ne bağlanırsa, o derece kendi Yahudi Cemaati’ne de katkıda bulunur. Kendini, cemaatine bağlı hisseder ve onun için elinden geleni ardına koymaz.
Cemaatimizin fertleri olarak, artık herhangi bir konuda derin görüş ayrılıkları yaşamanın lüksüne sahip olmadığımız ayrıca BURADAYIM! diyen ve dedikten sonra da realitede de burada olan bireylere ihtiyacımız olan bugünlerde, yaklaşan ve burada da bulunma sebebimiz olan Tubişvat bayramı, mükemmel bir başlangıç noktası konumundadır. Küçüklüğümüzden beri tekrar edilerek öğretildiğimiz, Tubişvat’ın Ağaçlar Bayramı olduğu gerçeğinin dışında, bu bayram yepyeni başlangıçlar için muazzam bir adım teşkil eder. Nasıl mı? Büyük Tora bilgini Hafets Hayim, mucizeyi elimizle dokunarak hissedebildiğimiz anda anlayabileceğimizi söyler. Ne demektir mucizeye elle dokunmak ve hissetmek? Bu hafta okuduğumuz Beşalah peraşasında mucizelerin mucizesi, Kızıldeniz’in yarılmasını görüyoruz. Dilersek, Kızıldeniz mucizesini kuzey ve güney rüzgarlarının estiği veya bir meteor’un dünyamıza yaklaştığı anda gerçekleşen bir doğal zorunluluk, bulunduğumuz ana uyarlarsak ağaçlardan gelen
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 238 -
ürünleri, doğanın sistematik işleyişi sonucunda meydana gelen basit ürünler olarak görmemiz mümkündür. Ancak aynı zamanda, bunların verilen her nefesin bir ölüm alınan her nefesin bir yaşam gibi birer mucize olduğunu ve bir meyveye Tubişvat bayramıyla başlayacak ve devamında da söylenebilecek çok basit ve kısa bir berahanın bizim hem kişisel manevi hayatımızda hem de toplumsal cemaat hayatımızda, bizi ve cemaatimizi günümüzden çok farklı konumlara getireceği bir gerçektir. Biz istedikten sonra, Kızıldeniz’i yaran T‐nrı’nın isteklerimizi gerçekleştirmek için, bizi destekleyeceği mucizeleri mi bitmiştir? Bu konuşulanların hangisi imkansız olabilir ki? İmkansız nedir ki? T‐nrı, önümüze ölüm ve yaşam kitabını koyduktan ve “Uvaharta Bahayim” diyerek, yaşam kitabını seçmemizi söyledikten sonra, hangi seçim bizi zor durumda bırakabilir ki? Konuşmama, kendisini çok sevdiğim ve kendisiyle geçirdiğim belki de 10 saniyelik bir sürede bile çok şey öğrendiğim Sayın Cemaat Başkanımız aynı
zamanda kendisinden ve kendisiyle 1 sene boyunca Tora öğrenimi gördüğüm sınıf arkadaşım İshak İbrahimzade’nin, yine bir konuşmamızda bana söylediği sözlerle son vermek istiyorum. Sen yani sizler, biz yani cemaat olmadan istediğiniz her şeyi yapabilir, hayallerinizi gerçekleştirebilirsiniz. Ancak biz yani cemaat, sen yani sizler olmadan hiçbir şey yapamayız. Ben, şahsi irademle, cemaatim için BURADAYIM! Ya sizler?

