yanan her şeyin ateşle dostluğu ürpertiyor… · do ğuyor mutfak penceremin...

28
yanan her şeyin ateşle dostluğu ürpertiyor… 2016 / Sayı 2

Transcript of yanan her şeyin ateşle dostluğu ürpertiyor… · do ğuyor mutfak penceremin...

yanan her

şeyin ateşle

dostluğu

ürpertiyor…

2016 / Sayı 2

ii | S a y f a

dem dergisi KÜLTÜR&EDEBİYAT KULÜBÜ

yayınıdır. demdergisi.com

iii | S a y f a

Editör Editör Editör Editör ‘ün Notu‘ün Notu‘ün Notu‘ün Notu

Yeniden Merhaba,

Hikâyelerimiz var her birimizin, biraz

yakından bakınca ne kadar da yalnızlar

değil mi? Bu soğuk kış gecelerinde,

yalnız kendinize sorabildiğiniz

sorularınızı hangi yanınız taşıyacak hiç

düşündünüz mü? Cevaplamaktan

korktuğunuz sorularınızı… Ya

beklentileriniz? Güneşi, ayı, toprağı,

suyu, içinizi serinleten ne varsa

beklediğiniz yaşamdan…

Sonbahar sabahlarında yeşili saran çiğ

tanelerini bekleyin derim.

Sorularımızın cevapları değil, belki

penceremize konmuş bir serçe sesi,

belki baharı muştulayan sığırcık

kuşları… başka kim getirebilir ki, bizi

kendimize çağıran hüznü? Ekranlara

bakmaktan kuruyup çöle çevrilen

gözlerinizi neyin ıslatmasını

bekliyorsanız onu bekleyin. Ay ışığına

sığınmış bu zemheri gecelerinde

gökyüzünden kaymasını beklediğiniz o

yıldız, belki sizi size getirecek? İçimizde

kalabalık yapmaktan öteye geçmeyen

fakat bizi kendimizden kovan her

neyse, tebessümlerimizi çalan o’dur…

ışığı gün’ümüzden çeken yine o,

Yağmur, ey yağmur! Bizi sende

ıslatmayan nedir? Toprağın

kokusundan koparan?… ya susunca

anlam yüklenen kelimelerimiz..? Kim

ürküttü gamzelerini kuşların?

Yavrusunu yemeğe niyetlenen kedi

önce o nu küle bularmış, ondandır,

nefes alışlarımızı engelleyen geniz

etlerimiz değil, ne tür bir toza gark

olduğunu bilmediğimiz sözlerimizdir…

“insan”, kendini nerede kaybettiyse

orada bulabileceği zamanlar çoktan

geçti belki de. Savruluyoruz çünkü,

rüzgâr yapıcı “kültür” serinlememizden

yana değil, kayboluyoruz.

Durup nefeslenmek, içimizden yol

bulmak için, susup demlenmek,

durulup yeniden hüzünle aramak için

yeniden, hep yeniden merhaba!

Sorularınıza sığınak, içinizi ısıtacak

sözler getirdik…

Yeniden Merhaba!

2 | S a y f a

İÇİNDEKİLERİÇİNDEKİLERİÇİNDEKİLERİÇİNDEKİLER

Yeniden Merhaba Editör’ün Notu Edebiyat ve dem Dergisi ………………………………………………………………………………………………………………..…….……………….3 Dr. Fahrettin YAHŞİ Onulmaz Gönüllere Yeni Bir Hayat Vesilesi “Müzik”…………………………………..4 Yasin DEDEBEKİROĞLU Virane Hanemize Dönme Vakti ……………………………………………………………………………..……………….……………6 Aygül ERDEMİR Sohbet: Hüseyin TUNÇ’un Yeni Kitabı “Ferec” ve Yazarlık Üzerine .…..........7 Talip TOSUN Hayrullah Efendi Lokantası………………………………………………………………………………………….………….………..…...…...12 Harun SELVİ

En Büyük Hazinem ………………………………………………………………………………………………………………………….………….………..….....17 Erhan ORHAN DAKAR: Bir Afrika Rüyası……………………………………………………….………….………..…...……………………………………………..18 Yusuf GÖK İktisat Bilmeyen Adam ……………………..……………………………………………………………………………………….……….………….….20 Selçuk ÇELİK Film Üzerine: “inside job” - Bir Garip Orta Oyunu ………………………………………………………………………………………..21 Fatih BOZ

Şiir: Perde Arkası ……………..…………………………………..………………………………………………………………….…………..……….……………………………..…23 Emre AÇIKELEmre AÇIKELEmre AÇIKELEmre AÇIKEL

Sizden Gelenler dem………………………………………………………...…………………………………………………………………………………………………….…………..……….……………………..24

Arka Kapak Şiirleri: ……………..…………………………………………………………………………………………………….…………….………25-26 Talip TOSUNTalip TOSUNTalip TOSUNTalip TOSUN

Kapak Fotoğrafı Mustafa KILIÇ Arka Kapak Fotoğrafı Emel BAYRAK

Yönetim

Fatih BOZ

Editör

Talip TOSUN

Yazarlar Kurulu

Fatih BOZ

Harun SELVİ

Talip TOSUN

Yasin DEDEBEKİROĞLU

Yazılarınızı Paylaşabilirsiniz

Bankamız personeli tüm personelin

yazılarının yayınlanmasına açıktır.

KÜNYE

3 | S a y f a

Edebiyat ve Dem Dergisi Dr. Fahrettin YAHŞİ

Gündelik hayatın beraberinde getirdiği türlü

sıkıntılar, insan ruhunu yaralayan, örseleyen

türlü dertler ve bütün bu olumsuz durumların yol

açtığı travmalar, kalbimiz ve zihnimiz üzerinde

onarılması hiç de kolay olmayan tahribata yol

açmakta. Bu tahribatı gidermenin, hayatımızda

yol açtığı olumsuz etkileri azaltmanın

yollarından belki de en güzeli edebiyat ve sanatla

ilgilenmektir. Edebiyat ve sanat, ruhumuza

tuttuğu ayna sayesinde kendimizi daha yakından

tanımamıza, kalbimizin ve ruhumuzun

derinliklerini, sırlarını daha yakından

keşfetmemize yardımcı olur.

Edebiyatla insan, kalbine yani kendine yönelir.

Gizemli bir yolculuğa çıkar. Kendini bilme ve

anlamanın bir yoludur edebiyat. İnsan ruhunu,

modern dünyanın saldırılarına karşı koruyan bir

kalkan, bir sığınaktır. Yorgun ruhların

kelimelerle terennümüdür edebiyat. Acılar içinde

kıvranan yaralı bir kalbin ilacı gibidir edebiyat.

Kirlenmiş insan ruhunu o serin sularında yıkar,

temizler, arındırır edebiyat. Cemil Meriç’in “hür

tefekkürün kalesi” olarak nitelediği dergiler de,

tıpkı kitaplar gibi edebiyatın ve sanatın kalbinin

attığı, duygu ve düşüncelerin soluk alıp verdiği,

kendini var ettiği, tahkim ettiği mekânlardır.

Dergiler, hayatı daha geniş bir açıyla görmemizi,

ekonomiden politikaya, edebiyattan teknolojiye

kadar çok geniş bir yelpazede hayatın türlü

renklerine şahitlik etmemizi, onu fark etmemizi,

onu anlamamızı sağlar.

Düşünce ve kültür hayatımızın vazgeçilmez bir

parçasıdır dergiler. Kültür hayatımızın

gelişmesinde, zenginleşmesinde bir köprü

gibidir. Sanatçılar, şairler ve yazarlar orada

yetişir.

Ülkemizde de bu amaçla edebiyat ve sanat

alanında yayınlanan çok sayıda dergi

bulunmakta. Geniş bir yelpazeye yayılmış bu

dergilerin arasına geçtiğimiz aylarda bankamız

Kültür & Edebiyat Kulübü tarafından çıkarılan

mütevazı bir dergi daha katıldı. Şu an elinizde

tuttuğunuz dem dergisi.

Koca bir okyanusa düşen bir yağmur tanesi gibi

küçük, mütevazı ve kendi halinde olsa da o

yağmur tanesinin içinde sakladığı coşkuyu,

enerjiyi, heyecanı görmemek, sadeliğin verdiği

güzellik ve duruluğu hissetmemek mümkün değil

dem dergisinde. Finans alanında faaliyette

bulunan bir şirketin bünyesinde çalışan

insanların bu tür etkinliklerin altına imza atması,

bu tür çabaların içine girmesi ise doğrusu takdire

şayan nitelikte.

Sevgili Fatih

BOZ’un öncü-

lüğünde, yazar

arkadaşlarımızın

değerli katkıları

ile yayın hayatına

merhaba diyen

dem dergisinin

uzun soluklu

olmasını, heyeca-

nını hiç kaybet-

memesini temenni eder, tüm bankamız

çalışanlarının katkılarıyla derginin daha da

renkleneceğine ve bu güzel dergiye sahip

çıkılacağına olan inancımı belirtmek isterim.

Yolunuz açık, yazılarınız dem 'li olsun.

En derin sevgi ve muhabbetlerimle…

4 | S a y f a

Onulmaz Gönüllere,

Yeni Bir Hayat Vesilesi “Müzik”

Yasin DEDEBEKYasin DEDEBEKYasin DEDEBEKYasin DEDEBEKİİİİROROROROĞĞĞĞLULULULU

Yeni sayımızda sizlerle buluşmanın sevinci

içerisindeyim. Dilerim gönül tellerinize dokunur

bir şeyler yazabilmiş, yeni ufuklara yelken

açmanıza vesile olabilmişizdir. Sıkıntılı zamanlar

geçirdiğimiz şu günlerde sizleri farklı boyutlara

taşıyabilmek dileğiyle...

Kimi günler geçmeyecekmiş gibi geliyor. Keder,

hüzün, acı, dert, yaşama telaşı. İnsanoğlu, aklının

ve kalbinin süzgecinden geçirmediği her bir

düşünce, söylem ve bakış açısı için çok sancı

çekiyor. Sonra tüm bu hissiyatlar gönülden

kaleme dökülüp bir nefes oluveriyor.

Duyduğumuz her bir ses, nefes birer melodi olup

esintiler halinde süzülüyor ruhlarımızın

derinlerine. Sonbahar, sıcak günlerin yapraklarını

dökerken, kahverengi bir tablo boyanıyor

dünyanın her bir yanında. Bu durum içsel

muhasebemizi yapabilmemiz ve kendimizle

yüzleşebilmemiz için bir fırsatı da beraberinde

getiriyor. Şayet iyi değerlendirebilirsek mucizenin

farkına varabilmiş, kendi benliğimizi bulabilmiş,

üretken tarafımızı faaliyete geçirerek dünya

üzerinde varoluş sebebimizi keşfetmiş olacağız.

Bu noktada bize en güzel yardımı şüphesiz müzik

yapacaktır. Ancak farkında olmamız gereken “

Müziğin, yalnızca bir çalgı aleti eşliğinde melodiler

oluşturmak ve şarkı söylemek olmadığı,

yolculuğuna doğduğumuz andan itibaren

başlayarak her nefes alışverişimizde bize yaşam

boyu eşlik ettiği” gerçeğidir.

