Pearl S. Buck - Ana

236

Transcript of Pearl S. Buck - Ana

BİLGE NOBEL DİZİSİ

D i z g i - B a s k ı :

G ö z l e m M a t b a a c ı l ı k Koli. Ş t i .

T e l . : 526 2 8 7 1

Cilt ; Ahbaba Entaş Ciltevi Tel. : 526 49 52 eskikitaplarim.com

PEARL S. BUCK

- { N o b e l 1 9 3 8 )

ANA ( T h e M o t h e r )

Ç e v i r e n :

N İ H A L Y E Ğ Î N O B A L I

B i l g e Y a y ı n c ı l ı k A . Ş .

Val i K o n a ğ ı C a d . 7 3 / 2 N İ Ş A N T A Ş I

T e l . : 141 51 24 — 141 51 25

PEARL BUCK VE ANA HAKKINDA

Amerikan edebiyatının tanınmış kadın romancıların­dan Pearl S. B u c k 26 Haziran 1892'de Amerika'nın Batı Virginia eyaletinin, Hillsboro kazasında dünyaya gelmiş­tir. Amerikan romancılığında; doğuyu, özellikle Çin'i ve Çin hayatını işlemekle üne kavuşmuştur. Buck, romanla­rında çocukluğundan beri âşık olduğu Çin'i anlatmış ve onun büyülü dünyasını yansıtmaya çalışmışpr.

Romancı daha dört aylıkken ana - babasıyla birlikte Çin'e gitti, daha önce de Çin'de bulunmuş olan ana - ba­bası misyonerdiler., Babası John Sydenstricker ve annesi onun ruhsal oluşumunda büvük etkileri olan iki kişidir. Pearl Buck çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını Çin'de ge­çirdi, öğrenimini Şanghay'da yaptı. On yedi yaşına geldi­ğinde Amerika'ya dönmesi ve yükseköğrenimini Amerika' da tamamlaması gerekiyordu.

1917, romancının hayatında bir dönüm noktası olmuş­tu. Bir ölçüde evlilik kurumunun kapısından ilk adımını atıyor, bir yandan da aile yuvasındaki anlayış, dünya gö­rüşü ve atmosferi kaybetmiyordu. Çünkü kocası Dr. John L. Buck da babası gibi bir misyonerdi. Pearl Buck bu yu­vanın mutlu bir yuva olacağını sanıyordu ama düşündükle­rinin tam tersi gerçekleşti. İlk aylardan sonra karı koca arasındaki geçimsizlik çekilmez bir durum almaya başladı. İki oğulları olmasına rağmen, anlaşamıyorlardı. Bu anlaş­mazlığı şuna bağlamak gerekir. Pearl Buck, Çin'i bir baş-

5

ka gözle, misyoner olan kocası ise başka bir gözle görü­yordu. Buck'ın kocasıyla ve dostlarıyla olan tartışmaları etrafındaki insan halkasını azaltıyordu. O gerçek Çin'i ve Çinliyi tanımıştı, içlerine girebilmişti. Kocası ve ailesi ise, bu görüşleri yanlış buluyorlardı. Buck olayları bir Çinli gibi anlıyor ve anlatıyordu. Kocası ise tam bir Batılı gibi Çin hayatını yorumluyordu.

Pearl Buck önceleri Kuzey Çin'de, sonraları da Nan-king'de yaşadı. Buranın üniversitesinde ingilizce okuttu.

Buck bu sıralarda Çin üzerine bir roman yazmaya baş­lamıştı. Bu roman 1930'da yayınlandı: «The Good Earth — S a r ı Esirler». İlk bakışta, bu romanı Çin'i anlatıyordu, onu görmemiş, orada bulunmamış bir okuyucuya ne söyleye­bilirdi. Fakat eleştirmenler, okurlar onun insancıl yanının ağır bastığını görerek övgüler düzenlediler.

Amerika'nın en büyük edebiyat armağanı olan Pulitzer Armağanı'/?/ kazandı.

Amerika'da üniversite öğrenimi yapan Buck, bu ülke­ye alışamamıştı. Çin'in büyülü havası onu bırakmıyordu, 1915'te tekrar Şanghay'a dönmüştü.

Pearl Buck yıllardır dilimize çevrilen ve büyük oku­yucu çoğunluğuna seslenen bir romancıdır.

«Canavar Tohumu»yla da Çin halkının destanını ver­miştir. Pearl Buck mutsuz evlilik hayatını, ayrılmayla nok­taladı. Rlchard VValsh'la evlendi.

Pearl Buck, durmadan dinlenmeden hep Çin'i anlattı. Hatta bu ülkeye o kadar bağlı kaldı ki, Çin'le ilgili olmayan romanlarına ya da Çin dışındaki konulara Jöhn Sedges imzasını attı.

Amerikan edebiyatında uluslararası armağan kazanan tek kadın yazar Pearl Buck'r/r. 1938'de Nobel Armağanı'/?/ kazanması onun ününün daha geniş kitlelere yayılmasını sağladı. 1973 yılında öldüğünde bütün dünyanın tanıdığı güçlü bir yazardı.

Genellikle devrim öncesi Çin'i ve Çin yaşamını konu edinen romancı son yıllarında yazdığı «The Three Dough-ters of Madame Liang — Madam Liang' ın Üç Kızı»nda

6

devrim sonrası Çin üzerindeki düşüncelerini ortaya koy­maktadır. Burada, üç kızın serüvenleriyle, bugünkü Çın ortamını ayrıntılarıyla gözler önüne sermektedir.

«Ana»nın Pearl Buck'ın romanları içinde, özel bir yeri vardır. Romancı burada, Çin'deki bir anadan, evrensel, duygulu bir ana tipi yaratmıştır.

«Ana» tipi dünya edebiyatının ölmez tiplerinden biri olarak anılacaktır.

I

C AZ damlı küçük köy evinin mutfağında a n a , kamış iskemlesini toprak ocağın başına çekmiş, ocağın a ğ ­

zından içeri, ustal ıkla, kuru saz lar atmaktaydı. Ateşin üzerinde büyük bir demir tencere vardı. Ateş yeni tutuş­muş olduğu için a n a kâh bir da l , kâh bir avuç yaprak, kâh biraz daha kuru s a z atarak alevleri besliyordu. Bu s a z ­ları geçen g ü z civar yamaçlardan, kendisi toplayıp kurut­muştu.

Mutfağın köşesinde, ateşe sokulabildiği kadar sokul­muş, pek ihtiyar, pek cıl ız ve buruşuk bir kadın oturmak­taydı. Üstüne geçirmiş olduğu yamalı mavi yeldirmenin alt ından, içindeki parlak kırmızı pamuklu hırkanın uçları görünüyordu. Gözleri hastalıkl ı olduğu için gözkapaklar ı birbirine yapışmış, yarı kör gibiydi. Ama kirpiklerinin ara­sından seçebildikleri ona yetiyordu. Bu sırada ihtiyar ka­dın, ananın o güçlü ve becerikli elleriyle, ocaktaki alevleri besleyip parlatışını seyretmekteydi.

Ç ö k ü k , dişsiz ağzından hafifçe ıslık gibi ç ıkan bir ses le, «Dikkat et, ateşi pek besleme,» dedi. «Kala kala bir demet çırpımız kaldı — yoksa iki mi? Bahar geleli daha şurada k a ç gün — otların kesi lecek boya gelmeleri­ne daha çok var. Ben de işte gördüğün gibiyim; bir daha dışarı ç ıkıp da ateşlik çal ı çırpı toplayacak gücüm kal­madı. Kimsenin işine yaramaz acuzenin biri olup çıktım işte. Gayri ölsem d a h a iyi...»

9

Kocakar ı bu sözleri günde k a ç kez söyler durur, her seferinde de gelininin şimdi verdiği cevabı vermesini bek­lerdi :

— «Deme öyle kocanine! S e n olmasan biz tarladay­ken kapıyı kim bekler, göle düşmesinler diye kim göz ku­lak olur çocuklara? S e n olmasan bizim halimiz nice olur?»

Bu sözleri duyan kocanine hızlı hızlı öksürüyormuş gibi yaptı ve öksürüğünün arasından kısık sesle:

— «Orası öyle... Onu yapıyorum,» diye zorla konu­şabildi. «Bu zamanda kapıyı hiç gözden ayırmamak ge­rek, vakitler pek kötü oldu; hırsızlar, uğursuzlar aldı, yü­rüdü. Hele bir yanılıp buraya gelsinler, öyle bir kıyametleri koparırım ki ben, a kızım! Ama, benim gençliğimde böyle değildi ortalık. A k ş a m tırmığını tarlada unutsan, sabaha bıraktığın yerde bulurdun. Yaz geldiği zaman da hayvanı kapının dış halkasına bağlardık, sabah bakardık olduğu gibi duruyor. Sonra...»

Genç ana gerçi a r a s ı m saygısızl ık olmasın diye g ü ­lüyor ve «Demek öyleydi ha, kocanine?» diyordu. Ama asl ında, bütün gun ara vermeden çene çalan kocakarının sözleri bir kulağından girer, öbür kulağından çıkardı.

O kocamış, çatlak ses habire konuşadursun, genç ana yine kendi düşüncelerine dalmıştı. Y a k a c a k derdini, a c a ­ba elimizdekiler şu bahar mevsimini çıkarır mı diye dü­şünüyordu. Tohumlar bir ekilse, ondan sonra çıkıp b ıça­ğıyla ağaçlardan dal kesmeye, yerden öteberi toplamaya vakti olurdu. Gerçi mutfak kapısının hemen dışında, ay­nı zamanda döven yeri olarak kullanılan küçük avlunun dibinde iki deste pirinç sapı duruyordu. Desteler yusyu­varlak bağlanmış ve yağmurdan, kardan korunmak için balçık bir dam altına yerleştirilmişti. Gelgelelim pirinç sapı yakmak nerde, onlar nercle? Ancak kentlilerin gücü yeterdi pirinç sapı yakmaya. Anayla erkeği bu günlerden bir gün sapları sırık ucunda, büyük demetler halinde k a s a ­baya götürecek ve halis gümüş para karşıl ığı satacaklardı.

Ana kendini elindeki işe vermiş, o c a ğ a azar azar s a z

atıyordu. Ateşin ışığı yüzüne vurmuştu. Güçlülüğü gösteren

a b l a k ç a bir yüzdü bu; dolgun dudaklıydı; teni güneşten, rüzgârdan iyice yağız laşmış, iyice esmerleşmişti. Kara gözleri ocağın ateşinde ışıl ısıldı; kaşlarının altından düm­düz bakan duru duru gözler. Güzel değil ama, ateşli, iyi bir yüzdü bu. B a k ı n c a , «İşte çabuk kızan bir kadın,» der­diniz. «Ama kocas ına, çocuklara karşı s ıcakkanl ı . Çatıs.-nın altındaki acuzeye de iyi bakıyor.»

K o c a k a r ı habire konuşmaktaydı. Oğluyla gelini tar­lada ça l ışmak zorunda oldukları için bütün gün iki ço­cuk la evde yalnızdı. Bu yüzden de a k ş a m oldu mu, çok sevdiği gelinine söyleyecekleri bitmek bilmezdi. İhtiyar, hırıltılı sesi bir türlü kesilmiyor, sözlerine arasıra, ocak­tan tüten duman yüzünden öksürdükçe biraz ara veriyor­du.

— «Eskiden beri söylerim, erkek kısmının karnı acık­tı mı, hele benim oğul gibi genç, gürbüz bir adam, şehri­yenin içine bir yumurta kırarsın...»

S o n r a , ihtiyar s e s biraz daha yükseldi... O c a k yakan analarının omuzuna ası lmış duran iki çocuğun sızı ldan-masıyla b a ş a çıkmak ister gibi. . .

Fakat a n a , durgun, sakin bir yüzle, ara vermeden işi­ne devam etmekteydi. Çocuklarının, oğluyla kızının vızıl­tısını ve o susmak bilmeyen kocamış sesi hiç duymazmış gibi serinkanlı duruyordu ana. Yine de içinden: «Biraz g e ç kaldım bu akşam,» diye düşünüyordu.

Baharın toprak işi çok olurdu. O da en son fasulye sırasını da ekip bitirmek için geç kalmıştı. Bu ılık günler, bu çiğ dolu, yumuşak, nemli geceler... Bunlardan elden geldiğince yararlanmak gerek, diye a n a en son fasulye sırasının karığını da toprakla örtmüş, öyle gelmişti. He­men daha bu geceden, o kupkuru fasulye tanelerinin için­de hayat kımıldaşmaya başlardı gayri . Bu düşünce bir hu­zur verdi anaya. Evet, ektikleri tarlaların nemli, ılık top­rağı için için gizli bir hayatla kaynaşmaya başlayacakt ı bu gece. Erkeği hâlâ orda çalışıyor, karıkların toprağını çıplak ayaklarıyla sıkı sıkı bastırıyordu. Tarlaların ötesin­den çocukların kendini çağıran sesi gel ince ana erkeğini bırakmış, aceleyle eve dönmüştü.

11

Geldiğinde, karınları acıkmış olan çocuklar kapıda onu bekliyor, ikisi de ağlıyorlardı. Oğlan usul usul. için için y a ş s ı z gözlerle ağlıyor, kız İse hem hıçkırıyor, hem de elini ağz ına s o k m u ş emiyordu. Kocakar ı onları bir s ü ­re oyalamıştı ama, çocuklar ın avunacak güçleri kalmamış­tı, ihtiyar da sonunda onları oluruna bırakmıştı.

A n a gelince çocuklara hiç sesini çıkarmadı. Yalnız­ca bir kucak çırpı a lmak için duralayarak dosdoğru, çar­çabuk ocak başına gitti. A m a , çocuklar için bu yeterli bir işaretti. Oğlan ulumasını kesti ve beş yaşının bütün hızıy­la anasının ardından koştu. Kız da elinden geldiğince onun peşine düştü ama, d a h a üç y a ş m a basmamış olduğu için pek koşamıyordu.

Tenceredeki aş şimdi kaynamaya başlamış, tahta k a ­pağın altından mis gibi kokan dumanlar tütüyordu. Ko­cakar ı kokuyu derin nefeslerle içine sindiriyor ve dişsiz, ihtiyar damaklarını emiyordu. Ocaktaki alevler tencerenin demir dibini yolıyor, ç ı k a c a k yol bulamayınca, dışarı fırla­yıp koyu bir duman olarak küçük odayı basıyordu.

Ana geri çekildi, küçük kızı da geri çekti. A m a kes­

kin duman çocuğun gözlerine kaçmıştı bile. Kız kirpikleri­

ni kırpıştırıp pis elleriyle gözlerini ovuşturarak a ğ l a m a y a

başladı.

O zaman, ana, her zamanki çabuk, kesin tavrıyla a y a ­ğa kalktı, çocuğu kucaklayıp mutfak kapısının dışına ç ı ­kardı:

— «Hele sen burda dur, minik kız!» dedi. «Her sefe­rinde şu duman gözlerini yakar, her seferinde sen de ka­fanı dumana sokmaktan geri kalmazsın!»

Kocakar ı gelinin sözlerine her zaman kulak verir ve bundan kendisi laf edecek yeni bir konu çıkarırdı. Şimdi de:

— «Yaa, öyledir.» diye söze başladı. «Her zaman de­rim, o n c a yıl ocak başına oturtup ateş yaktırtmasalardı şimdi benim de, böyle gözlerim yarı kör gibi kalmazdı. G ö ­zümü çıkarıp bu duruma sokan dumandır, duman...»

12

A m a , ana bu ihtiyar sesi işitmedi bile. Kulağı kızının sesindeydi; çocuk yere oturmuş haykırarak gözlerini ovuş­turuyor, gözlerini a ç m a y a çabalıyordu. Doğru, çocuğun gözleri hep kızarık, hep akıntılıydı. A m a , biri ç ı k s a da a n a ­ya :

— «Çocuğun gözlerinde hastalık var, değil mi?» diye s o r s a , a n a :

— «Bir şeyciği yok,» diye cevap verirdi. «Ocakta s a z yanarken dumanın içine kafasını sokmaktan bir türlü vaz­geçmiyor da ondan!»

A m a , çocuğun a ğ l a m a s ı ananın içini eskis i gibi burk­maz olmuştu son günlerde. Şimdi işi başından aşkındı, çocuklar da birbiri ardına gelmeye başlamışlardı. Oğlu ilk doğduğu zaman, ağ lamasına anasının hiç içi dayana­mazdı. O zamanlar ona, çocuklar ağladığı z a m a n anala­rın ne yapıp yapıp ç o c u ğ u susturması, avutması gerek gibi gelirdi. Onun için de oğlu a ğ l a m a y a başladığı zaman elinde ne işi v a r s a bırakır, meme verirdi. Bu sefer de, işi­ne bu kadar çok ara veriyor diye erkeği kızar, ona bağı­rırdı:

— «Ne demek? Her seferinde böyle yapıp her işi be­nim başıma mı y ıkacaksın? Dur bakalım, doğurmaya daha yeni başladın, yirmi yıl boyunca sen birini bırakıp öbürünü emzirirken ben bu işe boyun mu eğeceğim? Varlıklı adam karısı değilsin ki doğur doğur emzir; hizmeti de ayl ıkçı lar görsün!»

Ana da ona başkaldırmaktan geri durmazdı, çünkü ikisinin de yaşları g e n ç , kanları deliydi. A n a :

— «Çektiklerimin azıc ık olsun karşıl ığını görmeyecek miyim yani?» diye haykırırdı. «Senin tarlaya benim gibi ay larca yüklü gittiğin var mı, bakal ım; hiç doğum s a n c ı s ı çektiğin var mı? Yoo, sen eve gidince yan gelip dinlenir­sin, a m a ben eve gel ince, ha bakalım yemek yap, ç o c u ğ a bak, bir de kocakarıya laf anlat, onun nazını çek...»

Böylece bir zaman bağr ışa ç a ğ r ı ş a k a v g a ederlerdi. Sonunda ne biri baskın çıkar, ne öbürü yenilirdi; ikisi de birbirinin dengiydi, çünkü. A m a , bu emzirme davası hiçbir

13

z a m a n uzun sürmezdi; ananın memelerindeki süt çok geç­meden kesiliverirdi. Ç ü n k ü , s a ğ l a m , sağl ıkl ı inekler gibi çarçabuk gebe kalma huyu vardı. G e ç e n yaz düşüp de sobanın sivri yerine çarptığı z a m a n bir ç o c u k düşürmüş­tü a m a , işte şimdi yine gebeydi.

E e , ne yaparsın, çocuklar artık ellerinden geldiğince kendi yağlar ında kavrulsunlar, ağlar larsa bırak ağlasınlar-dı. Onları emzirecek sütü yoktu artık; karınlarını anaları gelip yemek pişirince doyurmaya ister istemez a l ışacak­lardı...

A n a böyle konuşuyordu a m a , asl ında yüreği sözlerin­den d a h a yufkaydı ve çocuklarının çağırdığını duyunca yine koşup gelirdi.

Ocaktak i tencere ateşin üstünde biraz daha kayna­yıp odanın dumanına mis gibi pişmiş pirinç kokusu karı­ş ı n c a a n a kalktı, bir tas al ıp getirdi, önce kocakarının ye­meğini verdi. Haşlanmış pirinç dolu tası, hepsinin oturup kalktıkları büyük odadaki masanın üstüne koydu. Ninenin çenesi hâlâ işliyordu:

— «... hele pirinç içine biraz da bezelye karıştırdın mı öyle ağz ına layık bir lezzet verir ki tadına doyum ol­maz...»

Gelgelelim, ana dinlemiyordu bile. Kocakar ı oturdu, tası o kurumuş, ısısı kaçmış elleriy­

le tuttu ve o zaman, en sonunda çenesi kapandı. Yemeği görünce açl ıktan birden bir ürperti geçirdi ve salyaları buruşuk ağzının iki yanından a ş a ğ ı akarak:

— «Kaşığım nerede, kaşığımı bulamam...» diye s ız­landı.

A n a , kocaninenin porselen kaşığını , aranıp duran o ih­tiyar ele tutuşturdu. S o n r a mutfağa geçti. Bu sefer iki ta­ne küçük teneke tas la, bambudan yapılma iki çift küçük çubuk buldu. Kızın yemeğini, hâlâ ağlayıp gözlerini ovuş­turuyor diye, önce verdi.

Ç o c u k , döven yerinde, toz toprak içinde oturakalmış-tı. Ağlamaktan, ellerinin kirinden, yüzü çamura, gözyaşına bulanmış bir durumdaydı. A n a onu yerden kaldırdı, işten

14

sertleşmiş, esmer eliyle çocuğun yüzünü iyi kötü temiz­ledi, çocuğun yamalı hırkasının eteğiyle de gözlerini si l­di. Ama, acıtmamaya çalışıyordu, çünkü çocuğun göz­leri gerçekten de kızarık ve iltihaplı, gözkapaklarının kenarları adeta dışına dönüktü, dokunmaya gelmiyordu. Kızın gözlerini kırpıştırıp hıçkırarak başını çevirdiğini gö­rünce daha fazla canını acıtmaya ananın içi razı olmadı ve yavrusunun acıs ıy la bir an yüreği burkuldu.

Pirinç tasını kapı önünde duran k a b a s a b a , boyasız bir masanın üstüne koydu ve o sevgi dolu, duru sesiyle:

— «Al, ye!» dedi. K ı z sendeleyerek gitti, m a s a y a tutundu. Kızarık ke­

narlı gözleri, a k ş a m güneşinin altın renkli, keskin ışığıyla kamaşmış, yarı kısı lmış duruyordu. Ellerini pirinç tasına doğru uzattı.

Ana :

— «Dikkat et, sıcak!» diye bağırdı. K ız bir duraladı, sonra o küçük, hafif nefesiyle, so­

ğuşun diye yemeğini üflemeye koyuldu. Ananınsa gözü hâlâ onun üstünde, hâlâ içi kabarmış... Kendi kendine düşünüyordu:

— «Bizimki pirinç saplarını bir dahaki sefere k a s a ­baya,götürdüğü z a m a n söyleyeyim; eczaneye gitsin de bir g ö z merhemi als ın, bari.»

Bu kez kendi yemeği verilmedi diye, oğlan s ız lanmaya başlamıştı. A n a gidip onun tasını da getirdi, masanın üs­tüne koydu.

Bir süre sessiz l ik oldu.

A n a yemek bile yiyemeyecek kadar yorulmuştu. K a m ı ş iskemlesini alıp kapı önüne koydu ve derin derin g ö ğ ü s ge­çirerek oturdu. Kestane renkli, sert telli saçlarını iki eliyle s ıvazlayarak çevresine bakındı.

K ü ç ü k vadiyi çevreleyen a lçak tepeler y a v a ş y a v a ş kararmaktaydı ama, gökyüzü henüz soluk, sarı bir renk-teydi. Ve bu vadinin göbeğindeki bu köyceğizin evlerinde a k ş a m yemeğine hazırlık olarak ateşler yakı lmış, durgun, rüzgârsız havaya tembel dumanlar yükselmeye başlamıştı.

15

Bunları seyreden a n a , içinin huzurla dolduğunu duy­du. «Küçük köyü meydana getiren altı, yedi evin hiçbirin­de hiçbir ana yoktur ki çocuklar ına benim çocuklar ıma baktığım kadar baksın,» diye bir düşünce geçti akl ından. İçlerinde durumu ondan iyi olanlar vardı; şu han sahibinin karısı, hiç k u ş k u s u z epey gümüş para sahibi o lsa gerekti. Parmaklarında iki tane gümüş yüzüğü olduğu gibi, kulak­larına da küpeler takardı. Ana genç kızl ığından beri böyle bir çift küpeye özenmiş a m a bir türlü almak nasip olma­mıştı.

Varsın olmasın.. . elinde avcunda kalan gümüş paray­la yavrularının canı beslensin; kemiklerini örtecek sımsıkı et olsun, anayı daha hoşnut ederdi. Fitne karının sözüne bak ı lacak olursa han sahibinin karısı kendi çocuklarına müşterilerin tabaklartndaki artık et kırıntılarını verirmiş. O y s a a n a kendi çocuklarını kendi tarlalarında yetişmiş güzelim pirinçle besliyordu. Bir de kızının gözleri iyi leşse, çocuklar ının kusur bulunacak yanları kalmayacakt ı ; gür­büz, tosun gibiydiler, maşal lah; hele oğlan beş yaşınday­ken, yedi, sekizinde gösteriyordu. Doğrusu, çocukları gür­büz çıkıyordu. Şu sonuncusu da daha ilk nefesini alırken son nefesceğizini vermemiş olsaydı, şimdi ele gelecek, to­puz gibi bir oğlan o lacak, handiyse yürümeye bile ç a b a ­layacakt ı .

A n a yine içini çekti. Ne yapal ım, işte bir iki ayda yeni

bir tanesi geliyordu, şimdi bunu düşünmek gerekti. A m a ,

a n a memnundu. Ev hayatından hoşnut, en sevinçli zaman­

ları, karnında taşıdığı ç o c u k l a büyüyüp taştığı, yeni bir

hayatla dolduğu zamanlardı. . .

Köyceğiz in tek sokağının karşı yanındaki bir evden dışarı birisi çıktı. Kapıdan f ışkıran dumanın arasından ana kocasının emmi oğlunun karısını tanıdı.

— «Yemek mi yapıyorsun, yenge?» diye seslendi. «Ben de yeni bitirdim!»

Yenge o pek her şeyin üstünde durmayan, şen şak­rak konuşmasıyla, «Ben de şimdi diyordum, sen işini çok-

16

tan yapıp bitirmişsindir; ne hamarat olduğunu bilirim çün­kü,» diye cevap verdi.

Ama, ana alçakgönüllülükle itiraz etti:

— «Yok canım, ne hamaratlığı! Benim çocukların karnı erken acıkıyor da ondan!»

Yenge, yine: «Hamarat, becerikli kadınsındır. neme g e ­rek!» diye söylendi ve bir kucak s a z alarak içeri girdi.

A n a , yüzünde bir yarı gülümsemeyle, daha bir süre a lacakaranl ıkta oturdu. Öyleydi, öyle olmasına, ne kadar gururlansa, kendi gücü - kuvvetiyle, çocuklar ı , erkeğiyle ne kadar g ö ğ s ü kabarsa yeriydi. Gelgelelım bu rahatın uzun sürmeyeceğini de biliyordu. Nitekim oğlan ansu.u çanağını onun önüne dayadı:

— «Ana, daha!» A n a kalkıp oğlanın tasını yine doldurdu. Dışarı ç ık­

tığı zaman güneş tepelerin arasındaki bir girintide, bütün gün kendi çal ış ıp çabaladığı tarlanın en ucunda duruyor­du. Bir an için sanki iki tepenin arasına takılmış kalmış gibi. öyle hareketsiz, öyle büyük ve som altından yapıl-mışçasına ağır. öylece duraladı. S o n r a y a v a ş ç a kaydı, gözden kayboldu.

Alacakaranl ığ ın arasından ana, patika boyunca erke­ğinin gelmekte olduğunu gördü. Erkek tırmığını omzuna dayamış, bir ucunu da kolunun altına kıstırmış, bir yan­dan yürürken bir yandan da ceketini düğmeliyordu. G e n ç erkek kediler gibi hafif, çevik bir yürüyüşü vardı. Durup dururken bir de türkü tutturuverdi. Ş a r k ı söylemesini pek severdi, erkek; sesi yüksek ve duruydu; pek çok da şar­kı bilirdi. Bu yüzden çok zaman bayramda, seyranda, çay-evine oturmaya gidenler h o ş ç a vakit geçirmek için ondan şarkı isterlerdi.

Eve yaklaşt ıkça sesini alçalttı. Eş iğe vardığı zaman pek yavaş söylüyordu ama sesi yine o duru, titrek, insa­nın içini ürperten s e s , söylediği şarkı da kıvrak, oynak ha­valı bir şeydi. Tırmığını duvara dayadı ve onun geldiğini duyan nine, karnı doyduktan sonra bastıran uykudan uya­nıp hiç susmamış gibi yine söylenmeye başladı :

ANA F, : 2/17

— «Demin de dedim ya, bizim oğlan pirincine biraz bezelye karıştırınca pek sever, sahiden de pek lezzetli, pek tatlı...»

Erkek tembel, rahat bir kahkaha atarak içeri girdi ve tatlı sesle kapıdan:

— «Öyledir, kocanine, doğru dedin,» diye seslendi.

Kapı önünde küçük kız yemeğini bitirmiş, karnını do­yurmuş, öylece oturuyordu. Şimdi güneş batmış olduğu için gözlerini zorluk çekmeden açabil iyor ve çevresine bi­raz daha rahat bakmıyordu.

Ana içeri girdi ve erkeğine dumanı tüten bir tas pirinç getirdi. Mavi-beyaz. boyalı, kaba s a b a bir top­rak tastı bu ve ağz ına kadar pirinç doluydu. Ana pirincin içine kendi tavuklarından aldığı yumurtalardan birini kı­rıp karıştırmıştı. Yumurtanın tazecik beyazı hemen katı­laşmaya başlamıştı bile. Bütün gün iş işleyen bir erkeğin ya biraz et ya da bir yumurta yemesi şarttı doğrusu.

Erkeğiyle ne kadar dalaşırsa dalaşsın ana onu bir g ü ­zel beslemekten büyük zovk alırdı. Bütün kavgalarınm da asl ında ağız kavgası olduğunu düşündü. Bazı bazı her­hangi bir sebepten diliyle erkeğinin başının etini yese bile, yine de onu bir güzel doyurup beslemesini pek severdi.

İhtiyardan yana seslendi,:

tuğlunun pirincine taze taze bir yumurta kırdım! K a ­

bak da haşlayıverdim.»

ihtiyar bunu duyar duymaz yine başladı:

— «Canını sevdiğim taze yumurtası! Hep derim, ta­

ze yumurta genç erkekler için en birinci şeydir diye, Ada­

mın kuvvetini tazeler...»

Ama, dinleyen yoktu. Erkek son derece acıkmış oldu­

ğu için çabuk çabuk yemeğini atıştırıyordu. Göz açıp ka­

payana dek tasını bitirmiş, masaya tan-tan vurarak karı­

sından daha yemek istiyordu.

Ana onun tas;nı doldurduktan sonra gidip kendine de yemek aldı. Ama, erkeğinin yanına oturmadı. Kapı önün­deki a lçak iskemlesine oturdu ve tasındaki haşlanmış pi­rinci tadını ç ıkara ç ıkara yemeye koyuldu. Çünkü sağl ığ ı

18

yerinde hayvanlar gibi iştahı açıktı. Arasıra kalkıp erkeği­nin önünden biraz kabak alıyor ve bir yandan yerken öbür yandan iki tepe arasındaki gurup kızıllığını seyrediyordu.

Ç o c u k l a r gelip yine ona abandılar, kuş gibi ağız­larını aç ıp beklediler. Ana elindeki çubuklar la onların ağ% zina da bazı bazı birer lokma vermeye başladı. Gerçi i k i s i ?

de karınlarını tıka b a s a doyurmuşlardı, bu yemek de ken­di yemiş olduklarından ayrı bir şey değildi ama, analarının tasından yedikleri yemek onlara nedense daha tatlı gel i­yordu.

Evin sarı renkli köpeği bile a n a y a sokulmuştu. Bir süre umutla masanın altında beklemişti ama, erkeğin tek­mesini yiyince kös k ö s ordan çıkıp kapı önüne gitti ve ana­nın fırlattığı pirinç lokmalarını ustalıkla kapmaya başladı.

Ana tam üç kez yerinden kalkıp kocasının tasını dol­durdu. Erkek iyice doyana dek yedi, doyunca rahat bir oh çekti, sonra boşalan tasına kaynar su doldurarak ş a -pırdata şapırdata içmeye başladı. Şimdi kalkıp dışarı g e l ­miş, kapının önünde ayakta durarak içiyordu. Gökyüzün­de yeni bir ay doğmuştu. Pek ince ve ışığı yıldızların ara­sında billur gibi hafifti. Erkek yeniayı seyre daldı ve bir yandan da yumuşak, dalgın bir türkü tutturdu.

Köydeki bir avuç evin diğerlerinden de erkekler çık­maya başlamıştı. Bazıları yüksek sesle birbirlerine sesle­nerek handa oynadıkları kumar oyununu konuşuyor, baz ı­ları da kapı önlerinde durmuş esniyorlardı.

G e n ç erkek türküsünü birden kesti ve dik sokağın korşt yanma baktı. Bütün köy erkekleri dinlenirken hâlâ çal ışmaya devam eden bir tek erkek vardı, o da kendi emmi oğluydu. Ştı herif! Söğüt liflerinden yaptığı sepetin örgülerini daha iyi görebilmek için başını önüne eğip ta gecelere değin çalıştığı bile olurdu.

E h , her erkeğin huyu b a ş k a ; kendisine gelince, ne bi­leyim, şöyle bir el oyun... Kadınına bir şey söylemek için başını çevirdi ve gözleri onun her şeyi bilen, öfkeli ba­kışlarıyla karşı laştı. Bu bakışı gören erkek içinden kadını­na küfretti. Bütün gün alınteri döktükten sonra adamın

19

e (alışmışlardı. Sonunda onun dar şalvarl ı bacaklar ına cup a ğ l a m a y a , mızı ldanmaya başladılar. A n a eğilip kü-ikkızı kucağına aldı, oğlanı da elinden tutarak içeri girdi. Cıpyı sımsıkı sürmeledi. S o n r a çocuklar ı erkeğin ayak ıı/ıa yatırdı. Onları usulca soydu, kendi de soyundu ve .'(tığa, çocuklar la adamm arasına girip uzanarak yor-jır hepsinin birden üzerlerine çekti.

Kuvvetli, g e n ç vücudu gürbüz bir yorgunlukla uyuş-mtu, şimdi karanlıkta böyle yatakta yatarken içi şefkat­le olup taşıyordu. Gündüzün ne denli huysuz olursa ol-sıı, ne denli çabuk öfkelenirse öfkelensin, geceleyin te-pıen tırnağa şefkat kesilirdi. Uyanıp arzuyla kendine yak-lışm erkeğine karşı ihtiraslı bir şefkat; uykuda büsbütün fonu bükük duran çocuklar ına karşı şefkat; aras ı ra ök-siüğü tutan kocakar ıya karşı şefkat. Ç o k z a m a n üşenmez tadar, ihtiyara bir yudum su getirirdi. Hatta odadaki hay­atlara karşı bile şefkat kesilirdi geceleyin. B a z e n hay­atlar uyku arasında kımıldayıp kendi kırnıltılarryia kendi leıdilerini ürküttükleri z a m a n a n a oniara seslenirdi:

— «Yavaş olun — uyuyun gayri — d a h a çok var g ü -ıCı ışımasına...»

Ve onun tatlı sesini duyan hayvanlar, yatışır, yeniden lyujya dalarlardı.

Karanl ıkta oğlan ç o c u ğ u da şimdi bir yavru hayvan er. sokuldu, anasının, memesini aradı. Ilık ve mahmur vnn a n a ona memesini verdi. Sütü yoktu gerçi a m a yu-nışak meme oğlanı, bebekliğini hatırlatarak avuturdu. Ey. Uinda yine dolacaktı memeleri...

Oğlanın öte yanında kızı yatıyor, yattığı yerden sım-slt yummuş olduğu gözlerini ovalıyordu. K a ş ı n m a s ı bir üiü kesilmek bilmeyen gözlerini, uyuduktan sonra bile. ı£ yaptığını bilmeden kaşır dururdu.

Ç o k geçmeden hepsi uykuya daldılar; ağır. derin bir ;l<u. G e c e içinde sar ı köpek havladığı z a m a n bile a n a -

. kn b a ş k a kimsenin uykusu bozulmadı, çünkü onlar için it. gece içindeki diğer seslerden biriydi. Y a l n ı z c a a n a ıpnıp kulak verir ve yatağından kalkmayı gerekli gör-rezse. yenidnn uykuya dalardı...

21

11

A N A L A R için şu dünyada Aliuhın öbür günlerinden farktı bir gün var mıdır a c a b a ? Her s a b a h a n a d a ­

ha şafak sökmeden, ötekiler daha uykudayken uyanıp kalkar, tavuklarla domuzu, mandayı dışarı salar, hayvan­ların geceleyin yaptığı pisliği süpürür ve avlunun köşesin­deki tezek yığınının üstüne koyardı. Ötekiler yatadursun. o mutfağa gidip ateşi yakar, erkekle ihtiyar uyandıkları z a ­man içsinler diye su ısıtırdı. Sonra s ı c a k suyun birazını kı­zının gözlerini yıkamak için ayırır ve ılınsın diye tahta bir ç a n a ğ a boşaltırdı.

Küçük kız her s a b a h kirpikleri sımsıkı birbirine yapış­mış olarak uyanır ve gözleri y ıkanıncaya değin hiç baka-mazdı. Gözleri böyle kapalı uyanmaya başladığı ilk zaman­lar çocuk pek korkmuştu, anası da öyle.

Yalnız, kocanine: «Çocukken benim de gözlerim böy­

le olurdu, ölmedim ya işte!» demişti.

Artık onlar da alışmışlardı. Biliyorlardı ki çocukların

gözleri bazen böyle olur, ama ucunda ölüm yoktur.

Ana, suyu daha ancak boşaltmıştı ki çocuklar ç ıka-geldiler. Oğlun kızı elinden tutmuştu. Yataktan hiç gürül­tü etmeden inip babalarını uyandırmamak için usulca gel­mişlerdi. Evin erkeği keyifli zamanında pek neşeli olması­na rağmen, öfkelenince tam öfkelenir, hele uykusunu a l­madan uyandırırlarsa çocukları yaman pataklardı.

22

İki çocuk mutfak kapısında' s e s çıkarmadan durdular. O ğ l a n gözlerini a n a s ı n a dikmiş, hâlâ uyku sersemi, gözle­rini kırpıştırarak esniyor, kız da gözleri sımsıkı kapal ı , hiç kımıldamadan, sabır la bekliyordu.

Ana hemen yerinden kalktı ve duvara çakı lmış tahta çiv ide asıl ı kurşunileşmiş havluyu aldı. Ucunu çanaktaki s u y a soktu ve kızın gözlerini usul usui sildi. Ç o c u k c a ğ ı z s e s çıkarmadan, yalnızca nefesiyle azıcık mızıldandı ve ana yine her s a b a h olduğu gibi :

— «Şu g ö z merheminin çaresine bakmak gerek gay­ri,» diye düşündü. «Bu günlerden bir gün bir çaresine bak­mak gerek. Unutmayıp bizimkine söylemeli; pirinç sapla­rım satmaya gittiği zaman eczaneye uğrayıversin. K a s a ­ba kapısının sağındaki o küçük s o k a ğ a sapınca var bir ta­ne...»

T a m o sırada erkeği kapıya geldi. Bir yandan hırka­sını giyerken öbür yandan sesl i sesl i esneyerek kafasını kaşıyordu. A n a akl ından geçenleri ona söyledi:

— «O pirinç saplarını satmaya gittiğinde Su Kapıs ı­nın yakınındaki eczaneye gidiver de iltihaplı g ö z acıs ına iyi gelecek merhem falan bir şey bul. getir, bari.»

A m a . erkek hâlâ sabah huysuzluğu içindeydi. T e r s t e r s :

— «Üç kuruş paramız var surda, neden g ö z merhe­mine verelim, nası lsa ölmüşü, öleceği yok!» diye cevap verdi. «Çocukken benim de gözlerim acırdı. Öyleyken ba­bam para harcayıp bana merhem filan almazdı, oysa elin­de kalan tek oğlu da bendim.»

A n a şu sırada konuşmanın zamanı olmadığını anla­yarak sesini kesti, gidip erkeğinin s ıcak suyunu boşalttı. Y ine ne de o l s a biraz bezmişti, onun için tası erkeğin eli­ne vermedi de masanın üstüne koydu; onu eğilip kendi a l-mok zorunda bıraktı. Bununla birlikte hiçbir şey demedi ve şimdilik bu mesleyi akl ından sildi. Birçok çocukların küçükken gözleri acır. büyüdükçe geçerdi. Nasıl ki kendi erkeği de çocukluğunda g ö z ağr ıs ı çekmiş, sonra iyi ol­muştu. Gerçi yüzüne tam bakınca gözkapaklar ında eski-

23

den kalma iz ve çizgi ler vardı ama, her şeyi pek güzel gö­rüyordu işte, pek ince ufak olmamak şartıyla. A d a m sen de, hoca değildi ki ömrü kitap okuyup g ö z nuru dökmek­le geçecek!

Birden kocakarı yatağında dönüp titrek ses le seslen­di. Ana hemen bir tasa s ı c a k su boşaltıp içeri götürdü ve yatağından kalkmazdan önce içsin diye kaynanasına ver­di. K o c a k a r ı suyu höpürdete höpürdete içti, boş karnın­dan gelen kötü yelleri geğirerek giderdi ve onu sabahları böyle g ü ç s ü z bırakan ihtiyarlığın derdiyle inledi biraz.

A n a mutfağa gitti ve s a b a h yemeği hazırl ığına başladı. Gocuklar s a b a h serinliğinde birbirlerine sokul­muş yerde oturuyor ve bekliyorlardı. Biraz sonra oğlan kalktı ve ocak başına, anasının yanına gitti ama. kız otur­duğu yerde kaldı. Birden güneş, doğudaki tepelerin ar­dından çıktı; ışığı parlak, büyük ışın çizgileriyle tarlaların üzerine serpildi. Güneş vurunca küçük kız çarçabuk göz­lerini yumdu. Eskiden o l s a ağlardı. Ama. şimdi büyük in­sanlar gibi ya ln ızca soluğunu hızla içine çekti de yerin­den kımıldamadı bile. Kızarık kapakl ı gözleri sımsıkı yu­mulmuş, annesi eline yemek tasını tutuşturuncaya dek. ol­duğu yerde bekledi.

**

Evet. gerçi ana için bütün günler birbirinin eşiydi a m a . o hiçbir zaman c a n sıkıntısından yakınmamıştı. G ü n ­lerinin gel iş geçişinden hoşnuttu. Biri ç ıkıp ona bu hayat canını sıkmıyor mu diye s o r s a kadın herhalde o parlak k a ­ra gözlerini iri iri a ç a r ve şöyle bir cevap verirdi:

—- «Ama, toprak değişiyor y a , işte! Tohum zamanın­dan harman zamanına dek! Vakti gel ince kendi tarlamızın ekini biçilecek, sonra kirayla tuttuğumuz öbür tarlanın ürününden toprak sahibine kira borcu ödenecek. Bu ara-da bayram tatilleri var; yerilyıl tatili var. 'Bunlar yetmi­yorsa çocuklar da durmadan büyüyüp değişiyor ya işte! Ben desen her yıl bir yenisini doğurmakla meşgulüm. B a ­na sorarson hayatım değişikliklerle dolu! Hem de s a b a h -

24

tan a k ş a m a değin çal ış ıp çabalamakla tükenmeyen c in­sinden...»

Tarta işlerinden birazcık zamanı artakaldığı zaman da yapacak iş doluydu. Köy kadınlarından ya birinin doğum vakti gelmiştir, ya da öbürünün ç o c u ğ u ölmüş, dertlidir. Bir başkas ında, terlik üstüne gül yapmak için yeni bir ör­nek, hırka dikmek için yeni bir kolaylık vardır. Baz ı günler de ona biraz tahıl ya da lahana satmak için erkeğiyle bir­likte k a s a b a y a giderdi. K a s a b a d a görülecek öyle tuhaf, öyle değişik şeyler vardı ki! İnsanın düşünecek vakti ol­sa kasabadaki manzaraların salt düşüncesiyle bile saatler geçirebilirdi.

İşin as l ına bakarsanız bu kadın öyle bir kadındı ki erkeği ve çocuklar ıy la oturmak ona yeter de artardı; baş­ka hiçbir şey düşünmeye isteği yoktu. Erkeğinin sık sık kabaran şehvetinin ateşini tatmak, ondan gebe kalıp ken­di gövdesi içinde yeni bir canın geliştiğini bilmek, bu yeni yaratığın biçimlenip büyüdüğünü duymak, çocuk doğur­mak ve ç o c u ğ a memesinden süt içirmek... bu kadın için bunlar yeterdi.

Ş a f a k t a kalkıp ev halkına yemek hazırlamak, hayvan­lara bakmak, toprağı ekip ürününü almak, kuyudan içme suyu çekmek, yamaçlardan ot biçerek günler geçirmek, güneşin, rüzgârın tadını ç ıkarmak; bunlar yeterdi.

Ömrünün her gününü, tadını ç ıkara ç ıkara yaşardı ana: ç o c u k doğurmak, tarlada çal ışmak, yemek, içmek, uyku, evi silip süpürmek, derleyip toplamak ve köy kadın­larının kendi hamaratlığını ve eline çabukluğunu övdük­lerini dinlemek. Erkeğiyle k a v g a etmek bile bir bakıma iyiydi: birbirlerine karşı duydukları şehvete bir b a ş k a kes­kinlik verirdi. Onun için ana her yeni günü istek ve sevinç­le karşılardı.

• *'"•»

Bu sabah erkeği karnını doyurduktan sonra tırmığı­nı aldı ve her zamanki gibi isteksiz adımlarla torla yolunu tuttu. O gittikten sonra ana tasları yıkadı, kocakarıyı kapı

25

önüne güneşe oturttu ve çocuklara evin yanında oyna­

maların», göl kıyısına gitmemelerini tembihledi. S o n r a o da tırmığını aldı ve yola çıktı. B i rkaç kez dönüp dönüp orka-

sına baktı. Kocaninenin ince sesi uzaktan u z a ğ a hâlâ

kulağına çarpıyordu. Ana kendi kendine gülümseyerek yo­

luna gitti. Kapıya g ö z kulak olmak ihtiyarın elinden gelen tek

şeydi ama, o bunu gururla yapardı. İyice kocamış ve yarı

körleşmiş olmasına rağmen-, işi olmayan birinin eve yak­

laştığını hemen fark eder ve gerekirse yaygara koparma­sını bilirdi. İhtiyarın yükü ağırdı ananın üstünde; çok z a ­man başına belaydı. Bununla birlikte bir gün yenge:

— «Sizin şu ihtiyar bir göçüp gitse başın rahat ede­

cek, kadın kardeş. Pek kocadı gayr i ; gözü kör, her yanla­

rı ağrır, tutulur; varsan b a k s a n yemek de beğenmez.» de­mişti de ana, şefkatini dışarı vurmamak istediği zaman­

lar kullandığı o sak in, yumuşak tavırla: — «Öyle. a m a hâlâ çok işe yarıyor; kapıyı bekliyor

biz yokken,» diye cevap vermişti. «Dilerim Allahtan kızım

iyice ele gelene dek göçmesin.» Böyle ihtiyar bir kadınla didişmeye ananın yüreği d a ­

yanamazdı, doğrusu. Öyle kadınlar bilirdi ki evlerinde kay-

nanalarıyla s a v a ş halinde olduklarını, ihtiyarların huysuz­

luğunu bir an bile çekemediklerini övüne övüne anlatır­

lardı. Ama, bu g e n ç anaya kaynanası da çocuklarından

biriymiş gibi gelirdi. Cocuklaşmışt ı artık, çocuklor gibi ş u ­

nu bunu ister dururdu. Baharda sözgel iş i ; ille onun canı­

nın çektiği otları bulup toplamak için şu tepe senin bu te­

pe benim dolaşmak, anaya bazı bazı bıkkınl ık verirdi.

Bir yaz köyde kötü bir ishal salgını olmuş, s a p a s a ğ ­lam iki erkek, b irkaç kadın ve birçok küçük ç o c u ğ u alıp götürmüştü. Kocanine de öleceğe benzerdi. O kadar ki pa­ralarının çıkıştığı kadar iyi bir tabut bile almış, hazır et­mişlerdi. A m a , sonunda ihtiyar ölümden dönüp de yine hayata sarı l ınca genç ana canı gönülden sevinmişti.

Dayanıklı kocanine şimdiye dek iki tane .kefenlik hır­kayı giyip eskitmiş, bir türlü ölmemişti ve ana onun ölme-

26

yışine seviniyordu. Bu sönük hayatın hâlâ yanmakta dire­nişi köyün içinde bir ş a k a konusu olup çıkmıştı.

Gelininin içinde gömülsün diye diktiği ilk kırmızı hır­kayı ihtiyar, o yörede gelenek olduğu üzere, mavi yeldir­mesinin altına giye giye eskitmiş, bir yenisi örülünceye dek bir türlü rahat etmemişti. Şimdi bu ikinci kefenlik hır­kasını severek giyiyor ve köyden biri:

— «Nee, sen hâlâ buralarda mısın, kocanine?» diye ş a k a i a ş a c a k olursa, ihtiyar neşeyle:

— «Buralardayım y a , sırtımda da iyi kefenliklerim var,» diye cevap veriyordu. «Bunları da eskitip gidiyorum işte; kim bilir daha k a ç tanesini eskiteceğim!»

Bir türlü ölmeyip de yaşayadurması ona da güzel bir ş a k a gibi geliyordu.

Bu s a b a h bir daha arkasına bakan genç ana uzaktan ihtiyarın sesini duydu:

— «İçin rahat olsun, güzel kızım... kapıya g ö z kulak o l a c a k ben varım!»

Kadın kendi kendine gülümsedi. Doğrusu g ö ç ü p g i ­dince arayacakt ı kocakarıyı. Ama, arayıp dövünmenin ne Yararı vardı? Ömür geleceği saatte gelir, gideceği saatte giderdi ve bu saatleri değiştirmek de kimsenin elinde de­ğildi.

A n a da rahat, huzurlu, kendi yoluna gitti.

i l i

A R L A Y A ekmiş olduğu fasulyeler çiçeklenip rüz­gârlar ç içek kokusuyla dolduğu, küçük vadi tohum­

larından yağ çıkarmak için ektikleri kolzaların bitmesiyle sapsar ı kesildiği zaman ana dördüncü doğumunu yaptı.

Kentlerde, kasabalarda, hatta d a h a büyük bazı köy­lerde insan ebe bulabilirdi; ananın köyceğizinde ise ebe fi­lan yoktu. Vakitleri geldiği z a m a n kadınlar birbirinin yar­dımına koşarlardı. Doğumda bir güçlük çıkt ığı, çocuk ters geldiği ya da beklenmedik durumlar olduğunda da yaş l ı , görmüş-geçirmiş ninelere danışılırdı.

A n a sağlam yapılıydı; ne ufacık, ne de pek iriydi... Çat ı­sı geniş ve gevşekti, doğum yaptığı z a m a n işlerin ters git­tiği şimdiye değin görülmemişti. G e ç e n sefer düşüp de ç o ­c u ğ u eksik doğurduğu zaman bile güçlük çekmemişti. Ya ln ızca ölen yavruya ve bunca ay boş yere yük taşıdığı­na yanmıştı, o kadar.

Vakti geldiği z a m a n hep yengeyi çağırır, yenge de kendi doğuracağı z a m a n anaya başvururdu.

Bu bahar tatlı, rüzgârlı bir gün tarladayken genç k a ­dın vaktinin geldiğini hissetti. Hemen işini bitirip evine döndü, tırmığını duvara dayadı ve karşı kapıya seslendi. Göl kıyısında çamaşır y ıkamakta olan yenge y a ş ellerini önlüğüne silerekten k o ş a k o ş a geldi.

Bu yenge dedikleri, yumuşak yürekli, iyi bir kadındı. Yuvarlak bir yüzü, geniş delikli, yukarı kaikık bir burnu

23

ve büyük, kırmızı b i r ağz ı vardı. Ne çenesi ne de elleri boş dururdu. Tersine hiç konuşmayan erkeğinin yanı başında, bütün gün konuşur dururdu. Şimdi hemencecik koşup gel­di. Bir yandan da gülerek bağırıyordu:

— «Ah, kadın kardeşim, ben demez miyim, hele ş ü ­kür doğumlarımızı aynı günde yapmıyoruz diye! Ne z a ­mandır s a n a bakt ıkça düşünüyorum, o mu önce doğura­c a k , ben mi diye. A m a , bu yıl ben nedense g e ç kaldım. B a k sen doğuruyorsun bile, oysaki ben işe daha yeni baş­ladım.»

Ç ı n - çın öten yüksek sesle konuşmak yengenin hu­yuydu zaten. Onu duyan öteki evlerdeki kadınlar da kapı­lara çıkıyor ve neşeyle a n a y a sesleniyorlardı:

— «Saatin geldi ha, kadın kardeş? Tanrı kolaylık versin; oğlan olsun, inşallah!»

Ya ln ızca içlerinden biri, dul olan fitne karı hüzünle konuştu:

— «Hazır erkeğin elindeyken yararlanmaya bak, kar­deş. B a k b a n a , tam doğuracak kıvamdayım a m a erkeğim yok.»

A n a hiçbirine cevap vermedi. T o z a ve tere bulanmış olan yüzü solgundu biraz. Hafifçe gülümsedi ve eve gir­di.

İhtiyar da yak laşan doğumun sevinciyle gülüp söyle­nerek onun peşinden gitti:

— «Hep derdim, kendi saatim geldiği zamanlar, hem biliyorsun ben zamanında dokuz çocuk doğurdum, a kız, hepsi de topaç gibi yavrulardı ölene değin; derdim ki o çağda...»

Kocakarının sözleri ananın kulağına girmiyordu bile. Gene kadın bir iskemle aldı, sesini ç ıkarmadan oturdu ve yüzüne yapışan saçlar ı , nasırlı parmaklarıyla düzeltti. Elleri de ter içindeydi şimdi; tarla İşinin teri değil, s a n c ı ­nın teg.. . Hırkasının ucuyla yüzünü sildi, yumuşak, uzun saçlarını açıp yeniden sımsıkı ördü. Sonra içine keskin bir sancı saplandı ve kadın s e s s i z c e iki büklüm olarak bekledi.

YGnı başında kocakarı söylenip duruyor, yenge de onunla söyleyip gülüyordu. Derken, ananın böyle iki bük­lüm olduğunu görünce hemen koşup kapıyı kapadı ve ya­nına gelip durdu.

T a m o sırada biri kapıya güm güm vurdu. Ananın o ğ ­lanıydı bu. Anasının eve girdiğini, sokak kapısının da g ü ­pegündüz kapandığını görünce ürkmüştü. Bir bağırtıdır tutturdu, ille kapı aci ls in istiyordu.

İlk bakışta a n a : «Dışanda kalsın ki ben de rahat do­ğurayım,» dedi.

Yenge de kapıya gidip aral ıktan bağırdı: «Otur azıc ık

orda; anan doğum yapıyor.»

Kocakar ı da yankı gibi: «Otur orda, otur. oğul,» diye tekrarladı. «Oturup güzel güzel oynarsan s a n a fıstık a l ­maya para veririm. Bak göreceksin anan s a n a şimdi ne getirecek.»

Ne var ki, oğlan kapının güpegündüz kapandığını gö­rünce ürkmüştü: İlle içeri al ınsın diye diretiyordu. Ağabey-si ağladığı zaman kız da ağlamaya başlardı. Şimdi o da kopıya gelmiş, o cıl ız yumruklarıyla kapıyı dövüyordu.

En sonunda, sancının arasında ananın öfkesi kabar­dı, iyice kabardı öfkesi, çünkü sancıs ı da pek şiddetlen­mişti. Yerinden kalkıp dışarı fırladı; oğlanı bir iyi patakla­yarak bağırdı:

— «Ömrümün törpüsüsün zaten! Bir sözümü tutmaz­sın! Hadi bakalım başıma senin gibi bir tane daha çık ı­yor!»

Ama, oğlanı döver dövmez yüreği yufkalaştı yine, öf-, kesi yatışıp geçti. D a h a tatlılıkla:

—• «Hadi gir bakalım, gireceksen,» dedi. «Sanki görü­lecek şeymiş gibi.»

Sonra yengeye döndü:

— «Kapıyı az ıc ık açık bırakalım bari. Böyle benden

uzak durmaya hiç al ışık değiller de!»

Yine iskemlesine oturup başını ellerine dayadı ve

kendini sesiz sedasız sancı larına bıraktı.

30

Oğluna gelince, içeri girmişti a m a , görünürde hiçbir değişiklik yoktu. Yengenin de kendine, s u ç Işiemiş gibi sert sert baktığını görünce, çocuk dışarı çıktı. K ı z da gelip anasının yanma evin toprak tabanına oturdu, ellerini, ağ­rısı yat ışsın öiye gözlerine bastırdı.

Böylece bekleştiler. Kadınların biri sancı içinde ve sessizdi . Öbür ikisi köyde olup bitenler üstüne şundan bun­dan konuşuyor, en uç evdeki erkeğin dedikodusunu edi­yorlardı. Kumara gitmiş herif yine, tarlası işlenmemiş du­ruyormuş. Bu s a b a h karısı kıyametleri koparmış, adam ellerinde, avuçlarında kalan son parayı da aldı diye, a m a , b a ş a ç ıkamamış zavall ı . K o c a s ı çıkıp gidince kadıncağız kapı önüne oturup derdini herkes duysun diye ulur gibi bağırmış.

Bunları konuşurlarken yenge şimdi, «Herif bir kere de kumarda kazanıp evine üç kuruş getirse içim yanmaz.» diyordu. «Ama, kaybetmekten b a ş k a bildiği yok. Kar ıs ı­nın içine de bu dert oluyor ya.»

Kocanine de içini çekip yere tükürerek: «Öyle.» diye yengeye hak verdi. «Erkeğin yaradıl ışında kazanmak ol­mayıp kaybetmek olması, pek acıdır, doğrusu. Böyle er­kekler çoktur, iyi bilirim ben, a m a hamdolsun benim evim­de, ocağımda böylesi çıkmadı. Oğlanım kazanmakta bire­birdir.»

Daha o sözlerini bitirmeden ana hafif bir feryat ko­pardı. Kızına azıcık arkasını dönerek kuşağını gevşetti, oturduğu yerden öne doğru eğildi.

O zaman yenge hemen koşup, deminden beri bekledik­leri küçük yavruyu iki eliyle, ustaca yakaladı.

Ç o c u k oğlandı.

Anaya gelince, gitti, yatağa uzandı. Çektiği sancıdan sonra dinlenmek ne tatlıydı! Ana, derin ve uzun bir uyku­ya daldı.

O uyuyadursun, yenge yavruyu yıkayıp kundakladı.

Uyuyan anasının yanına yatırdı. Yavrunun ince, cızıltılı ağ­

laması bile ananın uykusunu bozmadı. Yenge ise evi-

31

ne, işinin başına döndü ve kocakarıya lohusa uyandığı z a m a n oğlanla haber sals ın diye tembihledi.

D a h a sonra oğlan onu çağırmaya geldi. — «Yenge, benim bir oğlan kardeşim oldu, haberin

var mı?» diye bağırıyordu. Yenge güldü: «Oğlanı ben getirdim, haberim olmaz

olur mu?» diye ç o c u k l a şakalaşt ı . Anaya da hemen bir tas çorba getirdi. Yengenin sözleri ise oğlanı düşündürmüştü. — «Yani bu kardeş bizim değil mi?» diye sordu. Sonunda kadınlar gülüştüler. En çok gülen de k o c a ­

karı oldu, çünkü oğlanın zekâs ı pek hoşuna gitmişti. Yengenin getirdiği çorba a n a y a pek hora geçti. — «Sen bu iyi yüreğinle y a ş a , kardeşim,» dedi. Ama yenge, «Sen de vaktim gel ince bana böyle bak­

maz mısın?» diye cevap verdi.

Böylece iki kadın kendilerini birbirlerine pek yakın buldular, çünkü bu saat ikisinin de paylaştıkları bir saatti ve başlarına kim bilir daha k a ç kez gelecekti.

32

7 VİN bir de erkeğine bakalım. Erkeğin gözünde z a ­manın akışı hiçbir değişiklik göstermezdi; günler

geçedursun hiçbir yenilik umudu yoktu. Karısının sevdiği doğumlar bile yeni bir şey getirmezdi erkeğe, çünkü onun gözünde, doğan çocukların hepsi birdi, hepsi birbirine ben­zerdi. Hepsini giydirmek, beslemek gerekti; büyüdükleri z a ­man ise evlenecekler, hadi yine çocuklar doğacaktı... S e ­nin an layacağın hiçbir şeyin değiştiği, değişeceği yoktu, bütün günler birbirine benziyordu ve erkek yenilikten umu­dunu kesmişti.

Nası l ki kendisi de bu küçük köyde doğmuş büyü­müştü. Tepelerin ardında, ırmak kıyısındaki kasabaya git­mekten b a ş k a ömründe değişik bir şey yapmış, yeni bir şey görmüş değildi.

Her sabah kalktığında, karşısında aynı ufku çevrele­yen aynı tepelerden çember, her gün a k ş a m a dek aynı iş, gece olduğu zaman da yine ufku saran o tepeler, doğmuş olduğu aynı ev, çocukluğunda ana-babasıyla beraber yat­tığı aynı yatak. Büyüyünceye dek onlarla beraber yatmış­tı o yatakta da sonunda artık ayıp oluyor diye ona bir yer döşeği yapmışlardı.

İşte yine çocukluğunun yatağında şimdi kendi karısı ve çocuklar ıy la yatıyordu, yer döşeğine de ihtiyar anası geçmişti. Hep aynı yatak, aynı ev. Evin içinde de yeni bit şey yok sayılırdı, evlenirken alınan birkaç parça eşyadan

ANA F. : 3/33

b a ş k a : yeni bir çaydanl ık, yatak için yeni bir çarşaf, yeni bir mavi yorgan, yeni bir ş a m d a n , bir de duvardaki hücre için kâğıttan yapılma yeni bir Tanrı heykeli. Bir zenginlik tanrısıydı bu ve mavili, sarı l ı , kırmızılı giysileriyle güler yüzlü, sevimli bir dede olarak gösterilmişti ama, bu eve parayı ne getirmişti ne de getireceği vardı. Ne gezer! Evin erkeği çok kere gözü tanrıya kaydığı zaman, bu fukara gelmiş, fukara gidecek odaya gülerek baktığı için gizl ice lanet okurdu.

Bazen kasabada yapılan bir bayrama gidip dönüşün­de, ya da yağmurlu bir gün köyün küçük hanına gidip or-daki işsiz - güçsüzlerle biraz kumar oynadıktan sonra yine eninde sonunda bu ufacık eve, durmadan çocuk doğuran bu kadına döndüğü z a m a n erkek dehşet içinde kalarak düşünürdü ki yeryüzünde onun görüp göreceği işte budur: sabah kalkıp tarlaya gitmek, o tarla ki a n c a k küçük bir parçası kendilerinindl, büyük bölümünü uzak bir kentte keyif çatan bir mal SGhibinden kirayla tutuyorlardı... her Tanrının günü bu kendinin olmayan toprak üzerinde ç a b a ­layıp didinmek, kendi babasının da bir zamanlar yapmış olduğu gibi... eve gelip hep bu yavan yemekleri- yemek, topraktan aldığı ürünün en iyisini hiçbir zaman tadama-mak, çünkü ürünün en iyisini başkaları yesin diye satmak zorundaydılar... uyumak ve ertesi s a b a h yine aynı hayata gözlerini açmak.. .

Yaptığı harmanlar bile kendinin değildi, Hasattan o uzaktaki mal sahibine pay ayırdığı gibi, mal sahibinin ve­kili olan kasabal ıya da pay ayırıp ücret vermek vardı. Er-

- kek ne zaman mal sahibinin vekilini düşünse bütün cin­leri başına toplanırdı, çünkü bu kasabal ı tam kendinin özendiği gibi bir adamdı; yumuşacık ipekliler içinde; cildi beyaz ve düzgün, üzerinde, hafif iş görüp iyi yemek yiyen bütün kasabalı lardaki o rahat, cilalı gibi görünüş...

Buna benzer düşünceler kafasını sardığı zaman erkek pek huysuz olur ve kadınına, a n c a k bir kusurundan ötü­rü küfretmek için ağız açardı . Kadın da parlayıp karşıl ık verince onunla ağ ız k a v g a s ı n a tutuşmak erkeğe tuhof,

34

haince bir zevk verirdi; içini yetiştirirdi nedense. O y s a bu kavgalarda ç o k zaman baskın çıkan kadın olurdu. Onun öfkesi kocasınınkinden daha şiddetliydi. Ananın a n c a k ço­cuklara karşi duyduğu öfke çabuk geçerdi.

Erkekse öfkesini, ne y a p s a usun sürdüremez, çabu­c a k bundan da bıkar ve kendine b a ş k a bir uğraşı arardı. Kadını en çabuk çileden çıkaran şey ürkeğin çocuklar ın­dan birine vurması ya da ağlıyor diye azarlamasıydı. A n a buna dayanamaz, hemen erkeğine karşı gelirdi. Her z a ­man çocuklar hakl ı , erkek haksızdı sanki : Erkeği en çok kızdıran da buydu zaten, karısının çocukları ondan üstün tutması. Ya da adama öyle geliyordu.

İşte böyle günjerde, güzel geçeri ' bayramlar, şenlik günleri, bütün gün uyuduğu, uyuyamoyınca kumar oyna­dığı uzun, tembel kış ayları bile görünmezdi erkeğin g ö z ü ­ne. O y s a kumarı seviyordu, şansı da açıktı. Ne zaman oyuna otursa verdiğinden daha çok para alarak kalkardı ve pek rahat bir geçim yolu gibi gelirdi bu ona; insan tek başına o lsa da eline bakan bulunmasaydı...

Erkek kumar oyunundaki tehlikeyi, heyecanı, keyifli havayı, bakalım nasıl oynadı diye öteki erkeklerin birikip kendini seyretmelerini severdi. Parmakları gerçekten şansl ı ve hafifti, sabanla tırmık kullanmak bile sertleştir-memişti ellerini, çünkü henüz gençti, yirmi sekiz yaşın­daydı, hiçbir z a m a n gereğinden fazla çai ış ıp kendini çö-kertmemişti.

1 Ana ise çocuklarının babas> olan bu erkeğin içinden geçenleri bilmezdi. Oyunu sevdiğini bitir a m a , pek üstün­de durmazdı. Kumarda-^aybetmedikttin sonra oynasın, ne çıkardı? Hatta öteki kadınlar kendi erkeklerinden yanıp ya­kılarak, tarladan aldıkları üç kuruşun kumar masasında yitirilmesine s ız landıkça ana kendi kocasından yak ınacak bir durum olmadığı için bayağı bir gurur duyardı. Bazen bu kadınlardan biri :

»— «Şu benim erkekeegizim do senin o güzel adamın gibi olaydı, kadın kardeş! Senihkinin parmaklarında bü­yü var, sanki . Kumar masasındaki paralar sanki kendili-

35

ğ'ınden onun ellerine akıyor sanırsın! Kısmetli kadınsın, doğrusu, kadın kardeş,» dediği zaman genç kadın hoşnut kalarak gülümserdi. Ve kocasına kumardan ötürü pek çat­maz, a n c a k bazen b a ş k a bir kusurunu bahane eder, söy­lenirdi.

Erkeği tarlada da kendisi gibi saatlerce durup dinlen­meden iş işleyemezdi. A n a o an dilini tutamayıp ileri geri söylense bile asl ında erkeğine bu yüzden de pek s u ç bul­mazdı. Erkek kısmının kadın gibi iş göremeyeceğini, içle­rinde ömür boyu birer ç o c u k yüreği taşıdıklarını ana bi­lirdi. Onun tırmığını bir yana atıp tarla kıyısındaki keçi yo­lunun çimenleri üzerine uzanarak bir, iki saat uyuduğu sırada kendisi hiç ara vermeden ça l ışmaya artık al ışmış­tı. İçinden kocasını seviyordu da ondan. Gelgelelim, ko­nuşurken azarlar gibi dik konuşmak onun huyuydu. Böyle konuştuğu zamanlarda da erkek:

— «Canım isterse uyurum işte,» diye cevap verir­

di. «Kendimi besleyecek kadar iş işledim ya!»

O zaman kadın d a : «Ya, çocuklarımız yok mu, onlar

için çal ışmak her ikimizin de boynunun borcu değil mi?»

diyebilirdi.

A m a , bunu hiçbir zaman dememişti; işin doğrusu şu ki o çocuklar sanki ilk baştan beri ya ln ızca, ama yalnızca analarınındı. Erkek onlara karşı o derece ilgisizdi.

Bazen de öyle zamanlar olurdu ki kadının öfkesi ol­duğu gibi başına sıçrar, o z a m a n dik ve azarl ı konuşmak­tan da ileri giderdi. Her mevsim bir iki kez anayı ta yü­reğinden vuracak bir şey olur ve diline her zamankinden b a ş k a bir zehir katardı. Örneğin erkek pazar yerine lahana satmaya gidip de parasıyla entipüften, işe yaramaz bir şey aldığı, ya da bayramdan seyrandan gayri günlerde sar­hoş olduğu zamanlar kadın öyle bir kızardı ki içinden onu sevdiğini bile unutacak durumlara gelirdi. Hem de öyle­sine derin, ateşli bir öfkeydi ki bu, için için yanar ve işle­nen suçtan saatlerce sonra patlak verirdi ki, erkek o z a ­mana değin olup biteni yarı unutmuş olurdu. Hoşuna git-

16

meyen şeyleri çarçabuk unutuvermek huyu vardı. A m a , kadın içinden böyle kabaran öfkeye bir türlü gem vuramaz, patlak vermesinin önüne geçemezdi.

»

İşte sonbaharda böyle bir gün evin erkeği k a s a b a d a n

parmağında altın bir yüzükle döndü. D a h a doğrusu yü­

züğün al l ın olduğunu o söylüyordu... 1

Yüzüğü görünce ananın başına kan sıçradı ve kadın

en hırçın, en öfkeli sesiyle haykırdı:

— «Ah, sen, üstüne düşen yükü taşımaya razı o la­madın bir türlü! Elimizdeki üç kuruşla sen git küçük par­mağına t a k a c a k bir yüzük a l ! Namuslu bir fukara köylü­nün parmağında yüzüğün ne işi var? Zengin kısmı y a p s a kimse bir şey demez, a m a , fukara yaptığında kim iyi an­lama çeker? Altınmış bir de, sözüm ona! Mangırla altın yüzük alındığı da nerde duyulmuş ki?»

