TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

229
ROMAN YAZMA TEKNİKLERİ/ARŞİV Bir roman yazarken ihmal edilemeyecek bazı unsurlar bulunmaktadır. Bunlar: 1) Konunun bulunması; 2) Konuya uygun karakterlerin geliştirilmesi; 3) Yazacağınız roman türünde birçok kitap okunmasıdır. Birçok roman sadece birkaç saniyelik bir düşle veya bir kişi ya da bir olay sonucu aklınıza takılan bir fikirle başlar. Fakat hiçbir düş ya da olay içinde çeşitli karakterler ve onların etrafında oluşan çatışmalar olmadıkça romana dönüşmez. İlk aşama: Karakterlerin oluşturulması Bir romanın en temel taşını, romandaki karakterler oluşturur. Bu karakterler yeteneklerini en uç noktasına kadar kullanmak zorundadır. Roman karakterleri, gerçek, yaşayan insanlar kadar karmaşık olmayacaktır. Ancak okuyucunun onunla kendini özdeşleştirebileceği kadar da gerçek olmalıdır. Bu çok ince bir çizgidir. Örneğin gerçek bir insan gibi değişik özelliklere sahip olmalıdır. Zaafları olması, hatalar yapması gerekir. Bu romana tat katan bir unsurdur. Yaratacağınız kahraman tek yönlü olmamalıdır. 1) İşe ana karakterinizi oluşturmakla başlayın. Bir romanda en fazla iki ana karakter olduğunu unutmayın. Daha fazla ana karakter kullanımı çok nadirdir. 2) Ana karakterinize başa çıkması gereken bir problem yaratın. Ne istiyor? Ne için mücadele edecek? Romanın içinde mutlaka çatışma olmak zorundadır. Dış unsurlarla çatışmanın yanı sıra kahramanın iç dünyasında kendiyle ilgili bir çatışmasının olması da romana renk katacak bir unsurdur. Amacına ulaşması için kendi iç çatışmasını da aşması gerekmektedir. Kahramanınızın hiçbir iç çatışmaya düşmeyen çok güçlü bir karakter olması, romanı sıkıcı hale getirecek; okuyucunun onunla kendini özdeşleştirmesini imkansız kılacaktır. Kazanmak için doğmuş biri, herkese sıkıcı görünür. Örneğin: A, kocasından nefret eden, onu hayatında engel olarak gören başarılı bir iş kadını. Ancak kocasından bir yandan kurtulmak isterken; öte yandan da yalnız kalmaktan korkuyor olması gerekir. Bunun nedeni ise, çok küçük yaşta öksüz kalması olabilir. 3) Bu problemi çözmesinin önündeki büyük engelleri ve zorlukları belirleyin. 4) Yan karakterler: ana karakterin etrafında çatışma yaratacak diğer karakterleri belirleyin. Ona zor zamanlar yaşatacak, önüne engeller çıkartacak diğer karakterleri oluştururken dikkat etmeniz gereken bazı hususlar vardır. Bunlar, mümkün olduğunca az kişi kullanmak ve olayı anlatmak istediğiniz kadar karakter yaratmaktır. Fazlasından kaçının. Tüm bu karakterlerin özelliklerini yazabileceğiniz bir dosya açmanız, bu noktada faydalı olacaktır. Aklınıza geldikçe onların kişiliği hakkında notlar eklemeniz gerekebilir. Karakterlerinizi oluştururken dikkat etmeniz gerekenler: Tutarlılık: Karakterlerin hareketleri ve konuşmaları, kişiliği ile tutarlı olmalıdır. Diyaloglar: Romandaki kişilerin ve onların özelliklerini tanıtıcı olmalıdır. Motivasyon: Karakterlerin o şekilde davranmak için geçerli nedenleri olmalıdır. Değişim: Karakterler hikayenin başlangıcından itibaren çeşitli sorunlarla, çatışmalarla karşılaşmalı, bazen engellere takılmalı, bazen de onları aşmalı ve başarılı olmalıdırlar. Özellikle ana karakter, karşılaştığı sorunlar sonucunda başlangıçtaki kişi olmayacaktır artık. Kayıtlı mukarrebun fani dünya AllahuEkber DUÂ: 47 Çevrimdışı Mesaj Sayısı: 353 Ynt: ROMAN YAZMA TEKNİKLERİ « Yanıtla #1 : 02 Eylül 2010, 09:48:46 » Bazı yazarlar karakterlerini daha iyi tanımak için onlarla röportaj yaparlar; kimileriyse her birinin kısa özgeçmişini yazarak işe başlar. Bunu çeşitli sorulara cevap vererek gerçekleştirmek mümkündür. Bunların hepsine mutlaka cevap vermek zorunda değilsiniz. İçinden seçebilirsiniz. Bu sorular şöyledir: Adı: Adresi ve telefon numarası: Doğum yeri ve tarihi: Kilosu, boyu, fiziksel özellikleri:

Transcript of TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Page 1: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

ROMAN YAZMA TEKNİKLERİ/ARŞİV

Bir roman yazarken ihmal edilemeyecek bazı unsurlar bulunmaktadır. Bunlar:

1) Konunun bulunması;2) Konuya uygun karakterlerin geliştirilmesi;3) Yazacağınız roman türünde birçok kitap okunmasıdır. 

Birçok roman sadece birkaç saniyelik bir düşle veya bir kişi ya da bir olay sonucu aklınıza takılan bir fikirle başlar. Fakat hiçbir düş ya da olay içinde çeşitli karakterler ve onların etrafında oluşan çatışmalar olmadıkça romana dönüşmez. 

İlk aşama:

Karakterlerin oluşturulması

Bir romanın en temel taşını, romandaki karakterler oluşturur. Bu karakterler yeteneklerini en uç noktasına kadar kullanmak zorundadır. Roman karakterleri, gerçek, yaşayan insanlar kadar karmaşık olmayacaktır. Ancak okuyucunun onunla kendini özdeşleştirebileceği kadar da gerçek olmalıdır. Bu çok ince bir çizgidir. Örneğin gerçek bir insan gibi değişik özelliklere sahip olmalıdır. Zaafları olması, hatalar yapması gerekir. Bu romana tat katan bir unsurdur. Yaratacağınız kahraman tek yönlü olmamalıdır.

1) İşe ana karakterinizi oluşturmakla başlayın. Bir romanda en fazla iki ana karakter olduğunu unutmayın. Daha fazla ana karakter kullanımı çok nadirdir.2) Ana karakterinize başa çıkması gereken bir problem yaratın. Ne istiyor? Ne için mücadele edecek? Romanın içinde mutlaka çatışma olmak zorundadır. Dış unsurlarla çatışmanın yanı sıra kahramanın iç dünyasında kendiyle ilgili bir çatışmasının olması da romana renk katacak bir unsurdur. Amacına ulaşması için kendi iç çatışmasını da aşması gerekmektedir. Kahramanınızın hiçbir iç çatışmaya düşmeyen çok güçlü bir karakter olması, romanı sıkıcı hale getirecek; okuyucunun onunla kendini özdeşleştirmesini imkansız kılacaktır. Kazanmak için doğmuş biri, herkese sıkıcı görünür. Örneğin: A, kocasından nefret eden, onu hayatında engel olarak gören başarılı bir iş kadını. Ancak kocasından bir yandan kurtulmak isterken; öte yandan da yalnız kalmaktan korkuyor olması gerekir. Bunun nedeni ise, çok küçük yaşta öksüz kalması olabilir. 3) Bu problemi çözmesinin önündeki büyük engelleri ve zorlukları belirleyin.4) Yan karakterler: ana karakterin etrafında çatışma yaratacak diğer karakterleri belirleyin. Ona zor zamanlar yaşatacak, önüne engeller çıkartacak diğer karakterleri oluştururken dikkat etmeniz gereken bazı hususlar vardır. Bunlar, mümkün olduğunca az kişi kullanmak ve olayı anlatmak istediğiniz kadar karakter yaratmaktır. Fazlasından kaçının. Tüm bu karakterlerin özelliklerini yazabileceğiniz bir dosya açmanız, bu noktada faydalı olacaktır. Aklınıza geldikçe onların kişiliği hakkında notlar eklemeniz gerekebilir. 

Karakterlerinizi oluştururken dikkat etmeniz gerekenler: 

Tutarlılık: Karakterlerin hareketleri ve konuşmaları, kişiliği ile tutarlı olmalıdır. Diyaloglar: Romandaki kişilerin ve onların özelliklerini tanıtıcı olmalıdır. Motivasyon: Karakterlerin o şekilde davranmak için geçerli nedenleri olmalıdır. Değişim: Karakterler hikayenin başlangıcından itibaren çeşitli sorunlarla, çatışmalarla karşılaşmalı, bazen engellere takılmalı, bazen de onları aşmalı ve başarılı olmalıdırlar. Özellikle ana karakter, karşılaştığı sorunlar sonucunda başlangıçtaki kişi olmayacaktır artık.

 Kayıtlı

mukarrebun

fani dünya

AllahuEkber

DUÂ: 47

 Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 353

Ynt: ROMAN YAZMA TEKNİKLERİ

« Yanıtla #1 : 02 Eylül 2010, 09:48:46 »

Bazı yazarlar karakterlerini daha iyi tanımak için onlarla röportaj yaparlar; kimileriyse her birinin kısa özgeçmişini yazarak işe başlar. Bunu çeşitli sorulara cevap vererek gerçekleştirmek mümkündür. Bunların hepsine mutlaka cevap vermek zorunda değilsiniz. İçinden seçebilirsiniz. Bu sorular şöyledir: 

Adı:Adresi ve telefon numarası:Doğum yeri ve tarihi:Kilosu, boyu, fiziksel özellikleri:Vatandaşlığı ve etnik kökeni:Anne/babasının işi ve mesleği:Diğer aile üyeleri:Eşi ya da sevgilisi olup olmadığı:Arkadaşlarının isimleri ve meslekleri:Sosyal sınıfı:Eğitim durumu:Mesleği:

Page 2: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Maaşı:Toplumsal statüsü:Politik görüşü:HobileriKişisel özellikleri:Korkuları, kaygıları:Zekası:Duyguları:Geçmişteki hayal kırıklıkları:En anlamlı deneyimleri:Sağlık durumu, fiziksel kapasitesi:Hangi yiyeceklerden hoşlanıyor, neler okuyor, neler seyrediyor, neler dinliyor, nasıl giyiniyor:Hayata bakışı:Ölüme bakışı:Hayat felsefesi:

Tüm bunların daha ilk aşamada kusursuz olmasını beklemeyin! Olay kurgusunu yaptıktan sonra ve yazarken eklemeler yapabileceğinizi ve karakterleri geliştirebileceğinizi aklınızdan çıkarmayın. 

İkinci aşama:Olay kurgusunun oluşturulmasıBir roman yazmaya karar verdiğimizde, bizi en çok zorlayan kısım, tutarlı bir olay örgüsü yaratmaktır. Çünkü genellikle romana başlamadan evvel aklımıza bir konu gelir ve konuyla ilgili çeşitli anektotlar düşünürüz fakat önemli olan bunu başından sonuna geliştirebilmek ve bir olay örgüsü yaratmaktır. Unutulmaması gereken en önemli husus çatışma yaratmaktır. Bu sorunu aşmak için aklınızdaki sahneleri kağıda dökmekle işe başlayabilirsiniz. Bunları ilkin başlıklar halinde küçük kağıtlara yazabilirsiniz. 

Örneğin: sahne 1) kadın kocasıyla kavga eder. 2) işyerinde kadının ne kadar başarılı olduğunu gösteren ve patronuyla arasında geçen bir diyalog, 3) kadının gizemli bir adamla tanışması vb… Daha sonra bunların altını doldurabilirsiniz.

 Kayıtlı

mukarrebun

fani dünya

AllahuEkber

Ynt: ROMAN YAZMA TEKNİKLERİ

« Yanıtla #2 : 02 Eylül 2010, 09:52:08 »

Page 3: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

DUÂ: 47

 Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 353

Bu kağıtlar belli bir sayıya ulaştığında, bunları mantık sırasına göre birbirine bağlayın. Bu işlemi gerçekleştirirken yeni fikirler aklınıza gelebilir ve hatta bazılarını değiştirmenize neden olabilir. Böylelikle önünüzde bir olaylar haritası şekillenecektir. Bunları yaparken romanın zaman ve mekan çizelgesine dikkat edin. Bu harita size romanınızı bölümlendirmede de yardımcı olacaktır. Kendinize sürekli olarak 'Neden?' Sorusunu sormayı ihmal etmeyin. Neden o yer? Neden o zaman? Neden böyle davranıyorlar? Gibi. 

Olay kurgusu oluşturmak için yirmiden fazla yöntem mevcuttur. En popüler olanlarından birinde kurgu, ana kahramanın sahneye çıkmasıyla başlar. Kahramanın genel karakteri ve yaşam tarzıyla ilgili bilgi verilir. Ardından bu kahramanın başına hayatını değiştiren bir olay/kaza gelir. Bu ilk dönüm noktasıdır ve kahramanın hayatını değiştirir. Bu noktada düşüncesinin nasıl değiştiğini, bu problemle nasıl başa çıkacağını anlatmanız gerekir. 

İkinci dönüm noktasını kahramanın karşılaştığı çatışma veya çatışmalar oluşturacaktır. Burada kahraman, nasıl davranacağı konusunda bilinçli bir tercih yapmalıdır. Çatışmayla birlikte kriz başlar. Bu noktada dövüşmeyi ya da kaçmayı seçmelidir. Sonuçta kahraman, hikayenin temel problemini herhangi bir yolu seçerek çözmelidir. Örneğin, kendi halinde yaşayan mutlu bir aile, günün birinde silahlı bir saldırıya uğrar; hayatta kalan sadece evin genç kızıdır. Bunu yapanlar, tek görgü tanığı olduğundan onu yakalamak isterler. Kız hem intikam almak; hem de kendini kurtarmak için savaşmaya karar verir. Kızın erkek arkadaşı duruma karşı çıkmakta, kız ise tek başına mücadele etmekten korkmaktadır. Yine de kaçmaz! Adamlar ise büyük bir mafya ağının adamları olduğundan kız mafyayla karşı karşıya kalır. Olaylar ilerlerken bir pazarlamacı olduğunu düşündüğü babasının aslında mafyayla ilişkisi olduğunu öğrenecek ve babası hakkındaki fikirleri de değişecektir. Mafya ise büyük bir silah kaçakçılığı işindedir; kaçakçılığı soruşturan bir polis vardır ve yolları genç kızla çakışır. Fakat polis geçmişteki bir olay nedeniyle kadınlardan nefret etmektedir gibi…. 

Bu aşamada kendinize bir pano oluşturarak romanın kurgusu veya karakterin tavırları konusunda küçük notlar iliştirmeniz faydalı olacaktır. Romanın genelini görmenizi sağlayacak bu yöntem, aynı zamanda aklınıza yeni fikirlerin gelmesine de yardımcı olacaktır.

Olay örgüsü oluşturmada önemli noktalar:1) Hiçbir şey rastlantı olmamalıdır. Romanda kullanacağınız her

Page 4: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

şeyin bir mantığı bir nedeni olmalıdır. Anlatacağınız hiçbir şey gereksiz olmamalıdır. Neden sorusu bu yüzden önemlidir.

2) Romanda yer alan tüm karakterlerin, o şekilde davranmak için iyi bir nedeni olmak zorundadır. Bu nedenle her karakterin kendi kişiliği ve sebebi olmalıdır. 

3) Olay kurgusu karakterlerle özdeşleşmelidir. Bir şey yaptıklarında, öyle yapmış olmaktan bir avantaj ya da dezavantaj elde etmek zorundadırlar.

4) Olay örgüsü romanın başlamasından önceye dayanmalıdır. Bu bize geri dönüşler yapma imkanı verir.

5) Olayları sahneler halinde gösterin. Anlatmayın. Okuyucu olayı karakterlerin yaptıklarından konuşmalarından öğrenmeli, sizden değil! 

Üçüncü aşama:Sahnelerin yazılması

Bu aşamada başlıklar halinde ele aldığınız sahnelerin içini doldurmanız gerekmektedir. Eğer yeni sahneler yaratmakta zorlanıyorsanız; bir karakter seçin, ona bir problem verin ve bunun karşısında neler yapacağını yazmaya başlayın. Onun duygularını ve hareketlerini açığa çıkaracak diyaloglar yazın. O sahneyi, seçtiğiniz kahramanın kafasından yazın. Diyalogları yazarken duyguları belirtmeyi ihmal etmeyin.

Sahneleri yazmaya başladığınızda karakterler size neler yapıp, neler yapamayacaklarını gösterecektir. Bununla birlikte ilerledikçe karakterlerin kurgusunda değişiklikler yapabilirsiniz.Romanda bir olayın sahnesini yazarken önemli olan, yarattığınız karakterin, kişiliği ve problemleriyle ne anlatmak istediğini bilmektir. Onu yazarken okuyucunuza anlatmak istediğiniz şeyden emin olun! Karakteriniz hakkında okuyucunuza ne hissettirmek istiyorsunuz? Karakterinizin kararlı olduğunu mu; korkak olduğunu mu düşünmelerini istiyorsunuz? Bundan emin olun!

Burada önemli olan diyaloglardır. Bir romanda olayları, karakterlerin yaşayarak ve konuşarak anlatmasına izin verin. Bu sizin anlatmanızdan çok daha etkili olacaktır.

İyi diyalog yazmanın birkaç kuralı vardır:

Page 5: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

1) Var olan durumu izah edebilmek: kişiler konuşurken hikayeyi bizim için anlamlı hale getirmeli. 2) Karakterleri açıklamalı: ne tür insanlar olduklarını açıklamalı; kendilerine has özelliklerini açıklığa kavuşturmalı3) Hikayenin geçtiği zaman ve mekan hakkında bilgi vermeli.4)Var olan çatışmayı geliştirmeli. 5)Okuyucu, kişi konuşurken neler yaptığını da merak eder. Konuşma sırasında nereye bakıyor? Ellerini kullanıyor mu? Oturdu mu? Ayağa mı kalktı? Bunlara da diyalogları yazarken yer verilmeli.

Diyalog kurarken kaçınılması gerekenler:1) Çok fazla ‘dedi’, ‘söyledi’ gibi vurgulardan kaçınılmalı. Sadece karıştırılması muhtemel konuşmalar için kullanılmalı;2) “Ondan nefret ediyorum!”, “Onu çok seviyorum” gibi cümleler kullanmak yerine okuyucu bunu kendi anlamalı. Bu aşama da karakterler, kurguya uygun şekilde geliştirilmeye devam edilebilir. Hikayedeki rolü, roman içindeki amacının ne olduğu, değerleri, kaygıları, hayal kırıklıkları, zayıflıkları… İstediklerine neden ulaşamadığı, paradoksları vb… belirginleşir. Karakterler böylelikle kurguyla bütünlük sağlar. Bu noktada en önemli şey, karakterin baskın hisleri, inançları ve davranışlarıdır. Bunların açıklığa kavuşturulması gerekmektedir. Bunu yaparken küçük ayrıntılara, alışkanlıklara yer verilmesi, romana renk katacaktır. Ayrıca ana karakterin dış görünüşüyle, iç dünyası arasında ikilik yaratmak okuyucuya her zaman ilginç gelmiştir. Örneğin çok sert ve korkusuz bir kahraman, köpeklerden ya da farelerden aşırı korkabilir. 

Dördüncü aşama:Romanın yazılması

Bu aşamada artık romanınızı yazmaya hazırsınız. Unutmayın ki; her yazar, kitabını yazarken kendi stilini oluşturmak durumundadır. Bu ise ancak yazarken oturacaktır. Yazmak, yazarak öğrenilir; okuyarak değil. Fakat kelimeler her zaman kolaylıkla akmayacaktır. Aklınıza hiçbir şeyin gelmediği zamanlar olabilir. Başınıza böyle birşey geldiğinde, önceki hazırlıklarınızı gözden geçirmelisiniz. Mutlaka bir yerlerde bir boşluk bulacaksınızdır. Tüm yazdıklarınızı inceledikten sonra hala yazamıyorsanız, önünüze temiz bir sayfa alın ve aklınıza ne geliyorsa

 Kayıtlı

Page 6: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

mukarrebun

fani dünya

AllahuEkber

DUÂ: 47

 Çevrimdışı

Mesaj Sayısı: 353

Ynt: ROMAN YAZMA TEKNİKLERİ

« Yanıtla #3 : 02 Eylül 2010, 09:54:10 »

yazın. En kötü yazı, yazmamaktan iyidir. Kendinizi ana karakterin yerine koyun olaylara onun bakış açısından bakın, o, haline gelin, onun hislerini hissedin ve söz konusu sahne hakkında mini bir hikaye yazın. Gerisi kendiliğinden gelecektir. Bunu yaparken forumlarda diğer yazarlarla sohbet edin. Yazdıklarınızı onlarla tartışın. Bu size farklı bakış açıları kazandıracaktır. Destek alın. Romanınızdaki zayıflıkları, başka biri daha kolay bulup çıkarabilecektir.

Romanı yazarken dikkat edilmesi gereken hususlar: Eğer bir macera kitabı yazıyorsanız kim iyi adam, kim kötü adam, ilk bölümde ayrışmalı ve okuyucu roman boyunca kimin tarafını tutacağını bilmelidir.

İkinci olarak, hikayenin nerede ve hangi zamanda geçtiği mutlaka belirlenmeli ve buna sadık kalınmalıdır.

Romanın tonunu belirleyin. Duruma göre heyecanlı, hüzünlü, öfkeli, sakin bir tonu olmalıdır.Özellikle macera romanı yazıyorsanız, heyecanı arttırmak için ana karakterin karşısına birden fazla problem çıkarın. Bir bölümde çığın altında kalma tehlikesi geçirirken; diğer bölümde patlamak üzere olan bir binada olsun. Romandaki kahramanlara bir kimlik kazandırırken; özelliklerinin anlamlı olması hikayeye ayrı bir keyif katar. İsim, karakterin kişiliğini açıklayıcı olmalıdır. Son olarak, okuyucuyu gülümsetecek ayrıntılara ve metaforlara yer vermek romanın çekiciliğini arttıracaktır. 

Beşinci aşama:Tekrar yazmaSonunda romanınızı bitirdiniz! Her şeyin sona erdiğini düşünüyorsanız, çok yanılıyorsunuz. Birçok yazar, bir kitabı bitirmek, ne yazacağınız hakkında fikir edinmektir! Der. Tekrar en başa dönüp, her bir bölümü gözden geçirmeniz; düzeltmeler yapmanız gerekmektedir. Bu uzun bir uğraş gerektirir aklınızdan çıkarmayın. 

Macera-Aksiyon Romanlarında Kartanesi Metodu:Roman yazmak kolay, iyi roman yazmak zordur! İyi bir macera romanı kendiliğinden ortaya çıkmaz. Onu yaratmanız gerekir. Romana başlamadan önce ve sonrasında plan

Page 7: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

yapmak gerekir. Kartanesi metodu, bunu, hem hızlı, hem de etkili olarak yapmanızı sağlayacaktır.En temel soru: Roman Nasıl Planlanır?İlk olarak beyninizde uçuşan fikirleri not etmelisiniz. Konu, karakterler arasında geçecek diyaloglar, bir sahne, çeşitli olaylar hepsini teker teker not edin. Tabiî ki bunlar birbirlerinden kopuk olacaktır. Romana başlamadan önce bu boşlukları doldurmanız gerekmektedir. 

Bunun için 10 aşama mevcuttur:1) Kendinize bir saat ayırın ve romanınızın konusunu özetleyen 1 tek cümle yazın. Örneğin: Çocukluğunda otoriter annesi yüzünden ciddi problemler yaşayan adam, annesine benzeyen kadınları öldürecektir.İyi bir cümle kurmanın ip uçları:- Kısa iyidir. - Karakter isimleri kullanmayın.- Büyük resmi, karakterin özellikleriyle oluşturun. Hangi karakter kaybedecek; ne kazanmak istiyordu?2) Bir saatinizi, o cümleyi paragraf haline getirmek için harcayın. Hikayenin planını, yaşanacak büyük felaketleri ve sonucu yazın. Örneğin diyelim ki, üç büyük olay yaşanacak ve her bir olay kitabın bir çeyreğini oluşturacak. Son çeyreğini ise başlangıç ve sonuç kısmı oluşturacak. İlk felaketin kaynağı dışardan olsa bile, diğer ikisi ilk sorunla ilişkili talihsizliklerden kaynaklanmalıdır. Bu paragraf ortalama beş cümleden oluşmalıdır. Biri hikayenin yapısıyla, ikinci, üçüncü ve dördüncü cümleler belirlediğiniz üç felaketle ve sonuncu cümle de hikayenin sonuyla ilgili olmalıdır. 3) Karakterler! Bir romanın en önemli parçasını oluştururlar. Romana başlamadan önce önemli ana karakterlerin ayrıntılı araştırması yapılmalıdır. Bunun için çok temel birkaç sorunun ayrıntılı açıklaması yapılmalıdır:Karakterin adıKarakterin geçmişiKarakterin motivasyonu (amaçları ne, ne istiyorlar)Karakterin hedefiKarakterin çatışması (hedefine ulaşmasının önündeki engeller)Karakterin gelişimi (roman boyunca neleri öğrenecek, nasıl değişecek)Bunları yaparken, karakterlerin hikayeyle bütünlük içinde olmasına dikkat edin. İlk başlarda mükemmel olmasını beklemeyin, zaman içinde karakterler tam olarak oturacaktır. Onlar hakkındaki bilgileri ise çok uzun tutmayın. Kısa kısa notlar alın. Aksi halde akılda tutmak zorlaşacaktır. Ana karakterin yanı sıra, yan karakterlerin de birer paragraf

Page 8: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

özelliklerini yazın.4) Bu aşamada tutarlı bir hikaye planlaması oluşturmalısınız. Hikayenizin geniş bir planını yapın. Bu biraz zamanınızı alabilir. Dert etmeyin. Plandaki eksiklik ve tutarsızlık, sonradan işinizi daha da zorlaştıracaktır. Sonunu kurgulamayı ihmal etmeyin.5) Kurguladığınız olaylara karakterlerin hangi açılardan baktığını yazın. 6) Bu aşamada elinizde temel bir hikaye kalıbı ve her bir karakterin de o olaya bakış açısı belirlenmiş olacak. Bunları son bir kez gözden geçirin ve mantıksız gelen yerleri varsa düzeltin. Hikayedeki stratejik kısımları belirleyin. Eğer tüm şema gözünüzün önüne geldiyse, yeni fikirler geliştirebilir; olayı daha heyecanlı hale getirebilirsiniz. 7) Bu nokta da, yaklaşık bir haftanızı, her bir karakteri geliştirerek ve 1’den 6’ya kadar olan aşamalar üzerinde tekrar düşünmeye ayırın. Karakter ve olay kurgulamasını geliştirin. 8) Özet ve planlarınızı ele alarak, romanda geçmesini düşündüğünüz sahnelerin bir listesini yapın. Bu işlem göründüğü kadar kolay olmayacaktır. Birçok yazar için en zor kısımdır. Fakat bunu yapmaya üşenmeyin! Her bir bölüm için kullanmayı düşündüğünüz temel sahneleri canlandırıp yazın. Her bir sahnenin kaç sayfa tutacağını belirleyin. Hikayenin gidişatına göre sıralayın ve bu sahneleri kitabın bölümleri içine dağıtın. Bu işlem, romanınızı analiz etmenizde çok işe yarayacaktır. 9) Bu aşamada sahnelerin geliştirilmesi vardır. Sahnelerin içinde çatışma olacak mı? olmayacak mı? Vurgulanacak kısımları yazabilirsiniz. 10) Ve yazmaya başlayın! Unutmayın. Elinizdeki verileri birleştirirken çok katı olmanıza gerek yok. Tutarlı olduktan sonra her şeyi değiştirebilir; zenginleştirebilirsiniz.

TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU? KILIÇ ZORUYLA MI, YOKSA İSTEYEREK Mİ?Arap Ordularının Türk Katliamı (Talkan ve Curcan Katliamları) :

Kesinlikle okuyunuz ve araştırınız. Bilgi sahibi olmadan, fikir sahibi olmayınız..

Bu soruyu genellikle sormadık kendimize.Çünkü ''Türklerin, din ve hidayet aşkıyla kendiliğinden islamiyeti benimsediği'' yolunda koşullandırılmıştık. Peki ama bu yargımız doğru muydu? Ne yazık ki hayır!

Page 9: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Gerçeği aradığımızda ,Türklerin Müslümanlaştırılması sürecinin insanı irkilten bir vahşet süreci olduğu soğuk gerçeği yüzümüze çarpıyor. Daha ötesi Arap ordularınca uygulanan ,benzerine az rastlanır bir zulme rağmen Türklerin İslamiyete çok uzun zaman direndiklerini görüyoruz.

Resmi ve geleneksel söylem ise bu gerçekleri ısrarla gizlemeye çalışıyor. Oysa sorunun aydınlığa kavuşturulması Şeriatçılığın insanlarımızı yakabilecek denli pervasızlaştığı günümüz Türkiye'sinde her zamankinden büyük önem taşımaktadır. Çünkü Türklerin ''Hidayet aşkı ve coşkuyla Müslüman oldukları'' ön yargısı ,kişi ile tanrısı arasındali o saf ilişkiyi istismar ederek ,toplumumuzu 7. yüzyıl karanlığına götürmeye çalışan şeriatçıların en temel ideolojik argümanlarından birini oluşturuyor.

Unutulmamalıdır ki bugünü anlamak ,aydınlık ve ve gerçekten demokratik Türkiye yaratabilmek için doğru bir tarih bilincine sahip olmak zorundayız.

Aşağıdaki döküman tamamen İslami kaynaklardan, Taberi ve Zekeriya Kitapçı gibi İslami tarihçi ve yazarlardan düzenlenerek hazırlanmıştır.

Müslüman Arapların Türklere İlk Saldırıları:

Seyhun ve Ceyhun nehirleri arasında bulunan bölge tarihi ipek yolu üzerindedir.. Türk beylikleri, bu bölgedeki, Buhara, Semerkant, Talkan, Baykent gibi şehirlerde yerleşmiş yaşıyorlar, deri imal ediyor ve pamukdan kağıt üreterek bunları satıyor ve iyi de para kazanıyorlardı.. Bu üretimlerinin yanı sıra Altın madenleri çalıştırıyorlardı.. Özellikle adı zengin şehir manasına gelen, Semerkant’ın zenginliğinin o devirde dillere destan olduğu söylenir.. Bu zenginlik ötedenberi Talancı Arapların iştahını kabartıyorduysa da, Türklerden çekiniyorlar ve araya sınır olarak koydukları Ceyhun nehrini geçmeye pek cesaret edemiyorlardı.. Çünkü daha önce Halife Osman zamanında, Muhammed bin Cerir komutasındaki Araplar İslamı yayma bahanesiyle oraları talan etmek için 2700 kişilik bir ordu ile Fergane’ye kadar girdiysede Türkler tarafından yok edilmişlerdi.. Ancak daha sonraları Muaviye tarafından, Ceyhun nehrinin altında kalan Horasan’ın tamamiyla işgal edilmesi ile o bölgede ilk Araplaştırma ve İslamlaştırma girişimleri başlamış oldu.. 

Buhara'nın Talan Edilmesi

Horasan’ın kendileri tarafından tamamen işgal edilmesinden cesaret alan Araplar, Muaviye’nin ilk Horasan valisi olan, Ubeydullah bin Ziyad 673 yılında bu sefer ilkinden çok daha kalabalık 24000 kişilik bir ordu ile Ceyhun nehrini geçerek Kibac Hatun yönetimindeki Buhara’yı kuşatır. Kibac Hatun diğer Türk beyliklerinden yardım istersede bu yardım kendisine gelmez ve Araplar verdikleri kayıplardan dolayı Buhara’yı işgal edemezlersede tam anlamıyla talan ederler.. Daha sonra, Muaviye’nin ikinci Horasan Valisi, Halife Osman’ın oğlu Said’de Buhara’ya saldırmaya hazırlanır.. Kendisine diğer Türk Beyliklerinden yardım gelmeyeceğini anlayan Kibac Hatun, Said’le anlaşma yapmak zorunda kalır.. Bu anlaşmaya göre, Kibac Hatun, Said’e diğer Türk Beyliklerine yapacağı saldırılarda önüne çıkmayacağına dair güvence ve bu güvencenin teminatı olarak da Buhara’daki Türk asilzadelerinden rehinler verir.. ( Bu sayı kimi tarihcilere göre 50 kimine göre de 80’ dir... ) Bu anlaşmanın verdiği rahatlıkla Said, zenginliğini öteden beri duyduğu

Page 10: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Semerkant’a saldırır.. Semerkant’ı baştan aşağı talan eder ve topladığı binlerce Türk gencini, köle pazarlarında satmak için Horasan’a getirir.. Said daha sonra Kibac Hatun’dan aldığı 80 kadar rehine tarafından bir punduna getirilmiş ve hançerlenerek öldürülmüştü....( Said’i öldürdükten sonra dağa kaçmayı başaran rehinlerin orada açlıktan öldüğü söylenir ) Said’den sonra, Horasan Valisi Salim bin Ziyad olur. Horasan’da Muaviye’nin oğlu Yezid’e bağlıdır.. Ziyad’da ayni şekilde 680 yılında Türkleri İslamlaştırmak ve şehirlerini talan etmek için saldırır fakat püskürtülerek geri çekilirler.. Bu sefer, kendi orduları Türkler tarafından talan edilerek silahları alınır.. Daha sonra Araplar daha güçlü bir orduyla tekrar saldırır ve Türkleri gene talan ederler.. Bu talandan her Arap 2400 dirhem alır.. ( Bir kölenin satış fiyatı 300 ile 500 dirhem arasında olduğu düşünülürse, bu durumda aldıkları ganimet adam başına 7 veya 8 köleye eş değerdedir..)

Haccac ve Rutbil

İslam’da ilk asimilasyon 685 yılında Abdülmelik ile başlar.. Abdülmelik, etrafını İslamlaştırmaya adı İslam tarihine kandökücü zalim olan Haccac’ı kendisine yardımcı seçerek başlar.. Abdülmelik önce civar halkların dillerini Arapçalaştırdı.. Harac karşılığı önceden bazı hakları kabul edilmiş olan gayri müslimlerin bütün haklarını geri aldı.. Bu arada Haccac’ı Irak genel valiliğine atadı.. Haccac’ın Irak’a genel vali atanmasından sonra Türklerin kaderinde ilk köklü değişikler başlamış oldu.. Haccac ilk olarak Ubeydullah ibni Ebi Bekri’yi Sicistan’a, Muhalleb ibni Ebi Sufra’yi da Horasan’a vali yapar.. O tarihte, Sicistan’ın Türk Hükümdarı Rutbil’dir ve Araplara vergi vermektedir.. Haccac, bununla yetinmez ve Ubeydullah’ı Rutbil’in üzerine göndererek ondan tam olarak teslim olmasını ister.. Rutbil önce bu teklifi kabul etmek istemez.. Bunun üzerine Ubeydullah Rutbil’in üzerine yürür.. Rutbil 18 fersah geriye çekilerek Ubeydullah ve ordusunu kuşatma altına alır..Ubeydullah, Rutbil’den kurtulmak için 700000 dirhem teklif ederse de Rutbil kabul etmeyerek Arap ordusunu büyük bir bozguna uğratır.. Buna çok kızan Haccac 40000 kişilik büyük bir ordu toparlayarak, Abdurrahman ibn Esas komutasında Rutbil’in üzerine gönderir.. Rutbil’i yenemiyeceğini anlayan Esas, bu sefer onunla anlaşır.. Bu olay karşısında çılgına dönen Haccac, Esas’ı yakalatmak üzere bir birlik gönderirse de, Esas’ın ordusu bu birliği yenilgiye uğratır ve geri kalanları da Basra’ya kadar sürer. Ancak burada yenilen Esas’ın ordusu dağılır ve Esas Rutbil’e sığınır.. Bunun üzerine Haccac, Esas’ı kendisine vermesi için Rutbil’i tehdit eder.. Vermediği taktirde çok büyük bir ordu ile üzerine yürüyeceğini ve bütün Türk şehirlerini harap edeceğini, verirse de kendisinden 7 sene hiç vergi almayacağını söyler.. Türk şehirlerinin tekrar bir savaşa girmesini istemeyen Rutbil, 7 sene haraçtan muaf tutulacağını da düşünerek Haccac’ın bu teklifini kabul eder ve Esas ve yakınlarını Haccac’a teslim eder.. Ancak, Rutbil Haccac’a güvenmekle hata yaptığını daha sonra anlayacaktır.. Haccac Rutbil’den Esas’ı teslim aldıktan sonra derhal yeni bir ordu düzenleyerek 699 yılında Muhelleb bin Ebi Sufyan komutasında Türk şehirlerinin üzerine gönderir.. Hocente, Kes, Sogd ve Nesef’i ele geçirirsede Türkler direnirler.. Horasan valiliğine Muhelleb’in oğlu Yezid gelir.. Yezid ibni Muhelleb’de Türk şehirlerini talan eder.Yezid’in savaşçıları, Harzem’den ele geçirdiği Türkleri boyunlarına damga vurarak köle pazarlarında satarlar.. Bu tarihlerde, Araplar Türklerin yurtlarını devamlı olarak istila edip şehirlerini talan ettilersede kalıcı bir üstünlük sağlayamamışlar, elde ettikleri yerleri sonunda tekrar Türlere geri vermek zorunda kalmışlardı.. 

Kuteybe ibni Müslim

Page 11: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

705 yılında Abdülmelik öldüğünde yerine oğlu Velid geçer.. Ve Türk tarihini önemli şekilde etkileyecek olay, Kuteybe ibni Müslim’in Horasan’a vali atanması olur.. Bu zamana kadar kalıcı bir başarı elde edemeyen Araplar onun zamanında Türk yurtlarında kalıcı başarılar elde etmişlerdir. Türklerin gerçek anlamda kılıç zoru ile Müslümanlaştırılmaya başlamaları Kuteybe zamanında olmuştur..Vali olduğu andan itibaren, Türk Beyliklerinin toptan işgal edilerek İslamlaştırılması için çok güçlü bir ordu kurmaya başlar.. Merv’de askerleri toplayarak, Allah kendi dininin aziz olmasi için size bu toprakları helal kıldı der.. Sanki, Bakara suresi 193’ü .... “Yalnız Allah dini kalana kadar onlarla savaşın...” yada “8.Enfal /.39’u “din tamamen Allah'ın oluncaya kadar onlarla savaşın!” . ayetlerini savaşçılarına hatırlatarak Arap ordusunu Türklerin üzerine sürer.. Kuteybe ilk olarak Baykent’i kuşatır.. Diğer Beyliklerden Türk Savaşçılar Baykent’in savunmasına yardıma gelirler.. İki ay süren bir savaş olur. Kuteybe tam bir zafer kazanamazsa da, Türkleri haraca bağlayan bir anlaşma yapmaya zorlar.. Şehir yıkımdan kurtulur ama, şehre giren Araplar anlaşmaya rağmen şehrin bir kısmını yağmalarlar ve şehirden ayrılırlarken arkalarında bir de askeri garnizon bırakırlar.. Başlarına gelecekleri anlayan Türkler ayaklanmaya başlarlar ve kendi aralarında silahlanarak karşı bir mücahit birliği kurarlar, Baykent’de karışıklıklar başlar.. Bunun üzerine Kuteybe Baykent’e tekrar gelerek nekadar silahlanan Türk varsa hepsini öldürtür.. Kadınları ve çocukları esir alır ve şehri tekrar baştan aşağı yağmalar.. Taberi’nin anlatımlarına göre, Kuteybe’nin aldığı ganimetlerin haddi hesabı yoktur.. Taberi, bütün Horasan’ı işgal ettiklerinde dahi bu kadar ganimet toplayamadıklarını söyler.. Şehrin yağmasından sonra, daha önce Horasan’da Merv’e getirilmiş olan Arap aileleri, Merv’den getirilerek Baykent’e yerleştirilir.. Muhafız birlikleri oluşturulur.. Valilik den vergi tahsildarlığına kadar bütün denetim organları Araplar’dan oluşturulur.. Türklerin Budist ve Zerdüşt inançlarını simgeleyen bütün heykeller toplatılır, taş olanlar kırılır, altın olanlar eritilerek ganimet olarak Araplar tarafından alınır.. Bunlar, Enfal suresinde yazdığı gibi, sanki Araplara Allah’ın verdiği ganimetlerdir.. Daha sonra esir edilen kadın ve çocuklar kocalarına ve babalarına geri satılır.. Müslümanlar, Baykentli Türklerin neleri var neleri yoksa almışlar, şehrin onarımı da gene Türklere kalmıştır..Bundan sonra sıra gelir Buhara’nın tamamen işgal edilip Müslümanlaştırılmasına.. 

Buhara'nın Tekrar Kuşatılması ve İlk Türk Katliamı

Kuteybe Merv’de büyük bir hazırlık yapar.. Bu arada Vardana ve Buhara beylikleri arasında çatışmalar vardır.. Müslümanlara karşı mücadele etmek için bu çatışmalar derhal durdurulur ve Vardan Hudat, Kuteybe’ye karşı Türklerin başına geçer.. Kuteybe önce, Numiskent ve Ramitan’a saldırır ve buraları kolayca istila eder.. Demirkapı önlerinde Vardan’la çarpışırlar.. Vardan savaşı kaybeder ve Buhara’ya doğru çekilir.. Ancak Kuteybe’de, savaştan yorgun düştüğü için Buhara’yı alamadan Merv’e geri döner.. Haccac bunu başarısızlık olarak kabul eder ve, Buhara’yı mutlaka almasi için Kuteybe’ye emir verir..Kuteybe büyük bir hazırlık yaparak bir sene sonra tekrar Buhara’yı kuşatır.. Türkler direnir ve Kuteybe başarılı olamaz, ordusu dağılmaya başlar.. Bunun üzerine Kuteybe her bir Türk başı için askerlerine 100 dirhem vaad eder.. Para hırsı ile gayrete gelen Araplar, şehri istila ederler..Bütün direnen Türkler kılıçtan geçirilerek tam bir katliam yapılır, Araplar Türk kadınlarına tecavüz ederler, beğendikleri kadınları ya cariye olarak kullanmak yada köle

Page 12: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

pazarında satmak üzere alıkoyarlar.. Erkeklerden de binlerce kişiyi köle olarak satmak üzere beraberlerinde götürürler.. Araplardan oluşan yeni bir idari kurumlaşma yapılır.. Diğer beyliklerden tepkiler gelmeye başlayınca da, Buhara Melikesi Hatun’un oğlu Tuğ Sad kukla hükümdar yapılır.. Tuğ Sad tarihe hain bir işbirlikçi olarak geçer.. Daha sonrada Müslüman olarak oğluna da, efendisi Kuteybe’nin ismini vererek bağlılığını kanıtlar.. Etkili bir kolonizasyon yapmak isteyen Kuteybe bunun için öncelikle yerli halkı İslamlaştırmaya başlar.. Buhara halkı önceleri Müslüman olmuş gibi görünselerde bu dini kabul etmek istemezler..Kuteybe Türklerin aslında Müslüman olmadıklarını, evlerinde İslami kuralları tatbik etmediklerini anlar ve yeni bir yöntem geliştirir..Bu yönteme göre Türkler evlerini Araplarla paylaşmak zorunda bırakılırlar ve bu şekilde bire bir kontrol altına alınırlar.. İslami kurallara uymayanlar ise ağır cezalara uğratılırlar.. ( Bugün, bazı İslami yazarlar bu getirilen tedbirlerin İslam'ın Türkler tarafından kabul edilmesinde çok yarar sağladığını açıkca ifade ederler..Bu yaklaşım da üzerinde düşünülmesi gereken bir konudur.. ) Kuteybe’nin bu zorlamaları karşısında, halkdan bazı direnişçiler çıkar.. Gizlice silahlanırlar..Bu durum karşısında Araplar camiye dahi silahsız gidemez olurlar..Kuteybe baskıları arttırır, kendi aralarında örgütleşen Türkleri yakalattırıp öldürtür.. Bu arada yeni vergi yasaları getirir.. Yerli halk, halifeye senede 200000 dirhem, Horasan valisi Haccac’a da 10000 dirhem vergi ödemeye mecbur bırakılır.. Bunun dışında Arap askerlerinin atlarına yem temin etmeye, oraya getirilip yerleştirilen Arap ailelerine odun temin etmeye ve onlara tahsis edilen arazilerde çalışmaya mecbur bırakılırlar.. Kadınlar, kızlar Araplara cariye yapılırlar.. Buhara Türkleri bu yıllarda dünyadaki çok az milletin yaşadığı vahşeti ve ızdırabı yaşar.. Kuteybe’nin getirip Türk evlerine yerleştirdiği Arap’lar, Türklerin o zamana kadar yaptıkları bütün birikimlerinin üzerine konarlar, Türklerin tarlalarını alır ve Türkleri o tarlalarda çalıştırırlar.. İste Tek din İslam oluncaya kadar savaşın diyen ayet, Arapları Türklerin sırtından geçimlerini sağlayacak ortamı yaratmıştır..Allah dini dedikleri İslam, Ahzab Suresi / 50 de olduğu gibi, savaşta gasp edilen Türk kızlarınıda ganimet olarak görür, ve Araplara cariye olmalarını helal kılar..Cuma namazı zorunlu hale getirilir.. Genede Türkerden rağbet görmez. Bunun üzerine Kuteybe, namaza gelenlere 2 dirhem vaad ederek önce fakirler üzerinde İslamın etkili olmasını temine çalışır.. Bu uygulama nispeten başarılı olur.. Fakir halktan para için camiye gidenler olur..

1. Büyük Katliam (Talkan Katliamı)

Buhara’da olanlar diğer Türk Beyliklerinde de etkilerini gösterir.. Aynı şeylerin kendi başlarına geleceğinden korkmaktadırlar.. Sogd meliki Neyzek Tarhan şehrinin yıkıma uğramaması için Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır.. Bu anlaşmaya göre Tarhan haraç verecek ve tarafsız kalacaktır.. Ancak bu tarafsız kalmalar ve Türklerin birleşememeleri Arapların işlerini kolaylaştırmış ve Türk beyliklerini istedikleri gibi istila edip talan etmişlerdir.. İlk olarak saldırıya uğrayan Kibac Hatun’a diğer beyliklerden yardım gelmeyince, o yardımı esirgeyenler aynı akibete uğramışlardır.. Bu olaylarda Türklerin belli bir şekilde organize olamamaları da onların Araplar tarafından istila edilmelerini kolaylaştırmıştır.. Neyzek Tarhan daha sonra Kuteybe ile yaptiğı anlaşmada hatalı olduğunu ve bu anlaşmanın kendisine hiçbir güvence getirmeyeceği gibi diğer Türk Beylerine de ihanet etmiş olacağını anlar.. Tohoristan’a dönerek bütün Türk Beyliklerine birer mektup yazar ve onları ortak bir direnişe girmeleri için uyarmaya çalışır.. İlk olumlu yanıt Talkan meliki Sehrek’den

Page 13: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

gelir..Tarhan’ın planlarını öğrenen Kuteybe, buna karşılık Belh şehrinde hazırlık yaparak, baharda büyük bir ordu ile Talkan şehrine doğru yürür.. O ana kadar bir direniş hazırlığı yapamayan Talkan şehri meliki Sehrek, Kuteybe’nin gelişinden önce şehri terkeder.. Şehre hiç savaşmadan giren Kuteybe’nin adamları şehirde eli kılıç tutabilen nekadar erkek varsa hepsini kılıçtan geçirirler.. Bu katliam o zamana kadar yapılanların en büyüğüdür.. Kuteybe bu katliamı diğer beyliklere ibret olması için yapar.. Kuteybe’nin askerleri öldürebildikleri kadar öldürürler, geri kalanları da, Talkan yolu üzerindeki ağaçlara asarlar.. Bu yolun 4 fersah ( 24 Km.) mesafelik bölümü Türklerin ağaçlara asılan cesetleri ile doludur.. Talkan katliamı tarihe, Arapların o güne kadar yaptıkları katliamların en büyüğü olarak geçmiştir.. Halk, Müslüman Araplarla savaşmadığı halde, Kuteybe ve askerleri sırf diğerlerine örnek olsun diye 40.000 kadar kişiyi kılıçtan geçirmiş, ağaçlara asmıştır.. bütün bunlar hep İslam adına yapılmıştır.. Kuteybe, Talkan katliamından sonra Suman’a girer.. erkeklerin pek çoğunu öldürterek, kadınlarını ve kızlarını cariye olarak alıkoyar.. Daha sonra Kes ve Nesef’de aynı şeyleri yapar.. Erkekler öldürülür, Türk kadın ve kızları utanç verici bir şekilde Araplara cariye olurlar.. Daha sonra Faryab’a yönelir ve Faryab’ın teslim olmasını ister.. Faryab halkı başlarına gelecekleri bildiklerinden teslim olmaya yanaşmazlar.. Erkekleri dövüşerek ölürler.. Bütün şehir yakılır.. Araplar bu şehre yakılmış şehir anlamında Muhtereka derler.. Kuteybe, Faryab’dan sonra, Tarhan’ın çekildiği kale Bazgis’i kuşatır.. 2 ay süreyle devamlı olarak buraya saldırır fakat bir sonuç elde edemez.. Bu arada kış yaklaşır..Kuteybe’nin kışın savaşacak gücü yoktur ancak, kale içindeki Türklerin de yiyecekleri bitmiştir.. Her iki tarafta savaşın kendileri için kaybedildiğini düşünür.. Kuteybe son olarak bir hileye baş vurur.. Tarhan’ın yanına Muhammed bin Selim adındaki adamını gönderir.. Muhammed ibni Selim Tarhan’ın teslim olması durumunda kendisine hiç bir şekilde zarar gelmeyeceği güvencesini verir.. Kalenin açlık içinde olmasından dolayı Tarhan’ın Kuteybe’nin teklifini kabul etmesinden başka yapılacak bir şeyi yoktur.. Komutanları ile görüşüp teklifi kabul ederler.. Silahlarını teslim ederek kaleden çıkarlar.. Tarhan kaleden çıkar çıkmaz yakalanır, etrafı hendek açılmış bir çadırda zincire vurulur..Kuteybe bu arada Tarhan’ı hemen öldürmez.. Haccac’a haber göndererek ne yapacağını sorar.. Haccac Tarhan için, “ O bir Müslüman düşmanıdır hiç aman vermeden öldür” der.. Kuteybe önce Tarhan’ın iki oğlunu, Tarhan’ın ve toplanan halkın gözü önünde öldürtür.. Arkasından 700 kadar Türk savaşçısının başlarını gene Tarhan’ın ve halkın gözü önünde kestirir.. Tarhan’ı da bizzat kendisi öldürür.. Bütün kesilen başlar Haccac’a gönderilir.. Kuteybe sanki Kuran’daki ayetleri yerine getirmiştir..

9 Tevbe. 123. Ey iman edenler! Kâfirlerden yakınınızda olanlara karşı savaşın ve onlar (savaş anında) sizde bir sertlik bulsunlar. Bilin ki, Allah sakınanlarla beraberdir.

Tarhan’ın öldürülmesinden sonra, Kuteybe, Aral Gölü’nün altında bulunan Harzem bölgesine yürür.. Harzem’de Caygan ile Havarizat arasında taht kavgası vardır.. Kuteybe Caygan’la işbirliği yapar.. Önce Havarizat ile etrafındakileri öldürtür.. Arkasından Camhud melikini yenerek 4000 civarında esir alırlar.. Ancak, daha sonra bunlar Kuteybe’nin emri üzerine öldürülürler.. 