Dünya üzerinde geçirdiğimiz her saniye yeni bir

şeyler üretebilir, yeni duygulara yelken açabilir,

yeni diyarlar keşfedebiliriz. Elbette üretmek

yalnızca somut değil, bir fikri veya bakış açısını

ifade edecek sözcükleri bir araya getirerek de

olabilmektedir.

Günümüzde; söylemlerimiz, ifadelerimiz,

sohbetlerimiz bunların her biri dil unsurunu yanlış

kullanmamız sebebiyle çok kırılgan bir hal

almıştır. Toplum olarak çevremize ve

sevdiklerimize karşı kırıcı, yıkıcı ve zorlayıcı

tavırlar içerisine girmiş bulunmaktayız. Bunu

aşabilmemiz için dünyevi detayları ruhumuzdan

uzaklaştırmalı, kendimizi maneviyatın, müziğin ve

doğanın esintisine bırakmalıyız. Bu esintinin, her

geçen gün betonlaşan, kalabalıklaşan ve boğucu

bir hal alan bu şehirleşmeden birkaç saat bile

uzaklaşarak kendimize katkı sağlayacağımıza

eminim. Gün geçtikçe mekanikleşen bu düzende

5 | S a y f a

önce kendimize sonra birbirimize karşı

sorumluluklarımızı unutmadığımız sürece gelecek

yarınlar için umudun var olduğunu söyleyebiliriz.

Atalarımızı düşünün her bir söylem sevgi temeline

dayanmakta ve kardeşlikten geçmektedir. Bu

hayat felsefesini benimseyerek yaşamak dileğiyle

sevgiyle kalın.

Bu sayıda sizlerle yine arşivlerinizde bulunması

gereken albümleri paylaşmak istiyorum. Daha

önce de bahsettiğim gibi önemli olan müziğin

sizin için ne ifade ettiği, neler hissettirdiğidir. Tabi

ki günümüz popüler kültür parçalarından ( parça

diyorum çünkü günümüzde dinlediklerimiz bir

eser niteliği taşımıyor) söz etmiyorum. İlk

paylaşmak istediğim, yaşayan efsane Erkan

OĞUR’ un Türk müziğine armağanı olan 1996

yılında bizlerle buluşan “Bir Ömürlük Misafir”

albümüdür. Albüm sanatçının 7. Albümü olup

Türkiye’den önce Dünya’ da 1994 yılında

Fretless ismiyle yayınlanmıştır. Bu da albüme

ayrı bir özellik katmaktadır. Ayrıca bu albümde

yer alan “Neden Geldim İstanbul’a” türküsünün

aslı “Neden Geldim Amerika’ya” olup Aşil Ponolos

adlı, Harput’tan Amerika’ya göç eden Elazığlı bir

Ermeni vatandaşın bestelediği türküdür. New

York’ta bir taş plakta sanatçı tarafından tesadüfen

keşfedilmiştir.

İkinci olarak müzik kariyerine Düş Sokağı

Sakinleri grubunun kurucu üyesi olarak başlayan

Murat ÇELİK’ in 2.Solo albümü “Seyyah” tan

bahsetmek istiyorum. Albüm 2002 yılında

dinleyicisiyle buluşmuş olup, albümde 8 eser yer

almaktadır. Bana göre albüm, tamamıyla manevi

bir atmosferde kendini arayışları, dünyevi

duygulardan uzaklaşmayı hedef almış. Dergimizi

okurken bir taraftan da bu albümü dinlemeyi

deneyebilirsiniz. Bu albümle birlikte aynı

sanatçının 2004 yılında okuyucuyla buluşturduğu

“Aşkın Elif Hali” kitabını da mutlaka okumanızı

tavsiye ediyorum. Deminiz bol olsun.. Kitabın

tanıtım sayfasından;

“ Aşkın Elif Hali’nde eliften habersiz

Kendime ordular biçiminde

Lal olmuş haller içindeyim. “

6 | S a y f a

VİRANE HANEMİZE

DÖNME

VAKTİ

Yeni bir şey söylemeli şimdi. Çünkü gün doğuyor mutfak penceremin parmaklıklarından içeri. Yeşil dalları okşayarak büyüyor bir güneş… Ekmek kadar taze bir hayat var önümüzde. Yeni bir sabahı demlemeli ocakta şimdi… Fokur fokur kaynatmalı muhabbeti, demini alana dek. Ta ki, içimizdeki sancılar, unutulan rüyalara karışıp, bir rahat nefes aldırana dek.

Güzel şeylerden bahsetmenin vaktidir artık. Dumanı tütmeli sözcüklerin, silkelenip yeniden serilmeli bulutlar. Temiz yağmurlara ihtiyacımız var… Bir ümidin tohumunu çatlattı az önce toprak. Doğudan gün buyurdu kuruldu soframıza. Biz bir olup aldık artık elimize dostluğun kalemini, mürekkep bulaştı bir kere kanımıza. Gör bak, ne dert kalır şimdi ne de bir gram tasa.

Yollara düşmenin vaktidir şimdi.

Güllerin kök saldığı bahçeleri koklayarak büyüyen çocuklarız biz. Neysek o olmanın, bir nefese bin ömrü sığdırmanın, birlikte ne halimiz varsa görmenin vaktidir şimdi. Çünkü bir ışık düştü kalplerimizdeki kara deliğe. En hassas yerine. Çünkü bir avlunun havuzuna dayadık sırtımızı. Huzura açtık ruhumuzu, rüzgâra döndük yüzümüzü. Çünkü inandık biz aşkın varlığına. Aşk ki, sevdikçe güzelleşir ‘Yar’in isimlerinde. Tam doksan dokuz kere…

Aygül ERDEM İRAy

Aşk ki kokladıkça buram buram tüter şehrin üstünde. Eyyub’ün patika yollarında, bir yokuşun en başında, eski İstanbul’un na’şında, duyarsın kokusunu elbet, hala acıyan bir yaraya sahipsen eğer. Bir yerlerde bir zamanlar hüzün başmisafirin olmuşsa eğer, yani kendine kavuşmuşsan eğer…

Duyarsın incecik bir sızı boğazında mutlu olmadan hemen önce. Bilirsin çünkü kolay kazanılmıyor mutlu bir an. Ve her zaman kalıcı olmuyor semtinde huzur. Çünkü hayat bir güldürüp bir ağlatmayı seviyor, dizi kanamadan büyüyemeyen sokak çocuklarını…

Mahallemizin kahramanlarıdır onlar. Çünkü bizde onlardandık bir vakitler. Ekmek arası peyniri dörde bölenlerdendik. Mahalle kavgalarında kahraman ilan edilip akşam evde kötek yiyenlerdendik. Sobanın ateşinin duvara yansıyan gölgesinde hülyalara dalan sevdalı çocuklardandık. İçliydik… Kaldırım taşlarında yuvalar kurduk, el ele verip oyunlar uydurduk. Yakalanmayalım diye var gücümüzle koştuk… Bu yaştan bakınca hayat, uydurduğumuz oyunlar gibi…

Perdeleri ardına kadar çekme vaktidir şimdi. Çocukluğumuzu da alıp, canımızı sıkan her neyse öylece bırakıp, var gücümüzle koşma vaktidir. El ele verip gönlümüzün dar sokaklarında kahramanlık yapma vaktidir.

Kalbimizin viranehanesine dönme vaktidir...

7 | S a y f a

HÜSEYİN TUNÇ ile

son kitabı olan

FEREC ve

yazarlık serüveni üzerine

SOHBET ettik.

İsimler üzerine düşündünüz mü hiç? Eşyanın, bir dağın, bir çiçeğin yahut bir kişinin ismi üzerine… İsimler değilse başka kelimeleriniz vardır; duymaktan hoşlandığınız, söylenmesine ayrı önem verdiğiniz, belki kaçındığınız… Ya kelimelerimiz de yoksa? Düşünemezsiniz!!!

Renklerimiz, lezzetlerimiz, tınılarımız veya hislerimiz, her ne varsa bir kelimeye bürünüp görünürler, öyle var olurlar. Dinlediğiniz bir müziğin peşine düşüp gittiğiniz oldu mu hiç? Kelimeler de bazen aynen öyle çeker insanı. “Ferec” kelimesiyle tanışıklığım da öyle oldu. Sonra o kelime bir kitabın ismi oldu. Kitap da beni yazarına götürdü… Hikâye uzun.

Hüseyin Bey ile söyleşi yapmak için yanına gittiğimde odasında; duvarlarında Arap harfleri ile yazılı tablolar, masanın üzerinde katılım bankacılığı ile ilgili henüz hazırlanmış notlar, misafir sandalyesinin önündeki küçük masanın üzerinde İngilizce dergiler vardı. Dil, kelimelerin yuvası…

Söyleşi için daha önceden gönderdiğim soruları bir kenara bırakarak muhabbet edelim dedik. Muhabbet ederken bazen soru sordum, bazen muhabbete eşlik ettim ve bir yandan da not aldım. Söyleşi aslında Hüseyin Bey’in

son kitabı olan “Ferec” hakkında olacaktı fakat biz Hüseyin Bey ile yazma konusuyla başlayıp yazarlık serüvenini, diğer kitaplarını da içine alan güncel konuları, romanlarındaki kişileri ve

dem dergisi ile sona erdirdik. Kendi adıma bu muhabbetten hem çok şey öğrendim, hem de bir muhabbetin vermiş olduğu o güzel hissi yaşadım. Buyurun siz de muhabbetimize ortak olun!

Yazmak sizin için ne anlam ifade ediyor? Sizi yazmaya götüren nedir?

Yazmak biraz da kendiliğinden gelişen bir şey aslında… Okul yıllarına uzanan okuma ve yazma istek ve alışkanlığının zaman içinde belirginleşmesi diyebilirim. Beni yazmaya götüren şey, okumayı, gözlemlemeyi ve olaylar ve insanlar üzerine düşünmeyi sevmek, insanların dertleriyle dertlenmek diyebiliriz.

Yazmaya nasıl başladınız?

Çocukluk dönemimde radyonun çok önemli bir yeri vardır. O günler radyonun hâkim olduğu dönemdi. Ben de radyo programlarının sıkı takipçisiydim. Biraz da hüzün hep eşlik etmiştir

hayatıma. Eskiden

yoksulluk da yaygındı tabii. Yaş ilerleyince, insan geri bakınca her şeyi özlüyor; köylerde fakirlik vardı lakin şikâyet yoktu.

Birçok farklı cepheden eleştiri alsalar da katılım bankaları bugün bu ülkede “faizsiz’liğin tek hatırlatıcısı

olan kurumlardır. İnsanlar bu kurumları faizsizliği tamamlayan bütün değerleriyle birlikte dikkate alsınlar. Bu kurumların dışında faizin haram olduğunu hatırlatan

ikinci bir yer sadece Cuma hutbeleridir…

[Kaynağınızı burada belirtin.]