Bunun üzerine erkek de o kırmızı dudaklarını büke­

rek, a n a s ı n a başkaldıran bir ç o c u k gibi ona bağırdı:

— «Altın işte, gerçek altın! Bir zenginin evinden ç a ­lınmış, satan a d a m söyledi. Yolda yürürken giz l ice g ö s ­terdi bana, ceketinin içine saklamışt ı . Yanımdan geçerken bana şöyle bir gösterdi...»

Ana alayla dudak büktü:

— «Elbet gösterir! Senin nasıl saf bir köylü parçası olduğunu bildi, kandırdı işte! İlle altın da o lsa, bir gün ka­s a b a d a senin parmağında bu yüzüğü görürler, hırsız di­ye z indana atarlar... O z a m a n biz seni hangi parayla kur­tarırız? Zindanda seni hangi parayla besleriz biz? Ver b a ­kalım gerçekten altın mıymış?»

A m a , erkek yüzüğü ona vermedi. Hırçın çocuklar gibi başını sal ladı ya ln ızca, o zaman da kadının d a y a n a c a k sabrı kalmadı. Erkeğin üstüne atıldı, o güzel , düzgün yü­zünü tırmaladı; öyle bir tartakladı ki adam afalladı kaldı. Yüzüğü parmağından hem kadını hor gören, hem de biraz korkak bir tavırla koparırcasına çıkardı.

37

— «Al bakalım, hadi, a! işte!» diye bağırdı. «Bilmez miyim sanki, yüzüğü senin parmağına değil kendime a l ­dım diye bu öfke!»

A n a bu kez yeniden köpürdü, çünkü bu sözleri duyun­ca erkeğinin doğru söylediğini anlayıp şaşmışt ı . Evet, er­keğinin bunca yıldır, b a ş k a adamlar gibi karısının kula­ğına ya da parmağına t a k a c a k bir ziynet alıp getirmeyişi. ananın içinde gizli bir sızıydı. Y ü z ü ğ ü görünce de bunu düşünmüştü. Gözleri erkeğinin yüzüne bakakaldı. Erkek de kendi kendine ve kör tclihlna ağlayan bir sesle:

— «Bana zaten en ufak bir şeyi c o k görürsün,» diye söylendi. «Yok, kazandığımızın hepsi doğurduğun o piç kurularının boğazına gitsin istersin!»

Şimdi gerçekten ağlamaya başlamıştı. Gidip kendini yatağın üstüne attı. Kar ıs ına nispet, sasl i sesl i , içini çeke çeke ağlıyordu. Deminki kavgayı büyük bir korkuyla sey­retmiş olan nine hemen oğlunun yanına koştu ve ağlamak­tan hasta olmasın diye yatıştırmaya çal ışt ı . Bir yandan da, b a ş k a zaman pek sevdiği gelinine düşman düşman ba­kıyordu. Babalarının ağladığını görünce çocuklar da a ğ l a ­maya başlomışlardı. Anaları sert ve haşin görünüyordu gözlerine şu anda.

A m a , annenin öfkesi henüz geçmiş değiidi. Yüzüğü erkeğin parmağından çekip kopararak dişledi. Her ihtima­le karşı emin olmak istiyordu, belki de erkeğin dediği gibi gerçekten a l r a s a iyi bir paraya satabilirlerdi. Çal ınmış eşyanın bazen ucuza satıldığı doğruydu a m a , ne olsa er­keğin dediği kadar ucuza da olmazdı. Beri yarıdan adam korkusundan yalan söylemiş, aldığından ucuz göstermiş de olabilirdi.

Is ınnca yüzüğün madeni ananın s a ğ l a m beyaz dişle­rine taş gibi geldi. Kat ıksız a ibn o l s a biraz yumuşaklığı hissedilirdi. Bunun üzerine ona yeniden öfkelenerek-.

-~ «Katıksız altın oîsa dişe yumuşak gelmez mi?» di­ye haykırdı. «Buz gibi pirinç işte, kaskat ı bir şeyi» Yüzüğü biraz, kemirdi ve ç ıkan azıc ık altın bulaşımmı yere tüküre-rek, «Al bak,» dedi. «Kaplaması bile uydurma!»

38

Erkeğinin böyle çocuk gibi dolandırılmış olduğunu dü­şünmeye dayanamıyordu. Onun yüzüne bakmamak için çıktı, tarlada çal ışmaya gitti. Yüreği öyle bir katılmıştı ki ne a ğ l a ş a n çocuklarını gözü görüyor, ne de kocakarının: «Ben gençliğimde kocamın gönlü hoş olsun İsterdim; ka­dın kısmı erkeğinin böyle ufak tefek zevklerine göz yum-malı...» diye söylenen tasal ı , titrek sesi kulağına diriyor­du. Hiçbir şey dinleyip de öfkesini yatıştıracak durumu yok­tu şu sırada.

A m a , tarlada azıcık iş işledikten sonra yumuşak güz rüzgârı yüreğine dolmaya, kendi de farkında olmadan öf­kesinin ateşini a lmaya başladı. Dökülen yapraklar, yaz yeşil i solmuş boz yamaçlar, güneye g ö ç eden yaban kaz­larının uzak çağr ıs ı , durgun uzanan toprak ve sona ermek üzere olan yılın bütün o yumuşak hüznü kadının haberi olmadan yüreğine girdi ve ona yine eski sevgi dolu duy­gularını kazandırdı. Eliyle o yumuşak sürülmüş toprağa kış buğdayını serperken içi en sonunda yatıştı. Erkeğini asl ında pek sevdiği akl ına geldi. Erkeğinin yüzü gözleri­nin önünde canlanıp içini burktu ve ana kendi kendine pişmanlıkla:

— «Bu a k ş a m sofrasına sevdiği bir yemek koyayım,» diye düşündü. «Kim bilir belki de bu derece kızmak aşırıy­dı , az ıc ık bir para harcadı diye.»

O zaman da nasıl acele edeceğini, nasıl evine dönüp yemeği yapıp da, erkeğine öfkesinin geçtiğini bir an önce nasıl göstereceğini bilemedi.

Gelgelelim eve döndüğünde adam hâlâ yatakta, kız­

gın yatıyor, başını duvara dönmüş, hiç laf etmiyordu. Ana

yemeği pişirdi, gölden tuttuğu birkaç karidesi de, adamın

sevdiği gibi, içine kattı. A m a , yine de çağırdığı zaman er­

kek kalkıp yemeğe gelmedi. Hasta gibi ölgün bir sesle:

— «Doğru söylüyorum; yemek yiyecek gücüm yok,»

dedi. «Lanetinle iflahımı kestin sen benim.»

Ana b a ş k a c a sesini ç ıkarmadan yemek tasını bir ya­na kaldırdı ve kendi işine koyuldu. Dudaklarını sımsıkı kıs­mıştı. Oğlunu yemek yesin diye kandırmaya çal ışan koca-

39

karının lafına da karışmadı. Bütün öfkesi geri gelmişti. Bir a r a sarı köpek karnı acık ıp ayaklarına dolanınca a n a mut­f a ğ a girdi ve erkeğine hazırladığı yemeği gördü:

— «Tamam öyleyse, ben de köpeğe veririm,» diye söylendi.

Ama. yine de içi razı gelmedi. Ne o l s a erkeklerin ağ­zına layık aştı bu. ziyan edilecek şey değildi. A n a yemek ta­sını duvardaki oyuğa koydu, bir topak bayat hoşlanmış pirinç bulup köpeğe onu verdi. Kendi kendine de öfkesi­nin hâlâ geçmemiş olduğunu söylüyordu.

A m a , geceleyin yatağa yatıp da karanlıkta çocuk la­rını bir yanında, erkeğini öbür yanında bulunca öfkesi ta­mamen geçti, gitti. O zaman a n a y a öyle geldi ki bu erkek de onun bir çocuğundan b a ş k a bir şey değildir ve evdeki bütün öteki canlar gibi erkeği de kendi eline bakmakta­dır; kendi kanadının altına sığınmıştır.

Ertesi sabah ana yataktan yatışmış ve yumuşamış olarak kalktı. Herkesin karnını doyurduktan sonra gitti, kalksın diye erkeğine yalvardı. Erkek karısını böyle yumu­ş a k görünce, hasta yatağından kalkar gibi y a v a ş yavaş doğruldu. Kadının bir a k ş a m önce hazırladığı yemeğin ön­ce birazını yedi, sonra hepsini birden bitirdi, çünkü ger­çekten pek sevdiği bir yemekti bu.

C a n ı çal ışmak istemiyordu. Ana, tarlaya giderken o kapı önünde, güneşe bir iskemle koyup oturdu ve yorgun yorgun başını sal layarak:

— «İçimde bir bitkinlik var. yüreğimin ucu sızım s ı ­

zım sızlıyor; dinleneceğim bugün,» dedi Ana da onun bu durumunu görünce bir gün önce ona

o kadar çatmakta haks ız olduğunu düşündü. Öfkesine piş­man olarak:

— «Dinlen öyleyse,» diye erkeğini avuttu ve kendisi yoluna gitti.

Ama, kadın gittikten sonra erkek evde rahat edeme­di. Anasının kapanmak bilmeyen çenesi de bıktırdı onu. çünkü kocakarı oğlu bütün gün oturup onunla çene ç a ­lacak diye pek keyiflenmişti. Oturduğu yerden ihtiyarı din-

40

leyip çocuklarının oyununu seyretmek erkeğin canını sıktı. «Canım biraz s ıcak cay istiyor.» diye söylenerek yerinden kalktı ve sokağın aşağıs ında, beşinci emmi oğlunun işlet­tiği hana gitti.

Handa oturmuş cay içerek konuşan b a ş k a erkekler de vardı. Hanın önüne bir tente gerilmiş, gelip geçen yol­cuları çekmek için masalar yol üstüne kurulmuştu. Böyle yabancı bir yolcu düştüğü zaman insan dünyadaki garip şeyler üstüne birkaç öykü dinlerdi. Hatta bazen bir saz şairinin bile uğrayıp masal anlattığı olurdu. S iz in anlaya­cağınız cıvı l cıvıl bir yerdi bu han.

Ne var ki erkek yolda giderken tarladan evine yeme­ğe dönen ağırbaşl ı emmi oğluna rastladı. Bu adam kahval­tıdan önce, şafak la birlikte gidip de bir boy tarlada çal ış­mıştı. Erkeği görünce:

— «İşe gitmediğine göre yolun nereye?» diye sordu. Erkek yakınan, ölgün bir sesle cevap verdi : — «Bizim kadın olmayacak bir şey yüzünden lanet

okuyup hasta etti beni. Yaranılmıyor ona. Öyle bir azar­ladı ki beni, geceleyin hasta oldum. Bu kez de korktu, bu­gün otur. dinlen, dedi. Ben de karnımın içini yatıştırsın di­ye gidip biraz s ı c a k s ıcak ç a y içeyim, dedim.»

Emmi oğlu yere tükürdü ve bir şey demeden geçti,

gitti. Yaratı l ıştan sess iz bir adamdı. İyice zorunlu değilse

konuşmaz, akl ından geçenleri kendine saklardı.

* s »

İşte böyle... genç erkek hayatından hoşnut değildi. Ömrünce yeni bir şey göremeyeceğini, günlerin bu değiş­mez çarkının yı l larca, sonunda ihtiyarlayıp ölünceye de­ğin dönüp duracağını bilmek, dayanı lmaz bir şey gibi ge­liyordu ona. Hele hana uğrayan yolcular ona tepelerin ardındaki uzak yerlerle ilgili tuhaf, akı l lara durgunluk ve­rici şeyler anlatt ıkça kendi kaderine katlanmak erkeğe büsbütün g ü ç geliyordu. Bu yolcular tepelerin ardında, ır­mağın denizle birleştiği yerde, kocaman bir kent kurulu

41

olduğunu söylüyorlardı. Bu kent türlü renkte, türlü c ins­te insanlarla doluymuş, az çal ışıp çok para kazanmak ko-laymış, her köşede kumarhaneler ve her kumarhanede g ü ­zel şarkıcı kızlar varmış; köydeki erkeklerin ömürlerinde görmedikleri, ömür boyu da göremeyecekleri güzellikte kızlar...

Görülmedik şeylerle doluymuş bu kent... Döven yeri gibi dümdüz sokaklar, her çeşit a r a b a , d a ğ gibi yüksek evler ve öylesine dükkânlar ki, pencereleri gemilerle de­nizlerin ardından, dünyanın dört bir köşesinden gelen e ş ­yalar la dopdolu. İnsan ömrü boyunca bu dükkânlardaki mallara b a k s a yine bakmakla bitiremezmiş. Bu kentte ne­fis yiyecekler, bolluk da varmış. Bal ıklar, deniz hayvanları, her şey.. . İnsan karnını doyurduktan sonra kocaman seyir yerlerinden birine girer otururmuş. Buralarda her türlü

.seyir varmış, cani ıs ı , resimlisi... Kimi öyle bir gülünçlüy-müş ki kahkahadan adamın göbeği çatlarmış. Kimi g a ­rip ve korkunç, kimi de nükteli, açık s a ç ı k şeylermiş. Ama. bütün bunların arasında en acayip şey, kentin sokaklar ı­nın geceleyin de gündüz gibi aydınlık olmasıymış. S o k a k ­ları aydınlatan lambalar öyle elle yapı lan, ateşle yakı lan cinsinden değilmiş de. göklerden al ınan bir çeşit saf ışık­la kendiliğinden parlar dururmuş.

Bazı zaman erkek handa yabancı biriyle kumar oy­nadığı s ırada, bu küçük taşra köyünde böyle usta bir oyun­cuya rastlayışına ş a ş a n yolcu:

— «Efendi kardeş, kalıbımı basarım kentliler gibi oy-nuyorsun sen.» derdi. «Kentte hangi kumar yerine gitsen kendini gösterirsin!»

Erkek böylesi lafları duyunca kendi kendine gülüm­ser, sonra ciddilikle:

— «Sahi mi söylüyorsun, kardeşim?» diye sorardı. İçinden de küçümsemeyle özlemin karıştığı düşünce­

ler geçerdi:

«Doğru y a . bu c a n sıkıntılı cehennemin kovuğunda bana karşı ç ıkmaya kimsenin cesareti kalmadı. K a s a b a d a bile kasabal ı lar la bal 1 gibi b a ş a çıkıyorum.»

42

Bunları düşündükçe nefret ettiği bu toprak üstündeki t ıayatı bırakıp gitmek isteği daha da şiddetlenirdi.

Ç o k z a m a n elindeki beli isteksiz isteksiz toprağa sap­layıp çıkarırken, kendi kendine söylenirdi:

— «Gencim, yakışıkl ıyım, parmaklarım ş a n s dolu, gelgelelim sımsıkı bağlıyım şu tarlaya. Gördüğüm hop şu yuvarlak gökyüzünden ibaret. Yağmur da y a ğ s a , güneş de a ç s a hep o gök. Hep o ev, evde aynı kadın, birbiri ardına bir sürü çocuk, hepsinde de aynı ağlama, aynı zır lama. Hepsini ha babam besle de besle. Onları besleyeceğim diye kendi tatlı canıma kıymak, ömrümde hoşuma giden bir tek şen, şakrak yön bulamamak günah değil mi?»

A n a son doğumunu yaptıktan sonra, bir çocuğun ar­

dından hemen bir b a ş k a s ı n a gebe kalmış, çok doğuruyor

diye erkeği ona büsbütün içerler, somurtur olmuştu. Gerçi

biliyordu ki bu kadın için övünülecek bir şeydir, yerinile­

c e k değil. Bir kadın a n c a k kısır ç ıkarsa kocasının yakın»

maya hakkı vardır; yoksa mevsiminde doğum yaptığı için

deği l ; hele ç o ğ u zaman oğlan doğurursa.. . Ama, şu günlerde erkeğin kimseye hakkını verecek

g ü c ü yoktu. Birçok yönlerden daha delikanlı gibiydi ve yörenin geleneği gereğince karısından da iki y a ş kadar küçüktü. İçi ateş dolu, başında kavak yelleri esiyordu he­nüz. İki oğlan babası olmak vız geliyordu ona. Aklı fikri eğlencede, değişik şeyler görmekte ve uzak yerlerde keyif sürmekteydi.

Gerçekten de tanrıların keyif, eğlence için yaratmış olduğu bir varlıktı. Uzun boylu değildi ama, biçimli, dinç, kıvrak ve gözü okşayıcıydı; kemikleri incecik incecikti. Yü­zü de pek güzeldi. Gözleri ışıl ışıl, kapkaraydı ve somurt­madığı zamanlar için için gülerdi. Kendine uygun arkadaş topluluğu buldu mu hemen yeni bir türkü bulup söylerdi; hazırcevap ve şakacıydı d a . Onun ilk bakışta düz geldiği halde gizli anlam ve kaba imalarla dolu laflar etmesine Köylüler bayılırlardı. K ı s a c a s ı şarkılarıyla, latifeleriyle ko-

43

CÜ bir kalabalığı kahkahaya boğmasını bilir ve kendini erkeklere de kadınlara da sevdirirdi.

Çevresindekilerin güldüklerini duyduğu zaman onları etkileyebildi diye sevinçten yüreği ağz ına gelirdi. S o n r a evine dönüp de kadınının gülmeyen yüzünü, tıkız yapısını görünce: «Tek bu kadındır benim ne yaman adam olduğu­mu bilmeyen!» diye düşünürdü. Öyle ya, onu övmeyen yal­nızca kendi kadını vardı. Beri yandan kendisi de evinde latife yapmaz, çocuklarıyla bile pek seyrek oynardı. Bütün neşesini, latifelerini, sevimli hallerini yabancı lara ve ken­di evinden olmayanlara saklıyor gibiydi.

Bupun kadın da farkındaydı. Öteki kadınlar bazen: — «Ah, şu senin erkeğin yok mu, bacı,» diye gülü-

şürlerdi, «vallahi dilleri sahne oyunu gibi tatlı, hele o kıv­rak halleri, şen bakışları...»

A n a ciddi ciddi: «Öyledir, gerçekten şen adamdır bi­zimki,» diye cevap verir, sonra içinin sızısını gösterme­mek için b a ş k a şeylerden söz açardı . Ç ü n k ü için için s e ­viyordu erkeğini ve onun kendisiyle bir aradayken hiçbir zaman neşelenmediğini biliyordu.

* *.=»

Ananın dördüncü doğumunu yaptığından sonraki yaz, karı-koca o zamana dek aralarında görülmedik derecede şiddetli bir k a v g a ettiler. Yeniyılın altıncı ayına rastlayan bir gündü. Y a z başında öyle bir gün ki hangi erkeğin o l s a başını döndürecek yepyeni zevkler, sefalar la ilgili düşün­celer verecek kadar güzel! Erkek de bütün sabah saat­lerini, düş kurarak geçirmişti. Hava gevşetici . yumuşak, s ı c a k ; yapraklarla otlar taptaze yeşil, gökyüzü desen öy­le parlak ve derin bir mavilikteydi ki çal ışabil irsen çal ış! Yatıp uyumanın da yolu yoktu, çünkü tam sıcaklar henüz bastırmamış, ortalık cıvıl cıvıl hayatla kaynaşıyordu. K u ş ­lar bile durup dinlenmeden ötüp cıvı ldaşıp duruyorlardı ve tatlı bir rüzgâr insanla eğlenircesine, tepelerden kâh sar ı zambak, kâh yabani mor salkım kokusu getiriyordu. S o n ­ra gökyüzüne doğru esip o k o c a , kar gibi bembeyaz bu-

44

Jut kümelerini kâh toplayıp kâh dağıtıyordu. Ve bulutlar ışıltılı gökyüzünde uçuştukça tepelerle vadileri pek az görülen bir ışık-gölge oyununa tutuyor, ortalığı kâh aydın­latıp kâh gölgeye boğuyorlardı. İnsanın kanını kaynatan bir gündü bu, çal ış ı lmayacak kadar hafif ve oynak, insa­nın aklını, fikrini dağıtan bir gün.

O l a c a k iş ya, bu parlak günün öğle üzeri köye yazlık k u m a ş satan bir satıcı geldi. Sırtında taşıdığı kocaman ç ı ­kının içinde bir sürü kumaş vardı, her renkten, her cinsten, hatta bazıiarı çiçekliydi bile! Ve adam yürüdükçe:

— «Kumaşlarım var, iyi parçalarım var!» diye bağı­rıyordu.

Bu sırada a n a , erkeği, çocukları ve yaşl ı nine avluda­ki söğüt ağaçlar ının altında öğle yemeklerini yiyorlardı. Onları görünce satıcı durdu:

— «Kumaşlara bir bakmak ister misiniz, hanım ana?» diye sordu.

A n a : «Kumaşa verecek paramız yok ki,» diye cevap verdi. «Biz a lsak a lsak şu bebecik için bir parça ucuz bez alabiliriz; hepsi o. Bizim gibi fakir fukara çiftçi kısmının parası türlü türlü giysi ya da kumaş almaya elvermez. B iz a n c a çıplak kalmamak için giyinebiliriz.»

Kocakar ı da lafa kar ışmasa olmaz! O tiz ihtiyar sesiy­le:

— «Gelinimin hakkı var,» diye söylendi. «Zaten şim­diki zamanın kumaşlarında bile hayır kalmamış, bir iki kez yıkadın mı paralanıverlyor. O y s a benim gençliğimde ni­nemin yeldirmesini giyerdim, evlenlnceye değin de dayan­dı. O zaman gururumuza yediremeyip yenisini yaptık, yok­sa eskisi daha pek güzel giyilirdi. O y s a bak şu sırtımda­ki kefenlik hırkalarının ikincisi. Handiyse bu da eskiyecek, üçüncüsünü dikmek gerekecek. Şu zamanın bezleri o de­rece çürük, dayanıksız...»

Bezirgan, müşteri kokusu almış, yanaşmıştı. C o ğ u be­

zirganlar gibi pek terbiyeli, uysal tavırlı, insanın suyuna

gitmesini bilen bir adamdı. Anaya dil döktü, ihtiyara da

tatlı bir laf söyledi.

45

— '«Koconine, bir bak heie. öyle kumaşlarım var ki sizin eski günlerdeki kumaşlara taş çıkartır. En küçük to­rununa da pek y a r a ş a c a k , doğrusu. B a k , hanım ana, şu küçük parça. Bugün büyük bir köyden geçerken zengin karısının biri topun çoğunu tek oğluna elbiselik aldı. Yeni top açtığım için ondan kumaşın fiyatını tam istedim. A m a , elimde şu kadarcık bir parça kaldı, hanım ana. Onu da şu nur topu gibi oğlanın hatırı için sana zarar ına vereceğim, inan!»

Bu sözleri ard arda bir nefeste söyleyedursun, satıcı bohçasından pek güzel bir parça çıkarmıştı. Çimen yeşili yer üzerine büyük kırmızı çiçekl i bir kumaş.

Kocakar ı hayran hayran: «Ay!» diye mırıldandı, çün­kü kendi yarı kör gözleri bile kumaşın canlı renklerini iyi­ce seçebilmişti. Ana ise parçayı görür görmez adeta âşık oldu. Kucağındaki ç o c u ğ a baktı. Bebeciğin, göbeğindeki pis bir paçavra parçasından b a ş k a sırtı çıplaktı. O y s a tombul, tosun gibi oğlandı, üç çocuğunun içinde en g ü ­zeli oydu ve babasına pek benziyordu. Şu çiçekli kumaş ona kim bilir ne yaraşırdı! Bütün bunlar ananın içinden geçt i , yüreği erir gibi oldu ve kendini tutmak istediği hal­de tutamayarak :

— « K a ç a olur bakalım?» diye sordu. «Ama, ne o l s a alamam. Şu çocuklar la ihtiyarı doyurup mal sahibine kira vermeye paramız g ü ç yetişiyor. Zengin karılarının tek oğ­lanlarına aldıkları kumaş bize yaraşmaz.»

Bu sözleri duyan ihtiyarın içine bir üzgünlük çökmüş­tü. K ı z çocuğu yerinden kalktı ve hasta gözleriyle kumaşı görebilmek için yüzünü iyice yaklaştırarak baktı. Büyük oğlan hiç umursamadan yemeğini yiyor, babası da kayıt­sız bir türkü tutturmuş oturuyordu.

Şimdi bezirgan sesini iyice alçaltmış, tatlılaştırmıştı. Kumaşı bebecikten yana şöyle bir tuttu ama, kirlenmesin diye pek yaklaşt ırmomaya da dikkat etti. Yarı fısıltı gibi bir sesle:

— «Böyle bez, böyle renk, bu sağlamlık,» diye üste­ledi. «Elimden çok parça geçti benim a m a , böylesin! daha

46

görmedim! Kendimin bir oğlu olsaydı vallahi bunu satmaz

ona saklardım a m a , ne yaparsın ki bizim kadın kısır, bana

çocuk verdiği vereceği yok; ne diye böyle güzelim malı

ona verip z iyan edeyim?»

ihtiyar nine bezirganın sözlerini c a n kulağıyla dinli­yordu. Karısının kısır olduğunu duyunca pek ilgilendi, he­men lafa karıştı:

— « A a , pek yazık ayol, as lan gibi de erkeksin! G e n ç bir kız a lsan da talihini bir kez daha denesen y a ! Hep derim ben, erkek kısmı en a ş a ğ ı üç kadın denemeli ki ek­sikliğin kimde olduğu ortaya çıksın...»

Ana dinlemiyordu. Dalgın ve düşünceliydi, iradesi git­gide kırılıyordu. Kucağındaki güzel bebeciğin kumral teni­ne kırmızı yanaklar ına bu kumaş öyle güzel yaraşmıştı ki sonunda ana daha fazla kendini tutamayarak:

— «En son k a ç a olur onu söyle, çünkü kesemiz hiç uygun değil,» dedi.

O zaman satıcı bir fiyat söyledi. Hiç de yüksek de­ğildi. Ana onun daha pahalı söyleyeceğini sanmıştı. Yü­reği sevinçten titredi a m a , ciddiliğini bozmadan, başını ol­maz diye sal ladı ve pazarlıkta gelenek olduğu üzere, ada­mın istediği fiyatın yarısını verdi. Bu öyle az bir paraydı ki bezirgan kumaş parçasını hemen geri çekip çıkınına koydu ve kalkıp gidecekmiş gibi yaptı. Bunun üzerine ana biraz daha yüksek fiyat söyledi, böylece karşılıklı çekiş­meye başladılar. Bezirgan birkaç kez daha kalkıp gide­cekmiş gibi yaptıktan sonra çıkınını yine yere koyup ku­maş parçasını ortaya çıkardı ve sonunda, iîk istediğin­den biraz daha az fiyata razı oldu. Ana da içerdeki balçık duvarın bir oyuğunda sakladığı yerden parayı a lmaya gitti.

Bütün bunlar olup biterken evin erkeği tembel tem­

bel oturuyor ve yavaş sesle şarkı söylüyordu. Arasıra,

her yemekten sonra yaptığı gibi s ıcak su içmek için şar­

kısını kesiyorsa da, anayla bezirganın pazarl ığına hiç ka­

rışmıyordu.

47

Ama, bezirgan şeytan gibi bir adamdı, her fırsattan yararlanmak isterdi. Şimdi de çıkınından bir p a r ç a daha kumaş çıkardı ve erkeğe hiç aldırış etmez gibi bir tavır­la, öteki topların üzerine şöyle bir serdi. Ham ipekten bir kumaştı bu, yaz s ıcağında insanın tenini nasıl serin tuta­c a ğ ı besbelliydi, rengi de gökyüzü gibiydi, öyle duru, öyle mavi...

Bezirgan, erkekten yana, a c a b a gördü mü diye gizli­ce bir baktı, sonra yan gülerekten:

— «Yazlık urba aldın mı bu yıl kendine, efendi kar­deş?» diye sordu. «Henüz almadıysan işte tam s a n a göre bir parça, hem de fiyat bakımından, yemin ederim, ka­s a b a dükkânlarında bu kumaşı dünyada böyle ucuza ala­mazsın.»

Erkek, yok, der gibilerden başını sal ladı. A m a , o hay­laz, güzel yüzüne pısırık bir bakış gelmişti. Acı a c ı :

— «Bu evde benim kendime bir iğne a lacak gücüm

yok,» diye söylendi. «İşten başka bir şey yok benim yaz­

gımda! Ben çal ışt ıkça doyuracak boğaz artıyor, bana da

daha çok iş işlemek düşüyor.»

Gezgin satıcı çok köy, çok k a s a b a dolaşmıştı, insa­nın huyunu gözünden okumak onun mesleği gereğiydi. Bu g e n ç erkeğin de keyif düşkünü olduğunu, hayatın yü­künü vakitsiz yüklenmiş bir delikanlıya benzediğini bir bakışta anladı. Hemen tatlı, anlayışl ı bir tavır takındı:

— «İşinin ağır, kazancının az olduğu belli, a kardeş,»

dedi. «Güzelliğinden de anlıyorum ki bu zor hayat sana

göre değil. Ama, yeni bir giysi yapın, bak göreceksin, ne

yaman ilaçtır, insanın yüreğini serinletir. Yeni bir yazlık

urba yapınmak erkek kısmı için en büyük zevktir. Böyle

bir kumaşı sırtına geçir ip o parmağındaki yüzüğü parlat­

tın mı, saçını da biraz yağla taradın mı, kalıbımı basarım

sen en kibar kasabal ı erkeklere bile taş çıkartırsn!»

Doğrusu bu lakırdılar erkeğin pek hoşuna gitmişti.

Biraz aptal bir bakış la keyifli keyifli güldü, sonra ken­

dini toplayarak ciddileşti. \

43

— «Ömrümde bir kere de kendime yeni bîr urba y a ­pınmaya hakkım yok mu yani? Bütün kazancımız birbiri ardına gelen şu piçlere gidiyor. Ömrümün sonuna değin böyle pılı-pırtı içinde mi gezeceğim yani?»

Hemen eğilip kumaşı parmaklarıyla yoklamaya baş­ladı. K o c a k a r ı da şimdi heyecanlanmıştı.

— «Pek güzel bir parça, oğul.» diye lafa karıştı. «Ye­ni urba y a p ı n a c a k s a n bundan iyisini bulamazsın. Bir z a ­manlar, hâlâ aklımdadır, senin babanın da böyle güzel ma­vi bir urbası vardı. Evlendiğimiz z a m a n mıydı a c a b a ? A m a , yok, düğünümüz kışın olduydu. Beni öylesine bir ak­sırık tuttuydu da herkes gelin kızın a k s ı n p durmasına güldüydü...»

A m a , oğlu onu dinlemeyerek birden, boğuk bir ses le:

«Bundan bir urba k a ç a çıkar?» diye sordu.

T a m satıcı kumaşın fiyatını söylerken ana elinde öte­

ki parçanın parasıyla çıkageldi ve olup biteni görünce

telaşa kapılarak:

— «Daha fazla verecek paramız yok ki!» diye bağırdı.

Onun bu bağırışı erkeğin yüreğini katılttı sanki . İnatla:

— «Kim ne derse desin, ben bu kumaştan bir urba yapınacağım! Hem öyle hoşuma gitti ki parçayı hemen kestireceğim,» diye direndi. «Evde üç tane gümüş para­mız olduğunu bal gibi biliyorum.»

Bu üç parça gümüş paranın değeri büyüktü. Bunları evlenecekleri zaman kızın anası vermişti. Genç gelin g ü ­müşleri k o c a evine çeyiziyle getirmişti. En değerli mül­küydü bu paralar. O gün bu gündür ne denli darda k a ­lırsa kalsın onları harcamaya kıyamamıştı. Kocakarıy ı ölecek sanıp tabut yaptırdıkları z a m a n bile borç a lmış, harç almış, ille gümüşlerine ilişmemişti. Üç gümüş paraya sahip olduğunu bilmek ananın içine her zaman bir rahat­lık verirdi. Bir gün hiç çaresiz kaldıklarında bir s a v a ş ya da kıtlık olursa, elleri büsbütün kuruyacak olursa bir d a ­yanakları var demekti. Bu üç para duvarın oyuğunda dur-

'MA F. : 4/49

d u k ç a ana hiç o lmazsa bir süre açl ıktan ölmeyeceklerini bilirdi. Onun için hemen:

— «O gümüşleri harcayamayız!» diye bağırdı.

A m a , erkek g a z a b a gelerek kuş gibi yerinden fırladı ve onu itip geçtiği gibi içeri koştu; hemen duvardaki oyuğa gidip gümüşleri aldı. Kadın da onun arkasından koşmuş, onu kavramış, tutmaya çalışıyordu. A m a , erke­ğin çevikliğiyie b a ş a ç ıkamazdı ! Erkek onu si lkip attı; kadın kucağında ç o c u ğ u y l a yere yığıldı kaldı. K o c a s ı :

— «Altı arşın kes bakalım, yarım arşın da m a k a s p a ­yı bırak!» diye bağırarak dışarı koştu.

Sat ıc ı hemen kumaşı kesti, gümüşleri de alıp cebine indirdi. Gerçi para kendi istemiş olduğu fiyatın xbiraz a ş a -ğısındaydı ama, satıcı kumaşını bir an önce satarak çıkıp gitmekte acele ediyordu.

A n a en sonunda düştüğü yerden kalkıp da dışarı ç ık­tığı zaman, bezirgan gitmiş, gümüşler uçmuş, erkekse sö­ğüdün yeşil gölgesinde, ellerinde parlak mavi k u m a ş par­çasıy la, öylece duruyordu.

Kocakarı biraz önceki yaygaradan ürkmüştü. Gel i­ninin dışarı çıktığını görünce yüksek, tiz bir sesle konuş­maya başladı :

— «Mavisi pek tatlı, oğul ; parası da ç o k değil. Sırtın ipek yüzü görmeyeli kim bilir k a ç y a z oluyor...»

Gelgelelim erkek onu dinlemiyor, kötü kötü karısın­dan yana bakıyordu. Yüzü mosmor kesilmişti. Öfkesinin verdiği cesaretle:

— «Urbamı sen mi y a p a c a k s ı n , y o k s a , b a ş k a bir k a ­dına götürüp parayla yaptırayım d a , kendi karım yapmı­yor mu, diyeyim?» diye haykırdı.

Ana hiçbir şey demedi. Y ine her zamanki iskemlesi­ne oturdu. Biraz önce erkeğin itip düşürmesi onu çok sars­mıştı. Yüzü hâlâ sapsarıydı ve hiç sesini çıkarmıyordu. Kucağındaki ç o c u k korkusundan hâlâ avaz ı çıkt ığınca b a ­ğırmaktaydı a m a , ananın ona aldırış edecek g ü c ü yoktu. İstediği gibi bağırsın diye yere bıraktı ve dağı lan s a ç l a ­rını yeniden topuz yaptı. Bir süre derin derin soludu. Bir-

50

k a ç kere de yutkundu. S o n r a , erkeğin yüzüne bakmaksı­z ın:

— «Ver bana, ben dikerim,» dedi. Erkeğinin giysisini bir b a ş k a kadının dikmesi ağr ına

giderdi. Köy halkının bu k a v g a konusunda b a ş k a c a laf etmelerine f ırsat vermek de istemiyordu. Zaten bağr ışma-yı duyunca hepsi kapı önlerine çıkmış, dinleyecekleri ka­dar dinlemişlerdi.

A m a , o günden sonra kadın erkeğine bu olaydan ötü­rü kin besler oldu. Kumaşı kesti gerçi ; biçti ve dikti. Hem de güzel dikti, çünkü, mal iyi maldı, özenmeye değerdi. A m a , giysiyi zevk almadan bitirdi ve erkeğe karşı takın­dığı serî, donuk tutum değişmedi. Onunla, kadınların yap­tığı gibi havadan sudan, köyde o!i|p bitenlerden ya da bu­na benzer ufak tefek şeylerden konuşmayı bile kesti.

Kadın böyle donuk durduğu için erkek de somurtur, şarkı bile söylemez olmuştu. Yemeğini yer yemez h a n a gidip oradaki erkeklerle çay içiyor, gece g e ç saatlere dek kumar oynuyordu. Böyle oiurıca sabahlan da g e ç kalkı­yordu. B a ş k a z a m a n olsa ana onu öyle azarlar, öyle bir başının etini yerdi ki erkek sırf kuiağı dinç olsun diye s o ­nunda ona boyun eğerdi. O y s a şimdi erkeği ne denli g e ç vakte kadar uyursa uyusun ana hiç sesini çıkarmıyor, tarlaya kendi başına gidip işliyor, erkeğinin her yaptığı­nı küskün, sert bir sessizl ik le karşıl ıyordu. Gerçi bu küs­künlük, bu sertlik kendini de harap ediyordu c ine, bu kez erkeğine karşı yumuşamak eiincle deği! gibiydi,

Urba sonunda tamamlandı. Yapı lması biraz uzunca sürmüştü, çünkü pirinç ekme zamanıydı. Sonunda urba­yı yapıp bitirdiği zaman bile ana, erkeğinin üstünde nası l durduğuna bakmadı. Hiçbir şey demeden urbayı ona ver­di. Erkek giyindi, yüzüğünü küçük taş parçalarıyla par­lattı, saçını mutfaktaki şişeden boşalttığı yağla taradı ve fiyakalı bir tavırla s o k a ğ a çıktı.

Her gören urbasının ne kadar güzel oiduğunu, nasıl yaraştığını söylüyordu a m a , bu övmeler erkeği umduğu derecede hoşnut etmedi nedense. Karıs ı hiçbir şey deme-

51

misti. Hiçbir şey olmamış gibi eğilmiş, k ısa saplı süpür-gesiyle evi süpürmeye başlamış, bir kere biie urba iyi dur­du mu, vücuduna iyi oturdu mu diye sormamıştı. B a ş k a zaman erkeğin ayağına bir çift çar ık bile y a p s a , iyi geldi mi diye sorardı. A m a , bu kez erkek kapıda bir süre oya­landığı halde kadın bir kez olsun başın: kaldırıp da bak­mamıştı. Sonunda erkek yarı utangaç bir tavırla:

— «Çok güzel dikmişsin bu urbayı, şimdiye değin diktiklerinin hepsinden daha güzel,» demişti. «Sırtımda kasabalı ların giysileri gibi durdu.»

A m a , kadın bakmamakta hâlâ inat ediyordu. Süpür­geyi bir köşeye dayayıp gitti, bir topak pamuk aldı, eğirip iplik yapmaya başladı, çünkü elindeki ipliğin hepsini ma­vi urbayı dikmek için bitirmişti.

Sonunda acı a c ı , «Bana öylesine pahal ıya çıktı ki bu urba, kralların giysisi gibi dursa yeridir.» diye cevap verdi.

A m a , başını kaldırıp erkeğine bakmadı. Erkek öfkey­le s o k a ğ a çıktığı zaman giz l ice arkasından bile bakmadı. Gerçi mavi urbanın ona pek güzel y a r a ş a c a ğ ı n ı biliyordu ama, yüreği kin doluydu.

62

V

G Ü N bütün gün a n a kocasının yolunu gözledi. Tar­layı başıboş bırakmıştı. S ı ğ su birikintilerinin için­

deki pirinç filizlerinin yeni yeni beliren b a ş l a n hafif rüz­gârda dalgalanıyordu. Güneş sıcakt ı . Ürünün kendi kendine büyüdüğü, tarlada iş işlemeyi gerektirmeyen bir gün.

Böylece a n a söğüt ağacının altına* oturup iplik eğir­meye koyuldu. İhtiyar da lafını dinleyecek birini bulduğu­na sevinerek, gidip onun yanına oturdu. Bir yandan çene çalarken ceketinin düğmelerini açt ı , buruşmuş cıl ız kolla­rını g ü n e ş e uzattı. Bu canım y a z güneşinin ta iliklerine işlediğini duyabiliyordu. Çocuklar da çırı lçıplak koşuşup oynamaktaydılar.

Ya ln ızca a n a , hiç sesini ç ıkarmadan, oturduğu yer­den iplik eğiriyordu. İği parmaklarının usta hareketleriy­le döndürüyor, eğirdiği iplik s ımsıkı , bembeyaz çıkıyor­du. İplik uzadıkça ana uzayan kısmını cilalı, yuvarlak bir bambu parçasının üstüne makara gibi sarıyordu. İplik eğirişinde de her türlü iş yapısındaki gibi kendine güve­nen, usta bir rahatlık vardı. Onun yaptığı iplikler her z a ­man düzgün, dayanıklı olurdu.

Güneş yavaş y a v a ş tepeye çıktı, öğle oldu. Ana iği elinden bırakıp a y a ğ a kalktı. A c ı a c ı :

— «Handiyse çıkar gelir. Öyle ya mavi urba adamın karnını doyurmaz,» diye söylendi.

İhtiyar'da her zamanki gibi gülmeye hazırdı:

53

— «Doğru dedin, erkeğin üstündeki b a ş k a , içindeki başka...»

Ana gitti, oyuk kabakla pirinç sepetinden tek tane­sini bile yere dökmeden pirinç aldı. Pirinci ince bambu ha­sırından yapma süzgeçi i bir sepete koydu, gö! kıyısına gitti. Giderken çevresine bakındı a m a , yeni mavi urbayı hiçbir yanda göremedi.

Dikkatle su kıyısına indi, pirinci y ıkamaya başladı. Ö n c e süzgeçi i sepeti suya daldırıyor, sonra o kuvvetli, es­mer elleriyle pirinci ovalıyordu. Bunu, pirinçler inci gibi bembeyaz, pırıl pırıl oiana dek üstüste yaptı.

Eve dönerken bir b a ş lahana söktü, bir a ğ a c a bağlı duran mandaya bir tutam ot attı. Büyük oğlan kız karde­şinin elinden tutmuş ondan yana geliyordu. Ana usulca:

— «Babanızı hiçbir yandd gördünüz mü?» diye sor­du. «Handa, sokakta, ya da bir kapı önünde fîian?»

Oğlan, «Bu sabah-handa biraz oturdu, ç a y içti,» diye cevap verdi. «Sırtında yeni mavi urbası vardı. K a ç a çık­tığını emmi oğluna söyleyince'emmi oğlu da pek pahalıya çıkmış dedi.»

Ana sert bir sesle, «Pahalıya çıktı ya, sen bana sor onu,» diye söylendi.

Kızı d a : «Babamın urbası masmaviydi,» diye lafa ka­rıştı. «Mavisini benim gözüm bile seçti.»

Ana b a ş k a bir şey demedi. Sepet yatağının içinden küçük bebek y a y g a r a y a başlamıştı. Ana gidip onu aldı. ceketinin önünü açtı ve bir yandan oğlunu emzirerek ye­mek hazırlığına koyuldu.

— «Oturduğun yerden gözünü yoldan yana dönüver. kocanine.» diye seslendi. «Urbasının mavisini seçer s e ç ­mez bana haber ver; yemeğini sofraya koyayım.»

İhtiyar neşeli sesiyle, «Olur, kızım,» diye cevap verdi. Ana pirinci erkeğinin sevdiği gibi, diri diri. tane tane

pişirdi. Pişirip bitirdiği halde erkek henüz dönmemişti. Lahanayı haşladıktan sonra, tam göbeğinin üstüne dök­mek için, erkeğinin sevdiği gibi mayhoş bir s a l ç a bile yap­tı. Ama, erkek hâlâ gelmiyordu.

54

Bir kez bekleştiler. S o n r a kocakarının karnı iyice acıkt ı . Yemek kokusuyla içi bayılır gibi oldu ve açlığının verdiği huzursuzlukla:

— «Beklemeyelim gayri benim oğlum olacak herifi!» diye bağırdı. «Ağzımın suları a k a r oldu. karnımın içi d a ­vul gibi boşaldı da hâlâ geleceği yok.»

Ana ihtiyarın yemeğini verdi, çocukların da karnını doyurdu. Hatta önlerine lahana bile verdi. Yalnız, laha­nanın göbeğini erkeğine ayırdı. Bundan sonra kendisi de yemek yedi a m a . pek az. Nedense bugün pek iştahı yoktu. Öyle ki, bir sürü pirinç artakaldı. Bu pirinçle lahanayı a n a , çabuk kokmasınlar diye serin, esintili bir köşeye kal­dırdı. Akşamleyin ısıttı mı yeni pişmiş gibi olurdu.

Yemekten sonra ana bebeciğini emzirdi. Bebek kana kana süt emdi, sonra uykuya daldı. Tostoparlak, tombul tombul, gürbüz bir oğlandı. Güneşin s ıcağından yanakları al al olmuştu. İki büyük çocuk da söğüt ağacının gölgesi­ne uzanıp uyuyakalmışlardı. Kocakar ı oturduğu sandal­yede başı önüne düşe d ü ş e uyukluyordu. Küçük köyü öğle s ıcağının sessizl iği ve uyku saatinin huzuru sarmıştı. Öyle ki hayvanlar bile, başları önlerine eğik, uykulu duruyor­lardı.

Uyumayan bir tek anaydı. İğini al ıp döven yerinin, söğüt gölgesinde kalan yanına oturdu ve iplik büküp eğir­mesine devam etti. A m a , bir süre sonra iş yapamaz oldu. Şimdiye değin durup dinlenmeden çal ışmış, iplikleri bük­müş, eğirmiş, bükmüş eğirmişti. Sonra, oturduğu yerde duramaz oldu. Bir tuhaf kuruntu gövdesine ikinci bir c a n gibi yayılmıştı, sanki. Erkeğinin yemek için eve gelmeyi aksattığını şimdiye değin hiç bilmiyordu. Kendi kendine:

— «Oyun filan için k a s a b a y a gitmiş olsa gerek,» di­ye mırıldandı.

Bu hiç akl ına gelmemişti, a m a , düşündükçe iyiden iyi­ye aklı yattı. Biraz sonra kapı-karşı komşusu olan emmi oğlu tarlaya gitmek için evinden çıktı. Bir a ğ a ç altında şekerleme yapmakta olan karısı da uyandı, karşı eve s e s ­lendi:

~r- «Seninki bugün bir yerlere gitti galiba?»

55

A n a son derece rahat bir tavırla, «Oyle, bir işi var­mış, k a s a b a y a kadar gitti.» diye cevap verdi.

Araçlarının arasında beliyle tırmığını aranan ağır­başl ı emmi oğlu d a : «Yeni mavi urbasını giymiş, süslen­miş, püslenmişti. K a s a b a yoluna saptığını gördüm,» diye lafa karıştı.

Ana yaln ızca, «Öyle,» dedi.

Emmi oğlu erkeğini k a s a b a yolunda gördü diye ana­nın içi biraz yatışmıştı. Yeniden hevesle iplik eğirmeye başladı. Anlaşı lan erkeği ondan öc almak için bir günlü­ğüne k a s a b a y a gitmişti. Tevekkel i değil yeni urbasını g i ­yince yüzüğünü parlatıp, saçlarını yağlamamışt ı ! Bunları düşündükçe kadının içinden yine kızmak geldi a m a , öf­kesi geçmişti , yeniden körüklemek elinde değildi, çünkü emmi oğlunun sözlerine rağmen hâlâ bir tuhaf, ezik kay­gı içindeydi.

Öğleden sonranın saatleri, s ıps ıcak, uzadı gitti. İhti­yar öğle uykusundan, ağzının a ğ a ç kabuğu gibi kupkuru olduğundan yakınarak uyandı. A n a kalkıp ona çay ver­di. Çocuklar uyanıp az ıc ık toz toprak içinde yuvarlandı­lar, sonunda kalkıp oyuna daldılar. Bebecik de uykusun­dan keyifli uyandı ve sepetinde yattığı yerden gülmeye başladı.

Ananın bütün rahatı kaçmışt ı . Uyuyabilse uyuyacak­

tı. B a ş k a gün o l s a , iş işlerken bile kolöycacık uykuya

daldığı olurdu. Öyle gürbüz ve sağlamdı ki uykusu k a ç ­

mak nedir bilmez, her zaman tatlı tatlı, derin derin uyuya­

bilirdi. Gelgelelim bugün içinde öyle bir sıkıntı vardı ki

onu uyutmuyordu. Her an kulağı seste gibiydi.

En sonunda beklemekten ve sokağın boşluğundan usanarak a y a ğ a kalktı. S o k a k inşan da dolup t a s s a , ken­di beklediği gelmedikçe onun gözünde bomboştu. Ana be­beciğini kolunun altına kıstırıp kalçasın ın üstüne oturt­tu, tırmığını öbür eline aldı ve ihtiyara:

— «Güney yamaçtaki mısırların otunu yolmaya gidi­yorum,» diye seslenerek tarlaya yollandı.

56

Yürürken kendi kendine, evde oturup durmazsa bek­lemenin kolaylaşacağını , iş işleyip gövdesini yordukça saatlerin daha çabuk geçeceğini düşünüyordu.

B a ş ı n a , güneşin s ıcağından korunmak için mavi bir mendil sardı ve tırmığını durup dinlenmeksizin taze yeşil mısırların aras ında dolaştırarak, a k ş a m a değin mısır tar­lasında çal ışt ı . Küçük, eğri-büğrü bir toprak parçasından ibaretti bu tarla. Topraklarının ekebildikleri kadarına pi­rinç ekerler, su çıkarabildikleri tepeleri bile pirinç setleri haline getirirlerdi. Çünkü pirinç mısırdan daha gözde bir yiyecekti ve daha pahalıya satılırdı.

G ü n e ş gölgesiz y a m a c a ışıklarını serpiyor, mavi men­dile rağmen kadının başına geçiyordu. Ç o k geçmeden ce-Reti terden sırı lsıklam kesildi. Y ine de ana durup dinlen­meden çalışıyor, işine a n c a k ç o c u k ağladığı zaman ara ve­riyordu. O z a m a n yere çöküp ç o c u ğ u emziriyor, ateş gibi yanan yüzünün terini eliyle siliyor ve çevresindeki parlak, çıplak y a z manzarasını, görmeyen gözlerle seyrediyordu. Lmzirmesi bitince ç o c u ğ u yere bırakıp yine işe başlıyordu.

Böylece vücudu s ız lamaya başlayıp düşünemez olun­c a y a değin çal ışt ı . Artık yerden toplayıp fırlattığı otlar­dan b a ş k a bir düşüncesi yoktu.

En sonunda güneş ufka yaslandı ve küçük vadi bir­denbire gölgelere boğuldu. O zaman a n a doğrulup terli yüzünü ceketinin ucuyla sildi ve yüksek ses le, kendi ken­dine:

— «Şimdi o eve gelmiştir de bekliyordur bile,» diye söylendi. «Gidip aşını yapayım.»

Yerden çocuğunu al ıp yine ka lças ına oturttu ve evine döndü.

Ne var ki erkeği gelmemişti. A n a bunu, köşeyi dö­ner dönmez anladı. K o c a k a r ı meraklı gözlerle tarladan y a n a bakmaktaydı. İki ç o c u k da yorgun argın kapı eşiği­ne oturmuş bekleşiyorlardı. Onu görünce:

«Ana!» diye bağırdılar. O d a , ş a ş k ı n : — «Babanız gelmedi mi daha?» diye sordu. Büyük o ğ l a n : «Gelmedi y a , bizim karnımız aç,» diye

cevap verdi. K ız da yarım yarım çocuk diliyle ağabeysî-nin söylediklerini tekrarladı:

— «Gelmedi, karnımız aç.» Güneşin en son keskin, altın renkli ışınlarına karşı

sımsıkı yummuş olduğu gözlerini hiç açmıyordu. Kocanine yerinden kalktı; s a r s a k adımlarıyla s o k a ğ a

doğru yürüyerek, o sırada evine dönmekte olan emmi oğ­luna:

— «Benim oğulu gördün mü?» diye sordu.

Bunun üzerine genç kadın bîrden huysuzlaşarak, «Bı­rak be, kocanine, âleme yayma oğlunun gelmediğini,» diye söylendi.

A m a , ihtiyar meraklı, kısık gözlerini yoldan ayırmak-sızın, «Yalan mı, gelmedi işte,» dedi.

Gelini s e s çıkarmadı. Çocuklara soğuk pirinç verdi. Kocakarının pirincinin üstüneyse azıcık s ı c a k su koydu. Sar ı köpeğe vermek için de bayat birkaç kırıntı çıkardı. Onlar yiyedursun kendisi bebeciği kucağında, köy hanı­na gitti.

Handa pek az konuk kalmıştı, çünkü b a ş k a köylere gidecek olanlar çoktan ayrılmışlardı. İşlerin devşirildlği, erkek kısmının evine, ocağına döndüğü saatti bu. A n a : «Burada olsaydı, tam yol başında bir m a s a d a olurdu,» di­ye düşündü, çünkü erkeği her gelip geçeni, her olup bi­teni görmek isterdi. S o n r a mutlaka masasında bir b a ş ­kası daha olurdu, çünkü yalnız oturmayı hiç sevmeyen bir adamdı. Ya da kumar oynanıyorsa onu oyuncuların en orta yerinde bulacağınız yüzde yüz bir şeydi.

Genç kadın hana yaklaştı a m a , ne kulağına oyun g ü ­rültüsü gelmiş, ne de gözüne ham ipekten yeni mavi bir urbanın ışıltısı ilişmişti. Kapıya dek gidip baktı. Erkeği içerde de yoktu. Ya ln ızca han sahibini gördü. Adam so­banın yanında, duvara dayanmış, a k ş a m yemeğinin ağır­lığını dinlendiriyordu. Yüzü günlerce s o b a üstünde ye­mek pişirmekten kapkara kesilmişti. Hancı , nası lsa yine çabucak kirleneceğini, yağlanacağını bildiği için yıkanıp temizlenmeyi de gereksiz s a y a n bir adamdı.

58

Kadın, «Benim çocukların babasını gördün mü?» di­ye kapıdan sordu.

Adam önce kapkara tırnağıyla dişlerini karıştırarak umursamadan, «Bu sabah yeni mavi urbasıyla geldi. Bir süre burda oturdu, sonra da kasabadan yana gitti,» diye c e v a p verdi. S o n r a birden bir dedikodu kokusu alarak c a n ­landı: «Ne var, bir şey mi oldu, kadın kardeş?»

Ana çarçabuk, «Yoo, bir şeycik yok,» diye cevap ver­di . « K a s a b a d a bir işi vardı. Z a a r bitiremedi. Sanır ım bu geceyi de orda bir yerde geçirip yarın gelir gayr i»

Hancı merakla, «Ne işi?» diye sordu. A n a , «Ben kadınım; erkeğin işinden ne anlarım?»

dedi ve dışarı çıktı. Yolda kendine seslenenlere dudağıyia cevap veriyordu

a m a , kafası dalgındı. Akl ına bir şey gelmişti. Eve döner dönmez gidip duvardaki oyuğu eliyle iyice yokladj. Evet, oyuk boştu. O y s a birkaç bakır, bir tane de küçük gümüş paraları olduğunu ana çok iyi biliyordu. Ç ü n k ü , erkeği pirinç saplarını daha birkaç gün önce- iyi bir fiyatla sat­mıştı. Alışverişte ustaydı. Aldığı paranın ç o k ç a kısmını da evine getirmiş, karısına vermişti. Ana parayı onun elinden alıp saymış, duvardaki oyuğa koymuştu. Şimdiyse paranın yerinde yeller esiyordu.

O zaman ana erkeğinin temelli gittiğini anladı. Onun temelli gittiği düşüncesi bulut gibi sardı beynini. O kü­çük toprak evin toprak zeminine birden çöküverdi ve be-, beciğini bağrına basarak hiç s e s s i z , öne arkaya sal lan­maya başladı. Gitmişti erkeği işte. Üç çocuğuyla onu ol­duğu gibi bırakıp gitmişti.

Kucağındaki ç o c u k huysuzlaşınca ana ne yaptığını duşunmeıiun ceketini açıp ona meme verdi. Öteki iki ço­cuk da ıceri girdiler. K ız usul usul mızıldanarak, gözle­rini oluşturuyordu. Kocakar ı değneğine yaslanarak on­ların peşinden geldi. Üstüste:

— «Acep benim oğul nerede? A kız, s a n a söyledi mi nereye gittiğini? Tuhaf şey, oğlanımın gidip de gelme­mesi,» deyip duruyordu.

59

A n a sonunda yerinden kalkarak, «Sonunda yarın g e ­lir oğlun, kocanine,» dedi. «Sen gir döşeğine, yat da uyu. Yarın döner o.»

Gelinin sözleri ihtiyarı avuttu.

— «Öyle, öyle, yarın döner elbet,» diyerek, boş odada el yordamıyla gitti, yatağına yattı.

O yatınca a n a iki büyük çocuğunu avluya çıkarıp yıkadı. Y a z akşamlar ı onları yatırmadan önce yıkamayı huy edinmişti. İkisinin de üzerine oyuk kabakla su döktü, yumuşak esmer tenlerini ovucuyla ovalayıp temizledi. A m a , ne çocukların dedikleri kulağına giriyor, ne de kızı­nın gözlerinin acıs ından ötürü sızlanışını duyuyordu. An­c a k yatağa girdiklerinde büyük oğlan babasının hâlâ ge l­mediğine ş a ş a r a k :

— «Peki a m a , babam nerde yatıyor?» diye sorduğu zaman.. . ancak o zaman ana kendini daha fazla tutama-yarok:

— «Kasabadadır zaar, yarın sabah çıkar gelir, ya da birkaç gün sonra,» diye söylendi.

Y ine öfkesi kabarmıştı: «Elindeki biraz para bitince ne y a p a c a k , döner gelir

elbet.» diye acı a c ı söylendi. «O z a m a n o yeni mavi ur­banın kirini pasını yıkayıp temizlemek de bana düşer!»

Erkeğine kızabilmek anayı bir bakıma rahatlattı. Öf­kesini içine sindirdi, besledi iyice. K ı z d ı k ç a erkeğini ne­dense daha yakınında duyar gibiydi. Hayvanı içeri alır, kapıyı sürmelerken de kızgın k ızgın:

— «Hatta d a h a bu g e c e , ben güzel güzel uyurken g e ­lir kapıya vurursa hiç şaşmam!» diye düşündü.

Gelgeld im yattıktpn sonra, s ıcak gecenin durgun­luğu, bu boğucu odanın sessizl iği içinde, öfkesi yi­ne geçip gitti ve anayı bir korkudur aldı. Erkeği geri gelmezse onun hali nice olurdu, tek başına bir kadın, yaş ı da daha genç? Yatak nasıl da büyük geliyordu bu g e c e ; kocaman! Dikkatli olmanın gereği yoktu bu g e c e . kolla­rını, bacaklarını istediği gibi a ç s a olurdu. Öyle ya erkeği yoktu.

60

içini erkeğine karşı s ı c a c ı k bir istek bürüyüverdi. A l­tı yıldır her g e c e onun yanında yatmıştı. Gündüzün k ı z s a , sinirlense bile geceleyin yanı başına yattığında onun bütün haylazlığını, bütün ç o c u k s u huylarını unuturdu. Şimdi de yattığı yerden akl ına erkeğinin güzell iği, kıvraklığı geldi. Ç o ğ u adamlar gibi çürük dişli değildi, nefesi de pis pis kokmazdı. Tersine civan gibi erkekti, dişleri pirinç tane­leri gibi bembeyazdı. A n a yattığı yerden bunları aklından geçirdikçe bütün öfkesi geçt i , gitti; içinde kala kala er­keğinin özleminden b a ş k a bir şey kalmadı.

Gelgelel im ertesi sabah, uykusuz geçen geceden son­ra yorgun, bitik, yataktan kalktığı z a m a n yüreği yine katı laştı. Hayvanları dışarı sal ıp çocuklar la ihtiyarı do­yurdu ve erkeğin hâlâ dönüp gelmediğini görünce kendi kendine:

— «Hele bir parası bitsin, bak nasıl gelecek, bak nasıl gelecek o zaman!» diye söylenmeye başladı.

Oğlan sabah sabah babasını yatakta göremeyince yi­ne ş a ş k ı n , «Nerde babam hâlâ?» diye sordu. O zaman a n a :

— «Birkaç gün gelmeyecek dedim sana!» diye bağır­dı. «Şûran olursa sen de öyle söyle. Daha birkaç gün gelmeyecek, de.»

Bununla birlikte kadın o gün tarlaya gidemedi, is­kemlesini kapı önüne, köyün tek, küçük sokağını görebi­leceği bir yere çekip oturdu. Bir yandan kocakarının g e ­vezeliğine verecek cevaplar buladursun, öbür yandan ken­di kendine: «O mavi urbanın mavisi öyle duru ki ta uzak­tan gözüme çarpar,» diye düşünerek yün eğiriyor, iği her çevirişte yola doğru giz l ice bir bakış fırlatıyordu.

Kendi kendine erkeğinin almış olduğu parayı, bu pa­ranın k a ç gün dayanacağın ı da hesapladı. Altı, yedi gün­den faz la pek dayanmazdı, a m a , erkeğin o uğur dolu, ha-, fif parmaklarını unutmamak gerek; kumar oynar k a z a ­nırsa k a s a b a d a uzunca kalabilirdi.

O s a b a h öyle dakikalar oldu ki ana kocakarının ç e ­nesine daha fazla d a y a n a m a y a c a k durumlara düştü a m a , erkeği belki de şimdi ç ıkar gelir umuduyla dişini sıktı.

61

Öğle üzeri çocuklar karınlan acıkıp geldiler. Büyük oğlan babasına ayrılmış olan lahanayı görüp istedi, lakin anası vermedi. Oğlan direnince a n a oğlunu pataklayarak:

— «Babanın dedim sana!» diye haykırdı. «Bu g e c e karnı aç döner gelirse, bu aş ona a n c a yeter.»

Öğieden sonranın s ı c a k s e s s i z saatleri uzadı gitti ama, erkek gelmedi. G ü n yine her zamanki gibi altın ışık­larla ağır laşarak battı. Vadiye bir süre gurup ışıklan vur­du, sonra akşam oldu; derin, karanlık bir g e c e .

O zaman ana lahana aşını getirdi, çocuklarının önüne koydu

— «Yiyin, yiyebildiğinizce... Yar ına kal ırsa bozulur gayri,» dedi. «Kim bilir artık ne zaman...»

Mayhoş sa lçadan biraz da kocakarıya verdi. — «Ye, kocanine, oğlun yarın gelirse ben ona yeni­

sini yaparım.»

İhtiyar, «Yarın mı gelecek benim oğul?» diye sorunca ana durgun durgun:

— «Belki yarın,» diye cevap verdi.

O g e c e yattığında ananın derdi ve korkusu büyük­

tü. Kendi kendine: «Dönüp dönmeyeceğini tanrı bilir!» diye düşünüyordu.

Haftaya, parası bitince erkeğin dönüp geleceği umu>-dunu da içinden çıkarmak istemiyordu. Haftanın günleri de birer birer geçmeye başladı. Her gün ananın içinde, er­keği artık bugün gelecekmiş gibi bîr h is doğuyordu.

Köy sokaklarında yarenlik, eden, öteki kadınlarla dur­madan çene yarıştıran bir kadın değildi. A m a , şimdi kö­yün yirmi kadar kadınının hepsi birer ikişer kapısına ge­lip erkeği nerde diye sorar oldular.

— «Bu köyde hepimiz bir ev gibiyiz, hepimiz birbi­rimize hısımız,» diyorlardı.

Sonunda a n a kendi gururunu korumak için bir ma­sal uydurdu ve soranlara istifini bozmadan cevap verme­ye başladı :

62

— «Uzak kentin birinde bir arkadaşı varmış, bizim­kinin. Onun da bildiği bir kapı varmış, iyi para veriyor-larmış. T a r l a d a didinmekten daha iyi, demiş. Bizimki ba­k a c a k , işine gelmezse dönüp gelecek, yok işine gelirse k a ­lacak. O zaman efendisi izin verene dek dönemez, elbet.»

Bunu, doğru konuşur gibi öyle bir gözünü kırpmadan söylemişti ki kaynanası şaşkınl ıklar içinde kalarak:

— «Ayol, böyle güzel haberi bana niye söylemedin, ben onun anası değil miyim?» diye bağırdı.

Ana bir yalan daha uydurarak: «Oğlun kimseye bir şey deme diye tembih etti de ondan,» diye cevap verdi. «Hele anamın dili düşüktür, yalan yanl ış herkese laf y a ­yar, dedi. Kapıyı beğenmez de hemen döner gelirse, kim­se bir şey bilmesin istedi.»

Kocakar ı değneğine dayanıp gelininin yüzüne b a k a ­rak, «Öyle dedi ha?» diye güldü. Ama biraz da alınmıştı. «Gerçi laf etmesini eskiden beri severim a m a , dilim de gayri öylesi düşük değildir elbet!»

A n a artık, uydurduğu yalanı sık sık tekrarlıyor, büs­bütün tamamlamak için arasıra eklemeler bile yapıyordu.

Köyün fitne karısı sık sık ananın kapısının önünden geçerdi. Duldu bu fitne kadın, ağabeyisiyle birlikte otu­rur, çoluk ç o c u ğ u olmadığı için fazla işi, uğraşısı da ol­mazdı. Bütün gün oturur, diktiği çarıkların üstüne kona­c a k küçük ipek güller yapmakla oyalanırdı. Bunun için görüp işittiklerini kafasında evirip çevirecek, tuhafına giden bir meseleyi içinden İnceleyecek vakit bulurdu.

Bu kez de ananın erkeğinin böyle gidip gelmeyişini kafasına taktı ve birkaç gün sonra akl ına bîr şey geldi. Fitne k a n küçücük ayaklarının son hızıyla hemen s o k a ğ a fırlayıp ananın evine koştu ve kurnaz bir bakışla anaya:

— «Tuhaf şey,» dedi.«Senin adam bu iş haberini kim­den aldı? Öyle y a , köyümüze çoktandır mektup geldiği yok. hele senin adama ömründe mektup geldiğini bilmiyo­rum.»

Oradan çıkıp giz l ice, köyün okuma yazma bilen tek adamının evine gitti. Köyden biri kırk yılın başı bir mek-

tup y a z a c a k olursa bu adam yazar, köylülere kırk yılda

bir mektup gel ince bu adam okur, böylece birkaç mete­

lik kazanırdı.

Fitne karı işte bu a d a m a , «Geçen kuşaktan Üçüncü Li'nin oğlu olan şu bizim Birinci Li 'ye şu son günlerde mektup filan geldi mi?» diye sordu.

Adam gelmedi deyince fitne karı, «Ama gelmiş o l s a gerek, birkaç g ü n önce,» diye dudak büktü. «Karısının la­kırdısı öyle.»

Bu kez adam kıskançl ık la, a c a b a mektubu bir b a ş k a köyün yazıcıs ına mı götürdüler, diye düşündü. Üstüste;

— «Mektup filan gelmedi.» diye söylendi. «Ben bilme­

sem kim bilecek? Ne mektup geldi bu köye son günlerde

ne de köyden mektup gitti. Kimsenin gelip bana bir şey

okuttuğu yazdırdığı olmadı. Kimseye pul da satmadım bu­

günlerde. O y s a benden başkasında pul bulunmaz. Posta

tatarı bizim köye uğrayalı üç hafta oldu da geçt i bile.»

Bu kez fitne karı bu işte iyice bir bit yeniği sezdi. Her yerde Birinci Li'nin karısının yalan söylemiş olduğu­nu, çünkü adamın mektup filan almadığını gizl iden giz­liye yaymaya başladı . «Bence Birinci Li karısını bıraktı, kaçtı.» diyordu. «O yeni urba uğruna k a v g a etmişlerdi de

birbirlerine sövüp saydıklarını bütün köy duymamış mıy­dı? Hatta adam karısına vurup yere yıkmış değil miydi? Kendi çocukları söylüyordu.»

Bu laflar sonunda ananın kulağına gitmez olur mu? A m a . o hiç istifini bozmadı. Mavi urbayı kendi eliyle, er­keği şehre giysin diye diktiğini, kavgayı b a ş k a sebeple et­tiklerini söyledi. Mektuba gelince, mektup gelmiş değildi ki, arkadaşı iş haberini deniz kıyısından gelen bir gezgin satıcıyla, ağızdan göndermişti.

İşte böyle, a n a durmadan yalan uydurmaya devam et­ti. Kocakarı bu masal lara bütün kalbiyle inanıyor ve du­rup durup oğlundan, oğlunun nasıl zengin o lacağından söz acıyordu. A n a da hiç bozuntuya vermiyordu. Kocalar ı ka­çıp âleme rezil olan kadınlar ağlar. A n a hiç ağlamıyordu.

64

Sonunda uydurduklarına herkesi inandırdı. Fitne k a ­

rının, bile çenesi kapandı. Dul k a n şimdi a n c a k ipekten

cicekleriyle uğraşırken kendi kendine:

— «Görürüz bakalım.» diye homurdanıyordu. «Hele

biraz vakit g e ç s i n , para. mektup gönderecek mi görürüz;

bir gün dönüp gelecek mi onu da görürüz elbet.»

Böylece köyceğizi bir süre kaynaştıran bu küçük he­

yecan da yatıştı, herkes yine kendi derdine daldı, a n a

da, ananın masalı da unutuldu.

Ancak o zaman ana hayatına yeni bir düzen vermek

yoluna gitti.

Erkeği gelecek diye umut bağladığı haftanın yedi g ü ­

nü de gelmiş geçmiş, erkeği geri dönmemişti. Bu arada pi­

rinçler olgunlaştı, ağır laşan sapsarı başlarını eğip bekle­

diler. Ama, erkek hâlâ dönmüyordu. Kadın onları kendi b a ­

şına biçti, hasat etti. Y a l n ı z c a komşuları olan emmi oğlu

kendi pirincini kesip topladıktan sonra iki gün geldi, ona

yardım etti.

