· Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından...

126
FİLİSTİN MESELESİ VE İSRAİL’İN KURULMASI (1948) Kudüs’ün “İsrail Devleti’nin başkenti” olması kararı, Siyonist lider Dr. Theodor Herzl tarafından 29 Ağustos1897’te toplanan “Birinci Siyonist Kongre”de alındı. Aslında bu amaca dönük çalışmaların tarihi 1850’lere kadar gidiyor. Ama 1860’larda bile Filistin’deki Yahudi nüfus altı bin civarında idi. Bu durumda Filistin’e Yahudi göçünü hızlandırmak gerekiyordu. Batı destekli kampanyalar açıldı. Bu konuda başta din, tarih ve para olmak üzere, her türlü teşvikten yararlanıldı... “Arz-ı Mev’ud” (vaat edilmiş topraklar), lokomotif kavram olarak sık sık vurgulandı, her türlü yayında kullanıldı. Çöl, “cennet” gibi takdim ediliyordu... Artık sıra “devlet” taleplerini tek çatı altında toplamaya gelmişti. İlk Siyonist Kongre bu amaçla 29 Ağustos 1897’de yapıldı. İsviçre’nin Basel Kasabası’nda Dr. Theodor Herzl liderliğinde toplanan kongreye 200 varlıklı delege katıldı. Kongreden başkenti Kudüs olan bir Yahudi Devleti kurulması kararı çıktı. (1897’de örgütün 177 şubesi varken, ertesi yıl sayı 913’e çıkarıldı, ikinci kongrede de delege sayısı iki katına çıkmıştı. Bu arada Herzl’in politik, Ahad Haam’ın da ‘Kültürel Sosyalizm’ini sentezleyen bir gruplaşma oluşmuştu.) İsrail’i kurmak isteyenler başlangıçta bir toplumsal bir organizasyon gibi çalıştı, ama güçlendikçe durum değişti ve devlet düzenine benzer bir hiyerarşik yapılanmaya gidildi. Bankalar ve ticarî şirketler oluşturuldu. Çok sayıda gazete, dergi, kitap yayınlandı. Tiyatro oyunları sahnelendi. Sinema 1

Transcript of  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından...

Page 1:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

FİLİSTİN MESELESİ VE İSRAİL’İN KURULMASI (1948)

Kudüs’ün “İsrail Devleti’nin başkenti” olması kararı, Siyonist lider Dr. Theodor

Herzl tarafından 29 Ağustos1897’te toplanan “Birinci Siyonist Kongre”de alındı. Aslında bu

amaca dönük çalışmaların tarihi 1850’lere kadar gidiyor. Ama 1860’larda bile Filistin’deki

Yahudi nüfus altı bin civarında idi. Bu durumda Filistin’e Yahudi göçünü hızlandırmak

gerekiyordu. Batı destekli kampanyalar açıldı. Bu konuda başta din, tarih ve para olmak

üzere, her türlü teşvikten yararlanıldı...

“Arz-ı Mev’ud” (vaat edilmiş topraklar), lokomotif kavram olarak sık sık

vurgulandı, her türlü yayında kullanıldı. Çöl, “cennet” gibi takdim ediliyordu... Artık sıra

“devlet” taleplerini tek çatı altında toplamaya gelmişti. İlk Siyonist Kongre bu amaçla 29

Ağustos 1897’de yapıldı. İsviçre’nin Basel Kasabası’nda Dr. Theodor Herzl liderliğinde

toplanan kongreye 200 varlıklı delege katıldı. Kongreden başkenti Kudüs olan bir Yahudi

Devleti kurulması kararı çıktı. (1897’de örgütün 177 şubesi varken, ertesi yıl sayı 913’e

çıkarıldı, ikinci kongrede de delege sayısı iki katına çıkmıştı. Bu arada Herzl’in politik, Ahad

Haam’ın da ‘Kültürel Sosyalizm’ini sentezleyen bir gruplaşma oluşmuştu.)

İsrail’i kurmak isteyenler başlangıçta bir toplumsal bir organizasyon gibi çalıştı,

ama güçlendikçe durum değişti ve devlet düzenine benzer bir hiyerarşik yapılanmaya gidildi.

Bankalar ve ticarî şirketler oluşturuldu. Çok sayıda gazete, dergi, kitap yayınlandı. Tiyatro

oyunları sahnelendi. Sinema endüstrisine el atılıp önemli filmler yapıldı. Böylece sanatın her

dalı, Yahudi propagandasının hizmetine verildi. Artık her şey Siyonizm’in emellerine hizmet

ediyordu. Siyonizm’in kontrolündeki hareket kısa sürede o kadar zenginleşti ki, Sultan İkinci

Abdülhamid’e müracaat edip, son derece cazip bir teklif sundular. Buna göre;

1. Osmanlı Devleti’nin tüm borçları ödenecek;

2. Osmanlı Devleti’ne büyük malî yardımda bulunulacak;

3. Sultan Abdülhamid’in siyaseti Avrupa ve Amerika’da desteklenecek;

4. Osmanlı Devleti’nde inşa edilecek savaş üslerinin parası ödenecek;

5. Sultan Abdülhamid Han’a şahsı için büyük bir meblâğ verilecek;

6. Filistin’de uluslararası çapta kurulacak üniversiteye Türk öğrenci de alınacaktı.

Mabeyn Başkâtibi Tahsin Paşa’nın anılarına göre, Sultan Abdülhamid, bu teklif

karşısında çok öfkelenmiş, yüksek sesle bağırarak: “Dünyanın bütün devletleri ayağıma

gelse ve bütün hazinelerini kucağıma dökseler, size Siyonistlik adına bir karış yer vermem.

1

Page 2:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Ecdadımızın ve milletimizin kanıyla elde edilen bir vatan, para ile satılamaz. Derhal burayı

terk edin. Defolun!” demişti.

1909’da İkinci Meşrutiyet döneminde kurulan İttihad-Terakki Hükümeti’nde, üç

Yahudi veya dönme bakan (maliye, ticaret ve ziraat ile nafia bakanlıkları) yer almıştır.

Ardından İttihad-Terakki iktidarı, azınlıkların da toprak satın alabilecekleri yolunda bir kanun

çıkarmıştır. Bu sayede Yahudiler, Filistin’de geniş topraklar satın almış, hatta Sultan

Abdülhamid’in kişisel arazisi bile yok pahasına Yahudilere satılmıştır.

1910'LU YILLARDA FİLİSTİN MESELESİ VE İSRAİL

1915-1916: Şerif Hüseyin - Mc Mahon yazışmaları:

Hicaz Valisi ve Mekke Şerifi Hüseyin ibn Ali’nin Kahire’deki Britanya Yüksek

Komiseri Sir Henry Mc Mahon’a gönderdiği mektuplardır. Bu mektupta Ortadoğu’da

Arapların bağımsızlığının sağlanması ve Britanya’nın Osmanlı Devleti unsurlarına karşı

destekleyeceği ayaklanmalar yer alıyordu. 24 Ekim 1915’de Sir Henry Mc Mahon’un bu

mektuba cevaben gönderdiği satırlarda şu konulara değiniliyordu:

“Mersin ve Hatay sancaklarıyla; Şam, Humus, Hama ve Halep sancaklarının

batısında bulunan Suriye vilayetinin parçalarının halis Arap olduğu söylenemez.

Dolayısıyla önerilen hat sınırlardan çıkarılmalıdır.”

“Yukarıda belirtilen değişikliklerle ve Arap önderlerle olan anlaşmalarımızı peşin

hükme tâbi tutmamak koşuluyla bu hat ve sınırları kabulleniriz.”

“Bu değişiklikler doğrultusunda Büyük Britanya, Mekke Şerifi’nin önermiş olduğu

hat ve hudutlar içindeki bölgelerde, müttefiki Fransa’nın çıkarlarını da gözeterek,

Arapların bağımsızlığını tanımaya ve desteklemeye hazırdır.”

16 Mayıs 1916: Sykes-Picot Antlaşması:

Osmanlı Devleti'nin parçalanması sürecinde Birleşik Krallık, Fransa ve Rusya

arasında imzalanan bu anlaşma Küçük Asya Antlaşması (Asia Minor Agreement) olarak da

bilinir. Anlaşmayı yazanlar İngiliz General Mark Sykes ve Fransız diplomat François Georges-

Picot'tur, imzalayanlar ise Edward Grey ve Paul Cambon'dur.

2

Page 3:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

I. Dünya Savaşı sırasında, 29 Nisan 1916'da Kut'ül Ammare Kuşatması sonrasında

İngiliz kuvvetlerinin Osmanlı 6. Ordusu karşısında bozguna uğramasından 17 gün sonra 16

Mayıs 1916 tarihinde İngiltere ve Fransa arasında yapılan ve Türkiye'nin Orta Doğu

topraklarının paylaşılmasını öngören gizli antlaşmadır.

1915'te Arabistan Yarımadası'nı ele geçiren İngiltere, Osmanlıya karşı ayaklanan

Mekke'li Şerif Hüseyin'i destekleyerek Irak ve Filistin toprakları üzerinde kendisine bağımlı bir

Arap devleti kuracaktı. Mekke Şerifi Hüseyin ile Mısır'daki İngiliz Yüksek Komutanı Mc Mahon

arasında böyle bir antlaşma gizli olarak imzalanmıştır. Fransa böyle bir plana karşı çıkıp

İngiltere'ye baskı yaparak yeni bir antlaşma yapılmasını istedi. Rusya'nın onayı ile imzalanan

bu antlaşmanın içeriği aşağıda verilmiştir.

Sykes-Picot Antlaşmasının Maddeleri

1. Rusya'ya, Trabzon, Erzurum, Van ve Bitlis ile Güneydoğu Anadolu'nun bir kısmı,

2. Fransa'ya, Doğu Akdeniz bölgesi, Adana, Antep, Urfa, Diyarbakır, Musul ile Suriye kıyıları,

3. İngiltere'ye Hayfa ve Akka limanları, Bağdat ile Basra ve Güney Mezopotamya verilecektir.

4. Fransa ile İngiltere'nin elde ettiği topraklarda Arap devletleri konfederasyonu veya Fransız

ve İngiliz denetiminde tek bir Arap devleti kurulacak,

5. İskenderun serbest liman olacak,

6. Filistin'de, kutsal yerleşim yeri olması nedeniyle bir uluslararası yönetim kurulacaktır.

(Filistin’e ilişkin bu maddede Rusya ile bir istişarede bulunularak uluslararası bir yönetim

kurulmasından bahsediliyordu.)

1917 devriminden sonra Rusya Sykes-Picot anlaşmasından vazgeçmiş, Lenin gizli

olan bu anlaşmayı dünya kamuoyuna açıklamıştır. Bu bilgiler ortaya çıktıktan sonra Osmanlı

Devleti, olası bir bölünmenin sonucunda asıl hedefin Büyük Arap Devleti'ni kurmak

olmadığını, İngiliz ve Fransızların yönetimine egemen olacağı çok sayıda ufak ülkeler

kurulacağını anlatmaya çalıştıysa da, Arapları ikna edememiştir. Parçalanan bölge günümüze

kadar sürekli olarak çatışma altında kalmıştır. Halk sürekli olarak zulüm görmüş, diktatörlerin

altında ezilmiştir. Amaç hiçbir zaman halkın bağımsızlığı ya da devletlerin güçlenmesi

olmamış; büyük devletlerin kontrolündeki ülkelerde kaynaklarının rahat rahat paylaşımı

olmuştur. (Araplar bu anlaşmayı Hüseyin-Mc Mahon yazışmasına bir ihanet olarak

görmektedir.)

3

Page 4:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

2 Kasım 1917: Balfour Deklarasyonu.

Önce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-

Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan İngiltere,

manda yönetimi öncesi süreçte işgal altında tuttuğu tarihi Filistin topraklarında bir İsrail

Devleti’nin kurulmasına uzanan yolu hazırlamış oldu.

Britanya Dışişleri Bakanı Arthur James Balfour, 2 Kasım 1917’de Siyonist

hareketin lideri Lord Rothschild’e bir mektup göndererek, Filistin topraklarında bir “Musevi

Devleti” kurulmasına ilişkin Britanya hükümetinin destek vereceğini belirtti. Böylelikle

günümüz İsrail’inin Gazze Şeridi, Ürdün ve Batı Şeria’yı kapsayan sınırları çizildi.

Balfour Deklarasyonu’nda,

“Majestelerinin hükümeti, Filistin’de Museviler için milli bir yurt kurulmasını

uygun görmektedir ve bu hedefin gerçekleşmesi için elinden geleni yapacaktır.

Filistin’deki mevcut Musevi olmayan toplulukların sivil ve dini haklarına ve başka

ülkelerde yaşayan Musevilerin sahip oldukları hak ve politik statülerine zarar

verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır” ifadesi yer aldı.

Balfour Deklarasyonu nelere yol açtı?

İngiltere Dışişleri Bakanı Balfour'un Birinci Dünya Savaşı'nın üçüncü yılında

Siyonist hareketin önde gelen figürlerinden Rothschild'e hitaben yazdığı "Filistin

topraklarında Yahudiler için bir vatan vadeden" mektup, tarihe "Balfour Deklarasyonu"

olarak geçti. Deklarasyon, İsrail Devleti’nin kurulmasına giden süreçte en önemli kilometre

taşı olarak görülüyor.

Rothschild ve Balfour arasında karşılıklı yazışmalar sonunda hazırlanan

deklarasyon, İngiltere'nin savaşa yeni dahil olan ABD'de güçlü olduğuna inandığı Yahudi

diasporasını etkilemeyi amaçlıyordu.

"Saygıdeğer Lord Rotschild, Majestelerinin Hükümeti adına kabineye sunulan ve

kabul edilen Yahudi Siyonist isteklerini sempati ile karşılayan müteakip

deklarasyonu iletmekten memnuniyet duyarım." sözleriyle başlayan Balfour'un

mektubu şöyle devam ediyordu:

"Majestelerinin Hükümeti, Filistin'de Museviler için bir milli yurt kurulmasını

uygun karşılamaktadır ve bu hedefin gerçekleştirilmesini kolaylaştırmak için

4

Page 5:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

elinden geleni yapacaktır. Filistin'deki mevcut Musevi olmayan toplumların sivil ve

dini hakları ile başka ülkelerde yaşayan Musevilerin sahip oldukları hak ve politik

statülerine zarar verecek hiçbir şeyin yapılmayacağı açıkça anlaşılmalıdır."

Balfour'un, "Bu deklarasyonu Siyonist Federasyonu'nun bilgisine sunmanızdan

memnuniyet duyacağım." sözleriyle son verdiği mektup, daha sonra İtalya, Fransa

ve ABD'nin de desteğini almıştı.

1917’de İngiltere Filistin’i işgal etti. İngiliz General Edmund Allenby Kudüs’e

girdiğinde müttefikimiz Almanya (müttefiklerimize dikkat!) bayram yaptı: “Kudüs tekrar

haçlıların eline geçti” diye Alman kiliseleri zafer âyinleri düzenledi. Allenby Kudüs’te askerî

bir diktatörlük kurdu ve Filistin’e göç edecek her Yahudi’ye toprak sözü verdi. Ayrıca

Yahudiler silah taşıyabileceklerdi. Oysa Arapların çakı taşıması bile yasaktı. Öte yandan,

“Kültür Dernekleri” adı altında, Yahudilerin organize hale gelmesini sağladı. Araplar ise

dağınıktı. Anlaşılacağı gibi, İngilizlerin Filistin’i işgal etmelerinin en önemli sebeplerinden biri,

dünyanın değişik ülkelerinde dağınık olarak yaşayan Yahudileri Filistin’de toplamaktı.

Filistin topraklarına Yahudi göçü arttı

Mektubun yazıldığı 2 Kasım 1917 tarihinden bir hafta sonra basınla paylaşılan

Balfour Deklarasyonu'na savaş sonunda Osmanlı Devleti'nin imzaladığı Sevr Anlaşması'nda

yer verildi. Milletler Cemiyeti'nde 1922 yılında kabul edilen Filistin topraklarındaki İngiliz

manda yönetiminin temelini de bu deklarasyon oluşturdu.

Balfour Deklarasyonu sonrasında İngiliz mandası altındaki Filistin'e 1920-1940

arası dönemde Yahudi göçü hız kazandı ve son olarak Avrupa'da İkinci Dünya Savaşı sırasında

Yahudilere yönelik Nazilerin gerçekleştirdiği soykırım sebebiyle göç oranı giderek arttı.

Bu süreçte Filistinliler, topraklarındaki Yahudi nüfusun artışına karşı çıkmaya

çalıştı. Ancak İngilizlerin manda yönetimini sonlandırarak Filistin'den çekilmesinin ardından,

1948 yılında Filistinlilerin Nekbe (Büyük Felaket) diye andığı İsrail Devleti’nin kuruluşu

gerçekleşti.

İngiltere Filistin'den çekildikten sonra İsrail Devleti’nin kurulmasıyla işgal süreci

daha da yoğunlaştı, yüz binlerce Filistinli yurtlarından sürüldü, büyük can ve mal kayıpları

yaşandı.

5

Page 6:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Balfour'un öncülük ettiği süreçte tarihi Filistin toprakları üzerinde kurulan İsrail

Devleti, yarısından fazlasını zorunlu göçe maruz bıraktığı Filistinlilerin hâlihazırda yaşadığı

bölgelere hâlâ "halksız vatan" muamelesi yapıyor.

Şerif Hüseyin’in oğulları Osmanlı Devleti’ne karşı ihanet etmelerinden dolayı

ödüllendirilerek 1918’de Birinci Dünya Savaşı sonrasında Suriye, Irak ve Şark’ül Ürdün’de

(sonradan Ürdün) tahta geçtiler.

1920'Lİ YILLARDA FİLİSTİN MESELESİ VE İSRAİL

24 Temmuz 1922 Milletler Cemiyeti, Filistin’in Britanya manda yönetimi altına

verilmesi kararı aldı. Siyonizme ilgisini belirten Britanya, Yahudi Devleti kurma niyetini de dile

getirdi. 1929-1939 yıları arasında, Avrupa’daki faşizmin şiddetlenmesi ile birlikte yaklaşık

250.000 Yahudi Filistin’e göç etti. Avrupa'da faşizmin şiddetlenmesi çok sayıda Yahudi'nin

Filistin'e göç etmesine neden oldu.

1929 yılında Ağlama Duvarı sebebiyle Müslümanlar ile Yahudiler arasında

çatışmalar çıktı. 339 Yahudi (çoğu Araplar tarafından) ve 232 Arap (çoğu Britanya

güdümündeki askerler tarafından) yaralanırken, 130 Yahudi ve 116 Arap öldü.

23 Ağustos 1929 tarihinde ise Arap isyancılar El Halil’de 67 Yahudi’yi öldürdü.

1930'LU YILLARDA FİLİSTİN MESELESİ VE İSRAİL

1930-35 yılları arasında İzzeddin El-Kassam önderliğinde İslami direniş örgütü

Kara El, hem Britanyalı hem de Yahudi sivillere karşı saldırılar düzenledi. 1936-39 yılları

arasında Filistin’e Yahudi göçünü protesto etmek için Kudüs Müftüsü önderliğinde

gerçekleştirilen gösterilerde 5.000 Arap, Britanya askerleri tarafından, yüzlerce Yahudi de

Araplar tarafından öldürüldü.

1940'LI YILLARDA FİLİSTİN MESELESİ VE İSRAİL

22 Temmuz 1946 yılları arasında Siyonist örgüt Irgun, Kudüs’te Kral Davut Oteli’ni

bombaladı. Otelde Britanyalı siviller ve Filistin askerleri bulunuyordu. 91 kişinin öldüğü

bombalı saldırıda 41 Arap, 17 Yahudi ve başka ülkelerden 5 kişi hayatını kaybetti.

6

Page 7:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

29 Kasım 1947 tarihinde BM Genel Kurulu, Britanya mandasındaki Filistin’i, biri

Arap; diğeri de Yahudi olmak üzere ikiye bölmeye yönelik “çoğunluk planı” olarak bilinen

tasarıyı sundu. Bu öneri Yahudiler tarafından kabul edilirken, Araplar tarafından reddedildi.

9-11 Nisan 1948 tarihinde, Arap-İsrail Savaşı sırasında, Kudüs yakınlarında

bulunan Deir Yasin köyünde Siyonist Irgun örgütüne bağlı militanlar tarafından kadınlar,

çocuklar ve yaşlılar katledildi. (Deir Yasin Katliamı)

14 Mayıs 1948 tarihinde İsrail bağımsızlığını ilan etti. (Siyonist Lider David Ben

Gurion tarafından kurulmuştur./ David Ben Gurion, İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi

mezunudur.) 15 Mayıs 1948 tarihinde, Filistinliler İsrail’in bağımsızlığı sonrası 15 Mayıs

1948’i, Nakba (Felaket) Günü ilan etti. İsrail’in bağımsızlığını ilan etmesinin ardından 1949’a

dek 900 bine yakın Filistinli yaşadıkları bölgelerden çıkmaya zorlandı. Diğer taraftan İsrail’in

bağımsızlık kararı alması sonrasında Britanyalılar Filistin’den geri çekildi. Mısır, Suriye, Ürdün,

Suudi Arabistan, Irak ve Lübnan, İsrail’e savaş ilan etti. Mısır, Irak, Lübnan Ürdün ve Suriye,

İsrail’i abluka altına almaya çalıştılar.

BİRİNCİ ARAP-İSRAİL SAVAŞI (1948-1949)

14 Mayıs 1948'de, İsrail Devleti'nin kurulmasından hemen birkaç saat sonra

genel bir Arap taarruzu ve dolayısıyla Arap-İsrail Savaşı başladı. Gerilla mücâdelesi şeklinde

başlayan savaş, Mısır, Suriye, Ürdün, Lübnan, Irak ve Suudi Arabistan'ın da katılmasıyla

büyümüş ve sekiz ay kadar devam ettikten sonra 7 Ocak 1949'da Rodos Adası'nda imzalanan

ateşkes anlaşmasıyla son bulmuştur.

Mısır, Irak, Lübnan, Suriye ve Ürdün orduları, İsrail'e operasyonlar yapmaya

başladılar. Sayı bakımından üstün olmasına rağmen Arap devletleri, diplomatik olarak

çöküntü içindeydiler. Özellikle savaş stratejisinin olmaması, Arap devletlerini çok

uğraştıracaktı. İsrail ise henüz bir düzenli ordu kuramamıştı. Silahlarını Çekoslovakya'dan

getirtiyorlardı. Ayrıca dış politikada ABD ve SSCB'yi arkalarına almışlardı. Diplomatik süreçte

İsrail'e sorun çıkarabilecek tek ülke vardı: İngiltere. Ancak onlar da tüm askerlerini aylar

öncesinden çekmişlerdi.

7

Page 8:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Arap orduları, Mısır Kralı Faruk ve Ürdün Kralı Abdullah tarafından komuta

ediliyordu. Ancak bu iki kralın da stratejileri farklıydı. Bu nedenle komuta sorununu çözmek

için Amman yakınlarında bir araya geldiler.

Mısır, stratejik öneme sahip Gazze şeridini işgal etmişti. Kral Abdullah, dinî ve

siyâsî öneme sahip Eski Kudüs'ü işgal ederken; İsrail, Jaffa, Galiee ve Nazarreth'i almıştı. O

sırada Mısır ordusu, Negev'i alarak İsrail ile bağlantısını kesti. Kral Abdullah'ın ordusu, Doğu

Kudüs'ü ele geçirmiş; ama daha ileri gidememişti. Ancak Arap ordusu, kısa sürede

yorulmuştu. İsrail ordusu, harekete geçti. Kısa sürede ilerleyen İsrail, güneyi ele geçirdi. Hatta

Süveyş'e inmek bile istemişti. Ancak İngiliz ordularının Süveyş'te bulunduğu haberi, onları

durdurmaya yetti.

Bu savaşta Mısır, Ürdün, Suriye ve Irak kuvvetleri, üç yönden saldırıya geçerek

önemli ilerlemeler kaydettiler. Ancak Batılı güçlerin İsrail'i desteklemesi üzerine savaş,

Arapların aleyhine dönüştü. Ayrıca İsrail, savaş sırasında Sovyetler Birliği'nden de önemli

oranda yardım aldı. İşin ilginç tarafı ABD, Yeni İsrail Devleti’ni 14 Mayıs günü tanıdığı halde,

SSCB, Arap-İsrail savaşının çıkmasından iki gün sonra tanıdı. Yani Sovyetler, açıkça Araplar'a

karşı cephe almış oluyorlardı. Kaldı ki, bununla da yetinmediler. İngiltere ve Amerika, savaş

çıkar çıkmaz Filistin kıyılarını abluka altına alıp, Filistin'e silah sevkıyatına ambargo koydukları

halde; Sovyetler, kurdukları bir hava köprüsü vasıtası ile Çekoslovakya'dan Yahudilere hafif

toplar ve otomatik silahlar sevk etmeye başladı.

İsrail, Sovyetler'den gelen uçaklarla Ürdün ve Suriye'nin başkentlerine saldırdı ve

bu saldırılarda çok sayıda sivil hayatını kaybetti. İsrail, savaş sonunda 1947'de taksim planı ile

elde ettiği %56'lık Filistin toprağını % 78'e çıkardı. Yahudi zulmü altında yaşamak istemeyen

700.000 Filistinli, evlerini terk etmek zorunda kalarak komşu ülkelere veya Arapların yoğun

olduğu bölgelere sığındılar. Yurtlarını terk eden Filistinlilerden 250.000'i, Gazze'ye

yerleştirildi. Filistinlilerin başka ülkelere göçü ve Yahudilerin Filistin'de gün geçtikçe artan

nüfusu, demografik yapının bölgenin asıl yerleşik halkı olan Araplar aleyhine dönüşmesine

neden oldu ve bugüne kadar süregelen Filistinli mülteciler sorunu başladı.

Arap - İsrail savaşı bir yıl kadar sürdü, İsrail'in ancak 75.000 kişilik muntazam bir

ordusu olmasına ve beş Arap devletinin saldırısına uğramasına rağmen, Araplar her yerde

ağır yenilgiye uğradılar. İçlerinde en mücadele edeni, Ürdün ordusu oldu.

8

Page 9:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Savaş çıktığı andan itibaren Birleşmiş Milletler de bir ateşkes sağlamak için

taraflar arasında aracılık çabalarına girişti. Bu çabalara, Arapların beceriksizliği ve yenilgileri

de eklenince, Arap ülkeleri için İsrail ateşkes imzalamaktan başka çare kalmadı.

İsrail-Mısır ateşkes anlaşması, 24 Şubat 1949'da Rodos'ta,

İsrail- Lübnan ateşkes anlaşması 23 Mart 1949 da Ras-en-Nakura'da,

İsrail-Ürdün ateşkesi 3 Nisan 1949'da Rodos'ta,

İsrail-Suriye ateşkesi de 20 Temmuz 1949 da Manahayim'de imzalandı.

Irak'ın İsrail ile sınırı olmadığı için herhangi bir ateşkes anlaşması imzalaması da

söz konusu olmadı.

Filistin'i kurtarma amacıyla savaşa girmiş olan Ürdün, Batı Şeria'ya; Mısır da

Gazze Şeridi'ne asker yığdı. Sina'nın büyük bir kısmı, İsrail'in işgâli altında kaldı. Kudüs'ün

kontrolü ise, batıda İsrail, doğuda Ürdün arasında bölündü.

1948 savaşı sonrasında savaşa katılan Arap ülkelerinde siyâsî rejim değişikliğine

varan karışıklıklar yaşandı. En önemli değişiklik, Mısır'da gerçekleşti. Mısır'da Kral Faruk bir

darbe ile tahttan indirilerek yerine General Necib getirildi.

Savaştan en karlı çıkan taraf, İsrail oldu. 1914'te 85.000, 1943'te 539.000,

1946’da 608.000, 1947'de 650.000 olan Filistin'deki Yahudi nüfusu, savaş sonrası

anlaşmaların imzalandığı 1949 yılında 758.000'e ulaştı. Ürdün de İsrail'den sonra en çok

toprak kazanan ülke oldu.

Savaş bitmişti; ama etkisi ve uzantıları, etkin bir biçimde sürüyordu. Özellikle Kral

Abdullah'ın Arap Devletler Birliği'ndeki sert çıkışları, Arap devletleri arasında gerginliğe yol

açmıştı. Arap devletlerarasında en büyük askerî güce sahip Mısır ve Ürdün, otorite savaşına

başlamışlardı. Arap Devletler Birliği, şimdiki Filistin'de yeni bir devlet kurulmasını isterken

Kral Abdullah ise arta kalan İsrail'den arta kalan toprakların Ürdün'e katılmasını istiyordu.

Birleşmiş Devletler ise çok daha farklı bir konuyla, Kudüs'ün tarafsız kalması için

uğraşıyordu. Kudüs'teki İsrail ordusunun şehri boşaltmasını istiyorlardı. Bazı Arap devletleri

de bu teklifi destekliyordu. Kral Abdullah için, Kudüs ve kentteki önemli camileri kontrol

alında tutması, Filistin'de konumunu sağlamlaştırmak için şarttı. Her şeye rağmen Arap

Devletler Birliği, 1949 yılının Ekim'inde yaptıkları bir açıklamayla Kudüs'ün tarafsız kalmasına

9

Page 10:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

karşı çıkıyorlardı. Bu geçen sürede Kral Abdullah, garip diplomatik açılımlara başlamıştı. İsrail

ile yakınlaşan Kral Abdullah, özellikle Mısır ile zıtlaşmaya başladı. İsrail ile anlaşarak Gazze'ye

bir hat çekilmesini dahi teklif eden Kral Abdullah, Mısır'da çıkan bir gazete tarafından

Arapların ve İslam'ın düşmanı olarak gösteriliyordu.

İsrail, Arap ülkelerinin tepkisine rağmen 23 Ocak 1950'de Kudüs'ü başkent ilan

etti. Bunun üzerine Arap ülkeleri, İsrail ile ateşkes anlaşması imzalamış olmalarına rağmen

barış anlaşması yapmaya yanaşmadılar. 17 Haziran 1950'de aralarında askerî ittifaklar

yaptılar. Diğer yandan Batılı güçlerin Araplara ambargo uygularken, İsrail'i desteklemeleri,

gerginliği iyice arttırdı. 25 Mayıs 1950'de ABD, İngiltere ve Fransa tarafından "Üçlü Bildiri"

ilan edildi. Söz konusu bildiri, "Ortadoğu'da güven ve istikrar uğruna çalışan Batılı bir ülke"

oluşu itibariyle İsrail'in himayesini ve korunmasını kapsamaktaydı. Bu, Batılı devletlerin

İsrail'in bölgede gerçekleştirdiği bütün eylemlerin ardında olduğunu ve gerektiğinde İsrail'i

desteklemekten geri kalmayacaklarını açıkça deklare eden bir durumdu.

Kral Abdullah, 20 Temmuz 1951'de, Kudüs'teki El-Aksa Camii'nde suikaste kurban

gidiyordu. Tahta geçen oğlu Hüseyin, 11 Ağustos 1952'de kral olduğunda; Ürdün'ün

nüfusunun üçte ikisi, kaçak Filistinlilerden oluşuyordu. Bu Filistinliler, Ürdün ekonomisini

birkaç yıl içinde paramparça edip İsrail'in Ortadoğu'nun lideri haline gelmesini

sağlayacaklardı...

İsrail, şu anda hem askerî hem de ekonomik olarak dünya devleri arasında. Bunun

sebebi, çok açık: Yaptıkları olağanüstü diplomatik etkileşimler... Tüm Arap devletlerinin

birleştiği halde yenemedikleri İsrail, savaş sırasında iç ve dış olarak her zaman müttefikleriyle

iyi geçindi. ABD ve SSCB'yi yanlarına almaları demek, dünyanın %90'ını yanınıza çekmek

demektir. Bu günlerde Gazze'ye yapılan operasyona hiçbir ülke ses çıkarmamaktadır.Çünkü

İsrail, tüm dünyada olağanüstü lobi çalışması yürüten bir ülkedir.

10

Page 11:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

1950'LİLİ YILLARDA FİLİSTİN MESELESİ VE İSRAİL

İKİNCİ ARAP-İSRAİL SAVAŞI (1956)

İlk savaşın Yahudiler nezdinde dünyanın tavrının görülmesi açısından ayrı bir

anlamı bulunmaktaydı. İsrail durumdan memnundu ve artık bölgede daha rahat hareket

ediyordu. 50’li yılların başından itibaren 187 köyün tamamen tahrip edilmesi, insanların

katledilmesi ve göçe zorlanması bunu açıkça ortaya koyuyordu. Bu şekilde 1956’ya gelindi.

Mısır Devlet başkanı Nasır’ın (Abdülnasır), 28 Temmuz 1956’da Süveyş Kanalı’nın

uluslararası trafiğe açık olmakla birlikte, Mısır’a ait olduğu için millileştirildiğini açıklaması

üzerine, İsrail saldırmak için beklediği fırsatı elde etti.

İngiltere ve Fransa, Mısır'ın bu kararını tanımadıklarını bildirerek, 30 Ekim’de

Mısır’dan Süveyş Kanalı’nın kendilerine bırakılmasını istediler, ancak Mısır bunu reddetti.

Londra'da toplanan konferanslardan da bir sonuç çıkmayınca İngiltere ve Fransa, İsrail ile

anlaşarak Mısır’ın bütün havaalanları ve askeri bölgelerini imha etti. İsrail de Sina’yı işgal etti.

Mısır, 7 Kasım’da ateşkesi kabul etmek zorunda kaldı. BM Genel Kurulu’nda alınan kararla;

Süveyş Kanalı’na barış gücü yerleştirildi ve ABD’nin baskısıyla İngiltere ve Fransa Mısır

topraklarından geri çekildi.

