Marksist Bakış 46. Sayı

32

description

Marksist Bakış 46. Sayı

Transcript of Marksist Bakış 46. Sayı

Page 1: Marksist Bakış 46. Sayı
Page 2: Marksist Bakış 46. Sayı

ilkelerimizTek Yol Sürekli Devrimİşsizlik, açlık, yoksulluk, savaşlar, doğanın tahribatı, yabancılaşma ve toplumsal çürümenin tek sorumlusu kapitalizmdir. Bu yüzden de insanlığın kurtuluşu kapitalizmin tarihin çöp tenekesine gönderilmesiyle gerçekleşecektir. Kapitalizmin alternatifi proleter devrim ve sosyalizmdir. Kapitalist sömürüye karşı harekete geçen devrimci işçi hareketi, burjuva düzenden tam kopuş olmadan kurtuluşun olamayacağını bilerek kapitalist düzeni yıkana kadar durmamalı ve gerçekleştireceği işçi ihtilalini dünyaya yaymaya çalışmalıdır. İlerici burjuvazi, ileri demokratik bir düzen, demokratik devrim, bağımsızlıkçılık vb. politikalar işçi sınıfını proleter devrim yolundan uzak tutmanın araçlarıdır.

Yurtseverlik Değil EnternasyonalizmKüresel bir sistem olan kapitalizmden kurtulabilmek için işçi sınıfının uluslararası birliği zorunludur. İşçi sınıfını ulusal temellerde bölen ve sınıfsal ayrımları perdeleyen yurtseverlik ideolojisi burjuvazinin en büyük silahlarından birisidir. Bu nedenle Marks bütün dünyanın işçileri birleşin çağrısını yükseltmiştir. Ancak, proletarya enternasyonalizmi bir dünya partisi olarak Enternasyonal hedefine bağlanmıyorsa, dünyadaki komünist güçlerle gerçek bir birliğe hizmet etmiyorsa soyut bir ilke olarak gerçek anlamını yitirecektir.

Ezilenlerin KürsüsüyüzDevrimciler, insanların kimliklerinden ötürü ezilmelerine karşı çıkarlar. Ezilenlerin ezenlere karşı mücadelesi her daim meşru ve ilericidir. Kadınların ve LGBT bireylerin ezilmeleri konusunda işçi sınıfı içerisinde ileri bir bilinç yaratılması oldukça önemlidir. Ulusal sorunda temel yaklaşımımız ezilen ulusların kendi kaderini tayin hakkı ve Kürt halkının ulusal sorundaki taleplerinin desteklenmesidir. Diğer taraftan Marksistler ezilenlerin esas kurtuluşunun ancak ve ancak proleter devrimle geleceğinin de altını çizerler. Ezilenlerin mücadelesi desteklenirken Marksistlerin politik bağımsızlıklarını korumaları büyük önem taşımaktadır.

Bolşevizmİşçi sınıfının kapitalizme karşı girişeceği mücadelelerin başarıya ulaşması için devrimci işçilerden oluşan bir devrimci partiye ihtiyaç vardır. Devrimci partinin liderliği olmaksızın işçi sınıfı yenilmeye mahkumdur. İşçi sınıfının önderlik krizi içerisinde olması, kapitalizmin hala ayakta olmasının temel nedenidir. Bu krizin aşılması bir inşa sürecini gerekli kılmaktadır. Bolşevik geleneğin inşası gerçekleşmeden proleter devrim ve iktidar perspektifi hoş bir hayalden öteye geçemez.

Marksist Bakış - Aylık Politik Dergi - Yıl: 11 - Sayı: 46 - Şubat 2015

Sahibi ve Sorumlu Yazı İşleri Müdürü: Ayşe Şensöz

Yayın İdare Adresi: Bayındır-2 Sok. No:45/7 Kızılay/ANKARA Tel: 03124809560

Baskı: Yön Matbaacılık - Davutpaşa Cad. Güven Sanayi Sitesi B Blok 1.Kat No:366 Topkapı/İSTANBUL Tel: 02125446634

Yayın Türü: Yaygın süreli, aylık

BÜROLARIMIZAnkaraBayındır-2 Sok. No:45/7 Kızılay Tel: 0537 734 7270İstanbulİstiklal Caddesi Sadri Alışık Sk. No:45/2 Beyoğlu Tel: 0543 337 3671AntalyaAdnan Menderes Bulvarı 468. Sok. Bekir Turgay İş Merkezi Kat:3 No:308 Tel: 0544 359 4100TrabzonRazi Aksu İşhanı (KESK Binası) Kat:4 No:30 Meydan Tel: 0532 792 7171

PERSPEKTIF

ENTERNASYONAL POSTACI

TEORI

GÜNCEL

TARIH

3 BHH, HDP ÝLE ÝTTÝFAK KURMALIDIR!16 KADIN CÝNAYETLERÝNE KARÞI MÜCADELE ETMEK Derya Koca

5 SYRÝZA ÝKTÝDARININ TARÝHSEL BAÐLAMI V. U. Arslan

15 MISIR’DA MÜBAREK REJÝMÝ SÜRÜYOR! Oğulcan Sönmez

12 BOOKCHIN VE TOPLUMSAL EKOLOJÝ - 2 Güneş Gümüş

18 ÝÞÇÝ ÝKTÝDARI ÝÇÝN SON SAVAÞINDA LENÝN Yahya Bolat

8 POLÝS DEVLETÝNDEN ÖNCEKÝ SON DURAK: ÝÇ GÜVENLÝK PAKETÝ Yusuf Tuna Koç

10 DÝRENÝÞTEN ZAFERE, BUGÜNDEN YARINA ROJAVA Çağın Erdinç

23 13 ÞUBAT BOYKOTUNUN GÖSTERDÝKLERÝ Ezgi Yılmaz

25 ÝÞÇÝ SINIFINDAN GELEN SESLER Gökçe Şentürk

27 OSMANLI’DAN CUMHURÝYET’E ÝÞÇÝ, GREV VE SENDÝKA YASALARI – 3 Engin Kara

ÝÇÝNDEKÝLER

Page 3: Marksist Bakış 46. Sayı

perspektif.3

BHH, HDP ile Ýttifak Kurmalıdır!

İşçi-emekçi radikalizminin politik ifadesinin çok geniş kitleler nezdinde ete kemiğe bürünemediği, Gezi dinamiğinin geri çekildiği koşullarda seçimler için son viraja giriliyor. Bu durumun değişmesi için kararlı bir mücadeleyi sürdürüyoruz, ama şimdiki haliyle mevcut güçlerin durumuna göre pozisyon almak durumundayız.

Haziran seçimleri, 2014’te başlayan seçim maratonunun sonuncusu ve aslında en belirleyicisi olacak. Malum, RTE’nin devlet başkanı olma planı bu seçimlerin sonucuna bağlı. Devlet başkanlığı sistemine geçişi mümkün kılacak anayasa değişikliğini referandumuna götürebilmesi için AKP’nin 330 milletvekiline ihtiyacı var. Eğer 330 milletvekili elde edilemezse RTE’nin işi bir hayli zora girecek. Mevcut anayasadaki yetki dağılımı ile cumhurbaşkanı RTE’nin büyük otorite kaybı yaşayacağı ve hatta olası başbakan Davutoğlu ile arasına kara kedi gireceği, daha şimdiden ortaya çıktı.Deðiþen Dengeler

Peki dengeler neyi gösteriyor? Normal koşullarda AKP’nin 330 milletvekiline ulaşması, pek olası gözükmüyordu. HDP, CHP ve MHP’nin oylarını belirli oranlarda arttıracağı, AKP’nin de kısmi gerileme yaşayacağı hesap ediliyordu. Bu tahminlere göre AKP tek başına iktidar olabilecek, ama bunu zayıflayan bir çoğunlukla elde edebilecekti. Avrupa, Ortadoğu ve Türkiye olağanüstü bir dönemin içerisindeyken, bu hesapların kağıt üstünde kalacağı ve işleri epeyce karıştıracak faktörlerin devreye gireceği belliydi. Bu hesaplara ilk müdahale Kürt hareketinden geldi ve HDP seçimlere alışılageldiği üzere bağımsız adaylarla değil, parti olarak girme kararı aldı. Haliyle HDP’nin %10 barajını aşamama ihtimali olduğu için politik arenada dalgalanma ve tartışmalar başladı.

Kürt hareketi, bu tercihini, kabaca söylersek, hedef büyütme olarak açıklıyor. Demirtaş’ın Ağustos’taki cumhurbaşkanlığı seçimlerindeki %9.8’lik başarısı bir gösterge olarak alınıyor ve bu iddianın gayet gerçekçi olduğu dile getiriliyor. Bunun dışında da baraj altında kalınması durumunda bile Kürt hareketinin bir şey kaybetmeyeceği,

Page 4: Marksist Bakış 46. Sayı

4.perspektif

her durumda sistemin ve AKP’nin zora gireceği dillendiriliyor.

Diğer taraftan HDP’nin seçimlere parti olarak girme kararı, bir dizi spekülasyona yol açmış durumda. Bunların odağında da Kürt hareketinin bir şekilde RTE’ye başkanlık yolunu açacağı iddiası geliyor. Bu iddiaları uzun uzadıya tartışmak gereksiz. Sadece şunu söyleyelim: Eğer siz AKP’nin en zor zamanlarında, Reyhanlı katliamı sonrasında, Gezi’de, 17-25 Aralık yolsuzluk sürecinde iktidara öyle veya böyle destek atmışsanız, meclis grubunuz yeri geldiğinde buna benzer eylemlerde bulunmuşsa bu tarz iddialara kulak verenlere “Kemalist”, “faşist” vb diyerek işin içinden sıyrılamazsınız. Bir yandan da Öcalan’ın yürüttüğü müzakere sürecinde ne konuşulduğu, ne üzerinde anlaşmaya varıldığı kamuoyundan gizleniyorsa daha ikna edici ve daha şeffaf olmak gerektiği sonucu çıkarmalısınız.

ÖDP, Seçim Ýttifakına Evetş Demelidirş

HDP, seçimlere parti olarak gitme kararı aldıktan sonra başta ÖDP olmak üzere sol-sosyalist kanada kendisini desteklemesi yönünde çağrılar yaptı. Bu çağrılar somut tekliflere de dönüştü. Demirtaş, Tanıl Bora’ya verdiği mülakatta HDP çatısı altında seçilecek ÖDPli milletvekillerinin seçimler

sonrasında ayrılarak kendi partileri adına yola devam edebileceklerini söylediğinde aslında çok cazip bir teklif sunmuş oldu.

Bizlere göre ÖDP ve Birleşik Haziran Hareketi’nin ya da BHH’nin HTKP ve diğer örgütlerin mümkün mertebedeki çoğunluğu ile beraber bu teklife evet demeleri gerekmektedir. Neden? Evvela ülkenin CHP’nin solundaki bir seçim alternatifine ihtiyacı vardır. ÖDP, ABD-TÜSİAD-Cemaat şeytan üçlüsüne iplerini teslim etmiş olan CHP’ye çağrı yapmayı kesmelidir. Diğer taraftan BHH’nin ittifak kurması durumunda HDP’nin barajı aşma şansı çok yükselecektir. Bu durumda ülkede sol bir hava esecektir. Ayrıca meclisteki sosyalist milletvekilleri HDP’yi de sola çekebilecek ve AKP’ye karşı kimi durumda takınılan hayırhah tutumlar üzerinde de basınç kurulabilecektir. BHH, HDP’den seçim öncesinde başkanlık sistemine imkan veren bir anayasa konusunda AKP ile anlaşmayacağını kamuoyu önünde açıklaması isteminde bulunarak hem çekinceleri en aza indirebilir hem de HDP üzerinde bir basınç yaratabilir. HDP’nin bu teklifini reddetmek, suya sabuna dokunmadan bir kenarda durmak, inisiyatif alacak politik cesarete sahip olmamak ve Kürt alerjisi suçlamalarına açık kapı bırakmak anlamına gelecektir ki bütün bunlar politik ve örgütsel kriz olarak kendilerine dönecektir.

Peki BHH’ye ne olacak? İlk olarak örgütsel yapının bir amaç haline getirilmesinin doğru olmadığını söyleyelim. BHH’nin kendisini tariflediği AKP ve RTE’yi durduracak bir zemin yaratmak iddiası, HDP’nin sunduğu teklifle gayet örtüşmektedir. %10 barajının geçilmesi ihtimali dediğimiz gibi BHH’nin katılımı ile çok büyük oranda artacaktır. Bu da AKP’nin büyük ölçüde zayıflaması anlamına geleceği gibi HDP üzerinde de kimi durumlarda etkileyici bir faktör olunabilir. Ayrıca, BHH’nin dağılmaması da becerilmelidir. Eğer HTKP, olumlu bir tavır içinde olursa BHH içerisinde büyük çoğunluk elde edilmiş olacaktır.

Bu yüzden belirleyici aktör konumundaki ÖDP, ağırlığını koymalı ve BHH içerisindeki diğer özneleri ikna etmelidir. Bu çerçevede de kimi kısmi kopuşlardan çekinilmemesi gerekiyor. Bu saatten sonra da olabilecek en şeffaf şekilde HDP ile müzakereler yürütülmeli ve ittifak sağlanmalıdır.

Başlangıçta belirttiğimiz gibi işçi ve emekçilerin devrimci programının ifadesi olacak siyasal öznelerin geniş kitlelere ulaşamadığı bir durumdayız. Bu koşullar içerisinde seçimlerde gündeme gelecek olan en sol alternatifin desteklenmesi, ülkedeki emekçiler ve ezilen Kürt halkı için en doğru karar olacaktır.

ÖDP ve Birleşik Haziran Hareketi’nin ya da BHH’nin HTKP ve diğer örgütlerin mümkün mertebedeki çoğunluğu ile beraber bu teklife evet demeleri gerekmektedir. Neden? Evvela ülkenin CHP’nin solundaki bir seçim alternatifine ihtiyacı vardır. ÖDP, ABD-TÜSİAD-Cemaat şeytan üçlüsüne iplerini teslim etmiş olan CHP’ye çağrı yapmayı kesmelidir. Diğer taraftan BHH’nin ittifak kurması durumunda HDP’nin barajı aşma şansı çok yükselecektir. Bu durumda ülkede sol bir hava esecektir. Ayrıca meclisteki sosyalist milletvekilleri HDP’yi de sola çekebilecek ve AKP’ye karşı kimi durumda takınılan hayırhah tutumlar üzerinde de basınç kurulabilecektir.

Page 5: Marksist Bakış 46. Sayı

enternasyonal postacı.5

V.U. ArslanSyriza iktidarının başlarındayız. Beklendiği gibi Tsipras, bir takım özelleştirmeleri durdurarak, işten çıkarılan temizlik işçilerini işe geri alarak ve lüks makam araçlarını satmak gibi bir takım sembolik işlere girişerek ilk andan itibaren farkını ortaya koymaya çalıştı. Diğer taraftan da AB liderleri ile görüşmeye ve onlara da yeşil ışık yakmaya devam etti. İki taraflı Syriza politikasının cicim ayları yavaş yavaş geride kalıyor. Almanya ve Avrupa Merkez Bankası’nın (AMB) liderleri, Syriza karşısında kartlarını açık oynamaya ve sertleşmeye başladılar. Bu tavırların en serti, şüphesiz, AMB’nin fonlama karşılığında Yunan tahvillerini kabul etmekten vazgeçmesiydi. Yani, Yunanistan hazinesi, borç karşılığı değerli kağıtları devreye sokamayacak. Bu, zaten darda olan Yunan maliyesine vurulan etkili bir darbedir. Bilindiği gibi Mart ayından itibaren Yunanistanla yapılan borç anlaşmaları sona eriyor. Bu saatten sonra AMB ve Almanya, Syriza hükümetini köşeye sıkıştırıp boyun eğdirmeye çalışacaklar. Dedik ya cicim ayları bitiyor. Yunan burjuvazisi de AB emperyalizmi ile bir olup Syriza’ya darbe vurmakta duraksamayacaktır. Bunun en bariz şekli, bankacılık sisteminin iflası anlamına gelecek olan sermaye kaçışının hızlanması için düğmeye basılmasıdır. Syriza, bu baskılara dayanabilecek mi? Çelişkili ilk sinyaller içerisinde bir takım tavizleri şimdiden görebiliyoruz. Örneğin, Maliye Bakanı Varoufakis, Syriza’nın aslında en vurucu seçim vaatlerinin başında gelen borçların silineceği çıkışından çark etmiş durumda. Syriza’nın hangi yöne doğru evrileceğini zaman gösterecek ve en önemlisi bu konunun cevabının sınıf mücadelesi tarafından belirleneceğidir.

Syriza’nın seçim zaferi tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok konuşuldu. Yunanistan öteden beri komşular arasında Türkiye kamuoyunun en çok etkileşim içerisinde olduğu ülke konumundadır. “Sosyalist” ve “radikal” tandanslı bir partinin Yunanistan’da büyük bir seçim zaferine imza atarak iktidara gelmesi de haliyle Türkiye’de epey ses getirdi. Özellikle de sol cenahta Syriza üzerinden epey bir tartışma

döndü. CHP’den HDP ve ÖDP’ye kadar bir dizi eğilim, Syriza’nın seçim zaferinden kendisine pay çıkarmaya çalıştı. Haziran seçimleri yaklaşırken CHP, HDP, BHH arasındaki görüşmeler, karşılıklı güvensizlikler ve el enseler eşliğinde şekillenmeye doğru yol alıyor. Mevcut durumda en geniş %3-4 civarında değerlendirebilebilecek sosyalist-sol seçmen için kıyasıya bir hegemonya mücadelesi şekilleniyor. Bu ayrışmalara nasıl bakılmalı sorusu, ayrı bir yazıda ele alınmalı.

Konumuza dönersek… Syriza’nın seçim zaferini emperyalist kapitalist sistemin krizi ve sınıf mücadelesinin kendi dinamikleri içerisinde geniş bir tarihsel perspektifle ele almak gerekmektedir. Aksi takdirde çok gerekli sonuçları çıkaramadan HDP ve ÖDP gibi partilerin darlığı ile kendimizi sınırlandırmış oluruz.

Syriza ve Ýktidar Meselesi

Syriza’nın zaferi, kapitalizmin krizi ve yükselen sınıf mücadelesinin sonucudur. Ortalama bir Yunanistanlının yaşam standartlarında o kadar büyük gerilemeler yaşandı ki temel burjuva partiler tasfiye oldular. Bu yıkıma karşı muhalefetini aktif mücadelede olmasa da lafzen yükselten Syriza, arkasına güçlü bir rüzgar almayı başardı. Neticede %3-4’lerden %36’lara ulaşan Tsipras, başbakanlık koltuğuna yerleşmiş durumda. Şimdi bizler Syriza iktidarının vaat ettiği gibi emekçilerin haklarını koruyarak ve aynı zamanda Euro bölgesinde kalmaya devam ederek Yunanistan’ı düzlüğe çıkarmasını mı bekleyeceğiz? “Radikal” Syriza’nın vaat ettiği şey aslında bundan ibaret. Bu vaatlerin gerçekleşmesi mümkün mü sorusu ayrı bir konu, ama evvela böyle bir şeyin devrimci perspektifle istenir bir durum olup olmadığı masaya yatırılmalıdır. Yani Syriza programı, (emekçilerin haklarını koruyarak!) Yunan kapitalizminin ayakta kalmasını ve hatta Euro bölgesinde AB emperyalizminin bir parçası olarak istikrar kazanmasını öngörüyor. Devrimci bir bakış açısı ise

Syriza Ýktidarının Tarihsel Baðlamı

Page 6: Marksist Bakış 46. Sayı

6.enternasyonal postacı

Yunanistan’daki derin kriz ve güçlü sınıf dinamikleri koşullarında sovyet benzeri yapıların ortaya çıkması, burjuva devlet aygıtının parçalanması ve bir muzaffer devrim olasılıklarını araştıracaktır. Yani Syriza’nın seçim zaferi, bu olasılıkları güçlendirmesi ya da zayıflatması ve bu çerçevede geliştirilecek devrimci taktikler çerçevesinde ele alınır. Devrimci örgütler, Syriza karşısında hangi taktikleri benimsemelidir? Devrimcilerin sorduğu soru budur. Syriza iktidarı, Avrupa tarihinde son 35 yıldır görülen en derin kriz ve en şiddetli sınıf mücadelesi sürecinin bir durağından başkası değildir. Mesele sınıf mücadelesinin bu durakta kalmaması ve ilerlemeye devam etmesidir. Görüldüğü gibi Syriza zaferinden kendisine pay çıkarmaya çalışan reformistlerle devrimcilerin bakış açısı birbirinden kökten bir şekilde ayrılmaktadır.

Syriza, zaten kimseye devrim çağrısı falan yapmıyor. Emperyalist-kapitalizmin sınırları dahilinde emekçilerin yaşamında bir takım iyileştirmeleri öngörüyor. Peki, asıl soru şu: Bizler kapitalizmin hasta bakıcısı mı olacağız, mezar kazıcısı mı?

