· Web viewİbn Sa'd, Resulullah'ın Medine'ye hicretinden önce Esad ibn Zurare'nin...

64
MEDİNE'DEKİ ZİYARET YERLERİ Mescid-i Nebevi Resulullah (s.a.s)'ın Medine'ye hicretinden hemen sonra ashabıyla birlikte bina ettiği mescit. Bu mescit, Mescid-i Resul, Mescid-i Şerîf, Mescid-i Saadet ve Mescid-i Nebevî adlarıyla da anılmaktadır. Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan sonra yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir. Resulullah (s.a.s), Hicret yolculuğunda kısa bir müddet Medine'nin dışında bulunan Kuba köyünde kalmıştı. Bu esnada Kuba mescidi adıyla bilenen mescidi inşa ettirmişti. Buradan yola çıkıp, Medine'ye girdiği zaman, Resulullah (s.a.s), misafir edip ağırlama şerefine nail olabilmek için herkes birbiriyle yarışa girmişti. Kendisini davet edenlere Resulullah (s.a.s); "Bırakın deve serbestçe yürüsün. O bizi Allahın razı olacağı bir yere kadar götürecektir" diyordu. Deve bir süre yürüdükten sonra, iki yetim kardeşe ait boş bir arsaya çöktü. Buraya evi en yakın olan Ebu Eyyub el-Ensarî, Resulullah (s.a.s)'ın eşyalarını alıp sevinçli bir halde evine taşıdı (bk. Hicret mad.). Resulullah (s.a.s)'ın devesinin çöktüğü bu arsa sahipleri olan Neccaroğullarından Sehl ve Suheyl hibe etmek için ısrar ettilerse de Resulullah (s.a.s) bunu kabul etmedi ve on dinar gibi sembolik bir meblağ karşılığında burayı satın aldı. Bu bedeli Hz. Ebu Bekir (r.a) ödedi. İbn Sa'd, Resulullah'ın Medine'ye hicretinden önce Esad ibn Zurare'nin arkadaşlarıyla burada namaz kıldığını, ayrıca cuma namazlarını da burada kıldırdığını nakletmektedir. Etrafı çevrili olan bu arsanın hemen bitişiğinde, cahiliye insanlarının gömülü bulunduğu bir mezarlık vardı. Resulullah bu mezarlığın kaldırılmasını istedi. Böylece mescidin inşa edileceği arsa genişletilmiş oldu. Ayrıca burada bulunan su birikintisi de yok edildi (Nesaî, Mesâcid, 12; İbn Sa'd Tabakatül-Kübrâ, Beyrut, t.y, I, 239) Bu arsa üzerinde hemen bir mescit bina edilmeye başlandı. Ensar, Muhacir ve diğer gönüllü kimselerin de katıldığı kalabalık bir işçi-

Transcript of  · Web viewİbn Sa'd, Resulullah'ın Medine'ye hicretinden önce Esad ibn Zurare'nin...

MEDİNE'DEKİ ZİYARET YERLERİ

Mescid-i Nebevi

Resulullah (s.a.s)'ın Medine'ye hicretinden hemen sonra ashabıyla birlikte bina ettiği mescit. Bu mescit, Mescid-i Resul, Mescid-i Şerîf, Mescid-i Saadet ve Mescid-i Nebevî adlarıyla da anılmaktadır. Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan sonra yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir.

Resulullah (s.a.s), Hicret yolculuğunda kısa bir müddet Medine'nin dışında bulunan Kuba köyünde kalmıştı. Bu esnada Kuba mescidi adıyla bilenen mescidi inşa ettirmişti. Buradan yola çıkıp, Medine'ye girdiği zaman, Resulullah (s.a.s), misafir edip ağırlama şerefine nail olabilmek için herkes birbiriyle yarışa girmişti. Kendisini davet edenlere Resulullah (s.a.s); "Bırakın deve serbestçe yürüsün. O bizi Allahın razı olacağı bir yere kadar götürecektir" diyordu. Deve bir süre yürüdükten sonra, iki yetim kardeşe ait boş bir arsaya çöktü. Buraya evi en yakın olan Ebu Eyyub el-Ensarî, Resulullah (s.a.s)'ın eşyalarını alıp sevinçli bir halde evine taşıdı (bk. Hicret mad.).

Resulullah (s.a.s)'ın devesinin çöktüğü bu arsa sahipleri olan Neccaroğullarından Sehl ve Suheyl hibe etmek için ısrar ettilerse de Resulullah (s.a.s) bunu kabul etmedi ve on dinar gibi sembolik bir meblağ karşılığında burayı satın aldı. Bu bedeli Hz. Ebu Bekir (r.a) ödedi.

İbn Sa'd, Resulullah'ın Medine'ye hicretinden önce Esad ibn Zurare'nin arkadaşlarıyla burada namaz kıldığını, ayrıca cuma namazlarını da burada kıldırdığını nakletmektedir. Etrafı çevrili olan bu arsanın hemen bitişiğinde, cahiliye insanlarının gömülü bulunduğu bir mezarlık vardı. Resulullah bu mezarlığın kaldırılmasını istedi. Böylece mescidin inşa edileceği arsa genişletilmiş oldu. Ayrıca burada bulunan su birikintisi de yok edildi (Nesaî, Mesâcid, 12; İbn Sa'd Tabakatül-Kübrâ, Beyrut, t.y, I, 239)

Bu arsa üzerinde hemen bir mescit bina edilmeye başlandı. Ensar, Muhacir ve diğer gönüllü kimselerin de katıldığı kalabalık bir işçi-usta topluluğu tarafından yürütülen çalışmalar sonunda mescit, kısa sürede bina edildi. Resulullah (s.a.s) çalışmaları idare edip, mescidin kıble tarafındaki temellerinin atılması ve diğer planlamaları yapmakla yetinmeyip, çalışmalara bir işçi gibi taş, kerpiç taşıyarak katılmıştır. O, bu çalışmalar esnasında şu beyitleri söylüyordu: "Allahım! Ahiret hayatından başka hayat yoktur. Ensara ve muhacirûna mağfiret et" (İbn Sa'd a.g.e., I, 239-240).

Temeller toprak seviyesine kadar taş, zeminden yukarısı ise kerpiç kullanılarak bina edildi. Temel yaklaşık olarak bir buçuk metre derinliğinde açılmıştı.

Eni-boyu yüzer zıra (bir zıra =kırkbeş santim) olmak üzere, kare şeklinde inşa edilen mescidin mihrabı Beytu'l-Makdis yönüne denk düşecek şekilde kuzey duvarında işaretlenmişti. Üç tane kapıdan biri güney tarafındaki arka duvarda,

ikincisi batı tarafındaki duvarda, üçüncüsü ise Resulullah (s.a.s)'in hücrelerinin bulunduğu doğu tarafında idi. Bu kapıya Cibril kapısı denirdi.

Resulullah (s.a.s), ilk önceleri bir hurma kütüğü üzerine çıkarak hutbe okurdu. Bir zaman sonra bizzat Resulullah (s.a.s)'ın isteği veya ashabın, cemaatın kalabalıklaştığını ve arkadakilerin hutbe okurken onu göremediklerini bildirmeleri üzerine, bir kaç basamaklı bir minber yapılarak, mescite yerleştirildi (Buhârî, Cuma, 26; İbn Sa'd, a.g.e., I, 250-251).

Hicretten on altı ay sonra Kıblenin yönü Beytullah tarafına çevrildiği zaman, güneydeki kapı kapatılarak, burası mihrab yapıldı, Kuzeydeki duvarda da bir kapı açıldı. Mescitte namaz kılınan yerin üzeri açıktı. Ancak mescitin ortasında, hurma ağacından yapılan direkler üzerinde, hurma, dal ve yapraklarından bir gölgelik yapılmıştı.

Mescitin doğu tarafında duvara bitişik olarak Resulullah (s.a.s)'in hanımları Hz. Âişe (r.anh) ve Hz. Sevde (r.anh) için, iki oda inşa edilmişti. Ayrıca yine mescite bitişik olarak, gündüzleri bir eğitim-öğretim yeri, geceleri ise, evsiz kimseler ve misafirlerin barınması için "Suffa" denilen üzeri kapalı bir bölüm eklenmişti. Resulullah (s.a.s)'e ait odalara, zamanla yedi oda daha eklenerek oda sayısı dokuza çıkmıştır. Bunların hepsi kerpiçten idi (İbn Sa'd, a.g.e., I, 499).

Medine'de inşa edilen bu mescit aynı zamanda, kurulan İslâm devletine ait bütün faaliyetlerin yürütüldüğü bir merkez niteliğinde idi. Resulullah, ashabıyla orada istişare eder, savaş ve barış kararlarını orada alır, elçi heyetlerini orada kabul eder, savaşa çıkacak orduları orada techiz ederek yola çıkarır, topluma ait bütün meseleler orada çözüme kavuşturulur, hatta gerektiğinde suçlular ve esirler bağlanmak suretiyle orada hapsedilirdi (Nesei, Mesâcid, 20).

Eğitim-öğretim faaliyetleri, mescitin "Suffa" denilen kısmında yerine getiriliyordu. İslâm ümmetinin nüvesini oluşturan Ashab ve seçkin sahabe âlimler, İslâmda ilk üniversite sayılabilecek bu mekanda yetişmişlerdi. İslâm'ın esaslarını öğrenmek üzere Medine dışından gelenler için aynı zamanda bir yatakhane vazifesi görüyordu (İbn Sa'd a.g.e., 255). Bir defasında, Temim kabilesine mensup yetmiş kişi burada barındırılmış idi (Ahmed b. Hanbel, III, 371).

Resulullah (s.a.s), burada bizzat dersler veriyordu. Ancak, yeni gelen ve başlangıçta olan öğrencilere okuma yazmayı ve Kur'an-ı Kerim'i öğreten diğer öğretmenler de bulunmakta idi. Medine'den ve uzak yerlerden olmak üzere burada okuyan öğrencilerin dört yüz kişi gibi bir sayıya ulaştığı oluyordu. Burada barınanların ihtiyaçlarının büyük bir bölümü, cömert sahabeler tarafından karşılanmaktaydı (M. Hamidullah, İslam Peygamberi, İstanbul, 1980, II, 832).

Medine'de bir evi ve ailesi olmayan fakir kimseler de Suffa'da yatıp kalkıyor, ihtiyaçlarını buradan sağlıyorlardı (İbn Sa'd a.g.e, 255).

Mescid-i Nebevi, ilk inşa edilişinden sonra bir takım genişletme faaliyetleri gördü. Hayber'in fethinden sonra Resulullah (s.a.s), mesciti bir miktar genişletmişti. Resulullah (s.a.s), vefatından kısa bir müddet önce, Hz. Ebu Bekir'in kapısı hariç

odalardan mescite açılan bütün kapıları kapattırmıştı (Buhari, Ashab, 3). Resulullah (s.a.s) vefat ettiğinde Hz. Âişe (r.anha)'ye ait odada defnedilmiştir.

İlk ciddi genişletme, Hz. Ömer (r.a)'in hilâfeti zamanında yapıldı. Güney tarafından beş, Batı ve Kuzey taraflarından da onar metre ilave yapıldı. Doğu tarafına ilâve yapılmadı ve Resulullah (s.a.s)'ın hanımlarının odaları olduğu gibi kaldı. Kuzey, doğu ve batı duvarlarında ikişer tane olmak üzere, kapı sayısı altıya çıkarıldı. Hz. Ebu Bekir ve Hz. Ömer vefat ettiklerinde Peygamber (s.a.s)'ın yanına defnedilmişlerdir.

Hicretin yirmi dokuzuncu yılında Hz. Osman (r.a), mesciti yeniden inşa ettirdi. Duvarları süslü taş ile yeniden örüldü. Taş sütunlar kullanılarak mescitin bir kısmının üzeri kapatıldı. Kapılarının sayısında bir değişiklik yapılmadı. Bu yenileme ile mescitin genişliği yüz elli zıra, uzunluğu ise yüz altmış zıra'a çıkmıştır (İbnu'l-Esîr, el-Kâmil fi't-Tarih, III,103; Suyütî, Tarihu'l-Hulefa, Beyrut 1986, 173).

Emevîler zamanında, Medine Valisi Ömer b. Abdülaziz eliyle mescit yeniden inşa ettirildi. Hicrî seksen sekiz'den, doksan bire kadar süren çalışmalarla mescit, doğu, batı ve kuzey yönlerinden genişletilmişti. Peygamber (s.a.s)'in hanımlarının odaları Mescide katılmıştır (İbn Sa'd, a.g.e., I, 399). Resulullah (s.a.s)'in kabr-i şerifleri Hz. Âişe (r.anh) validemizin odasında bulunduğu için bu odanın sadece bir bölümü mescite dahil edildi.

Mescitin duvarları taş ve kerpiç kullanılarak yapılmış ve mermerlerle kaplanarak süslenmişti. Tavanı da Hindistan'da yetişen saac ağacı ile örtüldü ve altın suyu ile yaldızlandı. Bu yenileme ile mescitin uzunluğu ikiyüz zıra, genişliği de yüz altmış yedi zıra çıkmıştır. Sütunları mermerden yapılarak, sütun başlıkları altınlarla süslendi. Eyvanların yapımında taşlar kurşun kullanılarak birbirine geçirilip sağlamlaştırıldı. Ravza-ı Mutahhara (Resulullah (s.a.s)'nın kabrinin bulunduğu yer)'ın tavanı saac ağacı ile örtülerek yazılarla süslendi. İlk olarak mihrab ve dört tane de minare yapıldı.

Abbasîlerden el-Mehdî, Hicrî 162-778'de kuzey tarafından genişleterek, üç yıl süren çalışmalarla mesciti yeniledi. Yine 202 (817) yılında Me'mun, mesciti tekrar restore ettirdi.

576 (1180) yılında en-Nasır Lidinillah, Resulullah (s.a.s)'den kalan değerli eşyayı muhafaza etmek için mescitin sahnında kubbeli bir oda yaptırdı. Hz. Âişe (r.anh)'ın sakladıklarından bulabildiklerini buraya koydu. Bunlar; Resulullah (s.a.s)'ın vefat ettiği zaman giymekte olduğu çuhadan yapılmış rida ve izar, atlas kumaş ile işlemeli şal bir cübbe, Bürde-i Saadet, seccade, sancaklar, bir kısım resmi evrak ve Ashabdan bazılarına ait bir takım eşyadan ibaretti.

654 (1256) yılının Ramazan ayının ilk cuma günü, kandilleri yakan kandilcinin ihmali, kutsal emanetlerin korunduğu sahndaki kubbeli oda hariç, mescidin tamamen yanmasına sebep olmuştu. Abbasîler'den el-Mu'tasım, 655 (1257) yılı hac mevsiminde ustalar ve malzeme göndererek mescitin yeniden inşa edilmesini sağladı. Yemen Meliki Muzaffer ve Mısır Meliki Nureddin Ali İbn Mu'iz'in de iştirak ettiği bu çalışmalarla hücre-i nebeviye ve duvarların bir kısmı yeniden yapılmıştı. Melik Muzaffer, Yemen'de yaptırdığı sanat değeri çok yüksek bir minberi de

Mescite yerleştirmişti. Ancak, imar işi tamamlanamamıştı. 685 (1295)'de Baybars, yarım kalan inşaatı tamamladı ve küçük bulduğu Melik Muzaffer'in minberini kaldırarak yerine, Mısır'dan getirttiği daha büyük ve sanat bakımından daha zarif bir minberi yerleştirdi. 886 (1481) Ramazanının 13. günü minarelerden birine isabet eden yıldırım, mescitin yanarak, duvarlarının yıkılmasına sebep oldu. Minber, mushaflar ve kitapların tamamı yandı. Ravza-ı Mutahhara ve sahndaki kubbeli oda bu yangından zarar görmemişti.

Mısır Memlûk Sultanı Eşref Kaytabay, Emir Sankar el-Cemalî'yi kalabalık bir usta kafilesiyle Medine'ye gönderdi.

Mescit biraz genişletilerek duvarlar ve minberler yeniden inşa edildi. Mihrabı da biraz genişleterek, üzerini, çevresindeki direklerin başlıklarına oturtulan bir Kubbe ile kapadılar. Ravza-ı Mutahhara'nın duvarları üzerine de bir kubbe oturttular. Bunun üzerini de sütunların taşıdığı diğer bir kubbe ile kapadılar. Sonra, Ravza-ı Mutahhara ile kıble duvarı arasına, etrafını üç küçük kubbenin çevrelediği büyük bir kubbe yapıldı. Yapılan diğer bazı kubbelerle de mescitin bir kısmı örtülmüş oldu. Yeniden yapılan mihrap, renkli mermerler ile süslendi. Rahmet kapısının yanında Medrese-i Mahmudiye adıyla anılan bir medrese inşa edildi. Kaytabay, yapılan bu işler için yüzyirmibin dinar tahsis etmişti.