1959 yılında, İkinci Arap-İsrail Savaşı sırasında Süveyş Kanalı’nda İngiliz birliklerine

karşı saldırılara katılan Yaser Arafat tarafından “El-Fetih Örgütü” kuruldu. Filistin kökenli iş

adamları ve aydınları bünyesinde bulunduran bu örgüt, Filistin’in ancak Filistinlilerin

çabasıyla kurtulabileceğini savunuyordu. Bu söylem, bazı Arap ülkeleri tarafından kendilerine

karşı bir meydan okuma olarak yorumlandı. Arap ülkeleri bu konuyu görüşmek üzere 9-19

Eylül 1963 tarihleri arasında Kahire’de toplandılar. Bu toplantı sonucunda, Filistinlilerin

sürgünde bir hükümet kurmalarına, ordu ve meclis oluşturmalarına karar verildi. Ancak

Filistin sorunu üzerindeki konumunu kaybetmek istemeyen Ürdün, buna karşı çıktı. Ürdün’ün

tüm itirazlarına rağmen Kudüs’ün Arap hâkimiyetinde olan bölümünde 28 Mayıs-3 Haziran

1964 tarihleri arasında Filistinlilerin ilk büyük kongresi yapıldı. Bu kongre Filistinlilerin ilk milli

meclisi sayıldı. Ayrıca bu kongrede Filistin Kurtuluş Örgütü’nün (FKÖ) kuruluşu da kabul

edildi. Bunun üzerine yalnız bağımsız Filistinli kimliği ile mücadelede başarılı olunabileceğini

savunan el-Fetih ile FKÖ arasında bir rekabet başladı.

11

Page 12:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

1960'LI YILLARDA FİLİSTİN MESELESİ VE İSRAİL

Mayıs 1964 tarihinde Arap Ligi tarafından Kahire’de kurulan Filistin Kurtuluş

Örgütü (FKÖ), hedefini silahlı direnişlerle İsrail’i yok etmek ve Akdeniz ile Ürdün Nehri

arasında “Bağımsız Filistin Devleti”ni yeniden canlandırmak olarak açıkladı. Bu durum

Üçüncü Arap-İsrail Savaşı’na ortam hazırladı.

ÜÇÜNCÜ ARAP-İSRAİL (ALTI GÜN SAVAŞI) SAVAŞI (1967)

Nedenleri

Mısır’ın Akabe Körfezi’ni deniz ulaşımına kapatması

İsrail’in topraklarının daraltılmak istendiğini ve denize itildiğini düşünmesi

Ortadoğu’da güçlenen Pan-Arabizm ideolojisinin bir sonucu olarak çıktı. Mısır

devlet başkanı Abdülnasır, gerek 1948 gerek 1956 savaşlarındaki yenilgilerin intikamını

almaya istiyor ve elde edeceği prestijle Ortadoğu’da Mısır’a büyük bir üstünlük sağlamış

olacaktı. Savaşın bir diğer sebebi ise Mısır ve Suriye’nin kendini savaşa hazır hissetmesiydi.

1956’dan beri Mısır ve Suriye Sovyet Rusya’dan aldığı silahlarla ordusunu güçlendirmişti. Bu

tarihlerde Amerika Birleşik Devletleri ise Vietnam bataklığına saplanmıştı dolayısıyla İsrail’in

arkasında durmayacağı düşüncesi Arap ülkelerini cesaretlendiriyordu.

Cemal Abdülnasır

6 Gün Savaşlarının başlamasına giden süreci 1966 Şubatında Suriye’de iktidarda

bulunan Baas Partisi’nin sol kanadının bir darbe ile iktidarı ele geçirmesi oldu. Bu iktidar

değişikliğinden sonra Suriye-İsrail sınırında olaylar çıkmaya başladı. Baasçılar, Başkan Nasır’ı

İsrail’e karşı yumuşak davranmak ve Birleşmiş Milletler kanadının altına sığınmakla

suçlayacaktı. 1966 Ekiminden itibaren Suriye topraklarından hareket eden El-Fetih fedayini

İsrail topraklarına saldırılara başladılar. İsrail bu saldırıları Birleşmiş Milletler Güvenlik

Konseyine şikâyet etti, ancak Suriye aleyhine karar çıkartamadılar. Bunun sebebi Sovyetler

Birliğinin her kararı veto etmesiydi. Bu şartlarda Suriye daha rahat hareket etmeye başladı.

Bu cesaretle Suriye Başbakanı Ekim ayında ‘Biz İsrail'in güvenliğinin bekçisi değiliz’ diyecekti.

Suriye topraklarından gelen saldırılara karşı İsrail misliyle karşılık verme kararı

aldı. Bu durum Suriye-İsrail; Ürdün-İsrail sınırlarında gerginliğin günden güne artmasına

sebep oldu. 7 Nisan 1967 günü İsrail uçakları Şam üzerinde uçtu ve altı tane de Suriye uçağını

12

Page 13:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

düşürdü. Mayıs ayından itibaren Suriye topraklarından İsrail tarafına saldırılar artarak devam

etti. İsrail Başbakanı Levi Eshkol 11 Mayısta radyoda yaptığı bir konuşmada: "İsrail hükümeti

gayet iyi biliyor ki, teröristlerin merkezi Suriye'dir. Fakat biz prensibimizi tespit ettik:

Saldırgana mukabil darbeyi vurmanın zamanını yerini ve vasıtasını biz seçeceğiz". diyordu.

Adım Adım Savaşa Doğru

16 Mayıstan itibaren Mısır silahlı kuvvetleri de alarm durumuna geçirildi. 14

Mayıstan itibaren Mısır kuvvetleri 1956’dan beri Birleşmiş Milletler Barış gücünün kontrolü

altında olan Sina’ya girmeye başladı. Mısır bu hareketi ile savaş hazırlığı yaptığını

gösteriyordu. Savaşı başlatacak gelişme ise 22 Mayıs'ta gerçekleşti. Nasır 22 Mayıs'ta Tiran

(Akabe Körfezi) Boğazını İsrail gemilerine, 24 Mayıs'ta ise bütün deniz trafiğine kapattı.

Savaşa doğru hızla yol alınırken Amerika Birleşik Devletleri ve Sovyetler Birliği harekete

geçerek savaşı önlemeye çalıştılar. Ancak bu çabalar bir sonuç vermedi.

Nasır 26 Mayısta yaptığı bir konuşmada şöyle diyordu: "Eğer savaş gelecek

olursa, bu top yekün bir savaş ve hedefimiz de İsrail'i yok etmek olacaktır. Bu savaşı

kazanacağımıza inanıyoruz ve şimdi İsrail ile savaş için hazırız. Bu sefer 1956'daki gibi

olmayacak. O zaman İsrail ile değil, İngiltere ve Fransa ile savaşmıştık". 30 Mayısta Mısır

(Birleşik Arap Cumhuriyeti) ile Ürdün arasında bir savunma antlaşması imzalandı. Bu

anlaşmaya 4 Haziranda Irak da katıldı. Mısır Başkanı Nasır bu katılma dolayısıyla yaptığı

konuşmada, "1956 ihanetinin intikamını almak için savaşın başlamasını şiddetle

arzuluyoruz. Bu savaş bütün dünyaya Arapların da, İsrail'in de ne olduğunu anlatacaktır"

diyordu.

Birinci Gün (5 Haziran 1967’de sabah saat 07:30)

İlk saldırı 5 Haziran günü 07: 30'dan itibaren İsrail’den geldi. İsrail savaş uçakları

Mısır, Suriye ve Ürdün havaalanlarını bombalamaya başladılar. İsrail uçakları, Mısır

radarlarına yakalanmamak için Akdeniz üzerinde çok alçaktan uçarak, Mısır'ın Batı sınırlarına

ulaştılar. 5 Haziran günü akşamı olduğunda 16 Mısır havaalanı yerle bir edildi. 280 Mısır

uçağı, 52 Suriye uçağı, 20 Ürdün uçağı ve birçok da Irak uçağı henüz yerdeyken tahrip edildi.

İsrail bu ani baskınla Arap ülkelerinin bütün hava kuvvetlerini neredeyse yok etmiş oldu.

Suriye, Irak, Ürdün, Cezayir, Yemen, Sudan, Kuveyt ve Suudi Arabistan İsrail´e savaş açtı. ABD

tarafsızlığını ilan etti.

13

Page 14:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

İkinci Gün

İsrail ordusu Gazze’yi kuşattı ve sonra da Ürdün cephesinden Gazze’ye girdi. ABD ile SSCB’nin

uzun süren baş başa görüşmesinin ardından BM Güvenlik Konseyi, acil ateşkes isteyen bir

karar tasarısını oy birliğiyle kabul etti.

Üçüncü Gün

İsrail ordusu Süveyş Kanalı’nın doğu kıyısını ve Sina Yarımadasını işgal etti. İsrail donanması

Şarm El Şeyh´i kuşattı ve Akabe Körfezi’ni açtı. Batı Şeria ve Doğu Kudüs´ü kaybeden Ürdün

ateşkesi kabul etti.

Dördüncü Gün

İsrail-Suriye sınırında top atışları yaşandı. Aynı gün Kahire de ateşkesi kabul etti.

Beşinci Gün

İsrail ordusu Golan Tepeleri´ne girdi. Nasır sokaktan gelen baskılar üzerine istifa etti, ama

kararından vazgeçti.

Altıncı Gün

SSCB İsrail ile diplomatik ilişkilerini kesti. Şam´a 40 kilometre uzaktaki Kuneitra’nın düşmesi

üzerine Suriye de ateşkesi kabul etti ve çatışmalara son verdi.

6 gün savaşlarının sonucunda İsrail, Ürdün, Suriye ve Mısır topraklarının bir

kısmını işgal ederek sınırlarını 4 kat genişletti. İsrail bu toprakları Birleşmiş Milletler karalarına

rağmen elinde tutmaya devam ediyor. Savaşın en önemli sonuçlarından biri de Kudüs’ün

işgali oldu. Kudüs hiçbir devlet tarafından kabul edilmese de İsrail’in başkenti ilan edildi.

Savaşın bir diğer sonucu ise Pan-Arabizmin çöküşü oldu. Bu savaştan sonra Arap

politikası tamamıyla değişti. Artık İsrail’i yok edemeyeceğini anlayan Arap ülkeleri Pan-

Arabizmi terk etti. Her ülke İsrail tarafından işgal edilen topraklarını almak için çaba içerisine

girdi. İsrail, bu savaş sonunda bölgenin tartışmasız tek gücü haline geldi. Filistin meselesinin

Pan-Arabizm ile çözüleceği fikri sona erdi. Filistinliler kendi sorunlarını kendileri çözmek için

harekete geçtiler. Filistin meselesinde El-Fetih ve Yaser Arafat öne çıkmaya başladı. Savaş

sonunda 250 binden fazla Filistinli, 100 binden fazla da Suriyeli ise mülteci durumuna düştü.

14

Page 15:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

UYARI: Kara Eylül Olayları (1971): Filistinlilerin Ürdün'e sürülmesi ve Filistin Kurtuluş

Örgütü’nün Ürdün’de etkinliğini artırması üzerine yaşanan olaylar sonrasında Ürdün ve

Filistinlilerden 7000 ile 8000 insanın kaybedildiği olaya verilen addır.

1947-2010 YILLARI ARASINDA FİLİSTİN TOPRAKLARINDA YAŞANAN DEĞİŞİM HARİTASI

UYARI: İsrail, Altı Gün Savaşı ile Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, Suriye’den Golan Tepeleri’ni,

Ürdün’den Doğu Kudüs ve Batı Şeria’yı alan İsrail, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’nde yerleşimci

programını başladı.

1968-1970: Yıpratma Savaşı

Altı Gün Savaşı’nda kaybettiği Sina Yarımadası’nı geri kazanmak isteyen Mısır

“ateşkesi” tanımadığını belirterek İsrail’e karşı düşük yoğunluklu bir “Yıpratma Savaşı“na

başladı. 7 Ağustos 1970’te ateşkes imzalandı ve sınırlar değişmedi.

2 Şubat 1969

Yaser Arafat, Filistin Kurtuluş Örgütü’ne başkan olarak atandı. Yaser Arafat 25 yıl

boyunca Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Yürütme Kurulu’na başkanlık etti.

15

Page 16:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

1970'Lİ YILLARDA FİLİSTİN MESELESİ VE İSRAİL

MÜNİH KATLİAMI (5 Eylül 1972)

4 Eylül'ü 5 Eylül'e bağlayan gece saat 04: 30 civarıydı. “Kara Eylül Örgütü’nün”

(Filistinliler tarafından kurulan direniş örgütü) 8 üyesi Münih'teki olimpiyatlara katılan

sporcuların kaldığı 2 apartmana saldırı düzenlediler. Saldırganların amacı ve tek hedefi İsrailli

sporcuları rehin almaktı. İlk çatışmalarda sporcu Yossef Romano ve İsrail güreş takımı

antrenörü Moshe Weinberg iki saldırganı yaraladılar fakat bu direnişleri hayatlarına mal oldu.

Saldırganlar ikisini de öldürdüler. Arabade de sporcu Gad Tsobari ve halter takımı antrenörü

Tuvia Sokolovsky kaçmayı başaran şanslı kişilerdi. Fakat diğerleri aynı kaderi

paylaşmayacaktı. Saldırganlar 7 sporcuyu ve 2 antrenörü rehin aldılar.

Saldırganlar rehineleri bırakmak için İsrail hapishanelerinde tutulan 200

tutuklunun ve Alman Kızıl Ordu Fraksiyonu adlı suç örgütüne ait 2 tutuklunun salınmasını

istediler. İsrail ise "bu kadar çabuk pazarlık yapamayız" diyerek Alman hükümetine bildirisini

yaptı. İsrail olayı kontrol altına almak için kendi anti-terör timini olay yerine göndermek

istedi fakat Almanya bunu da kabul etmedi. Saldırganlar bir süre daha bekledikten sonra

taleplerinden vazgeçtiklerini rehineleri de alıp gideceklerini bildirdiler ve helikopter talep

ettiler. Alman hükümeti uluslararası bir kriz olan bu olaya müdahale edemiyordu. Yasalara

göre Alman ordusu böyle bir olayda rol alamazdı. Polis kuvvetlerinin ise özel uzman ekibi

yoktu.

Saldırganların helikopterleri geldi ve rehinelerle birlikte havalimanına gittiler.

Saldırganlar havalimanına varmışlardı ki oradaki ekip kendi insiyatifine dayanarak bir

operasyon başlattılar. Saldırganlar tongaya düşürülmüştü. Sözde kendilerine tahsis edilecek

olan uçağın içi bomboştu. Saldırganlar şaşkınlık içerisindeyken saldırganların üzerine

projeksiyon ışıkları tutuldu ve keskin nişancı olarak hizmet veren gönüllü polisler

saldırganlara ateş açtı. İlk kurşun yağmurunda 2 saldırgan öldü 1'i ağır yaralandı. Diğer

saldırgan ise tuzağa düşürüldüğünü anladı ve helikopterin içini taradı. Sonra da helikopterin

içerisine el bombası attı. Diğer saldırganlar ise pusuya yatmışlardı ve çıkarak polise ateş

açtılar. 6 saldırgan kalmıştı 1'i ağır yaralıydı. Polisler 2 saldırganı daha öldürdüler. 1'i kaçmaya

çalıştı fakat yarım saat sonra polisler tarafından yakalandı. Olayın sonucunda 8 sporcu ve 3

16

Page 17:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

antrenör öldü. 5 saldırgan ve 1 de Alman polisi yaşamını yitirdi. 3 saldırgan sağ ele geçirildi

1'isi yaralıydı. Olimpiyatlar durduruldu pek çok ülke olimpiyatlardan çekildi.

DÖRDÜNCÜ ARAP-İSRAİL (YOM KİPPUR) SAVAŞI (6 Ekim 1973)

Savaşın Nedeni: Mısır ve Suriye’nin 1967 Arap-İsrail Savaşı’nda kaybettikleri toprakları geri

almak istemeleri

Enver Sedat

1967 yenilgisi ile Arap dünyası adeta bir şok içine düşmüştü. İsrail, Golan

Tepelerini, Sina Yarımadası’nın tamamını ve en önemlisi kutsal Doğu Kudüs’ü işgal etmişti.

Yenilginin sarsıntıları, ülkelerde daha yeni yeni atlatılmaya başlarken soyunduğu Arap

dünyasının liderliği konumu sarsılan Mısır, lideri Cemal Abdül Nasır’ı kaybetti.

Nasır’ın yerine daha düşük profilli olduğu için kolay idare edileceği düşünülen

Enver Sedat getirildi. Ancak Enver Sedat düşünüldüğü gibi davranmadı. Gücü ele geçirdiğinde

kendisini bir kukla gibi oynatmak isteyen çoğunlukla Nasır döneminin güçlü isimlerini bir bir

koltuklarından ederek ülkeye hâkim oldu. Ülke içi çekişmelerle geçen birkaç yıldan sonra

Sedat, aklındaki fikirleri uygulamaya başladı. Nasır gibi davranmayacaktı…

17

Page 18:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Sedat, esasen Sovyetlere sıcak bakmıyor, Nasır’ın politikalarını uygulamayacağını

arkadaşlarını tasfiye ederek belli ediyordu. Ona göre bölgede var olan ABD-İsrail

dayanışmasına, Sovyet cephesinde yer alarak cevap verilemez, ilerleme kat edilemezdi.

Bugüne kadar savaşarak kaybedilen toprakların siyaset ile geri alınabileceğine inanıyordu.

Çözüm için ABD ile İsrail’in arasına girmek, ABD için bölgedeki tek alternatifin İsrail olmasını

engellemek gerekiyordu. Tek alternatifin İsrail olması ABD’nin tüm yardım, silah, ekonomik

ve siyasi desteğinin İsrail’e akması demekti. Bu uğurda Sovyet ilişkilerine çok etkili olmasa da

ABD’nin dikkatini çekecek bir hamle yapıp 8 bin Sovyet danışmanını teşekkür ederek

ülkelerine yolladı. Bu adım gerçekten de ABD’nin dikkatini çekmiş ve nabız yoklamalarına

başlamıştır. Ancak o dönem alışılmadık bir durum olduğu için Mısır’a mesafeli yaklaşmaya

devam edildi. Bu durum adeta savaşla kaybettiği toprakları, diplomasi ile almasının da bir o

kadar zor olduğunu göstermişti.

Kadim dönemlerden beri Mısır’ın bir parçası olan Sina Yarımadası’nın İsrail’in

elinde kalması kabul edilemezdi. Hem bu durumu sonlandırmak hem de ABD’nin küçük,

İsrail’in hor gören tavrını değiştirmek gerekliliği ortaya çıktı. Her ne kadar işler değişse de

gerekirse Sina eski usullerle, güç kullanarak geri alınmalıydı. Böylece Mısır yönetimi, ABD

nezdinde ciddiye alınabilecekti.

Bu dönemde Suriye’de de bir takım değişiklikler olmuş Baas Partisi içinde bir hizbi

yöneten Hafız Esad, iktidarı eline almıştı. Enver Sedat, Hafız Esad’la bir araya gelerek İsrail’e

karşı bir saldırı planını masaya yatırdı. Ancak Suriye tarafı Sedat’ın ana amacından haberdar

değildi.

Ve savaş 6 Ekim 1973’de Mısır ve Suriye’nin saldırısı ile başladı. Bu tarih İsrail’in

Yom-Kippur gününe denk geliyordu ve bilinçli seçilmişti. Bu yüzden Batı/İsrail kaynakları

‘Yom-Kippur Savaşı’ (Yahudiler için kutsal bir gün olan “Kefaret Günü”) diye adlandırırken

Araplar, ‘Ekim Savaşı’ veya Ramazan ayına denk gelmesinden dolayı ‘Ramazan Savaşı’ olarak

adlandırır. Savaşın ilk safhalarında Suriye Golan’a saldırmış, Mısır Süveyş Kanalı’nı geçmişti.

18

Page 19:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

MISIR KUVETLERİ SÜVEYŞ KANALI’NI GEÇERKEN

İsrail’e Arap ülkeleri içinde sadece Mısır ve Suriye fiilen saldırmıştı. Diğer Arap

ülkeleri, bu ülkelere askeri ve ekonomik destek veriyordu. İsrail’in sendelemesi üzerine, ABD

bir hava koridoru yaratarak lojistik destek sağladı. Bazı kaynaklara göre İsrail’in nükleer silah

kullanma tehdidi buna neden olmuştur. Bu sırada Petrol ihraç eden Arap ülkeleri bu desteğe

karşı ABD ve Batılı ülkelere Petrol ambargosu uyguladı. Bu durum 1973 Petrol Krizini

doğurdu.

İsrail, bu destek ve etkin seferberlik sistemi ile savaşta üstünlüğü ele geçirdi, önce

Suriye cephesine ağırlık vererek Golan Tepelerinde karşı taarruza geçti. Suriye sınırını

aştıktan sonra kanala dönerek karşı taarruzla Mısır birliklerini yararak kanalı geçti. Büyük bir

miktar Mısır ordusunun Sina’da anakara ile bağlantısı kesildi.

Bu sırada Sovyetler, BM’de bölgeye ABD-Sovyet kuvvetlerinden bir barış gücü

göndermeyi teklif etti. Ancak bu öneri reddedilince, tek başına askeri güç kullanacağını

duyurdu. Bunun üzerine BM bölgeye bir askeri güç göndererek savaşı sonlandırdı. Mısır,

kanalın doğusuna geçirdiği birliklerini muhafaza etmiş, Suriye tarafında ise İsrail’in çekilmesi

ile eski sınırlara dönülmüştü.

19

Page 20:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Savaş, 1967’nin intikamına almak bir yana dursun neredeyse yeni bir facia

doğuracaktı. Ancak bu durum hiçbir şeyden haberi olmayan Suriye için böyle iken Mısır

baştan beri hedeflediği, savaş şoku ile İsrail’i anlaşmaya zorlamak, ABD ile ilişki geliştirmek

amacına ulaşmıştı. Aynı yılın Kasım ayında Kissinger Mısır’a geldi. Her iki tarafla yapılan

anlaşmaları, 1978 yılında Sina’yı Mısır’a geri veren, Mısır’ın da İsrail’i resmen tanıdığı CAMP

DAVİD SÖZLEŞMESİ izledi. Bu ara sürede ABD başkanı Nixon’ın Mısır’a, Enver Sedat’ın da

İsrail’e bir ziyaret yaptığını ekleyelim. Bu siyasi başarı nedeniyle Mısırlılarda Yom-Kippur

Savaşı’nın yeri diğer Arap-İsrail Savaşlarına göre farklıdır.

UYARI: CAMP DAVİD ANTLAŞMASI (1978): Mısır devlet başkanı Enver Sedat ile İsrail

başbakanı Menahem Begin arasında, 12 gün süren gizli pazarlıkların ardından Camp David'de

17 Eylül 1978'de imzalanan ve ABD başkanı Nixon'ın gözetiminde gerçekleşen bir

antlaşmadır. (Enver Sedat’a barış yanlısı tavrından dolayı 1978’de “NOBEL BARIŞ ÖDÜLÜ”

verilmiştir.) Bu görüşmeler sırasında ABD Dış İşler Bakanı Hery Kissinger Mısır ile İsrail

arasında “MEKİK DİPLOMASİSİ” yürütmüştür.

Antlaşmanın imzalanmasında, ABD’nin Arap-İsrail çatışmasına son vererek

Ortadoğu’daki çıkarlarını devam ettirmek istemesi etkili olmuştur. Bu antlaşmaya göre;

İsrail, askeri birliklerini Sina Yarımadası’ndan çekti.

Mısır, İsrail’i resmen tanıdı. (İsrail’i tanıyan ilk Arap ülkesi Mısır oldu. Bu antlaşmadan sonra Arap

Ligi Mısır’ın üyeliğini askıya alarak merkezini Tunus’a taşıdı. Arap ülkeleri bu antlaşmaya tepki

göstererek Mısır ile tüm ilişkilerini kesmişlerdir.)

Bu süreçten sonra Mısır Batı’ya yaklaşırken Arap dünyasında yalnızlaştı.

Filistinliler ise Ürdün’den kovulduktan sonra, Nasır döneminde hamiliklerini üstlenen Mısır

tarafından aldatıldıklarını düşünüyorlardı. Bu dönemden sonra davalarına kendi gözlerinde

bir Arap davasından ziyade bir Filistin davası olarak baktılar. Enver Sedat ise alışılmamış

diplomatik hamlelerinin bedelini ödercesine 1981 yılında, başkentinde düzenlediği bir askeri

geçitte kendi askerleri tarafından öldürüldü.

20

Page 21:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

1980'Lİ YILLARDA FİLİSTİN MESELESİ VE İSRAİL

6 Ekim 1981: Mısır Devlet Başkanı Enver Sedat, “Mısır İslami Cihat” örgütü üyeleri tarafından

düzenlenen suikast sonucunda Mısır’da askeri bir geçit esnasında hayatını kaybetti. Enver

Sedat’a düzenlenen bu suikastın nedeni İsrail ile yaptığı barış antlaşmasıydı.

Enver Sedat’a Askeri geçit sırasında düzenlenen suikast

6 Haziran 1982: İsrail, FKÖ’nün sınırlarını tehdit ettiğini öne sürerek Lübnan’a saldırı

düzenledi. Altı ay süren saldırılar sonucunda FKÖ Lübnan’ı terk ederek karargahlarını Tunus’a

taşıdı. FKÖ’nün Lübnan’da etkinliği devam etti, ama hiçbir zaman 1982 öncesindeki gibi

olmadı.

SABRA VE ŞATİLLA KATLİAMI (16 Eylül 1982):

16 Eylül 1982’de, İsrail’in desteklediği aşırı sağcı Hıristiyan Falanjist milisler

Lübnan’ın başkenti Beyrut’un güneyinde bulunan Sabra ve Şatilla Filistin mülteci kamplarına

İsrail ordusunun onayıyla ve gözetimi altında saldırarak çoğu kadın ve çocuk savunmasız

2.750 Filistinliyi cesetleri tanınmaz hale gelecek şekilde vahşice katletmişti. Katliamın ertesi

sabahı, cesetler, Sabra ve Şatilla sokaklarında üst üste yığılmışlardı

21

Page 22:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Ariel Şaron komutasındaki İsrail ordusu “uluslararası sözleşme ile koruma altına

alınmış” Sabra ve Şatilla kamplarını kuşatma altına alarak kamplardaki Filistinlilerin

kaçmalarına engel oldu. Lübnanlı Falanjistler ise kendi denetimleri altındaki Sabra-Şatilla’da

bulunan çocuk, kadın ve yaşlılardan oluşan kampın önce İsrail askerleri tarafından kuşatma

altına alınmasına, daha sonra ise Falanjist milisler tarafından kamp sakinlerinin

katledilmesine göz yumdu. İsrail ordusu, herhangi bir sorumluluk almadı.

Sabra Ve Şatilla Katliamı

Filistin Kurtuluş örgütünün 18 Ağustos’ta kabul edilen ateşkes çerçevesinde

Beyrut’taki kamplarda yaşayan Filistinli sivillerin güvenliğine dair İsrail ve ABD’den teminat

almış olmasına rağmen yaşanan bu katliam tüm dünyanın tepkisini çekmişti. İsrail, katliamı

araştırmak üzere bir komisyon kurmak zorunda kalmış, komisyon Şubat 1983’te yayımladığı

raporda, Falanjist milislerin lideri Eli Hubeyka’yı doğrudan, Ariel Şaron’u ise bireysel olarak

sorumlu tutmuştur. Katliamdan sorumlu olan Ariel Şaron artık “Beyrut kasabı” olarak

anılmaya başlanmış ve savunma bakanlığından istifa etmek zorunda kalmış ancak hükümetin

bir parçası olmaya devam etmiş, 2001 yılında ise İsrail başbakanlığı görevine gelmiştir.

Sabra ve Şatila Katliamı mağdurları, 2001 yılında Belçika’da Şaron aleyhine

insanlık suçu işlediği gerekçesiyle dava açmış fakat ABD ve İsrail’in engellemeleri ve tehditleri

sonucu Belçika, bu davanın açılmasına olanak veren yasayı değiştirmek zorunda kalmış ve

2002’de dava düşmüştür. Dava düşmeden önce katliamın başrolündeki Falanjist Lübnan

22

Page 23:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Güçleri’nin önde gelen isimlerinden Eli Hubeyka, Şaron aleyhinde şahitlik yapacağını ilan

etmesinden birkaç gün sonra Beyrut’ta aracına konulan bombanın patlamasıyla

öldürülmüştür.

AĞUSTOS 1983: İsrail, Lübnan’ın büyük bir kısmından askerlerini çekti. Ancak Lübnan’ın

güneyinde kendi ilan ettiği “güvenlik bölgesi”nde asker bulundurmayı sürdürdü.

25 EYLÜL 1985: Kıbrıs Larnaka’daki bir yatta 3 İsrailli öldürüldü. FKÖ’deki en büyük örgüt El

Fetih’den olan “Güç 17” komandoları olayı üstlendi.

1 EKİM 1985: İsrail, Tunus’a yönelik “Tahta Bacak Operasyonu”nu gerçekleştirdi. Arafat’ı

öldürmeyi hedefleyen saldırıda FKÖ’nün karargahı hedef alındı. Operasyonda yaklaşık 60 kişi

öldü.

BİRİNCi İNTİFADA (8 ARALIK 1987): Türkçe’de “Ayaklanma” anlamına gelen ve Arapça bir

kelime olan İntifada, Filistin’de iki kez yaşandı.

Birinci İntifada (ayaklanma-sivil itaatsizlik) veya Birinci Filistinli İntifada, İsrail'in, 8

Aralık 1987'den 1993 Oslo Anlaşması’nın imzalanmasına kadar süren, Filistin topraklarını ele

geçirmesine karşı, Filistinlilerin ayaklanmasıdır. Ayaklanma 9 Aralık’ta Cebaliye mülteci

kampında başladı. Gittikçe yükselen tansiyon, ölen Filistinli ve İsrailliler ve son olarak İsrail

ordusuna ait bir aracın dört Filistinli'ye çarpıp öldürmesi, ayaklanmayı ateşledi.

Gazze Şeridi’nden başlayıp Batı Şeria’ya yayılan protestolar sivil itaatsizlik halini

aldı ve genel grevler düzenlenerek İsrail ürünleri boykot edildi. Filistinlilerin bu protestolarına

karşılık olarak İsrail göz yaşartıcı gazlar, plastik ve gerçek mermilerle karşılık verdi. Şeyh

Ahmet Yasin, Mısır’daki Müslüman Kardeşler örgütünün Gazze kanadı olarak Hamas’ı kurdu

15 KASIM 1988: FKÖ, Tunus karargâhından tek taraflı olarak “Filistin Devleti”ni ilan etti.

23

Page 24:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

1990'LI YILLARDA FİLİSTİN MESELESİ VE İSRAİL

30 EKİM 1991: Madrid’de Ortadoğu barış konferansı toplandı.

13 EYLÜL 1993: Oslo Antlaşması. FKÖ ve İsrail karşılıklı olarak birbirlerini tanıma konusunda

anlaştılar.

EL HALİL KATLİAMI (25 ŞUBAT 1994): Amerikan asıllı İsrailli yerleşimci Baruch Goldstein,

ramazan ayında İbrahim Camii’nde ibadet etmekte olan 29 Filistinli’yi öldürdü, 125’ini ise

yaraladı.

26 EKİM 1994: İsrail ve Ürdün 45 yıllık düşmanlığa son veren barış antlaşmasını imzaladı.

İsrail Kudüs’te, Müslümanlar için kutsal bölgelerde Ürdün’ün özel rolünü kabul etti.

4 KASIM 1995: İsrail Başbakanı İzak Rabin, İsrailli aşırı sağcı bir Yahudi öğrenci olan Yigal Amir

tarafından öldürüldü. Yigal Amir bu cinayetin gerekçesi olarak İzak Rabin’in “Ortadoğu Barış

Planı”nı gösterdi. Şimon Peres Başbakan oldu.

2000’Lİ YILLARDA FİLİSTİN MESELESİ VE İSRAİL

20 TEMMUZ 2000: İsrail Başbakanı Ehud Barak ve FKÖ Başkanı Yaser Arafat’ın ABD Başkanı

Bill Clinton’ın ev sahipliğinde bir araya geldiği Camp David Zirvesi’nde, İsrail ile Filistin

arasında devam eden çatışmalara son vermek amacıyla “nihai statü” belirlenmeye çalışıldı.

Arafat, ABD ve İsrailli arabulucuların önerilerini kabul etmeyi reddetti. Bir anlaşmaya

varılamadı.

İKİNCİ İNTİFADA (28 EYLÜL 2000): İsrail’de Likud Partisi’nden Ariel Şaron, Kudüs’te Mescid-i

Aksa’yı ziyaret edince Filistinliler bunu kışkırtma olarak nitelendirdi ve protestolar sonrası

İkinci İntifada başladı. İkinci İntifada’ya veya El Aksa İntifadası da denir.

28 Eylül 2000’den 2005 yıllına kadar devam eden ikinci Filistin ayaklanması, İsrail

ve Filistin arasındaki çatışmalar Şubat 2005 yılında Ariel Şaron ve Mahmud Abbas’ın katıldığı

Sharm ek-Sheikh Zirvesi ile sona ermiştir. Ayrıca Oslo Savaşı olarak da bilinir. Filistin’de İsrail

işgaline karşı başlatılan topluca başkaldırma hareketinin adıdır.

24

Page 25:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

6 ŞUBAT 2001: Ariel Şaron, Likud Partisi lideri olarak seçildi ve İsrail Başbakanı oldu. Yaser

Arafat ile müzakerelere devam etmeyi reddetti.

1 HAZİRAN 2001: Hamas üyesi intihar eylemcisi, bir gece kulübüne saldırdı. Saldırıda çoğu

genç 21 İsrailli hayatını kaybederken 100 kişi de yaralandı.

17 EKİM 2001: İsrail Turizm Bakanı Rehavam Zeevi, Kudüs’te Filistin Halk Kurtuluş Cephesi

grubu üyeleri tarafından vurularak öldürüldü.