Devlet Aygıtını İçeriden Ele Geçirmek

Syriza’nın zaferi post-Marksist düşünce dünyasında bir dolu heyecanlı çağrışıma yol açmış durumda. Meselenin bu kısmına dair de bir çift laf etmek yerinde olacak. Bunlara göre Gramscici-Polantzasçı önermeler, Syriza zaferiyle ispatlanmıştır. Yani “seçimler yoluyla iktidara gelmek ve bu süreçte sosyal hareketleri devreye sokmak ya da bu iki taktiği birleştirmek… Devlet aygıtını içeriden ve dışarıdan kuşatmak… Doğrudan demokrasiyi mümkün mertebede uygulamak… Devleti kökten dönüştürmek” vs vs. Gramsci’nin hegemonya kavramından böyle köktenci bir reformist çizgi uydurmak en başta Gramsci’ye büyük haksızlık. Bu, ayrı bir konu. Gramsci bir yana bu reformcu

iddiaya karşı iki farklı alandan çürütme gerçekleştirebiliriz. Birincisi, burjuva devlet aygıtı, ordusuyla, polisiyle, istihbarat servisiyle, burjuva mülkiyeti esas alan kanunlarıyla ve bürokrasisi ile kapitalist bir kurumdur. Bırakınız devrimi reformlar konusunda fazla ileri gidilirse bile seçilen başbakan her an o devlet aygıtı tarafından alaşağı edilebilir. İş, sınıf mücadelesinin çetinleşmesine varırsa egemen sınıflar kendilerini tehlikede görürlerse burjuva parlamenter demokrasinin göstermelik işleyişine çok az önem verecektir. Emperyalist kapitalizmin Yunanistan’da Neo-Nazi Altın Şafak‘ı bugünler için hazırlayıp yedekte beklettiği ve günü gelirse bu çeteleri sokağa salmaktan çekinmeyeceği ortadadır. Bunun dışında 1973 Pinochet darbesinin dersleri çok öğreticidir. Devlet başkanı Allende burjuva yasallığına çok güvenerek işçi ve emekçileri silahsızlandırmış, böylelikle de hem kendisinin hem de Şili’deki devrimci mücadelenin sonunu hazırlamıştır. Şimdi Yunanistan’da post-Marksistler devletin ele geçirilmesinden bahsediyor, ama Syriza,

koalisyon ortağı Bağımsız Yunanlılara (ANEL) savunma bakanlığını bıraktı bile. Büyük iş çevreleri ve derin devlet-ordu bağlantıları olan keskin Yunan milliyetçisi bu partinin gelecekteki olası darbe planlarının içerisinde olacağından şüpheniz olmasın. Konunun diğer bir kısmını gözler önüne seren farklı bir örnekse Chavez’dir. Sahip olduğu dev petrol gelirleri sayesinde Tsipras’a göre iç ve dış politikada çok daha radikal bir programa sahip olan Chavizmo, 16-17 yıldır iktidarda olduğu halde Venezuela’nın temel hiçbir problemini çözememiştir. Büyük yoksulluk, işsizlik, garibanlık, dev boyutlardaki suç, yolsuzluk, konut sorunu… Bütün bunlar kapitalist özel mülkiyet yıkılmadan, sürekli devrim programına sahip olmadan çok az şeyi değiştirebileceğinizi gösteriyor. Devlet aygıtının içeriden dışarıdan ele geçirilmesi kulağa çok hoş geliyor, ama gerçekte kimin kimi ele geçirdiğini tarih defalarca kez göstermiştir. Post-Marksistler atıp tutmadan önce Allende örneğinden başka Chavizmo’nun bilançosunu çıkarmalıdırlar.

Syriza’nın seçim zaferi tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de çok konuşuldu. Yunanistan öteden beri komşular arasında Türkiye kamuoyunun en çok etkileşim içerisinde olduğu ülke konumundadır. “Sosyalist” ve “radikal” tandanslı bir partinin Yunanistan’da büyük bir seçim zaferine imza atarak iktidara gelmesi de haliyle Türkiye’de epey ses getirdi. Özellikle de sol cenahta Syriza üzerinden epey bir tartışma döndü. CHP’den HDP ve ÖDP’ye kadar bir dizi eğilim, Syriza’nın seçim zaferinden kendisine pay çıkarmaya çalıştı.

Syriza programı, (emekçilerin haklarını koruyarak!) Yunan kapitalizminin ayakta kalmasını ve hatta Euro bölgesinde AB emperyalizminin bir parçası olarak istikrar kazanmasını öngörüyor. Devrimci bir bakış açısı ise Yunanistan’daki derin kriz ve güçlü sınıf dinamikleri koşullarında sovyet benzeri yapıların ortaya çıkması, burjuva devlet aygıtının parçalanması ve bir muzaffer devrim olasılıklarını araştıracaktır. Yani Syriza’nın seçim zaferi, bu olasılıkları güçlendirmesi ya da zayıflatması ve bu çerçevede geliştirilecek devrimci taktikler çerçevesinde ele alınır. Syriza iktidarı, Avrupa tarihinde son 35 yıldır görülen en derin kriz ve en şiddetli sınıf mücadelesi sürecinin bir durağından başkası değildir. Mesele sınıf mücadelesinin bu durakta kalmaması ve ilerlemeye devam etmesidir. Görüldüğü gibi Syriza zaferinden kendisine pay çıkarmaya çalışan reformistlerle devrimcilerin bakış açısı birbirinden kökten bir şekilde ayrılmaktadır.

Page 7: Marksist Bakış 46. Sayı

enternasyonal postacı.7

Syriza’nın Zaferi ve Liderlik Sorunu

Syriza’nın zaferi, işçi sınıfı atılımının tıkanarak bir noktadan öteye geçememesinin sonucudur. Durumu kabaca şu şekilde özetleyebiliriz: Sınıf hareketi, devrimci önderliğin eksikliği koşullarında potansiyellerinin çok gerisinde kalarak yenilgiye uğrar. Diğer taraftan bu yenilgi, bir fiziksel imha ya da bir çöküş değildir, bir başaramama durumudur. Yorulan kitleler, bir saatten sonra belirli bir duraklama içine girerler. Bu, hiç de öfkenin ve toplumsal muhalefetin sonlandığı anlamına gelmez; ama elden gelenin şimdilik bu olduğu düşüncesiyle bir sakinleşme ve biraz da hayal kırıklığı dönemine girilir. Derken seçimler gündeme gelir ve popüler muhalefete yakın, ılımlı ama kitlelerin bizden dediği bir lider halk desteğini arkasına alarak seçilir. Yunanistan’da yaşanan bu durum, Latin Amerika‘da da yaşanmıştı. Chavez’in, Morales’in seçilmesi incelendiğinde arka planda büyük bir sınıf hareketi görülür; savaşmış, yenilmiş, biraz durulmuş, ama gücünü koruyan bir sınıf hareketi reformist liderleri, kapitalistlerin adaylarına karşı sahiplenir ve onları iktidara getirir. Kapitalistlerle reformcu liderler arasında gerilim mevcut olduğu sürece, reformcu liderler ufak tefek de olsa emekçilerin lehine politikalar uyguladığı sürece, halk desteğini bu karşıtlık temelinde koruyabilmiştir. Yani, Tsipras AB’ye tam teslim olmadığı sürece, temizlik işçilerinin işe geri alınması örneğinde olduğu gibi bir takım reformlara imza attığı sürece halk desteğini koruyabilecektir. Bu anlamda Tsipras’ın halk desteğinin erimesini otomatik bir süreç olarak görmemek gerekir. Devrimci kanadın açık ihanet olarak gördüğü icraatlarla kitlelerin açık ihanet olarak göreceği şeyler arasında bir takım farklılıklar olacaktır. Chavez-Morales benzerliklerinin Tsipras örneğinde nereye kadar uzayacağını zaman gösterecek. Ama herkesin bildiği bir gerçek varsa o da Yunanistan’ın Bolivya ve Venezuela’dan farklı olarak zengin doğal kaynaklara sahip olmadığıdır. Yani, Tsipras’ın şapkadan tavşan çıkarmasını beklememek gerekir.

Syriza Karþısında Taktikler

Syriza karşısında devrimci politika nasıl olmalıdır? Gerek seçimler öncesinde gerekse de seçimler sonrasında nasıl bir taktik izlenmelidir?

Buraya kadar Syriza’nın reformist bir parti olarak emperyalist-kapitalist sisteme entegre

bir parti olduğunu belirtip durduk. Şimdi bu noktadan hareket ederek Syriza’ya bir Yeni Demokrasi ya da bir PASOK muamelesi yapmak mı gerekir? Arada bir fark görmemek ve bu çerçevede politikalar ortaya koymak, çok kaba bir yaklaşım olurdu. Bu durum HDP ya da ÖDP’yi CHP ile aynı kefeye koymaya benzerdi. Syriza’nın kendisi düzen partisi olsa da kitle basıncı nedeniyle AB gibi emperyalist kapitalist kurumsallıkla ciddi çelişkiler içerisinde olduğunu görmezden gelemeyiz. Ya da Syriza’nın ciddi bir emekçi kitlesinin desteğini aldığı, ülkenin bu seçim sürecinde sola kaydığı, kapitalist sisteminse kemer sıkma politikalarını öyle kolay uygulayamayacakları için zorlanacağı ortadadır. Devrimci taktikler, bütün bunları hesaba katarak yapılır. Neticede okul sıralarında oturup farklı siyasal programların münazarasını yapmıyoruz. Sınıf mücadelesinin verili tarihsel andaki seyri ile halk tabakalarının gerçek yaşamdaki ihtiyaçları, eğilimleri, heyecanları, bilinçleri ve çelişkileri göz önünde bulundurularak devrimci siyaset üretilir. Yoksa kaba formülasyonlar ve ezberlenmiş şemalara bağlı kalacaksak “seçimler bir oyundan başka bir şey değildir” diyip kenarda duran anarşistlerden bir farkımız kalmazdı. Neyse ki Marksist diyalektikten ve bunun Komünist Enternasyonal’de uygulanan birleşik cephe gibi pratikteki uygulamalarından haberimiz var.

Bu perspektiften bakıldığında en kötüsü seçimleri Yeni Demokrasi’nin kazanması olurdu. Bu ihtimalde kemer sıkma politikaları halkın çoğunluğu tarafından benimsenmiş olacaktı. Syriza’nın zaferi ise sınıf mücadelesinin olgunlaşması ve çelişkilerin keskinleşmesi anlamında ileriye doğru atılmış önemli bir adımdı. Bu yüzden seçim öncesinde devrimci kanadın Syriza’ya şartlı destek açıklaması gerekiyordu. “Kapitalistlerle çatıştığı her durumda Syriza’ya destek olunacağı, ama emperyalist kapitalizmle uzlaşıldığı zamanda kitlelerle beraber grevler ve gösteriler için düğmeye basılacağı” ilan edilmeliydi. Durum seçim sonrası da farklı değil. Şimdi mesele Syriza’yı basınç altına almak, kapitalist programı mümkün olduğunca bloke etmek ve kitlelerle güvene dayalı ilişkileri kuvvetlendirmektir. Egemen sınıfın kapitalist programı uygulayamamaktan kaynaklanan sıkıntılarını güçlendirmek gerekir. Bu süreç aynı zamanda Syriza’nın da uygulamada sınanacağı bir süreçtir. Syriza iktidarı aynı zamanda Syriza alternatifinin de denenmesi anlamına gelecektir. Burada

yapılacak en büyük hata sekterlik yaparak kitlelerin boş yere antipatisini kazanmak, pasif eleştirmenler olarak kenarda durup Syriza’nın iflasını beklemektir. Zira, Syriza’nın iflası otomatik biçimde devrimci kanada yaramayacaktır. Bu yüzden bir yandan emperyalist saldırganlık karşısında Syriza’ya destek olmak, diğer yandan da borçların geri ödenmemesi, bankaların kamulaştırılması ya da spekülasyoncu sermayeye el konulması gibi taleplerle Syriza’nın üstüne gitmek gerekir. Örneğin AB’nin şantaj ve tehditleri karşısında AB’den çıkılması ve ülkenin yeniden inşası için bir kamu fonunun oluşturulması talebi yükseltilebilir. Bu taleplerin kitlelerin benimseyeceği talepler olması önemlidir. Kitlelerin Syriza karşısında eleştirel bir pozisyon alabilmelerinin koşullarını talepler etrafında yürütülecek mücadele belirleyecektir. Ancak, somut taleplerle kitlelerle bağ kuran, sekter davranışlarla kendi kendisini izole etmeyen bir devrimci politik hat sınıf mücadelesinin liderliğine aday olabilir.

Şimdi mesele Syriza’yı basınç altına almak, kapitalist programı mümkün olduğunca bloke etmek ve kitlelerle güvene dayalı ilişkileri kuvvetlendirmektir. Egemen sınıfın kapitalist programı uygulayamamaktan kaynaklanan sıkıntılarını güçlendirmek gerekir. Bu süreç aynı zamanda Syriza’nın da uygulamada sınanacağı bir süreçtir. Syriza iktidarı aynı zamanda Syriza alternatifinin de denenmesi anlamına gelecektir. Burada yapılacak en büyük hata sekterlik yaparak kitlelerin boş yere antipatisini kazanmak, pasif eleştirmenler olarak kenarda durup Syriza’nın iflasını beklemektir. Zira, Syriza’nın iflası otomatik biçimde devrimci kanada yaramayacaktır. Bu yüzden bir yandan emperyalist saldırganlık karşısında Syriza’ya destek olmak, diğer yandan da borçların geri ödenmemesi, bankaların kamulaştırılması ya da spekülasyoncu sermayeye el konulması gibi taleplerle Syriza’nın üstüne gitmek gerekir.

Page 8: Marksist Bakış 46. Sayı

8.güncel

Polis Devletinden Önceki Son Durak: Ýç Güvenlik Paketi

AKP iktidarı iç güvenlik yasasını meclisten geçirmek için yoğun çaba harcıyor. Polis devletinin sokakta fiili olarak uygulanması anlamına gelen iç güvenlik paketinin içeriğini iyi bilmek ve söz konusu yasaya karşı kampanyalar örgütlemek hayati öneme haiz bir adım olarak önümüzde duruyor.AKP’nin iç güvenlik yasası, sözde kamu düzenini korumak adına Gezi’den bu yana sokakta yükselen muhalefet dalgasını durdurmak, kitleleri korkutarak sokaktan çekmek için kullanılan “orantılı” adam öldürme politikasını, hukuksuz gözaltı ve tutuklamaları yasallaştıracak. Hâlihazırda son HSYK seçimleriyle birlikte yargı üzerindeki üstünlüğünü perçinleyen AKP, yeni yasayla beraber kolluk kuvvetlerine tanıyacağı geniş yetkilerle birlikte yeni bir faili meçhuller dönemine kapı aralarken hak arama mücadelesinde yargıyı tamamen devre dışı bırakmış olacak.

AKP Ýç Güvenlik Paketine Neden Ýhtiyaç Duyuyor?

Peki AKP iktidarı, böyle bir yasaya neden gerek duydu? Bu soruyu yanıtlamak için iktidarı ateş çemberine alan Haziran günlerini hatırlamak gerekiyor. Haziran direnişinde, ülkenin her yerinde milyonlarca insanın sokağa çıktığı günlerde bu kitlesel direnişin sokakta daha fazla güçlenerek iktidarını sarsmasından korkan AKP, eylemleri bitirebilmek için polis şiddetini en ağır düzeyde devreye sokmuş, Haziran günleri boyunca biber gazından gerçek mermiye

kadar polisin elindeki tüm teçhizatla 6 genci katletmiş, binlerce insanı yaralamıştı. Örgütsüz ve büyük çoğunluğu eylem konusunda tecrübesiz milyonlarca insanın hükümete karşı duyduğu öfke politik bir hedefe kanalize olamadığı için tıkanmış ve birçok insanın ilk kez tecrübe ettiği polis terörüyle beraber sokaklar tedrici olarak boşalmıştı. Türkiye siyasi tarihinin en güçlü protesto hareketlerinden biri olan Haziran direnişinin fırtınası, polis terörünün karşısında etkisini kaybetse de, ODTÜ yolu eylemleri, yolsuzluk protestoları ve Berkin Elvan’ın ölümü gibi sarsıcı gelişmelerde kendisini tekrar hükümetin ensesinde hissettirmişti. Haziran’dan bu yana, gündeme bağlı değişen büyüklü küçüklü bütün bu eylemler boyunca, yeni Haziranlardan korkan AKP’nin politikası hiç değişmedi ve kitlelere karşı polis terörünün dozunu arttırarak kullanmaya devam etti. Nitekim ODTÜ ile dayanışma eylemlerinde Hatay Armutlu’da Ahmet Atakan polis akrebinden ateşlenen biber gazı kapsülünün başına isabet etmesi sonucu katledildi. Bütün bunların yanında Kürt sorunu konusunda sözde barıştan yana tutum sergileyen AKP’nin emriyle Gewer’de yaşanan protestolardan Kobané’ye destek

eylemlerine kadar Kürdistan’da çeşitli yollarla birçok gencin ve hatta 12 yaşındaki çocukların gözlerini kırpmadan katledildiğini de eklemek gerekir.

Bunca katliama rağmen 2013 Haziran’ından bu yana sokak ortasında katledilen onlarca insandan henüz çok azının davası görülürken Ethem ve Ali İsmail’de olduğu gibi sonuçlanan davalarda katiller olabilecek en hafif cezalarla deyim yerindeyse “ödüllendirildiler”. Görüyoruz ki son bir buçuk yıl içinde polis tarafından katledilen onlarca insanı ve hukuksuz davaları hesaba kattığımız zaman yeni iç güvenlik paketinin AKP için önemi daha net ortaya çıkıyor.

“Polis Devleti Yasası”nın Ýçeriðinde Neler Var?

AKP iktidarının sokaktan gelen toplumsal muhalefet dalgasını “yasal bir biçimde” susturabilmek için meclisten çıkarmaya çalıştığı yeni iç güvenlik paketinin öne çıkan maddeleri, polis devleti uygulamalarıyla artık çok daha sık karşılaşacağımızı ortaya koyuyor. O maddelerden bazıları şöyle:

1-) Polis; suç işlemenin önlenmesi, kaçan failin yakalanması, yurttaşların hayatlarına,

Yusuf Tuna Koç

Page 9: Marksist Bakış 46. Sayı

güncel.9

mal varlığına veya topluma yönelik tehlikenin önlenmesi bahanesiyle amirin emriyle kişilerin üstünü, eşyasını ve aracını arayabilecek.

2-) Polis, toplumsal olayları önlemek için kişileri o anda bulundukları yerden geçici olarak uzaklaştırabilecek veya bir yere girmelerini engelleyebilecek.

3-) Molotof, silah olarak kabul edilecek. Molotof ve benzeri maddeler kullanılması hallerinde kolluk güçleri silah kullanabilecek.

4-) Gösterilere; silah, taş, sopa, sapan, demir bilye ile havai fişek, yakıcı, yaralayıcı maddelerle katılanlara 2.5 yıldan 4 yıla kadar hapis cezası verilecek.

5-) Gösterilerde yüzlerini bez ve benzeri unsurlarla tanınmayacak biçimde kapatanlara, 2.5 yıldan 4 yıla kadar hapis verilecek.

6-) Valiye ve kaymakama, adli kolluk amir ve memurlarına suçluları arama ve suçun aydınlatılmasıyla sınırlı “emir verme” yetkisi veriliyor. Vali ve kaymakamlar, asayişi sağlamak amacıyla kamu kurum ve kuruluşlarının araç, gereç ve personelinden yararlanabilecek. Buna uymayanlar, oluşan zararlardan sorumlu tutulacak.

7-) Toplumsal olaylar sırasında alınan tedbirlere uymayanlara, 3 aydan 1 yıla kadar hapis cezası verilecek.

Bütün bu bilgiler ışığında AKP iktidarının iç güvenlik paketini aslında tamamen toplumsal

muhalefeti baskı altına almak ve susturmak amacıyla tasarladığını açıkça görüyoruz. İzinsiz aramadan sapanın suç aleti kapsamına alınmasına kadar yasada geçen maddeler tek tek irdelendiğinde, paketin temel anlamda AKP karşıtı söylemin güçlenmesi ve bu söylemin sokakta vücut bulmasına karşı girişilen bir önlem olarak tasarlandığını net bir şekilde ortaya koyuyor.