Bu olay, Ziya Kitapçı'nın, İslam Tarihi ve Türkler adlı kitabında aynen şöyle anlatılır;Bu harblerden birinde, et-Taberi'nin bütün tafsilatı ile anlattığına göre, bir defasında Abdurrahman b. Müslim, Kuteybe'ye, 4000 esirle gelmişti. Kuteybe, Abdurrahman'ın böyle kalabalık Türk esirleri ile geldiğini görünce hemen tahtının çıkarılmasını ve bir

Page 14: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

meydana kurulmasını istedi. Tahtının üzerine mağruru bir eda ile oturan Kuteybe, bu Türk esirlerinden bin tanesini sağına, bin tanesini soluna, bin tanesini arkasına ve bin tanesinide önüne dizilmelerini söylemiş ve sonrada Arap askerlerine dönerek yalın kılıç bu Türklerin kafalarının koparılmasını emretmiştir. Cebbar, zorba, insafsız Arap komutanının etrafının bir anda bu Türklerin kafa kol ve gövdeleri ile bir kan gölü haline geldiğinden hiç kimsenin şüphesi olmamalıdır. Bu harblerde öldürülen Türklerin haddi hesabı yoktu. Nitekim bu vahşetten adeta gururlanan bir Arap şairi Kaah el-Aşkari şöyle haykırmıştır,

Kazah ve Facfac önlerinde korkudan birbirlerine sarılmış zavallı Türkleri öldürdüğünüz geceleri hele bir hatırlayınız.

Herkesi kılıçtan geçirdiniz. Sadece ata dahi binmeyecek yaşta küçük çocuklar kaldı. Binenlerde o hırçın atların sırtında sanki bir yük gibiydiler. ( Sayfa 314 )

Harzem’de ayaklanan halk, Kuteybe ile işbirliği yaptığı için Caygan’ı öldürür..Bunun üzerine, Kuteybe bütün Harzem’i yakıp yıkar, halkı kılıçtan geçirir.. Harzemli ünlü Türk bilgini, Biruni Harzem’deki uygarlığın yok edilişini şu şekilde anlatır.. “Kuteybe, her çareye baş vurarak Harzemlilerin yazılı dilini bilenleri, geleneklerini koruyanlarını, bütün bilginleri öldürttü, böylece herşey karanlıklara gömüldü.. İslam Harzemlilerin içinde girerken, onların tarihi hakkında bilinenleri artık öğrenme olanağı bırakmadı..Harzem’i yıktıktan sonra Kuteybe, Semerkant üzerine yürür..Semerkant meliki Gurek üzerine gelen Müslümanlara karşı diğer Türk Beyliklerinden yardım ister.. Taşkent ve Fergane’den yardım gönderir, fakat gelen birlikler yolda Kuteybe’nin askerleri tarafından pusuya düşürülerek yok edilirler..Semerkant, kuşatılır.. Araplar mancınık ateşi ile saldırırlar.. Daha fazla dayanamıyacağını anlayan Gurek, Kuteybe ile anlaşmak zorunda kalır..Bu anlasmaya göre,

1.Semerkant Araplara hersene 2.200.000 altın ödeyecektir..2.Bir defaya mahsus olmak üzere 30.000 Türk gencini esir olarak verecektir..3.Şehirde Cami yapılacaktır..4.Şehirde eli silah tutan kimse dolaşmayacaktır..5.Tapınak ve putlardaki tüm mücevherler Kuteybe’ye teslim edilecektir.. 

Daha sonra Kuteybe, altından yapılan putları erittirerek alır ve Merv’e geri döner.. Dönerken kardeşi Abdurrahman bin Muslim’i Semerkant’ın başına vali olarak bırakır..Kuteybe’nin Merv’e dönüşünden sonra, Türkler kendi aralarında işgalci Müslümanlara karşı bir direniş birliği kurarlar.. Zaman zaman Ceyhun ırmağını geçerek Araplara pusu kurar ve ciddi zararlar verirler.. Haccac Kuteybe’ye Taşkent ve Fergana’yi işgal etmesi talimatını verir.. Kuteybe Taşkent’e gider fakat başarılı olamaz.. Bu arada Haccac ölür. Halife Velid, Kuteybe’ye Türklere karşı savaşları devam ettirmesini söyler.. Kuteybe bu sefer Kasgar’a doğru yola çıkar.. Tam Kasgar’ı kuşatacakken Halife Velid ölür, yerine Süleyman ibni Abdülmelik halife olur.. Bu yeni Halife ile arası hiç iyi olmayan Kuteybe Kasgar seferini yarıda bırakarak ona karşı ayaklanır, ancak kendi komutanları tarafından 11 yakını ile birlikte 716 senesinde kafası kesilerek öldürülür.. Çünkü Kuteybe’nin komutanları Halifeye karşı gelmek istememişlerdir..

2. Büyük Katliam.. (Curcan Katliamı)

Page 15: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Kuteybe ve Haccac’ın ölümü, Arapların Türkleri Müslümanlaştırmak ve Türk şehirlerini talan etmek politikalarında bir değişiklik yapmamıştır.. Öncelikle, Araplardaki Türklere karşı olan korku ortadan kalktığı için, Araplar, Kuteybe’den sonra da aynı şekilde Türk yurtlarına saldırılarını sürdürmeye devam etmişlerdir.. Kuteybe’nin öldüğü aynı yıl olan 716 da, Yezid ibni Muhelleb Horasan’a vali atanır.. İlk iş olarak Dağıstan’ı işgal eder.. Dağıstan meliki Saltekin, Yezit’e karşı uzun süre dayanır.. Sonunda Dağıstan düşer.. Şehir yağmalanır ve 14000 kişi öldürülür..Dağıstan’dan sonra Curcan’a yönelir.. Curcan 300.000 dirhem karşısında savaşmadan teslim olur.. Yezid, Curcan’a bir bölük asker yerleştirerek, Taberistan’ a doğru yola koyulur.. Taberistan Meliki, İsfehbed, Deylem melikinden 10000 kişilik bir yardım alarak savaşa başlar.. İsfehbed savaşırken, Curcan halkı da ayaklanarak Esed ibni Abdullah komutasındaki askerleri imha ederler.. Yezid öfkeye kapılır, Curcan’lı Türkleri yendiğinde kanlarından değirmen döndürüp ekmek yiyeceğine dair Allah’a yemin eder.. Askerlerini toplayarak Curcan üzerine yürür.. Curcan beyi, şehirden çıkarak Curcan kalesine çekilir. 7 ay süren savaştan sonra, kale düşer.. Curcan beyi öldürülür.. Kaledeki askerler esir alınır.. Araplar, daha sonra Curcan şehrine girerler.. Burada da aynı şekilde Kuteybe’nin yaptiğı katliama benzer bir katliam yapılır.. Türkleri öldürerek, 4 fersah boyunca sağlı sollu ağaçlara astırır.. Allah’a verdiği sözü yerine getirmek için, esir aldığı binlerce Türk’ü, Enderiz vadisindeki nehrin kenarına sürükler, orada askerlerine korumasız Türkleri öldürtür.. Öldürülen Türklerin kanlarını nehire akıtır.. Nehrin suyuyla akan kanlardan, ilerideki değirmenden un ve ekmek yaptırarak yer ve Allah’a verdiği sözü yerine getirir.. Katliamdan geriye kalan kız ve kadınlardan beş de biri cariye olarak halifeye ayrıldıktan sonra, geriye kalanlar askerler arasında ganimet olarak paylaştırılır.. Kaynaklar Curcan katliamında Talkan katliamında olduğu gibi yaklaşık 40.000 Türk’ün öldürüldüğünü söylerler..717 yılından sonraki zaman, Arapların kendi aralarındaki çatışmalarla geçer.. Buraya kadar dikkat ederseniz, ilk Arap saldırıları başladığında Kibac hatun diğer Türk Beyliklerinden yardım istediği halde istediği yardım kendisine verilmemişti.. Sonra o yardımı göndermeyenler, yardıma muhtaç duruma düştüler.. Bu olaylardan Türklerin daha o zaman da aralarında tam bir birlik ve beraberlik sağlayamamış olduklarını görüyoruz.. 717 yılında Ömer ibni Abdulziz halife olur..İki yıl sonra hastalanır yerine, 719 da, Yezid ibni Abdülmelik geçer.. Yezid ibni Abdülmelik ile Yezid ibn Mehleb’in arası iyi değildir.. Yezid ibn Mehleb hapse attırılır ancak, Yezid ibni Mehleb hapisten kaçarak, Basra’da örgütlenir ve Yezid ibni Abdülmelik’e karşı ayaklanır.. 721’de Abbas ve Mesleme adında iki komutan önderliğinde kurulan hilafet ordusu Yezid ibni Mehleb ile savaşır.. Bu savaşta Abbas ve Yezit ibni Mehleb olur.. Yezit’in kafası kesilerek halife Yezit ibn Abdülmelik’e yollanır.. Mesleme, Mehleb’in yakını olan yaklaşık 300 kişinin daha kafasını kestirerek öldürtür. Yezid ibni Mehleb’in oğlu olan, Muaviye ibni Yezid’de elinde bulundurduğu 32 kadar Mesmele taraftarının kafasını kestirtir.. Aralarındaki savaş, Mehleb taraftarlarının tamamen yok edilmesi ile biter… Mesmele, Mehleb’den ele geçirdiği aralarında Türklerin de bulunduğu cariyeleri Cerrah ibni Hakem’e satar..Bu arada, Yezid ibni Mehleb’in yerine getirilen yeni Horasan Valisi, Cerrah ibni Abdullah, Türkmenistan’ın iç kısımlarına bazı saldırılar yaparsada başarılı olamaz.. Kuteybe’nin ölümüyle birlikte Türk topraklarına yapılan akınlar eskisi kadar başarılı olamamışlardır.. Bu dönemde İslam yayılmacılığı bir duraksama içine girer.. Halife II. Ömer ibn Abdülaziz, işgal altında bulunan yörelerdeki Arap egemenliğinin her geçen gün biraz daha zorlaşır bir hale gelmesinden dolayı bu bölgelerde yaşanan

Page 16: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

gerginliğin azaltılarak İslam’ın kuvvetlendirilmesine çalışır.. Kendisine bağlı yöneticilere, “ Bundan böyle Türk Beyliklerine saldırmayın, hakimiyetiniz altında bulunan bölgelerde gücünüzü arttırarak İslamı yaymaya çalışın” demiştir.. Ayrıca, II. Ömer, Müslüman olan halklardan cizye alınmamasını istersede, Arapların gelirlerinde önemli ölçüde düşme olmasından dolayı bu karardan daha sonra, Türklerin Müslümanlıkarında samimi olmadıkları bahane edilerek vazgeçilmiştir.. Bu arada Horasan’da Cerrah ibni Abdullah, yerine Abdurrahman ibni Nuaym atanmıştır..

Hakan Sulu'nun Göktürk Boylarının Başına Geçmesi 

Türkler, Arapların istilasına karşı direnişlerini Çin’den yardım isteyerek sürdürürler.. Daha önce Araplarla işbirliği içinde olan Tugsad da, 718 yılında Çin imparatorundan yardım ister.. Çin, Türklere yardım göndermez.. Turgis Kaani Sulu, Bati Göktürk Boylarının başına geçerek, 720 yılında Sogd’daki Türklerin Araplara karşı isyanını desteklemek için bir birlik gönderir.. Sulu’nun, Kur-Sul adındaki komutanı, Seyhun nehrini geçerek, Sogd’a gelir ve oradaki diğer Türklerle birleşerek, Semerkant’a doğru yürür.. Arap Valisi, Said ibni Haris, Türkleri durduramaz ve Semerkant’a çekilir.. Ancak Türkler Semerkant’ı kuşatamazlar.. Bu arada Said ibni Haris yerine 721 yılında Horasan’a Said ibni Harasi atanır.. 722’de Hisam Halife olur, Said ibni Harasi’yi görevden alarak yerine Müslim ibni Said’i atar.. Müslim ilk olarak Afşin’i haraca bağlar.. Seyhun’u geçerek bütün ekinleri ve ağaçları yakarak ilerler.. Bunun üzerine Turgis Hakanı Sulu, Müslim’in üzerine yürür.. Sulu’nun üzerine geldiğini ögrenen Müslim geri çekilmeye başlar.. Seyhun nehri yakınlarında, bir başka Türk birliği tarafından durdurulur.. Bir yandan yukardan Sulu’nun birlikleri ilerlediği için acele eden Müslim, zayiat vermesine rağmen, Seyhun nehrini geçerek Semerkant’a çekilir.. Bu yenilgi üzerine, Müslim görevden alınır, yerine Esed ibni Abdullah atanır..Esed ilk olarak Hoten şehrini ele geçirerek yağmalar.. Ancak, Turgis Hakanının Müslim’i kovalamasından cesaret alan halk Araplara karşı ayaklanır.. 726 yılında Turgis Hakanı Sulu kararlı bir şekilde Esed’in üzerine yürür.. Huttal’da çarpışırlar.. Esed, Sulu karşısında ağır bir mağlubiyet alır.. Bunun üzerine 727’de Esed’de görevden alınarak yerine Esres ibni Abdullah atanır..Esres halk üzerinde baskı uygulayarak denetim kurabileceğini düşünürsede başarılı olamaz.. Bir kısım halk Müslüman olduklarını söyleyerek vergi vermek istemezler ve Turgis’lerden yardım isterler. Turgis Hakanı Sulu 728 yılında Buhara’yı zapteder.. Bu arada Esres’in yerine Cüneyt ibn Abdurrahman geçer..Araplar Semerkant’a çekilir..Hakan Sulu ve Kur-Sul idaresindeki Turgis kuvvetleri 729 yılında 58 gün süreyle Arapları Kemerce kalesinde kuşatma altında tutarlar.. Açlıktan ölme noktasına gelen Araplar Kemerce’den çıkarak teslim olurlar, yapılan anlaşma gereğince teslim olanlar Debusia’ya gönderilirler.. Daha sonra Hakan Sulu, Semerkant’ı kuşatır.. Semerkant’ın işgal komutanı Savra ibni Hurr, Cüneyd ibni Abdurrahman’dan yardım ister.. Cüneyd yardıma gelmeden Savra ve Hakan Sulu Semerkant yakınlarında savaşırlar.. Araplar savaşı kaybeder, Semerkant’ın Arap Karargah komutanı Savra bu savaşta ölür.. Halife Hisam, Kufe ve Basra’dan 20000 kişilik ek bir kuvveti Cüneyd ibni Abdurrahman’a gönderir.. Hakan Sulu 732’de Buhara’yı terk ederek çekilir.. 734’de Cüneyd ibni Abdurrahman ölür, yerine Asım ibni Abdullah geçer, bir yıl sonra onun da yerine Halid ibni Abdullah geçer..

Hakan Sulu'nun Ölümü ve Cuzcan Beyinin ihaneti

Hakan Sulu, 737 yılında Halid’in üzerine yürür.. Araplar zayiat vererek Ceyhun’un

Page 17: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

güneyine çekilir.. Türkler Ceyhun nehrini geçerek Arapları Belh’e kadar çekilmeye zorlar, ancak Cuzcan önderi, Arap’larla birleşerek Hakan Sulu’nun ülkesine çekilmesine sebep olur.. Göründüğü kadarı ile eğer Cuzcan önderi Araplarla işbirliği yapmamış olsaydı Hakan Sulu’nun ordusu muhtemelen Arapları Türk topraklarından temizleyecekti.. Hakan Sulu ülkesine döndükten sonra bir zamanlar Araplara karşı beraber savaştiğı Kur-Sul tarafından şahsi nedenlerden dolayı öldürülür.. Bu gelişmenin birazda Çin tarafından tezgahlandığı, ve tarihte Çin’in Türk Beyliklerini birbirine düşürme siyaseti olarak görülür.. Hakan Sulu’nun ölmesi Araplar arasında sevinçle karşılanır.. Öyleki Horasan Valisi Araplara Hakan’ın öldürülmesinden dolayı şükür orucu tutulmasını ister.. Haberi Halife Hisam’a ulaştırırsa da, Halife bu haberin doğruluğunu anlamak için güvendiği adamlarını yollayarak haberin doğruluğunu öğrenmelerini ister.. Hakan Sulu’nun öldürülmesinden sonra Türkler bir daha toparlanamazlar.. Arapların Türk yurtlarından temizlenmeleri ile ilgili umutları bir anda söner.. Öncelikle Dikhanlar denen yerel egemenlikler Araplara büyük tavizler verirler.. Müslümanlığı kabul eden kişilere büyük ekonomik çıkarlar sağlanır.. Cizye olarak alınan vergilerin miktarları düşürülerek önceki zorlamalara göre çok daha yumuşak bir sömürü politikası uygulanır.. Buraya kadar ki tarihte Türklerin zorla Müslümanlaştırılmalarına hizmet etmiş olan en önemli 2 isim, Arap Komutanı Kuteybe ve Hakan Sulu’nun tam önemli bir darbe indirmek üzereyken kendini Araplara satarak onlarla işbirliği içine giren hain Cuzcan Beyi’dir.. Kur-Sul’da, Turgis Hakanı Sulu’yu şahsi çıkarları uğruna öldürerek ister istemez Arapların korkulu rüyasını ortadan kaldırmış, Müslümanlığın Türk topraklarında daha rahat bir şekilde yayılmasına neden olmuştur..

Kur-Sul'un Ölümü ve Türk Ordularının Dağılması

Emevilerin son valisi, Nasır ibni Seyyar’ın valiliğe gelmesi ile birlikte Güney Türkistan’da Arap güçlerinde bir toparlanma başlar. Nasır, Arap hakimiyetinin yumuşak bir politika ile daha kolay bir şekilde yayılabileceği bilinci ile güçlü bir ordu kurarak Türk topraklarına yayılır. 739 yılında Araplar Semerkant’a tamamen yerleşirler.. Ancak, Seyhun nehrini geçmeye çalışırlarsada, Kur-Sul komutasındaki Türk ordusu tarafından durdurulurlar.. Sayı olarak Kur-Sul’un ordusundan daha kalabalık olmalarına rağmen, nehrin öte tarafına geçmeye cesaret edemezler.. Ancak bu arada Araplar için hiç beklemedikleri bir gelişme olur.. Araplara karşı saldırı düzenlemeyi planlayan ve bu nedenle nehrin etrafında keşif yapan Kur-Sul, Arap askerlerine yakalanır.. Nasır, Kur-Sul’u hemen öldürerek cesedini Türklerin görebileceği şekilde Seyhun nehrinin kenarına astırır.. Bu manzara çok geçmeden Türkler üzerinde beklenen etkiyi yapar ve Türk ordusu zaten sayıca üstün olan Araplar karşısında dağılır.. Taşkent ve Fergana da teslim olur.. Nasır,bundan sonra Arap hakimiyetini daha yumuşak politikalar uygulayarak sürdürür.. Yurtlarını terk ederek giden Türklerin geri dönmeleri halinde vergi borçları affedilir.. Halk içinden Müslüman olanlara bazı ekonomik ve sosyal çıkarlar sağlanarak, onların kendiliğinden Müslümanlığı seçmeleri teşvik edilir.. İslam’ın taraftar bulabilmesi için, gerek korkutarak, gerek teşvik ederek gereken her türlü tedbiri alınır.. Bu alınan tedbirler yavaşda olsa sonuç verir.. Türk topraklarındaki son Emevi Arap valisi Nasır ibni Seyyar Türklere İslam’ı kabul ettirtmeyi başarmıştır.. 

Bizi ilgilendiren tarih buraya kadardır.. Bundan bir süre sonra Arap topraklarında, Emevi Hanedanının egemenliği son bulur ve Abbasilerin devri kendini gösterir.. 749’da Abbasiler Emevi Hanedanını zorlamaya başlar.. Arap topraklarında başlayan

Page 18: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

iç savaş, Emevilerin dışarı yayılmaları için gerekli olan kuvvetin bölünmesine yol açar.. Abbasilerle birlikte, Müslümanlaştırılan halklar üzerinde daha uyumlu, onların örf ve ananelerine uyan bir İslam uygulanır.. Emevilerden sonra İslamiyetin evrensel bir din olduğu şeklinde uygulamalar yapılarak İslam'ın daha geniş kitlelere yayılmasına özen gösterilir.. Bu şekilde önceleri Arap dini olarak kurulan din, giderek daha bir evrensel görünüm kazanır. Bu arada Araplar arası çatışmalar da giderek şiddetlenir.. Araplar arası kavgada Mevaliler, yani azat edimiş köleler de belli bir önem kazanırlar.. Bu çatışmaların içinde olan Arap şefleri Mevali’yi kendi taraflarına çekmek isterler.. Ancak, bütün Müslümanları eşit gören İslam karşısında Mevali’nin durumu belirsizdir.. Mevali, eşitliği öngören İslam adına, Arap üstünlüğüne karşı çıkar.. Ali tarafı ve Peygamberin amcası Abbas’ın soyu, Emeviler tarafından kendilerinden hile ve zorbalıkla alınan iktidarlarının asıl sahipleri olarak görünmeleri, beraberinde bir takım siyasal sorunları da başlatır.. Bu arada, sınıfsal farklılıklar ve beraberinde yaşanan olumsuzlukların nedeni olarak, ezilen sınıf tarafından İslamın kendisi değil, Emevi hanedanın iktidarı sorumlu tutulur..

aberi Anlatımları

Aşağıdaki pasajlar doğrudan Taberinin anlatımından alınmıştır.

Tarih-i Taberi / Cilt 3/(Syf-343)

Her kim Türk’lerden baş getirirse yüz dirhem vereceğim. İmdi müslümanlar bir bir Türk’lerin başını kesip getirip 100 dirhemi aldılar. Ve Türk’leri dağıtıp hesapsız kırdılar ve mübaleğa ile mal ve ganimet alıp yine dönüp Merv’e geldiler. Yaz gelince Kuteybe Horasan şehirlerine nameler gönderip asker topladı. Sonra göçüp Talkan’a vardı. Şehrek ki Talkan meliki idi. Neyzekle müttefik idi. Kuteybe’nin geldiğini işitince kaçtı. Kuteybe Talkan’a girdiği vakit hükmetti ki ahalisini kılıçtan geçireler. Nekadar kırabilirlerse kıralar. Bunun üzerine Kuteybe’nin askeri orada hesapsız adam öldürdü.Rivayet ederler ki 4 fersenk yol iki taraftan muttasıl ceviz ağacı dallarına adamlar asılmış idi. Oradan göçtü. Mervalarüd’e kondu. Oradaki melik kaçtı. Kuteybe onun da iki oğlunu tuttukta kalan şehrin beyleri itaat edip istikbale geldiler.(Syf-344)Kuteybe dedi: - Vallahi eğer benim ömrümden üç söz söyleyecek kadar zaman kalmış olsa bunu derim ki (Uktülühü uktülühü uktülühü). ( Hepsini öldürün, hepsini öldürün, hepsini öldürün )Bunun üzerine Neyzek’i ve iki kardeşi oğulları ki biri Sol ve biri Osman’dır. Ve yine o kendisi ile mahsur olanların hepsini öldürdüler. Hepsi 700 adam idi. Buyurdu başlarını kesip Haccaca gönderdiler.(Syf-347)Kuteybe deve palanı demek olur.(Syf-351)Ganimet malının beşte birini Haccac’a gönderip Semerkant’ın fethini de ilan etti. Haccac da bu haberi işitip sevindi. Kuteybe tekrar Merv’e döndü. Kardeşi Abdullah’ı Semerkant’a emir yaptı. Askerlerinin bir miktarını onun yanında bıraktı ve lüzumu kadar harp aleti verip, Abdullah’a dedi: Kafirlerden hiç kimseyi Semerkant’a girmeye bırakma, ancak eline bir parça balçık ver ve o balçığın üzerine mühür vur.(Syf-353)

Kuteybe’nin Havarizem Şehrine Gitmesi Haberi

Havarizem melikinin adı Çaygan idi. Ondan küçük Havarizad adlı bir kardeşi vardı.

Page 19: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Çaygan’ın üzerine galebe etmiş idi ve onun bütün işini tutmuş idi. İşitse ki Çaygan’ın eline güzel bir cariye girmiş, yahut bir nefis bir kumaş almış derhal adam gönderip aldırırdı. Yine işitse ki bir kişinin güzel kızı var yahut güzel bir avreti var derhal mecal vermez,çekip alırdı. Hiç kimse men edemezdi. Ve Çaygan’a ondan şikayet etseler ben ona bir şey diyemem, derdi. Çaygan da onun elinden bunalmış idi.Bu işi bu şekilde uzatınca Çaygan’ın tahammül etmeye takatı kalmadı. El altından Kuteybe’ye adam gönderdi. Havarizem şehirlerinden üç şehrin kilitlerini bile gönderdi.Ve Kuteybe’ye dedi: Havarizem’e gelip kardeşimi öldürürsen her ne dilersen vereyim,dedi. Lakin bu haberi hiç kimseye bildirmedi. Bu haber Kuteybe’ye ulaşınca gaza vaktı idi. Kuteybe kavmine Segat gazasına varırız diye bildirdi. Çaygan’ın adamını geri gönderdi. Havarizad’e haber verdiler ki Kuteybe Segad’a gazaya gider. O da gayet sevindi. Ve kavmine bildirdi ki bu yıl cenkten eminsiniz,zira Kuteybe segad’a gidermiş. Ve bizde iş’e meşkul olalım dedi.Bilmedi ki Kuteybe kendi üzerine gelir. Bu esnada Kuteybe ansızın bin atlı ile Medinetül Fil ki Havarizemin ulu ve muazzam şehridir. Zira Havarizem ülkesi üç şehirdir. Ondan ulusu yoktur. Kuteybe çıkıp geldi. Havarizem halkı Kuteybe’yi görüp korktular. Kuteybe doğru Çaygan’ın yanına geldi. Ve Havarizad’a haber verdiler ki ne gafil durursun işte Kuteybe erişip alemi fesada verdi. Havarizad anladı ki bu iş Çaygan’ın başı altındadır. Diledi ki Çaygan’ı öldüre. Lakin fırsat ve mecal bulamadı. İmdi hazır bulunan sipahi ile sürüp Medinetil Fil’e geldi. Çaygan o üç şehri Kuteybe’ye verip kendisi de Kuteybe’nin yanına geldi. Ve Havarizad şaşkına döndü. Nihayet Kuteybe’ye adam önderip aman diledi.Kuteybe dedi: Amanı kardeşinden dile eğer o aman verirse benden emin ol.Havarizad dedi: -İmdi bildim ki benim ölmem lazım. Zira benim kardeşime boyun eğmem ölmek demektir. Belki ölmek muti olmaktan iyidir, dedi. Bunun üzerine cenge koyuldu. Bir saat cenk edip sonunda tutuldu. Kuteybe’ye getirdiler. Kuteybe dedi: Kendini nasıl görürsün. Havarizad dedi: -Ey emir,beni melamet etme ki ben kılıca eli onun için vurdum ki seninle benim aramda bir hüküm zahir ola. İmdi fırsat senin oldu, bana ne öğünmek gerek, ne dilersen et. Bunun üzerine Kuteybe buyurdu. Dışarı çıkıp boynunu vurdular.