Ana yardım bulduğuna sevindi ama, emmi oğlundan

çekinirdi de biraz. Çünkü bu, az ama öz konuşan bir adam­

dı, başkalarının işine karışmazdı a m a , soru sorunca açık­

ça sorduğundan ona yalan söylemesi pek güçtü. Neyse ki

emmi oğlu kadına hiçbir şey sormadı. Gerekenden fazla

bir laf etmeksizin s e s s i z sedasız çalıştı. Giderken de:

— «Emmi oğlu kira vaktine kadar gelmezse ben gelir

mai sahibinin payını ayırmakta s a n a yardım ederim.» de­

di. «Çünkü, bu yeni vekil kurnaz, sinsi herifin biri. Hem

de yalnız bir kadının öyleleriyle iş görmesi doğru olmaz.»

A n a adama, canı yürekten «Eksik olma» dedi. Yardı­

ma muhtaçtı çünkü, mal sahibinin yeni vekilini pek az

tanıyordu. B u , her tutumundan, her sözünden yapmacık

kibarlık a k a n bir kasabalıydı.

Böyle böyle günler ay oldu, gitti. Her sabah ana ş a ­

faktan önce kalkıyor, hâlâ uyuyan nineyle çocukların ye­

meğini hazırlıyor, bir koluna bebeğini, öbür eline kısa.

ANA F . : 5/65

kıvrık orağını alarak, daha herkes uykudayken tarlaya g i ­

diyordu.

Bebeği büyümüştü artık, oturduğu yerden kendi ken­

dine oynuyordu. Aveunu toprak doldurup ağzına soku­

yor, tadını beğenmeyip tükürüyor ama, az sonra unutup

yine yiyordu. Böylece üstü başı çamurlu tükürüğe bula-

nıp kalıyordu. Ama, ne yaparsa yapsın, anasının ona ba­

kacak zamanı yoktu. Ç ı k a r yol yoktu: iki kişinin işini g ö ­

recek! Onun için durmadan çalışıyordu. Bebecik a ğ l a r s a

bırakıyordu, ağlasın. Ancak yorulup da dinlenmeye otur­

duğu zaman memesini onun topraklı a ğ z ı n a verecek fırsat

bulabiliyordu. Ç o c u ğ u n topraklı ağzıyla, elleriyle kendi vü­

cudunu kirletmesine de öidınş edecek durumu yoktu.

Böylece ana, pirincin sert s a n tanelerini avuç avuç

topladı. Her a v u ç dolusu pirinci almak için ayrı ayrı eği­

lip kalkarak hepsini topladı ve sepetlerin iç|ne küme kü­

me doldurdu.

Hasat vakti dilenciler, çapulcular, çiftçinin yere dü­şürdüğü pirinç tanelerini toplamak İçin tarlalara üşüşür-lerdi. Ana onları görünce, terden, topraktan kararmış, yorgunluğunun acısıyla buruşmuş yüzünü onlara doğru çevirerek küfürler savurdu.

— «Benim gibi erkeksiz, tek başına bir kadının tar­

lasına gelmeye utanmıyor musunuz? Ben sizden d a h a

yoksulum, dilenciler sizi, hırsız parçaları!» diye haykırdı.

Hem onlara, hem analanyla babalanna, hem de ç o ­

cuklarına öyle lanet etti ki çapulcular sonunda onun tar­

lasından çıkıp gittiler, çünkü bu şiddetli lanetler gerçek­

ten yerini bulur, diye ödleri kopmuştu.

Sonra ona pirincini sepet sepet evinin avlusundaki

döven yerine taşıdı. Mandayı köşedeki kaba t a ş dövene

bağlayıp döven dövdü. Harman vaktinin o durgun, s ı c a k

günleri boyunca sabahtan akşama dek döndürdü durdu

mandayı. Kendi de onunla birlikte döndü durdu. Sonra pi­

rincin .boş kalan kabuklarını toplayıp bir köşeye yığdı.

Kabuksuz pirinç tanelerini de eliyle rüzgârda savurdu.

Şimdi büyük oğlanı da işe koşmuştu. Oğlan biraz oya-lansa ya da canı oyun istese a n a kendi yorgunluğunun verdiği huysuzlukla, işten getirdiği usancın verdiği çare­sizl ikle ç o c u ğ u dövüyordu.

S ı r a pirincin t ınazlanmasına gel ince ana bunu bece­remedi. Esk iden beri erkeğinin yapmış olduğu bir şeydi bu. Erkeği nedense tınaz işinden pek öyle yüksünmez, tı­nazları pek güzel , düzgün hazırlar, üstlerini balçıkla iyice sıvardı.

Bu kez a n a emmi oğluna başvurdu, tınaz yapmasını öğrenmek istediğini söyledi. Erkeği şehirde bir yıldan faz­la k a l a c a k olursa bir dahaki harman vaktinde tınazları yine büyük oğlanla birlikte kendi yapması gerekecekti.

Emmi oğlu geldi, ona tınaz yapmasını öğretti. A n a da boş durmadı, tınazın çevresine sıvanan otları yerden alıp adamın eline verdi. Böylece pirinç harmanı da yapıldı, bitti.

Durmadan ça l ışmak anayı bir deri. bir kemik bırak­mış, etini, canını eritip gitmişti. Cildi de güneşten, açık havadan kupkuru kesilmişti. Ama, sütü hâlâ boldu. Baz ı kadınlar vardır, bütün yedikleri kendi etlerini, butlarını besler de çocuklar ına hiç süt olmaz. G e l g e l d i m bu kadın a n a olmak için yaradıimıştı. Gövdesi s ı rasında bir deri bir kemik k a l s a bile çocuklar ının sütünü ihmal etmez, çocuk­ların hatırı için kendi kendini harcardı. .

Mal sahibine kira verme vakti sonunda geldi, çattı. Köyün ve bütün dolay tarlaların sahibi olan bu a d a m h a ­sattan payını a lmaya hiçbir z a m a n kendi gelmezdi. Nası l o l s a bu topraklar ona da babasından kalmıştı. Uzak ken­tin birinde bolluk içinde, tembel tembel oturur, köye ken­di yerine vekilini gönderirdi. E s k i vekil yirmi yıl hizmetten sonra kendi kesesini yeter derecede doldurduğu için işten çıkmıştı. Ş imdi yeni bir vekil vardı.

Yeni vekil köyceğize gelip kapı kapı dolaşmaya b a ş ­layınca ana kendi kapısına çıkıp beklemeye koyuldu. Ürü­nü döven yerine y ığmış hazırdı.

67

Bu vekil tepeden tırnağa dek kasabalıydı. Uzun boy­lu, düzgün yapılı bir erkekti. Urbası gümüşi ipektendi, ayaklarında deriden pabuçlar vardı. Yumuşak, iri elleriyle s ı k s ık üstdudağını sıvazl ıyor v© yürüdükçe çevresine bel­li belirsiz bir e s a n s kokusu saçıyordu.

Vekii kapıya gel ince ana sıkı ldı, biraz geri çekildi. A d a m ı n :

— «Erkeğiniz nerde?» sorusuna da cevap vermedi.

Sonunda kaynanası : «Oğlum gayr i kentte çalışıyor be­nim, burda bir gördüğün bizler varız.» dedi.

A n a hemen büyük oğlunu emmi oğluna gönderdi ve hiç sesini ç ıkarmadan beklemeye koyuldu. Vekile merha­badan b a ş k a bir şey dememişti. Ç a y verirken de konuş­madı. A m a , bal gibi farkındaydı ki erkeğin gözü kendi çıp lak ayaklarında ve esmer yüzündedir.

Emmi oğlu gelip ürünü bölüştürdü. A n a onun varlı­ğından hoşnuttu. Konuşmak ya da paylan ölçerken ba­şında bulunmak zorunda olmadığına seviniyordu. Çünkü emmi oğlu son derece dürüsttü.

A m a . ürünün böyle bölüştürüldüğünü görmek ne ol­sa güçtü. Her çiftçi için pek zor bir şeydi bu; elleri n a ­sırsız kasabal ının birine, kendi ahn_ teriyle aldığı üründen pay vermek. A m a , çaresiz verirlerdi, ç ü n k ü vermezlerse başlarının derde gireceğini bilmez değillerdi. Ürün paylaş­tıktan b a ş k a mal sahibinin vekiline ayr ıca besili bir ya da iki tavuk, bir ölçü pirinç, biraz yumurta hatta, hatta g ü ­müş para vermek gelenek olmuştu; \

Bütün bunlar yetmiyormuş gibi . kira işi tamamen s o ­na erince köylüler vekiî şerefine bir de şölen verirlerdi. Şölen için her ev bir türlü yemek yapıp getirmek zorun­daydı. Nasıl ki a n a şu koişuz-kanatsız olduğu zamanda bile şölen için kendi tavuklarından birini tutup kesti. T a ­vuğu hafif ateşte ağır ağır buğuladı. T a v u ğ u n şekli hiç bozulmadan etleri öyle bir yumuşacık pişti ki dokunur dokunmaz eriyivereceği belliydi.

Saat lerce bu tavuk kokusuna evde çocuklar ın da­y a n a c a k güçleri kalmamıştı. Mutfağın kapısından ayrıl­mıyorlardı. S o n u n d a büyük oğlan:

68

— «Keşke bize pişireydin! K e ş k e biz de ömrümüzde

bir kez tavuk yiyeydik!» diye sızlandı.

A n a da yorgunluğunun a c ı s ı diline vurarak:

— «Böyle et yemek zengin kısmından b a ş k a kimin

haddine düşmüş?» diye cevap verdi.

Ama. yine de. şölenden sonra erkekler sofradan kal­

kınca a n a gitti, kendi tavuğunun üstünde kalmış olan bir

parça deriyle eti aidi, oğluna verdi.

— «Acele et de çabuk büyü. oğlanım,» dedi. «O z a ­

man sen de erkeklerle bir şölen sofrasına oturursun.»

Ç o c u k saf saf: «Babam salar mı dersin?» diye s o ­

runca, a n a yine a c ı acı cevap verdi:

— «Çabuk dönüp gelmezse, onun yerine sen g e ç e ­

ceksin.» •

** Böylece hasat vakti geçti, iyice sonbahar oldu. Ç o c u k ­

lar yatakta analarıyla kendilerinden b a ş k a bir yatan daha olduğunu unutmuşlardı nerdeyse. İhtiyar bile oğlunun adı­nı seyrek anıyordu artık, çünkü esen sert rüzgârlar onu iliklerine değin ürpertir olmuştu. Bütün gün rüzgârdan uzak. güneşli, s ı c a k bir köşe aramakla geçiyor ve rüzgâr­lar durmadan değişiyor, her yıl güneş bir önceki yıldan daha az ısıtıyor diye. sızlanıp duruyordu.

Büyük oğlan şimdi her gün bir sürü iş görüyor ve bu­nu artık doğal sayıyordu. B a ş k a iş olmadığı günler man­dayı yamaçlarda otlatmaya götürüyordu. Böyle zamanlar­da bütün günü mandanın sırtına uzanarak geçirdiği olur­du. Ya da gider tepedeki mezarlığa oturur, otların ara­sındaki cırcır böceklerini tutarak bunlara küçük küçük, ottan kafesler örerdi. Eve dönüşünde bu kafesçikleri ka­pıya a s a r , böceklerin ötüşü de kızla bebeciği pek sevindi­rirdi.

Ç o k geçmeden yamaçlardakî otlar kışın yaklaşmasıyla karardı. Kırlardaki y a z çiçekleri tohuma kaçtı. Yol ke­narları mor yıldızlara, küçük, sarı renkli yabani kasım-patılarına büründü. G ü z çiçekleriydi bunlar. Kışın yakmak için ot ve s a z toplama vakti geldi demekti.

69

Anayla oğul bu kez her gün s a z toplamaya çıkar ol­dular. Bütün gün a n a sazlar ı biçiyor, oğ lan da ottan ip­ler yaparak anasının kestiği sazlar ı demetleyip bağlıyor­du. Şimdi dört bir yanlarındaki yamaçlar ın üzerinde ma­vi mavi benekler belirmişti ki bu benekler de anay la oğlu gibi s a z biçip desteleyen köylülerdi.

Akşamleyin gün batıp da dağlardan beriye serin bir rüzgâr ç ık ınca bütün bu insanlar, omuzlarındaki sır ıklann iki ucunda iki büyük s a z balyasıy la, İncecik patikalardan a ş a ğ ı , köylerine dönerlerdi. Anayla oğlu da bunlara katı­lırlardı. Yalnız oğlanın taşıdığı balyalar küçük küçüktü.

Eve gel ince ananın ilk işi bebeği kucaklayarak süt­ten çat layacak gibi ş işen memelerini rahatlatmak olur­du. Bütün gün pirinç lapasından b a ş k a bir şey yememiş olan yavru da iştahla, süt emerdi. Havalar soğuyal ı ihtiyar nine gün batar batmaz yatağına girer olmuştu. A m a , kız­c a ğ ı z anayla oğlun döndüklerini duyunca hemen el yor­damıyla kapı önüne çıkardı. Gözleri soluk g ü z ışığında bile acıdığı halde küçük kız ağabeysinin gel işine sevine­rek gülümserdi. Ağabeysi bütün gün iş işlemeye başlaya­lı beri küçük kız onu özler olmuştu.

G ü z de böyle gelip geçti. Tar la sürülüp buğday eki­lecekti. A n a oğluna en küçük bir rüzgârdan yararlanarak tohum serpmesini, tohumu ne seyrek ne sık değil de tam düzenli ekmesini öğretti. K ı ş , buğdaylar daha yeni bit­mişken bastırdı ve tarlaların toprağı soğuktan kaskat ı ke­sildi, çatladı.

Bu kez a n a yatağın altındaki sandığa kaldırmış oldu­ğu kışlıkları ç ıkardı, güneşte havalandırıp hazırladı. Yaz­dan beri durup dinlenmeden çal ışmak parmaklarını öyle bir nasır yapmıştı kl kışlıkların kaba pamuklu kumaşı bi­le elinin pürüzlerine takılıp kalıyordu. Parmaklar ı henüz şeklini tam yitlrmemiş olmakla birlikte sert leşmiş ve ş i ş ­mişti.

Gelgelel im, onun işi bitecek gibi değildi ki! Kapı önü­ne rüzgârsız, güneşl i bir köşeye oturarak önce herkesten ç o k üşüyen ihtiyarın kışlıklarını düzeltti. İhtiyarı b irkaç

70

gün yatakta tutarak kırmızı kefenlik hırkasının yüzüyle astarı arasındaki, yazın çıkarmış olduğu pamukları yine yerine dikti. K o c a k a r ı s ı c a c ı k yatakta yatmaktan hoşnut, konuşup duruyordu:

— «Bu kefeni de eskitecek miyim dersin, gelinim? Y a ­zın öyle sanıyorum a m a k ış gel ince kuşku duyar oluyo­rum, yediğim yemek içimi eskisi gibi ısıtmıyor, artık.»

A n a da dalgın, cevap veriyordu: «Sen d a h a bunun gibi k a ç kefen eskitirsin, kocanine!

Ben senin gibi herkesi tahtalı köye yolcu edip de kendisi arkada kalan bir a c u z e daha görmedim!»

K o c a k a r ı da keyfinden çat lak çat lak gülerek: «Öyle, öyle, dayanıklıyımdır, doğrusu,» diyor ve hayatından hoş­nut, kefenliği hazır olsun diye bekliyordu.

Hırka bitince sıra çocuklar ın giysilerine geldi. Kız ı-nınkileri bozup en küçüğe, büyüğününkileri de kıza yap­mak gerekiyordu. S o n r a da büyük oğlanın kışlık giyimini düşünmek vardı.

A n a erkeğinin uzun, pamuklu ceketîyle üç kıştır giy­diği pantolonu çıkarıp baktı. Ceketin yakasıy la yenlerini k a ç kez onarmıştı. Pantolonun önünde yamanmış büyük bir yırtık vardı. Bir keresinde erkek mandaya kızıp da boynuzundaki ipi hızla çekince, hayvan canının acıs ından başını şöyle bir kaldırmış, boynuzu pantolonun kumaşını yırtmıştı.

Erkeğin giysilerini oğlan için küçültmeye ananın içi razı olmuyordu, bir türlü. Ceketle pantolonu, yüreği s ız­layarak evirdi çevirdi, düşündü taşındı. Sonunda:

— «Ya ç ıkar geliverirse? Hele dursunlar bakalım,» dedi kendi kendine.

A m a , oğlanın soğukta g iyecek hiçbir şeyi yoktu! Ç o ­c u k c a ğ ı z sabahın, akşamın ayazında titreyip duruyordu. En sonunda ana kararını verip giysileri bozdu, oğluna yaptı. Kendi kendini de:

— «Çıkar gel irse biraz pirinç s a t a r yenilerini alırız,» diye avuttu. «Yı lbaşında gel irse yeni yeni giysiler yapın­mak hoşuna gider zaten.»

71

K ı ş i lerledikçe a n a . kocasın ın y ı lbaşında geleceğine iyiden iyiye inanır oldu. G i d e c e k evi o lan h e r adam yılba­ş ı n d a evine döner, s o k a k t a a n c a k dilenciler kalırdı. A n a d a soranlara:

— «Yeniyi! bayramında dönecek.» diye cevap verme­

y e başladı .

Kocanine artık günde k a ç kez: «Oğlum yı lbaşında

geldiği zaman...» deyip duruyor, çocuklar da o günü iple

çekiyorlardı. Yantyıl bayramı iç in kendin* güzel bir çift pabuç dik­

mekle meta*" olan fitne kan a r a s ı m bi lgiç bi lgiç gülüm-

— «Seni** ' M » n h i ç mafctuı getm«yışı gerçekten tu­haf, im um».» demetten g e n «almıyordu. «Mektup gelme-* # n ı bilişimin hikmetini sorarsan, arzuhalci söyledi»

A n a ise. serinkan . un tavırla, «ıvuç Kez ağızdan ha­berini aidtm.» diye c e v a p yeriyordu «Ne bizimki ne de ben ç o k ç o k mektup y a z a n cinsten degıhz. Bir kere s o k a ğ a a t a c a k paramız yok. S o n r a arzuhalcinin ne yazıp yazma­dığını nerden bi leceksin? B i r kez mektup geldi mi y a z ı ­lanın dünyaya ilan olması da c a b a . O n u n mektup yazma-yışından doğrusu b e n hoşnudum.»

işte. böyle böyle a n a . dedikoducu karının ağzını k a ­pamasını bildi. Erkeğinin y ı lbaşında geleceğini öyle ç o k söylemişti ki herkesle bir kendi de tamamen inanır olmuş­t u .

Y ı lbaşı yak laşt ıkça köyde herkes bayram hazırl ıkla­rına daldı. Ananın da iş i başından aşk ınd ı . Ç o c u k l a r a yeni çarıklar yapması , giysilerini y ıkayıp temizlemesi, bebe­c i ğ e yeni bir başl ık dikmesi gerekiyordu. A m a . hepsi bu da değildi. Erkeği için de yapı lacak hazırl ık vardı.

Durup dururken pirinç satmaya içi razı olmuyordu. B u n a rağmen iki büyük sepete pirinç doldurup k a s a b a y a , götürdü ve erkeğinin sattığından pek az d ü ş ü k bir f iyatla satt ı k i kadın olduğuna ve erkeklerle ya ln ız b a ş ı n a pazar­lık ettiğine göre. bu h iç de kötü sayı lmazdı-Pir incin para­s ıy la a n a duyardaki tanrının önünde y a k m a k için iki kır-

72

mızı mumla biraz günlük, çift araçlarına yapıştırılmak için uğur getiren kırmızı renkli harfler, tatlı çörek yapmak için de biraz yağla şeker aldı. Bunlardan sonra elinde kalan parayla da bir kumaşçı dükkânına girip on arşın kadar güzel, mavi keten kumaş, sonra İki, iki bucuk kilo pamuk satın aldı.

Evet. erkeğinin geleceğine artık öylesine inanıyordu

ki eve gidince makası çıkarıp kumaşı dikkatle, özenle biç­

ti. Bir ceketle pantolon yaptı, astarladı. Astarın içine de

pamuklan iyice düzenli bir biçimde yerleştirdi, dikti. İnce

kumaş parçalarını sımsıkı dolayarak düğmeler de yaptı.

S o n r a giysileri bohçaya koyup kaldırdı.

Bütün ev halkına bu dikilenler, bekledikleri erkeği

kendilerine biraz daha yaklaştırmış gibi geldi.

Yeniyıl geldi ama, erkek gelmedi. Ev halkı tertemiz

bayramlıklarını giydiler ve bütün g ü n beklediler. Gıcır-

gıcır urbaları kirlenecek diye çocukların ödü kopuyor, ih­

tiyar da yemeğini önüne dökmemeye çalışıyordu.

Bütün gün a n a kendini zorladı, yüzündeki gülümse­

meyi eksik etmedi.

— «Daha akşam olmadı, elbet gelir gün batmadan.»

dedi durdu, bütün gün.

Erkeğin iyi dostu olan bazı köylüler kapıya, eğer kent­

ten döndüyse diye ona sağlıcaklık dilemeye geliyorlardı.

Her seferinde ana..onlara çayla küçük şekerli çörek ç ı k a ­

rıyor. «Erkeğin nerde?» diye sorduklarında:

— «Bir bakarsın a k ş a m d a n ö n c e çıkar gelir.» diyor­

du. «Bir bakarsın efendisi ta bizim buraya gidip gelecek

kadar uzun izin vermemiştir, gelemez. Duyduğuma göre

efendisi pek seviyormuş bizimkini, pek güveniyormuş.»

Ertesi gün gelen kadınlara da, hep o güler yüzlü, içi

rahatmış gibi duruşla aynı sözleri söyleyip durdu:

— «Gelmediğine göre sanırım bugün yarın bir habe­

ri çıkar, neden gelmediğini bana bildirir.» dedi ve başka

lafa geçti.

73

Böylece yine günler gelip geçmeye başladı . A n a hiç kaygıs ı yokmuşçasına konuşuyor, ihtiyarla çocuklar da ona tam güvendikleri için her dediğine İnanıyorlardı.

Gelgelelim, g e c e olmayagörsün! Gecenin karanlığı içinde a n a gözyaşlarını tutamayıp s e s s i z s e s s i z , a c ı ac ı ağlıyordu. Çok zaman erkeği artık yok diye ağlıyordu. S o n r a biraz bırakılmış olmasının utancından, biraz da yal­nız bir kadın olarak dört kişiye birden b a k m a k ağır geldiği için ağlıyordu.

Bir gün kendi kendine oturmuş düşünürken hiç olmaz­sa utancını hafifletecek bir çare akl ına geldi. Erkeği ge­lecek diye yaptığı şeyler birer birer gözünün önünden geçti. Yeni takımlar dikmiş, erkeği gelmemişti. Çörekler yapmış, onun iyiliğine d u a etmek için tütsüler yakmış­tı da erkeği yine gelmemişti. A n a fitne karının bi lgiç ba­kışlarını, taşlı laflarını düşündü. Günler geçip erkeği gel­medikçe ağırbaşl ı emmi oğlu bile onun sözlerini inanmaz kuşkucu bakışlarla karşı lar olmuştu. Evet, ananın kendi yüzünü temize çıkarması için bir şeyler yapmak vakti ge l­mişti.

G e n ç kadın gözyaşlarını sildi, akl ından bir şeyler ta­sarladı ve bir karara vardı. Ayırabildiği kadar pirinç ve pirinç sapı ayırarak k a s a b a y a götürdü, sattı. Aldığı g ü ­müş paraları, gümüş değerinde olan bir kâğıt parayla de­ğiştirdi. Sonra bir arzuhalciye gitti. Konfüçyüs tapınağının yanındaki küçük bir barakada oturan, hiç tanımadığı bir adamdı bu. Ana onun önündeki küçük sıraya oturdu.

— «Erkek kardeşimin ağzından ailesine bir mektup yazdıracağım,» dedi. «Kardeşim evine gidemeyeceğini ha­ber etmek istiyor. Benim dediğim gibi yaz. Kendisi döşek­te hasta yattığı için bu mektubu ben söylüyorum.»

İhtiyar arzuhalci gelip geçeni seyretmekten v a z g e ­çerek gözlüğünü taktı. Yeni bir kâğıt çıkardı, tüy kalemi­nin ucunu mürekkep hokkasının içinde ıslattı ve kadına baktı.

— «Söyle bakal ım, a m a önce kardeşinin karısının is­mi nedir, nerde oturur, senin adın nedir, onları bir deyi­ver.»

74

A n a , «Aslında o benim kayınbiraderimdir, mektubu yazdırtan,» dedi. «Ben de onun çalıştığı kentten geliyo­rum a m a , adımın sanımın önemi yok.»

S ö z d e kayınbiraderin adı diye erkeğinin adını ver­d i . Kızken kendi köyünün yakınlarında bir büyük kent var, denirdi. Erkeği bu kentte oturuyormuş gibi gösterdi. S ö z d e bu kayınbiraderin karısı diye de kendi adını, köyünü söy­ledi.

— «Kayınbiraderimin karısına söyleyeceğim şu,» de­di. «Şöyle y a z bakal ım: ' Ç o k iyi bir kapıda çal ışıyorum, beğendiğimi yiyorum, efendim çok iyi. İşim de onun ç u -buğuyla çayını getirmek, dostlarına haber götürmek. B u ­na karşıl ık yemeğimle yatağımdan b a ş k a a y d a üç tane de gümüş para veriyor. Ayl ığımdan on gümüş biriktirip eş­değerde bir kâğıt parayla değiştirdim. Anamın, çocuklar ı­mın, kendinin ihtiyacınıza harca'.»

Kadın oturup bekledi. İhtiyar arzuhalci ağır ağır, uzun uzun yazdı . S o n r a :

— «Bu kadar mı?» diye sordu. Ana: «Yok, daha diyeceğim var,» dedi. «Şöyle deyi­

ver: 'Yeniyılda gelemediğimin sebebi; efendim beni öyle seviyor ki bensiz edemiyor a m a , bir yolunu bulursam baş­ka bir yıl gelirim, inşal lah, 'hiç gelemesem bile s a n a yılda bir kere, aylığımdan biriktirebiidiğim parayı gönderirim'.»

İhtiyar adam bunu da yazdı, bitirdi. Bu kez a n a biraz düşündükten sonra:

— «Kayınbiraderimin demek istediği bir şey d a h a var­dı,» dedi. «Şöyle y a z bakal ım: 'İhtiyar anama söyle, g e ­lirken ona üçüncü kefenlik hırkası olsun diye kırmızı bez getireceğim, hem de en iyi cinsinden'.»

Böylece mektup yazıldı bitti. İhtiyar adam mektubu imzalayıp mühürledi. Tükürükle bir pul yapıştırıp üstünü yazdı, sonra mektubu posta tatarına kendi eliyle vere­ceğini söyledi. Ana da arzuhalciye ücretini ödeyip evine döndü.

Gözyaşlarını sildiği gün akl ında kurmuş olduğu ta­s a r ı işte buydu.

75

V I

/ ~ \ G Ü N D E N yedi gün kadar sonra, omzundaki tor­

banın teinde mektup taşıyan bir posta tatarı köye

uğradı. Bu posta tatarı son zamanlarda ortaya çıkan bir

şeydi. Eskiden böyle şeyler bilinmezdi, onun için böyle

uzaktan u z a ğ a mektup gelip gitmesi bu küçük köyde otu­

ranların gözünde hâlâ bir çeşit sihirli mucize gibiydi.

Posta tatarı torbasından bir mektup çıkarıp elinde tu­

tarak ananın yüzüne baktı ve:

— «Soyadı Li olan adamın karısı sen misin?» diye

sordu.

O zaman a n a mektubunun gelmiş olduğunu anladı.

— «Benim.» diye cevap verdi.

Posta tatarı: «Öyleyse s a n a bu mektup var. K o c a n ­

dan geliyor, nerdeyse kendisi.» dedi. «Bak, üstünde onun

adı yazılı.»

Mektubu anaya verdi.

Ana şaşırmış kalmış gibi bir bağırdı, yalancıktan s e ­

vinmiş gibi yaptı.

—- «Bak oğlundan mektup geldi,» diye ihtiyara ba­

ğırdı. .

Çocuklarına d a : «Babanızdan mektup geldi,» dedi.

Hepsi de mektubu okutturana değin bekleyemeyecek-

miş gibi sabırsızlandılar. A n a hemen yıkandı, temiz bir

hırka giyinip saçlarını g ü z e l c e taradı. Bu arada da k o c a ­

karının yengeye seslendiğini duyuyordu. İhtiyar:

76

— «Oğlandan mektup geldi!» dîye bağırırken öyle bir gülüyordu ki öksürüğü tutmuştu. Bir gülüyor, bir öksürü­yordu.

Yenge bu cı l ız ihtiyar vücudun bu kadar heyecana gelemeyeceğinden korkarak hemen koştu, ihtiyarın a r k a ­s ına vurmaya başladı. O candan tavrı, yüksek sesiyle:

— «Aman h a , canım ana, bir de sevincinden çatlar gidersin ha!» deyip duruyordu.

0 sırada a n a tertemiz, güler yüzle, çıkageldi. Yenge:

— «Hele senin şu acuzeye bir bak, oğlanından mek­tup gelmiş diye nerdeyse çatlayıp gidecek.» diye güldü.

Ana da yüzündeki gülümsemeyi iyice parlatmaya ç a ­l ışarak: «Geldi y a , işte mektup.» diye cevap verdi, mektu­bu yenge görsün diye uzattı.

Onlar arzuhalciye giderken bütün köy halkı peşlerine takıldı. Büyük oğlan a ğ z ı kulaklarında sırıtarak her sora­na babasından mektup geldiğini söylüyordu. K ı z kardeşi de onun ceketinin ucuna tutunmuş, peşini bırakmıyordu. K ı ş günü, y a p a c a k pek iş olmadığına göre boş oturan er-> kek, kadın, herkes onların ardına düşüp arzuhalcinin evine doluverdiler. Arzuhalci bunca kişinin bir arada sökün et­tiğini görünce şaşırdı , kaldı. A m a . işin aslını duyunca mek­tubu anadan aldı, bir süre gözden geçirdi; evirip çevirdi, süzdü, inceledi ve en sonunda ilk s ö z olarak ciddi ciddi:

— «Senin adamdan geliyor,» dedi. A n a . «O kadarını bildim zaten,» dedi. Fitne karı orda olmasa olur mu? — «Başka kimden gels in ki, efendi amca?» diye b a ­

ğırdı ve herkesten bir kahkahadır koptu.

Sonra arzuhalci mektubu ağır ağır okumaya b a ş l a ­y ınca herkes sustu ve dinlemeye koyuldu. Adam her keli­menin üstünde durarak anlatıyordu, çünkü söylenen sözle yazı lan s ö z arasında fark olduğunu bilirdi. Hem de kendi bilgisini göstermek istiyordu.

And ise okunan kelimelerden birini bile önceden duy-muşluğu yokmuş gibi c a n kulağıyla dinleyerek başını s a l ­lıyordu. Paradan s ö z eden yere gel ince arzuhalci sesini

77

yükseltti ve böyle ciddi bir konuya y a k ı ş a c a k bir akıcı l ık la okudu. Çevresindekilerin de ağız lar ı , gözleri aç ık kalmıştı'.

— «Para var mıydı içinde?» diye sordular.

A n a evet gibilerden başını sal layarak avcundaki k â ­ğıt parayı gösterdi. Arzuhalci parayı gözden geçirdikten sonra saygıdan kısı lmış bir s e s l e ve son derece ağır bir s e s tonuyla:

— «Üzerinde gerçekten bir on yazıs ı görüyorum, on tane gümüş para karşıl ığı o lsa gerek,» dedi.

Bunun üzerine herkes parayı görmek istedi. Paranın üstünde yanakları ve çenesi sakal l ı , ş işman bir p a ş a res­mi vardı. Bunu gören fitne karı ağz ı bir karış aç ık kalarak:

— «Aa kardeş seninki nas ı l da değişmiş!» diye bir

çığl ık kopardı, çünkü bu resmi ananın erkeğinin resmi

sanmışt ı .

Herkes de böyle sanıyordu, a m a kadın: «Benim erke­

ğimin resmi o l s a tanırdım,» dedi.

O zaman arzuhalci parlak bir buluşla. «Bu senin a d a ­mın efendisinin resmi o l s a gerek!» diye tahmin yürüttü.

Bu kez paraya herkes yeniden baktı. Efendinin pek

zengin, pek besili birine benzediğini söylediler. S o n r a her­

kesin üzerine bir şaşkınl ık ve k ıskançl ık sessiz l iğ i çöktü.

Ananın bu değerli kâğıt parçasını büküp a v c ı m a sıkıştır­

masını bir şey demeden seyrettiler.

Arzuhalci mektubu okumasını bitirip zarfın içine koy­

duktan sonra ciddi ciddi:

— «Kısmetli kadınmışsın sen.» dedi. «Böyle büyük kente gidip de zengin bir kapı bulmak her kadının k o c a s ı ­na nasip olmaz. O l s a bile değme erkek böyle aylığını bi­riktirip evine yol lamaz doğrusu. Kentlerde para yenecek ç o k yerler var, diye söylüyor bilenler.»

Bunun üzerine herkes saygıy la a n a y a yol açt ı . O da kurumlu kurumlu evine döndü. Peşinden gelen çocuklar ı da onun şu anki şan ına ortak oluyorlardı. Eve gel ince ana her şeyi ihtiyara anlattı.

78

Hele üçüncü kefenlik hırka işine ihtiyarcık pek keyif­lendi. Kemikli dizlerine elleriyle vurarak o titrek, çatlak s e ­siyle:

— «Şu benim oğul, vallahi bir tanedir!» diye gülmeye başladı. «Üstüne yoktur, bir daha, inan olsun! Kentten alı­nan kumaş kim bilir ne güzel kumaştır, ha!»

Sonra biraz ağırlaştı ve hüzünlü hüzünlü söylendi: «E, kızım getireceği bez dediği gibi sağlamsa bu se­

ferki hırkayı eskitemem gayri. Kim bilir bu üçüncüsü, belki de benim en son kefenliğim olur!»

Ninesini hüzünlü görünce büyük oğlanın da yüzü bu­lutlandı. Vefalı çocuk:

— «Yok. nine, hiç değil!» diye ona karşı çıktı, «iki ke­fen eskittin sen şimdiye deki Bu yenisi iki tanesine bedel olacak değil a!»

İhtiyarcık yine neşelendi, torununun zekâsını beğenip güldü, sonra gelinine dönerek:

— «Oğlanın yazdıkları ne güzel aklında kalmış, a kı­zım,» dedi. «Duyan da mektubu kendin okudun sanır.»

Gelini serinkanlılıkla, «Öyle,» diye cevap verdi. «Her

bir sözü aklımda kalmış!»

Sonra tek başına içerki odaya girdi, kapının arkasına

yaslandı ve s e s s i z s e s s i z ağlamaya başladı.

Gururu kurtulmuştu ama, şu anda mektup da, hatta

an gümüş değerinde olan o kâğıt parçası da bir avuç kül­

den ibaretti onun gözünde, Mektup, para neye yarar kendi­

si yapayalnız oldukça?

- *«

Her şeye rağmen ananın hilesi işe yaradı, çünkü o

günden sonra köyde onunla zevklenen, onu kocası kaç­

mış bir kadın yerine koyan olmadı. T a m tersine, şimdi o

herkese karşı katı yüreklilik yapmak zorundaydı, Çünkü,

herkes elindeki o kâğıt parayı görmüş, gelecek yıl bir

tanesinin daha geleceğini duymuştu ya şimdi gizliden g i z ­

liye borç istemeye gelenlerin ardı arkası kesilmiyordu.

70

İlk gelen arzuhalci olmuştu. S o n r a , birkaç haylaz ödüne para istemeye karılarını gönderdiler.

A n a g ü ç durumdaydı, gelenleri b o ş çevirmek pek zor­d u . Çünkü bütün köy ahalisi birbiriyle bir dereceye kadar h ı s ı m - a k r a b a sayıl ırdı. Hepsinin soyadı Li idi.

Lakin ana, hiç çares iz kimine paranın borç kapama­ya gittiğini, kimine şu ya da bu gibi bir masraf ı olduğunu söylüyordu.

Kadınlardan bazıs ı , kapı önlerinde durmuş çene ç a ­larlarken onun geçtiğini görünce, arkasından seslenerek para istiyorlardı. Fitne karı, onun yanında anlamlı anlam­lı, kumaşların pahasından y a k a si lkmeyi huy edinmişti. İğne dediğin bile ç o k paraya alınıyordu. Çar ık üstüne bir çift g ü l işleyecek kadar ipek a lmak istersen, ateş paha-sınaydı. O z a m a n öteki kadınlar a n a y a bakarak:

— «Ne mutlu s a n a , nasibin gürmüş.» diyorlardı. «Me­

telik saymanın gereği yok gayri senin! Adamın çi l gibi g ü ­

müş para kazanıp s a n a gönderiyor, kara topraktan aldı­

ğınla geçinmek zorunda değilsin ki!»

Bazen de bir erkek anadan yana: «Vatla bilmem köyde zenginlerin bulunması pek hayırlı olmaz,» diye laf atıyor­du. «Hırsızlar gelir! Tat l ıya sinek üşüştüğü gibi zengini olan yere de hırsız üşer!»

Bu kâğıt parçası ananın gönül rahatını her g ü n biraz, daha kaçırır olmuştu. Bir incisi, çok lafı ediliyordu. S o n r a her önüne gelen, parayı ille yakından görmek istiyordu. Hem a n a da paranın kâğıttan olanına al ışık değildi k i ! Z a ­manla bu paradan nefret eder oldu. Bir rüzgâr esip uçu­racak, fareler kemirecek, ya da çocuklar ın eline geçecek-de yırtı lacak diye ödü kopuyordu. Parayı pirinç sepetinin içine saklamıştı a m a , her gün çıkarıp bakmadan içi rahat edemiyordu. Rutubetten çürüyüp gidecek diye de kuşku­lanıyordu.

Sonunda bu kâğıt para ona öyle bir yük olup çıktı kl bir gün ana emmi oğlunun k a s a b a y a gittiğini duyunca hemen koştu:

80

— «Kulun olayım, şu kâğıt parçasını bana gümüş yap ki elime al ınca almış gibi olayım, çünkü bu kâğıt par­ç a s ı bir türlü içime sinmiyor,» diye fısıldadı.

Emmi oğlu aldı parayı ve sapına kadar dürüst bir adam olduğu için katıksız gümüş parayla değiştirdi. P a ­raları a n a y a verirken nasıl halis gümüş olduklarını g ö s ­termek için her birini öbürüne iyice sürttü.

A n a paracıklar ından ayrılmayı istemiyordu ama, cim­ri görünmeyi de hiç istemediğinden çaresiz:

— «Bir tanesini de emeğine karşılık sen a l , emmi oğ­lu,» dedi. «Harmanda da destek oldun bana. İhtiyacın ol­duğunu bilmez değil im. Yengemin karnındaki de var gayri düşünülecek.»

Adam uzun uzun baktı gümüşlere, kendi de farkında olmadan bir göğüs geçirip birkaç kere gözlerini kırpıştır­dı; içi çektiği belliydi a m a , paraya elini sürmedi. Gerçek­ten dürüst,.iyi adamdı. İsteği pek şiddetlenir de karşı g e ­lemez diye korkusundan çarçabuk:

— «Olmaz, kadın kardeşim,» diye cevap verdi. «Sen tek başına bir eksik eteksin. Bense henüz iş işleyecek çağdayım, Tanrı 'ya şükür.»

Ana d a : «Eh ihtiyacın olduğu z a m a n gayri,» dedi ve gümüşleri hemen ortadan kaldırdı. Çünkü paranın yüzü­ne uzun zaman bakmak, ne denli s a ğ l a m ahlaklı olursa olsun her insanın elini ayağını keser.

O g e c e kocakarıy la çocuklar uyurlarken ana yatağın­dan kalkıp şamdanı yaktı ve odanın katı toprak zeminin­de kazmasıy la bir çukur kazdı. On gümüş parayı, önce topraktan kirlenmesinler diye bir bez parçasına sararak bu çukura gömdü. Manda döndü, o büyük bön gözleriyle ona baktı. Yatağın altındaki tavuklar da uyanıp önce bir, sonra öbür gözleriyle onu seyrettiler, sonra gece vakti bu tuhaf işe şaşmış lar gibi hafifçe gıdakFadılar. K a d ı o çukuru örttü ve yeri belli o lmasın diye üstünü bir süre çiğnedi. S o n r a mumu söndürüp yatağına yattı.

Gariptir a m a , o g e c e yarı uyanık, yarı rüya görür gibi bir durumda yatarken a n a gömdüğü gümüşün kendi

ANA F . : 6/81

parası olduğunu, kendi belini bükerek, kendi alnının te­riyle yaptığı harmandan kazandığını unuttu s a n k i . Unut­tu da o gümüşleri gerçekten erkeği göndermiş gibi ge l­meye başladı. Kendi elinin emeği değildi bunlar sanki . İ ç i n d e n :

— «Onun o mavi urbaya harcadığı gümüşlerin yerine geldi bunlar.» diye düşündü. «Hem de d a h a iyi, çünkü d a ­ha çok.»

Ve kocasının o g ü n yapmış olduğu o işi en sonunda bağışlayarak uykuya daldı.

O günden sonra kâğıt parayı görmek isteyene a n a

istifini bozmadan:

— «Ben onu gümüşe değiştim de harcadım bile.» di­

ye cevap vermeyi huy edindi.

Fitne karı bunu duyunca zaten gevşek o lan a ğ z ı büs­bütün bir kar ış a ç ı k kalarak:

— «Hepsini mi harcadın, ayol?» diye sordu.

Ana gülümseyerek, hiç duralamadan: «Hepsini ya.» diye cevap verdi. «Hepsini şuna buna harcadım. Yeni bir tencere, bir tas derken, örtü mörtü, falan filan derken bitti hepsi. A m a . canım s a ğ olsun, nası l o l s a arkası g e ­lecek, değil ml?»

Gitti evden, erkeği bayrama gel ince giysin diye yap­mış olduğu yeni takımları çıkardı.

— «işte paranın bir kısmını buna harcadım,» dedi. Kadınlar kumaşa gözleriyle yiyecek gibi baktılar. Elle­

riyle yoklayıp, çok iyi, çok s a ğ l a m bez olduğunu söylediler. Fitne karı bile istemeye istemeye:

— «Aşkolsun s a n a , çok iyi kadınsın, vallahi,» dedi. «Bak. gönderdiği parayı yine ona harcanmışsın. B a ş k a ­sı o lsa hepsini kendine ya da ç o c u k l a r a harcardı.»

Ana da kılını kıpırdatmadan: «Biz birbirimizden hoş­

nuttuk, erkeğimle,» diye cevap verdi. «Hem kendime de

para harcamadım değil ki. Bir kuyumcuya gittim, küpey-

82

le yüzük tsmorlödım kendime. Erkeğim hep elerdi, elimiz

biraz bollaşsın s a n a ziynet almak istiyorum, diye.»

Gelininin dediklerini dinlemiş olan kocakarı: «Kalıbı­

mı basarım, benim oğul böyle yaman adamdır işte!» diye

lafa karıştı. «Üçüncü kefenlik hırkamı en âlâ kent kuma­

şından yapacak bana. Hayırlı evlatm»ş; neme gerek! T a n ­

rı hepimize de böyle evlat nasip etsin, komşular! Hele s a ­

na, yenge kız. B a k s a n a , karnın yine kıvamında, kavun g i ­

bi şişedurmuş!»

Köy kadınları gülüşerek birer birer dağıldılar, çünkü

akşam vaktiydi. Gelgeielim, attığı büyük yalanları düşü­

nen ananın şimdi içi kan ağlıyordu. Kendi kendini kınaya­

rak:

— «Önden söylediğim yalanlar yetmiyormuş gibi, tu­

tup daha büyük masal uydurmanın ne gereği vardı ki?»

diye hayıflandı içinden: «Ziynet alacak parayı nerden bu­

lacağım ben şimdi? Ama çaresiz, alacağım; b a ş k a yolu

yok, yüzümü ak çıkarmanın!»

Kendi omuzuna yüklediği ağır yükü düşünerek uzun

uzun içini çekti.

83

Y ' N E bahar oldu. A n a şimdi yine var gücüyle taria işine 6anlmak zorundaydı. Büyük oğlanı da tarla

işine koştu, mandayı sürmesini öğretti ona. Pek hafif, pek küçük olduğu için ç o c u k henüz s a b a n kullanamıyordu. A m a , hayvanın ardından koşup sırtına s o p a vurmak elin­den gelen bir şeydi. Geigelelim, mandanın derisi öyle kalındı ki ç o c u k c a ğ ı z var gücüyle vurduğu z a m a n bile ba­na mısın demiyordu. Bunun üzerine a n a bir bambu kamı­şının u ç m a sivri bir çivi çaktı ve mandayı s o n s u z tembel­liğinden uyarmak için bununla vurmasını oğ lana öğretti.

Ana şimdi kızına da küçük, basit işler buyurmaya baş­ladı. Ç ü n k ü , kaynanası kocadıkça İşe yaramaz, aklında hiçbir şey tutamaz olmuştu. Acıkmaktan, susamaktan b a ş ­ka hiçbir şeye akl ı ermiyardu gayri. A n c a k küçük oğlan ağlayıp bir şey istediği z a m a n kocakarı yerinden kımıl­dıyordu. Bu en küçük torununa hepsinden faz la düşkün­d ü , nedense.

Böylece ana kızına öğleyinlik pirinci göl başında yı­kamasını öğretti. Bu işi k ıza sabahleyin, kendisi henüz tar­laya ç ıkmazdan once gördürtüyordu. Ç ü n k ü , k ızcağız ın yarı kör gözleriyle doğru dürüst bakamayarak suya düş­mesinden korkuyordu. S o n r a , kıza pirinci pişirmesini de öğretti. Ç o c u k henüz öyle küçüktü ki tencerenin kapağını a ç ı p kapamaya boyu zor yetişiyordu. Bu bir damla şeye a n a s ı ateş yakmasını bile gösterdi. K ız ateşi pek güzel yakıyor, çalı ları tutup gözlerine duman kaçtığı z a m a n bi-

84

le sabır la dayanarak hiç sesini çıkarmıyordu. Evlerinin gayri b a b a s ı z kaidığfnı, analarının her işe yetişmek zorun­da olduğunu küçük kız anlar gibiydi. Bununla birlikte ateşi yak ıp harlattıktan sonra, evin gündüzün bile loş olan iç odasına' gidip bir bez parçasıy la gözlerinden a k a n yaşlar ı siliyor ve a c ı s ı n a elinden geldiğince katlanmaya çalışıyor­du.

Bahar olunca en küçük oğlan da ayaklandı. Kış ın yürümeye çabalamamıştı bile. Sırtındaki uzun pamuklu­lar öylesine ağırdı ki düştüğü z a m a n kendiliğinden ka lka­maz, biri g e ç s i n de kaldırsın diye beklerdi. Şimdi ne bu­lursa yiyor ve günden güne serpil iyordu. Ananın sütü ta­mamen kesilmiş gibiydi a m a , küçüğü emzirmek yine de içine belli belirsiz bir avuntu veriyordu. Yavruyu bağrına basmak, eve gelir gelmez onun meme emmek için koşup atıldığını görmek tatlı, isimsiz bir mutlulukla yatıştırıyordu anayı.

işte böyle bahar geldi, gelişti, tam kıvamına erdi. Ana yanında büyük oğluyla bütün gün tarlada çal ışmak­ta devam etti ve toprağı baştan b a ş a sürdü. Önceleri b a ­har zamanı kendisi tohum eker, çifti hep erkeği sürerdi. Bu kez tarlalar erkeğin sürdüğü kadar derin, düz sürül­memişti gerç i , a m a sürülmüştü y a , sen ona bak. F a s u l ­yeler, pazarda satı lmak için lahana ve turplar ekildi. Ç o k geçmeden kolzalar tomurcuklanmış, fidanların açıkl ı ko­yulu sarı başları serpilmişti.

İşte böyle, ananın işi öylesine başından aşkındı ki erkeği akl ına bîie gelmez olmuştu. Akşamleyin de eve öy­le yorgun dönüyor, öyle a ğ ı r bir uykuya dalıyordu ki g ü n ağarırken dar uyanıyordu.

Ama. bir g ü n oldu ki erkeği akltna geldi. Yengenin doğurma vakti gel ip çatmıştı. En yakın

komşusu ve arkadaşı olan anayı çağırmak için tarlaya kızlarından birini gönderdi.

Ana tarlada iş görmekteydi. Tat l ı bahar rüzgârı hır­kasının bol eteklerini havalandırıyor ve terini fışkırır f ış­kırmam kurutuveriyordu.

85

Yengenin kızı: «Teyzeciğim, ortamın saat i geldi,» diye uzaktan bağırdı. «Senin için a c e l e ediversln. diyor. Bilir­sin nasıl çabuk doğurur. Şimdi de hazır, sen bebeği al ı-veresin diye bekliyor.»

Bunu duyan a n a belini doğrulttu: — «Peki, geliyorum,» dedi. O ğ l a n a döndü. «Al şu tır­

mığı, fasuiye karıklarının otunu yoladur, elinden geldi­ğ ince. . . Bizim yenge elini her zamanki gibi çabuk tutarsa bir saatten faz la kalmam, dönerim.»

Böyle diyerek, önü sıra koşup giden kızıh arkasından seğirtti. Tarlaların arasından yürürken bahar gününün g ü ­zell iği birdenbire içine işledi. Her g ü n bu vadide yaşayıp iş işlediği için, bir kere de başını kaldırıp çevresini sey­retmek aklına gelmezdi. Bütün düşüncesi tarladan, evin­den ibaretti ve gözleri de bunlardan b a ş k a şeyi görmezdi. A m a , şu anda yürürken başını kaldırdı ve önünü kuşatan dünyayı gördü.

Söğütler pırıl pırı! yeşi l renkte taze yapraklara bezen­mişti. Armut ağaçlarının beyaz çiçekleri sonuna dek a ç ­mış, rüzgârda uçuşuyor ve surda burda bir nar a ğ a c ı , yeni sürmüş kızılımtırak yapraklarıyla, alev gibi yanıyordu. Rüz­gâr da pek ılıktı. Durup durup bir esiyor, sonra yine kalı­yordu. Ana hangisinin daha hoş olduğuna karar vereme­di: Ç i ç e k kokuları getiren esintiler mi, y o k s a rüzgâr ke­sildiği zaman çöken derin, s ıcak sessiz l ik içinde sürülmüş tarlalardan yükselen toprak kokusu mu... Böyle birden gelen esintiler ve esintileri izleyen sessizl ikler içinde yü­rürken vücudunun gencecik, dopdolu ve s a ğ l a m olduğunu yeni baştan duydu ve İçini erkeğine karşı derin bir özlem bürüdü.

Hemen hemen her bahar doğum yapmıştı. Evlendi­ğinden beri hemen hiçbir bahar geçmemişti doğum yap­madan. A m a , işte bak, vücudu verimsizdi bu bahar! E s ­kiden çocuk doğurmayı insanın durup durup başına ge­len olağan bir şey sayardı. Şimdiyse g e n ç kadın bunun büyük bir mutluluk olduğunu hissediyordu. Şimdiye de­ğin farkına varmamıştı ne büyü» bîr mutluluk olduğunun!

86

Yalnızl ığı ağrı gibi içine çöktü ve memeleri s ız layarak dü­şündü ki erkeği dönüp gelmezse o, k a ç kez bahar olursa olsun, bir daha ç o c u k doğuramayacakt ı . Özlemi, isteği içinden o anda bir bağır ış gibi koptu:

— «Gel artık, öf. dön de gel!» Kendi sesinin böyle diyerek bağırdığını duyar gibi ol­

du ve yenge kızının önünde yüksek sesle konuşmuş ol­maktan korkarak durdu. A m a , bağırmamıştı. Rüzgârın uğultusundan ve bir nar dalında öten bir karakarganın yüksek, duru şarkıs ından b a ş k a s e s , s e d a yoktu etrafta.

Emmi oğlunun evinin loş odasına girince ana yenge­yi gördü. Kadının her z a m a n tostoparlak olan yüzü şimdi sancının etkisiyle toparlak olmaktan çıkıp uzamış, terden kararmış, her zamanki gülüşü silinerek yerini sancının ciddil iği almıştı. Onu bu durumda görünce ana da kendi bedeninin ağır ağır, dolu dolu olduğunu duydu. Ç o c u k doğuran yenge değil de kendisiydi sanki .

Ç o c u k gel ince a n a onu hemen kavradı, bir beze sar­dı. T a r l a y a dönse dönebilirdi gayri a m a , dönmedi. Keyfi k a ç m ı ş olarak kendi evine gitti. Onu gören kocanine:

— «Yemek vakti geldi mi? Tuhaf şey. benim karnım a c ı k m ı ş değil!» diye söylendi.

K ı z da eliyle gözlerini gölgeleyerek kapıya koşup: «Ateşi yakmak zamanı mı geldi, ana?» diye sordu.

A n a hep o keyifsiz duruşuyla onlara: «Yok. daha saat erken, a m a nedense bir tuhaf halsizl ik var bugün üstüm­d e . B i raz dinleneyim dedim.» diye cevap verdi.

Dinlenemedi de. Az sonra yerinden kalkıp küçük oğ­lanı kaptığı gibi delicesine bağrına bastı. Urbasının önü­nü a ç ı p memesini oğlanın ağz ına verdi, ille emsin diye zorladı. A m a , oğlan onun bu alışık olmadığı deli gibi dav­ranışını yadırgamıştı. Zaten karnı da aç değildi, canı oyun oynamak istiyordu. Onun için memeyi almadı. Çırpındı vo anasını itti.

O zaman ana içinden tuhaf, hınçlı bir öfkenin kabar­dığını duydu. Oğlanı patakladı, atar gibi yere bıraktı ve o çığl ık ç ığ l ığa ağlarken a n a :

87

— «Her z a m a n ben istemezken ille meme diye tut­turursun, ben isteyince de kamın aç değildir!» diye söy­lendi.

Oğlanın yere kapanıp ağlaması ona yarı acı bir g a ­rip, buruk hoşnutluk veriyordu. Çocuğun ağlamasına da­yanamayan kocanine yufka yürekliliğinden bağırmaya baş­lamıştı. K ız da kardeşini yerden kaldırmaya koştu. Bu kez ananın yine içi yufkalaştı. Ç o c u ğ u kızının a lmasına bı­rakmayıp kaptığı gibi kucağına aldı. Elinin, yüzünün to­zunu sildi, gözlerinin yaşını kuruladı. İçinden, kendi üzün­tüsünün acısını yavrusundan çıkardığı için utanç duyu­yordu.

Gelgelelim çocuk, o günden sonra meme emmeyi es­kisi gibi sevmez oldu ve a n a elinde kalan bu küçük avun­tuyu da böylece yitirdi.

88

V i l i

" D U ana, ta g e n ç kızl ığından bu yana, duygulan derin­den derine ve y a v a ş y a v a ş kız ışan bir insandı. Öyle

her gördüğü erkekte gözü ve aklı kalan kadınlardan de­ğildi. Tersine, gençl iğinde bile gönlü içinin ta derinlikle­rine gömülü, s o n derece utangaç biriydi. Dünya evine girene değin, kendi başına olduğu zamanlar bile erkekler­le, salt erkek oldukları İçin kafasını yormuş değildi. İçin­den bazı bazı şiddetli, garip arzular fışkırdığı zaman bile durup, bunlar nedir, niyedir, diye sorup sual etmeden elin­deki işi bitirmeye bakar ve isteklerine sabırl ı, bekleyen bir sessiz l ik içinde katlanırdı. .

A n c a k , evlenip de erkeği bütün anlamıyla tanıdığı z a ­man kendi isteklerinin, duygularının aslını, esasını y a v a ş y a v a ş anlamaya başladı. Öyle ki erkeğine kızıp söylendiği zamanlar bile, onsuz olamayacağını çok iyi bilirdi. Hatta, bazen istekleri içinde fırtına bulutları gibi derin, sabırsız kümelenir, taşar ve sonunda sevdiği a d a m a karşı sebepsiz bir öfke olur çıkardı. Bu öfke a n c a erkeğiyle s a r m a ş dolaş olduğu z a m a n dağıl ırdı. O zaman kadın en esk i , en basit yoldan rahatlar, yine yatışırdı.

Bütün buna rağmen erkeği hiçbir z a m a n ona yetmez­di. T e k başına dünyada yetmezdi ona erkek. Onun doy­ması için erkekten gebe kalması ve içinde bir ç o c u ğ u n canlanıp büyümesi şarttı. Erkekle arasında geçen seviş­me hareketi a n c a k bu şart la tamamlanmış olurdu ve k a -

89

din, karnında çocuk taşıdığı sürece varlığında bir bütün­

lük duyarak, mutluluktan başı bulutlarda gezerdi. Ç o c u k ­

ları ayaklarına dolaştığı, öteberi için ağlayıp zırladığı ya

da çocukluk gereği huysuzluk ettiği zaman ana gerçi öf­

kelenip bağırırdı. Ama, yeni bir c a n taşıdığını gösteren be­

lirtiler bulunduğu sürece vücudunda tatlı bir hoşnutluk

duyardı. İyi yemiş, dinlenmiş, uykusunu almış da bedenin

artık hiçbir şeye ihtiyacı kalmamış gibi bir duygu...

T a , eskiden beri, çocuklan işte böyle severdi, ana.

Kızlığında, bu köyceğizden pek az büyük bir köyde, ba­

basının evindeyken de öyleydi. Babasının evi ç o c u k do­

luydu. O en büyükleri olduğundan kardeşlerine bir ikinci

ana gibiydi. Bütün gün onlara bakmaktan yorulduğu z a ­

man ayaklarına dolaştıkları için onlara, çekilin, diye ba­

ğırdığı zaman bile onlardan usanç getirmezdi. Çocukların

küçücük oluşu karşısında yüreği çok geçmeden yufkalı-

verirdi. En sevdiği şey, ister kendi kardeşi olsun, ister

komşu çocuğu, bir küçük yavruyu bağrına basmak, uzun

uzun, derin derin koklayıp okşamaktı. Çünkü kucağında kü­

çük bir çocuk tutmak ona kendinin de pek iyi anlayamadı­

ğı derin, ateşli bir zevk verirdi.

Küçük olan, kendi eline bakan her şey yüreğine do­kunurdu. Baharın yumurtadan çıkan civcivlere, ördek yav­rularına bayılırdı. Bir kuluçka herhangi bir sebeple yav­rularını daha yumurtadan çıkmamışken bırakır giderse ana. bu "yumurtaları alıp bir torbaya koyar, torbayı kendi boy­nuna a s a r ve yavrular yumurtadan çıkana değin kendi s ı ­cacık teninin yanında taşırdı onları. K ü ç ü k ipekböcekleri-ne bakmakta en çok özen gösteren ve onların büyüme­sinden en çok zevk alan da oydu. Böcekleri daha küçük­ken, canlı birer iplik parçasından farksızken alır, onların irileşip şişmanlamalarına tanık olurdu. Sonra, böcekler kozolarını delip kelebek olarak çıktıkları, kelebekler çift­leştiği zaman, onların aranışlarını, doyuşlarını bu kız ken­di bedeninde duyardı eanki...

Bir seferinde, baba evinin bütün çocuklarının büyü­yüp bebeklikten çıkmış oldukları, kendinin de evlenmeye

90

hazırlandığı sıralarda öyle bir şey olmuştu ki k ıza o z a ­mana dek hiçbir erkeğin vermemiş olduğu büyük bir he­yecan vermişti.

Komşularının, henüz yürüme ç a ğ ı n a gelmemiş olan küçük bir oğlu vardı. Tombul, yuvarlacık birNşeydi bu oğ­lan. Ablas ı onu bütün y a z çırçıplak, bir bez parçasıy la sırtına bağlamış, hep öyle taşımış durmuştu. O zaman kendisi evlenmek üzere olan a n a bazı bazı ç o c u ğ u , bağını çözüp ablasından alırdı. Bir z a m a n için yükünden kurtul­duğuna sevinen küçük kız da hemen oyuna koşardı.

Z a m a n l a a n a her gün, bu ayın on dördü gibi tekerlek yüzlü oğlancığ ın yolunu gözler ve onu bütün öteki köy çocuklarının hepsinden daha çok sever oldu. Gözdesiydi bu yavru onun. G e n ç kız onu kucağında tutup o tombul avuçlarının içini koklamaktan, o ş işman yanaklar ına, kü­çücük, gül gibi pembe ağz ına dokunmaktan büyük zevk alırdı.

Bebeciği kalçasının üstüne yerleştirip kolunun altı­na alır ve nereye gitse yanında taşırdı. Kendi anas ı bazen:

— «Bu nasıl iş? Kendi evimizin çocuklar ına doya­madın mı ki ben doğurmaktan kesil ince gidip b a ş k a ço­cuk arayasın?» derdi de g e n ç kız gülerek cevap verirdi:

— «Ben ç o c u ğ a hiç doymayacağım, galiba!» C o k geçmeden, kendi de farkında olmaksızın bu oğ­

lancık g e n ç kızın içinde, o zamana değin bilmediği bir istek uyandırmaya başladı . Her kadın gibi o da eskiden beri oğlan anası olmayı ister ve bir gün evlenince oğlan­lar doğuracağını doğal sayardı . A m a , bu güleç yüzlü, gür­büz ç o c u ğ u n uyandırdığı arzu yalnızca oğlan çocuk anası olmaktan d a h a ileri bir şeydi.

Bebecik önceleri onun için bir oyuncaktan ibaretken sonraları d a h a ciddi bir şey, bir gizl i, ateşli tutku olup çıkmıştı ki bunun içyüzünü ana kendi de anlayamıyordu.

Şimdi ç o c u ğ u kucağına aldığı z a m a n bir bahane uy­durup yalnız başına bir yere gitmeyi huy edinmişti. B e ­beciğin ablas ı oyuna gitmek için c a n atıyordu zaten. Öte­kilerin de tarlada, mutfakta, surda burda işleri vardı. Böy-

91

fece genç kız bir köşede tek başına, a güzel , gürbüz yav­ruyu bağrına basıp oturuyordu. Onu kucağında sallayıp ninniler mırıldanıyor ve yavrunun yusyuvarlak, tombul vü­cudunun küçüklüğünü, çaresizl iğini hissediyordu. Ç o c u ­ğun henüz pek dişi yoktu. Onun için a n a bazen ağzında biraz pirinç ya da bir çörek çiğneyerek kendi dudaklarının arasından onun a ğ z ı n a uzatıyordu. Ç o c u k , ağzında birden böyle al ışık olmadığı bir tat duyarak şaşalay ıp ciddi ciddi emmeye başlayınca a n a gülüyordu, niçin güldüğünü ken­di de pek bilmeden, çünkü eğlence değildi bu onun İçin. İçinde öyle bir şiddetli, ıstıraplı, derin bir özlem vardı ki g e n ç kız bunu nasıl gidereceğini bilemiyordu.

' Düğününden az önce, yine böyle ç o c u k l a b a ş b a ş a kaldığı bir gündü. Vakit öğleye yaklaşmışt ı . K ü ç ü k kız her gün bu vakitlerde gelir ve kardeşini, meme emsin diye eve götürürdü. Ama o gün nedense g e ç kalmıştı. Bebe­c i k huysuzlanıp mızıldanıyor, kıpırdanıp durarak bir türlü rahat etmiyordu.

Onun acıkmış olduğunu görmek g e n ç k ıza, anlaya­madığı halde bir itiş gibi kanında duyduğu belirsiz a m a . ateşli bir arzu verdi. Yattıkları odaya gidip kapıyı içer­den sürmeledi. Titreyen parmaklanyla hırkasının iliklerini çözüp ç o c u ğ a kendi küçük, g e n ç kız memesini verdi. Be­becik hemen memeye yapışıp iştahla emmeye koyuldu. G e n ç kız ayakta durmuş yavrunun yüzüne bakıyordu. Kanında, rüyalarında bile görmemiş olduğu öylesine bir tutuşma vardı ki gözlerine yaşlar doldu, dudaklarından kelime olmayan kesik kesik sesler koptu. Böylece ç o c u ğ u bağrına bastırıyor ve kendi duygularının özünü kendi de anlamıyordu. Dopdolu, ateşli, istek gibi, özlem gibi bir şeydi bu; kucağındaki çocuktan d a , kendi kendinden de büyük...

S o n r a bu anın büyüsü yok olup gitti. G e n ç kızın kü­ç ü k memesi sütsüz olduğu için bebe öfkesinden, hayal kırıklığından yaygarayı bastı. A n a da önünü ilikledi. Yap­tığından nedense biraz utanmıştı. Hemen dışarı çıktı. K ü -

92

ç ü k kız da koşarak geldi, kardeşini aldığı gibi kendi evle­rine götürdü.

Ananın gözünde o dakika bir büyük uyanış dakikası oldu, belki evlenmekten bile daha büyük bir uyanış.

Evlendiği adamı hiçbir zaman yaln ızca erkekliği için sevmedi. Kendini ana yaptığı, kendi analığının bir parça­sı olduğu için sevdi erkeğini.

Gençl iğin cahi l ; o lgunlaşmamış çağında bile bu böy­

leydi. Vücudunun olgunlaştığı ve her şeyi öğrendiği, k a ­

dınlığın tam kıvamına erdiği bir ç a ğ d a ise a n a işte böyle

tek başına kalakalmıştı. Çocuklar ı her gün biraz daha bü­

yüyor, çocukluktan her g ü n biraz daha uzaklaşt ıkça s a n ­

ki ananın malı olmaktan da biraz daha fazla çıkıyorlardı.

Büyük oğlan iyice boy atmıştı. Dal gibi ince ve s e s ­sizdi. Az konuşuyor, en ağır işleri bile yapmaya çalışıyor­du. Akşamüzeri a n a k a b a s a b a tahta sabanı eve götür­mek için kaldırmaya davranınca, oğlan hemen atılıp s a ­banı kendisi alıyor ve o zayıf omuzuna bir boyunduruk gibi vurarak, sürülmüş toprakların üzerinde sendeleye sendeleye yola düzülüyordu. A n a da çok z a m a n , o kadar yorgun oluyordu ki ç o c u ğ u n sabanı taşımasına izin veri­yordu. Şimdi kuyudan su çekip mandaya yemini veren de büyük oğlandı. T a r l a d a y s a babaymışçasına işin kendine düşen payını, hatta d a h a çoğunu yapmaya çabalıyordu.

Y ine de tuhaf bir şeki lde, zorla, anasından uzak dur­maktaydı. İşi paylaşmakla ona boyun eğmekle birlikte, ç o k z a m a n dikkafalıhk da ediyordu. Kadına öyle geliyor­du ki büyük oğlu, kendi aklının ermediği bir tarzda ken­dinden uzakldşmış. ona sokulmak istemiyor, üzerinde kö­tü bir koku varmışcasına, ondan daima ayrı duruyordu. Ç o k zaman hiç yoktan bir şey İçin aralarında k a v g a çık ı­yordu. Sözgel iş i kadın ona tırmığını daha iyi tut, diyor, çocuk ise kendi tutuşu daha yorucu olduğu halde, bildiği­ni İşlemekte inat ediyordu. İşte buna benzer ufak tefek

şeyler için sık sık kavga ediyorlardı. Ama, ikisi de haya! meyal farkındaydılar ki kavgalarının gerçek sebebi bu de­ğil, akıllarının pek ermediği daha derin, daha başka bir şeydi.

Kızı da o zavallı, yarı kör gözlerinden ötürü hiçbir zaman ferahlık, sevinç getirmemişti anaya. Bununla bir­likte k ızcağız sabırlı olmak için etinden geleni yapıyor, artık eskisi gibi ağlayıp sızlanmıyordu bilet K ü ç ü k oğlan artık ayaklanmış olduğu ve sokakta öteki çocuklarla dö­vüşüp oynamaktan hoşlandığı için kız da bazı bazı a n a ­sı ve ağabeysiyle tarlaya gelir olmuştu. Ama, orada bile derdi yardımından büyüktü. Örneğin yeni filiz süren bir tarlanın otlarını yolayım derken, gözleri seçmediği için çok zaman ot yerine filizleri koparıyor, o zaman da büyük oğlan kızarak:

— «Hadi kız be sen de, burda bir işe yaradığın yok senin, hadi eve, ninenin yanına git, sen!» diye bağırıyor­du.

K ı z c a ğ ı z bunun üzerine, çok gücenmiş olduğu halde yine de gülümseyerek a y a ğ a kalktığı zaman ağabeysi bu kez de:

— «Bastığın yere baksana, dikkatsiz şey, filizlerin üstünde yürüyorsun!» diye tiz tiz onu azarlıyordu.

O zaman küçük kız. kalmayı gururuna yediremediği için hemen oradan kaçıyor, ana da oğluyla zavallı yarı kör kızının arasında kalarak bunalıyordu. İkisine de a c ı m a ­mak elinde değildi: Oğlu. yaşına göre çok ağır olan hiz­metin a c ı yüküyle ezilmiş, kızı ise ıstırabına sızlanması? katlanmak zoruyla üzülmüş. Böylece içini çekerek kızına söyleniyordu:

— «Doğrudur, zavallıcık, fazla bir işe yaramazsın

sen. Bu gözler böyle oldukça dikiş bile dikemeyeceksln.

Ama, hadi eve git de yerleri süpür, ateşi yakıp aşımızı

hazırla. Bunlar pek güzel elinden geliyor. K ü ç ü ğ e g ö z ku­

lak ol, göle filan düşmesin. Çünkü içinizde en haşarınız,

en dikbaşlınız 0. Ninene de çay veriver arasıra. Senin gö­

revin bunlar. Bunları yapınca bana yardımın dokunuyor.