Sonuç

Bu yazı yazılırken “polis devleti yasası”nın geçmemesi için mecliste büyük kavgalar yaşanıyordu; ancak AKP, hukuksuz gözaltılar ve tutuklamalar için meclisten geçirmeye çalıştığı pakete ihtiyaç duymadığını geçtiğimiz günlerde gösterdi! Cumhurbaşkanına hakaret suçlamasıyla hukuksuz bir biçimde gözaltına alınan Birleşik Haziran Hareketi İzmir yürütme üyesi Onur Kılıç olabilecek en süratli şekilde tutuklandı. Asıl gerekçe gün gibi ortadaydı! 8 Şubat’ta binlerce gencin ve emekçinin katılımıyla gerçekleşen mitingin ve ardından da 13 Şubat’ta gerçekleşecek boykotun ciddi bir katılımla gerçekleşmesinden çekinen hükümet, Onur Kılıç üzerinden kitlelere gözdağı vermeye çalışmıştı. Erdoğan’a hakaret gerekçesiyle kamufle ettiklerini zannettikleri bu tutuklamanın nedeni “ya tutarsa” mantığıyla işlenmeye çalışılmıştı.

Onur Kılıç’a yapılanları iç güvenlik yasasının provası olarak da görebiliriz. Yeni yasayla birlikte AKP bu tarz misillemeleri artık kitabına uydurabilecek. Örneğin, polis

şüpheli gördüğü bir şahsın istediği yere gitmesini engellemek, yani aslında alıkoymak için herhangi bir izne gerek duymayacak. Dahası, şüpheye dayalı alıkoyma ve gözaltı işlemlerini cumhuriyet savcısına bildirmesine gerek görülmediği için gözaltı sırasında uygulayabileceği herhangi bir işkencenin kaydı tutulmayacak. Tabanca taşımaktan çok daha ağır cezası olan sapana karşı ise polis tehdit oluşturduğunu düşündüğü takdirde ateş edebilecek. Güncel bir örnekle açıklamak gerekirse eğer ki bu yasa Ethem Sarısülük’ün ölümünden önce çıkmış olsa, katil Ahmet Şahbaz hiçbir ceza almayacak ve yasalara bağlı kalan(!) bir çevik kuvvet polisi olarak daha nice Ethemleri katledecekti.

AKP iktidarının iç güvenlik paketinden en büyük beklentisi, hiç kuşkusuz, sınırsız yetkiler vereceği polisin hükümet politikalarına karşı sokağa çıkan milyonların gözünü korkutmasıyla diktatörlüğünü olabildiğince sürdürmeye çalışmak olacak. Dolayısıyla bugün artık sokakta yapılması gereken en önemli şeylerden biri iç güvenlik paketine karşıt kampanyalar örmek. Aynı zamanda unutmamak gerekir ki Haziran direnişinin ardından yapılan eylemlerde de gördüğümüz üzere insanlar sarsıcı gündemlerde polis şiddetine rağmen sokakları bırakmıyor. Twitter ve Youtube’u kapatma çabasında olduğu gibi AKP baskıyı ne kadar arttırırsa arttırsın, sonu milyonlarca emekçinin ve gencin açtığı barikatlarda gelecek.

AKP iktidarının iç güvenlik paketini aslında tamamen toplumsal muhalefeti baskı altına almak ve susturmak amacıyla tasarladığını açıkça görüyoruz. İzinsiz aramadan sapanın suç aleti kapsamına alınmasına kadar yasada geçen maddeler tek tek irdelendiğinde, paketin temel anlamda AKP karşıtı söylemin güçlenmesi ve bu söylemin sokakta vücut bulmasına karşı girişilen bir önlem olarak tasarlandığını net bir şekilde ortaya koyuyor.

Page 10: Marksist Bakış 46. Sayı

10.güncel

Direnişten Zafere, Bugünden Yarına Rojava Tilbe AKANUlusal bilincinin yerleşmesinde ve olgunlaşmasında ulusal savaşların, kahramanlıkların, kahramanların önemli bir yeri vardır. Bunlar dönüm noktası olur; zamanla halk arasında bir duygudaşlık yaratır; bir çimento vazifesi görür; uzun yıllar boyunca da kuşaktan kuşağa ulusal bilincin aktarılmasına hizmet eder. Kobane'deki Kürt zaferi de ulusal bilincin yerleşmesi, kökleşmesi bakımından kendi destanını yazmıştır.Kobane aylarca süren direnişin ardından IŞİD’den temizlendi ve özgürleştirildi. Bu destansı direniş Ortadoğu halklarının geleceği için hiç kuşkusuz son derece önemli. Kobane, Rojava kantonları arasında çok önemli bir yere sahip. Kobane direnişinin kazanımları aynı zamanda tüm Rojava’nın kazanımı demek. Birini diğerinden bağımsız düşünmek mümkün değil. Fakat Kobane direnişinin duygusallığına kapılıp Rojava’yı bütünsel değil, Kobane’deki direniş özelinde değerlendirmek pusulayı şaşırmak anlamına gelecektir. Bu yüzden, Rojava’nın fiziki koşullarını ve süreci kısaca hatırlatmakta fayda var.

Rojava Özerk Yönetimi

Rojava birbiriyle bağlantısı olmayan 3 bölgeden oluşur: Kobane, Afrin ve Cizire. 3 bölge de Türkiye sınırında bulunuyor. Kobane Suruç’a, Afrîn Kilis’e, Cizire de Nusaybin’e sınır. Cizîrê Bölgesi Dêrika Hemko Tirbespiyê, Girkê Legê, Amudê, Dirbêsiyê, Serêkaniyê ve Hesekê kentlerinden oluşuyor. Bölgenin nüfusu 2 milyon civarında. Kobane bölgesinin Kuzey Kürdistan'daki karşılığı Suruç ovasıdır. Suruç merkezi Kobane'ye 10-15 km mesafede bulunuyor. Köylerin karşı karşıya bulunduğunu ekleyelim. Bölgede 500 binden fazla Kürt yaşıyor. Kent merkezi ve köylerin bir kısmı Kürtlerin elinde ve Kürtler ilerlemeye devam ediyor.

Afrin bölgesinin nüfusu 500 bin civarında ancak Suriye'nin diğer kentlerinde yaşanan son göçlerle birlikte nüfusu şu an ikiye katlanmış durumda. Rojava’nın birbirinden

kopuk bölgelerden oluşması uzun vadede sürdürülebilir görünmüyor. Bu sebeple YPG’nin aradaki bölgeleri de kontrol altına almak gibi düşünceleri var. YPG Sözcüsü Rêdûr Xelîl Çiviroğlu’yla yaptığı bir röportajda Azaz, Tel Abyad (ki Salih Müslim’in oğlu orada vuruldu) ve Jerablus gibi bölgelerin Rojava’nın bir parçası olduklarını söylemişti. Yine, PYD muhalif olan Azadi’nin sekreteri Mustafa Cuma da katıldığı bir programda Akçakale’nin karşısı olan Tel Abyad için “Kürdistan toprağıdır; Rojava’nın parçasıdır!” dedi. Kobane’nin yeniden inşasının söz konusu olduğu ve gücün çoğunun oraya aktarıldığı bu dönemde bu projenin hemen gerçekleşmesi pek mümkün görünmüyor ancak uzun vadede kantonların birleştirilmesi planı olduğunu da belirtmek gerek.

Kantonlarda Yönetim Nasıl İşliyor?

Rojava’daki kantonlar, Toplumsal Sözleşme Beyannamesi ile yönetiliyor. Söz konusu beyannamenin giriş metni şöyle: “.... Demokratik öz-yönetim bölgelerinin halkları olan biz Kürtler, Araplar, Asuriler (Asuri Keldaniler, Aramiler), Türkmenler, Ermeniler ve Çeçenler, kendi özgür irademizle, ırk, din, doktrin veya toplumsal cinsiyet ayrımı olmaksızın, ekolojik denge, din ve inanç özgürlüğü, ayrımcılık olmaksızın eşitlik temelinde, karşılıklı anlayış ve çeşitlilik içerisinde birarada yaşamak, halkın kendi kaderini tayini ve öz-savunma ilkesi çerçevesinde, demokratik bir toplumun siyasi ve ahlaki dokusunu oluşturmak üzere

adaleti, özgürlüğü, demokrasiyi ve kadın ve çocuk haklarını tesis edeceğimizi ilan ediyoruz.” Metin şu şekilde devam ediyor: “Demokratik öz-yönetimin özerk bölgeleri, ulus-devlet mefhumunu ve askeri, dini iktidar temelinde, merkeziyetçi devleti kabul etmez.”

Teoride öngörülen yönetim şekli böyle. Peki pratikte Rojava’daki yönetim nasıl? Öncelikle mevcut durumda, kantonlar arasındaki kopukluğun yönetimde birliği etkilediğini vurgulamak lazım. Hatta bu sıkıntıyı aşmak için Tel Abyad üzerine yoğun saldırılar her an başlayabilir.

Tel Abyad’ın YPG’nin eline geçmesi kantonlar arasındaki birliğin kısmen sağlanması ve Rojava’nın nefes alması anlamına geleceği için Tel Abyad, Rojava’nın kaderi için Kobane savaşından sonra hayati öneme haiz olacaktır; ancak mevcut haliyle Rojava kantonlarında öne çıkan ve standartlaşan bir yönetimden söz etmek zor. İlk etapta, kantonlarda altyapı oluşturulmaya çalışılıyor. Örneğin mahkemeler kuruluyor, okullar açılıyor, trafik düzenlemeleri yapılıyor. Bunlar yapılmak zorunda. Zira, Baas’ın yıllardır ince ince işlediği asimilasyon politikası bölgeyi geri bırakmış. Fabrikaların çoğu çalışır durumda değil. Yapılan çalışmaları detaylandırmak gerekirse, ilk önce Rojava halklarının anadillerinde eğitim almaya başladığını söylemek gerekir. Adalet Komitesi kentlerde adalet ve ahlak sisteminin kurumsallaşması için çalışmalarını sürdürüyor. Trafik

Page 11: Marksist Bakış 46. Sayı

güncel.11

düzenlemesi yapılıyor. Sağlık altyapısı hazırlanıyor. Asayiş denilen YPG’den ayrı bir polis gücü var (YPG’ye bağlı çalışıyor).

Rojava Yönetimi Halklara Ne Vaad Ediyor?

Rojava kantonlarındaki yönetim bölge halklarının taleplerini karşılayabilecek mi? Bu noktada Marksist Bakış muhabirlerinin Kobane kantonu eş başkanı ile gerçekleştirdikleri röportajdan alıntı yapmakta fayda var (tamamı için: bolsevik.org). Marksist Bakış muhabirlerinin “Demokrasiden bahsediyorsunuz. Örneğin Almanya’da demokrasi var ancak insanlar özgür değil; çünkü sınıflar var. Yoksullar ve zenginler arasında gelir dağılımı eşitsizliği var. Rojava’da gelir dağılımı nasıl olacak? Bununla ilgili yasalar olacak mı?” sorusuna Enver Müslim şöyle yanıt vermişti: “Adım adım gitmek istiyoruz. Biz demokratik bir halkız. Demokratik bir projemiz var. Bu projeler üzerine çalışıyoruz. Ama bizim projemiz sınıflara dayalı değil. Güçlü bir toplum yaratmak için insanların taleplerini karşılamaya çalışıyoruz. Onlara eşit olmaları için her koşulu sağlamak istiyoruz ama dediğim gibi projemiz sınıflara değil halklara dayalıdır.”

Rojava'da belli ölçülerde uygulamaya geçen demokratik özerklik projesinin sahibi Öcalan, bu anlayışın çeşitli sınıfların varlığını dışlamadığı zaten ortaya koymuştu: “Bizim demokratik özerklik anlayışımız... Halklara dayanıyor, hatta tek başına halklar diye ifade etmem de eksik kalır. Değişik toplumsal tabakalara, toplumsal sınıflara, toplumsal kesimlere dayanır” (Zübeyde Zilan, Demokratik Özerklik Sistemi ve Rojava Kantonları, Özgür Gündem, 14 Nisan 2014).

6 Ocak 2014'te Rojava’nın Amûdê kentinde toplanan Rojava Demokratik Özerklik Yönetimi Yasama Meclisi tarafından kabul edilen Rojava Toplumsal Sözleşmesi de sınıfların ortadan kalktığı, kapitalizmin olmadığı bir düzen öngörmüyor. Rojava Toplumsal Sözleşmesi'nde mülkiyet hakkını, sermayeler arası rekabeti yasal güvence altına maddelerde bile bu durumu görmek mümkün: “41. Madde: Mülkiyet ve özel mülkiyet hakkı güvence altına alınır.” “42. madde... Demokratik Özerk Yönetimler 'Herkes çalışmasına göre kazanacak' esasına göre ortak bir ekonomi ve meşru bir yarışı kabul eder, tek elde toplamayı (stoklama) yasaklar ve toplumsal adaleti tesis eder.” (http://civiroglu.net/rojava-toplumsal-sozlesmesi/)

Şimdi sorumuza dönelim: Rojava kantonlarındaki yönetim bölge halklarının taleplerini karşılayabilir mi? Yıllardır Esad rejiminin yoksullaştırdığı Rojavalı

emekçilerin insanca yaşam arzusu söz konusu. Bu talebin karşılanması ancak üretim ilişkilerinin tümden değişmesiyle mümkün olabilir. Özel mülkiyetin sürdüğü, sınıfların var olmaya devam ettiği ancak sömürünün daha ölçülü hale geldiği koşulların insanlığın kurtuluşunu yolunu açamadığını ve özel mülkiyet düzeni sürmeye devam ettikçe bu koşulların da kalıcı olmayacağını tarih bize defalarca gösterdi.

Rojava’daki gelişmeleri de iyi okumak gerekiyor. Örneğin Halep'in kuzeyindeki Afrin bölgesinde, YPG ile Şamlılar Cephesi arasında bir anlaşma imzalandı. Anlaşmaya göre, yargı sistemleri birleştirilecek ve bundan böyle "şeriat hükümleri" esas alınacak. Anlaşmanın içeriği 3 maddeden oluşuyor:

1- Bütün mahkemeleri kapsayacak şekilde iki tarafın yargı sistemini birleştirme ve Allah'ın şeriatına göre hüküm verme.

2- İki taraf da davet ve şer'i ofisler açabilecek. Halep'te, Afrin bölgesi ve köylerinde cuma namazlarını kılma ve hutbe okumak dahil cami işlerini takip etme.

3- Yolsuzluk yapanlar, nerede olurlarsa olsun yakalanacak ve yargılanacak, haklar sahibine verilecek. Bu anlaşmaya imza atan taraflar kurtarılmış bölgelerin güvenliğini sağlayacak.

Ulusal hareketlerin başka unsurlarla ittifak yapması doğal olabilir. Sonuçta bir var olma savaşından söz ediyoruz; ancak PYD’nin attığı adımlarda çok daha dikkatli olması lazım. Kürt hareketi tarihsel bir süreçten geçiyor. Ve bu süreçte PYD, Rojava kantonlarının Ortadoğu halklarının kaderini belirleyeceğini her fırsatta dile getiriyor. Söylem ve eylem zıtlığı, böyle bir tarihsel sürecin kaldırabileceği bir durum değil. Bu tür gelişmeler Rojava’nın geleceği konusundaki soru işaretlerinden en

önemlileri olarak karşımızda duruyor.

Sonuç

Sonuç olarak Kobane direnişinin kazanımları özgürlükler için çok önemli olsa da yazının girizgahında da kısaca değindiğimiz üzere, Kobane’yi Rojava’nın bütününden kopartıp tamamıyla ayrı değerlendirmek ve ulusal mücadeleyi kızıla boyamak pusulayı şaşırmak anlamına gelecektir. Rojava’da verilen mücadelenin önemi bir yana, söz konusu direnişin antikapitalist bir karaktere sahip olmadığını mutlaka vurgulamak lazım. Enver Müslim’in konuyla ilgili söylediklerini de malumun ilanı olarak görmek gerekir: “Bizim yaratmaya çalıştığımız toplum sınıf temelli değildir, halk temellidir. Bütün halklar için özgür bir Suriye yaratmaya çalışıyoruz. Şii, Süryani, Arap halklar için.” (Enver Müslim-Marksist Bakış röportajı)

Öte taraftan şirazeyi kaçırmadan değerlendirmelerde bulunmanın zorunluğunu da mutlaka vurgulamak gerekir. Şovenizmin zehri kanlarına işlemiş olanların, Kobane’ye yapılan ABD yardımından dolayı Türkiye solunun Rojava’yla tüm bağını kesmesi gerektiğini ilan edecek kadar ahmaklaşabildiklerine tanık olduk. Ulusal mücadeleye kızıllık atfetmenin ve ulusal mücadelelerin doğasını bilmemenin sonuçları işte böyle ağır olabiliyor!

Sol soslu bu milliyetçilere karşı Rojava’nın, Kürtlerin kendi kaderini tayin hakkı anlamında çok önemli bir adım olduğunu ısrarla ve inatla vurgulamak lazım. Dört parçaya bölünmüş, devlet kuramamış, sürekli baskı ve katliam politikalarına maruz kalmış bir halk için umut olmuştur Rojava. Türkiyeli devrimciler olarak bize düşen, Rojava ulusal atılımını selamlarken Rojava değerlendirmelerinde duygusallığa kapılıp sınıfsal perspektifi bir kenara bırakmamaktır.

Page 12: Marksist Bakış 46. Sayı

12.teori

Bookchin ve Toplumsal

Ekoloji-IIGüneş Gümüş

Bookchin üzerine yazı dizimizin ilkinde onun tarih ve toplum kavrayışını incelerken bu konuda Marksizmin tespitlerine ve yöntemine yönelik eleştirilerini değerlendirmiştik; bu ikinci yazımızda ise Bookchin'in toplumsal dönüşüm projesini tartışmaya açmak hedefindeyiz. Radikal bir entelektüelin -yani bir toplumsal dönüşüm tahayyülüne sahip bir entelektüelin- içinde yaşadığımız topluma yönelik değerlendirmeleri onun toplumsal değişim önermelerinin belirleyicisidir. Sonuçta nasıl bir sorun tespit ediyorsanız ona uygun bir çözüm önerirsiniz. Dolayısıyla bu yazının ilk bölümünde ele alınan Bookchin'in önermelerine kısaca değinerek onun toplumsal dönüşüm tasarılarını incelemeye geçmek uygun olacaktır.

Sıkıntı Tahakkümde

Bookchin açısından içinde yaşadığımız dünyanın temel sıkıntısı kapitalizmle doğa arasında gelişen büyük çelişkidir. Bu çelişki, insanın doğa üzerindeki tahakkümünden kaynaklanır. Bookchin, insanın insan üzerindeki tahakkümünün insanın doğa üzerindeki tahakkümüne yol açtığı fikrindedir. Peki insan insan üzerine nasıl tahakküm kurmuştur? Bu tahakkümün gelişimini soy, cinsiyet, yaş gibi bazı biyolojik özelliklerin statü kaynağı olarak toplumsal kurumlar haline gelmesine bağlayan Bookchin, hiyerarşinin ekonomik eşitsizlikler ve sınıfların varlığından daha derin köklere ait olduğunu savunmaktadır. Bu temelde Bookchin, özel mülkiyetin-sınıfların ortadan kalkmasını tahakküme son verilmesi için yeterli koşul olarak görmemekte; hiyerarşinin ortadan kalkması adına dahiyane(!) çözüm önerisiyle sınıfsal farklılaşmadan daha köklü(!) hiyerarşiye son darbenin vurulacağını savunmaktadır. Bu çözüm önerisinin merkezinde kent yer almaktadır; çünkü kent soy, cinsiyet, yaş gibi

biyolojik özelliklerin statü kaynağı olmasına imkan vermeyecek şekilde kan bağı birliğine dayalı bir topluluk olmanın artık ötesindedir: “Kent, yabancıları dışlayarak aile ve kabileleri birleştirmekle sınırlı kalan arkaik kan bağının -en azından hukuken- ortadan kalktığı bir alandır. Kent akrabalık, cinsiyet ve yaşa ilişkin sınırlı, sosyo-biyolojik özellikler temelinde kurulan hiyerarşilerin ortadan kaldırılabildiği ve bunun yerine ortak bir insanlığa dayanan özgür bir toplumun getirilebildiği bir alan olmuştur” (Toplumsal Ekoloji ve Komünalizm, s.101-2).

Burada insanlığın yüz binlerce yıl kan bağına dayalı küçük topluluklar halinde hiç de ezilme ve sömürüyle sonuçlanmayacak şekilde eşitlikçi biçimde yaşadığını; dolayısıyla sıkıntının kan bağına dayalı topluluklar olmadığını söyleyip geçelim; sonuçta bu tartışmayı ilk bölümde zaten yapmıştık.

Tekrar Eşit Olacağız; Ama Nasıl?

Peki hiyerarşinin ortadan kalkmasının zemininin kent toplumunda olduğunu varsayalım; ama bu nasıl mümkün olacak? Sonuçta kapitalizmde eşitsizlikler daha çok önceki toplumlardan daha yumuşak görünebilir, ama kesinlikle daha kurumsal, daha derin ve şiddetli. Bookchin'in ifadesiyle de hiyerarşik ilişkiler çok katmanlı ve yaygın. O zaman?