Osmanlılar döneminde Mescid-i Nebevî'nin bakımı titizlikle yerine getirilmiş ve tezyin edilmiştir. I. Mahmud, Ravza-ı Mutahhara'nın üzerinde bulunan kubbeyi yenileyerek, koyu yeşile boyadı. Bundan dolayı bu kubbe, Kubbetu'l-Hadra (yeşil kubbe) adıyla anılır. Mısır valisi Mehmed Ali Paşa da Mescid-i Nebevi'de birtakım restorasyon çalışmaları yapmıştır. Mescit, Abdulmecid tarafından yeniden inşa edilmiştir. Abdulmecid'in bu iş için seçtiği ustalar, Akik vadisinde bulunan Hedab denilen kayadan sütunlar ve taşlar kestiler. Mesciti parça parça inşa etmeye başladılar. Yani bir kısmını yıkıyor, yerini hemen yapıyorlardı. 1849-1861 yılları arasında on iki şene süren inşa çalışmaları ile mescit yeni baştan inşa edildi.

Mayıs 1953'te başlatılan diğer bir çalışma ile, ön kısmı hariç yeni baştan inşa edilerek bugünkü hale getirildi. İlk imar edildiğinde yaklaşık 2475 m. kare büyüklüğünde olan Mescid-i Nebî, tarih boyu süren çeşitli inşa faaliyetleri sonunda 12271 m. kare genişliğe ulaşmıştır. Bugün ise yeniden büyük genişletme çalışmalarıyla bu alan birkaç katına çıkarılacak şekilde büyütülmüş bulunmaktadır.

Mescid-i Nebevî'nin Fazileti

Mescid-i Nebevi, Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa'dan sonra, yeryüzündeki mescitlerin en faziletlisidir. Bu konuda Resulullah (s.a.s)'den bir çok hadis varit olmuştur.

Mescid-i Nebî'de, bir bölüm vardı ki, Resulullah (s.a.s) burayı Cennet bahçelerinden bir bahçe olarak nitelemiştir. Ayrıca minberini de aynı şekilde vasıflandırmıştır.

Bir hadiste şöyle denilmektedir:

"Resulullah, bir hurma kütüğüne yaslanarak hutbe okurdu. Ashabdan biri şöyle dedi: "Ya Resulullah! Senin için bir şey yapalım ki, cuma günü üzerine çıktığın zaman insanlar sizi görsün ve hutbenizi duyabilsinler" dedi. Bunun üzerine Resulullah; "olur" dedi. Üç basamaklı bir minber yapıldı. Daha önce yaslanıp hutbe okuduğu kütüğü geçince, kütükten on aylık gebe devenin inlemesi gibi iniltiler gelmeye başladı. Resulullah onu eliyle meshetti ve ses kesildi (Buhârî, Cuma, 26; Nesaî, Cuma, 17; İbn Mâce, İkame, 199; İbn Sa'd, a.g.e.,I, 239-254).

Resulullah (s.a.s), bu minberin üzerine çıktığı zaman şöyle demişti:

"Evimle minberimin arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim de Cennet bahçelerinin üzerindedir (Ahmed b. Hanbel, II, 36, 450, 534; V, 41). Diğer bir hadis de; "Evimle minberimin arası, Cennet bahçelerinden bir bahçedir ve minberim havzımın üzerindedir" (Ahmed b. Hanbel, II, 236) şeklindedir.

Minber hakkındaki başka bir hadis-i şerifte de şöyle buyurulmaktadır: "Minberimin ayakları Cennet üzerindedir" (Ahmed, b. Hanbel, VI 289, 292, 318; Nesaî,

Mesâcid, .

Bu hadisler, Mescid-i Nebevî'nin, Resulullah'ın minberi de dahil olmak üzere, minberi ile evi arasında kalan bölümün Cennet bahçelerinden birisi hükmünde olduğunu teyit ederek ortaya koymaktadır. Buna göre, burada bilinçli bir şekilde bulunan, namaz kılan veya başka bir ibadetde bulunan, yaptığı şeyleri Cennet bahçelerinden birinde yapmış gibidir.

Yeryüzünde namaz kılmak ve ziyaret etmek maksadıyla yolculuğa çıkılabilecek üç mescitten birisi Mescidi Nebî'dir. Bir hadis-i şerifinde Resulullah (s.a.s) şöyle buyurmaktadır: "Üç mescitten başka bir yere (ibadet etmek için) özel olarak yolculuk yapılmaz: Mescid-i Horam, Mescid-i Aksa ve Benim mescidim" (Buharî, Fedâilü's-Salat, 1, 6).

Mescid-i Nebî'de kılınan namaz, diğer mescitlerde kılınan namazlardan çok daha faziletlidir. Sa'd ibn Ebi Vakkas (r.a)'dan Resulullah (s.a.s)'ın şöyle söylediği rivayet edilmektedir: Mescitimde namaz, Mescid-i Haram hariç, diğer mescitlerde kılınan bin rekât namazdan daha hayırlıdır" (Ahmed b. Hanbel, I,184); Başka bir rivayette "daha faziletlidir" (Hanbel, I, 16; Nesai, Mescid,4) buyrulur.

Bunun içindir ki, hac farizasını ifa etmek için bu topraklara yönelen insanlar, bir müddet Medine'de kalarak Mescid-i Nebî'de ibadet etmenin güzelliklerinden faydalanmaya çalışırlar.

Namazın dışında, diğer hayırlı ameller için de Mescid-i Nebevî üstün bir mahaldir. Orada yapılan her ibadet kat kat fazlasıyla mükafatlandırılır. Bunun böyle olduğunu vurgulamak için Resulullah (s.a.s) bir hadisinde, Allah yolunda cihat ile kıyas yaparak şöyle buyurmaktadır: Mescitime bir hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelen, Allah yolunda cihat eden kimse gibidir. Bunun dışında gelen, başkasının kazancını seyreden kimseye benzer" (Ahmed b. Hanbel, II, 418).

Resulullah (s.a.s), Mescid-i Haram ve Mescid-i Aksa yanında kendi mescidinin konumunu bildirmek maksadıyla şöyle demiştir: Ben peygamberlerin sonuncusuyum. Mescitim de mescitlerin sonuncusudur" (Nesaî, Mesâcid, 7). Bu hadisler, zikredilen bu üç mescitin dışında inşa edilecek hiç bir mescitin, diğerlerinden farkı olmadığını ve fazilet bakımından birbirine denk olduğunu da ortaya koymaktadır.

Ömer TELLİOĞLU, ŞAMİL İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

MESCİD-İ NEBEVİ HAKKINDA BAZI BİLGİLER

1.  Yeni yapı binanın aIanı: Yaklaşık olarak 100.000 m2'dir.

2.  Avlusunun alanı: İki yüz otuz beş bin (235.0001 m2'dir.

3.  Çatı katı kubbeler dahil toplam 67.000 m2' dir.

4.  Aynı anda namaz kılabilen kişi sayısı 600.000'den fazla

5.  Hareketli kubbeler adedi: Yirmi yedi (27)dir. Bu kubbeler ihtiyaç anında açılıp/kapanır. Ağırlıkları ise; 9 tonu ahşap, 60 ton civarındadır.

6.  6500'den fazla abdest alma yeri

7.  Tuvaletlerin sayısı 2500 civarında

8.  560 adet fıskiyeli su çeşmesi

9.  Avluda muhtelif renklerde süsleme ve nakışlarla işlenmiş, sıcağı emen granit taşlar toplam 45.000 m2'dir.

MİNARELER

•  Minareler, ikisi Osmanlıdan kalma, dördü eski, altısı yeni olmak üzere toplam on(10) adettir.

•  Eski minarelerin yüksekliği 72 mt'dir.

•  Yeni minarelerin yüksekliği ise 104 m.' dir. 334 basamakla çıkılır ve beş(5) şerefelidir.

•  Minarelerin üzerindeki hilaller, Türkiye'de imal edilmiş olup her birinin ağırlığı 4.200 kg.' dır ve a1tınla kaplıdır.

KAPILAR

• Kapı adedi 81, giriş yeri 41, bu kapıların bazıları tek değil grup halindedir. Babü’s Selam 1 Nolu kapıdır.

AVİZELERİ

•  Her biri beş metre çapında, 2200 Kg. ağırlığında, 68 adet büyük avize mevcuttur.

•  111 adet küçük avize vardır.20.000'den fazla da lamba vardır.

MERDİVEN  

•  Üst kata çıkış için altı tane yürüyen, 18 adet de normal merdiven vardır. Zemin katta 2400, Zeminin üstünde 2020 adet kolon vardır.

GÜVENLİK

•  Mescid-i Nebevi'de 627 adet güvenlik ve naklen yayın kamerası mevcuttur. Bu kameralar sayesinde mescidin her noktası görüntülenmektedir.

SES SİSTEMİ

•  Ses sistemi Dünyanın en iyi ses sistemlerinden biridir. Mescidin her noktasında aynı tonda işitilir ve dışarıdan ses karışmaz.

YANGIN SÖNDÜRME

•  En son teknoloji kullanılarak yapılmış otomatik yangın söndürme üniteleri:

•  Daimi elektrik üretim üniteleri vardır.

•  Tatlı ve atık su üniteleri mevcuttur.

KEMER

•  Kemerlerin sayısı duvarlardakiler dahil olmak üzere toplam 3812 adettir.

DİREKLER

•  Direkler beyaz mermerle kaplıdır.

•  Sütun başlıkları bronz, sütun ayakları ise hendesi şekil verilmiş mermerlerle kaplıdır. İtalya ve İspanya' dan getirilen bu mermerlerin rutubete karşı binayı koruduğu söylenir. Mescidi serinleten soğuk hava, direklerin ayak kısımlarından üf1enir.

KLİMA ve SOĞUTMA SİSTEMİ

•  Mescid-i Nebevi'deki soğutma sistemi Dünyadaki en büyük soğutma sistemlerinden biridir. Bu iş için mescidin yedi Km. kadar uzağına çok büyük bir tesis kurulmuştur. Soğutma için kullanılan suyun soğutulduğu altı ünite vardır. Her ünite saatte 3400 ton su soğutur. Soğuk su 90 cm. borular vasıtası ile Hizmet Tünelinin içinden mescide ulaşır. Isınan su tekrar geriye pompalanır. Hizmet Tüneli: 6 m. 'den geniş, 4 m. daha derin bir tüneldir.

OTOPARK

•  Mescidin avlusunun altında U şeklinde yapılmış iki katlı otopark mevcuttur. Değişik yönlerden altı adet girişi vardır. 4000 araç kapasitelidir. Otoparkın yangına karşı son teknoloji söndürme sistemi ile donatılmış ve mükemmel bir havalandırma sistemi vardır.

MESCİD-İ NEBEVİNİN MÜZESİ

•  Osmanlı Sultanları ve Paşalar ve İslam Devlet Büyükleri, Mescid-i Nebevi'ye çok değerli armağanlar bağışlamışlardır. Bu armağanlar önceleri Hücre-i Saadet'in içinde muhafaza ediliyor idi, 25 yıl önce Harem-i Şerif Kütüphanesinin üstüne inşa edilen bir odada korunur oldu.

ŞEMSİYELER VE KUMLUK

•  Eski bina ile yeni bina arasında kalan ve üzeri açık olan mekanda bu gün otomatik olarak açılan, açıldığında güzel bir çiçek görünümü arz eden, kapandığında ise küçük bir minare veya füze gibi duran bu şemsiyeler 1990'lı yılların başlarında yapılmıştır. Eskiden burası kumlarla kaplı olduğu için "Kumluk" derlerdi.

RAVZA: Cennet bahçesi

•  Ravza denilen yer Mescid-i Nebevi'nin içersinde muayyen bir yerin adıdır. Efendimiz Aleyhisselam’ın bu yer hakkında "Evimle minberim arası Cennet bahçelerinden bir bahçedir. Minberim de Cennetteki havzımın üzerindedir." Buyurur.

•  Zemin açık renk yeşil-krem halılarla kaplı olan bu mübarek yerin genişliği 22 m. Uzunluğu ise 15 m.' dir. (N e mutlu burada namaz kılmak nasip olanlara)

•  Burada namaz kılıp dua ettikten sonra uzun süre oturmayıp, diğer hacılara da fırsat tanımak bir insanlık görevidir.

MİNBER

•  Bilindiği üzere Efendimiz Aleyhisselam ilk zamanlar mescitte sahabi efendilerimizle konuşurken veyahut hutbe okurken bir hurma kütüğüne dayanırdı. Fakat cemaat kalabalıklaşınca ses arkalara gitmiyor ve kendisi de görünmüyordu. Bu problemi çözmek için bir minber yapmayı teklif ettiler. O da kabul buyurdu ve üç basamaklı bir minber yapıldı. Ancak; yeni minber yapılınca hurma kütüğünün bir çocuk gibi ağlaması ve Efendimiz Aleyhisselam'ın onu teselli etmesi çok meşhurdur. Bumucizeyi bir çok sahabi rivayet etmiştir.

•  Meşhur Hasan Basri Hazretleri, bu mucizevi hadiseyi  şakirtlerine ders verdiği vakit ağlardı ve derdi ki; "Ağaç Resulü Ekrem Aleyhisselam meyil ve iştiyak gösteriyor. Sizler daha ziyade iştiyaka ve meyle müstahaksınız."

•  Efendimiz Aleyhisselam üç basamaklı minberin üçüncü basamağına oturuyordu.' Ebubekir ikinci basamağına oturdu. Hazreti Ömer ise birinci basamağa oturuyordu

SULTAN SULEYMAN MİHRABI

•  Bu mihrap Efendimiz Aleyhisselam mihrabının sağ tarafında üçüncü direğin yanındadır. Mescidi Nebevi'nin şeyhi Doğan Şeyh tarafından 1456 yılında inşa ettirilmiş ve Hanefi bir imam tayin edilmiştir. Bu yüzden Hanefi mihrabı diye de bilinir. Önceleri her mezhep mensupları namazlarını ayrı cemaatlerle kılarlardı.

•  Kanuni Sultan Süleyman, 1532 yılında bu mihrabı siyah ve beyaz mermerlerle süsledi ve bundan sonra Süleyman Mihrabı olarak anılır oldu. Kitabe arkasında yazılıdır.

TEHECCÜD MİHRABI

•  Şu anda yerinde bulunmayan ve tahta dolap haline getirilip, Kur'an dolabı olarak kullanılan mihraptan bahsedilmektedir. Bu mihrap Efendimiz Aleyhisselam’ın gece namazlarını kıldığı yerdir. Bu yüzden Teheccüd Mihrabı olarak bilinir.

SUFFE ESHABI

•  Hicretin ikinci yılında yapılmıştır. Hicret edenlerden Medine'de akrabası olmayanlar, Mescidi Nebevi'ye sığınırlardı.

•  Efendimiz onların ihtiyaçlarıyla bizzat ilgilenirdi. Efendimizden çok istifade ettikleri için ilim ve araştırma ehli idiler.

RAVZANIN SÜTUNLARI

1. KOKULU SÜTUN - ÜSTUVANETUL MUHALLAKA

•Bu sütun Efendimiz Aleyhisselam’ın ayrılığına dayanamayıp, ağlayan hurma kütüğünün yerine konmuştur.

•Bu sütun Mihrab-ı Nebi'ye kıble cihetinden yapışık olan sütundur. Üzerinde Arapça olarak: "HAZİHİ ÜSTUVANETÜL MUHALLAKA" yazar.

•Bu sütuna Mushaf Sütunu da denir. Sahabi Efendilerimiz bunun önünden namaz kılmaya gayret ederlerdi.

2. AİŞE SÜTUNU

Bu sütün minber tarafından üçüncü, Kıble tarafından üçüncü, Kabri Şerif tarafından da üçüncü sütundur. Aişe validemiz yerini tayin ve tespit ettiği için onun adını taşır. Üzerinde Arapça; "HAZİHİ ÜSTUVANETÜL AİŞE" yazar.

3. VUFUD  SÜTUNU

Bu sütun da Hücre-i Saadet' in parmaklıklarına yapışıktır. Kuzeyden Hares Sütununun arkasına düşer.

Üzerinde Arapça;  "HAZİHİ ÜSTUVANETÜL VÜFUD" Yazar.

Vüfud, dışardan gelen heyetler anlamındadır.

Efendimiz Aleyhisselam yabancı heyetleri burada kabul ederdi.

4. SERİR SÜTUNU

Tövbe Sütununun Doğusundaki sütundur. Hücre-i Saadetin parmaklıklarına yapışıktır.

Üzerinde Arapça; "HAZİHİ USTÜVANETUS SERİR” yazılıdır.

Serir, karyola anlamındadır. İtikaf zamanları Efendimiz Aleyhisselam karyolasını buraya koyduğundan bu isim verilmiştir. Burası Efendimiz Aleyhisselam'ın evi ile mescidinin tam ortasındadır.

5. MAHRES - HARRS SÜTUNU

Kuzeyden Serir Sütununun arkasına düşmektedir. Üzerinde Arapça;

"HAZIHI USTINANETUL MAHRES" Yazar. Mahres denmesinin sebebi; Efendimiz Aleyhisselam’ın korumaları bu sütünün dibinde otururlardı. Hazreti Ali'nin evine yakın bir yerde bulunduğu için Ali Sütunu da denir.

6. EBU LÜBABE SÜTUNU

Tövbe sütunu da denir. Minber tarafından dördüncü, Kabr-i şerif tarafından ikinci, Kıble tarafından ise üçüncü sütundur.

Bu ismi taşıması Ebü Lübabe'nin işlediği bir hatadan dolayı kendisini bu sütuna bağlayarak "Allah beni affedinceye kadar burada kalacağım" demesinden ve orada tövbe etmesinden dolayıdır.

Enfal Suresi 27. Ayet, Ebu Lübabe hakkında nazil olmuştur.