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 239 -
OKUR
İLETİLERİ
FAS
Geleneksel ile Modern İç İçe…
CASABLANKA‐MARAKEŞ‐ESSAOUİRA Uzun zamandır biriktirdiğim Mil puanlarım ile değişik bir destinasyona uçmak istiyordum. Gitmediğim bir Kıta, Görmediğim bir ülke olmasını istiyordum. Ancak o zaman birikmiş mil puanlarımı isabetli değerlendirmiş olacağıma inanıyordum. Yeni bir kıta, yeni bir Bayrak, Berberiler ile Arapların içi içe yaşadıkları değişik bir kültür FAS. Zamanlamam da mevsim itibarı ile de uygun olunca BTS’nin kurucu üyesi Mizrahi ailesi ile bu yeni Coğrafya’yı keşfetmeye karar verdik. Fas hayallerini aslında uzun zamandır kafamda planlıyordum. Ancak tarih hakkında kararımızı da verince seyahat planımızı gerçekleştirmek için kolları sıvadık. Giden arkadaşlardan bilgiler aldık, Acentelerin tur programlarını karıştırdık tabii ki en önemlisi
Yako Taragano İstanbul
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 240 -
İnternet’te nerdeyse her gün araştırmalar yaptık. Dört gece beş gün sürecek seyahatimizin en uygun olarak bir gecesini Casablanca’da 3 gecesini de Marakeş’te geçirmeye karar verdik. Evimizin önünden başlayan transfer ile Atatürk hava limanına sabahın 6.30’unda yola çıktık. Chek‐in işlemleri sonrası kredi kartlarımızın sağladığı avantaj ile Lounge’da kahvaltımızı yaptık. Airbus 330A tipi uçağımıza giderken İsrailli bir grup ile karşılaştık Fas’ı tanıyıp tanımadıklarını sorduk. Başlarındaki rehberden birkaç bilgi aldık. Beş saat süren yolculuğumuz biraz film seyrederek, biraz oyun oynayarak, yemekler ikramlar derken çabucak geçti. Hiç birimiz sıkılmamıştık bu yolculuktan. Hava alanında bizi elinde Group Yako pankartlı şoförümüz Khalid bekliyordu. Yerel saat ile saat biri gösteriyordu. Daha evvelden programladığımız gibi şoförümüz bize “Beyaz Şehir” anlamına gelen Casablanca şehir turu yaptıracaktı. İlk olarak Fas Yahudi müzesine geldik. (81. Rue Chasseur Jules Gros Oasis Casablanca) Çok fazla objeleri, tabloları, materyalleri olmasa da Fas’ın değişik bölgelerinden toparlanmış birçok
malzemeleri sergiliyorlardı. Temiz, bakımlı ferah bir müzeydi. Müslüman olan müzenin küratöründen bazı bilgiler aldık. Buradan Atlas Okyanusu kıyılarındaki Fas’ın Cote d’Azur’ü olan Corniche geldik. Burası sahil olarak Nice’e veya Rio sahillerine benzese de uzun entarili kıyafetleri ile halkı bize Fas’ta olduğumuzu hatırlatıyordu. Şezlongları, Güneş şemsiyeleri, un gibi kumu çok dalgalı Atlas Okyanusunu uzaktan keyifle izledik. Birkaç kare fotoğraf çekip soğuk bir şeyler içtikten sonra “Si Bu Abderrahman” adası’na geçtik.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 241 -
Faslılar için çok değerli bir din adamı olan bu kişi burada yaşayıp ölmüş. İnsanlar akın akın gelip mum yakıp, adak adayıp burayı ziyaret ediyorlar. Saat dört olmuştu ve acıkmıştık. Program gereği Afrika’nın en büyük modern alış veriş merkezi Morocco Mall’a gidip hafif bir şeyler atıştırdık. Bizim AVM’lerden pek bir farkı yoktu. Sadece içerisinde çocuklar için büyük denebilecek bir oyun ve eğlence parkı ve binanın ortasında tabanından tavanına kadar silindir gibi duran çok büyük bir akvaryum bulunuyordu. Köpekbalıklarından vatozlara her türlü balık akvaryumda yüzüyordu. Sıra tarihi Habus Meydanından geçerek mimarisi ile şehrin gurur kaynağı olan, Atlas Okyanusu kıyısına inşa edilmiş Hassan II camisini ziyaret ettik. 1980‐1993 yılları arasında yaptırılan Hassan II cami, dünyanın Mekke’dekinden sonra en büyük camisiymiş. İç mekanında 25.000 kişinin aynı anda namaz kılabildiği, avlusunda 80.000 kişinin toplanabildiği 20.000 metrekare alana kurulu yapı gerçekten muhteşem görünüyordu. Ayrıca 200 metrelik minaresinde bulunan lazer ışığı 35 km. uzaklığa kadar namaz vaktini bildirirmiş. Saat yediye geliyordu. Programımıza göre o akşam Sukot olduğundan daha evvel adresini (Rue Verlet