ARALIK 2001: Ariel Şaron, Ramallah’a asker gönderdi. Filistin hükümetinin Batı Şeria’da

bulunan karargahları kuşatıldı ve topa tutuldu. Arafat bölgeden çıkamadı.

27-28 MART 2002: Önde gelen Arap devletlerinin bir araya geldiği Beyrut Zirvesi’nde İsrail -

Filistin meselesi tartışıldı. Zirveye Arafat katılmadı. Zirvede İsrail’e, 1967 yılından bu yana

işgal altında tuttuğu topraklardan çekilmesi, başkenti Kudüs olan Filistin Devleti’ni tanıması

ve 3 milyon 800 bin mülteciye geri dönüş hakkı vermesi karşılığında normal ilişkiler kurulması

teklif edildi.

29 MART 2002: İsrail, 1967’deki Altı Gün Savaşı’ndan bu yana en büyük askeri operasyonunu

(Koruyucu Duvar Operasyonu) başlattı. İsrail aynı yıl Batı Şeria’da bir ayırıcı duvar inşa

etmeye başladı.

22 MART 2004: Hamas’ın kurucularından Şeyh Ahmet Yasin’e suikast düzenlendi. Şeyh Yasin

İsrail saldırı helikopterlerinden açılan ateş sonucu hayatını kaybetti.

17 NİSAN 2004: Hamas’ın Şeyh Ahmed Yasin’den sonraki lideri Abdülaziz El-Rantisi İsrail

güçleri tarafından öldürüldü.

9 TEMMUZ 2004: Uluslararası Adalet Divanı, Batı Şeria’yı çevreleyen “ayırıcı duvar”ın

uluslararası hukuka aykırı olduğu sonucuna vardı ve yıkılması gerektiğini bildirdi.

11 KASIM 2004: Yaser Arafat öldü.

9 OCAK 2005: Mahmud Abbas Filistin Ulusal Yönetimi Devlet Başkanı seçildi.

10 OCAK 2005: Ariel Şaron, Birleşik Torah Yahudileri Partisi ve İşçi Partisi ile ulusal birlik

hükümeti kurdu.

25

Page 26:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Ağustos 2005: İsrail tek taraflı olarak Gazze ve Batı Şeria’nın bir bölümünden çekilme planını

tamamladı.

25 OCAK 2006: Filistin genel seçimlerinde Hamas oyların çoğunu aldı. ABD, İsrail ve birçok

Avrupa ülkesi Filistin’e yardımlarını kestiler.

25 HAZİRAN 2006: Filistinliler Gazze Şeridi’ni geçerek onbaşı Gilad Şalit’i esir aldılar. İki İsrail

askeri öldü, dört asker ise yaralandı.

EYLÜL 2006: Gazze Şeridi’nde El Fetih - Hamas çatışması yaşandı. Batı, Mahmud Abbas’ı

(sağda), Filistin’in ılımlı yüzü olarak görüyor.

1 EKİM 2006: Başlayan yeni şiddet dalgası sonucu, Hamas ve El-Fetih arasındaki grup

çatışmasında 8 kişi öldü.

13 KASIM 2006: Müzakereler sonucunda Hamas ve El-Fetih, iki hareketin de dışında kalacak

bir kişinin başkanlığında birlik hükümeti kurma konusunda uzlaştılar. Parti üyesi olmamasına

karşı Hamas’a yakınlığı ile bilinen Gazzeli akademisyen Muhammed Shbeir başkanlık teklifini

kabul etti.

EKİM 2006: Hamas - El Fetih anlaşmazlığının çözümü için arabulucu nitelikte birçok toplantı

yapıldı. Mısır ve Katar, her iki tarafla görüşme yapmak için dışişleri bakanlarını gönderdi.

İslami Cihat ve Filistin Halk Kurtuluş Cephesi gibi Filistinli gruplar, iki taraf arasındaki

anlaşmazlıkların sona ermesi için arabuluculuk yaptılar.

15 ARALIK 2006: Hamas, lideri İsmail Haniye'ye yönelik saldırıdan El-Fetih’i sorumlu tuttu.

16 ARALIK 2006: Filistin Yönetimi Başkanı Mahmud Abbas devam eden krizin aşılabilmesi için

seçimlerin yenilenmesi çağrısında bulundu.

21 OCAK 2007: Mahmud Abbas, Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’in daveti doğrultusunda

Şam’da Hamas lideri Halid Meşal ile görüştü.

30 OCAK 2007: 32 Filistinlinin ölümüne sebep olan çatışmaların ardından, Mısır’ın

arabuluculuğunda Hamas ve El Fetih ateşkes ilan etti. Her iki taraf da görüşmeler için Suudi

Arabistan’ın Mekke’ye davetini kabul etti.

26

Page 27:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

8 ŞUBAT 2007: Hamas ve El Fetih, aralarındaki anlaşmazlığa bir son verme ve koalisyon

kurma konusunda anlaştı. Bu anlaşma doğrultusunda Batılı güçlerin uyguladığı ağır

yaptırımların kaldırılması ümit edildi.

9 ŞUBAT 2007: Ortadoğu Dörtlüsü (ABD, AB, Rusya, BM) Suudi Arabistan’ın, Filistin’de Ulusal

Birlik Hükümeti kurma çalışmalarına verdiği desteği memnuniyetle karşıladı. Ancak daha

sonra İsrail’i tanımak için uluslararası taleplere uyulması gerektiğini, şiddete son verilmesini

ve daha önceden imzalanan barış anlaşmalarına sadık kalınmasını dile getirdi.

15 ŞUBAT 2007: İsmail Haniye ve kabinesi istifa etti. Ancak Haniye daha sonra Filistin Devlet

Başkanı Mahmud Abbas tarafından tekrar göreve atandı ve Filistin’de Ulusal Birlik Hükümeti

kurma süreci başladı.

15 MART 2007: Filistinliler hükümet kurma konusunda anlaştılar.

17 MART 2007: Yeni Filistin hükümeti, Gazze’de ilk kabine toplantısını gerçekleştirdi.

Bakanlar toplantıya Batı Şeria’daki Ramallah’dan video konferans ile katıldı.

MART 2007: İsrail, uluslararası taleplere uygun hareket edilmediğini öne sürerek koalisyon

hükümeti ile görüşmeyi reddetti.

MART 2007: Gazze’de Hamas - El Fetih çatışmasında bir El Fetih üyesi öldü, yedi kişi

yaralandı. Bu, birlik hükümetinin kuruluşunun ardından meydana gelen ilk çatışma oldu.

Nisan 2007: ABD güvenlik harcamaları için Mahmud Abbas’a 60 milyon dolar para

yardımında bulundu. Bu para, Gazze’de bulunan ticaret yollarının güvenliğini sağlamanın yanı

sıra lojistik ve iletişimi destekleme amaçlı kullanılacaktı.

MAYIS 2007: İsrail, Gazze’de beş hava saldırısı gerçekleştirdi. İsrail Başbakanı Ehud Olmert

saldırıların devam edeceğini belirtti.

HAZİRAN 2007: Mahmud Abbas, Batı Şeria ve Gazze’de olağanüstü hal ilan etti. Hükümeti

lağvederek geçiş dönemi için olağanüstü hal hükümeti kuracağını da açıklayan Abbas,

hükümeti kurma görevini ise Maliye Bakanı Salam Fayyad’a verdi. Hamas bu hükümette

yoktu.

27

Page 28:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

HAZİRAN 2007: Filistin’e uygulanan yardım ambargosu kaldırıldı. ABD ve Avrupa, Filistin’e

yardım etmeye başladılar. Mahmud Abbas, İsrail’le barış görüşmelerini sürdüreceğini dile

getirdi.

KASIM 2007: Hamas Gazze’de etkinliğini sürdürürken ABD Başkanı George Bush

Annapolis’de Filistin - İsrail barış görüşmelerine ev sahipliği yaptı.

23 OCAK 2008: Gazze’den İsrail’deki sınır kasabalarına durmaksızın düzenlenen roket

saldırıları sonucunda, İsrail’in Mısır’ın da desteğini alarak başlattığı ablukaya daha fazla

dayanamayan Gazzeliler, Refah sınırındaki duvarları yıkarak temel ihtiyaçlarını satın

alabilmek için Mısır tarafına geçtiler. 11 gün sonra, 3 Şubat’ta Mısır güvenlik güçleri geçişleri

yasakladığında, toplamda 800.000’e yakın Gazzeli Mısır’a girip çıkmıştı.

28 ŞUBAT - 3 MART 2008: İsrail’in Gazze Şeridi’ne düzenlediği saldırılarda en az 117 Filistinli

hayatını kaybetti, 200 Filistinli de yaralandı. Yaklaşık 800 Filistinlinin evi tahrip edildi. Kubbet-

üs-Sahra Müslümanların en kutsal mekanlarından biri olarak kabul ediliyor.

14 NİSAN 2008: Filistin Demokratik Kurtuluş Cephesi’nin askeri kanadının lideri İbrahim Ebu

İlba İsrail saldırısı sonucu hayatını kaybetti.

19 HAZİRAN 2008: Mısır’ın arabuluculuğunda gerçekleşen müzakereler sonucu Hamas ile

İsrail arasında altı aylık ateşkes imzalandı. Hamas roket atmama, İsrail de Gazze’ye yönelik

ambargoyu kaldırma ve suikastları durdurma sözü vermişti.

19 ARALIK 2008: Hamas ile İsrail arasındaki altı aylık ateşkes sona erdi. Ateşkes sürecinde

ambargo hafifletilmediği gibi saldırılar azalsa da kesilmedi.

27 ARALIK 2008: Roket saldırılarını gerekçe gösteren İsrail, mezuniyet töreninin yapıldığı bir

polis merkezini vurarak aralarında Hamas’ın üst düzey güvenlik görevlilerinin de bulunduğu

140 polisi öldürdü ve Gazze Şeridi’nde “Dökme Kurşun Operasyonu”na başladı. 60 savaş

uçağının katıldığı operasyonun sadece ilk saatlerinde 200’ü aşkın Filistinli hayatını kaybetti.

31 ARALIK 2008: İsrail Ortadoğu Dörtlüsü’nün ateşkes çağrısını reddetti.

1 OCAK 2009: İsrail uçakları Hamas’ın üst düzey liderlerinden Nizar Rayyan’ı evini

bombalayarak öldürdü.

3 OCAK 2009: İsrail, Gazze Şeridi’nde kara operasyonuna başladı.

28

Page 29:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

9 OCAK 2009: Filistin Devlet Başkanı Mahmud Abbas’ın görev süresi fiilen doldu. Ancak

başkanlık seçimleri ertelendi.

15 OCAK 2009: Hamas hükümetinin İçişleri Bakanı Said Siyam, oğlu, erkek kardeşi ve ailesi ile

birlikte İsrail’in füze saldırısında hayatını kaybetti.

16 OCAK 2009: Gazze’ye silah kaçakçılığının önlenmesi konusunda ABD ve İsrail dışişleri

bakanları arasında bir anlaşma imzalandı.

18 OCAK 2009: 22 gün süren operasyonun ardından İsrail ateşkesi kabul ederek yerle bir

ettiği Gazze Şeridi’nden çekilmeye başladı. Çekilme işlemi 21 Ocak’ta tamamlandı.

10 ŞUBAT 2009: İsrail’de genel seçimler yapıldı. Tzipi Livni’nin Kadima Partisi Binyamin

Netanyahu’nun Likud Partisi’nden bir milletvekilliği fazla çıkarsa da sağ partilerin çoğunluğu

alması nedeniyle hükümeti kurma görevi Netanyahu’ya verildi. 31 Mart’ta Likud Partisi’nin

aşırı sağ partilerle kurduğu koalisyon hükümeti İsrail meclisinden güvenoyu aldı.

14 AĞUSTOS 2009: Gazze’nin Refah bölgesinde Hamas’a bağlı güvenlik güçleri ile El Kaide’yle

bağlantısı bulunduğu iddia edilen Cünd-ü Ensarullah grubu arasında çıkan silahlı çatışmada,

örgüt liderinin de aralarında bulunduğu 22 kişi öldü, en az 100 kişi yaralandı. Cünd-ü

Ensarullah, Gazze’de bir “İslami Emirlik” ilan etmiş ve Hamas’ı dinden uzaklaşıp Batı’ya

yanaşmakla suçlamıştı.

5 KASIM 2009: İsrail’in, Gazze’ye yönelik “Dökme Kurşun Operasyonu”nda orantısız güç

kullanması nedeniyle savaş suçu işlemekle itham edildiği Goldstone Raporu, BM Genel

Kurulu’nda kabul edildi.

13 KASIM 2009: 24 Ocak 2010’da yapılması planlanan devlet başkanlığı ve meclis seçimleri,

Hamas yönetimindeki Gazze Şeridi’nde oylama işleminin gerçekleşemeyeceği gerekçesiyle

Filistin Seçim Komisyonu tarafından ertelendi.

29

Page 30:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

2010’LU YILLARDA FİLİSTİN MESELESİ VE İSRAİL

6 OCAK 2010: 6 Aralık’ta Britanya’dan yola çıkan ve insani yardım malzemesi taşıyan

“Filistin’e Yol Açık” konvoyu, uzun ve meşakkatli bir yolculuğun ardından Gazze’ye ulaştı.

19 OCAK 2010: Hamas’ın askeri kanadı İzzeddin Kassam Tugayları’nın kurucularından ve

komutanlarından Mahmud el-Mebhuh, Dubai’de kaldığı bir otelde Mossad ajanları

tarafından boğularak öldürüldü.

MAVİ MARMARA OLAYI (31 Mayıs 2010): “Rotamız Filistin Yükümüz İnsani Yardım”

sloganıyla yola çıkan Gazze’ye Özgürlük Filosu’na İsrail donanması uluslararası sularda

saldırdı. Mavi Marmara gemisindeki 9 Türk yardım gönüllüsü öldürüldü, 50’yi aşkın gönüllü

de yaralandı.

HAZİRAN 2010: Mavi Marmara katliamının ardından artan uluslararası baskılar karşısında

Mısır, Refah Sınır Kapısı’nı üç yıl sonra süresiz olarak açarken; İsrail de 20 Haziran’da

ambargoyu hafifletme kararı alarak Gazze’ye girebilecek malların listesini yeniledi.

2 EYLÜL 2010: İsrail’in Gazze’ye saldırması üzerine Aralık 2008’de rafa kaldırılan doğrudan

barış müzakereleri, Filistin lideri Mahmud Abbas ile İsrail Başbakanı Binyamin Netanyahu

tarafından Washington’da yeniden başlatıldı.

22 EYLÜL 2010: BM İnsan Hakları Konseyi yayınladığı raporda, İsrail’in 9 Türk’ün ölümü ile

sonuçlanan Mavi Marmara baskınını “yasadışı, orantısız ve kabul edilemez gaddarlık” olarak

nitelendirdi ve Filistin toprağına deniz ablukası uygulamasının “yasadışı” olduğunu belirtti.

EYLÜL 2011: İsrail'in Gazze Şeridi'nde bir hafta boyunca düzenlediği hava saldırılarında 18

Filistinli yaşamını yitirdi.

23 EYLÜL 2011: Filistin Yönetimi, Birleşmiş Milletler'e tam üye ‘devlet’ statüsü kazanmak

amacıyla BM Genel Sekreteri Ban ki-Mun'a başvurdu.

12 EKİM 2011: İsrail ve Hamas, beş yıldır esir olan asker Gilad Şalit ve binden fazla Filistinli

mahkumun serbest kalması için anlaştı.

31 EKİM 2011: Filistin, UNESCO Genel Konferansı'nın kararı ile kurumun 194'üncü üyesi oldu.

1 KASIM 2011: ABD, Filistin'in UNESCO'ya üyelik başvurusu kabul edilince, örgüte Kasım

2011'de yapmayı planladığı 60 milyon dolarlık ödemenin iptal edildiğini duyurdu.

30

Page 31:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

18 ARALIK 2011: İsrail, Hamas ile Ekim 2011'de yaptığı esir değişim anlaşmasının ikinci

aşaması çerçevesinde, kendi seçtiği 550 tutukluyu serbest bıraktı.

23 ARALIK 2011: Filistinli gruplar Fetih ve Hamas, uzun süren fikir ayrılıklarının ardından

birleşme yolunda önemli bir adım attı. Mısır’ın başkenti Kahire’de yapılan görüşmelerin

ardından Hamas, Filistin Kurtuluş Örgütü bünyesine katılma kararı aldı.

13 MART 2012: İsrail'in, Gazze Şeridi'nde dört gün boyunca düzenlediği ve 25 Filistinlinin

öldüğü operasyonlar sonrasında, taraflar Mısır'ın arabuluculuğunda anlaşmaya vardı.

21 MAYIS 2012: Gazze Şeridi'ni 2007 yılından bu yana kontrolü altında tutan Hamas ile

Filistin Kurtuluş Örgütü şemsiyesi altındaki en büyük grup Fetih, Filistin'de hükümet

kurulması konusunda ilk adımı attı.

28 AĞUSTOS 2012: İsrail'de bir mahkeme, 2003'te Gazze Şeridi'nde bir buldozer tarafından

ezilerek hayatını kaybeden Amerikalı aktivist Rachel Corrie'nin ailesinin açtığı davada, orduyu

suçsuz buldu.

30 KASIM 2012: BM Filistin’e, BM’de üye olmayan gözlemci devlet statüsünü verme kararını

aldı. BM Genel Kurulu’ndaki oylamada BMGK’nın beş daimi üyesinden Fransa, Rusya ve Çin

bu kararı desteklerken İngiltere çekimser kaldı ABD ise hayır oyu kullanmıştı.

7 TEMMUZ 2014: İsrail Gazze’ye yönelik 51 gün sürecek saldırılarını başlattı. Saldırılarda

530’u çocuk 302’si kadın 2 bin 100’den fazla Filistinli öldü, 10 binden fazla Filistinli de

yaralandı. İsrail tarafında ise 64’ü asker 70 İsrailli öldü, 720 İsrailli de yaralandı.

01 NİSAN 2015: Filistin, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (UCM) resmen üye oldu.

25 HAZİRAN 2015: Filistin, UCM’ye İsrail hakkında suç duyurusunda bulundu. Filistin

yönetimi, biri İsrail’in son Gazze savaşı diğeri ise yasadışı yerleşim faaliyetleri ile ilgili

mahkemeye iki ayrı dosya sunmuştu.

6 ARALIK 2017: 1980’de İsrail Kudüs’ü tek taraflı olarak İsrail’in başkenti olarak ilan etmişti.

Bu karar kimse tarafından tanınmadı. Ancak ABD Başkanı Donald Trump, İslam dünyasından

gelen tüm tepkilere karşın Kudüs'ü İsrail'in resmi başkenti olarak tanıdı ve Tel Aviv'deki ABD

Büyükelçiliği'nin Kudüs'e taşınacağını açıkladı.

31

Page 32:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

BAAS PARTİSİ (1953)

Baas Partisi, Arap ulusunun tek bir sosyalist devlette birleşmesini amaçlayan

siyasal milliyetçi-laik sol partidir. Parti, Arap dünyasında birlik, özgürlük ve sosyalizmi

gerçekleştirmeye çalışmaktadır.

Ortadoğu Arap ülkelerinde faaliyet gösteren, bu bölgedeki Arap devletlerini bir

tek Arap milleti halinde birleştirmeyi ve sosyalist fikirleri yaymayı gaye edinen siyasi partidir.

“Arap Sosyalist Baas Partisi” veya ”Arap Sosyalist Diriliş Partisi” olan Baas Partisi 1953

senesinde Michel (Mişel) Eflak ve Ekrem Havrani tarafından kurulmuştur.

Annesi Yahudi, babası Fransız olan Michel Eflak (Ortodox) ve Salah el-Bitar

(Sünni) 1943 senesinde Şam’da Arap Diriliş Partisini kurdular. Daha sonra da Ekrem Havrani

tarafından Arap Sosyalist Partisi kuruldu. 1953 senesinde bu iki parti birleşerek Arap Sosyalist

Baas Partisi teşekkül etti. Kısa bir müddet içinde Ürdün, Mısır, Irak, Libya, Suriye ve Aden

gibi ülkelerde teşkilatlanan Baas Partisi Suriye dışındaki ülkelerde faaliyetlerini gizli olarak

sürdürdü.

BAAS PARTİSİ’NİN TEMEL FELSEFESİ

1. Bütün Arapları Pan-Arabizm ideolojisi ile birleştirmek : Bütün Arap ülkelerinin tek bir çatı

altında birleşerek sosyalist, milliyetçi ve laik bir şekilde yönetilmesini amaçlamıştır. Tabi ki

bu felsefe zamanla parti mensuplarının karşısında duran farklı mezhepler yüzünden

fiyaskoya uğramıştır. Çünkü Irak’ta Sünnilik, Suriye de ise Alevilik üzerine bir takım

mezhepsel iktidarlık eleştirileri, bu iktidarları da mezhepçiliğe itmiştir. İşin içine

mezhepçiliğin girmesiyle beraber zaten bütün Arapları birleştirmek ancak hayallere kalmış

oldu.

2. Arap Dünyasına Laikliği Yerleştirmek: Baasçılığın “Sekülerizm” yerine “Laikliği” tercih

etmesinin sebebi ise “İslam dininin Arap dünyasının temel parçalarından biri olduğunu düşünüp onun

hayattan tamamen koparılmasının çok güç olmasıydı”.

3. Arap Dünyasına Sosyalist-Marksist/Leninist Görüşler Yerleştirmek : Baasçılığın sosyalizm

görüşü ise Marksizm-Leninizm’den biraz farklıydı.

Toplumsal eşitsizliğin giderilmesini hedeflese de, özel teşebbüsü tamamen sınırlamıyordu. Yerli ve yabancı

büyük firmaları kamulaştırmayı ama özel teşebbüsü tamamen yok etmemeyi tercih etmişlerdi.

Miras hukukuna da müdahale etmeyerek yine bu konuda da sosyalizmden ayrı hareket etti ve buna Arap

sosyalizmi dediler.

32

Page 33:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

ORTADOĞU’DA BAAS PARTİSİ’NİN İKTİDARA GELİŞİ

Baas Partisi, Suriye ve Irak’ta yaptıkları darbelerle iktidarı ele geçirip tek parti

diktatörlükleri kurdular. Bunun dışında parti olarak olmasa da ideolojik açıdan Cemal Abdül

Nasır (Mısır) ve Muammer Kaddafi (Libya) sayesinde uzun yıllar Libya, Mısır ve Birleşik Arap

Cumhuriyeti’nde de varlık göstermiştir.

DİKKAT: Birleşik Arap Cumhuriyeti, Mısır ve Suriye arasında 1 Şubat 1958'de ilan edilen ve

her iki ülkedeki plebisitlerle onaylanan siyasi birleşme sonucu kurulan devlettir. Başkanı

Cemal Abdül Nasır'dı. bir askerî darbenin ardından Suriye'nin Mısır'dan bağımsızlığını ilan

etmesiyle, 28 Eylül 1961'de son buldu.

SURİYE’DE BAAS’IN YÜKSELİŞİ VE İKTİDARI

1958 yılı Suriye’deki Baasçılar için önemli bir yıldır. Çünkü Mısır ve Suriye

birleşerek “Birleşik Arap Cumhuriyeti (BAC)”ni kurmuşlar ve bu birleşmede Baasçıların önemli

bir rolü olmuştur. Bu proje Suriye’deki Baasçıların en büyük hayaliydi. İlk başta Mısır

Cumhurbaşkanı Cemal Abdül Nasır bu birleşmeye sıcak bakmamış, komünizm tehlikesinin

ciddiyeti konusunda ikna edilmiştir. 21 Şubat 1958’de yapılan referandumdan sonra BAC

resmen kurulmuş oldu. Nasır, devlet başkanı olmuş ve Suriye’deki bütün siyasi partiler

yasaklanmıştır. Birleşmeden sonra Baasçıların bekledikleri yönetim ortaya çıkmadı. Kilit

noktalara Mısırlılar getirildi ve Suriye içinde etkili olmaya başladılar. Ayrıca Suriye’nin Mısır’ın

uydu devletiymiş gibi görünmesi Suriyelileri rahatsız etmeye başladı.

1961 yılına gelindiğinde Nasır’ın Suriye içindeki nüfuzuna olan hoşnutsuzluk,

süregiden kuraklık ve ekonomik kriz, Suriyelilerin sabrını taşırmıştı. 28 Eylül 1961’de Yarbay

Abdülkerim Nehlevi Suriye’de askeri bir darbe gerçekleştirerek birliği sona erdirmiştir. 13

Ekim 1961’de Suriye bağımsızlığını tekrar kazanarak Birleşmiş Milletler (BM) üyeliğini tekrar

başlatmıştır. Bu ayrılıktan sonra Baas Partisi Suriye’de gittikçe etkisini göstermeye başladı. Bu

sırada parti, kendi içinde iki kanada ayrılmıştır: Michel Eflak, Salah el-Bitar (Selahaddin el-

Bitar) ve General Emin el-Hafız öncülüğünde “Eski Muhafızlar” ve Salah Cedid, Muhammed

Umran ve Hafız Esad gibi dini-etnik azınlıklara mensup olan subayların öncülüğünde

“Bölgeselci Kamp” 8 Mart 1963’te Baas Partisi öncülüğünde Suriye’de askeridarbe yapılmış

ve Baas Partisi Suriye içinde en etkili parti olmuştur. 1966’da “Bölgeselci Kamp” grubu iç

darbe yaparak “Eski Muhafızlar” grubunu tasfiye etmiştir. 1970 yılında Savunma Bakanlığı

33

Page 34:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

görevinde bulunan Hafız Esad, Salah Cedid ve hükümet üyelerinin tutuklama emri vererek

iktidarı ele geçirdi. Bir yıl sonra da yedi yıllığına cumhurbaşkanı seçilerek iktidarını pekiştirmiş

oldu.

IRAK BAAS PARTİSİ’NİN KURULUŞU VE YÜKSELİŞİ

Irak Baas Partisi’nin temelleri 1948 Arap-İsrail Savaşı’ndan sonra Bağdat’a giden

üç Suriyeli tarafından atılmıştır. Bu Suriyeliler Feyiz İsmail, Vasfi el-Ganim ve Süleyman el-

Eysa’dır. Bu üç Suriyelinin etkisiyle 1949 yılında Irak Baas Partisi kurulmuş ve 1951 yılında

Şam’daki “Baas Ulusal Önderliği” tarafından da tanınmıştır. İlk başta öğrenci grupları, iş

adamları ve entelektüeller partiye üye olurken daha sonra Ahmed Hasan el-Bekir, Saddam

Hüseyin gibi ileride Irak siyasetine damga vuracak isimler üye olmaya başladı.

14 Temmuz 1958’de Tuğgeneral Abdülkerim Kasım önderliğinde yapılan askeri

darbeyle Irak’ta monarşi sona erdi ve cumhuriyet ilan edildi. Baasçılar bu darbede Kasım’a

yardım ettiler. Suriye ve Mısır’ın kurduğu Birleşik Arap Cumhuriyeti’nin etkisiyle Kasım,

Baasçıları tehdit olarak görmeye başladı ve Baasçılar tasfiye edilmeye başlandı. Mart 1959’da

Musul merkezli Baas Ayaklanması ortaya çıksa da bu bastırıldı. Ancak daha sonra 7 Ekim

1959’da aralarında Saddam Hüseyin’in de bulunduğu Baasçı bir grup General Kasım’a suikast

düzenlediler ve bu suikastte Kasım yaralı olarak kurtuldu. Bu darbe girişimi Baasçılar adına

başarısızlıkla sonuçlandı.

8 Şubat 1963 tarihine geldiğimizde General Abdüsselam Arif, Baasçıların

desteğini alarak General Kasım’a karşı darbe yaptı ve Kasım idam edildi. Arif devlet başkanı

olurken, yardımcısı ise 1968 darbesinden sonra devlet başkanı olacak olan Ahmed Hasan el-

Bekir olmuştur. Darbeden 9 ay sonra Arif ile Baasçıların arası açılmış ve 13 Kasım 1963’te iç

darbe yapılarak Baasçılar tasfiye edilmiştir. Bu tarihten sonra Baasçılar yer altında

örgütlenmeye başlayacaklar ve bu darbeden dersler çıkaracaklardır. 14 Mayıs 1966’da

Abdüsselam Arif bir helikopter kazasında ölünce yerine kardeşi Abdurrahman Arif geçti.

17 Temmuz 1968 Darbesi ve Baas Partisi’nin İktidarı

Tarih 17 Temmuz 1968’i gösterdiğinde Irak’ta 35 yıl sürecek yeni bir dönem

başlıyordu. Bu tarihte Baas Partililer Abdurrahman Arif’e darbe yaparak iktidarı tek başına

ele geçirdiler. Darbenin başındaki isim Abdüsselam Arif’in yardımcılığını yapan General

Ahmed Hasan el-Bekir’di. Bekir darbeden sonra devlet başkanı, başbakan ve Devrim Komuta

34

Page 35:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Konseyi (DKK) Başkanı olarak görev yapıyordu. Yardımcısı ise Saddam Hüseyin’di. Darbeden

sonra yönetim şüphelendiği kişileri acımadan tasfiye ediyordu. 1970 yılında DKK’ya üye

olmak için Baas Partisi’ne üye olma şartı getirildi ve ülkede tek parti rejimi tesis edildi.

Güvenlik ve istihbarat alanlarında ordu devre dışında bırakıldı ve kilit noktalara

Tikritliler getirildi. Baas Partisi’nin yapısına baktığımızda akrabalık ilişkilerinin üst düzeyde

olduğunu görürüz. Suriye’de Hafız Esad ve Irak’ta Hasan el-Bekir ve daha sonra devlet

başkanı olacak Saddam Hüseyin kilit noktalara akrabalarını getirmişlerdir.

Saddam Hüseyin’in İktidara Geçişi (1979)

Saddam Hüseyin, Baas Partisi iktidara geldiği zaman ikinci adam olarak gözükse

de parti içinde Hasan el-Bekir’den daha aktif bir politika yürütüyordu. Parti içi yapılanmada

kendine yakın adamları getiriyor ve parti içinde daha güçlü bir hâle geliyordu. Tabii bunda

geçmiş tecrübelerinin de etkisi vardı.

1969’da DKK yardımcılığına getirildikten sonra Saddam Hüseyin, parti içinde daha

çok aktif hâle gelmeye başlamıştır. Şüphelendiği kişileri tasfiye etmiş ve akrabalarını yönetim

kadrolarına almaya başlamıştır. Perde arkasında olmasına rağmen parti içinde Hasan el-

Bekir’den gitgide daha çok öne çıkmaya başlamıştır. Hatta 1970’lerin ortasında bu durum

daha çok belli olacaktır. Saddam Hüseyin asker kökenli olmamasına rağmen 1974’te ona

Korgenerallik rütbesi verilmiş ve ordu içindeki ağırlığı da arttırılmıştır. Orduda gittikçe

otoritesi artan Saddam Hüseyin karşısında Hasan el-Bekir’in otoritesi düşüyordu.

1979’da Saddam Hüseyin saray içi bir darbeyle yönetimi ele geçirmiştir. Hasan el-

Bekir hastalığını öne sürerek istifa etmiştir. Böylelikle 25 senelik Saddam Hüseyin iktidarı

Irak’ta başlamış oldu. Ordu içindeki ağırlığını pekiştirmek için ise 19 Temmuz 1979’da

kendisine Mareşal unvanını alacaktır.

BAAS PARTİSİ’NİN ORTADOĞU’DAN SİLİNİŞİ

Baas Partisi, İsrail ve ABD’ye karşı Ortadoğu’da SSCB’nin en önemli müttefiki

oldular. Bu ideoloji ve savunduğu görüşlerin bütün Arap ülkelerinde yayılması Elbette ABD

için çok tehlikeli olurdu. Çünkü sosyalizm ilkesi yüzünden kendi şirketleri o bölgelerde

faaliyet gösteremiyordu. Bunun dışında o dönem ki ABD müttefiklerinin İsrail, Türkiye ve İran

35

Page 36:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

olması milliyetçiliğin bu ülkeler yani ABD müttefikleri içinde potansiyel tehlike arz etmesine

neden oluyordu.

Baas-liderleri, soldan sağa: Enver Sedat, Muammer Kaddafi, Hafız Esad

Parti ya da ideoloji olarak varlığını sürdüren Baas Partisi 1970’de Cemal

Abdülnasır’ın ölümü üzerine yerine Hüsnü Mübarek’in getirilmesi, 2003’te Irak’ta Saddam

Hüseyin’nin idam edilmesi ve Batılı güçler tarafından başlatılan “ARAP BAHARI” sonrasında

2011’de Libya’da Muammer Kaddafi’nin iktidardan indirilmesi Baas Partisi’nin Ortadoğu’da

etkinliğini azaltmıştır.

36

Page 37:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

IRAK

Tarih boyunca Irak, Abbasi dönemi (750–1258) hariç, ya başka bir yerde merkezi

olan bir imparatorluğa tabi olmuştur, (Emeviler, Moğollar, Selçuklular, İlhanlılar ve

Osmanlılar) ya da Doğu Akdeniz ülkeleri ile İran arasındaki sınır bölgesini oluşturmuştur.

Yeniçağ boyunca Irak, Sünni Anadolu Türkleri ile Şii İran Türkleri arasındaki

hâkimiyet mücadelesine sahne oldu. Bu mücadele 1534’te Osmanlıların lehine sonuçlanmış

ve ülke 1918’e kadar Osmanlı yönetiminde kalmıştır. Irak, Osmanlı hâkimiyetinde kaldığı

yaklaşık dört asırlık süre zarfında en parlak dönemlerini yaşadı.