Çaygan dedi: -Ey emir,henüz gönlüm şifa bulmadı.Kuteybe dedi: -Daha ne dilersin? Çaygan Dedi: -Dilerim ki onunla bile olan kimselerin hepsini öldüresin. Kuteybe dedi: -İmdi sen benim yanıma topla, ben öldüreyim. 

Çaygan da hepsini tutup getirdi. Kuteybe cümlesini öldürüp mallarını aldı. Çaygan şöyle şart etmiş idi ki: Bin baş esir ve nice bin kumaş vere. İmdi Kuteybe Medinetül File girip o malı Çaygan’dan aldı.Çaygan Kuteybe’den yardım diledi. Zira Camhüd meliki daima gelip Çaygan ile cenk ederdi. Ve Çaygan’ı gayet incitirdi. Kuteybe Abdurrahman’ı ona yardıma gönderdi. Ve Abdurrahman varıp muharebe etti ve o meliki öldürdü. Çaygan o yerleri fethedip dört bin baş esir aldılar. Kuteybe buyurdu. Hepsini öldürdüler. (Syf-349-350)-Şaş askeri bize gece baskın etmek dilerrmiş, imdi varın onların yolunda filan yerde pusuda durun. Ve onlar çıktığı vakit üzerlerine sürünüz. Ola ki bir fetih edesiniz,dedi. Muslih b. Müslim’I bunlara kumandan tayin etti. Muslih de gelip o 700 adamı üç bölük etti. Bir bölüğünü yolun sağ yanına,bir bölüğünü sol yanına koydu ve kendisi bir bölükle yolun üzerine durdu. Gece yarısı geçince Şaş askeri çıkıp geldiler. Muslih’i yol üzerinde görünce cenge meşgul oldular. Ve o iki bölük gaziler de iki taraftan

Page 20: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

hamle edip aç kurdun koyuna girdiği gibi kafirleri tarumar ettiler. Gazilerde Şübe adlı bir bahadır yiğit vardı. Kendisini Şaş güruhuna ve kalabalığına vurdu. Onların ortalarında bir melikzadeleri vardı.Yetişip Şübe onu kulağı tözünden kılıç ile çaldı. Öyle bir çaldıkı başı top gibi havaya uçtu. Şaş askeri bu heybeti gördüklerinde hepsi bozguna uğradılar. Müslümanlar ardına düşüp onları hesapsız kırdılar. Onlardan kurtulan pek az oldu. Ve onların ekserisi Melikzadeler idi. Ziynetli ve silahlı kimselerdi. Onların başlarını ve silahlarını ve elbiselerini hepsini aldılar geri dönüp Sürür ile Kuteybe’nin yanına geldiler. Ertesi gün Kuteybe hükmetti ki cenge atılalar.Gavrek Kuteybe’ye adam gönderip dedi: -Bu ettiğin harbi öyle zannetme ki arapların kuvveti ile edersin belki acemden benim kardeşlerimdir ki sana yardım edip cenk ederler. Yoksa harbe arapları gönder.Gör ki biz de neler ederiz,dedi. Kuteybe bu sözü işitip gadaba geldi ve münadilere çağırttı. Müslüman mübarizleri toplanıp kafirlerin üzerine yürüyüş ettiler ve buyurdu ki mancınık kurdular ve bir burcu döğe döğe yıktılar. Ve Müslümanlar o yıkılan yerden hücum ettikte kafirlerden bir bahadır er gelip o gedikte durdu her kim ileri gelse mecal vermez öldürürdü. Müslümanlarda silahşörler çok idi. Kuteybe onları çağırtıp dedi ki: Sizden kim ki o şahsı ok ile vurursa ben ona on bin dirhem veririm. O silahşörlerden biri ileri yürüyüp ok ile o şahsı atıp gözünden vurdu ve ensesinden çıktı. Derhal düştü. O kişi Kuteybe’nin yanına gelip on bin dirhemi aldı.(Syf-351-352)

Rivayet ederler ki 4 fersenk yol iki taraftan muttasıl ceviz ağacı dallarına adamlar asılmış idi. Oradan göçtü. Mervalarüd’e kondu. Oradaki melik kaçtı. Kuteybe onun da iki oğlunu tuttukta kalan şehrin beyleri itaat edip istikbale geldiler.(Syf-344)

Kuteybe dedi: - Vallahi eğer benim ömrümden üç söz söyleyecek kadar zaman kalmış olsa bunu derim ki (Uktülühü uktülühü uktülühü). ( Hepsini öldürün, hepsini öldürün, hepsini öldürün )Bunun üzerine Neyzek’i ve iki kardeşi oğulları ki biri Sol ve biri Osman’dır. Ve yine o kendisi ile mahsur olanların hepsini öldürdüler. Hepsi 700 adam idi. Buyurdu başlarını kesip Haccac’a gönderdiler.(Syf-347)Kuteybe deve palanı demek olur.(Syf-351).......

Bu 70 yıl süren Türk-arap savaşlarının en önemli noktaları ve sonuçları ;

1- 100.000'in üstünde Türk katledilmiştir.2- 50.000'in üstünde Türk genci köle ve cariye yapılmıştır.3- Şehirler yağmalanmış , ganimet diye halkın herşeyi talan edilmiştir.4- Tüm zenginlikler , tarihi eserler yokedilmiş , yakılmış , yıkılmıştır.5- Dünyanın en büyük katliamlarından biri olan "Talkan Katliamında" 40.000 Türkün kafaları kesilerek 24 km yol boyunca ağaçlarda sallandırılmıştır. (Tarihte örneği çok azdır.)6- Aynı şekilde "Curcan Katliamında da esir alınan 40.000 Türk'ün nehir kenarında kafaları kesilmiş, nehrin suyu kıpkızıl olmuş, cesetler yine ağaçlarda sallandırılmıştır.7- "Teslim olursanız canınız bağışlanacak" sözü hiç bir zaman yerine getirilmemiş, "Şeriat söz tanımaz" denilerek kadın-erkek kılıçtan geçirilmiştir.8- Araplar tarihte yaşadıkları bu en büyük yağma ve talandan çok büyük servet elde etmişlerdir.9- Türkler böyle bir vahşet ve mezalimi Çinlilerden dahi görmemişlerdir.

Page 21: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

10-Bu tarihi gerçekler "islama leke gelmesin, Islam etkilenmesin" düşüncesiyle gizlenmekte, hic bahsi bile edilmemektedir. Türkçü siyasetçiler dahi konuyu geçiştirmektedir. Bundan da Araplar nasiplenmektedir...

(Resim temsilidir.)

Rivayet ederler ki 4 fersenk yol iki taraftan muttasıl ceviz ağacı dallarına adamlar asılmış idi. Oradan göçtü. Mervalarüd’e kondu. Oradaki melik kaçtı. Kuteybe onun da iki oğlunu tuttukta kalan şehrin beyleri itaat edip istikbale geldiler.(Syf-344)

Kuteybe dedi: - Vallahi eğer benim ömrümden üç söz söyleyecek kadar zaman kalmış olsa bunu derim ki (Uktülühü uktülühü uktülühü). ( Hepsini öldürün, hepsini öldürün, hepsini öldürün )Bunun üzerine Neyzek’i ve iki kardeşi oğulları ki biri Sol ve biri Osman’dır. Ve yine o kendisi ile mahsur olanların hepsini öldürdüler. Hepsi 700 adam idi. Buyurdu başlarını kesip Haccac’a gönderdiler.(Syf-347)Kuteybe deve palanı demek olur.(Syf-351).......

Bu 70 yıl süren Türk-arap savaşlarının en önemli noktaları ve sonuçları ;

1- 100.000'in üstünde Türk katledilmiştir.2- 50.000'in üstünde Türk genci köle ve cariye yapılmıştır.3- Şehirler yağmalanmış , ganimet diye halkın herşeyi talan edilmiştir.4- Tüm zenginlikler , tarihi eserler yokedilmiş , yakılmış , yıkılmıştır.5- Dünyanın en büyük katliamlarından biri olan "Talkan Katliamında" 40.000 Türkün kafaları kesilerek 24 km yol boyunca ağaçlarda sallandırılmıştır. (Tarihte örneği çok azdır.)6- Aynı şekilde "Curcan Katliamında da esir alınan 40.000 Türk'ün nehir kenarında kafaları kesilmiş, nehrin suyu kıpkızıl olmuş, cesetler yine ağaçlarda sallandırılmıştır.7- "Teslim olursanız canınız bağışlanacak" sözü hiç bir zaman yerine getirilmemiş, "Şeriat söz tanımaz" denilerek kadın-erkek kılıçtan geçirilmiştir.8- Araplar tarihte yaşadıkları bu en büyük yağma ve talandan çok büyük servet elde etmişlerdir.9- Türkler böyle bir vahşet ve mezalimi Çinlilerden dahi görmemişlerdir.10-Bu tarihi gerçekler "islama leke gelmesin, Islam etkilenmesin" düşüncesiyle gizlenmekte, hic bahsi bile edilmemektedir. Türkçü siyasetçiler dahi konuyu geçiştirmektedir. Bundan da Araplar nasiplenmektedir...

Page 22: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

tatürk'ten İsmet Paşa'ya 

"SEVGİLİ Paşam, Cumhuriyet'in ilk başbakanı olarak seni düşünüyorum. Dur, hiç itiraz etme. Niye seni seçtiğimi şimdi anlayacaksın. Bizi yine büyük bir savaş bekliyor.Durumumuzun bir bölümünü Cephe Komutanı ve Lozan Başdelegesi olarak elbette biliyorsun. Büyük devletlerin bu sefil duruma bakarak, kısa zamanda pes edeceğimizi sandıklarını Lozan dönüşü sen bize anlattın.

Ben sana şimdi bildiğinden daha da acıklı olan genel durumu özetleyeceğim. Bize geri, borçlu, hastalıklı bir vatan miras kaldı. Yoksul bir köylü devletiyiz. Dört mevsim kullanılabilir karayollarımız yok denecek kadar az. 4.000 km. kadar demiryolu var. Bir metresi bile bizim değil. Üstelik yetersiz. Ülkenin kuzeyini güneyine, batısını doğusuna bağlamamız, vatanın bütünlüğünü sağlamamız şart. Denizciliğimiz acınacak durumda. Köylümüzü topraklandırmalı, ihtiyacı olan bir çift öküz ile bir saban vererek çiftçi yapmalıyız.

Doğudaki aşiret, bey, ağa, şeyh düzeni Cumhuriyet'le de insanlıkla da bağdaşmaz. Bu durumu düzeltmeli, halkı kurtarmalıyız. Her yerde tefeciler halkı eziyor. Güya tarım ülkesiyiz ama ekmeklik unumuzun çoğunu dışarıdan getirtiyoruz. Sığır vebası hayvancılığımızı öldürüyor. Doktor sayımız 337, sağlık memuru 434, ebe sayısı 136. Pek az şehirde eczane var. Salgın hastalıklar insanlarımızı kırıyor. Üç milyon insanımız trahomlu. Sıtma, tifüs, verem, frengi, tifo salgın halinde. Bit ciddi sorun. Nüfusumuzun yarısı hasta. Bebek ölüm oranı % 60'ı geçiyor.

Page 23: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Nüfusun % 80'i kırsal bölgede yaşıyor. Bunun önemli bölümü göçebe. Telefon, motor, makine yok. Sanayi ürünlerini dışarıdan alıyoruz. Kiremiti bile ithal ediyoruz. Elektrik yalnız İstanbul ve İzmir'in bazı semtlerinde var. Düşmanın yaktığı köy sayısı 830. Yanan bina sayısı 114.408. Ülkeyi neredeyse yeniden kurmamız gerekiyor. Yunanistan'dan gelen göçmen sayısı da 400 bini geçecek.

İktisadi hayatımız da, eğitim durumumuz da içler acısı. İktisatçımız da çok az. Zorunlu okuma yaşındaki çocukların ancak dörtte birini okutabiliyoruz. Halkın eğitimi hiç çözülmemiş. Oysa Cumhuriyet'in insan malzemesini hazırlamalı, namus cephesini güçlendirmeliyiz. Kültür eserleri kaçırılmış, kaçırılmaya devam ediliyor. Raporlarda daha ayrıntılı, daha acı bilgiler var. Bunları Bakanlara ve parti yönetim kuruluna da ver. Genel durumu tam bilsinler. Bütçemiz, gelirimiz yetersiz. İktisadi çıkmazdan kurtulmak için geliştirdiğim bir düşüncem var. Bu düşünceyi günü gelince konuşuruz. 

Hedefimiz milli iktisat, bağımsızlığın sürekli olması için iktisadi bağımsızlık temel ilkemiz olmalı. Osmanlı bu gerçeği geç fark etti. Fark ettiği zaman çok geç kalmıştı. Cumhuriyet'e uygun bir anayasaya gerek var. Bu zor durumdan nasıl çıkılabileceğini gösteren ne bir örnek var önümüzde, ne de bir deney. Ama yılmamak, ucuz, geçici çarelerle yetinmemek, halkı kurtarmak için sorunları çözmek, kalkınmak, ilerlemek, milli egemenliğe dayalı, uygar ve özgür bir toplum oluşturmak, yüzyılımızın düzeyine yetişmek, kısacası çağdaşlaşmak, bu büyük ideali tam olarak başarmak zorundayız. Bu ana kadar bu ideali koruyarak geldik. Bundan sonra daha hızlı yürümek zorundayız. Bunun için gerekli yöntemi, yolu birlikte arayıp bulacağız. Yoksul ve esir ülkelere örnek olacağız.

Kaderin bizim kuşağımıza yüklediği kutsal bir görev bu. Bu büyük görevin ağırlığını ve onurunu seninle paylaşmak istedim. Allah yardımcımız olsun!" 

Tarih 30 Ekim 1923... Mustafa Kemal Paşa, İsmet Paşa'yı Köşk'e davet eder. Ülkenin genel durumu hakkında hazırlattığı raporları İsmet Paşa'ya böyle sunar. Atatürk ve arkadaşlarının devraldıkları ülke işte böyle perişan durumdaydı. 10 Kasım'da parlak nutuklar atarak, bağlılıklarımızı bildirerek andığımız Atatürk'ün nasıl bir mucize yarattığının bilincinde miyiz? Bugün ona sahip çıkabiliyor muyuz? Yoksa sadece nutuk mu atıyoruz?

Maide.101 Ayet. “Ey iman sahipleri! Size açıklandığında canınızı sıkacak şeylerle ilgili soru sormayın. Kur'an indirilmekte iken onları sorarsanız size açıklanır. Allah onlardan vazgeçmiştir. Allah Gafûr'dur, Halîm'dir.”

 

Ali İmran Ayet 7; “Kitap'ı sana indiren O'dur: Onun ayetlerinden bir kısmı muhkemlerdir ki; onlar Kitap'ın anasıdır. Diğer ayetlerse müteşâbihlerdir. Şu var ki,

Page 24: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

kalplerinde bir eğrilik ve bozukluk bulunanlar, fitne aramak, onun teviline öncelik tanımak için Kitap'ın sadece müteşâbih kısmının ardına düşerler. Onun tevilini ise bir Allah bilir, bir de ilimde derinleşmiş olanlar. Bunlar, "Ona inandık, hepsi Rabbimizin katındandır." derler. Gönül ve akıl sahiplerinden başkası gereğince düşünemez.”

 

Yusuf Ayet 2; Anlayasınız diye biz onu Arapça bir Kur'an olarak indirdik.

 

 

 

 

 

 

İçinde bulunduğumuz Ramazan ayı nedeniyle her yerde vıcık vıcık "din istismarı" ve “Osmanlı seviciliği” yapılan bu günlerde, ben Mustafa Kemal ATATÜRK’ümüzün çok az bilinen bir özelliğini sizlerle paylaşmak istiyorum.   Bu ülkede sürekli birileri İsmet İnönü’nün cami kapattırdığını söylerken (ki bu kocaman bir yalandır.) nedense hiç kimse Atatürk’ün cami yaptırdığını, cami yapımına katkıda bulunduğunu söylemez[1].  Oysa ki, Dünya yuvarlağının batısında ve doğusunda ilk okunan ezanlarda Atatürk'ün de katkısı vardır.   “Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim!  Şöyle ki:  Fransa’daki Paris Camii (la Mosquée de Paris) ve Japonya’daki Tokyo Camii (Tokyo Jamii Mosque) Atatürk’ün yardımlarıyla tamamlanmıştır.Her iki camide de Atatürk'ün katkısı vardır[2]

Dahası Kurtuluş Savaşı'nda büyük zarar gören Eskişehir Mihalıççık Camii de bizzat Atatürk tarafından yeinden yaptırılmıştır. Atatürk ve İnönü döneminde yaptırılan ve tamir ettirilen onlarca cami için "CAMİ YALANLARINA YANIT VERİYORUM" yazıma bakınız lütfen.

PARİS CAMİİ ((la Mosquée de Paris)

 Mustafa Kemal Atatürk, Paris Camii´nin yapımı için «bizim de çorbada tuzumuz bulunsun» diyerek, aralıklarla belli bir miktar para göndermiştir. Atatürk´ün

Page 25: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

ölümünden sonra bu yardım kesilmiştir.[3]  Paris Camii ve Enstitüsü rektörü Abbas Bencheikh El Hocine “Mustafa Kemal Atatürk´den Paris Camii´nde ışıklar ve izler bulunduğunu“ ifade ederek bu gerçeği doğrulamıştır[4]  Caminin şeref defterine göre de II. Abdülhamit’le ve M. Kemal Atatürk’ün Paris Camisi’nin inşasına maddî ve manevî katkıları olmuştur.[5]

TOKYO CAMİİ (Tokyo Jamii Mosque)

 Avrupa’da Paris Camii’nin yapımına katkıda bulunan Atatürk, Asya’da ise Tokyo Camii’nin yapımına katkıda bulunmuştur.

1931 yılında Türkiye’ye gelip Atatürk’ü ziyaret eden Japon Elçisi Torijori Yamada, Atatürk’le yaptığı görüşmede, Atatürk’e, Tokyo’da Kazan Türklerince yaptırılmasına karar verilen bir camiye yardım etmesini teklif etmiştir. Atatürk de bu teklifi kabul ederek 1938’de tamamlanan Tokyo Camii’ne katkıda bulunmuştur. (6)

Bu nedenle olsa gerek ki, Tokyo Camii'nin 1938'deki açılışı  sırasında cami içine Japonya bayrağıyla birlikte sadece Türkiye bayrağı asılmıştır.(7) Bu durum bu iddiayı daha da kuvvetlendirmektedir.

Sunay Akın’ın o tatlı heyecanıyla biraz da abartarak dediği gibi: “Bu millet şunu biliyor mu! Bu gezegenin en doğusundaki (ve batısındaki) sabah ezanının ilk okunduğu camiyi Mustafa Kemal Atatürk yaptırmıştır.”

Aslına bakılacak olursa genç Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş  yıllarında dış ülkelerdeki cami yapımıyla ilgilenecek, bu camilere para yardımı yapacak lüksü ve gücü yoktur. Ancak emperyalizmi dize getiren ilk Müslüman olan Atatürk, dünya Müslümanlarının Kurtuluş Savaşı'na yaptıkları yardımı  da hatırlayarak- dünya Müslümanlarına sembolik de olsa yardım etmeyi uygun görmüştür. Üstelik o bu sembolik yardımları  hiçbir zaman "gösteriş" malzemesi de yapmamıştır. Bu yardımlar son derece sesiz ve gösterişsiz bir şekilde yapılmıştır.

ESKİŞEHİR MİHALIÇÇIK CAMİİ (Aşağı Camii)

Atatürk'ün Paris'te ve Tokyo'da cami yapımına katkıda bulunduğu iddialarına burun kıvıranlara bizden bir örnek verelim. Atatürk, Erzurum Kongresi`nden ölümüne kadar hep yanında ve hizmetinde olanMihallıççıklı Emir Çavuşu Ali Metin aracılığıyla 5 bin lira gönderip, Yunanlılar`ın işgal sırasında yakıp yıktıkları ve imkanları olmadığı için Mihallıççıklıların yaptıramadığı kasabanın tek camisini yeniden yaptırmıştır.

Atatürk`ün tüm masraflarını bizzat karşılayarak yaptırdığı  bu cami, bugün Mihallıççık`tadır ve `Aşağı Camii` veya "Mihalıççık Atatürk Camii" diye adlandırılmaktadır.

Ali Çavuş (Metin), Atatürk’ün en yakınlarındandır. Ailesi aslen Malatyalı’dır. 1877-78 yıllarındaki Osmanlı-Rus savaşı sırasında, aile Eskişehir’e göçmüş, eski ismiyle

Page 26: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Mihalıççık “Çukurviran” köyüne yerleşmiştir. Bilahere babası  Hacı İsmail, aileyi Mihalıççık’a getirmiştir. Babasından dolayı da “Hacıların Ali” diye anılmıştır.

Ali Metin Çavuş, Birinci Dünya Savaşı’nın en hızlı  olduğu dönemde 1915 yılında, daha 18 yaşındayken askere alınmıştır. O zamana göre iyi bir eğitimi vardır. Bunun için de Sivas’ta askerken “Küçük Zabit Mektebi”ne alınmış. Burada Enver Paşa’nın dikkatini çekmiş, onun karargahında hizmet vermiştir. Savaştan yenilgiyle çıkmamız üzerine tekrar Anadolu’ya dönmüş, Kazım Karabekir Paşa’nın başında bulunduğu 15. Kolordu’da askerliğine devam etmiştir.Orada da kendisini göstermiş. Atatürk’ün Erzurum’a gelmesi üzerine Karabekir Paşa, Ali Metin’i, 3 Temmuz 1919 günü Atatürk’ün hizmetine “Emir çavuşu” olarak vermiş, Atatürk’ü ölümüne kadar, özellikle Kurtuluş  Savaşı süresince yakınlığı devam etmiştir. Atatürk’ün yemeklerini Ali Çavuş yapmıştır.

Halk dilinde “Aşağı Cami”, asıl ismiyle “Cami-i Kebir”  1302(1886) yılında Sivrihisarlı Hacı Süleyman tarafından yaptırılmıştır. O tarihlerde Mihalıççık, Sivrihisar’a bağlı  bir kasabadır. Mihalıççık da Yunan işgaline uğramıştır.Cami, Yunanlılar tarafından tahrip edilmiştir. Uzun süre tamir edilememiştir. Ta ki, Atatürk yeniden yapımı için 5 bin lira gönderinceye kadar.

Özetle, Ali Metin’in vesile olmasıyla Atatürk, 5000 lira vererek Mihalıccık Camii'nin yeniden yapılmasını sağlamıştır. (8)

***

Atatürk, hiçbir zaman İslamla kavgalı olmamıştır; o gericilikle, bağnazlıkla, Arapçılıkla savaşmıştır. Herşeyden önce o kendini hep emperyalist Batıya meydan okuyan bir Müslüman, bir Doğulu olarak görmüştür. Doğu’nun sanatını, kültürünü, mimarisini, yaşam birçimini en mükemmel biçimde yaşatmaya ve tanıtmaya çalışmıştır. Mensup olduğu dinle her zaman gurur duymuştur. Dinle ve dindarla değil, hurafeyle ve dinciyle (yobazla) mücadele etmiştir. (Atatürk'ün din anlayışı konusunda Türkiye'deki en kapsamlı çalışma için Bkz. Sinan Meydan, ATATÜRK İLE ALLAH ARASINDA "Bir Ömrün Öteki Hikyaesi", İnkılap Kitabevi, İstanbul, 2009 ).   Not: Biliyorum, bu yazımdan sonra yine, Atatürk’ün dinle, Kuran’la, camiyle uzaktan yakından hiçbir ilgisi olmadığına inanmak isteyen bazı Tanrıtanımazlarca ve bazı Yobazlarca ağır hakaretlere maruz kalacağım, ezberi bozulanlarca çirkin saldırılara uğrayacağım: Ama GERÇEK ATATÜRK’ÜN ortaya çıkarılması adına bütün bu hakaretlere ve saldırılara göğüs germeye devam edeceğim…

Sinan MEYDAN

 

 

 

Page 27: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

 

 

 

 

 

 

Vahdettin'in ABD Başkanına Mektubu 1924.     

Osmanlı ailesi bütün hükümranlıkları süresince biz Türk kavmiyiz dememişlerdir,Vahdettin'in aşağıdaki mektubu bunu belgelemektedir,Vahdettin'in 1924 yılında ABD Başkanı'na yazdığı bu mektup, Vahdettin'i aklayıp "Büyük vatan dostu!" yapmaya çalışanların fena halde yanıldıklarını gözler önüne sermektedir, bu belge, Vahdettin'in KurtuluşSavaşı sırasındaki hıyanetleri bir yana, asıl büyük "hıyanetini" San Remo'daki sürgün günlerinde yaptığını göstermektedir.

VAHDETTİN'İN ABD BAŞKANI'NA MEKTUBU

(Vahdettin's Letter to the President of U.S.A)

Vahdettin, San-Remo'da bulunduğu günlerde ABD Başkanı'na bir mektup yazmıştır. Bu mektup, Halis Reşat Bey tarafından Paris'te bulunan Amerikan elçiliğine teslim edilmiştir. Elçilik de bu mektubun orijinalini ve İngilizce çevirisini I5 Nisan 1924 tarihli yazısıyla Washington'a göndermiştir.

Vahdettin'in mektubu Amerika Birleşik Devletleri Ulusal Arşivi'nde 86700/1788 numarada kayıtlıdır.

İşte o ibretlik, tarihi mektup:

"Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyö  Coolidge Cenaplarına

Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç  yüzünü, hangi nedenlerden dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı bilgi sunmayı gereksiz görüyorum.

Bu süresiz uzaklaşmanın, babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve Hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara meclisi gibi bir isyancı fitnenin bu

Page 28: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

konuda alacağı tüm kararların geçersiz olacağını bildiririm.

Şöyle ki;

İslam Hilafetinin Osmanlı Saltanatı'ndan soyutlanmasıve ayrılması ve Hilafetin tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti, vatanı belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alanı içinde değildir.