8 | S a y f a

Mesela çocukken kış günleri çoğu zaman elbiselerimiz dizlerimize kadar buz olurdu da bundan bir şikâyetimiz olmazdı... Bunları hoş anılar ve hayatımın zenginliği olarak hatırlıyorum. Kısa yoldan bir meslek sahibi olmam gereği kulağıma gelmiş olmalı ki ortaokul sonrası Karabük Endüstri Meslek Lisesi’ne kaydoldum. Yaşar Kemal’in Teneke isimli eseri bana meslek lisesi tesviye bölümünden Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin yolunu işaret etti. Hayatımın dönüm noktalarından birisidir o kitabı okumak. Okuduklarımdan da etkilenerek belirgin bir şekilde yazma isteği üniversite yıllarımda ortaya çıktı. Üniversitede derslerde not alırdım, bazı arkadaşlar da sınava çalışmak için benim notlarımı alırlardı. Ben ders notları alırken notların arasına bazen şiir yazardım, bazen konuya ilişkin görüşlerimi eklerdim. Sınavlarda yanlışlık olmasın diye kendi görüşlerimi parantez içinde yazardım. Mesela Anayasa Hukuku dersinde 1961 anayasası övülmüşse parantez içinde kendi görüşlerimi de yazardım. Sınavda 61 Anayasası övülecek ama benim görüşüm de budur diye… Bu da Türk eğitim sisteminde sık karşılaşılan tuhaf bir durumdur. Not alabilmek için Hocanın görüşlerini yazmak?! Aralara serpiştirdiğim şiirler ve farklı görüşler de notlarımdan ders çalışan diğer arkadaşlarım için dinlenme faslı olurdu. Okuduğum kitapların sayfalarına da kendi görüş ve yorumlarımı yazardım. Ayrıca hemen her gün ilgimi çeken bir konuda ve çoğunlukla medeniyet tasavvuru ve bireysel ve toplumsal hayat hakkında makaleler ve denemeler yazardım. Bu kapalı devre yazma süreci 2005 yılına kadar devam etti.

İlk kitabınız?

İlk kitabım olan “Biz Aslında Neyiz” aslında 2005’e kadar kaleme aldığım muhtelif makalelerin o tarihten sonra ve 2009 yılına kadar yeniden ve sistematik bir şekilde elden geçirilmesiyle oluştu. Bu süreçte (yaklaşık beş yılda) farklı kitaplardan beslenerek yazılarımı epeyce bir revize ettim. Yaklaşık 300 sayfa tutan

yazılarımı kendimce bütünlük arz ettiğini düşündüğüm bir sıralamaya koyarak yayınevine gittiğimde A4 kağıdı ile 300 sayfa metnin kitap sayfası ile 700 sayfaya tekabül ettiğini öğrenince epey bir şaşırmıştım. Editörle birlikte zor da olsa sıkı bir eleme sonucu kitap sayfasıyla 250 sayfaya kadar indirdik. 2005 yılında ne oldu da kitaba karar verdim? Birçoğumuzun kendine ait yazıları vardır. Fakat yayınlanması konusunda cesaretimiz yoktur. Ne derler, okunur mu vs. Ernie J. Zelinski’ nin “Çalışma(ma)nın Keyfi” isimli kitabını okurken şöyle bir cümle okudum: “yazmak istediğiniz ne varsa yazın, sizden başka bir kişi okuyacak olsa bile”. Beni motive eden diğer bir kitap ise, Howard H. Stevenson’ın “Ye ya da Yem Ol” kitabı. Eleştirilme korkusunu ise Orhan Pamuk’un önsözüyle yayınlanmış, dünyadaki birçok yazarın yazarlık serüveninin anlatıldığı “Yazarın Odası” isimli kitabı okuyunca

attım. Baktım tüm yazarlar aynı korku sürecini yaşamışlar... Siz bir şey yazıyorsunuz, ortaya bir şey koyuyorsunuz, bunun beğeneni olur beğenmeyeni olur, bunun da doğal bir süreç olduğunu sindirdim.

Bankacılık mesleği seçmeniz ve Katılım

Bankacılığı üzerine yaptığınız çalışma?

Bankacılığa 1989 yılında Müfettiş Yardımcısı olarak başladım. Mesleğe başlayıncaya kadar bankada çalışmak gibi bir düşüncem hiç olmadı. İki defa kaymakamlık sınavını yazılı bölümünü kazandım fakat mülakatta elendim. Sınav için referansım yoktu fakat siyasalı birincilikle bitirmiş ve yazılı sınavı da geçmiş birisi için referans gerekmeyeceğini düşünmüştüm. Öyle olmadığını iki defa anladım… O kapı kapanınca hep geçici olduğumu düşündüğüm faizli bankacılıktan ayrılmak için yeni bir kapı arayışına geçtim. 1995 yılının Şubat ayında Albaraka’da çalışmaya başladım. Bu defa hayatımda en çok karşılaşacağım o soru ile tanıştım: “Söyle bakalım, kâr payının faizden farkı nedir?” Gerek müşteri ziyaretlerimde gerekse başka platformlarda faizsiz bankacılık ile ilgili sürekli

Günümüz dünyasında yaşanan ve süre giden olayları, yaşam tarzlarını kitap sayfaları arasında sahnelemek

istedim. Her gün her an adına “yaşam mücadelesi” dediğimiz şeyin

sırtına yapışmışız. O bizi nereye sürüklerse oraya gidiyoruz.

9 | S a y f a

muhatap olduğum sorular oldu, halen de oluyor. Bu sorulara topluca cevap verebilmek için de “Katılım Bankacılığı Felsefesi, Teorisi Ve Türkiye Uygulaması” adıyla bu sistemi anlatan bir çalışma yaptım.

Birçok farklı cepheden eleştiri alsalar da katılım bankaları bugün bu ülkede “faizsiz’li ğin tek hatırlatıcısı olan kurumlardır. İnsanlar bu kurumları faizsizliği tamamlayan bütün değerleriyle birlikte dikkate alsınlar. Bu kurumların dışında faizin haram olduğunu hatırlatan ikinci bir yer sadece Cuma hutbeleridir… Cuma hutbelerini ise cami çıkışında çok az kişi hatırlar. Katılım bankalarını önemsiyorum ve insanlarımıza önyargı ile yaklaşmak yerine bu sistemi yakından tanımalarını ve yapıcı davranmalarını öneriyorum. “Katılım bankaları da diğer bankalarla aynı.” deyince kendileri için faizin caiz hale geldiğini düşünmüyorlardır herhalde.

Son iki kitabınızı roman olarak yazdınız?

Ülkemizde daha yaygın olarak okunan tür olarak roman dikkat çekiyor. Ben de yeni kitaplarımı “roman” formatında yazmaya karar verdim. Tabi roman yazmadan önce çok sayıda farklı türden roman okudum, okuduğum romanlarda tek tip bir üslup olmadığını gördüm. Her yazarın kendince bir üslupla yazdığını gördüm… Roman yazmaya karar verince kendime prensipler belirledim. Birincisi kimseye hakaret edilmeyecek, ikincisi insanlara güzel şeyler söylenecek. Bunun dışında geniş ve esnek bir alan… Burada tek sıkıntı, toplumumuzun marka merakı… Beklentinizi sınırlı tutarsanız o sorunu da çözmüş olursunuz.

Ferec, dördüncü kitabınız. Ferec’in hikâyesini anlatabilir misiniz? Kitabın adı, konu seçimi, yazım sürecini vs?

Günümüz dünyasında yaşanan ve süre giden olayları, yaşam tarzlarını kitap sayfaları arasında sahnelemek istedim. Her gün her an adına “yaşam mücadelesi” dediğimiz şeyin sırtına yapışmışız. O

bizi nereye sürüklerse oraya gidiyoruz. Acaba her mücadele değerli midir yoksa bizi “Ferec”e götürecek anlamlı bir mücadelemiz mi olmalı? Buradan yola çıkarak yazmaya başladım ve yaklaşık üç yıllık bir sürede tamamlandı. Yazım sürecinde şahsi tecrübelerim, tarihe, psikolojiye, siyasete ve sosyolojiye ilişkin okumalarım ve yaşanan güncel olaylara dair gözlemlerim katkı sağladı.

Kitap, roman formatında yazılmış olmasına kar şın içerisinde birçok konu işleniyor. Bir konuyla ilgili yazamadan hemen önce o konuyla ilgili okumalar yaptı ğınız anlaşılıyor. Bu anlamdaki okuma sürecinizden bahseder misiniz?

Romanda birçok konu yok aslında. Geniş düşünen, olayların farklı boyutlarını anlamaya çalışan aydın bir gazetecinin beslenme kaynakları var. Romanın tek konusu var, o da bir insanın

içine düştüğü anonim ve gücünü kimsenin doldurmaya cesaret edememesinden alan çukurdan çıkış mücadelesi. Her gün önümüze birçok karanlık ve dipsiz kuyu açan şey de kapitalist dünya görüşü. Herhalde insanlığın başına gelebilecek en büyük felaketlerden biridir bu düşünce sistemi. O çukurdan çıkmayı başarabilmek için elbette iç ve dış dünyanın, madde ve mananın unsurlarını yoklamak gerekmektedir. O halde o unsurları yazabilmek için önce kendiniz öğrenmek zorundasınız. Bu da birçok

kaynağa müracaat etmeyi ve işlemeyi zorunlu kılıyor.

“Ufak bir ipucu… Cılız da olsa bir ışık arıyorum.” diye başlıyorsunuz. Kitabın sonuna doğru ise şöyle bir cümleniz var: “Kişi yüklendiği şeyin yönüne gider”. Bu roman olaylar örgüsünden çok bir insanın “iç yolculuğu hikâyesi” diyebilir miyiz?

İç yolculuk dediğimiz şey içimizde olur ve biter ya da devam eder ve çoğu zaman insanın elini ayağını dünyadan çekmesiyle son bulur. Burada

10 | S a y f a

diğerkâm bir mücadele var. Dış mücadelesinde kendisine güç verecek içsel savunma mekanizmalarını güçlendirme arayışı ve bununla birlikte yürütülen dış dünyaya karşı bir mücadele var. Romanda yer alan içsel yolculuğun nedeni şudur ki, kendi evin yanarken onu büsbütün ihmal edip mahalledeki yangını söndüremezsin. Mücadelenin bir anlamı olmalı ve anlam iç dünyamızda hayat bulur, enerji kaynağımız budur diye düşünüyorum.

Ferec’te “Selim” karakteri üzerinden hem gazeteciliği hem de plaza hayatının anlatıyorsunuz. Ortak bir plaza hayatı var mı, her mesleği sığdırabileceğimiz?

Ulusal bir gazeteden, bir gazeteci röportaj sırasında, “gazeteciliği bu kadar içeriden birisi gibi nasıl tanıyorsunuz?” diye sormuştu. Bir karakter üzerine yazarken onun meşguliyeti ile ilgili okumalar yapıyorum, araştırıyorum ondan sonra yazıyorum… Ama ortak bir plaza hayatından bahsetmek mümkün. İnsanlar kendilerine ve çevrelerine yabancılaşırken iş dünyasında benzer, neredeyse tıpa tıp bir plaza hayatını yaşıyor diyebiliriz.