20. yüzyılda İngilizler, Birinci Dünya Savaşı sırasında 22 Kasım 1914’te Basra’ya

girdiler. Ancak Nisan 1916’da Osmanlı Kuvvetleri Kütü’l-Amare’de İngilizleri büyük bir

yenilgiye uğratarak tamamını esir aldı. Büyük kayıplar veren İngilizlerin toparlanmaları uzun

sürdü ve Bağdat’ı ancak 11 Mart 1917’de ele geçirebildiler. Mayıs 1918’de Kerkük’e kadar

gelen İngilizler, Musul’u ve petrol yataklarını ele geçirmek için daha hızlı hareket etmelerine

rağmen 30 Ekim 1918’de Mondros Mütarekesi imzalandığında henüz hedeflerine

ulaşamamışlardı ve Musul’u ancak 6 Kasım’da mütareke hükümlerine dayanarak işgal

edebildiler. Böylece Birinci Dünya Savaşından sonra Osmanlı devleti bölgeden çekildiğinden

Irak tamamen İngiltere’nin işgaline uğradı ve İngilizlerin Irak’ta kurdukları askeri yönetim

1920’ye kadar devam etti.

İngiltere’nin Manda Yönetimi (1920–1932)

Birinci Dünya Savaşı sonrasında toplanan San Remo Konferansı’nda (19–26 Nisan

1920) Irak’ın İngiliz mandası altına girmesi kararlaştırıldı. İngilizler başta Irak’ı bizzat

yönetmeyi düşünmüşlerse de ancak halkın sert muhalefetiyle karşı karşıya kalmışlardır. Çıkan

isyanlarda özellikle Şii halk rol almıştır. Şiilerin çoğunlukta olduğu Necef, bu dönemde isyanın

merkezini oluşturmuştur. Sonuçta İngilizler Hz. Muhammed’in soyundan gelen Mekke Emiri

Şerif Hüseyin’in oğlu Faysal’ı 23 Ağustos 1921’de Irak kralı sıfatıyla tahta çıkardılar. Bu

yöntemle İngilizler hem Irak’a tamamen hâkim olmak hem de Osmanlının ardından doğan

halife boşluğunu bu şekilde doldurarak diğer İslam ülkelerine de etki etmeyi planlamıştır.

İngilizlerin yardımıyla yapılan referandum sonucu Faysal Irak halkının %96’sının oyunu aldı.

10 Ekim 1922’de İngiltere ile Irak arasında 20 yıllık bir antlaşma yapıldı. Ancak bu

süre 1923’de imzalanan protokol ile dört yıla indirildi. Antlaşma İngilizler için Irak’ı kontrol

37

Page 38:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

etmenin başka bir yoluydu. Iraklılar ise antlaşmayı Manda sisteminin reddi ve tam bağımsızlık

yolunda atılmış ilk adım olarak gördü. Antlaşma Mandaya tercih edilmişti, fakat yine de

milliyetçileri memnun etmemişti. Antlaşma ancak 27 Mart 1924’de Anayasa Meclisi

tarafından onaylandı. 1924–1930 arası Iraklılar bağımsızlık isteklerini daha yüksek sesle dile

getirmeye başladılar. Bunun üzerine İngiltere ile Irak arasında 13 Ocak 1926’da ve 14 Aralık

1927’de iki yeni antlaşma daha imzalandı. Bu antlaşmalar Irak’a kısmen daha fazla özgürlük

sağlamasına rağmen milliyetçileri yine de memnun etmemişti. Nihayet İngiltere ile Irak

arasında 30 Haziran 1930’da 25 yıl süreli yeni bir antlaşma imzalandı. Bu antlaşmaya göre

Irak 1932’de tam bağımsız olacak ve Milletler Cemiyetine üye olacaktı. Nitekim Irak 3 Ekim

1932’de bağımsız bir ülke olarak Milletler Cemiyeti’ne üye oldu. Ancak 1933’de Kral Faysal’ın

ölümünden kısa süre sonra ülkede dini ve etnik çatışmalar arttı. İngiltere-Irak ilişkileri

kötüleşmeye başladı. Bu vesile ile İngiltere-Irak arasında yeni bir antlaşma imzalandı.

Antlaşmaya göre;

İngiltere Irak’ın dış politikası ve güvenliğinden sorumlu olacaktı.

Irak’ta iki askeri üs bulunduracaktı ve Irak’ın bütün imkânlarından faydalanacaktı.

İngiltere Irak ordusunu eğitecek ve silah sağlayacaktı.

Bağımsızlık ve Karışıklık Dönemi (1932–1945)

1933’de Kral Faysal’ın ölümü ile Irak’ın yönetim kadrosu İngiltere yanlısı olanlar

ve karşı olanlar diye iki gruba bölündü. Bu grup 1933–1936 arasında Irak politikasında ön

planda yer aldı. 29 Ekim 1936’da Kürt asıllı ve İngiltere karşıtı olan General Bekir Sıtkı

(Türkiye’yi ve Atatürk devrimlerini örnek alan ve bunları Irak’ta yapmak isteyen biriydi), Yasin

Haşimi Hükümeti’ne karşı darbe yaptı ve yakın arkadaşı Hikmet Süleyman’ı başbakan olarak

atadı. 1936 askeri darbesi ile ordu siyasete müdahale etmenin tadına vardı ve durum ileri

tarihlerde ordunun sık sık darbe yapmasına neden oldu. 1937’de Hikmet Süleyman’ın yerine

ılımlı bir kişi olan Cemil Madfai başbakan oldu. Ancak 1938’de ordu içindeki bir gurup

Madfai’yi görevden uzaklaştırdı ve yerine İngiltere yanlısı Nuri Said Paşa’yı getirdi. Fakat bu

defa ordu içindeki diğer bir gurup Mart 1939’da Nuri Said Paşa’yı fazla İngiliz yanlısı olduğu

için iktidardan uzaklaştırmak istedi, fakat başarılı olamadı. Bu arada 4 Nisan 1939’da Arap

milliyetçisi olan Kral Gazi araba kazasında öldü ve yerine üç yaşındaki oğlu II. Faysal Kral

oldu. 18 yaşına geldiğinde ise 2 Mayıs 1953’de tahta çıkacaktır.

38

Page 39:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

İkinci Dünya Savaşı yıllarında hâkim güçler arasında yaşanan mücadele Irak

üzerinde de olmuştur. Almanlar yaptıkları darbe ile kendilerine yakın bir yönetimi başa

getirseler de, yapılan ikinci darbe ile İngilizler tekrar hâkimiyet kurmuşlardır. İkinci Dünya

savaşı yıllarında Türkiye sınırlarına kadar gelen Almanların amaçlarından birisi de Türkiye’yi

geçerek Irak’taki yandaşlarına yardım edip, buradaki İngiliz hâkimiyetini kırmaktı. Fakat daha

sonra Alman ordularının Rusya’ya dönmesi, Türkiye’nin işgali ve Irak’a ulaşma planlarından

vazgeçmesine sebep oldu. İngilizler Irak’ı da Almanya’ya karşı savaşa girmeye teşvik etse de

Irak yönetimi Türkiye’yi örnek alarak aynı politikaları izlemiş ve savaşa girmemiştir.

1921–1941 arası dönemde kısa aralıklarla başbakanlığa gelen dört ya da beş isim,

İstanbul’da eğitim görmüş, Arap isyanında Faysal’a destek vermiş ve Irak kökenli ve köylü

tabanlı olmalarıyla benzer özelliklere sahip kişilerdi.

Mayıs 1941’de Irak ordusu Habbaniya’daki İngiliz hava üssünü kuşattı ve iki taraf

arasında çatışma başladı. Bu gelişmeler üzerine İngilizler Irak’ı işgal etti ve Alman yanlısı

Raşid Ali Hükümeti’ni devirdi. Savaş bitene kadar da Irak’taki İngiliz işgali devam etti. Raşid

Ali iktidarının devrilmesiyle daha önce ülkeden kaçan İngiltere yanlısı Nuri Said Paşa ve Kral

Naibi Abdullah Irak’a geri döndü. Ekim 1941’de Nuri Said Paşa yeniden başbakan oldu ve bu

görevinde 1944’e kadar kaldı. Ülke yönetimi artık İngiltere yandaşlarının eline geçmişti.

Nitekim 16 Ocak 1943’de Irak Almanya, İtalya ve Japonya’ya savaş ilan etti. 1944’de Nuri Said

Paşa istifa etti ve yerine Hamdi Paçacı geçti ve 1946’ya kadar iktidarda kaldı. Paçacı’nın

iktidarından sonra ülke tekrar hükümet krizlerinin yaşandığı bir döneme girdi.

1946’da başbakan olan Tevfik Suveydi İngilizlerden 1930 antlaşmasının

yenilenmesini istedi ve iki ülke arasında 16 Ocak 1948’de Portsmount’ta eskisinden (1930

antlaşmasından) pek de farklı olmayan yeni bir antlaşma imzalandı. Ancak bu yeni antlaşma

Irak halkını memnun etmedi ve Bağdat’ta İngiltere ve hükümet karşıtı gösteriler yapıldı ve

bunun üzerine hükümet 27 Ocak 1948’de istifa etmek zorunda kaldı. 1950’lerin başında

Irak’taki siyasi yapı iki ana gruba ayrıldı. Biri Nuri Said’in başını çektiği İngiltere yanlılarının

oluşturduğu muhafazakâr grup, diğeri ise sosyalist-milliyetçilerin oluşturduğu ikinci grup idi.

1945 ile 1958 yılları arasında çoğunluğu İngiliz yanlısı Nuri Said’in başkanlığında

genellikle aynı kişilerden oluşan yirmi dört hükümet kuruldu. Uzun süre muhalefet

partilerinin yasaklandığı bu dönemde etkisini artırmaya başlayan Sovyet nüfuzuna karşı

39

Page 40:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

İngiltere ve Amerika’nın teşvikiyle bölge ülkeleri arasında dayanışmayı arttırmak amacıyla

1955’te Türkiye, İran, Pakistan ve İngiltere’nin katıldığı Bağdat Paktı kuruldu.

Abdülkerim Kasım Dönemi (1958–1963)

14 Temmuz 1958 yılında gerçekleşen kanlı bir darbe ile krallık devrilip,

Cumhuriyet ilan edildi. General Abdülkerim Kasım cumhurbaşkanı oldu. Bu sırada Kral II.

Faysal, Prens Abdullah ve Nuri Said öldürülmüştür. Irak’ta bu dönem özellikle komünizm ve

etnik milliyetçiliğin hızla yayıldığı yıllar oldu. Irak’ta yaşanan bu değişiklik Ortadoğu’daki tüm

dengeleri alt üst etti. Irak’taki bu darbeden etkilenen Suriye’de benzer bir askeri darbe

yaşandı. Ortadoğu’nun tamamen Sovyet Rusya’nın hâkimiyetine girmemesi için ABD ve

İngiltere harekete geçti. ABD Lübnan’a askeri müdahale yaparken, İngiltere Ürdün’deki

karışıklığı bahane ederek burayı işgal etti. Ortadoğu’nun önemli bir bölümünün Sovyet etkisi

altına girmesi ABD ve müttefiklerini endişelendirdi. Özellikle son dönemde açıklanan belgeler

Türkiye’nin Irak ve Suriye’de yaşanan darbelerin ardından ABD’nin baskısıyla bu ülkelere

yönelip bir işgal planı hazırladığı ve daha sonra bazı nedenlerden dolayı bundan vazgeçtiğini

ortaya koymakta. 1958 darbesiyle ülkenin İngiltere ile olan 37 yıllık bağı da kopmuştur. Bu

tarihten itibaren Irak da Suriye ve Mısır gibi bağlantısızlık adı altında her geçen gün biraz

daha Sovyet denetimine girmiştir. General Kasım, iktidarda Irak Komünist Partisine yer

vermesinin yanında Sovyetlerle 28 Şubat 1962’de imzaladığı antlaşma ile bu ülkeden

ekonomik ve askeri yardım almaya başlamıştır. Ayrıca ülkede Baas ve Nasır’ın etkisi de

artmaya başlamıştır. Irak 24 Mart 1959’da Bağdat Paktı’ndan ayrılmıştır.

Kürtlerin ayaklanarak yol açtıkları istikrarsızlık, General Kasım’ın iktidardan

düşmesine yol açan önemli bir faktör olmuştur. General Kasım Kürtlerin desteğini sağlamak

için Sovyetler Birliği’nde sürgünde bulunan Molla Mustafa Barzani’nin 1958’de Irak’a geri

dönmesine izin vermiştir. Ancak 16 Eylül 1961’de Kürtler isyan etmiş ve bu isyan 1963’te

Kasım’ın iktidardan düşmesine kadar devam etmiştir.

Baas Partisi ve Arif Kardeşler Dönemi (1963–1968)

a) Abdüsselam Arif Dönemi (1963–1966): 8 Şubat 1963’de General Abdüsselam Arif ve Baas

Partisi, Abdülkerim Kasım’a karşı darbe yaptı ve iktidarı ele geçirdiler. Ancak dokuz ay

sonra Basçılar ile Arif’in arası açıldı. 18 Kasım 1963’de Abdüsselam Arif yaptığı bir karşı

darbe ile Baas’ı tüm yönetim kademelerinden uzaklaştırdı ve Baas liderlerinin büyük

40

Page 41:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

bölümü İspanya’ya sürgüne gönderildi. Arif’’in devlet başkanlığı büyük ölçüde kuzeydeki

Kürt isyanlarını bastırmakla ve kendini iktidarda tutma çabalarıyla geçti.

b) Abdürrahman Arif Dönemi (1966–1968): 13 Nisan 1966’da Abdüsselam Arif bir helikopter

kazasında öldü ve yerine kardeşi Abdürrahman Arif geçti. 1963–1968 dönemine Arif

kardeşlerin iktidarı damgasını vurmuştur. General Kasım zamanında Nasır’dan uzak duran

Irak’ın bu politikası Arif kardeşlerin iktidarı zamanında değişmeye başlamıştır. Nasır’la

1964’te başlayan görüşmelerde 1966’da iki ülkenin birleşmesini öngören ekonomik ve

askeri bütünleşmeye gidilmesi kararı alınmış fakat bu daha sonra gerçekleştirilememiştir.

Haziran 1966’da başbakan Bazzaz’ın Kürtlere yönelik 12 maddelik barış planı 1968’de

iktidara gelen Baas tarafından kabul edilmeyince Kürtler isyan etmişlerdir.

Baas Partisi ve Ahmet Hasan el-Bekir Dönemi (1968–1979)

17 Temmuz 1968’de Baas Partisi bir darbe ile iktidarı ele geçirdi ve General

Ahmet Hasan el-Bekir devlet başkanı oldu. Aynı zamanda Başbakan, Baas Partisi Genel

Sekreteri ve Devrim Komuta Konseyi Başkanı olan Hasan Bekir bu görevde 11 yıl kaldıktan

sonra 1979’da Saddam Hüseyin lehine başkanlıktan çekildi. 1972’de Sovyetler Birliği ile on

beş yıllık bir anlaşma imzalaması ve aynı yıl Irak Petrol Şirketini millileştirmesi, halk arasında

kökleri zayıf olan ve çoğunlukla 1963’deki şiddet dönemiyle hatırlanan Baas Partisi’nin

popülaritesini arttırdı.

Baas Partisi içinde gerçek güç tamamen Saddam Hüseyin’in elinde toplanmıştı ve

parti devletin bir aracı haline dönüşmüştü. 1979’a gelindiğinde Saddam Hüseyin’in yönetimi

tek başına ele geçirmesi için her şey hazırdı.

Baas Partisi ve Saddam Hüseyin Dönemi (1979–2003)

1968’de iktidara gelen General Ahmet Hasan el-Bekir’in 16 Temmuz 1979’da

Saddam Hüseyin lehine başkanlıktan çekilmesi üzerine Irak’taki tüm denetim Saddam

Hüseyin’in eline geçmiştir. Böylece Saddam’ın tek kişi diktatörlüğünün yolu açılmış oluyordu.

İRAN-IRAK SAVAŞLARI (1980-1988)

İran Devrimi (1979)

Pehlevi Hanedanlığı’nın (1925 – 1979) uygulamaları halk tarafından benimsenmemiştir.

41

Page 42:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

1978’de bölgesel başlayan ayaklanmalar, kısa sürede halk hareketine dönüştür.

1979’da Şah yönetimi devrildi, Humeyni başa geçti.

Molla yönetimi kuruldu. Şeriat yönetimine karşı çıkanlar katledildi.

Devletin adı “İran İslam Cumhuriyeti” olarak değiştirildi.

Irak’taki Siyasi Gelişmeler

Irak’ta 1963’te Baas Partisi yönetimi ele geçirdi.

Sosyalist Baas Partisi, SSCB ile yakınlaşmaya dayalı bir dış politika izledi.

1979’da yapılan darbe ile Saddam Hüseyin yönetime egemen oldu.

Irak liderliği ile yetinmeyen Saddam Hüseyin Arap liderliğine oynamaya başladı.

İran – Irak Savaşlarının Nedenleri (1980-1988)

Sebepleri:

İran’ın daha önce Irak’a karşı kaybettiği Şattül Arap’ı geri almak istemesi

Saddam Hüseyin yönetiminin İran’ın, Irak’taki şiileri hükümete karşı kışkırtmasından

endişe etmesi

İran’ın Irak’taki Kürtleri kışkırtması

İran’ın iki ülke arasında anlaşmazlık konusu olan bölgeden askerlerini çekmeyi

reddetmesi üzerine Irak 16 Eylül’de 1980’de Şattül-Arap Antlaşması’nı (Cenevre Antlaşması)

feshettiğini açıkladı ve 22 Eylül 1980’de de Irak ordusu sınırı geçti.

Savaşın ilk günleri, baskın avantajını koruyan Irak’ın üstünlüğü ile geçti. Ancak

zamanla İran’ın direnişinin artması ile savaş karşılıklı yıpratma sürecine girdi.

Sekiz yıl süren savaş Ağustos 1988’de yapılan ateşkes ile sonlandı. Ancak Birleşmiş

Milletler gözetiminde yapılan barış görüşmelerinden sonuç alınamadı. İran, görüşmeler için

ön koşul olarak topraklarındaki tüm Irak askerlerinin çekilmesini isterken, Irak Şattül-Arap

suyolu üzerinde ortak denetim kurulmasında ısrar etti. İki ülke arasındaki barış, ancak Irak’ın

Kuveyt’i 1990 Ağustos ayında işgali ve ABD ile savaşa tutuşma korkusuyla İran’dan aldığı

toprakları geri vermesiyle gerçekleşti.

Savaşın Sonuçları

İran-Irak Savaşı, yaklaşık 1 milyon insanın hayatına mal oldu.

Irak-İran sınırı değişmedi.

42

Page 43:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

İki ülkenin birbirlerinin petrol tesislerine saldırılar düzenlemesi sonucu petrol üretimi

düştü, petrol fiyatları arttı.

Savaş boyunca Irak, kendisini destekleyen devletlerden borç alarak silah satın almıştı. Bu

borçları ödemekte zorlanması, 1990 yılında Kuveyt’e saldırarak oradaki petrol kuyularını

ele geçirmeye çalışmasına yol açtı.

Savaş sırasında İran'daki muhalefet tamamen yok edildi ve İslam Devrimi kalıcı hale geldi.

Ancak ülke, uluslararası ilişkilerde yalnızlığa sürüklendi ve desteksiz kaldı. Savaş silahları ve

araçları bakımından dışa bağımlı olmanın tehlikesini görerek kendi silah endüstrisini

kurmaya çalıştı.

Savaş en çok İsrail’in işine yaradı.

İrangate Olayı

İran – Irak Savaşı sırasında ABD’nin İsrail aracılığıyla İran’a gizlice silah sattığının

anlaşılmasıyla ortaya çıkan olaydır.

Körfez Savaşları:

Irak 1988’de biten bu yıkıcı savaştan iki yıl sonra 2 Ağustos 1990’da Kuveyt’i işgal

etti. Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 660 sayılı kararı ile işgali kınayarak Irak’tan derhal

çekilmesini istedi. 6 Ağustos 1990’da aldığı 661 sayılı kararıyla da Irak’a ekonomik yaptırım

uygulamaya başladı. Buna karşılık 8 Ağustos 1990’da Irak, Kuveyt’i ilhak ettiğini açıkladı. 29

Kasım 1990’da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 678 sayılı kararı ile 660 sayılı kararın

uygulanmasının sağlanması için gereken tüm yöntemlerin kullanılmasına yetki verdi. Bunun

üzerine 16–17 Ocak 1991’de Amerika Birleşik Devletleri ve müttefiklerinin Irak’ı havadan

bombardımanıyla Körfez Savaşı başladı. ABD’nin hava ve kara operasyonları sonucu 27 Şubat

1991’de Irak kuvvetleri Kuveyt’ten çekilmeye başladı. 3 Mart 1991’de Irak ateşkes koşullarını

kabul etti ve barış görüşmelerine başlandı. 10 Kasım 1994’de Irak Ulusal Meclisi Kuveyt’in

sınırlarını ve bağımsızlığını tanıdı. Mart/Nisan 1991’de Irak kuvvetleri ülkenin kuzey ve

güneyinde çıkan Kürt ve Şii ayaklanmalarını şiddetli bir şekilde bastırdı. Ancak 10 Nisan

1991’de ABD Irak’tan bölgedeki tüm askeri faaliyetlerini durdurmasını istedi. Nisan 1991’de

ABD ve İngiltere’nin girişimiyle Kürtleri korumak amacıyla 36. paralelin kuzeyinde ve Ağustos

1992’de Şiileri korumak amacıyla 32. paralelin güneyinde Irak uçaklarının girmesine izin

verilmeyen uçuşa yasak bölgeler oluşturuldu.

43

Page 44:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

14 Nisan 1995’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 986 sayılı kararıyla Irak’ın

petrol ihracatına gıda ve ilaç satın almasına olanak verecek biçimde kısmen yeniden

başlamasına onay verdi. Bu düzenleme petrol karşılığı gıda programı olarak adlandırıldı. Irak

bu programı 1996 Mayısına kadar kabul etmedi. Programın uygulanmasına ancak 1996 Aralık

ayında başlandı. 31 Ekim 1998’de Irak, Birleşmiş Milletlerin Irak’ın kitle imha silahlarını

imhasına nezaretten sorumlu komisyonu UNSCOM ile işbirliği yapmayı durdurdu. Bunun

üzerine ABD ve İngiltere Irak’ın nükleer, kimyasal ve biyolojik silahlarını imha etmek amacıyla

“Çöl Tilkisi Operasyonu” adı altında bir hava bombardımanı düzenledi.

17 Aralık 1999’da Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi 1284 sayılı kararıyla

UNSCOM’un yerini almak üzere BM İzleme Değerlendirme ve Denetleme Komisyonu

UNMOVIC’i kurdu. Ancak Irak bu kararı kabul etmediğini açıkladı. 13 Eylül 2002’de ABD

Başkanı George W Bush Birleşmiş Milletler Genel Kurulu için toplanan dünya liderlerine

Irak’ın yarattığı “ağır ve yaklaşan tehdit” konusunda harekete geçilmesi çağrısında bulundu.

Bush bu çağrıya şüpheyle yaklaşan dünya liderlerine bu konuda bir şey yapmayacaklarsa

ABD’nin harekete geçmesini engellememelerini söyledi. Şubat 2003’de “Irak’ta bir diktatör

Orta Doğu’ya hâkim olmasını ve medeni dünyayı sindirmesini sağlayacak silahları üretip

gizliyor ve biz buna izin vermeyeceğiz” dedi.

Mart 2003’de BM silah denetim heyeti başkanı Hans Blix, Irak’ın işbirliğini

artırdığını ancak kararlara ne kadar uyduğunu tespit etmek için daha fazla ihtiyaç

duyduklarını söyledi. Ancak 17 Mart 2003’de İngiltere’nin Birleşmiş Milletlerdeki temsilcisi

Irak konusundaki diplomatik sürecin son bulduğunu açıkladı. Silah denetçileri ülkeden tahliye

edildi. ABD Başkanı George Bush, Saddam Hüseyin ve oğullarına 48 saatte ülkeyi terk

etmezlerse savaş açılacağını söyledi.

İşgal Dönemi (ABD’nin Irak’ı işgali) (2003-) Kuveyt’in kurtarılışını takiben BM

Güvenlik Konseyi (UNSC) Irak’ın tüm kitle imha silahlarını bırakmasını ve BM denetimine izin

vermesini şart koşmuştur. Ancak Irak’ın 12 yıl süresince BM Güvenlik Konseyi kararlarına

uymaması üzerine ABD Mart 2003’de Irak’ı işgal etmiştir.

20 Mart 2003’de Amerikan füzeleri sabaha karşı Bağdat’a düşmeye başladı.

Saddam Hüseyin’i taşıyan bir konvoyu hedef aldığı belirtilen bu saldırı ABD öncülüğünde

Saddam Hüseyin’i devirmeye yönelik operasyonun başlangıcıydı. Bunu takip eden günlerde

44

Page 45:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Amerikan ve İngiliz kara kuvvetleri ülkeye güneyden girdi. 9 Nisan 2003’de ABD güçleri

Bağdat’ın merkezine doğru ilerlemeye başladı. Saddam Hüseyin’in kent üzerindeki denetimi

çözüldü. Bunu izleyen günlerde Kürt Peşmergeler ve Amerikalı askerler kuzeydeki Kerkük ve

Musul kentlerini aldılar. Başkentte ve diğer büyük kentlerde yaygın biçimde yağma olayları

yaşandı. Nisan ayında ABD eski Irak rejiminin üyelerinden yakalamayı istediği en önemli 55

ismi açıkladı. Bu isimler bir iskambil destesi haline getirilip askerlere dağıtıldı. Eski Başbakan

yardımcısı Tarık Aziz gözaltına alındı. Mayıs ayında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi,

Irak’ta ABD öncülüğünde kurulan idareyi destekleyen ve ekonomik yaptırımları kaldıran bir

karar aldı. Irak’taki Amerikalı idareci Paul Bremer, Baas partisi ile eski yönetimin tüm

kurumlarının lağv edildiğini açıkladı. Temmuz ayında ABD idaresince atanan Geçici Yönetim

Konseyi ilk kez toplandı.

Amerikan kuvvetlerinin komutanı askerlerinin düşük yoğunluklu gerilla savaşı ile

karşı karşıya olduğunu söyledi. Ağustos 2003’de Irak’taki saldırılar savaşa taraf olmayanları

da hedef almaya başladı: Bağdat'taki Ürdün elçiliğine yönelik bombalı saldırıda 11 kişi öldü.

Bağdat’taki Birleşmiş Milletler karargâhına yönelik bombalı intihar saldırısında BM’nin Irak

temsilcisinin de aralarında olduğu 22 kişi öldü. Kimyasal Ali diye tanınan ve Halepçe

saldırısından sorumlu tutulan Saddam Hüseyin’in kuzeni, Ali Hasan El Mecid yakalandı.

Necef’te düzenlenen bombalı saldırıda aralarında Şii lider Muhammed Bakr El Hâkim’in de

olduğu 125 kişi öldü. Saddam Hüseyin'in oğulları Uday ve Kusay Musul’da düzenlenen silahlı

baskında öldürüldü.

Ekim 2003’de Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, ABD’nin gözden geçirdiği

karar tasarısını kabul etti. Varılan uzlaşma ile Irak’ta ABD öncülüğündeki yönetime meşruiyet

kazandırıldı, ancak yönetimin “uygulamada mümkün olan en kısa zamanda” Iraklılara

devredilmesi gerektiği vurgulandı. Ekim 2003’de Bağdat’ta aralarında Kızıl Haç merkezinin de

olduğu pek çok noktaya düzenlenen bombalı saldırılarda düzinelerce kişi öldü. Kasım 2003’de

Irak’ta güvenlik koşulları kötüye gitmeye devam etti. ABD Başkanı Bush’un 1 Mayıs 2003’de

savaşın sona erdiğini ilan etmesinden 6 ay sonrası itibariyle, Irak’ta savaş sonrası ölen asker

sayısı savaş sırasında ölenlerden daha fazlaydı. Sadece Kasım ayında ölen koalisyon askeri

sayısı 105 oldu. Bu, savaşın başlamasından bu yana bir aydaki en yüksek kayıptı. 15 Kasım

2003’de Yönetim Konseyi ülkede yönetimi Iraklılara bırakmaya yönelik hızlandırılmış bir

takvim açıkladı. Ve 14 Aralık 2003’de Saddam Hüseyin’in yakalandığı dünyaya duyuruldu.

45

Page 46:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Irak’ın Sosyo-Kültürel Dokusu

Osmanlı dönemindeki Musul, Bağdat ve Basra eyaletlerinin bir araya gelmesiyle

oluşan Irak 18 ayrı şehirden meydana gelmektedir. Yaklaşık 27 milyon nüfusa sahip olan

Irak’ın;

%97’si Müslüman (%65 Şii, %32 Sünni),

%3’ü ise Hıristiyan’dır.

Etnik dağılım olarak ise

%65 Arap,

%17 Kürt,

%10 Türkmen,

%5 Asurî,

%2 Arami (Süryani) ve diğer etnik unsurlardır.

Şiiler Güney Irak’ta yaşarken, Bağdat civarında Sünni Araplar, Kuzey Irak’ta ise

Kürt ve Türkmen nüfus yaşamaktadır. Irak oldukça genç bir nüfusa sahip olup nüfusun %55’i

15–64 yaş grubuna, %42’si 0–14 yaş grubuna, % 3’ü 65 yaş ve üzeri gruba dâhildir. Ortalama

ömrün yaklaşık 66,5 yıl olduğu Irak’ta bebek ölüm oranlarının yüksekliği (%6,2) önemli bir

sorundur. Irak nüfusunun %58‘i okuma yazma bilmektedir. Bu oran erkeklerde %70,7’ye

çıkarken, kadınlarda %45’e inmektedir. 2000 yılı nüfus artış hızı %2.86 olarak tahmin

edilmiştir. Resmi dili Arapça olan ülkenin diğer konuşulan dilleri: Kürtçe (Kürt bölgelerinde

resmi dil), Türkçe, Asurîce, ve Ermenice’dir. Irak’ın diğer Arap ülkeleri ile karşılaştırıldığında

geniş bir kentli orta sınıfa ve göreceli bir kalifiye işgücüne sahip olması dikkatleri çeker.

46

Page 47:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

IRAK’IN ETNİK VE DİNİ YAPISI

47

Page 48:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

SURİYE TARİHİ

Birinci Dünya Savaşı sırasında Osmanlı Devleti'nin askeri yönden önemli bir

harekât merkezi olan Suriye, Mısır'da bulunan İngiliz askeri güçlerinin başlıca hedefi

olmuştur. İ Bölgeye vali ve aynı zamanda Şam'da konuşlandırılmış olan Osmanlı IV. Ordu

Komutam olarak Cemal Paşa atanmıştır. Cemal Paşa, bazı Arap liderlerinin İngilizler ve

Fransızlar İLE işbirliği içerisinde olduğu gerekçesiyle oldukça sert politika izlemiştir. Lawrence,

Cemal Paşa'nın politikalarını şöyle değerlendirmektedir; "Suriye'deki tüm sınıfları, koşullan ve

inançları birleştirerek ortak bir sefaletin ve korkunun baskısı altına almıştı. Böylelikle de planlı

bir isyanı mümkün hale getirmişti."

Ancak Cemal Paşa kaygılarında son derece haklıydı, 27 Haziran 1916'da Şerif

Hüseyin, İngiltere ile varmış olduğu mutabakata uygun olarak Türklere karşı ayaklanma

başlattığım ilan edecekti. 1918'de Hicaz'da konuşlandırılan bir Arap ordusunun desteğiyle

taarruz harekâtında bulunan İngiliz birlikleri, bölgeyi işgal etmiştir.

İtilaf Devletleri'nin Suriye'yi işgalini müteakip, bağımsız devlet kurma vaadiyle

isyan etmiş olan Şerif Hüseyin'in oğlu Faysal, Şam'a girerek İngiltere'nin desteğiyle bölgede

bir Arap hükümeti kurmuştur. Bu hükümet, Arap milliyetçi cenah arasında bağımsızlık

yolunda atılmış ilk adım olarak nitelendirilmiştir.

Savaş sırasında İngilizlerden bağımsızlık sözü almış Arap önderlerin Şam'da

topladığı Suriye Kongresi, Faysal'ın Filistin'i de içine alan birleşik Suriye'nin kralı ilan etmesine

rağmen, İtilaf Devletleri San Remo Konferansı'nda Sykes Picot Anlaşması çerçevesinde

Filistin'i İngiliz, Suriye ve Lübnan'ı da ayrı ayrı Fransız manda yönetimine bırakmıştır.

Fransız Manda Yönetimi (l920-1946)

Fransızlar, Suriye'de dini ve etnik azınlıkları desteklemek suretiyle Arap milliyetçiliğini

zayıflatarak, konumlarını güçlendirmek için gayret sarf etmişlerdir. Bu çerçevede, kuzeyde bir Alevi

devleti, merkezde bir Sünni devleti ve güneyde bir Dürzi devleti kurulması hedeflenmişti. Sadece

Lübnan'da Hıristiyan bir devlet kurulmuş, Suriye’nin geri kalanı etnik ve dini farklılıklar çerçevesinde

beş ayrı otonom bölgeye ayrılmıştır. Bunlar; Cebel-i Dürzi, Halep, Lazkiye, Şam ve İskenderun’dur.

Ekonomik ve siyasi alanlarda destek gören azınlıkların Fransız yönetimine sağlamış

olduğu en önemli desteklerden biri bölgenin kontrolü için Fransızların kurduğu "Özel Doğu Akdeniz

Birlikleri" adlı yerli bir orduda görev almalarıdır. Bu durum, başta Nusayriler olmak üzere, azınlıkların

48

Page 49:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

gelecekte Suriye ordusunda önemli mevkilere getirilmesine ve böylece siyasi krizlerde rol oynamasına

zemin hazırlamıştır. Üstelik bu durum Sünnilerin egemenliğini ortadan kaldırarak, askeri darbelerle

orduyu siyasi hayatın içine çekmelerine ve belki de, tek bir mezhebe dayalı otoriter bir rejim

kurmalarında da etkili olmuştur.