Hanus) internetten bulduğumuz tarifini de uçakta karşılaştığımız İsrailli rehberden aldığımız MLAH JUİF diye bilinen Yahudi Mahallesindeki Beth‐El sinagoguna yöneldik. Acentemize Sukot için bu tarihte sinagogu ziyaret edeceğimizi bildirmesini istemiştik. Kapısında her yerde olduğu gibi polis ve özel güvenlik bulunuyordu. İçerideki ilgililere geldiğimizi haber vermelerini istedik. Bilgileri olduğundan hemen kapıya çıkarak bizi karşıladılar içeri buyur ettiler. Yabancılara her zaman ilgi ve sorular çoktur. Nerelisiniz, ne zaman geldiniz, ne kadar kalacaksınız gibi tipik sorulardan sonra Arvite geçtik. Tipik Sefarad gelenekleri burada da vardı. Orta ve kuzey Avrupa’daki Aşkenazlar Shabat’ı kutlamak veya bayramlaşmak için el sıkışırken Akdeniz’e doğru indiğinizde Sefaradlar Hag Sameah deyip öpüşürler. Burada da gelenek bozulmadı. Sinagogda karşılaşan her kez birbirleri ile sarılıp öpüşüp Hag Sameah diyerek bayramlaştılar. O tablo gerçekten çok gurur verici insanın içini hoş eden bir tabloydu. Yurdunuzdan binlerce kilometre ötede bile ayrı kültürdeki dindaşınızla dua edip bayramlaşmak çok keyif verici bir şey. Harika seslerden ve değişik ritüellerden ama tınıları kulağıma hiç de yabancı gelmeyen izlediğim Arvitten sonra Suka’ya geçtik.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 242 -
Orada da İstanbul’da alışltığımız Sukot ritüellerinden farklı şeyler izledik. Hanımlarımız Suka meyvesi olan üzümü aradılar ama yoktu. Hala ile amotsi yaptık. Kraker üstüne konmuş peynir ile omlet tipi bir yumurta servis edildi. Kuruyemişler meyveler ve hurma masaya serpiştirilmiş. Hepimize küçük kadehlerde şarap verdiler. Değişik bir memlekette değişik geleneklerle bir bayram geçirmenin keyfini yaşıyorduk. Saat 9’a geliyordu. İstanbul’daki evimizden çıktığımız andan itibaren yaklaşık 18 saattir yollardaydık. Artık otelimize gitme zamanı gelmişti. Casablanca Sheraton’a geldiğimizde yorgunluktan hareket edecek halimiz kalmamıştı. Resepsiyonda chek‐in işlemlerimizi yaparken milli kıyafetli görevliler Fas’ın geleneksel naneli çayını ikram ediyorlardı. Lobide biraz dinlenip odalarımıza çekildik. Ertesi sabah Sheraton kalitesindeki kahvaltı büfesinde güzelce karnımızı doyurduk. Yöresel tatlar denedik. Kahvaltı sonrası Marakeş’e hareket saatimize kadar bir iki saat boş vaktimiz olduğundan otelden çıkıp ara sokaklara daldık, çevre gezisi yapmaya başladık. Her gittiğimiz yerde
çarşı Pazar gezmeyi severiz. Gezinirken burada da şansımıza karşımıza Pazar çıkmaz mı? Hiç tereddütsüz daldık içine. Etlerin açıkta askılarda satıldığı, değişik okyanus balıklarının tezgahları süslediği, birkaç farkı sebzeler gördüğümüz bu Pazar, ilginç olduğu kadar bir o kadar da pislik içindeydi. Anlaştığımız saatte şoförümüz geldi. Casablanca’da henüz görmediğimiz birkaç yeri görmek istedik. Önce koleksiyonumuz için magnet ve birkaç hatıra eşyası almak için otele çok yakın bir mağazada 10 dakika kadar durup işlerimizi halettik. Sonra Hollywood klasikleri arasında özel bir yere sahip 1942 yılında çekilmiş Humphrey Bogart, Ingrid Bergman’ın oynadığı 1943 yılında en iyi film, en iyi yönetmen, en iyi senaryo dallarında Oscar alan Casablanca filminin çevrildiği Rick’s Cafe’ye gittik. Turist otobüsleri bizim gibi buraya yanaşıp fotoğraflar çekiyorlardı. Film demişken; güneş ışığı Atlas Dağlarının etekleri ile Sahra çölünü öyle güzel bir açı ile aydınlatıyor ki, çekim için birçok film yönetmeni adeta açık hava platosu durumundaki Fas’ı tercih ediyorlar. Örneğin; Brad Pitt’in oynadığı Babil, Benhur, Büyük İskender, Gladyatör, Kleopatra, Yıldız Savaşları gibi bir çok film Fas’ta çekildi.