“Selim” karakterinin baskın özelliklerinden birisi, savunduğu şeyleri muhatabının şahsına taşırmadan savunması yani kişiselleştirmemesi, diğer bir yanı ise ailesinden kopmaması?

Selim, gerek kendi düşüncesini ortaya koyarken gerekse muhatabının düşüncesini eleştirirken kitapta benim prensip olarak çizdiğim çerçeveden çıkmıyor, yani kimseye hakaret etmiyor. Diğer yandan bu, "kılıcını boşa sallamayacaksın ki oyundan düşmeyesin" diye özetlediğim mücadele prensibinin bir gereği. Kılıcını boşa sallarsan oyundan düşersin ve rakibinden önce sen kendini mağlup edersin… Selim’in ailesine olan bağlılığına gelince; kitapta aile kurumunu korumaya özel önem gösterdim. İslam toplumunda ailenin önemi büyüktür. Aile

olmadan bir İslam toplumundan bahsedemeyiz… Bugün, popüler kültür diye adlandırdığımız basın-yayın yoluyla yayılan şey yozlaşmayı meşrulaştırmaktan başka bir şey değil. Bu anlamda bir soğuk savaş yaşanıyor, sosyolojik bir soğuk savaş, bu savaşta mermi yok ama sonuç olarak kamplaşmalara götürüyor toplumu ve tahrip ediyor. Ben ezberi takip etmedim.

Toplumun kenarında diyebileceğimiz ki şilikler üretip onlardan besleniyorsunuz. Mete Ziya,

Cilalı Bekir’den bahsediyorum. Onları düşünce merkezinize çekiyorsunuz ama sonunda onların sırrını ifşa edip başlangıçtaki “uç kişilikler” diyebilece ğimiz

kişileri normalleştiriyorsunuz?

İnsanları yakından tanıdığınızda herkesin kendine has renkli ve zengin bir dünyası olduğunu görüyorsunuz. İnsanları yeterince tanımazsanız

bazılarını gözünüzde çok büyütürsünüz bazılarını da küçük görürsünüz. İç dünyalarına kapı araladığınızda herkesin ortalama bir yerde buluştuğunu, insanları ne yüceltmeye ne de küçük görmeye gerek olmadığını görürsünüz. Dikkat ederseniz sadece Mete Ziya’nın yahut Cilalı Bekir’in değil, Esad’la temsil eden iktidar sahiplerinin de aynı normalleştirme sürecine tabi tutulduklarını görürsünüz. İnsanları normalleştirdiğinizde kendi dünya görüşünüz ve içsel anlayışınıza göre ya onları kucaklarsınız ya da ilgi sahanız dışına atarsınız. Ama yargılamazsınız.

Kitaptaki tarihi konuları detaylı yazmanızı nasıl anlamalıyız?

Hayatımızdaki olaylar bugünden yarına gelişen olaylar değil, bugün olan bitenin bir tarihi var… Tarihe bakışımız bu nedenden dolayı önemli. Dün bugüne çok benziyor. Farkında olup rotayı bir nebze olsun değiştirmezsek yarın da bugüne benzeyecek. Kitaplarda tarihi referansların doğru okunması için doğru da yazılması gerekiyor… Rotayı ne tarafa kıracağımız da önemli… Hz.

İslam toplumunda ailenin önemi büyüktür. Aile olmadan

bir İslam toplumundan bahsedemeyiz… Bugün,

popüler kültür diye adlandırdığımız basın-yayın

yoluyla yayılan şey yozlaşmayı meşrulaştırmaktan başka bir

şey değil.

11 | S a y f a

İbrahim’in ateşine su taşıyan karınca hikâyesi çok önemlidir; tarafımız belli olmalı… X tarafındayım deyip Y tarafındakilerin değirmenine su taşıma riski var. Buna düşmanla mücadele ederken düşmana benzemek de diyorlar. Bizim toplumun buna benzer bir sıkıntısı var: Kendinden olana değer vermez, kendisine karşı olana yücelik atfeder ve ona karşı cömerttir.

Tasavvuf konusuna ayrı bir başlık ayırmışsınız? Tasavvuf anlayışının tembelliği öğütlediğini söylüyorsunuz?

Peygamberimiz (s.a.v) bir gün yolda yürürken, birkaç kişinin zengin bir adamın kapısında beklediğini görür. Onlara, siz bana biat etmediniz mi diye sorar. Onlar, biat ettik ya Rasulallah derler. Peygamberimiz (s.a.v) “birisinden bir şey istemekten vaz geçemedikçe bana biat etmiş olamazsınız” diye uyarır. İslam herkese tek tek sorumluluklar yükler, birilerinin yapması ile diğerlerinin sorumluluktan kurtulması çok az bir konuda mevcuttur… Çalışmak her birimizin tek tek sorumluluğudur, birileri çalışınca bizim sorumluluğumuz ortadan kalmaz… Birileri çalışacak, diğerleri dini yaşayacak diye bir iş bölümü olmaz, herkes sınava girecek ve içinde yaşadığı toplumun izzetini koruyacak mücadeleyi

verecek. Geçmişte açlıkla nefis terbiyesinin yanlış anlaşıldığını düşünüyorum. Dünyadan el ayak

çekilirse zekâtı kim verecek? Bugün ise durum daha farklı artık… Madde lehine bozulan dengeyi yeniden kurmak gerekiyor.

Bize, ferec davulcuları lazım diyorsunuz. Bize neyi nida edecek davulcular?

Belki de çoğunlukta olan ama asla sesleri çıkmayan milyonlarca insanın iç çekerek kendi kendilerine söylenip durdukları şeyleri nida edecekler.

Türkiye’de yazarlık ve dem dergisi?

Doğu toplumları yazma konusunda teşvik edici değil. Sezen Aksu’yu sanatçı yetiştiren sanatçı olarak tanırım ve hep takdir ederim. Çok önemli bir haslettir bu. Yazar yetiştiren yazar olmak, ressam yetiştiren ressam olmak önemlidir. Bir yazarın birinci sorumluluğu kitap yazmak ise ikinci sorumluluğu yazar yetiştirmek olmalı. Herkes tek otorite olarak kendini görür ve yenileri görmezden gelirse, ağlaya sızlaya özlediğimiz gelişme, özgünlük, estetik topluma nasıl gelir? Dem dergisini bu noktada önemsiyorum. Birinci sayısını okudum ve çok da beğendim. Bu dergi, birçok arkadaşımızın kendisini ifade etmesi açısından bir imkânı da ifade ediyor. Diğer yandan yoğun iş hayatı içerisinde nefeslenme alanı açacağı kanısındayım…

Hayırlı olsun inşallah.

Hayatımızdaki olaylar bugünden yarına gelişen olaylar değil, bugün olan bitenin bir tarihi var…

Tarihe bakışımız bu nedenden dolayı önemli.

Dün bugüne çok benziyor. Farkında olup rotayı bir

nebze olsun değiştirmezsek yarın da bugüne

benzeyecek.

12 | S a y f a

Harun SELVİ

O zamanlar İstanbul’un meşhur ve büyük lokantalarından birinde çalışıyordum. Selanikli Şekercizade’lerin sahibi olduğu, Beyoğlu’ndaki Hayrullah Efendi Lokantasında. Tarihi lokanta o yıllarda benim gibi kendi alanında usta bir çok aşçıya ev sahipliği yapıyordu. Başta Aşçıbaşımız Sadullah Usta olmak üzere her birimizin namı Beyoğlu sınır-larını çoktan aşmış İstanbul’un dört bir tarafına yayılmıştı. Her damak zevkine uygun ve adeta birer sanat eserine benze-yen muhteşem lez-zetlerin sergilendiği tarihi bir müze gibiydi lokantamız. Mönümüz oldukça genişti.

Osmanlı, Fransız, İtalyan ve Rus mutfağına ait pek çok yemek çeşidimiz vardı. ‘Badem yatağında kuzu döşü’, ‘ İç baklalı oğlak kebabı’, ‘ Zencefilli ördek oturtması’, ‘ Kestaneli levrek buğulaması’ en çok tercih edilen yemeklerimizdendi. ‘Bıldırcın yumurtalı karides’, ‘ Kuru erikli enginar dolması’, ‘Karanfilli kuzu incik’, ‘Vişneli bulgur pilavı’, ‘Fesleğen yatağında dinlendirilmiş kuzu döşü’, ‘Kestaneli istiridye dolması’, ‘ Defne yaprağında uzanmış bademli levrek’, ‘ Çam fıstıklı oğlak kapama’, ‘Arpacık soğanlı somon yahnisi’ ise lokantamızın birbirinden güzel öteki yemekleri arasındaydı. Bu yemekler, müşterilerimizin damaklarında öylesine zarif, öylesine latif bir tat bırakırdı ki, bir yaz esintisinin getirdiği serinlik ve tazelik gibi onları ferahlatır, coşturur, sonsuz bir huzur ve neşe içinde evlerine dönerken yolda onlara eşlik ederdi.

Fransız ve İtalyan yemeklerinin de apayrı bir yeri

vardı. ‘Lö pötibör dö lejyon d'onör’, ‘ Ordövr dö la mösyö buku’, ‘ Şato büryan dö la monsenyör’, ‘La pide la sivuple’, ‘Lö kombinezon dö la rezidans’, ‘Orövuar dö la bonsuar’, ‘Dölavi dö la bibien’, ‘ Ja jülyen a la dömüa’ Fransız mutfağımızın hiç bir yer de bulamayacağınız seçkin yemeklerindendi. ‘Di

pietro la sote beelli’, ‘Mozarella uno du tar-deelli’, ‘ La covaanni beene di mancaare’, ‘Sote di mantaare graate’, ‘ Don carleone la şantimi kantaare’, ‘ La doneero um mamma mia’, ‘Bonesera vista arrivedeerci’, ‘La galetta della spageetti’ ise İtalyan mutfağımıza ait yine hiç bir yerde bulamayacağınız enfes yemekler arasındaydı.

Bu birbirinden leziz yemekler, bendeniz Agop Usta dâhil Hamdi

Usta, Nazif Usta, Haydar Usta ve Abbas Ustanın maharetli ellerinden çıkardı her gün. Lokantada benim ‘Badem yatağında kuzu döşüm’ ile Hamdi Ustanın ‘Vişneli ördek ciğeri’ çok tutulurdu. Bir de Nazif Ustanın, memleketi Samsun yöresine ait olduğunu söylediği ve adına “Temmek” dediği ‘K estaneli kuzu kebabı’. Nazif Usta ‘Temmek’ kelimesinin eski Kıpçakçada taze kuzu eti anlamına geldiğini söylerdi hep. İsmi kadar enteresan bir de yapılış şekli vardı. Kuzu etini önce kılıç şeklinde bir satırla güzelce doğrayan Nazif Usta, bu malzemeyi bir patlıcan, iki domates, biraz sivri biber ve bolca soğanla birlikte güzelce yoğurur, türlü baharatlar eklediği fıstıklı iç pilavla birlikte bu kez, hooop başka bir kuzunun içine, şöyle gerdanından sıkıca tutup yavaaşça doldururdu.