94

Bir fırsatta ben de gelip senin o gözlerine bir merhem yakacağım, bakalım.»

Böylece a n a kızını avutuyordu ama, kız anası için tersine büyük bir dertti. Saat lerce s e s çıkarmadan otu­rup yaşlı, ağrılı gözlerini siliyor ve hep o sabırlı, değişmez ifadesiyle gülümseyip duruyordu. Onun bu halini gören büyüğünün öfkeli sözlerini dinleyen ve en küçüğünün ev­de oturmayıp ille oyun peşinde koşmasına tanık olan ana, bazı kere a c ı a c ı düşünüyordu: Bebecikler; kendisine öyle­sine yakın olan, analarını öyle seven bu çocuklar, nasıl olur da şimdi böyle onu hiç avutmaz olurlardı?

Ne yalan söylemeli? A n a şimdi akşamları çok kez karşı kapıya, yengenin evine büyük bir kıskançlıkla bakı­yordu. Bu evde iyi ve dürüst bir koca vardı. Gerçi kendi erkeği gibi temiz, güzel değildi. Alımsız, toz toprakla yoğ­rulmuş bir adamdı ama adamdı, işte. Erkeğe yaraşır ş e ­kilde tarla işini gördükten sonra karnını doyurup yatmak üzere evceğizine geliyordu. Bu evde adamın her yıl dün­yaya g e l e n eli yüzü düzgün çocukları büyüyüp serpiliyor ve adamın karısı çocukların anası, o şen şakrak, iyi huy­lu yenge, hayatından hoşnut bir yüzle, bebeğini emziri-yordu. Hiç kimseyi kendine tasa etmeyen, çenesi hiç dur­madan işleyen kadının biriydi ama, iyi kalpliydi, doğrusu; komşuluğuna da diyecek yoktu. Ç o k zaman pişirdiği bir eti getirir anayla paylaşır, ananın çocuklarına bir avuç yemiş verir, kızın saçına kâğıttan bir küçük gül yapıp takardı.

Evet, dopdolu, rahat, mutlu bir yuvaydı bü karşıdaki ev. Ana onlara kıskanarak baktıkça kendi İçindeki özlem daha da depreşirdi. Derin, öfkeli ve açgözlü bir özlem... ı

95

I X

1? R K E Ğ İ N İ unutup akl ından si lebilse, erkeğinin ölüp

toprağa girdiğini görmüş o l s a . kıyamete dek geri

gelmeyeceğine inansa, dul kalmış o l s a da erkeğiyle he­

sabının toptan kapandığını bi lse, a n a y a daha kolay gele­

cekti. Şu köyceğizde onu bir dul diye tanısalar; o da ter­

temiz, s a p a s a ğ l a m dulluğuna, göğsünü gere g e r e ' g ü v e n ­

se ve geçtiği yerde d u y s a , ya da bilse ki ardından herkes:

«Şu Li'nin du| karısı da pek fedakâr, evine bağlı bir

kadın kişi!» demektedir. «Kocası ölüp gitti, o hâlâ iki y a ­

nına bakmıyor. E s k i günlerde o l s a bu gibi dulların şerefi­

ne mermerden, hiç o lmazsa taştan anıtlar dikilirdi...» de­

mektedir.

A n a kendisi için böyle konuşulduğunu d u y s a bu bel­ki ona bir kol kanat, bir dayanak olurdu. Belki kadın ken­dini böylece başkalarının yoğurduğu biçime uydurmaya çalışır, çevrenin gözünden düşmemek iç in, gerçektekin-den daha yüksek, daha iyi bir ömür sürerdi.

Gelgelelim, dul kalmış değildi k i ! Ç o k z a m a n kocan nasıl diye soranlara cevap vermek de vardı hesapta. Dur­madan, hem de güler yüzle yalan uydurmak zorundaydı ve kendi yalanları yüzünden erkeği her zaman akl ındaydı.

— «Merhaba, kadın kardeş, erkeğinden bir mektup, haber filan var mı? Nası lmış bakalım?» diye soranlar ek­sik değildi.

Kendisi de omuzunda bir yükle k a s a b a y a inerken ya da elinde sepetlerle tarladan dönerken, ölü gibi yorgun argın olduğundan lafı uzatmamak iç in:

— «Ağızdan haberini alıyorum, iyiymiş. Mektubu yıl­da bir yazıyor,» diye cevap veriyordu.

A m a , evine vardığı zaman kendi yalanları içini p a ­ramparça etmeye başlıyordu. Ç o k zaman tasasından, yal­nızl ığından kendi kendine:

— «Ben ne çi lekeş, kadersiz kadınmışım ki kendi uy­durduğum yalanlardan b a ş k a erkeğim yok!» diye dövünü­yordu.

Böyle zamanlarda çıkıp kapı önünde oturuyor ve içi dolup taşarak:

— «Sırtındaki urbanın mavisi pek duru, pek tatlı bir maviydi; dönüp geleceği tutsa elbet ta uzaktan göze çar­par,» diye düşünüyordu.

Zaten nerde, ne z a m a n , uzaktan uzağa gözüne mavi bir şey ç a r p s a yüreği ağz ına gelir olmuştu. Karşıdan ma­vili bir erkek görünce, kendini tutamayıp işini gücünü bı­rakıyor, tar ladaysa tırmığını atıp elini güneşe karşı siper ederek, bakal ım nerden geliyor, ne yöne geliyor, köy yo­luna sapıyor mu, yoksa geçip gidiyor mu diye bir 6üre

bakmadan edemiyordu. Gelgelelim gelip geçen adamlardan hiçbiri onun erke­

ği değildi. Mavi her yerde görülen bir renkti. Fakir, köy­lü takımı erkeklerin birçoğu mavi urbayla gezerdi.

Bazı zaman da a n a , böyle yalanlar uydurduğu için, erkeğine kızıyor ve kendi kendine : «Bu kadar masala değ­mez o,» diyordu.

Eğer böyle düşündüğü bir s ırada erkeği çıkıp gelse kadın öfkesinin var gücüyle onun üstüne yürür, ona iyi­den iyiye lanet okurdu, Erkeği yüzünden ne denli ac ı ç e ­kiyorsa, erkeğini o denli çok seviyordu. A m a bazı z a m a n İçindeki hınç günlerce sürüyor, böyle zamanlarda kadın huysuz ve somurtkan oluyor, çocuklar la ihtiyara hor dav­ranıp köpeği tırmığın sapıyla itiyordu. Bu davranışları onu büsbütün üzüyordu ama, değiştirmek elinde değildi.

ANA F . : 7/97

Bir seferinde pirinç ürününün bölüştürülmesi ananın böyle hınçlı bir zamanına rastladı. Y ine ya ln ızca büyük oğlanının yardımı ve emmi oğlunun birkaç gün gelip b a -kıvermesiyle. kendi başına harman işini yapmış bitirmiş ve sıra ürünün pay edilmesine gelmişti. O gün a n a , öyle bir durumdaydı ki yalnızlığın t a s a s ı n d a n , öfkesinden vü­cudu baştan b a ş a cı lk yara olmuş da olup biten her şey bu yaralara birer ş a m a r gibi iniyor sanırdınız. B a ş k a z a ­man farkına varmadığı şeyler diken gibi gözüne batıyordu.

O için için eriyip giderken veki l, mal sahibinin vekili gelmiş, döven yerine geç ip durmuştu. Kurşuni renkli ipek­ler giyinmiş, boylu boslu bir a d a m . Y ü z ü de iri, gösteriş­liydi; küstah bir güzell iği vardı. Hali tavrı ananın eskiden de bildiği gibi sözümona saygıl ıydı a m a , ş i ş kapaklı g ö z ­lerinin ucuyla anlamlı anlamlı bakıyordu. Ve kadın bu yarı örtülü, ş i ş kapakl ı , uykulu gözlerin kendine dikilmiş bakı­şından anlıyordu ki erkek onun kocasının uzaklara gidip bir daha gelmediğini duymuştur, bilmektedir.

Bugün kadının yüreği öylesine doluydu ki erkeğin içinden geçenleri sezivermişti. Gerçekten de bu adam a s ­lında her yalnız gördüğü kadını içinden geçiren; a c a b a duyguları ne türlüdür, biçimi nasıldır, diye düşünen bir adamdı. Bütün o gösterişli boyuna boşuna, o iri, dolgun çehresine, gür ve c a n d a n çıkan sesine rağmen bir köpek yaradılışı vardı bu erkekte. Zoraki kibarltğı, aç ık sözleri de köylüleri hiç aldatmazd:. Kızdığı z a m a n öfkesi başına sıçrardı. Sözüne karşı gelindiği a m a n o k o c a yumruk­larını sıkıp ka lças ına doğru şöyle bir bastır ışı vardı ki Irlkıyım da olduğundan bütün rençperlerin ondan ödü ko­pardı. Adam o yarı örtülü duran gözkapaklarmı bir ka l­dırmaya görsün, gözlerinin ne korkunç olduğu ortaya ç ı ­kardı. S imsiyah, paspar lak ve zal im. A m a , yine de bu a d a m köylüleri güldürüp söyletmesini bilirdi. Ücreti dırıltısız ve­rildi mi karşısındakini yumuşatmak için hemen bir İki ş a ­ka yapardı ve köylüler, içleri kan da a ğ l a s a gülmekten kendilerini alamazlardı. Her şeye rağmen öyle bir havası vardı bu adamın.

98

Bugün de ananın artık erkeksiz oturduğu eve gelin­ce, ş a k a yapmaktan geri kalmadı. Kadının erkeksiz oldu­ğunu biliyordu. O c a n d a n , babacan gülüşüyle büyük o ğ ­lana dönerek:

— «Ananın elinde tarla işi görecek senin gibi bir er­kek varken b a ş k a a d a m istemez, gayri,» diye s ö z attı.

Bu s ö z oğlanın öyle bir hoşuna gitti ki o küçük, z a ­yıf vücudunu çal ımla dimdik tuttu ve hem at ı lgan, hem utangaç bir tavırla:

— «Eh, üstümüze düşeni yapıyoruz, işte!» diye söy­lendi.

S o n r a erkeklerden görmüş olduğu gibi şöyle bir tü-kürdü, koltuklarını kabarttı ve kendini büyük adam yerine koyup oturdu.

Bunun üzerine vekil, bıyık altından gülümsedi ve oğ­lanın bu ç o c u k ç a tavrına anasıy la birlikte gülmek istedi­ğini belli ederek kadından yana baktı. Öyle ki a n a da g ü -lümsemekten kendini alamadı. Her konuk gelişte gelenek olduğu üzere ona da bir f incan ç a y yapmış, o a n d a fin­canı uzatmaktaydı.

Adamın bu derece yakınında oiduğu için o gülen göz­lerinin içine bakmamak elinde değildi. A m a , kendi gözle­rinde o büyük, o a ç , o s u s u z yüreğinin nası l aç ık seç ik okunduğunu da kadın bilmiyordu!

Adam ona şöyle bir baktı ve içindeki ateşi o s s a a t

sezdi. Kendi içini de bir ateştir bürüdü; yüzündeki gülüm­

seme silindi gitti. Ç a y f incanını alırken bilmeden yapmış

gibi elini ananın eline değdirdi. Kadın onun bu değişindeki

anlamı kanında parlayan bir alev gibi duydu.

— «Koş emmi oğluna söyle, bir dakika gelip bizim

işe bir bakıversin,» dedi.

Kendi deli gibi çarpan yüreğini yatıştırmak İçin de:

— «Hele bir gelse, bizim canım emmi oğlu yanımıza

bir gelse,» diye düşündü.

A m a , ç o c u k gururlu, d ikbaşl ı : «Ben burdayım y a , a n ­

ne!» diye direndi. «Ben bakarım senin işine. Başkas ın ın

ne gereği var ben burda dururken!»

99

Bunun üzerin© vekil k o c a bir k a h k a h a koparıp eliy­le dizine vurdu ve çocuğun safl ığından kendince yarar la­narak:

— «Öyle y a . delikanlı, sen erkek değil misin? B a ş k a adamın ne gereği var!» diye bağırdı.

Bu kez oğlan vekilden yüz bularak daha da horozlan­dı. Anasının ezilip büzülerek:

— «Emmi oğlum burda o l s a daha iyi,» demesi üze­rine:

— «Yok, ana çağırmayacağım, işte! Ben varım y a , yeter.» dedi ve teraziyi aldığı gibi kurumluna kurumlana pirinçlerden yana seğirtip ürünü tartmaya başladı.

A n a da sıkı lgan s ık ı lgan güldü, ç o c u ğ u daha fazla kar­şı gelmedi. Doğrusu onun da içinde, emmi oğlu gelmesin diyen bir ses vardı.

Ürün tartıldıktan sonra ana bir ölçek dolusu pirinci de vekilin kendisi için ayırdı. Gelgelelim, adam azametli bir tavırla pirinci itti ve eüyle üstdudağını s ıvazlayıp ateş­li bakışlar la ananın gözünün ta içine bakarak (ortada ço­cuklardan ve kapı önünde uyuklayan şu ihtiyarcıktan baş­ka kimse yoktu ki çekinsin1) :

— «Yok istemem,» diye söylendi. «Sen, yalnız bir ka­

dın kişisin gayri. K o c a n yok başında. Neyin v a r s a hepsi

kendi elinin emeği. Ben a n c a mal sahibinin payını isterim

senden. Onu a l m a z s a m bana söylenir. A m a , kendi ücre­

timi senden istemem, hanım ana!» '

O zaman kadın içindeki bu tatlı, baygın ateşin yanı

s ıra bir korku duydu yine. Eli ayağına dolaşır gibi oîup

pirinci alsın diye a d a m a dayattı. Gelgelelim a d a m pirin­

ci almıyordu. Kadın ölçeği uzatt ıkça o, eli onun eline değe­

rek, geri itiyordu. Sonunda ölçeği aldı ama, pirinci kadı­

nın sepetine boşalttı ve bir daha lam cim dinlemedi.

Kadında artık direnecek g ü ç kalmamıştı. Bu adamın gülümseyen yüzünün ve b a b a c a n tavırlarının arkasında, sırtındaki o pahalı, kurşuni urbanın arkasında öyle bir gar ip, gizli g ü ç vardı ki benliğinden taşıp şu güneşli güz

100

)

gününü dolduruyor, anayı alev gibi çepeçevre sarıyordu, sanki .

Şimdi a n a sesini kesmiş, utangaç tazeler gibi başını eğmişti. A d a m pirinci geri verdikten Sonra tüysüz üstdu-dağını s ıvazlayıp gülümseyerek yerlere kadar eğildi ve yo­luna devam etti. A n a hâlâ hiç sesini çıkaramıyordu. Ç ı p ­lak, esmer ayaklar ında yırtık çarıklarıyla öylece duruyor ve bir eti, farkına varmadan yamalı bez hırkasının kenarı­nı büküp duruyordu.

Adam gittikten sonra a n a başını kaldırdı ve onun ar­dından baktı. T a m o dakikada adam da başını arkaya ç e ­virmişti. Bakış lar ı kadının bakışlarıyla karş ı laş ınca eğildi ve gülümsedi. Yürüyüşünde bile bir anlam var gibiydi... Sonradan, a n a onun arkasından baktığına bin kere piş­man oldu a m a , kendini tutamamıştı k i !

Vekil g idince büyük oğlan sevinçle: «Ne iyi adam bu,

be ana, ücretini bile almadı!» diye bağırdı. «Ben ömrüm­

de böyle vekil duymadım ki ücretini almasın!»

Ana olup bitenlerin etkisiyle düşde gezercesine mut­fağa doğru yürüyünce oğlan da hep o sevinçle onun pe­şinden geldi.

— «Ne iyi a d a m , değil mi, a n a , kendine bir şeycik-" ler ayırmadı?» deyip duruyordu. Anasından cevap ç ıkma­yınca sevinci boğazında kalarak: «Ana, be ana!» diye küskün küskün söylendi.

O zaman ana, birden irkilerek kendine gelir gibi oldu ve tuhaf, aceleci nir tavır la:

— «Öyle, oğul, öyle, öyle,» diye cevap verdi. Oğlan da yine: «Ne iyi adam, be a n a , bak senden

bir şeycikler istemedi.» diye sevinir oldu. «Zaar babam gidince nası l büsbütün fukara kaldığımızı bildi.»

A n a s ı tencerenin kapağını kaldırmış, öylece durdu­ğu yerde kalakalmışt ı . Dalgın gözlerle oğlana bakarken yüreği tuhaf tuhaf çarpıp duruyordu. Kendinden utanmış­tı ama yine de içi hep o deminki baygın, tatlı ateşle do­luydu.

101

— «Benden bir şeycikler istemedi, öyle mi?» diye düşünüyordu a m a , dışından bir şey demedi. Oğlanı c e ­v a p s ı z bıraktı.

* **

Kadında sezmiş olduğu ateş erkeğin aklından çıkmı­yordu. Şunu bunu bahane ederek s ı k s ık köye gelmeye başladı . Bir seferinde yanlış yazdım sandığı bir hesabı sözümona düzeltmeye geliyor, bir b a ş k a seferinde renç­perlerin birinden eksik ürün aldığı için mal sahibinin kız­dığını ileri sürüyordu. En çok da kadına kapı karşı kom­şu olan emmi oğlunun evine uğruyor, her keresinde gel iş i­ni bir şeye bağlıyordu. Bir bakıyorsun, b a ş k a yörelerde pek gözde olan yeni c ins bir pamuk tohumu veriyor, bir bakıyorsun tarlaların verimini art ı racak kireç, gübre gibi şeyler getiriyordu.

Bu ziyaretlerin sıkl ığı emmi oğlunu şaşalatmışt ı . Ö n ­

ce vekilin kendine karşı kötü bir niyeti olduğundan kuş­

kulandı ve günier geçip de ortaya hiçbir şey ç ı k m a y ı n c a

pirelenerek karısına dert yandı:

— «Bunca zamandır dışına vurmadığına b a k a r s a n bu

adamın niyeti pek karışık, pek korkunç o l s a gerek!»

Vekilin her gelişinde emmi oğlu bir köşeye oturup kuşkuyla adamı seyrediyordu. Gitse de iş ime b a k s a m di­ye sabırsızlanıyordu a m a , kötülük gelebi lecek birine karş ı s a y g ı d a kusur etmek de istemiyordu.

Ne emmi oğlu, ne de emmi oğlunun karısı, vekilin o yarı kapalı gözlerinin ucuyla gizl iden gizl iye, karşı k a ­pıdaki kadını süzdüğünü fark. etmiyorlardı. Haberleri yok­tu ki ana görünürlerde yoksa vekil çok az oturuyor, g e l -gelelim, ana kapısının örıündeyse, kalkıp gitmek bilmiyor­du. Böyle zamanlarda o yapmacık b a b a c a n tavrı, yüksek sesiyle:

ı — «Yok, kardeşim, b a ş k a bir diyeceğim yok a m a , ben de sizler gibi bir toprak adamıyım,» diye söylenlyor-

102

du. «Böyle c a n d a n bir dostun kapısı önünde oturup g ü z güneşinin tadını ç ıkarmaya doyamıyorum, doğrusu.»

O y s a gözlerini, karşı kapıdaki kadından bir an bile ayırmıyordu.

*

Toprağın k ışa boyun eğmeye hazırlandığı mevsimdi, bu. Kuru toprağa ekilen buğday filiz sürmek için yağmur bekleyedursun, ana bu fırsattan yararlanarak tarla işine ara vermişti biraz. Kapı önünde oturarak kışlıkları onarı­yor ve yeni çarıklar dikiyordu. Kızının gözleri dikiş dikecek güçte değildi ve hiçbir z a m a n da olmayacakt ı .

A n a üşümemek için güneşin tam altına oturuyor, kâh ihtiyarla çocuklar ın lafına kulak verip, kâh kendi düşün­celerine dalıyordu. Güneşten tunçlaşmış yüzünde her z a ­man sakin bir ifade vardı. Gürbüzlükten parıl parıl par­layan saçlar ını şu günlerde vakti olduğu için her gün ör­mekteydi. D a h a otuz beşinde yoktu a m a , yaşından d a h a da genç gösteriyordu.

Erkeğin daracık s o k a ğ ı n karşı tarafına gelip otur­duğunun bal gibi farkındaydı a m a , başını kaldırıp da on­dan y a n a bakmıyordu. Hatta bazen erkek çok ısrarlı b a k a ­c a k olursa kalkıp içeri giriyor ve erkek gidince dışarı ç ı ­kıyordu. Y ine de, onun niçin geldiğini, kendine doğru ni­çin baktığını iyi biliyor ve onu akl ından çıkaramıyordu.

Ana bütün kış vekili düşündü durdu. Havalar artık öyle soğumuştu ki vekil gizli amacı için bile gelemez ol­muştu. Kar lar y a ğ m a y a , rüzgârlar kuzeydoğudan sert sert, kuru kuru esmeye başlay ınca kadın kendi kendine dalıp erkeği unutabilirdi. A m a , unutamadı.

Y ı lbaşı yine geldi çattı. A n a her yılki gibi yine k a s a ­

baya inip biraz tahıl sattı. Kazandığı gümüşü kâğıt p a ­

raya çevirerek gidip b a ş k a bir arzuhalci aradı, buldu. Y i ­

ne erkeğinin ağzından bir mektup yazdırdı, küçük köy yi­

ne anaya erkeğinden mektup ve para geldiğini öğrendi.

103

Ama, bu kez köyfülerin yeni baştan tazelenen kıs­

kançl ığı, konuşmaları, övgüleri Onanın boş yüreğini hiç

seriniptmfKii Yüzünü a k a çıkarmış olması bile avutma­

dı onu. S a k i n , soğuk bir ifadeyle mektubu dinledi, sonra

kâğıt pcrçasını al ıp evine döndü, o a k ş a m yaktığı sazlar­

la birlikte o c a ğ a attı.

Biraz sonra masanın küçücük gözünde duran öteki

üç mektubu da aldı (adamı gideli bu kadar z a m a n oluyor­

du, artık). Onları da o c a ğ a götürdü, alevlerin ortasına bı­

raktı.

Büyük oğlan bunu görerek ş a ş k ı n ş a ş k ı n sordu:

— «Babamın mektuplarını mı yakıyorsun?»

A n a , gözlerini f ışkıran alevlerden ayırmaksızın. buz

gibi soğuk bir tavırla: «Öyle,» diye c e v a p verdi.

Böylece yüreğini büsbütün boşaltmış, bomboş kalmış

oldu.

A m a , hangi yürek bomboş yaşayabi l i r? Y ı lbaşından az

sonra bir gün a n a kâğıt parasını gümüşle değiştirmek için

yine k a s a b a y a indi. Artık emmi oğluna eskisi kadar b a ş ­

vurmuyordu, çünkü kendi yağıy la kavrulmasını öğrenmiş­

ti. Kâğı t paraya karşıl ık on gümüş parayı alıp geri döner­

ken bir kapı önünde durmuş gülümseyerek üstdudağını

s ıvazlayan bir erkek gördü kl bu, toprak sahibinin veki­

liydi.

Güzden beridir birbirlerini böyle yakından görmemiş­

lerdi. Görünürde onları tanıyan hiç kimse de olmadığın­

dan adam ona cüretle bakıp güldü.

— «Ne yaparsın burada, kadın kardeş ?» diye sordu.

Ana, «Biraz para bozdurdum,» dedi. Erkeğinin gönder­

diği kâğıt paradan s ö z etmek üzereyken nedense kelime­

ler boğazına dizilmiş gibi oldu. söyleyemedi.

Adam o uykulu gözkapaklarını kaldırıp kadını ısrarla

süzerek. «Ya sonra?» diye sordu.

A n a başını önüne eğmiş, her zamanki gibi rahat ko­

nuşmaya çalışıyordu.

104

— «Gidip s a ç ı m için gümüşten bir toka alayım diyo­rum, ya da g ü m ü ş suyuna batmış bir şey. Elimdeki kulla­na kullana Inceldi de dün kırılıverdi.»

S a ç tokasının kırıldığı doğruydu. Kadıncağız ne dedi­ğini fark etmeden doğruyu söyleyivermişti. S o n r a hemen arkasını dönüp yürüdü. K a s a b a sokaklar ında bir erkekle konuştuğunu görüyorlar diye, tanımadığı insanlardan bile utanıyordu. Vekil de görünüş bakımından enikonu göze çarpan bir adamdı, çünkü boyu çoğunluktan daha uzun, yüzü gösterişl i, soluk benizliydi. Gelip geçenler daha şim­diden meraklı meraklı onlara bakmaya başlamışlardı.

Vekil ananın peşini bırakmadı. Kadın hiç istifini boz­madan hanım hanımcık yolunda yürürken onun arkadan geldiğini biliyordu. Bu kere demiş bulunduğu İçin, çaresiz, küçük tanıdık bir kuyumcu dükkânına girdi, tezgâha doğru yürüdü ve g ü m ü ş suyuna batırılmış, pirinç tokalardan gör­mek İstediğini söyledi. Beklerken de meydanda duran kü­pelere bakmaya başladı .

O s ı rada toprak sahibinin vekili de geldi ve kadını hiç tanımamazlıktan gelerek kuyumcuya:

— «Şu küpeler kaça?» diye sordu. Kuyumcu, «Tartalım bakal ım ağırlıkları nedir; ona gö­

re fiyatını hiç ya lans ız dolansız söylerim sana,» diye cevap verdi.

S o n r a bu ipekler giymiş adamın beriki mavi bez yel­dirmeli köy kadınından daha dişe dokunur bir müşteri ol­duğunu düşünmüş o l s a gerek ki tokayı bir yana bırakıp küpeleri eline aldı. A n a da çares iz beklemek zorunda kaldı. Adamın o cüretli, gizli bakışlarından kaçınmak için başını öte y a n a çevirmişti. A d a m da kuyumcu küpelerini tartsın diye bekliyordu.

Kuyumcu yüksek sesle, «iki buçuk dirhem,» dedi, son­ra sesini kandırıcı bir ifadeyle alçaltarak, «Madem hanı­mına küpe al ıyorsun, yüzük neden almıyorsun?» diye sor­d u : «Bak, şurada küpelere uygun iki tane yüzük duruyor. Onlnn da al ı rsan her kadının gönlüne göre, pek güzel bir armağan olur.»

105

Vekil gülümseyerek umursamaz bir. tavırla, «Koy b a ­kalım onları da.» dedi. S o n r a güldü: «Ama hanımıma de­ğil bu hediyeler, hanımım altı ay önce öldü benim.»

İyi sat ış yaptığına sevinen kuyumcu hemen yüzükleri de küpelerin yanına katarak: '

— «Eh, bunlar da yeni hanımına olsun, gayri,» dedi. Adam cevap vermedi. Durmuş yine üstdudağını s ı ­

vazlıyordu. Kadının orda durduğundan haberi olduğunu bir kere bile belli etmedi. Küpeleri sar ı l ınca aldı, gitti.

O gidince ana belli belirsiz içini çekti ve arkasından baktı. Onun ziynet aldığı kadını yarı kıskanır gibiydi. Ç ü n ­kü, bunlar tam onun ta kızl ığından beri istediği gibi şey­lerdi. Hatta kocası da sözümona o mektupta gönderdiği parayla böyle bir şeyler almasını yazmışt ı . Fitne karı bir zaman:

— «Hani o alıyorum dediğin yüzükler?» diye sorar o l­muştu. «Göster biçimlerini görelim.»

Ana önce, «Kuyumcu yapıyor daha,» sonraları d a , «Bir yere koydum, nereye koyduğumu unuttum.» diye bir sürü bahane uydurmuştu.

En sonunda geçen yıl fitne karı o hain tavrıyla, «Sen o yüzükleri takmayacak mısın daha?» deyince a n a :

— «Takmaya gönlüm razı değil ki! Erkeğim hele bir dönüp gelsin, o gün takacağım,» diye cevap vermişti.

Şimdi kuyumcudan tokayı alıp s a ç ı n a taktıktan sonra yola düzüldü a m a . akl ı hep o incecik, kibar g ü m ü ş şeyler­deydi. Doğrusu kan-ter dökerek topraktan çıkardığı para­cıklarını incik boncuk için harcamaya içi razı değildi. Adam sen de, bundan sonra onun süs lü olması, o lmaması kimin umurunda? İyisi mi durduğu gibi dursun daha iyi...

A n a içine karamsarl ık dolarak, böyle düşüne düşüne yoluna devam etti. S u r kapısından çıktı ve köyceğizine g i ­den dar, kır yoluna saptı . Bu kez de evini ve evine gidince yiyeceği yemeği düşünmeye başladı. Vücudunun bildiği tek avuntu yemekti şu günlerde...

Birden vekil k ış alacakaranl ığının gölgeleri aras ın­dan çıkarak karşıs ına dikiliverdi. Birdenbire ve kapkaran-

106

lık çıktı gölgelerin aras ından, o iri yumuşak eliyle kadı­nın bileğini kavradı. Yolda da kimsecikler yoktu. Nası l olsun, evlinin evine, köylünün köyüne döndüğü saatti bu, ortal ığa kuru bir a y a z çökmüştü.. . Böyle zamanlarda İşi olmayan s o k a k t a durmazdı. A m a , işte erkek karş ıs ına ç ı ­kıp bileğini tutuvermişti. Onun elini üzerinde duyan ana sersemlemiş gibi, bir şey diyemeden, kımıldayamadan kalakaldı .

O z a m a n erkek cebindeki küçük gümüş çıkınını ç ı ­kardı ve zor la kadının kendi elindeki eline tutuşturdu, par­maklarını kıvırıp kapattı ve: .

— «Bunları ben senden b a ş k a s ı n a almış değilim. S a ­na aldım. Hepsi senin,» dedi.

S o n r a surların önündeki gölgelere karışarak görün­mez oldu. A n a elindeki gümüş ziynetlerle yine yalnız b a ­ş ı n a kalmıştı.

A n c a k o zaman kendini topladı ve, «Olmaz, a m a ol­maz,» diye bağırarak koşmaya başladı.

Gel gör ki, erkek gözden yok olmuştu. Ana ta sur ka­pısına değin koşup dükkânlardan vuran titrek ışıkların aydınlattığı s o k a ğ a iyice baktığı halde onu göremedi. K a ­sabanın içine girip a lacakaranl ıkta şu bu erkeğin yüzü­ne bakıp durmak ağrına' gittiğinden, kararsız, utangaç, orada duraladı. S o n u n d a sur kapısını bekleyen erler s a ­bırsızlanarak: 1

— «Kadın kişi, ç ı k a c a k s a n çık gayri, kapıları kapa­ma vakti geldi!» diye bağırdılar. «Ortada komünist diye

yeni bir c i n s eşkıyalar türemiş. Tanrı korusun! Kilidi sıkı vurmak gerek şu günlerde.»

O z a m a n kadın döndü, kapıdan ayrıldı. Tepeyi tırma­nıp vadiye indi ve biraz gittikten sonra ziynet çıkısını koy­nuna soktu. G ü n batar batmaz kocaman, buz gibi soğuk ve pırıltılı bir ay doğmuştu. Ana evine g e ç kaldı. Vardı­ğında çocuklar ıy la kocanine uyumuşlardı bile. Ya ln ızca büyük oğlan uyanıktı. Anasının geldiğini duyunca:

— «Merak ettim seni be ana!» dedi. «Gelip araya­caktım ama, ninemle çocukları bırakıp çıkmaktan çekin­dim,»

107

Onun böyle, kendisi k o c a adammış gibi ötekilere ç o ­c u k deyişi bile a n a y a zevk vermedi.

Yemeğini yiyip bitirdikten sonra yataktan yana baktı. Mum ışığında büyük oğlanın da uyumuş olduğunu gö­rünce perdeleri kapayıp m a s a başına oturdu ve koynun-daki küçük çıkını çıkarıp yumuşak kâğıdı y a v a ş ç a açtı.

Yüzükler bembeyaz pırıldıyordu ve küpeler de pek güzeldi. Her birine üç tane küçücük, incecik zincir takıl­mıştı ve her zincirin ucundan minik bir oyuncak sark ı­yordu. Ana küpeleri kendi nasırlı parmaklarının aras ına aldı , inceden inceye gözden geçirdi. Zincirlerden birine küçücük bir balık, ikincisine minnacık bir çıngırak, üçün­c ü s ü n e de ufak bir yıldız asılmıştı. Hepsi de hangi kadı­nın o l s a hoşuna gidecek biçimde, u s t a c a , naz ikçe yapı l­mıştı.

Ananın sert, esmer avuçları ömründe böyle güzel şeyler tutmamıştı d a h a . Bir süre oturduğu yerden bu ziy­netlere baktı, baktı, sonra onları yine kâğıda sardı. B u n ­ları ne yapacağın ı , vekile nasıl geri vereceğini bilemiyor­du.

Yorganın altına, çocuklar ın yanına girdiği z a m a n da uyku tutmadı. Gerçi g e c e ayaz ı iliklerine işlemişti a m a , yanaklar ı alev alev yanmaktaydı. Uzun z a m a n uyku tut­madı, sonunda daldığı z a m a n da pek hafif, tedirgin bir uykuya daldı.

K â h pırıl pırıl yanan tuhaf ziynet eşyalar ı , kâh elini tutan s ıcac ık bir erkek eli rüyalarına girdi, durdu.

108

"O Ü T Ü N bahar boyunca ana vekili düşündü durdu a m a . bir daha, ta yaz başına değin bir daha gö­

remedi onu.

Tar lada buğdaylar hafif altın rengine dönmekteydi. Tohumluk pirinçler ekilmiş de yeni yeni, yemyeşil filizler sürmeye başlamıştı bile. A n a tohumluk pirinci dört köşe karıklara ekmiş ve karıkları evin yakınına yapmıştı ki ko-canine gelip konan açgöz lü kuşları kovalayabilsin. K e n ­di yüreği ise s ı c a c ı k ve boş duruyordu; sürülmüş de ekil­memiş tarlalar g ib i . . .

Y a z başında bir gündü; yumuşacık s ıcak, rüzgârsız bir gün. Ağustosböcekleri keskin sevda ötüşleriyle ç a ğ ı -rışıyor; a ş k a doyduktan sonra yine sesleri yavaşlayıp uyu­ş a r a k sönüyordu. G ü n e ş küçük vadiye sıcakl ığını duru, ılık bir ş a r a p gibi boşaltmaktaydı. Köyceğiz in tek s o k a ­ğındaki düzgün, yuvarlak taşlar güneşin s ıcağını geri ver­d ikçe üstlerindeki hava pırıl pırıl titreyerek oynar gibiy­di. Ve bu titrek, pırıltılı buğu dalgalarının arasında, küçük vücutları terden parlamış, ç ıplak köy çocukları koşuşup oynuyorlardı.

Bir soluk bile rüzgâr yoktu. A n a kapı önünde dur­muş, şiddetli s ıcaklar ın hiç böylesine erkenden bastırdı­ğını hatırlamadığını düşünüyordu. K ü ç ü k oğlan göl kıyı­s ı n a gitmiş, s u y a girmişti. Gülerekten arkadaşlarını ç a ­ğırıyordu. Büyük oğlan ceketini çıkarıp pantolonunun p a -

109

çalarını baldırlarına kadar sıvamış baş ına, bir zamanlar babasının olan geniş kenarlı, eski bir bambu ş a p k a g e ­çirerek tarlaya gitmişti. Kız, güneşten kaçmak için evde oturuyordu ve s ık sık içini çektiğini anası duyabiliyordu. Bu s ıcaktan yaln ızca kocakarı hoşnuttu. Güneşin tam al­nına oturup hırkasını çıkarmış, kurumuş, buruşmuş ih­tiyar vücudunu s ı c a ğ a açmışt ı . İstiyordu ki güneş, göğ­sünde kurutulmuş birer deri parçası gibi s a r k a n meme­lerinin ta içine, ta iliklerine işlesin. Gelinini görünce o tiz sesiyle:

— «Yaz geldi mi ölümden korkum kalmıyor, a k ı­zım!» diye söylendi. «Benim gibi kabında kurumuş a c u ­zeler için güneş yeni kan, yeni c a n gibidir!»

A n a ise dış dünyanın s ı c a ğ ı n a dayanamaz bir durum­daydı. Kendi içerisindeki kızgınlık erip yetiyordu orta. He­le bugün damarlarındaki kan bile, içinin kızgınl ığından, gökgürültüsü gibi gürüldeyerek akıyordu sanki .

— «Gidip şu pirinçlere az dqha su vereyim, k o c a -nine, her şeyi kurutuyor bu hava,» diyerek evden ayrıldı.

Tırmığını alıp boş su kovalarını omuzuna a s a r a k yü­rüdü. Pirinç yataklarının biraz yükseğinde bir su birikin­tisi vardı. Ana o y a n a doğru yürüdükçe biraz ferahladı, çünkü hava burada da s ıcak olmakla birlikte köyün için­deki gibi boğucu değildi, hiç o lmazsa.

Ana yolda hiç kimseye rastlamadı. Öğle yemeğin­den sonra erkeklerin dinlendiği saatt i . Evde oturmayıp tarlaya giden birkaç adam bile s ıcağın şiddetinden iş g ö ­remeyip gölge aramış ve sinek konmasın diye şapkalar ı­nı yüzlerine siper ederek birer a ğ a ç dibinde uyuyakal­mışlardı. Yarılarında da hayvanları duruyordu, başları eğik, gövdeleri s ıcaktan, uyuşukluktan gevşemiş. . . A n a köyün içindeki ve hele kendi damarlarındaki kızgınlıktan öyleşi T

ne bunalmıştı ki gökyüzünden y a ğ a n kızgınl ığa karşı bi­raz daha dayanıklıydı.

Biraz tohum karıklarını düzeltti. Sonra elindeki bel­le yukarki su birikintisinden karıklara inen bir küçük hendek kazdı. Yukar ıya çıkıp kovalarına su doldurarak

1Î0

kazmış olduğu hendeğe akıtmaya başladı. Kovalarını te­ker teker doldurup boşaltt ıkça toprak ıslanıp simsiyah ke­siliyor ve a n a y a susuzluktan ölmek üzere olan bir varlı­ğ ı , suyla yeniden canlandırıyormuş gibi geliyordu.

Bir ara belini doğrultup kovalarını yere bıraktı, biraz dinlenmek üzere gidip su birikintisinin başındaki yeşil l iğe oturdu. Oturduğu yerden kuzeye, köyün olduğu yana ba­karken sokakta bir erkeğin durup kocanineye bir şeyler sorduğunu, sonra dönüp kendi oturduğu yere doğru gel­diğini gördü. *

Kadın dikkatle baktı ve az sonra onun kim olduğu­

nu tanıdı. B u . toprak sahibinin vekiliydi. O zaman a n a

onun verdiği ziynetleri hatırladı ve başını önüne eğdi. Ne

yapacağını bilemiyordu. Ziynetlerin lafını a ç s a geri ver­

mesi gerekti, oysa ki şimdi günün şu aydınlık saatinde

eve gidip o çıkıyı ç ıkarmayı, a d a m a vermeyi gözü yemi-

yordu. Ç ü n k ü , sokaktan gelip geçenler bile görebilirdi

bunu. S o n r a kocakar ı da uyanıktı ve üstüne vazife olma­

yan şeyleri hemen görüp fark etmekte de birebirdi.

Böylece adam yaklaşt ı . İyice yak laş ınca ana a y a ğ a kalktı, hem mevkice' ondan a ş a ğ ı , hem de o erkek ken­disi kadın olduğu iç in.. . Vekil çok serbest, rahat bir s e s ­le:

— «Rahatsız olma, kadın kardeş, buğdaylara bak­maya geldim,» dedi. «Bu yılki ürünü tarlaların durumun­dan tahmin etmek istiyorum!»

Bir yandan konuşurken bir yandan da gözlerini ka­dının vücudunda dolaştırıp duruyordu. Hava s ı c a k oldu­ğu için ana bir tek hırka, bir de eskil ikten tenine yapış­mış partal, yamalı bir mavi pantolon giymişti. Erkeğin gözlerini, kendi çıplak esmer ayaklar ına diktiğini fark et­ti ve yüreğinin çırpıntısından ürkerek, biraz s a y g ı s ı z ' b i r şeki lde mırıldandı:

— «Tarlalar şu tarafta. Git, bak!»

Veki l de durduğu yerden tarlalara doğru şöyle bir baktı, sonra o kibar, kasabal ı haliyle cevap verdi:

111

— «Tarlaların durumu güzel , kadın k a r d e ş . . Bu yıl­kı hasat gecen yılları belli pek aratmayacak.»

Böyle diyerek cebinden ikiye katlanmış küçük bir defter çıkarıp ananın şimdiye değin hiç görmemiş olduğu bir çeşit çubukla bir şeyler yazdı . Bu çubuk, arzuhalcinin kamışı gibi mürekkebe banılmak istemeden, kendiliğinden siyah siyah yazıyordu.

A n a onun yazışını seyrederken hem meraklanmış hem de böyle, bilgili, efendi bir adam yan da o l s a kendi­ne baktı diye doğrusu biraz koltukları kabarmıştı. Bu s e ­ferlik ziynetlerin sözünü etmemeye karar verdi.

Vekil yazısını yazjp bitirince yine üstdudağını s ıvaz­layıp gülümseyerek ona döndü:

— «Vaktin v a r s a bana sizin şu arpa tarlasını g ö s -teriver.» dedi. «Hangisi siz in, hangisi emmi oğlunuzun, hep karıştırıyorum.»

Ana isteksiz isteksiz, «Benim tarla naha şu yamacın ardında,» diye cevap vererek başını eğdi ve yerden tırmı­ğını alıyormuş gibi yaptı.

Adam, «Yamacın ardında, öyle mi?» dedi ve hep g ü ­lümseyerek o iri, yumuşak eliyle üstdudağını s ıvazlamak­ta devam etti. Sonra sesini iyice yumuşatarak. «Sen g ö s ­ter bana şu tarlanı, hanim ana,» dedi.

Gözlerini açıktan a ç ı ğ a a n a y a dikmişti şimdi. Ana kendini bu bakışların etkisinden kurtaramadı, tırmığını elinden bırakarak onunla birlikte yürümeye başladı; yal­nız, âdet olduğu üzere erkek önde, kendisi arkada gidi­yorlardı.

Güneş başlarına vuruyordu, ayaklarının altında top­rak çimenler içinde yumuşacık, s ıcacıkt ı . Yürüdükçe k a ­dının damarlarındaki k a n a tatlı bir baygınlık yayılır oldu. Sebebini bilmediği halde, önünden yürüyen erkeği seyret­mek ona bir derin zevk vermeye başladı; erkeğin terden parlamış düzgün, soluk renkli ensesi , uzun yumuşak yaz­lık urbasının içindeki vücudunun kımıltıları, temiz beyaz çoraplar ve siyah bez papuçlar içindeki a y a k l a n . . . Ken­disi yal ınayak, s e s çıkarmadan yürüyerek ona yaklaştık-

112

ça burnuna güzel bir- koku geliyordu. Lavantadan daha kuvvetli, erkek kanının, erkek teninin, erkek terinin koku­s u . Bu kokuyu içine çekt ikçe a n a istekle dolup taşıyordu. Öyle bir istek ki onu kendi kendinden, akl ına gelenden korkuttu. Ana çimenli yolun üstünde zınk diye durarak ke­sik ses le:

— «Bir şey unuttum, kocanine için!» diye adeta in­ledi.

Adam dönüp ona bakınca kadın yine bütün vücudu kızışıp çözülerek, boğuk boğuk;

— «Bir şey vardı yapacağım, unuttum,» diye keke­ledi ve döndüğü gibi hızlı hızlı yürümeye başladı.

Vekil onun arkasından bakakalmıştı.

A n a dosdoğru evine gitti ve usulca içeri girdi. Onun geldiğini k imse fark etmemişti, çünkü herkes uykudaydı. Gün ilerledikçe hava büsbütün ağırlaşmıştı. Karşı kapı­da yengenin ağzı aç ık uyku kestirdiği görülüyordu. Be­beği de meme emerken uyuyakalmıştı. Kocanine hâlâ be­line kadar soyunmuş olarak uyuyordu. Kız da en sonun­da evin içindeki boğucu havaya dayanamayıp dışarı çık­mış, başını yastık diye serin bir taşa dayayarak uyku­ya dalmıştı. En küçük oğlan ise çırılçıplak, söğüdün di­bine boylu boyunca uzanmış horulduyordu.

Hava değişmişti. Ortalık kararıp büsbütün kımıltısız kalmış, s ıcakl ık sanki daha derin, daha yakıcı olmuştu. Tepelerin ardından ş işkin, siyah, ejderha gibi korkunç kocaman bulutlar çıkagelmişti. A m a , yine de için için bir garip ışıkla aydınlanmış gibiydiler, kenarları gümüş yaldız çizgil iydi, hepsinin. Öğleden sonranın bu sonsuz, bu kızgın sessiz l iğ i içinde bir tek böceğin, bir tek kuşun bile ötüşü duyulmaz olmuştu.

Ana ise uykulu ve.uyuşuk olmaktan çok uzaktı. Usul­ca içerki loş, s e s s i z odaya girdi, yatağın üstüne oturdu. Damarlarındaki kan gümbür gümbür akarak kulaklarını uğuldatıyordu. O gürbüz, a c ı k m ı ş vücudunun kanı. Derdi­nin ne olduğunu biliyordu gayri. K a s a b a l ı bir kadın filan olsp, hastayım diye kendini aldatırdı. Ana bunu yapmadı.

ANA F . : 8/113

Derdinin ne olduğunu bilip dururken kendini aldatmaya­

c a k kadar s a d e bir huyu vardı. Şimdi içi ömründe bil­

mediği bir korkuyla dolup taşıyordu, çünkü çok iyi far­

kındaydı ki şu kendi içindeki gibi bir açlık giderilmedikçe

insanı kudurtur...

Adama karşı koyabileceği aklının ucundan bile g e ç ­

miyordu. Kendisinin de onun kadar aç olduğunu anlamıştı

bir kere. Kendi kendine:

— «inşallah beni istemez bu adam!» diye inlemekten

b a ş k a çaresi yoktu. «İnşallah beni istemez de ben de kur­

tulurum!»

Daha o an. bütün korkusuna rağmen bir kuvvet onu

Itmişçesine kalktı o yataktan, uyuyan köyün içinden g e ç ­

ti, demin gelmiş olduğu yoldan gerisingeriye, tarlalara

doğru gitti. Başının üstünde o kocaman, o simsiyah par­

lak kenarlı bulutlar ve çevresinde, bulut karanlığının için­

de yeşilleri parıl panl, tertemiz yanan tepeler. K ü ç ü k kıv-

nm kıvrım kır yolu boyunca yürüdü. Yolun ötesindeki dö­

nemeçte küçük, yıkık bir tapınak vardı, bu tapınağın kapı­

sında adam durmuş, onu bekliyordu.

Ana onun önünden g e ç i p gidemedi. Yapamadı bunu. Adamın tapınağa girdiğini görünce kendi de kapıya gidip baktı, adamın İçerde beklediğini gördü. Penceresiz ta­pınağın alacakaranlığında durmuş bekliyordu. Ve gözleri bu alacakaranlığın içinde bir hayvanın gözleri gibi ışıl­dıyordu. Gözleri bile bekler gibiydi adamın. Ana içeri girdi.

L o ş ışıkta birbirlerine baktılar. Düş içinde İki insan, çaresiz, kendilerini tutmak gücünden yoksun... Önüne g e ­çemeyecekleri şey için hazırlanmaya başladılar.

Yalnız, bir kez, kadın duraladı. Dalmış olduğu düşten uyanırcasına başını kaldırdı ve tapınağın üç tanrısını gör­dü. B a ş tanrı görmüş geçirmiş bir ihtiyar adamdı kl g ö z ­lerini karşıya dikmiş oturuyordu. İki yanında da yardım­cıs ı olan birer küçük tanrı vardı; dua etmek ya da korun­mak için tapınağa giren yolcuları avutmaya hazır küçük, kendi halirlde yol tanrıları. Ana çıkarmış olduğu ç a m a -şın aldı ve gözleri örtülsün diye tanrıların başlarına attı.

114

X I

A Y N I günün bitiminde rüzgâr uzak tepelerden bir kap­lan kükrer gibi birdenbire koptu. Işığı çoktan s ö n ­

müş, yağmurdan ağır laşmış bulutları bu rüzgâr g ö k y ü ­zünden indirdi. S a ğ a n a k l a r birden boşandı ve gündüzün sıcağını yıkayıp götürdü. Yağmurdan sonra ortalığı b a ­s a n sisler sonunda a ç ı l ı n c a , s a k i n , kurşuni ufuklardan s e ­rin, duru ve saf bir ş a f a k söktü.

6u beklenmedik fırtına ve a y a z , göklerden kocakar ı­nın üzerine bir ölüm habercisi gibi inmişti. K o c a k a r ı ö ğ ­le üzeri daldığı uykudan vaktinde uyanamamış, g ü n bat­tıktan sonra esen rüzgâr o çıplak, kocamış vücuduna iyi­ce işlemişti. A k ş a m zamanı ana, tarladan, alnının teriyle iş işlemekten dönüyormuşçasına s e s s i z , sakin eve geldiği z a m a n ihtiyarı yer döşeğinde titreme nöbetleri ve sancı lar içinde buldu. Kaynana:

— «Cin çarptı beni. k ız ım, nazar indi bana!» diye inim inim inleyerek o küçücük, kupkuru elini uzattı. A n a onun elini a l ınca tersiz ve aiev alev yanmakta olduğunu gördü.

Ananın nerdeyse sevineceği geldi bu işe. Kendi için­den geçenleri , o gün yapmış olduğu o tatlı ve kötü işi a k ­lından si lecek diye ihtiyarın hastal ığına seviniyordu, ner­deyse.

— «Pek kötü karardı gökyüzü.» diye mırıldandı. «Han­diyse eve gelip bakayazdım, d ışarda mısın diye, a m a s o n ­ra elbet göğün bu rengini görür de içeri girer, dedim.»

115

Kocakar ı : «Uyuyakalmışım,» diye inledi. «Bir uyumu­şum, bir uyumuşum... hepimiz uyumuşuz. Uyandığımda bir de ne göreyim gün çeki lmiş, her yanım buz kesmiş.»

Ana hemen su kaynattı. İçine zencefil le b a ş k a bahar­lar da katıp ihtiyara içirdi. Y ine de geceleyin ihtiyann o kupkuru ateşi yükseldikçe yükseldi. Nene şimdi nefes alamadığından yanıyor yakınıyordu. Cinler gelip böğrü­nün üstüne oturuyorlar, bıçaklarını onun ciğerine saplı-yorlarmış. B iraz sonra konuşması da durdu. Şimdi s ık ı­ş ı k ciğerlerinden ç ı k a n hırıltılı nefesi duyuluyordu yalnız­c a .

Ana ise uyanık durmak zorunda olduğuna seviniyor­du. Bütün g e c e uyumayıp kaynanasının başucunda nöbet bekledi. İhtiyar su istedikçe su veriyor, yorganını ittikçe üstünü örtüyordu. Nenecik her yanının yandığını söyle­yerek sızlanıyordu a m a , durup durup titreme nöbetleri de geçiriyordu.

Dışarda kapkara bir gece vardı. Bardaktan boşanır-c a s ı n a yağan yağmurlar evin s a z damını yer yer yarıp içeri girmeye başlamıştı Ana ihtiyarın yatağını odanın tavanı akan köşesinden, büyük yatak tarafına çekti, tava­nın deliğini bir hasır la ötttü. Bütün bu işleri sızı lt ısız yapı­yordu. Bütün g e c e boş oturmadıkça sevindi, durdu.

Sabahleyin ihtiyarın durumu ağır laşmıştı , hem de göz­le görülecek kadar. Ana oğlanı gönderip emmi oğlunu ç a ­ğırttı. Emmi oğlu geldi, yenge de geldi, konu komşu da geldiler, kocakarının başına toplandılar. Kocakar ı bir b a ­kıyorsun kendini biliyor, bir bakıyorsun ateşinin fazlal ığın­d a n , nefes alırken duyduğu acıdan kendini kaybedip gidi­yordu. Her gelen bir b a ş k a akıl öğretiyor, bir b a ş k a i laç sal ık veriyordu. Ana da her birini ayrı ayrı denemek için oraya buraya koşturup duruyordu.

İhtiyarcık bir seferinde kendine geldiği zaman.- etra­fında toplanmış olanları gördü, dolu sinesinden hırıltılı hı­rıltılı ç ıkan nefesiyle:

— «Bir cin var üstüme oturuyor, bast ı r ıyor/ez iyor beni,» diye söylendi. «Saatim benim... Saatim...»

O z a m a n a n a neneclğin bir şey söylemek istediğini sezerek hemen yanına koştu. Gelgelelim İhtiyar diyeceğini bir türlü diyemiyor, titreyen elleriye sırtındaki kefenlik hırkayı çekiştirip duruyordu. Hırkanın üstü yamadan g e ­çi lmez olmuştu, artık. Her yama yamanışfa kocakarı sevi­nerek, bu kefenliği de eskitmeye yemin edip gülmüştü. Şimdi ise hırkayı çekiştirerek nefes nefese bir şeyler söy­lemeye çal ış ıyordu. Gelini onun üzerine doğru eğildi. Ko­c a k a r ı :

— «Şu hırka,» diyordu, «yama dolu... oğlanım...» Ötekiler bu sözden bir şey anlamayıp merakla bir­

birlerine baktılar. Ama büyük oğlan hemen atıldı: —• «Ana, ben bildim nenemin ne istediğini. Yeni kefen

istiyor, üçüncü kefenliğini giyip yatsın istiyor. Hani ba­bam göndereceğim diye yazdıydı. Nenem hep derdi y a , bu ikinci kefeni de eskiteceğim diye.. J

Oğlanın bu sözleri üzerine ihtiyarın yüzünde cıl ız bir gülüş belirdi. Komşular:

— «Ne yaman ihtiyarmtş, bu!» diye başlarını sal ladı­lar. «Sözünün eri, dediği dedik actızeymiş, inan olsun. Üçüncü kefenimi de giyeceğim dedi y a , giyecek alimal­lah!»

Kocakarının çökmüş, baykuşumsu yüzünde de sönük, ölgün bir neşe parlayıvermişti. Zorlukla konuşarak yine:

— «Sırtıma giymeden ölmeyeceğim...» diye fısıldadı. Bunun üzerine hepsi te laşa kapıldılar. Emmi oğlu ke­

fenlik kumaşı a lmaya koştu. A n a d a : — «En iyisinden, şöyle tok, kırmızı bir pamuklu al ı­

ver,» diye tembih etti. «Elinde gümüşün varsa harcayıver, ben s a n a yarın veririm.»

Kaynanas ına en iyisinden kefenlik yapmayı akl ına koymuştu. O g e c e herkes uyuyunca toprağı kazıp göm­müş olduğu gümüşleri ç ıkardı, kocanineyi son deminde hoşnut etmek için gerektiği kadar para ayırdı.

Sanki yapmış olduğu şey, düşünmek istemediği, var­lığının gizli köşelerine gömdüğü o saat, o saatin bekleyen hatırası şimdi a n a y a her zamankinden büyük bir şefkat

117

veriyordu. Onu kendi yakınlarının hatırı İçin kendin! ha­

rap etmeye kışkırtıyordu. İş! çoktu, ana bundan hoşnuttu.

Şu anda çevresindekiler için saçını süpürge etmek o y a ­

ş a m ı ş olduğu gizli saatin yükünü biraz hafifletir gibiydi.

İki gecedir uyku yüzü görmemiş, kendini yormak için

elinden geleni yapmıştı. Çocuklannı bir kere bile azarla-

mamıştı. Ölüm döşeğindeki ihtiyara ise g ö z ü gibi bakıyor­

du.

. Emmi oğlu kefenliği getirince ana kumaşı koconine-

nin gözlerine yakın tuttu ve: «Ha gayret, kocanlne, hır­

kan bitene dek. dayan.» dedi.

Yüksek s e s l e konuşmuştu çünkü, ihtiyarın kulakları

her an biraz daha işitmez, gözleri her an biraz daha gör­

mez- oluyordu.

Kaynana da yiğitliği elden bırakmadı. — «Yak. ölmem daha.» dedi. Oysaki nefesi konuşmaya yetmez olmuştu, gayri.

Hatta hiç nefesi kalmamış gibiydi. Her aldığı soluk ciğer­lerinden acınacak bir hırıltıyla, güçlükle çıkıyordu.

A n a iğnesini işletmeye başladı, o güzelim, pahalı ku­maştan gelin giysisi gibi pırıl pırıl, kırmızı kefenlikler dikti. İhtiyar yattığı yerden, ananın kucağında ışıldayan kuma­şa sönük gözlerini dikmiş bakıyordu. Artık yiyemez, içe­mez duruma gelmişti. İnsan sütünün bazen ölüm halinde­ki hastalan kurtardığı bilindiğinden, iyi kalpli, emzikli bir kadın kendi memesinden bir t a s içine süt sıkıp getirmişti ama. ihtiyar bunu bile yutamamıştı. Aldığı bir parça nefes­le yaşıyor, kefenlikleri dikilsin diye bekliyordu.

Ana durmadan dikiş dikiyor, komşuları, dikişe ara vermesin diye yemek yapıp getiriyorlardı. Kefenlikler bir gün, bir g e c e tamam olmadan dikildi, bitti. Emmi oğluyla yenge, daha birkaç komşu ananın başını beklemişlerdi. Evlerine giden köylüler dahi uyumamışlar, a c a b a bu yarı­şı a n a mı k a z a n a c a k yoksa ölüm mü. diye merak ediyor­lardı.

Kefenlikler bitti sonunda, o güzelim al urbalar dikil­di. Emmi oğlu ihtiyarı döşeğinden kaldırdı, anayla yenge

118

de yepyeni giysileri onun artık kuru. kararmış dalları a n ­

dıran kollarına, bacaklarına geçirdiler.

Kefenliğin bittiğini ihtiyarcık bildi. Konuşamıyordu.

Yattığı yerden hırıltılı son birkaç nefes daha aldı, gözle­

rini iri iri a ç ı p o d i ş s i z ağzıyla gülümsedi.

Muradına ermişti. İki tane kefeni eskitip üçüncüsünü

giymenin nasip olduğunu bile bile, sevine sevine öldü.

**

İhtiyar gömülüp cenaze telaşı sona erdikten sonra bi­le, ana boş durmadı. Tarlada her zamankinden daha fazla çal ışıp didinmeye başladı. O ğ l a n bir iş yapmaya kalkışsa şimdi ana:

— «Bırak, ben yapayım!» diyordu. «Kocanineyi pek arıyorum. Bu kadar arayacağım hiç aklıma gelmezdi. Öy­le pişmanım ki. neden o gün hava bulutlanınca gidip ona bakmadım diye.»

Ananın kaynanasının ölümüne pek y a s tuttuğu, ken­dini suçlu gördüğü bütün köyceğize yayıldı. Herkes yasın­dan ötürü onu överek:

— «Ne iyi gelinmiş, böyle üzülüyor.» dediler. Anayı da: «Yas tutma pek böyle, kadın kardeş.» diye

avutuyorlardı. «Pek koçanıydı, gayri. Demek ömrü bu k a ­darmış. Daha biz konuşamaz, yürüyemezken, her birimi­zin saati alnımıza yazılıyor. Ee, bu saat gelip çatınca y a s tutmanın ne yararı var? B a k erkeğin hayatta, çok ş ü ­kür, iki tane de oğlun var. Kalbini bütün tut. kadın kardeş!»

Ne var ki a ç ı k ç a ah vah edebilmek şu günlerde anayı

rahatlandırıyordu. Çünkü içinde bir gizli korkusu vardı.

Fırtına içinde yaşamış olduğu o saatten beri içinde gizlen­

mekte olan bir korku. Artık tarla işi bile ona bu korkuyu

unutturamaz olmuştu. S o n günlerin telaşına, hatta k o c a -

ninenin ölümüne bile şükrediyordu a n a şimdi. Yüreği ezi­

lerek:

— «İyi ki ölüp gitti, ihtiyarcık, hiç olmazsa bu, öteki

şeyi görüp öğrenemeyecek,» diye düşünüyordu.

119

Aradan bir ay geçince ananın korkusu arttı. İki, üc ay geçti ve harman vakti gelip çattı. Döven dövüldü, bit­ti. Hasat telaşı arasında ananın korkusu da korku olmak­tan çıkmış, kesin bir bilgi haline gelmişti. D a h a fazla şüp­henin gereği yoktu, gayri. A n a başına en büyük felaketin geldiğini biliyordu. O ki oğlan çocuklar doğurmuş, kö­yünde herkesçe sayı lan bir hatun kişiydi!.. O yaz fırtınası­nın koptuğu güne, kendi sersemce isteklerine lanet oku­yordu şimdi. O z a m a n akıl etmesi gerekirdi. Kendi vücu­dunun öyle kızışık, bekler, ister bir durumda olduğu, vü­cudunun açl ığından b a ş k a bir şey düşünemediği öyle bir saatin tam meyve verecek bir saat olduğunu o z a m a n bil­mesi gerekirdi. Ya sonra adamın vücudu. O erkeklikle dopdolu, o güçlü, güzelim vücut... işin sonunun b a ş k a tür­lü çıkması düşünülebilir miydi?

Ne tuhaf bir analıktı bu kez kadının başına gelen ki bu denli gizli tutulması şarttı ve geceleyin, çocuklar ı mı­şıl mışıl uyurken onun ruhunu öylesine bir tasay la karar­tıyordu! A n a ne kadar aşererse ersin kimseciklere belli etmiyordu. Ne tuhaftır ki a n a kocasından olma çocuklarını taşırken aşermek nedir bitmemişti. O y s a şimdi ağz ına koyduğu her lokma onu perişan ediyordu. İçindeki tohum zararlı otların tohumları gibi alabildiğine büyüyüp serpi­liyor, kendini besleyen vücudun insafs ızca canını emip bi­tiriyordu, sanki . Gelgelelim a n a dışarıya karşı hiçbir şey belli edemiyordu.

Gecelerce içinin fenalığından uyuyamadı bile. Yatak­

ta oturup, s e s s i z s e s s i z :

— «Keşke yine yalnız, temiz olsaydım,» diye inledi.

«Şu içimdeki nesne yok oluverse de yine yalnız başıma

kalsam hiç yakınmazdım.»

K a ç kereler derdinden deliye dönerek kendini oracığa, yatağın direğine asmayı düşündü. A m a , yapamadı bir tür­lü. Kendi masum yavruları vardı a r a d a . Onların uyuyan yüzlerine bakt ıkça ana böyle bir şey yapamayacağın ı bili­yordu. Sonra cesedini, bakalım neden öldü diye evirip ç e J

120

virdikçe komşuların nasıl bakışacaklar ını düşünmeye de dayanamıyordu.

Böylece a n a , yaşayıp gitmekten b a ş k a çıkar yol bu­lamadı.

Yine de bütün bu çektiği sıkıntı lara rağmen ananın kasabal ı erkeğe karşı duyduğu istek körelmiş değildi. C o k kere kadın onu hem arzuluyor hem ondan nefret ediyordu a m a o b a ş k a ! Tersine, kadının içindeki sır büyüdükçe, üze­rinde erkeğin etkisi de artıyor gibiydi. Kendini ona tes­lim ettiğine bin kere pişman olmuştu, olmuştu a m a g e c e gündüz onu arzulamaktan da geri kalmıyordu. Utancı iç­tendi, erkeğe karşı koymadığı için duyduğu pişmanlık ger­çekti a m a gel gör ki bunlara rağmen erkek yine de gö­zünde tütmekten geri kalmıyordu.

Yalnız, gidip vekili aramak ananın ağrına gidiyordu. Gören olur diye de korkuyordu. Adam ona gelsin diye beklemekten b a ş k a çaresi yoktu. A n a y a öyle geliyordu ki bir kez kendisi gidip adamı aradı mı gayri işi bitiktir, on­dan sonra a y a ğ a düşüp orta malı olması yakındır.

Gelgelel im ne gariptir ki vekil anadan y ü z çevirmişe

benzerdi. K o c a yazlar geldi geçti de vekil köye bir daha

uğramadı. A n c a k harman yapılıp bittikten sonra geldi; o

z a m a n da eskisi gibi huysuz, aksi l iği üzerindeydi. Kendi

payına düşen erzakı bu kez son tanesine kadar aldı da

ananın büyük oğlanı ş a ş ı p kalarak:

— «Acep ne ettik de adamı kızdırdık, be ana?» diye sordu. «Geçen sene nası l iyiydi!»

Ana a s ı k suratla: «Ben nerden bileyim?» diye cevap

verdi, a m a biliyordu. Adamın ondan yana hiç bakmayışın-

dan anlamıştı.

Hasat şerefine şölen verdikleri z a m a n bile vekil a n a ­dan yana hiç bakmadı. O y s a o tertemiz yıkanmış, s a ç l a ­rını y a ğ l a tarayıp düzeltmiş, üzerine temiz bir hırkayla pantolon giymişti. K o c a dünyada bir çift çorabı vardı, onu du giymiş, üzerlerine kocaninenin cenaze için yapılan çarıklarını takmıştı.

121

Böyle giyinmiş kuşanmış olarak, yanaklar ı umuttan utangaçl ıktan kızarmış, içindeki gizli korkuların etkisiy­le gözleri parıl parı l, oraya buraya koşuyor, qdamın dik­katini çekmek için bir sürü iş görüyordu. Bunlardan b a ş k a , sesini yükseltip gülerek etrafındakilerle konuşup duru­yordu. Köy kadınları, eskiden erkeklerin yanında hep s e s ­s i z duran ananın bu yüksek sesle gülüşüp ş a k a l a ş m a s ı n a , alev alev yanan yanaklarına, o ışı ldayan gözlerine ş a ş ı p kaldılar.

Gelgelelim a n a ne y a p s a adam ondan yana bakmıyor­

du. Yeni üründen pirinç rakısını tadına bakmak için yudum­

larken:

— «Bu içkiden benim için de bir iki testi ayırın, dost­lar!» diye bağırdı. «Ağzını da iyi mühürleyin ki tadı kaç ıp gitmesin.»

A m a , dönüp kadından yana bir kez bile bakmadı. K a ­dın onun yanına ya da önüne gidip durduğu z a m a n da er­kek, adını bile bilmediği rasgele bir köylü kadınmışcasına, onu görmezlikten geliyordu.

Kadının b u n a d a h a fazla d a y a n a c a k g ü c ü kalmadı.

Evet, sevinmesi gerekirdi erkek onu artık istemiyor diye.

Ne var ki. dayanamıyordu. Şölenin orta yerinde evine dön­

dü, bir zamanlar adamın almış olduğu ziynetleri, s a k l a ­

dığı yerden elleri titreyerek buldu, çıkardı. Kulaklarındaki

delikler kapanmasın diye bunca yıldır taktığı telden halka­

ları çıkarıp küpeleri taktı. Yüzükleri sert, nasırlı parmakla­

rına geçirdi. Kendini bu haliyle a d a m a göstermek için yine

şölen yerine döndü.

Köy kadınları, yiyip içen erkeklere hizmet için m a s a ­nın bir yanına toplanmışlardı. Fitne karı da onların arasın­daydı. Ayağındaki yeni çarıkiar görünsün diye bacaklarını uzatmış oturmuştu. Anayi görünce:

— «Aman. a m a n , kadın kardeş, demek o ziynetleri gerçekten aldın ha!» diye seslendi. «Erkeğinin dönüp gel­mesini beklemeden de takmışsın, görüyorum!»

122

Öyle bağırarak konuşmuştu ki kadınların hepsi bakıp gülüştüler. Bu kez erkekler de kadınların neşesine bakıp güldüler.

Gülüşmeyi, ananın üzerine yapılan şakalar ı duyunca vekil de kibirli, umursamaz bir tavırla başını kaldırıp bak­tı. Bir yandan ağzındaki lokmayı çiğneyerek yine öyle umursamaz bir bakış la ve ananın duyabileceği gibi yüksek bir s e s l e :

— «Kimdir bu kadın?» diye sordu.

Gözleri bir an ananın kıpkırmızı kesilen yüzünde dur­du. S o n r a vekil onu hiç tanımıyormuş gibi başını çevirdi, önündeki yemeğe baktı.

A n a ise, yüzü birden s a p s a r ı kesilerek oradan kaçtı. Herkes de onu kendi şakalar ından utanıp kaçtı sanarak büsbütün gülüştüler.

* O günden sonra a n a başkalar ından k a ç a r oldu. G ü ­

nünü çocuklar ıy la geçiriyor, içinde gitgide büyüyen o fena şeyi herkesten saklıyordu. G e c e gündüz bütün dü­şüncesi bu şeye bir çare bulmaktı.

Görünüşte yine her zamanki gibi durup dinlenmeden çalışıyordu. Zahiresini istif etti, k ış hazırlıklarını bitirdi. Bu sırada g ü z bayramı oldu. Köyceğiz in her evi kendine göre bayram etti; sepetlerinin kışlık zahire dolu oluşunu kutla­dılar. Yemekler yapı lmış, köyün küçük sokağı neşe, mut­luluk içindeydi. Gerçi ananın ne neşesi vardı, ne de mut­luluğu. A m a , yine de .çocukları için ayçöreklerl yaptı. O g e c e ay doğunca döven yerine çıktılar, çörekleri söğütle­rin altında yediler. Gökte dolunay nerdeyse g ü n e ş kadar parlaktı.

Gelgelelim üzerlerinde bayram keyfi yoktu. Çocuklar kendi eksikliklerini ve analarının neşesizliğini ta içlerinde duymuş gibiydiler. Sonunda büyük oğlan:

— «Bazen içime babam ölmüş gibi geliyor,» dedi. «Yoksa elbet gelirdi.»

Anası irkilerek hemen: «Kötü evlat!» diye bağırdı. «İn­s a n kendi babasına ölüm kondurur mu hiç?»

A m a aklına bir şey gelmişti.