Bu sorunun cevabını verirken Bookchin'in felsefi idealizmi bize göz kırpar. Bunca kurumsallaşmış eşitsizliğin içinde neden insan eşitlikçiliğe, hiyerarşinin ortadan kalkmasına doğru bir eğilim göstersin; bunun mücadelesini versin?

İnsanlığın değişmez biyolojik özelliklerini -bir şekilde- hiyerarşinin kaynağı olarak gören bir entelektüelin eşitsizliğin kaçınılmaz olduğu noktasına varması gerekir. Bookchin, bu noktadan uzaklaşmak için çeşitli hamleler yapar ve sonunda “kent, işte mucize kent; bizim derdimizin devası” diye öne fırlar. Neden mi? Çünkü kent, hiyerarşiye son vermenin koşullarını kan bağına dayalı bir topluluğun ötesine geçerek yaratmıştır!

Page 13: Marksist Bakış 46. Sayı

teori.13

Marksizm, toplumun sınıflara bölündüğü; bu sınıflar arasında keskin bir mücadelenin var olduğunu ve de toplumda çok küçük bir azınlığın büyük çoğunluğu ezdiği ve/veya sömürdüğünü savunur. Buna göre bu küçük azınlığın bertaraf edilmesi aslında büyük çoğunluğun çıkarınadır. Toplumsal devrim mücadelesinin öznesine işçi sınıfı yerleştirilse de -ki bu sınıf da toplumun çok büyük bir kitlesini oluşturur- bu mücadeleden çıkarı olanlar, toplumun ezici çoğunluğudur. Tabii Bookchin'in savunusundan Marksizmin iç tutarlılığını bekliyor değiliz.

Kapitalizmin doğayla çelişkisi çok zamandır insanlık tarihinin en ileri noktasında; biz böyle bir toplumsal dönüşüm yönünde insanların ilgi ve isteğini göremedik. Uzun yaşamı boyunca Bookchin de görmüşe benzemiyor.

Bookchin, toplumsal dönüşüm mücadelesini (bir avuç bilinçli ve duyarlı insanının dışında kimin-neden isteyeceği belirsiz) muğlak bir isteğe bağlarken Marksizmin bilimsel, nesnel bir çözüm önerisine karşı da çıkmaktadır: "Kapitalizm eleştirisini bütün ahlaki yanlarından bağımsız 'nesnel' bir bilime dönüştürmeye çalışan Marx, kötülük sözcüğünü kullanmazdı. Mihail Bakunin'in düşüncesinde kötülüğün hesaba katılması gereken bir koşul olarak ele alınması olumlu bir noktadır." (Toplumu Yeniden Kurmak, s.89)

Marksizmin ahlaki bir temelde kapitalizme karşı çıkmamasını dert edinen Bookchin, idealist bir etik anlayış geliştirmektedir:

“Birbirini tamamlama üzerine bir etik anlayış geliştirir ve bu etik uyarınca insanlığın -doğal evrimin en bilinçli ürünü olam potansiyelini yerine getirerek- biyosferin bütünlüğünü daimi bir hale getirmede destekleyici bir rol oynamasını bekler. İnsanlığın bu evrimin gelişiminde yaratıcı bir görev alma şeklinde bir etik sorumluluğu vardır.” (Toplumsal

Ekoloji ve Komünalizm, s.40)

Komünalizm

Bookchin'in kendi ifadeleriyle “Komünalizmin somut siyasal boyutunu... özgürlükçü yerel yönetimcilik oluşturur.” (Toplumsal Ekoloji ve Komünalizm, s.103) Kenti, bu toplumun temel sıkıntısı olan hiyerarşinin ortadan kalkmasının imkanlarını yaratan merkez olarak gören Bookchin açısından insanlığın kurtuluşu için diğer bir sihirli kavram da doğrudan demokrasidir. Toplumun bütün hücrelerine yayılmış bir hiyerarşinin varlığından bahseden, temel sıkıntıyı bu hiyerarşilerin yarattığı tahakküm olarak gören Bookchin açısından topyekün bir toplumsal devrimin insanlığı kurtarması iddiası geçersizleşmiş; mücadeleyi yerelleştirerek kapitalizm içinde

kurtuluş adacıkları önerir duruma gelmiştir:

“En önemli sorun, insanların güç kazanacağı (erke sahip olacağı) bir şekilde toplumun yapısını değiştirmek. Bunu yapmanın en iyi yeri ise, yüz yüze demokrasi yaratma fırsatına sahip olduğumuz belediyelerdir -şehir, kasaba ve köy. Yerel hükümetleri, insanların yaşadıkları ekonomi ve toplum hakkında tartışabilecekleri ve kararlar alabilecekleri halk meclislerine dönüştürebiliriz. Bir komşu şehir ya da kasabada iktidara gelirsek (erki elde edebilirsek); bütün meclisleri konfedere hale getirilebilir ve sonra da bu kasaba ve şehirleri halk hükümetine konfedere hale getirebilir. Sınıf yönetimi ve sömürünün bir aracı olan devlet değil, halkın erke sahip olduğu bir hükümet. İşte bu, pratik anlamda benim komünalizm diye adlandırdığım (şeydir)” (David Danek, Bookchin ile Söyleşi).

Bookchin, tamamen barışçıl bir dönüşüm öngörmemekte; komünalizmin tabandan bir hareket tarafından mücadelesinin verilmesinden bahsetmektedir. Her

türlü merkezileşmeyi hiyerarşik sayan postmodernistlerden farklı olmayan şekilde Bookchin, doğrudan demokrasi projesini tabandan kontrol edilen bir harekete dayandırmaktadır:

“İnsanlar bu çeşit bir yüz yüze demokratik toplumu asla kendiliklerinden başaramayacaklardır. Bunun için mücadele edecek ciddi ve dirayetli bir hareket gereklidir. Ve bu hareketi oluşturmak için, radikal solcular -tabandan kontrol edilen ve böylece de başka bir Bolşevik Parti yaratmayacağımız- bir örgüt geliştirmelidir. Bu yerel temelde ağır ağır biçimlendirilmeli, konfederal şekilde örgütlenmeli ve halk meclisleri ile beraber mevcut güce, [yani] devlet ve sınıf yönetimine karşı bir muhalefet oluşturmalıdır. Ben bu yaklaşımı liberter belediyecilik [ing. libertarian municipalism]

olarak adlandırıyorum” (David Danek, Bookchin ile Söyleşi).

Bookchin'in toplumsal dönüşüm projesinin dayandığı liberter/özgür belediyecilik, özünde Avrupa'da halen kalıntıları zengin İskandinav ülkelerinde süren sosyal devletin işlediği bir ülkede yaşanmayacak radikallikte değildir. Bookchin'in hedefleri, radikalliğinden daha sıyrılmamış (ya da Latin Amerika'nın kimi örneklerinde

görüldüğü üzere emekçi halkın yoğun öfke ve tepkisiyle tekrar böyle bir eğilimi geçici olarak gösteren) sosyal demokrasinin ilk dönemlerinin sınırlarını aşmamaktadır:

“Kentlerimiz topluluklara ya da eko-topluluklara ayrılmalı, içinde yaşadıkları eko-sistemlerin kapasitesine uygun incelik ve ustalıkla tasarlanmalıdır. Teknolojilerimiz eko-teknolojilere uyarlanmalı ve geliştirilmeli, en az hatta hiç kirlenme yaratmayacak biçimde yerel enerji kaynakları ve maddelerinden yararlanmak üzere incelik ve ustalıkla düzenlenmelidir. Yeni bir ihtiyaç anlayışı geliştirmeliyiz. Bu, medyanın dikte ettiği ‘ihtiyaçlar’a değil, sağlıklı bir yaşamı destekleyen ve bireysel isteklerimizin ifadesi olan ihtiyaçlara dair bir anlayış olmalıdır. Toplumun yönetiminde, doğrudan kişisel ilişkilerde, dolayımı yerine çevremizde ve toplumsal ilişkilerde insan ölçeğini hayata geçirmeliyiz. Nihayet, toplumsal ya da kişisel tüm tahakküm tarzları, kendimize, içinde yaşadığımız topluluğa ve doğamıza dair düşüncelerimizden atılmalıdır. İnsanların

Hem hiyerarşinin sınıfsal farklılaşmadan daha yaygın şekilde toplumda yer aldığını söyleyeceksin (yani aslında bu toplumda herkes herkesin kurdu demiş olacaksın) hem de bu insanların hiyerarşinin varlığından elde ettikleri ufak da olsa ayrıcalıkları (bu bakış açısına göre tabii) öylece terk edeceklerini varsayacaksın. “Erkeğin kadının ezilmesinden çıkarı var, Türk’ün Kürt’ün ezilmesinden; heteroseksüelin homoseksüel üzerinde tahakkümü var” diye düşüneceksin; ama tek tek bireyler birden bu konumlarını birlikte terk edecek! Niçin? “Çünkü doğa ile insanlık arasındaki çelişki artık son noktaya dayandı!”

Page 14: Marksist Bakış 46. Sayı

14.teori

yönetilmesinin yerini şeylerin yönetilmesi almalıdır. Gözettiğimiz devrim yalnızca politik kurumları ve ekonomik ilişkileri değil; bilinci, yaşam tarzını, erotik arzuları ve hayatın anlamını yorumlayışımızı da kucaklamalıdır” (Ekolojik Topluma Doğru).

Bookchin, Marksizmi eleştirmek adına her zamankinden daha güçlü, krizlerden azade, esnek bir kapitalizm tariflemekte ama onunla karşı karşıya gelmek adına tek tek yerellere sıkışmaya dayanan bir kurtuluş projesi öngörmektedir. Egemen sınıfların kaybedeceklerinin büyüklüğü karşısında bir yerelden yükselecek mücadelenin şansı zayıftır. Her türlü silahıyla, ideolojik çarpıtmasıyla müdahale edecek emperyalistler kapitalistler açısından büyük bir tehlike varsa mücadeleye konu olan yerelin imhası bile çok görülmeyecektir. Akıllarda kalmasın diye belirtelim, bugün bazı yerel direnişler belli başarılar elde ediyorsa da emperyalist-kapitalist sistemle bir sorunları olmadığındandır. Yoksa kapitalist üretim ve mülkiyet biçimine yönelik her tehdit (en ufak bile olsa) hala kanla bastırılmaktadır. Gerçeklik kazanıp örnek olma tehlikesi barındıran reformcu eğilimler bile bundan payını almaktadır: bakınız Venezuela, Yunanistan...

Son Söz Niyetine

Herhalde kendi pozisyonlarına en uygun düşecek teoriyi buldukları için Kürt ulusal hareketini tebrik etmek gerekir. Öncelikle Bookchin, radikal bir muhaliftir ama Marksizmle bir hesaplaşma içine girmiş bir radikal muhalif. Sosyalist geleneğin

güçlü olduğu Türkiye'de sol üzerinde bir hegemonya kurmak isteyen Kürt ulusal hareketi açısından Marks'ı aştığı iddiasındaki bir entelektüelden daha iyisi olamaz. Hem de bu entelektüel, bu iddiasını toplumsal bir mücadele vurgusuyla yapmakta, hatta örgütlü mücadeleye (bu örgüt algısı merkezileşmeyi dışlasa da, bu durumda da görüntüyü kurtarmak çok zor olmamaktadır) çağrı yapmakta ve mücadeleyi (aslında çoğu kimlik siyasetine uygun düşecek şekilde) yerelleştirmektedir. Özgürleşmiş belediyeler üzerine inşa edilmiş bir teorik hat; Kürt ulusal hareketi açısından bundan iyisi bulunamazdı herhalde...

Peki bu teorik perspektif, insanlığın ve onun parçası olduğu doğanın kurtuluşu adına

geçerli bir çözüm önerisi sunmakta mıdır? Bu sorunun cevabı şüphe götürmez şekilde hayırdır. Bookchin, hiyerarşik ilişkileri yaratan maddi zeminin değişmesine dair bir çözüm önerisi geliştirmemektedir; bu maddi zemin ortadan kalkmadan onun kültürünün de yok olması, doğrudan demokrasi uygulamalarının hayata geçmesi mümkün olmayacaktır.

Bookchin'in yerellere dayalı toplumsal dönüşüm projesinin dünya üzerinde hakimiyetini kurmuş, dünyanın bir ucundaki Nepal gibi küçük bir ülkedeki devrime bile eski ABD başkanları eliyle müdahale etmeyi ve Maoist gerillaları ehlileştirmeyi dert edinmiş emperyalist-kapitalist güçler hesaba katıldığından hayata geçmesinin koşulları yoktur. (Tabii hedefinizde özel mülkiyet sistemini, sınıfları kaldırmak varsa ve böylece bütün kapitalist düzene bir tehdit oluşturuyorsanız.)

Eğer bu çürümüş düzenden kurtulmak istiyorsak binlerce yıldan daha farklı şekilde bir dünya şekillenişi için insanlığın mücadele etmeye nasıl sevk edileceği sorusunun cevabına, ideallerden-isteklerden öte nesnel bir cevaba ihtiyacımız var. Eşitliğe dayalı, gerçek anlamda demokratik bir toplum kurmak için eşitsizliği, ezilmişliği yaratan maddi zeminin, yani sömürü düzeninin ortadan kaldırılmasına, dolayısıyla yerel değil merkezi düzeyde kapitalist sisteme karşı topyekün kalkışmaya ihtiyacımız var. Başka türlü bir proje, gerçeklik kazanması mümkün olmayan hoş bir tasarıdan öte gitmeyecektir.

Bookchin, bir belediyeyi özgürleştirdikten sonra bunun diğer kentlere doğru yayılmasından bahsetmektedir. Bu proje, aslında en çok ulusal kurtuluş hareketlerine hitap etmektedir. Sonuçta toplumsal muhalefet genellikle ülkenin bütününde benzer eğilimler gösterir. Ya bütün ülkede iktidarı alacak güçtedir ya da hiçbir yerde. Ama ulusal hareketler bölgesel güçlerdir; dolayısıyla kolektif üretim perspektifinden sıyrılmış bir Bookchin projesinin sol tandanslı bir ulusal hareket açısından oldukça çekici olması bundandır.

Bookchin, kendi toplumsal dönüşüm projesinin öznesini tariflemekten uzaktır. Bookchin açısından bugünkü vahşi sömürü koşullarından komünalizm dediği özgür belediyecilik modeline o kentte yaşayan insanlar neden geçiş yapacak; bu yönde onları “doğaya yönelik” kaygılar dışında ne güdüleyecek belli değildir. Neden insanlar bugünkünden farklı davransın sorusunun cevabı Bookchin'de yoktur.

Page 15: Marksist Bakış 46. Sayı

enternasyonal postacı.15

2010 yılının Aralık ayında Tunus’ta 21. yüzyılın en önemli sıçramalarından birisini yaşatan kritik bir sürece şahit olduk. Muhammed Buazizi adlı gencin kendini yakması, tüm Ortadoğu ve Kuzey Afrika’yı yakacak bir ateşe dönüştü. Bu ateşin karşılık bulduğu önemli duraklardan birisi şüphesiz Mısır’dı. Gençliğin, işçilerin ve işsizlerin oluşturduğu milyonlar 18 gün boyunca direnerek 30 yıllık Mübarek diktatörlüğünü devirdiler ve bu süreçte sekiz yüzü aşkın insan hayatını kaybetti. Geçtiğimiz Ocak ayında Mısır devrimini dördüncü yılında selamlamak ve ayaklanma esnasında ölenleri anmak üzere Tahrir Meydanı’na karanfil bırakmak isteyen Sosyalist Halk İttifakı Partisi üyesi Şeyma El Sabbah eyleme azgınca saldıran siyah maskeli polisler tarafından gerçek mermilerle gözünden ve sırtından vurularak öldürüldü. Şeyma’nın eşinin onu ayakta tutmak için verdiği çabayı yakalayan dramatik fotoğraf karesi ise, karşı devrimin bozguncu saldırganlığı altında direnen Mısır halklarının simgesi haline geldi.

Bu haber, tüm dünyada ve özellikle Mısır’da büyük yankı uyandırmışken, kamuoyunun büyük tepkisine dayanamayan Sisi, “O benim öz kızımdır.” diyerek katilin cezalandırılacağını söyledi. Ancak polis; olayın kendileriyle alakalı olmadığını, aksine Şeyma’nın göstericiler tarafından atılan havai fişekle veya radikal İslamcı bir grubun açtığı ateşle öldüğünü söylüyor. Gerçek şu ki eyleme dair fotoğraflar ve videolar internette hala dolaşmakta. Tamamen barışçıl bir şekilde, Mısır devriminde öldürülenler için Tahrir Meydanı’na çiçek bırakmaya giden Sosyalist Halk İttifakı üyesi grup, polis tarafından saldırıya uğruyor ve birkaç saniye içerisinde atılan gaz bombalarıyla birlikte, silah sesleri duyuluyor. Polis öylesi bir azgınlıkla saldırıyor ki Sisi diktatörlüğünün kendi kontrolü dışında olan bütün eylemleri “yok etme” amacı güttüğü anlaşılıyor.

Sokak ortasında, gündüz vakti alenen işlenen bu cinayet; kadınlar ve Mısırlı muhalif gruplar tarafından protesto eylemleriyle karşılandı. İçişleri bakanını istifaya davet eden eylemciler Sisi’nin ve onun kiralık katillerinin iddialarının aksine Şeyma’yı öldürenlerin soğuk kanlı katiller olduğunu ve bunu polisin yaptığını dile getirdiler.

Cinayetin hemen öncesinde çekilmiş fotoğraflarda görülen dövizlerde ise, devrimin ana sloganı olan “Ekmek, Adalet, Özgürlük” yazıyor. Sisi’nin de bir sahtekarlık örneği olarak sahiplendiği bu slogan, artık Mısır sokaklarında tıpkı Mübarek döneminde olduğu gibi haykırılamıyor. Haykıranlar ise böyle acımasızca öldürülüyor, yaralanıyor ya da tutuklanıyor. Şeyma’nın katledilişinden sonra Sosyalist Halk İttifakı Partisi üyesi 5 yönetici gözaltına alındı. Katliamlarıyla Mübarek’i aratmayan Sisi, Mısır devriminin kazanımlarını sahiplendiği yalanıyla, hem de Şeyma öldürüldükten hemen sonra, devrimde ölen sekizyüzü aşkın insan anısına televizyona çıktı ve onları anma yüzsüzlüğünü gösterdi. Bu ikiyüzlülük ve sözde demokrasi kılıfına bürünmüş devlet terörü, Mısır devriminin üzerine çöreklenerek işçi sınıfının kazanımlarını yok etmek, hatta toplumsal muhalefeti ortadan kaldırmak amacını güden Sisi’nin eliyle gerçekleştirilmektedir. Devrimin yıldönümde yapılan gösterilerde 20 kişi öldürüldü, yüzlerce kişi yaralandı ve dört yüz kişi gözaltına alındı. Böylesi bir şiddeti, bölgedeki ve tüm Ortadoğu’daki IŞİD ve radikal islam terörünü bahane göstererek meşrulaştırmaya çalışan Sisi’nin nihai hedefi, Mısır muhalefetini yok ederek ülkesinde ve bölgede yeni bir Mübarek olmaktır. Bu yolda kendi adına stratejik bir hamle olarak Kıptileri katleden IŞİD’in Libya’daki mevzilerini vuran Sisi, bölgesel bir güç olmak için adeta başlangıç yapmış oldu. Bu süreç içinde IŞİD’in varlığıyla yeniden kızışan vekalet savaşı içinde Fransa’nın uzun süredir elinde kalan silahları alarak AB’ye de göz kırpmış oldu. Kısacası Selefileri vurması Sisi’nin hem ulusal alanda Kıpti halkın desteğini kazanmasına sebep olarak iktidarını güçlendirecek hem de uluslararası alanda daha iddalı bir Mısır politikası döneminin kapısını aralayacak. Ancak tüm bu planlar için toplumsal muhalefetin bastırılması gerekmekte. Kendisini Müslüman Kardeşler iktidarına karşı oluşan halk öfkesinin vücut bulmuş hali gibi gösteren Sisi’nin asli rolü; devlet terörünü kullanarak uzun süredir var olmayan ekonomik ve siyasi istikrarı oturtmak ve bu bağlamda hem ulusal hem de uluslararası alanda Mısır’ı yeni bir egemen güç haline getirmektir. Bu yolda katedecek çok yolu bulunan Sisi’nin sıkı bir başlangıç yaptığını söyleyebiliriz.