Kontrolü altındaki manda rejimleri içerisinde en çok Suriye'de zorlanan Fransızlar,

uygulamış oldukları baskı politikaları başta Dürzîler olmak üzere Nusayrilerin ve Bedevilerin çıkardığı

isyanlara dönüşmüştür. 1925'te, Halep ve Şam "Suriye Devleti" adı altında birleştirilmiş, bir yıl sonra

da Lübnan, Suriye'den ayrılarak Fransa'ya bağlı müstakil bir cumhuriyet olmuştur. Alevi ve Dürzi

yönetimleri ise 1936'ya kadar ayrı kalmışlardır. 1925-1927 arasında Fransa manda yönetimine karşı

çıkan isyanlarda 6000'den fazla insan hayatını kaybetmiştir. Direniş cephesinin kararlı politikası

etkisini göstermiş ve 1928'e gelindiğinde Fransız yönetimi ülkedeki milliyetçi örgütlerin çatısı

konumunda olan Ulusal Grup Oluşumünu tanımak zorunda kalmıştır.

II. Dünya Savaşı arifesinde ekonomik anlamda sıkıntılı bir dönem yaşamakta olan

Fransa kendi manda idaresindeki ülkelere karşı politikasında önemli değişikliklere gitmiştir.

1936 sonunda imzalanan anlaşmayla Haşim Attasi önderliğinde kurulan ulusal hükümet

F'ransa tarafından tanınmıştır. Suriye'nin bağımsızlığını tanıyan bu anlaşmayla Alevi ve Dürzi

bölgeleri Suriye'ye dâhil edilmiş, Lübnan ayrı bir devlet olarak kabul edilmiştir. Bu anlaşma,

Fransa'ya Suriye'nin dış politikasında belirleyici olma ve bölgede iki askeri üs bulundurma vb

haklar sağlamıştır. Fransa, Türkiye'nin isteği doğrultusunda İskenderun Sancağı'nın ayrı bir

yönetime kavuşturulmasını kabul etmiş, daha sonra Hatay Türkiye'ye katılmıştır.

İkinci Dünya Savaşı'nın başlarında Almanya'ya teslim olan Vichy Hükümeti'nin

denetimindeki Suriye, ortak harekât düzenleyen İngiliz ve Özgür Fransa kuvvetleri tarafından

ele geçirilmiş ve ülkenin bağımsızlığı ilan edilmiştir. 1943'te yapılan seçimlerde Fransa karşıtı

Milli Cephe hükümeti oluşturularak Şükrü el-Kuvvetli Suriye Devlet Başkanı seçilmiştir.

Temmuz 1944'te Sovyetler Birliği, Eylül'de ABD, ertesi yıl da İngiltere, Suriye ile

Lübnan'ı şartsız bir şekilde egemen devletler olarak tanımışlar ve Fransa'ya Suriye'yi

boşaltması için baskı yapmaya başlamışlardır.foy] BM Güvenlik Konseyi'ndeki uzun

49

Page 50:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

görüşmelerin ardından, İngiliz ve Fransız kuvvetleri, Suriye ve Lübnan'dan aynı anda çekilmesi

konusunda anlaşmışlardır. Fransa, 17 Nisan 1946'da tüm birliklerini Suriye topraklarından

çekmiş olduğunu uluslararası kamuoyuna ilan etmiştir. Böylece, Suriye'de 25 yıl boyunca

devam etmiş olan Fransız manda yönetimi sona ermiştir.

Suriye ve Baas Partisi

Baas Partisi, hemen hemen hepsi Batı eğitimi almış ve liderliğini Ortodoks Hıristiyan

Mişel Eflak'ın ve Selahaddin Bitar'm öncülüğünü yaptıkları Suriyeli bir grup Arap entellektüeli

tarafından, 1943 yılında Arap Yeniden Diriliş Partisi adıyla kurulmuştur.

Kaynağını ıç.yüzyıldaki romantik-halkçı Alman Nasyonalizm'den alan Baas ideolojisi

temelde iki ana teze dayanmaktaydı. Birincisi, tüm Arapların tek bir ulus olduğunu dile getiren Arap

Milliyetçiliği, İkincisi ise, Arap Sosyalizmi idi.

Baas, Suriye'nin siyasi hayatına az sayıda kentli büyük ailenin ve bunların çıkarlarını dile

getiren partilerin ya da önderlerin oluşturdukları gevşek birliklerin hakim olmasına karşı bir meydan

okumayı temsil ediyor;toplıımda hakim konumda olmayan sınıflardan ve büyük ölçüde, Aleviler,

Dürzîler ve Hıristiyanlar gibi Sünni Müslüman çoğunluğun dışındaki cemaatlerin ilgisini cezbediyordu.

Sınıfsal konumlarıyla etnik kimlikleri örtüşeıı unsurların, bölge, aşiret ve mezhep bağlarını

kullanarak hem Parti içinde hem de orduda yapılanmaları ve bu yolla iktidara gelme süreçleri Suriye

siyasetini derinden etkilemiştir.

Askeri Darbeler (1949-1970)

Bağımsızlığını kazandıktan kısa bir süre sonra Suriye, art arda gelen askeri darbeler

sonucunda radikal değişikliklere maruz kalmıştır. Söz konusu askeri darbeler zincirinin ilki 30 Mart

1949'da Sünni bir general olan Hüsnü Zaim önderliğinde gerçekleşmiştir. CIA tarafından da

desteklenen darbe sonrasında Zaim, kendisini Cumhurbaşkanı ilan etmiş ve parlamentoyu

feshetmiştir. Hatay'ın Türkiye Cumlıuriyeti'ne ilhakından sonra Antakya'dan ayrılan Hüsnü Zaim, Türk

dostu olmasıyla tanınmıştır.

Zaim, 14 Ağustos 1949’da General Sami Hmnavi'nin önderliğinde bir karsı darbe ile

yönetimden uzaklaştırılmış ve idam edilmiştir. Sami Hmnavi’nin gerçekleştirmiş olduğu darbe İngilizler

tarafından desteklenmiştir. Sami Hınnavi iktidarı ele geçirdikten sonra yasaklanan siyasi partilerin

tekrar faaliyete geçmesine ve seçimlerin tekrar yapılmasına izin vermiş olsa da siyasi yasamın arka

planında ordu bulunmaktaydı. 19 Aralık 1949'da Albay Edip Çiçekli, Irak ile birleşme fikrinin işlerlik

kazandığı bir dönemde, Irak ile ülke çıkarları aleyhinde işbirliği yaptığını iddia ettiği Sami Hinnavi'ye

karşı darbe düzenlemiştir. Darbenin lideri olan, Edip Çiçekli 1951'de Suriye Genelkurmay Başkanı

50

Page 51:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

olmuş, ardından Yüksek Harp Konseyi tarafından Devlet Başkanlığı'nı ilan etmiştir. Edip Çiçekli,

seleflerinin iktidarları dört ve altı ay gibi çok kısa süreler devam etmiş olmasına rağmen Suriye gibi bir

ülkede dört yıl gibi uzun sayılabilecek iktidar sürmüştür. 10 Temmuz 1953'te yapılan referandumda

Cumhurbaşkanı seçilnıiştir.

Albay Faysal El-Atasi öncülüğündeki darbe ile Edip Çiçekli'yi 25 Şubat 1954'te iktidardan

uzaklaştıracak siyasi zeminin oluşmasında Baas Partisi önemli rol oynamıştır. Çiçekli'yi iktidardan

uzaklaştıran askeri darbe sivil bir yönetimi iş basına getirmiş, yapılan seçimlerden sonra muhafazakâr

yapıdaki Millet ve Halk Partileri koalisyon kurarak iktidara gelmiştir.

Muhafazakâr partilerin iktidarda olduğu 1955-1957 yıllarında radikal siyasi akımlar

giderek güçlenmiş; özellikle, Arap Birliği, Batı karşıtlığı, Sovyetler Birliğine yakınlaşma, ekonomik ve

siyasi alanlarda iyileştirmeler gibi talepler, Baas Partisi, Arap Sosyalist Partisi ve Komünist Partiyi bir

araya getiren ve birlikte hareket etmelerini sağlayan temel etkenler olmuştur.

Baasçılar bu dönemde ülkede iktidarı ele geçirmek için yoğun çaba harcamışlardır.

Siyaset ve ordu içinde nüfuzlarını arttırmak amacıyla, bir taraftan yeni kurulan hükümetleri protesto

ederek iktidardan çekilmelerini sağlamışlar, diğer taraftan Genel Kurmay Başkanı'nın istifa etmesinde

önemli rol oynamışlardır.

Birleşik Arap Cumhuriyeti ( 1958-1961 )

1 Şubat 1958'de Mısır ve Suriye'nin birleşmesiyle Birleşik Arap Cumhuriyeti(BAC)

kurulmuştur. Suriye'deki hemen hemen bütün siyasi yapılar birleşme fikrine destek verdiyse de başı

çeken Baas Partisi olmuştur. Kısa bir süre sonra birlik içerisinde huzursuzluklar baş göstermiştir.

Huzursuzluğun kaynağı, bu birliktelik veya ortaklıkta ağırlığı oluşturan Mısır'ın uyguladığı bazı

politikalardı. Mısır, Suriye'nin içişlerine müdahalede bulunmuş, Suriyeli politikacıları yönetimden

uzaklaştırmış ve çıkarılan sosyalist kanunlarla orta sınıfın çıkarlarını tehdit etmiştir. Bütün bunlar,

birliğe karşı milliyetçi bir muhalefetin güç kazanmasına neden olmuştur.

Eylül 1961'de Albay Kerim el-Nahlavi liderliğindeki Şamlı Sünni subayların

gerçekleştirdikleri darbe ile Birleşik Arap Cumhuriyeti sona ermiştir. Darbeyi gerçekleştiren subaylar,

darbeyi planlarken, kendileriyle aynı mezhep ve bölgeden gelen subayları stratejik noktalara

atamaları dikkat çekicidir.

Baas Partisi'nde iktidar Mücadelesi ( 1961-1970)

Bu darbenin hemen sonrasında Suriye siyasetine egemen olan ve 1963 yılına dek

yönetimde bulunan Ayrılıkçı rejim, BAC döneminde uygulamaya konulan politikalardan ve Baas

Partisi'nin 1940'larda ve 1950'lerde ortaya koyduğu ideolojiden tam anlamıyla bir kopuşu

simgelemekteydi. 1962 yılında "Ayrılıkçı Rejim"e karşı gerçekleştirilen başarısız bir darbe girişiminin

51

Page 52:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

ardından, 1963'teki askeri darbeyle Baas Partisi iktidara geldiyse de ,yeni yönetim de başarısız darbe

girişimleriyle karşı karşıya kalmaktan kurtulamadı. 1966 yılında Baas Partisi'nin bölgecilerin ağırlıkta

olduğu radikal kanadı, birçok tasfiyeyle ve mezhep-bölge-aşiret bağlarını kullanarak yeni bir darbe

gerçekleştirdi. Böylece, 1960'ların başından beri Baas Partisi’nin sosyalizme öncelik verecek şekildeki

ideolojik dönüşümüne son noktayı koydu; Baas Partisi iktidarının radikal evresini (Neo-Baas dönemini

jbaşlattı. Dolayısıyla Parti'de 1963-1970 döneminde, eski kuşak milliyetçi Baasçılardan, radikal

sosyalist Baasçılara doğru bir kayma yaşandı.

Hafız Esad, Salah Cedid ve Muhammed Ümran gibi Nusayri kökenli subayların başını

çektiği "Neo-Baasçı" grup, kendisini, orduyla sembiyotikfortak yaşaınsaljilişkiler kurduğu oranda

askerler arası rekabetten, parti içi iktidar mücadelesinden ve karşı darbeden koruyamadı. Kırsal

kökenli azınlıkların Parti'de belirleyici konumuna gelmeye başlamalarıyla da iktidar mücadelesine,

önce Aleviler tarafından Sünnilere karşı mezhep bağlarının, ardından da azınlık mensuplarının

birbirleriyle mücadelesinde bölge ve aşiret bağlarının nüfuz ettiği görüldü.[53] Mezhep, bölge ve

aşiret bağlarının iktidar mücadelesinde kullanılması, Sünni Müslüman elitin Suriye'deki hâkimiyetini

kırmaya odaklanmış Baas ideolojisiyle örtüşmekteydi. Kırsal kökenli azınlıklar kendi mezheplerinden,

bölgelerinden ya da aşiretlerinden gelenler aracılığıyla yapılanmayı, Sünni Müslüman karşıtlığıyla

mücadelede gerekli bir örgütlenme modeli olarak görüyorlardı.

Neo-Baasçı Dönem ( 1966-1970 )

23 Şubat 1966'da, Selah Cedid ve Hafız Esad'ın liderliğini yaptığı neo-Baas grubu askeri

bir darbeyle iktidarı ele geçirdiler ve Nusayri subaylar, ilk kez ordu ve hükümet içerisinde bu kadar

etkili pozisyona gelmiş oldular.

Darbeci subaylar, sivil hükümetin başına Sünni cemaate mensup ve feodal bir aileden

gelen Nur al-Din Attasi'yi getirmişlerdir. Bu dönemde Baas Partisi'nin ve gizli servisin kamu hayatı

üzerindeki etkisinin yavaş yavaş arttığı gözlenmektedir.

Öte yandan, 1.966 darbesinden bir yıl sonra, İsrail ile yapılan ve yenilgi ile sonuçlanan altı

gün savaşları, Suriye'de iktidar alanında değişiklikler yaşanmasına neden olmuştur. Yenilgi ile beraber,

Mısır ve Suriye'deki radikal sosyalist rejim gözden düşmüştür. Salah Cedid ve onun sivil hükümetteki

temsilcisi olan Attasi yaşanan yenilgi sonrasında itibar kaybederken, hükümette Savunma Bakanlığı ve

Hava Kuvvetleri Komutanlığı görevini yürüten Hafız Esad güçlenerek öne çıkmıştır.

52

Page 53:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Dini ve Etnik Yapı

Suriye Devleti'nin nüfusu 22,5 milyon civarındadır. Suriye kültürel olarak önemli ölçüde

homojen olmakla birlikte etnik ve dini kimlik açısından büyük çeşitlilik sergileyen bir ülkedir. Majör

etnik grup %90-3 ile Araplardır, popülasyonun %9.7'sini ise Kürt, Ermeni ve diğer gruplar

oluşturmaktadır. [söjGenel olarak Şii mezhebinin Zeydilik, İmamiyeve İsmaililik olmak üzere üç ana

kolu vardır. Nlifusun çoğunluğu oluşturan Sünni-Araplardan ziyade azınlık nüfusun yaklaşık % 12'sini

oluşturan Nusayrileri iktidarda etkili oldukları için çoğunluk olarak tanımlamak gibi bir çelişki karşımıza

çıkmaktadır. Sünni çoğunluk ile heterodoks topluluklar (Nusayriier, İsmaililer, Diirzîler) arasındaki

ilişkiler geleneksel olarak dirıi-mezhepsel karşıtlıklar üzerine inşa edilmiştir. Siinniler bu toplulukları

genellikle sapkın, din dışı olarak görmüşler, sosyal temastan sakınmışlardır. Sünni din âlimlerinin

Şiilerin taşkınları dedikleri fırkalardan biri olan Nusayrilik kendini Alevi olarak yani Şia'nın bir kolu

olarak sunmaktadır. Dini bakımdan %86 ağırlığı olan Müsliimanlar, %74 Sünni ve %12 Şii olarak

ayrılmaktadırlar. Hıristiyanların oranı % ıo, Dürzilerin oranı %3'tür.

53

Page 54:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Nusayrilik Nedir?

Türkçede genellikle Nusayri ya da daha az kullanımıyla Ansayri adlarıyla ve Arapça

kaynaklarda "An Nusairieyeh" olarak bilinen Arap Alevileri, Batı literatüründe değişik terimlerle ifade

edilmektedir. Değişik kaynaklarda Nusayriier, Assassins, Assassini, Nazaraei, Nazarenes, Nassariens

gibi terimlerle de ifade edilmektedirler.

Topluluğun adlandırmasında bir diğer önemli nokta, ana dildedir. Bu kesimlerde ise

"Arap" adlandırması görülmekte, ancak dil referanslı adlandırmaya inanç mutlaka eklenmekte, bunun

sonucunda Arap Alevi şeklinde bir kavram ortaya çıkmıştır.

Louis Massignon bu kelimenin kökenine ilişkin beş ayrı kaynak belirtmektedir. Bunlar

şöyledir;

1. “Nasrani” (Hristiyan) kelimesinden hareketle Latince 'nazerini' kelimesinin bozulmuş şekli,

2. “Nâsurâya” Küfe yakınlarında bir köy,

3. “Nisbe” Nusayr uydurma Şii şehitlerinden biri olup ya 'Ali'nin oğlu ya da onun azatlısı,

4. “Nasrani” (Hristiyan) kelimesi,

5. Nusayrîliğin de kurucusu sayılan Muhammed bin Nusayr ismi.

54

Page 55:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Nusayri kavramının kökeni konusunda ileri sürülen bir yaklaşıma göre,Fransız manda

yönetimi sırasında bu kavramın yerini Alevi (Alawi) teriminin aldığı ve Türkiye'de kullanılan Alevi

kavramının da Suriye'deki Nusayrîlerin 'Alevi' olarak tanımlanması sonrasında ortaya çıktığı

belirtilmektedir.Diğer bir yaklaşıma göre, 1980'lerde Suriye'deki Sünni çevrelerce başlatılan ve bu

topluluğun İslam içi mi yoksa dışı mı olduğu tartışmalarında topluluğun Müslüman olmadığını ima

etmek isteyenler 'Nusayri' kavramını kullanırken, topluluğun O11 İki İmam Şiiliğine bağlı Müslümanlar

olduğu fikrini benimseyenler 'Alevi' kavramını kullanmayı tercih etmektedirler. Üçüncü bir yaklaşıma

göre, Nusayri, Nusayra Dağlan'nın isminden gelmektedir.

Nusayrilik, genel olarak Şiiliğin bir kolu olarak kabul edilmektedir. Şiilik, kendi içinde ana

iki akıma ayrılmış durumdadır; bu akımlardan birincisi, Batmilikve İsmaililik olarak da adlandırılan Yedi

İmam Şiiliği; İkincisi ise Caferilik ya da İmamilik olarak da adlandırılan ve bugün İran'da egemen olan

On İki İmam Şiiliği'dir. Nusayrilik, Yedi İmam Şiiliğine daha yakın olmasına karşın, imamlık silsilesini on

iki imamla sınırlandırdığı için On İki İmam Şiiliği içinde ya da bu iki ana Şii akımın özgün bir birleşimi

olarak değerlendirilmektedir.

İster Alevilik inanç yapısı içerisinde değerlendirilsin, ister Şiiliğin bir kolu olarak ele alınsın

Nusayrîliğin kendine özgü bir sosyal yapısı olduğu görülmektedir. Toplumsal yapıda birbirinden farklı

aşiret konfederasyonları ve bunları oluşturan kabile/alt aşiretler olduğu gibi farklı sınıflar ve dinî

gruplar da bulunmaktadır. Nusayrîler, dört büyük aşiret veya aşiret konfederasyonlarına

ayrılmaktadır. Bunlar; Klıayyatin, Haddadin, Kalbiya ve Matavira'dır. Nusayri topluluğu üç sınıftan

oluşmaktadır. Bunlar; dinî liderler, toprak sahipleri ve Nusayri topluluğudur.

Nusayriler, Suriye'de Halep, Şam, Lazkiye, Basit, Tartus, Hama ve Humus gibi kentlerde

yaşamaktadırlar. Bugünkü Suriye sınırları içinde yaşayan Nusayrîler, politik ve askerî elitinin çoğunluğu

Haddadin aşiretine mensupturlar. Yeni sayımlara göre Nusayriler, 20 milyona yakın Suriye nüfusunun

%l8- 21'ini oluşturmaktadırlar. Ancak bunun tam olarak bilinmesi pek mümkün olmamaktadır çünkü

Suriye'de etnik kimliklerin nüfusunu öğrenmeye çalışmak neredeyse tabu halindedir. Suriye dışında,

Irak, İran, Ürdün ve Afganistan'da belirli kesimlerin Nusayri inancını sürdürdüğü bilinmektedir.

Filistin'de (Batı Şeria) de azımsanmayacak oranda Nusayri yaşamaktadır. Arabistan'da ise gizlice

inançlarını sürdüren Nusayri kabilelerinin olduğu bilinmektedir.

Fransız Manda yönetiminde, kendilerini Hristiyanlığm kaybolmuş bir kolu olarak gösteren

Nusayrîler, Pan-Arabizm popüler olduğu zaman bu akımın en büyük savunucusu olmuşlardır.

Ardından Hafız Esad döneminde kendilerini Şiîlerin on ikinci kısmı olarak tanıtmışlardır. Diğer bir ifade

ile Nusayriler, oportünist bir tavır sergileyerek, popüler gündemi takip etmişlerdir.

Hatay'ın Türkiye'ye ilhakı noktasında, burada yaşayan Nusayrîlerin tercihlerini Türkiye

katılma yönünde kullanmalarına etki ederken, diğer taraftan da Suriye'deki Baas rejimi, Arap

milliyetçiliği, yoksulluk gibi parametrelerde bu sürece etki etmiştir. Bu dönemde Suriye’de yaşayan

55

Page 56:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Nusayrîler, sosyoekonomik düzeyleri bakımından toplumun en yoksul ve en az eğitimli olan sınıfı

arasında yer almakta idiler.

Bugün Türkiye'de yaşamakta olan Nusayri toplumunun etnik kökenleri referans alınarak

Arap millî kimliği ile aynileşme içinde olduklarını söylemek mümkün görünmemektedir. Bu topluluğun

üyeleri Arap kültüründen ziyade Türk kültürü içinde yaşamakta, bu kültür içinde sosyalleşmekte, her

türlü üretim ve hizmetlerini bu kültür içinde yapmaktadırlar.

Nusayrilik, Hafız Esad ve Baas Partisi (1970-1991)

Hafız Esad, 13 Kasım 1970'de Salah Cedit yönetimine karsı askeri darbe yaparak iktidarı

ele geçirmiştir. H.Esad, rejimin milliyetçi sosyalist çizgisini değiştirmek niyetinde değildi. Sadece

"Düzeltme Hareketi" (Hareketü'l Tashih) ile rejimi restore etmek istiyordu. yapılan referandumda

oyların %99,2’sini alan H.Esad Suriye'nin ilk Nusayri kökenli Devlet Başkam oldu. Rejimi güçlendirmek

ve potansiyel muhalefeti etkisiz hale getirmek içirı 7 Mart 1972'de Ulusal İlerici Cepheyi kurdu. Esad

rejimine hukuki zemin kazandıran Suriye'nin kalıcı anayasası, Mart 1973'te yapılan oylamaya

katılanlarm %97,6'hk bölümünün desteğini alarak yürürlüğe girdi. 12 Mart 1971'de Suriye'de 1970-

2000 yılları arasında, çerçevesini ve merkezini Hafız Esad'ın belirlediği rejim, hassas siyasal ve

toplumsal dengeler üzerine kurulmuş ve istikrarı yakalamış "Esad usulü bir totalitarizm" olarak

adlandırılabilir. Devlet Başkanlığı, parti genel sekreterliği ve silahlı kuvvetler başkomutanlığı

makamları, Esad'ın kişiliğinde, tüm devlet ve toplum kurulularını boydan boya kaplayan gayet

karmaşık çıkar ilişkileri ağının merkezinde yer alıyordu. Başkanlık monarşisinde yoğunlaştırmak için bir

akraba ve mezhep dayanışması kombinasyonundan, Leninist parti sadakatinden ve bürokratik

yönetimden de yararlandı. Esad aynı zamanda iktidarı bir Esad'ın yakın çevresinde ona sadakatle bağlı

siyasi ve askeri bir seçkinler sınıfı yer alıyordu.

Otoriteyi ve iktidar araçlarını tekellerinde bulunduran bu seçkinleri içinde barındıran ve

devletin güç merkezi olan kurumsal yapı, Baas Partisi, Suriye Güvenlik Güçleri (Suriye ordusu ve

istihbarat kurumlan) ve güçlü bir devlet bürokrasisinden oluşuyordu.

Nusayri azınlığın temsilcisi olarak Esad'ın oluşturduğu rejimin toplumun her kesiminden

destek alan geniş bir halk tabanına sahip olabilmesi Baas'ın etkin kullanımına bağlıydı. Ülkede Arap

etnik kimliğine sahip olmayan unsurları parti içine çekmek ve daha geniş kitlelere hitap edebilen bir

ideolojik söylemle mümkün olabilirdi. Bu dönemde Sünni Müslüman çoğunluğun alt sınıftan

gelenlerine özel ilgi gösterilmiş, Arap olmayan Kürtler, Çerkezler ve Ermeniler de parti kadrolarına

kabul edilmiştir. Kardeşlerin eski üyeleri ve kırsal kesimdeki yerel liderleri bile partiye kabul etmiştir.

1970 yılından sonra kapılarını tamamen halka açan Baas Partisi, Müslüman Suriye'de, rejimlerin ve

iktidarların varlığını sürdürmesinin temel dayanağı Suriye Ordusu idi. Ayakta kalması, sağlamlığı ve

politikalarının kesintisiz devamının garantiye alınması için şarttı. Suriye'de ordunun tam anlamıyla

56

Page 57:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

kontrolü, Esad rejiminin Esad, Sünni çoğunluktan gelecek tepkileri hafifletmek, Nusayri azınlığa dayalı

bir devlet yapılanmasına gitmediğini ve ulusal bir lider olduğunu kanıtlamak için kabinede, orduda ve

partideki elit sınıfa Sünni Müslümanlardan birçok ismi dâhil etmiştir. tutuyor gözükse de Nusayri

subaylar rejimin en önemli kontrol aygıtları olan istihbarat ve güvenlik örgütlerini yönetmekteydi.

Hafız Esad'ın çevresindeki Nusayri subaylar "Baronlar" olarak adlandırılıyordu. Suriye kabinesinde ve

ordunun iist düzeyindeki bazı mevkileri Sünniler ellerinde

50’li yılların ortalarından itibaren petrol fiyatlarının düşmesi, yolsuzluk ve rüşvetin

artması, ülkenin uluslar arası platformdan izole edilmesi ve döviz sıkıntısı gibi sorunlara;i99o'lı yılların

başında Sovyetler Birliği'nin dağılması ve Doğu Blok'u ülkelerinden gelen dış yardımların kesilmesi

durumu da eklenince, Esad, ülkeyi bu sıkıntılı ortamdan kurtarmak için pragmatik bir karar almış ve

Batı'ya yakınlaşma politikasına yönelmiştir. Bu çerçevede, Irak'a karsı yürütülen I.Körfez Savaşı

sırasında ABDTıin yanında yer alan Suriye, Irak’a Barış Gücü nezdiııde asker göndermiş ve karşılığında

körfezdeki Arap ülkelerinden parasal yardım almıştır.

Hama Katliamı: 2 Şubat 1982

Hama kenti, din dışı olarak nitelendirdikleri Nıısayrilerin yönetimde hızla kadrolaşmasını

hedef alan Müslüman Kardeşler örgütünün merkeziydi. Örgütün 1980 yılında Hafız Esad’ı hedef alan

suikast girişiminin başarısız olması, şiddetlenmemiş olan Sünni Müslüman-Nusayri çatışmasını çok ileri

bir boyuta taşımıştır. Hafız Esad ilk tavrını hapishanelerdeki Sünni Müslümanları öldürmekle

göstermiştir. Sonraki süreçte örgüt üyelerine karsı tavrını oldukça sertleştiren Esad, çatışmalara son

noktayı, 2 Şubat 1982, Suriye ordusunun bir bütün olarak katıldığı ve çoğunluğu Müslüman yaklaşık

38 bin kişinin (farklı kaynaklarda ıo.ooo hatta 20.000 şeklinde de ifade edilmektedir) öldüğü Hama

katliamı ile koymuştur. Saldırılar sırasında kentteki camilerin önemli bölümü yerle bir edilmiş,

Hama’da üç ay boyunca ezan sesi duyıılmamıştır.800.000 kadar Suriyeli ülkeyi terk etmek zorunda

kalmıştır. Katliam sonrasında Müslüman Kardeşler, gücünü büyük ölçüde kaybetmiş; genelindeki

örgüt üyeleri ya da sempatizanları ya yurt dışında kaçmış ya da ülkedeki siyasi faaliyetlerine son

vermiştir.

Hama katliamı, Nusayri topluluğun kendi içinde dayanışma bağlarını güçlendirmiş ve

Hafız Esad’ı, Suriye'de rakipsiz bir konuma getirmiştir.

Şam Baharı'ndan Arap Baharına Beşar Esad Suriyesi

Beşar Esad, Suriye’de babasının kurduğu rejimin temel taşlarını oluşturan ordunun,

istihbarat servislerinin, Nusayri ileri gelenlerinin ve Baas Partisi'ndeki kökleşmiş kadroların desteğini

sağlayarak iktidara gelmiştir. B. Esad, 10 Temmuz 2000 referandurumunda oyların %97'sini alarak

57

Page 58:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Suriye Devlet Başkanı olmuştur. Böylece, Hafız Esad’ın kendisinden sonra ülkeyi yönetecek oğlu için

planladığı "yumuşak geçiş" başarıyla tamamlanmıştır.

B.Esad’ın iktidara gelmesinden sonra reform ve demokrasinin gerekliliğine yaptığı vurgu,

reform beklentisindeki aydınları ümitlendirmiştir. Hafız Esad döneminde uygulanan ekonomik

liberalleşme sayesinde güçlenen girişimci kesim ile daha çok akademisyen, avukat ve sanatçılardan

oluşan aydın kesimin bir araya gelerek "Sivil Toplumun Canlanışı" adı altında örgütlenmeleri, reform

konularında birçok taleplerin dile getirilmesine olanak sağlamıştır. Rejim bu talepleri dikkate almış ve

hemen sonrasında siyasi ve ekonomik açıdan önemli denebilecek gelişmeler yaşanmaya başlamıştır.

"Şam Baharı" olarak adlandırılan bu dönemde, cezaevindeki siyasi tutuldular serbest

bırakılmış ve "Ulusal İlerici Cephe" içerisindeki partilere kendi gazetelerini çıkarma izni verilmiştir.

Yolsuzluk ve rüşvetle mücadele çerçevesinde birkaç üst düzey yönetici görevden alınmıştır. 1996

yılında kullanılmaya başlanan ancak sadece üst düzey yöneticilerin kullanmasına izin verilen internet,

Beşar yönetimince serbest bırakılmış ve yaygınlaştırılmıştır. Basındaki devlet tekeline son vermek

amacıyla, özel basın kuruluşlarının kurulmasına izin veren yasa yine bu süreçte onaylanmıştır. Ayrıca,

2000 yılının Temmuz ayından itibaren ciddi ve planlı bir ekonomik reform programı ve ticari

liberalizasvon politikası uygulamaya konulmuştur. Ekonomik reformların amacı, özel bankacılık

sistemi ve menkul kıymetler borsasmın kurulması, yeni kur politikaları ülkeye yabancı sermaye girişini

hızlandırmak için ülke ekonomisini daha verimli hale getirmekti.

Ancak,Beşar'ın hem devletin çıkarlarım hem de değişim yönünde artan taleplere bir

ölçüde cevap vermek için gerçekleştirdiği reformlar, Suriyeli aydınlar tarafından yetersiz bulunmuştur.

Aydınlar, 2001 yılında, hükümete "Ulusal İlerici Cephe” dışında yeni partilerin kurulması ve özgür

seçimlerin yapılması yönünde bir manifesto sunmuştur. Bu manifesto, rejimi ciddi anlamda tehdit

eden ve yönetimdeki Alevilerin ve Haas Partisi'nin egemenliğine son verebilecek istekler

içermekteydi. Bu noktadan itibaren harekete geçen hükümet, iktidardaki Baas Partisi'ne bağlı kitle

örgütlerini (Kadın kolları, örgenci kolları ve gençlik kolları) devreye sokmuştur. Rejim içerisinden sert

tepkiler alan hareket, kısa bir süre sonra birçok üyelerinin cezaevine gönderilmesi ve toplantılarına

izin verilmemesi sonucunda sindirilmiştir. "Şam Baharı" sürecini sona erdiren bu müdahaleler, devlet

içerisindeki reform karşıtı siyasi ve askeri seçkinlerin oluşturduğu Şahinlerin gücünü açıkça ortaya

koymaktaydı. 2001 sonlarına doğru, oluşan reform dalgası büyük oranda tersine dönmüş ve

demokratikleşme yönünde geri adımlar atılmaya başlanmıştır. Besar Esad, 11e kesin olarak reform

karşıtı bir tutum sergilemektedir, ne de reformların olası bir rejim değişikliğine varacak bir değişime

izin vermektedir. 11 Eylül 200i’de gerçekleşen terör saldırılarından sonra, ABD değişen güvenlik

algılamasını tanımlarken, "bölgesel kaynaklı küresel teröre ve kitle imha silahlarına sahip serseri

devletler" arasında Suriye'yi de saymıştır. ABD, Suriye'yi kimyasal silah üretmekle, terörist gruplan

barındırmakla ve 2003'te gerçekleştirdiği Irak operasyonunda Irak'taki direnişçilere destek vermekle

58

Page 59:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

suçlamıştır. Bundan sonra Suriye üzerindeki dış baskı giderek yoğunlaşmıştır. Zira, aynı yılın Ekim

ayında, İsrail, kendi ülkesinde yapılan bir intihar saldırısını gerekçe göstererek, Suriye'ye yönelik askeri

bir saldırı gerçekleştirmiştir. Bu saldırıdan beş ay sonra bu kez Suriye'nin Kamışlı kentinde Kürt

kökenliler ile Arap kökenliler arasında bir çatışma çıkmıştır. Mayıs 2004'te ise, ABD, Suriye'ye ambargo

koyduğunu ilan etmiştir.