Daha sonra içi dolu kuzuyu kızgın fırına atar, üstü

13 | S a y f a

nar gibi kızarana, içi lokum kıvamını alana kadar bekletip bir güzel pişirirdi. O sıra etin üzerine bırakılan bir parça kuyruk yağı harlı ateşin üzerinde cızırdayıp yere damladıkça etrafa mmmh mis gibi, tarifi imkânsız bir de koku yayılırdı. Fırından çıkarılan muhteşem kuzu eti, üzerine biraz dağ kekiği, biraz kişniş ve biraz da taze biberiye serpildikten sonra kestane püresi yatağına alınır, daha sonra da bakır bir tavadan üzerine cozzz diye dökülen kızgın tereyağı eşliğinde bembeyaz porselen tabaklar içinde müşterilere servis edilirdi. Servis yapılan müşteriler önce büyük bir ciddiyet ve sözde ilgisizlik içinde etin orasını burasını şöyle bir didikler, tereyağlı sosunda gezinir, daha sonra da kibarlığı bir kenara bırakarak büyük bir iştahla damaklarını şaklatır ve o harikulade etleri ağızlarında eriterek midelerine gönderirlerdi. Sofradan kalktıklarında ise çoğu kez, dişlerinin arasına girmiş bir et parçasını kürdanla çıkarmaya çalışırken, dudaklarının kenarına bulaşmış sosu dilleriyle bir kedi gibi yalarlar, ardından da ağızlarını şöyle yana doğru hafifçe büzerek vıjt vıjt diye ses çıkarırlardı.

Ve nihayet sonunda, mavi bir göğün altında uzanmış sarı buğday tarlalarından havalanan kuşlar kadar hür ve bir tepenin yamacından aşağıya doğru koşan çocuklar gibi neşe içerisinde cıvıldaşarak lokantadan çıkıp giderlerdi….. Öte yandan, ‘Temmek’ kebabını yaparken büyük bir dikkatle doğradığı kuzu etinin tam da istediği boylarda olması için kullandığı cetvel, gönye ve mezura gibi ölçü aletleri yüzünden adı “Mezuracı Nazif”e çıkan Nazif Ustayı, birlikte çalıştığı kalfaları ve yamakları da çok severler, bilhassa fazla mesaiye kalınması gereken günlerde depreşen ve adeta bir sevgi yumağına dönüşen ilgilerini göstermek için kimi zaman akrostijli şiirler yazar kimi zaman da mersiyeler dizerlerdi. Dizerlerdi dizmesine de, nedense Nazif Usta bundan huylanır, işin içinde bir bit yeniği arar, kalfalarını ve yamaklarını şöyle uzaktan göz ucuyla süzüp, bir şeylerden

şüphelendiğini yine de belli ederdi.

Hamdi Usta ise Köroğlu’nun memleketi Bolu Mengen’dendi. Tatlısından tuzlusuna, acılısından ekşilisine, zeytinyağlısından turşusuna kadar mutfakta pişen envai çeşit yemekler hakkında derin bilgi ve tecrübeye sahipti. Diğer aşçılar bunu bildiklerinden lokantadaki herhangi bir

toplantı, bir mönü sunumu, bir eğitim çalışması olduğunda hemen hepsinin en büyük adayı Hamdi Usta olur, Sadullah Ustaya O’nun ismini vermekten, bu işi Hamdi Usta yapar, bu iş tam Hamdi Ustaya göre demekten büyük bir zevk alırlardı. Hamdi Ustanın da canına minnetti, toplantılara gider katılır, eğitimi de bi güzel verir gelirdi.

Lokantada bizim dışımızda Haydar Usta mezelerden, Selami Usta muhallebilerden, Münip Usta böreklerden sorumluydu. Gerçi Münip Usta her ne kadar, Arnavut, Boşnak, Pomak bilumum Balkan coğrafyasına ait börekler konusunda uzman olsa da O'nun lokantadan arta kalan zamanlarda yaptığı asıl işi Arnavut ciğerciliğiydi.

Pazar günlerinin o sakin öğleden sonralarında Beyoğlunun arka sokaklarında, Tarlabaşı’nda, yoksul ve işsizlerin gittiği kahvehanelerin bulunduğu Sütlüce ve Dolapdere taraflarında, elinde camekânlı metal bir sepetle gün boyu dolaşarak sattığı Arnavut ciğerlerini, küp küp doğradığı altın sarısı kızarmış patateslerle birlikte güzelce karıştırır, harmanlar, sonra bu karışımı, dolaştığı fakir semtlerin fırınlarından aldığı, buğusu hala üstünde tüten o sıcacık ekmeklerin içine yatırır, üzerine de şöyle incecik doğradığı Karacabey soğanlarını bırakırdı Münip Usta.

Son olarak da özenle kıydığı taze maydanoz yaprakları ile bu muhteşem eserini bir güzel süslerdi. Müşterilerin o taze ekmeğe dişlerini her geçirdiğinde çıkardığı sesler ise sadece boşlukta

14 | S a y f a

kaybolup giden bir çıtırtı sesi olmakla kalmaz, aynı zamanda, Allah’ın bahşettiği bu güzel nimetler için gerekli olan şükrü de onlara fısıldar, hatırlatırdı.

Münip Ustanın bir diğer özelliği de lokantanın müzikle ilgilenen ve üstelik saz çalabilen tek aşçısı olmasıydı. Neşet Ertaş, Özay Gönlüm, Mahsuni Şerif, Orhan Gencebay, Müslüm Gürses gibi birçok sanatçının yanı sıra Bülent Ortaçgil, Fikret Kızılok, Jimi Hendrix, Erıc Clapton, Chuck Berry gibi sanatçıların da eserlerini ezbere bilir, bu geniş yelpazeye yayılmış müzik zevki içinde bilhassa bozlak türündeki yeteneği ile teke zortlatmasındaki kabiliyeti görülmeye değerdi. Öyle ki o günlerde, o yanık sesiyle söylediği uzun havalar, hoyratlar, bozlaklar ve arabesk şarkılar Arnavut ciğeri sattığı sokakların kaldırımlarında çınlar, yankılanır, yetmişli yılların o hüzünlü zamanlarına mahsus acılarıyla birleşerek dinleyenlerin kalbine bir ok gibi saplanırdı.

Pişirilen yemeklere ait malzemelerin temininden, kontrolünden, sevk ve idaresinden ise Balıkesir Güreli Muzaffer Usta sorumluydu lokantamızda. Etler, sebzeler, salçalar, yağlar, bakliyat ve unlar, şeker çuvalları Muzaffer Ustanın kalfaları ve yamakları tarafından tek tek kontrol edilir, çürükler, ezikler, küflenmişler bir kenara bırakılır, bir kısmı iade edilir, sağlam ve işe yarayanlar ise paketlenerek biz aşçılara teslim edilirdi her gün. Muzaffer Usta işinde son derece ciddi ve disiplinliydi. Lokantanın o koşturmacalı zamanlarında, o kalın çerçeveli siyah gözlüklerini bir eliyle tutar, alnına doğru hafifçe yukarı kaldırır, kalfa ve yamaklarını uzaktan bir şahin gibi izledikten sonra da, gördüğü manzaranın verdiği huzurla derin bir oh çeker, büyük bir mutlulukla arkasına yaslanır, çaycı Adem Usta’dan şöyle demli, tavşan kanı bir çay daha isterdi Muzaffer Usta.

Niyazi Usta ise çok eski, deneyimli bir aşçıydı. Servis edilip de beğenilmeyen yemeklerin

telafisinden, eksik olan tuzun ve şekerin ilavesinden, baklava şerbetlerinin, kebap soslarının tariflerinden ve bu sos ve şerbetlerin büyük bir dikkat ve özen içinde hazırlanarak o güzelim yemeklerin üzerinde gezdirilmesinden sorumluydu lokantamızda. Çalışkan ve titizdi. Örneğin, dibi tutmuş yemekleri önce ayrı bir tencereye alır, türlü baharatlar, soslar ve şerbetlerle terbiye eder, karıştırır, karıştırır, karıştırır, ardından da kepçesinin ucunu şöyle bir tencereye daldırarak, küçük, tadımlık bir lokmayı ağzına alır, dili damağında bir süre öylece kalır, yemeğin istediği kıvama geldiğini anladığında ise ocağın altını usulca kapatarak elindeki kepçenin sapıyla sırtını kaşırdı Niyazi Usta.

Bir de Abbas Usta vardı. Ama onun neden sorumlu olduğunu, ne iş yaptığını aşçıbaşımız Sadullah Usta dışında doğrusu pek bilen olmazdı. Sağda solda Sadullah Ustaya danışmanlık yaptığından, özel mönü sunumları hazırladığından, adına iş akış şeması mı, diyagram mı ne denilen ve o günlerde hemen hiç birimizin ne olduğunu bilmediği tuhaf, tuhaf olduğu kadar da gizemli bir takım özel çalışmalar yaptığından söz edilirdi Abbas Ustanın. Lakin O’nun bu gizemli ve sıradışı yanına rağmen başta ben olmak üzere birçok aşçı ona bilmediğimiz her konuda iki de bir danışır, sorular sorar, hatta yeri gelir iş çakıp türlü eziyetler ederdik de o yine de

gıkını çıkarmaz, tıpkı özgür bir ceylan gibi nazik, hızlıca hallediverirdi işimizi her seferinde. Ama Abbas Ustayı asıl Abbas Usta yapan şey, yıllar sonra lokantanın tüm kap kacaklarının, tencere tavalarının değiştirildi ği, yemek tariflerinin ve mönülerinin elden geçirilerek yenilendiği dönemde yaptığı, tarifi son derece karmaşık, ama

lezzeti var ya mmuah inanılmaz derecede güzel olan “Terbiye Edilmiş Mevsim Sebzeli bıldırcın kebabı”ydı.Hatta bu isim, daha sonraki yıllarda

15 | S a y f a

uzun bulunarak kısaltılmış ve meşhur bıldırcın kebabı “Temse” olarak anılır olmuştu. Zeytinyağı, ananas ve bıldırcın etini bir güveç kabının içinde tarihte ilk kez bir araya getirerek adeta dans ettiren, egzotik yönleri güçlü bu zahmetli kebaba müşteriler önce burun kıvırmış ve soğuk bakmış olsalar da onlara lezzetin ve sağlığın uçsuz bucaksız zirvelerinde dolaşmayı vadeden bu muhteşem kebabı kısa zaman sonra sevmiş ve sahiplenmişlerdi. Zira çiğnemesi ve sindirmesi zor olsa da lezzeti ve besleyici özelliği son derece yüksek bir kebaptı ‘Temse kebabı’.