123

O ğ l a n . «Bazen diyorum ki ç ıksam, gidip babamı ara­yıp bulsam!» dedi. «Bu sefer kış buğdayını ektikten sonra gideyim bari. Sen bana biraz para verirsin. Kışlıklarımı da çıkın yapıp omuzuma alırım. Olur a, belki hemen bulamam da uzun zaman yollarda kalacağım olur.»

Bu sözler anayı korkuttu. Oğlunun aklını çelmek için: — «Hele sen bir çörek daha ye bakal ım, oğlanım,»

dedi. «Hele bir yıl daha bekle bakalım. S e n de gider gel-meyiverirsen benim halim nice olur? Hele bir bekle kü­çük kardeşin büyüsün, senin yerini tutacak kadar olsun!»

En küçükleri, istediği bir şeyier olduğu zaman hep hır-çınlaşırdı. Simdi de dik dik:

— «Ağabeyim giderse ben de giderim!» diye söylenip o küçük, kırmızı ağzını büzerek kızgın kızgın anasına baktı.

A n a bu sefer büyük oğlunu kınadı: «Bak gördün mü yaptığını? Böyle konuşup onun da aklını çeliyorsun.»

S o n r a artık bu konu üzerine b a ş k a söz etmedi.

* a *

A m a , fikir kafasına takılmıştı. Sonradan ana bu mese­leyi düşünmeye koyuldu. İşte surda beş yıldır yapayalnızdı. B e ş yıl bu. Bir adam, geleceği varsa bundan önce çıkıp gelmez miydi? B e ş yıl geçmişti aradan. Erkeği ölmüş o l s a gerekti. Kendi de dul kalmıştı. Belki yıllardır duldu da haberi yoktu.

Toprak sahibinin vekilinin de karısı yoktu. Kendi gibi o da duldu. Daha geçen yıl karısının öldüğünü söylerken a n a duymuştu. O zaman kulağına girmemişti. Kendisi dul değilken ne üstüne vazifeydi erkeğin dulluğu, evlil iği?

Ananın aklı dulluğuna iyiden iyiye yattı. O g e c e g e ç vakte kadar dolunayın ta yükseklerde yüzüşünü seyretti. Çocuklar ı çoktan uyumuştu. Bütün köy dalgın uykularday­dı. Y a l n ı z c a birkaç köpek dolunaya karşı havlıyordu. Dü­şündükçe dulluk daha fazla yattı ananın İçine. Madem ki kendisi duldu, adam der demez evlenirlerse... belki de iş işten geçmiş olmazdı.

124

Ananın içini bir acay ip telaştır aldı. Büyük oğlan ise tasarısını unutmuyor, tarlayı bir an önce sürüp buğdayı ekmek için durup oturmadan çalışıyordu. Belli ki niyeti buğ­dayı ektiği gün yola çıkıp babasını aramaya gitmekti. O ğ ­lan şimdi nerdeyse babasının boyuna yaklaşmıştı . Bir bam­bu kamışı gibi s ımsıkı , sepsert ve kıvrak bir yapısı vardı. Artık çocuk değildi ki karşı gelinsin! S e s s i z a m a . inatçıydı. Akl ına bir kere bir şey koydu mu bir daha unutmazdı. Ş i m ­di de:

— «Bırak güyri gidip babamı bulayım. Oturduğu ken­tin, çal ışt ığı evin yerini, adını söyle,» diye tutturmuştu.

Bu kez ana onu başından savmak için ne diyeceğini bilemeyerek: «Ben babanın mektuplarını yaktımdı,» diye cevap verdi. «Gayri çaresiz yeniyılı bekleyeceğiz. Bir mek­tubu daha gelir, elbet.»

Ç o c u k , «Hani nerde oturduğu aklımda dedindi!» diye ona çıkışt ı :

Ana hemen: «Aklımda kaldı sandıydım, a m a , şu bu derken, araya kocaninenin ölümü de karıştı, unutuvermi-şim.» diye cevap verdi. «Unuttuğumu surdan biliyorum ki ninen ölürken babana mektup yazdıracaktım; yerini unut­tuğum için yazdıramadım.»

Oğlan ona pek de inanmayarak, dargın dargın bakı­yordu. A n a şimdi kızarak:

— «Tam büyüyüp işime yaramaya başlamışken böyle beni bırakıp gitmek isteyeceğini nerden hileydim?» diye söylendi. «Ananı bırakıp gitmek isteyeceğin akl ıma bile gelmezdi. Nası l o lsa bu yı lbaşında da mektup gelecek de­ğil mi?»

Oğlan çaresiz bu sevdadan şimdilik vazgeçt i a m a , üzerine bir somurtkanlık gelmişti. Ç ü n k ü , babasını gör­meyi akl ına koymuştu bir kere. Babasını doğru dürüst hatırlamıyordu bile. Ama, akl ında şen şakrak bir insan blarak kalmıştı ve çocuk onu görmek için c a n atıyordu. Şu son zamanlarda anasını esk is i gibi sevmez olmuştu. Kadın her fırsatta ona kızıp çatar, laftan, lakırdıdan a n ­lamaz gibiydi. Bunun için çocuk babasını özlemeye b a ş ­lamıştı,

125

Ana ne yapacağını bilmez olmuştu şimdi. Ya ln ızca bir şeyler yapmanın şart olduğunu biliyordu. Hem de bir an önce. Y ı lbaşında babalarından mektup gelse de, gel­mese de oğlan besbelli onun başının etini yemekten vaz­geçmeyecek, ana çares iz sonunda her şeyi anlatmak zorunda kalacaktı . Gelgelelim ç o c u ğ a nasıl anlatmalı ki bu iş İlkin kadın olarak yüzünü ak çıkarmak için uydurduğu bir küçük yalanla başlamış, yıllar boyunca kökleşip dal budak salmıştı, şimdiden sonra değişmesi pek güçtü?

A n a beri yanda da erkeğinin ölmüş olduğunu düşü­nerek içini yatıştırmaya çal ışıyordu. Hayatta olup da bir günden bir gün tar lasına, oğullarına, eski baba o c a ğ ı n a dönmeyen adam nerde görülmüş? Ölmüştü erkeği, a n a bundan emindi.

Kendi kendine böyle diye diye hiç kuşkusu kalmadı gitti. Erkeğinin ölümüne iyice inandı. Artık oğlanı ve diğer köylüleri susturmak için bir şeyler yapmak gerekiyordu, hepsi bu.

A n a her zarhanki gibi kasabaya indi. gidip şimdiye dek görmemiş olduğu yeni bir arzuhalci buldu, içini çekerek:

—«Bizim geline kocasının öldüğünü yazıver.» dedi. «Nasıl mı öldü kocası? Yangında kaldığını söyle. Oturdu­ğu evde kölenin biri lamba devirmiş, yangın çıkmış. Kar­deşim de uykusunun arasında yanıp gitmiş. Külleri bile kaybolmuş gitmiş. Köyüne gönderilecek ne cesedi ne de bir emaneti kalmış.»

Bu mektubu yazdıran yabancı biriymiş gibi, a n a bir b a ş k a ad verdi. Yer olarak da b a ş k a , uzak bir kenti söyle­di. Arzuhalci bu işin içinde bir tuhaflık sezer gibi oldu a m a , biraz faz laca paraya karşıl ık ananın istediğini yazdı . Z â ­ten, üstüne vazife değildi, hele susmasına karşıl ık a d a m a gümüş para verirlerse...

Böylece a n a kendini kurtarmış oldu. Şimdi kurtuluşu­nu tamamlamak için sabırsızlanıyordu. Öyle y a , ne yapıp yapmalı , bu işten toprak sahibinin vekilini haberdar etme­liydi. Ş u r a y a buraya başvurup mal sahibinin eski evini aramaya koyuldu. Gerçi mal sahibi artık orda oturmuyordu

126

a m a . komşuları herhalde onun vekilini bilirlerdi. Derdin­den tam kurtulmak için duyduğu sabırsız l ık a n a y a bir per­vasızl ık vermişti. Tanrı lar da onunla birlik gibiydi bugün: Mal sahibinin esk i evine yak laş ınca vekilin tek başına kar­şıdan gelmekte olduğunu gördü. A d a m a tam b a h ç e kapı­sından içeri girmek üzereyken yetişti. Hemen seslendi, koşup kolunu tuttu.

A d a m bir ona bir de kolunu tutan ele şöyle bir baktık­tan sonra, «Ne istiyorsun, kadın?» diye sordu.

A n a , «Ben dulum gayri, efendimiz,» diye fısı ldadı. «Da­ha bugün öğrendim ki dul kalmışım meğer!»

A d a m s a onun elini si lkip iterek yüksek sesle, «Bana ne bundan?» diye söylendi.

Kadın a z a p içinde ona bakakaldı . O zaman adam sert bir tavırla haykırdı:

— «Ben s a n a verdim ya karşıl ığını, hem de cömertçe verdim.»

' O s ırada sokaktan g e ç e n bir tanıdığı a d a m a , «Allah versin, birader!» diye seslendi. «Böyle alımlı, hevesli kadın kişilere yaka lanmak herkese nasip olmaz!»

Vekilse, o ağır gözkapaklarını kaldırmaya bile zahmet etmeden soğuk soğuk cevap verdi:

— «Kadın kişinin esmeriyle k a b a sabasından hoşla­nanlar için, o senin dediğin! Benim zevkime göre değil.»

Ve böyle diyerek yürüdü, gitti. A h a ş a ş k ı n , yerin dibine geçmiş bir durumda orta yer­

de kalıverdi. Hiçbir şey anlamamıştı. Nası l almıştı o işin karşı l ığını? Ne vermişti k i a d a m ona? Ansız ın akl ına erke­ğin verdiği, ziynetler geldi. Demek buydu ona verilen ödül! O küçük, değers iz incik boncukları verdi diye adam yap­tıklarının bütün borcunu ödenmiş sayıyordu.

* **

Artık bunu da öğrendikten sonra ananın yapabileceği ne vardı ki? Hiçbir şey olmamış gibi evinin yolunu tuttu. Yüreği atmaz olmuş gibiydi, a n a içinden:

127

— «Ağlamak vakti gelmedi henüz... benim a ğ l a y a c a ­ğım saat olmadı,» diyor, gözyaşlarını koyvermiyordu ki ak­sınlar.

Ağlaması içinde birikti, kabardı a m a , o ağlamadı. Yaz­dırmış olduğu mektup gelinceye dek ana yüreğini pek tut­tu. Mektubu köyün arzuhalcisine götürüp verdiği zaman da usul usul:

— «Korkarım kötü haber var bunun içinde, a m c a c ı ­ğım,» dedi. «Vakitsiz geliyor çünkü.»

ihtiyar arzuhalci mektubu alıp okuyunca bir irkildi. — «Gerçekten de kötü haber, kadıncağız ım, ona gö­

re davran.» dedi. Ana hep aynı serinkanlı l ıkla, «Hasta mı?» diye sordu. İhtiyar mektubu elinden bırakıp gözünden gözlüklerini

çıkardı, anaya bakarak ciddi ciddi cevap verdi:

— «Ölmüş!»

O zaman ana önündeki önlüğünü başına örterek a ğ ­lamaya başladı. Ağlamanın vakti saati gelmişti gayri, s a ­kınmadan ağlayabil irdi, ağladı d a . . .

Erkeğinin gerçekten ölüm haberini a lmış gibi ağladı , ağladı. Bütün bu yalnız geçen yıllarına, kısmetinin böyle güdük ve kısır o luşuna, talihinin kötülüğüne, erkeğinin k a ­çış ına ağladı; karnındaki çocuğu doğurmayı göze a lama­yışına, en son olarak, erkek tarafından hor görülüşüne ağladı . Çocuklar ya da komşular duyar diye korkusundan b u n c a zamandır ağlayamadıklarmı şimdi ağlayabil irdi, gayr i . Onun k a ç türlü kedere birden ağladığını kim bilecek?

Haberi duyan köy kadınları anayı avutmak için koşup geldiler. Avutmaya çalıştı lar onu, bu kadar ç o k a ğ l a m a , sonra hastalanırsın, dediler; hem sonra bak çocuklar ın var, aslan gibi iki oğlun var, dediler. Gidip onları, anala­rına avuntu olsun diye getirdiler, analarının yanına bırak­tılar. Büyük oğlan hastalanmış gibi beti benzi soluk, hiç sesini çıkarmıyordu. Anasının ağladığını gören küçüğü ise danalar gibi. böğürerek ağlayıp duruyordu.

Bütün bu karışıkl ığın arasında birdenbire ananınkin-den de yüksek, tiz bir bağrıştır yükseldi. Fitne karıydı bu.

128

Etrafındaki bütün bu y a s havası sonunda onu da etkile-

misti. Yanaklar ından yuvarlak yuvarlak yaşlar akarak b a ­

ğıra bağıra ağlıyordu.

— «Bir de bana b a k s a n a , zavall ıcık, ben senden bi­çareyim... Oğullarım da yok ya, benim, bir tane bile oğla­nım yok! S e n ası l bana a c ı , kadın kardeş, benim kadar dertli kadın görmedim ben daha!»

Dul kadının görüp geçirdiği sıkıntılar, dertler şimdi öylesine bir depreşmişti k l , köy kadınları bu işe ş a ş ı p kal­dılar, bu kez onu avutmaya başladılar. Ana da bu d a ğ ­dağanın arasında oğlanlarını peşine alıp evine gitti. Hem gidiyor hem de s e s s i z s e s s i z ağlıyordu; ağlaması kesilmi­yordu ki! Evine gel ince oturdu, kapı eşiğinde de ağladı . Şimdi büyük oğlan da usul usul, gözlerini elinin tersiyle si le sile ağ lamaya başlamıştı. Küçük oğlan babasının ölü­münden bir şey anlamıyordu, çünkü ömründe b a b a nedir bilmemişti. A m a , yine de ağlayıp duruyordu. K ız ise a ğ ­ladıkça ellerini gözlerine bastırarak:

— «Babam ölmüş, ağlamak gerek,» diye inliyordu. «Ağladıkça gözlerim öyle bir vanıyor k i . . . A m a , ölmüş b a ­bama ağlamak gerek...»

Ağlayıp durmanın anaya bir yararı yoktu, gayri . Yap­

ması gereken bir iş daha vardı, bu işi bitirmeden ağlayıp

durmanın para etmeyeceğini a n a biliyordu.

Onun için ağlamasını kesip düşünmeye koyuldu. A n a ­larının sessiz l iğ i çocukları da biraz yatıştırdı.

İlk bakışta a n a için ölümden b a ş k a çıkar yol yok g i ­biydi a m a , asl ında bir yol daha vardı ki o da karnında bü­yüyüp duran bu ars ız şeyi içinden söküp atmaktı. Gelge-lelim bu işi kendi başına yapamazdı. Yardım edecek biri gerekti. Fakat ananın başvuracak kimsesi yoktu, yenge­den b a ş k a . Y a p a c a ğ ı şeyi dünyada kimsenin bilmemesi ananın d a h a işine gelirdi gerçi a m a , yalnız başına becere­meyeceğini biliyordu. Y e n g e dedikleri kadın da İyi kalipli,

k a b a c a s a b a c a bir kadındı. Topraktan anladığı gibi in­s a n huyunu da iyi bilirdi. Verimli toprak gibi olan. ne olur-

ANA f.: 9/128

SQ olsun ürün vermek isteyen kadın vücudunun dilinden anlardı.

A m a , nasıl açmal ı bu işi ona? Neyse ki kolay oldu. B i rkaç g ü n sonra iki komşu k a ­

dın bir tarla yolunda karşılaştı lar, durup biraz konuştular. Y e n g e c a n d a n , yüksek sesiyle:

— «Biraz ye, iç de derdini unut gayri bacı.» dedi. «İnan olsun, kamında kurt varmış gibi suratın sapsarı.»

Bu sözler ananın akl ına bir şey getirdi. Ağır, a c ı bir edayla konuşarak:

— «Var y a , içimde öyle bir kurt var kî canımı kemi­rip bitiriyor.» diye c e v a p verdi.

Yenge bakakalmışt ı . A n a elini karnına bastırarak du-ralaya duralaya:

— «İçimde bir şeyler var, yengeciğim.» dedi. «Büyü­d ü k ç e büyüyor a m a , bilmem ki nedir? O l s a o l s a bir kötü yeldir.»

Yenge. «Ben bir bakayım,» dedi. A n a yeldirmesini açt ı . Y e n g e onun büyümeye baş la­

mış olan k a m ı n a dokununca şaşt ı kaldı.

— «A, bacım, ç o c u k gibi bir şey bu,» dedi. «Hani ko­cal ı kadın o lsan gebesin derdim!»

A n a bir ş e y demedi. Utancından başını eğdi. Yenge­nin yüzüne bakamıyordu. Onun karnının içinde bir kımıltı gören yenge korkuyla:

— «Vallahi çocuk bu!» diye bağırdı. .«Ama, nası l olur, b u n c a yıldır kocan başında olmadığına göre o l s a o l s a bu bir tanrı hüneridir. Arasıra böyle şeyler olurmuş diye d u ­yarım. Hele esk i zamanlarda daha bile ç o k olurmuş. Ç o k çi lekeş, ermiş kadınlarla tanrılar gökten inip görüşürter-miş. A m a , s a n a da ermiş denemez ki , a b a c ı ! iyi hatun­s u n , anladık, itibarın yüksektir a m a , ne o l s a öfkelenip s u ­rat astığın da vardır. Huylu karışındır, doğrusu. A m a bi­l inmez ki. Hiç şöyle tanrı yoklayışı gibi bir şey sezdiğin oldu mu kendinde?»

Ananın içinden bir yalan daha uydurmak geldi. «Fırtı­nalı bir gün yol kenarındaki tapınağa sığındığım z a m a n

130

bir tanrının yokladığını sezer gibi oidumdu.» dernek için c a n attı a n a . Bu yalanı söylemek için ağzını bile açt ı a m a . söyleyemedi. Bir kere o g ü n yüzünü kapadığı o kendi h a ­linde ihtiyar tanrı için böyle kötü bir yalan atmaktan kork­muştu. S o n r a artık o kadar bezgindi ki daha faz la yalan uyduracak g ü c ü kalmamıştı.

Başın ı kaldırdı, perişan bir halde yengenin yüzüne baktı. S o l g u n yanaklar ı pençe pençe kızarmıştı. Şu anda, eli yüzü d ü z g ü n , inanılır bir ya lan uydurabilmek için öm­rünün yarısını vermeye razıydı. A m a , yapamadı işte.

Onun bakışını gören yenge ise derdinin ne olduğunu hemen anlayıvermişti. S o r u filan sormadı, nasıl oldu bu iş , demedi.

— «Hadi örtün, bacı , soğuk almayasın!» dedi yalnız­c a . *

iki kadın biraz yol gittiler. S o n r a , a n a pek hırsl ı, pek a c ı bir s e s l e :

— «Kimden olduğunun önemi, yok, n a s ı l s a kimseler bilmeyecek,» diye söylendi. «Bu işte bana kol kanat olur­s a n , yengem benim, bac ım, kardeşim, ben de ömrüm ol­d u k ç a seni el üstünde tutarım.»

Yenge a l ç a k s e s l e konuştu: «Bu yaş ıma kadar g e l -dimse, istemediği yükten kurtulan kadın görmeden geldim, diyemem a!»

A n a ilk olarak içinde bir umut yolu gördü. — «Ama, nası l? Nasıl?» diye fısı ldadı.

Yenge: «Paran v a r s a , a l ı n a c a k i laçlar da v a r elbet,» dedi. «Etkili i laçlar var. B a z ı bazı çocukla bir anayı da al ıp götürdüğü olur. Doğumdan d a h a g ü ç bir şey. A m a , ne kadar a lacağın ı bil irsen derdine derman olur.»

A n a : «İçimdekini öldürsün de. beni de a ls ın, götür­s ü n , ben razıyım.» diye c e v a p verdi. «Tek oğullarımın ha­beri o lmasın; ne de öteki köylülerin...»

O zaman yenge gözlerini a n a y a dikti.. Olduğu yerde durdu, baştan a ş a ğ ı süzdü anayı. S o n r a :

— «Pekâlâ b a c ı , a m a gayri erkeğin de öldü, ya bu iş yine o lacak olursa?» diye sordu.

131

Bu kez ana yaralanmış gibi inleyerek yemin etti: — «Yok, yok, inan olsun, bir d a h a öyle^yazınki gibi

k ız ışacağım olursa göle atarım kendimi de temelli serin­letirim, bunu böyle bil.»

O g e c e ana toprağı kazdı, biriktirdiği gümüşlerin y a ­rısına yakınını çıkarıp bir f ırsatta, i laç alsın diye yengeye verdi.

Bir gece i laçlar alınıp kaynatıldıktan sonra yenge giz­lice ananın evine geldi. Ana onu beklemekteydi. Yenge fı­sı ldayarak:

— «Nerde içeceksin?» diye sordu. «Ev içlerinde ol­maz, pek kanlı, berbat bir iştir.»

O z a m a n ananın akl ına yol kenarındaki o tapınak gel­di. Pek az yolcunun uğradığı, ıss ız bir yerdi orası. Hele g e c e vakti hiç uğrayan olmazdı. Böylece iki kadın o yol kenarındaki tapınağa gittiler. Orada a n a ilacı içti, yere oturup beklemeye başladı.

Gecenin g e ç bir saatinde i lacın etkisi görüldü. Anayı öyle bir sancı tuttu ki rüyasında göre inanmazdı. Ölece­ğine kanaat getirdi. Sonra, artık sancı lardan b a ş k a bir şey düşünmez oldu. A m a , bağırıp s e s çıkarmamayı yine de akı l ediyordu. Işık filan yakmaya da cesaretleri yoktu. Olur a yoldan birinin geçeceği tutar da her zaman karan­lık olan tapınakta ışık görünce merak eder, gelirdi.

Ananın sancı lara dayanabileceği kadar dayanmaktan b a ş k a çaresi yoktu. Vücudundan sel gibi ter boşanıyordu. Çektiği korkunç sancı lardan b a ş k a bir şeyin farkında de­ğildi. Sanki bir canavar yapışmıştı içine de bütün organ­larını pençeleyip sökmek istiyordu. Bir an geldi ki içinden canı kopmuş gibi oldu, ananın dudaklarından bir tek ç ığ­lık koptu.

Y e n g e hemen elinde bir bez parçasıy la geldi. Al ına­c a k ne v a r s a aldı. S o n r a üzüntülü bir ses le:

— «Oğlanmış da!» diye fısı ldadı. «Ne mutlu s a n a , hep oğlan yapıyorsun.»

Ana inildeyerek: «Bundan böyle olup o lacağı yok g a y ­ri,» dedi; /'

132

S o n r a , yere uzanıp biraz dinlendi. Yürüyecek duru­ma gel ince yengenin koluna yaslanıp inildememeye çal ı­şarak köye döndü. Bir göl kıyısından geçerken yenge elin­deki bez parçasına sanl ı şeyi suyun içine atıverdi.

* **

Bundan sonra günlerce ana, döşeğinde hasta ve bit­kin yattı, kaldı. İyi kalpli yenge ona elinden geldiği kadar baktıysa da a n a bir türlü kendini toparlayamadı, kış orta­larına kadar hastalığı uzadı gitti. Bir yük kaldırıp k a s a b a ­ya, pazara götürmek işkence gibi geliyordu a m a , arasıra yapmak zorundaydı. Sonunda biraz iyileşmeye yüz tuttu. Güneşli günlerde yatağından d a h a iyi kalkıyor ve bir z a ­man güneşte oturabiliyordu. Bahar gel ince biraz d a h a iyi­leşti a m a , yine de eski gücünü bulamamıştı. C o k zaman yenge güzel bir yemek yapıp yesin diye getirince a n a eli­ni göğsüne bastırarak:

— «Yutamıyorum ki!» diyordu. «Şuramda bir yumru var, sanki . Mememin altında yüreğim taş gibi duruyor s a ­nırsın. Hiçbir şeyler yiyip yutamaz oldum. Ciğerim yanı­yor da şöyle bir ağlayıp onu bile söndüremiyorurri. Öyle geliyor ki bir kere şöyle doya doya a ğ l a s a m bir şeyciğim kalmayacak.»

A n a y a böyle geliyordu a m a ağlayamıyordu ki! Bahar geldi geçti, ana ne ağlıyor, ne de eskis i gibi iş görebili­yordu. Büyük oğlan yapı lacak işleri başarmak için geceyi gündüze kattı; emmi oğlu da her zamankinden faz la yar­dım etti. A n a ise ne ağlayabil iyor ne de iş görebiliyordu.

Arpaların olgunlaştığı bir gündü. Ana keyifsiz, neşe­s iz güneşte oturuyordu. Öylesine bitkindi ki o s a b a h s a ç ­larını bile taramumıştı. Birden bir ayak ses i duydu ve b a ­şını kaldırınca mal sahibinin vekilini gördü. Adamı büyük oğlan da görmüştü. Hemen geldi.

133

— «Efendimiz, benim babam gayri sizlere ömür,» de­di. «Anam da aylardır hasta. Babamın yerinde şimdi ben varım. Ürüne b a k m a k için geldiysen seni tarlaya ben g ö -türeyim, çünkü anamın hali yok.»

O z a m a n bu adam, bu kasabal ı , bu s a ç ı taralı, suratı düzgün adam anayı şöyle bir gözden geçirdi ama hiç ora­l ı o lmadan.. . Kadının başına gelenleri bal gibi anlamıştı. O n u n anladığını ana da bildi ve hiç sesini ç ıkarmadan başım eğdi.

Adam ise hiç umursamadan: «Gel öyleyse, delikanlı.»

dedi.

Anayı orda tek başına bırakıp uzaklaştı lar.

Bu adamdan hiç umut olmadığını a n a iyiden iyiye öğ­renmişti gayri . Bedeni bunca zamandır öylesine bitik düş­müştü ki erkeğe karşı arzusu filan kalmamıştı. Ama bu­gün onunla karşı laşması bardağı taşıran damla oldu. İçin­deki o yüreğim dediği yumrunun eriyip gittiğini duydu. Gözlerine yaş lar bastırdı. Yerinden kalktı, tenha bir yola saparak köyün arkalarındaki eski ıss ız bir mezar başına gitti. Öyle eskiydi ki bu mezar, hangi kadının ya da erke­ğin olduğunu bilen bile kalmamıştı. A n a bu çimenlî tüm­seğin üzerine oturdu, en sonunda a ğ l a m a y a başladı.

Ö n c e tane tane, ac ı acı aktı gözyaşlar ı . Sonra boşanı-verdi. O z a m a n and, başını mezara yaslayıp ağladı. Ç e k ­tiklerinin ac ıs ıy la yürekleri dolup taş ınca. hayatın yükünü taşımaya d a h a fazla güçleri kalmayınca, ağlayıp içlerini boşaltmaktan b a ş k a şey düşünmeyen bütün kadınlar gibi o da ağladı , ağladı .

Hıçkırıklarının sesini bahar yelleri ta köyceğize kadar

götürdü. Bu ses i duyan evlerdeki analar, kadınlar birbir­

lerine baktılar ve acıyarak:

— «Bırak ağ las ın, yoksul, ağ las ın da yüreği hafifle­

sin,» dediler. «Duî kalal ı şu kadar ay oldu a m a yüreğini

hafifletemedi bir tür!ü. Söyleyin çocuklar ına, ilişmesinler.

Bıraksınlar, ağlasın.»

Böylece anayı ağlamasına bıraktılar.

134

Uzun z a m a n ağladıktan sonra, a n a bir s e s duydu, y a ­nı başında bir küçük, hafif hışırtı. A lacakaranl ıkta başını kaldırdı (gün bat ıncaya değin ağlamıştı), iki yanına tu­tuna tutuna gelen kızını gördü. K ı z :

— «Anacığım, yengem bırakın ananız rahatlayana dek ağlas ın dedi, a m a , bu kadar ağladın işte, daha rahat­lamadın mı?» diye sordu.

O z a m a n a n a , kendine geldi biraz. Kendine gelip ç o ­c u ğ u n a baktı. İçini çekip doğruldu. Çözülen saçlarını dü­zeltip ş işmiş gözlerini kurulayarak a y a ğ a kalktı. Ç o c u k elini uzatıp anasının elini tuttu. Gözlerini günbatısında kıpkızıl yanan gurup ışığına karşı s ımsıkı yummuştu. Ac ık­lı bir ses le:

— «Keşke dünyada hiç ağlamak olmasa!» dedi. «Ağ­layınca gözlerim öyle yanıyor ki!»

Bu sözleri duyunca a n a , bir anda kendini toparladı. Bir anda içi yıkanıp tertemiz olmuştu sanki . Böyle bir g ü ­nün sonunda söylenen böyle birkaç söz, eline sarı lan bu küçük el , onu bunca aydır dalmış olduğu tasadan çekti, sıyırdı. Kadın bir anda yine ana olup çıktı. Başındaki bu­lutlar sonunda tamamen sıyrı larak, kızına baktı:

— «Gözlerin daha kötü mü oldu, kızcağızım?» diye sordu.

K ı z c a ğ ı z : «Eskisi gibi o lsa gerek,» diye cevap verdi. «Yalnız, aydınl ığa bakınca daha ç o k acıyor. Yüzlerinizi de eskisi gibi seçemez oldum. S o n r a ağabeyim büyüyeli beri boyu öyle uzadı ki karşıdan gelirken ikinizi ayırt ede­miyorum. A n c a k konuştuğunuz zaman biliyorum.»

O zaman ana çocuğunu elinden tutarak eve döndü. İçi s ız layarak:

— «Neredeydim ben bunca zamandır?» diye dövün­dü. «Vah, kızanım! Yarın s a b a h erkenden gidip gözlerine merhem alayım senin. Ne zamandır söyler dururum!»

O g e c e hepsine anaları uzak bir yerdeymiş de geriye dönmüş gibi geldi. A n a onların taslarına yemek doldurup

135

masanın üstüne koydu, ortalığı topladı. Yüzü sapsarı ve

bitkin olmakla birlikte sakindi. Bir çeşit solgun huzur var­

dı bakışında. Çocuklarının her birine k a ç yıldır görmemiş

gibi bakıyordu. Küçük oğlana:

— «Yarın hırkanı yıkayayım, oğul,» dedi. «Kapkara

paçavraya dönmüş, haberim yok! Ben senin anan olayım

da senin gibi güzelim oğlanı böyle uyuntu edip gideyim,

olur mu?»'

Sonra büyük oğlana döndü: «Geçen gün parmağını

kestin, acıdı diyordun. Getir bakayım.»

Oğlanın elini tertemiz yıkayıp yaranın üstüne biraz

yağ sürerek: «Nasıl ettin bunu, oğul?» diye sordu.

Çocuk şaşkınlıkla gözlerini açtı: «Söyledim ya, ana!

Arpa biçmeye hazır olsun diye orağımızı bileği taşında

bileği leyim derken oldu.»

Ana da hemen: «Şimdi hatırladım, söyledindi, sahi,»

diye cevap verdi.

Çocuklar nasıl olduğunu kendileri de fark etmeden,

ısımvermiş gibiydiler. Onları ısıtan sıcaklığın analarından

taştığını seziyorlardı. Hepsinin de keyifleri yerine gelmiş,

konuşmaya, analarına öteden, beriden söz etmeye başla­

mışlardı. Küçük oğlan bir a r a :

— «Bugün sokakta yazı tura oynarken, bir metelik

kazandım,» dedi. «Elim öyle uğurlu; meteliği hep ben ka­

zanıyorum.»

Ana ona hiç görmemiş gibi bakıyordu. Ne güzel gür­

büz bir çocuk olmuştu en küçük oğlu. Ana bunu daha ön­

ce fark etmediğine şaşıyordu. Yüreği birdenbire sevgiyle

dolup taşarak:

— «Güzel yavrum, sakla meteliğini; şeker filan a l a ­

yım deme!» diye söylendi.

Bu sözler oğlanın hiç hoşuna gitmedi. Yüzünü asarak:

— «Bugün saklarım ana, ama, yarın şeker alacağım,»

diye cevap verdi. «Fazla saklamaya ne gerek var? Nasıl

o lsa her seferinde ben kazanıyorum.»

136

Anasının buna karşı geleceğini sanmıştı. A m a , kadın yumuşak bir ses le: «Alacaksan a l , oğul.» diye c e v a p verdi. «Senin meteliğin.»

Bu sefer büyük oğlan: «Sana tuhaf bir diyeceğim var, a n a , bak dinle,» diye anlatmaya başladı. «Bugün mal s a ­hibinin vekiliyle tar laya gittik y a , vekil dedi ki, bizim köye son gelişiymiş bu yıl, talihini b a ş k a taraflarda denemeye gidiyormuş. Köy yollarında dolaşmaktan, köylü adamla­rıyla, köylü kanlarıyla uğraşmaktan gına gelmiş. Her Al­lanın yılı hep aynı köy, diyor. Uzaklarda bir kente gidi­yormuş.»

A n a elindeki işi bırakarak bu sözleri dinledi. Masanın üstündeki mumun titrek ışığında gözlerini oğlanınd dike­rek, taş kesilmiş gibi dinledi bu sözleri. S o n r a da işittik­lerini iyice içine sindirmek için bir an bekledi. Ç o r a k , ku­rak topraklara y a ğ a n yağmur gibi işlemişti bu sözler içine. Hafif, tatlı bir ses le:

— «Demek öyle dedi, ha oğul?» diye mırıldandı. S o n ­ra, oğlanın anlattıkları hiç umurunda değilmiş gibi hemen, «Artık yatalım da biraz uykumuzu alalım,» diye lafı de­ğiştirdi. «Yarın şafak la k a s a b a y a inip merhem a lacağım, kız kardeşinizin gözlerini iyi etmeye.»

Ses ine şimdi bir doluluk, bir tatlılık gelmişti. O s ıra­da sarı köpek geldi ayaklar ına süründü. A n a köpeğe de bol bol, kendi yediklerinden verdi. Köpek hem sevindi, hem şaşt ı bu işe. Her şeyi bir solukta yaladı yuttu, karnı doyduğu zaman da rahat rahat bir esnedi.

O g e c e anayı uyku tuttu. Hepsi de uyudular. Derin ve dinlendirici bir uyku anayla çocuklarını sarmıştı.

137

X I I

TP R T E S İ gün hava bulutlu, yağmur y a ğ a c a k gibiydi. Yağmur yüklü gökyüzü vadiye doğru inmişti sanki ,

çepeçevre tepeler gözden kaybolmuştu.

Ana erkenden kalktı, kızını k a s a b a y a götürmeye ha­zırlandı. Ç o c u ğ u n derdine deva bulmak için bir gün bile sabredemiyordu şimdi. B u n c a zamandır beklemiş, yılları geçirip gitmişti. Gelgelelim, şimdi anal ığı dünkü göz yaş­larıyla yıkanıp yeniden doğmuştu y a , çocuklar ına ne k a ­dar şefkatli o l s a , çağrı larına ne kadar çabuk k o ş s a yine az buluyordu.

Kızına gel ince, heyecandan titreyerek saçlarını taradı,

pembe kurdeleyle ördü, beyaz çiçekl i mavi bir g iys i giydi.

D a h a bu y a ş a kadar köyünden dışarı ç ıkmış değildi. Hazır­

lanırken üzgün üzgün:

— «Keşke bugün gözlerim iyi olaydı da kasabadaki acayip şeyleri iyice görebfleydim!» dedi.

Küçük kardeşi bunu duyunca hemen bilgiçlik tas la­yarak: «Ama, gözlerin iyi göreydi zaten k a s a b a y a gitmez­din!» diye karşıl ık verdi. .

Bü öyle doğru bir cevaptı ki k ızcağız gülümsedi. Z a ­ten ne zaman biri bir hazırcevaplık etse hoşuna gider, g ü ­lümserdi. Çünkü kendisi hiç diline çabuk değildi. Her hali, her huyu uysal ve ağırdı. Şimdi de biraz düşündü, sonra:

— «Ne de olsa,» dedi. «Keşke gözlerim iyi olsaydı da k a s a b a y a hiç gitmeseydim. Gözümün iyi görmesi her şey­den iyi.»

138

A m a . bunu öyle g e ç söylemişti ki o z a m a n a kadar kardeşi ne konuştuklarını unutmuştu bile.

S a b ı r s ı z huyluydu; oyunda d a , yaptığı işlerde de s e ­batsız, ça l ıkuşu gibiydi. Zaten, çocukların içinde babaları­na en ç o k benzeyeni oydu.

A n a ise çocuklarının konuşmasına kulak vermeden giyinip hazır lanmakla meşguldü. Bir seferinde bir çekme­cenin içinden küçük bir çıkın çıkardı. Çıkının yumuşak k â ­ğıdını a ç a r a k içindeki ziynetlere baktı.

— «Saklasam mı y o k s a bozdurup para mı yapsam?» diye düşündü.

Bir an kararsız durdu. Bu sefer de:

— «Madem dulum, bunları bir daha takamam gayri.» diye düşündü. «Zaten dul o lmasam da takmayı içim götür­mez bundan böyle. Y o k s a kızın çeyizine mi sak lasam?»

Elindeki ziynetlere bakarak böylece düşündü, durdu bir süre. Sonra, akl ına bütün olup bitenler geliverince içini hınç bastı ve ana bu incik boncuktan, bunların akl ına g e ­tirdiği her şeyden de bir an evvel kurtulmaya c a n attı. Ansızın kararını vererek:

— «Saklamayacağım, işte!» dedi kendi kendine. «Hem sonra belki de ç ıkar gelir, belki de erkeğim döner gelir. Böyle şeyler görünce kendim aldım desem de inanmaz, gayri.»

Ziynet çıkısını koynuna soktu, kız ına seslenerek git­me vaktinin geldiğini söyledi.

S a a t o kadar erkendi ki dışarıya çıktıkları z a m a n da­ha köyde ayak yürümemişti. A n a kendini yine eskis i gibi güçlü buluyor, başını s isl i havaya karşı dimdik tutarak hızlı ve rahat yürüyordu. Kızının elinden tutmuştu. Kız­cağız da ona ayak uydurmaya çalışıyordu. Ne var ki g ö z ­lerinin ne kadar az gördüğünü şimdiye dek kendi de fark etmemişti.

Evinde, köyünde, al ışık olduğu yerlerde gezip dolaş­ması o ldukça kolaydı. A m a , bu yol ona yabancıydı . Baz ı yerleri çukur, iniş yokuştu. Anasının elinden tutmasa kız­c a ğ ı z k a ç kez düşüyordu.

139

Az sonra ana da bu durumu görerek ürktü. İçine yeni bir felaket d u y g u s u doldu. Korkuyla:

— «Vah evladım, yoksa ben seni k a s a b a y a götürmek-, te pek g e ç mi kaldım?» diye inledi. «Ama, hiç demedin b a n a gözlerim görmüyor diye. Ben de hep gözlerin akıyor da ondan iyi göremiyorsun sandım, durdum.»

K ı z da hıçkırarak: «Görmediğimi ben de bilmedim, ana,» diye cevap v e r d i «Gözlerim yine o kadar kötü de­ğ i l , ille bu yol öyle bir iniş yokuş ki! S e n de hızlı gidiyor­sun.»

A n a adımlarını yavaşlatt ı. Faz la bir şey de söyleme­di. Ağır ağır yollarına devam ettiler. Eczaneye yak laş ınca a n a kendi de farkına varmadan adımlarını yine hızlandırdı, öylesine sabırsızlanmıştı.

Vakit henüz erkendi. İlk gelen alıcı lar kendileriydi. E c z a c ı dükkânının kepenkierini d a h a yeni açıyordu. A c e l e etmeye de hiç niyeti yok gibiydi. Durup durup esniyor, sonra parmaklarını o uzun, karmakarış ık saçlarının aras ı­na sokup başını kaşıyordu. Bir ara bakıp da yanı başın­daki köylü karısıyla kızını görünce şaş ı rarak:

— «Sabahın bu saatinde istediğiniz nedir?» diye sor­du.

A n a çocuğunu işaret ederek: «Bu gibi gözlere ş i f a o l a c a k merhemin var mı?» dedi.

E c z a c ı bu kez döndü k ıza, kızın o iltihaplı, kızarık kenarlı gözlerine baktı. Öyle kızarık, öyle iltihaplıydı ki bu gözler, zor açı l ıyordu.

— «Nasıl oldu bu gözler böyle?» diye sordu adam.

A n a : «Önce dumandan yanıyorlar sandık,» diye cevap verdi. «Benim a d a m sizlere ömür, tar lada onun yükü de b a n a düştü. Ondan, bu k ızcağız da ben eve g e ç gelirsem ateşi yakadururdu. Gelgelelim, şu son yı l larda bakıyorum dumandan filan deği l . Ateş yakt ırmasam da sanki kendi içerisinden bir ateş çıkıp gözceğizlerinl yakıyor. Nası l ateştir bu, bilmem. Ç ü n k ü kızımın huyları pek yumuşaktır, s a ğ olsun, kızıp bağırdığı hiç yoktur.»

140

Adam hâlâ uzun uzun esneyerek başını sal ladı ve umursamaz bir tavırla konuştu:

«Çok kişi gördüm böyle, içerlerindeki bir a teş y a k a r durur gözlerini. Bu ateşler türlü türlüdür a m a hiçbirine deva o lacak merhem yoktur. Gitgide bastırdıkça bastırır. Ç a r e s i yoktur bunun.»

Bu sözler anayla kızın yüreklerini kızgın demir gibi dağlayıverdi. Ana a lçak sesle:

— «Ama, bulunur belki çaresi,» diye inledi. «Elbet bu kasabanın bir doktoru vardır. Tanıdığın iyi bir doktor var mı, a m c a , a m a pek pahalı olmasın, çünkü yoksul renç­perleriz biz.»

E c z a c ı ise dağınık başını tembel tembel sal layarak git­ti tahta kutu içinde duran bir i laç aldı geldi.

— «Kızının gözünü iyi edecek doktor bulamazsın,» dedi. «İyi biliyorum, çünkü her gün buraya gözleri böyle olan k a ç kişi geliyor, hep içlerindeki ateşten yakınıyorlar. Duyduğuma göre ecnebi doktorları bile çare bulamamış buna. Gözleri kesip a ç a r a k içlerini sihirli taşlarla kazır-larmış. Dualar, büyülü laflar okurlarmış ama, boşuna. İçindeki ateşler yine bastırır, gözleri yine kavurur gider­miş. Bu iç ateşini söndürebilmek de kimin marifeti? İnsa­nın c a n evinin içinde yanar bu ateş çünkü. . . A l , s a n a s e ­rinletici bir toz vereyim. Kızının gözlerini iyi edemez a m a , sürünce bir z a m a n serinletir.»

Küçük tahta kutunun içinden buğday tanelerini a n ­dıran ve esmer buğday renginde olan bir toz ç ıkar ıp k a z tüyünden yapma bir kamış içine koydu. Ağzını mumla mü­hürledi.

— «N'eylersîn, kör olmuş kızın, kadın ana,» dedi. Sonra kızın yüzüne baktı, Bu sözleri duyan k ı z c a ğ ı z

haberi olmadan başına ağır darbe yemiş bir küçük ç o c u k gibi şöşkınlaşmıştı . A d a m merhamete gelerek:

— «Yas etmenin ne yararı var?» diye söylendi. «Alın-yaz ıs ı böyleymiş. Bundan önce bir dünyaya gelişinde bir günah işlemiş o lsa gerek, y a s a k bir şeye bakmış, ne yap­m ı ş s a böyle lanetlenmiş, işte. Ya da belki de babası bir

141

günah işlemiştir. Belki senin bile bir günahın vardır, ha­nım a n a . İnsanın içyüzünü kim bilir? Her neyse, bu kız la­nete uğramış bir kez. Tanrı lar ın dediğine de kimse karşı gelemez.»

A c ı m a s ı çarçabuk g e ç m i ş , adam yine esnemeye b a ş ­lamıştı. Kadının verdiği parayı aldı, terliklerini sürüye s ü ­rüye içerki odaya geçti.

Ananın ise öfkesi kabarmıştı.

— «Kör filan değil benim kızım!» diye bağırdı adamın arkasından. «Erkeğimin a n a s ı n ı n . d a gözleri çocukluğun­dan beri akarmış a m a , kör olmamış işte!»

S o n r a , adamın s e s ç ıkarmasına fırsat vermeden kı­zının elinden tuttuğu gibi dışarı çıktı. Kızın elceğizi tit­riyordu. A n a bunu durdurmak için onun parmaklarını ken­di elinde sımsıkı sıktı, önceden gittiğine değil de b a ş k a bir kuyumcuya gitti. Çıkıyı koynundan çıkarıp sakal l ı dük­kân sahibine verdi, a l ç a k s e s l e :

— «Bunları a l , para ver bana,» dedi. «Adamım öldü,

gayri böyle şeyler takmamam.»

İhtiyar ziynetlerin kıymetini öğrenmek için terazisin­de tartsın diye beklerken k ızcağız kolunu yüzüne örterek biraz ağladı . Hıçkırıklarının arasından:

— «Sanmam ki gerçekten kör olayım, anacığım,» di­yordu. « B a k şu terazinin üstünde parlak bir şeyler görür gibi oluyorum. Kör o lsam göremezdim ki! Öyle değil mi? Nedir o parlayan şeyler, anacığım?»

O zaman a n a kızının gerçekten kör olduğunu, yakın­da hiçbir şey göremeyeceğini anladı. Ç ü n k ü , ziynetler k ı­zın gözünün önünde, parıl parıl, apaçık durmaktaydı. A n a için için İnledi. A m a dışından:

— «Doğru dedfn, evlatçığım,» dedi. «O parlayan şey­

ler,., benim iki parça gümüş yüzüğüm vardı. Gayri takı-

namam y a , bozdurup para yapalım da İşimize yarasın

bari, dedim.»

B a ş ı n a gelen bu yeni felaket kadına ziynetleri de, ziy­

netlerin bütün anlamını, anılarını da unutturmuştu. Şimdi

142

o yalnızca kızının bu parıl parıl gümüşleri bile seçemedi-ğinden b a ş k a hiçbir şey düşünemiyordu.

ihtiyar kuyumcu ziynetleri aldı, camlı bir dolabın içi­ne, öteki yüzüklerin, bileziklerin, ç o c u k nazarlıklarının a r a ­s ına ast ı . A n a ziynetlerinin bütün anlamını unutmuştu gayri. Onun için bunlar şimdi ya ln ızca, kör kızının seçeme-diği bir, iki pırıltıdan ibaretti.

A m a , işleri bitmemişti henüz. Bir şey d a h a vardı ki, kızının gözleri gerçekten kör o l a c a k s a ananın bunu yap­ması gerekti.

Kız ın elinden tutarak, onu gelip geçenden korumaya çal ışarak yürüdü. S o k a k l a r kalabal ık laşmış, al ıcı sat ıcı­larla dolmuştu. Çiftçiler, bahçıvanlar taze yeşil sebzelerle dolu sepetleriyle yol kenarlarına s ıralanmaya baş lamış­lardı. Bal ıkçı lar da balıklarını tablalarının üstüne diziyor­lardı.

Ana bunların hiçbirinin önünde oyalanmadan ilerledi, en sonunda aradığı dükkâna vardı. Kızını kapı Önünde bırakıp içeri girdi. Ne istediğini soran ç ı rağa da duvarda asıl ı küçük bir şeyi göstererek:

— «Şunu,» dedi. B u , tahta çomak ucuna bağlı küçük bir çıngıraktı ki

körler yolda yürürlerken çevrelerine körlüklerini haber vermek için çalarlardı. Ç ı rak çıngırağı kâğıda sormazdan önce, değerini belirtmek için bir iki kere çaldı, bu sesi duyan kız ç a b u c a k başını kaldırarak:

— «Anacığım, burda bir kör var gal iba; çıngırak s e ­sini apaçık duydum.» dedi.

Çırak bunun üzerine bir kahkaha attı. Kızın gözleri­nin görmediğini çok iyi fark etmişti:

— -«Var y a , kör yar burda, hem de...» diye söze b a ş ­ladı. Gelgelelim, a n a öyle bir suratını astı ki ç ırağın s ö z ­leri nerdeyse boğazına tıkanıyordu. Çıngırağı hemen a n a ­nın eline tutuşturdu ve bu işe ne anlam vereceğini bile­meyerek bön bön bakakaldı .

Bundan sonra ana kız köye döndüler. K a s a b a d a oya­lanmayı kız da istemiyordu, çünkü saatler ilerledikçe s o -

.143

kaklar kalabal ık laşmış. bir curcunadır başlamıştı. Kız al ı­ş ık olmadığı bu gürültülerden, pazarl ık edenlerin bağrış­malarından, görmediği insanların it iş-kakışından ürküyor-d u . O küçücük ayaklar ıy la tek tek basarak, o uysal haliyle s a k ı n a sak ına, çevresini tanıya tanıya yürüdükçe, sıkın­tısına ve çektiği ac ıya rağmen, hep gülümsüyordu.

A n a ise kör gözlülerin işareti olan o şeyi öbür elinde sımsıkı tutuyor ve içi kan ağlıyordu.

* * *

işte böyle, çıngırağı aldı ama, kızına bir türlü vere­medi. Kızın büsbütün kör olduğunu kabul etmek istemi­yordu. Y a z geçsin diye bekledi. Harmanlar yapılıp kalktı, mal sahibinin yeni vekili geiip ürünü bölüştürdü. Bu se­ferki vekil yaşl ı bir adamdı, toprak sahibinin yoksul bir akrabas ı , emmi oğlu filan oluyormuş... Böylece güz geldi çattı. Gelgelelim a n a . kızına kör çıngırağını hâlâ veremi­yordu. E k s i k kalan bir şey vardı, sanki , okunması gereken bir dua fi lan... Kör kızını her görüşte ana o eczacının söylemiş olduğu sözleri akl ına getiriyordu:

— «Ana babasının işlediği bir günah. . . İnsanların iç­yüzü hiç belli olmaz!»

Ana bildiği bir tapınağa gidip dua etmeyi tasarladı. O yel kenarındaki tapınak deği l , bir g e c e yüzlerini ört­müş olduğu o tanrıların karşıs ına a s l a ç ıkamazdı , artık... Ç o k uzaklarda bir b a ş k a tapınak daha vardı. Bu tapınak­ta duran iyi yürekli, sözü geçer bir tanrıça, yürekten dua eden kadınların derdine çare bulurmuş, diye duymuştu.

A n a nereye, neden gideceğini oğullarına açtı. Kız kar­deşlerinin başına geleni duyunca oğlanlar üzüldüler. B ü ­yüğü hep o yaşl ı adam haliyle:

— «Ben zaten çoktandır onun gözlerinden şüphe edi­yordum,» dedi.

K ü ç ü ğ ü ise ş a ş ı p kalarak, «Bense, hiç ak l ıma bir şey gelmedi, ablamın gözlerinin bu durumuna öyle al ışığım ki!» dedi.

t44

A n a meseleyi kızına d a a ç t ı : — «Kızım, güneydeki şu Y a ş a y a n Tanrıça'nın dur­

duğu tapınağa gideceğim ben. Biz im Altıncı Li'nin karısı­na oğlan çocuk veren de bu tanrıça oidu. Kadıncağız öm­rünü kısır geçirdi, doğurma ç a ğ ı da geç ip gidiyordu. Erke­ğinin sabrı tükendi, karısı doğurmazsa nerdeyse üstüne odalık alıyordu. Kadın da gidip o tanrıçaya yalvardı. Ar­kasından da bildiğin gibi güzel bir oğlan doğurdu, işte.»

K ı z : «Biliyorum, anacığım,» diye cevap verdi. «Oğlu doğunca da iki tane İpek terlik işleyip tanrıçaya götür­düydü. A m a n a n a , kurbanın olayım tez git. Gerçekten iyi bir tanrıça o.»

* Böylece a n a tek başına yola düzüldü, bütün gun ruz

g a r a karşı yürüdü. Yılın bu ayında rüzgâr durup dinlen-meksizin eser, kuzeydeki çölden gelen ayazı önünde su rükler. Öyle k i , ağaçlar ın üzerindeki yapraklar soğuktan kavrulur, yol kıyısındaki otlar kurur kararır, her şey afe­te uğramışçasına c a n s ı z kalır.

A m a , şu a n d a ana.ıın içindeki korku, esen rüzgârdan da daha a c ı , daha güçlüydü. Kendi işlediği o günahın acısını kızının çektiğinden korkuyordu.

En sonunda tapınağa vardığı zaman ne yapının bü­yüklüğünü, görkemini, gül gibi pembe boyanmış duvarla-rıyla yaldızlı tanrı heykellerini ne de dua etmek için g e ­lip giden kalabalığı fark etti. Hemen dosdoğru içeri g i ­rerek ününü duymuş olduğu o tanrıçayı aradı. Kapıda s a ­tılan tütsüden bir parça almıştı. Önüne çıkan kurşuniler giymiş ilk r a h i b e :

— «Yaşayan tanrıça ne yanda?» diye sordu. Rahip onu, yoksul görünüşüne bakarak, oğlan ç o c u k

niyaz etmek için her gün sürü sürü gelen kadınlardan biri sanmıştı. Dudaklarını büzdü ve başıyla karanlık bir köşeyi işaret etti. Burada nedimesi olan iki küçük heykelin or­tasında sönük, soluk duruşlu, ufarak, yaşl ı bir tanrıça otur­maktaydı. A n a , ondan yana yürüdü ve tanrıçanın önünde duran iki büklüm, ihtiyar bir kadının duası bitsin diye bekledi.

ANA F. : 10/145

İhtiyareık, yatalak olan bir oğlu için dua ediyor, t r ıcuya oğlunun yıllardır yatakta yattığını, bir daha çoı bile y a p a m a y a c a k kadar bitik olduğunu anlatıyordu, t niyaz ettikten sonra:

— «Evimizde, ocağımızda işlenip de bedeli ödenmeı bir günah v a r s a söyle b a n a , hanım tanrıça, eğer oj mun böyle yatıp kalmasının sebebi buysa deyiver, ben delini öderim, öderim,» diye yalvardı.

Sonunda içini çekip öksürerek yerden kalktı, g Onun yerine ana diz çöküp dileğini söyledi, ihtiyarın £ leri kulağından gitmiyordu. Ona öyle geldi ki tanrıça tepeden ona sert sert. bakmaktadır; günahının bedt henüz ödememiş olan bu günahkâr ruhun duası tanrıçc yüreğini yumuşatmamıştı; düzgün, altın yaldızlı yüzü nuk ve sertti.

Sonunda a n a diz çökmüş olduğu yerden doğru derin derin g ö ğ ü s geçirdi. Duasının işe yarayıp yara dığını bilmiyordu. Tütsüsünü yakıp dışarı çıktı.

On beş kilometrelik yolu yürüyüp, üşümüş ve yor bir durumda kendi evine döndüğü zaman hemen bir kemleye çöktü. Çocuklar ı , tanrıça duanı nasıl karşıladı ye sordukları z a m a n da üzgün bir tavırla:

— «Tanrıların buyruğunu ben nası l bilirim?» diye vap verdi. «Benim elimden dua etmek gelir a n c a ! Ön sonrası • tanrılara kalmış. B ize artık, bakal ım ne oto diye beklemek düşer.» c- '

Fakat içinden, bütün kalbiyle, keşke işlediğim o nahî işlemez olaydım diye dövünüyordu, Dövündükçe. işi nasıl olup da yapmış olduğuna büsbütün şaşıyo düzgün suratlı a d a m a büsbütün kin bağlıyordu. Kend günaha sokmuş olduğu ve yaptığını şimdi bozmanın, bir ç ıkar yolunu bulamadığı için diş biliyordu erkeğe

Nefret ve tiksintisinin bu en derin anında bütün ı ve şehveti, bütün gençl iği kökünden kurudu, gitti ve artık genç bir kadın olmaktan çıktı. Onun için dürn erkek diye kimse yoktu artık. Dünya âlemde onun ya ln ızca çocukları olan şu üç kişi kalmıştı kl bunlaı bir tanesinin gözleri kördü.

148

X I I I

A NANIN gençl iği çokton geçip gitmişti gayr i . Kırk

üçüncü yıl ına ermişti. Baz ı geceler erkeği kocal ı k a ç

yıl oluyor diye parmaklarıyla saydığı zaman iki elinin par­

maklarına iki parmak d a h a katmak gerekiyordu. Köyde-

kilere onu öldü diye söyleyeli beri geçen yılların sayıs ı bile,

tek elindeki bütün parmaklarının sayısından daha çoktu.

Bununla birlikte her zamanki gibi sırtı dik, yapısı kıv­raktı, vücudu et bağlamıyordu. B a ş k a kadınlar ya kuruyup gider, ya da karşıki yengeyle o fitne karı gibi her geçeri yıl biraz daha şişmanlarken bu kadın gençliğindeki çevik, güçlü yapısını koruyordu.

A m a , memeleri ufahp kurumuştu, insan onun yüzü­ne parlak ışıkta baktığı zaman gözlerinin etrafının g ü ­neşte çal ışmaktan kırış kırış olduğunu, derisinin tarlada gecen yılların etkisiyle yanıklaşsp karardığını görürdü. Hareketleri de eskisine oranla daha ağırdı, o eski hafifliği gitmişti gayri. İçindeki o lanetli canı e&süp atmazdan ön­ceki durumunu bir türlü bulamamışı:,

Dul ve orta yaşlı sayıldığı için köyde- artık onu sık sık doğumlara çağırıyorlardı. Böyle zamanlarda bazen gerek­tiği kadar çabuk davranamodığı oluyordu. Birkaç kez do­ğum yapan g e n ç kadının yavruyu, o yetişene kadar, kendi elleriyle tuttuğu olmuştu. Bir seferimtoyse ona yeni doğan bir yavruyu yerdeki tuğla döşemenin üzerine düşürüver-rroVi. Ç o c u k oğlandı hem de! Neyse ki, çok şükür, bir z a ­rar olmamış, oğian hem gürbüz hem de akıll ı yetişmişti.

147

Kendi ç o c u k i a n y s a büyüdükçe analarını ihtiyar bulur olmuşlardı. En büyük oğlan durmadan anas ına dinlen di­ye diretiyordu. Tarlayı sürdükleri z a m a n sert topraklan ufalamak için anasının kendini zorlamasını hiç istemiyor, bu işi kendisi yapmak istiyordu. Şimdi delikanlı gücüyle bu işler ona koiay geliyordu. Böylece anasının daha ha­fif, daha zahmetsiz işleri görmesi için diretiyor, anası yaz günleri kapı önündeki gölgede oturup dikiş dikerken tar­lada kendi başına çalışmak" delikanlıyı her şeyden hoşnut ediyordu. *

Ama, asl ında oğlanın sandığı kadar yaşlanmış değil­di a n a . Oldum olası tarla işini her işten ç o k sevmişti. Toprak üstünde çal ış ıp çabaladıktan sonra, vücudu toprak işinin temiz terine bulanmış olarak eve dönmeyi, terinin serin rüzgârda kurumasını, vücudundaki büyük a m a tatlı yorgunluğu duymayı pek severdi. Gözleri tarlalara, dağ­lara, büyük şeylere alışıktı, iğne iplik gibi küçük şeylere al ışmak g ü ç geliyordu.

Evlerinde keskin gözlü g e n ç bir kadına pek ihtiyaç vardı, doğrusu! Kızının gözlerinin kör olduğunu gayri hepsi biliyorlardı. Kızcağız ın kendisi de biliyordu, zavall ı . Anasıy la k a s a b a y a gittiği günden beri, anas ı gibi o da kimseye bir şey söylemediği halde gerçeği biliyordu.

Tanr ıçadan ikisinin de pek umutları yoktu. Ana, ken­

di işlemiş olduğu o eski günahın cezasını çektiklerine,

kız da körlüğün alnına yazı lmış olduğuna inanıyordu.

Bir gün ona, kızına sordu:

— »-(Aldığımız o tozu hep süründün, bitirdin mi?»

K ız kapı eşiğinde oturmaktaydı. Körlüğün bir faydası

olmuştu: Artık göremediği için ışık gözlerini acıtmıyordu.

S a k i n tavırla :

— «Çoktan bitirdim hepsini.» diye cevap verdi.

Anası da yine-. «Daha alal ım, neden daha önce de­

medi n bitirdiğini?» diye söylendi. Ama genç kız. yok, der gibilerden başını sal ladı, onun

yüzündeki ifadeyi gören onanın yüreciği durur gibi oldu.

148

S o n r a kızının o yumuşak dudaklarından hırçın sözler dö­küldü :

— «Ah, a n a , körüm ben, bal gibi biliyorum kör ol­

duğumu! Senin yüzünü hiç görmez oldum gayri! Kop!

önünden ayrıl ıp döven yerinin karşısına g e ç e c e k kadar

bile görmüyor gözlerim. Farkına varmadın mı, hiç evden

çıkmaz oldum, tarlaya biie gitmiyorum!»

Ve kız böyle diyerek a ğ l a m a y a başladı. Gözlerini kır­pıştırıp dudaklarını ısınyordu. Gözyaşlar ı hâlâ gözlerini acıttığı için hic ağ iamamaya çalışır, a n c a k kendini tuta-m a z s a boşanırdı.

Ana hiç cevap vermedi. Kör olmuş evladına verilecek hangi cevabı vardı ki?.. Fakat, biraz sonra kalkıp içerki odaya geçt i . Bir zamanlar ziynetlerini sak lamış olduğu çekmeceden o küçük çıngırağı çıkardı, kızın yanına gi derek :

— «Evlat, bunu eskiden aidiydim, belki bir gün...» diye s ö z e başladı. Ama, sözünü bitiremedi. Çıngırağı kızın eline tutuşturdu. K ız çıngırağı alıp nedir diye hemen par­maklarıyla yokladı. S o n r a elinde sımsıkı tuttu, yine o uy­sal boyun b ü k ü ş ü y l e :

— «Evet. ona, gerekli bu bana,» diye cevap verdi.

O a k ş a m büyük oğlu tarladan gel ince a n a , sert bir a ğ a ç t a n bir dal kesip yontarak kız kardeşine değnek yap­masını söyledi. Böylece bir elinde küçük, sesl i işareti, öbür elinde değneğiyle k ızcağız da daha serbest, daho korkusuz dolaşabil irdi ortalıkta. Hem sonra birisi ona çarpar devirir de başına bir k a z a filan gel irse s u ç ananın olmazdı, çünkü o körlük damgasını işte herkes görsün diye apaçık, kızının üzerine vurmuştu.

Bundan böyle genç kız ne zaman kapıdan dışarı çık­

sa bu iki damgayı , değneğiyle küçük çıngırağını yanında

taşır oldu. Çıngırağını y a v a ş y a v a ş , tatlı tatlı ça larak ağır

a m a . sağlam adımlarla yürümesini öğrendi. Güzelce de

bir kızdı. Küçük, mazium yüzünde körlüğün verdiği o s a ­

kin, duru ifade vardı.

149

Bu k c r ku ev işlerinde doğrusu pek hünerliydi. Evin içinde ne ç ıngırağa, ne değneğe ihtiyacı vadi. Pirinci yı­kayıp pişirmekte birebirdi. Yalnız, a n a ateş yakmasına artık izin vermez olmuştu. S o n r a , kız evin içini ve döven yerini süpürmesini, gölden su almasını, tavuklar yumur­talarını folluktan b a ş k a yere yapmış larsa arayıp bulma­sını da beceri,'ordu. Hayvanların yerini sesleriyle koku­larından anlayarak yemlerini veriyordu. K ı s a c a s ı dikiş dikmekle tarla İşinden b a ş k a her iş elinden geliyordu. T a r l a d a işlemeye g ü c ü yetmiyordu, çünkü bebecikl iğin-den beri çektiği a d a r onu kavruk bırakmış, serpilmesine engel olmuş gibiydi.

G e n ç ton evin iç inde böyle dönüp dolandığını gör-dûkço onanın yüreği ezliir gibi oluyor, bir gün gelip evlen­diği zaman kızının başına kim bilir neler geleceğini dü­şündükçe içi kan ağlıyordu. Kızının er g e ç gelin olması şarttı. Y o k s a bir gün anası ç ö k ü p gidince ona bakacak, sahip o iacak kimse bulunmayabilirdi. Kadın kısmının ye­ri ne de o l s a , her şeyden önce kocasının evidir, doğup büyüdüğü ocak değil.

Ana durup durup bunu düşünüyor, kör gözlü gelini kim ister diye meraklanıyordu. Kimseler is lemezse so­

nunda kızının hali nice olacaktı? Düşüncelerini dışarı vu­r a c a k olursa büyük o ğ l a n :

— «Ben ona bekarım ona, yeter ki o da elinden ge­leni yapsın,» diye cevap veriyordu.

B u , onayı avutuyordu bir dereceye kadar a m a , yin© de biliyordu ki bir erkeğin asi l huyu, karısının nasıl oldu­ğu bilinmedikçe meydana çıkmaz. O z a m a n da a n a , dü­şünüyordu :

—• «Oğlana öyle bir gelin a lmam gerek ki benim kıza iyi baks ın. î ıoş tutsun onu. O ğ l u m a kız ararken, hem ko­c a s ı n a , ham görürneesirıe bakmoya razı o lacak bir kız aramam gerek.»

* * • ' •

Büyük oğluna kız aramanın zamanı da gerçekten g e ­

lip çaîmîşî i gayri. Oğlan sanki anasının haberi bile olma-

150

don on dokuz yaşım buluvermişti. Şu güne değin ana­sından kız istemiş, ya da böyle bir isteği olduğunu orta­ya vurmuş değildi. Oldum olası oğlanların en uslusu, en hayırlısıydı. Ç o k çal ış ır , hiç eziyet vermezdi. İşi olmadık­ça kasabadaki bayramlara katılmazdı. Katıldığı ya da kırk yı lda bir çayevin© filan gittiği zaman da hiçbir ç ı l­gınlık, başıboşluk yapmaz, kumar bile oynamaz, a n c a k uzaktan seyrederdi. Büyüklerin yanındaysa her z a m a n s e s s i z , saygı l ıydı.

Evlatların en iyisiydi doğrusu. Çocukluğunun ufak tefek kusurları da düzelmişti; şimdi bir tek kusuru vardı ki o da küçük kardeşine karşı hiç geniş yüreklilik g ö s -termemesiydi.

Tuhaf şeydir; herkese, her şeye, hatta hayvanlara karşı bile o kadar yumuşak başl ı olan bu oğlan, sırtına yeni hırka yapı lacağı zaman ne renk istediğini bile söyle­meyecek kadar uslu, s e s s i z olan bu delikanlı, iş kardeşine geldiği z a m a n katı yürekli, sert bir ağabey olup çıkıyor­du. K ü ç ü k kardeş biraz gevşeyip oyuna d a l s a ağabeys i kıyametleri koparıyor, ç o c u ğ a hiç ac ımadan her türlü top­rak işini gördürtüyordu.

Evin içinde k a v g a eksik değildi. K ü ç ü k oğlan y a y g a ­racı, ağz ı bozuk huydaydı. Ağabeys i ise kendini tutuyor, tutuyor, sonra artık şurasına gel ince, eline ne geçerse kaparak kardeşinin üstüne saldırıyor, bir şey bulamazsa elleriyle öylesine dövüyordu ki ç o c u k ağlayarak kaçıyor, ağaçlar ın a r k a s ı n a s a k l a n m a y a çalışıyor, emmi oğlunun evine kendini zor atıyordu.

İş artık oraya varmıştı ki bütün köy sertliğinden ötü­rü ağabeyi kınıyor, k a v g a ç ık ınca herkes küçük kardeşi kurtarmaya koşuyordu. O da bundan yüz bularak şımar­mış, büsbütün kaytarmaya başlamışt ı . Artık ç o ğ u vaktini emmi oğlunun evinde geçiriyor, oradaki oğlanlarla k ızan­ların arasında kaynayıp gidiyordu. Eve kendiliğinden, a n ­c a k ağabeysi işe gittikten sonra geliyordu.

A m a , bazen ağabeyin hıncı öylesine kabarıyordu ki vakitsiz eve gelip kardeşini yakalıyordu. O z a m a n ç o c u -

151

ğun kafasını koltuğunun altına kıstırarak başlıyordu var gücüyle pataklamaya. Sonunda anaları koşa-koşa geli­yordu.

.— «Yetişir gayri, yetişir!» diye bağırıyordu. «Ayıp s a n a oğul, küçük kardeşine böyle vurmaya, kız kardeş-ciğinin de ödünü koparmaya hiç utanmıyorsun!»

Delikanlı ise a c ı a c ı cevap veriyordu: — «Madem ki ben onun büyüğüyüm, babamız da yok,

ona haddini bildirmek bana düşmez mi? Haylaz, ipsiz sapsız ın biri olup çıkt ı ! Doha şimdiden fırsat buldukça kumar oynadığını sen de bal gibi bil iyorsun ana! Biliyor­sun ya, oldum olası içimizde en ç o k onu seversin zaten!»

: . . .

Ananın en küçük çocuğunu sevdiği doğruydu. Öteki evlatlarının hiçbirini bu derece benimsememişti. A n a y a öyle geliyordu ki büyük oğlu pek erken büyüyüp adam oluvermişti. Kimseye söyleyecek pek faz la lafı olmayan, s e s s i z sedasız bir insandı. Anas ı biliyordu ki oğlanın bu sessiz l iğine sebep ç o k kereler yorgunluğuydu. A m a , onun çok kereler nası l iyice yorgun olduğunu anlayamadığı için somutluk, yüzü gülmez sanıyordu.

Kızına gel ince a n a onu seviyordu ama, hep içi s ız la­yarak. O görmeyen gözler hep kendini kınar gibiydi. A n a duasını o tanrıçanın kabul etmemiş olduğunu hiç unuta-mıyordu. Gidip tekrar dua etmeye de yüzü yoktu. Ç ü n k ü , artık bu felaketin kızının b a ş ı n a , kendine en büyük c e z a olsun diye gelmiş olduğuna inanıyordu.