Mısır’da Mübarek Rejimi Sürüyor!Oðulcan Sönmez

Page 16: Marksist Bakış 46. Sayı

16.perspektif

Türkiye’de kadın cinayetlerinin son kurbanlarından olan Özgecan Aslan, Tarsus’ta bindiği minibüsün şoförünce tecavüz girişimine direndiği için önce dövüldü, sonra defalarca bıçaklandı, ardından iki kişinin de yardımıyla benzinle yakılarak korkunç bir şekilde katledildi. 20 yaşındaydı ve üniversite öğrencisiydi. Özgecan’ın katilleri yakalandı. Fakat dava sürecine dair hatta bundan sonrasına dair hiç kimsenin AKP’ye ve yargısına güveni yok. Bu sebeple kadınlar başta olmak üzere binler “Yasta değil, isyandayız” diyerek kadın cinayetlerinin, taciz ve tecavüzün geldiği boyuta karşı kitlesel olarak sokağa çıktı. AKP ise tam anlamıyla köşeye sıkışmış bulunuyor; Davutoğlu ve Erdoğan, üzerlerindeki basıncı azaltmak için konuyla dair “kararlı” bir görüntü çizmeye çalışsalar da gerçek yüzleri kalemşörlerince gösteriliyor: “Karısını dövmek kocasının hakkıdır.”

AKP ve Kadın

AKP’nin cinayetten çok kabarık bir sabıkası var: on binlerce işçi ve kadın, yüzlerce genç ve çocuk… Yazımızın konusu olan kadın cinayetleri ise AKP döneminde adeta tavan yaptı. Bunun birinci sebebi kadına yönelik hastalıklı muhafazakar bakış açısı ve tüm toplumu bu yönde dönüştürme projesi. AKP’nin icraatlarında tecavüzden “iyi hal” indirimleri; çocuk yaşta bir kızın tecavüzcülerine rıza göstermesi iddiaları; hamile kadınların sokakta yürümemesini salık veren devlet televizyonu; kadınların kahkaha atmaması gerektiğini söyleyen bir bakan; 17 aylık bebeğe tecavüzü meşrulaştıran müftü, kürtajı cinayetle bir tutan ve kadınla erkeğin eşit olmadığını her fırsatta haykıran bir diktatör… Yalnız kadın cinayetleri değil kadının her alanda eşitsizliğe maruz kalma oranı büyük oranda artış gösterdi.

Kadın cinayetlerini konuşmamızın ne yazık ki sebebi olan Özgecan’ı diğer kadın cinayeti kurbanlarından ayırıp ülke gündemine oturtan şey

vahşice katledilmesi. Ancak bu, tablonun görünen yüzü. Oysa tablonun görünmeyen yüzü, bize, çok büyük bir toplumsal şiddet anının tam da içinde yaşadığımızı gösteriyor. Gösterilmeyen; bireylere yıkılmaya çalışılarak toplumsal bir sorun olarak kabul edilmeyen tablonun geri kalanında binlerce kadın her gün şiddet görüyor; cinayet tehditleriyle yaşamasına rağmen güvencesiz ve geleceksiz olmanın baskısı altında susmaya ve çilesine katlanmaya itiliyor.

Kadına Yönelik Şiddet Sorunu ve SınıfAKP’nin kadın düşmanı siyasal pozisyonunun, kadının konumunu ne kadar hızlı bir şekilde gerilettiği artık çok aşikar. Bu konu üzerinde tartışmaya artık gerek yok. Ancak çözümü üzerine hala konuşulması gereken çok şey var. Konuşulmalı ki mücadele zemini üzerine de netlik sağlanabilsin.

Öncelikle AKP döneminde kadına yönelik şiddetin böylesine artması sadece AKP’nin politik pozisyonu üzerinden tartışmak oldukça

hatalıdır. Tersinden kadın sorunun salt şiddet ve taciz üzerinden tartışmak meselenin özünden kaçmaktır. Bu sebeple AKP döneminde artan tek şey muhafazakarlık değil aynı zamanda yoksulluk, güvencesizlik ve geleceksizliktir. Sınıfsal bağlamı bu iki durumun, yani muhafazakarlık ve yoksulluğun kesiştiği yerden bir kez daha tartışmak sosyalistler açısından anlamlı olacaktır. AKP’nin en çok oy aldığı; muhafazakar dönüşümü “en başarılı” şekilde gerçekleştirdiği kesimin aslında sosyalistlerin kazanmaya çalıştığı yoksullar olması tabloyu anlamak açısından kritik önemde.

Yoksul ve eve hapsedilmiş kadınların yaşadıkları sorunlar, görece daha iyi koşullarda yaşayan ve çalışan kadınların sorunlarının yanında daha içinden çıkılmaz görünmektedir. Çünkü her şeyden önce yoksul kadının güveneceği bir kurum, gideceği bir kapı, geleceğine dair hiçbir güvence bulunmamaktadır. Sesini duyuracak bir aracı yoktur. Şiddetin boyutu ancak öldürüldüğünde üçüncü sayfa haberlerinde görülebilmektedir. Bu trajedinin en ağırı kadının bahtına düşüyor ancak başka bir yüzü de var: yok pahasına çalışmanın, bir ailenin tüm yaşamsal ihtiyaçlarını karşılama ağırlığının yüklendiği, iş cinayetlerine ya da kazalarına kurban edilen erkek işçiler. Yani kadına cehennem olan hayat erkeğin de cenneti de olmuyor. Toplumsal boyutta var olan şiddet, kadını da erkeği uçurumun kıyısına getiriyor. Kadınların kurban olduğu bu sistem aslında erkeklerin de cehennemi. Belki bu duruma en iyi örnek Özgecan’ın katil zanlısının annesidir: yıllarca çocukları küçük olduğu ve gidebilecek bir yeri olmadığı için eşinin ağır şiddetine karşı susmuş; çocukları büyüyünce de boşanmış bir kadın. Bu

Kadın Cinayetlerine Karşı Mücadele Etmek

Page 17: Marksist Bakış 46. Sayı

perspektif.17

anne, katil oğlu için şunu söylüyor: “Ben bir bebek dünyaya getirdim. Onu bu hale getiren bir sürü toplumsal etken var. Babasının yanında büyümesini hiç istemedim ama yapabileceğim bir şey yoktu.” Katilin babası, cinayetin üstünün örtülmesi için oğluna yardım etmekten şu an cezaevinde. Bunları cinayetin maruz görülmesi için değil; bir cinayetin arkasındaki toplumsal çöküntünün fark edilmesi için ifade ediyoruz. Şayet şu an saraylara harcanan milyon dolarlar kadın ve çocuk sığınma evine sağlansaydı, bu durumda olanlara yaşamsal her türlü garanti (güvenlik dahil olmak üzere) kamusal olarak sağlansaydı, okullarda ve televizyonlarda kadınların köleleştirildiği zihniyet yerine eşitlik öğretilseydi, bu cinayetin önüne geçilebilir miydi? Pekala

bu mümkündü. Ancak bunu kapitalizm altında elde etmek mümkün değil; hele ki AKP gibi hem piyasacı hem de muhafazakar bir iktidarın varlığında bu durum iyice imkansızlaşıyor. Metal işçilerinin ücret talebi üzerine çıktıkları grevi bile yasaklanıyorsa, kadının sağlıklı bir şekilde toplumsal yaşama katılması için gerekli olan kreş, kürtaj, doğum kontrolü, güvenceli iş, sığınma evi gibi haklarına devletin ve patronların beş kuruş para harcamak istemeyeceği de gün gibi ortadadır. Bunları başarmak ancak hem kadın-erkek eşitsizliğinin hem de sınıflı toplumların kaynağı olan özel mülkiyeti kaldırmayı hedefleyen bir programın konusu olabilir. Cinsiyetçi zihniyetin de buna bağlı olarak değişmesi ve eşitliğin sağlanması ancak bu noktadan başlayarak yaşanacak toplumsal dönüşümle başarıya ulaşabilir.

Demek ki sorunu yeniden üreten, bu eşitsizlik ilişkisinden (kadının gelecek işçi kuşaklarını doğurması, bedava bakması gibi) çıkarı olan burjuvazi, çözümün parçası olamaz. Burada altını çizmek gereken bir şey daha var: burjuva kadınlar da kadına yönelik şiddet, taciz ve çeşitli eşitsizlik ilişkilerine maruz kalıyor. Ne var ki bu, burjuva kadının zenginliğini var eden emekçi kadınların maruz kaldığı mobbing, sömürü,

ev işleri ve çocuk bakımı gibi sorunların yanında gerçekten küçük kalmaktadır. Hatta burjuva kadın, emekçi kadının sömürülmesinde çıkarı vardır ve onun hak taleplerinin de tam karşısında yer almaktadır.

İşte tam da bu noktada kız kardeşlik masalının sonuna geliyoruz; yani feminizm ile devrimci Marksizmin temel ayrım noktasına.

Derdimiz kapitalist düzenin kendisiyle ve onun bugünkü yürütücüsü AKP ile. Böyle bir savaşta karşı karşıya gelen tarafların kadın ve erkekler değil; bu ezilmenin devamından çıkarı olan egemenler ve bu ezilme ilişkisini sonlandırabilecek tek güç emekçi kadın ve erkekler olduğunu görmek gerekiyor. Bir kişinin kadın olması onu otomatikman kadın sorunun çözümünün bir parçası yapmıyor; aksine Sümeyye Erdoğan, Ümit Boyner gibi örneklerde düzenin devamından çıkarı olan –dolayısıyla da kadının ezilmesine çözüm olmayacak olan- karşı tarafa dahil oluyorlar. O halde sorunun çözümü için sadece kadın sorununda değil, her türlü toplumsal sorunda en önde mücadele etmesi gereken kadınların devrimci bir özne haline gelmesi gerekiyor. İleri sınıf bilinciyle kuşanmış kadın ve erkek emekçilerin düzenin her türden pisliğini alaşağı etmesi; yani sosyalizm, kalıcı çözümün kendisidir.

Çözüm için Devrime Kadar Bekleyecek Miyiz?

Sosyalizmin çözüm olmasından devrimi beklemek, çözümü ertelemek anlamı çıkarılmamalıdır. Bugün sokaklarda AKP’yi köşeye sıkıştırmak, hatta kadın cinayetlerine karşı kitlesel kampanya ve eylemler düzenlemek önemli. Mücadeleyi kadınlarla erkeklerin birlikte vermesi; süreç içinde geri bilinçteki erkekleri ileri taşıyacak, kadınları da mücadelenin öznesi yaparak sınıf içinde özgüven kazanmalarını sağlayacak ve eşitlik mücadelesinde ileri taşıyacaktır. Sınıf mücadelesinin büyümesi AKP’nin tabanındaki yoksul emekçileri de etkileyeceğinden kadın sorununu katmerleştiren muhafazakar dokunun değişmesine de yol açacaktır. Böylece hem kadına yönelik düşmanca bakış geriletilecek hem de bunu besleyen AKP’ye karşı bir mevzi kazanılmış olacaktır.

Sonuç

Tüm toplumun yaşam tarzına karışmayı, muhafazakar yaşam tarzını dayatmayı toplumsal projesinin bir parçası olarak kendisine görev sayan AKP, kadın cinayetlerinden birinci derecede sorumludur. Eşitsizliği pekiştirerek dayattığı kalıpların dışında yaşamaya çalışan kadınların kadın cinayetlerine kurban gitmesinde AKP’nin hiçbir sorumluluğu yokmuş gibi Özgecan örneğinde olduğu gibi tüm sorun katilin psikopatlığına, caniliğine, bireysel ruh haline indirgenmektedir. Oysa çözüme ulaşmanın gereği bu olayın toplumsal alanda anlaşılmasını gerekli kılmaktadır.

Türkiye’de iş cinayetlerinden kadın cinayetlerine her gün oluk oluk kan akarken kadın sorunuyla toplumsal her türden sorunun göbekten birbirine bağlı olduğunu görmek gerekir. Kadın cinayetlerini adeta teşvik eden AKP var oldukça da bu sorunun çözülebileceğini düşünmek saflıktır. AKP’nin toplumu muhafazakarlaştırmasına, bu yolla yeni kadın cinayetlerinin önünü açmasına ve özgürlüklerimize saldırmasına; bu kadın düşmanı zihniyetin toplumu teslim almasına müsaade etmeyeceğiz! Kadın erkek omuz omuza eşitlik ve gelecek için AKP’yi devireceğiz!

Derya KOCA

Page 18: Marksist Bakış 46. Sayı

18.teori

İŞÇİ İKTİDARI İÇİN SON SAVAŞINDA

LENİNYahya Bolat

Resmi tarih yazarları, tarihi büyük insanların (padişahlar, komutanlar vs.) yönlendirdiğini ve bu büyük insanların iradelerinin bir sonucu olarak, tarihsel devirlerin açılıp kapandığını iddia ederler. Tabii ki Marksistler olarak bizler, tarihin böyle özneler üzerinden değil de, maddi gerçeklikler ve bu maddi gerçekliğin oluşturduğu çelişkiler -sınıf savaşımları- üzerinden ilerlediğini kabul ederiz. Fakat şu da kesindir ki her maddi koşul ve bunun dayattığı her toplumsal dönüşüm, kendi perspektifini ve içinde

taşıdığı potansiyel geleceği, öznel semboller üzerinden ilerletir ki bu da zaten Marksizmin temel diyalektik yasasıdır.

Buradan hareketle, çürümüş bir sistem olan kapitalizmin dayattığı eşitsizlik ve sömürünün; dünya halklarına hiçbir şey veremediği bir dönemde, yükselen işçi sınıfı mücadelesinde, işçilere bir umut olan sosyalist dünya alternatifinin yarattığı, yükselen sınıf savaşımının direngenliğini ve ateşini kendi

içinde barındıran bir özne olarak, komünist devrimci önder Lenin’i, ölümünün 91. yıldönümünde devrimci

heyecanımızın olanca ateşiyle tekrar selamlıyoruz.

Page 19: Marksist Bakış 46. Sayı

teori.19

Lenin, mülkiyet kavramıyla birlikte olagelmiş sınıf savaşımının son büyük kavgasında yani proletarya ve burjuvazinin savaşında, proletarya adına hayatını adamış bir önderdir. Lenin, Marksizmin ışığında proletaryaya burjuvaziyle giriştiği bu kanlı savaşta, kendi sınıfsal gücünü nasıl kullanması gerektiğini, sınıf düşmanlarına karşı nasıl bir çizgi izlemesi gerektiğini pratik olarak çok iyi göstermiştir. Daha da önemlisi Lenin, biraz önce de belirttiğimiz gibi devrimin öznel gücünü temsil ediyordu. Tabi burada Kızıl Ordu'nun komutanı Troçki’yi ve diğer nice Bolşevik militanı unutmamak gerekir. Tüm bu devrimci önderler devrimin “kendiliğindenliğinin” bir bilinçli eyleme dönüşümü konusunda, devrimci bir partinin ne kadar hayati rol oynadığını pratik olarak kanıtlamışlardır. Devrimci bir partinin kendi zamanının koşullarına göre nasıl yapılanması ve nasıl mücadele etmesi gerektiğinin programatiğini onlardan sonraki devrimci partilere öğretmişlerdir. Günümüzde de bu devrimci perspektifi iyi analiz etmek, iyice kavramak ve günümüz şartlarına uyun bir şekilde uygulamak devrimcilerin temel ödevlerindendir.

Rus devriminin ve Rus devriminin yenilgisinin öğrettiği dersleri daha önceki yazılarımızda irdeledik. Bu konu hakkında bundan sona da bir sürü yazı yazılacağı aşikâr… Bu yazı, Stalin diktatörlüğü arifesinde Rus devriminin lideri Lenin’in, Sovyetlerde baş gösteren yozlaşmayla başa çıkmak için yaşamının son günlerini nasıl bir amansız mücadele ile geçirdiğini göstermeye çalışacaktır. Bu mücadelesinde Lenin, Bolşevik partideki bürokratizm ve milliyetçilikle savaşmıştır. Ve bu savaşta onun karşı saflarında Stalin’i, kendi saflarında ise Troçki’yi bulmuştur.

Bürokratizm ve NEPmen’lere Karşı Rusya’da iç savaştan sonra ekonomi birçok yönden harap olmuştu. 1920 ve 1923 yılları arasında sanayide üretim 1913’lere, yani 1. Dünya savaşından önceye göre kat kat azalmıştı. Bu durumda ekonominin yeniden canlandırılması bir ölüm kalım meselesiydi. Çünkü sanayi ürünlerindeki arz yetersizliği köylünün ihtiyacını karşılayamıyordu. Savaş komünizmi sırasında tüm mallarını Kızıl Ordu’nun ihtiyaçları için veren köylü, savaştan sonra aynı şekilde ürünlerini vermek istemiyordu. Aynı zamanda sanayi

fiyatlarındaki artış ve köylü ürünlerindeki azalış, Troçki’nin ifadesiyle bir “makas krizi” yaratmıştı. Rus devriminde işçilerin en büyük ittifak kurduğu sınıf olan köylülerin bu kritik durumu, onları Sovyet rejimine bağlılıktan uzaklaştırıyordu. Bu koşullarda Lenin’in 1921’den sonra en çok uğraştığı meselelerden birisi köylünün işçi iktidarıyla ve işçi sınıfıyla kopma noktasına gelen bağlarını korumak için Sovyet rejimi açısından bir geri adımı ifade etse de ekonomik yenilikler yapma gereği oldu.

Bu konuda atılan ilk adım NEP oldu. NEP temel olarak, işçi iktidarının köylünün küçük burjuvazi doğasıyla olan savaşında geri adım atmasıydı. Lenin NEP ile Bolşeviklerin ne yapmak istediğini şöyle açıklar: “…köylü ekonomisi ile devletleştirilmiş, toplumsallaştırılmış fabrikalar ve devlet çiftliklerinde kurulmuş olan ekonomi arasında bir bağ yoktu… Yeni Ekonomik Politika bizim için öncelikle, köylü ekonomisi ile gerçekten bir bağ kurmakta olup olmadığımızın sınanmasında bir araç olması bakımından önemlidir.” Lenin bu bağ kurma meselesinin ve NEP ile oluşan yeni ekonomik modelin burjuvaziyle girişilen yeni bir savaş olduğunu söyler. Çünkü NEP

ile oluşan devlet kapitalizmi (Sovyetler ve özel girişimcilerin birlikte yönettiği tröstler) burjuvazinin ticaret taktikleriyle baş etmek ve aynı zamanda oluşan bürokrasiyi burjuvazinin inisiyatif alanından koparmak için verilmesi gereken bir savaş anlamına geliyordu. Lenin 11. Parti kongresinde şöyle seslenir: “Burjuvalar berbat, dikkate değmez bir kültüre sahipler. Fakat yönetsel anlamda bizim (devlet dairelerindeki) 4700 komünistten daha kültürlüdür. …bizimkiler sağa sola nişan ve rütbe dağıtıp duruyorlar. Bu burjuva bürokrasiyle olan rekabet tüm hükümet birimlerinde sürüyor görünmektedir, oysa bu iki bağdaşmaz sınıf arasındaki bir başka mücadele biçimidir.” Lenin bununla mücadele için aynı kongrede, çok sayıda komisyonun (bürokratik birim) kapatılması ve yerel yönetimlerin arttırılmasını önerir. Lenin Sovyet Memurları Kongresi’nde, “üzerimize düşen birincil görev kadroyu azaltarak örgütsel yapıyı iyileştirerek, kırtasiye ve bürokrasiyi ortadan kaldırıp gereksiz harcamalardan kısıtlamaya giderek Sovyet devlet mekanizması maliyetini azaltmaktır.” der.

“Bir birleşik devlet aygıtı gerekliydi deniliyor. Bu konudaki güvenin dayanağı ne idi? Bu güven Çarlıktan devralıp biraz da Sovyet yağına buladığımız Rus devletçiliğinden gelmiyor mu?” Lenin, açıkça Stalin ve Orkinidze’yi Çarlık milliyetçiliğiyle suçluyor ve ekliyor: “Stalin’in herkesçe bilinen ‘milliyetçi sosyalizm’ kini ile birlikte aceleciliği ve salt yöneticilik sevdasının, bu noktada çok tehlikeli bir rolü olduğunu düşünüyorum.”