Bu sütunun bir başka önemi, Efendimiz Aleyhisselam’ın kabrinin, hatta başının hizasında olmasından dolayıdır.

7. MARBAATUL KABR SUTUNU

Bu sütuna Makam-ı Cibril de denir. Şimdi bu sütun Resulullah Aleyhisselam’ın Kabri Şerifin içinde olduğu için, ziyaret etmek ve görmek mümkün değildir.

Şüphesiz bu sütunların hepsinin ayrı ayrı faziletleri vardır. Mescid-i Nebevi birkaç kere yandığı ve defalarca tamir görüp genişletildiği halde bu sütunların yerleri değişmemiştir.

MESCİDİ NEBEVİNİN KAPILARI

1. BABUS SELAM:

1 Numaralı kapıdır. Mervan Bin Abdül Melik tarafından açtırıldığı rivayet edilmektedir.

2. BABUS SIDDIK:

Ebu Bekir kapısıdır. Babü’s Selam'ın yanında iki numaralı kapıdır.

3. BAB-I CIBRİL:

Cebrail Aleyhisselam’ın vahiy getirdiğinde, bu cihetten geldiği için Cibril Kapısı denmiştir. Aişe validemiz Cebrail Aleyhisselam’ı bu kapının önünde gördüğünü söyler.

4. BAB'UN NİSA

Kadınlar kapısıdır. Hazreti Ömer zamanında açılan bu kapı sadece kadınların girişine tahsis edilmiştir.

5. BAB'UL BAKI

Yeni kapılardan biridir. Kabri Şerifi ziyaretten sonra çıkış kapısıdır.

6. BAB 'UR RAHME

Batı duvarındadır. Efendimiz zamanında açılan kapılardan biridir.

7. BAB-I ABDUL MECİD

Sultan Abdülmecit’in mescidi genişletirken açtırdığı bir kapıdır. Son genişletmede mescidin içinde kaldı.

8. BAB-I ABDUL AZIZ

Abdül Aziz kapısıdır. Doğu duvarındadır. 1955 yılındaki genişletme esnasında açıldı. İkinci genişletmede mescidin içinde kaldı.

9. BAB-I ÖMER VE BAB-I OSMAN

Son genişletmelerde her ikisi de mescidin içinde kaldı.

10. BAB- I MELIK SUUD

Batı duvarındadır. Kral Suud ilk genişletme çalışmasını buradan başlatmıştır.

BEDİR SAVAŞI (Hicri 2 / Miladi 624)

Bedir beldesi, eski Mekke yolu üzerinde Medine'ye 160km. uzaklıktadır.

Sevgili Peygamberimizin Medine'ye hicretinden sonra Mekkeli müşrikler Efendimize ve Medine halkına karşı kesintisiz savaş ilan ettiler. Bunun üzerine Peygamberimiz müşriklerin askeri ve ekonomik güçlerini zayıflatmak istiyordu. Bu nedenle Kureyş'in iki can damarından biri olan Şam ticaret yolunun kontrol altına alınması için Medine ile Kızıldeniz arasındaki bölgeye birlikler gönderiyordu. Hicretin 2. yılında Ebu Süfyan'ın idaresinde büyük bir Kureyş kervanının Şam'dan dönmekte olduğu haberi Medine'ye ulaştı. Bunun üzerine Hz. Muhammed (A.S.), ashabını topladı ve stratejik önemi sebebiyle bu kervanı ele geçirmeleri gerektiğini anlattı. 305 kişiden oluşan bir orduyla Bedir istikametine yola çıkıldı. Bu durumu haber alan Ebu Süfyan kervanın seyir yolunu değiştirip sahil yolundan hızla ilerleyerek, durumu Kureyş'e bildirdi. Müşrikler Ebu Cehil'in komutasında 1000 kişilik donanımlı bir orduyla Medine üzerine yürüdü. Daha sonra Ebu Süfyan'ın kervanın kurtulduğuna ve artık ordunun geri dönmesi gerektiğine dair haber göndermesine rağmen, Ebu Cehil intikam hırsıyla yoluna devam etmekte ısrar etti.

İki ordu 17 Ramazan Cuma günü Bedir'de karşılaştı. Bu çetin savaş ikindiye doğru Müslümanların kesin zaferiyle sona erdi. Başta Ebu Cehil olmak üzere 70 müşrik öldürüldü ve 70 kişi de esir alındı. Müslümanlar ise 14 şehit verdiler. Müslümanların bu savaşta meleklerin yardımıyla desteklendiğini Yüce Allah (c.c.) Al-i İmran ve Enfal surelerinde açıkça beyan etmiştir. Bedir savaşı neticesinde Müslümanlar bölgenin en büyük gücü kabul edilmiş ve İslam hızla yayılmaya başlamıştır.

UHUD SAVAŞI (Hicri 3 /Miladi 625)

Uhud Harbi Hicret'in 3. yılında Mekke müşrikleriyle Müslümanlar arasında Uhud Dağı eteklerinde yapılmıştır. Bedir'deki yenilginin intikamını almak için gelen Müşrikler 3000 kişi, buna karşılık Müslümanlar ise 700 kişi idiler. Peygamberimiz bölgeyi stratejik olarak inceleyip, ordunun sağını Uhud dağına, solunu da tepe tarafına vererek mevzilendi. Tepenin arkasına da 50 kişilik okçu birliği yerleştirip, arka tarafı da emniyete aldı. Okçulara şartlar ne olursa olsun yerlerini terk etmemelerini emretti.

Savaş üç merhalede gerçekleşmiştir. Birinci merhalede müşrikler kısa sürede bozguna uğratılarak her şeylerini terk edip kaçışmaya başlamışlardır. Bu durumu gören okçular emir gelmeden yerlerini terk etmişlerdir.

Bu fırsatı iyi değerlendiren ve henüz iman etmemiş olan Halid b.Velid süvari birliğiyle tepeyi dolanarak Müslümanları arkadan kuşatmıştır. Kaçmakta olan müşriklerin de geri dönmesiyle savaşın ikinci merhalesi başlamıştır. Böylece Müslümanlar iki ateş arasında kalarak çok zor anlar yaşamışlar ve Hz. Hamza başta olmak üzere 70 şehit vermişlerdir. Müşriklerden ise 37 kişi ölmüştür.

Ancak daha sonra Müslümanlar yeniden toparlanıp, savaşın üçüncü merhalesinde dağın eteklerine çekilerek mevzilendiler. Bu durumu gören müşrikler tekrar savaşmaya cesaret edemeyip, emellerine de ulaşamayarak Mekke'ye geri dönmüşlerdir.

KIBLETEYN MESCİDİ

Kabe Hz. Adem'den beri kıble idi. Hz. İbrahim ve onun dinine tabi olan Hanif'ler de Kabe'ye yönelerek ibadet ediyorlardı. Hz. Muhammed (A.S.)'ın Mirac'ında namazın farz kılınmasıyla birlikte kıble Mecsid-i Aksa'ya tahvil edildi. Bu hicretin 16. ayına kadar böyle devam etti. Ancak Efendimiz, Kabe'ye yönelerek ibadet etmeyi arzuluyordu. Özellikle Medine'de bir kısım Yahudilerin "Muhammed ve ashabı hem bizim dinimize inanmıyorlar, hem de bizim kıblemize doğru ibadet ediyorlar..." gibi alaycı sözleri üzerine Rasulullah Allah'tan kıblenin değiştirilmesini temenni ederek bazen yüzünü semaya çevirip bu hususta gelecek haberi bekliyordu.

Bir müddet sonra gelen vahiyde Cenab-ı Hak şöyle buyurmuştur; “Biz kıblenin değişmesini talep ederek yüzünü semaya çevirdiğini görüyoruz. Şimdi seni razı olacağın (Kabe)ye döndüreceğiz. Artık yüzünü hemen Mescid-i Harem tarafına çevir. Siz de ey inananlar nerede olursanız olun yüzlerinizi ona doğru çevirin”. (Bakara 144) Bu esnada Resulullah Seleme oğulları mahallesinde öğle veya ikindi namazının üçüncü rekatında bulunuyordu. Namazı bozmadan cemaatle birlikte kalan iki rekatı Kabe istikametine yönelerek kılmışlardır. Bu hadisenin anısına buraya mescit yapılarak adına “Mescid-i Kıbleteyn”, (İki Kıbleli Mescid) denilmiştir.

  MESCİD-i KIBLETEYN (Hicaz Albümü, Diyanet İşleri Başkanlığı)

Medine'nin kuzeybatısındaki Vebere harresinde ve Mescid-i Nebevi'nin 5 km. uzağında yer almaktadır. İlk adı, içinde bulunduğu kabile bölgesinden dolayı Beni Selime Mescidi iken Resul-i Ekrem'in burada öğle veya ikindi namazını kıldırdığı sırada kıblenin Kudüs'teki Mescid-i Aksa'dan, Kabe'ye çevrilmesi üzerine "iki kıbleli mescid" anlamına gelen bugünkü adını almıştır.

Resul-i Ekrem Mekke döneminde olduğu gibi hicretten sonra da on altı veya on yedi ay Kudüs'e yönelerek namaz kıldı ve Mescid-i Kuba ile Mescid-i Nebevi'nin mihrapları buraya yönelik olarak yapıldı. Bu süre içinde Hz. Peygamber Kudüs'e yönelerek namaz kılmakla birlikte ilgili ayette de işaret edildiği üzere (el-Bakara 2/144) Kabe'nin kıble olmasını arzulamakta ve bu hususta bir vahiy beklemekteydi. Bu mescidde namaz kıldığı sırada vahiy inmiş ve kıblenin artık Kabe olduğu bildirilmiştir.

Ömer b. Abdülazız, Medine valiliği sırasında Mescid-i Kıbleteyn de dâhil olmak üzere Resul-i Ekrem'in namaz kıldığı bütün mescidleri yenilemiştir. Memlük Sultanı Kayıtbay zamanında 1488'de Mescid-i Kıbleteyn'in tavanı yenilenmiş, avlusu da bir duvarla çevrilmiştir. Sonraki dönemlerde Mescid-i Kıbleteyn'in ilk ciddi imarı Kanuni Sultan Süleyman devrinde 1543-44'te gerçekleştirilmiştir. Bu dönemde cami iki kıblesinde de yer alan revaklarla birlikte 425 m2'lik bir alanı

kaplıyordu ve üzeri daha önce olduğu gibi ahşap bir çatıyla örtülmüştü. Uzun süre Kanuni döneminde gerçekleşen yenileme dışında herhangi bir değişikliğe uğramayan, etrafında yapıların bulunmadığı, bağ ve bahçeler içerisinde varlığını sürdüren Mescid-i Kıbleteyn XX. yüzyılın başlarında harap bir vaziyette idi. En son 1987’de Suudi hükümeti tarafından genişletilerek yeniden inşa edilen Mescid-i Kıbleteyn'in alanı 3920 m2'ye ulaştl. Bu yenileme sırasında Kabe kıblesine mihrap, Kudüs tarafına ise Bakara suresinin 144. ayetiyle Türkçe, Farsça, Urduca, İngilizce ve Fransızca mealinin yazıldığı bir pano konulmuştu. Bu pano daha sonra kaldırılarak Kudüs tarafına bir kapı açılmıştır. Kıble yönündeki iki köşesinde birer minare bulunan caminin üzeri 8,7 m. çapında ve 8,18 m. yüksekliğinde iki kubbe ile örtülü harim kısmının içi modern tarzda süsleme motifleriyle ve Türk hattatı Hasan Çelebi’nin yazdığı celi sülüs ve kufi hatlarla bezenmiştir.

Kıbleteyn Mescidi  (Diyanet Hac Rehberi)

Kıblenin Mescid-i Aksa'dan Kabe'ye çevrilmesi sırasında Hz. Peygamber'in içinde  namaz kıldırmakta olduğu cami.Medine'nin kuzeybatısındaki Vebere harresinde ve Mescid-i Nebevi’nin 5 km. uzağındadır.

İslam’ın ilk yıllarında namazlar, Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’ya doğru kılınıyordu. Peygamber Efendimiz Kıble’nin Kâbe olmasını, yani namazların Kâbe’ye dönülerek kılınmasını çok arzu ediyor ve bu konuda Allah’tan gelecek emri bekliyordu. Hicretten 18 ay kadar sonra Şaban ayının 15. günü (Berat Kandilinde) Hz. Peygamber, Seleme oğulları mahallesinde öğle veya ikindi namazının farzını kıldırdığı esnada, ikinci rekatın sonunda aşağıdaki âyet-i kerime indi: "... Seni elbette, hoşlanacağın kıbleye döndüreceğiz. O halde hemen Mescid-i Haram’a (Kâbe’ye) doğru dön. (Ey mü’minler) siz de nerede olursanız olun, (namazda) oraya doğru dönün."(Bakara, 144)

Bunun üzerine Hz. Peygamber, namazı bozmadan hemen Kâbe istikametine döndü, cemaat de saflarıyla birlikte döndüler. Böylece Kudüs’e doğru başlanan namazın son iki rekatı Kâbe’ye yönelinerek tamamlandı.

İşte bu bakımdan bu mescide Mescid-i Kıbleteyn (İki Kıbleli Mescid) denir. Bu mescidin yerinde şimdi büyük bir cami yapılmıştır. Bu camii ziyaret edilerek iki veya dört rekat Tahiyyet’ül-Mescid namazı kılınması ve dua edilmesi güzel olur. 

HENDEK SAVAŞI (Hicri 5 / Miladi 627)

Müşrikler Uhud'da Medine'yi yerle bir etme emellerine ulaşamamışlardı. Hayber Yahudilerinin de tahrikiyle Hicret'in 5. yılında Mekke'de büyük bir ordu oluşturarak Medine üzerine yürüdüler. Kendilerine Medine Yahudilerinin de katılmasıyla sayılan 10.000 kişiye ulaştı.

Hz. Muhammed bu haberi duyunca sahabileri toplayıp görüşlerine başvurdu. Selman-ı Farisi'nin hendek kazarak şehri koruma altına alma fikri kabul gördü. Arazi gruplara paylaştırılarak hendek kazımına başlandı. Bütün Müslümanların katıldığı çalışma neticesinde 3 km.'ye yakın hendek kazım işlemi müşrikler gelmeden tamamlanarak 3000 kişilik İslam Ordusu mevzilendi.

Medine'yi yerle bir edip Müslümanların tamamını öldürmek için yola çıkan müşrikler o güne kadarki savaşlarda hiç görmedikleri bu savunma sistemiyle karşılaşınca şaşırıp kaldılar. Bütün yollarını keserek bir ay süreyle şehri muhasaraya aldılar. Bu arada Beni Kureyza Yahudileri Medine Sözleşmesi'ni tek taraflı bozarak müşriklerin tarafına geçtiler. Kuşatmanın 30. gününde Yüce Allah'ın yardımıyla şiddetli soğuklar ve görülmemiş kasırgalar meydana geldi. Çadırları ve mühimmatları havada uçuşan müşrikler, olumsuz hava şartlarına dayanamayıp birçok eşyalarını da terk ederek Mekke'ye dönmek mecburiyetinde kaldılar.

Neticede Müslümanlar 6 şehit verirken müşriklerden 3 kişi öldürülmüş oldu. Kur'an-ı Kerim'de bu olaya Ahzap Savaşı denmiştir.

HİCAZ DEMİRYOLU VE MEDİNE TREN İSTASYONU

Osmanlı Devleti'nde, Paris'e kadar uzanan Rumeli demiryolları projesinin 1888'de tamamlanmasıyla birlikte batı dünyasını doğuya bağlamak ve bütün semavi dinlerin beşiği olan kutsal topraklara, Mekke, Medine ve Kudüs'e ulaşımı kolaylaştırmak amacıyla bir demiryolu yapılması fikri İstanbul'da gelişmeye başladı. 2 Mayıs 1900 tarihinde Sultan II. Abdülhamit uzun yıllar hayal ettiği "Hicaz Demiryolu" projesini hayata geçireceğini  ilan etti.

İleride Bağdat hattıyla da birleşecek olan demiryolu, Şam'dan başlayıp Medine, Mekke ve Cidde'ye, ardından Yemen'e daha sonra da Orta Arabistan üzerinden Basra'ya ulaşacaktı. Abdülhamit Han'ın projeyle ilgili açıklaması Batıda istihza konusu olurken, bütün İslam aleminde sevinç ve coşkuyla karşılandı. Çünkü söz konusu olan normal bir yol değil, bir inanç yolu idi. Bu proje diğer demiryollarının aksine yalnızca öz kaynaklarla gerçekleştirilecek ve İslam dünyasından gelebilecek bağışlar kabul edilecekti. Tahmini maliyeti 4 milyon Osmanlı Sarı Lirası olan projenin başlangıçta kullanılacak yarıya yakın miktarı bağışlardan sağlanmıştı. Medine'ye kadar olan bölümü 1900 km.'yi bulacak olan Hicaz Demiryolu inşaatı 1 Eylül 1900 yılında Şam'da yapılan törenle başladı.

Bu inşaatın yapımında çoğunluğu Osmanlıların tebasından 43 mühendisle birlikte 7500'ü aşan Osmanlı askeri görev almış olup, Medain-i Salih'den itibaren Medine'ye kadar olan bölümünde ise tamamı Müslüman mühendis, tekniker ve işçiler çalıştırılmıştır.