İşte bu yüzden yüreği her sefer ac ımayla dolup taş­tığı halde kızı ona hiçbir zaman sevinç vermiş değildi. K ı z c a ğ ı z sevgiyle anasının yanına sokulduğu, anasının s e ­sini dinlemek için gelip oturduğu zaman bile anas ı hemen bir bahane bulup yerinden kalkarak bir işe başlıyordu. Ç ü n k ü , o kapanık, boş gözlere b a k m a y a içi dayanamı­yordu.

Bir şu en küçük oğlan gürbüz, s a ğ l a m ve neşeliydi. Ç o k zaman tıpkı babas ı olup çıkıyor, a n a da onu gitgide

152

d a h a çok seviyordu. Erkeğine karşı bir zamanlar duy­muş olduğu bütün sevgi şimdi bu oğlana yönelmişti. Onu çok seviyordu a n a ve çok zaman onunla ağabeysinin ara­s ına giriyordu. Büyük oğlan kardeşinin üstüne çullandığı vakitler a n a hemen atılıp kendini büyüğün yumruklarına hedef tutuyor, büyük oğlan da anasına vurmamak için zorla k a v g a d a n vazgeçiyordu. Böylece küçük kaçıp kur-tulabiliyordu.

Zamanla küçük oğlan bu şekilde sık s ık evden kaçıp gider oldu. İlk önceleri emmi oğlunun evinde barınırken sonraları ötede - beride dolaşmaya, hatta bazen k a s a b a ­ya kadar gitmeye başladı. Bir iki gün kaldıktan sonra yi­ne emmi oğlunun evine dönüyor ve ağabeysinin bir yu­muşak saatini kollayarak, emmi oğlunun evinden hiç ay­rılmamış gibi çıkıp geliyordu. Gelmediği zamanlardaysa ana büyük oğlu işe gidene dek bekliyor, yaptığı güzel bir yemek ya da tatlıyla onu kandırıp getiriyordu.

Ne var ki artık, şu günlerde ana da büyük oğlundan yarı korkar olmuştu. Bazı zamanlar onunla birlikte tar­laya gittiğinden erkenden eve dönüyor, ağabeysi dön­meden Küçük o ğ l a n a yemek veriyordu. Ç o c u k her tabak taki en iyi parçaları seçip yiyor, a n a da buna göz yumu­yordu, çünkü ona karşı pek yumuşaktı. Onun şen gülüş-leriyle sözlerini, o düzgün yuvarlak yüzünü, babasınınki-nin eş i olan o kıvrak vücudunu seviyordu. Büyük oğlanın sırtı iş işlemekten bükülmüştü bile; hareketleri sert ve ağırdı. Oysak i bu ç o c u k tepeden tırnağa dek yumuşak esmer ciltli ve yeni büyüyen bir erkek kedi gibi çevik, ha-fifçecikti. Ç o k seviyordu anas ı onu.

İşte. büyük oğlan analarının küçüğe karşı beslediği bu s ıcacık sevgiyi seziyor, için için kurdukça kuruyor­du. Küçüklüğünden beri yapmış olduğu her işi, anasının üzerinden kaldırmış olduğu her yükü şimdi bir bir hatır­lıyordu. Ve hatır ladıkça anasını dünyanın en zalim insanı olarak görüyor, çocukluğundan beri onun hatırı için çal ı­şıp çabalamalarını boşa saydığını düşünüyordu. Böylece yüreğinde y a v a ş y a v a ş derin bir düşmanlık birikti ve de­likanlı kardeşine kin bağladı .

153

X I V

T> U kin büyük oğlanın içinde biriktikçe birikti. A n a

-O bj| e bunun ne kadar derin olduğundan habersizdi.

Sonunda delikanlının duyguları, önüne set çeki lmiş bir

ırmağın suları gibi kabarıp taştı ve dışarı vurdu. Öyle

bir ırmak ki hangi ufak, gizli kaynakların sularıyla bes­

lendiğini insan îark etmez, gün gelip şahlandığı zaman,

eskiden o kadar sakin görünen suların nasıl olup da böy­

le kabardığına ş a ş a r kalır.

Bir yazın sonunda, pirinç harmanı s ırasındaydı. S a ­bahtan a k ş a m a dek, herkesin, işçi tutacak paras ı olma­yan herkesin, var gücüyle tarlada çal ışması gereken bir zamandı. O gün küçük oğlan da sabahtan beri çal ışmıştı. Çoğunlukla tarlada çal ışmamak için b a ş k a yerde bir baş­ka iş bahane eder, kaytarırdı. A m a , o gün a n a , çal ışması için onu kandırmış, ellerini okşayarak:

— «Şu birkaç gün dişini sık da iyi ça l ış , oğul.» diye giz l ice yalvarmıştı. «Hasat derlenene dek c a n l a baş la ç a ­lış da ağabeyinin gözüne gir. Çalışır, onu hoşnut edersen hasattan sonra s a n a güzel bir şey alırım, en ç o k istediğin şeyi.»

Ç o c u k ise o kırmızı dudaklarını, haksız l ığa uğramış­ç a s ı n a bükerek söz verdi, çal ışt ı, çabaladı . Pek öyle c a n ­la baş la olmamakla birlikte kötü de çal ışmıyordu işte; ağabeyşinin öfkesinden yakasını kurtaracak kadar.

Ne var ki o gün işleri bitmezden önce yağmur bastı-rıverecek gibi olduğu için her günkü saatten daha faz la çalıştılar. Hele ana çal ışmaktan bitkin düşmüştü. Zaten

154

namusunu kurtarmak için o a c ı i laçları içtiği geceden beri hiçbir z a m a n esk i gücünü bulamamıştı. Sonunda derin derin g ö ğ ü s geçirerek ağrıyan sırtını doğrulttu.

— «Ben gideyim de kızın aş yapmasına g ö z kulak olayım, s iz gelene dek hazır o lsun, oğul.» dedi. «Gücüm kuvvetim kalmadı, her yanım acıyor gayri.»

Büyük oğlan, «Git bakalım.» dedi. S e s i biraz sertçe çıkmıştı a m a , isteyerek değil. Onun

konuşma tarzı böyleydi, y o k s a hiçbir zaman anasının faz la iş işlemesini istemezdi. Bunun üzerine ana iki kardeşi tarlada bırakarak gitti. Vakit o kadar g e ç olmuştu ki bü­tün gün rahat vermeyen dilencilerle çapulcular bile, git­mişlerdi.

Aş ateşin üstünde kaynamaya daha yeni başlamıştı ki eşikte oturan k ı z c a ğ ı z : «Kardeşim ağlıyor!...» diye ba­ğırdı.

Mutfaktan dışarı f ır layınca a ğ i a m a sesini ana da duydu, hemen tarlaya koştu. Derlenmiş ürünlerin üze­rinde büyük oğlan kardeşini orağının sapıyla a m a n s ı z c a dövmekteydi. Küçük ise avazı çıktığı kadar ağlayarak yumruk sallıyor, boynunu ağabeysinin kolunun sert cem- , berinden kurtarmaya çal ışıyordu. A m a , büyük oğlan onu sımsıkı tutmuş, orak sapının yass ı tarafıyla dövmekte de­v a m ediyordu.

A n a var gücüyle koşup öfkeli oğlunun koluna ası ldı, ya lvarmaya b a ş l a d ı :

— «Oğul, bu küçük d a h a , oğul, ah oğul!»

O böyle büyüğün koluna ası l ınca küçük oğlan ken­dini kurtardı ve bir tavşan çevikl iğiyle koşup giderek göl­gelere karıştı. Şimdi tar lada ikisi yalnız kalmışlardı; anay­la kızgın büyük oğlu.

A n a : «Daha pek ç o c u k o, yavrucuğum,» diye titrek sesle mırıldandı. «On dört yaş ında d a h a , aklı fikri oyun­da.»

Delikanlı ise: «Ben on dört yaşındayken ç o c u k muy­dum?» dedi. «Ben on dört yaşındayken hasat vakti oyun oynar mıydım? S e n hiç beni yüzükle, urbayla, sununla

155

bununla kandırdın mı iş işleyeyim diye? B a n a ne aîdınşa kendi alnımın teriyle kazanmadım mı?»

O zaman ana münasebetsiz küçük oğlanın ağabeysi-ne nisbet yapmış olduğunu anladı, kendi suçunu görüp ne diyeceğini bilemeyerek, dili tutulmuş gibi oğluna bak­tı, kaldı. Oğlan da içine birikmiş olan bütün kini b o ş a -narak sözlerine devam etti:

— «Öyle y a , bütün para senin elinde; kazandığımı getirip s a n a veriyorum. Kendime metelik bile ayırmıyo­rum. B a ş k a adamlar gibi ne çubuk tüttürdüğüm var, ne bir tas şarap içtiğim, ne de kendime, hakkım olan bir şey aldığım. S e n de tutmuş ona benim ömrümde görmediğim şeyleri s ö z veriyorsun. Hem de niçin? zaten yapması ge­reken işleri yapması için! Yiyip içtiğinin, sırtına giydiği­nin karşılığını bile çıkarmıyor o!»

A n a yavaş, çekingen bir ses le: «Ben ona yüzükler, urbalar filan söz vermiş değilim ki!» diye cevap verdi.

B a ş k a zaman kendine karşı o kadar s e s s i z ve ciddi duran oğlunun bu kızgın halinden yarı korkmuştu, onun aynı delikanlı olduğuna İnanamayacağı geliyordu.

Delikanlı son derece a c ı . hınçlı bir sesle, «Bal gibi s ö z

vermişsin işte!» diye bağırdı. «Eğer yüzükler, urbalar s ö z

vermediysen demek ki daha büyük bir s ö z vermişsin. Ürün

satılıp vergiler verildikten sonra canının en çok istediği

şeyleri a lacağım demişsin. S ö z vermişsin. Öyle dedi.»

A n a bu dürüst, iyi evladının karşıs ında utançtan ye­rin dibine geçerek. «Ben birkaç meteliklik küçük bir şey demek istediydim,» diye cevap verdi. S o n r a yine cesare­tini toplayarak (ne de o lsa bu oğlan hâlâ onun oğlu değil miydi?) ekledi:

— «Eğer küçük bir oyuncak filan alırım dediysem onu senin hırsından kurtarmak için dedim elbet. Ne y a ­parsa kızıyorsun, kızgın bakışlarınla, sözlerinle eziyor­sun onu, sonra da dayaklarınla!»

Delikanlı ise daha fazla bir şey söylemedi. Y ine işe sarıldı, içine bir ifrit girmiş de onu dürtüklermiş gibi ç a ­l ışmaya koyuldu, öylesine çabuk ve s ı k ı . . .

156

Ana durmuş ona bakıyor, ne yapacağını bilemiyor­du. İçinden, küçüğe karşı pek hoyrat davranıyor, diye düşünmekle birlikte kendisinin de haksız ve hatalı oldu­ğunu seziyordu. Birden büyük oğlunun nerdeyse a ğ l a ­maklı olduğunu, ağ lamamak için dişlerini nasıl sıktığını fark etti. Her zaman öylesine serinkanlı, kendi halinde, durgun duran bu oğlanın da şimdiye kadar hiç fark etme­miş olduğu bu içlilik işaretini görünce kalbi yumuşayıver-di. Zaten çocuklarının hangisini incitse sonra böyle yüre­ği yufkalıverirdi, belli etmese bile. Şimdi de büyük oğ­luna her zamankinden fazla bir yakınlık duyarak inler gibi :

— «Oğul, hata işledim, biliyorum.» dedi. «Sana la­yıkıyla bakamadım son zamanlarda. Senin büyüyüp adam olduğunu bile fark etmedim. A m a , adam oldun sen gay­ri, görüyorum ben bunu. Bundan böyle evimizin erkeği sensin. Parayı eline sen a l a c a k s ı n . Eskiden beri işin en çoğunu zaten sen yaptın. Şimdi hakkın da yaptığın işe denk olacak. Evet, erkek olduğunu sonunda fark ettim. Çoktandır yapmam gerekirken ihmal ettiğim bir şey var. Onu derhal yapacağım gayri. Doğru gidip bir kız bu laca­ğım, evlendireceğim seni. Sırayı s a n a , senin a lacağın kıza bırakacağım. Şimdiye dek farkında değildim a m a , şimdi görüyorum.»

Böylece özür diledi oğlundan. Oğlan onun anlaya­madığı bir şeyler mırıldanarak arkasını döndü, kendini yine işine verdi. A m a , kendi kusurlarını böyle ortaya vur­mak ananın içini rahatlatmıştı. Utancını örtmek için yük­sek sesle bir şeyler söyleyerek eve döndü.

Eve döndüğü zaman biraz önceki bütün yorgunluğu­nu unutarak bir şeyler yapmaya başladı. K ı z ı :

— «Ne olmuş be ana?» diye sorduğu zaman hemen:

— «Öyle önemli bir şey yapmamış, ya da ağabeyin öyle diyor. A m a , erkek kardeşlerin kavga etmeyeni yok­tur ki!»

Koştu hemen fazlalıktan birkaç turp koparıp dildi, üzerlerine sirke, susöm ve soyoyağı dökerek büyük oğlu-

157

nurt sevdiği gibi bir sa lata hazırladı. Bir yandan da biraz önce söylediklerini düşünüyor, oğlunun gerçekten evlen­mesi gerektiğini anlıyordu. O n a yetişkin bir erkeğe güve­ni rcesi ne be! bağlamış a m a yine de erkek yerine koyma­mış olduğu için kendi kendini kınıyordu. S ö z vermiş ol­duklarının hepsini yerine getirmeye bütün bütün karar verdi.

Büyük oğlan sonunda eve döndüğü vakit saat her zamankinden g e ç ve ortalık karanlıktı. A n a onun yüzünü a n c a k masanın üstündeki mumun ışığına y a k l a ş ı n c a g ö ­rebildi. Oğlunu, fark ettirmeden süzdü, kendini toparla­mış olduğunu gördü ve kendi tutumunu değiştirmekle onun öfkesini geçirmiş olduğuna sevindi.

K ü ç ü k oğlan ise karnının açl ığından pek uzaklara gidemediği halde, ağabeysinin korkusundan içeri girme­ye cüret edemeyerek s o k a k l a r d a bekliyordu. A n a şimdi büyük oğlunun üzerindeki serinkanlıl ığı görünce kapıya giderek:

— «Gel içeri, oğlanım!» diye küçüğünü çağırdı .

Ç o c u k içeri girdi. Gözleri ağabeysindeydi a m a o, öf­

kesi şimdilik g e ç m i ş olduğu için oralı bile olmadı. Analar ı

da iyi bir karar vermiş olduğunu bilmenin rahatlığı için­

de, sözlerini yerine getirmek için harekete geçt i .

*

Ne zaman başı s ı k ı ş s a emmi oğluna, yengeye koşar­dı. Şimdi de onlara başvurdu. Kendinin bildiği gelinlik k ı z yoktu. Herkes birbirine akraba olup aynı soyadı taşıdık­ları için köyceğizden kız almak olmazdı. K a s a b a d a n da kimseyi tanımıyordu çünkü, bildikleri sattığı bir trvuç z a ­hireyi alan küçük dükkânlardan İbaretti.

Ana yengeyi görmeye akşamleyin gitti. G ü z y a k l a ş ­mış olmakla birlikte havalar henüz ılıktı. Y e n g e ç o c u ğ u n u emzirirken oturup çene çaldılar. Sonunda a n a da isteği­nin ne olduğunu ortaya döktü.

— «Kadın kardeşim, doğup büyüdüğün köyde bildiğin gelinlik bir kız var mı? Ş ö y l e s a n a benzer bir k ız istlyo-

158

mm, güzel huylu, doğurgan, tarla işine gelir bir kadın-kişi olmalı. Evin işlerini ben d a h a yı l larca çekip çeviririm ken­dim. Onun için, a lacağımız k ız ev işlerinde pek becerikli o l m a s a da g a m yemem.»

iyi yürekli yenge bu sözleri duyunca k o c a bir kah­k a h a salıverdi ve kocasından yana baktı:

— «Bakalım ona sormaiı , benim gibi kadını b a ş be­lası mı sayar, y o k s a b a ş tacı mı?»

Erkeği ise dişlerinin arasındaki bir pirine çöpünü ç i ğ ­neyerek onları dinlemekteydi. O ağır konuşması ve dü­şünceli haliyle:

— «İyidir...» diye mırıldandı. «Çok iyidir.»

Onun bu şekerrenk ifadesi yengeyi yeni baştan gül­dürdü.

— «Eh, bir gidip bakayım istersen, b a c ı . O köyde iki yüz kadar ev vardır; pazar da kurulur. B u n c a kişinin arasından bir gelinlik kız bulunur elbet.»

Böylece konuşmalarını sürdürdüler. Pek faz la mas­raf etmeye vakitleri olmadığını ana a ç ı k ç a söyledi.

— «Her bakımdan kusursuz olan bir kız a lamayız, bunu pek iyi biliyorum. Yoksuluz, çünkü, toprağımız ç o k değil. Kendi sahip olduğumuzdan faz la kirayla toprak tut­mak zorundayız.»

Bu kez erkek lafa karışt ı :

— «Az buz bir toprağınız var y a , sen ona bak. B u ­günlerde bu da bir şeydir, ç o ğ u kimsenin bir dönümü bile yok. Ben kendi kızlarımı parası bol, toprağı bol birine vermektense biraz toprağı olan birine veririm d a h a iyi. A m a parası kıtmış, zarar ı yok. iyi bir a d a m , İyi bir tar­l a ; ben kendi kızlarım için bundan b a ş k a şey aramam.»

Kar ıs ı : «İyi öyleyse babalık, izin verirsen birkaç g ü n ­lüğüne bizim köye gidip bir bakayım.» dedi.

Emmi oğlu da her zamanki gibi k ı s a c a cevap verdi:

— «izin veririm eibet. Kız lar büyüdü, a r a d a bîr seni aratmazlar.»

* «*

Ç o k geçmeden yenge temiz giysiler giydi, baba evi­ne göstermek için en s o n bebeciğiyle, küçüklerin arasın-15®

dan daha bir iki ç o c u k seçti. Küçüklere baksınlar diye de büyük çocuklarından bir, iki tanesini aldı. Dört tekerlekli bir el arabası kiralayarak hepsini içine doldurdu. Öküz­lerle döven dövüldüğü için kocasına şu günlerde gereği olmayan kurşuni s ıpaya da kendi bindi.

Böylece yola çıktı lar ve üç günden faz la kaldılar. Köye döndüklerini duyan a n a hemen karşıya koştu.

Yenge görmüş olduğu bütün kızları anlata anlata bitire-miyordu:

— «O köy gelinlik kız dolu, vallahi! Bazı köylerde doğan çocuk kız olursa öldürürler a m a . bizim böyle bir töremiz yoktur. Bir ananın k a ç kızı olursa olsun hepsini s a ğ bırakırız, onun için köy kız dolu. Kendi bildiğim bel­ki bir düzine kız gördüm, kadın kardeş, hepsi da maşal­lah yetişmiş, etli. canl ı , rengi, huyu yerinde kızlar, kendi oğullarımın hangisine desem alırdım. A m a , bize bir dü­zine değil bir tek kız gerek. Onun için gözlerimi kısıp hepsini bir iyi gözden geçirdikten sonra üç tanesini seç­tim. Sonra bu üç taneyi de eledim, baktım ki biri durma­dan öksürür, burnu akar; ötekinin gözleri biraz hastaya benzer, üçüncüsü ise iyisi gibi geldi. . .

«inan olsun, pek akıl l ı, fikirli bir kız. Her yaptığını, her dediğini önceden iyice tartıyor. S o n r a köyün içinde en eline çabuk dikiş dikenin de o olduğunu söylüyorlar. Kendi giysileriyle bütün ev halkının giydiklerini yapmakla kalmaz, başkalar ına da dikiş dikip az ç o k para kazanır-mış.

«Belki senin oğluna göre az buçuk yaşl ı dersin. Bir kere nişanlanmış da nişanl ısı oluvermiş, y o k s a şimdiye dek evlenmiş olacakmış. A m a , bence bu da pek kötü s a ­yılmaz, çünkü babası kızı gelin etmeye c a n attığı için pek fazla ağırlık istemeyeceğe benzer. S o n r a pek öteki­ler kadar güzel de değil, faz la dikiş dikmekten rengi uç­muş az buçuk, a m a , gözleri temiz y a , sen ona bak!»

Ana hemen, «Hastalıklı g ö z çekecek sabrım kalmadı gayri, hem evin içinde severek dikiş dikecek birine ç o k ihtiyacımız var. Çünkü inan olsun benim gözlerim de es­ki keskinliğini kaybetti» diye cevap verdi. «Kuzum b a -

160

c ı . şu işi bir kes, bitir artık. E ğ e r bu kız benim oğlandan beş yaştan faz la büyük deği lse benim başımın üstünde yeri var.»

Böylece iki gencin dünyaya gelmiş oldukları yılların aylarıyla günleri kasabadaki bir yıldız falcısının kitabına göre karşılaştırı ldı ve uygun bulundu. Delikanlı at bur­cunda doğmuş, genç k ı z s a kedi. Atla kedi de birbirlerini yemediklerine göre böyle bir evliliğin geçimli o lacağına inanıldı. İki gencin kısmetlerinin bir olduğuna karar verildi ve sıra gereken armağanların verilmesine geldi.

**

Yerdeki küçük, gizli gömüsünden a n a , gümüş ve ba­kır paralar ç ıkar ıp iyi pamuklu kumaşlar aldı, genç kıza kendi eliyle iki giysi dikti. O civarda gelenek olduğu üze­re, kumaşları biçmek için de kaderli bir kadın çağırmak gerekti, şöyle erkekli, oğullu bir kadın-kişi. Köyceğizde ise yengeden daha kaderli kadın kim vardı? Ana o güzelim kumaşları yengeye götürerek:'

— «Bas elini şuraya, kardeşceğizim,» dedi. «Bas ki senin kısmetinin gürlüğü benim oğlumun karısına da g e ç ­sin.»

Böylece yenge kumaşlara elini bastı, kumaşları biçti. Kar ın kısımlarını ise gelin bunları gebe kaldığı vakit de giyebilsin, bir kenara atılıp yazık olmasın diye geniş geniş, bolca biçti.

Çıkardığı paranın bir kısmıyla da ana al renkli bir gelin koltuğu, boncuklu bir gelin tacı , yalancı inciden kü­peler, k ı s a c a s ı düğün için gereken ne varsa hepsini aldı. O taraflarda her gelinin giymesi şart olan al pantolonu da elbet İhmal etmedi.

Böylece düğün günü kararlaştırıldı, gitgide yaklaşt ı , en sonunda geldi, çattı. O yılın kış mevsiminde duru, so­ğuk bir gün.

Ne garip bir gündü bugün a n a için; yı l larca hem ha­nımlık hem beylik ettiği eve şimdi yeni, g e n ç bir kadın buyur edecekti." En iyi giysilerini giyip kapı önüne çıktı.

ANA F . : 11/161

Crrıı gelin koltuğunun içindeki gelin yüküyle yaklaş-tgngtrdüğü zaman anaya öyle geldi ki daha dün ken-liıibıaynı koltuğa oturmuş olarak bu eve gelin gelmişti. >lrdi lendisinin durduğu yerde kaynanası , şimdi oğlunun lırnŞı yerde de kendi kocas ı durmaktaydı.

/r» son zamanlarda erkeğini pek az düşünür olmuş-v »Kik onun gözünde gerçekten ölmüştü gayri . Ne var ;i «ncı, gelinini beklerken ananın içini erkeğine karşı )i( tıhaf bir özlem bürüdü ki! T e n isteği değildi bu; r<k ) sayfa kapanmıştı artık, b a ş k a türlü bir özlemdi )i, p ının başının yakışığı olan bir bütünlüğü, bir ta­nı ç istiyordu, çünkü içinde bir yapayalnızfık vardı

r 'i-

^ u n a yepyeni bir gözle bakıyordu: G e n ç adam yal-ıteınun oğlu olmaktan çıkıyordu şu an, aynı z a m a n ­dı i\ ;adının kocası oluyordu.

icmat sırtındaki anasının yapmış olduğu yeni s iyah ubııı. her zamanki çıplak ayaklarındaki pabuçları y a -dncrş gibi rahatsız, dimdik, başını önüne eğmiş, hiç krnllonadan duruyordu. Serinkanl ı bir hali vardı, d a h a d>jr sj anası önce öyle sandı , a m a sonradan oğlunun İS /(ta sarkmış ellerinin nasıl titrediğini gördü.

) zaman a n a içini çekti, akl ına kendi kocas ı geldi. Ceit oltuğunun perdeleri ardından gizl ice nasıl bakmıştı di «eleğin güzell iğini, her yanının, her duruşunun göze Ksjediğini görünce nasıl sevinçten yüreği ağzına g e l -nşütoğrusu kendi erkeğinin damatlığı oğlunun bugün-;i ıtrntlığından çok d a h a güzeldi. A n a şu anda dünya­lı erdi erkeğinden daha güzel erkek görmemiş oidu-jındişündü.

(egelelim şöyle hayal meyal tasalanmaktan b a ş k a ?ıy» ukit bulamadan düğün alayının öncüleri geldi: <ı<ü;,gelinlik meyve sepetleri, kendisinin kız evine gön-lımşolduğu horoz ve geleneğe göre kız evinin bu ho-•ızıı a n ı n a katarak gönderdikleri tavuk.

k ı lardan sonra gelin koltuğu getirilip damat evl­in tansı önüne kondu. Yengeyle fitne karı, daha birkaç

İG

yaşl ı kadın gelini, elinden tutarak dışarı çekmeye çal ışt ı­lar. Gelin de gelinliğine yaraşır biçimde nazlandı. Sonun­da tahtırevandan çıktı a m a . iyice utanarak, çekinerek... Gözleri yerdeydi, bir kere bile başını kaldırıp iki yanına bakmadan damat evine girdi.

O z a m a n a n a emmi oğlunun evine girdi. O tarafların geleneğince kaynananın gelinine ilk baştan görünmesi doğru sayı lmaz, sonra gelin kaynanasından korkmaz de­nirdi. Böylece a n a a k ş a m a değin yengenin evinde kaldı.

A m a kapı dibinde duruyordu ki gelin için söylenen­leri duyabilsin.

Kimi: «İyi, dürüst görünüşlü bir kız.» diyordu. Kimi: «Elinden iyi d ik iş gelirmiş diyorlar, eğer şu

ayağındaki çarıkları da kendi yaptıysa parmakları ger­çekten hünerli demektir!» diye fikir yürütüyordu.

Kadınlardan bazıları gidip kızın al gelinliğine dokun­maktan çekinmiyorlardı. Hatta ceketini kaldırıp içine giy­diklerine bile bakıyorlardı. Kızın giysileri baştan a ş a ğ ı iyi ve düzgün dikilmişti. İnce kumaş parçalarını bükerek ya­pılan düğmeleri düzgün ve sımsıkıydı.

Kadınlar hemen koşup anaya müjdelediler: — «Vallahi, hünerli, iyi bir kızi kadın-kardeş, eli yüzü

de düzgün.»

Beri taraftan erkeklerin arasında ileri geri laf edenler vardı. Bir tanesi:

— «İnan olsun, bana kal ırsa pek zayıf, pek soluk benizli,» dedi.

Bir b a ş k a s ı : «Öyle a m a birader, birkaç a y a kalmaz zayıfl ığının çaresi bulunur,» diye cevap verdi. «Kız k ıs­mını ş işmanlatmak için erkek milleti birebirdir!»

Ve bütün bu şen şakrak, aç ık saç ık lafların arasından gelin kız, hanım hanımcık adımlarla geçerek yeni evine girdi ve böylece evlendi.

* *

Şimdi ana yıl lardan beri yatmış olduğu yatağı bırak­mak zorundaydı, gayr i . A k ş a m olunca yatakları gelinle­rin yapması o dolaylarda âdetti. O g e c e gelin - kız a n a

163

için perdenin arkasındaki, bir zamanlar kocakarının yat­mış olduğu yer yatağını hazırladı. Kör k ız için de onun yanında bir yatak serdi. K ü ç ü k oğlan ise eve geldiği z a ­manlar mutfakta yatacaktı. İşte böyle, evin ası l yatağında şimdi büyük oğlanla karısı yatacaklardı.

Kendisiyle erkeğine ait olan yeri bu yeni karı-koca-ya bırakmak a n a y a kolay gelmedi. Geceleyin ihtiyar kay-nananın yatağında yatarken kendisi, de çok ihtiyarlamış gibi geliyordu. Gündüzleri eskis i gibi olabiliyordu. El inden iş eksik değildi, dili de buyruk verip yanl ış bulmaya yat­kındı. Gel gör ki g e c e olunca ihtiyarlayıveriyordu. Ç o k z a ­man uykusundan uyanıyor da oğluyla gelini olduğuna ina­namayacağı geliyordu. Böyle zamanlarda kendi kendine, ş a ş k ı n şaşk ın düşünüyordu:

'— «Ben gelin geldiğim z a m a n bu evde ana olan o ihtiyar da herhalde benim şimdiki durumuma düşmüştü o zaman. Ben gelin olup geldim, onu yatağından çıkarıp o yatakta onun oğluyla yattım. Şimdi de aynı yatakta bir b a ş k a kız benim oğlumla yatıyor, işte.»

Ne kadar tuhaftı, ne sonu gelmez şey, bu gizli teker­leğin dönüşü, bu sonsuz zincirin halka halka birbirine g e ­çerek çevrilip duruşu.. . Bunu hayal meyal düşünmek bile sersemletiyordu anayı. Ç ü n k ü , o kendinden önce gelip geçmiş şeylerin anlamı üzerinde düşünen kimselerden de­ğildi; olup bitenleri olduğu gibi kabul etmesini bilirdi ancak.

Bununla birlikte oğlunun evlendiği günden sonra ana kendi gözünden düştü biraz. A d c a ailenin büyüğüydü ger­ç i ; herkesten üstün sayılıyor, evin hanımı diye biliniyor­du, ama kendi gözünde kendisi en üstün değildi artık.

Ana oğlunun karısına dikkat ediyordu. Saygı l ıydı g e ­lin, her Tanrının günü kaynanasının önünde boyun büküp eğilmekten geri kalmıyordu. O kadar ki sonunda ana gına getirip: ,

— «Yeter gayri!» diye bağırdı.

164

Yine de gelinine küsur bulamıyordu. Sonunda gelin

kızın bu kusursuzluğu bir kusur oldu çıktı ve ana kendi

kendine:

— «Adam s e n de, elbet bir gizli noksanı vardır ama,

şimdilik gözüme çarpmıyor,» diye düşünmeye başladı.

Çünkü, gelin kız b a ş k a kızlar gibi kendini hemen

ortaya vuruveren cinsten değildi. Titizdi, gayretliydi, yap­

tığı işi düzgün yapıyordu ve eline de çabuktu. B a ş k a i ş ­

leri bittiği zaman oturup kocasının dikişlerini dikiyordu.

Her şeyde, kendine göre, dikkatli, özenli bir çal ışması

vardı.

Dünyada hiçbir kadının iş yapma tarzı başkasına benzemez. Ana bunu bilmiyordu. Kendisi ne yollu iş gö­rürse bütün diğer kadınlar da o yollu iş görür sanmıştı, eskiden beri. Ama yok, bu gelin kızın iş yapma, çal ış­ma yolu bambaşka, kendine göre bir yol. Mesela, ana gelin kızın pirince koyduğu suyu fazla görüyor, pirinci kendi pişirdiğinden, kendi sevdiğinden daha lapa buluyor­du. Bunu gelin kıza da söylemişti ama, gelin kız o renk­siz dudaklarını sımsıkı büzüp:

— «Ben pirinci hep böyle pişiririm.» demiş, yolunu değiştirmemişti.

Her işte böyleydi. Evin işleyişindeki birçok şeyleri kendi zevkince değiştiriyordu. Birdenbire değil; diretip par­laması da yoktu. Usul usul, sakına sakına, y a v a ş yavaş gidiyor ve anaya öfkelenme fırsatı vermiyordu.

B a ş k a bir şey daha vardı. Gelin kız geceleyin yat­tığı yerde hayvan kokusunu sevmiyordu. Bundan yakın-mıştı ama, anaya değil, oğluna. O da daha kış sona er­meden evlerine bir g ö z daha oda eklemek İçin işe koyul­muştu. K a r ı - k o c a yataklarını oraya taşıyıp artık yalnız yatacaklardı.

Ana önceleri kör kizına gelinine kızmayacağını söyle­mişti. Hemen kızıp öfkelenmek gerçek kolay değildi, ç ü n ­kü genç kadın hem çalışkan, hem becerikliydi.

— «Şu iş yanlış olmuş,» ya da «bu işi kötü yapmış­sın,» demek pek zordu.

165

Bununla birlikte gelininin bazı yaptıklarından, bazı tutumlarından a n a yine de nefret ediyordu. En fazla nef­ret ettiği şey lapalaşmış pirinçti. A n a bu yüzden s ık sık öfkeleniyordu. Sonunda sızıltısını dışarı da vurdu:

— «Bu lapa doyurmuyor beni bir türlü, doldurmu­yor,» demişti. «Dişe gelir yanı yok bu sulu şeyin! Kar­nımdan yel gibi gelip geçiyor, şöyle oturaklı aş gibi dol­durmuyor.»

Gelininin oralı bile olmadığını görünce bir gün gizl i­den tarlaya, iş işleyen büyük oğlunun yanına giti.

— «Oğul, söylesene karına pirinç aşını daha susuz, daha diri pişirsln biraz. Ben seni pirinci öyle sever sanır­dım,» dedi.

Oğlan işini bıraktı o zaman. Bir an belinin üstüne yaslanıp durdu, her zamanki o serinkanlı tavrıyla:

— «Ben hoşnudum; pek iyi pişiriyor,» diye cevap verdi.

Bunun üzerine a n a öfkesinin kabardığını duydu: — «Pirinci eskiden öyle sevmezdin, işte!» dedi. «De­

mek gayri benden ayrılıp ona bağladın kendini. O n a bu kadar kapılıp a n a n a karşı gelmek, ayıp değil mi?»

0 zaman g e n ç erkek, yüzü kıpkırmızı kesilerek yal­nızca, «Ben ondan hoşnudum,» diye cevap verdi, yine bel bellemeye başladı.

O günden sonra ana büyük oğluyla gelininin eve s a ­hip olduklarını anladı. Gerçi büyük oğlan anasını hor gö­rür filan değildi ve her zamanki gibi çal ış ıp duruyordu. Para İdaresini eline almıştı a m a , har vurup harman s a ­vurduğu da yoktu. Karıs ı da para harcayıcı lardan değil­di. Karı - k o c a pek tutumluydular.

Gelgelelim karı - kocaydı onlar. Bu ev onların evi, bu tarla onların tarlasıydı ve onların gözlerinde a n a , evin içindeki bir ihtiyar kadından b a ş k a bir şey değildi.

Gerçi ana tarladan, tohumdan, bunca yılda yaptığı için iyi bildiği toprak işlerinden s ö z açt ığı z a m a n büyük oğlanla karısı bırakıyorlardı onu, konuşsun. . . Y ine de. ana konuşup sustuğu vakit seziyordu kf konuşması hiç ko-

166

nuşmamasıyla birdir. Ç ü n k ü karı - koca her işi kendi bil­dikleri gibi yapıp gidiyorlardı.

Ve a n a y a öyle geliyordu ki kendisi bir hiçti gayr i ; bütün görüp geçirdikleri, bütün bilip öğrendikleri bir hiç yerindeydi, bir zamanlar kendinin olan bu evin içersinde...

Bunlara boyun eğmek doğrusu pek acıydı. Yeni oda yapılıp da karı - k o c a oraya geçtikleri vakit ana yanı ba­şında yatan kız ına:

— «Ömrümde böyle çıtkırıldım görmedim! Tertemiz hayvan kokusu sanki zeh irmiş!» diye dert yandı. «Kalı­bımı basar ım ki o odayı bizden ayrı olsunlar diye yaptı­lar, biz duymadan konuşabilsinler diye. B a n a hiçbir şey danıştıkları yok gayri. Mesele hayvanlarda filan değil. Ağabeyin ona öyle. bir tutkun ki utanı lacak şey. Ne sen varsın gözünde, ne küçük kardeşin, hatta ne de ben; bal gibi farkındayım.»

K ız cevap vermeyince ana sordu: — «Sen de bu fikirde değil misin, kızım? Dediğim

doğru değil mi?»

O zaman kız biraz duraladı, sonra: «Bir diyeceğim var a m a , diyemiyorum ana, seni incitir diye korkuyorum,» dedi.

A n a : «Deyiver evlat!» diye cevap verdi. «Üzüntüye alıştım gayri.»

K ı z d a , yavaş, hüzünlü bir ses le: «Ana, bu kör ha­limle ne yapacaks ın beni?» diye sordu.

A n a eskiden beri kızının bu evde kendi yanında otu­

rup duracağını doğal saymış, b a ş k a bir şey düşünme­

mişti. Onun için şimdi şaşkın l ık la:

— «Ne demek istiyorsun, kızım?» diye sordu.

K ız d a , «Ağabeyimin karısı iyi kalpli değil demek is­temiyorum,» diye cevap verdi. «Hainliği yok, a n a . Yalnız, bana kal ırsa o sen beni tez elden evereceksin diye bili­yor. B a ş k a türlüsünü akl ından geçirmiyor. D a h a geçen gün duydum, küçük kardeşime soruyordu, ben sözlü mü­yüm diye. O da değil deyince ağabeyimin karısı şaşt ı kal­dı. 'Bu yaşta kız kaynana evinde gerek.' dedi.»

167

— «Ama, senin gözlerin kör, be evladım! Kör kızları

evermesi kolay değil.»

Kız yumuşak tavırla: «Biliyorum,» diye cevap verdi.

Biraz sonra tekrar konuşmaya başladı. Bu sefer a ğ z ı kupkuru kesilmiş de nefesi boğazını yakıyormuşcasına konuşuyordu:

— «Ama, sen de bilirsin, benim elimden gelen ç o k iş var, ana. Belki pek fukara bir adam bulunur, dul bir adam filan... Ağırlık filan istemediğimi bilirse belki be­nim yaptığım hizmete razı olacak çok fukara bir adam çıkar... O vakit ben de kendi evimi bilirim. S e n elimizden çıktığın zaman da bana sahip olacak biri oıur ortada. Anacığım, yengemin beni istediğini hiç sanmıyorum, ben.»

Gelgelelim a n a hırslanarak direndi:

— «Ben seni böyle esir gibi bir b a ş k a adamın evine

göndermem, evlat! Fukarayız gerçi ama, s a n a yetecek ka­

dar ekmek bulunur elbet. Dul adam deyip geçme, en ç e ­

tin, en arzulu kocalar çoğu zaman dullardan çıkar, ç o c u ­

ğum. Hadi, sen uyu şimdi, kafanı yorma bunlarla! Ham-

dolsun daha gücüm kuvvetim yerinde, önümde yıllar var

daha. Ağabeyin de seni eskiden beri hoş tutmuştur, ta ç o ­

cukluğundan beri.»

Kız içini çekerek, «O zamanlar evlenmemişti henüz,»

diye cevap verdi. B a ş k a c a s ö z etmedi ve uyur gibi yaptı.

Her g e c e derin ve dalgın uyuduğu halde o g e c e anayı

bir an uyku tutmadı. Yattığı yerden koyu koyu düşündü,

kızının haklı olup olmadığını anlamak için olup bitenleri

birer birer gözünün önünden geçirdi. Gerçi bahane bula­

c a k bir tek belirli şey yoktu ama, yine de gelin kızın s ı ­

cakkanlı olmadığı ortadaydı. Yok, yok, gelin kız ne koca­

sının küçük oğlan kardeşine ne de kör gözlü kız kardeşine

karşı candan ve yakın davranmıştı.

Ananın çekecek bir çilesi d a h a varmış!

168

X V

A NA şimdi, kızının haklı olup olmadığını anlamak için her şeye dikkat eder olmuştu ve onun haklı ol­

duğunu anlıyordu. T a z e gelin kabalık etmiyordu.. Konuş­ması her zaman uysal , görünüşe göre hep saygıl ıydı. Gel-gelelim görümcesini ayrı tuttuğu, yaptığı bir sürü ufak tefek şeyden belliydi. Kör kızın aş tasını tam doldurmu-yordu, mesela ya da a n a y a öyle geliyordu. S o n r a , sofra­da az bulunur, pahalı cinsinden bir y iyecek v a r s a gelin kız görümcesine vermiyor, kör k ızcağız da gözü görme­diğinden hiçbir şeyin farkına varmıyordu. Kendi karnının açl ığından kimse iki yanını görmediği için, eğer ananın dikkati keskinleşmemiş o lsa, kimsenin oralı o lacağı yok­tu. A m a , ana böyle bir durumda hemen:

— «Kızım, bugün domuz ciğerinden çorba pişirdik, sevmez misin sen onu?» diye atılıyordu.

K ı z c a ğ ı z şaşırarak o uysal haliyle: «Haberim yoktu, a n a , y o k s a pek severim,» deyince a n a uzanıp kendi kaşı­ğıyla kızın tasına etli çorba koyuyordu.

Gelin kız kaynanasının yaptığını görünce hiç bozma­dan, saygıyı elden bırakmadan, «Kusura bakma, kardeş-ceğizim, s a n a konmadığını görmemiştim,» diyordu.

Renks iz ve renksizliklerine oranla kalın olan dudak­larını hiç oynatmadan bir konuşması vardı.

Ana onun yalan söylediğini bal gibi biliyordu. Hep­sinin çarıklarını dikmek gelinin ödeviydi. Görümcesine diktiği çar ık lara hiç özenmiyor, altlarını ince yaptığı gibi üstüne ç içek işlemek zahmetine de katlanmıyordu. Ana bunu fark ettiği z a m a n :

169

— «Nasıl?» diye çıkışmışti. «Kendi çarıklarının her birinin üstünde ç içek var. Benim kızımın çar ığına ç içek koymayacak mısın?»

Gelin o ufak, . ış ıks ız kara gözlerini iri iri a ç a r a k , «İs­tersen yapayım, ana,» diye cevap verdi. «Yalnız, dedim ki görümcemin gözleri kör olduğu için nası lsa renk fi lan görmüyor... Çar ık yapı lacak kimseler de öyle çok k i . . . Küçük oğlan kumar için, gezmek için k a s a b a y a gidip g e ­lirken ayda bir, iki çift aşındırdığı oluyor...»

Eşikte, güneş ışığında oturan kör kız bu konuşulan­ları duyup yengesinin küçük kardeşini kınadığını duyun­ca ürkek bir telaşla bağırdı:

— «Anacığım, doğru söylüyorum, ç içek filan istemem ben. Kardeşimin hakkı var. Çiçekl i çar ık kör gözlülerin nesine?»

Böylece ortada çat ışacak bir mesele yokmuş gibi laf kapandı. Her gün olagelen bir sürü ufak tefek olayın hiç­biri mesele değilmiş gibi kapanıp gidiyordu. Yine de bir gün ana, evin arkasına domuzun yattığı yere çöp dök­meye gittiği zaman büyük oğlan arkasından gelerek onun­la konuştu:

— «Ana, s a n a diyecek bir lafım var. S a n m a ki kız kardeşimi e v d e a atmak istiyorum. B a n a ağırl ık fi lan gel­diği de yok. A m a , insan evlenince kendi evini, ocağını dü­şünmek istiyor gayri . Kardeşimin yaşı d a h a küçük, öm­rünce ona ben mi b a k a c a ğ ı m , be a n a ? B a ş k a hiç kimse­nin evinde duymadım ki insan ömrünce kız kardeşine de baksın. Yok zengin evi o l u r d a yiyeceğin hesabı bilinmezse, b a ş k a . Erkeğin üstüne düşen şey a n a s ı n a , babasına k a ­rısına, bir de çocuklar ına bakmak değil mi? B a k karde­şim daha genç, benden önce ölecek değil a? B a ş göz et­mezsek onun kendisi için de kötü olur. Kadın kısmı için en iyi çare bir an önce evlenip evini bilmek.»

Ana öfkeli yüzle oğluna bakarak çıkıştı: — «Senin akl ına bu fikri sokan o karın o lacak kadın­

dır, oğul! O odada onunla, b a ş b a ş a yatıp konuşuyorsu­nuz. Geceleyin döktüğü dillerle seni zehirliyor, kendi ka-

170

nını taşıyanlara karşı bütün erkekler gibi. , , koynuna gi­ren kadının elinde hamur gibi yumuşayıveriyorsun gayri...»

Öfkeli, küskün, oğluna sırtını çevirip süprüntüyü do­muzun önüne attı. Durup domuzun burnunu süprüntüye daldırarak soluya soluya yemesini seyretti a m a , asl ında hiçbir şeyi gördüğü yoktu. O y s a her zaman hayvanların iştahla karın doyurmasını seyretmeyi ne ç o k severdi! Ş i m ­diyse üzüntülü bir ses le sözüne devam etti:

— «Kız kardeşini a lmaya hangi adam razı olur? Ne umabiliriz? Ya fukara bir a d a m , öylesine fukara ki karı­sını hoş tutmak bile elinden gelmez, ya da karısı ölmüş, s a ğ l a m avrat a lmaya g ü c ü yetmeyen bir fukara dul adam, öyle değil mi?»

O zaman büyük oğlan, «Ben kız kardeşimi de düşü­nüyorum,» diye cevap verdi. «Onun iyiliğini de düşünü­yorum. Gerçi s a ğ l a m kızlar ayarında k o c a bulamaz a m a . evlenip kocasını bilmek yine de hepsinden iyi onun için.»

Ana büsbütün üzüntüyle, «Bu konuşan sen değilsin, karındır, oğul,» dedi.

Oğlan inatla, «İkimiz bunda aynı fikirdeyiz,» diye di­retti.

Anası , «Yalnızca bunda deği l , korkarım her şeyde,» deyince genç adam daha fazla sesini ç ıkarmadan tarlaya döndü. Sesini çıkarmamıştı a m a , fikrini değiştirmiş de değildi.

Buna rağmen ana bir süre, sırf inat olsun diye kızını evlendirme işiyle hiç uğraşmadı. Kendi kendine, kızına, küçük oğluna, yengeye, k ı s a c a s ı kim dinlerse ona bu lafı açıyordu. O k a d a r ihtiyar mıyım ki' dilediğimi yapamaya­c a ğ ı m , o kadar kocadım mı ki kendi evimde s ö z ü m g e ç ­meyecek de çocukmuşum gibi beni güdecekler, şöyle ede­ceks in, böyle edeceksin diye bana istemediğim şeyleri yaptırtacaklar, diyordu. Bu konuda, oğluyla gelinine kar­şı cephe aldı. Kız ına kol-kanat gerdi, bir kötülük yapılma­s ı n , bir şeyden yoksun kalmasın diye gözünü dört .açtı.

171

Gel gör ki gelin de eve al ışt ıkça daha a ç ı k sözlü, d a ­ha dişli oıup çıkıyor, o saygı l ı tutumu gitgide kayboluyor­du. Artık başkalarının yanında da a ç ı k a ç ı k konuşur o l­muştu. Bir komşunun güneşl ik kapı eşiğinde kadın - kadı­na toplanmış otururlarken, hep bir arada dik iş dikerler­ken, ya da kadınların pek sevdiği bu tür toplantıların her­hangi birinde gelin k ı z :

— «Çocuklandığım vakit halim nice o lacak, bilmem, ev halkının dikişleri daha şimdi başımdan aşkın!» gibi laflar ediyordu. «Anamız yaşlanıyor gayri . Gerçi onun hizmetini görmek bana düşer, biliyorum. Onun g ö z ü , el i . ayağı olmak benim boynumun borcu. Aldığım terbiye bu benim. Elimden geleni de yapıyorum. Dilerim Tanrıdan g ö ­revimde hiçbir z a m a n kusur etmeyim. Gelgeielim bir de şu küçük oğlan var ki hiç karnı doymaz. Bir iş gördüğü de yok. A m a ne de o l s a günün birinde evlenecek elbet, o zaman yemesine, giymesine aldığı kız bakar. Gelgeiel im evde oturarv kör görümce hepsinden beter. Omrümce be­nim üzerimde yük olacağından korkuyorum. Anasının onu evermeye hiç niyeti yok çünkü.»

Gelin artık hep böyle konuşur olmuştu. Eğer kör k ız ortalıktaysa bu sözleri duyanlar dönüp ona bakıyorlardı. O kadar ki genç kız bu bakışları kör haliyle bile seziyor, böyle bir yük olarak yaşamanın utancıyla boynunu bükü­yordu.

Konu-komşu arasında da kör kız üstüne laflar edil­meye başlanmıştı. Bir isi:

— «Dünyada körün sayıs ı çok!» diyordu. «Bazıları­na aileleri fal filan bakmak gibi işler yapmasını öğreti­yorlar da onlar da arasıra, üç beş kuruş kazanıyor. Kör­lerin bizde olmayan bir görüş kuvveti vardır. Bizim göre­mediklerimizi görürler de körlükleri onlara bir kudret ve­rir sanki , herkes onlardan korkar olur. Bar i bu k ı z c a ğ ı z a da fal bakmak gibi bir şeyler öğretseler!»

Başkalar ı ise: «Fakir fukara evleri de eksik değildir,

elbet.» diyorlardı. «Fakir bir ailenin yetişkin oğlu vardır,

evermeye halleri vakitleri yetmiyordur. Ağır l ıksız bulduk-

172

l a n k ıza aptal da o l s a , kel kör de o lsa, topal ya da dil­s i z filan da o lsa razı olurlar da hiç yoktan iyidir diye öpüp başlar ına koyarlar.»

Bu sefer gelin kız üzüntüyle, «Keşke benim bildiğim böyle birileri olaydı!» diyordu. «Komşular, böyle birilerini d u y a c a k olursanız kuzum ne olur bana haber veriverin.»

Komşular da iyi yürekli oldukları için taze gelinin isteğine peki diyorlardı. Paranın şu kıt zamanında, dün­yanın şu kötü durumunda, fazlalık bir boğaz doyurmanın gerçekten g ü ç olduğuna, bir kızın da evlenip kendi evini bilmesi gerektiğine gerçekten inanıyorlardı.

Günlerden bir gün dul fitne karı ananın yanına geldi ve şöyle dedi:

— «Kadın kardeş, kızını evermeye gönlün v a r s a ku­zey tarafındaki dağlarda oturan bir aile biliyorum. Oğul­ları şimdi a ş a ğ ı yukarı on yedi yaşında, Kuzeydeki illerin birinde kıtlık çıkıp açl ık b a ş gösterince g ö ç etmişler. D a ­ğın eteğinde çorak bir yere yerleşmişler. Bizim köy değil de daha yukarda, hükümete ait bir toprak. Ç o k geçme­den erkek kardeşlerinden biri daha g ö ç edip yanlarına gelmiş. Şimdi hepsi bir oturuyorlar. Toprak verimsiz, hal­leri vakitleri yerinde değil gerçi a m a , sen de yoksul kadı­nın birisin, kızın da kör, kadın-kardeş. Yol masrafını ve­rirsen istersen gidip senin adına bir bakıvereyim. Aslını ararsan ne vakittir gidip babamın evini bir ziyaret etmek istiyorum. Gelgelelim yol parasını kaynımdan istemeye yüzüm yok. Bir başkasının evinde dul karı olmak ne zor şeymiş!»

Ana ilk önce fitne karının teklifine kulak bile verme­yerek: «Ben kendi kızıma kendim bakarım, kadın-kardeş!» diye bağırdı.

Sonradan bu sözlerini yengeyle emmi oğluna da an­lattı. Emmi oğlu onu, yüzünde ciddi bir bakış la dinledi, dinledi de en sonunda:

— «Bu dünyada temelli o lsan elbet bakarsın kızına, hemşire,» diye cevap verdi. «Ama, göçüp gittiğin zaman, bizler de öldüğümüz z a m a n , hatta iyice kocadığımız z a -

173

mar i ı b a k a c a k bu k ıza? Bir gün gelecek adimiz büyük

oîsc Ic kimse bize aldırış etmeyecek gayr i . . . S o n r a va­

kitle t isbütün kötüleşirse herkes önce kendi çocuğunu

kaynak elbet, sen de göçüp gitmişsen kızının hali nice

olaa'»

( a m a n ana diyecek laf bulamadı.

[cjruydu, dünyada temelli olmadığı. Her an ölüm

gelb gtabilirdi. O tapınaktaki gizli g e c e onun hayatım

büsıtın kısaltmıştı belki de, çünkü o zaman bu z a m a n ­

dır «dinçl iğini bir türlü bulamamıştı.

< /az havadan mıdır, sudan mıdır, bir de bağırsak

illei (dip musallat oldu a n a y a . Yemek yemesini eskiden

ber e/erdi. iştahla, bulduğunu yerdi. Ama, o y a z hava

herpdan sıcaktı ve ortalık sinekten geçilmiyordu. Öyle

ki irçır estikçe sinekleri yiyeceklerin içine atıyor, her

yen, er şeye karıştırıyordu. Sonunda ana, bırakın şu

s i n k i kendi haline, diye bağırır oldu. Öldürmekte bir

faylı oktu, çünkü, vakit harcamaktan b a ş k a bir şey de-

ğilri. »Idürülen sineklerin yerine ddha fazlası geliyordu.

;<rpuzların da pek bol, pek iri olduğu bir yıldı. K e ­

silen zaman içleri cinslerine göre kopkoyu kırmızı ya

da sıpan çıkıyordu. Kavun karpuzun hiç bu kadar tatlı

o l d a y a z görülmemişti.

ıhi' pek severdi bu meyveyi. Pazarda satı lamayıp

elleiıd» kalanlardan, ya da güneşte hemen olgunlaşıp da

g e ç ı y j başlayanlardan ye babam yiyordu. Karnı doy-

dukaı sonra da kavun karpuz ziyan olmasın diye yemek­

te Ğvn ediyordu.

Eiün bu yediği kavun karpuz mu dokundu, bir kö­

tü e ni girdi içine, y o k s a birisinin lanetine mi uğradı,

bilenfd. Gerçi lanet okuyacak kadar onu sevmeyen biri­

nin odığunu sanmıyordu a m a , belki işlediği günahı s e z -

mişD3i o ufak-tefek Y a ş a y a n Tanr ıça'ydı . . .

te neyse, illet geldi anayı buldu, içini dışına çıkar­

dı Bık Günlerce kadıncağız, içerisi bomboş, hasta yattı.

174

Kuvvet versin diye bir yudumcuk bile çay içecek o lsa ögürüp duruyordu.

Ananın böyle bitkin, g ü ç s ü z yattığı sürece gelin kız evi güzelce çekti, çevirdi, kaynanasının bakımı için elin­den geleni yaptı, saygıda da kusur etmedi. Kör kız da anasına bakmak için elceğizinden geleni yapmaya çal ış ı­yordu a m a , ne çare eli ağırdı, gereken şeyi vaktinde gö­rüp yapamıyordu. Bu yüzden de yengesi çok zaman ona :

— «Sen şöyle kenara çekil de otur biraz, kardeşce-ğizim. İnan olsun, ayağıma dolaş ınca yararından çok z a ­rarın oluyor!» diye başından savıyordu.

İşte bu hastal ığı s ırasında elden ayaktan düşünce a n a , hiç istemeye istemeye gelinine, bu eline çabuk, bece­rikli genç kadının eline bakar oldu. Kendi kör kızını ko­ruyacak da g ü c ü kalmamıştı. K ü ç ü k oğlan da şu günler­de eve arasıra anasının hatırını sormaya geliyor ama, ç o k durmadan yine çıkıp gidiyordu. Anasının onu a ğ a -beysine karşı koruyacak g ü c ü de yoktu ki!

Bu perişan halinde gelin kızın becerikli ve titiz tu­tumlarıyla döşeğinin çevresinde dönüp dolandığını gör­mek anaya teselli oluyordu. Sonunda illet onun yakasını bırakıp b a ş k a bir kısmetlisinin başına gidince a n a , yata­ğından kalktı a m a , tamamen gelinine güvenmekten de vazgeçmedi. Gelin kızı sevdiğinden değil, onun eline bak­tığı için.

Bir dereceye kadar kendini toparlamakta ana pek güçlük çekti, sağl ığını da hiçbir z a m a n tam anlamıyla kazanamadı. Pek sevdiği lahanaları, kavun karpuzu, top­raktan çıktıkları gibi çiğ çiğ ağz ına atıp çiğnemeye b a ­yıldığı fıstıkları yiyemez oldu. Yiyip içtiğine, bakalım bo­z a c a k mı bozmayacak mı diye her seferinde dikkat et­mesi gerekiyordu. Böyle ince eleyip s ık dokumaktan bıka­rak istediğimi yerim, karnım istemezse istemesin diye bir dikkatsizl ik etmeye kalkışır kalk ışmaz da bağırsak illeti hemen geri geliyordu. Hatta fazla çal ış ıp da biraz esinti­ye bile otursa o kötü illet hemen fırsat kolluyor, onu yine bir süre yere seriyordu.

175

Bu çaresiz halinde a n a şuna kanaat getirdi ki kızı gerçekten evlenmeli, evini bilmeliydi, çünkü bu evde onun yeri yoktu. A n a kızının bu evde rahat edemediğini, kendi­ni herkese yük saydığını şimdi a ç ı k ç a görüyordu. Y ine de ağzını açıp söylenecek gücü yoktu.

Bir gün kör kız anasının yalnız olduğu bir zaman y a ­nına g e l d i :

— «Ana ben burda, ağabeyimin evinde daha faz la kalamam gayri,» dedi. «Ah. ana, nası l olursa olsun bir kocaya varayım d a h a iyil Hiç o l m a z s a istemezlik etmez­ler!»

Ana da bundan sonra direnmedi artık. Birkaç söz­le kızını avuttu. K ış ın, s ıcaklar geçip iyice kendini topar­ladığı zaman da bir g ü n fitne karının evine gitti.

Kocakar ı , kapı eşiğine oturmuş, hâlâ nakış işliyor­du. Ama eskis ine oranla çok kal ın, kaba iplik kullanmak zorundaydı, işlediği çiçekler de gülünecek durumdaydı, çünkü gözleri (kendisi üzerine böyle bir şey kondurma-makla birlikte) eskisi kadar keskin değildi artık. Ana onun yanına oturarak bezgin sesle :

— «Hakkın varmış, kardeş,» dedi. «Kızımın evlen­mesi gerek, kendi iyiliği için, bunu görüyorum. Varsın se­nin dediğin kişi olsun. Ötede beride ona k o c a arayacak takatim yok benim. O illet y a k a m a yapıştı yapısal ı hiç­bir şeyle uğraşacak gücüm kalmadı, sanki.»

Fitne karı kendi cebinden para ç ıkmadan y a p a c a k bir iş bulduğuna pek sevindi. Hemen bir araba kiraladı ve on beş, yirmi kilometre ötede, baba-köyünün bulun­duğu vadiye gidip birkaç gün kaldı.

Yolculuktan döndüğü günün a k ş a m ı ananın evine gitti ve onu yalnız bir köşeye çekerek kulağına fısıldadı:

— «İşin pek rast gitti, bacı. Bir a y a kalmaz sonuca bağlarız, gayri. Doğrusu yoruldum, bittim ama, ne z a r a ­rı var. senin İyiliğin için yaptım. E s k i dostuz biz gayr i , kadın-kardeş, aramızda hatır var.»

Bunun üzerine ana ayırmış olduğu bir gümüş parayı koynundan çıkarıp fitne karıya vermek istedi. Kadın he-

176

men onun elini itti. a lmam diye yeminler etti. iki eski dost arasında böyle şeye ne gerek, dedi, daha bir sürü laf etti, yine de sonunda parayı aldı.

A n a her şeyi kararlaştırarak iyice düşünüp taşındık­tan, daha doğrusu düşünüp taşınmaya çalıştıktan sonra işi gelinine açtı . Gelin kız sevindi bu işe, sevindiğini de gizlemedi.

— «Böyle aceleye gerek yoktu, ana,» demekten de geri kalmadı. «Benim görümcemden yüksündüğüm yok. Bir yıl. İki yıl daha otursun, başımla beraber. Hatta ölün­ceye dek otursa yüksünmem a m a pek yoksuluz, bakı la­c a k boğazları saymamız şart, onun için...»

Görürncesine karşı eskisinden daha iyi davranmaya başladı. Hatta çeyizlik yeni giysiler dikmeyi kendiliğin­den teklif etti. Üç parça e ş y a dikti kör kıza. Koyu mavi bir hırkayla pantolon, bir de en yoksul gelinlerin bile giy­mesi şart olan kırmızı kumaştan pantolon. Bunlardan b a ş k a birkaç çift çar ık da yaptı ve üzerlerine kırmızı bi­rer ç içek işledi.

Y ine de, enikonu bir nişan, bir eğlenti filan yapma­dılar. İki ev aras ında armağanlar da verilip alınmadı, çünkü kız, erkek tarafınca iyi, kârlı bir kısmet sayılmı­yordu.

Kızın kendisine gel ince, nişan günü ağzını açıp da bir tek şey söylemedi. Anası ona evlenince olup bitecekleri anlatırken kızcağız dinledi, dinledi de hiçbir şey demedi. Ya ln ızca geceleyin bir ara ansızın elini uzatıp annesinin yüzüne d o k u n d u :

— «Anacığım, çok mu uzak orası? Arasıra gelip be­ni göremeyecek misin? Ne yapıp ne işlediğimi sorama­y a c a k mısın?» dedi. «Benim gözlerim öyle kör kl bilme­diğim uzun yollardan, dağ tepe seni görmeye gelemem gayri!»

O z a m a n anas ı da elini uzatıp kızını okşadı. K ı z c a ğ ı z yattığı yerde tir-tir titriyordu. Ana gizliden gizliye göz­yaşları döktü o zaman. Gözyaşlarını karanlıkta yorganın ucuyla silerek tekrar tekrar:

ANA F . : 12/177

— «Gelirim, kızım, hiç kaygı etme s e n , inan olsun gelirim.» dedi. «Geldiğim z a m a n da s e n bana her şeyi anlatırsın. E ğ e r seni hoş tutmuyorlarsa ben onlara ede­ceğimi bilirim elbet! S a n a hor baktırmam ben!» S o n r a içi yanarak ekledi: «Ama, hiç uyumadın bu g e c e sen.»

Kız : «Kaç gecedir uyku tutmuyor ki!» diye cevap

verdi.

Ana sevgiyle, «Korkacak şey yok ki. evladım.» dedi.

Gözlerin kör a m a yine de becerikl isin, elinden iş geliyor.

Öbür tarafın da haberi var gözlerinin görmediğinden. S a ­

na s u ç bulmazlar ya bu yüzden! S a k l a d ı k , söylemedik de

diyemezler.»

Sonunda k ızcağız hafif, tedirgin bir uykuya daldı. A n a ise uzun zaman uyuyamadı. Kendi kendini s o n dere­ce suçlu görüyordu. Kendi işlediği bir günah yüzünden kızının cefa çektiğini seziyordu. Bu günahın ne olduğun­dan emin değildi pek, yine de eskiden beri daha iyi, d a ­ha düşünceli bir insan olmadığına şimdi pişmandı.

Sonra a c a b a biraz ç a b a l a s a kızını verecek d a h a y a ­kın bir köy bulamaz mıydı, şöyle a y d a bir f i lan gidebile­ceği bir yer? Biraz bir paraya karşı l ık gelip kendi köyle­rinde oturacak bir içgüveysi filan bulamaz mıydı?

Bunları akl ından geçirirken bile içi kan ağlıyordu; çünkü, büyük oğluyla gelininin bu kadarcık bir masrafa bile razı olacaklarını sanmıyordu. Paranın İdaresi şimdi onların elindeydi. Böylece ana yüreği kabararak düşün­d ü :

— «Kızımı dövdükleri bile o l a c a k elbet, dövmezler diye umsam yalan! Ya damadın ya da kaynananın yeni gelini arada bir dövmedikleri eve az rastlanır, bizimki g i ­bi. . . Kör kızımın dayak yediğini bilmek ya da işitmek c i ­ğerimi paralar benim, öyle bir t a s a olur ki baş ıma.. . He­le yakın yerde o lsak da k ızcağız ım gelip bana dert y a ­nacak o l s a , bir kere baş-göz ettikten sonra elimden de bir şey gelmez, bu derde dayanamam gayr i . . . En iyisi g ö ­zümün görmeyeceği, kulağımın duymayacağı bir yerde

178

olsun. G ö z görmeyince gönül katlanır, bana da o derece tasa o lmaz bari.»

Böylece a n a yattığı yerden, ne çileli baş ım varmış diye d a h a bir hayıflandı. S o n r a , düşündü ki elinden g e ­lebilecek bir tek şey vardı. Kendisi gel in olurken a n a ­cığının yapmış olduğu gibi şimdi o kızına birkaç p a r ç a gümüş para verebilirdi, hiç o l m a z s a . . .

Gün doğmazdan önceki saatin karanlığında yatağın­dan kalktı. Hayvanlarla tavukları uyarıp ürkütmemek için usulca gitti ve yerdeki delikten küçük para çıkınını ç ı ­kardı, açt ı . Paranın içinden beş tane gümüş ayırıp koy­nuna soktuktan sonra çıkıyı yine deliğe koyup kapadı. Koynunda gümüşlerin ağırlığını duymak içini birazcık o l­sun yatıştırdı.

— «Gelin olurken yanında topluca gümüş parası bu­lunmak her fukara kızına nasip olmaz!» dedi kendi ken­dine. «Kızımın hiç deği lse parası o lacak köşesinde.»

Ve bu küçük avuntu parçasına sımsıkı sar ı larak s o ­nunda uyudu.

** Böylece günler gelip geçti. Pek öyle sevinçl i günler

değildi bunlar. Ne gezer.. . Kadın artık en küçüğünün var­lığından bile zevk almaz, gel ip gelmeyişi üzerinde bile durmaz olmuştu. A n c a k küçük oğlanın s a ğ l ı k ç a iyi oldu­ğunu, kimseye söylemediği bir işlere dalmış, hayatından hoşnut göründüğünü anlıyordu.

Sonunda, kızının gelin olup gitmesi geldi çattı. K a d ı ­nın yüreği ağz ında, bakalım gelin a lmaya kimler gelecek, diye bekliyordu. Kızını alıp götüreceklerin nasıl insanlar olduğunu görünüşlerinden anlamak için gözünü dört a ç ­mıştı.

Bahar başında bir gündü. Mevsim henüz tam olarak açıl ıp serpilmemişti. Bahar olduğu söğüt dallarının a ç ı k yeşil renginden, şeftali ağaçiar ındaki taze kahverengi to­murcuklardan ve köy çocuklarının koparıp yedikleri ot­lardan belliydi. Y o k s a toprakta kışın kısırlığı vardı he­nüz; buğdaylar boy atmamış, sürücü toprak üzerinde a n -

179

c a k küçük mızraklar halinde başlarını uzatmışlardı ve

esen rüzgârlar hâ lâ soğuktu.

Gele gele eyersiz boş eşeğe binmiş ihtiyarın biri ç ı -kageldi. Eyer yerine eski , pis, p a ç a v r a bir hırkayı eşeğin sırtına koymuş, onun üzerine oturmuştu. Ananın yüreği durur gibi oldu. Bu ihtiyarın bakışını beğenmemişti, hiç. Gerçi adam gülümsüyor ve yüzüne bir yumuşaklık ver­meye çal ışıyordu a m a , ihtiyar bir tilkinin yüzüydü bu, hiçbir yumuşakl ığı yoktu. Etrafı derin kırışıklarla çevrili kurnaz ifadeli gözler, seyrek, kır bir bıyık altında hep somurtmaya alışık olduğunu belli eden, şu anki gülüşü­nün yalan olduğunu gizleyemeyen daracık, dudaksız bir a ğ ı z . . .

Adamın sırtındakiler de paçavra halindeydi, y o k s a yarhalı ve temiz filan değildi. Eşeğinden indiği zaman da halinde, tavrında bir terbiye, bir incelik göremedi ana. O y s a o kadarcık insaniyet, terbiye herkeste bulunur; in­sanın ille okumuş, kibar olması şart deği l . . . Adamın bir ayağı da öbüründen kısaydı. Lime lime dökülen urbala­rını bir ip parçasıy la beline bağlamıştı. Topal laya topal-laya geldi, kaba s a b a bir tavırla :

— «Kör bir k)Z varmış, onu almaya geldim,» dedi. «Nerede kendisi?»

Bu koca adamı daha ilk görüşte öylesine gözü tut­mamıştı ki hemen at ı ld ı :

— «Senin damat evinden geldiğini gösteren ne i ş a ­retin Var? Nerden bileyim?»

Adam yine sırıttı ve, «Gelip konuşan o ş işman karı beni tanır,» diye cevap verdi. «Bu kızı kardeşimin oğluna bedava verirler diye o söylediydi.»

O zaman kadın, «Bekle çağırtayım,» dedi.

O gün aylak aylak evde oturmakta olan küçük oğ­lanı hemen fitne karıya saldı. Fitne karı da ihtiyar ba­caklarının var gücüyle koşarak geldi. A d a m a bakıp güle­rek anaya :

— «Ta kendisi, senin damadın a m c a s ı bu!» dedi.

180

«Nasılsın bakalım, a m c a , iyisin y a ? Karnını doyurdun mu bari?»

K o c a a d a m dişs iz damaklarını gösteren bir sırıt ışla, «Doyurdum a m a , doğru dürüst değil, ne yalan söyleyim!» diye cevap verdi.

Bu arada a n a gözlerini bir an bile ondan ayırmıyor­du. S o n u n d a fitne karıya döndü ve hiç sözünü sakınma­dan :

— «Gözüm tutmadı benim bunu!» diye konuştu. «Kı­zıma d a h a iyi bir şey layık görürdüm ben!»