Bu ancak tüm İslam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel sorundur. İslam bilginlerinin bildiği üzereşeriata aykırı kararlar herhangi makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur.

Bundan başka bu durumun, içinde bulunulan koşullardaİslam dünyasında sonuçları pek vahim olabilecek büyük bir heyecana yol açacaktır.. Ayrıca gelişmiş ülkelerin iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır.

Hanedanımın ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafından kabul edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız kararları hanedanım bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar mahiyettedir.

Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükümetiniz tarafından olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları  pek değerli sayacağımıaçıklamaya gerek yoktur.Bu vesile ile sağlıklı  olmanızı yüce haktan niyaz eylerim.

13 Mart 1924. Mehmed Vahdettin"

İşte Necip Fazıl'ın ifadesiyle, "Büyük vatan dostu Sultan Vahdettin!"

Bakın ne diyor Vahdettin, "TBMM, dini, ırkı,vatanı  belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük birşer zümresidir" ve "Beş-altı milyonluk Türk milleti bilgisiz ve gafildir!" şeklindeki Türk milletine ağır hakaret içeren cümleleri,Vahdettin'in Türk milletine ne denli düşman ve hıyanet içerisinde olduğunu göstermektedir.

Kurtuluş Savaşı sırasında Sivas Kongresi'nde Amerikan mandası kabul edilmiştir! diyerek akıllarınca Atatürk'ü  ve bu ülkenin vatanseverlerini,milliyetçilerini "Amerikan mandacısı"diye damgalamak isteyen Cumhuriyet Tarihi yalancıları Vahdettin'in Amerikan başkanına yalvarıp aman

Page 29: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

dilemesine ne diyecek acaba.

"Türk milletine hakaret etti!" diyerek Aziz Nesin'e saldıranların, Türk milletine hakaret eden Vahdettin'e hangi bakışaçısı ile bakacaklar merak ediyorum doğrusu..

Bugün bu ülkede din iman edebiyatı yapan bezirganlar, bilinçli olarak Vahtettin'ni kahraman bir halk adamı  gibi gösterirken, Cumhuriyetin kurucusu, Türk milletini bağımsızlığına ve özgürlüğüne kavuşturan Mustafa Kemal Atatürk'ü bir hain, dinsiz ve halk düşmanı gibi göstererek iğrenç oyunlarına devam etmektedirler, bu gün Müslüman toplumu Hac vazifesini yerine getirebiliyorsa Araplara kabeyi yıktırmayan Mustafa Kemale yatıp kalkıp dua etmelidir,bunu anlamayanlara ve inkar edenlere yazıklar olsun...

OSMANLI SULTANLARI ATALARIMIZMI YOKSA GEÇMİŞİMİZMİ?

-GÜNÜMÜZDE ANNESİ ERMENİ, RUM, KÜRT, ARAB, YAHUDİ VEYA HIRISTİYAN OLANLARI TÜRK OLARAK KABUL EDİLMEZ VE AŞAĞILANIRKEN

-OSMANLI SULTANLARININ OSMAN BEY HARİÇ TÜMÜNÜN ANNESİ BİZANSLI, ERMENİ, SIRP, İTALYAN, RUS, YUNANLI, VENEDİKLİ, YAHUDİ VE HIRISTİYAN İKEN NASIL ATALARIMIZ OLARAK KABUL EDİLEBİLİR.

BU ÇELİŞKİYİ BİRİ BANA ANLATSIN.

 

  Bakara ayet.10; “Kalplerinde bir hastalık vardır da Allah onları hastalık yönünden daha ileri götürmüştür. Ve onlar için, yalancılık etmiş olmaları yüzünden acıklı bir azap öngörülmüştür.”

Casiye ayet.7; “Yazıklar ve azaplar olsun günaha batmış her yalancı iftiracıya,”

Furkan ayet.72; “Onlar yalana tanıklık etmezler/yalan söze kulak vermezler. Boş lakırdıya rastladıklarında soylu bir tavırla geçip giderler.”

Zariyat ayet.10; “Kahrolsun o düzenbaz yalancılar,”

 

Page 30: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Başbakan’ın “Muhteşem Yüzyıl”  dizisine yaptığı “ecdadımız böyle değil” çıkışından sonra medyada “ecdad” tartışması başladı. Peki Osmanlı’da padişahların nasıl bir hayatı vardı?  Cumhuriyet gazetesi yazarı Mine Kırıkkanat bu konuda çok konuşulacak bir yazıya imza attı.  “Osmanlı’nın En Ünlü İçoğlanı”nı kaleme alan Kırıkkanat, Fatih’in babası olan Sultan Murat’ın “İçoğlanı”nı yazdı.  Osmanlıcada bu içoğlanların Kalleş, İbne, Süzgeç, Götveren lakaplarıyla ya da Kazıglu Bey diye anıldığını söyleyen Mine Kırıkkat, Çoğu Batılı tarihçinin uzun zaman anlam veremediği bu lakaplardan özellikle dördüncüsünün, Almanca sanılıp yüzyıllarca “Gotveren” diye söylendiğini hatırlattı.  İşte Mine Kırıkkanat’ın çok konuşulacak o yazısı: “1442 yılında Osmanlı payitahtı Edirne, Sultanı ise Fatih’in babası İkinci Murat’tı.  Eflak Prensi Vlad Besarab, o yıl kardeşi Prens Güzel Radul’la (Radu cel Frumos) birlikte babaları Ejderha Vlad (Drakula) tarafından Osmanlı Sultanı’na rehin olarak Edirne Sarayı’na gönderildiğinde, sadece 11 yaşındaydı.  İki rehin prense Edirne’deki sarayda çok iyi davranıldı, ilerde Osmanlı’ya hizmet eğitimini de Sultan Murat’ın “içoğlanı” kadrosunda aldılar…  Ama Sultan’ın gözdesi Vlad’dı. Öyle ki genç prens sakalı bıyığı çıkıp “içoğlanı” kadrosundan emekli olunca; İkinci Murat kendisine 6 yıl süreyle duyduğu şefkatin karşılığını da cömertçe ödedi. 1448’de 17 yaşına basan Vlad’ı voyvoda unvanıyla bezeyip yanına bir ordu kattı ve Eflak tahtını fethe gönderdi.  ***  Ama Osmanlı sultanları, her ne kadar aşk ile iş ilişkilerini birbirine karıştırsalar da enayi sayılmazlar… İkinci Murat da pek sevdiği Prens Vlad’ın kendisine bizzat verdiği “içoğlanı” eğitimine hoşlanarak mı, yoksa dişlerini sıkarak mı katlandığından pek emin değildi. Vlad’ı Eflak’a voyvoda gönderirken, kardeşi Güzel Radul’u rehin tutarak Osmanlı’ya bağlı kalmasını sağlama aldı.  Ne var ki Vlad Besarab, önce velinimetinin ordusuyla alıp iki ay sonra yitirdiği, ardından tekrar oturduğu Eflak tahtına iyice yerleşip, kaidesini artık güvencede hissettiği an… Rehin kalan kardeşi Radul’u gözden çıkararak Osmanlı’ya isyan bayrağını çekti.  Artık 31 yaşındaki Eflak Voyvodası Vlad’ın başkaldırdığı payitaht İstanbul olup, sahibi de “enfiye kutusunda kurutulmuş gül yaprakları koklamayı pek seven” Fatih Sultan Mehmet’ti.  ***  Prens Vlad, 1462 başından itibaren İstanbul’dan gelip de karşısında sarığını

Page 31: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

çıkarmayı reddeden tüm elçi ve ulakların sarığını kafalarına çiviyle çaktırdı. Tuna boylarına ordu kaldırıp 30 binden fazla Osmanlıyı kazığa geçirdikten sonra Eflak ve Boğdan’da Romence “Kazıklı” anlamına gelen Tepeş lakabını aldı.  Osmanlıcada ise çocukluğunda maruz kaldığı tacize gönderme yapan Kalleş, İbne, Süzgeç, Götveren lakaplarıyla ya da Kazıglu Bey diye anılıyordu. (Kaynak: Matei Cazacu, “Prens Drakula’nın Tarihi”, Droz, 1988)  Çoğu Batılı tarihçinin uzun zaman anlam veremediği bu lakaplardan özellikle dördüncüsü, Almanca sanılıp yüzyıllarca “Gotveren” diye söylendi!

  Fatih Sultan Mehmet, babasının eski gözdesinin uçan kaçan Osmanlı’dan kazıkla çıkardığı “içoğlanlığı” hıncını  öğrenince gazaba gelip, Eflak Voyvodası Vlad Tepeş’e karşı düzdüğü ordunun başına kimi geçirdi biliyor musunuz? İçoğlanıyken aldığı eğitime sadakat gösteren rehin kardeşi, Güzel Radul’u…  ***  Osmanlı ordusu Eflak’ı aldı, Güzel Radul 15 Ağustos 1462’de voyvodalık tahtına oturdu ama, kazıkçı kardeşini ele geçiremedi. Vlad Tepeş, sığındığı Macarlar tarafından esir alındı. 12 yılın sonunda serbest bırakıldığında, yine Eflak’a dönüp 1476’ya kadar voyvoda olarak hüküm sürdü. Aralık ayında Osmanlı ordusuyla girdiği savaşta öldürüldü ve 300 askeri kazığa geçirilirken, Vlad’ın kesilen kafası Fatih Sultan Mehmet’e gönderildi.  Ama Vlad Tepeş’in ardında bıraktığı kazıklı ve kanlı efsane, 1897 yılında Bram Stoker’a, kurgusal romanı Drakula’daki ölümsüz kont, ancak kalbine kazık çakılarak yok edilebilen vampir karakterini esinledi. Romanya’nın Transilvanya bölgesi, Francis Ford Coppola başta olmak üzere romanın sinemaya uyarlandığı pek çok filmle birlikte dünyada Kont Drakula’nın ülkesi olarak tanındı.” (Mine Kırıkkanat/ Cumhuriyet) Yanlış okumadınız, Murat Belge çok net söylüyor... Hatta hacı olmak isteyen padişaha da izin verilmemiş. Genç Osman’ın hacca gitmek istemesi üzerine, ulemanın verdiği cevap sizi daha da şaşırtacak: Vacip değildir! Peki Genç Osman’ın öldürülme sebebini biliyor musunuz? O da sizi üzecek; cariyeleri görmezden gelip müftünün kızıyla evlenmek istemesi!  En dindar padişah II. Bayezid, nam-ı diğer Sofu Bayezid, ecdadının, daha doğrusu babasının Topkapı Sarayı’nın duvarlarına İtalyan ressamlara yaptırdığı resimleri kazıttı. Resim dine aykırı olduğu gerekçesiyle değil, pornografik olduğu için! Babası kim miydi? Fatih Sultan Mehmet! Peki sizce bu Fatih’in İstanbul’un fethine gölge düşürür mü?  Muhteşem Yüzyıl tartışmalarına ne diyorsunuz? Ecdadımız böyle değil miydi?  Muhteşem Yüzyıl dizisi ilk başladığı zaman siyasilerin dışında işgüzar adamlar bir gürültü koparttılar zaten. O zaman da yazmıştım. Ama şimdi Başbakan da söyleyince iş büyüdü tabii. Böyle en saçma şeyi bile “Öyle miydi, böyle miydi?” diye

Page 32: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

tartışmak demokrasi sayılıyor artık. Bu dizidir, yorumdur, buna milliyetçilikle falan saldırılmaz. Beğeniyorsan oturur seyredersin, beğenmiyorsan da televizyonun bir düğmesi var, kapatırsın. Başka diyecek bir şey yok bu konuda.  - Peki Kanuni gerçekten 30 yıl at üstünde miydi, yoksa Hürrem’e aşk şiirleri mi okurdu?  Kanuni Sultan Süleyman’ın divanı vardır. “Olmaya devlet cihanda bir nefes sıhhat gibi” mısralarını o yazmış diye biliyoruz. Bunun bir tartışması yok ama Hürrem’i ne kadar seviyordu derseniz, bunu ancak şöyle anlamaya çalışabiliriz. Hürrem’i herhalde seviyordu ki Osmanlı saray geleneklerini altüst etti. Bir kere, evlendi. Evlenmez padişahlar. İkincisi, çocuk doğuran haseki, yani padişah gözdesi saraydan uzaklaştırılır. Hürrem bir dolu çocuk doğurdu ve saraydan da hiç uzaklaşmadı.  - Neden bir çocuk doğuran haseki saraydan uzaklaştırılır?  Padişahın üzerinde haseki sultanın etkisi olmasın diye. İkinci bir çocuk olursa, bir ayrıcalık kazanabilir o haseki. Kız da olabilir, oğlan da olabilir, fark etmez. O hasekiyi uzaklaştırırlar. Ayrıca da doğurduğu şehzade ise onun yaşı gelince, ki erken de gelir o yaş, 13-14 yaşında sancak beyi olarak gönderilir. Annesi de beraber gider. Kanuni’nin oğulları II. Selim ve Bayezid sancak beyi olarak gönderildi, ama Hürrem onlarla gitmedi. Bütün bunlardan da belli ki özel bir şey var aralarında. Başka hiçbir padişahta böyle bir olay görmüyoruz.  Kanuni’nin ata binmekten Hürrem’i sevmeye vakti yoktu gibi bir durum yok  - Siz, “Hürrem’e kadar halk padişahın hasekilerle evlenmemesine o kadar alışmıştı ki bu izdivaç bir şok etkisi yarattı. Halk arasında Hürrem’in padişahı büyü yoluyla ele geçirdiği, ‘Cadı’ olduğu söylentileri yayıldı” diyorsunuz...  Evet. “Koskoca padişahımız üzerinde bu kadar etkisi olduğuna göre herhalde büyücü bu” diyorlar. Hürrem ölene kadar da halk arasındaki bu yaygın inanış sürüyor.   - Peki Hürrem’i kıskandırmamak için Sultan Süleyman’ın haremi boşalttığı, hizmetkarlar dışında kimseyi bırakmadığı doğru mu?  Tam olarak bilmiyoruz bunu ama Hürrem’in kendisine rakip olabilecek, padişahı cinsel bakımdan mutlu etmek üzere Harem’e alınan güzel kızları tasfiye ettiği söylenir. Sultan Süleyman’ın da bunlara ses etmediği... Bütün bu olguları yan yana getirince şu sonuca varabiliriz; Sultan Süleyman Hürrem’e çok aşıktı, ki bu dizide böyle bir şey anlatılıyor. Yani ata binmekten Hürrem’i sevmeye vakti yoktu gibi bir durum yok ortada. Ata da biniyor, binmesi gereken zamanda, ama ömrünün çoğunu da haremde geçiriyor. Harem de bunun için yapılmış zaten. Gayet teferruatlı, her şeyin kurala bağlı olduğu bir kurum burası. Şimdi çıkıp, “Bizim atalarımız, ecdadımız haremde oturmazdı” diyorlar. Nereden biliyorsunuz nerede oturduğunu?  Kardeşini öldürmeyen tek padişah Kanuni, çünkü kardeşi yok!  - Fetih 1453 filminde ise cinsellik neredeyse hiç yoktu. Fatih’in haremi yok

Page 33: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

muydu?  Var tabii. Yalnız Fatih’in cinsel tercihleri de öyle çok göreneklere uygun değil! Avni mahlasıyla yazdığı divan şiirlerinde bu açıktır. Gulamperest eğilimleri var. Birçok Osmanlı padişahında var bu.  - Peki ya kadınlarla arası iyi değil mi?  Fatih’in kadınlarından bir Gülbahar vardır mesela. Onun Hristiyan kaldığı, Müslüman olmadığı bilinir. Fatih Camii’ndeki külliyenin içindeki mezarına da bir tür “cadı” muamelesi ederler hâlâ. Gülbahar’ı bir türlü benimseyememişlerdir.  - Peki “Maneviyat bakanlığı kuralım” diyen AK Partili Milletvekili, “Ecdadımızın hataları varsa onlar da söylensin” diyor. Bunlar o hatalar mı sizce?  Hayır. Bunlar hata falan da değil. Platon gayet açık bir şekilde, “Kadın erkek ilişkisi önemli bir şey değildir. Olur ama en çok çocuk yaparsın. Ama iki erkek arasındaki ilişkide entelektüel bir denklik, bir paylaşım vardır. Bu daha soylu bir ilişkidir” diye anlatır. “Vay efendim nasıl der!” diye, şimdi “Platon’un hataları” diye kitap mı yazacağız? Her devrin kendine göre ethosu var. O ethos içinde yapılabilecek şeyler var, yapılmayacak şeyler var. Geçen televizyonda o milletvekiline soruyor Cüneyt Özdemir, “Kardeşlerini öldürenler ne olacak?” diyor... “İşte böyle hatalar yapanlar varsa onları eleştirebiliriz” diyor. Beş saniye sonra da, “Ama herkesin bir kutsalı var efendim” diyor. Kutsalı var mı, yok mu belli değil. Her cümlede bir ayrı mantıkla konuşuyor. Burada da üç tane padişah kardeşini yanlışlıkla öldürmüş diye bir durum yok. Birinci Ahmed’e kadar öldürmeyen yok. Öldürmeyen bir tek Kanuni. Çünkü kardeşi yok!  Muhteşem Yüzyıl Kanuni’den daha fatih!  Ne olduysa, Başbakan Erdoğan’ın Muhteşem Yüzyıl dizisine yönelik tarihsel eleştirisiyle oldu. Muhalefetin “Gazze’de ne işiniz var? Suriye ile neden ilgileniyorsunuz?” eleştirilerine cevaben, “Ecdadımızın at sırtında gittiği her yere biz de gideriz. Ama bunlar ecdadımızı televizyon ekranındaki o ‘Muhteşem Yüzyıl’ dizisindeki gibi tanıyor. Bizim öyle bir ecdadımız yok! Biz öyle bir Kanuni tanımadık! Biz öyle bir Sultan Süleyman tanımadık! Onun ömrünün 30 yılı at sırtında geçti. Sarayda, o gördüğünüz dizilerdeki gibi geçmedi. Bunu çok iyi bilmeniz, anlamanız lazım. Ve ben o dizilerin yönetmenlerini de, o televizyonların sahiplerini de milletimizin huzurunda kınıyorum. Ve bu konuda ilgilileri uyarmamıza rağmen yargının da gerekli kararı vermesini bekliyorum. Böyle bir anlayış olamaz. Bu milletin değerleriyle oynamaya, milletçe gereken dersin, milletçe gereken cevabın hukuk içinde verilmesi gerekir” dedi kelimesi kelimesine...  Millet hâlâ diziyi fevkalade merakla izlemeye devam ediyor. Sadece Türkiye’de değil, ecdadımızın gittiği her yerde, hatta Viyana kapılarının bile ötesinde! Frenk diyarında, Çek Cumhuriyeti’nde, Balkanlar’da, Ortadoğu’da, Rusya’da, tam 22 ülkede... Anlayacağınız eleştirilen dizi, Kanuni’den daha fazla fatih! Ama mesele bu değil. ‘Muhteşem Yüzyıl’ koskoca Osmanlı’yı çok mu yanlış tanıtıyor? Ecdadımızı küçük mü düşürüyor?  

Page 34: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Mesele sadece diziyle sınırlı da kalmadı. Başbakan bir diğer konuşmasında bu kez de Fatih Sultan Mehmet’ten bir örnek vererek tartışmayı farklı bir boyuta taşıdı: “Tarihimiz savaşlardan, entrikalardan, haremden ibaretmiş gibi gösteriliyor. İstanbul’un fethinde, Bizans’ın hanımları, Fatih Sultan Mehmet’i, Akşemseddin’i karşılarken, ‘Başımızda kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi arzu ederiz’ demişlerdir. Çünkü birinde adalet, birinde zulüm vardı.”  Sonra anlaşıldı ki, bunu diyen Bizans kadınları değil, Ortodoks Grandük Notoras... Ve bu lafın muhatabı da Katolikler... Yani tarih biraz karıştı! Herkesin kafası da...  Peri masalı değil bu, tarih!  Tüm bu tartışmalar devam ederken, bir AK Parti milletvekili hemen bir kanun teklifi hazırladı, tarihi olayları ve şahsiyetleri küçük düşüren, aşağılayan ve çarpıtan filmlere yönelik... Meclis’ten çıkacağına kesin gözüyle bakılıyor, zira mesele ecdad olunca, MHP’nin işi sahiplenmemesi mümkün değil!  Şimdi herkes o dizinin yayınlandığı televizyonun sahibinin bu baskıya ne kadar direnebileceğini tartışıyor...  Ben işin sansür, demokrasi, yargının bağımsızlığı gibi zaten herkes tarafından konuşulan kısmını bir yana bırakayım dedim. Ecdadımıza merak sardım. Sultan Süleyman gerçekten 30 yıl at üstünde miydi, yoksa Hürrem’e şiir mi okurdu? Gözdelerine yüzük mü yapardı? Ya da Fatih Sultan Mehmet bir özgürlük savaşçısı mıydı? Madem öyleydi, neden İstanbul’un fethinden sonra üç gün talan yapıldı, ki talan derken burada Bizanslı hanımları da talan etmek var mıydı? Peki Fatih’in hareminde neler oluyordu?  Ecdadımızı küçük düşürmek değil mesele, gerçekler üzerine ecdadımıza sahip çıkmak. Zira kapı gibi tarihsel belgeler varsa bir yerlerde, adama gülerler sonra... Herkes kahraman ecdada sahip çıkar. Gerçekten geçmişine sahip çıkmak ise hatasıyla sevabıyla olmamalı mı? Bu tarih sonuçta, peri masalı değil!  İşte bu sebeple Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Profesörü Murat Belge’yi ziyaret ettim. Bakmayın bu titrine sadece... O Osmanlı tarihi, sosyoloji ve kültür alanında Türkiye’nin sayılı aydınlarından biri. Ayrıca yıllardır bu tarihi, özel gezilerde rehberlik yaparak bizzat anlatıyor. İstanbul’un taşını, toprağının altını üstünü biliyor. Pek çok kitabı var, bizi en çok ilgilendiren ise ‘Osmanlı: Kurumlar ve Kültür’... Bu soruların yanıtları ayrıntılı olarak o kitapta var. Mutlaka okuyun, çok şaşırtıcı bilgilerle karşılaşacaksınız...  Sözü çok uzattım. Sıra Belge’de...  Osmanlı laik bir imparatorluktu!  - Kanuni de öz oğlu Mustafa’yı boğdurtuyor ama, değil mi?  Evet. Oğlunu aynı çadırda boğdurtuyor. Ve bütün o gürültü patırtıyı dinliyor.  - Hürrem Sultan’ın etkisiyle boğdurttuğu söyleniyor... 

Page 35: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

 O da doğru. Hürrem tabii kendi doğurduğu çocukların padişah olmasını istiyor. Bunun için de uğraşıyor.  - Sizin bilgilerinizle dizideki Kanuni örtüşüyor mu peki?  Bu dizileri, filmleri yapanlar ortalıkta söylenenlerin aksine olumlu bir renge boyuyorlar tarihi kişilikleri aslında. Mesela Kanuni önce Pargalı’yı boğdurttu, o engel ortadan kalkınca da Mustafa’yı boğdurttu. İkisinin arası çok fazla değil. Kanuni’nin Pargalı’yla gençlik ilişkisinin ne olduğu da gayet şüphelidir.  O zamanlar biseksüel bir düzen vardı!  - Yani orada da Platon’un dediği gibi bir entelektüel denklik mi var?  Evet! O zaman biseksüel bir düzen var. Sadrazam İbrahim Paşa, ki biliyorsunuz Makbul İbrahim Paşa diye de bilinir zaten, sarayın içinde padişahın bulunduğu kısımda yatma ayrıcalığına sahip tek sadrazamdır. Başka da hiçbir sadrazama bu ayrıcalık verilmemiştir.  - Yapacakları yeni seferleri konuşmak için verilmiş olamaz mı bu ayrıcılık?  Herhalde gece de ata binip Gülhane Parkı’nda geziyorlardı!  - Peki Osmanlı padişahları ne kadar dindar?  Bu ilginçtir... Bizim Genç Osman dediğimiz, İkinci Osman bu sarayın cariye ve cariyeden çocuk geleneğini bırakıp, müftünün kızıyla evlenmeye kalkar, onu da bu yüzden tahttan indirip öldürürler. Çünkü yeniçeriler huylanırlar. “Bu adam bizi yok etmek istiyor, bunun için halkı arkasına almak istiyor, ondan önce biz davranalım” diye isyan ederler. Tabii bir de Mekke’ye gidip hacı olmaya kalkar Genç Osman. Bu da dini bir prestij olarak algılanır.  - Muhafazakârların çok sahip çıktıkları Abdülhamid nasıl bir padişah peki?  Abdülhamid, aslında muhafazakârların çok da sahip çıkmasını gerektirecek bir padişah değildir. Özel hayatında şarabını da içer, akşamları yemek üzerine bayağı pahalı Fransız konyağını da içer. “İslamcı” diyorlar ama İslamcılığı tamamen araçsaldır. İmparatorluğu başka türlü bir arada tutma imkanını göremiyor çünkü. Tanzimat demişler, herkesi eşit vatandaş ilan etmişler. Ama gecikerek yapmışlar, Hristiyanları tutamıyorlar... “Ama bu topraklarda Arnavutlar var, Boşnaklar var, Pomaklar var, Torbeşler var, ben de halifeyim, belki onları Müslümanlıkla bir arada tutabilirim” diyor. Çünkü diğer tarafta da Çerkezler var, Kürtler var, Araplar var. Onlar da Müslüman. Onun muhafız alayı adeta politikasının özeti gibidir zaten. En kalabalık birlikler Arnavutlardır, ikinci Araplar gelir, üçüncü Çerkezler... Bir de 100 kişilik Kürt bölüğü vardır. Herkese gidip “Benim esas evlatlarım sizlersiniz ama...” deyip mavi boncuk dağıtır. Böylece hem Müslümanları “Ben halifeyim” diye bir arada tutmaya çalışır hem de dış politikada üç büyük düşman, yani ‘Düvel-i muazzama’ olan Britanya, Fransa ve Rusya’ya karşı bunu kullanır. Çünkü oralarda da bol miktarda Müslüman var. “Ben halifeyim, beni sinirlendirmeyin, o Müslümanlara

Page 36: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

söylersem” gibi şeyler der onlara da... Ama akıllı bir adam olduğu için de hiçbir zaman yapmaz bunu. Sadece bir poker masasında blöf olarak onları korkutmak üzere böyle davranır.  Abdülhamid dindar bir padişah değildi  - Peki genelde ne kadar Müslüman bizim ecdadımız? Genç Osman Mekke’ye gitmeye kalktı dediniz...  Gitmek istiyor ama gidemiyor. Çünkü ulema, “Padişahlar için vacip değildir” diyor. Yani hacca gitmek yasak değil ama gerekmeyecek bir şey.  - Hiç hacca giden padişah var mı?  Yok. Mekke’ye birçok parasal yardım yaparlar, bina yaptırırlar ama kalkıp giden yoktur.   - O zaman Osmanlı laik bir imparatorluktu diyebilir miyiz?  Elbette bugünkü anlamda laik diyemeyiz. Ama o günün koşulları içersinde laiktir. Mesela Bizans zamanında kilise olup da camiye çevrilmemiş kaç yapı bilirsiniz İstanbul’da? Bir Fener’de var, tepede... Ona Fatih ferman vermiş, “Camiye çevirmeyin” diye. İkincisi de Aya İrini. Niye Aya İrini camiye çevrilmedi? Çünkü Topkapı Sarayı’nın bahçesinin içinde ve padişahların ihtiyacı yok böyle bir şeye. Topkapı Sarayı’nda cami vardır. Ama saraydaki adamların gitmesi için yapılmıştır, padişahın gitmesi için değil. Padişah herhangi bir yerde kılar namazını. Bir de cuma namazı var. “Cuma selamlığı” denir. Hemen hemen kural olarak padişahlar hep Ayasofya’ya gider, cuma namazını cemaatla birlikte kılar.  - Peki Osmanlı İmparatorluğu için seküler diyebilir miyiz?  Şöyle diyelim; padişah sonunda kendisi ulamedan gelmiyor. Ama ulemanın tepesinde. Dolayısıyla son söz seküler güçte. Bu aslında Bizans’tan devralınan bir gelenek. Padişah en üstün otoriteydi, şeyhülislamın fetvaları padişahın buyruğunun gölgesindeydi. Yani hiçbir zaman şeriat devleti değil Osmanlı. Zaten büyük İslam devletlerinden hiçbiri şeriat devleti olmamıştır. Hanefilik de bunun için en çok büyük İslam devletlerinin kabul ettiği mezhep olmuştur. Çünkü padişaha, yani devletin başındaki adama kanun yapma imkanını tanır.  - En dindar padişah hangisi peki? Namazında niyazında olan? Abdülhamid değildir dediniz...  Evet değildir, onun politikaları içindedir dindarlık ve halifelik. II. Bayezid’e sofu derler. Babası Fatih hiç öyle değil ama. Hatta Topkapı Sarayı’nın duvarlarına pornografik resimler yaptırmış İtalyan ressamlara... Onların hepsini oğlu Bayezid kazıttırır. Fakat din üzerinden politika yapan, önemli bir dönemeç yaratan Yavuz Selim’dir. Çünkü o sırada İran’da Şah İsmail Şii’liğin başına geçince Yavuz Selim de Osmanlı’yı oldukça katı, Ortodoks bir Sünni devlete çevirir. 

Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Profesörü  Murat Belge:

Page 37: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

 Mine Şenocaklı

Ortadoğu’da genel olarak bir popülaritesi var Türkiye’nin ve Erdoğan’ın. Onun sonucu olarak da Muhteşem Yüzyıl gibi dizileri seyrediyor bu ülkeler. Ama aynı zamanda diziler dolayısıyla o popülarite artıyor da! “İşte, bakın bunları  da çekiyor bu adamlar” diyebiliyorlar. Şimdi Başbakan bir yandan da Ortadoğu’nun efendisi olmaya çalışıyor. Ama Ortadoğu’daki Müslüman ülkelerde bu dizilerle de beraber giden bir popülaritesi varsa Türkiye’nin, şimdiye kadar en fizibıl bir demokratik rejim kurmayı başardığı ve Avrupa Birliği’ne aday olduğu gibi olaylardan ötürüdür. Yoksa o diziyi yayından kaldırıp, idamı  geri getirmek gibi bir modele ihtiyacı yok Ortadoğu’nun. Bunu kendileri zaten gayet güzel yapıyorlar! O zaman Erdoğan’a ihtiyaçları  yok!  - Başbakan Erdoğan, Muhteşem Yüzyıl dizisi için “Bizim böyle bir ecdadımız yok” dedi ve yargıyı göreve çağırdı. Dün “Ecdadımız gerçekten böyle miydi, değil miydi?” diye konuştuk. Ama asıl konuşmamız gereken sansür, demokrasi, yargının bağımsızlığı konusu sanırım... Başbakan’ın tavrına ne diyorsunuz?   Absürd! Zaten bu hikâye baştan sona absürd. Çünkü böyle bir kanun yok. Hangi kanuna dayanarak, bu dizi Sultan Süleyman’ı olduğundan farklı gösteriyor deniliyor? Ne olduğunu kim biliyor ki, farklı olduğunu anlayacak! Bunlar adeta hezeyan halinde söylenmiş sözler. Ama söyleyen Başbakan olduğu için arkasından bir milletvekili hemen eksik olan kanunu yapıp hükümete sunmak üzere harekete geçebiliyor. “Osmanlı sarığı görmeyi tercih ederim” sözünü kimin, ne için söylediğini bilmeden konuşan Başbakan’ın karar verdiği şekilde tarihi şahsiyetler kanunen korunacak. Bundan daha acıklı bir şey olamaz.    - Bu gidiş nereye varır?  Başbakan ben galiba yanlış yapıyorum diye idrak etmedikçe vaziyeti, iyice cepheleştirecek toplumu, iyice gerecek, ondan sonra ne olacağını ben bilemem. Artık olmaz dediğimiz darbe de dahil pek çok şey olur.  Başbakan’ın ordudan korkusu yok ama benim var  - Darbe de dahil mi?  Geçenlerde Deniz Harp Okulu’ndaki törende “Onları unutmadık” diye tutuklu komutanların fotoğrafları taşınmış, bir şeyler olmuş. Bu iş bitti falan denilebilecek bir durum yok. Umarım böyle bir şey olmaz. Bunu da tabii kimseyi korkutmak için söylemiyorum. Kendim korktuğum için söylüyorum. “Böyle olursa” diye... Çünkü askeri darbe olursa sağ kalmayacakların başında ben de gelirim sanıyorum.  - Nasıl?  Onlar bir gelirlerse bu şartlarda tam bir temizlik yaparlar, tüm mikropları temizlemeye

Page 38: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

başlarlar, öyle değil mi? Beni yok etmeleri gayet normal. Ben de olsam yaparım. Başbakan hezeyan halinde ülkeyi germeye devam ediyor... Bindik bir alamete, gidiyoruz kıyamete şeklinde gidiyoruz. Etrafında, partisinde cesaret edip de “Ne yapıyorsun?” diyen yok. Onun korkusu yok ama benim korkum var. Ben siyasi tahmin yapmakta iyi değilimdir. Ama kaotik bir yere doğru gittiğimizi düşünüyorum. İyi bir gidiş değil bu. Çünkü Türkiye’nin demokrasisini şu eriştiği noktalardan daha fazla genişletmesi gereken bir zamanda, birdenbire bunu daha nasıl daraltırız diye bir uğraşa girildi.  - Başbakan’ın bu kutuplaştırma siyasetinin altında başkanlık sistemine geçiş isteğinin yattığı söyleniyor...  Başbakan’ın sağın oylarını, milliyetçi oyları toplamak istediği söyleniyor. Bu olabilir. Çünkü gözümüzle gördüğümüz manzara bunu makul bir açıklama haline getiriyor. Kürt politikasında tamamen böyle bir politika izliyor. “Siz idamı kaldırdınız, ben olsaydım asardım” diye Bahçeli’yi, MHP’yi sıkıştırmaya çalışıyor. Demek ki var böyle bir şey. Bir yandan Ortadoğu’nun efendisi olmaya çalışıyor. Ama Ortadoğu’daki Müslüman ülkelerde bu dizilerle falan beraber giden bir popülaritesi varsa Türkiye’nin, şimdiye kadar en fizibıl bir demokratik rejim kurmayı başardığı ve Avrupa Birliği’ne aday olduğu gibi olaylardan ötürüdür. Yoksa o diziyi yayından kaldırıp, idamı geri getirmek gibi bir modele ihtiyacı yok Ortadoğu’nun. Bunu kendileri zaten gayet güzel yapıyorlar. O zaman Tayyip Erdoğan’a ihtiyaçları yok.  - Başbakan’ın popülaritesi biraz da bu dizilerden kaynaklanıyor diyebilir miyiz o zaman?  Genel olarak bir popülaritesi var Türkiye’nin. Onun sonucu olarak da dizileri seyrediyor bu ülkeler. Ama aynı zamanda diziler dolayısıyla da o popülarite artıyor. “İşte bakın bunları da çekiyor bu adamlar” diyebiliyorlar.  - Yani Erdoğan’ın sadece “One minute” dediği için değil, aynı zamanda bu diziler de gösterildiği için popülaritesi artıyor?  Evet. Ama şimdi o tarafı kapattı. Şimdi en son bu Süleyman dizisi münasebetiyle kalem, kitap falan dedi. İyi, kalem kitap desin de, böyle kalem kitap denmez. Bir kere tarihi dizi yapanın kalemine müdahale ederseniz ne kalem kalır ne kitap!  Başbakan’ın üzerini örttüğü örtü kalktı!  - Muhteşem Yüzyıl için başta belgesel dedi, sonra dizi dedi. Galiba oturup bir seyretmesi lazım. Onun kafası da karışık...  Anladığım kadarıyla AKP’nin kurulması ve kısa zamanda iktidara gelmesi gibi olaylarda Başbakan, “Şöyle bir politika yapmalı, şöyle bir imaj vermeli, AB’ye karşı şöyle davranmalı, içerde şöyle yapmalı” diye kararlarla geldi. Öncelikle askerden gelen saldırılarla karşılaştı, korkmadı, geri çekilmedi. O mücadeleyi oldukça başarılı bir şekilde götürdü. Böyle bir noktaya geldi. Burada ne olduğunu bilemiyorum. Ameliyat geçirdiği için mi oldu, yoksa Başkanlık sistemi için başka türlü bir strateji kurduğu için mi? Aslında kıyamet gibi haksız ve kanına susamış saldırılara da uğradı iktidar olduğundan beri, onlardan mı nevri döndü, artık ne olduysa oldu, ama kesin bir

Page 39: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

şekilde herkesin görüp kabul ettiği ve dile getirdiği şekilde değişti. Bu değişimde ortaya çıkan ise sanırım çocukluğundan beri aldığı asıl otantik dünyası ve kültürü. “Ecdadımız böyle değildi” lafı, “İcabında idam da olmalıdır” lafı, son zamanda yaptığı bütün bu konuşmalar bize şunu gösteriyor; bir ara üzerini örttüğünü sandığımız örtü kalktı ve o çıktı ortaya.  - Hangi örtü?  O demokratik davranışlar örtüsü...  - Birkaç yıl öncesine kadar “Erdoğan Milli Görüş gömleğini çıkardı mı, çıkarmadı mı?” diye tartışıyorduk. Tam da oraları aştığımızı düşünüyorduk ki şimdi yine geldik Türkiye muhafazakârlaşıyor mu muhafazakârlaşmıyor mu tartışmalarına. Ama araştırmalar da gösteriyor ki, Türkiye zaten muhafazakâr. Toplumun yüzde 70’i kendini muhafazâkar olarak tanımlıyor...  Öyle... Türkiye muhafazakâr. Ama kendileri de hep öyleydiler, muhafazakârdılar. Örtü kalktı şimdi.  Başbakan muhafazakar kesimi de karşısına aldı!  - Türkiye nereye doğru gidiyor peki?  Türkiye’de o muhafazakâr kesimin de böyle illa herkesin haddini bildirmek gibi özlemleri olduğunu zannetmiyorum. Onlar daha huzurlu, daha sakin bir toplum içinde iş yapmak ve bir yandan da kendi muhafazakâr hayatlarını yaşamak istiyorlar. Ama durmadan bir diziden, her uçan kuştan bir gerilim çıkmasından çok fazla hoşlanacaklarını sanmıyorum. Aslında nicedir o kesimin entelektüelleri arasında bu rahatsızlık başladı. Bunu dile getiriyorlar da... Sonuçta Nasreddin Hoca fıkrası gibi Erdoğan kendi oturduğu dalı kesmekle meşgul. Benim gördüğüm kadarıyla böyle... Bu memlekette bir sürü dürüst, iyi ahlâklı Müslüman insan var. Bunlar inanarak, isteyerek demokrasi diyorlar. Başbakan onları da karşısına almış durumda.  - Halkı kutuplaştırdığı için mi?  Sadece o değil, işte Uludere! İşte eleştirel laf yazdı diye gazetelerinden atılanlar! Erdoğan, vicdani ilkelerle davranan insanları rahatsız edecek bir yığın şey koydu ortaya. Kürt politikası, memleketin genel siyasi sorunları, insanların özel hayatına müdahale gibi.  - Sizin özel hayatınıza müdahale var mı?  Benim çalıştığım üniversitede dışarıdan insanların geldiği iki restoran var. Öğrenci kantininden başka... Doğal olarak oralarda isteyen içki içiyordu. Pek öğrenci gelen yerler de değil, çünkü pahalı. Önce Başbakan’ın müdahalesiyle oralarda içki kalktı. Sonra YÖK kanalıyla kampüslerin sınırları içerisinde içki yasaklandı. Şimdi Boğaziçi, Bilkent gibi üniversitelerde hocalar için açılmış kulüplerde falan içki yasak. Bunlar insanı sinirlendiriyor. Benim özel hayatıma nasıl böyle müdahale edersin ya! Bunlar çok sinir bozucu şeyler. Taksim’e parkın yerine kışla yapılması da öyle... Hepsi insanın normal, günlük hayatına müdahale. Böyle olmaz. 

Page 40: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

 IV. Murad gayet alkoliktir şaraptan ölmüştür!  - Sizin “Dezenfekte Osmanlı” diye bir tanımlamanız var. Diyorsunuz ki, “Osmanlı’nın kötü taraflarını törpüleyip öyle göstermeye çalışıyoruz...” İyi tarafları zaten biliyoruz, onlarla övünüyoruz da... Peki bizim bilmediğimiz ya da törpülediğimiz hangi özellikleri var Osmanlı’nın?  Sonuç olarak padişahlar da değişik karakterlere sahip. Mesela III. Osman kadın düşmanıdır diye bilinir. Ayakkabılarının altına kabaralar (iri başlı demir çivi) çaktırmış, haremde yürürken kadınlar uzaktan sesini duysunlar ve ortadan kaybolsunlar diye... Böyle eksantrik tarafları olabilen insanlar padişahlarımız da. I. Mustafa, zavallı delidir. İbrahim’in yine pek akıllı olduğu söylenemez. IV. Murad gayet alkolik ama içkiyi yasak etmiş, kendi şaraptan ölmüş. Ayrıca o da kulamparadır.  III. Murad kadın düşkünüdür, öyle ki...  Onun oğlu III. Mehmed tahta çıktığı akşam tam 19 kardeşini boğdurtmak zorunda kalıyor!  - Sarhoşken hamamda düşüp kafasını vuran ve ölen bir padişahımız da var sanırım?  O, II. Selim. Kanuni’nin oğlu. O da içkiden ölüyor... Mesela III. Murad kadın düşkünüdür.  - Ne kadar düşkün?  Epeyce! Harem kadın doluyor ve dolayısıyla onun oğlu III. Mehmed tahta çıktığı akşam 19 kardeşini boğdurtmak zorunda kalıyor.  - O kadar çok kardeşi var yani?  Evet. Bazıları kundakta o tarihte!  Fatih, İstanbul’u aldığında 3 gün yağmaya izin verdi, kadınlar da yağmaya dahildi!  - Başbakan, “Tarihimiz savaşlardan, entrikalardan, haremden ibaretmiş gibi gösteriliyor. İstanbul’un fethinde, Bizans’ın hanımları, Fatih Sultan Mehmet’i, Akşemseddin’i karşılarken, ‘Başımızda kardinal külahı görmektense, Osmanlı sarığı görmeyi arzu ederiz’ demişlerdir. Çünkü birinde adalet, birinde zulüm vardı” dedi. Ama anlaşıldı ki, bunu diyen Bizans kadınları değil, Ortodoks Grandük... Ve bu lafın muhatabı da Katolikler...  Bir kere Fatih İstanbul’u aldığında üç gün yağmaya izin verdi. Üç gün yağmaya ırza geçmek de dahil. “Bizanslı hanımlar mazoşist olur” diye bir bilgimiz yok. Yani muhtemelen çok memnun kalmamışlardır sarıklı adamların gelişinden! Dolayısıyla şimdi Başbakan’ın Ortodokslarla Katoliklerin kavgasından çıkan o lafı, “Bizanslı hanımlar öyle karşılamışlardı Fatih’i” diye söylemesi insana endişe veriyor. Bu şoven

Page 41: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

bir ideoloji... Herhangi bir esasa dayanmadan böbürlenme ihtiyacı, tarihi içinden sadece kahramanlık menkıbesi çıkarmak üzere ele almak eğilimi gayet yaygındır. Ama şimdi “Tarihi şahsiyetleri koruyacağız, olmadıkları gibi gösterilmelerini engelleyeceğiz” diyerek o kanun tasarısını veren milletvekilinin lafları arasında “İşte Atatürk’ü koruma kanunu da böyle bir kültürden geliyor” lafı var. Oysa gördük ki o kanunun sonucu nerelere gitti. Demek ki şimdi de bunları koruyacağız. Bunlar Türkiye’nin biran önce kurtulması gereken alışkanlıklar. Hâlâ istenildiği gibi medeni, düşüncenin özgür ve yaratıcı olduğu bir memleket olamıyorsa Türkiye, bunlardan ötürü olamamış. Hâlâ bunu sürdürmeye çalışan, maneviyat bakanlığı kurmaya kalkışanlar var. Çok inandığından mı, yoksa “Şimdi böyle söylemek lazım, böyle söylersem Başbakan beni takdir eder” diyerek mi bilemem... İşte böyle bir kötü yola girdiler.  - İyi ama birkaç yıl öncesine kadar daha çok özgürlükler, daha çok demokrasi konuşuluyordu. Ne değişti? Ne oldu da buraya savruldu AKP? Siz böyle bir savruluş bekliyor muydunuz?  Bu apayrı bir konu. Bu dönüşümü ve bu lafların söylenilmesini psikiyatri disiplinine bırakmak lazım. Bu benim mantığımla çözebildiğim bir şey değil.  Muhteşem Yüzyıl’ı kaldırmak dünya çapında skandal olur  - Davranış Bilimleri Enstitüsü Başkanı Psikolog Emre Konuk’la konuşmuştum. “Muhteşem Yüzyıl dizisi bir test! Biraz ne kadar korktuğumuzu, ne kadar korkmadığımızı, ne kadar uyduğumuzu, ne kadar bir yerlere geldiğimizi gösterecek. Ama görünen o ki dizi yayından kalkar!” demişti. Siz ne diyorsunuz?  Dünya çapında skandal olur Muhteşem Yüzyıl’ın kaldırılması ve devamında olacaklar. Kaldıramazlar. İşte bir sürü laf söyleniyor, uçuyor gidiyor sonuç olarak. İdam cezasını da geri getirecekti Başbakan ama herhalde olmayacak öyle bir şey. Burada da yapamaz diye düşünüyorum.

 

Osmanlı Padişahların annelerinin Bulgar, Sırp, Rum, Yunan ve Cenevizli olduğunu biliyor muydunuz?  

İşte o padişahlar ve anneleri…

I. MURAT (29 Haziran 1326 –  28 Haziran 1389) I. Murat, Murad Hüdavendigâr

Osmanlı Devleti’nin üçüncü padişahı. Babası Orhan Gazi, annesi Bizanslı Horofira

yani Nilüfer Hatun’dur.

I. BAYEZİD (1360 – 8 Mart 1403) Lakabı Yıldırım olan I. Bayezid, Dördüncü Osmanlı

Padişahı. 1389′dan 1402 yılına kadar hükümdarlık yapmıştır. Babası Sultan I. Murat,

annesi ise Bulgar Marya yani Gülçiçek Hatun’dur.

Page 42: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

I. MEHMET ÇELEBİ (1382 –  26 Mayıs 1421) I. Mehmet Çelebi veya I. Mehmed, 5.

Osmanlı Sultanı’dır. Babası Yıldırım Bayezid, annesi de Bulgar Olga Hatun’dur.

II. MURAT (1404 – 3 Şubat 1451) II. Murat, Koca Murad olarak da anılır. 6. Osmanlı

Padişahı’dır. Babası Çelebi Mehmed, annesi Dulkadiroğulları Beyliği’nden Mehmed

Bey’in kızı Emine Hatun’dur. Kimi kaynaklarda ise II. Murad’ın annesi Veronika olarak

geçer.

II. MEHMED (30 Mart 1432 –  3 Mayıs 1481) II. Mehmed veya sık kullanılan

unvanıyla Fatih Sultan Mehmed. Yedinci Osmanlı Padişahı’dır. Babası Sultan II.

Murad ve annesi ise eski adı Despina olan bir Sırp olduğu söylense de

Candaroğulları soyundan gelen Hüma Hatun’dur.

II. BAYEZİD (1450– 26 Mayıs 1512) II. Bayezid ya da II. Beyazıt, 8. Osmanlı

padişahıdır. Fatih Sultan Mehmed’in, Gülbahar Hatun (Kornelya)’dan olan büyük

oğludur. Gülbahar Hatun’un Arnavut, Sırp veya Fransız asıllı olduğu sanılmaktadır.

I. SELİM (10 Ekim 1470 –  1520) I. Selim ya da Yavuz Sultan Selim, 9. Osmanlı

padişahı ve 74. İslam halifesidir. Babası II. Bayezid, annesi Dulkadiroğulları

Beyliği’nden Gülbahar Hatun’dur.

II. SELİM (28 Mayıs 1524 –  15 Aralık 1574) II. Selim, 11. Osmanlı padişahı. Babası

Kanuni Sultan Süleymani, annesi ise Ukraynalı bir Ortodoks papazının kızıdır ve ismi

Alexandra’dır. Bazı iddialara göre ise Yahudi kızıdır ve adı Roksalan’dır. Yani bizim

tanıdığımız ismiyle Hürrem Sultan’dır.

III. MURAT (4 Temmuz 1546 –  16 Ocak 1595) III. Murat, 12. Osmanlı padişahı. II.

Selim’in ve Yahudi Rasel yani Nurbanu Sultan’dan olan en büyük oğlu ve varisidir.

III. MEHMED (26 Mayıs 1566 –  21 Aralık 1603) III. Mehmed, 13. Osmanlı padişahı.

Tahta çıktığı 1595 yılından ölümüne kadar padişahlığını sürdürmüştür. III. Murat ile

Venedikli Bafo yani Safiye Sultan’ın oğludur.

I. AHMET (18 Nisan 1590 –  22 Kasım 1617) I. Ahmet, 14. Osmanlı padişahı, 79.

İslam Halifesi’dir. Babası Sultan III. Mehmed, annesi Yunan Helen yani Handan

Sultan’dır.

II. OSMAN (3 Kasım 1604 –  20 Mayıs 1622) Genç Osman olarakta anılan II.

Osman, 16. Osmanlı padişahıdır. Babası I. Ahmed, annesi Sırp Evdoksiya yani

Mahfiruz Sultan’dır.

Page 43: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

IV. MURAT (27 Temmuz 1612 –  8 Şubat 1640) IV. Murat, 17. Osmanlı padişahıdır.

1623 ile 1640 yılları arasında hüküm sürdü. IV. Murat İstanbul’da, Sultan I. Ahmet’in

ve asıl ismi Anastasya olan Yunan asıllı Kösem Sultan’ın oğlu olarak dünyaya geldi.

IV. MEHMET (2 Ocak 1642 –  6 Ocak 1693) IV. Mehmet (Avcı Mehmet), 19.

Osmanlı sultanıdır. Padişah İbrahim’in ve Rus Nadya yani Turhan Sultan’dan olan

oğludur.

II. SÜLEYMAN (15 Nisan 1642 –  22 Haziran 1691) II. Süleyman, 20. Osmanlı

Padişahı’dır. Annesi Sırp Katrin yani Dilasub Hatun’dur.

II. AHMET (25 Şubat 1643 –  6 Şubat 1695) II. Ahmet, 21. Osmanlı padişahıdır.

Sultan İbrahim Han’ın üçüncü oğludur. Annesi Polonya yahudisi Eva yani Hatice

Sultan’dır.

II. MUSTAFA (6 Şubat 1664 –  29 Aralık 1703) II. Mustafa, 22. Osmanlı padişahıdır.

Babası Sultan IV. Mehmet, annesi Rum Evemia yani Emetullah Rabia Gülnuş

Sultan’dır.

III. AHMET (30 Aralık 1673 –  1 Temmuz 1736) III. Ahmet, 23. Osmanlı padişahıdır.

Babası Sultan IV. Mehmet, Ahmet’in annesi ise II.Mustafa ile aynı anneden yani

Emetullah Rabia Gülnuş Sultan’dır.

III. AHMET (30 Aralık 1673 –  1 Temmuz 1736) III. Ahmet, 23. Osmanlı padişahıdır.

Babası Sultan IV. Mehmet, Ahmet’in annesi ise II.Mustafa ile aynı anneden yani

Emetullah Rabia Gülnuş Sultan’dır.

I. MAHMUT (1696 – 15 Kasım 1730) I. Mahmut, 24. Osmanlı padişahıdır. II.

Mustafa’nın oğlu ve III. Ahmet’in yeğenidir. Annesi ise Aleksandra yani Saliha

Sultan’dır.

III. OSMAN (2 Ocak 1699 –  30 Ekim 1757) III. Osman, 25. Osmanlı Padişahı’dır. I.

Mahmud’un kardeşi ve II. Mustafa’nın oğludur. Annesi Sırp Mari yani Şehsuvar

Sultan’dır.