Page 20: Marksist Bakış 46. Sayı

20.teori

NEP ile birlikte doğan bürokrasiyle uğraşırken Lenin aynı zamanda NEPmen(tüccarlar)’lerle de kavgaya girişti. Fakat bu sefer kısık bir sesle de olsa karşısında Buharin ve Stalin’i buldu. Buharin, 15 Ekim 1922’de MK’ya gönderdiği mektupta dış ticaret tekelinin hafifletilmesini istedi. Bu konuda da onun destekleyicisi Stalin oldu. Bunun üzerine Lenin, MK’da okunması üzere Stalin’in şahsına mektup gönderir (13 Aralık 1922). Dış ticaret tekelinin hafifletilmesinin NEPmen’lerin işine yarayacağını söyler. Lenin dış ticaret tekelinin, dünya emperyalizminin pazarı karşısında Rusya’nın yoksul köylüsünü koruduğunu söyler ve dış ticaret tekelinin yumuşatılmasını isteyen Buharin’e karşı sert bir söylem kullanır: “…dış ticaret tekeliyle korunmadıkça Rusya’yı bir endüstri ülkesi yapamayacak bir rantçı, küçük burjuvazi ve yüksek köylü sınıfının bir savunucusu olarak davranıyor.” Lenin, bu küçük burjuvalara karşı yanında Troçki’yi bulur ve 15 Aralık’ta Troçki’ye yolladığı mektupta, onu Plenium’da savunmasını ister. Troçki aynı gün yolladığı

mektupla bunu kabul eder. Stalin’in “katılmadığım halde” diyerek onaylamak zorunda kaldığı dış ticaret tekeli onaylanır. Bu, Lenin ve Troçki’nin birlikte Stalin’e karşı kazanacakları son kavgaları olur. Ayrıca şunu da eklemek gerekir; Lenin 22 Aralık’ta şiddetli bir felç geçirir. Bu durumdan istifade ederek atadığı doktorlar aracılığıyla zaten dış ticaret tekeli konusunda yenilgisinin ardından bir fırsat kollayan Stalin, Lenin’e bilgi akışını minimuma indirecek ve parti mekanizmasına karışmasını engelleyecek bir karar çıkartır (24 Aralık 1922). Bu kararla Lenin hiçbir yazı kaleme alamayacak ve gazete dahi okumayacaktı. Fakat Lenin, dış ticaret tekeli konusunda kazandıkları zaferin ardından, Troçki ile ittifaklarının devam etmesi gerektiğine dair 21 Aralık’ta (felçten önce) bir mektup yazar ve Krupskaya bunu Troçki’ye iletir. Bunu öğrenen Stalin telefonla Krupskaya’yı arayıp ona küfürler yağdırır. Bunun üzerine Krupskaya Kamanev’e 23 Aralık’ta gönderdiği mektupla şikâyette bulunur ama Kamanev, -bundan sonra her

fırsatta olduğu gibi- Troçki’ye karşı saf almak adına acizliğini yineler ve bunu gündeme dahi getirmez. Bunu yaklaşık üç ay sonra öğrenen Lenin zaten Gürcü sorunu dolayısıyla arası açılan Stalin’e 5 Mart 1923’te ilişkilerini kestiğine dair mektup yollar.

Büyük Rus Şovenistlerine Karşı: Gürcü Sorunu

Lenin’in ölmeden önceki son ve en çetin kavgası, Çarlık’tan ayrılan azınlıkların Sovyet Rusya’ya katılmalarının şartları konusunda Stalin ile yaşadığı kavgaydı. 1918’den 1921’e kadar Menşevikler tarafından yönetilmiş olan Gürcistan’ı, 1918’de Sovyet sistemine geçmiş olan Ermenistan ve Azerbaycan biraraya getirmek için Transkafkasya Sovyet birliği kurulması üzerine Rus Sovyetleri Federasyonu (RSSFC) bir dizi girişimlerde bulunur ve 12 Mart 1922’de kurulur. Fakat bu birliğin en güçlü üyesi olan Gürcistan, kendi ulusunun Rus merkeziyetçiliği konusundaki (Çarlıktan beri gelen baskılar dolayısıyla)

“Büyük ulus denen ya da ezenler tarafından enternasyonalizm, yalnızca ulusların biçimsel eşitliğinin gözetilmesi değil, aynı zamanda gerçek hayatta var olan eşitsizliğin, ezen ulusun aleyhine çevrilmesi olarak anlaşılmalıdır. Bunu anlamayan ulusal soruna karşı gerçek proleter tavrını da kavramış değildir. … Ve Gürcistan sorunu düşünüldüğünde, son olayda, gerçek proleter tavrının büyük bir öngörü, düşüncelilik ve bizim için zorunluluk taşıyan bir durumda uzlaşmaya hazır olmak anlamına geldiğini gösteren tipik bir örnek yaşadığımız kanısındayım. Sorunun bu yönünü görmezlikten gelen (kendisi gerçek ve tam bir nasyonel sosyalist, hatta kaba bir Büyük Rus zorbası olduğu halde) dikkatsizce nasyonal sosyalizme ilişkin suçlamalar savuran bir Gürcü (Stalin -Gürcü asıllıydı-) özünde işçi sınıfı çıkarlarına zarar vermektedir.”

Page 21: Marksist Bakış 46. Sayı

teori.21

hassasiyetlerine uygun olarak RSSFC’ye, Transkafkasya’nın bir unsuru olarak değil, bağımsız bir üye olarak katılması gerektiğini ön koşul olarak sunar. Lenin de Transkafkasya federasyonu fikrinin doğru olduğu, ama bunun kurulması için acele edilmemesi gerektiği, ulusların kendi işçi sınıflarının istemlerinin göz önünde bulundurulması gerektiği konusunda daha 28 Kasım 1921’de Stalin’e nota göndermişti. Fakat o zamanlar azınlıklar konusunda görevlendirilen parti sekreterliği (Stalin liderliğinde) Gürcistan’ın bu koşulunu reddeder ve 24 Eylül 1922’de Stalin MYK’ya iletilmek üzere parti örgütlenme bürosuna mektup gönderir. Bu mektupta, Gürcistan ve diğer azınlıkların eğitim, haberleşme dışında her türlü karar mekanizmasının RSSFC elinde bulunması gerektiğini söyler. Lenin buna karşı çıkar ve ezilen ulusların birlik MYK’sında eşit bir şekilde temsil edilmesi gerektiğini söyler; ama parti örgütlenme bürosu Stalin’in önerisini kabul eder. Bunun üzerine Lenin Politbüro’ya 6 Ekim’de gönderdiği mektupla “egemen ulus şovenizmine karşı ölümüne bir savaş ilan ettiğini” söyler.

Stalin, bu milliyetçilik kavgasında ayak bağı oluşturan Gürcü komünistlerini (Mdivani önderliğindeki), hizaya getirmek için Örgütlenme Bürosu’nun yetkileriyle donattığı Orkinidze’yi Ekim 1922’de Gürcistan’a yollar. Orada Gürcü komünistlerine bir şef

gibi emir veren Orkinidze, onu eleştiren Kobakhidze’ye fiziksel şiddette bulunur. Bunun üzerine Mdivani ve diğer Gürcü liderler Lenin’e, parti sekreterliğinin foyasını açığa çıkarmak için gizli bir mektup gönderir ve sekreterliğin tutumunu protesto etmek için Gürcü KP’sinin 11 MK üyesinden 9’u istifa eder. Orkinidze, bu durumdan yararlanır ve MK’ya kendi adamlarını yerleştirir. 30 Aralık’ta da Gürcü komünistlerinin ve Lenin’in muhalefetine rağmen Rus liderliği altında Sovyetler Birliği kurulur. Lenin bu konuda, Stalin ve Orkinidze’nin tutumlarını incelemesi için bir komisyon atanmasını ister. Fakat komisyon Stalin tarafından atanır

ve tamamen Stalin’in Gürcüler karşısında takındığı milliyetçi tavrı onaylar; Gürcü komünistlerini mahkûm eder. Lenin, bu komisyonun tarafsız olmadığını söyler ve komisyonun taraflılığını ortaya koyması ve Stalin’in milliyetçiliğini mahkum etmesi için sekreteri Fotieva’yı görevlendirir.

Lenin, bu sıralarda yaklaşmakta olan 12. Parti Kongresi için hazırlanmaktaydı. Stalin ile orada hesaplaşmayı planlıyordu. Fakat yukarıda da bahsettiğimiz krizden sonra

Lenin’in parti kongresine katılamayacağı kesinleşir. Bunun üzerine Lenin; Stalin, bürokrasi ve şovenizm ile mücadelesini özetleyen ve kongreye bu tehlikeli durumla ilgili önerilerini içeren Kongre’ye Mektup’u kaleme alır. Lenin, 23 Aralık 1922’de kaleme almaya başladığı metinde, öncelikle Parti içinde bürokrasinin güçlenmesinin ve parti MK’sının yaşlı üyelerden oluşmasının genç işçilerin partiyle bütünleşmesi önünde bir engel teşkil ettiğini ifade eder. Lenin şöyle der: “Listenin en başına, Merkez Komite üye sayısının birkaç düzineye, hatta yüze çıkarılması konusunu alıyorum. Böyle

yapılmadıkça olayların tümü lehimize olmadığı sürece MK, büyük bir tehlike altındadır.” Aynı mektupta kabul edilecek işçilerin genç üyelerden oluşması gerektiğini söyler ve bunların MK üzerinde denetim sağlayacak şekilde uzman kadrosunda olması gerektiğini söyler. “Böylece” der, “oldukça kötü durumdaki yönetim aygıtımızı iyileştirmemize olanak sağlayacaktır.” Lenin mektubun bu ilk bölümünü bürokrasinin ve yönetim mekanizmasının neredeyse başı durumuna gelmiş olan Parti Sekreterliğine (Stalin’e) yollar. Fakat Stalin, kendi bürokratik aygıtına zarar getirecek bu önergeyi kongreye sunmaz. Böylece Lenin’in parti mekanizmasının hantallığı ve “kırtasiyeciliğine” karşı son savaşında sonuç alamaz.

Lenin, ayrıca mektuba, Parti’nin önde gelenlerinin bir tahlilini içeren ek yazdırır. Burada Stalin için “… genel sekreter olduktan sonra, elinde sınırsız yetki toplamış durumdadır ve onun bu yetkiyi her zaman yeterli özen ve dikkatle kullanabileceğinden emin değilim.” der. Aynı mektupta Troçki için “Kendisi belki de kişiliğiyle var olan merkez komitenin en yetenekli adamıdır.” der. Zinovyev ve Kamanev hakkında da olumsuz şeyler aktaran mektubun, Troçki’yi olumlaması ve diğer liderleri özellikle Stalin’i eleştirmesi dolayısıyla, o zamanlar Troçki’ye karşı bir troyka oluşturmaya çalışan Stalin, Kamanev ve Zinovyev tarafından kongrede okunması engellenir.

Lenin, mektubun geri kalanını ulusal

Lenin kongre yaklaşırken 5 Mart’ta bu mektupları Troçki’ye yollar ilk olarak ve ona bu görüşlerini savunması için rica eden bir mektup iliştirir. Bu mektupta da şöyle denilmektedir: “Bugün bu dava Stalin ve Dzerjinski’nin baskıcı ellerindedir ve onların tarafsızlığına güvenemem. Tam tersi. Bu davayı üstlenmeyi kabul ederseniz rahatlayabilirim.”

Page 22: Marksist Bakış 46. Sayı

sorun ve bu konuda Stalin ve Orkinidze ile yaşadığı anlaşmazlıklara ayırır. Lenin bu eki yukarıda da anlattığımız Gürcistan komünistlerinin tasfiyesi ve Gürcistan’ın zorla RSSFC’ye bağlanması üzerine kaleme alır. Öncelikle 30 Aralık’ta ilan edilen birlik için “Olaylar Orkinidze’nin fiziksel güç kullanmasını gerektirecek kadar tırmanmışsa, … bu otonomizasyon işi bütünüyle yanlış ve zamansızdı.” der. Ve bu konuda sorumlulara haykırır: “Bir birleşik devlet aygıtı gerekliydi deniliyor. Bu konudaki güvenin dayanağı ne idi? Bu güven çarlıktan devralıp biraz da Sovyet yağına buladığımız Rus devletçiliğinden gelmiyor mu?” Lenin, açıkça Stalin ve Orkinidze’yi Çarlık milliyetçiliğiyle suçluyor ve ekliyor: “Stalin’in herkesçe bilinen ‘milliyetçi sosyalizm’ kini ile birlikte aceleciliği ve salt yöneticilik sevdasının, bu noktada çok tehlikeli bir rolü olduğunu düşünüyorum.” Ayrıca Stalin’in işbirlikçileri için de “Milliyetçi sosyalistlerin suçunu araştırması için Kafkasya’ya giden Dzerjinski’nin de orada tam bir Rus kafa yapısıyla öne çıkmasından ve Orkinidze’nin tartaklama olayı yüzünden bütün komisyonun tarafsızlığının gölgelenmesinden şüpheleniyorum.”

Lenin, devamında ulusal sorun hakkında alınması gereken tavrı özetleyen bir yazı yazdırır. Burada, ezilen ve ezen ulus milliyetçiliğinin ayırt edilmesi gerektiğini ve tarih boyunca hep ezen bir ulus olan Rusya’nın önceki zorbalıklarının bedelini ödemek zorunda olduğunu belirtir: “Büyük ulus denen ya da ezenler tarafından enternasyonalizm, yalnızca ulusların biçimsel eşitliğinin gözetilmesi değil, aynı zamanda gerçek hayatta var olan eşitsizliğin, ezen ulusun aleyhine çevrilmesi olarak anlaşılmalıdır. Bunu anlamayan ulusal soruna karşı gerçek proleter tavrını da kavramış değildir. … Ve Gürcistan sorunu düşünüldüğünde, son olayda, gerçek proleter tavrının büyük bir öngörü, düşüncelilik ve bizim için zorunluluk taşıyan bir durumda uzlaşmaya hazır olmak anlamına geldiğini gösteren tipik bir örnek yaşadığımız kanısındayım. Sorunun bu yönünü görmezlikten gelen (kendisi gerçek ve tam bir nasyonel sosyalist, hatta kaba bir Büyük Rus zorbası olduğu halde) dikkatsizce nasyonal sosyalizme ilişkin suçlamalar savuran bir Gürcü (Stalin -Gürcü asıllıydı-) özünde işçi sınıfı çıkarlarına zarar vermektedir.” Daha sonra aynı makaleye bir ek yazdırır: “Yoldaş Orkinidze’ye ibret alınacak bir ceza verilmesi… ve bu gerçek Büyük Rus milliyetçiliği hareketinin tüm politik sorumluluğu, elbette ki Stalin ve Dzerjinski’ye yüklenmelidir.” Son olarak 4 Ocak günü bu uzun mektubuna şu kısmı ekler ve Stalin’in

görevinden alınmasını ister: “Stalin kaba biridir ve bizim aramızda kabul edilebilir olmasına karşın, bu kusur bir genel sekreterde bağışlanamaz. Bu nedenle yoldaşların, Stalin’i bu görevden almanın… bir yolunu bulmalarını öneriyorum.” Bu ifadelerle 22 Aralık 1922’de yazmaya başladığı ve 4 Ocak’ta bitirdiği 14 mektuptan oluşan Kongre’ye Mektup’u sonlandırır. Ayrıca sekreterlerine kongre için Dzerjinski komisyonunun raporunu sert bir dille eleştiren, uzun tahlillerle bu raporun geçersiz ve taraflı olduğunu, sorumluların derhal cezalandırılması gerektiğini belirten bir rapor yazdırır (3 Mart 1923).

Lenin kongre yaklaşırken 5 Mart’ta bu mektupları Troçki’ye yollar ilk olarak ve ona bu görüşlerini savunması için rica eden bir mektup iliştirir. Bu mektupta da şöyle denilmektedir: “Bugün bu dava Stalin ve Dzerjinski’nin baskıcı ellerindedir ve onların tarafsızlığın güvenemem. Tam tersi. Bu davayı üstlenmeyi kabul ederseniz rahatlayabilirim.” Troçki bunu kabul eder ve parti kongresi için bir söylev hazırlar. Lenin’in sekreteri Fotieva, Lenin’in bu söyleve verdiği önemi anlatan ve broşür olarak bastırılmasını -ki bastırılır- istediğini belirten ve bu davada Lenin’in güvendiği adam olarak Troçki’nin yanında yer alması için Kamanev’e mektup yollar (16 Nisan 1923). Fakat Kamanev, Lenin ve Troçki’nin ortak pozisyonunu savunmayı bırakın, Politbüro’da bu mektupların okunmaması için Stalin’in yanında yer alır.

Lenin, bu amansız mücadelesini sürdürürken, 10 Mart 1923’te yeniden bir felç geçirir ve bir daha politik hayatına devam edemez. 4 Ocak 1924’te de hayatını kaybeder.

Stalin, 12. Parti kongresinde zaferine ulaşır: “Büyük Rus işçi sınıfının eski ezilen uluslar karşısında eşit olmayan bir konuma getirecek” olan Lenin’in teorisine karşı uyarıda bulunur. Lenin’in Kongre’ye Mektup’u ve Dzerjinski hakkındaki raporu okunmaz. Mdivani ve diğer Gürcü komünistler “milliyetçi sapma” ile suçlanır. Ukrayna Sovyet Başkanı Rakovski, komiserliklerin onda dokuzunun ulusal cumhuriyetlere bırakılmasını ister, o da reddedilir. Böylece Kongre, Lenin’in “Büyük Rus zorba” olarak nitelediği Stalin’in zaferiyle sonuçlanır.

Not: Sözü geçen tüm mektup, söylev, nota ve konuşmalar, Kruşçev döneminde meydana çıkarılmış olup, Lenin’in Toplu Eserleri’nin 33, 36, 42 ve 45. ciltlerinde dağınık bir şekilde yer almaktadır. Bu yazıda, bahsi geçen tüm konuşmalar ve yazıldıkları tarihler için; bu konuşmaları Toplu Eserlerin 1970 İngilizce çevirisinden derleyen Öteki Yayınları’nın “Lenin’in Son Kavgası” adlı kitabına bakınız.

22.teori

Stalin, 12. Parti kongresinde zaferine ulaşır: “Büyük Rus işçi sınıfının eski ezilen uluslar karşısında eşit olmayan bir konuma getirecek” olan Lenin’in teorisine karşı uyarıda bulunur. Lenin’in Kongre’ye Mektup’u ve Dzerjinski hakkındaki raporu okunmaz. Mdivani ve diğer Gürcü komünistler “milliyetçi sapma” ile suçlanır. Ukrayna Sovyet Başkanı Rakovski, komiserliklerin onda dokuzunun ulusal cumhuriyetlere bırakılmasını ister, o da reddedilir. Böylece Kongre, Lenin’in “Büyük Rus zorba” olarak nitelediği Stalin’in zaferiyle sonuçlanır.

Page 23: Marksist Bakış 46. Sayı

güncel.23

13 Şubat Boykotunun Gösterdikleri

AKP, yeni bir rejim yaratmanın peşinde.

Bin odalık sarayında oturan bir başkan ve

saraydan yağdırılan emirlerle baştan uca

yönetilen bir ülke… Tayyip Erdoğan bu hayalle

yanıp tutuşmakta. Yeni rejimle bir yandan

milyonlarca emekçi, bu saray erbabı ve

patronları için yok pahasına çalıştırılıp diğer

yandan her türlü muhalefet hakkından da

mahrum edilmek isteniyor. Bu rejimi kurmak,

daha önce de Erdoğan’ın açıkça belirttiği

üzere dindar-kindar bir nesil yetiştirmek ve

muhafazakâr bir toplum yaratmak için AKP

gözünü eğitime dikmiş durumda.

13 Şubat Cuma günü AKP’nin imam hatip liseleri dayatmasına, ırkçı, mezhepçi ve dinci eğitim müfredatına ve piyasacı eğitimine karşı Alevi örgütleri ve Eğitim-Sen’in örgütlediği eğitim boykotu gerçekleşti. Öğretmenler grevde, öğrenciler boykottaydı. Ancak baskılar ve tutuklamalar boykottan önce başladı. 11 Şubat günü İzmir’de boykot örgütlenmesinde ismi öne çıkan Birleşik Haziran Hareketi'nin mensuplarından Onur Kılıç; Onur Kılıç’ın tutuklanmasını Edirne’de protesto eden Kadir Yavaş, ardından Manisa Akhisar’dan Şafak Kurt aynı iddiayla gözaltına alınıp tutuklandı. İzmir, Edirne, Manisa derken İstanbul, Kocaeli ve Gebze’de de gözaltılar devam etti. Böylece AKP’nin İç Güvenlik Paketi daha

meclisten geçmeden hayatımızın ortasına düşmüş oldu! Gözaltı ve tutuklamalar şimdiden paketin ileride toplumsal muhalefete etkisi konusunda sinyallerini verdi. Bu, AKP açısından kitlelere karşı verilmiş bir gözdağı oldu aynı zamanda. Sınırsız yetkilerle donatacağı polis gücüyle Tayyip Erdoğan kitlelere parmak sallıyor. Zira tutuklamaların göstermiş olduğu üzere paketin içeriğini uygulamak için meclisten geçirmeye ihtiyacı da yok. AKP’nin yıldırma girişimlerine karşın ülkenin pek çok yerinde gerçekleştirilen boykot, başarıyla ve kitlesel bir katılımla uygulandı.