Haydar Ustaya gelince. Bol ceviz ve süzme yoğurdun, sarımsak, dereotu ve zeytinyağı ile bakır bir sahan içinde buluştuğu, taze nanenin ve Antep biberinin arka vokallerde eşlik ettiği ‘yoğurtlu ceviz ezmesi’ ile sofraların olmazsa olmazı “haydari” sıkı durun, O’nun bulduğu mezelerdendi. Kafası bir başka çalışırdı Haydar Ustamızın. Ufku genişti. Konuşmasından pek bir şey anlaşılmaz, simultane çeviri gerektirirdi. Bir konuyu anlatmak için başvurduğu benzetmeler ise sıradışıydı, inanılmazdı. Örneğin basit bir patlıcan yemeği tarifinin püf noktasını anlatırken, size arabanın karbüratöründen, triger kayışından ya da krank milinden bahseder, patlıcan yemeği ile arabanın bu parçaları arasında bağ kurmanızı bekleyebilirdi. Baktınız bağ kuramıyorsunuz ya da zorlanıyorsunuz bu sefer de "şöyle düşün" der, hiç alakası yokken size Osmanlı tarihinden örnekler verir, konuyu iyice içinden çıkılmaz hale getirir, bütün bu malumatın sebebini merak eden biz gafillerin sorularına ise “bilgilerinize çakmaktayım ne var bunda” diye cevap verirdi sevgili Haydar Usta. Siz ise o sıra önce bir “la havle” çeker, öfleyip pöfler, ardından da “yav he he” der sıvışmak isterdiniz ama bütün bu manevra ve taktikleriniz de bir işe yaramaz, köşeye kıstırılmış bir fare gibi sessizce inleyerek, sorduğunuz sorudan duyduğunuz pişmanlıkla içinizden, “Allah da benim belamı versin, Allah da beni kahretsin" diye kıvranır, eliniz böğrünüzde çaresizce kaderinize boyun eğerdiniz.

Öte yandan Haydar Ustamızın soğuk mezelerde olduğu gibi soğuk esprilerde de üstüne yoktu. Öyle

ki bu espriler, bir taraftan insanın şu fani âlemdeki varoluş amacını biz aşçılara hatırlatırken, diğer taraftan da bir Tibet keşişi gibi köşemize çekilmemize, hayatın anlam ve önemi üzerine düşünmemize ve aydınlanmanın o kutsal sularında kulaç atarken, çakralarımız açık bir vaziyette ışıklar saçıp, nirvananın doruklarında gezinmemize vesile olurdu. Haydar Usta bu esprilerini, bu bizi hayattan soğutan, yaşama sevincimizi öldüren bu soğuk esprilerini, elinde bir kepçe hiç bir şeyden habersizce, ne güzel pilav tenceresini karıştırmakla meşgul Niyazi Ustamızın üstünde denerdi ilkin. Niyazi Ustamız ise önce ne olduğunu anlamaz, şaşırır, sonra benim dürtmemle ya da kendi gayretiyle bunun bir espri olduğunu fark ettiğinde ise geç de olsa bir tepki vermeye kalkardı ama, bu sefer de iş işten geçmiş, Haydar Usta sırıtarak çoktaan tezgahının başına dönmüş olurdu.

Ve Aşçıbaşımız Sadullah Usta. Sadullah Usta lokantada hemen her konuda düzenlediği toplantıları ile ünlüydü. İstişareye gerçekten de büyük önem verir, toplantı üstüne toplantı düzenlerdi lokantadaki odasında. Toplantı düzenlenmedik konu bırakmamıştı hani. Pirinç ayıklamada süre yönetimi, bakliyat seçiminde dikkat edilmesi gereken hususlar, kabak tatlısının şerbetini tutturma kurallarının belirlenmesi, zeytinyağlı dolmada fıstıkiçi maliyetini azaltma teknikleri, gavurdağı salatasına alternatif isim önerileri, bakliyatların kurtlanmasına dönük tedbirler, marine etme ve sos hazırlama teknikleri, mutfakta yetki düzeylerinin belirlenmesi, lokantadaki roller ve görevler, mutfak faaliyetlerinin merkezileştirilmesi projesi, iç ve dış lokanta müşterilerinin memnuniyet anketinin

16 | S a y f a

değerlendirilmesi, lokantanın yıllık faaliyet raporlarının hazırlanması, kızartma, haşlama ve ızgarada paradigma değişiklikleri. Ve daha neleer neler.

Günde inanın abartısız belki on kez toplandığımız olurdu Sadullah Ustanın odasında. Bir toplantıdan döndüğümüzde daha bismillah tezgâhın başına bile geçmeden hoop başka bir toplantıya çağrılırdık kaşla göz arasında. Öyle ki bazı günler sırf bu toplantılar yüzünden o gün yetiştiremediğimiz yemeklerimiz bile olurdu. E tabi yemeklerimizin müdavimi kimi müşteriler de bu durumdan şikâyet ederlerdi haklı olarak.

Ama itiraf etmek gerekirse dostlar, bu toplantı işini biz aşçılar da o kadar çok sevmiş ve o kadar çok benimsemiştik ki, toplantı davetini alır almaz elimizdeki işi hemen bırakır, büyük bir sevinç ve neşe içerisinde yerimizden fırlar, yanımızda sürüklediğimiz sandalyelerle birlikte koşturarak, soluğu Sadullah Ustanın odasında alırdık. İçimiz içimize sığmazdı. Odaya girdiğimizde ise ilkin o koca ahşap masanın üzerindeki çikolata ve şekerleme kutularını arardı gözlerimiz. Birazdan gelecek o bol köpüklü orta kahvelerimize ya da büyük beyaz fincanlardaki tavşankanı çaylarımıza eşlik edecek olan o muhteşem çikolata ve şekerlemelerin hayali bile inanın ayrı bir heyecan ve mutluluk kaynağıydı biz aşçılar için. Küçük şeylerle

mutlu olmayı severdik çünkü. Küçük güzeldir derdik.

Toplantı bittiğinde ise çoğu kez, bir sonraki

toplantının merakı ve biten toplantının verdiği derin üzüntü ve keder içinde odadan usulca çıkar, şöyle omzumuzun üstünden son bir kez daha Sadullah Ustamıza baktıktan sonra da beraberimizde getirdiğimiz sandalyeleri yine sürükleye sürükleye aldığımız yere geri götürüp bırakırdık. İşte böylece toplantının biri biter diğeri başlar, çayların biri gelir öteki giderdi o küçük odada. O kadar çok çay, kahve, su içerdik ki, lokantanın çay ocağına bakan Adem Usta, Sadullah Ustanın odasına küçük bir çay ocağı açmaktan bahseder olmuştu hatta bir ara.

Sadullah Usta sıradışı şeyleri de severdi. Yenilikçiydi. İstanbul’daki lokantalarda hiçbir aşçıbaşının cesaret edemeyeceği işlere el atmıştı. Örneğin bir seferinde, lokanta çalışanlarının mutfak bilgisini artırmak ve önemli bazı hususlara dikkatlerini çekmek için “Tüp Contası” adlı bir proje başlatmış, usta aşçıların her gün mutfak kültürüne ait farklı bir bilgiyi, püf noktasını, kalfa, yamak ve çıraklarla paylaşmasına imkân tanımıştı Sadullah Usta. İşin başına da lokantamızın tek bayan aşçısı olan Esmeray Ustayı getirmişti. Yine lokanta içine yönelik ilk süreli dergi de Sadullah Ustanın öncülüğünde çıkarılmıştı Beyoğlu’nda. Eli kalem tutan aşçılar, yamaklar ve çıraklar için doğrusu eşi bulunmaz bir fırsat olmuştu “Demlik” dergisi. Hatta ben, evet ben bile cesaretimi toplamış, lokantayı bir banka şubesine, aşçı arkadaşları da banka çalışanlarına benzeterek, aklım sıra gizemli bir hikâye yazmıştım dergiye o sıra. O yazıda, olayları ve kişileri inanılmaz derecede abartmış, elimden geleni ardıma koymamış, Allah ne verdiyse yardırmıştım.

Şimdi ise dostlar, aradan geçen bunca zaman sonra, şu ömrümün sonbaharında ve bir ayağım çukurda, seksen yaşımda. Şöyle geriye dönüp bir baktığımda, Haydar Ustanın da, Niyazi Ustanın da, ve diğer tüm ustaların da, meğer o yıllarda hayatımda ne kadar da önemli bir yeri olduğunu ve meğer ne kadar da büyük bir boşluğu doldurduklarını kalbimde daha iyi anlıyorum artık. Meğer o yıllarda, lokantanın o bakır kazanlarında, o kalaylı tencerelerinde pişen tek şey sadece o leziz yemekler değil, bizim dostluğumuzmuş da.

17 | S a y f a

EN BÜYÜK HAZİNEM

Erhan ORHAN

……………………….

“Amca sana biraz para versem, fotoğrafını

çekmeme izin verir misin.?”

Çek tabi. Ama para vermene gerek yok.

“Amca nerelisin?”

1926 İstanbul doğumluyum. Tam 82 yaşındayım.

40 yıldır Karaköy’deyim.

“Nerede yaşıyorsun?”

Sokaklarda. 12 yaşımdan beri hayata küstüm ben…

Küstürdüler beni..1926 doğumluyum. 82 yaşında-

yım.

“Kimsen yok mu?”

Annem babam öldüler. Kardeşlerim öldüler,

yeğenlerim bizde kal diyorlar ama gitmiyorum.

İstemiyorum işte. Kedilerim var. Köpeklerim var.

Canlarım onlar… Onlarla arkadaşlık ediyorum,

onlarla birlikte yemek yiyorum. Geçenlerde bir

arkadaşımı araba ezdi… Ne güzel köpekti… (1-2

dakika sessizlik)

- Ben 1926 doğumluyum, 82 yaşındayım. Çok karışık

benim hayatım. Bitmez anlatmakla.

“Amca açsan bişeyler alayım sana?”

(işaret parmağını kaldırarak) Genç hakkını helal et,

yoluna devam et!!!

Geriye baktığımda… diye başlamayacağım söze.

Çünkü böyle başlarsam söze sanki geçmişi ara sıra

hatırlıyormuşum gibi olur. Ben geriye bakarak

yürüyenlerdenim.. Her daim geriye bakarım…

Ondandır belki 2 yaşımdan bile bazı enstantaneleri

hatırlayışım… Ne güzel günlerdi be diye

hayıflanmalarım da var… Anmak bile istemediğim

dönemlerde. Ama illa ki herkes gibi keşkelerle dolu…

Bir şekilde geçiriyoruz işte zaman denen ve aslında

herkesin sahip olduğu bu hazineyi. Düşünsenize 70

yıl yaşayan birinin 24x365x70=613.200 saati var…

Bir saatinize ne kadar paha biçersiniz?

Doğduk, çocuk olduk, oyun oynadık, kavga ettik, âşık

olduk, anne baba olduk, dede nine olacağız ve

yürürken gündüz gece, 2 kapılı bu handan

ayrılacağız. Tabi ki yarın var mıyız yok muyuz

bilinmez… Hak vuku bulur “Ulan rahmetli daha dün

neler yazmıştı” senaryosu yazılmıştır belki kaderime.