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 243 -
Buradan Fas halkının çok sevdiği ve saydığı kralları VI. Muhammet’in sarayına gittik. Kraldan bahsedince birazda Fas’ın siyasi, coğrafi ve sosyal
durumuna da genel bir bakış atalım. Afrika kıtasının kuzeyinde Akdeniz ile Atlas Okyanusuna kıyıları olan Fas, doğusunda Cezayir güneyinde ise Batı Sahra ile komşu. 446.5oo metrekare yüzölçümü ve 32,5 milyon nüfusun %55’i Berberi, %45’i Arap. Berberiler Kuzey Afrika yani Mısır, Libya, Tunus ve Fas’ı içine alan geniş bir coğrafyada göçebe olarak yaşamışlar. Tarihte Fenike, Kartaca, Roma, İslam ve Osmanlı kültüründen farklı bir şekilde etkilenmişler. Mısır Firavunlarının torunları olmakla öğünüyorlarmış. Berberice adını verdikleri lisan ve alfabeleri Bu günkü İbraniceye oldukça benzemekteymiş. Bu topraklarda zamanında oldukça önemli bir Yahudi nüfusu yaşarmış. Kraliçe İsabel Yahudileri İspanya’dan kovunca, bir kısım halk Osmanlı topraklarına gelirken, bir kısmı Fas’a yerleşmiş. Ancak İsrail devleti kurulunca büyük bir çoğunluk İsrail’e göç etmiş. Bu gün Fas’taki Yahudi nüfusu 3.000 civarındaymış. Kültür, Sanat ve Ekonomide bir hayli güçlü olup devlet yönetimine hizmetleri ile katkıda bulunuyorlarmış. Başşehri Rabat olan Fas Anayasal Monarşi ile yönetiliyor. Resmi dili Arapça ve Fransızca.
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 244 -
Bilindiği gibi Fas bir zamanlar Fransız sömürgesi idi. 2 Mart 1956’da bağımsızlığını ilan etti. Para birimi Dirhem (8.DR=1.$). Fas’a tüm dünya Maroc derken biz Türkler, Fez kentinden esinlenerek bu ülkeye Fas demişiz.
Gezimize kaldığımız yerden devam edelim. Yanımızda Kokartlı rehber olmadığından Sarayın içini gezemedik. Sarayı ancak dışındaki bahçesinden görüp resimlerini çekebildik. Saat 12.00’yi bulmuştuk. Marakeş’e yol almak için aslında çok geç bile kalmıştık.
Casablanca’dan çıkıp Marakeş’e varmamız yaklaşık 4 saat sürmüştü. Marakeş (Kızıl şehir) yolculuğumuzda iki mola verip birinde yemek yedik diğerinde ise Marakeş şehrini tepeden gören bir yerde fotoğraflar çektik. Yol boyunca zeytin ağaçları vardı. Türkiye’de özellikle Ege’deki zeytin ağaçlarımız sayısı 80 milyon iken, Fas’ta 320 milyonmuş. Yollarda, bulvarlarda, bahçelerde hatta kapalı alan otellerin içindeki bile görebileceğiniz 20 ayrı çeşidi olan palmiyelere bayıldım. Bazılarının meyvesi olan Hurma buranın nerdeyse milli yemişi. Şehre giriş yaptıktan sonra Yolda bizi bekleyen rehberimiz Mokhtar’ı alıp panoramik şehir turuna çıktık.