Haziran’da AKP’ye uzunca bir süre korkulu rüyalar gördüren bu toplumsal

enerji, dizginsiz polis terörü ve siyasi alternatifsizlik nedeniyle zamanla sokaktan geri çekilmişti. Berkin Elvan’ın cenazesi ve Soma’da gerçekleşen katliam gibi yakıcı gündemlerin ardından bu gücün tekrar biraraya gelebileceğini görmüştük. Geçtiğimiz günlerde örgütlenen bu boykotla solun güçlü olduğu yerlerde Gezi dinamiği yeniden kendisini gösterdi. Tam da ihtiyaç duyulduğu üzere somut bir taleple birlikte, ortak yürütülen bu kampanya geniş kesimlerde karşılık buldu ve desteklendi. Ankara’da Alevi halkın yoğun olarak yaşadığı Tuzluçayır, Batıkent, İncirli ve Dikmen’de boykota kitlesel bir katılım oldu. Sadece Ankara ve İstanbul gibi metropollerle sınırlı kalınmayıp Türkiye’nin dört bir

Ezgi YILMAZ

Page 24: Marksist Bakış 46. Sayı

24.güncel

tarafında; Hatay, Van, Çanakkale, Artvin , Kastamonu, Samsun, İzmir’de boykot ve eylemler gerçekleşti. Tüm engellemelere, polis saldırılarına karşın AKP’ye karşı birikmiş öfke kendini her yerde gösterdi.

İşte tam da bu noktada daha önce de vurguladığımız yere dönüş yapıyoruz. AKP’nin karşısında ayağa kalkan bu muhalefeti girdiği bu krizden kurtarmak ve devrimci kanallara aktarmak için sosyalist solun üzerine düşen görevler var. AKP’yi durdurmak için gerekli olan devrimci özneyi yaratmak öncelikle önümüzde duran görev. Ancak hali hazırda da Gezi direnişini krize sokan nokta, bu nokta. Böylesi bir özneyi yaratmak elbette ki kolay değil ve kısa zamanda olmasını da beklemiyoruz. Bu hedefi gerçekleştirmek için kısa vadede pratik ve etkili adımlar atmak durumundayız. Gerçekleştirilen boykot bu yüzden önemli ve dikkate alınmaya değer. Çünkü sol; en çok birliktelikten ve ortak mücadeleden sınıfta kalıyor. Yıllarca kimsenin üzerinde anlaşamadığı kavramlar üzerinden sözde asgari müşterek bir hat sağlayarak programatik birliktelikler kurmak yerine, halkın somut talepleri üzerinden birleşip mücadeleyi örmek bugün birleşik mücadelede duyulan en temel ihtiyaçtır. Soyut örgütlenme çağrılarını bir kenara bırakıp, kitlelerin kendi taleplerini dillendiren somut kampanyalar örmek ve sistemdeki çatlağı derinleştirmek öncelikli bir görev olarak önümüzde duruyor. Kampanyalarda biber gazının yasaklanması, polis terörünün sonlandırılması, taşeronlaştırmanın yasaklanması ve özelleştirmelerin iptal edilmesi, iç güvenlik paketinin iptali gibi temel talepler ele alınabilir. Somut siyasi talepler Türkiye gündemine müdahil olmayı ve Gezi direnişinde sokaklarda direnen

kitlelerin de böylelikle politik çalışmanın içinde yer almasını sağlayacaktır.

Ancak eski alışkanlıklara takılıp kalmayıp, yöntemsel değişikliklere giderek başarıya ulaşılabilir. Eski ritüelleri tekrar tekrar deneyip farklı sonuçlar vermesini beklemek çok da akıllıca bir yöntem olmayacaktır. Bu noktada Gezi ruhunu canlandırmak adına kitleleri devamlı sokağa yönlendirip polisle çatışmaya çağıranları da atlamamak, bir çift laf söylemek gerekir elbette. Sol, sokak konusunda tarihsel bir deneyim ve militan bir geçmişe sahip. Yani dersin en çok çalışılan kısmı. Bu yüzdendir ki bütün örgütlenmesini, kitlelerin politizasyonunu, tüm stratejilerini ve birlikteliklerini bildiği yerden kuruyor. Ancak tarihin sınavında tüm sorular buradan çıkmayacak ve sol kolaycılık yapmaya devam ettiği müddetçe bu sınavdan kalması kaçınılmazdır. Kaldı ki sol eylemlerde ortaklaşmayı zaten başarıyor. Ancak bunun yeterli olmadığı ortada. Her şey bir yana sosyalist solun bu tavrı büyük bir tehlikeyi de bünyesinde barındırıyor. Polis terörünün her geçen gün dozu artarken eylemler ve katılımcılar

gittikçe azalıyor. Bu tavır Gezi direnişinde solla kitleler arasındaki kapanan makasın yeniden açılması demek. Bu nedenle ezberden devam etmekten vazgeçip yeni kanallara yönelmek bir zaruriyet.

AKP, Türkiye’de kapitalizmin yürütücülüğünü yapmakta ve bu uğurda emekçilere, kadınlara, doğaya, gençlere, hak ve hürriyetlere ve bütün azınlık halklara savaş açmış vaziyette. Bunları herkesin bildiğini görüyoruz ancak AKP’ye karşı izlenecek yol konusunda sosyalist sol artık bu kafa karışıklığından kendini kurtarıp kitlelerin nabzını yakalayarak AKP karşıtlığı üzerinden bir alternatif yaratıp, siyasete yerinde ve zamanın yapılan müdahalelerle etkili çalışmalar yürütmeli ve yığınlar için bir çekim noktası oluşturmalıdır. AKP’nin geriletilmesi bu yolla mümkün olacaktır. Bir kere daha söylemek gerekirse boykot ortak yürütülen somut bir çalışmanın kitleler nezdinde karşılık bulduğunu ve daha disiplinli ve geniş çevrelerce gerçekleştirildiğinde sosyalist solun başarılı olabileceğini açıkça ortaya koymuştur.

Page 25: Marksist Bakış 46. Sayı

güncel.25

İŞÇİ SINIFINDAN GELEN SESLER

AKP ve Erdoğan, Yeni Türkiye inşa sürecinde karşılarına çıkabilecek en ufak itirazlardan, aykırı seslerden dahi tedirgin oluyor; başkanlık sistemine giderken son adım olan seçim öncesinde toplumsal muhalefeti her alanda bastırabilmek adına elinden geleni ardına koymuyor. Peki, sandıktan gelen sonucu devrim sayan, “harikalar diyarı” kaçak-sarayında verdiği emirlerle, yaptığı açıklamalarla başkanlığını şimdiden ilan eden Erdoğan, neden bu kadar korkuyor? Sıkıştırılan pistonun buhar basıncıyla fırlaması gibi, en yüksek ses en çok bastırmaya, sindirmeye çalıştığı kesimlerden geliyor da ondan. En çok da, her geçen gün artan sömürü politikalarına boyun eğmeyen örgütlü işçi sınıfından korkuyor. 13 yıllık AKP iktidarının, Tekel’den Greif’e oradan Yatağan’a ve daha nice işçi direnişlerinde örgütlü işçi sınıfından ne kadar korktuğunu defalarca gördük. Geçtiğimiz günlerde, DİSK’in, Birleşik Metal-İş sendikasına bağlı 15 bin metal işçisinin aldığı grev kararı ve bundan sonra yaşanan süreç, bu tabloyu bir kez daha gözler önüne sermesi açısından büyük önem taşıyor.

Metal Ýþçilerinin Grevi

Metal işçileri uzunca bir süredir MESS (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası) dayatmalarına karşı mücadele veriyor. Metal işçileri bundan önce 1990 ve 2011 yılında iki kez greve çıkmıştı. En son TİS (Toplu İş Sözleşmesi) sürecinde MESS; kraldan çok kralcı, işçiyi değil patronu gözeten konfederasyonlar Türk-İş ve Hak-İş’e bağlı Türk Metal Sendikası ve Çelik-İş sendikasıyla anlaşmasına rağmen Birleşik Metal-İş sendikası greve çıkma kararı aldı. Peki, metal işçilerine bu kararı aldıran MESS dayatmaları neler? MESS, aynı işi yapan işçiler arasındaki ücret farklarının kapanmasını istemiyor; metal işkolunda çalışan ve en düşük çıplak ücreti 866 lira olan işçi sayısı toplam çalışan işçi sayısının yüzde 60’ını oluşturuyor. MESS bu işçilere net 100 lira artış öneriyor. Çünkü işçileri ayrıştıracak bir neden elde etmiş oluyor. Aynı zamanda da ucuz işçilik sistemini kalıcılaştırmak, toplu iş sözleşmelerini etkisiz kılmak için düşük ücret artışlarına ek olarak 3 yıllık sözleşme öneriyor. Buna bağlı olarak Birleşik Metal-İş’e bağlı 22 işyerinde ve 10 ilde 15 bin metal işçisi MESS ile toplu sözleşme sürecinde anlaşma sağlanamaması üzerine 29 Ocak Perşembe günü greve çıkma kararı aldı. Grevin üzerinden bir gün geçmeden hükümet, Bakanlar Kurulu kararıyla “milli güvenliği bozucu nitelikte olduğu” bahanesiyle 60 gün süreyle grevi erteledi. Sokaklarda gencecik insanları katleden polisler, ağır sömürü koşulları altında katledilen binlerce işçinin faili patronlar herhangi bir güvenlik açığı oluşturmuyor, ama AKP’nin ve kokuşmuş sistemin her gün işçiyi katleden politikalarına, düzenin çarkına çomak sokan, sadece kendi hakları için değil bütün işçi sınıfı adına sesini yükselten işçiler güvenliği tehdit ediyor. Kimin güvenliğinden bahsedildiği bu tabloda aşikar oluyor. Üstelik bu, AKP diktatörlüğünün etkisinden korkup yasakladığı ilk grev de değil. 12 Eylül yasalarının bir ürünü olan grev

ertelemesini, AKP hükümeti, patronların çıkarlarını korumak için daha önce de 7 kez kullanmıştı. İlk olarak 2003 yılında Petrol-İş’in Petlas Grevi, yine aynı yıl içinde Şişecam işçilerinin grevi de ertelendi. Üstüne üstlük grev erteleme mahkeme kararıyla durdurulduğunda “milli güvenliği bozucu” ibaresinin yanına bu kez de “genel sağlığı bozucu” ifadesi ekleniyor. Şişecam işçilerinin grevi geçen sene de yine aynı bahaneyle ertelenmişti. 2004’te DİSK’e bağlı Lastik-İş’in Goodyear, Türk Pirelli ve Brisa Lastik fabrikalarında ve 2005’te Türkiye Maden-İş’in Erdemir Madencilik’te alınan grev kararı da ertelendi. Aslında bu sürecin erteleme değil fiili olarak yasaklama olduğunu görmek gerekiyor. Grevin “ertelendiği” 60 gün boyunca işçilerden kendilerine dayatılan ağır sömürü koşullarında işverenle anlaşmaları bekleniyor. Eğer bu süreç zarfında anlaşma sağlanamazsa

Gökçe Þentürk

En son TİS (Toplu İş Sözleşmesi) sürecinde MESS; kraldan çok kralcı, işçiyi değil patronu gözeten konfederasyonlar Türk-İş ve Hak-İş’e bağlı Türk Metal Sendikası ve Çelik-İş sendikasıyla anlaşmasına rağmen Birleşik Metal-İş sendikası greve çıkma kararı aldı. Peki, metal işçilerine bu kararı aldıran MESS dayatmaları neler? MESS, aynı işi yapan işçiler arasındaki ücret farklarının kapanmasını istemiyor; metal işkolunda çalışan ve en düşük çıplak ücreti 866 lira olan işçi sayısı toplam çalışan işçi sayısının yüzde 60’ını oluşturuyor. MESS bu işçilere net 100 lira artış öneriyor. Çünkü işçileri ayrıştıracak bir neden elde etmiş oluyor. Aynı zamanda da ucuz işçilik sistemini kalıcılaştırmak, toplu iş sözleşmelerini etkisiz kılmak için düşük ücret artışlarına ek olarak 3 yıllık sözleşme öneriyor.

Page 26: Marksist Bakış 46. Sayı

26.güncel

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, üyeleri hükümet tarafından atanan Yüksek Hakem Kurulu’na başvurarak anlaşmayı sağlıyor. Ama ne anlaşma(!) son gelinen süreçte sendika tarafından “yürütmenin durdurulması” istemiyle açılan davada Danıştay Başbakanlık’tan savunma istedi. Danıştay 10. Dairesi, 09.02.2015 tarihli ara kararında Başbakanlıktan “Davacı sendika tarafından uygulanmakta olan ve uygulamaya konulacak grevlerin ‘milli güvenliği bozucu nitelikte olduğunun nasıl ve ne şekilde belirlendiği, milli güvenliği bozucu hususların neler olduğunun açık ve tereddüte yer bırakmayacak şekilde açıklanmasının istenmesine” karar verdi. Grev yasağının ertesinde birkaç fabrikada işgal tarzı direnişler başlamıştı. 4 işletme, grev başlamadan önce MESS’ten ayrı davranarak toplu sözleşme için anlaşmıştı. MESS, grevin sürmesi halinde bu işyerlerinin sayısının artacağından kaygılıydı; AKP hükümeti de bu büyük grevin başarıyla sonuçlanmasının başka sektörlerdeki emekçilerin de sesini yükselteceğinden, direnişin tetikleneceğinden. 15 bin işçinin katılacağı ve kısa sürede başarıyla sonuçlanması büyük ihtimal olan bir grevin Türkiye işçi sınıfı hanesine bir kazanım olarak yazılacağı ve yeni grevlere kapı açacağı düşünüldüğünde patronların ve onların iktidarının korkusu yersiz değil.

Lastik Ýþçilerinin Zaferi

AKP’nin uyguladığı politikalar sonucunda ülkenin bir “taşeron cumhuriyetine” dönüştüğü, 1.5 milyon taşeron işçiden bahsedilen bir dönemde DİSK’e bağlı Lastik-İş sendikası üyesi işçiler taşeronun son bulması için yürüttükleri mücadele sonucunda çok önemli bir kazanım elde ettiler. Lastik-İş Sendikası ile Kocaeli ve Sakarya’daki lastik fabrikaları arasında taşeron işçilerin kadroya alınması için yürütülen mücadele sonucu 1250 işçi kadroya alındı, en düşük işçi maaşı 1750 lira oldu. Goodyear, Pirelli ve Brisa’da çalışan taşeron işçiler Kasım ayından beri sürdürdükleri mücadelede sonuca ulaştılar. Buna göre söz konusu fabrikalarda taşeron olarak çalışan bütün işçiler 1 Ocak 2015 tarihinden itibaren kadroya alındı, böylece lastik iş kolunda 50’ye yakın taşeron firma kapatıldı, bu firmalarda çalışan 1250 işçi ana işyerinin kadrosuna alındı. Ayrıca bütün işçilere sosyal yardımlar kapsamında; bir günlük prim, gece zammı, devam primi, izin harçlığı, bayram harçlığı, yakacak, öğrenim, çocuk-aile, ayakkabı, yemek, evlenme, doğum, ölüm ve maluliyet yardımı yapılacak. Diğer kazanımların yanında taşeron işçilerin kadro kazanımı sendikal mücadele adına atılmış, çok önemli bir adımdır. İşçileri taşeronlaştırarak adeta köleleştiren, örgütlü mücadele etmek dahil bütün haklarını yok sayan düzene karşı lastik işçilerinin elde ettiği

başarı taşeronla mücadele konusunda daha net ve keskin adımlar atılması gerektiğinin bir göstergesidir.

Soma’da Son Durum

Soma’da katliamın üzerinden neredeyse bir yıl geçmesine rağmen katledilen işçilerin hesabını sormak şöyle dursun yaşanan acı tabloya her gün yeni bir parça ekleniyor. En ağır cezaları hak eden patronlara ve yetkililere yaptırım dahi uygulanmayıp Soma A.Ş’ye milyonlarca lira yardım yapılırken, 3 bin işçiye hala tazminatları dahi ödenmedi. Tazminatı ödenmeyen işçilerin bir kısmı katliamda hayatını kaybeden işçiler. Kalan işçilerin büyük çoğunluğu ise hayatını kazanmak adına her gün cehenneme girmeyi kabul etmelerine rağmen işten atılmış ve bu kendilerine mesaj yoluyla bildirilmişti. İşçiler bu koşullarda seslerini duyurabilmek adına Ankara’ya gelerek meclis önünde bir eylem gerçekleştirdiler.

AKP her geçen gün işçiler üzerindeki baskı ve sömürü politikalarını artırıyor, özelleştirme ve taşeronlaştırmayla işçileri köleleştiriyor. Çünkü sınıf bilinciyle hareket ettiklerinde patronların da, arkasını patronlara dayayan iktidarının da çanına ot tıkayacaklarını biliyor. AKP ve diktatörün mutlak otoritesini kurmak adına her alanda oluşturduğu baskıyı ancak örgütlü işçi sınıfı, tabandan yaptığı basınçla parçalayabilir.

Goodyear, Pirelli ve Brisa’da çalışan taşeron işçiler Kasım ayından beri sürdürdükleri mücadelede sonuca ulaştılar. Buna göre söz konusu fabrikalarda taşeron olarak çalışan bütün işçiler 1 Ocak 2015 tarihinden itibaren kadroya alındı, böylece lastik iş kolunda 50’ye yakın taşeron firma kapatıldı, bu firmalarda çalışan 1250 işçi ana işyerinin kadrosuna alındı. Ayrıca bütün işçilere sosyal yardımlar kapsamında; bir günlük prim, gece zammı, devam primi, izin harçlığı, bayram harçlığı, yakacak, öğrenim, çocuk-aile, ayakkabı, yemek, evlenme, doğum, ölüm ve maluliyet yardımı yapılacak.

Page 27: Marksist Bakış 46. Sayı

tarih.27

1) 27 Mayıs’tan 12 Eylül’e

A) 1961 AnayasasıKonumuz olan yasalar bakımından bir önceki yazıda incelediğimiz CHP’nin tek parti iktidarı ve ardından gelen baskıcı DP iktidarı boyunca işçi hareketleri ve sosyalist örgütlenme açısından karanlık bir dönemden geçilmişti. CHP’nin işçi kitlelerini kontrolü altında ve pasif tutma çabalarını eleştiren ve grev hakkını tanıyacağını iddia ederek iktidara gelen DP, iktidarı ele geçirmesinin hemen ardından CHP ile aynı konuma düşmüştü.

Böyle bir dönemin sonucunda ortaya çıkan ve 27 Mayıs’ın bir ürünü olan 1961 Anayasası, Türkiye işçi sınıfının mücadelesinde önemli bir dönüm noktası oldu. İşçi örgütlenmelerine (ve sosyalist harekete) kısmi özgürlükler getirmiş olan bu dönemde çalışma, toplu sözleşme, örgütlenme, gösteri, basın vs. konularda çeşitli hakların anayasal düzlemde kabul edilmiş olduğunu görüyoruz. Anayasanın 46. maddesi şöyle demektedir:

“İşçiler ve işverenler, önceden izin almaksızın sendikalar ve sendika birlikleri kurma, bunlara serbestçe üye olma hakkına sahiptirler. Bu hakların kullanılışında uyulacak şekil ve usuller kanunda gösterilir.”

Görüldüğü üzere madde, sendika kurma ve sendikaya üye olma konusunda bir serbestlik getirmiştir. Ancak yanılgıya yer bırakmadan ekleyelim ki madde metninin hemen devamında yer alan “Kanun,

Devletin ülkesi ve milletiyle bütünlüğünün, millî güvenliğin, kamu düzeninin ve genel ahlâkın korunması maksadıyla sınırlar koyabilir.” hükmü, bu serbestliğin, burjuvazinin elindeki siyasi iktidar tarafından, bu iktidarın bekası lehine sınırlanabileceğini göstermekte. Sıklıkla yapılan bir hatayı göz önünde bulunduracak olursak; 61 Anayasa’sının demokratik açılımları sadece ordunun tepeden inme olarak yarattığı bir iktidar hediyesi değil, aksine dönemin yükselen sınıf mücadelesi ile bağlantılı olarak kazanılmış haklardır.

Anayasanın 47. maddesi ise, sendika hakkının peşi sıra, CHP ve DP döneminin en çok tartışılan konusu olan grevin ve toplu sözleşmenin bir hak olduğunu dile getiriyor:

“İşçiler, işverenlerle olan münasebetlerinde, iktisadi ve sosyal durumlarını korumak veya düzeltme amacıyla toplu sözleşme ve grev yapma hakkına sahiptir.”