Kadın da yüksek ses le gülerek, «Â kadın-kardeşim, damat değil ki bu koca adam,» diye c e v a p verdi. «Dama­dın kendisi pek uysal, pek yumuşak başl ı bir gençtir, doğ­rusu.»

Şimdi yenge de çıkagelmişt i , ananın büyük oğluyla gelini de. S o n r a emmi oğluyla daha birkaç köylü geldiler, hepsi durup ihtiyarı süzdüler Doğrusu ne kılığını kıyafe­tini, ne de halini tavrını hiçbirinin gözü tutmadı.

Getgelelim s ö z verilmişti bir kez. B a z ı l a r ı :

— «Ne yaparsın, unutma ki senin kızının da gözleri kör, bacı,» dediler.

Gelin kız d a , «Söz kesilmiş, karar verilmiş gayr i , a n a ­cığım,» dedi. «Bu vakitten sonra sözden dönmek olmaz. Kızımı vermem dersen hepimizin başına iş açarsın.»

Karısının bu sözlerini duyan büyük oğlan da hiç se­sini çıkarmadı.

Ana yalvarırcasına emmi oğluna baktı o vakit. E m ­mi oğlu onun bakışını gördü, a m a b a ş k a yana bakıp ba­şını kaş ımaya başladı. Ne diyeceğini bilemiyordu, çünkü. İyi kalpli, kendi halinde bir insandı. Bu gelen k o c a a d a ­mın bakışını o da pek beğenmemişti gerçi. Gelgelelim b a ­zen yoksul lukla kötülüğü ayırt etmek güçtür. Yırtık pır­tık giysileriydi bu adama böyle kötü görünüm veren, beU ki de. S o n r a bir iş kararlaştırıl ıp, pişirilip kotanldıktan son­ra sözden dönüvermek de kolay değildi.

Böylece emmi oğlu ne diyeceğini bilemediği için h iç­bir şey demedi. Öte yana çevirdi başını, bir ufak s a m a n çöpü alıp dişlerinin arasında çiğnemeye koyuldu.

181

Fitne k a n ise kendi onuruna leke Sürüleceğini anla­

mış, hep: «Damat değil ki bu gördüğün, kadın kardeş.»

deyip duruyordu, işten böyle en son dakikada vazgeç'ili-

verirse kendisi rezil olacaktı.

— «Amca be, senin kardeşinin oğlu agucuk-bebek

gibi uysal bir çocuktur, deyiversene!»

K o c a adam sırıttı, başını sallayarak zoraki bir g ü ­

lüşle; hırıltılı bir sesle: «Doğru dedin, kadın kardeş, a g u -

cuk-bebekler gibidir, kardeş çocuğum,» djye cevap verdi.

En sonunda da sabırsız lanarak:

— «Gece olmadan evimize varacaksak yola düzül­

mek gerek,» dedi.

Bunun üzerine ana, b a ş k a ne yapacağını bilemeyerek

kızını eşeğin sırtına bindirdi. K ı z c a ğ ı z yeni, gelinlik ur­

balarını giymişti. Ana küçük gümüş para çıkısını onun

eline sıkıştırdı ve kulağına :

— «Bu senin kendin için, kızım, sakın onlara elinden

kaptırma,» diye fısıldadı.

Ve en sonunda ihtiyarın eşeği dehlediğini görünce

yüreği yeni baştan y a n a r a k :

— «Çok geçmeden gelirim, kızım!» diye bağırdı. «Sa­

na nasıl baktıklarını görürüm. Her şeyi aklında tut ki gel­

diğimde bana bir bir söylersin. Gidişlerini beğenmezsem

seni tutup geri getirmekten de çekinmem ben.»

Kör kız da o kupkuru dudaktan titreyerek, «Biliyo­rum, anacığım, yüreğime su serpen de bu zaten,» diye cevap verdi.

Gel gör ki ananın içi kızını bırakmaya razı gelmiyor­du, bir türlü. O n u birazcık daha alakoymak için söyleye­cek son bir şeyler daha vardı. Kızına sımsıkı s a r ı l a r a k :

— «Kızcağızıma sakın ateş yaktırmak yok ha, k o c a adam!» diye bağırdı. «Ateş yakamaz o, sonra gözlerini acıtır dumanlar...»

İhtiyar döndü, sırıttı yine. Ananın dedikleri sonunda

kulağına g i r i n c e :

— «İyi. iyi, dedjğin olsun,» diye mırıldandı. «Söyle­

rim evdekilere.»

182

X V I

A NAYA şimdi içindeki tasaları yatıştırmak, kör kı-•'•'zının ardında bıraktığı boşluğu doldurmak düşü­

yordu. Ev ne kadar sess iz geliyordu şimdi ona, kızının yürürken çaldığı o küçük çıngırağın duru, yakman ses i kesi l ince evin önündeki sokak ne kadar s e s s i z kalıver-mişti! A n a dayanamıyordu buna. Ç a r e s i z kendini yine top­rak işine verdi. Oğlu onun çal ışmasına razı değildi. Tır­mığını eline aldığını görünce :

— «iş işlemenin gereği yok be ana,» dedi. «Senin bu yaşta tarla işi yaptığını görenlere sonra ben rezil olu­rum.»

A n a eski dikliğiyle, «Pek öyle sandığın kadar yaşl ı değil im ben daha,» diye oğluna çıkıştı. «Bırak biraz top­rakla uğraşayım da derdimi dinlendireyim. Avunmam g e ­rek, görmüyor musun?»

G e n ç erkek ise inatla, «Bana öyle geliyor ki yok ye­re kendini üzüyorsun, anacığım,» dedi. «Dur bakal ım, belki korkuların as ı ls ız çıkar. D a h a şimdiden yüreğini ka­bartmak niye?»

A n a ise şu günlerde hiç yakasını bırakmayan bir ka­ramsarlık, bir durgunlukla, «Anlamıyorsun.» diye cevap verdi. «Siz gençler. . . hiçbir şeyden anladığınız yok.»

Oğlan anasının ne demek istediğini bilemeyerek ş a ş ­kın şaşk ın bakakaldı , a m a kadın b a ş k a c a laf etmedi. Tır­mığını fırlattığı gibi, s e s s i z sedas ız , tarla yolunu tuttu.

Gelgelelim, artık pek uzun ç a l ı ş a c a k g ü c ü olmadığı doğruydu. Azıcık kendini zorlayınca hemen teri boşanı-

184

Sonra eşeği yine dehledi, kendi de eşeğin yularından

tutarak yola düzüldü.

Böylece gelin gitti kör kız. Elinde körlüğünün dam­

galarını tutuyordu, urba bohçası da eşeğin terkisine b a ğ ­

lanmıştı. Anası durdu, onun gidişini seyretti. Ciğeri öyle

bir yanıyordu ki deme gitsin, gözleri y a ş içindeydi. Gel

gör ki yapmış olduğundan başka ne yapabileceğini de

bilemiyordu. Öylece durup evladının ardından, kız tepe­

nin üstünden aşıp gözden kayboluncaya değin baktı.

183

verdi. Üstüne de, ılık bile olsa bir rüzgâr es ince kadın he­men tepeden tırnağa ürperdi ve o eski illet geldi yine ya­kasına yapıştı.

Aylakl ığa a l ışmak zorundaydı, ister istemez. İyileşip de a y a ğ a ka lk ınca artık tarla hizmetine filan kalk ışma­dı, tembel tembel kapı eşiklerinde pinekler oldu. Evin içinde bile elini kıpırdatmasının gereği yoktu, çünkü her işi gelini görüyordu, hem de sırasıy la, yollu yolunca.

Her işi iyi yapıyordu, doğrusu, kaynanası bunu in­kâr edemezdi. Bir tek noksanı ç o c u ğ u olmayışıydı. Eli ko­lu bomboş oturup duran a n a , bir zamanlar kendi yavru­larının oynaşıp durduğu kapı önünü şimdi bomboş görün­ce içinde bir eksikl ik duyuyordu. Bütün gün oturduğu yerden eski günleri anıyordu. Bir zamanlar nasıl genç, dinçti, elinden işi eksik olmazdı. Erkeği , bebecikleri ya­nında... Kendisi evin geliniydi o zamanlar, kocakarı olan bir b a ş k a s ı y d ı . . . Derken kocas ı çekip gitmiş, bir daha da haber çıkmamışt ı . . . Kadın, içi hop ederek bu düşünceyi akl ından çıkardı. Y ine de, hayat nasıl bomboş kalıver-mişti, gayr i . Büyük oğlan bütün gününü tarlada geçir i­yordu. Hasat vakti mal sahibinin vekiliyle çekiş ip duru­yordu. Yeni biriydi, bu vekil, ufak tefek, kavruk adamın biri, mal sahibinin emmi oğlu mu ne oluyormuş.

Başkalar ından duyuyordu bunu ana, y o k s a kendinin a d a m a bir kere bile baktığı olmamıştı. Kör kızı da gitmiş­ti, gayr i . K ü ç ü k oğlanı ise ç o ğ u vaktini k a s a b a d a geçir i­yor, eve pek seyrek uğruyordu.

A m a , yine de bu oğlanın elinde olması bir şeydi. K a ­dın oturduğu yerden ç o k zaman onu düşünüyordu. Ç o ­cuklarının içinde en çok sevdiği hâlâ oydu. Delikanlı üra-sıra gelip bomboş kalan hayatına giriyor, beraberinde her zaman şenlik, sevinç getiriyordu. Küçük oğlu geldi mi a n a kıpırdanıyor, içindeki boş tasal ı düşüncelerden kur­tuluyor, delikanlının güzell iği karşısında gülümsemekten kendini alamıyordu. Çocuklar ının içinde en güzeli de bu oğlandı, hık demiş burnundan düşmüşçesine babasına benziyordu.

185

S o n zamanlarda delikanlı eve başını dikip göğsünü

gere gere gider gelir olmuş, dğabeysinden korkusu kal­

mamıştı, çünkü kasabada ücretli bir işte çalışıyordu.

Bu işin ne olduğunu hiç a ç ı k ç a anlatmış değildi a n a ­sına. Yalnızca iyi bir işmiş, bazen eline bir sürü para g e ­çiyor, bazen de hiç geçmiyormuş. Kazancını ağabeysine hiç göstermiyor, a n c a k kılığının kıyafetinin düzgünlüğüy-le belli ediyordu. Bazı bazı, heyecanlı ve sevinçli olduğu günler anasının eline bir parça gümüş para sıkıştırıp:

— «Al ana, harçlık yap,» dediği oluyordu.

Ana da parayı alıyor, küçük oğlunu büsbütün sevip övüyordu. Anasının eline biraz harçlık vermek büyük oğ­lanın aklına bile gelmezdi. Evin erkeği oldu olalı bütün para onun elindeydi. Ananın karnı daima toktu. İştahı yerindeydi ve yiyebildiği kadar yiyordu. Sırtı da eskisin­den pekti, çünkü urbalarını gelini dikiyor, neye ihtiyacı varsa hepsini yapıyordu. Gerçi ana daha yıllarca y a ş a ­mak niyetindeydi ama, kefenlikleri bile çoktan yapılmış, hazırlanmıştı.

O ne isterse alıyorlardı, oğluyla gelini; içini yatıştıra­

c a k bir çubuk, güzel, lif lif tütünler, midesini ısıtacak s ı ­

c a k sarı şarap. Gelgelelim eline bir parça gümüş verip

d e :

— «Al, ana, gönlünden g e ç e n ufak-tefek şeylere kul­

lan,» demek akıllarına gelmiyordu.

Ana ağzını a ç s a da biraz harçlık istese oğluyla karı­

sı hiç kuşkusuz birbirlerine bakarlar:

— «Peki. ne alacaksın? B i z senin her istediğini yap­

mıyor muyuz?» derlerdi.

Ana bunu çok iyi biliyordu.

Bunun için de küçük oğlunun eline sıkıştırdığı bir

parça gümüş, ötekilerin bütün yaptıklarından daha ho­

şuna gidiyordu. Ana parayı koynunda saklıyor, g e c e olun­

ca yatağından kalkıp yere gömüyordu.

Ne ç a r e ki küçük oğlan her zaman anasının dizinin

dibinde değildi. Ç o ğ u günler kapı önünde gelin kaynana

yalnız başlarına oturuyorlardı ve anaya öyle geliyordu

186

ki evleri boşlukla dopdoluydu. Oturduğu yerden içini çe­kerek çubuğunu tüttürüp duruyordu. Şu günlerde görüp geçirdiklerini düşünmekten b a ş k a y a p a c a k bir işi yoktu...

Ama başına gelmiş olan o bir tek şeyi hiçbir zaman isteyerek düşünmüyordu. Düşündüğü zaman aklına he­men kör kızı geliyordu. Kadın bu İkisinin tanrılar gözün­de tek şey olduğundan her zaman kuşkudaydı. Bazı bazı bir avuntu aramak için bir tapınağa filan gitmek geliyor­du içinden, nasıl bir avuntu aradığını bile bilememekle bir­likte... S o n r a yine o eski günahını hatırlıyor, bu günahı affettirmek için artık iş işten geçmiş gibi geliyor, otur­duğu yerde oturuyordu.

Böyle zamanlarda içini çekerek tasalı tasalı kör kı­zından s ö z açıyordu, Bu çeşit sözlere karşı hemen bir c e ­vap bulup oturtmak da gelinin huyuydu :

— «Kızın rahatı iyidir, sanırım. Onu oğluna almaya razı olan bir baba buluşunuz herkes için ne mutlu oldu!»

Ana da köpürerek, «Benim kızım hünerlidir!» diyor­du. «Onun ne kadar hünerli olduğuna sen hiç inanmadın, biliyorum. Ama, sen gelmezden önce öyle çok işime ya­rardı ki! S e n geldikten sonra ona hiçbir iş gördürtmedin, ne marifetli olduğunu hiç görmedin onun için!»

Gelin elindeki dikişi, iyi olup olmadığını görmek için gözüne yaklaştırarak, «Kim bilir, belki.» diye cevap veri­yordu. «Gelgelelim, ben başladığım işi tez elden bitirmek isterim, oysa gözü görmediği için işini bir türlü bitiremi-yordu.»

Ana yine g ö ğ ü s geçirerek bomboş kapı önüne bakı­

yor ve, «Bir çocuk doğur gayri, a gelin!» diyordu. «Ev

dediğinin içinde bir, iki, üç tane çocuk olmalı. Böyle bom­

b o ş evlere alışık değilim ben! Senin ç o c u ğ u n olmayacak­

sa bari küçük oğlanım evlense, diyorum. Ne çare ki o da

kim bilir hangi sebepten bir türlü evlenmiyor!»

«

** G e n ç kadının içini kemiren dert de zaten beş yıla ya­

kın zamandır evli olduğu halde hâlâ ç o c u ğ u olmayışıydı.

187

Kimseden hcbersiz tapınaklara gidip adaklar adamış, bil­diği her yola başvurmuştu, yine de bedeni kısırlıktan kur-tulamıyordu. Gelgelelim kibirliydi de, derdini d ış ına vur­mak istemediği için kaynanasının bu gibi sözlerine k a r ş ı :

— «Vakti gel ince oğlanlar doğuracağım elbet,» diye c e v a p veriyordu.

A n a ise huysuz huysuz, «Vakti geldi de geçiyor bi­le,» diye söyleniyordu. «Bizim köyde duyulmuş şey deği l ki bir kadının kocas ı olsun da ç o c u ğ u olmasın. Bizim er­lerimiz dünya evine girer girmez baba olurlar, avratları­mız da doğurgandır, senin a n l a y a c a ğ ı n , tohum iyi, top­rak iyi... Besbelli senin bir gizli illetin var ki seni böyle kısır yapıyor. Bir de gelinlik urbalarını bol bol, geniş g e n i ş yaptım, sanki pek işe yaradı!»

Ana fırsatını bulunca yengeye de dert yandı: A ğ z ı ­nı yengenin kulağına yaklaştırarak:

— «İşin içyüzünü bal gibi biliyorum ben,» diye g iz­lice söylendi. «Benim gelin kızışmak nedir bilmiyor. S o ­luk benizli, sapsar ı bir şey. Her günü birbirine benziyor. İçerisinin hiç şöyle bir iyice kızışmadığı besbelli. Gerçi g e ­linliklerini nasipti olsun diye sen biçtin a m a , onda bu s o ­ğukluk olduktan sonra k a ç para eder!»

Yenge gülümseyip başını sa l layarak, «Doğrudur, böy­le soluk, kansız karılar g e ç doğurur.» dedi. S o n r a gülüm­seyen gözlerinde manalı bir bakış belirerek ekledi: «Beri yandan da gençliğinde senin kadar çok kız ışan kadın az bulunur, kadın kardeşim. Bunun her z a m a n hayırlı bir şey olmadığını sen kendin de iyi bilirsin ya!» ;

Bu kez ana çarçabuk cevap verdi: «Bilirim elbet...»

Bir süre sustu, sonra istemeyerek, «Titiz, becerikli kadın doğrusu, Al lah için,» dedi. «Pek temiz, hatta biraz faz la titiz. Y a ğ kavanozunu filan öyle çok yıkayıp ovuyor ki yağları z iyan bile ediyor gibi geliyor bana. Kendi vü­cudunu da durup durup yıkıyor. Kısırl ığının sebebi belki de bu o lsa gerek. Pek faz la yıkanmak da iyi bir şey değil­dir.»

188

Yine de bundan böyle a n a kızışmaktan laf açmadı . Y e n g e o eski kötülüğe değinecek diye korkuyordu. O y s a dünyanın en iyi insanıydı şu yenge. B u n c a yıldır o mese­leyi hic açmamışt ı . Erkeğine söylemişse bile bundan da ananın haberi olmamıştı.

Ananın şu iki derdi o lmasa, yani kör kızının kaderine ve oğlunun oğulları olmayışına tasalanıp durmasa, o eski olayı kendisi de çoktan unutup gidecekti belki... Vücudu­nun kızıştığı günler ona öyle uzak geliyordu! Evet, a n a o başına geleni çoktan unutur giderdi şimdiye dek, a n c a k yaptığı işin günah olduğunu, şimdi bu iki derdinin bu günaha c e z a olarak kendine verildiğini sanıyordu.

Her ne hal ise, ömrü buydu işte! Kızı ö n c e kör ol­

muş, sonra uzaklara gitmişti. Evin içinde de çocuk mocuk

yoktu. Ya ln ızca hayvanlarla köpekler kalmıştı, ama a n a ­

nın bunları beslemeye bile eli varmıyordu.

Şu s ırada hoşnut olunacak bir tek şey vardı, o da iki kardeşin pek öyle eskisi gibi k a v g a etmemeleriydi. B ü ­yük oğlan evin efendisiydi ve bir şikâyeti kalmamıştı. K ü ç ü k oğlanın da gidip kaldığı bir yerler vardı. Eve uğ­radığı zamanlar büyük oğlan biraz alayla :

— «Acep kardeşim sırtındaki o düzgün giysileri ner-den buluyor, nası l bir şeydir bu yaptığı iş?» diye söylen­mekten İleri gitmiyordu. «Benim öyle kılık düzmeye pa­ram yok. O y s a ki kan-terler dökerek iş işleyip duruyo­rum., Onunsa eli paral ıya benziyor. Allah vere de k a s a ­bada bir hırsız çetesine filan katılmış o lmasa. . . Y a k a l a ­nırsa başımızı belaya sokar.»

O z a m a n ana her zamanki gibi hemen küçük oğlun­

dan yana ç ı k ı y o r d u :

— «Zararsız çocuk senin küçük kardeşin, oğul! S e ­

nin de onu övmen gerek. Sevinmen gerek ki burda ka­

lıp toprağın gelirinde s a n a ortak ç ıkacağı yerde gitti, baş­

ka yerde kendine y a p a c a k iş buldu.»

Büyük oğlan da burun kıvırarak, «Öyle! Toprak iş i

yapmamak onun zaten canına minnet,» diyordu.

189

Ama gelinin bu konuda hiç laf ettiği yoktu. Ev top­tan kendine kaldı diye hoşnuttu şu sırada gelin. Delikan­lının geçimini nasıl çıkardığı ona vızgeliyordu. Kılık kı­yafetiyle de ilgilenmiyordu, çünkü kaynı urbalarını b a ş k a yerden almaya başlayalı beri gelin onun dikişini dikmek­ten kurtulmuştu.

Böylece günler gelip geçiyordu. Bahar oldu, geçti,

yaz başladı. Kızcağızı bir türlü ananın aklından çıkmıyor­

du. Bir gün, oturdu, kızının tepenin ardında gözden kay­

bolduğu günden beri geçen günleri parmaklarıyla sayma­

ya başladı. İki elinin bütün parmaklarını on ikişerden d a ­

ha çok saydı, sonra sayısını şaşırdı gayri. Kendi kendi­

ne :

— «Kızın yanına gitmem gerek,» diye düşündü. «Bir

cansızl ığa kapıp koyuverdim kendimi, yoksa daha ö n c e

gitmem gerekirdi. S a ğ l a m olsaydı şimdiye dek kendisi

çıkar beni görmeye gelirdi, b a ş k a gelinler gibi. Ben de

halin nicedir diye sorabilirdim ona. Ellerini, kollarını, y a -

nacıklarım okşardım. Yüzceğizinin rengini görürdüm.»

Oturduğu yerden köyü kuşatan tepelere baktı. Y a z

adamakıllı gelmişti, artık. Yamaçlar yemyeşil, tarlalarda

ekinler boy vermişti. Ana bütün gün bomboş oturduğu

halde artık yorgunluğa hiç gelmeyen bedenine yeni b a ş ­

tan c a n vermeye ç a l ı ş a r a k :

— «Gidip kızımı görmek gerek, hem de bir an ö n c e . nasılsa ne tarlada bir işe yarıyorum, ne de evde.» diye düşündü. «Sıcaklar bastırmadan gideyim. Bir bakarsın o illet yine yakama yapışıverir, ben farkında olmadan. Evet. evet. hemen yarın yola çıkayım bari, nası lsa hava­da bulut bile yok, gökyüzü apaçık, masmavi...»

Başını kaldırıp göğün mavisini görünce, yine a n s ı ­

zın aklına ömrünün çoktan gelmiş geçmiş bir parçası ta-

kılıverdi. Erkeğinin yapındığı ve çıkıp gittiği gün giydi­

ği mavi urba!

190

— «Böyle bir gündü o kumaşı aldığında; kavga et­tikti,! diye düşündü. «Böyle bir güzel, açık gündü. Hâlâ aklımdadır, kumaşın rengi, aynı göğün mavisi gibiydi.»

Yine içini çekti, bu düşünceyi aklından çıkarmak için a y a ğ a kalktı. Az sonra büyük oğlan tarladan gelince a n a :

— «Yarın gidip kız kardeşini görsem diyorum,» de­di. «Bakalım k o c a evindeki hali nicedir? Nasıl olsa onun çıkıp bana geleceği yok.»

Oğlan tasalanarak, «Yarın ben seni götüremem ki ana!» diye c e v a p verdi. «Yapacak çok işimiz var bu gün­lerde. Bekle harman yapılsın, döven dövülsün, ürün tar­tılsın, ondan sonra rahatlarım biraz.»

Gelgelelim, nedense ananın kuşu uçmuştu. Bekle­meye hiç içi razı değildi gayri. Henüz elden ayaktan düş­müş değildi. Hele aklına bir şey koydu mu g ü ç buluyordu. Tembel tembel oturmaktan da u s a n ç getirmişti artık.

— «Yok, ben yarın giderim!» dedi. Oğlunun yüzü hâlâ asıktı. Böyle birden, beklenme­

dik bir şey olursa hemencecik karar vermez, sıkılırdı. — «Ya, nasıl gidersin, ana?» diye sordu.

— «Emmi oğlunun eşeğine biner giderim, izin verir­

se. S e n de git, onun oğlanlarından birini kasabaya kar­

deşine gönder. Kardeşin gelsin, gütsün eşeğimi. İkimiz

gidersek güvenlikli olur. Şu günlerde hiç yol kesenlerden

filan s ö z edilmiyor ama k a s a b a d a şu komünist dedikleri

yeni haydutlar türemiş. Onlar da fukaralara ilişmiyorlar-

mış denilene göre...»

Büyük oğlan anasının tasarısına sonunda b a ş eğdi.

Pek razı olmak içinden gelmiyordu ama, sonunda k a r ı s ı :

— «Anan doğru söylüyor, kardeşinle birlikte gider­

se bir tehlike çıkmaz,» dedi, genç adam da razı oidu.

Böylece ananın dediğini yaptılar. Emmi oğlunun ç o ­

cuklarından birini kasabaya, küçük oğlanı bulmaya gön­

derdiler. Ç o c u k onu bulmuştu, gözleri gülerek d ö n d ü :

— «Emmi oğlum, yani senin ikinci oğlun gelecek,

yenge,» diye haber verdi.

191

Bir an ceketinin düğmeleriyle oynayarak dalgın dur­du. Sonra :

— «Vallahi senin oğlan pek tuhaf, pek gizli bir yer­de oturuyor, bulması da pek güç,» dedi. «Bir dükkânın üst katında, yatak dolu uzun bir odada oturuyor. Yirmi tane yatak var belki; yığın yığın da kâğıt, kitap. A m a , ağabey o dükkânda çal ışmıyormuş, sordum, yok, dedi. Teyze be, ağabeyimin okuma bildiğinden haberim yoktu benim. Bütün o kitapları okuyorsa pek bilgili o l s a gerek.»

Ana bu işe ş a ş ı p kalarak, «Yoktur okuması,» diye cevap verdi. «Hem bana geçimini kitaptan çıkardığını söy-lemediydi. Pek garip, pek tuhaf şey, doğrusu! Görünce sorayım!»

Ertesi gün ana-oğul, vadilerin arasında kıvrım kıv­rım uzanan yolda ilerlerlerken kadın, b a ş b a ş a kalmala­rından yararlanarak küçük oğluna sordu :

— «Yengenin oğlu diyor ki siz in hep bir arada otur­duğunuz o odada kitaplar, kâğıtlar varmış. Nedir onlar? S e n okuma öğrendiğini hiç söylemedin bana, geçimini kitaptan çıkardığını f i lan... Ben ömrümde senin bir tek satır okuduğunu bile görmüş değil im, oğul!»

• Küçük oğlan bir yandan anasının eşeğini güderken beri yandan bir küçük türkü tutturmuştu. Uyumlu bir sesi vardı. Ş a r k ı söylemesini de pek severdi. Şimdi anasının sözleri üzerine türküsünü k e s t i :

— «Biraz öğrendim okumasını,» diye cevap verdi. Ana daha fazla söylesin diye diretince oğlan k a ç a ­

m a ğ a s a p t ı :

— «Anam, şimdi soru sorma b a n a . Bir g ü n vakti saati gelince her şeyi öğreneceksin. Büyük bir gün olacak, bu, anacığım, şimdi söylediğim şarkı da bu gün üstüne. Çalıştığım yerde hep bir ağızdan söyleriz bunu. O gün gelince hepimiz rahata ereceğiz. Dünyada ne yoksul ka­lacak gayri, ne de zengin. Hepimiz birbirimize eşit o laca­ğız.»

İnan olsun, ana ömründe böyle ç ı lg ınca konuşma işit-memiştü Kimin zengin kimin yoksul olacağını Tanrıiar

192

buyurur, insanlar karışmazlar buna, ellerinden ancak ka­derlerine boyun eğmek gelir. Ana bunu bildiği için şimdi korkuyla bağırdı :

— «Oğul, kötü kişilere kapılmamışsındır inşallah seni Haramilerin konuşmasına benziyor bu sözler, oğul! Yok­sulun zengin olabilmesi için haramilikten b a ş k a çıkar yol yoktur, bil iyorsun. Ama bir gün gelip yakalanınca canını alırlar, o zaman zenginlik kaç para eder?»

Delikanlı bu sözler üzerine öfkeden köpürerek. «Hiç­bir şeyden anladığın yok senin, be ana!» dedi. «Şimdi kim­seye bir şey, söylememeye yemin ettim ama, bir gün hep­sini öğreneceksin, inan bana, o gün gelip çat ınca seni unutmayacağım. Yalnız seni hatır layacağım, ana. B a n a yar olmayanlara, o gün gelince ben de yar olmayacağım!»

Bu son sözleri öyle bağırarak söylemişti ki ana onun ağabeysine hâlâ kin beslediğini anladı, öfkesini daha da kabartmamak için bir süre s e s s i z durdu.

Ne var ki oğlunu rahat bırakmak elinde değildi. E ş e ­ğin sırtında oturduğu yerden onu gizl ice süzüyor, kendi kendine düşünüyordu.

Oğlan, elinde hayvanın yuları, önden yürümekteydi. Y ine türkü söylüyordu, kadının şimdiye dek hic duyma­mış olduğu, güm güm öten, ateşli bir türkü ki sözleri an­laşılmıyordu. Ana oğlunun sürdüğü hayatı daha yakın­dan öğrenmek gerektiğini düşündü. Evine, ocağına daha sıkı bağlamalıydı onu. B a ş - g ö z etmeli, aldığı kızı eve ge­tirmeliydi. O zaman oğlan eve daha sık gelir, hatta belki karısının hatırı için yine yuvasına yerleşirdi.

Ana kendisi çıkıp kız aramaya, küçük oğlanın gön­lüne göre güzel, sevgili bir gelin bulmaya karar verdi. Büyük gelin varsın evi çeksin çevirsin, küçük oğlana baş­ka türlü bir kız gerekti.

Bu tasarı lar yüreğini serinletti ananın. Kendi fikrini kendisi öyle beğendi ki daha fazla içinde tutamadı.

— «Evlat, yirmiyi doldurdun, yirmi bire bastın gay­ri,» dedi. «Yakın vakitte baş-göz etmek niyetindeyim. Ne dersin bu işe, iyi fikir değil mi?»

ANA r.: 13/193

Gelgeleüm delikanlı gönlünün içinden geçenleri kim ne bilir? K ü ç ü k oğlan başkalar ı gibi yarı sevinçl i , yarı utangaç gülümseyerek s u s a c a ğ ı yerde olduğu yerde du-ruverdi. Döndü, anas ına baktı ve s o n derece büyük bir h ı n ç l a :

— «Biliyordum zaten bu biçim bir laf edeceğini!» dedi. «Anaların bundan b a ş k a ne bildiği var ki! Yoldaş­larım söylüyorlar, anababalarının hep dediği buymuş: Ev­len, evlen, evlen! Haberin olsun a n a , ben evlenmeyece­ğim, işte! Yok, benim rızamı almadan kız bulup everme­ye kalkarsan beni bir d a h a göremezsin! Bir d a h a eve g e l ­mem gayri!»

Yine döndü, adımlarını sıklaştırarak yürümeye b a ş ­ladı. Kadın ağzını a ç m a y a bile cesaret edemedi. Oğlunun öfkesi karşısında ş a ş k ı n , ürkek kalakalmıştı. Delikanlı şarkı da söylemiyordu artık.

İlerledikçe a n a kızını düşünmeye başladı, bu olup bitenleri unuttu. Şafaktan beri geçmekte oldukları yol öğ­leye doğru dar laşt ıkça darfaştı. Kendi vadilerinin çevre­sinde pek yumuşak kıvrımlı, munis biçimli olan ve otlarla, kamışlarla yemyeşil duran tepeler d a h a sarp, daha y a ­man şekillerle yükselmeye başlamıştı şimdi. Öğle üzeri güneş ışıklarını var gücüyle yere dökerken, zal im sivri tepelerini gökyüzüne doğru yükselten bir s ı ra çıplak, s a r p kayalı dağlara vardılar. Gökyüzü de öyle bulutsuz par­laktı ki o gün, öyle katı, masmaviydi ki ç ıp lak dağların kum rengi zirveleri büsbütün yalç ın, büsbütün sivri du­ruyordu, sanki .

Yolları bu yüksek, soluk renkli yamaçların dibinden kıvrılıp gitmekteydi. Yerdeki taşlar bile koyu renkli deği l , ışık gibi aç ık renkli ve pek gariptiler. A ğ a ç , ot filan da yoktu görünürde, çünkü ortalık tamamen susuzdu.

Yol yukarı lara doğru t ırmandıkça tırmandı. Vakit öğ­leyi bir, iki saat geçmişti ki birden zirvelerin aras ına g iz­lenmiş duran çukur, yuvarlak bir vadiye geldiler. B u r a d a

194

biraz su o lsa gerekti. T a ş duvarlarla çevrili, küçük, dört köşe bir köy, köyün biraz yukarısında da yeşil birkaç tar­la göze çarpıyordu.

Anayla oğul köy surlarının kapısında durdular, kızın gelin gittiği evi sordular. Köylülerden biri dik bir yamacı göstererek:

— «Yeşilliğin bittiği yerde iki ev var, orası,» dedi. «Yeşilliğin en sonudur orası. Ondon ötede kayalarla gök­ten b a ş k a şey bulunmaz, gayri.»

Ana bu dağlar ın acayip, vahşi biçimlerine, soluk renk­lerine, etrafın çorakl ığına şaşkın şaşk ın bakmaktaydı. Ömrü vadiler arasında geçmişti onun. Şimdi yokuş yukarı tırmanırken buradaki toprağın verimsizliğini, tarlaların taşlılığını, ürünün cılızlığını, kıtlığını gördükçe şaşkınl ık ve dehşet içinde kalıyordu.

— «Bu yeri hiç gözüm tutmadı benim, oğul!» diye söylendi. «Böyle çetin yerde y a p a m a z senin kız kardeşin! Daha o lmazsa alır, eve götürürüz. Evet, evet, baktık ki. burda olamıyor, onu bindiririz eşeğe, ben de şenlen yürü­rüm. Ne derlerse desinler, vızgelir. Nası l o lsa ağırl ık fi lan vermeden aldılar kızı, ben de tutar götürürüm.»

Delikanlı cevap vermedi. Yorgundu, karnı açtı. Yan­larına aldıkları biraz soğuk yiyecekten b a ş k a bir şey yeme­mişlerdi bütün gün. Kızm evine varmak için sabırsızlanı­yordu. Orada dinlenecek ve geceyi geçireceklerdi. Deli­kanlı acelesinden hayvanın yularına öyle bir asıl ıyordu ki anası sinirinden nerdsyaa bağıracaktı.

Birden ©vin orsana .çıktılar. E v e t a ş a ğ ı d a n gösterdik­leri iki ev işte karşılaş ;ndayd.. yamacın en ucunda, kaya­lara yapışmış gibi duruyordu. A n a kızanın buıda oturduğu­nu anladı, çünkü o günkü o kötü bakışl ı ihtiyar evlerden birinin kapısı önünde durmaktaydı.

K o c a adam anayı görünce, gözlerine Inanamıyormuş gibi durdu baktı, sonra hemen içeri koştu ve biraz sonra yanında başkalarıyla dışarı çıktı. Bunlar esmer, zayıf, vahşi kılıklı bir adam, iki kadın ve -sallapati bir delikanlı­dan ibaretti. Ananın kör kızı aralarında yoktu.

195

A n a eşekten İnip eve doğru iieriedi. K a p ! önündekiler s e s çıkarmadan ona bakıyorlardı. A n a da onlara bakt ıkça içini bir korkudur aidi. Ömründe bu kılıkta insan görme­mişti. Kadınların saçlar» karmakarışık, ot, diken doluydu. Yüzleri güneşten kararıp çat lamış, giysilerini kir götürü­yordu. Erkeklerin kılık-kıyafeti de böyleydi.

Öteki kulübeden marazlı birkoç çocuk çıktı geldi. B e ­nizleri hastal ıktan sapsar ı , dudakları çatlak çatlak, vücut­ları kirden görüşmüyordu. Hepsi de orda durmuş, anay la oğula hiç ses çıkarmadan gözlerini dikmişlerdi. Merhaba bile demediler- Hepsinin de gözlerinde hayvan g ö z ü gibi vahşi, donuk bir bakış vardı. . ,

Ananın yüreği korkudan a ğ z ı n a geldi, ansızın :

— «Kızım nerde? Nereye sakladınız kızımı?» diye b a ­

ğırarak üzerlerine koştu.

Delikanlı ise eşeğin yularından tutmuş, geride kal­

mıştı.

Sonunda kadınlardan biri, ters bir tavırla konuştu. Sözlerini anlamak güçtü. K a b a bir kuzey şivesiyle konu­şuyor, kelimeler o kırık dökük dişlerinin aras ına takılmış gibi. hiçbir dediği doğru dürüst anlaşılmıyordu.

— «Vakîindo geldin, hanım ana,» dedi. «Kızın bugün

öldü.»

A n a : «Öldü ha!» diye inledi, b a ş k a bir şey diyemedi.

Yüreği durmuş, soluğu kesilmiş, sesi kısılmıştı. Kapı önündekiieri iterek birinci kulübeye girdi. O r a ­

d a , yere yapılmış s a z bir döşeğin üzerinde kor kız; yat­maktaydı. S e s s i z , kımıltısız, c a n s ı z yatıyordu k u c a ğ ı z . Sır­tında gelin olduğu günkü urbaları vardı a m a kirlenmiş, paralanmış bir durumda. Öteki urbalarından eser yoktu. Odada bu s a z döşekten, kaba s a b a birkaç iskemleden b a ş k a bir şey yoktu, za ien.

Ana koştu, d.z çöktü evladının yanı başına. O dur­gun çehreye, çökük gözlere, o sabırlı küçük a ğ ı z a . o k a ­dar iyi biidiği bu yüze, baktı, baktı. Sonra birden a ğ l a m a ­ya başlayarak yavrusunun üzerine kapandı. O küçük el­leri kavradı. Kızın hırkasının yırtık yenlerini, pantolonu-

196

rıun paçalarını sıyırarak o incecik kol lan, b a c a k l a n elle­di, bakalım bir yara bere, bir kırık filan var mı diye.

Ama yoktu böyie bir şey. Kızcağız ın taze yumuşak cildi düzgün, beresiz, kemikleri kırıksızdi; bir şey yoktu, görünüşte. Ya ln ızca rengi soluk, vücudu da pek zayıftı. Ama, eskiden beri zayıftı zaten, solukluğu da ölüm soluk-iuğu çîöbiHrdi.

Ana eğildi, bakalım zehir kokusu var mı diye kızın dudaklarını kokladı. A m a yoktu, harif. acıkl ı bir ölüm ko­kusundan b a ş k a hiçbir şey yoktu.

Yine de ana bu ölümün doğal, vakti saati gelmiş bir ölüm olduğuna inanamadı. Kapıda durmuş s e s ç ıkarma­dan kendine bakan o insanlara doğru döndü. Baktı onla­r a , o val isi, kaba yüzlerini gördü ve boğuiurcasına a ğ l a ­masının arasından h a y k ı r d ı :

— «Öldürdünüz kızırru'Slzî Bal gibi biliyorum! S i z öidürmedinizse söyleyin bakalım nası l öldü böyle çabu­c a k ? Gelin olduğunda s a p a s a ğ l a m d ı »

O zaman ananın daha ilk bakıştan tiksinmiş olduğu o k o c a adam sırıtarak, «Lafını tart da söyle kadın-kardeş!» dedi. «Ne demek biz öldürmüşüz? Yenilir yutulur laf değil bü...»

Demin konuşan o çatık suratlı kadın bağırarak ada­mın sözünü k e s t i :

— «Nasıl mı öldü? S o ğ u k oldı da öldü, cıl ızl ığından, öyie öldü işte!» Yere tükürdü ve tiz, çığîık çığlık bir sesle sözüne devam et t i : «işo yaramazın biriydi zaten, bir şey biidiği yoktu. Pınardan su taşımasını bile öğrenemediydi. İlle düşer şaşar, ya da yolunu kaybeder!»

Ana dışarı baktı, dik, taşlı bir yokuşun dibinde küçük bir su birikintisi gördü.

— «Pınar dediğiniz bu mu?» diye inier gibi sordu. C e v a p veren olmadı. A n a , yüreği büsbütün y a n a r a k : — «Dövdünüz öyleyse onu, herhalde her g ü n döver­

diniz!» diye bağırdı.

Deminki kadın, «Bak bakalım yorası-beresi var mı?» diye cevap verdi. «Oğian onu a n c a k bir kere dövdü, ç a ­ğır ınca hemen gelmedi diye, işte o kadar.»

197

Ana soluğu kesil ircesine, «Nerde senin oğlun?» diye sordu.

Oğlanı ö n e doğru ittiler, boş bakışl ı , sal lapati, sav­ruk tavırlı bir oğlandı bu. Onun tam bir budala olduğunu a n a o s s a a î anladı.

Başını ö lmüş kızının göğsüne yasladı ve ağladı, a ğ l a ­d ı . . . Yavrusunun bu insanların elinden kim bilir neler çek­tiğini düşündükçe büsbütün ağlıyordu.

Onun böyle çı lg ınca ağlaması onu seyredenlerin öf­kesini kabartmaktaydı. Bir ara a n a omuzuna birinin do­kunduğunu duyarak başını kaldırınca küçük oğlunu gör­dü. Oğlan eğilerek t e l a ş l a :

— «Ana, tehlikedeyiz burda, korktum ben, kalk gide­lim gayri,» diye fısıldadı. «Ana, ölen ölmüş gayri, elinden ne gelir ki? Bu insanların bakışı pek hain, ellerine düş­meyelim. G e l . hemen aşağık i köye gidelim. Azıcık yemek­lik alıp bu g e c e evimize dönelim.»

Ana istemeye istemeye a y a ğ a kalktı. Sonra, çevresi­ne bakınca kapıdakilerin duruşundan o da ürktü. Homur-homur söylenişlerini, kendinden ve oğlundan yana dik dik bakışlarını hiç hayra yormadı. Oğlanın selametini düşün­mek gerekti. Varsınlar kendini öldürsünler, g a m yemezdi, a m a ortada oğlu vardı..

Döndü, son bir kez kızına baktı. Kızın giysilerini dü­zeltti, elceğizlerlni devşirdi. Sonra dışarı, ikindi güneşine çıktı.

Onun sakinleştiğini, eşeğine binmek üzere olduğunu görünce, şimdiye değin konuşmamış olan o öteki adam, aptal oğlanın babası yanına g e l d i :

— «Bak bir kere, kadın-kardeş.» dedi. «Bizim dürüst kimseler olduğumuza inanmıyorsun a m a . kızına aldığımız şu tabuta bak hele. On tane gümüş paraya aldık, elimizde ovucumuzda ne varsa harcadık. Kızına değer vermemiş o lsak tutar böyle tabut alır mıydık?»

Ana baktı, kapının yan tarafında gerçekten bir ta­but durduğunu gördü a m a , on tane gümüş para filan et­mezdi bu tabut, boyasız keresteden yapılma kaba s a b a

193

bir sandıktan ibaretti, tahtaları kâğıt gibi incecik, düpe­düz bir yoksul tabuttu.

A n a öfkeli bir cevap vererek: «Şu sandık mı tabut de­diğin? Kız ıma benim verdiğim gümüş paralarla bundan iyisi alınırdı!» demek için ağzını açt ı .

A m a bir şey demedi. Bu insanlardan korkmak gerek­tiğini hatırladı, bu iki hain bakışlı adam, bu vahşi kadın­lar. Kendi oğlu da acele etsin diye kolundan çekiştiriyor­du. Böylece a n a tok ses le :

— «Hiçbir şey demeyeceğim gayri,» diye cevap ver­di. «Kızım ölmüş, dünyanın öfkesi geri getiremez onu!»

Bir an durdu, etrafındakilerin yüzlerine baktı. Sonra e k l e d i :

— «Tanrılar elbet yaptıklarınıza tanıktır. Bildikleri g i­bi etsinler sizi!»

Tekrar karşısındakilere baktı a m a cevap veren olma­dı. Bunun üzerine ana dönüp eşeğine bindi, oğlu da yuları hızlı hızlı çekmeye başladı. Biraz sonra döndü, bakal ım peşlerinden gelen var mı diye arkasına baktı. '

— «Köye inip de insan içine kar ışmadıkça içim ra­hat etmeyecek.» dedi. «Öyle ödüm koptu ki!»

A n a ise c e v a p vermedi. Konuşmakta ne yarar vardı? K ı z c a ğ ı z ı ölmüştü artık.

199

XV!S

f~\ G E C E kendi evinin önünde boş eşekten indiği z a -man ana yorgunluktan yarı baygın gibiydi. Yol bo­

yunca, kâh bağıra bağıra, kâh usul usul, durmadan a ğ l a ­mış, delikanlı anasının ağlamasından deliye dönerek so­nunda :

— «Allah aşk ına kes ulumanı ana, dayanamıyorum!» diye haykırmıştı.

Ana onun hatırı için kendini tutmuş, sonra yine a ğ ­lamaya başlamıştı. Bu kez delikanlı dişlerini kısarak hınç­la söylenmişt i :

— «Beklediğimiz gün gelmiş o l s a , yoksulların da hak­kı tanınsa, savunma fırsatı verilse gider o herifleri mah­kemeye verirdik, ablamın hayatına karşı tazminat alırdık! Ama, biz bu kadar yoksulken, memlekette hak-hukuk yok­ken, ne yararı var?»

Anası hıçkırıklarının arasından, «Doğrudur, hakkımı­zı satın a lacak paramız olmadıktan sonra mahkemeye git­mekte yarar yok,» diye cevap verdi. S o n r a yeni baştan b o ş a n a r a k :

— «Dünyanın parası da olsa, hakkı-hukuku da olsa ne çıkar, ölmüş kızımı diriltemedikten sonra?» diye a ğ l a ­maya başladı.

Sonunda küçük oğlan da ağladı. Ablasına ya da ana­sına içi yandığından çok, ayaklarının a c ı s ı n a , yorgunlu­ğuna, dünyanın kötü dünya oluşuna ağladı.

Böylece en sonunda kendi evlerine vardılar. A n a eşek­ten inince büyük oğlunu öyle yürek paralayıcı, öyle yük-

200

sek bir sesle çağırdı ki adam koşarak çıkageldi. O z a ­man a n a :

— «Oğul, kız kardeşin ölmüş!» diye haykırdı.

Genç adam bir şey anlamayarak bakakalmıştı. Ana hemen olup biteni anlatmaya başladı. Onun sesini duyan başkaları da evlerinden koşup geldiler. Öyle ki g e c e ka­ranlığında hemen bütün köy ananın çevresini kuşattı ve anlattıklarını dinledi.

Küçük oğlan eşeğe yaslanmış, yarı baygın bir durum­daydı. Anasının susmadığını görünce gitti, kendini yere attı ve o gün görüp geçirdikleriyle sersemlemiş olarak yattı, kaldı. Anası gözlerinden yaşlar boşanarak etrafın­dakilere bakıyor ve bağıra bağıra dövünüyordu :

— «Kızcağızım ölmüş, gitmiş, yatakalmış! Lanet ol­sun bana ki elimden bıraktım onu! Ama, ben bırakır mıy­dım bu taş yürekli gelinim olmasa? Gel gör ki k ızcağıza bir lokma etle, çarığının üstündeki bir gülü bile çok gör­dü. Ben de ölüp gidersem kıza ne olur diye korktum, o da korktu, yavrucağız, yoksa kendi isteğiyle benden ay­rılmazdı o, küçücük, uysal çocuk! Evlenmek, erkeğe var­mak gözünde miydi onun? Yüreği çocuk yüreğiydi hâiâ, evinden, anasından b a ş k a şey bilmezdi! Ah, oğul, oğul senin avradındır bunu benim başıma getiren! Lanet olsun evimize geldiği güne! Tevekkeli değil çocuğu olmuyor, onda o katı yürek varken elbet olmaz!»

Böylece ana ağ lad ıkça ağladı. Köylüler de dinlediler ve onu avutmaya cal ışt ı larsa da avunmaya niyeti yoktu ananın. Büyük oğlan ise hiç sesini çıkarmamış, başı önüne eğik durmuştu. A n c a k anası gelince lanet okuyup çocuk doğurmamasından söz edince ağzını açt ı , sakin, ölçülü bir s e s l e :

— «Yok, ana,» dedi. «Gelinin seni kızını o eve gön­der, diye zorlamadı. Hemencecik gelin ediverdin kızı. kim­seye bir şey söylemeden yaptın, ettin. Hatta hepimiz ş a ş ­tık, k:zını vereceğin yeri kendin gidip görmedin diye.»

Sonra genç adam babasının emmi oğluna dönerek s o r d u :

201

— «Oyle değil mi. a m c a ? Hatırında mı konuştuyduk da ben dedimdi, anamın bu işte böyle acele edişine ş a ş ı ­yorum diye.»

Emmi oğlu da başını öte yana çevirdi, ağz ında bir s a m a n çöpü çiğneyerek istemeye istemeye :

— «Doğru, biraz acele olduydu,» diye söylendi. Yenge de kucağına torununu almış, gelmişti. Üzün­

tülü bir s e s l e :

— «Hakları var, kardeşceğiz im, eskiden beri burnu­nun doğrusuna gidersin biraz.» dedi. «Aklına bir şey geldi mi hemen yaparsın, kimseye danışmazsım D a h a hiçbiri­mizin bir şeyden haberi yokken s e n yapmış, yoğurmuşsun-dur bile; bize de a n c a , iyi etmişsin, demesi kalır. Eskiden beridir huyun bu senin.»

Lakin ananın bu g e c e s u ç yüklenecek g ü c ü yoktu. Öfkeden altüst olan yüzünü yengeye dönerek :

— «Sen de. o ağır canlı adamına alışmışsml» diye ateş püskürdü. «Onun yanında herkesi telaşçı bulacak olursan...»

Ömürleri boyunca yakın dost olan bu İki kadın ner-deyse kavga edecek gibiydiler. Neyse kl emmi oğlu çok iyi, çok geçimli bir adamdı. Karısının kıpkırmızı kesilen yüzüne bakınca çok acı bir cevap hazır lamak üzere ol-ouğunu sezdi ve hemen araya g i r d i :

— «Sus gayr i , oğullarımın a n a s ı ! K a d ı n c a ğ ı z ciğerin­den vurulmuş bu g e c e , kendinde deği l , baksana!»

Ve ağzındaki s a m a n çöpünü biraz daha çiğnedikten sonra uysal bir sesle e k l e d i :

— «Doğrudur benim ağır canl ı olduğum. Küçüklü­ğümden beri söyler dururlar. S e n de k a ç kez söylemişsin-dir, oğullarımın a n a s ı . . . Doğrudur, ağır canlıyım ben.»

Köylülerden biri, «Ağır canlısındır, neme gerek, kar­deş,» diye cevap verdi. «Ağır düşünür, ağır konuşursun!»

Emmi oğlu, «Öyle,» diyerek, bir g ö ğ ü s geçirdi. Ağz ın­

daki kırık çöpü tükürdü attı ve yanı başındaki pirinç d e s ­

tesinden yeni bir çöp aldı.

202

Böylece kavga önlenmiş oldu. Y ine de ananın acıs ı yat ışmış değildi. Gözüne birden fitne karı çarptı. İhtiyar kadın, ağzı bir karış a ç ı k , gözleri faltaşı gibi, söylenenleri dinlemekteydi. Onu görünce ananın öfkesiyle kederi ye­niden tazelendi, birbirine karıştı. Fitne karının üstüne atı­lıp o pörsük yüzünü tırmıklamaya, saçlarım yolmaya baş­ladı. Bir yandan d a :

,— «Senin tanıdığındı o insanlar, oğlanın aptal oldu­ğunu biliyordun!» diye haykırdı. «Hiçbir şey söylemedin bize, bizim gibi yoksul köylüler dedin. Söylemedin kızım o dik yokuştan inip ç ı k a c a k su taş ıyacak diye... Bütün günahı , vebali senin boynuna! Senden bunun acısını ç ı­karmadıkça içim rafıat etmeyecek...»

Böylece, zavall ı fitne karıyı enikonu hırpaladı. İşin nereye varacağı belli olmazdı, neyse ki büyük oğlan atılıp aralarına girdi. Küçük oğlan da yerden kalkarak gitti, ana­sını tuttu. Böylece fitne karı kaçtı oradan.

Gelgelelim kaçmayı gururuna da yediremiyordu. B i raz uzak laş ınca durup bağırdı:

— «Evet, a m a , kızın kördü senin, doğru dürüst erkek onu alır mıydı? Ben s a n a çok büyük iyilik ettim, kadın kardeş, işte karşılığını da böyle gördüm!»

Dövünüp yolunarak, yüzündeki tırmıklan gösterip ağ­layarak kavgayı büsbütün kızıştırmaya yelteniyordu.

Neyse ki köylüler onu hemen ordan uzaklaştırdılar. Oğul lar ı da hâlâ ağlayan analarını eve soktular. A n a ha­rap düşmüştü, artık. Oğul lar ının kendini odasına götürme­lerine karşı direnmedi. Onu yatağına oturttular. Gelini de onlar d ışarda kavga ederken su ısıtmıştı. Şimdi s ı c a k s u ­ya batırdığı bir havluyla kaynanasının yüzünü, gözünü, el­lerini si ldi, sonra da sofray» hazırladı.

Böylece a n a yavaş y a v a ş yatıştı biraz. D a h a usul a ğ ­

lar oldu. İçini çekerek biraz çay içti, biraz yemek yedi,

sonra d a :

— «Küçük oğlanım nerde?» diye sordu.

Delikanlı geldi, anasının önünde durdu. Kadın onun nası l ölü gibi s a p s a r ı , bitik bir durumda olduğunu, neşesi

203

nin kalmadığını gördü. Yanı basma oturttu onu. Ellerini tuttu, karnını doyursun, dinlensin diye yalvardı.

— «Bu g e c e burada, benim yanı başımda, ablanın dö­şeğinde yat, küçüğüm. Bu g e c e bu döşeğin boş durmasına katlanamayacağını, evladım.»

Böylece küçük oğlan da kör kızın yatağına yattı, b a ­şını yast ığa koyar koymaz derin bir uykuya daldı.

Evde bütün s e s seda kesildikten sonra bile ana s ü ­rekli uykuya dalamadı. îliklerine kadar haraptı. O günkü uzun yolculuk ve g ü ç üzüntüsü • vücudunu yormuş bitir­mişti: Şimdi onu avutan tek şey yakınında uyuyan delikan­lının derin nefes seslerini dinlemekti. İçinde oğluna karşı yepyeni bir sevgi duyarak:

— «Daha iyi bakayım gayri bu oğlana,» diye düşün­dü. «Elimde bir o kaldı. Baş-göz etmeli, bir oda d a h a çık­malı ki karı-kocanın kendi başlarına bir yerleri olsun. S o n ­ra çocukları olduğu zaman.. . evet, evet, iyi, gürbüz bir karı bulmalı ona ki evin içi biraz çoluk-çocuk görsün ar­tık.»

Ömrünün bundan sonra gelecek olan günlerinde a n a kendisi için bütün mutluluğu a n c a k d o ğ a c a k torunlarında bulabiliyordu.

Bu düşünce bile onun derdini uzun z a m a n avutmaya yetmezdi. Ama eski illeti yine geldi, musallat oldu ve onu öyle cans ız bir hale getirdi ki y a s tutacak bile g ü c ü kal­madı. Vücudu da kalbi de bomboş, günlerce yattı. Ne kaygı ne de umut duyacak kuvveti olmadığı için ne keder­li, ne de mutluydu.

Birçokları onu avutmaya geldiler; konu-komşu, a k r a ­

baları, yenge.

— «Bacım, ne yaparsın, yavrucak nası lsa kördü.» de­diler.

— «Bacım, tanrıların buyurduğunu kullar bozamaz, bu dünyada hiçbir şeyin yasını tutmakta yarar yok,» de­diler.

— «Oğulların s a n a destek olsun.» dediler.

204

Bir gün yenge yine öyle bir laf edince ana ölgün bir s e s l e cevap verdi:

— «Öyle diyorsun ama, büyük oğlumun karısının ço­c u ğ u olmuyor, küçük oğlumsa evlenmek istemiyor.»

Yenge o g a m s ı z tavrıyla: «Gelinine daha birkaç yıl izin ver, kardeş,» dedi. «Bazı zaman yedi yıl kısır oturan kadınlar yedi yıldan sonra kendilerini bulurlar da art arda nur topu gibi bir sıra çocuk doğururlar. Ben bile k a ç kez tanık olmuşumdur. Küçük oğlanın evlenmeyeceğim dedi­ğine gel ince, bir yerde bir sevdiği var demektir. Bakal ım, sorup öğrenelim kimmiş. Oğlumuza uygun bir şey mi de­ğil mi bakalım. Öyledir, öyledir, mutlaka sevdiği bir kız vardır, zamane gençlerinin hepsinin başında! Y o k s a bu dünyada evlenmeyeceğim diyen oğlan olur mu?»

A n a : «Eğil, kardeş, kulağını yaklaştır,» dedi. Sonra yengenin kulağına fısı ldadı:

— «Tasa yakamı bırakmıyor, tuttuğum her iş ters gidiyor. Bazen öyle geliyor ki tanrılar eskiden işlediğim o günahın acısını çıkartıyorlar, belki de torun sahibi olma­yı nasip etmeyecekler bana!»

Sonra gözlerini yumdu, gözkapaklarının altından iki tane iri yaş damlası s ızdı. Bütün günahlarını birer birer akl ından geçirdi. Yalnız yengenin bildiği o meseie değil, kocasının ağzından yazdırdığı o mektuplar, dul kaldım deyişleri, daha düzdüğü onca yalan.. . Gerçi kadın o y a ­lanların hepsini günahtan saymıyordu. Aşağ< yukarı her­k e s gururunu kurtarmak için az çok yalan söylerdi. Y ine de erkeğini ölmüş gibi göstermek için söylediği yalanlar herhalde günahtı. Şimdi düşündükçe anaya, uzanmış da erkeğini kendisi, kendi eliyle öldürmüş gibi geliyordu. S o n ­ra da bu ölüm yalanından bir b a ş k a erkeğe kavuşmak için yararlanmak istemişti.

Esk i günahlardı bunlar, öyle eski ki iyiliği üzerinde olduğu günler uzun zaman aklına gelmediği olurdu. Ama, şu bitik, dertli günlerinde hepsi de eskisinden daha kuv­vetle depreştiler, her zamankinden daha ağır geldiler a n a -

205

y a , çünkü bunları kimseye söyleyemiyordu. Kendi içinde saklamak zorundaydı, köy içinde itibarı büyük olduğu için.

Anayı öyle bir karamsarl ık bastı ki gitgide, küçük oğ­lunu görmekten b a ş k a hiçbir şeyle uzun zaman o y a l a n a -maz oldu. Gelini ona ç o k iyi bakıyordu, doğrusu. Yeme­ğini her z a m a n vaktinde, s ı c a c ı k hazırlıyor, hatta yürüye­rek bir kilometre ötedeki bir b a ş k a köye gidip kaynanası için fasulyeden yapılma bir çeşit kuru pelte alıp getiriyor­du. Kadın her ihtiyacı için gelinine güveniyor, yatakta bir yandan öbür yana döneceği z a m a n bi le gelinini çağınyor-du ama, yine de teselli bulmuyordu onun varlığından. Ter­sine, ç o k zaman, gel in, elinden gelen gayretle hizmet et­tiği halde kaynana, yok ellerin soğuk, yok suratın s a n diye titizleniyor ve ç o c u k ç a bir kinle dik dik bakıyordu.

Yalnız, gelinine çocuksuzluğundan ötürü laf etmez o l­

muştu, artık. S u ç u n kendi günahlarında olduğundan kuş­

kulandığı için bu konuyu hiç açmıyordu.

Sonunda yatağından kalktı. Sonbahar la birlikte kendi sancılarının, acılarının şiddeti de geçmiş gibiydi. Durgun­du, gamlıydı şimdi ama eskisi kadar değil. Kızının yas ı da eski kuvvetini kaybetmişti. Bir gün geldi, a n a kendi ken­dine:

— «Belki konu komşunun hakkı var, belki ölümü kız­

cağızın hakkında daha hayırlı oldu.» diye düşündü. «Dün­

yada ölümden beter öyle şeyler var kl!»

• Ve bu düşünceye dört elle sarıldı

i Köylülerin hepsi ona destek oldular. Ananın yanında

kızın lafını etmediler bir daha. Herhalde kendi ara lann-

dayken de kızın lafını etmiyorlardı gayri. Kör bir kızın ölü­

münde lafı edilip durulacak ne vardı? Dünyada kör ç o k ­

tu...

İlk önceleri köylüler ananın yanında, derdini depreş­

tirmemek için sözünü açmadılar, kızın. Sonra söylenecek

taze bir şey olmadığı için sustular. B a ş k a şeyler, b a ş k a

kimseler üstüne yeni yeni haberler ç ıkt ıkça eskiler unu­

tuldu, kör kızın k ısacık ömrü de tamamen sona ermiş oldu.

206

Fitne k a n bir süre anadan sakındı, çekindi, onunla b a ş b a ş a kalmamaya dikkat etti. A m a hastalığın anayı na­sı l zayıf bıraktığını görünce rahatladı, gördüğü yerde e s ­kisi gibi candan davranmaya başladı.

Ana da bıraktı gayri , geçmişler unutulsun, s u s s u n . Anılar şimdi aras ı ra kendi gönlünün içinde konuşuyordu; hepsi bu...

20?

X V I I I

E R K E N birdenbire yepyeni bir gün doğar gibi oldu.

O yılın baharında bir gün küçük oğlan eve geldi:

— «Bir zaman yanında kalmaya geldim, ana,» dedi. «Ne kadar kalırım bilmem, a m a talimat ç ık ıncaya dek bek­leyeceğim.»

Ana sevindi ferahladı, ama oğlan fazla bir şey deme­di. Oğlanın üzerinde eski hali de pek yoktu. S e s i çıkmı­yor, türkü çağırıp şakalaşmıyor, eskis i gibi öyle ileri geri konuşup durmuyordu.

Ana içinden a c a b a çocuk hasta mı, y o k s a bir gizli der­di mi var, diye meraklandı. Merakını yengeye açt ıysa da yenge tasalanmadan:

— «Kimbilir, belki de çocukluktan çıkıp büyüyordur gayri,» dedi. «Kaç yaşında oldu şimdi? Benim beşincisiyle onlar birdir gal iba. Benim kız yirmisini bitirdi, yirmi birine bastı, evleneli dört yıl oluyor. Öyle ya, yirmi bir y a ş çocuklu­ğun sonu demektir. O yaşta bir erkek eskisi gibi işin ş a k a ­sında olmaz artık, başıboşluktan çıkar. Gerçi senin kocan sonuna kadar ne duruldu, ne de oturduydu, hep akl ımda­dır.»

Ana, «Öyle,» diye içini çekti. Kocasının anısı kafasında iyice silikleşmişti artık ve

bir dereceye kadar küçük oğlunun düşüncesiyle karışmış­tı. Hatta bazen ana, kocasının yüzünü bile doğru dürüst akl ına getiremiyordu. Gözünün önünde küçük oğlunun yü­zü beliriveriyordu, ç ü n k ü . . .

208

Geldiğinin dokuzuncu günü küçük oğlan geldiği gibi yine ansızın, yine giz l ice çıktı, gitti. Beklediği talimatı ner-den, kimden aldığını da kimsecikler bilemedi. Giysilerini küçük deri çantas ına koyduğu gibi çıktı, gitti.

Onun gidişine çok üzülen a n a s ı , «Ben de seni kala­c a k sandıydım, oğul,» diye sızlandı.

Oğlan, «Yine gelir im, ana,» diye cevap verdi.

için için yine keyiflenmiş, neşesi yerine gelmiş gibi, ç ı -itıp gitmeye c a n atıyormuş gibi bir hali vardı.

Bundan sonra neşesini hiç yitirmedi. Hiç. habersiz g e ­liyor gidiyordu. Bir gün bakıyorsunuz, çantası koltuğunda kapıda bitiveriyordu. Birkaç gün köyceğizde oyalanıyor, çayevinde oturup zamanların kötülüğünden, adaletsizlikten dem vuruyor, günlerden bir gün her şeyin eskisinden daha iyi olacağını söylüyordu.

Köylüler onu. birbirlerinin yüzüne bakarak dinliyor, sözlerine ne anlam vereceklerini bilemiyorlardı. Han s a ­hibi kafasını kaşıyarak:

— «Vallahi, ha ^milerln lafına benziyor bence bu laf­lar!» diyordu.

Ama, köylüler ağabeysinin. anasının hatırı için bıra­kıyorlardı oğlanı konuşsun. Ona hâlâ çocuk gözüyle bak­tıklarından elbet evlenip dünya evine girince akıllanır, us­lanır, diyorlardı.

Gelgelelim köyde kaldığı zamanlar delikanlı hep eli boş geziyordu. Bazen ufak tefek bir hizmette ağabeysine sözümona yardım etmeye kalkışıyor, o zaman ağabeysi de onu küçümseyerek:

— «Eksik olma kardeşim, ama, ben işimi sensiz gör­meye alışığım,» diyordu.

Küçük kardeş bunun üzerine küstah bir tavır takını­yordu. Pek küstah olup çıkmıştı şu son zamanlarda. Kav­ga filan etmiyor, serinkanlı l ıkla gülüp yere tükürerek:

— «Nasıl istersen, ağabey,» diye cevap veriyordu. Öyle serinkanlıydı ki tutumları, ağabeysi hırsından

çat layacak hallere geliyordu. K a ç kez içinden, çık git bir

ANA F: : 14/209

daha gözüm görmesin, demek gelmişti a m a , insan öz kar­deşini evden kovarsa bir daha konu-komşunun yüzüne nasıl bakardı?

Anası ise küçük oğlunun hiçbir kusurunu görmek is­temiyordu. Oğlan onun yanındayken de ileri geri konuşu­yor, ağabeysine atıp tutuyordu:

— «Bu küçük toprak sahipleri, geçimlerini ç ıkarmak için toprak kiralamak zorunda olan bu küçük insanlar öyle adi, kibirli nesneler ki deme gitsin! Günün birinde bütün topraklar ortaklaşa olup da kimsenin elinde kendine ait mal kalmayınca görecekler onlar günlerini! A m a . layıktır­lar başlarına geleceğe!»

Ana ise bu sözlerden a n c a k pek azını anlıyor ve: «Doğ­

ru, ağabeyinin burnu bana da pek büyüdü gibi geliyor,

karısı ise tamtakır kısır,» diye sızlanıyordu.

Küçük oğluna öyle bir dört elle sarıl ıp bel bağlamıştı

ki delikanlının ağzından her ç ıkan lakırdı kadına bir kera­

met gibi geliyordu. Oğlanın eve geldiği her gün bir ayrı

bayramdı onun için. Elinden gelse bu günleri sahici bay­

mam gibi kut layacak, her seferinde tavuk kesip şölen çe­

kecekti. Ama, elinde değildi bu. Tavuklara da büyük oğlan

sahipti çünkü. Ananın yapabildiği, en ç o k birkaç yumur­

ta çalıp saklamak, küçük oğlu gel ince yesin diye s ı c a k

suya kırık şekerle karıştırmaktı.

Öyle bir hale geldi ki eline g e ç e n ş e k ^ r , çörek gibi şeyleri hep küçük oğiu için bir köşeye koyup saklar oldu. Artık y a p a c a k işi g ü c ü olmadığı için boyuna komşu gez i­yor, oralarda kendine sunulan bir şeftaliyi, bir erik ku­rusunu, küçük bir kurabiyeyi hemen bir köşeye ayırıyordu.

Sonra da bu sakladıkları küflenip bozulmasın dly© uzun uzun uğraşıyor, elinden geldiği kadar dayandırtma-ya çalışıyordu. Oğlanın gelmesi gecikip de, bozulup atı la­caklar diye bu meyveleri, çörekleri kendisi yemek zorun­da kal ınca, gırtlağına düşkün olduğu halde hiç içine s in­miyor, boğazından geçmiyordu. Bu öteberiyi sak ladığ ı çek­meceyi durup duru; açıyor, kondl kendine:

210

— «Gelmedi, gelmiyor,» diye düşünüyordu. «Şimdi bir

minik torunum olaydı, oğlan gelmeyince bunları ona ye-

dirirdim. Oğlum gelmeyince böyle kupkuru kalıveriyorum.»

Her gün saat lerce oğlunun, gelişini uzaktan seçmek için yolları gözler oldu. Bir erkeğin geçtiğini görür gör­mez hemen koşuyordu. E ğ e r gelen kendi oğluysa delikan­lının o s ıcac ık elini kendi kuru, ihtiyar silerinin arasına aldığı gibi oğlanı odasına sokuyor, gelinin kaynanası için hep hazır tuttuğu çaydan boşaltıyor, sonra da çekmecede sakladığı yiyecekleri sevine sevine çıkarıyordu.

Oturup oğlanın, sunulan şeylerin arasından en iyile­rini seçmesini seyretmek ne büyük zevkti! Bazen de deli­kanlı o güzel , kibar burnunu kıvırarak:

— «Bu pasta küflenmiş artık, ana.» ya d a , «pirinç unundan yapılmış kurabiyeleri böyle kupkuru sevmem ben,» diyordu.

0 zaman a n a üzülerek: «Çok mu kuru. evladım? Ne

bileyim, belki seversin sandımdı,» diye mırıldanıyor, oğ la­

nın istemediğini, z iyan olmasın diye kendisi yemekte bir­

likte, hora geçmedi diye de içi yanıyordu.

Oğlan yiyip içtikten sonra anas ı onu konuşturmaya çalışıyordu. A m a , sorduğu sorulara hiçbir zaman istediği gibi aç ık cevaplar alamıyordu. Direndiği z a m a n da deli­kanlı sıkılıp kaçmak istiyordu. A m a , bunu gördükçe oğlu­na çok soru sormamasın!, oğlan da anasın" atlatmasını öğrendi.

Kadın y a ş l a n d ı k ç a her şeyi ç a b u c a k unutur olmuştu, onun İçin atlatı lması do gittiKç© kctcylaşıyordu. Delikanlı lafı değiştirmek istediği zaman hemen k a s a b a d a gördüğü acayip, duyulmadık şeylerden söz açıyordu; yılan yutan, sonra da kuyruğundan tuttuğu gibi ç ıkaran bir hokkabaz, ya da doğurduğu iki başlı ç o c u ğ u bir meteliğe gösteren bir kadın, ya da k a s a b a ve kentlerde rastlanan buna ben­zer manzaralar...