Hicaz Demiryolu bir takım batılı güçlerin tüm engelleme çabalarına rağmen Medine'ye kadar tamamlanmış ve 1 Eylül 1908 tarihinde işletmeye açılmıştır. Haziran 1916'ya kadar süren 9 yıllık ömrüne rağmen Hicaz Demiryolu sağladığı kolay ulaşım sayesinde bölgenin kültürel ve ekonomik kalkınmasında önemli rol oynamıştır. Ayrıca bu proje birçok müslüman mühendis ve teknikerin ilk tecrübe ve yetişme yeri olmuştur. Buradaki bilgi ve tecrübe birikimi daha sonra cumhuriyet dönemi demiryolları yapımına büyük katkı sağlamıştır.

 

 KUBA MESCİDİ (İslam'ın İlk Mescidi)

Kuba Mescidi; Hz. Muhammed'in Mekke'den hicret ederek gelişinde, Medinelilerin sevgi ve coşkuyla karşıladıkları bölgede yer almaktadır. Peygamberimiz Medine'den önce burada 14 gün konaklamıştır. Bu zaman zarfında İslam'ın ilk mescidini yaparak namazlarını da ilk defa cemaatle kılmaya başlamıştır. Kur'an-ı Kerim'de bu mescid ve cemaatiyle ilgili şöyle buyrulmaktadır. "... Habibim ilk günde takva üzerine yapılan mescidde namaz kılman senin için daha uygundur. 0 mescidde maddi ve manevi kirlerden temizlenmeyi seven kimseler vardır..." (Tevbe 108)

Rasulullah sonraları da çoğu zaman bu mescide gelerek ziyaret eder ve namaz kılardı. Müslümanların da ziyaret ederek, burada namaz kılmalarını şu sözleriyle teşvik etmiştir. "Kim güzelce hazırlanıp namaz kılmak için abdestli olarak Küba mescidine gider ve orada (iki rekat) namaz kılarsa bir umre yapmış gibi sevap kazanır".MESCİD-İ DIRÂR

Peygaberimizin inşasında bizzat çalıştığı İslam'ın ilk Mescidi Kuba Mescidi; Peygamberimizin bizzat yakılıp-yıkılması emrini verdiği ilk ve son mescid Mescid-i Dırar. HER İKİ MESCİD KUBA'da ve yanyanaydı. İkisi de aynı şekilde taştan topraktandı ve adı da mescid idi. Fark fonksiyonuydu.

Münafıklarca Medine'de inşa edilen mescit. Müslümanlara zarar verme amacıyla yapıldığı için Kur'an'da Mescid-i Dırâr olarak nitelenmiş ve daha sonra bu adla anılmıştır. Hz. Peygamber (s.a.s), münafıkların amacını bildiren vahiy üzerine bu mesciti yaktırarak müslümanlar arasında fitne kaynağı olmasına izin vermemiştir.

Medine'de münafıklar, İslâm aleyhindeki faaliyetlerini açıkça ve rahatça yapamadıkları için İslâm devletinin takibinden kendilerini koruyacak, gizli çalışmalarını yürütmeye elverişli bir merkeze ihtiyaç duyuyorlardı. Aslen Medineli olduğu halde, Hz. Peygamber'in Medine'ye hicret etmesi üzerine İslâma ve Hz. Peygamber (s.a.s.)'e düşmanlığı ve hışmı dolayısıyla önce Mekke'ye daha sonra da Bizans ülkesine giden Ebû Âmir er-Râhib/el-Fâsık (Hz. Peygamber, onun er-Râhib lakabını el-Fâsık şeklinde değiştirmiştir) irtibatlı bulunduğu Medine'deki münafıklara mescit şeklinde bir merkez kurmaları tavsiye ve tahrikinde bulundu.

Bunun üzerine münafıklar, 9/630 senesinde Medine'de Sâlim b. Avf Oğullarının bölgesinde Kubâ Mescidi'ne yakın bir yerde sözde bir mescit inşa ettiler. Bundan sonra Hz. Peygamber'e müracaatla içlerinden yaşlıların ve özür sahiplerinin devamlı merkezdeki Medine Mescidi'ne gelemediklerini, bazen yağmurlu ve soğuk günlerde kendilerinin de cemaata katılamadıklarını, bu sebeple kendi bölgelerinde namazı cemaatla kılabilmek üzere bir mescit inşa ettiklerini belirterek, mescitlerine gelip namaz kıldırmasını ve böylece bu mescitin açılışını yaparak resmen tanınmasını istediler. Bu sırada Hz. Peygamber (s.a.s), Tebûk

Gazvesi'nin hazırlıkları ile son derece meşguldu ve sefere çıkmak üzere idi. Bu sebeple kendisine müracaat edenlere, ancak seferden döndükten sonra mescitlerine gelebileceğini belirtti.

Fakat Hz. Peygamber (s.a.s), Tebük Seferinden dönerken Medine yakınlarında Tevbe Suresinin 107-110. ayetleri nazil oldu. Bu ayetlerde sözkonusu mescitin zarar verme (dırâr) inkar etme, Müslümanlar arasında ayrılık çıkarma, daha önce Allah ve Resulune karşı savaşanlara gözetleme yeri hazırlama amacıyla yapıldığı, münafıkların bu amaçlarını gizlemek için

"Biz sadece iyilik yapmak istiyorduk" diye yemin ettikleri, buna rağmen yalancı oldukları belirtilerek şöyle buyuruluyordu:

ذين وال خذوا ات مسجدا ضرارا وكفرا المؤمنين بين وتفريقا من وإرصادا أردنا إن وليحلفن قبل من ورسوله الله حارب ل إال

هم يشهد والله الحسنى {107}لكاذبون إن

فيه تقم ال مسجد أبدا قوى على أسس ل أول من الت أحق يومون رجال فيه فيه تقوم أن أن يحب يحب والله يتطهروا

الله من تقوى على بنيانه أسس أفمن{ 108 }المطهرينبه فانهار هار جرف شفا على بنيانه أسس من أم خير ورضوان

م نار في والله جهن { 109 }الظالمين القوم يهدي ال يزال الذي بنيانهم ال قلوبهم في ريبة بنوا والله قلوبهم تقطع أن إال

{110 }حكيم عليم

(et-Tevbe, 9/107-110)

"Ey Nebi! Bu mescitte asla namaza durma. Şüphesiz ki başlangıcından itibaren takva üzere kurulan mescitte namaz kılman daha hayırlıdır. O mescitte kendilerini maddi ve manevi kirlerden temizlemeyi seven adamlar vardır. Allah kendisini temizleyenleri sever. Binasının temelini Allah'tan korkma ve rızasını kazanma esası üzerine kuran mı, yoksa binasını bir

uçurumun kenarına kurup da onunla Cehennemin ateşine göçen mi daha hayırlıdır! Allah zalimler güruhunu doğru yola sevketmez. Yürekleri paramparça oluncaya kadar yaptıkları o mescit daima bir şüphe kaynağı olarak kalblerinde kalacaktır. Allah Alîm'dir, Hakîm'dir"

Münafıklar Dırâr Mescidini açmak için Hz. Peygamber (s.a.s)in seferden dönmesini bekliyorlardı. Hz. Peygamber (s.a.s.), Medine'ye dönünce, gerçek mahiyeti konusunda bilgilendirildiği, yönlendirildiği Dırâr mescitini görevlendirdiği birkaç sahabe vasıtasıyla yaktırarak ortadan kaldırdı. Böylece münafıkların belli bir merkezde üslenerek faaliyette bulunmalarına fırsat vermedi. Dırar mescidinin yakılması, İslâm tarihinde bir ibadet mahalline yönelik ilk ve son eylemdir. Bu eylem İslam toplumunun birliğini bozmaya yönelik faaliyetlere hiç bir şekilde izin verilmeyeceğinin bir kanıtıdır. Bu olay ayrıca İslâm düşmanlarının haince amaçları için İslam'ın temel kurumlarını bile kullanmaktan çekinmeyecekleri konusunda Müslümanlara yapılan bir uyarı niteliği taşımaktadır.

Kuba Mescidi -  HÜSEYIN ALGÜL, T.Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, 279-280

Hz. Peygamberin hicreti sırasında Medine'den önce son durağı olan Kuba'da yapılan mescid.

ilk muhacirler, Resül-i Ekrem daha Medine'ye gelmeden Kuba'da Amr b. Avf oğullarına ait bir hurma kurutma yerini mescid haline getirmişlerdi. Ebü Huzeyfe'nin azatlısı Salim burada bir grup muhacire Kudüs'e yönelerek namaz kıldırıyordu. Resülullah Kuba'ya ulaşınca burayı genişleterek Kuba Mescidi'ni bina etti (ıbn Sa'd, III, 87; iV. 311). Salim'in imamlık yaptığı kişiler arasında Hz. Ebü Bekir, Ömer, Ebü Selerne el-Mahzümi, Zeyd ve Amir b. Rebia'nın da sayılması (Buhari, "Ai)kam", 25). Hz. Peygamber ve EbüBekir'in burada kaldığı süre içinde veya bir süre daha onun bu göreve devam etmiş olduğunu göstermektedir. Mescid-i Beni Amr b. Avf olarak da anılan (Müsned, II, ıo; ibn Şebbe, 1,41) Mescid-i Kuba'nın arsasının kabilenin ileri gelenlerinden Külsüm b. Hidm'e ait olduğu ve KüIsüm'ün arsayı mescid yapılması için bağışladığı rivayet edilir.

Diğer bir rivayete göre ise mescidin arsası leyya adında bir kadına ait harman yeriydi. Resül-i Ekrem'i arsaya kıble yönünde bitişik evinde misafir eden kabilenin ileri gelenlerinden Sa'd b. Hayseme burada mescid yapılmasına öncülük etmiş olmalıdır. Çünkürivayette mescid ona izafe edilmektedir. Öte yandan münafıklar, "leyya'nın merkebini bağladığı yerde mi secde edeceğiz?" diyerek bunu Dırar Mescidi'ni yapmak için bahane saydılar (ıbn Şebbe, i, 54-55). Taberanl'nin bir rivayetine göre Kubalılar, Resülullah 'tan bir mescid yapmasını talep edince Hz. Peygamber orada bulunan sahabeden birinin devesine binmesini istemiş, önce

Hz. Ebü Bekir binmiş, deve kalkmamış, ardından Hz, Ömer binince deve yine kalkmamış, bu sırada Kuba'ya ulaşmış olan Hz. Ali binince deve kalkıp yürümüş, Resül-i Ekrem, Hz. Ali'ye devenin yularını serbest bırakmasını söylemiş ve mescidin onun etrafında dolaştığı arsaya yapılmasını istemiştir (el-Mu'cemü'l-kebir, II, 246). Meseidin ortalarına isabet eden bir mekan daha sonraları "mebrekü'n-naka" (devenin çöktüğü yer) olarak anılmıştır (Semh udi,lI, 23). Buhari'nin ("Menakıbü'l-enşar", 45) bir rivayetine göre Hz. Peygamber Kuba'da on geceden fazla kalmış ve Meseid-i Kuba bu sırada yapılmıştır. Bu rivavet, İbn Sa'd'ın Resülullah'ın Kuba'da on dört gece kaldığına dair rivayetine (et-TabaI!;at, i. 235) uygundur. Resül-i Ekrem'in burada dört gün gibi çok kısa bir süre kaldığına dair rivayetler de vardır.

Mescidin ilk hali kare şeklinde bir düzlüğü çevreleyen dört duvardan ibarettl. Arsa hazırlandıktan sonra temele ilk taşı bizzat Hz. Peygamber koymuş, ardından sırasıyla Hz, Ebu Bekir, Ömer, Osman ve diğerlerinin taşlarını koymalarını istemiştir (Taberani,II, 339). Bu uygulama devlet başkanlarının ilmi, dini ve milli nitelikli yapıların temeline ilk harcı koyma geleneğinin başlangıcı olarak görülmektedir (Abdülhay el-Kettani, ii, 301). Mescid-i Kuba yapılırken Resül-i Ekrem'in bir işçi gibi çalıştığı, taşıdığı ağır taşları ellerinden alıp yardımcı olmak isteyenlere bir başkasına yardım etmelerini söylediği (Taberani, XXiV. 317-318).Abdullah b. Revaha'nın, "Mescidin inşasına katılanlar, ayakta olsun oturarak olsun Kur'an okuyanlar, geceleri uykuyla geçirmeyenler kurtuluşa erdiler" diye şiirler okuduğu, her beytin son kelimesinin Resülullah tarafından tekrarlandığı rivayet edilmektedir (ıbn Şebbe, i, 52).

Hz. Peygamber, muhtemelen kıblenin Kabe'ye çevrilmesinden (623) sonra Kuba Mescidi'niyeniden inşa etmiştir (Semhudi. II, 16). Bu sırada ön duvar ve ona paralel dizilen yedi sütun üstüne bir tavan yapılmıştır. Meseidin güneyinde Külsüm b. Hidm ile Sa'd b. Hayseme'nin evleri bulunmakta ve Sa'd'ın evinden meseide bir kapı açılmaktaydı. Müslümanlar Resül-i.Ekrem'in misafir kaldığı bu evleri ziyaret eder, ardından Sa'd'ın evinin tarafında bulunan kapıdan mescide geçip "elüstüvanetü'l-muhalleka" denilen üçüncüsütunun doğu yanında onun namaz kıldığı yerde namaz kılarlardı. Daha sonra bu kapı kapatılıp meseidin batı duvarında bir kapı açılmıştır. Mescidin Ammar b. Yasir tarafından tamamlandığı ve bu sebeple onun islam'da ilk mescidi bina eden kişi olarak anıldığı söylenir (Nüreddin el-Halebl,II, 236).

Mescid-i Kuba, müslümanların hür ve güvenli bir ortamda yaptıkları umuma açık ilk mescid olması bakımından büyük önem taşımaktadır. Kur'an'da sözü edilen, "ilk günden takva üzerine kurulan mescidin" (et-Tevbe 9/108) Kuba Meseidi olduğu kabul edilir. Ancak bu mescidin Mescid-i Nebevi olduğu da rivayet edilmektedir. Mescidde, "üssise ayeti" diye adlandırılan ayetin (et - Tevbe 9/ i 08) nazil olduğu mekan olarak kabul edilen yere sonradan bir mihrap yapılmıştır.

Başta Buhari ve Müslim olmak üzere hadis kaynaklarında Meseid-i Kuba'nın faziletine dair bölümlere yer verilmiş, Hz, Peygamber'in Medine'de bulunduğu zamanlar cumartesi, bazan da pazartesi günleri ve ramazanın 17. günü Meseid-i Kuba'ya giderek namaz kıldığına dair rivayetler zikrediimiştir. Ayrıca onun meseidde sürdürülen öğretim faaliyetine nezaret ettiği, Kuba'da namaz kılmayı

umreyle eş değerde gördüğü rivayet edilmektedir (ibn Mike, "İ~met", 197; Tirmizi, "Meva~itü'ş-şalat", 125). Hz. Ömer Meseid-i Kuba'yı ziyaret ettiğinde tozunu alır, buraya büyük hürmet gösterirdi.

 MİMARİ YAPISI

Mescid-i Kuba'nın ilk kuruluşundaki ölçüleri hakkında elde bilgi bulunmamaktadır. ibn Şebbe'nin verdiği ölçüler, Hz, Osman ile Velid b- Abdülmelik zamanında gerçekleştirilen tevsi ve imar çalışmalarından sonraya aittir, Buna göre meseid kare şeklinde olup 66 x 66 zira ebadındadır. Abbasiler devrinde zira 0,48 m, olarak kabul edildiğinde bu ölçüler yaklaşık 32 x 32 m, etmektedir, Bu dönemde mescidin kıble tarafı her birinde yedişerden toplam yirmi bir sütunun taşıdığı bir tavanla kaplıydı, Arka tarafta aynı şekilde yedişer sütunlu iki sıra, yanlarda da ikişer sütunlu birer revak bulunmaktaydı, Böylece meseidde otuz dokuz sütun yer almaktaydı. Bunların ortasında 50 x 26 zira (yaklaşık 24 x 12,5 m.) ebadında üstü açık bir orta sahanlık mevcuttu, Üç kapısı olan meseidin duvar yüksekliği 19 zira idi (yaklaşık 9 m.). Meseidin o zamanlar "savmaa" denilen, muhtemelen daha önce burada bulunan bir yüksek ev veya hisar (ütum) yerine inşa edilmiş 50 zira (yaklaşık 24 m.) yüksekliğinde bir minaresi 9 x 9 zira bir karış (yaklaşık 4,30 x 4,5 m.) ebadında bir zemine oturmaktaydı, Minarenin o dönem Emevi mimarisinin genel üsıAbunu taşıdığı tahmin edilmektedir. Meseidde niteliği bilinmeyen on dört adet kandil koyma yeri vardı(Tiiril;u'I-MedineÜ'I-münevvere, I. 57),

Ömer b. Abdülaziz'in Medine valiliği sırasında (706-712) Meseid-i Kuba'nın duvarları yontma taş ve kireç kullanılarak yenilendi. Kurşun kaplı demir çubuklarla birbirine perçinlenmiş taşlardan oluşan sütunlar yapıldı, Üzeri değerli saç kerestesinden bir tavanla kapandı, Duvarlar kireç ve mozaiklerle süslendi. Muhtemelen Meseid-i Nebevinin imarı için getirilen Bizanslı ustalar burada da çalıştılar, Meseid daha sonra birçok defa imar gördü. 43S'te ( 1044) Şerif EbO Ya'la Ahmed b. Hasan, SSS'te ( 1160) Zengi Veziri Cemaleddin eı-isfahani tarafından imar edildi. S93'te (1197) meseid hakkında bilgi veren ibnü'n-Neeear'ın kaydettiği ölçüler ibn Şebbe'ninkine yakındır, ibnü'n-Neeear, meseidin ebadının 68 x 68 zira, tavan yüksekliğinin de ZO zira olduğunu söylemektedir, Meseidin arka ve yan revaklar dahil üstü kapalı kısmın tavanıarıaralarında 7'şer zira mesafe bulunan otuz dokuz sütun üzerine oturmaktadır, Duvarlarda sekizer pencere vardır, Kuzey duvarındaki pencerelerden sekizincisi burada yer alan minare sebebiyle kapalıdır (ed-Oürrelü'ş-şemine, s. 188).