İlk olarak adresini yine internetten bulduğumuz sinagoga gittik. Sırf burayı yaşatmak ve ayakta tutabilmek için, Sukot Bayramı vesilesi ile İsrael’den gelen aşırı dincilerin de ziyaret ettiği bir sinagogdu. Etrafın görüntüsü hiç güzel değildi. Girdiğimiz gibi çıktık. Buradan Yves Saint Laurent’ın anıt mezarı kabul edilen, bir dönem evi olarak kullandığı, 20.yy başında ressam Majorel tarafından oluşturulan botanik bahçeyi gezdik. Kuş sesleri içinde insana huzur veren bahçeyi gezerken çingene pembesi, nil yeşili gibi renklere isim olmuş sıfatlar gibi, burada karşılaştığımız mavi’ye de Majorel Mavisi deniyormuş. YSL koleksiyonlarını hazırlamadan önce buraya gelir bu dingin ortamda konsantre olup kıyafetlerinin çizimlerini hazırlarmış. Buradan çıkıp dar sokakları ile bizleri yıllar öncesine götüren Medina’ya ulaştığımızda, uzun yıllar şehri yönetmiş Ba Ahmed’ in Bahia Sarayı ile Fas tarihinde önemli yeri olan Endülüs tarzı ahşap ve mozaik süslemeleri izledik. İspanyol Moresk mimarisinin 800 yıllık örneği Koutoubia Minaresini gördük. Gezimiz sırasında kumaşçılar, demirciler, deri tabakhaneleri, ahşap ustaları gibi ülkede

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 245 -
mevcut nice el sanatlarının tüm örnekleri ile uğraşan insanlarla karşılaştık.
Gezimiz, UNESCO’nun Milli Miraslar Listesinde bulunan Afrika’nın en hareketli şehir meydanı olan Medina’nın eski şehrindeki Jma El Fna’da sonlandı. Milli kıyafetleri içinde sucular, yılan oynatıcıları, dövmeciler, müzisyenlerin gösterileri ile şenlenen bu meydana adeta bir “açık hava tiyatrosu” diyebiliriz. Ama pislik derseniz diz boyu. Saat 7 olmuştu. Otelimiz beş yıldızlı Ryad Mogador Menara’ya vardık. Amblemindeki 5 yıldıza bakmayın. Benim paramla 3 yıldız bile etmez. Ama ne yapalım ki acentemizin bir kazığı oldu bu. Son güne kadar Kenzi Farah oteline ayırtacağını
söylemesine rağmen son gün bu otelde yer kalmadığından bu otele ayırttığını söyledi. Otelin tek iyi tarafı, lokasyonu idi. Marakeş’in en işlek, en büyük caddesi VI. Muhammet bulvarındaydı. Gerçekten bu bakımdan şanslıydık. Cafeler, restaurantlarla dolu hareketli canlı bir bulvardı.
Check‐in işleminden sonra Mizrahi biraz dinlenmek için odasına çıktı, biz otelin karşısındaki bir kafede çikolata ve muzlu krep yiyip kahve içerek akşam yemeğine kadar yorgunluk attık. İstanbul’a WhatsApp ile arkadaşlara, çocuklara
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 246 -
mesajlar yolladık. Otele dönüp duş alıp üstümüzü değiştirdikten sonra otele çok yakın olan Opera Cafe’de akşam yemeğizi yedik. Mizrahi her zamanki gibi kaşarlı pizza ısmarladı. Biz penne alarabiyata, Fas’ın meşhur milli yemeği kuskus ile salata ısmarladık. Kuskus çok ince irmikten yapılan pilav ya da bulgur gibi bir yemek. Faslılar onu içine et, ya da tavuk koyarak yiyorlar. Biz vejetaryen ısmarladık. Kuskus üzerine patlıcan, kabak, havuç koyup Tajin dedikleri bir güveç kabı içinde pişiriyorlar. Keyifli bir yemek oldu.