Onun bu konuşmaları kadını iyice oyalıyor, eğlendi­riyordu. Oğlu gidince ano onun arkasından ağlıyor, dinle-

211

diği öyküleri büyük oğlanla geline anlatmaktan kendini alamıyordu.

Bir keresinde a n a yine böyle delikanlının anlattıkları­nı büyük oğ|una ; sdylamoye ba^ludı. Gonç udam lurlodon gelmiş, toprak bir tos içindeki suy la elini yüzünü yıka­maktaydı. Yamyaş bir yüzle başını kaldırıp annesine bak­tı ve acı a c ı :

— «Öyle ya,» dedi, «senin ne rızkını düşünüyor ne de b a ş k a bir ihtiyacını? Arada bir dilenciye s a d a k a verir gibi eline" üç kuruş vermekten b a ş k a şey bilmiyor. Eve geldi­ğinde yiyip içiyor, maşal lah; a m a , elini bir işe sürmek ak­lından geçmiyor. Oturup s e r a masal anlatıyor, yine de en sevdiğin o...s

S o n r a yine başını sğdi ve suları şapırdatarak yıkan­masına baktı: anasının cevabını dinlemedi bile.

Kadın gerçekte çok a/, tanıyordu küçük oğlunu. Kıv­rak, biçimli vücudunu, yüzünün, toprak adamlarının al es­mer rengine benzemeyen o kasabal ı lara özgü soluk buğ­day rengini, küçük parmaklarının tırnaklarını uzattığını bi­liyordu... Dişlerinin bembeyaz, kara saçlar ın ınsa pırıl pırıl yağlanmış olduğunu biliyordu. Bu kara parlak saçlar ı oğ­lanın nasıl uzattığını, gözüne girmesinler diye nasıl başını arkaya atıp durduğunu biliyordu.

Dudaklarından eksik olmayan o gülüşünü de biliyor ve seviyordu, sonra o pervasız bakan gözlerini, paraya değer vermeyisin!... Oğlan parası v a r s a elini kuşağına sokar, v a ­rını yoğunu anasına verirdi bazen. Parası yoksa anasın­dan isterdi. O da oğlanın parasını almaktan çok, kendi elindekini ona vermeyi severdi Oğlanın verdiği bütün p a ­taları, istediği zaman yine ona vermek için biriktiriyor, p a ­rasını harcamak için bundan daha iyi yer bulamıyordu.

212

X I X

E R K E N günlerden bir gür» küçük oğlan geleceğim dediği vakîite gelmedi. Onun geleceğini kesin olarak

nerden mi biliyordu ona? D a h a üç gün önce oğlu gecele­yin giz l ice gelmişti. Hem de köyden geçmeyip tarloların arasından gelmiş, kapıya öyle hafif vurmuştu ki ona. a c a ­ba hırsız mı, diye korkarak açmaktan çekinmişti. T a m imdat diye bağırmak üzereyken oğlunun hafif ve teiaşlı fısıltısını duymuştu. Neyse ki tam o s ırada, ananın yata­ğının yanında tüneyen tavuklar da kımıldayıp gıdaklaşt ı-iar da büyük oğlanla gelinin yattığı odaya s e s gitmedi.

Ana ossaa? yatağından fırlayıp sırtına bir şey gsçird i , el yordamıyla şamdanını aradı buldu, kapıyı usulca açtı . Oğlunun bu saatte, böyle bir şekilde eve gelişinin gizl i, e s ­rarlı bir iş olduğunu anlamıştı çünkü.

Kapıda delikanlı yanında iki tana daha gene erkekle birlikte duruyordu. Ötekiler de, delikanlının son z a m a n ­larda huy edinmiş olduğu gibi, tepeden tırnağa siyahlar giymişlerdi. Ellerinde kâğıda sarılıp iple bağlanmış k o c a bir çıkın tutuyorlardı.

Kadın elinde şamdanla kapıyı a ç ı n c a oğlu hemen mu­mu söndürdü. Çevreyi gösterecek kadar ay ışığı vardı. Ana y a v a ş sesle, oğlu geldi dîye duyduğu sevinci belii edince oğlan f ısı ldayarak:

— «Ana, şenin kışlıkların arasında gizlemek istedi­ğim bir şey var,» dedi, «Ama, kimseye bir şey deme, s a ­kın. Kimse bilsin istemiyorum. Bir gün gelir alırım.»

213

Bunu duyunca ananın içi ürpormişti, nedense. Gözleri dört açı ldı, uykusu dağıldı. O da oğiu gibi y a v a ş s e s i e :

— «Oğul, Al lai ı vere de kötü bir şey almasa,» diye fısıldadı. «Kendinin olmayan bir şey almamışsındır, inşal­lah.»

Delikanlı çabucak-, «Yok, yok, a n a , çal ınmış e ş y a de­ği l , vallahi,» dedi. «Ucuza bulup aldığım birkaç koyun pös­tekisi. Ama, şimdi ağabeyime söylersen hemen bir kusur bulur. Her yaptığıma bir kusur buluyor, çünkü. S a k l a y a ­c a k b a ş k a yerim de yok kil Pek u c u z a bulup aldım, a n a ­cığım. Bir tanesini de s a n a veririm, önümüzdeki k ış, hırka yapar giyersin. Hepimiz kılığımızı, kıyafetimizi düzeceğiz önümüzdeki k ış, inşallah!»

Bu sözler anayı pek sevindirdi, kuşkularını da dağıttı. Artık oğlunun hırsızlık fi lan etmediğine inanmıştı y a , onun sırrını paylaşmak pek hoşuna gitti.

— «iyi, iyi. sen b c n a güvenebilirsin, oğul!» dedi. «Bu odada öyle şeyler saklıyorum ki ağabeyinle yengenin ru­hu biie duymuyor »

O zaman oğfanın iki arkadaşı içeri girip ellerindeki ç ı ­kını hiç s e s s i z , yatağın altına soktular. Tavuklar g ıdakla-yarak gözlerini onlara dikmişlerdi. Manda da uyanıp g e ­viş getirmeye başladı.

Oğlanın hiç oyalanmaya niyeti yoktu. A n a onun bu telaşına şaşmadı . Ya ln ızca:

— «Sen hiç merak etme, ben malını kimseye göster­mem, oğul,» dedi. «Yine de, pöstekileri havalandınp g ü ­neşe filan ç ıkarmak gerekmez mi, güve yemesin diye?»

Oğlu buna üsîünkörü bir cevap verdi: —: «Zaten birkaç günlük. Yakında daha geniş bir ye­

re taşınıyoruz. O zaman kendi baş ıma bir odam olacak, yerim boliaşacak.»

Bu ayrı orfo, bol yer Icüm işiten a n a her zamanki gibi yine delikanlıyı baş-göz etmek meselesini düşündü; Oğlu­nu şöyle biraz yana doğru döndürüp yalvarır gibi yüzüne baktı, uzun uzun. Küçük oğlanda anasını hoşnut etmeyen tek yön buydu, evlenmeye razı olmayışı. Çünkü delikanlı

214

kızışıklığının ne demek olduğunu iyi bilirdi ona. Bu oğla­nın da kendi gençl iğindeki gibi çabuk kız ışan bir yaradı­lışı olduğu belliydi, ihtiyacını ne yapıp edip gideriyor o lsa gerekti. Onun boşa giden tohumlarına içi yanmamak a n a ­nın elinde değildi. Ş ö y l e helal süt emmiş bir kız a l s a da anasını torun sahibi etse daha iyi değil miydi?

Şu anın telaşı aras ında, oğlunun çıkıp gitmek için a c e ­le ettiğini, kapı aralığının gölgesinde bekleyen iki gencin de sabırsızlandıklarını bildiği halde bile, elini onun koluna koydu, f ısı ldayarak yalvardı:

— «Madem yerin bol o lacak, oğul, bırak beni, s a n a bir kız bulayım. Ç o k güzel , ç o k sevimli bir kız bulurum s a ­na. Ya da senin bildiğin biri varsa söyle, yenge gitsin, ara­yı bulsun. Senin istediğin kız benim de hoşuma giderse hemen razı olurum, evlat.»

O ğ l a n s a yaln ızca o uzun saçlar ı gözüne girmesin diye başını sa l lamakla yetindi. Kapıdaki arkadaşlar ından yana şöyle bir baktı, kolunu çekmek istedi. A m a , kadın sımsıkı yapışmıştı. Y ine:

— «O güzel im ateşlerin neden boşuna gitsin, bana er­kek torunlar vereceğin yerde?» diye sızlandı. «Ağabeyi­nin karısı öyle soğuk ki doğuramıyor. Şu dizlerim hiç to­run yüzü görmeyecek sanıyorum bazen, bütün umudum sende. Tıpkı babana benziyorsun sen. Onun nasıl erkek olduğunu da iyi hatırlarım. Tohumlarını kendi malın olan bir toprağa ek, oğlanım, ki kendi evin ocağın için harman­lar biçesin!»

Del ikanl ıysa yalnızca s e s s i z sess iz gülüp saçlarını yi­ne arkaya itti. Gözleri parıl parıldı. Yarı şaşkın bir ses le:

— «Senin gibi kocakarı lar düğün dernekten, çoluk çocuktan b a ş k a şey bilmezsiniz, anacığım,» diye cevap verdi. «Bize gel ince.. . biz gençler bunları toptan unuttuk gayri şu günlerde... Üç güne kalmaz gelirim, ana!»

Sonra kolunu ananın elinden çekti, iki arkadaşıy la birlikte boş tarlaların arasına dalarak gözden kayboldu.

Üç gün geçt i , a m a , delikanlı gelmedi. Üç gün daha geçti, sonra üç gün daha. A n a korkmaya, a c a b a oğlanın

215

başına bir felaket mi geldi diye merak etmeye başladı. Şu son yıl içinde k a s a b a y a inmek g ü ç gelmeye başlamıştı artık. Onun için evinde oturup bekledi. Herkese karşı huy­s u z , hırçındı a m a kuruntularını kimseye a ç m a y a da c e s a ­reti yoktu. Hatta belki titiz gelini yatağın altını filan te­mizlemeye kalkar da oğlunun çıkınını görüverir diye, oda­sından bile pek uzaklaşmayı göze alamıyordu.

Bir g e c e merakından gözüne uyku girmemişti, yatağın­da yatarken sonunda dayanamayıp kalktı. Mum yaktı, dö­şeğin etekliğini bir eliyle aralayarak altına baktı. Çıkın oracıktaydı işte; kalın kâğıda sarı lmış, sicimle sımsıkı bağ­lanmış kocaman dört köşe bir çıkın. A n a kâğıdı eliyle yok-layıp bastırdı a m a , içinde katı bir şey var gibiydi, doğrusu pöstekiye benzemiyordu. Ana:

— «Pöstekiyse çıkarıp güneşletmek gerek.» diye söy­lendi kendi kendine:

Güve girecek de güzelim derileri t ırt ıklayacak diye içi gidiyordu a m a , paketi a ç m a y a eli varmadığından olduğu gibi bıraktı.

Oğlu ise hâlâ gelmiyordu. Böylece günler birbirine eklenerek bir ay geçti, ana

merakından aklını yitirecek gibi oldu.

Mutlaka hastalanırdı merakından, neyse ki tam o s ı ­rada bir şey oldu da ona korkularını biraz olsun unut­turdu. Şu günlerde aklının köşesinden bile geçmeyen bir şeydi bu: Gelini gebe kalmıştı.

Evet, serin geçen bunca yıldan sonra kadın en son kendini bulmuş, üstüne düşen işi başarmıştı. Günlerden bir gün büyük oğlan pek önemli bir haber getiren insanla­rın tavrıyla, anasının yanına geldi, ağzı kulaklarına vara­rak:

— «Torunun olacak gayri, ana!» dedi. Ana kapı eşiğinde oturmuş, derin, tasal ı düşüncelere

dalmıştı. Kendini kurtardı bu düşüncelerden ve sönükleş-miş gözleriyle ş r k e g e bakarak huysuz huysuz söylendi:

— « S e r s e m gibi konuşmasana! T a ş gibi soğuk senin karın olacak o avrat, taş gibi kısır. K ü ç ü k oğ lammsa ne-

216

relerde kim bilir? Güzelim tohumlarını dört bir yana saç ıp b o ş a harcıyor, evlenip bir işe yatacağı yerde.»

Büyük o ğ l a n s a şöyle bir öksürdü, sonra: «Gelinin ge­be kaldı,» dedi.

Ö n c e a n a bu habere inanmak istemedi. Oğlunun şöy­le bir yüzüne baktı, sonra a y a ğ a kalkmak için değneğine dayanarak:

— «Değil, işte! Dünyada inanmam!» diye bağırdı. S o n r a haberin gerçek olduğunu oğlunun yüzünden

anladı. Hemen a y a ğ a kalkıp içeri koştu. Gelini mutfakta pırosa doğramaktaydı. Ana gözlerini genç kadına dikerek:

— «Doğru mu? İçine döl düştü mü sonunda?» diye sordu.

Gel in, evet. der gibilerden başını sal layarak elindeki işe devam etti. Soluk benizli yüzü pençe pençe kızarmıştı. O zaman ana haberin doğruluğuna tamamen inandı.

— «Ne zaman fark ettin,» diye sordu. Genç kadın: «İki aydan fazla,» diye cevap verdi. Bu kez de ihtiyar ana kendine neden daha önce haber

verilmedi diye öfkelenip köpürdü, değneğini yere, vura­rak haykırdı:

— «Bana neden çıtlatmadın, bunca yıldır dört gözle bu haberi beklediğimi, bekleye bekleye içimin karardığını bilmezmiş gibi? iki ay bu, dünyada senin gibi soğuk bir karı daha var mıdır a c e p ? B a ş k a kadın o l s a daha ilk g ü ­nünden söylerdi!»

Bunun üzerine g e n ç kadın elindeki işini bırakarak: «Belki yanılmışımdır diye söylemedim,» diye cevap verdi. «O z a m a n seni daha da üzmüş olurum, dedim.»

Gelgelel im ana bunu dinlemedi. Yere tükürerek: — «Laf!» dedi. «Bunca çocuk doğurduğuma göre yan­

lışın var mı yok mu diye ben s a n a söylerdim, elbette. Ama yok, sen beni aptal, bunamış yerine koyuyorsun. Be­ni bilmez s a n m a , her davranışınla ortaya vuruyorsun dü­şünceni!»

G e n ç kadınsa hiç cevap vermeden dudaklarını büz­dü, o renksiz dolgun dudaklarını. Masanın üzerindeki top­rak bir ibrikten ç a y boşalttı, anayı köşedeki yerine oturttu.

217

Gelge/elim a n a böyle bir şey duyduktan sonra durup oturabilir miydi? Yok, yok, gidip hemen haberi emmi o ğ ­luyla yengeye vermesi gerekti.

Emmi oğluyla yenge ç o ğ u zaman evlerinde oturuyor­lardı, gayri. Tar lada oğullarının üç tanesi çalışıyordu. Öte­ki oğulları ekmeklerini çıkarmak için b a ş k a yerlere git­mişlerdi. Emmi oğlu yine elinden geldiği kadar çalışıyor­du. Eli işsiz olmazdı a m a , o bile eski hamaratlığını yitir­mişti. Yengeyse bütün gün mışıl mışıl uyuyor, anca torun­larından birinin ağladığını duyunca uyanıyordu.

Ana hemen karşı kapıya koşup yengeyi uykusundan hiç acımadan uyandırdı:

— «Yalnızca sen nine o lacaksın zannetme!» diye ba­ğırdı. «Hele birkaç ay sabret, benim de bir erkek torunum olacak!»

Yenge yavaş y a v a ş kendini toparladı. Uykudan ku­rumuş dudaklarını diliyle ıslatıp o ufak, kaygıs ız gözlerini açtı ve:

— «Öyle mi, kardeşceğizim, küçük oğlan gayri evle­niyor, desene?» diye söylendi.

Ana biraz içi c ız ederek: «Yok, o değil,» diye cevap verdi.

O zaman emmi oğlu başını kaldırıp baktı, kamış iskem­lesinin üzerinde oturan ufak tefek, kupkuru bir ihtiyar-cıktı. İpekböcekleri üstüne koza örsünler diye hasırdan ipler yapmaktaydı. İpekböceklerinin koza yaptığı mevsim­di çünkü. Her zamanki gibi, işi gevezeliğe vurmadan:

— «Gelinin mi, hemşire?» diye sordu.

Ana yine keyiflenerek neşeyle: «Evet,» diye cevap verdi. Ama çok fazla sevinmiş gibi de görünmek isteme­diği için yanıp yakınmaya koyuldu:

—- «Allah için, g e ç bile kaldı. S e k i z yıldır gözlerim yolda kaldı. Zengin olsam oğlana bir de odalık alırdım. Ama, küçüğü sırasını savmadan büyüğe ikinci bir kadın almak istemedim doğrusu. Zaten şu günlerde kız a lmak öyle çok para yiyor ki; kötü yerden gelmeyen, doğru dü­rüst bir k ızsa, elbet. Pek kuru, pek durgun bir kadın çıktı

218

şu benim gelin, ne diyeyim. Huyları hiç bana benzemiyor, yılan gibi soğukkanl ı bir şey.»

Hak yemesini sevmeyen emmi oğlu: «Hain kadın de­ğil yo, sen ona bak, hemşire,» dedi. «Her işini iyi, ölçülü yapıyor. B a k gölde ördekleriniz yüzüyor, onun sayesinde. O sizin yaşl ı mandayı çiftleştirip bu genç mandayı size ka­zandıran da gelinindir. Tavuklarınız eskis ine oranla iki kat çoğaldı ; on, on. iki tane olmuştur sanırım. Her yıl sattıkla­rınız da cabası.»

A n a istemeye istemeye: «Yok, hain değildir,» diye ce­vap verdi. «Geigelelim tavukları, hayvanları çiftleştirip du­racağı yerde, keşke kendisi daha çok k ız ışsa da. daha çok doğursa!»

Yenge esneyerek: «Farklı olmasına gelinin senden farklı' kardeşceğizim,» dedi. «Sıcakkanl ı , doğurgan avrat­tın neme gerek. Elinden uçanla k a ç a n kurtulurdu. Hâlâ da aslan gibisin, doğrusu, Hasta olmadığın zamanlar seni ayakta görünce, öyle hızlı hızlı yürüyebildiğine ş a ş ı p kal ı­yorum, doğrusu. Ş a ş ı p da kalıyorum, çünkü ben yatakla sofra arasında gidip gelmekten b a ş k a yürüyemez oldum şu günlerde.»

Emmi oğlu da hayranlıkla: «Bana gel ince, eski boğa­zımın yarısı kalmadı, oysa senin kaç kez yemek istediği­ni duyuyorum,» diye lafa karıştı.

Böyle övülmek ananın hoşuna gitmiş olmakla birlik­te alçakgönüllülüğü elden bırakmayarak: «Doğrudur, bo­ğaz ım eskisi gibi kuvvetli.» dedi. «Üç tas, hatta bazen dört tas aş yediğim oluyor. Yalnız, ön dişlerim döküldü döküleli katı şeyleri pek yiyemiyorum. Yine de o illet mu­sal lat olmadığı vakitler s a p a s a ğ l a m sayılırım, doğrusu.»

Yenge: «Demir gibisin, maşallah,» diye mırıldanarak tekrar uykuya daldı. Biraz kestirdikten sonra gözlerini açıp anayı yine karşısında görünce, tatlı tatlı, uykulu uy­kulu gülerek:

— «Torun mu dedin? Bizim torunların erkek olanla­rının sayıs ı yediyi buldu gayri, azdır bile...» diye söyle­nerek yeniden uyuyakaldı.

219

Küçük oğlan gelmiyor diye bomboş kalan günleri işte bu sevinçli haber böylece doldurdu ve ananın bekleyiş azabını körletti. s

— «Elbette günün birinde çıkıp gelecektir,» diye dü­şünüyor, artık pek üzerinde durmuyordu.

Gelgelelim sevinci de tam katıksız değildi. Ananın her

sevinmesi gibi bunun da üzücü bir yanı vardı ki o da şuy­

du: Ana d o ğ a c a k çocuğun kız olmasından korkuyordu. B u ­

nu aklına getirdiği z a m a n :

— «Öyledir, kısmetim hep güdüktür, zaten korkarım

bu çocuk da kız çıkacak,» diye söyleniyordu.

Kuruntusundan gidip o Y a ş a y a n Tanr ıça 'ya ç o c u ğ u oğlan yapsın diye dua etmek, kırmızı bir urbayla yeni ç a ­rıklar adamak istedi. Ne çare ki tanrıça onun o eski g ü n a ­hını hatır layacak diye cesaret edemedi. Çekmiş olduğu bütün acı lara rağmen o günahın bedelinin henüz ödenme­miş olduğundan korkuyordu. O ufak tefek, yaşl ı tanrıça şimdi onu görür, torun morun dediğini duyarsa, neme g e ­rek, belki erişir, ana rahmindeki yavrucuğu çarpıverir öf­kesinden. Ana kanrolarak:

— «En iyisi hiç gidip kendimi göstermeyeyim!» diye düşündü. «Uzak durur, çocuğun yolda olduğunu hober fi­lan vermezsem belki beni hatırlamaz. Tanrı ların karşıs ına çıkmayal ı çok oluyor çünkü. Böylece bu yavrunun benim torunum olduğunu tanrılar belki sezmezler de herhangi bir kul gibi doğmasına izin verirler. Belki de oâJan olur, inşal­lah. Gayri ne ç ıkarsa bahtıma!»

Böyle düşüne düşüne rahatı, dirliği kaçtı, İçini yine karamsarl ık bürüdü. Bu ç o c u k şenlik vesilesi olduğu ka­dar, içeri tasa girsin diye aç ı lan bir kapıya da benziyordu. Zaten her çocuk böyle değil miydi? Yavrunun ölü, sakat , aptal, kör ya da b a ş k a türlü kusurlu doğabileceğini, ya da kız olabileceğini düşündükçe ana, insanlara bunca cefa çektirme gücüne sahip oldukları için tanrılardan y a ­ka silkiyor, kendi kendine söylenip duruyordu:

220

— «Ufak tefek günahlarım olmuşsa, çektiğim c e z a ­lar yetmedi mi? O gün benim yapıp ettiklerimden tanrı­ların haberi olacağını kim bilirdi? Herhalde tapınaktaki o ihtiyar tanrı, gözlerini örttüğüm haîde önünde işlenen günahın kokusunu aldı. bir yolunu bulup öteki tanrıçaya haber uçurdu. İyi â lâ öyleyse, modem o kadar günan-kârmısım, ben de tanrılardan uzak dururum, işte! Zaten istesem de o günahın bedelini daha b a ş k a nasıl ödeyece­ğimi bilemiyorum ki! Yemin ederim, ömrümde nasibim olon sevinçle kederi teraziye vursalar, keder kefesi taş gibi ağır çeker de sevinç kefesi içinde bürümcük varmış gibi ha-fifçecik kalır. Görüp gördüğüm şenlik nedir ki benim! O çocuğu doğurmuş değilim. Kör kızımın gözleri açı lmadan ölüp gittiğini gördüm. Çeki len acı lar ödemez mi günahın bedelini? Ömrümce acı çektim, işte ben, acıy la birlikte yoksulluk da çektim. Gel gör ki tanrılar hak ve hukuk ta­nımıyor hiç!»

İşte böyle, ananın yine iki tane taze derdi vardı: T o ­runu kusurlu ya da kız o lacak korkusuyla, bir türlü çıkıp gelmeyen küçük oğlanının merakı. Bazen bütün ömrü bir bekleyişten ibaretmiş gibi geliyordu. Bir zamanlar nasıl er­keğinin yolunu beklemişse, şimdi de oğlunu, torunlarını bekliyordu. Ömrü böyle geçip gitmekteydi, iki para etmez­di!

A m a umut da kesilmiyordu. K a s a b a y a gidip geien olunca kadın hep: «Küçük oğluma rastladınız mı?» diye soruyordu.

Köyün içinde kapı kapı dolaşıp: «Bugün k a s a b a y a g i ­dip geien oldu mu?» diyordu. Gidip gelen o lmuşsa bu kez a n a :

— «Küçük oğlanıma hiç rastladın mı, evlat?» dîye soruyordu.

O bekleyiş günleri boyunca köyceğizin bütün ahalisi bu soruyu ezberledi, gayri. Başlarını kaldırıp değneğine dayanmış duran anayı gördükleri, o titrek, ihtiyar sesiy le:

— «Hu, komşular, benim küçük oğlanı gördünüz mü bugün?» diye sorduğunu duydukları zaman tatlılıkla c e ­vap veriyorlardı:

221

— «Yok, haminne, yok, görmedik! Zaten bizim gitti­ğimiz kenar bucak çarş ı larda onun işi ne? S e n onun g e ­çimini kitaptan çıkardığını söylüyorsun ya!»'

O zaman a n a , umutları yine kırılmış olarak başını eğip a lçak ses le mırıldanıyordu:

— «Ne bileyim ben, kâğıt kitapla bir işi var sanıyo­rum.»

Ötekiler de gülüyor, ihtiyarın suyuna gitmiş olmak için: «Eğer bir gün kitap satı lan bir yerin önünden geçer­sek içeri girer bir g ö z atarız, bakal ım senin oğlan tezgâ­hın ardında mı?» diyorlardı.

Ana da çaresiz evine gidip oturuyor, a c a b a pöstekile-rin arasına güve girdi mi diye içi içini yiyordu.

*'*

Aylardan sonra en sonunda bir g ü n oğlanın haberi geldi. Kadın her zamanki gibi kapı önünde oturmaktaydı. Uzun saplı çubuğu da elindeydi, çünkü kahvaltıdan yeni kalkmıştı. Oturduğu yerden güneşin yuvarlak tepeler ar­dından birden yükseliverişini seyrediyor, inşallah s ıcak olur bugün, diye düşünüyordu, çünkü bu g ü z sabahları hava a y a z oluyordu.

Derken içeri yengenin oğullarından biri girdi, en bü­yük oğlan ve dosdoğru ananın kendi büyük oğlanının y a ­nına gidip a l ç a k ses le bir şeyler söyledi.

Ananın içine oracıkta bir kurt düştü. O sabah gün doğarken kalktığında bu adamın k a s a b a y a doğru gittiğini görmüştü. A n a ömrü boyunca güneşle bir kalkmaya al ışık olduğu için, eğer hasta değilse g e ç vakte kadar yatakta yatamazdı. işte bu s a b a h da erkenden kalkmış ve yengenin en büyük oğlunun ot desteleriyle k a s a b a y a gittiğini gör­müştü. Demek adam erkenden de dönmüştü.

Ana tam, «Otlarını ne çabuk sattın,» diye seslenmek

üzereydi ki, o sırada çarığının bağcığını bağlamakta olan

kendi oğlunun başını kaldırdığını gördü ve şaşkınl ık, kor­

ku dolu bir sesle:

—• «Ne? Kardeşim ha?» dediğini duydu.

222 I

Evet, ananın kulağından kaçmadı bu. Kulakları hâlâ pek keskindi. Kadın hemen:

— «Ne olmuş oğlanıma?» diye sordu. İki erkekse kaygıyla birbirlerinin yüzüne bakarak pek

ciddi, pek tasal ı , konuşup duruyorlardı. Sonunda a n a d a ­ha fazla dayanamadı. Yerinden kalkıp erkeklerin yanına gitti, değneğiyle yere vurarak:

— «Söyleyin bana, oğluma ne olmuş?» diye haykırdı. Fakat yengenin oğlu hiç cevap vermeden çıktı gitti.

Büyük oğlan da duralaya duralaya: — «Ana, karışık bir işler var,» dedi. «Nedir, bilmiyo­

rum, a m a gidip k a s a b a y a bakmam gerek. Ondan sonra s a n a söylerim.»

Ana onu bırakmadı. Y a k a s ı n a yapışarak: — «Bana söylemeden gidemezsin!» diye yaygaraya

başladı. Yaygarayı duyan gelin çıkageldi. Olup bitenleri du­

yunca k o c a s ı n a :

— «Söyle, d a h a iyi,»' dedi. «Söylemezsen anan öfke­sinden, merakından hastalanır sonra.»

Bunun üzerine büyük oğlan ağır ağır anlattı: — «Emmi oğlum dedi k i . . . Bu sabah kardeşimi gör­

müş, daha bir sürü insanlarla bir arada. Elleri urganla bağlıymış arkasında, urbaları lime limeymiş. Emmi oğlu­nun otlarını sattığı pazar yerinden geçiyorlarmış, yirmi, otuz kişi varlarmış. Kardeşim onu görünce hemen başını çevirmiş a m a emmi oğlu başlarındaki askere sormuş. O da demiş ki bunlar komünistmiş, z indana götürüyorlarmış da yarın s a b a h idam edileceklermiş.»

Üçü birbirlerine bakakaldılar. İhtiyar ananın çenesi atmaya başlamışt ı . Bir oğlunun, bir gelininin yüzüne b a ­karak:

— «Ben işittim o sözü, a m a ne anlama geldiğini bil­miyorum,» dedi.

Oğlan da y a v a ş yavaş: «Emmi oğluna sordum,» dedi. «O da nöbetçiye sormuş. Nöbetçi de gülmüş demiş ki s o n . zamanlarda türeyen yeni bir c ins harami demekmiş.»

223

O vakit ananın akl ına ne zamandır yatağının altında duran o çıkın geldi. Avazı çıkt ığınca bağırıp dövünerek çırpınmaya başladı :

— «Ah, akı ls ız başım! O g e c e neden kuşkulanmadım ben? Yatağımın altındaki ç ık ında da çal ıp çırptığı şeyler varmış demek!»

Oğluyla gelini bu sözleri duyunca hemen onun y a k a ­sına yapıştılar. Komşulardan bir duyan oidu mu diye b a -kınarak hemen içeri soktular anayı.

— «İsledir o senin dediğin, ona?» diye sordular. Gelin yatağın etekliklerini kaldırıp kocasına baktı.

Ana da orda duran çıkını göstererek ağlamaya başladı:

— «İçinde ne vardır bilmiyorum. A m a , kardeşin bir

g e c e getirdi bunu... B i rkaç gün gizli tut dedi... Sonra

da gelmeyiverdi... gelemedi bir türlü.»

Büyük, oğlan gitti, y a v a ş ç a kapıyı sürmeledi. Geün

de pencereye bir örtü örttü. Birlikte çıkını dışarı çekip ip­

lerini açtı lar. Ana gözlerini çıkına dikerek:

— «Pösteki var, dediydi.» diye mırıldandı.

Karı k o c a seslerini çıkarmadılar. İhtiyarın sözlerine inanmadıkları belliydi. Kim bilir neydi bu kâğıda sarılı şey­ler, böyle ağır ve sert olduklarına göre belki de altındı!

Ama kâğıdı açtıkları zaman paketin içinden ç ıka ç ıka kitap çıktı, hepsi de ince ince, kara kara yazılarla bası l­mış bir sürü kitap, bir 6 ü r ü de kâğıt. Kâğıt lardan bazı la­rının üzerinde son derece garip, kanlı, ölümlü resimler vardı; küçücük adamları döven, bıçaklarla paralayan dev­ler çizilmişti.

Bunları görünce üçü' de yine birbirlerine bakakaldılar. Bunun ne demeye geldiğini bilemediler. İnsan çalsın da sonra bucak bucak gizlesin?

Ne kadar baksalar, bu kitaplardan, kâğıtlardan bir anlam çıkaramıyorlardı. Hiçbirinin okuması yoktu. Resim­leri bi e doğru dürüst anlayamıyor, ya ln ızca kanlı sahneler canlandırdıklarını görüyorlardı: Hançerlenmiş, c a n çeki­şen insanlar, gövdeleri parçalara bölünmüş adamlar, a n -

224

c a k haydutların, haramilerin yapabileceği kanlı, iğrenç şeyler.

Resimlere bakt ıkça üçünün de içini bir dehşettir bü­rüdü. Ana küçük oğlu hesabına korkuyordu; büyük oğ­lanla karısı da kendi hesaplarına, ya bu nesnelerin bur-da olduğunu birileri öğrenirse diye korkuyorlardı. Erkek:

— «Yine bağlayal ım, a k ş a m olana değin saklayalım,» dedi. «Sonra mutfağa götürüp yakarız.»

A m a karısı daha tedbirliydi. — «Hepsini birden yakamayız, sonra dumanları bir

gören olur da merak eder,» dedi. «Gün gün, y a v a ş y a v a ş yakmak gerek, yemek pişirirken ot yakarmış gibi.»

Ananınsa bunlar kulağına bile girmiyordu. Ya ln ızca oğlunun başına bir felaket gelmiş olduğunu biliyordu, o.

— «Oğlanım, ne yapacaksın kardeşini kurtarmak için?» diye büyük oğluna sordu. «Nerden bulacaksın onu?»

Erkek ağır ağır, istemeyerek cevap verdi: — «Yerini biliyorum. Güney Kapıs ı 'na yakın bir zin­

dana götürmüşler, idam alanının yanında.»

Sonra anasının nasıl ansızın sapsar ı kesildiğini göre­rek bir çığl ık kopardı, karısını çağırdı. Karı koca anayı ku­caklayıp yatağına yatırdılar. Kadının yüzü dehşetten çamur rengindeydi. Boğulur gibi nefes n e f e s e :

— «Oğul, koş oğul, kardeşine koş oğul,» diye söylen­di.

O zaman genç adam kendi başından korkmayı bir y a ­na bıraktı. Yüreği anası için burkularak:

— «Gidiyorum, ana,» dedi. «Şimdi gidiyorum...» Sırtını değiştirdi, pabuçlarını giydi. Ananın gözünde

vakit öyle ağır geçiyor, her iş öyle uzuyordu ki kadın ç ı l ­dıracak gibi oluyordu. Oğlu sonunda hazır lanınca a n a onu yanına çağırdı, başını kendine doğru çekti, kulağına fısıl­dadı :

— «Oğul, parayı sakınma. Kardeşin gerçekten zinda­na at ı lmışsa çıkarmak için para yedirmek gerek. Parayla olur bu iş, evladım. İnsanın para verip de kurtulamadığı zindanı ben daha işitmedim. Oğul , biraz param var benim,

ANA F . : 15/225

surda, yerde gömülü.. . Zaten kardeşin için saklardım... a l , hepsini h a r c a . . . nemiz v a r s a hepsini ver.»

Erkeğin yüzü değişmedi. Karı k o c a bakıştılar. S o n r a erkek :

— «Verebildiğim kadarını veririm, ana,» dedi. «Senin hatırın için.»

Fakat o: «Benim ne önemim var gayri?» diye in!ed !. «Ben kocadım, ölmem yaklaşt ı . Kardeşinin hatırı bu.»

Büyük oğlan çıkıp gitmişti bile. Her şeyi gözleriyle görmüş olan yengenin oğlunu yanına aldı, birlikte k a s a ­baya yollandılar.

Gayri ananın elinden gelen ne vardı, yine oturup bek­lemekten b a ş k a ? Gel gör ki ömrünün en a c ı bekleyişiydi bu. Yattığı yerde duramıyor, ka lk ınca da bayı lacak gibi oluyordu. Öyle ki sonunda gelini ihtiyarın halinden, göz­lerindeki bakıştan, kendi kendine söylenerek dövünüşün­dün korktu. Gitti emmi oğluyla yengeyi çağırdı. Böylece üç ihtiyar b a ş b a ş a beklemeye başladılar.

Komşuların gelişi anayı gerçekten avutmuştu, az ıc ık. Zaten bunlar en a ç ı k konuşabildiği dostlarıydı, Tekrar tek­rar:

— «Günaha girdimse, çektiğim acı lar erip yetmedi mi?» diye İnlemeye başladı.

Sonra: «Günaha girdimse neden ben kendim ölüp kur­tulmuyorum sanki?» diye inledi. «Neden evlatlarım gidi­yor elimden? Torunum da giderse hiç ş a ş m a m . Kısmet ol­mayacak bana torunumu görmek! Biliyorum göremeyece­ğimi ama, ölüp giden yine ben olmayacağım.»

Sonra bu kadar kederin kendine layık görülmesine kızarak, gözlerinden yaşlar a k a a k a bağırdı:

-— «Günah işlememiş kusursuz kul var mı dünyada? Neden bütün kederler bana yükleniyor?»

Yenge de ananın c a n acısından fazla ileri giderek tan­rıları küstüreceğinden korktu ve hemen: «Hepimiz günah­kârız, elbet,» dedi. «Günahlarımıza bakı lacak o l s a hiçbiri­miz evlat, torun sahibi olamazdık. B a k benim oğullarıma, oğullarımın oğullarına! O y s a günahkârın baştan tutması

226

benim. Ömrümde tapınak kapısından İçeri girmedim; gir­mem d e . Bir zamanlar bir rahibe kadın gelir, cennete nasıl gidileceğini öğren gayr i , derdi. Gel gör ki ben o zaman çocuktan gözümü a ç a c a k durumda değildim. Şimdi de iş işten geçmeden cennetlik olmaya bak, diyorlar a m a ko-cadım. gayri, diyorum ben de, bu yaştan sonra hiçbir şey öğrenecek g ü c ü m kalmadı, dlyorUm. Eğer cennete oldu­ğum gibi a lmazlarsa ne yapalım, ben de b a ş k a yere gide­rim!»

Yenge bu çeşit laflarla anayı avutmaya çal ışt ı. Ko­cası da :

— «Bacı, bekle bakal ım ne haber gelecek,» dedi. «Bir bakarsın üzülecek bir şeycikler yoktur. Belki ellerindeki parayla kurtarıverirler oğlanı. Ya da benim oğlan yanlış görmüştür de o gördüğü senin oğlan değildir.»

Yenge b a ş k a yandan da tedbir düşünmekten geri kal­madı. Bir bahanesini bulup gelini kendi evine gönderdi, uzaklaştırdı. Zavalh ihtiyar a n a şu dertli anında kendini bilmez de ileri geri konuşur, bunca yıldır saklanı lan sır­ları ortaya vuruverir, bunca yıl dillerini tuttuklarına yazık olur, diye korkuyordu..

Böylece üç ihtiyar oturup oğul lan gels in diye bekle­diler. Üç kişi o larak beklemek, tek başına beklemekten gerçekten daha kolaydı.

A k ş a m vakti yaklaşt ığı halde erkekler k a s a b a d a n dön­memişlerdi. A n a zar zor yatağından kalktı, söğüt ağacın ın altına gidip oturdu. Emmi oğluyla yenge de yanına geldi­ler, gözlerini köy s o k a ğ ı n a dikip beklemeye koyuldular. Yalnız yenge durup durup uyukluyordu yine. Merak bile uzun zaman uyanık tutamıyordu onu.

En sonunda gün batmak üzereyken ana uzaktan iki erkeği seçti. Kalkıp değneğine yaslandı. Elini, altm renkli akşam güneşine karşı siper ederek baktı:

— «Geliyorlar!» diye bağırarak s o k a ğ a fırladı. Öyle bir bağırmıştı, öyle bir koşuyordu ki köy halkı

evlerinden dışarı uğradı. Zaten köyde olayı duymayan kalmamıştı ama, ananın evine gitmeye kimse cesaret ede-

227

miyordu. Oğlanın işine kar ışacak olurlarsa kendi başlarına do bir şey gel ir filan diye korkuyorlardı. Bütün gün. me­raktan çatladıkları halde kendi' işlerine devam etmişlerdi. Çünkü zindan, vali, asker gibi laflar bütün köylüler gibi onların da ödlerini koparırdı.

Şimdi kapı önlerine çıkıp durdular, bakalım ne ola­c a k diye, faz la yaklaşmadan beklemeye başladılar. Emmi oğlu kalktı, ananın yanına gitti. Yenge de gitmek istedi a m a , zora kalmadıkça yürümüyordu şu günlerde. «Biraz sonra işitirim havadisi,» dedi kendi kendine. Her işin ola­cağına vardığına inanırdı çünkü. Böylece telaşlanacağı yerde, kapı önündeki s ırasına oturdu, beklemeye koyuldu.

Ana koşup büyük oğlunun koluna yapışmış: «Ne haber

küçük oğlanımdan?» diye bağırıyordu.

Ama d a h a bu soruyu sorarken, sönük gözleriyle iki erkeğin yüzüne daha bakar bakmaz, haberin kötü oldu­ğunu anlamıştı.

iki emmi oğlu bakıştılar. Sonra büyük oğlan gülmez bir yüzle:

— «Ana, kardeşim zindanda.» dedi. İki a r k a d a ş yine bakıştılar. Yengenin oğlu şöyle bir

başını kaşıdı , ne diyeceğini bilemezmiş gibi bön bön b a k a ­rak başını öte yana çevirdi. Ananın oğluysa:

— «Sanmam ki kardeşim kurtulabilsin, ana,» dedi. «Yarın s a b a h ölüme mahkûmmuş, daha yirmi kişiyle bir­likte.»

— «Ölüm mü?» diye haykırdı a n a . «Ölüm ha?» Koşup desteklemeseler yere yıkılıyordu. Onu hemen en yakındaki eve taşıyıp oturttular. O z a ­

man ona çocuk ağlar gibi a ğ l a m a y a başladı. O buruşuk dudaklarıyla çenesi titriyor, gözyaşlar ı yanaklarından c ş a -ğı yuvarlanıyor, yumrukları göğsünü dövüyordu.

— «Öne sürdüğün para yetmedi demektir,» diye b a ­ğırarak oğlunu azarladı. «Azıcık p a r a m var köşede dedim s a n a . O kadar az da sayı lmaz, kırk tane gümüş paramla kardeşinin son verdiği iki mangır var, hepsi duruyor orda!»

228

Büyük oğlan başı önüne eğik duruyordu. Dudağının üstü, alnı, ter içinde kalmıştı. Ana öfkesinden onun üstü­ne tükürerek:

— «Bunların bir meteliği bile sana nasip o lacak s a n ­ma,, sakın!» dedi. «Kardeşin öiürse zırnık vermem s a n a . S a n a vereceğim yere, gider göle atarım, daha iyi.»

O z a m a n yengenin oğlu anayı yatıştırmak, büyük oğ­lanı kurtarmak için lafa karıştı. Kaşlar ı üzüntüden çatık çatıktı. v

— «Yok, yenge, onun s u ç u yok,» dedi. «Senin köşen-deki paranın iki katından daha çoğunu öne sürdü. Kar­deşini kurtarmak için yüz tane gümüş para teklif etti. O z indanda en küçük nöbetçiden en yükseğine kadar herke­se çıkıp rüşvet teklif etti. Kime çıkt ıysa hepsine gümüş gösterdi, beş para etmedi. Kardeşini görmesine bile izin vermediler.»

Ana: «Teklif ettikleri yetmedi demektir,» diye bağırdı. «Rüşvet almayan zindancı duyulmuş şey mi? A m a , ben şimdi gidip paramı alırım, gidip çıkarırım gümüşleri yer­den, şu ihtiyar yaşımda oğlumu bulup eve getiririm. Bir daha da dizimin dibinden ayırmam onu, kim ne derse de­sin!»

İki erkek yine bakıştılar. Büyük oğlan, kendi yerine konuşsun diye arkadaşına yalvarır gibiydi. Bunun üzeri­ne o:

— «Güze! yengeciğim, oğlunu göstermezler bile s a ­na,» diye söylendi. «Bizi yanına bile sokmadılar, dedim ya! Gümüş göstermek bile beş para etmedi çünkü vali bunların işlediği s u ç a karşı pek şiddet gösteriyormuş. Ye­ni moda bir s u ç m u ş bu, kötünün kötüsü bir şeymiş.»

Ana gururla: «Benim oğlum ömründe s u ç işlememiş­tir!» diye bağırarak değneğini kaldırdı, yengenin oğiuna doğru sal ladı. «Herhalde bir düşmanı var, onu zindanda çürütmek için bizimkinden daha fazla rüşvet yediriyor.»

Sonra çevresine baktı. Köylüler, işittiklerini yutmak istercesine, ağızları bir kar ış aç ık gözleri fal taşı gibi, onu seyrediyorlardı. A n a onlara baktı:

229

—- «Hiç gördünüz^mü s iz benim küçük oğlumun s u ç işlediğini?» diye bağırdı,

Köylüler önce birbirlerine, sonra etraflarına baktılar. Hiçbirinden çıt ç ıkmadı. A n a onların bu kuşkulu bakışlar ı­nı gördü, içi ezilir gibi oldu. Yeni baştan ağlayarak:

— «Zaten s i z ona hep diş bilediniz, güzell iğinden ötü­rü!» diye bağırdı, «Sizin o kapkara, köylü parçası oğulla­rınızdan ç o k daha üstündü, çünkü, Öyledir, biri sizden üs­tün oldu mu hemen diş bilersiniz, zaten.»

Yerinden kalktı, sendeleye sendeleye boğulacak gibi a ğ l a y a a ğ l a y a evine gitti.

Eve gidip de yine kendi başlar ına kaldıkları zaman ana gözlerini si l ip büyük oğluna döndü, daha sakin bir ta­vırla, yine de nöbet tutmuş gibi titreyerek:

— «Boşuna vakit geçiriyoruz,» dedi. «Her şeyi anlat bana, belki kurtarabiliriz kardeşini. Önümüzde bir gece var, henüz. Oğlanın işlediği suçun asl ı neymiş? Elimizde avcumuzda ne v a r s a götürelim. Elbet kurtarırız onu.»

Büyük oğlanla karısı şöyle bir bakıştı lar. Kötü bir ba­kış değildi bu. A n c a k sabırlarının sona ermek üzere oldu­ğunu belirtiyordu. Sonra g e n ç adam:

— «Suçun aslını esasını ben de bilmiyorum.» diye an­latmaya başladı . «Yalnız, önce de dediğim gibi, adına ko­münist diyorlar. Yeni ç ıkan bir laf bu. Hep duyarım da anlamı nedir diye sorarım. Anlayabildiğim kadar, harami çetesi gibi bir şey gal iba. Z indan kapısındaki o eli tüfekli nöbetçiye sordum. O da dedi ki: 'Komünist nedir diye mi sordun? Senin tarlanı senden çal ıp üstüne oturmak isteyen biridir. Devlete, hükümete karşı fesat kuran kimselerdir bunlar. Topunu birden öldürmek gerek,' dedi. İşte buymuş, kardeşimin suçu.»

A n a kulağını dört açmış bunları dinliyordu. Mum ışı­ğı gözyaşlar ından ıslanmış olan yüzüne vurmuştu. Düz­gün çıksın diye çal ışt ığı halde titreyen bir sesle, hayretler içinde:

— «Ben hiç sanmıyorum,» dedi. «Ben onun ağzından hiç böyle laflar duymadım. Böyle bir suçtan söz edildiğini

230'

de duymadım hiç. Adam öldürmek, ev soymak, insanın ana babasına bakmaması, s u ç diye böyle şeylere denir. A m a , başkasının tarlasını adam nasıl ça lar? K u m a ş değil ki dürüp büküp als ın, sonra da götürüp bir yere gizlesin!»

O ğ l u : «Bilmiyorum, ana,» diye cevap verdi. Küçük bir iskemlenin üstüne oturup ellerini dizlerinin

aras ına sarkıtmış, başını önüne eğmişti. Sırtında hâlâ k a s a b a y a giderken giydiği uzun hırkası vardı. A m a , bu bi­çim urba giymeye alışık olmadığı için uçlarını mintan gibi kemerinin içine sokuşturup duruyordu. T a n e tane:

— «Denilenlerin hepsini bilemem ki!» diye sözüne de­vam etti. « K a s a b a d a şundan bundan bir sürü laf duyduk. Yarın pek çok kişi idam edilecek diye tatil yapacaklar-mış. B a ş k a ne laflar ediliyordu, emmi oğlu?»

Yengenin oğlu çenesini kaşıyıp şöyle bir yutkundu, odadakilerin bir bir yüzlerine bakarak cevap verdi:

— «Kasabalı ların ağzında çok laf vardı ama, pek ince soru sormaya cesaret edemedim kı! Hatta biz ne vat, ne oluyor diye sorarken nöbetçilerden biri: 'Bunlar O ı i i ı u ^ .

ölmemiş size ne, yoksa siz de onlardan biri mısınız? d;,c sordu. Onlardan birinin akrobasiyim, demeye dilim varma­dı. Sonunda zindanın baş nöbetçisini bulduk, eline biraz para verip şöyle kendi başımıza bir yerde konuşalım, di­ye yaivardık. Adam bizi kendi evinin ardında bir yere gö­türdü. O zaman ona dedik ki biz namuslu köylüleriz. Az ı­cık tarlamız var, klraylan da tutuyoruz. İdamlıkların ara­sında uzaktan akrabamız olan biri var, dedik. Kabi lse, ailenin şerefi için onu kurtarmak isteriz, çünkü şimdiye kadar bizden kimse cellat b ıçağı altında c a n vermedi, de­dik. Ama, pek de fazla para veremeyiz, çünkü zengin de­ğiliz, dedik. Adam bizim paramızı aldı, akrabamızın tarifini istedi. S o n r a dedi ki: 'Tarif ettiğiniz delikanlıyı gal iba bi­liyorum, çünkü zindana atılmaktan hiç hoşnut değil,' dedi. Zindancıya k a l s a bizim oğlan şimdiye dek başını kurtar­mak için bütün bildiğini söyleyecekmiş. Gelgelelim yanın­da iyice gözü pek blf kız varmış, o kızdan cesaret alıyor­muş. Bazı ları iyice cesur, gözü pekmiş, ölüm onlara vız-

231

geliyormuş. 'Ama. sizin oğlan ölümden korkuyor,' dedi z indancı, ' işlediği suçun ne olduğunu, niçin öleceğini bile sanmam ki anlamış olsun. Basit bir köylü gencine benzi­yor,' dedi. Besbell i , öbürleri onu kendi işlerine alet etmiş, büyük büyük sözler vermişler. Zindancının dediğine göre bizim çocuk üzerinde birtakım kitaplarla bulunmuş. Elale-me dağıtıyormuş bu kitapları. İçlerinde de hükümeti devi­rip herkesin parasını, malını, payiaşmak gibi kötü kötü şeyler yazılıymış.»

Bunun üzerine a n a , büyük oğluna bakıp, yine a ğ l a ­maya başladı ve: «Biliyordum ben, azıcık toprak ayırma­mız gerekti kardeşine,» diye dövündü. «Azıcık daha kiray-lan tutup ona da bir köşecik versek belki olurdu. Ama yok, bu büyük oğlanla karısı yok mu, her şeyin üstüne oturdu­lar, en ufacık bir şeyi çok gördüler oğlancağıza...»

Büyük oğlan bir şey demek ister gibi ağzını açt ı . A m a , ihtiyar emmi oğlu tatlıl ıkla:

— «Açma ağzını , oğul,» dedi. «Bırak anan söylensin, içini boşaltsın. Biz hepimiz senin ne olduğunu biliyoruz. Kardeşinin ne olduğunu da biliyoruz. Toprak işini hiç sev­mezdi. Hiçbir türlü işi sevmezdi, zaten.»

Bunun üzerine büyük oğlan sesini çıkarmadı. Emmi oğlunun oğlu da sözlerine devam etti:

— «Zindancıya, akrabamızı kurtarmak için ne kadar gümüş gerek, diye sorduk. Adam başını sal layıp dedi ki: Oğlan şöyle gözde bir ailenin oğlu, pek zengin, pek yük­sek bir adamın evladı olsa belki rüşvetle kurtulabilirmiş. A m a yoksul bir köylü genci olduğuna göre hiç kimse kel­lesini koltuğuna alıp onu kaçırtmaya razı olamazmış bizim verebileceğimiz rüşvetin hatırı için. Bizim oğlan da çaresiz ölüme gidecekmiş.»

Bunu duyan a n a : «Benim gibi yoksul bir karının oğ­lu diye ölüp gitmesi hak mı?» diye inledi. «Elimizde az da o l s a toprağımız var. Onu satıp kurtarırız oğlanı. Hem bu g e c e satarız toprağı. Elbet köyün içinde...»

Gelgelelim toprak sözünü duyan oğlan anasına kar­şılık verdi:

232

— «Peki, toprağı satarsak biz nasıl yaşarız sonra? Şu durumda bile kıt kanaat geçiniyoruz. Bu yüksek kiralar­la daha fazla yer tutmaya kalkarsak s o k a ğ a düşüp di­leniriz artık. Topu topu bir küçük parça toprağımız var, onu da sattırtmam, a n a . Yok, benimdir bu toprak, sata-mam onu.»

Şu a n a kadar ciddi, ifadesiz bir yüzle, hiçbir şey de­meden dolaşmış olan gelin kocasının bu sözlerini duyun­ca ilk olarak ağzını açt ı :

— «Gayri benim taşıdığım ç o c u ğ u da düşünmek ge­rek,» dedi.

K o c a s ı tasal ı bir sesle: «Benim düşündüğüm de o z a ­ten,» diye cevap verdi.

O zaman ihtiyar ana susmaktan b a ş k a çare bulama­dı. Ç a r e s i z sustu, ağladı bir süre. Ve bundan sonra bütün gece boyunca aralarında ne zaman yeni baştan s ö z olsa, ananın her dediğine hep bu cevap verildi.

*

O gece hiç yatmadılar. Ortalık ağarmaya yüz tutun­ca ana garip bir canlı l ıkla kıpırdayarak:

— «Ben kendim gideyim,» dedi. «Kasabaya ineyim son bir kere. Küçük oğlanım ölecekse, bir kerecik d a h a görmek için durup bekleyeyim.»

Gitmesin diye hepsi yalvardılar ona. Büyük oğlu:

— «Gider ben onun... ölüsünü alır getiririm, sonra­dan,» diye söz verdi. «Gidip o hali görürsen sen de ölür­sün, anacığım.»

A n a y s a : «Ölürsem ne çıkar?» diye omuz silkti.

Yüzünü yıkayıp başında kalan bir tutam kır s a ç ı ta­radı, kasabaya her inişinde yaptığı gibi sırtına temiz bir hırka giydi ve usulca:

— «Gidin emmi oğlunun eşeğini getirin,» dedi. «izin verirsin, değil mi, emmi oğlu?»

Emmi oğlu çaresiz, üzgün: «Ne demek!» diye söylendi. Böylece iki genç gidip eşeği getirdiler, ihtiyar anayı

hayvanın sırtına bindirdiler, kendileri de yola düzüldüler

233

onun yanı s ıra. Ortaiık daha geçtikleri yeri görebilecek kadar aydınlanmış olmadığı için ananın oğlu eline bir de fener almıştı.

Ananın sesi sedası ç ıkmaz olmuştu. Ağlamaktan h a ­rap düşmüş, adeta ne yaptığını, nereye gittiğini bilmez bir durumda hayvanın sırtına yapışmış gidiyordu. Başı göğ­süne sarkmış, çevresine bakmıyordu bile. Gözleri, s a b a h karanlığında hayal meyal görülen soluk, tozlu yola dikil­mişti. Bu kederli saatte erkekler de sessizdiler. Böylece kıvrım kıvrım yol boyunca güneye doğru yol aldılar, saat erken olduğu için henüz kapalı duran güney kapısına yak­laştılar.

Güney Kapısı 'nın önünde bekleşen çok kişi vardı. Ç ü n ­kü bu sabah bir sürü mahkûmun boynunun vurulacağı her yerde duyulmuştu ve insanlar bir seyir görmeye gelir g i ­bi çocuklarını filan alıp gelmişlerdi. Kapı açılır aç ı lmaz hepsi de içeri daldılar. Hep birlikte k a s a b a surlarının İçin­deki açıkl ık bir yere yöneldiler. Daha şimdiden a landa, s a ­bahın bu erken saatinde büyük bir kalabalık birikmişti. Herkes birbirine sokulmuş, görecekleri ölüm sahnesini ' düşüncesiyle s u s m u ş bekliyordu. Küçük çocuklar anlamı t ık lar ı , is imsiz bir korkuyla ana babalarının eteklerine y a ­pışmışlardı. Aras ı ra bir küçük bebecik ağlamaya başlıyor, hemen susturuluyordu. Kalabal ık sessizl ik içinde, merak­la, heyecanla göreceği olayın düşüncesinden hem zevk alıp hem nefret ederek bekleşiyordu.

Anayla iki erkek kalabal ığa karışmadılar. A n a :

— «Zindan kapısına gidip duralım,» diye fısildadı.

Biçare yüreciğinde hâlâ öyle bir umut vardı ki sanki oğlunu gözieriyle görünce bir mucize o lacak, en son daki­kada oğlunu kurtarabilmek için bir çare bulacaktı.

Oğlu eşeğin başını zindandan yöne çevirdi. Z indana gittiler, üstüne c a m kırıkları serpilmiş yüksek duvarlı zin­dan kapısının önünde durup beklemeye koyuldular. Kapı­daki nöbetçi esneyip gerinmekteydi. Yanı başında, bitmek üzere olan mumlu bir fener yanıyordu. Mum eriyip akmış,.

234

kan kırmızısı, eğri büğrü bir yığın haline gelmişti. Sonra günün doğacağın ı belirten serin bir rüzgâr çıktı birden, zaten sonuna gelmiş olan mumu büsbütün söndürüverdi.

İşte bu tozlu sokakta ana eşekten indi, üçü birden beklemeye devam ettiler. Ç o k geçmeden içerde kımıltılar oidu, sonra taş üstünde yürüyen birçok ayakların sesi du­yuldu, en sonra da bir bağır ış:

— «Açın kapıları!» Nöbetçiler hemen hizaya gelip, kapının yanına dimdik

dizildiler, tüfeklerini omuzlarına sımsıkı dayadılar, kapılar açı ldı.

A n a da dört açtı gözlerini, oğlunu görmek için. Kapı­dan bir sürü kimse çıktı. İkişer ikişer birbirine bağlanmış delikanlılar. Her sıradaki iki tanesinin elleri urganla bir­birine bağlanmış olduğu gibi, bu sıradaki iki kişiye de ay­rıca bağlanmışlardı. İlk bakışta hepsini erkek sanırdınız oma, içlerinde kızlar da vardı. Yalnız, bunları ayırmak güç­tü, çünkü saçlar ı kesilmişti, sırtlarında da erkek kılığı var­dı. Yüzleri aynı deiikanlılarınki gibi pervasız, küstah oldu­ğu için cinsiyetleri ancak dikkatli bakı l ınca o küçücük me­meleri ve ince bellerinden belli oluyordu.

Her geçenin yüzüne birer birer, ayrı ayrı bakan ana birden kendi oğlanını gördü, işte, oracıktaydı yavrusu, b a ­şı önüne eğik, yanı başındaki kıza bağlanmış gidiyordu; s ımsıkı bağlıydı kızın ellerine elleri.

O zaman ana fırladı, oğlunun ayakları dibine attı ken­dini ve: «Oğlum!» diye bir inilti kopardı.

Başını kaldırıp oğlunun yüzüne baktı: S a p s a r ı bir yüz, dudaklar kül gibi beyaz, gözleri donuk donuk. Delikanlı anasını görünce daha da sarardı. Yanındaki k ıza bağlı ol­m a s a düşecekti. Ama, kız onu çekti. Ne düşmesini, ne de duralamasını istiyordu. Yerdeki ihtiyar, ak saç l ı kadını gö­rünce genç kız gür bir kahkaha attı, yırtıcı, neşesiz bir kahkaha. . . Sonra yüksek, tiz bir sesle bağırdı:

— «Yoidaş, unutma ki ne anan ne baban var senin dünyada. Büyük amacımızdan b a ş k a sevdiğin hiçbir şey yok!»

235

Ve böyle diyerek gerici çekti, sürükledi, götürdü. Nöbetçilerden biri koşup anayı kaldırdı, yolun kenarı­

na doğru itiverdi. A n a tozların içine yattı, kaldı. Mahkûm­lar yollarına devam edip Güney Kapıs ı yönünde gözden kayboldular. Birden çı lgın gibi bir şarkı koptu ağızlarından, ölümlerine şarkı söyleye söyleye gittiler.

O zaman oğluyla yeğeni gelip anayı yerden kaldır­mak istediler ama o bırakmadı. Bir süre inleyerek tozların içinde yattı. Düş görür gibi o garip şarkıyı dinliyordu ama. hiçbir şeyin farkında değildi. Biteviye inliyordu.

Gelgelelim pek fazla inlemesine de meydan verilmedi. Zindandan çıkan bir nöbetçi gelip tüfeğiyle onu iyice dür-tükleyerek:

— «Defol burdan, acuze!» diye haykırdı. Oğluyla yeğeni korktular. Anayı zorla a y a ğ a kaldırıp

eşeğine bindirdiler, yavaş yavaş köy yoluna yöneldiler. A m a , Güney Kapıs ı 'na gelmezden önce bir duvar dibinde biraz durup beklediler.

Derken kapı yönünden kükreyiş gibi yükselen bir g ü ­

rültü koptu. Bunu duyunca iki erkek önce birbirlerine, s o n ­

ra ihtiyar anaya baktılar. A m a , kadın bu sesleri duyduysa,

ne olduklarını anladıysa bile hiç belli etmezdi. Eşeğin üze­

rine yığılır gibi oturmuş, gözlerini yerdeki tozlara dikmişti.

O haykırışları duyduktan sonra yollarına devam ettiler,

dört bir yönde dağı lmakta olan seyirci kalabalığına rastla­

dılar. Erkekler bunların nerden döndüğünü bilmezlikten

geldiler. Ana da hiçbir şey görmez, işitmez gibiydi. Oğluy­

la yeğeni seyircilerden bazılarının söylediklerini duyabili­

yorlardı:

— «Şen şakrak öldüler, doğrusu, kahramanlar gibi! O cesur genç kızı gördün mü? En son dakikaya kadar şarkı söylüyordu. Kafas ı kopup yuvarlandıktan sonra bile d a ­ha bir an şarkı söylemeye devam etti, kalıbımı basarım!»

— «Hani gençlerden birinin kanı nasıl ta öteye kadar fışkırdı, farkına vardın mı? Kanı celladın ta ayaklarının üstüne sıçradı da cellat da küfretti.»

236

Bazıları gülüp duruyorlardı, yüzleri kızarmıştı. Baz ı la­rı da sapsar ı kesilmişlerdi. Anayla iki erkek kapıdan çıkar­larken yüzü kül gibi soluk duran bir delikanlı duvara yas­lanıp başını öte yana çevirdi ve kustu.

A n a bütün bunları görüp duyuyorsa bile sesini çıkar­mıyordu. Evladının artık ölmüş olduğunu biliyordu. Ölmüş­tü gayri , gümüşmüş, paraymış, ne işe yarardı? Ortada suçlu o lsa bile çatıp kınamak neye yarardı? Ananın şimdi gözünde tüten bir tek yer vardı. Evine, arka yoldaki o e s ­ki mezarl ığa gidip orada ağlamak istiyordu.

«Başka kadınlar gibi, üstüne kapanıp ağ layacak, ken­di yakınlarımdan birinin mezarı bile yok. Bilmediğim bir eski mezarın üstünde ağlayacağım içimi boşaltmak için,» diye yüreği s ız layarak düşündü. Sonra bu yürek sız ıs ı da gelip geçti. Ana şimdi ya ln ızca ağlamak, içini boşaltmak istiyordu.

**

Evine varıp da eşekten indiği zaman büyük oğluna

yalvardı:

— «Beni köyün arkasına götür. Ağlamak istiyorum biraz.»

Yenge de ordaydı. Ananın bu sözünü duyunca başını sal layıp gözlerini kolunun yenleriyle silerek: «Bırak, a ğ l a ­sın biraz, zavallıcık,» dedi. «En iyisi o...»

Oğlu da s e s çıkarmadan anasını o eski mezara götür­dü, otları yolup üstüste koyarak anası otursun diye yumu­ş a k bir yer yaptı. Ana oturup başını mezarın tümseğine yasladı. Bitkin bir yüzle oğluna baktı:

— «Biraz git de beni kendi halime bırak, ağlayayım,» dedi.

Oğlunun duraladığını duyunca içi dolup taşarak: «Bı­

rak beni, a ğ l a y a m a z s a m ölürüm!» dedi.

Oğlu d a : «Birazdan ben gelir seni alırım, ana,» diye­rek uzaklaştı. Anasını oralarda yapayalnız bırakmaya içi h iç razı değildi.

237

O gidince ana oturduğu yerden göklerin gitgide ay-dınlanışını seyretti. G ü n ışığının, o s a b a h hiç ölen olma­mışças ına taptaze, altın rengiyle yeryüzüne serpilişini sey­retti. Tar lalar yılın son ürünüyle olgunlaşmış, buğdaylar sapsarıydı , sarı güneş tarlaların üzerine dökülüyordu.

Ana oturduğu yerden derdinin kabarıp gözyaşlarını akıtarak zavall ı yüreğini rahatlatmasını bekledi. Başından gelip geçenleri, ölmüşlerini, ömrü boyunca ne kadar az g ü n görmüş olduğunu düşündü. Düşündükçe derdi kabar­dı. Bıraktı ana, derdi kabarsındı. Öfkesi kalmamıştı, gayri , hırslanıp çırpınması kalmamıştı. Bıraktı, kederi bildiği g i ­bi kabarsın, kederini içine sindirsindi. G a m yükünün ken­dini ezip yere geçirdiğini duydu sanki , içinin gamla a ğ ı z a ğ ı z a ( dolduğunu duydu, hoşnut oldu bundan. Ve gözlerini gökyüzüne doğru çevirerek kahır içinde:

— «Yeter mi bu bedel gayri?» diye bağırdı. «Verdiği­niz bu cezalar yetti mi?»

Sonra gözlerinden yaşlar boşandı. İhtiyar başını me­zara yaslayıp yüzünü otların arasına gömdü ve ağladı.

O parlak güneşli sabah boyunca hep ağladı ana. Gör­düğü mihnetlerin en küçüğünden en büyüğüne değin hep­sini akl ına getirdi: Erkeği nasıl onunla çatıştıktan sonra çıkıp gitmişti; kızı nasıl ölmüştü de şimdi gelip onu elin­den tutarak eve götüremezdi artık; küçük oğlan o vahşi kılıklı k ıza bağlanmış olarak nası l gelip geçmişti. Bütün ömrüne ağladı ana o sabah.

Derken daha onun ağlaması kesilmeden oğlu koşarak geldi uzaktan. Evet, güneşl i tarlaların arasından koşarak geldi. Bir yandan koşuypr, bir yandan da kollarını sa l laya­rak bağıra bağıra bir şeyler söylüyordu. Gelgelelim ana kendi derdine öyle dalmıştı ki onun dediğini hemen anla­yamadı. D a h a iyi duymak için başını kaldırdı, o z a m a n oğlanın dediklerini aşılayabildi.

— «Ana, ey anal» diyordu. «Oğlum doğdu. Torunun doğdu, ana!»

238

mm

Bu sevinçli çağrıy ı duyunca ananın gözyaşlar ı kendi de farkında olmadan kuruyuverdi. Sendeleyerek a y a ğ a kalktı ve:

— «Ne zaman, ne zaman?» diye sordu.

Oğlu gülerek: «Şimdicik!» diye cevap verdi. «Şimdi-cik doğdu daha. Oğlan hem de, ömrümde böyle kocaman bebecik görmediydim. Öyle bir bağırıyor, bir, iki yaşında çocuk gibi, inan olsun!»

A n a elini oğlunun koluna koydu, bir yandan ağlarken bir yandan da gülmeye başladı . Oğlunun koluna yas lana­rak a c e l e acele köy yolunu tuttu, kendi derdini unuttu.

A n a oğul evlerine, g e n ç ananın yattığı odaya gittiler. O d a , haberi duyup koşmuş köy kadınlarıyla doluydu. Fit­ne karı bile ordaydı. Köyün en ihtiyarıydı bu dedikoducu kadın şimdi, ihtiyarlıktan kulakları iyice ağır laşmış, sırtı iki büklüm olmuştu a m a , böyle bir haber duyup da gel-memezlik edemezdi y a ! Fitne karı, anayı görünce, hemen o çat lak sesiyle bağırdı:

— «Nasipli karışındır, neme gerek, kadın kardeş! Gayri talihin döndü sandıydım a m a , bak işte yeniden g ü n doğdu s a n a . Oğlunun oğlunu görmek nasip oldu. Benim­se çektiğim cefalara karşıl ık gösterecek bir şu kuru ka­fam var...»

A n a hiçbir şey demedi. Çevresindekileri de gördüğü yoktu. Odayı görünce dosdoğru döşeğin başına gitti, eğilip baktı. Bebecik döşekte yatıyordu, bir oğlan ç o c u ğ u . Ger­çekten de babasının dediği gibi, ağzını açmış, bağırıp du­ruyordu, ay parçası gibi, tosun gibi bir yavru. Uzandı ç o ­cuğu kucakladı ana, bağrına bastı, yepyeni bir hayatla kaynaşan o gürbüz vücudun sıcakl ığını duydu kendi teni­nin üstünde.

Ç o c u ğ u tepeden t ırnağa gözden geçirdi, keyifli keyif­li güldü, sonra yeniden baktı torununa. Sonunda başını kaldırıp çevresine bakındı, gözleriyle yengeyi aradı. Yen­ge de torunlarından bir ikisini almış, yeni bebeciği görme­ye gelmişti.

238

Onun gözleriyle karşı laşınca ana torununu havaya

kaldırdı, odadakilerin hepsini unutmuş gibi hem gülüp

hem ağlayarak, gözleri döktüğü onca gözyaşından şişmiş

olarak yengeye seslendi:

— «Bak, kardeşceğizim, bak! Demek günahım pek de öyle sandığım gibi büyük değilmiş, kadın kardeşim. Çünkü bak, oğlumun oğlu oldu!»

S O N

240