Mescid-i Kuba'nın imarına Memlükler de büyük ihtimam gösterdiler. 733'te (1333) Muhammed b. Kalavun'un yeniden inşa ettirdiği yapının tavanındaki eskiyen bölümler 840'ta (1436) el-Melikü'I-Eşref Barsbay tarafından yenilendi. 881'de (1476) Sultan Kayıtbay binada birtakım ıslah çalışmaları yaptırdı,

Medine ile ilgili müstakil bir eser telif eden SemhOdi (ö. 911/1506) Meseid-i Kuba'nın tarihi hakkında geniş bilgi vermektedir (Ve}ii'ü'l-ve}ii',I, 178 vd.; II, 16vd.). Onun kaydettiği ölçüler de İbnü'n-Neeear el-Bağdactinin ölçülerine yakındır- SemhAdi kıble duvarını 70, kuzey duvarını 68,5 zira olarak verir, Ancak derinlik için yazılan 79 zira muhtemelen bir istinsah hatasıolup bu rakam 69 olmalıdır (Salih Lem'i Mustafa, s. 167).

Kanuni Sultan Süleyman, 9S0'de (1543) Kuba Mescidi'nin tavan ve minaresini yıktırıp yeniden inşa ettirdi. 111l'de (1699) meseidin eskiyen duvar ve minaresini yenileten ii. Mustafa da Mebrekü'n-naka üzerine dört direkli bir kubbe, meseidin dışına bir sebil ve abdest alma yerleri yaptırdı. Buradaki kumlukta su ihtiyacını karşılamak için derin kuyular kazdırdı. Önemli bir çalışma da 18Z9'da II, Mahmud zamanında gerçekleştirildi. Mescid 1985'te yenilenmek üzere tamamen yıkılmadan önce batı duvanndaki kapının cephesinde Osmanlı tuğraları, mescide işaret bulunan ayetle birlikte (et-Tevbe 9/108) II. Mahmud'un bu tamiratma dair kitabe yer almaktaydı, Kitabenin başlarında, "imamü'l-müslimin şah-ı cihan Sultan Mahmud Han! Hilafet zabna muhtas keramet tab'ına mu'tad ! işitip işbu akdes mescidin viraneliğin derhal! Buyurdu hüsn-i i'marıyla ehl-i Tayyibe'yi dilşad ..," mısraları yer almaktaydı.

Bu imar sırasında Mescid-i Kuba'nın duvarları yenilenmiş, üstü, düz ahşap tavan yerine sütunlar üzerinde kemerlere oturan ve basık yarım küre kubbelerden oluşan bir tavanla örtülmüştür. Planda arka kısımdaki çift sıra sütunlu revak tek sıraya düşürülmüş, böylece yapı istanbul'daki selatin camiierinin revakıı düzenine benzetilmeye çalışılmıştır, Sultan Abdülmecid de mescidde bazı ıslahat çalışmaları yapbrmışbr. Osmanlı dönemiyle ilgili son bilgileri İbrahim Rifat Paşa vermektedir. Onun kaydettiğine göre mescidin dış duvarı 40 x 40 m.. tavan yüksekliği 6 metredir. Yıkılma tehlikesine karşı dış duvar payandalarla desteklenmektedir (Mir'atü 'I-Haremeyn, I, 397). 1968'de Suud Kralı Faysal arkadaki revaklara bir sıra ilave etmiş, böylece kuzeybab köşesinde yer alan minare batı duvarı içinde kalmışbr. Bu sırada kuzey duvarına kadınlar için özel bir giriş yapılmıştır.

Mescid-i Kuba 1985'te Kral Fehd döneminde tamamen yıkılıp kısa bir sürede yeni bir planla tekrar inşa edildi. Mescidin sahası eskisine göre beş kat genişletildi ve 10,000'den fazla insanın aynı anda ibadet edebileceği şekilde büyÜtüldü..

Yeni planda önde yer alan kapalı kısımda 12 m. çapında alb büyük kubbe yer almaktadır. Bunlar ortada araları boş bırakılmış dörder kümeden oluşan on alb, yanlarda tek tek on altı olmak üzere toplam 36 kare destek ve ön duvarı birbirine bağlayan çifte kemerler üzerine oturtulmuştur. Önde bulunan üç büyük kubbe arkadakilerden, onların ortasında bulunan diğer ikisinden daha yüksek planlanarak önden bakıldığında simetrik olarak gittikçe yükselen bir görüntü oluşturulmaya çalışılmıştır. Altı büyük kubbenin iki yanında dörderden sekiz küçük kubbe mevcuttur. Renkli mermerlerden geometrik desenlerle kapIanmış avlunun üç tarafında 6 m. çapında elli alb küçük kubbenin örttüğü revaklar yer alır.

Avlunun ortasına gerektiğinde açılabilen elyaftan modem dev bir çadır yapılmış, böylece cuma namazlarında güneşin sıcağından korunan avludan da faydalanılması sağlanmıştır. Mescidin avlusuna iki yanda ikişer, kuzey duvarında bir taç kapıdan girilir. Avlu ile ana yapı arasında duvar yoktur. Ortada büyük kubbeye uygun geniş bir kemerle iki yanda daha dar birer kemerli açıklık bulunmaktadır. Dikdörtgen planlı yapının dört köşesinde 47 m. yükseklikte birer minare yapılmıştır. Kare kaideler üzerine oturan ve üçgenlerle sekizgene dönüşen minarelerin gövdesi iki şerefe arası ile silindirik petek kısımlarında gittikçe incelir. Son inşaat esnasında mescidde kullanılan mermerler Türkiye'den götürülmüştür.

Yapıda yaklaşık 1400 metreyi bulan kuşak yazılarını (- 1200 m. kufi,- 200 m. kadarı celi sülüs) Hattat Hasan Çelebi yazmış, kalem işi süslümeleri de Mustafa Çelebi yapmıştır. Mescid, sosyal tesislerden oluşan müştemilatıyla beraber bugün 13,5 dönüm kadar bir alana yayılmıştır.

KUBA MESCİDİ - Nebi BOZKURT Şamil İslam Ansiklopedisi

Hz. Peygamber (s.a.s.)'in Hicret esnâsında binâ ettiği ve içinde ashabıyla birlikte namaz kıldığı, İslâm'da inşa edilmiş ilk mescid. İslâm'ın yükseliş devri arefesinde ve tam anlamıyla bir dönüm noktasında bina edildiği için önemli hatıralar taşır.

Hicret yıllarında Kubâ küçük bir köyden ibaretti. Başlangıçta Medine'ye uzaklığı altı mil kadarken, Hicret'ten sonra yeni açılan ulaşım yolları ile gelişme göstermiş, Medine'nin de büyümesiyle aradaki mesâfe bugün kapanmıştır.

Mekke'den Medine'ye hicret eden ilk muhâcirler Kubâ'ya vardıklarında orada Amr b. Avfoğullarının hurma kurutma yerini tesviye ederek, namaz kılmaya başladılar. İçlerinde Hz. Ömer (r.a.)'in de bulunduğu bu ilk muhacirlere en güzel Kur'an okuyanları olan Ebû Huzeyfe'nin azadlısı Sâlim imamlık yapıyordu (İbn Sa'd, Tabakâtu'l-Kübrâ, Beyrut 1985, III, 87, IV, 311).

Hz. Peygamber, Kubâ'ya Rebîulevvel ayının ortalarında bir pazartesi günü ulaştı. Orada, Amr b. Avfoğullarının yurdunda onların himâyesinde bulunan Külsüm b. Hidm'in evinde bir müddet misâfir oldu. Târihi kaynaklar Rasûlüllah'ın burada kaç gün kaldığı konusunda ihtilaf etmektedirler. Buhârî'nin Hicret'le ilgili bir rivâyetine göre, on küsur gece kalmıştır (Buhârî, Menâkıb, 45). Bu, İbn Sa'd'ın on dört gün kaldığına dair rivayetine uygundur (bk. İbn Sa'd, Tabakâtü'l Kübrâ, l, 235).

Hz. Peygamber (s.a.s), ilk muhacirlerin namaz kıldığı Külsüm b. Hidm'in hurma harmanındaki sahayı genişleterek Kubâ Mescidi'ni bina etti. Mescid kare şeklindeydi ve ebadları 66x66 zira idi (yaklaşık 32X32 m). Hz. Peygamber (s.a.s), Kubâlılardan taş getirmelerini istemiş, onlardan birini alıp kıble tarafına koyarak, Hz. Ebû Bekir ve Ömer (r.anhum)'in de aynı şekilde sırayla taş koymalarını emir buyurmuştu. Hz. Osman (r.a.)'ın Kubâ'da bulunduğu ve Allah Rasûlü'nün onun da temele taş koymasını emrettiği ve bunun hilâfetin sırası olduğu rivayeti ise zayıftır. (Semhûdî, Vefâü'l-vefâ, Mısır 1326, I, 180).

Mescid'in yapımında en büyük gayreti Ammar b. Yâsir göstermiştir. Bu bakımdan kendisi için "İslâm'da ilk mescid bina edendir" denilmiştir (İbn Hişâm, es-Siretün-Nebeviyye, II, 143). Abdullah b. Revâha da hem çalışıp, hem şiir söylüyor, mü'minlerin yorgunluklarını hafifletiyordu (Sahih-i Buharı Muhtasarı Tecrid-i Sarih Tercemesi ve Şerhi, X, 106).

Amr b. Avfoğullarını kıskanan Ganem b. Avflar Hz. Peygamber (s.a.s)'in Tebük seferi sırasında, Kubâ'da bir mescid daha yaptılar. Ancak amaçları müslümanların arasını açmak, cemaati bölmek ve Hz. Peygamber'e bir tuzak hazırlamaktı. Liderleri olan Ebû Âmir er-Rahip, Bizans'tan yardım istemeye gitmişti.

Tebük Seferi dönüşünde Zû Evan denilen mevkide konaklayan Allah Rasûlünün yanına gelerek yaptıkları mescidde namaz kılmaya davet ettiler. Hz. Peygamber (s.a.s), dâvete icabet etmeye hazırlanırken Allah tarafından uyarıldı ve bundan vazgeçti:

"Zarar vermek, (hakkı) tanımamak ve mü'minlerin arasını açmak ve önceden Allah ve Rasûlü ile savaşmış olan (adamın gelmesin)i gözetmek için bir mescid yapanlar da var. "İyilikten başka bir niyetimiz yoktu " diye de yemin edecekler. Halbuki Allah onların yalan söylediklerine şâhitlik eder. Orada asla namaza durma. Tâ ilk günden takvâ üzerine kurulan mescid, elbette içinde namaza durmana daha uygundur. Orada temizlenmeyi seven erkekler vardır. Allah da temizlenenleri sever" (et-Tevbe, 9/107-108).

Ayette geçen "Takva Mescidi"nin hangisi olduğu hususunda farklı rivayetler ve yorumlar vardır. Mehmed Vehbî Efendi: "Esası takva üzerine bina kılınan mescidden murad, Mescid-i Nebevî olma ihtimali var ise de âyetin evveli ve âhiri Mescid-i Kubâ olmasına delalet eder" diyor (Konyalı Mehmet Vehbi, Hulasatü'l-Beyan fi Tefsiri'l-Kur'ân, VII, 152). Âyette zikri geçen "temizliği seven erkekler" ifadesi ile Kubâ halkı kasdedilmiştir. Çünkü onlar su ile istincayı âdet haline getirmişlerdi (Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, ilgili âyetin tefsiri). Ashâb-ı Kiram'dan Ebû Eyyûb el-Ensârî ve Urve "Takva Mescidi"nin Kubâ Mescidi olduğu görüsündedirler (İbn Sa'd, Tabakâtü'l kübra, I, 244). İbn Kayyim el-Cevziyye birisinin takvâ temeli üzerine kurulmuş olduğunu söylemenin diğerini nefyetmiyeceğini, her ikisinin de takvâ temeli üzere kurulmuş olduğunu belirterek ihtilâfı çözmektedir. (Zâdü'l-Meâd, Beyrut 1986 I, 395).

Kubâ Mescidi Hz. Peygamber (s.a.s)'in, düzenli olarak Cumartesi günleri, zaman zaman da Pazartesi günleri ziyaret etmeyi âdet haline getirdiği bir mesciddi. Oraya bazen binekli olarak bazen yaya gider ve namaz kılardı. Bir hadîs-i şeriflerinde bunu müslümanlara da tavsiye ederek şöyle buyururlar: "Kim güzel bir şekilde abdest alır, sonra Kubâ Mescidine gelir ve orada namaz kılarsa onun için umre sevabı vardır" (ibn Mâce, ikâme, 198; Tirmîzi, Sâlat, 242).

Mescid-i Nebevî ve Medine'deki dokuz mescid gibi Kubâ Mescidinde de eğitim ve öğretim devam etmekte idi. Hz. Peygamber buraya her gelişlerinde buna nezâret ederdi (Muhammed Hamidullah, İslâm Peygamberi, Trc. Salih Tuğ, İstanbul 1980, II, 893; İbn Abdilber'den).

Hz. Ömer (r.a.) halifeliğinde pazartesi ve perşembe günleri burayı ziyaret eder, Kubâ çok uzak bir yerde olsaydı devesini oraya ulaşmak için yine süreceğini ifade ederdi (İbn Sa'd, I, 245).

Ashâb-ı Kiramdan Sa'd el-Kurazi buranın müezzinliğini yapmaktaydı.

Bilâl-i Habeşî'nin Hz. Peygamber'in vefatı üzerine üzüntüsünden Mescidi Nebevî'nin müezzinliğini bırakması üzerine Sa'd orada görev yapmaya başladı.

Kubâ Mescidi Hz. Osman ve Ömer b. Abdülaziz tarafından genişletildi. Daha sonra bir çok defa tamirat görüp yenilendi. 1245 (1829) yılında Sultan II. Mahmud tarafından imar edilen tek minareli ve düz tavanlı Mescid, Suudî Arabistan

hükümeti tarafından yıkılıp kubbeli ve çifte minareli olarak büyütülerek yenilenmiştir.

YAPTIĞIM ARAŞTIRMALARA GÖRE KROKİ

İRANLILARA GÖRE KROKİ

DİĞER KAYNAKLARA GÖRE KROKİ

CENNETÜ'L- BAKİ'DE PEYGAMBERİMİZİN İKİNCİ ANNEM DEDIĞİ HZ. ALİ'NİN ANNESİFATIMA BİNTİ ESED

Fatıma binti Esed, Haşimoğulları kabilesinden olup Peygamberimizin amcası Ebu Talib'in zevcesidir. Kendisinin, gerek Ebu Talib'e ve gerek Peygamberimizle soyu Haşim'de birleşir.Fatıma'nın; Talip, Akil, Cafer ve Ali adında dört oğlu ile Ümmehani (Hind), Cümane, Reyta ve Esma adında dört kızı vardı.Fatıma, ilk sıralarda Müslüman olmuş, Medine'ye Peygamberimizin yanına hicret etmişti. Peygamberimiz, onu ziyaret eder, onun evinde kuşluk uykusu uyurdu.Peygamberimizin Fatıma binti Esed'e SaygısıPeygamberimizin yanında büyük bir mevkii ve itibarı vardı.Kendisi, Peygamberimizin mürebbisi, terbiye edicisi ve yetiştiricisi idi.Kaynana Gelin Arası İşbölümüFatıma binti Esed, gelini Hz. Fatıma ile aralarında işbölümü yapmışlardı. Hz. Ali der ki; "Annem Fatıma binti Esed'e: Resulullahın kızı Fatıma su ve dış hizmetlerini görmeye elverişlidir. Sen de un öğütmek, hamur yoğurmak, ekmek yapmak gibi evin iç hizmetlerini görmeye elverişlisin! dedim." der.

Fatıma binti Esed'in Sarıldığı KefenHz. Ali der ki; "Fatıma binti Esed vefat ettiği zaman, Resulullah (AS), kendi gömleğini sırtından çıkarıp ona kefen olarak sardırdı. Cenaze namazını kıldırdı ve cenazesinin üzerine 70 tekbir aldı.