III. MUSTAFA (28 Ocak 1717 –  21 Ocak 1774) III. Mustafa, 26. Osmanlı

padişahıdır. Babası Sultan III. Ahmet, annesi Fransız Janet yani Mihrişah Sultan’dır.

I. ABDÜLHAMİT (20 Mart 1725 –  7 Nisan 1789) I. Abdülhamit, 27. Osmanlı

padişahıdır. III. Ahmet’in oğlu ve III. Mustafa’ın kardeşidir. Annesi Fransiz Sermi

Sultan’dır.

Page 44: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

III. SELİM (24 Aralık 1761 –  28 Temmuz 1808) III. Selim, 28. Osmanlı Padişahı’dır.

Babası III. Mustafa’nın saltanatı döneminde dünyaya geldi. Annesi Cenevizli Agnes

yani Mihrişah Sultan’dır.

IV. MUSTAFA (8 Eylül 1779 –  17 Kasım 1808) IV. Mustafa, 29. Osmanlı

padişahıdır. Kabakçı Mustafa İsyanı sonunda tahttan indirilen amcazadesi Sultan III.

Selim’in yerine, 29 Mayıs 1807 günü tahta çıktığında 28 yaşındaydı. Annesi Bulgar

Sonya yani Sineperver Sultan’dır.

II. MAHMUT (20 Temmuz 1785 –  2 Temmuz 1839) II. Mahmut , 30. Osmanlı

padişahıdır. Annesi Fransız Rivery yani Nakşidil Sultan’dır.

I. ABDÜLMECİT (25 Nisan 1823 – 26 Haziran 1861) Abdülmecit, 31. Osmanlı

padişahıdır. II.Mahmut’un ve Gürcü Yahudisi Suzi yani Bezm-i Alem Sultan’dan olan

oğludur.

ABDÜLAZİZ (8 Şubat 1830 –  4 Haziran 1876) Abdülaziz, 32. Osmanlı padişahıdır.

II. Mahmut ve Roman Besime yani Pertevniyal Sultan’ın çocuğu, Abdülmecid’in

kardeşidir.

V. MURAT (21 Eylül 1840 –  29 Ağustos 1904) V. Murat, 33. Osmanlı Padişahı’dır.

Babası Sultan Abdülmecit, annesi Fransız Vilma yani Şevkefza Kadın Efendi’dir.

II. ABDÜLHAMİD (21 Eylül 1842 – 10 Şubat 1918) II. Abdülhamid, 34. Osmanlı

padişahı ve 98. İslam halifesidir. Sultan Abdülmecid’in ve Ermeni Virjin yani

Tirimujgan Sultan’ın oğludur.

V. MEHMET RESAT (2 Kasım 1844 – 3 Temmuz 1918) V. Mehmet Reşat, 35.

Osmanlı padişahıdır. 100. İslam halifesidir. Sultan Reşat olarak da bilinir. II.

Mahmut’un torunudur. Babası Sultan Abdülmecit, annesi Arnavut Sofi yani Gülcemal

Kadı Efendi’dir.

VI. MEHMET VAHDETTİN (2 Şubat 1861 – 15 Mayıs 1926) VI. Mehmet Vahidettin,

Osmanlı Devleti’nin 36. ve son padişahıdır. Sultan Abdülmecit’in sekizinci oğludur.

Annesi Çerkes Henriet yani Gülistan Sultan’dır.

Mülazim’den Teğmen’e: Kahramanlar Acı   Çeker! / Mustafa YILDIRIM

gönderen Güncel Meydan » Cmt Ara 08, 2012 22:56

Kâbe’yi koruyordun arkadaşlarınla. Mekkeli Hüseyin bin Haşimi’nin adamları, gazyağı püskürtüp yaktılar karargâhınızı. 

Page 45: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

 O gün Kâbe çevresinde kırbaçlayarak öldürdüler arkadaşlarını.   Nablus’u savunurken 21 yaşındaydın. 40 askerinle işgalcinin koca tümenini durdurdun ve şehit düştünüz. Nabluslular işgalciye hiç, ama hiç direnmediler.  Tulkerim’e son saldırısıydı işgal koalisyonunun. Ordu komutanınız çekip gitti. Kalakaldın arkadaşlarınla; ama yılmadın 32 süvarilerinle yürüdün geceleri; Halep sokaklarında İngiliz-Haşimi koalisyonuna karşı savaştın ve şehit düştün!  Der’a istasyonuna dek getirmiştin Amman’dan hastane trenini. Yaralı askerlere, kadınlara, çocuklara kıydı işgalcinin yandaşı, Faysal bin Haşimi’nin maşaları. Senin gırtlağına cembiye ile üşürdü şeyhin adamları.  Emir geldi payitahttan, silahlarınızı topladılar; ordunuzu dağıttılar. “Ya istiklal Ya Ölüm!” diyen sesi duydunuz. Aç, susuzdunuz; bir köye yaklaştınız Bursa ovasında. “Yunanla başımızı derde sokacaksınız” diyen köylüler sopalarla saldırdılar.  Manisa’da direnelim diye konuşurken taşladılar sizi, padişah yanlıları!   Durdurmak için işgalciyi gönüllü gençleri topladın. “İslama ve padişahımıza karşı mı çıkıyorsunuz?” diyen Buldan’ın mollaları dağıttılar gönüllüleri. Aynı mollalar papazlarla kol kola verip karşıladılar Yunanlı kumandanı ve teslim ettiler kasabalarını.  Sen aldırmadın Teğmen; “Ya İstiklal Ya Ölüm” çağrısına uyup kurtardın teslim olanları bile!  *  Kumandanların selama durdular Amerikan zırhlıları 1947’de Boğaziçi’ne girerken, senin için yandı! Öğrenci kardeşlerine çevirttiler namlunu. “Ya İstiklal Ya Ölüm” diyerek ters astın tüfeğini. İşkenceye çektiler seni, yabancı devlete “biat” etmedin diye!  Zincirle dövdürdüler Doğulu onbaşıya Metris hapishanesinde. İçine gömüp onur yaranı, “Ya İstiklal Ya Ölüm” diye diye dayandın.  Müttefik diye ezberlettikleri emperyalisti gördün sınır boylarında sana mermi yağdıranlara gökten yardım paketi atarken. Müttefikin kalleşliğini anlatmaya çalıştın paşalara, işaret koydular siciline!  *  Acı acı anımsıyorsun şimdi; Harb Okulunu bitirdiğin günü:   Yoklamada numaran okununca arkadaşların gibi sen de bağırmıştın, “Burada!” diye.   “1283” dendiğinde hep birden haykırmıştınız; “İçimizde!” diye.  

Page 46: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

“1283”ün “Ya İstiklal Ya Ölüm!” diyen sesi, seni bırakmadı her nereye gitsen!   Paşalar güvendi, sen güvenmedin emperyalist müttefikin gücüne!  Gün oldu; içindeki “1283”ü dışa vurdun! İşte ne olduysa o yüzden oldu ve bir kere daha zindandasın.  *  1918’de Mekke’de sırtına inen kırbaç…  Der’a istasyonunda boğazını kana boyayan Arap cembiyesi…  Kurtarmak istediklerinin sırtını karartan sopaları…  Ellerin kelepçeliyken baldırlarını yaran onbaşının zinciri…  “Amerika ile ilişkilerimiz ortak değerlere dayanır” diyen paşanın gülümsemesi…  Hayır, bunlar değil içini kavuran!  Boğazına düğümlenen o ses yakıyor göğsünün sol yanını!  Her türlü ihanete karşın seni ayakta tutan, taş duvarları delip soğuk odalara ulaşan o ses hala “Ya İstiklal Ya Ölüm” diyor ve fısıldıyor sana:   “Nihayetinde vatana olan namus borcumuzu ödedik!”  Öyleyse sen de dayanmalısın, çünkü insanlık tarihinin her sayfasında yazılıdır:  “Kahramanlar acı çeker!”

 

 

 

Vahdettin'in Amerikan Başkanına Mektubu

Yahdettin's Letter to the President of U.S.A

İhsan Güneş.

Öz

Lozan Alltlaşması ile varlığıııı ve bağımsızlığıııı dünyaya taıııtan ve

Cumhuriyeti ilan ederek ulusu çağm gerisinde bırakan kural ve kurumları onadan

Page 47: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

kaldırmaya başlayan yeni Türkiye Devleti, 3 Man 1924 'te Hilafeti kaldırarak

Hanedan mensuplarıııı  ülkedeıi çıkardı. Bu öııemli olay, yun içinde ve dışında yankı

yaptı. O sıralarda Saıı-Remo 'da sürgünde buluııaıı Vahdettin tepkisini Amerika

Başkaııı'na yazdığı  bir mektupla dile getirdi. Osmanlı Devletinin yıkıldığını  kabul

etmediğini,mevcut durumun geçici olduğunu ifade ettikten sonra, hilafet ve

saltanatili varlığını  sürdürdüğünü iddia etmekte, hanedan mensuplarıııııı sürgün

edilip mal ve mülklerine el kokulmasının haksızlık olduğunu, bu konuda yardımlarını

istediğini belinmektedir.Bugüne kadar ele almmayan mektubun kapsamını, orijinal

metni ve çevirilerini yaymlıyoruz.

Anahtar kelimeler: Mehmet Vahdettin. Amerika Başkaııi, hanedan, halifelik,

saltanat.

Abstract.

The New State of Turkey announced its existence and independence to world with

Lausanne Treaty and staned to abrogate old rules and institutions which led the

nation 10 lag behind of the age. Turkish Republic abolished the Caliphate 3 March,

1924 and expelled the members of the dyııasty . This sigııificant evellt had

repercussions in domestic aııd ab road. During that time Sultan Vahdettin, who was

in an exile in San Roma, expressed his reaction with aletter written to the President

of U.S.A. After stated in his letter that he did not admit the fall Otomaıı State aııd

called the existing situatioıı as temporary, he claimed the Caliphate and Sultanate

was still exist aııd the confiscation of the propenies of dynastic family was unjust

and asked for his help in this issue. We are publishing the coııtent of the letter with

its orijinal copy in Otoman Turkish and its translation in English

Key Words: Mehmet Vahdettin, The President of the U.s.A, Dynasty,

Caliphate, Sultanate .

Page 48: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

• Prof. Dr., Anadolu Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Bölümü

48 İhsan Güneş

Osmanlı İmparatorluğu'nun kendilerine karşı savaşa girişişini

sindiremeyen ve savaşın uzamasına yol açtığını  düşünen İtilaf Devletleri bu

ortamdan yararlanarak yılların biriktirdiği kin ve nefretle beslenen intikam

duygularını açıklamaya ve uygulamaya koydular.

Mütareke koşullarını hiçe sayarak, Osmanlı  İmparatorluğu'nun siyasal

varlığına son verip ülkeyi sömürgeleştirmek halkı köleleştirmek için vakit

kaybetmeden eyleme geçtiler.

Bir yandan ülke topraklarını askeri işgal altına almaya çalışırken öte

yandan da yüzlerce yıldan beri iç içe, barış içinde yaşayan halkı parçalamaya

ve Türk ve Müslüman olmayan unsurları Türklere karşı kışkırtmaya

koyuldular. Can güvenliğinin, mal güvenliğinin kalmadığını, namusunun ve

onurunun zedelendiğini gören Türk ulusu; kendi kimliğini koruyabilmek için

yeni bir savaşı; Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı  başlatmak zorunda kaldı.

Ülkenin bütünlüğünü, başta can ve mal güvenliği olmak üzere, halkın

haklarını korumaktan sorumlu olan devlet yöneticileri ülkedeki bu kötü

gidişatı görmezlikten gelmeyi yeğledi. Padişah, yenilmişlik dürtüsüyle

hareket ederek ulusal bir politika yerine salt tahtını  ve kendi hanedanını

kurtarmanın yollarını aramaya koyuldu. Bu nedenle de İtilaf Devletleri

temsilcilerinin verdikleri emirleri kayıtsız koşulsuz uygulamaktan geri

kalmadı. Bu tavır ulusalcıları derinden yaralarken, İtilaf Devletleri

temsilcilerini oldukça memnun etti. Onlarla işbirliği içinde bulunan

azınlıklara da cesaret verdi.

Padişah Vahdedettin'in 9.0rdu Müfettişi olarak görevlendirdiği

Page 49: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Çanakkale kahramanı Mustafa Kemal Paşa; 19 Mayıs 1919'da Samsun'da

Anadolu topraklarına ayak basınca; İstanbul Hükümeti'nin kendisine verdiği

görevleri bir yana bırakarak, tarihin kendisine yüklediği sorumluluk

bilinciyle, Anadolu'da başlayan ulusal direnişi güçlendirmeye koyuldu.

Yorgun, yılgın, bitkin ve parçalanmış bir halka öz güven aşılamak amacıyla

onları Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri içinde birleşmeye ve yurt topraklarının

işgal edilmesini protesto etmeleri için mitingler yapmaya yönlendirdi. Silah

arkadaşlarıyla bir araya gelerek vatanın ve ulusun kurtuluşunun ulusun azim

ve kararıyla olacağını bildiren Anadolu İhtilali'nin ilk bildirisini yayınladı.

Bölgesel kongreler yaparak tabandan tavana doğru demokratik katılımı esas

alan bir harekete öncülük etti. Erzurum, Sivas kongrelerinin toplanmasını ve

ulusal amaçların saptanmasını sağladı. Milli sınırlar içinde vatan ın ayrılmaz

bir bütün olduğunu, buraya yapılacak saldırılara karşı konulacağını, İstanbul

hükümeti bu mücadeleyi yönetemez ise geçici bir hükümetin kurulacağını

bildirdi.

Emperyalist devletlerin sunduğu, fakat özünde sömürgeciliğin ad

değiştirmiş şeklinden başka bir şeyolmayan, dönemin yükselen değeri

mandacılık tuzağına düşmeden tam bağımsızlık  ülküsüyle hareket etti.

Vahdettin'in Amerikan Başkanına Mektubu 49

Eylemini, meşru zemin dışına taşlI'madan ulusuyla birlikte sabırla, özveriyle

ve kararlılıkla sürdürdü. Ulusun haklı  eylemlerini iktidara karşı isyan,

başkaldırı şeklinde adlandıran ve ulusçuları  yok etmeye çalışan teslimiyetçi

Damat Ferit Paşa başkanlığındaki hükümetin düşürülmesini, Ali Rıza Paşa

başkanlığında yeni bir hükümetin kurulmasını  sağladı. Bu hükümetle varılan

anlaşma sonunda ülkenin işgale uğramamış bölgelerinde seçimlerin

Page 50: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

yapılarak ülke ve ulusun yazgısını ulusun temsilcileriyle çizme yaklaşımını

gerçekleştirdi.

12 Ocak 1920'de açılan Osmanlı Meclis-i Mebusanı'nın, Erzurum ve

Sivas kongrelerinden süzülüp gelen kararları  Misak-ı Milli olarak kabul

ederek Anadolu'daki ulusal eylemlere sahip çıkması  İtilaf Devletleri'ni

rahatsız etti. Nitekim 16 Mart 1920'de İstanbul'u resmen geçici! bir süre için

işgal ederek ulusalcıları korkutmayı  düşlediler. Onlarla işbirliği içinde

bulunan Şeyhülislam da bir fetva yayınlayarak ulusalcıların katledilmesini

buyurdu. Padişah, Meclis-i Mebusan'ı feshetti. Ancak, tarihinden gelen

bağımsızlık ve özgürlük tutkusuyla hareket eden Türk Ulusu'nu tüm bu

olumsuzluklar durduramadı. Çünkü İstanbul'un işgalini, Türk devletinin

varlığını sona erdirmeyi amaçlayan bir girişim olarak nitelendiren Mustafa

Kemal Paşa'nın örgütlemesiyle Ankara'da yeni bir meclisin toplanması ve

bunun için seçimlerin yenilenmesi hareketi başlatıldı. Başta Osmanlı

Padişahı ve onun atadığı hükümeti olmak üzere İtilaf Devletleri'nin, onlarla

işbirliği içinde bulunan mandacıların, teslimiyetçilerin karşı koymalarına

karşın 23 Nisan 1920'de Türkiye Büyük Millet Meclisi açılarak ülke ve

ulusun yazgısına el koydu. Böylece İstanbul Hükümeti'nin ve Osmanlı

Padişahı'nın egemenlik alanı Istanbul ve çevresine hapsedilmiş oldu.

Padişah ulusal önderlerin idam edilmesini öngören güdümlü Divanı Harbi

Örfi kararnamesini ve Türklere bağımsızlık hakkı vermeyen, ülkeyi

parçalara ayıran Sevr Antlaşması'nı onayladı.

Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti ise, İstanbul hükümetinin

kışkırtmalarıyla emperyalist güçlerin silah ve cephane yardımlarıyla

çıkarılan iç isyanlar bastırdı. İngiliz parasıyla oluşturulan Kuva-yı

Page 51: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

İnzibatiye'yi dağıttı. Doğu'da Ermenileri, Güneyde Fransızları yenerek barış

yapmak zorunda bıraktı. Emperyalist güçlerin yönlendirmesiyle İzmir'den

başlayarak Anadolu içlerine doğru ilerleyen Yunan güçlerine 26 Ağustos

1922'de başlayan Büyük Taarruzla son tokatı  indirerek onların da yurttan

kovulmasını sağladı. Böylece kadın erkek, genç-ihtiyar, varlıklı-yoksul,

doğulu-batılı-güneyli-kuzeyli, alevi-sünni ayırınu yapmadan tüm ulus

bireylerinin katılımı ile başlatılan Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın birinci

bölümünü Mudanya Mütarekesi ile noktaladı.

Mudanya Mütarekesi gereğince; Trakya'yı teslim almak üzere

İstanbul'a gelen Refet Paşa'yı halk büyük bir törenle karşlladl(l9 Ekim

1922). Refet Paşa çeşitli toplantılara katıldı  ve çeşitli konuşmalar yaparak

50

İhsan GUneş

meşrutiyete artık geri dönmeyeceklerini, kişisel egemenliğin, hanedan

egemenliğinin milleti felakete sürüklediğini, hakimiyetin kayıtsız şartsız

millette olduğunu söyledi. Refet Paşa'nın konuşmaları ve yaşanan gelişmeler

Padişahsız da bu ülkenin yönetilebileceğini gösterdi. Bu da Vahdetin'i

korkuttu. 29 Ekimde Vahdettin ile dört saat görüşen Refet Paşa, ona artık

İstanbul'da bir hükümete gerek kalmadığını, dolayısıyla hükümetin istifa

etmesini bildirdi. Ancak Vahdettin, bu isteğin iktidarının sonu olacağını

anladı ve reddetti.

Anadolu'da başlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı'na başından beri karşı olan

İstanbul Hükümeti'nin savaş sonrasında Lozan'da yapılacak ve Doğu

Sorunu'nu çözecek olan barış görüşmelerine çağrılması; 600 yıllık

İmparatorluğun sonunu getirdi.Türkiye Büyük Millet Meclisi i Kasım

Page 52: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

1922'de hilafeti saltanattan ayırarak saltanatı  kaldırdı. Tevfik Paşa

başkanlığındaki Osmanlı Hükümeti istifa etti(4 Kasım 1922). Artık

özgürlüğüne kavuşmuş olan basın, eleştiri oklarını Padişaha yöneltti. LO

Kasım 1922'deki Cuma Selamlığı'nda kimse Padişahla ilgilenmedi. Padişah,

Ali Kemal'in kaçırılıp öldürülmesinden sonra hayatından daha çok

endişelenmeye başladı. Müttefik işgal kuvvetleri komutanı General

Harington'a İstanbul'da hayatımı tehlikede gördüğümden İngiltere devle-ti

fehimesine iltica ve bir an evvel İstanbul'dan mahalli ahara naklimi talep

ederim efendim diye bir mektup yazarak 17 Kasım 1922'de İstanbul'da

bulunan İngiliz Malaya zırhlısına bindi ve halkına hesap vermeden

ülkesinden kaçtı. İngilizlerin yardıou, Arapların desteği ile halifeliğini

sürdüreceğini düşünen Vahdettin; Kral Hüseyin'in çağrısı üzerine Mekke'ye

gitti. Burada hilafetle saltanatın ayrılmasının  şeriata aykırı olduğunu bildiren

bir bildiri yayınladı. Böylece Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin aldığı kararı

geçersiz kılmaya çalıştı. Ancak sonuç  beklediği gibi olmadı. Daha sonra

Vahdettin buradan ayrılarak San-Remo'ya geçti ve ölünceye kadar(l6 Mayıs

1926) burada kaldı.

çetin bir mücadele sonunda Lozan Antlaşması ile varlığını ve

bağımsızlığını dünya uluslarına tanıtan Türkiye Büyük Millet Meclisi

Hükümeti, 29 Ekim 1923'te Cumhuriyeti ilan etti. Türk Ulusunu çağın

gerisinde bırakan kurallara ve kurumlara savaş  açtı. Türkiye Cumhuriyeti

Hükümeti, yapacağı uygarlık savaşında önüne engelolarak çıkacağını

gördüğü ve geçerliliği de kalmamış olan Hilafeti 3 Mart 1924'te kaldırdı.

Hanedana mensup kişileri ülkeden çıkardı.

Bu olay büyük yankı yarattı. Ulusuna hesap vermeden kaçan Vahdettin

Page 53: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

daha önce yaptığı gibi şimdi de kimi devletlerin başkanlarına mektup

yazarak Türkiye Cumhuriyeti'nin bu kararını  geçersiz kılmaya çalıştı ve bu

konuda onlardan yardım istedi.

Vahdettin' in Amerikan Başkanına Mektubu SI

Onun tarafından yazılıp Amerika Başkanı'na gönderilen mektup bunun

kanıtıdır.

Mektup, San-Remo'da Padişah Vahdettin tarafından yazılmış ve Halis

Reşat Bey tarafından Paris'te bulunan Amerikan elçiliğine teslim edilmiştir.

Elçilik de bu mektubun orijinalini ve İngilizce çevirisini IS Nisan 1924

tarihli yazısıyla Washington'a göndermiştir. Mektup Amerika Birleşik

Devletleri Ulusal Arşivi'nde 86700/1788 numarada kayıtlıdır.

Mektupta üzerinde durulan konular nelerdir?

Vahdettin hala Osmanlı İmparatorluğu'nun tarihe karıştığını ve yerine

yeni bir devletin kurulduğunu kabul edememektedir. Mevcut durumu geçici

görmektedir.

Kendi iradesiyle ülkeyi terk ettiği halde hala saltanat ve hilafet

haklarının varlığından söz edebilmektedir.

Ankara'da toplanan ve ulusun gerçek temsilcilerinden oluşan Türkiye

Büyük Millet Meclisi üyelerini fıtne çıkaran isyancı kişiler olarak görmekte

ve bunların alacağı kararları geçersiz saymaktadır. Dolayısıyla da Türkiye

Cumhuriyeti' ni tanımamaktadır.

Saltanat ile hilafetin ayrılmasını, önce saltanatın daha sonra da hilafetin

kaldınlmasını sağlayan Türkiye Büyük Millet Meclisi üyelerini dini, kökeni,

vatanı belli olmayan asker kişiler ile onlarla işbirliği içinde bulunan küçük

bir şer zümresi olarak nitelemektedir.

Page 54: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Vahdettin, hilafeti kaldırmanın Türk Ulusu'nun yetkisinde olmadığını,

hilafet sorununun tüm İslam ülkelerinin gönderecekleri uzman kişilerden

oluşacak bir meclis tarafından çözüme bağlanabileceğini iddia etmektedir.

Ayrıca şeriata aykın kararların hangi makam tarafından alınırsa alınsın

geçersiz olacağını belirterek ulus egemenliğine dayanan bir devletin var

olduğunu kabul etmemektedir.

Vahdettin, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin aldığı  bu kararlann İslam

dünyasında olumsuz yanlalar yaratacağı gibi diğer ülkelerin iç

güvenliklerinin bozulmasında da etkili olacağını  belirterek adeta aba altından

sopa göstermektedir.

Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin çıkardığı  hilafetin kaldınlması ve

hanedan mallanna el konulmasını öngören 3 Mart 1924 tarihli yasayı kişisel

haklara indirilmiş bir darbe olarak nitelemekte ve Türkiye Cumhuriyeti'ni

kişi hakları tanımayan bir devlet olarak göstermeye çalışmaktadır.

Vahdettin, saltanat ve hilafet sorununun çözümlenmesi için diplomatik

bir üslup ile Amerika Birleşik Devletleri Başkanı'ndan yardım istemektedir.

52 İhsan Güneş

Amerika Cemahir-i Müttefikiye Reisi Mösyo Coolidge Cenablamıa

Siyasi olayların ve gelişmelerin tüm iç yüzünü, hangi nedenlerden

dolayı Saltanat merkezimi geçici bir süre için terk etmek zorunda kaldığımı

biliyorsunuz. Bu konuda ayrıntılı  bilgi sunmayı gereksiz görüyorum.

Bu süresiz uzaklaşmamn, babadan kalma sahip olduğum Saltanat ve

Hilafet makamından vazgeçtiğim anlamına gelmeyeceği açıktır. Ankara

meclisi gibi bir isyancı  [ttnenin bu konuda alacağı tüm kararların geçersiz

olacağını bildiririm. Şöyle ki; islam Hilafetinin Osmanlı Saltmıatından

Page 55: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

soyutlanması ve ayrılması  ve Hilafetiıı tümüyle kaldırılması dini, kavmiyeti,

vatam belirsiz ve karışık askerlerden ve öteki sınıflardan oluşan küçük bir

şer zümresinin kısmen zorla ve kısmen bilgisizlik ve gafletle yönlendirdiği

beş-altı milyonluk Türk kavminin yetki alam içinde değildir. Bu ancak tüm

islam dünyasınca atanan uzman kişilerden oluşan bir meclisin toplanması ve

tüm din bilginlerinin ortak kararı ile çözümlenecek büyük bir evrensel

sorundur.

islam bilginlerinin bildiği  üzere şeriata aykırı kararlar herhangi

makamdan olursa olsun sonuçsuz kalmaya mahkumdur. Bundan başka bu

durumun, içinde bulunulan koşullarda islam dünyasmda sonuçları pek

vahim olabilecek büyük bir heyecmıa yol açacaktır. Ayrıca gelişmiş ülkelerin

iç güvenliklerine de büyük bir etki yapacaktır.