ABD aynı zamanda Suriye'ye demokratikleşme, insan hakları, ekonomik liberalleşme ve

etnik azınlıkların korunması gibi konuları öne sürerek reform konusunda baskı oluşturmaya

başlamıştır. Bu baskılar, Suriye'deki muhalif güçleri harekete geçirmiştir. İçerden ve dışarıdan gelen

reformların genişletilmesi artan baskılar karşısında B.Esad yönetimi, bir taraftan reform sürecini

devam ettirerek baskıları asgari düzeyde tutmaya çalışmış, diğer taraftan rejimi rahatlatmak üzere dış

politikada yeni arayışlara yönelmiştir. Bu çerçevede AB ile yakınlaşma siyasetinin önemi Suriye

açısından son zamanlarda artmıştır.

14 Şubat 2005'te, Lübnan muhalefet lideri ve eski başbakanı Refik Hariri'nin bir suikast

sonucunda öldürülmesi, tüm şüpheleri Suriye'ye yöneltmiştir. Bu olay sonrasında ABD ve Fransa'nın

BM Güvenlik Konseyi nezdinde Suriye'ye Lübnan'daki askeri birliklerinin geri çekilmesi yönünde

yapmış oldukları baskı sonucunda, Suriye askeri birliklerini geri çekmiştir. Ayrıca, siyasi reformlar

yönünde yapılan değişikliklerin kapsamının, Hariri suikastı sonrasında, ABD ve öteki dış baskılar

sonucunda genişletilmesi dikkat çekicidir.

Tunus, Mısır ve Libya'daki diktatörlüklere karşı demokrasi ve özgürlük talep eden halk

ayaklanmalarının başlamasıyla ortaya çıkan "Arap Baharı" Mart 2011'de Suriye'yi de etkilemeye

başlamıştır. Mart 2011'de Dera’da başlayan gösterilerin Şam, Halep, Hama, Humus, Lazkiye, Banyas,

Deyr-i Zor gibi önemli şehirlere sıçramasıyla Beşar Esad daha güçlü bir muhalefet dalgası ile karşı

karşıya kalmıştır. Rejimin eski alışkanlıklarından kurtulmadığının bir göstergesi ise ordu birliklerinin

göstericilere sert tepki göstermesi ve yüzlerce kişiyi gözünü kırpmadan öldürmesi olmuştur. Şam

yönetimiyle ilişkileri uzun bir süredir kötü olan ABD, Esad'ı uyguladığı şiddet sebebiyle kınamış, 18

Ağustos'ta meşruiyetini kaybettiğini belirterek görevden çekilmesi çağrısında bulunmuştur.

Sonuç olarak Beşar Esad, Suriye politik kültürünün en önemli özelliklerinden biri olan ve

Hafız Esad döneminde zirveye ulaşan Suriye dış politikasının pragmatik karakterini özellikle kurduğu

çeşitli ittifaklar bağlanımda aynen sürdürmüştür. Beşar Esad yönetiminin asıl tehdit olarak algıladığı

İsrail ve ABD'ye karşı bölgesel olarak İran gibi bir gücü arkasına alması ve elinde Hizbullah, Hamas gibi

caydırıcı kozların bulunmasının yanı sıra Rusya ve Çin'in Güvenlik Konseyi'nde, en azından şimdilik,

yaptırımları engellemesi Suriye'yi kısmen de olsa rahatlatmıştır. Dolayısıyla Esad rejiminin elinde

iktidarını sürdürmek için kullanabileceği birden fazla kart halen bulunmaktadır.

59

Page 60:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

LÜBNAN TARİHİ

Birinci Dünya Savaşı sırasında yapılan Sykes-Picot Antlaşması ile Lübnan toprakları Fransızların işgaline

bırakıldı.

Birinci Dünya Savaşı’nın sonlarına doğru Lübnan 1918 Ekim başında İngiliz ve Fransız kuvvetlerince işgal edildi.

Suriye’de bulunan Faysal’ın temsilcisi Şükrü Paşa el-Eyyüb bir askerî birlikle Beyrut'a geldi ve Şerif Hüseyin'e

bağlı Arap hükümetini ilân etti. Ancak 8 Ekim 1918'de Fransızlar Lübnan yönetimine el koyarak bir haftalık

Arap hükümetine son verdi.

LÜBNAN’DA FRANSA MANDASI (1920-1945)

Lübnan;

Nisan 1920’de yapılan San Remo Konferansı’nda Suriye ile birlikte Fransa manda yönetimine devredildi.

Fransa Eylül 1921'de başkenti Beyrut olan Büyük Lübnan Devleti’nin kurulduğunu ilân etti.

Fransız manda yönetimi Temmuz 1922'de Milletler Cemiyeti tarafından onaylandı.

23 Mayıs 1926’de anayasa kabul edilip Lübnan Cumhuriyeti ilân edildi. Buna göre;

Grek Ortodoks hukukçusu Charles Dabbas ilk cumhurbaşkanı seçildi. İlan edilen cumhuriyet esasen Fransa'nın vesayetindeydi.

Yeni anayasaya göre Lübnan hükümeti iç işlerinde yetkili kılınmakta, dış ilişkiler tamamen Fransa'ya bırakılmakta ve “yüksek

komisere kanunları veto etme hakkı vermekte” “meclisi feshetme” ve “anayasayı askıya alma yetkisi” verilmekteydi.

Fransızca Arapça ile birlikte resmî dil kabul edilmekteydi.

Bu uygulamalar sonucu;

Bikâ ve Sûr bölgesinin Sünnî ve Şiî Müslümanları, Lübnan’da azınlık yapılmalarına

Dürziler de Lübnan politikalarında etkisiz kalmalarına

…tepki göstererek 1925-1927 yılları arasında isyanlara yol açtı. 1927'de anayasada yapılan değişikliklerin

ardından,

Hem cumhurbaşkanı hem de başbakan Hristiyanlardan seçildi.

Meclis başkanlığına ise Müslümanlardan Muhammedi Cîsr getirildi.

1930’dan sonra Muhammed Cisr’in cumhurbaşkanlığına aday olmasına tepki gösteren Fransa,

Mayıs 1932’de anayasayı askıya aldı

Lübnan Meclisi’ni feshetti.

Cumhurbaşkanlığı seçimini de süresiz erteleyerek Charles Dabbaş’tan bu görevi tekrar üstlenmesini istedi. Bu kararların yoğun

tepkilere sebep olmasıyla Dabbas Ocak 1933’te istifa etti ve yerine Habîb Paşa getirilirken feshedilen meclisin yerine de bir konsey

tayin edildi.

1936'de cumhurbaşkanlığı seçimi yapıldı ve Fransa'nın desteklediği Emile Edde bir oy farkla cumhurbaşkanı

seçildi. Seçimi kaybeden Bişâre Hûrî 1936’da

Anayasanın tam olarak yürürlüğe konması,

Fransız manda rejiminin sona ermesi

Lübnan'ın tam bağımsızlığa kavuşması taleplerini dile getiren bir hareket başlattı.

1936’da Suriye'nin geleceğini belirlemek için Suriye-Fransa görüşmelerinin başlaması bu vesile ile “Bağımsız

Lübnan” fikrini güçlendirdi.

Eylül 1936’da Fransa-Suriye Antlaşması’nın imzalanması Lübnan'ın bağımsızlık arayışlarını hızlandırdı. Benzer

bir anlaşma Lübnan Cumhurbaşkanı “Edde” ile Fransa'nın Lübnan yüksek komiseri “de Martel” arasında

yapıldı ve Kasım 1936'da Lübnan Meclisi tarafından ittifakla onaylandı. Buna göre;

Lübnan tam bağımsız bir ülke olarak Milletler Cemiyeti ne üye olacak,

Fransa ile barışta ve savaşta müttefik kalacak, toprakları ve karasuları Fransa tarafından askerî amaçlı kullanılabilecek,

60

Page 61:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Lübnan ordusu Fransa tarafından eğitilecek, her türlü teknik ve bilgi ihtiyacı Fransa'dan giderilecek

Lübnan ordusu Fransız diplomatları dışında Lübnan'ın haklarını da koruyacaktı.

(Bu uygulamalar Lübnanlı Müslümanların tepkisine neden olmuşsa da yönetimin tavrını değiştirmedi.)

Ocak 1937'de Lübnan'da anayasa hükümleri uygulamaya konuldu. Ancak;

Fransa Parlamentosu antlaşmayı bir türlü onaylamadı

Eylül 1939’da başlayan II. Dünya Savaşı sebebiyle de meclis feshedilerek anayasa askıya alındı.

Bu gelişmeler üzerine otoritesi giderek zayıflayan Fransız yanlısı Cumhurbaşkanı Edde'nin Nisan 1941’de istifa

etmesine neden oldu.

Cumhurbaşkanlığına Alfred Nakkaş, başbakanlığa da Ahmed Dâûk getirildi. Ancak ülkedeki ekonomik

sıkıntılar ve yiyecek kıtlığı birkaç ay sonra Dâûk Hükümeti’nin istifası, yerine Sünnî Müslümanlardan Sami

Solh’un tayiniyle sonuçlandı.

Fransa içeriden ve dışarıdan baskılara boyun eğerek Mart 1943’te Lübnan Anayasası’nı tekrar yürürlüğe

koydu. Cumhurbaşkanlığı ve başbakanlık görevlerine Edde yanlısı olan “Eyyûb Sabiti” tayin etti. Ancak Eyyûb

Sabiti’nin “Hıristiyanların çoğunlukta olduğu bir Meclis planladığı” anlaşılınca tepkiler artmış ve bu tepkilerin artması

üzerine Sabit görevden alındı.

Bu istikrarsızlığın çözülebilmesi için yoğun bir çaba sarf edildi. Bu çabalar sonucunda;

Cumhurbaşkanlığına Mârûnî

Meclis başkanlığına Şiî birinin

Başbakanlığa Sünnî birinin getirilmesi kabul edildi.

30’u Hristiyan, 25’i Müslüman ve Dürzîlerden olmak üzere meclisin 55 üyeden oluşmasına karar verildi.

1943’te yapılan seçimler sonucunda Bişâre Hûrî’nin liderliğini yaptığı anayasacılar grubu ve müttefikleri

çoğunluğu ele geçirdiler. 21 Eylül 1943’te toplanan meclis 44 oyla Bişâre Hûrî’yi cumhurbaşkanlığına seçti.

Bişâre Hûrî de Sulh ailesinden Riyazi Mârünî’yi, Sünnî, Şiî, Grek Ortodoks, Grek Katolik ve Dürzilerin temsil

edildiği bir kabine oluşturmak üzere başbakanlığa tayin etti. Yeni kabine göreve başladıktan hemen sonra

Fransa manda yönetimini sona erdirme müzakerelerine başladı. 8 Kasım 1943’te Lübnan Meclisi manda

yönetiminin getirdiği kısıtlamaları kaldıran bir kanun kabul etti. Yeni kanun hızla cumhurbaşkanının

onayından geçirilerek yayımlandı.

11 Kasım 1943’te Fransızlar-İngilizler adına Lübnan’da hareket eden Yüksek komiser Delege-General Helleu

Cumhurbaşkanı Hürî,

Başbakan Riyazi Sulh,

bazı kabine üyelerini tutuklattı.

Anayasayı da askıya aldı.

Meclisi feshetti ve yönetimi Emile Edde’ye teslim etti.

Bu uygulamalar Lübnan'da gösterilere ve ayaklanmalara sebep olunca Fransa delege-generali görevden aldı

ve Catroux tekrar Lübnan'a gönderildi. 22 Kasım 1943’te cumhurbaşkanı ve başbakan serbest bırakılarak

görevlerine döndüler. Bu tarih Lübnan'ın Fransa’ya karşı verdiği bağımsızlık mücadelesinde bir dönüm

noktası oldu ve bağımsızlık günü olarak kutlandı. Bundan sonra Fransa'nın manda yönetimi vasıtasıyla elde

ettiği haklar tedricen iptal edildi.

Mayıs 1945’te Avrupa'da İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesi üzerine İngiltere’den gelen baskıların da

rolüyle Fransızlar Lübnan'daki askerlerini 1948 sonuna kadar tahliye etti. Bu arada bağımsız Lübnan

1945 yılında Birleşmiş Milletler Teşkilâtı’na,

61

Page 62:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Aynı yıl Arap Birliği’ne üye oldu.

BAĞIMSIZ LÜBNAN

Lübnan'ı bağımsızlığa götüren yönetimin başında bulunan Bişâre Hûrî 1947 seçimlerinin ardından

cumhurbaşkanlığına tekrar seçildi. Ancak iç politikada Bişâre Hûrî’nin etkinliği giderek azaldı, Lübnan

ekonomisi ciddi krizlere maruz kaldı. 1950’li yıllara güçlü bir muhalefetle giren Bişâre Hûrî’nin, en önemli

yardımcılarından Başbakan Riyâz Sulh'un bir suikast sonucu öldürülmesinden sonra otoritesi zayıfladı ve 18

Eylül 1957’de istifa etti.

Yeni cumhurbaşkanı Kâmil Şemun'un altı yıllık iktidar döneminde Suriye ve Mısır gibi bölgenin en önemli

ülkeleri askerî idareye geçerken Lübnan nisbî bîr barış ortamında hızlı bir ekonomik büyüme yaşadı. Batı

yanlısı liberal ekonomik politikaların uygulandığı bu yıllarda Beyrut Ortadoğu'nun en gelişmiş bankacılık,

ticaret ve turizm şehri oldu.

Şubat 1958’de Mısır ve Suriye'nin “Birleşik Arap Cumhuriyeti’ni” kurmaları ve Temmuz 1958’de Irak’ta Hâşimî

Krallığı’nı sona ermesi (Mısır ve Suriye ile birleşme amacı güdenleri harekete geçirdiği için) Lübnan’ı iyice

tedirgin etti. Lübnan’ın çağrısı üzerine Amerikan 6. Filosu Beyrut'a asker çıkarttı.

Mısır ve Suriye ile birleşme taraftarları amaçlarına ulaşamayacaklarını kabullendiler, ancak Kâmil Şemun’un

istifasında direttiler. ABD Robert Murphy'yı Lübnan'a göndererek krizi kontrol altına almaya çalıştı. 31

Temmuz 1958’de Kâmil Şemun’un yerine General Fuâd Şihâbî 22 Eylül 1958’de görevi devralmak üzere

cumhurbaşkanlığına seçti. Bu defa da Kâmil Şemun taraftarlarının sert muhalefeti ülkedeki gerginliği

tırmandırdı. Çatışmalar hızla Müslüman- Hristiyan çatışmasına dönüşmeye başladı.

ABD’nin etkin katılımı ile krizin önlenmesinin ardından Fuâd Şihâb kısa sürede otoriteyi tesis etti. Önceki

yıllarda özellikle ihmal edilen Sünnî, Şii ve Dürzî bölgelerine yatırımları ve devletteki görevli sayılarını arttırarak

onların devlete karşı olumsuz tepkileri giderildi. Bu atmosferde yapılan Haziran-Temmuz 1960 seçimleri

Lübnan'ı yeniden ekonomik büyüme dönemine taşıdı.

1964 seçimleri sonunda cumhurbaşkanlığına Charles Hilu geldi. Yeni dönemde siyasî otoritede meydana gelen

zaaf yolsuzluklara, ekonomik ve siyasî istikrarsızlıklara yol açtı ve ülke 1965-1966'da tarihinin en önemli finans

krizlerinden birini yaşadı.

Haziran 1967 Arap-İsrail Savaşı sunucunda, “İsrail'e karşı mücadele eden örgütlerle birlikte yüz binlerce Filistinli mültecinin

Lübnan'a geçmesi” İsrail ile Lübnan'ı doğrudan karşı karşıya getirdi. Nitekim Mayıs 1968’de Lübnan-İsrail askerleri

arasında ilk sınır çatışmaları yaşandı.

Ocak 1970’te Lübnan genelkurmay başkanı ile Filistin lideri Arafat arasında yapılan Kahire Antlaşması ve aynı

yıl Ürdün'de, Filistinlilerin karıştığı Kral Hüseyin'e karşı yapılan başarısız darbe girişimi sonunda Filistinlilerin

Lübnan'daki faaliyetleri arttı.

1970’li yıllarda

Enflasyonla birlikte işsizliğin artması,

Temmuz 1971’de Ürdün’den çıkarılan Filistinlilerin Lübnan’a yerleşmesi,

İsrail’in Lübnan içerisindeki Filistin kamplarına saldırılar düzenlemesi,

Cemaatler arası gerginliklerin tırmanması

Sol görüşlü hareketlerin silâhlı eylemlere katılması gibi gelişmeler Lübnan’ı hızla kriz ortamına sürükledi.

1974’te Lübnanlı Falanjistler ile Filistinliler arasındaki çatışmalar artış gösterdi. Müslümanlarla Hristiyanlar arasında Ekim 1976’ya

62

Page 63:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

kadar devam edecek bir iç savaş çıktı. Lübnanlı Hıristiyanların çağrısı üzerine Mayıs 1976'da binlerce Suriye askeri

savaşı durdurmak bahanesiyle Lübnan'a girdi. Çatışmaların milletlerarası bir boyut kazanmasından endişe

eden Arap ülkeleri, Lübnan'a barış gücü gönderilmesine ve Suriyeli askerlerin barış gücünde görev alacaklar

hariç kademeli olarak çekilmelerine karar verdi. Haziran ayında 1000 asker gönderildi. Yaklaşık elli ateşkes

kararının etkisiz kalması sebebiyle Arap ülkeleri Ekim 1976’da Riyad ve Kahire’de yaptıkları toplantıların

ardından 30.000 barış gücü askeri gönderme kararı alarak kalıcı ateşkes sağladılar Ancak mahallî çatışmalar

yer yer devam ediyordu. Dürzi lider Kemal Canbolat’ın Mart 1977'de Öldürülmesi, Filîstin-lsrail çatışmalarının

Güney Lübnan’ın İsrail tarafından işgaliyle sonuçlanması (Mart-Haziran 1978) Suriye askerleri ile Hristiyan

milisler arasındaki çatışmalar Lübnan'da gerginliğin devam ettiğini gösteriyordu.

1980’li yıllarda

Suriye birlikleri ile Hıristiyan milisler arasındaki çatışmalar,

Trablusşam’da Sünnî-Şiî çatışması,

Güney Lübnan'da ve Beyrut'un banliyösünde Şiî-Emel hareketiyle Filistinliler arasında çatışmalar devam etti.

1982 yılında Lübnan'da daha köklü gelişmelere şahit olundu. İsrail, hava bombardımanlarının ardından

Haziran 1982’de Lübnan’ı işgal etti. Bu sırada Falanjistlerin ve Mârunîlerin İsrail’in Suriye ve Filistinliler

aleyhine yaptığı operasyonlara destek vermesi mevcut cemaatler arası krizi daha da derinleştirdi. Müslüman

milletvekillerinin boykot ettiği seçim sonucunda İsrail'in desteklediği Beşîr Cemâyel cumhurbaşkanı seçildi,

ancak üç hafta sonra öldürüldü. Bunun üzerine İsrail'in de desteğiyle Sabra ve Şatifla Filistin kamplarına giren

Falanjistler binlerce kişiyi öldürdüler (16-17 Eylül 1982). Bir hafta sonra da ılımlı görüşleriyle tanınan kardeş

Emin Cemâyel Müslümanlardan da önemli destek alarak cumhurbaşkanı seçildi.

Eylül 1982'den itibaren ABD, Fransız ve İtalyan askerlerinden oluşan bir barış gücünün Lübnan’da bulunması

kararlaştırıldı. İsrail Suriye'nin de Bîkâ’dan çekilmesini şart koşarak Lübnan'da kalışını uzatmaya çalışıyordu.

Müzakereler devam ederken Nisan 1983’te Beyrut’taki ABD büyükelçiliğinde yüzlerce Amerikan askerinin

bulunduğu sırada büyük bir patlama olması ve çok sayıda askerin ölmesi üzerine ABD taraflar üzerindeki

baskısını arttırdı. 17 Mayıs Antlaşması ile İsrail'in Lübnan’dan tedricî olarak çekilmesi kararlaştırıldı. ABD,

Fransız ve İtalyan birliklerinden oluşan barış gücü Şubat-Mart 1984’te Lübnan’dan ayrıldı.

Lübnan'daki kayıplarının artması ve milletlerarası baskılar gibi sebeplerle İsrail Haziran 1985’ten itibaren

Lübnan’daki askerlerini geri çekti. Ardından Suriye, Bîkâ vadisinden 10 binin üzerinde askerini çekerek

Lübnan'daki asker sayısını 25 binlere indirdi. Bu gelişmeler Lübnan’da gerginliği azaltmadı. Haziran 1987’de

Başbakan Reşîd Kerâmî’nîn öldürülmesi Lübnan'ın güven ortamından ne kadar uzak olduğunu gösteriyordu.

Eylül 1988'de süresi dolan cumhurbaşkanı Emîn Cemayel’in halefi seçilemedi. Cemâyel ayrılmadan önce

Mârûnî General M. Âvn’ı geçici hükümetin başbakanlığına tayin etti. Bu tayini kabul etmeyenlerden Beyrut'un

batısında Müslümanlar ve doğusunda Hıristiyanlarca iki ayrı hükümet kuruldu ve ülke bölünmenin eşiğine

geldi. Diğer taraftan Suriye destekli Şiî Emel grubu ile İran destekli Şii Hizbullah mensupları çatışmalarının yanı

sıra Beyrut’ta da Müslümanlarla Hristiyanlar arasında çatışmalar meydana geliyordu. Kazablanka'da toplanan

Arap liderleri Cezayir, Fas ve Suudi Arabistan’dan oluşan bir komite kurarak Lübnan’da barışın sağlanması

çalışmalarına ABD ve Avrupa ülkeleri de destek verince Eylül 1989’da ateşkes sağlandı. Eylül sonunda Tâif’te

toplanan Lübnan Meclîsi uzlaşma konusunda önemli kararlar aldı.

22 Ekim 1989 Tâif Antlaşması Lübnan tarihi için bir dönüm noktası oldu. Halen uygulanmakta olan bu

63

Page 64:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

antlaşmaya göre;

Cumhurbaşkanlığının yetkileri kısıtlanmıştır.

Ülke yönetiminde esas sorumluluk Müslümanlarla Hristiyanlar arasında eşit dağılımla oluşan hükümete verilmiştir.

Milletvekili dağılımında Hristiyanlar lehine olan 6’ya 8 oranı kaldırılarak Müslümanlar ve Hristiyanlar arasında eşit olarak paylaşılmak

üzere milletvekili sayısı 99’dan 108'e çıkarıldı.

Milisler silahsızlandırılacaktır.

Lübnan hükümeti ülkenin tamamında hâkimiyet sağlayacaktır.

Hükümete bağlı Lübnan güvenlik güçleri kuvvetlendirilecektir.

Suriye’nin askerî güçleri geri çekilecektir.

Kasım 1989’da hem bu kararlar onaylandı hem de Rene Moav-vad cumhurbaşkanı seçildi, ancak Muav-vad'ın

iki hafta sonra bir bombalı saldırı sonucu hayatını kaybetmesi ile yerine İlyas Hirâvî seçilerek

cumhurbaşkanlığı seçimi krizi sona erdirildi.

Yeni dönem Lübnan siyasetinde Suriye'nin etkin rolü kabul edilerek normalleşme sağlanmaya çalışıldı. 1992

sonbaharında milletvekili sayısı 128'e çıkarılıp seçimler yapıldı. Milislerin silâh bırakmaları konusunda önemli

başarılar elde edildi. 1989 Tâif Antlaşması, 1975-1990 arasında aralıklarla devam eden Lübnan iç savaşını sona

erdirerek ülkede genel barışı ve siyasî istikrarı sağlamış görünmektedir. Şubat 2003'te Suriye askerî

birliklerinin bir kısmını geri çekmekle birlikte Lübnan'da halen 20.000 civarında asker bulundurmaktadır. Bu

sebeple Suriye ile her alanda ilişkiler geliştirilmekte ve Lübnan’ın güvenliği açısından Suriye'nin Lübnan’daki

askerî varlığı her iki ülke yetkilerince savunulmaktadır. Diğer taraftan Iran, Hizbullah aracılığıyla Lübnan

üzerinde etkisini sürdürmektedir. 4.600.000 nüfusa sahip bu küçük ülkede 200 000’in üzerinde Filistinlinin

çeşitli kamplarda varlıklarını sürdürmesi Lübnan-İsrail ilişkilerini hassas bir dengede tutmaktadır.

ÜRDÜN

Ürdün, Yavuz Sultan Selim’in 1516 Mısır seferi sırasında Osmanlı Devleti’nin eline geçti.

Ürdün (Aclûn),

Fethedildikten sonra Şam Beylerbeyliği’ne,

XVIII. yüzyılın başlarında Sayda sancağına,

XIX. yüzyılın Havran’a bağlı bir kaza idi.

XIX. yüzylda;

Arabistan Yarımadası’ndaki Vehhâbîlik hareketi bu dönemde Ürdün’ü de etkiledi. 1809-1810 yıllarında Ürdün’ün tamamını ele geçirip Suriye’ye yaklaşan Vehhâbî gruplarının çıkardığı karışıklıklar Mehmed Ali Paşa ve oğlu Ibrâhim Paşa tarafından bastırıldı.

Ibrâhim Paşa’nın 1841’de bölgeden ayrılmasının ardından kabilelerin çıkardığı karışıklıklar daha da arttı ve demografik değişmelere yol açtı. Özellikle Ürdün’ün kuzeyine göçler oldu.

XIX. yüzyılın ikinci yarısında Ürdün’ün kuzey bölgeleri şehirleşme ve nüfus açısından gelişme gösterirken güney bölgelerinde nüfus azaldı. 1864 yılından itibaren Ürdün’ün

64

Page 65:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

kuzeyi tekrar Suriye (Şam) vilâyetine bağlandı. Kafkasya’daki karışıklıklar sebebiyle Osmanlı topraklarına göç eden Çerkezlerin bir kısmı Amman civarına yerleştirildi (1878).

XX. yüzyılın başlarında; Ürdün’deki en dikkat çekici gelişme Hicaz Demiryolu’nun önemli merkezleri olan Zerka ve

Maan istasyonlarının açılmasıdır. Bedevî kabileleri hac güzergâhı üzerinde kendi kontrollerini azaltacak bu girişime karşı çeşitli saldırılarda bulundu. 1905-1910 yılları arasında Şevbek, Kerek gibi Ürdün şehirlerinde Osmanlı yönetimine karşı çıkan isyanlar Şam’dan gelen Osmanlı kuvvetleri tarafından bastırıldı.

Birinci Dünya Savaşı Sırasında Lübnan ve Şerif Faysal Dönemi; Birinci Dünya Savaşı esnasında Şerîf Hüseyin’in Hicaz’daki isyanı Ürdün’ü de etkiledi.

Ürdün kabilelerinin bir kısmı Şerîf Hüseyin’in oğlu Faysal’ın yanında yer alırken bir kısmı Osmanlıları destekledi. Lawrence ve Faysal’a bağlı kuvvetler Lübnan’da birçok bölgeyi ele geçirdiler. Böylece 1918 yılı sonunda Ürdün, Osmanlı Devleti’nin hâkimiyetinden çıktı ve bu dönemden itibaren Şerîf Hüseyin’in oğlu Faysal’ın yönetimi altına girdi.

İngiliz Manda Yönetimi Dönemi (1921-1946)

Şerif Faysal’ın 1920’de Fransızlar tarafından Suriye’den çıkarılmasının ardından kardeşi Abdullah Ürdün’e gelerek Şubat 1921’de kendini Şarkı Ürdün emîri ilân etti.

Şerif Abdullah’ın yönetimi bölgeyi elinde tutan İngilizler tarafından desteklendi ve İngiliz manda yönetimi kuruldu. Abdullah’ın otuz yıllık iktidarı döneminde Ürdün modern bir devlete dönüştü.

Şerif Abdullah’ın emirlik dönemi modern bir devlet için gerekli olan kurumların İngiltere örneğine göre yapılandığı bir dönem oldu. Ülkede kabilelerin hâkimiyetine son verilerek devlet düzeni kuruldu. Kadastro ile özel mülkiyete geçildi.

Ürdün’ün Bağımsız Olması (1946) ve Kral Abdullah Dönemi:

1921’den beri manda yönetiminde kalan Ürdün’e 25 Mayıs 1946’da İngilizler tarafından bağımsızlık verildi. 24 Ocak 1949’da devletin adı “Ürdün Hâşimî Krallığı” şeklinde belirlendi ve Abdullah ilk Ürdün kralı ilân edildi.

Ürdün’ün Filistin ile olan sınırları 1948 ve 1967 Arap-Israil savaşları sonunda değişikliğe uğradı. Arap-Israil savaşında Ürdün sınırı önemli ölçüde değişmiştir; 1948 Arap-İsrail Savaşlarında Ürdün ordusu Batı Şeria ile Doğu Kudüs’te konuşlandı

ve topraklar 1950’de resmen Ürdün sınırları içerisinde kaldı. 1967 Arap-Israil Savaşı’na katılan Ürdün, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki topraklarını

kaybetti.

Kral Hüseyin Dönemi (1951-1999):

65

Page 66:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

1951’de bir suikast sonucu öldürülen Kral Abdullah’ın yerine geçen büyük oğlu Tallâl ertesi yıl psikolojik problemleri sebebiyle tahttan indirildi. Yerine kardeşi Hüseyin kral, diğer kardeşi Hasan veliaht ilân edildi.

Ürdün 1950’li yıllarda İngiltere ve Amerika’nın malî ve askerî yardımlarıyla güçlendi. Kral Hüseyin, nüfuzundan rahatsızlık duyduğu İngilizlerin Arap Lejyonu kumandanı Sir

John B. Glubb’u ve Ingiliz askerlerini Ürdün’den çıkarıp orduyu millîleştirdi (1956). Ertesi yıl Kral Hüseyin’e karşı yapılan darbe teşebbüsü Amerika’nın desteğiyle önlendi.

1970-1971 yıllarında Filistin Kurtuluş Örgütü mensupları ile Ürdün ordusunun çatışması sonucunda Filistin Kurtuluş Örgütü, Ürdün topraklarından çıkarıldı.

Anayasal bir monarşi ile yönetilen Ürdün’de 1952 anayasasına göre kurulan parlamento seçimle gelen milletvekillerinden oluşan millet meclisi ile üyeleri kral tarafından tayin edilen senatodan oluşur. Ancak Kral Hüseyin döneminde 1967-1984 yılları arasında seçim yapılmadı.

1984’ten itibaren demokratik hayata geçmeye başlayan Ürdün’de 1989’dan beri her dört yılda bir parlamento için seçim yapılmaktadır. Pek çok siyasî partinin bulunduğu Ürdün’de başbakan ve kabine kral tarafından tayin edilmektedir.

1990-1991 yıllarında Irak’ın Küveyt’i işgal etmesi yüzünden Amerika Birleşik Devletleri’nin müdahalesiyle ortaya çıkan Körfez krizi esnasında Saddam Hüseyin’i desteklemekle suçlanan Ürdün’e dış yardımlar kesildi. Körfez ülkelerinde çalışan on binlerce Ürdünlü’nün sınır dışı edilerek ülkelerine gönderilmesi ülkede büyük sıkıntıya yol açtı.

26 Ekim 1994’te Amerika Birleşik Devletleri’nin aracılığıyla Ürdün ve Israil arasında barış antlaşması yapılarak karşılıklı diplomatik ilişki kuruldu. Bu antlaşmanın ardından Amerika Birleşik Devletleri’nin Ürdün’e yaptığı malî yardımlar arttırıldı ve sağlanan ekonomik kolaylıklar genişletildi. Bu yardımlar 1990’lı yılların ortalarında Ürdün’ün gelişmesine ve alt yapı yatırımlarına katkıda bulundu.

Kral II. Abdullah Dönemi (1999-…)

Kral Hüseyin, 1999 yılında ölmeden hemen önce kardeşi Prens Hasan’ın yerine oğlu Abdullah’ı veliaht tayin etti ve ölümünün ardından oğlu II. Abdullah Ürdün kralı oldu.

Müslüman Kardeşlerin en önemli muhalif grubu meydana getirdiği Ürdün’de, 2011’de pek çok Arap ülkesinde başlayan ve yönetimlerin devrilmesiyle sonuçlanan “Arap baharının” etkisiyle Çeşitli protesto gösterileri yapıldı, Buna karşılık hükümet akaryakıt ve yiyecek fiyatlarını indirmek zorunda kaldı. Bu olayların ardından Kral II. Abdullah kabineyi feshedip yeni bir kabine tayin etti.

Arap Birliği’nin kurucu üyeleri arasında yer alan Ürdün, “Arap Ekonomik Birliği Konseyi” ile “İslâm İşbirliği Teşkilâtı” üyesidir.

XX. yüzyılın başlarında çok düşük bir nüfus yoğunluğuna sahip olan Ürdün’ün nüfusu, çeşitli savaş ve krizlerin ardından toprakları işgal edilen Filistinlilerin göçmesi ve özellikle 1990’lı yıllardan itibaren Iraklıların büyük oranda Ürdün’e sığınmasıyla arttı.

66

Page 67:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Ürdün’ün toplam nüfusunun % 70’i Filistinlilerden meydana gelir. Nüfusun % 90’dan fazlası Sünnî Müslüman, % 6’sı Hristiyan’dır. Ürdün genç ve eğitimli bir nüfusa sahip olmakla birlikte yüksek işsizlik oranı sebebiyle

bu iş gücünü daha ziyade zengin Arap ülkelerinde istihdam sahası bulabilmektedir. Ülkede Arapçanın yanı sıra İngilizce yaygın biçimde kullanılır.