Peygamberimiz Fatıma binti Esed'in KabrindePeygamberimiz Fatıma binti Esed'in kabrine indi. Genişletir gibi kabrin köşelerine işaret etti ve kabrin içine uzandı. Sonra kabirden çıktı. Gözleri yaşarmıştı. Gözyaşları, kabre damladı.Ömer b. Hattab "Ya Resulallah! Şu kadına yaptığını gördüğüm şeyi, hiçbir kimseye yapmamıştın?" dedi.Başkaları da aynı soruyu sorunca, Peygamberimiz:"Ebu Talip'ten sonra bu kadıncağız kadar bana iyiliği dokunan kimse olmamıştır. Ona cennet elbiselerinden giydirilsin diye gömleğimi kefen olarak giydirdim! Kabir hayatı, kendisine mülayim ve kolay gelsin diye kabrinde yanına uzandım!" devamında:-"Cebrail (AS), Yüce Rabbim tarafından, bu kadın Cennetliklerdendir, diye bana haber verdi! Yine bana Cebrail (AS) haber verdi ki: Yüce Allah, meleklerinden Yetmişbinine emretmiş ve onun cenaze namazını kılmışlardır."

Fatıma binti Esed'in Peygamberimize İyilikleri

Peygamberimiz, Fatıma binti Esed için şöyle buyurdu:-"0, benim annemdi! Kendi çocukları aç dururken, önce benim karnımı doyururdu. Kendi çocuklarının üstleri başlan tozlu topraklı dururken, o önce benim saçımı, başımı tarar ve gül yağlarıyla yağlardı. 0 benim annemdi!" dedi.

Peygamberimizin Fatıma binti Esed Hakkındaki DuasıPeygamberimiz, Fatıma'yı hayırla yadettikten sonra şu duayı etmiştir:"Allah, seni yarlığasın ve hayırla mükafatlandırsın!Allah sana merhamet etsin Ey Annem!Sen benim annemden sonra, annem idin!Kendin aç durur, beni doyururdun!Kendin çıplak durur beni giydirirdin!En iyi nimetlerden kendi nefsini alıkoyar, bana tattırırdın! Bunu da ancak, Allah'ın rızası ve Ahiret yurdunu umarak yapardın.Allah ki, diritendir, öldürendir. Hiç ölmeyen diridir o!Ya Rabbim! Annem, Fatıma binti Esed'i af ve mağfiret et! O'na hüccet ve delilini anlat. Girdiği yerini genişlet!Benden önceki Peygamberlerinin hakkı için, duamı kabul buyur. Ey Merhametlilerin en merhametlisi bulunan Allah!" diye dua etti.6

Peygamberimizin halası: SAFİYYE BİNTİ ABDÜLMUTTALİB

Resulullah efendimizin halası olan Hz. Safiyye, oğlu Zübeyr ile birlikte müslüman oldu. Oğlu Zübeyr ile birlikte hicret etti. Peygamber efendimize eziyet eden, kardeşi Ebu Leheb’e dedi ki:

- Ey kardeşim! Kardeşimin oğlunu ve Onun dinini yardımsız, hor, hakîr bırakmak, sana yakışır mı? Vallahi bugün yaşayan bilginler, Abdülmuttalib’in soyundan bir Peygamberin çıkacağını bildiriyorlar. İşte, o peygamber, budur!

Böyle söyleyerek Ebu Leheb’i de islâma davet etmiş, fakat o kabul etmemiştir.

Savaşların çoğuna iştirak etti

Hz. Safiyye’nin annesi Hâle ile Resul-i ekremin annesi Amine Hatun kardeş idiler. Bu suretle, Peygamberimiz ile, hem ana, hem de baba tarafindan çok yakın akraba olurlardı.

Hz. Safiyye gazaların çoğuna iştirak etmişti. Gayet cesur idi. Uhud gazasına kati şöyle olmuştu: Resul-i ekrem efendimiz, Uhud savaşına gittikleri zaman, kadınlar da Hz. Hassan bin Sabit’in köşkünde bulunuyorlardı. Erkek olarak sadece Hassan vardı. O da yaşlı ve zayıf idi. Yahudîler bunu fırsat bilip saldırmak istiyorlardı.

İçlerinden birisi köşkün dibine kadar sokulup, olup bitenleri dinlemek istedi. Hz. Safiyye bunu gördü ve bağırdı:

- Hassan, şu yahudînin yanına in, onu öldür!

Hz. Hassan dedi ki:

- Ben onunla savaşacak hâlde olsaydım, şimdi herhalde Resulullahın yanında olurdum.

Hz. Hassan, hastalık geçirdiğinden kılıç sallayamıyordu. Hz. Safiyye bunun üzerine, bir çadır direğini kaptı ve aşağı indi. Yahudînin kaçmaması için kapıyı yavaş yavaş araladı. Birden çadır direğini yahudînin başına indirdi. Yahudî, yediği darbe sonucu bir daha kalkamadı ve öldü.

Bundan sonra Safiyye eline bir kılıç alarak Uhud’un yolunu tuttu. Elindeki kılıcı ile önüne gelene saldırıyor, bir yandan da müslümanları harbe teşvik ederek, “Siz nasıl insanlarsınız, Resulullahı bırakıp da nereye gideceksiniz” diyordu.

HZ. HAMZA’NIN CESEDİNİ GÖRMESİN

Peygamber efendimiz onun vaziyetini görünce, oğlu Hz Zübeyr’i çağırdı ve buyurdu ki:

- Annen Safiyye, kardeşi Hamza’nın cesedini görmesin. Çünkü cesedin durumu çok kötü idi. Kardeşinin cesedini böyle görse, herhalde aklını kaçırır.

Hz. Zübeyr de bu emir üzerine annesinin yanına sokularak dedi ki:

- Anneciğim, Resulullah efendimiz senin geri çekilmeni buyuruyor.

- Nasıl? Geri mi dönecekmişim? Kardeşimin cesedinin nasıl olduğunu biliyorum. Bunun intikamını alacağım. Allahü Teâlâ bilir ki, ben böyle yapılmasından hiç hoşlanmam. Fakat sabredeceğim. Ama bir gün bunların karşılığını da göreceğim.

Hz. Zübeyr, durumu Resulullaha arz etti. Resulullah efendimiz de halasının metanetini duyunca, cesedin yanına gelmesine izin verdi. Cesedin parça parça olduğunu gördü. Kendisine hakim oldu. Yalnız “İnnâ lillah ve innâ ileyhi râciûn" dedi. Ellerini açıp duâ etti ve oradan ayrıldı.

Hz. Safiyye Hendek gazvesinde de Hassan bin Sabit’in köşkünde, içeriyi dinlemek isteyen bir yahudîyi öldürmüştür.

Böylece Hz. Safiyye, gerek Uhud’da, gerekse Hendek savaşında birer düşman öldürmesiyle, Ashabın takdirine mazhar olmuştur.

 

Orduları idare edecektir

Hz. Safiyye, Hz. Ömer halife iken, 640 yılında, 73 yaşında iken vefat etti. Bakî kabristanında Mugire bin Sube’nin kabri yanına defnedildi.

Hz. Safiyye disiplinli bir anneydi. Bazen oğlu Zübeyr’e sert davrandığı olurdu. “Niçin böyle yapıyorsun” diyenlere şöyle cevap vermişti:

- Ben onun iyi yetişmesi için böyle yapıyorum. Çünkü o, ileride orduları idare edecektir.

Gerçekten de Hz. Zübeyr büyük bir İslâm fedaisi oldu.

Hz. Safiyye cahiliyye devrinde Hâris bin Harb ile evlenmişti. Hâris’ten bir oğlu oldu.

Hâris öldükten sonra Hz. Zübeyr’in babası Avvam bin Hüveylid ile evlendi. Bundan da üç çocuğu oldu. Bunlar Hz. Zübeyr, Saib ve Abdülkâbe’dir.

Sen bizim ümidimizdin

Hz. Safiyye, cesaret ve secaati ile nesillere örnek olacak şekildeydi. Gayet fasih ve beliğ mersiyeler yazardı.

Hz. Safiyye, Arap edebiyatında, şiir ve mersiye söylemekte çok ileri idi. Hamasî şiirleri de meşhurdu. Bir tanesinde şöyle demiştir:

Benden Kureyş’e haber salın ve deyin ki: “Ne hakla bize tahakküm etmeye kalkarsınız?

Bizim büyüklüğümüz sizden eksik mi? Şunu iyi biliyorsunuz ki; bizim eski bir şerefimiz ve önce gelme hakkımız vardır.

Bizim için zulüm ateşi yakılmamıştır. Verdiğimiz sözü bozduğumuzun alameti hiç belirtilmemiştir. Bütün hayır ve fazilet bizdedir.” Babası Abdülmuttalib’in vefatında, Hz. Hamza’nın şehit edildiğinde ve Resul-i ekremin vefatlarında yazdıkları mersiyeler meşhurdur.

 

Resullullah efendimizin vefatındaki mersiyesinde demiştir ki:

Ya Resulallah! Sen bizim ümidimizdin,

Sen bize hep iyilik edenimizdin.

Sen, değildin hiç, haksızlık edenlerden,

Sen, şefkat sahibi ve yol gösterenlerden.

Ve dahî anlatılmayan ilim deryası,

Bugün ağlayanların, senin içindir feryadı.

Senin yoluna hep ecdadım feda olsun!

Malım, canım, bütün varlığım feda olsun!

Ah! Şimdi aramızda sağ olsaydınız,

Ne kadar mesrur olurduk kalsaydınız.

Hak teâlânın hükmü bu, ya sabır diyoruz,

Bilmem ki ne yapsak, hep figan ediyoruz.

Allahın selamı, sana olsun ya Resulallah!

Adın Cennetine girip kalasın ya Resulallah!

Medinede Vefat Eden ilk Muhacir

Osman Ibni Maz’un radiyallahu anh

Osman Ibni Maz’un radiyallahu anh Medine’de vefat eden ilk sahâbî... Bakî kabristanlığına defnedilen ilk muhacir... Mâbedi hayat olan bir âbid zâttir.

O, ilk Müslümanlardandır. Rasûlullah (SAV) efendimiz Dâru’l-Erkam’a yerleşmeden önce İslâmla şereflendi. cahilliye döneminde de temiz yaratılışlı, ağırbaşlı bir insandı. O dönemde de hiç içki içmedi. “Aklı gideren, benden aşağıdakileri bana güldüren bir şeyi içmem” derdi. Onun İslâm’a girişi Ahmed Ibni Hanbel’in Musned’inde söyle anlatılır:

“Rasûlullah sallallahu aleyhi vesellem bir gün Mekke’de evinin yanında oturuyordu. Osman Ibni Maz’un da oradan geçiyordu. Rasûlullah (s.a.)’e bakıp tebessüm etti. İki cihan Güneşi Efendimiz de ona: “Biraz oturmaz mısın?” buyurdu. O da karşısına oturdu. Konuşurlarken Rasûlu Ekrem (s.a.) Efendimize bir hal oldu. Sanki karşısında birisi ona bir şeyler anlatıyor, Efendimiz de anladım dercesine başını sallıyordu. Bu hal bir müddet sonra geçti. Osman bu hali merak etti ve Efendimize sordu. Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz kendisine Allah’ın elçisi

Cebrâil’in geldiğini ve Nahl Sûresi 90. âyet-i celileyi indirdiğini söyledi. Meâlen: “Muhakkak ki Allah, adaleti, ihsâni ve akrabaya vermeyi emrediyor. Zinâdan, fenalıklardan ve insanlara zulüm yapmaktan da nehyediyor. Size böylece öğüt veriyor ki, benimseyip tutasınız.”

Bu hadise Osman Ibni Maz’un’un gönlünde iman nurunun parlamasına vesile oldu. Oracıkta İslâm’a giriverdi. İslâm’ın ilk günlerinde Osman’ın bu hareketi Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimizi pek memnun etti. Ailesine de İslâm’ı anlattı ve onlar da Müslüman oldu. Diğer Müslümanlar gibi o da müşriklerin ezâ ve cefâlarına mâruz kaldı. Ama imanından hic taviz vermedi. Sonunda Habeşistan’a hicret etti.

O, hicret eden ilk gurubun başkanıydı. Habeşistan’da inançlarını daha rahat bir şekilde yaşama imkânı bulan ilk muhacirler her an Mekke’den haber bekliyorlardı. İki cihan Güneşi Efendimizden ayrı kalmalarına çok üzülüyorlardı. Bir ara Kureyş’in İslâm’a girdiği haberini aldılar. Bunun üzerine Müslümanlar Mekke’ye geri dönmeye başladılar. Ancak Mekke’ye yaklaşınca bu haberin yalan olduğunu öğrendiler. Aralarında istişare ettiler ve herkes bir dostunun himayesine girmek sûretiyle Mekke’de kalmaya karar verdiler. Kimi himaye edecek birini buldu, kimi de gizlice Mekke’ye girdiler. Osman Ibni Maz’un (r.a.) Velid bin Mugire’nin himayesine girmişti. Fakat inanan bir insan icin müşrik birinin himayesinde olmak hazmedilir şey değildi. Bu yüzden hepsinin gönlü huzursuzdu.

Osman Ibni Maz’un (r.a.) bu durumun acısını kalbinde hissetti ve bunu imandan taviz vermek olarak kabul etti. Bir gün kendisini: “Vallahi benim arkadaşlarım Allah yolunda eziyet ve sıkıntı çekerken, bir müşrikin himayesinde rahat ve emniyet içinde yaşamam benim için büyük bir eksikliktir.” diyerek ic muhasebeye tâbi tuttu. Sonra kalktı Velid bin Mugire’ye geldi ve ona: “Ey Ebû Abdissems! Artık senin himayeni kabul etmiyorum.” dedi. Velid: “Nicin ey Kardesimin oğlu!” dedi. O da: “Ben artık Allah’ın himâyesini kabul ediyorum. Ondan başkasının himâyesine girmek istemiyorum.” diye cevap verdi. Velid: “Öyleyse bunu Kâbe’ye git ve orada açıkla.” dedi. Birlikte Kâ’be’ye gittiler. Osman Ibni Maz’un (r.a.) orada: “Ben Allah’tan başkasının himâyesinde bulunmayı sevmiyorum. Onun icin Velid’in himâyesini artık kabul etmiyorum.” diye ilân etti ve Velid’in himayesinden çıktı.

Bir gün o, Kureyşlilerin toplandığı yere gitmişti. Lebid şiir okurken: “Şüphesiz Allah’tan başka her şey bâtıldır.” dedi. Osman Ibni Maz’un da: “Doğru söyledin.” dedi. Lebid: “Her nimet mutlaka yok olacaktır.” mısraını okurken Osman (r.a.): “Yalan söyledin, cennet nimetleri yok olmaz.” dedi. Lebid Kureyşlilere sitemle: “Sizin meclisinizde böyle kimseler olmazdı. Ne oldu size?” dedi. Bu sırada Abdullah Ibni Umeyye adındaki müşrik Osman Ibni Maz’un (r.a.)’in gözüne şiddetli bir yumruk vurdu. Velid yeğenine: “Himayemi reddetmeseydin böyle olmazdı.” dedi. Bunun üzerine o da: “Vallahi, Allah yolunda bu sağlam gözüm de ötekinin akıbetine uğrasa gam yemem. Şüphesiz ben senden daha güçlü birinin himâyesindeyim. Bana ne kadar eziyet etseler de bu yolda yürüyeceğim.” dedi. Sa’d ibni Ebî Vakkas (r.a.) da o meclisdeydi. Kardeşine yapılan bu zulme dayanamadı ve o kâfirin suratına müthiş bir yumruk da o indirdi. Abdullah Ibni Umeyye’nin yüzü gözü kanlar içerisinde kaldı. Lâyık olduğu cezayı buldu.

Osman Ibni Maz’un (r.a.) Mekke’de kaldığı müddetçe belâ ve musîbetleri sabırla karşıladı. İki cihan Güneşi Efendimiz Medine’ye hicret izni verince, kardeşleri, zevcesi Havle binti Hakim ve oğlu Sâib ile beraber Medine’ye hicret etti. Sevgili Peygamberimiz onu Ebu’l-Heysem ile kardeş yaptı.

 

O, dünyaya hiç değer vermedi. Geceleri namaz kılar, gündüzleri oruç tutardı. Her şeyi bırakıp Allah’a yönelen âbid, zâhid bir kişiydi. Bir gün o, Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz ashabıyla otururken mescide girdi. Üzerinde post parçasıyla yamanmış bir elbise vardı. Fahr-i Kâinat (s.a.) efendimiz ona hüzünlü hüzünlü baktı ve söyle dedi: “Sizden birinizin giderken gelirken bir başka elbise giydiği, önüne bir tabak konulup başka bir tabağın kaldırıldığı, Kâbe’nin örtüldüğü gibi evlerinizi örttüğünüz gün siz nasıl olursunuz acaba?” Bu inci tanesi sözleri dinleyen Osman İbni Maz’un (r.a.) daha zâhidâne bir hayat sürmeye başladı. O kadar ki meşrû nimetlerden kaçmaya kadar vardı. Bunun üzerine Iki cihan Güneşi efendimiz ona: “Ben senin icin güzel bir örnek değil miyim? Gözlerinin, bedeninin, ailenin senin üzerinde hakkı var. Namaz kil, fakat ayni zamanda yat ve uyu, oruç tut, ancak bazen da tutma. Ey Osman! Allah Teâlâ beni ruhbanlıkla değil, tatbiki kolay bir din ile gönderdi.” buyurdu. Bundan sonra o, hayatı terk edip inzivaya çekilen abidlerden değil, aksine hayati güzel amellerle, Allah yolunda cihatla dolduran örnek hayat âbidlerinden oldu.