Toplu sözleşme ve grev hakları anayasa tarafından prensipte kabul edilirken, detayları ve uygulaması için yine ileride çıkarılacak olan kanunlara atıf yapmakta. Oysa anayasal hak statüsüne kavuşan grevin düzenlenmesi, 27 Mayıs iktidarı Milli Birlik Komitesi tarafından bir türlü gündem edilemezken, iş yine başa düşmüş ve bu savsaklamanın çözümü işçi sınıfının masaya yumruğunu koymasına bakmıştır. Sonuçta, toplu sözleşme ve grev haklarını düzenleyen kanunların çıkarılması, kitlesel işçi mücadelelerinin bir sonucu olarak gerçekleşmiştir. İlkin fabrika yerellerinde çeşitli eylemlerle,

Osmanlı’da Cumhuriyet’e Ýþçi, Grev ve Sendika

Yasaları – 3*Engin Kara

Osmanlı’dan Cumhuriyet’e Ýþçi, Grev ve Sendika

Yasaları – 3*Engin Kara

Page 28: Marksist Bakış 46. Sayı

28.tarih

gerekli düzenlemelerin yapılması yolunda uyarılar verilmiştir. Bu konuda en önemli eylemlerin biri, 31 Aralık 1961’deki 150 bine yakın katılım sağlanan Saraçhane Mitingi oldu. İşçiler bu mitingde sendika ve grev hakkının tanınmasını, dönemin ruhuna göre epey yüksek bir sesle haykırmış oldu. Bir diğer önemli eylem ise 1963’te sendika ve toplu sözleşme, grev kanunlarının mecliste görüşüldüğü sırada Kavel Kablo işçilerinin gerçekleştirdiği grev oldu. Tam da grev hakkının görüşüldüğü anda yapılan bu direniş, yasadışı olması gerekçesiyle kovuşturmaya uğradı ve işçilerden bir kısmına tutuklama talepli davalar açıldı. Ancak yaratılan mücadele rüzgârının etkisiyle, egemen sınıf geri adım atmak zorunda kaldı ve tarihe “Kavel Maddesi” olarak geçen, grev kanununa eklenen geçici 3. madde ile Kavel işçileri ceza almaktan kurtuldu.

Ülke tarihinin en geniş “özgürlüklerini” tanıdığı söylenen 61 Anayasası dönemindeki hareket alanları bile, görüldüğü gibi, ancak sınıf mücadelesinin zorlamasıyla açılabilmiştir. 61 Anayasası, darbecilerin, o dönem için ihtiyacını duydukları toplumsal meşruiyetin kazanılması amacına hizmet ederken, bu durum burjuvazinin işçi sınıfına ve toplumsal muhalefetin diğer kesimlerine dikensiz gül bahçesi yarattığı anlamına gelmiyordu.**

İşçi sınıfı açısından hal böyleyken, egemen sınıf için 61 Anayasası bu haliyle oldukça

“bol”du. 60’lar boyunca işçi hareketi her güçlendiğinde, toplumsal muhalefet her atılım yakaladığında, sermayenin çeşitli kanatlarından bu geniş hakların daraltılmasına yönelik sistematik çağrılar ve dayatmalar ortaya çıktı. 12 Mart ile belli ölçülerde sınırlanmaya çalışılan bu anayasa ve kanunlar, nihai olarak 12 Eylül’le birlikte, burjuvazinin hayalindeki görünüme ulaşabilecekti.

B) 274 Sayılı Sendikalar Kanunu (SK), 15 Temmuz 1963Anayasanın uyulacak şekil ve usullerini kanuna bıraktığı sendika ve grev hakları, sonunda, 1963 Temmuz’unda kanunla düzenlenebilmiştir. SK’nun 1. maddesi sendikaların kurulmasının serbest olduğunu

belirtirken, 9. maddenin ilk fıkrası “işçi sendikaları, aynı işyerinde veya aynı işkolundaki işyerlerinde çalışan işçileri veyahut birbirleriyle ilgili işkollarında çalışan işçileri içine alır” diyerek sendikal örgütlenmenin kapsamını da (en azından ardıllarına göre) geniş tutmuştur. 10. madde ise anayasanın sayılan çeşitli hükümlerine aykırı faaliyet yürütmemek kaydıyla sendikaların, uluslararası birliklere katılabileceğini söylemektedir. 14. maddede sayılan sendika faaliyetleri arasında iş uyuşmazlığı çıkarmak, toplu iş sözleşmesi akdetmek, greve karar vermek ve grevi idare etmek, eğitim çalışmaları gerçekleştirmek gibi başlıklar yer almaktadır. Yasada geçen önemli bir yasak ise siyasi faaliyet ve siyasi partiler ile temas içerisinde bulunmanın yasaklanmasıdır. 1952 yılında kurulan ve her daim siyasi iktidar ile yakın durmuş olan Türk-İş’in varlığında, sendikalara siyasi yasak koymak, sosyalist hareketler ile işçi kitleleri arasında oluşacak olan bağın önüne geçmeyi amaçlamaktadır.

C) 275 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Lokavt Kanunu (TİSGLK), 15 Temmuz 1963SK ile aynı gün yasalaşan TİSGLK, bahsettiğimiz üzere Milli Birlik Komitesi’nin düzenlemeleri yapmaya bir türlü yanaşmamasına rağmen, işçi sınıfının bu hakları talep etmedeki kararlılığı üzerine ortaya çıkabilmiştir. Toplu sözleşme ve grev hakkı, ilk defa olarak bu kanunla kabul edilmiş ve düzenlenmiştir. Yasanın 7. maddesi şöyledir:

“Bir işkolunda çalışan işçilerin çoğunluğunu temsil eden işçi federasyonu (veya işkolu esasına göre kurulmuş işçi sendikası) o işkolundaki işyerlerini kapsayan toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkilidir.

Bir veya birden fazla işyerinde çalışan işçilerin çoğunluğunu temsil eden sendika, o işyeri ve işyerleri için toplu iş sözleşmesi yapmaya yetkilidir.”

Takip eden maddelerde toplu iş sözleşmesi

Tam da grev hakkının görüşüldüğü anda yapılan bu direniş, yasadışı olması gerekçesiyle kovuşturmaya uğradı ve işçilerden bir kısmına tutuklama talepli davalar açıldı. Ancak yaratılan mücadele rüzgârının etkisiyle, egemen sınıf geri adım atmak zorunda kaldı ve tarihe “Kavel Maddesi” olarak geçen, grev kanununa eklenen geçici 3. madde ile Kavel işçileri ceza almaktan kurtuldu.

Page 29: Marksist Bakış 46. Sayı

tarih.29

sürecindeki çeşitli aşamalar düzenlenmiştir.

17. maddede “işçilerin, topluca çalışmamak suretiyle bir iş kolunda veya işyerinde faaliyeti durdurmak veya işin niteliğine göre önemli ölçüde aksatmak amacıyla aralarında anlaşarak veyahut bir teşekkülün (sendikanın) aynı amaçla topluca çalışmamaları için verdiği bir karara uyarak işi bırakmalarına grev denir” şeklinde bir grev tanımlanması yapılmıştır. Aynı maddede işçilerin işverenle olan ilişkilerinde iktisadi ve sosyal durumlarını korumak ve düzeltmek amacıyla ve bu kanun hükümlerine uygun olarak yapılan grevler “kanuni grev”; bu amacın dışında veya bu kanun hükümlerine uyulmaksızın yapılan greve “kanun dışı grev” denmiştir.

TİSGLK’nın 20. maddesi grevin yasak olduğu dönem ve işyerlerini saymıştır. Bunların en önemlileri kamu tüzel kişilerince veya kamu iktisadi teşebbüslerince yerine getirilen su, elektrik ve havagazı istihsal (üretim) ve dağıtımı işleri; seyir halindeki hava, deniz ve karayolu ulaşımı; eğitim ve öğretim kurumlarıdır. Sıkıyönetim dönem ve bölgelerinde ise, sıkıyönetim komutanlığının grev yetkisini süreli ve süresiz olarak askıya alabileceği, eğer yapılacaksa da izne tabi

olacağı belirtilmiştir.

“Madde 29: 1. Kanun dışı grev yapılması halinde, işveren, böyle bir grevin yapılması kararına katılan, böyle bir grevin yapılmasını teşvik eden, böyle bir greve katılan veyahut devam eden veya böyle bir greve katılmaya veyahut devamına teşvik eden işçilerin hizmet akitlerini, feshin ihbarına lüzum olmaksızın ve herhangi bir tazminat ödemeye mecbur bulunmaksızın feshedebilir.”

Bu madde ile işçilerin olası hukuki engellemelere rağmen fiili olarak greve çıkarak haklarını savunması engellenmek istenmiş, kanuna aykırı olarak addedilebilecek greve karar veren ve katılanlar hakkında ihbarsız-tazminatsız işten çıkarma hükmü getirilmiştir.

D) 12 Mart DönemiSermaye grupları her fırsatta 61 Anayasası’nın “bol” olduğundan yakınıyordu. Sermayeyi ürküten bu bolluk, işçi hareketinin ise görünürleşmesine fırsat tanımış, 60’lar boyunca sınıf mücadelesi adım adım yükselmişti. TİP’in kurulması, 1965 seçimlerinde TİP’in başarısı; Türk-İş’in karşısında ortaya çıkan DİSK, DİSK’in önüne bariyer çekme girişimi anlamına gelen

yasalara karşı 15-16 Haziran Direnişi… Öte yandan 68 ile birlikte ivme yakalayan gençlik hareketi de sahneye çıkınca toplumsal muhalefetin çapı genişlemeye başlamıştı. Bu dönemin ürünü 12 Mart ve ardından gelen Nihat Erim’in “reform hükümeti”, 61 Anayasasının bedenini daraltmak istemişti.

12 Mart’ın ardından grev ve direnişler izne tabi kılınmış, sıkıyönetim kuralları uygulanmaya başlamıştı. Anayasa da dâhil olmak üzere çeşitli kanunlarda değişiklikler yapılmış, hak ve özgürlükler kısıtlanmaya çalışılmıştır. Ancak 12 Mart dönemi, kendi sınırları ve toplumsal muhalefetin güç dengeleri bağlamında ipleri yeterince sıkılayamamıştır; sermayenin hak tırpanlama talebi 70’ler boyunca da sürecektir. Ancak sınırlı bir etkiye de sahip olsa, 12 Mart, hak ve özgürlüklerin kısılması yolundaki ilk topyekûn saldırı olmuştur.

2) 12 EYLÜL DÖNEMÝ

1) 1982 AnayasasıMESS (Metal Sanayicileri Sendikası) Eski Başkanı olan Turgut Özal, 1979’da Süleyman Demirel’in başkanlık ettiği kabinede Başbakan Yardımcısı olarak atanmıştı. Özal, 1980’in hemen başında, tarihe 24 Ocak

12 Mart’ın ardından grev ve direnişler izne tabi kılınmış, sıkıyönetim kuralları uygulanmaya başlamıştı. Anayasa da dâhil olmak çeşitli kanunlarda değişiklikler yapılmış, hak ve özgürlükler kısıtlanmaya çalışılmıştır. Ancak 12 Mart dönemi, kendi sınırları ve toplumsal muhalefetin güç dengeleri bağlamında ipleri yeterince sıkılayamamıştır; sermayenin hak tırpanlama talebi 70’ler boyunca da sürecektir. Ancak sınırlı bir etkiye de sahip olsa, 12 Mart, hak ve özgürlüklerin kısılması yolundaki ilk topyekûn saldırı olmuştur.

Page 30: Marksist Bakış 46. Sayı

30.tarih

Kararları olarak geçecek bir dizi kararı açıkladı. Dünya çapındaki muadilleri “Demir Leydi” Margaret Thatcher, ABD Başkanı Ronald Reagan gibi isimlerin yanında Türkiye’de neoliberalizmin egemenliği olarak 12 Eylül’ün hükümetinde Ekonomiden Sorumlu Başbakan Yardımcılığı görevine gelen Özal, Türkiye işçi hareketinin tarihinde açılan yeni bir perdenin de mimarlarından biri oldu. Milyonların azgın piyasa koşullarına teslim edilmesinin ve ucuz emek cennetine giden yolun önünü açan 24 Ocak Kararları, pratikteki uygulamasını 12 Eylül ile birlikte bulacaktı.

Ekonomide girilen bu yeni yola eşgüdümlü bir şekilde, üçüncü darbenin ortaya çıkardığı 1982 Anayasası da, hak ve özgürlükler konusunda tanınan imkânları alaşağı etmiş; bu defa da sınırları oldukça daraltılarak, fiilen tamamen yasaklama boyutuna varan bir hal almıştı. Dönemin Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu (TİSK) Başkanı Halit Narin “bugüne dek işçiler güldü, şimdi sıra bizde” diyerek bu dönemin ruhunu ortaya koymuştur.

82 Anayasasının 51. maddesi “işçiler ve işverenler aynı zamanda birden fazla sendikaya üye olamaz. […] İşçi sendika ve üst kuruluşlarında yönetici olabilmek için, en az 10 yıl bilfiil işçi olarak çalışmış olmak şartı aranır.” demektedir. Grev hakkı 54. madde ile sadece “toplu iş sözleşmesinin yapılması sırasında, uyuşmazlık çıkması halinde”

tanınmıştır.

Bugünü de yakından ilgilendiren bir diğer konu grev ertelemesi hükmü. Türkiye İşveren Sendikası Konfederasyonu (TİSK) raporlarında yer alan grevin ertelenme imkânlarının genişletilmesi, Bakanlar Kurulu’nun grev ertelemesi sonucunda tanınan sürenin sona ermesiyle konunun Yüksek Hakem Kurulu’na intikal ettirilmesi gibi talepleri anayasal ve yasal düzlemde karşılık bulmuştu. Böylece 61 Anayasası döneminden farklı olarak grev erteleme artık, Bakanlar Kurulu’nun insafına (!) terk edilmiş ve erteleme süresinin sonunda grevin devam ettirilmesinin önü kesilmiş olmuştu. Sonuçta grev hakkı, kağıt üzerinde kabul edilmekle birlikte koca bir yalana dönüşmüştü.

B) 2821 Sayılı Sendikalar KanunuAnayasadaki benzer hüküm gibi Sendikalar Kanunu da aynı anda birden fazla sendikaya üye olunamayacağını yinelemiş ve eklemiştir: “birden çok sendikaya üye olunması halinde tüm üyelikler geçersizdir”. Bu hükmün getirilmesinde, kuruluşundan itibaren işçilerin kitleler halinde geçiş yaptığı DİSK hikâyesinin tekrarlanmasının önüne geçme amacı bulunmaktadır. 274 Sayılı SK’nın aksine, sendika üyeliği belirli bir şekle bağlanmış ve işçinin bir sendikaya üye olduktan sonra, üyelik formunun bir kopyasını işverene teslim etmesi koşulu getirilmiştir. 2821 sayılı kanunun 3. maddesi “meslek veya

işyeri esasına göre işçi sendikası kurulamaz” derken, sendikaların sadece işkolu bazında kurulabileceğine ve salt o işkolunda çalışan işçileri örgütleyeceğine hükmetmiştir.

Sendika kuruculuğu ve yöneticiliği için çeşitli koşullar getirilerek, sendika kurmak ve yönetici olmak zorlaştırılmıştır. Kurucu olmak için en az bir yıldan beri fiilen çalışıyor olmak; yönetici olmak için ise en az on yıldan beri fiilen çalışıyor olmak şartı konulmuştur. Ayrıca sendikalara başından beri getirilmiş olan siyaset yasağı daha da detaylı bir hale dönüştürülmüştür. Kanunun 47. Maddesi ise şöyle demekte:

“Devlet, sendika ve konfederasyonlar üzerinde idari ve mali denetim yetkisine sahiptir.”

Denetim yetkisi Maliye ve Çalışma Bakanlığı’na verilmiştir. Bu suretle sendikaların bağımsız yapısı engellenerek, her daim devlet baskısının gölgesinde faaliyet yürütmeye mecbur kalmalarının önü açılmıştır. Yine sendikaların kapatılma halleri de, sınırları genişletilen başlıklardan biri olmuştur. Öyle ki bireysel işlenen suçlar dahi bir sendikanın kapatılması için gerekçe oluşturacaktır.

C) 2822 Sayılı Toplu İş Sözleşmesi, Grev ve Sendika Kanunu (TİSGLK)Toplu İş Sözleşmesi için getirilen en önemli hükümler baraj konusundaki kısıtlamalardır.

İşçi hareketi ve sosyalist örgütlenmeleri ezip geçen 12 Eylül, getirdiği yasalar ile hemen geçmişindeki dönemde yaşanan sınıf mücadelesinin kabarışının tekrarlanmasını engellemeyi hedeflemiştir. Konulan engellerin bu denli geniş çapı da, egemen sınıfın korku boyutlarını göstermektedir. Yeni yasalar ile toplu sözleşme, grev ve hatta örgütlenme hakları, fiili olarak boşa çıkarılmıştır.

Page 31: Marksist Bakış 46. Sayı

tarih.31

OKUT ABONE OL

OKU

Bu noktada bir sendikanın toplu iş sözleşme yetkisine sahip olabilmesi için iki parçalı bir baraj sistemi öngörülmüştür:

• Bir işyerindeki işçilerden en az %50+1 işçiyi örgütleyemeyen sendika, TİS imzalayamaz.

• Bir ya da birkaç işyerini örgütleyen ve buralarda çoğunluğu sağlayan bir sendikanın TİS imzalayabilmesi için, o işkolunda çalışan bütün işçilerin %10’unu örgütlemesi gereklidir.

Bu iki şartın ikisini birden yerine getirmeyen bir sendikanın toplu iş sözleşmesi imzalama yetkisi bulunamayacaktır. Yetki tespiti ise Çalışma Bakanlığı’na yapılacak bir başvuru ve Bakanlığın gerekli koşulların varlığını araştırıp cevap vermesiyle ortaya çıkmaktadır. Toplu iş sözleşmesi görüşmeleri ve uyuşmazlık konusundaki düzenlemeler de, işçi sendikalarının aleyhine hükümlerle yapılmıştır. Uyuşmazlık durumunda ise sendikanın greve çıkabilmesi için 145 günlük bir süre öngörülmüştür. Daha önceki TİSGLK’da yer verilmiş olan haklardan biri daha, işçilerin TİS’den doğan haklarını alamadıklarında greve çıkabilmeleri, bu yasada yer bulamamıştır.

Grevin yasak olduğu sektörlere, bir önceki yasa dönemi için saydıklarımızın üzerine itfaiye, temizlik, şehir içi deniz, kara ve demiryolu ile diğer raylı toplu ulaşım hizmetleri de eklenmiştir. Ayrıca grev çadırı kurmak, grev alanında topluca beklemek yasaklanmıştır. Grev süresince de ücret ve diğer ödemelerin yapılmayacağı belirtilmiştir. 47. maddede “grev hakkı […] iyi niyet kurallarına aykırı tarzda, toplum zararına ve milli serveti tahrip edecek şekilde kullanılamaz” denilerek, ucu açık bir engelleme imkânı da bırakılmıştır.

Sonuçta, işçi hareketi ve sosyalist örgütlenmeleri ezip geçen 12 Eylül, getirdiği yasalar ile hemen geçmişindeki dönemde yaşanan sınıf mücadelesinin kabarışının tekrarlanmasını engellemeyi hedeflemiştir. Konulan engellerin bu denli geniş çapı

da, egemen sınıfın korku boyutlarını göstermektedir. Yeni yasalar ile toplu sözleşme, grev ve hatta örgütlenme hakları, fiili olarak boşa çıkarılmıştır.

SONUÇ OLARAK

Bu yazıyla birlikte konuyu tamamlamış olduk. İlk olarak Osmanlı dönemi işçi hareketlerindeki ilk kıpırdanmalara refleks olarak ilan edilen fermanlar ile son yıllarında çıkarılan kanunları gördük. Ardından CHP’nin çeyrek yüzyıl süren iktidarı boyunca devam ettirdiği gelenek ile Cumhuriyet’e de değişmeden devrolan işçi düşmanlığını. Son olarak da sağladığı kısmi özgürlüklere rağmen işçi düşmanlığı konusunda diğer dönemlerle birleşen 61 Anayasası dönemi ve ardı sıra gelen ve sınıf mücadelesi önüne beton duvarlar örmeye yeltenen 12 Eylül dönemini inceledik.

Buradan ulaşabileceğimiz en önemli sonuç,

kapitalizmin bu topraklara ulaşmasıyla birlikte burjuva mantığı ile dönmeye başlayan çarkların, çeşitli dönemler için oluşturulan yanılgılara rağmen, günümüze kadar olan her dönemde aynı kandan beslendiğidir. Yani bugün metal işçilerinin grevini yasaklayarak yeni bir saldırıya imza atan AKP, işçi düşmanlığı kulvarında ne türünün ilk örneği, ne de yalnızca 12 Eylül’ün çocuğudur. Türkiye’de yüz yılı aşkın bir geçmişi olan kapitalist gelişim sürecinin son çocuğudur. İşçi sınıfının ve düşman sınıfın tarihini hatırlamak, hatırlatmak, hafızayı diri tutmak; mücadelenin seyri adına önem taşımaktadır.

*Yazının birinci ve ikinci kısımları Marksist Bakış’ın 44. ve 45. sayılarında yer almaktadır. Yazılara bolsevik.org sitesinden ulaşabilirsiniz.

**Geçmişten Günümüze Türkiye Devrimci Hareketi, Sürekli Devrim Hareketi

Page 32: Marksist Bakış 46. Sayı