MISIR TARİHİ

1517 yılında Yavuz Sultan Selim’in Osmanlı topraklarına katmasıyla Mısır, Osmanlı İmparatorluğu’nun bir eyaleti olmuş; idari anlamda imparatorluğa ait diğer vilayetlerden farklı bir statü verilerek “mümtaz (ayrıcalıklı, seçkin) vilayet” ismiyle anılmaya başlanmıştır.

1882 yılına kadar Osmanlı hâkimiyetinde kalan ülke, 1882 yılında İngilizlerin işgaliyle Osmanlı yönetiminin elinden çıkmıştır. Bu süre içinde;

1869’da Süveyş Kanalı açılmış; kanalın açılması Mısır’ın ekonomik, askeri ve stratejik öneminin artmasına sebep olduğu halde bundan sonraki süreçte yapılan aşırı harcamalar Mısır’ın borçlarının giderek büyümesine yol açmış ve bu nedenle Mısır, Süveyş Kanalı’nın hisseleri İngiltere’ye satmak zorunda kalmıştır.

19.yüzyılda İngiliz işgaline karşı olan ayaklanmalar, Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra yükselen Mısır milliyetçiliğinin etkisiyle daha da güçlenmiş; İngilizler, 1922’de Mısır’ın “sözde” bağımsızlığını tanımak zorunda kalmıştır.

MISIR KRALLIĞI DÖNEMİ (1922-1952)

Kral Fuat Dönemi (1922-1936) 1922 yılında, Kavalalı Mehmet Paşa Hanedanından olan Fuad Paşa yönetiminde; Bağımsız bir Mısır birliği kurulmuştur. Süveyş Kanalı’nın kontrolü ve geçiş güvenliğin sağlanması konuları Mısır ve İngiltere arasında sorun

olmaya devam etmiştir.

Kral Faruk Dönemi (1936-1952) 1936 yılında Kral Fuad’ın ölümü sonrası 16 yaşındaki Kral Faruk başa geçmiştir. Bu dönemde; İngiltere ile Süveyş Kanalı ve tam bağımsızlık konuları ile ilgili anlaşmaya varılmıştır. Mısır, II. Dünya Savaşı’nda sonra tam bağımsızlığını kazanmış ve Birleşmiş Milletlere üye olmuştur. 1948’deki Arap-İsrail Savaşı’nda ülkenin yenilgiyle ayrılması sonucu güçlenen milliyetçilik hareketleri, “Hür

Subaylar Komitesi” denilen Muhammed Nasır ve arkadaşlarından oluşan bir örgütün ortaya çıkmasına neden olmuştur. Siyasal kargaşa ortamı ve Mısır Silahlı Kuvvetleri’nden de destek bulan örgüt 23 Temmuz 1952’de Kral Faruk’un iktidarına son vererek yönetime el koymuştur. Bu darbe, yapılacak olan reformlar ve 1953’te General Necip yönetiminde Cumhuriyet’in ilan edilmesi gibi köklü değişimler neticesinde daha sonra “Hür Subaylar Devrimi”, “Nasır Devrimi” ve “Temmuz 1952 Devrimi” olarak da anılmıştır.

Öte yandan darbenin ABD tarafından organize edildiği şeklinde birtakım düşünceler de olmuştur.“Hür Subaylardan bazılarının darbe öncesi CIA ile görüşmeler yaptıkları ortaya çıkmıştır. İran’daki CIA darbesinin yürütücüsü Kim Roosevelt, darbe öncesinde Kahire’deki karışıklıklar üzerine kente gelmiş, Kral Faruk’la görüşerek toprak reformu gibi önlemlerle durumu düzeltmesini

67

Page 68:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

önermiştir. ABD görevlileri iktidardan umudu kesince de başka arayışlara girmişler ve ordu üzerinde odaklanmışlardır.”

CUMHURİYET DÖNEMİ (1953-2018)

CEMAL ABDULNASIR DÖNEMİ (1954-1970)

1954 yılında Necip’in yerine başa geçen Cemal Abdül Nasır, Yönetimde kendine özgü bir sosyalizm ve milliyetçiliği benimsemiştir. Mısır’ı tek partili ve resmi dini İslam olan bir devlet olarak ilan etmiştir. Emperyalizmi ve İsrail devletini yaşamsal tehdit unsuru olarak nitelemiştir. Emperyalizmin Ortadoğu’daki egemenlik aracı ve İsrail’in çıkarlarına hizmet eden bir ittifak olarak

tanımladığı 1955 Bağdat Paktı’na karşı çıkarak Mısır’ın “Bağlantısızlar Hareketi” içinde yer almasını sağlamıştır.

Uyguladığı Sosyalist politikalarla, Sovyetler politik tarzına yaklaştırdığı Mısır’da birçok kuruluşu devletleştirmeye başlatmıştır. Sovyetlerin yardımları ile ülkeye Asvan Barajı gibi önemli tesisler kazandırmıştır. Sovyetlerden de aldığı desteğin neticesinde 1956 yılında Süveyş Kanalı’nın kamulaştırılması

(millileştirilmesi) kararını almıştır. Kanal’ın kapatılarak millileştirilmesi sonucu, Duran petrol akışı gibi sebepler İngiltere’nin mali olarak krize girmesine sebep olmuştur. Mısır’ın bu politikaları İngiltere, ABD ve Fransa gibi ülkelerin çıkarlarına ters düştüğünden büyük

tepki çekmiş ve Mısır’ın bu ülkelerden ticari boykot ve diğer mali yaptırımlar görmesine neden olmuştur.

Bu süre zarfında Batı, Mısır karşısında İsrail askeri birliklerinin 19 Ekim 1956’da Sina Yarımadası’na çıkarma yapmasına yardımcı olmuşlardır. Daha sonra İngiltere ve Fransa’nın Mısır havaalanlarını bombalaması ve İngiliz-Fransız birliklerinin Port Said’e askeri çıkarma yapması izlemiştir. Saldırı sonucu Batı’yla ilişkisini kesen Arap dünyasının ve SSCB’nin tepkisi ise oldukça sert olmuştur.

Mısır, Ortadoğu’da Arap birliği kurma çabalarına girişmiş, bu amaçla 1958’de “Birleşik Arap Cumhuriyeti” adı altında Suriye ile birleşmeye gitmiş ama 1961 yılında Suriye’nin birlikten ayrılması neticesinde bu birleşme uzun soluklu olmamıştır.

1967 yılında Mısır’ın, İsrail gemilerinin Sina Yarımadası’na geçiş izni vermemesi, sınır çatışmaları ve diplomatik krizler neticesinde Abdulnasır’ın İsrail’in Elat Limanı’na uzanan Akabe Körfezi’ni kapatma girişimi, İsrail ve Mısır arasında 5 Haziran 1967’de “Altı Gün Savaşı” olarak bilinen üçüncü bir Arap-İsrail savaşının başlamasına neden olmuştur. İsrail’in, Mısır, Suriye ve Ürdün’e saldırmasıyla başlayan savaş, Mısır’ın İsrail karşısında ağır yenilgisiyle

sonlanmıştır. Mısır, Süveyş Kanalı’ndaki kontrolünü kaybetmiş ve Kanal 1975 yılına kadar kapalı kalmıştır. Mısır, Sina Bölgesi’ni İsrail’e bırakmak durumunda kalmıştır.

ENVER SEDAT DÖNEMİ (1970-1981)

1970 yılında Abdulnasır’ın ölmesinden sonra Mısır’ın başına Başkan Yardımcısı Enver Sedat geçmiştir. Enver Sedat, başlarda Nasır politikalarını uygulamaya devam edeceği mesajı verse de

68

Page 69:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

daha sonraki uygulamalarında devlet kadrolarının tasfiyesinden başlayarak devrim ilkelerinden adım adım uzaklaşıp Batı yanlısı bir tutum sergilemiştir. Örneğin 1972 yılında ülkedeki 8000 SSCB uzmanını sınır dışı ederek Sovyetler Birliği ile ilişkilerini koparmış ve ABD ile yakın ilişkiler kurma yoluna girmiştir. Bunun da en büyük nedenlerinden biri, Enver Sedat’ın İsrail’in işgal ettiği Mısır topraklarından çıkarabilmenin ve sorunun müzakere yoluyla çözülebilmesinin sadece ABD’nin inisiyatifiyle gerçekleşebileceğini ve bunun da bölgedeki SSCB nüfuzunu azaltarak ABD’ye yakınlaşmaktan geçeceğini düşünmesiydi. Bu stratejinin ortaya çıkmasında “Yom Kippur Savaşı”nın da çok büyük etkisi olmuştur.

Enver Sedat yönetimindeki Mısır, 1973 yılında Sina bölgesindeki İsrail güçlerine saldırarak “Yom Kippur Savaşı’nın” başlamasına sebep olmuştur. Savaşın başında, Suriye ile kurduğu ittifak neticesinde İsrail’e karşı başarılı sonuçlar almasına rağmen; İsrail, ABD desteğiyle birlikte toparlanmış ve Mısır’ı yenilgiye uğratmıştır.

1978 yılında ABD’nin arabuluculuğuyla ve Henry Kissinger’in girişimleriyle Mısır ile İsrail arasında CAMP DAVİD BARIŞ ANTLAŞMASI imzalanmıştır. Mısır’ın daha sonraki senelerde özellikle ekonomik ve siyasi durumunu büyük oranda belirleyen ve bugün bile Arap dünyasında tartışma konusu olan Antlaşmaya göre:

1. İsrail Sina’dan çekilecek: “İsrail’in Sina Yarımadası’ndan çekilmesi ancak 1982 yılında Mısır’ın İsrail’e petrol satması şartıyla gerçekleşebilmiştir. Çünkü İsrail, kendisine hiçbir Arap ülkesinin petrol satmaması neticesinde 12 sene boyunca petrol ihtiyacını işgal ettiği bu bölgeden karşılamak zorunda kalmıştı ve başka cazip bir alternatifi bulunmamaktaydı.”

2. İsrail ve Mısır arasında normal ve dostça ilişkiler kurulacak 3. İki ülke de birbirinin toprak bütünlüğünü ve barış içinde yaşama hakkını kabul edecek

Antlaşmanın ikinci ve üçüncü maddeleriyle Mısır Yönetimi, İsrail’i dostu olarak nitelemiş ve İsrail’in varlığı ve toprak bütünlüğü garanti altına alınmıştı.

4. Sina’da tampon bölgeye BM Barış Gücü yerleştirilecek 5. İsrail gemilerine Süveyş Kanalı’ndan serbest geçiş hakkı tanınacak

Beşinci maddeyle ise İsrail, 1950 yılından beri devam eden sevkiyat problemini çözmüş; kargo ve hatta savaş gemilerinin Mısır içinden geçişini güvence altına almıştır.

6. Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlilere tam özerklik verilmesi için görüşmeler yapılacak. 7. Batı Şeria ve Gazze’de kendi kendini yöneten bir idarenin yapılması için seçimler yapılacak ve

İsrail bölgeden 5 yıl içinde çekilecek” Altıncı ve yedinci maddelerde yer alan Filistin’e özerklik verilmesi bir yana; İsrail, bölgeyi Filistinliler için dev bir toplama kampına çevirmişti. İsrail, 5 yıl içinde Filistin topraklarını boşaltacağını belirtmesine rağmen onlarca sene geçmesine rağmen verdiği sözü tutmamış; aksine bölgeye Sovyetler Birliği’nden getirilen Yahudiler yerleştirmiştir.

İsrail’e böylesi büyük avantajlar getiren Camp David Antlaşması, gerek ülke içinde, gerek Arap dünyasında büyük bir tepki yaratmış ve Mısır’ın Arap Dünyasında siyasi ve ticari olarak dışlanmasına ve Arap Birliği’nden çıkarılmasına neden olmuştur. Suudi Arabistan yapmış olduğu yardımları kesmiş, diğer Arap ülkeleri ise Kahire’deki büyükelçilerini çekerek Mısır’la diplomatik ilişkilerine son vermişlerdir. Hatta Enver Sedat’ın öldürülmesi başta Libya olmak üzere Suriye, İran, Irak’ta memnuniyetle karşılanmış; bu devletlerin ve Sovyetler Birliği’nin yetkileri Sedat’ın cenazesinde yer almamışlardır.

HÜSNÜ MÜBAREK DÖNEMİ (1981-2011)

69

Page 70:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

6 Ekim 1981’de Enver Sedat’ın Kahire’de suikaste uğrayarak hayatını kaybetmesinden sonra devlet başkanlığı görevine, yapılan halk oylamasıyla Sedat’ın yardımcısı Hüsnü Mübarek geçmiş ve Mübarek ilk olarak Mısır’ın Arap komşularıyla arasını düzeltme çabalarına girişmiştir.

Hüsnü Mübarek, Yönetiminde Abdulnasır kadar kısıtlayıcı ya da Enver Sedat kadar serbest bir anlayış benimsememiştir. Özel teşebbüslere, özelleştirmelere imkân sağlamıştır. Çok partili sistemden-basın hürriyetinden ve mevcut liberal siyasal-ekonomik sistemden uzaklaşmamıştır. Daha ziyade politikalarını borçlardan kurtulmak üzerine kuran bir lider olmuştur. Mısır, 1990 yılındaki

Irak’ın Kuveyt işgaline karşı körfeze asker yollayan ilk Arap ülkelerinden biri olmuş; bu sayede ABD tarafından borçları silinmiştir.

Envar Sedat Dönemi’nde başlayan ve Mübarek iktidarı boyunca devam eden ekonomik özelleştirme politikaları, Mısır’ın dış dünyaya, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlara bağımlılığını attırmıştır. Alınan krediler borç yükünü attırarak ülke ekonomisine zarar vermiştir. İşsizlik ve enflasyon gibi ekonomik sorunlarla boğuşan ve büyük bir bölümü günde 2 doların altında çalışan

halk bunun yanında yolsuzluk, rüşvet, hukuksuzluk ve ağır işleyen sınırlı bir demokrasiyle yüzleşmek durumunda kalmıştı.

Hüsnü Mübarek Dönemi boyunca “olağanüstü hal” durumunun hüküm sürdüğü Mısır’da, ilk çok adaylı devlet başkanı seçimi ancak 2005 yılında gerçekleşebilmiştir. Devlet başkanlığı seçimleri şeffaf ve özgür bir ortamda yapılmadığı için Cumhurbaşkanı her defasında yüzde 90’ın üzerinde oy almıştır. Mübarek’in kendisinden sonra yerini oğluna bırakarak rejimin değişmeyeceği inancını pekiştirmesi tüm bu olumsuzluklarla beraber Mısır halkının Mübarek ve rejime karşı ciddi tepkiler göstermesine sebep olmuştur.

MÜSLÜMAN KARDEŞLER 1928 yılında bir ilkokul öğretmeni olan Hasan El Benna tarafından İsmailliye kentinde kurulan İhvan-

u Müslimün (Müslüman Kardeşler) hareketi ilk yıllarda işçiler ve lise öğrencileri üzerinden faaliyetlerini sürdüren sıradan bir din hareketi olarak gözüküyordu. 1938 yılına gelindiğinde üye sayısı 100.000 civarında olan örgüt, 1952’deki Hür Subaylar Devrimi’nden sonra ülkedeki tüm partiler gibi kapatılsa da göreve gelen Nasır, ülkede geniş halk desteğine sahip ve yakın ilişkilerinin olduğu Müslüman Kardeşler Örgütü’nü tamamen ortadan kaldırmamış, yeraltına çekilen örgütün faaliyetlerine fazla karışmamıştır. Fakat 1952’de örgütün 6 lideri Abdulnasır’a suikast girişiminde bulunmaktan idam edilmiş ve hareket şiddet yoluyla bastırılmaya çalışılmıştır.

1980’li yıllardan itibaren tekrar bir canlanma dönemine örgüt, 1990’lı yıllarda söylem ve eylemlerinde demokratik ve liberal eğilimlere yönelmişlerdir. Örgüt’ün, 1990’lı yılların sonlarında Hıristiyan Kıptilere karşı başlayan saldırılara ve cinayetlere tepki göstererek bunları terör eylemleri olarak nitelemesi, dış dünyada harekete karşı sempatinin oluşmasını sağlamıştır. Bununla birlikte Müslüman Kardeşlerin oluşturduğu sivil toplum kuruluşları, protesto eylemlerinde hiçbir zaman şiddeti araç olarak kullanmamış, kişi liderliğinden çok toplum liderliğini benimseyen sosyal bir yapıda olmuşlardır. Yine bu hareketin içinde doktorlar, avukatlar, öğretmenler, işçiler, öğrenciler ve bunların bağlı olduğu birçok dernek ve sendika bulunmaktaydı. Kahire depreminde hükümetten daha organize hareket ederek daha çok yardım ulaşmasını sağlaması Mısır toplumundaki saygısını daha da yükseltmiştir. Daha önce dini bir partinin kurulmasına imkân vermeyen düzenlemeler

70

Page 71:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

nedeniyle, Müslüman Kardeşler değişen seçim yasaları ile tarihinde ilk defa 2005 yılında 88 milletvekili ile parlamentoda temsil hakkını kazanmışlardır.

KİFAYE HAREKETİ 2004 sonbaharında, Mısır’da reform süreciyle birlikte, ülkede köklü değişikliklerin gerçekleşmesini

isteyen “Kifaye” adı altında toplumsal bir muhalefet ağı ortaya çıkmıştır. Hareket, başlangıçta bir sivil toplum hareketiyken daha sonra Mısır halkının özgürlük, eşitlik ve adalet gibi taleplerini Mısır siyasetine taşıyan siyasi bir harekete dönüşmüştür. Mübarek yönetimine karşı internet, cep telefonu gibi sosyal iletişim araçlarını kullanarak sosyal hareket eylemlerini organize eden oluşum; milliyetçileri, liberalleri, laikleri ve İslamcıları yani birçok kimlikten insanı Mübarek rejimine karşı birleştirecek bir yapı oluşmasına yardımcı olmuştur. Hatta Mısır’ın en önemli muhalefet hareketi olarak bilinen Müslüman Kardeşler bile faaliyetlerini “Kifaye” organizasyonlarına uygun şekilde yürütmüştür.

2011 MISIR DEVRİMİ 25 Ocak 2011 tarihinden itibaren başlayan gösteri ve protestolar, devrim sırasında ve sonrasında yaklaşık 1000 kişinin ölümüne 6000 civarında kişinin yaralanmasına ve 12000 kişinin tutuklanmasına yol açtı ve 11 Şubat 2011’de Mübarek’in istifasıyla sonuçlandı. Şubat 2011’den 2012 Haziranı’ndaki Cumhurbaşkanlığı seçimlerine kadar ülkeyi, Hüsnü Mübarek’in görevdeyken Savunma Bakanlığı görevinden aldığı Hüseyin Tantavi yönetti.

MUHAMMED MURSİ DÖNEMİ Haziran 2012’de oyların yüzde 52’nini alarak cumhurbaşkanlığına seçilen Muhammed Mursi,

demokratik yollardan seçilen ilk sivil cumhurbaşkanı olmuştur. 2000-2005 arası bağımsız milletvekilliği yapan Mursi, 2008’de girdiği ve 8 ay tutuklu kaldığı cezaevinden kaçmıştır. Uzun yıllar ABD’de eğitim görmüş olan Mursi, Müslüman Kardeşlerin bir yöneticisiydi. Ayaklanmalar sırasında Müslüman Kardeşler tarafından kurulan “Özgürlük ve Adalet Partisi’nin” başkanı seçilmiştir.

Mursi, göreve gelmeden önce ve göreve geldikten sonra yurtiçinde Filistin konusunu ön planda tutarak “refah geçişini açıp Gazze’yle Mısır’ı birleştireceğim”, “ABD ve İsrail’e karşı boyun eğmeyeceğim” gibi iddialarla ortaya çıkmıştı. Oysa dış politika faaliyetlerinde söylemlerine zıt politikalarda bulunmuştur. Hillary Clinton’dan gelen “Camp David Barış Antlaşmasını referanduma götürmeme” direktifi üzerine antlaşmayı referanduma götürmeme sözü vermiş; Müslüman Kardeşler üzerinden “İsrail’i tanıyabiliriz.” şeklinde konuşarak Gazze politikasında çok da büyük değişiklikler olmayacağını, refah geçidinin kapalı kalmaya devam edeceğini göstermiştir (hatta Gazze’ye verilen gazı kestirdiği yolunda söylentiler bulunmaktadır) Bunların yanında, “IMF’ye olan borçlarımızı ödeyip ilişkilerimizi keseceğiz” gibi söylemlerine rağmen 2012’nin Ağustos ayında IMF ile masaya oturarak 4 milyar 800 milyonluk bir borç anlaşması imzalamıştır. Aynı zamanda bölgedeki ABD politikası ekseninde Suriyeli muhaliflere destek çıkmıştır. Mursi’nin iç dengeleri gözeterek yaptığı çıkışlar ile dış politikalarının örtüşmemesi dış basında “Mursi’s dilemma” (Mursi’nin ikilemi) gibi bir tanımın ortaya çıkmasına sebep olmuştur.

Wall Street Journal’ın haberine göre Mısır’ın yeni savunma bakanı Abdülfettah El Sisi’nin, Obama’nın danışmanı ile ABD’de eğitim gördüğü 1981 yılından beri kişisel dostluğu bulunmaktaydı.

71

Page 72:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Aynı zamanda ABD’nin Mısır büyükelçisi Anne Patterson ile yakın ilişkisinin olması sebebiyle ABD’ye oldukça yakın bir isim olarak lanse edilmiştir. Bunun yanında Mursi’nin Yüksek Askeri Konsey’i tasfiye ederek kara, deniz ve hava kuvvetleri komutanlarını değiştirmesi ABD tarafından olumlu karşılanmıştır.

Mübarek eski bir Amerikan müttefikiydi ama Nasır’dan esinlenen bir Mısır milliyetçiliğinin de mevcut olması, ABD’nin, bir anlamda kullandığı ve yıpranan Mübarek yerine yeni bir oluşuma gitmesini gerektirmiştir. Bakıldığı zaman Mısır eylemlerini, ABD’nin, başta İngiltere, Fransa ve Almanya olmak üzere AB’nin destekliyor olması dikkat çekicidir. Bununla birlikte ABD, Mübarek iktidarı terk etmezse Mısır ordusuna her yıl hibe ettiği 1,5 milyar dolarlık yardımın kesileceğini belirtmiştir. ABD ve Suudi yardımlardı olmadan Mısır ekonomisinin ayakta durması zor olacağından bu tehdit Mısır açısından önemli olmuştur.

22 Kasım 2012’de Mursi bir deklarasyon yayınladı, yasama, yürütme ve yargıyı tek elde topladığını açıkladı. Mursi ve yandaşları bunun geçici ve devrimi güvence altına almak amacıyla yapıldığını savunsa da seçime kadar alacağı her kararın mutlak kılınmasını sağlaması ve parlamento ile yargı denetlemesini kaldırması, Mısır muhalefetini Mursi’ye karşı birleştirmiş, “yeni firavun” ve “Mursillini” (Mussolini’ye atıf yapılarak) imalarının yapılmasına neden olmuştur. Bundan dolayı Genelkurmay Başkanı Abdülfettah El-Sisi yönetime el koyarak Mursi’yi hapse attırmıştır.

MISIR ETNİK, KÜLTÜREL ve DİNİ YAPISI

BAŞKENTİ: Kahire NÜFUSU: yaklaşık 85 milyon RESMİ DİLİ: Arapça ETNİK KÖKENİ: %90 Arap; % 9 Kıpti (Hıristiyan) Her iki topluluk da Arapça konuşmaktadır. MEZHEBİ: Müslüman Arapların büyük bir bölümü Sünni ve Şafii mezhebine bağlıyken, Kıptilerin

büyük çoğunluğu Ortodoks mezhebine mensuptur. YÖNETİM ŞEKLİ: Cumhuriyet

SUUDİ ARABİSTAN

Suudi Arabistan ve hicaz emirliği Yavuz Sultan Selim Dönemi’nden itibaren Osmanlı

Devleti’nin denetiminde bulunmaktaydı. Bu durum XXI. Yüzyılın başına kadar devam

etmiştir.

1744 yılında Muhammed bin Suud’un yönetimi ele geçirmesi ile Arabistan’da “Suud

Yönetimi” başlamış oldu.

Suud Kraliyet Ailesi geçmişten bu yana üç aşamadan geçmiştir:

Birinci Suudi Devleti 1744-1818

İkinci Suudi Devleti 1818-1891

Günümüz Suudi Arabistan Krallığı 1891-….

72

Page 73:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Abdülaziz bin Suud (1902-1953)

UYARI: Hüseyin bin Ali el-Haşimi, bilinen adıyla Şerif Hüseyin, 1908-1916 yılları arasında Mekke

Şerifi, 1916-1924 arası Hicaz Kralı olan Arap lideri. 1852 yılında İstanbul'da doğdu. 1893 yılında yine

İstanbul'a çağrıldı. 1908'de II. Abdülhamid tarafından Mekke Şerifi olarak atandı.

1902 yılında Suud ailesinden yönetime geçen Abdülaziz, 30 yıl boyunca El-Raşid kabilesi,

Mekke Şerifi ve Osmanlılar ve amcası Suud Bin Faysal ile mücadele verdi. “İbn Suud” olarak

da anılan Abdülaziz, Osmanlı Sultanı’nın egemenliğini kabul ederek “Paşa” unvanı almıştı,

ancak İngilizler ile ittifak kurdu. İngilizler ile yaptığı 1915 tarihli “Darin Anlaşması” ile 1915-

1927 yılları arasında Britanya İmparatorluğu’nun egemenliğini kabul etti.

Daha öncesinde kendisini

“Necid Sultanı”,

“Hicaz, Necid ve çevresinin Kralı”

“İmam” olarak adlandıran Abdülaziz, 1932 yılında kendisini “Suudi Arabistan Kralı” ilan

etti.

1937 yılında Amerikan araştırmacılar Dammam bölgesinde zengin petrol kaynakları

bulunduğunu tespit ettiler, bu tarihten önce Suud Ailesi büyük bir yokluk içerisindeydi.

İbn Suud hayatı boyunca çok kez evlendi, çevresindeki Beni Halid, Ayman, Shammar ve El-

Eşşeyh kabilelerinin üyeleri ile evlilikler yaptı. İbn Suud 1953 yılında ölmeden önce 1945

yılında ABD ile ittifakını pekiştirdi.

Suud bin Abdülaziz (1953-1964)

İbn Suud 1953 yılında öldükten sonra tahta oğlu Suud bin Abdülaziz geçti. Ancak Suud bin

Abdülaziz’in yaptığı aşırı harcamalar onu kardeşi Faysal bin Abdülaziz ile karşı karşıya

getirdi. 1964 yılında kraliyet ailesi Suud’u Faysal’dan yana feragat etmesi yönünde zorladı.

Faysal bin Abdülaziz (1964-1975)

Azledildikten sonra Suud bin Abdülaziz’in daha genç oğullarından Talal Bin Suud’un

öncülüğünde bir grup prens, kendilerine “Özgür Prensler” adı vererek Mısır’a sığındılar.

Anılanlar liberalleşme ve özgürlüğü savunuyorlardı. Sonra Faysal tahta çıktığında anılanları

dönmelerine ikna etti. Affedilmişlerdi, ancak kendileri ve oğulları gelecekte hükümette

herhangi bir pozisyona gelmekten mahrum bırakıldılar.

Halid bin Abdülaziz (1975-1982)

73

Page 74:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Faysal bin Abdülaziz, 1975 yılında kuzeni Faysal Bin Musaid tarafından öldürüldü, Faysal Bin

Musaid derhal idam edildi. Tahta kardeşi Halid bin Abdülaziz geçti. Diğer ve tek öz kardeşi

Muhammed bin Abdülaziz, tahtta hak iddia etmekten vazgeçti ve Halid’den yana tahttan

feragat ettiğini açıkladı. Halid 1982 yılında kalp krizinden öldü.

Fahd bin Abdülaziz (1982-2005)

Tahta, dönemin en güçlü prenslerinden “Sudayri Yedilisi” kardeşlerden en yaşlısı Fahd

geçti. Bu yedi kardeşe “Sudayri Yedilisi” denilmesinin sebebi İbn Suud’un en gözde eşi olan

Hassa Binti Ahmad El-Sudayri’den doğmalarıydı. “Sudayri Yedilisi” olarak adlandırılmış olan

bu prenslerin isimleri Fahd, Sultan, Abdul Rahman, Nayef, Türki, Salman ve Ahmed’dir.

Fahd 1986 yılında kendisine “İki Kutsal Mescidin Koruyucusu” unvanını verdi.

Fahd 1995 yılında felç geçirince, tüm yetki ve sorumluluklar Fahd’ın öldüğü 2005 yılına

kadar aşama aşama Abdullah’a geçti.

Abdullah bin Abdülaziz (2005-2009)

Abdullah bin Abdülaziz,

2009 yılında Savunma Bakanlığı’na ve İkinci Başbakanlık makamına daha genç kardeşi

Sultan’ı atadı. Sultan 2011 yılında öldü.

2009 yılında kardeşi Nayef’i İçişleri Bakanlığı’na atadı. Nayef 2012 yılında İsviçre’de öldü.

2015 yılına gelindiğinde ise uzun bir hastalığın ardından Abdullah öldü ve veliaht prens

Salman Bin Abdülaziz yeni kral ilan edildi.

KRALİYET AİLESİNİN SİYASİ GÜCÜ

Suudi Kralları Muhammed Bin Suud’un soyundan gelmektedir. Ülkede kral yasama,

yürütme ve yargı fonksiyonlarını elinde bulundurmakta, Başbakanlık görevini de

yürütmekte ve Bakanlar Kurulu’na başkanlık etmektedir.

Ailenin kalabalık olması krallığın önemli vazifelerini aile üyelerinin yürütmesine ve

yönetimin her kademesine ailenin hâkim olmasına olanak sağlamaktadır. Günümüz

itibariyle yaklaşık 7,000 prens mevcut olup, bunların arasından Kral Abdülaziz’in 200 erkek

çocuğu ülkedeki başlıca yönetim mekanizmalarının başında bulunmaktadır. Bakanlar Kurulu

üyeleri ağırlıklı olarak Kraliyet ailesinin üyelerinden seçilmektedir. Ayrıca 2006’da

yayınlanan Kraliyet Kararnamesi uyarınca Suudi Kralları, Suudi Prenslerin oluşturduğu

komite tarafından seçilecektir.

74

Page 75:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Birinci Suudi Devleti Vahhabiliğin yayılması ile birlikte ortaya çıkmış, İkinci Suudi Devleti

ise sürekli iç çatışmalar yaşamıştır, üçüncü günümüz Suudi Arabistan’ın ise Ortadoğu’da

ciddi bir etkisi mevcuttur. Suudi Ailesi, Osmanlı Devleti, Mekke Şerifi, El-Raşid ailesi dâhil

olmak üzere Suudi Arabistan’ın içinde ve dışında çok sayıda İslamcı grup ile çatışma

yaşamış ve yaşamaya devam etmektedir.

Günümüzde Suud soyadı Muhammed Bin Suud soyundan gelenler tarafından

kullanılmaktadır. Suud ailesinin diğer kolları yönetimde etkili makamlarda bulunmakla

birlikte, Suudi Krallığı’na varislik konusunda söz sahibi değildir.

Kral devletin başı olarak mutlak siyasi gücü elinde bulundurmaktadır.

Kralın kabinedeki bakanları atama yetkisi mevcuttur. En önemli bakanlıklar olan Savunma, İçişleri ve Dışişleri Bakanlıkları Suud ailesine

ayrılmıştır. 13 bölgeye ayrılmış olan ülkede valilikler de çoğunlukla Suud ailesine verilmektedir. Finans, Çalışma, Bilgi, Planlama, Petrol ve Endüstri alanları ile ilgili Bakanlıklar

geleneksel olarak dışarıdan isimlere verilse de genç Suudi prenslere de verilebilmektedir.

Kritik askeri görevler de Suud ailesine tahsis edilmektedir. Kraliyet ailesi mevcut politik statükoyu koruyabilmek amacıyla ulemanın, ticari

grupların ve nüfusun büyük çoğunluğunun desteğine ihtiyaç duymaktadır. Siyasi ve yönetimsel görevlere yapılan atamalar uzun soluklu olmaktadır. Örneğin

Kral Abdullah, tahta geçmeden önce 1963-2010 yılları arasında Ulusal Güvenlik Konseyi’nin başkanlığını yürütmüş,

Prens Sultan ise 1962’den 2011 yılında ölünceye kadar Savunma ve Havacılık Bakanlığı görevinde kalmıştır.

Prens Mutain 1975-2009 yılları arasında Belediye ve Kırsal Hizmetler Bakanlığı, Prens Nayef 1975-2012 yılları arasında İçişleri Bakanlığı, şu anda tahtta olan Kral Selman, 1963-2011 yılları arasında Riyad Bölgesi Valiliği

yapmıştır. Uzun vadeli görevler prenslerin kişisel servetlerini artırmalarına ve adeta kendi derebeyliklerini kurmalarına neden olmuştur.

Kilit görevde olan prensler, kendi oğullarını yüksek mevkilere atayarak güçlerini korumayı

tercih etmişlerdir. Örneğin, Prens Mutaib Bin Abdullah, 2010 yılına kadar Ulusal Güvenlik

Konseyinde Başkan Yardımcılığı, Prens Muhammed Bin Nayef İçişleri Bakan Yardımcılığı,

Prens Halid Bin Sultan ise 2013 yılına kadar Savunma Bakan Yardımcılığı görevini

sürdürmüştür. Prens Mansur Bin Mutaib, 2009 yılında babasının yerine Belediye ve Kırsal

Hizmetler Bakanlığı’na getirilmiştir. Bu sayede zengin ödeneklere ve geniş imkânlara sahip

bakanlıklardaki görevler aile içerisinde paylaştırılmıştır.

75

Page 76:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

İRAN TARİHİMeşrutiyet’ten Rıza Han Darbesine Doğru

1905’te Japonya’nın Rusya’yı mağlup etmesi, Rusya’nın İran’ın bütününü kontrol etmeye çalışmaktan vazgeçip İngiltere ile anlaşmasına yol açtı.