Hak yolunda yılmadan çalışan, hayırlı işlerde devamlı fedâkârlıklar gösteren Osman ibni Maz’un (r.a.) hicretten otuz ay sonra ebedî âleme göçtü. O sırada Müslümanların henüz bir kabristanı yoktu. Efendimiz Medine etrafına çıktı ve Bakî’ ile emrolundum buyurdular. Osman ibni Maz’un (r.a.) Medine’de ilk vefat eden sahabî ve Bakî kabristanlığına defnedilen ilk muhacir oldu. Zevcesi kabri başında: “Ey Ebâ Sâib! Cennet sana âfiyet olsun.” dedi. Sevgili Peygamberimiz de: “Allah ve Resûlunu severdi, desen kâfi idi” buyurdu.

Teçhiz ve tekfin hazırlığı sırasında İki cihan Güneşi Efendimiz alnından öperken gözyaşlarını tutamadı ve

“Ey Ebû Sâib!.. Allah sana rahmet etsin!. Dünyadan çekip gittin... Ama ne sen ona iltifat ettin, ne de o sana...” buyurdu. Defnedildikten sonra da: “O bizim ne iyi selefimizdir...” dedi ve kabrinin başına bir taş dikti. Ondan sonra birisi vefat edince “Nereye defnedelim” diye sorulunca Resûl-i Ekrem (s.a.) efendimiz “Selefimiz Osman Ibni Maz’un’un yanına” cevabını verirlerdi. Kızı Rukiyye vefat ettiğinde de: “Bizim hayırlı selefimiz Osman’a kavuş...” buyurarak devamlı onu anardı. Cenab-ı Hak şefaatlerine nâil eylesin.

Mescidi Nebevi ve Cennetül Baki

Cennetü'l-Baki Mezarlığı

Hz. Peygamber (s.a.s.) zamanında Medine İslâm devletinin gerçekleşmesinden sonra kurulan bir mezarlıktır. Buna el-Bakî', Cennetü'l-Bakî, Bakî'u'l-Garkad isimleri de verilmiştir. Fakat genellikle kısaca el- Bakî' denilmektedir.

Bu mezarlığa ilk defnedilen sahabî, İslâm'ın Medine'de yayılmasında büyük emeği geçen ve İslâm'da ilk defa müslümanlara cuma namazı kıldıran Es'ad b. Zürare  oldu. Başka bir kanaate göre el-Bakî'ye ilk defa Osman b. Maz'un defnedilmiştir. Daha sonra Medine-i Münevvere'nin bu meşhur mezarlığına ashabtan vefat edenlerle Hz. Peygamber'in yakınları, oğlu İbrahim gömülmüştü. Hz. Fâtıma ve oğlu Hz. Hasan burada medfundurlar. Resulullah (s.a.s.), hayatta iken bu mezarlığa sık sık uğrar ve burada yatan ashaba dua ederdi. El-Bakî' mezarlığı İslâm tarihi boyunca önemli şahsiyetlerin defnedildiği bir mezarlık olmuştur. El-Bakî Medine'nin dışında bulunmaktadır. Suudî ailesinin Hicaz'a hakim olmasından sonra burada bulunan mezarlar tamamen düz bir satıh haline getirilmiş ve içine girilip ziyaret yapılması yasaklanmıştır.

Burasının yeri Hz. Muhammed sav tarafından seçilmişti. İlk sakini, Osman bin Muiz oldu ve peygamberimiz Hz. Muhammed, cenazenin defninden sonra, mezarın baş ve uçlarına yanından getirdiği ilk taşı koyarak, "Bu ahirete ilk gidenimizdir" dedi. Peygamber Efendimiz zaman zaman Baki Mezarlığını ziyaret eder ve orada medfun bulunan mü’minler için dua ederdi.

Cennetu’l Baki’ Mezarlığı, Mescid-i Nebevî’nin karşısındadır ve toprağı, Efendimiz (s.a.)’in zevceleri, evlâdlari ve ashabın seçkinlerinin mübarek, nurlu bedenlerine son mekân olmuştur. Üçüncü halife Hz. Osman Zinnureyn, başlangıçta cennetu’l Baki dışında bir mevkiye defnedilmişken, zamanımızda mezarlık onun kabrini de içine alacak şekilde genişletilmiştir. 

Mescid-i Nebevi’nin doğu tarafında bulunan Baki Mezarlığını ziyaret etmek müstehaptır. Peygamber Efendimizi görme şerefine nail olan, sesini duyan, onunla namaz kılan ve İslâmiyet uğrunda hiçbir fedakârlıktan çekinmeyen on bin civarında sahabe bu mezarlığa defnedilmiştir.

Hz. Abbas, Hz. Aişe, Hz. Fatıma, Sad b. Ebi Vakkas, Hz. Hasan gibi sahabe ile İmam-ı Malik gibi Tabiundan bir çok büyük zevat burada bulunmaktadır.

İnsanların bir kısmı bir riyale aldıkları buğdayları etrafa saçıyor. Daha gerilerde yeni ölenlere ayrılmış. 

Hz. Peygamber (s.a.), “Bizim su Bakiyyu’l-urkad mezarlığına her kim defnedilirse kıyamet günü ona şehâdet ve şefaat ederiz.” buyurmuştur.

Mezarlığın içerisine girmek şart olmamakla birlikte kapısı açık olduğunda içeri girilerek; kapalı olduğunda dışardan ziyaret edilebilir. Ziyarette orada yatanlara selâm verilir ve dua edilir. 

MEZARLIĞIN SAHİPLERİ

Mescid–i Haram tarafındaki girişte hemen sağ tarafta belli belirsiz iki mezardan birisi Hz. Fatımat–üz Zehra validemize aitken, solundaki ise Efendimizin amcası Hz. Abbas’a ait. Hemen doğusunda ise Hz. Ali’nin oğlu, Hz. Hüseyin, Hz. Hüseyin’in oğlu Zeynel Abidin Zeynel Abidin’in oğlu Muhammed Bakır (ra) ve onun oğlu Caferi Sadık’ın kabirleri var.

Efendimizin kızları Zeynep Rukiye ve Ümmü Gülsüm’ün kabirleri ise Hz. Abbas’ın kabirinin sonunda yer alıyor. Peygamber Efendimizin kızlarına ait mezarların sol kısmında yani kuzeyinde ise Hz. Aişe, Sıddıka, Hafsa, Sevde, Zeynep binti Cahş, Ümmü Habibe Ümmü Seleme, Cuveyriye ve Safiye validemiz medfun bulunuyorlar. Bunların solundaki iki dikdörtgeni andıran bölümde ise Efendimizin süt kardeşi Süfyan Bin Harise ve Hz. Ali’nin kardeşi Akil (ra) yatıyor. Giriş kapısının önündeki patikayı takip edip mezarlığın ortasına vardığımızda diğer mezarlara göre çevrilmiş ve biriketlerle dikdörtgen bir mezarı gösteren yapı ise, Hz. Osman Bin Affan Efendimize ait. Solundaki yani kuzeyindeki yolun solunda yer alan yerde ise Peygamber Efendimizin süt annesi Halime–i Sadiyye validemiz medfun.

Giriş kapısının solunda ise Abdulmuttalib’in kızları yani Efendimizin halaları Safiye, Atika ve Ümmü Benun yer almakta, az ilerisinde iki yol ayırımında ise Şeyhül Kurra Nafi ve Maliki mezhebinin kurucusu İmam Malik medfun. Daha ilerisinde (doğusunda) 18 aylıkken vefat eden Efendimizin oğlu İbrahim yatmakta. Ve daha nice şehidler gaziler sahabiler, veliler bu baki cennet kentinin sakinleri olarak şairin dediği gibi, “Ne söylüyor ne de bir haber veriyor”, şeklinde, sadece sevenlerinin kalblerinde Asr–ı Saadeti hatırlatarak bin beş yüz yıl öncesine taşıyorlar.

Mezhepleri gereği bütün mezarları dümdüz eden Suudiler, hiçbir yere isim belirti bırakmadan yok etmişler. Bir taraftan bunlara kızarken diğer taraftan hak vermemek de elde değil. Herhangi bir belirti olmamasına rağmen insanların yırtınıp parçalanmaları bağırıp çağırmaları şirkle çok az bir çizgi bırakıyor aralarında.

Mescid–i Nebevi’nin hemen yanı başında yüksek ve kalın demir korkuluklarla koruma altına alınan binlerce sahabenin medfun olduğu Cennetü’l–Baki kabristanı sabah namazından sonra ve ikindi–akşam arası kerhen ziyarete açılıyor. Kerhen; çünkü koruma görevlileri ziyaretten fazlaca memnun değiller.

İnsanın buram buram Asr–ı Saadet’i solukladığı bu alanda bütün mezarlar âdeta düzlenmiş, sadece baş tarafını gösteren yassı bir taş konmuş, onların çoğu da yerinde değil. Mezhepleri gereği hiçbir mezarı ülkemizdekine benzer yapmayan Suudiler, hiçbir mezara isim, numara, kroki vb. belirti koymamaya özen gösteriyorlar.

Ahmet AĞIRAKÇA

İSLAM ANSİKLOPEDİSİ

PEYGAMBER DE AĞLAR - Hz.Muhammed (sav)'in oğlu İbrahim'in vefatı

Meral Günel Hicretin onuncu yılında, Peygamberimizin, Mariye'den doğan oğlu İbrahim vefat etti. Vefat ettiğinde on altı (bir rivayete göre ise on sekiz) aylıktı ve sütannesinin evinde kalıyordu. Çocuğun durumu kendisine haber verildiğinde hemen oraya giden Hz. Peygamber can vermekte olan İbrahim'i kucağına aldı, gözlerinden yaşlar boşalmaya başladı ve:

"Göz ağlar, kalp üzülür; biz yüce rabbimizin razı olacağı sözden başkasını söylemeyiz.Vallahi ey İbrahim, biz senden ayrılmakla çok üzgünüz." buyurdu. Sonra da karşısındaki dağa: "Ey dağ! Eğer bendeki üzüntü sende olsaydı muhakkak yıkılıp gitmiştin! Fakat biz, Allah'ın bize emrettiğini söyleriz: (Biz Allah'ın kullarıyız ve biz O'na dönücüleriz); (Rabbü'l-alemin olan Allah'a hamdederiz) deriz" buyurdu.

Peygamberimiz İbrahim için ağladığı sırada Üsame b. Zeyd feryada başlayınca Hz. Peygamber onu uyardı. Üsame "Senin de ağladığını gördüm" deyince Resûl-i Ekrem:

"Ağlamak, acımaktan ileri gelir. Feryat ve figan ise şeytandandır" buyurdu.

İbrahim'in kabri hazırlanırken Hz. Peygamber, kabrin yan tarafındaki kerpiçler arasında bir açıklık görüp kapatılmasını emretti. Kerpici, oraya kendi eliyle koydu, açığı kapatıp düzeltti ve:

-"Sizden biriniz bir iş yaptığı zaman onu içine sinecek biçimde yapsın. Çünkü böyle yapmak, musibete uğrayanın içini yatıştırır. Gerçi bunun ölüye ne yararı ne de zararı olur ama diri olanın gözünü aydınlatır" buyurdu.

(İbn-i Sa'd, Tabakat c.1, s.131-144)

Yaşayanlar için her yönüyle bir ibret olan ölümü, bize hatırlattığı hususlar bizim tam da unutmaya çalıştığımız şeyler olalıdan beri gündemimizden çıkarır olduk. Artık onu ne kendimiz için ne de yakınlarımız için hayatın anlamını yakalama fırsatı olarak göremiyoruz. Yaşanan her ölüm geride kalanların hayata bakışlarındaki güzellik ve kudsiyeti öldürüyorsa yıkıcı oluyor aslında. Hayattan koparak yasın ve kederin karanlığında yolunu ve yönünü kaybedenler, ölümünü düğün gecesi olarak niteleyen Mevlana'ya ne kadar uzak düşüyorlar. Yaşanılacak acıyı kaldıracak takati ve olgunluğu olmayanlar ölümü mümkün olduğunca ötelemek suretiyle, dilleriyle söyledikleri "amentü billahi...ve'l yevmi'l- âhiri..." taahhütnamesiyle çelişiyorlar. Halbuki "Zevkleri bıçak gibi keseni (ölümü) çokça anın" (Tirmizî, Zühd 4) emrine uyanlara göre hayat, maddî cephesi içine sıkışıp kalmadığı için sevgiye, merhamete, adalete ve paylaşmaya daha açık hale geliyor; böylece birilerinin kabarmış iştihalarının semiz malzemesi olmaktan korunmak mümkün oluyor.

Bir baba olarak -üstelik daha önce de birçok evladını kaybetmiş bir baba- Hz. Peygamberin küçücük yavrusu vefat ettiğindeki insanî ve fakat asil ve metin duruşu, ölümü sıradan olmaktan çıkarıp bir ibret tablosuna dönüştürmekte. Acıların en büyüğünü yaşarken bile Allahu Teâlâ'ya karşı kulluk ilişkisindeki seviyeyi koruduğunu görüyoruz: Kalp üzülür, yaş akar ama dil isyan etmez. Haddini bilen bir tavırdır bu. İncelmiş ama incinmemiş ruhun, rıza makamındaki incitmeyen duruşudur. Yürekten kopan âhların gözde gözyaşı olurken dilde "inna lillah..." oluşudur. "inna lillah ve inna ileyhi raciûn : Biz Allah içiniz ve yine O'na döndürüleceğiz"( Bakara,156) sözüdür ki ancak yangın yerine dönen yüreklerdeki ateşi söndürebilir. İnsanı isyana taşıyıp dili ateş bahanesi kılan feryatlar ve ağıtlar, çekilen acıyı dünyaya mahsus olmaktan çıkarıp ahireti de kuşatır hale getirebilir. Sessizce ağlamanın insanîliğine karşı feryâd ü figânın şeytanîliği... Seçim bizim.

Gökleri ve yeri emsalsiz güzellikte yaratan Allah'ın sözün en güzelini kendisine indirdiği Hz. Peygamber, mü'minleri kulluğun en güzeli olan ihsana davet etmiş, sözde ve davranışta güzel olanı ifa etmeye teşvik etmiştir. "Kendisi güzel olan ve güzelliği seven Allahu Teâlâ" (Müslim, İman 147), amellerin güzelleşmesinin güzel/sağlam/doğru sözler (kavl-i sedid) (Ahzab,70)'den geçtiğini belirtirken ufkumuzu başka bir cepheden genişletmiştir. Oğlunun derin acısı kor gibi yüreğinde yanarken Hz. Peygamber, çevresindekileri bir iş yapacakları zaman ellerinden gelen gayreti göstererek en güzel şekilde yapmaya yönlendirmiştir. Ölüm gibi hayatın rengini soldurabilecek bir vakıada, geleceğe umutla bakabilmeyi, hayattan kopmamayı öne çıkaran bu anlayış ve hassasiyet Müslümanları kısa zamanda dünyanın en üretken ve derinlikli sanatkârları haline getirmiş, tarihten günümüze, iç güzelliğin dışa yansıdığı eserler ortaya çıkmıştır. Böylelikle, insana, baktığı ve yaptığı her şeyde güzel olanı arama ve aslında bir yandan da kâinattaki güzellikleri fark edebilme inceliği kazandırarak kemalât yolunda yeni bir yön tayin edilmiştir. Allah'ın yarattığı güzelliklerle uyum içinde, ilkesini tevhidden alan bu bakış, gündelik hayatı dahi sarıp sarmalayarak

estetiğin, dünyadaki tüm güzelliklere yansıyan ilâhî bir nitelik kazanmasına sebep olmuştur.

Rabbimizden, kulluktaki güzelliğe ulaşma çabamızda yeni güzellikler üretenlerden olmayı nasip etmesini diliyoruz.

ASHAB-I SUFFA

Suffa'lılara Kur'ân-ı Kerîm ve Yazı Öğretilmesi :

Ensâr'dan Ubâde b. Sâmit, Ehl-i Suffa'ya fahrî olarak yazı ve Kur'ân-ı Kerîm öğretirdi. Ubâde b. Sâmit, bu hususta der ki :

«Ben, Ehl-i Suffa'dan birçoklarına yazı ve Kur'ân öğretirdim. Onlardan birisi, bana bir yay hediye etmişti. Kendi kendime : “Bu, kıymetli bir mal değildir Ben, bununla, Allâh yolunda ok atarım!” dedim. Bununla beraber, Resûlullâh'a gidip : “Yâ Resûlallâh! Yazı ve Kur'ân öğrettiğim kimselerden birisi, bana bir yay hediye etti. Bu, kıymetli bir mal değildir. Ben, onunla Allah yolunda ok atarım. Ne buyrulur?” dedim. “Eğer, boynuna ateşten bir çember takınmayı arzu edersen, kabul et!” dedi.». Peygamberimiz, Kur.'ân öğretmeni Übey b. Kâ'b'ın sorusunu da aynı şekilde cevaplamıştır. (İbn-i Mâce - Sünen, c. 2, s. 730).

Peygamberimiz, güzel, yazı yazan Muhacirlerden Abdullah b. Saîd'i de Medine'de yazı öğretmeni tâyin etmişti.