Hanın uzunluğu kısalığı belli değil… Yani çok da

ahkâm kesmeyelim şair gibi neme lazım… Ben şairin

yalancısıyım. Bu aralar yolun yarısındayım.

Dedim ya, zaman, rabbin bizlere verdiği en büyük

hazine… Büyük sıfatını bilerek kullandım çünkü

zamanın uzunluğu kısalığı göreceli… Einstein

ağabeyimizin “İzafiyet Teorisi”ni biz sıradan

insanlara anlatırken kullandığı en basit örnek bu

imiş… Son bulmasını istediğin şey bitmek bilmez,

‘hafta içi’ gibi… Sona ermesini istemediğin şey su

gibi geçer gider.. Hafta sonu gibi… Halbu ki; ikisi de

24 saatlik günlerden ibaret.

Yukarıdaki amca… Hala yaşıyor mu bilmiyorum.

Belki görmüşsünüzdür. Karaköy’deki zemin altı

çarşının girişinde öyle oturur; gelen geçene bakar,

arkadaşlarını besler… Acaba o hazinesini nasıl

harcamıştır…? Sohbetimize bakarsanız hayatı çileyle

doludur diye tahmin edebilirsiniz… Belki çok

babacan bir fabrikatörün oğluydu. Baksanıza azıcık

zorlasanız “Hulusi Kentmen” gibi tipi de var…

Ama şuan onun adı “Amca”. Belki gerçekten de

anlattığı gibi sıkıntılarla dolu bitmek bilmeyen bir

hayata sahiptir.

Diyeceğim o ki… Paha biçemeyeceğiniz hazinenizi

boşa harcamayın… Kentmenzede ya da sadece

Amca… Size hangisinden bahşedilmişse…

Kısmetimizde hangi senaryo varsa, yukarıdaki Amca

gibi onurlu bir başrol oynamak ümidiyle…

18 | S a y f a

DAKAR BİR AFRİKA RÜYASI

Farklı coğrafyaları gezip görmek, farklı kültürleri tanımak, benim için her zaman eğlenceli bir deneyim olmuştur. Dakar seyahatim de güzel anılar ile dolu heyecanlı ve ilginç bir gezi olmuştu.

İstanbul’dan 7 saatlik uçuş sonrası %90'ı Müslüman olan, %10'u da Avrupa'lı ve Amerikalılardan oluşan, yaklaşık 2 milyon nüfuslu, Afrika'nın en büyük liman kenti olan Senegal’in başkenti Dakar'daydım.

Ekvator kuşağına olan yakınlığı nedeniyle kış mevsiminin yaşanmadığı, Ağustos ayının bol yağmur ile geçtiği bir iklime sahip, Atlantik okyanusunun kıyısında çok güzel bir yarımada olan bu şehrin her köşesinde birçok tezat bir arada bulunuyor. Pazarlarında Avrupa'dan gelen ikinci el çorap ve çamaşır bile bulabileceğiniz, açlık sınırında bir hayat yaşayan yerli halkın yanında, yüzbinlerce dolarlık hayatlar süren Batı'lı zenginlerin bir arada yaşadığı bir şehir Dakar. Şehrin sahil kesimlerini modern yapılar,

Yusuf GÖK

iç kesimlerini ise gecekondu tarzı yoksul mahalleler kaplamış durumda.

Görece olarak Afrika'nin demokrasi ile yönetilen istisna ülkelerinden olup, resmen olmasa da halen Fransız sömürgesinin izlerini taşıyor.

Dakar'da trafik tam bir karmaşa ve heyecan dolu. Merkezi noktalar haricinde trafik kurallarının pek önemi yok. Birilerinin aracınıza çarpma ihtimali yüksek. Kaporta hasarları kazadan bile sayılmıyor. Bütün araçların kaportaları yara bere içinde. “Karapit” denilen dolmuşlar ise bizim eski dolmuşlarımız gibi rengârenk yazılar ve süslerle kaplı. Bu camsız dolmuşların tepesi ve arkası tıklım tıklım insanlarla doluyor. Bir tek asılacak yer olsun yolculuk için yeterli, konfor onlar için teferruat.

Atlantik Okyanusu'nun kilometrelerce uzanan müthiş kumsallarında biz bata çıka yürümekte zorlanırken, çıplak ayakla futbol oynayan gençlerin içinde keşfedilecek kim bilir ne

cevherler vardır diye de düşünmeden edemiyor insan. Kumsalın bitişiyle başlayan çöl kumullarında jeep safari yapıp, aslında bir tuz gölü olan ve güneş ışıkları ile pembe bir renk alan Lake Rose (Pembe Göl) kıyısında, kafasında kilolarca yükü taşıyan kadınları görebilirsiniz. Meşhur Paris-Dakar Rallisinin final etabı, güvenlik nedeni ile organizasyon

19 | S a y f a

Güney Afrika’ya alınana kadar burada yapılmaktaymış. Okyanus kıyısında olunca "Denizden babam çıksa yerim" diyenlerin lafını yutturacak kadar zengin deniz mahsulleri insanı hayrete düşürüyor.

‘Almadi Burnu’nda gelgit zamanı kuzey ve güneyden gelen iki ayrı akıntının çarpışması sonucu denizin bir anda metrelerce yükselmesine tanık olabilirsiniz. Ayaklarınızın altındaki kayalıkların kısa bir sürede dalgaların arasında kaybolup gitmesi ürkütücü bir güzellik yaşatıyor. Sular çekilince de birçok balık ve ilginç canlının sahilde öylece kalakaldığını görebiliyorsunuz. Senegal halkı için dans ve müzik adeta bir tutku. Her yerde tamtam seslerini, ritim ve şarkılarını duyabilirsiniz. Günlük yaşamda kadınların rengârenk kıyafetleri ise vazgeçilmezleri. Yaşam standardına takılmadan her gün özenle giyinip süslenmeleri tamamen onlara özgü bir yaşam şekli. Gece eğlenceleri ise en vazgeçilmezleri.

Gezimin en ilginç ve en buruk durağı şüphesiz ‘Gore Adası'ydı. Atlantik'in ortasında, Afrika'nın en batı ucu durumundaki bu adanın doğal güzelliği

de muazzam. Büyük kayalıklara vuran devasa dalgaların gümbürtüsü insanın içini ürpertiyor. Aynı zamanda "Medeniyetin beşiği Batı'nın" Afrikayı iliklerine kadar yüzyıllardır nasıl sömürdüğünün canlı kanıtı da bu adadır. Kıtanın dört bir yanından silah zoruyla esir ettikleri yerlileri bu adadaki kalede toplayip, gemilerinde balık gibi istifleyip Batı'ya götürmüşler yüzyıllarca. Artık köle ticaretini anlatan bir müze olarak kullanılsa da insan çığlıklarını ve o acıyı yüreğinde hissediyor insan. Dahası atalarına yaşatılan o korku, esaret ve acı, sanki yeni nesillerinin genetik kodlarına silinmeyecek şekilde işlenmiş gibi duruyor.

Afrika, tüm canlıların yaşam mucizesine tanıklık eden bir ülke. Bu yüzden Afrika'ya gidip safari yapmadan dönmek olmazdı tabi. Dakar'a yaklaşık 50 km mesafedeki Senegal Ulusal Parkı'nda sadece rehberler eşliğinde yapılabilen safaride doğal hayatı ve yaban hayvanlarını yakından görmek oldukça keyifli. Yine, Senegal’in her yerinde karşınıza çıkan devasa gövdeli ‘Baobap Ağaçları’nın 200-300 yaşında olanlarını da burada bolca görebilirsiniz.

Yerli halk geçmişte ölülerini bu ağaçların kovuklarına gömerlermiş. Halen kafatası ve kemikleri bu ağaçların altında muhafaza edilenleri de mevcut.

Her günü ayrı bir hikâye ve macera dolu 2 haftalık seyahatimin nasıl bittiğini, zamanın nasıl geçtiğini hiç anlamamıştım. Geriye binlerce kare fotoğraf ve tadı damağımda kalan bir ülke vardı.

Fikrimi sorarsanız; gerçek bir yaşam mucizesi olan Afrika, mutlaka görülmeye değer...

20 | S a y f a

İktisat Bilmeyen Adam ktisat Bilmeyen Adam ktisat Bilmeyen Adam ktisat Bilmeyen Adam

Bugün yollar daha geniş, renkler daha berrak. Lodoslu havalarda hep böyle olur bu şehir. Ama bu ferahlığın başka bir sebebi de var; ilk maaşımı aldım. İlk maaş ilk aşk gibidir; hiç bitmeyecek, her şeye yetecek sanırsın… Akşam olunca tüm sevinçlerimi toplayıp eve doğru yola çıkıyorum. Yollar, bu akşam yoluma ayarlı…

Tramvay’da, ilk duraklarda binenlerin seçtiği koltuklardan arta kalan boş bir yere oturuyorum. Toplu taşıma araçlarında oturabilmek insanı yeterince özel hissettirir, ama bugün zaten özel bir gün olduğu için bu hissi duymuyorum.

Kendime bir hayat kurmak için yeterince umut biriktirmiştim parasız günlerimde. Artık param da var. İşe başvururken talep ettiğim maaşın neredeyse iki katını alıyorum. Birkaç ay içinde araba alırım. Evlendikten sonra bir de ev alıp küçük taksitlerle ödeyebilirim, belki bunları küçük hayaller yapan nice fırsatlarla da karşılaşabilirim. Böyle işte, insanın yakaladığı bir başarı ona daha fazlasını hayal etme gücü veriyor. Biraz daha hayal etsem nerelere varacağım kim bilir..? Düşündüklerimin heyecanıyla olsa gerek, karşımda oturan 40-45 yaşlarında ve iyi giyimli adamın, yanındaki çocukla yaptığı pazarlığın nasıl başladığını kaçırmışım. Elinde tek bir gül olan çocuk ilkokul yaşlarında: “Hayır, satmayı düşünmüyorum” dedikten sonra, ' pazarlık bit-