Fas’taki 3. günümüzde extra aldığımız tura çıktık. Essaouira!. Yaklaşık 2 saat süren yolculuğumuzda yolda bir iki mola verip el işçiliği ile yapılan çanak, çömlek, lamba, ayna, atölyesini gezdik, El sanatları ile öğünen Faslı ustalar Alovera ipliğinden şallar, kumaşlar, ucu sivri otantik terlikleri bizlerin beğenisine sundular. Daha sonra yine yol üstünde Fas’ın meşhur deve kılından, keçilerin tiftik yününden yapılan el halılarının bulunduğu bir yeri gezdik. Mizrahi’ler sıkı bir pazarlık sonrası yeni evlerine güzel bir halı aldılar. Bir de en ilginci, yol üstündeki ağaçlıklı bölgelerde keçiler ağaç dallarına kuş gibi tüneyip etrafı izlemeleri idi. İlk başta süs için koyulan cansız objeler olduklarını sandık. Şoförümüz bunların canlı Berberi köylülerin besledikleri keçiler olduklarını söyleyince inip fotoğraflarını çektik. Hatta bir keçi yavrusunu kucağımıza resim çektirmemiz için verdiler. Minicik yavru keçiyi kucağıma aldığımda torunum Lenny’nin kucağımdaki sıcaklığı gibi geldi bana. Çok keyiflendim. Daha sonra yine yol üstünde, bu aralar dünyada moda olan gıdadan kozmetiğe birçok yerde kullanılan Fas’ın Badem ağacı meyvesinden üretilen Argan yağının satıldığı bir kooperatife

(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 247 -
girdik. Bu konularda ne kadar tecrübeli de olsak, ne kadar yok almayacağım da desek, turist psikolojisi ile tuzağa düşmemek mümkün olmuyor. Anlayacağınız 3‐5 biz de bir şeyler aldık. Saat 13’e doğru eski bir Portekiz limanı olan tarihi sahil kenti Essaouira vardık. Acıkmıştık. Şoförümüz ve kapıda karşılayan garsonların güzel pazarlaması ile deniz kenarındaki balık lokantası Fanatic’e girdik. Soğutulmuş beyaz şarap ve harika salatanın yanında kalamarlı, ıstakozlu, dil balıklı, çipuralı güzel bir balık ziyafeti çektik. Yemek sonrası sahili yürüyerek dolaşıp, eski şehire kale kapısından geçerek girdik. Restaurant, kafe, hediyelik eşya satan dükkanların yanında birkaç otel de bu kalenin içinde gözümüze çarptı. Etrafı seyrede seyrede gezinirken uygun bulduğumuz bir cafede oturup kahvelerimizi içtik. Şoförle randevulaştığımız saatte kale kapısına gelip aracımıza binerek Marakeşe doğru yola çıktık. Yolda tek mola verip dondurma yedik. Saat 6.30’ da otele vardık. Üstümüzü değiştirmek için odamıza çıkarken asansörde elinde kitap ve kipa olan birini görünce sordum. “Sinagoga mı gidiyorsun? “Yok” dedi “Otelde yapacağız Arviti.” “Katılabilir miyim?” dedim. “Neden olmasın” dedi. Havuz yanındaki bir
salondayız gel” dedi. Aileleri Fas’tan göç etmiş İsrailliler Fas’a tur düzenlemişler. Şansıma Shabat arvitini minyan ile yapma fırsatım oldu. Dua sonrası Shabat yemeği için otelimize çok yakın bir Cafeyi seçtik. Hem bahçede açık havada yemek yiyecek hem de müzik dinleyecektik. Canlı müzik yapan bir piyanisti vardı. Biraz Fransızca biraz Arapça şarkılarla yemeğimizi daha da keyifle yedik. Yemek sonrası yol üstündeki diğer birkaç oteli gezdik. Fikir edindik. Onları görünce bizim otelimizin gerçekten kötü bir seçim olduğuna bir kez daha karar verdik. Cumartesi gününü free gün tespit