Peygamberimiz, ayrıca Abdullah b. Mes'ud, Salim, Muâz b. Cebel ve Übey b. Kâ'b gibi âlim Sahâbîlerini de Kur'ân-ı Kerîm öğretmekle vazifelendirmişti, Übey b. Kâ'b'ın vefatına kadar ilim tâlibleri Mescidde çevresinde toplanmaktan ve ondan faydalanmaktan geri kal¬mamışlardır. Hattâ, son günlerini yaşadığı sıralarda, Iraklı bir ilim talibinin, onun, öğretmekten kaçındığını sanarak, sitemlenmesine dayanamayıp ağlamış, sonra da : «Yâ Rab! Sana söz veriyorum: Eğer beni, Cuma gününe kadar sağ bırakır, yaşatırsan, Resûlullâh'dan işitiklerimi - - hiç bir tenkitçinin tenkidinden çekinmeksizin onlara söyleyeceğim!» demiş, Cuma günü de Hak'kın rahmetine kavuşmuştur.

Ehl-i Suffa'dan bâzan 70'inin birden geceleri bir öğreticinin başında toplanıp sabaha kadar ders gördükleri olurdu.

Abdullah b. Mes'ud'un Mescid civarında bulunan ve Velîd b. Abdül Melik devrinde Mescide katılan evi, Dâru'l-Kurrâ' diye anılırdı.

Peygamberimizin : “ Benim bu Mescidime gelen kişi, başka bir şey için değil, hayır için, hayrı öğrenmek veya öğretmek için gelir. O, Allah yolunda çarpışan kimse mevkiindedir..”Hadîs-i şerifi, en kısa bir zamanda Öğreticiler üzerinde de, öğrenciler üzerinde de tesirini göstermiş, Peygamberimizin Mescidi ve Suffa, bir İlim Ocağı hâline gelmişti.

Zâten, Kur'ân-ı Kerîm'e göre de Müslümanlardan bir kısmının savaşlardan muaf tutulup halkı irşâd edecek din adamı olmak üzere yetiştirilmeleri gerekiyordu.

Kur'ân ve Sünnet Öğreticilerinin Suffa Arasından Seçilmesi:

Ehl-i Suffa'ya kurrâ denilir, kabilelere gönderilecek Kur ân ve Sünnet öğreticileri de bunlar arasından seçilirdi. Nitekim bu yolda vazifelendirilen ve Bi'r-i Maune denilen yerde müşrikler tarafından önleri kesilerek şehid edilen 70 kişi, Ehl-i Suffa'dandı.

Peygamberimizin Suffa'lılarla Yakından İlgilenmesi:

Peygamberimiz, dâima Ehl-i Suffa ile oturur, sohbet ederdi. Onlara «Eğer, sizin için, Allah katında hazırlanan şeyi bilseydiniz, yoksulluğunuzun ve ihtiyâcınızın daha da artmasını isterdiniz!» derdi.

Ehl-i Suffa, gerçekten yoksul insanlardı. Üzerlerinde tam bir giyecekleri bulunmazdı. Elbise olarak kısa bir peştamal tutunurlardı, Edep yerlerinin açılmaması için, peştamallarını daima elleri ile sıkı sıkı tutarlardı.

Ehl-i Suffa, fakir ve muhtaç oldukları hâlde, hiç dilenmezlerdi. Karınları çok zaman aç, fakat onların gözleri, gönülleri toktu.

Kur'ân-ı Kerîm'in tarif ettiği gibi onlar, kimseden bir şey isteyemezler, istemekten çekinir ve sıkılırlardı. İç hâllerini bilmeyenler, kendilerini, zengin, hiç bir şeye ihtiyaçları yok zannederlerdi. Suffa ve İhtiyaç Eshâbından oldukları, ancak, bedenlerinin zayıflığından, benizlerinin solukluğu ve uçukluğundan, elbiselerinin eskiliği ve yamalılığından anlaşılırdı.

Peygamberimiz, geceleri, onların bir kısmını çağırıp kendisi doyurur, bir kısmım da hâli vakti yerinde olan Sahâbîlerine gönderip doyurtur: “Bir kişinin yiyeceği, iki kişiye; iki kişinin yiyeceği, dört kişiye; dört kişinin yiyeceği, sekiz kişiye yeter!” derdi.

Peygamberimiz, başka bir gün de : “İki kişilik yiyeceği olan, Ehl-i Suffa'dan üçüncüyü; dört kişilik yiyeceği olan, onlardan beşinciyi, yahut altıncıyı

götürsün!” demiş, Hz. Ebû Bekir, onlardan üçünü, Peygamberimiz de 10'unu alıp götürmüştü.

Zengin Ensâr'dan Sa'd b. Ubâde'nin, bazen Ehl-i Suffa'dan 80'ini birden yemeğe çağırdığı olurdu.

Peygamberimizin, Ziyafetlere Suffalıları da Götürmesi :

Peygamberimiz, çağrıldığı ziyafetlere Ehl-i Suffa'yı da götürürdü. Enes b. Mâlik der ki: "Anam Ümm-ü Süleym, Peygamber Aleyhisselâm için biraz ekmek yapmış, içine de biraz ham yağ hazırlamıştı. “Git, Resûlullâh'ı çağır!” dedi. Gittim: “Anam, Seni çağırıyor!” dedim. Ayağa kalktı, yanındakilere de : “Kalkınız!” dedi. Peygamberimiz, gitti. Anama : “Haydi, yaptığını getir!” dedi. Anam : “Ben, ancak, Sana yetecek kadar bir şey yapmıştım!” dedi.

Peygamberimiz: “Haydi, sen onu getir!” dedi ve : “Ey Enes! Sen, onları, yanıma onar onar bırak!” dedi. Ben de 10'ar, 10'ar yanına bıraktım. Doyuncaya kadar yediler ki onlar, 80 kişi idiler!».

Peygamberimizin, Suffalıları Herkesten Önce Düşünmesi:

Peygamberimiz, Ehl-i Suffa'nın ihtiyâcını herkesin ihtiyâcından önce düşünürdü.

Hz. Ali ve Hz. Fâtıma, kendilerine esirlerden bir hizmetçi ve yardımcı verilmesini rica ettikleri zaman, Peygamberimiz, onlara : «Vallahi, size hizmetçi veremem! Ben, daha Ehl-i Suffa'yı çağırıp da karın¬larına sokacak bir durum, kendilerini geçindirecek bir nesne bulamadım. Ben, o esirleri satıp da bedelleri ile Ehl-i Suffa'yı geçindirmeyi düşünüyorum!» dedi.

 

Peygamberimizin Sadakaları Suffalılara Ulaştırması:

Peygamberimize bir şey getirilince : «Sadaka mı, yoksa, hediye mi?» diye sorardı. «Sadakadır!» derlerse, onu, el sürmeden Ehl-i Suffa'ya ulaştırırdı. «Hediyedir!» derlerse, ondan yer, sonra da Ehl-i Suffa'yı çağırıp ondan onları da faydalandırırdı.

Bir gün, bir adam, tabakla hurma getirmişti. Peygamberimiz : «Bu, sadaka mıdır, yoksa hediye midir?» diye sordu. «Sadakadır!» deyince, Peygamberimiz onu, hemen Suffa halkına gönderdi. O sırada, Hz. Hasan, Peygamberimizin önünde bulunuyordu. Peygamberimiz, Hz Hasan'ın bir tane hurma alıp, ağzına götürdüğünü görünce, parmağım ağzına sokup

onu, geri çıkarttırdı ve : «Biz, Muhammed ve Ev halkı, sadaka yemeyiz, bize Sadaka helâl değildir!» dedi.

Suffalılara Mucizeli Bir Süt Ziyafeti :

Eshâb-ı Suffa'dan Ebû Hüreyre der ki : «Kendisinden başka Mâbûd olmayan Allah'a yemîn ederim ki, ben, kâh açlıktan karnımı yere dayardım, kâh da karnıma taş bağlardım. Bir gün, Resûlullâh ile Eshâbının Mescidden çıkıp gittikleri yol üzerine aç ve mecalsiz oturdum...

Bu sırada Ebu’l-Kasım Aleyhisselâm uğradı. Beni görünce, yüzümden hâlimi anladı ve gülümsedi. Sonra, bana : “Yâ Ebâhir!” diye seslendi. Ben de: “Buyur Yâ Resûlallâh!” dedim. “Ardım sıra gel!” dedi, yürüdü. Ben de kendisini takip ettim. Evine girdi. Ben de girmek için izin istedim, izin verildi, girdim. Resûlullâh, girince, bir bardak içinde süt buldu. (Bu süt, nereden geldi?) diye sordu. “Sana filân kişi veya filânca kadın hediye etti!” dediler. Resûlullâh : “Yâ Ebâhir!” dedi. “Buyur Yâ Resûlallâh!” dedim. “Haydi, Ehl-i Suffa'ya git. Onları. bana çağır!” dedi.

Ehl-i Suffa, İslâm konukları idiler. Onların, ne sığınacak aileleri, ne bir kimseleri, ne de malları vardı! Resûlullâh.a bir sadaka gelince, onu, hemen onlara gönderirdi. Kendisi, ondan bir şey yemezdi. Bir hediye gelince de, Ehl-i Suffa'yı ona ortak yapar, ondan da onlara gönderirdi.

O kadar Ehl-i Suffa'yı süte çağırmak, doğrusu, benim çok ağırıma gitti. Kendi kendime : “Bütün Suffa halkına şu bir barsak süt, ne olur?! Onlar içinde buna en çok müstahak olan da benim. Bari, bana bir yudum süt düşse de onunla biraz dermanlansam. Çağrılmalarını bana buyurulanlar, geldiğinde ve onlara dağıttığımda bu bir barsak sütten, bana ne düşecek sanki?! Fakat, Allah'a ve Resulüne itaatsizlik da olmaz!” diyerek gidip halkı çağırdım, geldiler. İçeri girmek için, izin istediler. İzin verilince, evde yerlerini aldılar. Bunun üzerine, Peygamberimiz : “Yâ Ebâhir!” dedi. “Buyur, Yâ Resûlallâh!” dedim. “Şu süt bardağını al, onlara ver!” dedi. Ben de bardağı alıp, vermeğe başladım: Birine veriyordum, o, kanıncaya kadar içiyor, sonra, bardağı bana geri veriyordu. Ben de, alıp başka birine veriyordum. O da kanıncaya kadar içiyor, sonra, bardağı bana geri veriyordu. Tâ Resûlullâh'a gelinceye kadar, kana kana içip bardağı bana geri verdiler. Gelenlerin hepsi de süte kanmışlardı.

Resûlullâh, süt bardağını eline aldı, bana bakıp gülümsedi;

“Yâ Ebâhir!” dedi. “Buyur Yâ Resûlallâh!” dedim. “Süt içmeyen, bir ben kaldım, bir de sen kaldın!” dedi. Ben de : “Doğru söyledin Yâ Resûlallâh!” dedim. “Haydi, sen de otur, iç!” dedi. Oturup içtim. “Yine iç!” dedi, içtim.

O, tekrar tekrar “iç!” diyor, ben de içiyordum. En sonunda : “Artık içemeyeceğim! Seni, hak ve gerçek dinle gönderen Allah'a yemin ederim ki süte, akıp gideceği bir yol bulamıyorum!” dedim. “Öyle ise, ver bardağı bana!” dedi. Ben de bardağı kendisine verdim. Allah'a hamd-ü sena etti, Besmele çekip geri kalan sütü içti!».

Suffalılara Mucizeli İki Ziyafet Daha :

Ehl-i Suffa'dan Vasile der ki: «Ben, Ehl-i Suffa'nm yaşça en küçüğü idim. Beni, Resûlullâh'a gönderdiler, açlıklarını arz ve şikâyet ettim. Peygamberimiz, başını çevirip evine baktı: «Yiyecek bir şey var mı?» diye sordu. “Şurada bir parça ekmekle biraz süt var!” dediler. “Getirin bana onları!” dedi. Ekmeği, küçük küçük parçaladıktan sonra üzerine sütü döktü. Sonra, onu eli ile yumuşatıp tirid gibi yaptı. “Ey Vasile! Arkadaşlarından 10'unu çağır!” dedi. Çağırdım. Onlara : “Besmele ile oturunuz!” dedi. Oturdular. “Besmele çekip kıyısından yemeğe başlayınız. Ortasına dokunmayınız. Çünki ona, bereket, ortasından, tepesinden gelir!” dedi. Onların, doyuncaya kadar yediklerini gözlerimle gördüm. Sonra, “Siz, yerlerinize dönünüz, arkadaşlarınızı da gönderiniz!” dedi. Gelince, onlara da, öncekilere söyledikleri gibi, söyledi. Onlar da doyasıya yediler. Yemeğin bir kısmı arta kaldı. Ben, gördüğüm şeyden şaşırmış bir hâlde ayağa kalktım.».

 

Peygamberimiz, bir gece, evinden çıkıp Ebû Hüreyre'ye : «Bana Eshâbımı çağır!» dedi. Ebû Hüreyre de Eshâb-ı Suffa'yı birer birer uyandırdı. Peygamberimizin kapısında toplandılar. İzin istediler. İzin verilince, içeri girdiler. Peygamberimiz, onların önlerine, içinde arpadan yapılmış yemek bulunan küçük bir çanak koydu. «Muhammed'in varlığı, kudret elinde bulunan Allah'a yemin ederim ki, Muhammed'in ev halkında bu gece, gördüğünüz yemekten başka bir şey yoktur!» dedikten sonra : « “Bismillah” diyerek alınız!» dedi.

Eshâb-ı Suffa, ondan istedikleri kadar yedikten sonra ellerini çektiler. Ebû Hüreyre'ye ; «Siz, yemekten ayrıldığınız zaman, o yemek, ne kadar kalmıştı?» diye sordular. Ebû Hüreyre : «Önümüze konulduğu zamandaki kadar kalmıştı. Onda yalnız parmakların izi vardı!» dedi.

Kendileri Aç Yatıp Bir Suffalıyı Doyuran Aile :

Medineli Müslümanların Ehl-i Suffa'ya karşı olan davranışları da akıllara durgunluk verecek derecede idi.

Açlıktan dermanı kesilen Suffâ Eshâbından birisi, bir gün, Peygamberimize gelip hâlini arz etti. Peygamberimiz de onu, zevcelerine gönderdi.

Zevceleri : «Yanımızda sudan başka bir şey yok!» dediler. Bunun üzerine, Peygamberimiz, yanındakilere : «Kim, şu acı yemeğine ortak yapar, yahut konuklar?» dedi-. Ensâr'dan bir kişi, ayağa kalkıp : «Ben!» dedi. Misafirle birlikte zevcesinin yanına gitti ve zevcesine : «Haydi, Resûlullâh'm misafirini ağırla!» dedi. Kadın: «Çocukların yiyeceğinden başka evimizde bir şey yok!» dedi. Kocası: «O yemeği getir, kandilini yak, çocuklarını da uyut!» dedi. Kadın, akşam yemeği vaktinde yemeğini hazırladı, ışığını yaktı, çocuklarını da uyuttu. Sonra, halktı, kandili düzeltir gibi yapıp söndürdü. Bu suretle, karı koca misafirlerine sanki kendileri de yemek yiyormuş gibi göstermek istediler. İkisi de aç olarak gecelediler. Ertesi günü, sabaha çıkınca, ev sahibi Peygamberimizin yanına gitti. Peygamberimiz onu görünce : «Bu gece, Allah, sana güldü : Karı koca ikinizin hareketinizden hoşnûd oldu!» dedi.

Bunun üzerine, Yüce Allah «...Onlar (Ensâr), kendilerinde yoksulluk ve muhtaçlık olsa bile (Muhacirleri) öz canlarından üstün tutarlar... (Haşr: 9)» âyetini indirdi .

 

Hurma Zekâtının Suffalılar İçin Mescide Getirtilip Astırılması :

Peygamberimiz, hurmalık sahiplerine, hurmalarını ağaçlarından topladıkları zaman, hurmalarının sadakalarını Ehl-i Suffa için Mescide salkım hâlinde getirip asmalarını emrederdi .

Çünki, Ehl-i Suffa, Müslümanların, yıldan yıla mallarının zekât ve sadakalarını verecekleri gerçek yoksullar zümresinden idiler

«Kapı kapı dolaşmayı âdet edinip verilen bir iki lokma veya hur¬ma ileri geri dönen, -gerçekten yoksul değildir. Gerçekten yoksul, zaruretini giderecek kadar malı olmayan, buna rağmen, dilenmekten sıkılan ve kendisine sadaka verilmesi için muhtaçlığı bilinmeyendir.»

Peygamberimizin Yaiş'e Süt Sağdırması:

Ehl-i Suffa'dan Yaiş b. Tıhfetülgıfârî d.er ki : «Peygamber (A.S.) bir gün, dişi bir deve ile geldi. “Bunu, kim sağar?” dedi. Bir adam kalktı. “Ben!” dedi. Peygamberimiz, ona: “İsmin nedir?” diye sordu. “Mürre = acı şey!” dedi. Peygamberimiz, ona: “Otur!” dedi. Sonra, başka bir adam kalktı. Peygamberimiz, ona : “İsmin nedir?” diye sordu. “Cemre =ateş koru!” dedi. Peygamberimiz, ona da: “Otur!” dedi. Sonra, ben kalktım. Peygamberimiz, bana “İsmin nedir?” dedi. “Yaiş=geçinir!” dedim. “Sen sağ!” dedi.»