1907’de imzalanan Anglo-Rus Sözleşmesi’yle, İran üç bölgeye bölündü.

76

Page 77:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Rusya Kuzey İran tarafını aldı. (Bu bölge, yukarıda Rusya’nın İran’la sınırından başlayıp Hazar Denizi boyunca devam ediyor)

Orta İran ise Kasr-ı Şirin’den İsfahan’a oradan Yezd’e uzanarak İran-Afganistan sınırında bitiyordu. İngiliz bölgesiyse Basra Körfezi’ne paralel uzanarak doğuda Hindistan İmparatorluğu’na temas ediyordu.

Ortada bir tarafsız bölge olmakla birlikte, herkes buranın İngiliz çıkarlarına açık olduğu konusunda hemfikirdi.

Osmanlıdaki meşrutiyet hareketlerine paralel olarak İran’da da benzer hareketler 1906 yılında başlamıştır. Meşrutiyetçilerin merkez bölgesi ülkenin kuzeybatısı, (Azerbaycan) olmuştur. Önce Seyyid Hasan Tağızade, daha sonra ise silâhlı meşrutiyet/direniş öncüleri olarak Settar Han ve Bağır Han önemli

figürler haline gelmiştir. Tebriz merkezli meşrutiyet 1909 yılında İngiltere ve Rusya’nın ortak kararıyla bastırılmıştır.

İran’da meşrutiyet dönemi aynı zamanda bir karmaşa dönemidir. İç karmaşa sürerken Birinci Dünya Savaşı patlamıştır. Teknik olarak İran, savaşa katılmamış, “savaşan taraf” olmamıştır. Bununla beraber, Osmanlı Devleti’nin İttifak Devletleri yanında savaşa girmesi Azerbaycan’ı Osmanlı-Rus Harbi’nin çatışma

alanına çevirmiştir. (1915 itibarıyla Rus birlikleri Kazvin’de karargâh kurmuş ve Tahran’ı zapt etme amacıyla beklemektedir.)

İngiltere, İran’ın petrol bölgesi Huzistan / Ahvaz bölgesini bir üs olarak kullanarak Osmanlı Irak’ına girmiştir. Alman ajanları ise İran’da taraftar toplayarak Rus ve İngiliz çıkarlarına zarar vermek üzere faaliyetler

içerisine girmiştir. 1905-1911 Tebriz meşrutiyetçilerinden olan Şeyh Muhammed Hıyabanî önderliğindeki

Azerbaycanlılar Demokrat Parti adında bir parti kurmuşlardır. Nisan 1920 itibarıyla bu hareket, merkezin Azerbaycan’daki görevlilerini dışarı çıkaracak kadar güçlenmiştir. Hareket hem demokratlığı hem de Azerbaycan Türkleri’ndeki yeni millî uyanışı yansıtan bir karaktere sahiptir. Eş zamanlı olarak çıkan Gilan, Horasan ve Azerbaycan hareketlerinin içinde merkez için en tehlikeli olanı Azerbaycan’daki Hıyabanî hareketi olmuştur. Ancak diğer hareketler gibi Hıyabanî hareketi de Kazak (Kozak) Tugayı tarafından bastırılmıştır.

Mondros’tan sonra, İzmit’teki işgal kuvvetlerinin komutanı olarak görev yapmış olan İngiliz General Ironside, Kazak Tugayı’ının başına, Rıza Han’ı getirmiştir. İngiliz General Ironside, o zaman Kazak Tugayı’nda komutan olan Rıza Şah’la Kazvin’de görüşmüştür. Ironside, Rıza Şah’a ve onun yanındaki dört komutana, yönetimi ele geçirmeleri için destek olmaktaydı. General Ironside’ın Rıza Şah’tan iki talebi olmuştur. Bunlardan, Birincisi, Kacar hanedanının devrilmemesi, ancak Rıza’nın bu hanedanın Genelkurmay Başkanı ve Başbakanı

olarak görev yapmasıdır. İkinci talebi ise, Azerbaycan’ın ülkeye öncülük etmesine asla izin verilmemesidir.

DİKKAT: İngiliz kolonyalizm dönemi diyebileceğimiz o dönemde, Azerbaycan’ın daima millî direnişin merkezi olması, İngiltere’nin endişesinin asıl kaynağıdır. General Ironside’ın birinci talebi Rıza Şah tarafından yok sayılmışsa da ikinci talebi özenle uygulanmıştır.

77

Page 78:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Pehlevî soyadını alarak kendisini ve yönetimini İslâm öncesi Sasani Krallığı’yla ilişkilendiren Rıza Şah, İran’daki Fars olmayan bütün unsurlara ve özellikle bütün Türklere karşı adeta savaş açmıştır. Sadece ülkenin adını değil, milletin adını da Aryanlar’ın ülkesi anlamında, “İran” sözüyle ifade etmiştir. Böylelikle, kısa süre içinde, ülkenin tarih ve kültürüne ilişkin olumsuz olarak ne varsa Azerbaycanlılar’a ve diğer etnik unsurlara, yani Kürtler’e, Araplar’a, Lorlar’a, Beluçlar’a isnat edilmeye başlanmıştır. Şahlık tarafından kurulan kulüpler, dernekler vs. örgütlenmelerde, adeta “Aryan Milletlerin Cenneti” olarak gördükleri memleketlerinde bütün ekonomik ve sosyal meselelerin sebebinin de Aryan olmayanlar olduğuna dair propaganda yapılmıştır. Tamamen İngiliz organizasyonu olan bir darbenin aracısı durumunda olan Seyyid Ziya ve darbeyle İran Şahı ilân edilen Rıza Şah, bütün iktidarları boyunca İngiliz çıkarlarının hizmetinde olmuşlardır. Önerdikleri anlaşmayı imzalamayan Kacar Ahmed Şah’ı tahttan indiren İngiltere, 1933 tarihli petrol anlaşmasının temellerini ancak Rıza Şah’la hazırlayacağını bilmiştir. Böylece, İran’daki Pehlevî hükümranlığı 1921 yılındaki darbeden itibaren başlamıştır.

Şah Rıza Pehlevi Darbesi (1921) Rıza Şah’ın bir ulus devlet inşasına girişmiştir. Bunun için siyasi alanda şunları yapmıştır, Arap-İslâm dünyasından kimlik bakımından ayrışmayı vurgulama isteğini, Avrupa’nın seküler milliyetçilik

anlayışını ve geleneksel din-kabile bağlılıklarının yerine devlete bağlılığı getirmeye içeriyordu. Fars kimliğini İranlılık kimliğinin merkezine alıp İranizm ideolojisini desteklemiştir. Birinci Dünya Savaşı’nın sonundan itibaren popülerleştirilmeye çalışılan yeni tür Aryanist ve Panfarsist

milliyetçiliği benimsemiştir. Farsça’yı ülkenin resmî dili olarak ilân etmiştir. Yerel dillerin okullarda kullanımını ve Farsça dışındaki

dillerde kitap ya da gazete yayınlanmasını yasaklamıştır. Rıza Şah Dönemi’nde uluş inşası için farklı alanlarda da çalışmalar yapılmıştır; Ülkenin sanayi, ulaşım (demiryolu), iletişim (radyo) gibi alanlarda hızlı gelişmeler göstermiştir. Petrol gelirlerindeki artışın da etkisiyle merkezîleşme hızlanmıştır. Dört temel ürünün (pirinç, tütün, çay ve ipek) üretiminde tam kontrol sağlanmaya çalışılmıştır.

Rıza Şah’ın bu siyasi ve ekonomik faaliyetleri sivil halka olan bağımlılığını azaltarak merkezîleşmeye katkıda bulunmuştur.

Modernleşme ve Rıza Şah’ın hükümet- lerinin ırksal doktrinel yönelişi, Pehlevî elitine de din sınıfı karşıtı bir his vermiştir. Rıza Şah’ın milliyetçiliği, İran’da geleneksel olarak varolan ve Farsça “mihan peresti” olarak ifade edilen yurt sevgisinden farklı olmuştur. Avrupa’da 19. yüzyılda ve 20. yüzyıl başında gelişen, en katıksız halini Faşist İtalya ve Nazi Almanya’sında bulan ırkçılık, aslında Rıza Şah’ın anlayışını “milliyetçilik”ten daha doğru anlatmaktadır. Uygulamada, Türkçe konuşan nüfusun Farsça konuşan nüfustan fazla olmasına bakılmaksızın Arap ve Türk karşıtı bir İran tarih anlayışı propagandası yürütülmüştür. Rıza Şah döneminde, İran Arapları neredeyse inkâr edilmiş, yok sayılmışlardır. Resmî ayrımcılık bütün milletlere karşı uygulanmıştır.

Musaddık’tan İslâm Cumhuriyeti’ne Rıza Şah 1930’lar boyunca güç dengesine dayalı olarak İran’ın toprak bütünlüğünü

korumaya çalıştı. 1940’ların sonunda, geleneksel olarak İngiltere’ye dayanan Şah, Stalin’in

78

Page 79:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Sovyetler’ini dengelemek için Almanya’yı üçüncü bir güç olarak devreye soktu. Şah; Hitler’in 1939’da Avrupa üzerine akan askerî gücünden etkilenmiş, ancak bunun karşı taraftaki yansımalarını hesap edememişti. Almanya 1941’de Sovyetler Birliği’ne saldırdığında Rıza Şah’ın dikkatle uygulanan üçayaklı sistemi de çökecekti. İkinci Dünya Savaşı’nın başlamasıyla, İngiltere-Rusya ittifakı, İran’ın tarafsızlığını havada bırakıp bu ülkeyi müttefik ihtiyaçlarının güzergâhı haline getirdi ve güvence altına aldı. 25 Ağustos 1941’de İngiliz donanması Basra Körfezi’nin İran tarafındaki Horremşehr’e doğru yol aldı. Öte yandan Sovyet Kızılordusu da Güney Azerbaycan’ı işgal etti. 127.000 kişilik ordusu büyük devletlerin savaş makinaları karşısında adeta soluveren Rıza Şah, müttefiklere bağlanmadan ayakta kalamayacağına kani oldu. Zira Tahran’ın İngiliz ve Rus birliklerce kuşatılmasıyla birlikte ordusu dağıldı ve merkezin otoritesi için her zaman bir tehdit olmaya hazır aşiretlere hafif silâhlar dağıtıldı. İngilizler, kendi elleriyle getirdikleri Rıza Şah’ın işleri sürdürmedeki performansından memnun olmadıkları için yerine oğlu Muhammed Rıza Şah’ı geçirmişlerdir. Şah’ın eli zayıf olmakla birlikte Ocak 1942’deki Üçlü Pakt Anlaşması ile (Tripartite Treaty) büyük devletler Pehlevî hanedanının devamlılığını sağlayarak ona meşruiyet kazandırmışlardır. Rıza Şah döneminde dağılan ordu İngiliz desteğiyle yeniden kontrol altına alınmıştır.

Ancak ABD’nin savaşa girmesiyle İran yeni bir denge unsurunun işaretlerini almıştır. Bazı İranlı siyasetçiler, ABD’li Millspaugh’u malî danışman olarak ülkeye gelmesi için ve ABD yatırımları için teşvik etmişler, öte yandan ABD’li Norman Schwarzkopf’u da Jandarma birliklerinin başına getirmişlerdir. (Bu isim, ABD’nin 1991’deki Körfez Harekâtı sırasındaki Genelkurmay Başkanı aynı adlı Norman Schwarzkopf’un babasıdır.) ABD ise, savaş sonunda önemli bir petrol ithalatçısı olacağını bildiğinden Körfez’deki bu gelişmeden memnuniyet duymuştur. ABD’liler diğer siyasetçileri bir kenara bırakıp Şah ve onun ordusu üzerinden gitmeye karar vermişlerdir. Şah da bu güveni sağlamlaştırmak için elinden geleni yapmıştır. Savaş bittiğinde, 1943 Tahran Konferansı sonucunda ulaşılan bu kez ABD-İngiliz-Sovyet açıklamasıyla, İran’a savaştaki katkılarından dolayı ekonomik yardım yapılması kararlaştırılmıştır. Üçlü Pakt’ın hükümlerinden biri de İngiliz ve Sovyet birliklerinin İran’dan çekilmesiydi. Ancak Sovyet Rusya ve bir ölçüde de İngiltere, çekilmekte isteksiz davranmakta ve İran’daki geleneksel nüfuz alanlarını korumaya çalışmaktaydılar. İki devlet, ABD’nin artan nüfuzundan da rahatsızlık duyuyorlardı. Bu durum Soğuk Savaş olarak bilinen tarihî dönemin tam da İran’da, hem de ülkenin Azerbaycan bölgesinde başlamasının nedenidir. ABD ve SSCB’nin İran üzerinde giriştiği nüfuz mücadelesi, Soğuk Savaş’ın ilk mücadele örneği olarak tarihe geçmiştir.

Soğuk Savaş Dönemi’nde Sovyetlerin nüfuzu da ABD aleyhine gerilemiştir. 1950 itibarıyla, Anglo-Iranian Oil Company’nin İran petrollerinden 170 milyon Pound kâr elde ettiği, bunun da %30’unu İngiliz hükümetinin vergi olarak aldığı belirtilmektedir. 1933 imtiyaz antlaşması uyarınca İran hükümeti, %15-20 oranında bir telif hakkına sahipti. 1950 itibarıyla İran petrol sahaları 32,1 milyon ton ham petrol üretirken, ABD hâkimiyetindeki Suudî Arabistan yataklarından 26,2 milyon ton petrol elde edilmekteydi. Bununla birlikte, Suudîler 112 milyon Dolar doğrudan ödeme alırken, İran sadece 44,9 milyon Dolar almaktaydı. Bu

79

Page 80:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

adaletsizlik İran tarafında rahatsızlık yaratarak antlaşmanın yeniden müzakeresini gündeme getirmiş, sonuç olarak 1949’da Anglo-Iranian Oil Company ile İran Hükümeti arasında Tamamlayıcı Petrol Antlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma İran’ın payını %30’a çıkarmaktaydı. Ancak bundan kısa bir süre önce Suudî Arabistan’la oradaki Arabian-American Oil Company arasında kârın %50-%50 paylaşımını öngören bir uzlaşmaya varılmıştı. İran tarafı Kasım 1950 başında bu gelişmeden haberdar olmuştu ve Tamamlayıcı Petrol Antlaşması da henüz İran Meclis’inde onaylanmamıştı. Nitekim İran tarafı yarı yarıya paylaşım dışında hiçbir seçeneği düşünmeyeceklerini açıklamıştır. Böylelikle petrolün millîleştirilmesi meselesi de gündeme gelmiştir. Aslen Türk aileden olan Başbakan Muhammed Musaddık, AIOC’la yapılan 1933 tarihli petrol anlaşmasının değiştirilmesini ve petrolün millîleştirilmesini istemiştir. Bu çıkış, Musaddık öncülüğündeki Millî Cephe’ye Tûde (İran Komünist Partisi) ve dinî grupların da destek vermesine ve sokakları doldurmasına yol açmıştır. Şah ise bu gelişmeden endişelenerek General Ali Razmara’yı Başbakanlığa getirmiştir. Razmara Millî Cephe’yi bölmeye ve muhalefeti geri adım atmaya zorladıkça Millî Cephe güçlenmiştir. Şah’ın ve İngiltere’nin kuklası durumuna düşen Razmara, Musaddık başkanlığındaki bir Meclis komisyonu tarafından hazırlanan 19 Şubat 1951 tarihli petrolün tam millîleştirilmesi yasasını reddedince, 7 Mart’ta bir Fedayin mensubu Razmara’yı suikastle öldürmüştür. Ülkede yeni bir karmaşa başlarken Meclis de 15 Mart’ta Millîleştirme Yasası’nı onaylamıştır.

AJAX OPERASYONU (1953): Nedeni: İngiltere’nin ve ABD’nin İran petrolünün geleceğine dair endişelerinin artması ve petrol üretiminin merkezi olan Abadan bölgesinde karışıklıkların çıkarması

Abadan krizinde İngiltere bir müdahaleyi göze alamamış, bunun yerine Şah üzerinden Musaddık’a baskı yapmıştır. Musaddık baskılar üzerine istifa etse de, seçimle daha sonra daha güçlü olarak Başbakanlık ruhsatını kazanmıştır. İngiltere, ABD ve Şah’ın daha fazla endişelenmesi, “Ajax Operasyonu” olarak Ortadoğu tarihine geçen ve Musaddık’ı 1953’te deviren bir CIA-MI6 darbesinin başlatılmasına yol açmıştır. Musaddık tecrübesi, İran’da Şah’ın imajını zedelemiş, toplumdaki monarşi karşıtı duyguları güçlendirmiş, monarşi karşıtı olup farklı ideolojik ve sosyal kesimlerden gelenlerin ortak zemin bulmalarının önünü açmıştır. Bunların içinde muhtelif milliyetçi, İslâmcı ve sol gruplar vardır. İran’da 1979 Devrimi’ne giden yolda, bu anlamda Musaddık darbesinin rolü büyüktür. Çoğu yoruma göre, 1979 Devrimi’ne giden süreçte toplumsal hareket anti-Amerikanizm, Şiîlik ve İran milliyetçiliğinin oluşturduğu bir üçlü sacayağına oturmuştur. Bunda da 1953 darbesinin rolü büyüktür. Musaddık darbeyle devrildiği 1953’ten öldüğü 1969’a kadar ev hapsinde tutulmuş, ancak İran’da sular durulmamıştır. 1970’li yıllar, dünyanın pek çok yerinde olduğu gibi, Ortadoğu’da da Soğuk Savaş’ın vasıtalı savaşları mahiyetindeki çatışmalara yol açmıştır. İran’da komünist Tude Partisi’nden, Halkın Mücahitleri Örgütü’ne, Humeyni taraftarlarından çeşitli milliyetçi-muhafazakâr gruplara kadar değişik türdeki siyasî akımlar zaman zaman birbirleri ile ancak genel olarak Şah aleyhinde mücadele içinde olmuşlardır. 1970’lerin sonuna doğru özellikle sol ve İslâmcı akımlar sokak hâkimiyetinde ileri aşamalar

80

Page 81:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

kaydetmişlerdir. Şah Muhammed Rıza Pehlevî ise, halkın nazarında, ABD’nin Ortadoğu’daki ileri karakolu olma vazifesini üstlenen, toplumdan kopuk, geleneklerden kopmayı ve yozlaşmayı temsil eden bir çizgiyi temsil eder hale gelmiştir. Gelir dağılımındaki adaletsizlik, özellikle siyasî dönüşüm süreçlerinde hep önde olan esnafın rejime güvenini sarsmaya başlamıştır. Elbette devrimdeki dışsal faktörler de bu noktada hatırlanmalıdır. ABD, Şah’ın ülkeyi taşımakta zorlandığını gördüğünde, solun hâkimiyetine girecek bir İran’ı Sovyetler’in çevrelenmesi projesine çok büyük bir tehdit olarak görmüş ve Şah karşıtı bloğun İslâmcı bir nitelik taşımasından o kadar da rahatsızlık duymamıştır. Sovyetler ise Şah’ın ABD müttefiki olması nedeniyle her tür değişime ümitle yaklaşmıştır. 1979 yılının 16 Ocak’ında Şah ve ailesi ülkeyi terk edecek, 1 Şubat günü ise, merkezinde devrimci grupların en organize olanlarının bulunduğu Şah karşıtları, o güne kadar sürgünde olan Ayetullah Humeyni’yi bir Air France uçağı ile Paris’ten Tahran’a getireceklerdir. O görüntüler, devrimin gerçekleşme görüntüleri olarak tarihe geçmiştir. 30-31 Mart 1979 tarihli referandumla İran artık bir “İslâm Cumhuriyeti” olmuştur. Devrim sürecinde çok önemli bir fonksiyonu olan Tebriz merkezli “Halk-e Müselman” hareketi, kendisine lider olarak Ayetullah Şeriatmedarî’yi benimsemiş ve devrim sürecinde bölgede bir süre kontrolü elinde bulundurmuştur.Ancak devrimin yerleşmesinden sonra merkez, Halk-e Müselman hareketinin bu otonom girişimini bastırmış, Şeriatmedarî’yi ev hapsine mahkûm etmiştir. Yeni İran’ın devrimci yöneticileri, devrime katkıda bulunan diğer grupları ya eritip sisteme dâhil etmek ya da sistem dışına çıkarıp imha etmek suretiyle hâkimiyetlerini tesis etmişlerdir.

KUVEYT TARİHİ

Kuveyt 20. Yüzyılın başına kadar Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında kalmıştır. 20. Yüzyılın başında Kuveyt, başta İngiltere olmak üzere Almanya ve Rusya’nın da dikkatini

çekmiştir. Osmanlı Devleti’nin Çöküş sürecinde Rusya’nın Osmanlı Devleti’nden Kuveyt Limanı girişinde bir kömür deposu kurma imtiyazı

koparması

81

Page 82:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Almanya’nın ise Osmanlı Devleti’nden Kuveyt'e kadar uzanacak olan Bağdat demiryolu imtiyazı alması…

aynı bölgede çıkarları bulunan İngiltere’yi harekete geçirmiştir.

İngiltere Osmanlı merkezi hükümetinden izin istemeyen Kuveyt ile bir antlaşma imzalamıştır. Hindistan genel valisi Lord Curzon Yüzbaşı Mead'i Kuveyt'e göndererek 23 Ocak 1899 tarihinde Mübârek es-Sabâh ile gizli bir antlaşma yaptı. Antlaşmaya göre; Şeyh ve vârisleri İngiltere'nin izni olmadan başka bir devletin temsilcisini kabul etmeyecek, İngiltere’de şeyhe 15.000 rupi (yaklaşık 1000 sterlin) tahsisat bağlayacak, İngiltere, şeyhin istediği yazılı garantiyi vermemekle birlikte ondan topraklarının bir kısmını

İngiltere'ye kiraladığına dair imzalı bir belge almayı başardı. Osmanlı merkezî idaresi durumdan şüphelenerek Basra liman memurunu Kuveyt’e

gönderdi. Memurun şeyh tarafından kabul edilmemesi şüpheleri arttırdı. II. Abdülhamid, Basra Nakîbü’l Eşraf kaymakamı Receb Efendi'yi Kuveyt'e yollayarak gerçek durumu öğrenmek istedi (Ocak 1900). Mübârek es-Sabâh, İngiltere ile yaptığı gizli antlaşmayı inkâr etti ve ayrıca Osmanlı Devleti’ne bağlılığını göstermek için şu faaliyetlere girişti; Osmanlı Devleti'ne bağlılığını bildiren imzalı bir belgeyi de padişaha iletilmek üzere Receb

Efendi'ye verdi. Kuveyt'i ziyaret eden Rusya'nın Bağdat konsolosunu bir Osmanlı memuru sıfatıyla karşıladı. Bu

bağlılığından dolayı Mübârek es-Sabâh’a “İkinci Mecîdî” nişanı verildi ve Mîr-i Mîrânlık rütbesiyle paşa yapıldı (20 Mayıs 1900).

Padişahın ilgisi karşısında Mübârek es-Sabâh, Kuveyt'te kendi parasıyla yaptırdığı camiye onun adını verdi. Ayrıca bağlı olduğu Basra vilâyetini ziyaret ederek (17-24 Kasım 1900) Kuveyt'e hiçbir yabancı devleti sokmayacağına ve Osmanlı Devleti'ne bağlı kalacağına dair Vali Muhsin Paşa’ya söz verdi.

Mübârek es-Sabâh bu sözüne rağmen İngiltere ile imzaladığı gizli antlaşmaya uygun davrandı. Padişahın izniyle Kuveyt'e giden Bağdat Demiryolu Şirketi'nden bir heyeti kabul etmedi. İngilizlerin destek ve kışkırtmalarıyla Necid Emîri’ne karşı Ocak 1901’e savaş açtı.

Basra Valisi Muhsin Paşa durumu öğrenmek için Kuveyt'i ziyaret etti (19 Mayıs 1901 ) ve şeyh tarafından samimi bir şekilde karşılandı. İngilizlerin Kuveyt'te bir himaye sistemi oluşturma çabaları Rusya, Fransa ve Almanya'nın da tepkisine yol açtı. İngiltere ise bu devletlere statükoyu korumaktan başka bir amacının olmadığını bildirdi. Fakat 4000 asker ve mühimmat yüklü Zuhaf adli Türk gemisinin Kuveyt Limanı'na girdiği sırada limandaki İngiliz gemisinin kaptanının ziyaret maksadıyla geldiği Türk gemisi kaptanına Kuveyt'in İngiltere'nin himayesinde olduğunu söyleyerek tehditlerde bulunması (24 Ağustos 1901) tartışmaları yeniden başlattı.

İngiltere'nin İstanbul'daki elçisi, İngiliz çıkarlarının korunması konusunda Kuveyt kaymakamıyla antlaşma yaptıklarını açıkladı. Türk hükümetinin bunun devletler hukukuna aykırı olduğunu hatırlatması üzerine amaçlarının statükoyu korumak olduğunu söyledi. Nihayet karşılıklı verilen notalarla iki devlet arasında Kuveyt'te statükonun korunması konusunda antlaşma sağlandı (11 Eylül 1901). Buna göre; İngiltere Kuveyt'i işgal etmeyecek veya himayesine almayacak

82

Page 83:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

Osmanlı Devleti de buraya asker göndermeyecekti İngiltere'nin bu antlaşmaya dayanarak Kuveyt'e yerleşmesinden korkan padişah, hem

İngiltere'nin asıl maksadını anlamak hem de Kuveyt'te egemenlik haklarının hâlâ sürdüğünü göstermek için Basra Nakîbü’l Eşrafı ile vilâyetten resmî bir memurun Kuveyt'e gönderilmesine karar verdi. Osmanlı heyetinin Kuveyt'e gelişi İngiltere tarafından antlaşmaya aykırı bulundu. Osmanlı hükümeti de kendi egemenlik haklarının değişmediğini belirtti. Ancak İngilizler çeşitli bahanelerle Kuveyt'e silâh yığmayı sürdürdü. Lord Curzon, Kasım 1903’te Kuveyt'i ziyaret ettikten sonra Hindistan ordusunda çalışan Notis'i Ağustos 1904’te Kuveyt'e konsolos olarak gönderdi, Bâbıâli'nin itirazı üzerine İngiltere bunun konsolos değil siyasî memur olduğunu bildirdi. Maaş ve ikramiye adıyla Mübârek es-Sabâh'a 100.000 rupi ile gıda yardımında bulunan siyasî memur için bir bina tahsis edildi ve kapısına da İngiliz bayrağı çekildi. Bölgede çalışan İngilizleri koordine eden bu memur Kuveyt'in idarî işlerine de müdahale ediyordu. İngilizler, zengin petrol yataklarının bulunduğu yerleri işaretleyerek Kuveyt'in sınırlarını tesbit etmeye başladılar.

İkinci Abdülhamid'in tahttan indirilmesinin ardından İngiltere, Kuveyt konusunda daha rahat hareket etme fırsatı buldu. İngiliz Hariciye Nâzırı Edward Grey, parlamentoda yaptığı bir konuşmada Kuveyt şeyhiyle antlaşma yaptıklarını ve şeyhi koruma görevini üstlendiklerini açıkladı (8 Mart

1911). Kuveyt konusunda şeyh ile imzaladıkları antlaşmaların tanınması halinde Osmanlı Devleti'nin

Kuveyt üzerindeki egemenlik haklarını ve şeyhin bir Türk kaymakamı sayılmasını kabul edeceklerini bildirdi (29 Temmuz 1911).

İç ve dış olayların yoğun baskısından ancak İngiltere'nin desteğiyle kurtulmanın mümkün olduğuna inanan İttihatçılar, İngiliz tekliflerini olumlu bularak şeyhle yaptıkları antlaşmaların metinlerini istediler. İtalya'nın Trablusgarp'a saldırmasından (19 Eylül 1911) sonra Edward Grey şeyhle yapılan antlaşmaların metinlerini gönderdi (24 Ekim 1911). Osmanlı hükümeti, Kuveyt'te İngiliz çıkarlarına ve Osmanlı egemenliğine uygun bir antlaşmayı kabul edeceğini İngiltere'ye bildirdi (15 Nisan 1912). Fakat Balkan Savaşı yüzünden herhangi bir girişimde bulunulmadı. Bâbıâli Baskını ile tekrar iktidara gelen İttihatçılar, Londra'ya gönderdikleri temsilci vasıtasıyla antlaşmayı imzaladılar (29 Temmuz 1913). Buna göre; Kuveyt, Osmanlı Devleti'ne bağlı idarî muhtariyete sahip bir kaza merkezi olarak kabul edildi. Kuveyt kaymakamını yine Osmanlı padişahı tayin edecekti. Osmanlı Devleti Kuveyt'in iç işlerine karışmayacak ve oraya asker göndermeyecekti. İngiltere de antlaşmaya uygun olarak bu mukavelede belirlenen statükoda Osmanlı hükümeti bir

değişiklik yapmadıkça Kuveyt ile olan ilişkilerinde bir değişiklik yapmayacak ve Kuveyt üzerinde himaye tesis etmeyecekti.

Osmanlı Devleti, Bağdat demiryolunu Kuveyt toprakları içinde de sürdürmek isterse İngiltere ile anlaşıp ilgili tesisleri birlikte yapacaklardı.

Birinci Dünya Savaşı'nın çıkması üzerine bu antlaşmalar yürürlüğe konulamadı. İngiltere savaşta Basra'yı ele geçirince (22 Kasım 1914) Kuveyt'in kendi himayesinde olduğunu ilân etti. Fakat bundan hoşlanmayan Şeyh Mübârek es-Sabâh ve Kuveyt ileri gelenleri Kuveyt'i ziyaret eden İngiliz Generali Harding'i karşılamadılar (31 Ocak 1915). Mübârek'in

83

Page 84:  · Web viewÖnce Mekke Şerifi Hüseyin bin Ali'ye Arap Krallığı'nı vadeden, ardından Sykes-Picot Antlaşması'yla Osmanlı İmparatorluğu'nun topraklarını Fransa ile paylaşan

vefatından (30 Ocak 1916) sonra İngilizler, Nâşir'i şeyh yapmak istedikleri halde halk Sâlim'i şeyhliğin başına getirdi (Aralık 1916). Sâlim, İngilizlerle daha önce yapılan antlaşmaları tanımadığını açıklayarak Osmanlı Devleti ile ilişkilerini düzeltmeye özen gösterdi. İngiltere de Kuveyt'e karşı ambargo uygulayıp ticareti yasakladı. Sâlim'in ölümünün (27 şubat 1921) ardından şeyhliğe getirilen Câbir'in oğlu Şeyh Ahmed; İngiltere ile ilişkilerini düzeltti. Irak ile olan sınırını İngilizlerin yardımı ile belirledi. Suudi Arabistan ile antlaşma imzalayarak (2 Aralık 1922) sınır meselelerini halletti. İngiliz ve Amerikan sermayesiyle kurulan Kuwait Oil Company adlı şirket 1936'dan itibaren petrol

çıkarmaya başladı. Şeyh Ahmed'in vefatından ( 1950) sonra Şeyh Abdullah, petrol gelirlerini planlı bir şekilde

ülke kalkınmasında kullandı. Kuveyt, 19 Haziran 1961 'de tam bağımsızlığa kavuştu ve şeyh "emîr" unvanını aldı. Irak ise

Arap Birliği'ne üye olan Kuveyt'in bağımsızlığını tanımadı ve Şeyh Abdullah'ın Basra vilâyetine bağlı olarak Kuveyt kazası kaymakamlığına tayin edildiğini açıkladı. Kuveyt, Irak saldırısına karşı İngiltere'den yardım istedi. Arap Birliği de Kuveyt'in bağımsızlığını korumak için kuvvet gönderdi (Eylül 1961 ). Kuveyt'in Birleşmiş Milletler'e üye olmasından (Mayıs 1963) sonra Irak da Kuveyt'in bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü tanıdı (Ekim 1963). Arap Birliği askerleri aynı yıl Kuveyt'i terk ettiği halde İngiliz askerleri 1971 'e kadar Kuveyt'te kaldı. Kuveyt'te yirmi kişilik kurucu meclisin hazırladığı anayasaya göre seçilen meclis çalışmalarına başladı (Ocak 1963). Şeyh Abdullah'ın ölümünün (24 Kasım 1965) ardından Şeyh Sabâh emîr, Câbir de başbakan oldu. Câbir daha sonra veliaht ilân edildi (Mayıs 1966)

Kuveyt, Irak- İran savaşı (1980-1988) sırasında Irak tarafını tuttuğu gibi Irak petrollerinin Kuveyt limanlarından dünyaya satılmasını sağladı. Irak yanlısı politika izlemesi İranlı grupların tepkisine yol açtığından 27.000 İranlı ve diğer yabancılar Kuveyt'ten çıkarıldı ( 1985-1986).

Irak, Iran savaşı sırasında petrol gelirlerinin bir kısmının çalındığı iddiasıyla Kuveyt'i işgal ederek (2 Ağustos 1990) Kuveyt'in Irak'ın on dokuzuncu vilâyeti olduğunu açıkladı. Kuveyt yöneticileriyle emîr komşu ülkelere sığındı. Nihayet Birleşmiş Milletler'in kararı gereğince Amerikan ve İngiliz askerî gücü tarafından Irak kuvvetleri Körfez Savaşı ile Kuveyt'ten çıkarıldı (28 şubat 1991). Sürgündeki Kuveyt hükümeti ve emîr Kuveyt'e döndü. Kuveyt savaşta büyük tahribata uğradı. Kuveyt yönetimi yabancıların sayısını % 50'nin altında tutma ilkesini benimsedi. Ülkenin yeniden imarı için Amerika ile on yıllık bir savunma antlaşması imzalandı (19 Eylül 1991). Benzer bir antlaşma İngiltere ve Fransa ile de yapıldı (1992).

84