ettik. Tura çıkmayacaktık. Biraz çevre gezisi yapıp havuz başında dinlenerek geçirecektik günü. Kahvaltı sonrası geze geze yakınlardaki bir parka doğru yol alırken yanımıza uyanık bir şoför yanaştı. Çift katlı otobüs gibi bizi gezdirebileceğini, aynı fiyatı alacağını vs. vs. aklımızı çelmeye çalıştı. Biraz da başarılı oldu diyebiliriz. Çünkü günün bu saatinde parkın sıcaktan dolayı pek ilginç bir tur olmayacağını falan anlattı. Bizi bir alış veriş mağazasına bıraktı. Tahmin ediyoruz Hanut’unu (kapalı çarşı ağzı ile turistleri götürdükleri yerden alınan komisyon) mağazadan almıştır. Bir de
(031) Ocak –Şubat 2014 DIYALoG - 248 -
değişik neler görebiliriz diye bir market gezelim dedik. Bizim süpermarketlerden pek farkı yoktu. Sadece 1‐2 paket kuskus aldık. Bir de otele havuza döneceğimizden öğlen için atıştırmalık bir şeyler aldık. İki çeşit salam, Fransız peyniri, somon füme, cips, kola gibi. Otele dönüp havuz başında biraz güneşlenip dinlendik. Sonra Mizrahi odaya çıkıp çilingir soframızı hazırladı. Yemek yiyip odalarımıza çekildik. Akşam saat sekizde şoförümüz gelip bizleri aldı ve rezervasyonunu İstanbul’dan yaptığımız Chez Ali diye Berberi kültürünü tiyatral bir show ile yaşattıkları muazzam büyük bir restauranta götürdü. Adeta bir stadyum büyüklüğünde bir yer. Bizleri önce kapıda eli tüfekli Berberi kıyafetli atların üstünde 20 adam karşıladı. Her gelen tabii onlarla resim çektiriyorlardı. Daha sonra kale gibi bir yerden içeri girdik. Gelenleri avluda müzisyenler, dans edenler, milli kıyafetli ve yerel gelin kıyafetli insanlar karşılıyorlardı. Daha sonra da yemek yenecek yere doğru sizi yönlendiriyorlardı. Burada da 6’lı 8’li 10’lu gruplar size müzik ve dans showu yapıyorlardı. Yemekler malum Berberi gelenekleri tarzında. Etli çorba, salata, tandırda pişirilmiş kuzu incik, kuskus ve meyve. Biz tabiî ki vejetaryen istedik. Kuskusumuz vejetaryen geldi. Kuzu yerine
etsiz türlü geldi. Ama et yiyen arkadaşlar kuzu incik’i çok beğendiler. Porsyonlar öylesine büyüktü ki iki kişilik porsiyondan belki 10 kişi yiyebilirdi. Tabii ki yine geleneksel taji’de geliyor yemekler. Yemek sırasında dışarıda gördüğümüz dans ve müzik grupları yanınıza gelip şarkılar söyleyip dans ettiler. Yemek sonrası dışarı çıkıp stadyum dediğim tribünlere oturuyor ve kültürel Berberi Show’u izliyorsunuz. Kapıda bizleri karşılayan atlılar stad alanı içinde yarış yapıp ellerindeki silahlardaki kuru sıkıyı patlatıyorlardı. Derken üç atlı gelip at sırtında akrobatik hareketler yaptılar. Daha sonra bir uçan halı üzerinde Ali Baba gösteri yapıyordu. Berberi müziği eşliğinde bir platformun üzerinde bir dansöz oryantal dans ediyordu. Anlayacağınız tam bir görsel şölen. Saat 23.30’a doğru gösteri bitti ve aracımıza binip 20 dakika süren bir yoldan sonra otelimize döndük. Pazar sabahı kahvaltı sonrası şoförümüz bizi Marakeş’teki otelden alıp hava alanına bıraktı. Duty Free Shop’u küçük ama şirin bir havaalanı. Yeni bir kıta ziyaret etmenin, yeni bir kültür tanımanın ve yeni bir bayrak dikmenin verdiği gurur ile İstanbul’a doğru havalandık.