Selçuk ÇELİK

miştir ” der gibi pencereden dışarı baktı. Adam ısrarlıydı: “Benim o güle olan ihtiyacım senin ihtiyacından çok fazla.” “Ben bu gülü annem için kopardım. Size satmayı düşünmüyorum.” “Bugün benim evlilik yıldönümüm ve hediye almayı unuttum. Bunun evli bir adam için ne anlama geldiğini anlaman çok zor ama gerçekten kötü bir durum. Şu elindeki gülü satarak beni bu büyük dertten kurtar.” “Bu gülü annem…” “Bir gül için sana 200 lira teklif ediyorum.” “?..” “300 lira. İnan bu teklif ikimiz içinde kazançlı.” “Nasıl yani?” “Şimdi sana biraz iktisat anlatayım: Sen bu gülü annene götürdüğünde onun mutluluğunu –elbette parayla ölçülmez- 200 lira, benim eve eli boş gitmemin maliyetini de 400 lira olarak kabul edelim. Ben sana bu gül için 300 lira verdiğimde her ikimizde 100 lira kârlıyız. Her ikimiz içinde kazançlı bir oyun bu.” “Peki.” Elindeki gonca gülü 300 liraya iyi giyimli adama satan çocuk alışverişten çok şey anlamamış olsa da mutlu bir gülümseme ile “İyi akşamlar” diyerek tramvaydan indi. Satın aldığı gülün aslında 5 lira olduğunu bilen adamın iktisattan ve matematikten anlamadığı muhakkaktı. “Satış konusunda pek mahirsiniz” dedim. Yaptığı alışverişin mantıkla ifade edilemez olduğunu anlamış olduğumu fark etti. “Ayakkabısı gayet eskimişti, para vermeyi teklif etsem kabul etmeyebilirdi.” İki durak sonra da ben indim. Kafamın içinde, yaptığım iktisat tanımıyla evime giden yolu ağır adımlarla yürüdüm. İktisat, sonsuz bir hayatı az

bir ömür sermayesiyle kazanmayı inceleyen

bilimmiş. Eve gidince ilk işim, tanımı doğru yapmış mıyım ona bakmak olacak... Sonra, tüm hayallerimi ve sevinçlerimi toplayıp bu tanıma sığdırmanın yollarını arayacağım…

21 | S a y f a

‘‘‘‘inside job

“Bir Garip Orta Oyunu” Fatih BOZ Çalıştığım şirketin orta ve üst yönetim kademesi

ile birlikte, ayda bir yapılan genel değerlendirme

toplantısının başlamasını bekliyorduk. Genel

Müdürümüz toplantı salonuna girdiğinde,

alışılmadık bir başlangıçla, ‘Inside Job filmini

seyrettiniz mi?’ diye sordu. Finans sektöründe

çalışıyor olmamıza rağmen ilginç bir şekilde filmi

seyredenlerin sayısı bir elin parmağını

geçmiyordu. Yüzünde hafif bir tebessüm belirdi

ve ‘O zaman bu akşam benim davetlim olarak bu

filmi hep beraber seyredelim’ dedi. Bu gerçekten

çok hoş bir davetti. Sanırım yıllardan beri

çalıştığım bu şirkette ilk kez yöneticilerle birlikte

belgesel bir film izleyecektik.

Toplantı salonumuz; sinema işlevi de

gören, koltukları geniş, kırmızı renkli, görüntü ve

ses kalitesi lüks sinemaları

aratmayacak nitelikte, oldukça büyük ve ferah

bir salondu. Mesai bitiminde, yaklaşık 50 kişi,

2011 yılında belgesel dalında Oscar almış,

Charles Ferguson imzalı ‘inside job’ filmini bizim

için bir gala gecesi tadında, heyecanla izlemeye

başladık.

Film, 2008 ekonomik krizi öncesinde İzlanda’da

üç büyük bankanın özelleştirilmesi ve sonrasında

bu bankaların beş yıl içinde ülke ekonomik

büyüklüğünün 10 katı borçlanması tespiti ile

başlıyor. Ülkenin 120 milyar dolar kadar

borçlanmasının sipariş raporlarla yapılması ise

ayrı bir komedi olarak sunuluyor. İzlanda’daki

2008 ekonomik krizi, aslında ABD’deki batağın

küçük bir versiyonu… Bu ülkeye verilen borçlarla

oluşturulan mevduatı, kredi olarak alanlar,

aldıkları kredileri Avrupa’da farklı şirketlere

hesapsızca yatırım yapıyor. Alınan bu krediler

geri dönmemeye başlayınca İzlanda ekonomik

krize giriyor. Film, vermek istediği mesajı en

baştan itibaren sürekli tekrarlıyor. Kurallara

uyumsuzluk ve denetimsizlik yozlaşmaya

götürür. Yozlaşma insanı yoldan çıkarır. Yaptırım

da olmazsa yapanın yanına kar kalır.

22 | S a y f a

Film temposunu Amerika’da yaşanan ekonomik

krizin detaylıca anlatımı ile iyice arttırıyor.

Siyaset mi ekonomik politikalarını belirliyor,

yoksa Wall Street mi ekonomi ajandasını

belirliyor? Bu sorunun cevabı verilirken,

Obama’nın ekonomi yönetimini oluşturan kişiler

ile Obama öncesi ekonomik yönetiminde yer

alan kişiler ve piyasa yapıcı sistemin

karşılaştırması yapılıyor. Sonuçta, kriz öncesi ve

sonrası kişiler dâhil sistem yapıcı mantığın

değişmediği, Amerikan ekonomisindeki

deregülasyon politikalarının ve ahlaki çürümenin

sadece ABD’yi değil bir bütün olarak dünya

ekonomisini krize sürüklediği vurgulanıyor.

Eski ABD merkez başkanı, Alan Greenspan’in

1970’lerin sonunda itibaren başlayan

deregülasyon politika-

larını hızlandırdığı ifade

ediliyor. Denetimin ya-

salarca yasaklandığı, Tim

Garthner, Larry Summer

gibi Wall Street’in

başlıca danışman veya

CEO’larının mevcut eko-

nomik yönetimlere gire-

rek Wall Sitreet’in siya-

seti nasıl esir aldığı

detaylı analizlerle anlatı-

lıyor. Ünlü banka, sigorta

ve finans şirketlerinin

aldığı bonus’ların, ciro ve

kar güdüsüyle ekonomi-

de bilinen yanlışları nasıl

doğru haline getirdiği

açıklanıyor.

Özellikle alt gelir

grubuna kredi verilmesi, verilen bu kredilerin

dünyanın her tarafındaki bankalara satılması,

bunun sonucunda muhasebe oyunlarıyla

olağanüstü karlar yazılması. Sistem bu hale

dönüşürken diğer yandan başta CEO’lar olmak

üzere üst yönetim çalışanlarının olağanüstü

bonus ve gelir hedeflemesi… Ve, ekonomik

sistemde oynanan bu oyunun siyasi çevrelerce

desteklenmesi… Önünden geçmeye

korktuğumuz koca koca üniversite

profesörlerinin bu oyunu yazdıkları (sahte)

raporlarla destekledikleri tek tek anlatılırken,

bağımsız denetim şirketlerinin yaptıkları

denetimin bir hiç olduğu tanıklar eşliğinde gözler

önüne seriliyor.

Film, bir Orta Oyununu anlatıyor, yalnız insan

nerede güleceğini ve nerede ağlayacağını

şaşırıyor. Bu kadar büyük çaptaki bir iktisadi

yıkımın, evsiz ve işsiz kalan insanların,

kaybedilen yılların, baştan tasarlanmış bir

oyundan arda kalanlar olduğunu görüyor ve

hazmedemiyor insan. Bu kurgunun sonucunda

tüm olan bitenin sorumlusu siyasetçilerin,

ekonomi patronlarının ve batan şirket

yöneticilerinin hiçbir şey olmamış gibi lüks ve

şatafat içinde hayatla-

rına devam etmesi, ya-

panın yanına kar kaldığı

bir eko-sistemde yaşadı-

ğımız gerçeğini bir kez

daha yüzümüze vuru-

yor.

Peki, bu gerçekliği tersi-

ne çevirmenin bir yolu

var mı?

Film bunun cevabını

vermese de, filmde or-

taya konan krize sebep

tüm nedenleri alt alta

koyup tersinden düşün-

düğümüzde; devlet ve

şirket yöneticilerinin ka-

naatkâr olması, doğru

ve dürüst iş yapmaları,

sistem işleyişinin doğru

zeminde kalması için yasal ve politik

yaptırımlarla desteklenmesi, denetim süreç-

lerinin etkinleştirilmesi gibi yapıcı aksiyonların,

sistemin önünü açabilecek politikalar olduğunu

görebiliyorsunuz..

İyi Seyirler…

23 | S a y f a

Fotoğraf: Mustafa KILIÇ

PERDE ARKASIPERDE ARKASIPERDE ARKASIPERDE ARKASI

Sabaha doğru yol alıyor görmediklerim,

Güneş git gide yüzünü gösteriyor artık,

Aydınlık şimdi her yerim, bembeyaz ve pürüzsüz

İstediğim gibi her şey,

Sefere çıkar gibiyim bugün, işte tam da önümdeler…

Yol almayı istiyorum içimdeki yığınla birlikte,

Kusursuz bir bekleyiş, keskin bir sadakat,

Sessizlik yıkılmıştı, parça parça yok olmayla karşı karşıya kalınmış,

İnce bir çizgi, büyük bir sonuç vardı.

Harcamadan, biriktiriyordum o anı,

Bilmeden, ezberlemeden ve yazmadan,

Saatim yanımda kabına sığmayacak gibi duruyor,

Benimle uzun bir birliktelik geçirmeyeceği de kesin,

Zaman ile aramda büyük bir koşuşturmaca,

Muhabbet demlenirken her tarafta,

Vakit dar, tevazu gerek bize,

Bilmiyorum derin bir endişe var içimde,

Ya aniden durursa,

Ya da hızlıca bırakıp giderse hiç olmadığı yerde…

Büyük bir sel bu, ne çeşme, ne de hayrat,

Herkesin dilindeydi bu ahval,

Destansı bir öğüt, terbiye edilmiş bir ordu,

Yaydan çıkmış bir ok gibiydi üzerimize gelen her bir nefes,

Dövülürken demir, bükülüyordu başlar,

Hayret ki hayret,

Ne ırk, ne dil, ne renk,

Şurada duran ne güzel bir heybet…

Birileri vardı bizim diyardan, niceleri uzaklardan,

Benim yerime etrafa iyice bak, etraflıca bak! Asla değişmez bu bakışlar

Minderlerin üzerindeydi o yamalar, özensiz ve miraslı

Birikirdi geceleyin ay, gündüz güneş onsuz ne yapardı.

Emre AÇIKEL

24 | S a y f a

Sizden Gelenler

Engin BEYAZ

Yukarıda gördüğünüz resim, dergimizin başlangıç formatı ile ilgili yaptığımız çalışmalarda derginin bir logosunu yapalım demiştik. Bunun üzerine ressam Engin BEYAZ’dan yardım istedik. Engin Bey dergimiz için yukarıda gördüğünüz resmi yaptı. Fakat biz, daha sonra dergimize ait bir logo olsun fikrinden vazgeçtiğimiz için bu güzel eseri sizinle paylaşma imkanımız olmadı. Bu nedenle Sizden Gelenler köşesinde ilk olarak değerli ressamın dergimiz için yaptığı eseri paylaşıyoruz. Kendisine dem dergisi adına teşekkür ediyoruz.

25 | S a y f a

ateş, su ve tarih

acılarını demliyor bir adam

harlıyor ateşini ve biliyor

yanmazsa yanacak!!!

26 | S a y f a

Talip TOSUN (arka sayfa şiir)

zaman;

dipdiri girdiğim

mezarlığım,

ruhuma dikişleri batar düşünce

kefenimin.

nehirler nereyi dövse,

bende oluşur menderesleri…

yüreğimde eksik mimikleri

tamamlar yağmurların yağışı,

rüyalarımı hayra yorar sözlerin

tükendiği an.

talip tosuntalip tosuntalip tosuntalip tosun