Hanedanımm ileri gelenleri aleyhinde Ankara meclisi tarafindan kabul

edilen sürgün ve kovma, emlakine ve bireysel mallarına el koyma gibi haksız

kararları hanedmııın bireylerini, insan ve kişilik haklarından soyutlar

mahiyettedir. Bu konuda yüce kişiliğiniz ve cumhuriyet hükümetiniz

tarafindan olanaklar ölçüsünde yapılabilecek yardımları pek değerli

sayacağımı açıklamaya gerek yoktur.

Bu vesile ile sağlıklı  olmanızı yüce haktan niyaz eylerim.

13 Mart 1924

Mehmed Vahideddin

Amerika Cemiihir-i MüUefike Re'isi Mösyö Kolidec[Calvin Coolidge]

Cenahlarına

Yukfı'at ve hiidisat-I siyasiyenin bi' i-cümle ledunniyyiitına nüfGz-i

vukfıf-ı siyasileri der-kar olan zat-ı  asilaneleri nezdinde ne gibi esbiib-ı

Page 56: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

vesaik-i mücbirelerinde makarr-ı saltanatımı  bir müddet-i muvakkate içün

terk etmekde muztar kalmış olduğum ma'ınm olduğu bedihi olmasıyla bu

babda arz-ı hal ve tafsilata lüzum görmüyorum.

Bu müfiirakat bi'l-ırs ve' i-istihkak hii'iz olduğum saltanat ve hilafet

makamından feragatimi mutazammın olamayacağı bedi'hi ve aşikiir olub

Vahdettin'in Amerikan Başkanına Mektubu 53

Ankara Meclisi gibi bir fıtne-i bagiyenin buna dair viiki olan ve

vukO'bulacak bi' I-cümle mukarreratı ka'in-i lem yekun hükmünde olduğu

vareste-i arz ve beyandır. Ez-cümle hilafet-i İslamiye'nin Saltanat-ı

Osmaniye'den tecri'd ve tefriki ve hilafetin külliyen ilgası gibi dini,

kavrniyeti, vatanı meşkGk ve mahlut askeriyeden ve sunUf-1 safireden

mürekkeb bir şer zümre-i kam ile kısmen cebr ve ikrah ile kısmen cehl ve

gaflet ile sevk edilen beş altı milyonluk malum Türk kavminin daire-i

selahiyeti dahilinde olmayıp bu ancak bütün alem-i İslam tarafından tayin

olunan erbab-ı ihtisasdan mürekkeb bir meclis akd ve İcmii-ı ümmet ile hal

ve fasl edilecek bir mesele-i uzmii ve iilem-şümOldur. Ulema ve İslamın

ma'lumu olduğu veçhile ahkam-ı şer'-i şerre mugayir mukarrerat her ne

makamdan siidır olur ise olsun mahkum-ı akametdir. Bundan ma'ada ahviil-i

hazırada meşhGd olduğu veçhile iilem-i islam'da neticesi pek vahi'm

olabilecek ber-nehc-i azi'm ,kalsına müstaid ve mesail-i sa'ire-i siyasiyeye

ve asayişden ve milel üzerine te'si'r-i azi'mi kaviyyen melhuzdur.

Başkaca erkan-ı hanedanın aleyhinde Ankara Meclisi tarafından bu kere

ittihaz edilen nef ve tagri'b ve müsadere-i emlak ve emval-i hususiye ve

şahsiye gibi tedabir ve mukarrerat aza-yı hanedanımı hukGk-u insaniye ve

şahsiyelerinden tecri'd mahiyetinde olmasıyla bu babda zat-ı asi'laneleri ve

Page 57: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

hükumet-i Cumhuriye tarafından bi'kfi'l imkan dairesinde vaki' olabilecek

mazhariyetin pek kıymetdar telakki edileceği müstefi-i beyandır. Bi' 1-

vesile devam-ı afiyetlerini cenab-ı hakdan niyaz eylerim.

Fi' 13 Mart sene 1924

Mehmed Yahdeddin

54

İhsan Güneş

Vahdettin'in Amerikan Başkanına Mektubu 55

~11S

1Jr;Ntt'1.t U. pollU.1 •.•.••• h ot tb. 1101'14, .,4 of :ıı. ~t.

'IIbJ.•••. tUlp6 • ,. t~nr1lı' 1 •••• w:r Mp1u.1, % ı.U,At 11 11 ııot

•.••• &U7M dT. D7 upl •• U••• aD tM' n~j"ı •

., ~ d14ııot l.çl7 83 ••••••o1.H •• or -or Upl"

LI "'lWl aııd cr.ı~ ••• ıolı p...lı i•• ., qultl ••••ı...d ter •••.•

••••••.•• rlaU to _.ı..lo Ib•• _ ot ..,. CIL_~'''.

Lt lo 'lGıto "lolal l!lll•• ı.. lah 40.101•• ot .ho '''_1,

.!' ~"'--0GIIIQıI'" et ., rek1 R~"'Oft-l. ıd.t»o.t nıu.. ca4 'bt:'

11 b ••••••• to na1ı: wtt.ertı.... Of Ula, "'111 •• U. :-"

__ Il~ ot ille ;ıaUu. (•.~Oh LI .hol ••ı.l.1 o-,1V7 h ı.lıo I"'ı•••

lll;pal of ille -i p. i.,0aı4 au ;ıp" .t 'lıo ta.rl<1alı •• ,ı--

1LIL1•~• _ •••• otooU", .ıui•••ot"aı--_ f!.aU U.lllt tel'OM

lı7 tl>o-...ı.ot •••• I1,aca!ıoOrı17. _.Nıs'."..,.. -..ro of

pan- .t ••." •••'thl ••~ ~ ••IIT1.I1••••••••••• yloı•••• _

OMrWh._°lt,••.••••an.:- ıtoı- •••.••••.1•ll•11.7. n... ""qu"ı •• tha\ "" • .t \ht .01. wwı' &a4*"

Page 58: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

dWJ17 lstnoıı,&0QıM _r..ı aUIlcı 11011•••••• ıl ille ooal¥ 0010110

••• 110LT ille -tah .t ıı.. .JoI'U7 ot all •.•• ı. "",ı,., _ ~

d•• Laloc .t ı.lıo ..-.n ot J><rl04ıol100t 1:1 •• ,,,,,rı..,.

56

- .-

ıe.,. i L. _' •••ııa ••••. lr7 ı-. ~.,. d., aıı •.••ı...ı.ııııuı .,

",." oı. •.•• d.lc;'ıa .,.~ """""'7 W U. ••~ ı,..,., ~ ~ ,.

>-LO o, "'\ .".n., ••.. -'-"- • ot •••••••••••••• """

~-rr4-ı> "'\1-' aJt4.ı....&ıa:-.ı.. ••••••••. 1•••• ~ .-. ~'lOA

~ "bı. -ırlll t1uıa,ı- ~ Ola". i" 'I••• ..;;. ••q ~ ••.~. L.

01-:1'17 .t.~~ tQ' ~M.' ."•.•.•.

7~ ••• -"17 .t •.••••.ı... ..••.ıS tıw --.n....-ı... t u..

p:-l"aı. ı;ı'oı+', or w3 I.aqıııtl"La1 ııı.i17. _4. Ul.ıIılr ı-d.ı.". ~,~

t ~oa ;0 • tora1'Pl _Q.l:.1"7J•.

•• 1".' aızı:ı h.ır _os. '11""•• \1" ,., -'&b' •••• ı~ _ C'l"- w ,~

o.zı.,,,.• "'1''' o': 'r~:, &If-.ı.ı -«:7 .-..ıs. U. ••••.•..ı 0. •• ..-... -.-14 •••••..

1 ha". _Gıt. ,ı•••eı- •.• "uıwııe 'f •••. ~1 __ ~. &.7

1b:_ıı"'Q Wn. o..ı14 .••••••• ı.-ıııı..

~r.t u. 0"-".

İhsan Güneş

L

 

TEYZE OĞLU: Erdoğan,Başbakan koltuğuna oturduğunda teyze oğlu İbrahim Er,Milli Eğitimde müfettişti,3 Mart 2011’de Danıştay üyeliğine atandı.

Page 59: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

YEĞENİ: Başbakan Erdoğan’ın yanından hiç  ayrılmayan yeğeni Ali Erdoğan... Kadrosu Başbakanlık’ta müşavir. Korumalık yapıyor Erdoğan nerede sürekli yanında. Polis değil ama polis teçhizat taşıyor.

Kardeşi Ömer Erdoğan ise İstanbul Büyükşehir’de Satın Alma Müdürü.!

Başbakanın oğlu Burak Erdoğan’ın eşi Sema’nın ağabeyi Ahmet Ketenci,İstanbul Belediyesi’nde Satış Pazarlama Müdürü olarak görev yapıyor.!

Kültür Bakanı Ertuğrul Günay’ın kızı  Pınar, 2005’te devletin Anadolu Ajansı’na muhabir olarak girdi. 2009’da Dış Haberler Müdürü oldu.!

Gülten Günay,Basın Yayın Enformasyon’da Başhukuk Müşaviri’ydi, daha fazla maaş alacağı TBMM Başhukuk Müşavirliği’ne getirildi.!

Cemil Çiçek’in oğlu Çağrı,1999’da TBMM’de işe başladı.Özelleştirme İdaresi’ne geçti.Şimdi ise Sigara Sanayii Yönetim Kurulu üyeliği yapıyor.

Bülent Arınç'ın ağabeyi,İGDAŞ'a bağlı  Uluslararası Gaz Eğitim Teknoloji ve Araştırma Merkezi Yönetim Kurulu Üyesi ve Murahhas Üyesi.!

Ravza Kavakçı Kan:Merve Kavakçı'nın kız kardeşi.Belediyenin Avrupa Birliği İlişkileri Şube Müdürlüğü'nde teknik eleman olarak görev yapıyor.

Burcu Topbaş: Kadir Topbaş'ın yeğeni. Turan Topbaş'ın eşi. Büyükşehir Belediyesi'nde iletişim danışmanı  olarak görev yapıyor.!!

Nezahat Şahin: AKP Hükümeti'nin ilk Tarım Bakanı  Sami Güçlü'nün kızı. İstanbul Belediyesi İstimlak Müdürlüğü'nde mimar olarak çalışıyor.!

İsmail Erdem: AKP İstanbul Milletvekili Ekrem Erdem'in amcasının oğlu. İstanbul Büyükşehir Belediyesi Encümen Üyesi

Ayşe Pakdil Kahveci: TBMM Başkan Vekili Nevzat Pakdil'in kız kardeşi. Kadir Topbaş'ın konuşma metnini hazırlayan ekipte çalışıyor.!

Mümin Kahveci: Ayşe Pakdil'in eşi TBMM Başkan Vekili Nevzat Pakdil'in de damadı. Ulaşım A.Ş'de, Genel Müdür Yardımcısı.!

Halil İbrahim Ürün: AKP Konya Milletvekili Halil Ürün'ün yeğeni. İSKİ Tahsilat Takip Müdürü.!

Kadir Önder Kar: AKP'li İdris Naim Şahin'in damadı.İstanbul Büyükşehir Belediyesi şirketlerinden Ulaşım A.Ş.'nin İnsan Kaynakları Müdürü.!

Tevfik Göksu: AKP Adıyaman Milletvekili Mahmut Göksu'nun amcasının oğlu. İSKİ Yatırımlar Genel Müdür Yardımcısı.

Ahmet Öcalan: Esenler Belediye Başkanı  Mehmet Öcalan'ın oğlu. Büyükşehir Belediyesi'ne bağlı Spor A.Ş. Genel Müdürü'nün Özel Kalem Müdürü.!

Page 60: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Ahmet Ketenci: Başbakan Erdoğan'ın büyük oğlu Ahmet Burak'ın eşi Sema Ketenci'nin ağabeyi. Belediyenin şirketi Belbim'de teknik müdür. !

Musa Karaağaç: AKP'li İdris Naim Şahin'in yeğeni. Belediyede şoför olarak çalışıyor.! Yazık Müdürlük koltuğu kalmamış demek ;))

Murat Kansu: AKP İstanbul Milletvekili Hüseyin Kansu'nun yeğeni. Belediyenin Deniz Hizmetleri Müdürlüğü'nde görevli.! Ve... +

Cemal Kansu : AKP İstanbul Milletvekili Hüseyin Kansu'nun bir değer yeğeni Cemal Kansu da, Eminönü Belediyesi'nde zabıta.!

Göksel Gümüşdağ: Emine Erdoğan'ın ağabeyi Hasan Gülbaran'ın kızı Müge Gülbaran'ın eşi. İstanbul Belediyesi Spor Kulübü Başkanıydı !?! Göksel Gümüşdağ: Aynı zamanda Küçükçekmece ilçesinden de Büyükşehir Belediyesi Meclis Üyesi olarak da görev yaptı.!

Ömer Erdoğan: Başbakanın yanından ayırmadığı koruma olarak görev yapan yeğeni Ali Erdoğan'ın kardeşi.Belediyenin fotoğrafhanesinde görevli.

Bakın bir örnek,deminki listede yok çünkü  yeni bir torpil ;Bülent Arınç'ın yeğeni İbrahim Said Arınç, BOTAŞ Genel Müdür Yardımcısı oldu.!

ABDULLAH GÜL; Halaoğlu ve eniştesi Mehmet Sayım Tekelioğlu:AKP İzmir Milletvekili ve AKP Kurucu Üyesi.Gül’ün kızkardeşi Hatice Gül ile evli.

ABDULLAH GÜL ; Halaoğlu Mustafa Sayım: AKP Kayseri İl Genel Meclisi Üyesi.

CEMİL ÇİÇEK - Amcaoğlu Mehmet Çiçek: AKP Yozgat Milletvekili

BİNALİ YILDIRIM ULAŞTIRMA BAKANI ; Oğlu Erkan Yıldırım İtalyan şirketi Santour’dan 445 bin Euro’ya yolcu gemisi aldı.! BİNALİ YILDIRIM ; Oğlu Erkan Yıldırım; Bakanlığa bağlı Ankara Feribotu’nun ihalesiz ve günlüğü 9 bin dolardan Santour’a verilmişti

ABDÜLKADİR AKSU : Kardeşi Azmi Aksu: Türkiye Şeker Fabrikaları AŞ Genel Müdürü ve Yönetim Kurulu Başkanı.! ABDÜLKADİR AKSU . Annesinin amcaoğlu Yusuf Ziya Göksu eski İzmir Valisi.!

ABDÜLKADİR AKSU ; Bacanağı AKP İzmir Milletvekili Tevfik Ensari Aksu’nun eşi Emine Hanım ile Ensari’nin eşi Elmas Hanım kardeş.!

ABDÜLKADİR AKSU ; Bacanağın kardeşi Aykut Ensari: Pratisyen hekim - İzmir Karşıyaka Devlet Hastanesi Başhekim Yardımcısı.!

ABDÜLKADİR AKSU ve son ; Bacanağın kızkardeşi Asuman Seder: Biyokimya Uzmanı- İzmir Karşıyaka Devlet Hastanesi..!

SALİH KAPUSUZ - Yeğeni İbrahim Kapusuz Başkent Elektrik AŞ (BEDAŞ) Genel Müdür Yardımcısı.!

Page 61: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

AKP' Lİ NEVZAT PAKDİL - TBMM BAŞKANVEKİLİ  ;Kardeşi Nihat Pakdil: Tarım Bakanlığı Koruma ve Kontrol Müdürü.!

AKP'Lİ KEMALETTİN GÖKTAŞ - TBMM İDARE AMİRİYeğeni Hasan Köktaş Başbakanlık Özelleştirme İdaresi Başkan Yardımcısı.!

MEHMET YILMAZCAN AKP MİLLETVEKİLİ, TBMM ADALET KOMİSYONU ÜYESİEşi Nesrin Yılmazcan: Adalet Bakanlığı Personel Genel Müdürü, Yargıtay Üyesi.

 

 

Aldanma insanların samimiyetine,menfaatleri gelir herşeyden önce..Vaad etmeseydi Allah cenneti,O’na bile etmezlerdi secde. Mehmet Akif Ersoy

 

 

 

Aşkın Aldı Benden Beni

Aşkın aldı benden beni  Bana seni gerek seni  Ben yanarım dün ü günü  Bana seni gerek seni  Ne varlığa sevinirim  Ne yokluğa yerinirim  Aşkın ile avunurum  Bana seni gerek seni   Aşkın aşıklar oldurur Aşk denizine daldırır Tecelli ile doldurur Bana seni gerek seni  Aşkın şarabından içem Mecnun olup dağa düşem Sensin dünü gün endişem Bana seni gerek seni  Sufilere sohbet gerek 

Page 62: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Ahilere ahret gerek Mecnunlara Leyla gerek Bana seni gerek seni  Eğer beni öldüreler  Külüm göğe savuralar  Toprağım anda çağıra  Bana seni gerek seni  Cennet cennet dedikleri  Birkaç köşkle birkaç huri  İsteyene Ver anları Bana seni gerek seni   Yunus'dürür benim adım  Gün geçtikçe artar odum  İki cihanda maksudum  Bana seni gerek seni

 

 

 

 

Derman arardım derdime derdim bana derman imiş Burhan sorardım aslıma aslım bana burhan imiş  Sağ u solu gözler idim dost yüzünü görsem deyu Ben taşrada arar idim ol can içinde can imiş  Öyle sanırdım ayriyem,dost gayridir ben gayriyem Benden görüp işideni bildim ki ol canan imiş  Savm u salat u haccile sanma biter zahid işin İnsan-ı Kamil olmağa lazım olan irfan imiş  Kanden gelir yolun senin ya kande varır menzilin Nerden gelip gittiğini anlamayan hayvan imiş  Mürşid gerektir bildire Hakkı sana hakkel-yakin Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş  İşit Niyazi'nin sözün bir nesne örtmez Hak yüzün 

Page 63: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Hak'tan ayan bir nesne yok gözsüzlere pünhan imiş Niyazi MISRİ

 

 

 

 

  

 

 

 

 

 

 

 

 

 

 

ARAŞTIRMA YAZISI : İŞGAL GÜNLERİNDE İŞBİRLİKÇİLER ve ŞEHİT KUBİLAY’IN

KATLİNE AİT MAHKEME KAYITLARI * 2

Posted on December 21, 2012 by Nacikaptan

ARAŞTIRMA YAZISI : 

İŞGAL GÜNLERİNDE İŞBİRLİKÇİLER ve ŞEHİT KUBİLAY’IN KATLİNE AİT

MAHKEME KAYITLARI * 2

Page 64: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Naci KAPTAN

YAZI GİRİŞİ II

Değerli okur,

23 Aralık tarihi Devrim şehitlerimizde Kubilay’ın katledilmesinin 82.

yıldönümüdür.Devrim şehidimiz Kubilay’ı saygıyla analım.

Yobaz ticaniler Laik Cumhuriyetle ve Atatürk’le her zaman kavgalıdırlar. 

Onlara göre laik Cumhuriyet sistemi,Yabancıların egemenliğinde yaşamaktan daha

da kötüdür. 

Onlar manda severlerdir. 

Bu nedenle Hristiyanların değirmenine su taşırlar. 

Onlara hizmet ederler,işbirlikçilik yaparlar. 

Ülkelerine ve kendi insanlarına ihanet ederler. 

Hristiyan’a ,Haçlı’lara uşaklık edenden Müslüman olur mu ???

Bunun en güzel örneklerinden birisi de Menemen olayında yaşanmıştır ; 

hatırlayınız,bu yazının 1. bölümünde Yunan işgaline karşı örgütlenmeye

çalışanYardım ve destek isteyen Kuvay-i Milliye’cilere Sünbül köyündeki şeyhin

söylediğini ;

“Ben Yund dağına kadar bu köylerin tarikat şeyhiyim,bizim tarikatımız Yunan’a tek bir

kurşun atmayacak.Mehdi gelmeden de caiz değildir”

Bu sözü söyleyen kişi daha sonraları  Kubilay’ın başını kesecek olan Yobaz

Derviş Mehmet’tir.Adamlarıyla Menemen’i bastığında şu sözleri söyleyen kişidir ;

“Din elden gitti ”

Yobaz haine göre Yunanlı’lar varken Din vardı  !!! 

Bu nedenle onlara kurşun attırmadı … 

Yunanlılar gidince din de gitti !!! 

YOBAZA BAK YOBAZA …

Bu yobaz ticaniler, 

Sonra da “Elhamdüllilah Müslümanım” diyerek camiye namaza giderler. 

Page 65: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

İslam dinine ve gerçek inananlara en büyük kötülüğü de bunlar yaparlar. 

Onlar için din bir çıkar ve kazanç aracıdır.Dinden aldıkları güçle saf ve gerçek inançlı

kişileri kandırırlar.

Yazının 1. bölümüne ulaşmak isteyenler ;

http://nacikaptan.com/?p=2881

Konumuza dönelim ;

Naci KAPTAN

İŞGAL GÜNLERİNDE İŞBİRLİKÇİLER ve 

ŞEHİT KUBİLAY’IN KATLİNE AİT MAHKEME KAYITLARI * 2

Naci KAPTAN

Menemen İsyanıni Yöneten : İngiltere

İdare edildiği yer : Yunanistan / Elefsis (Eski Lavriyon Kampı)

Karar alındığı tarihi : 15 Haziran 1930…

Kararı alanlar : Giritli Hüsnüyadis, Nakşibendi Said Molla (İngiliz Muhipleri Cemiyeti

Başkanı, Kıbrıs’tan Yunanistan’a geçti. ), Şeyh Sükuti ve Giritli Derviş Mehmet.

Uygulayanlar : Erbilli Şeyh Esat, Giritli Derviş  Mehmet, Giritli Sütçü Mehmet,Giritli

Şamdan Mehmet, Giritli İsmail, Giritli Alioğlu Hasan, Yahudi Jozef ve diğerleri

15 Ocak 1931 

Menemen olayı mahkeme ifadelerinden

“Bu sırada bir zabit emrinde bir asker müfrezesi geldi. Zabit mehdinin yanına

yaklaşarak yakasından tuttu, teslim olmasını söyledi. Mehdi kızdı, zabiti kaktırdı ve

bir silâh atarak zabiti yaraladı. Zabit yaralı olarak camiin kapusunun içine düştü.

Mehdi ve Şamdan Mehmet, zabitin arkasından gittiler, zabitin kafasını kestiler ve

başını alıp getirdiler. Halktan tanımadığım birisi bir ip getirdi, Mehdi, kelleyi sancağın

ucuna dikti” (Maznun Nalıncı Hasan )

Page 66: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

***

“Hükûmetin maksadı ve her hedefi Müslümanları gavur ettirmektir. Mehdi, dini iade

etmek için bütün emellerini hep bu noktada toplar maksadı aşikardır. Cumhuriyeti

yıkmak, gençliğin mefkûresini zehirlemekti ve bu meyanda Mehdi Mehmet, bütün

memurlar kâfirdir, ailelerini açık saçık gezdiriyorlar diyerek mütemadiyen hükümet

aleyhinde ve tarikat lehinde söz söylerdi. Öyle bir hale gelmiştim ki Mehdi’nin

dediklerini yapmamak iradesinden mahrum kalmıştım.Laz İbrahim, nakşibendi

tarikatının ve bu teşekkül ve bu şebekenin kuvvetli amillerindendir. Bunlar tarikat

kisvesine bürünerek din perdesi arkasından büyük oyunlar oymamışlardır. Laz

İbrahim, İstanbul’dan tarikatın neşir ve tamimi için kitaplar getirtti .Camide vaz ettiği

esnada şapka giyenler gâvur olur der ve bilâ perva alenen zikrettirirdi.” (Maznun

Mehmet Emin)

KUBİLAY OLAYI… 

Cumhuriyet rejiminin 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu ikinci

önemli irtica olayı…

23 Aralık 1930 

“Kubilay Olayı”, Cumhuriyet tarihinin en önemli olaylarından biridir. Menemen

olayının izleri toplumsal bellekten hiç silinmedi. Kubilay “devrim şehidi” olarak

simgeleşti.

Adı Mustafa Fehmi Kubilay. Baba adı Hüseyin, ana adı Zeynep. Giritli bir ailenin

çocuğu. 1906 doğumlu. Kubilay bir öğretmen. Cumhuriyet öğretmeni. 1930 yılında

İzmir’in Menemen İlçesi’nde askerlik görevini yapıyor. O sırada 24 yaşında.

Bu genç insan, Menemen’de 23 Aralık 1930’da şeriat isteyenler tarafından öldürüldü.

Genç Cumhuriyet rejiminin 1925 yılındaki Şeyh Sait isyanından sonra tanık olduğu

ikinci önemli irtica olayı, “Menemen Olayı – Kubilay Olayı” olarak tarihe geçti.

Menemen olayının izleri toplumsal bellekten hiç  silinmedi.Kubilay “devrim

şehidi” olarak simgeleşti.

Page 67: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Kubilay Olayı ile ilgili olarak, Atatürk’ün Silahlı Kuvvetlere mesajı, Genelkurmay

Başkanı’nın mesajı, TBMM’de soru önergesi ve Başbakan İsmet İnönü’nün

konuşması, Bakanlar Kurulu’nun sıkıyönetim ilanı kararı, Sıkıyönetim ilanının TBMM

görüşmeleri, yargılamanın ilk günkü tutanakları, Savcılığın Esas Hakkındaki

İddianamesi, Divanı Harp Kararnamesi, TBMM Adliye Encümeni Mazbatası ve

TBMM Genel Kurul kararları, tam metin olarak yer almaktadır.

Menemen’de 23 Aralık 1930’da patlak veren Cumhuriyet karşıtı olayda yedek

subaylığını yapmakta olan öğretmen Kubilay şeriat isteyenler tarafından öldürüldü. 

Olayın elebaşısı “mehdi” olduğunu iddia eden Giritli Mehmet (Derviş Mehmet) adında

Nakşibendi tarikatına bağlı biriydi. 7 Aralık’ta 6 müridiyle (Şamdan Mehmet, Sütçü

Mehmet Emin, Nalıncı Hasan, Küçük Hasan) Manisa’dan yola çıkan

Derviş Manisa’dan yola çıkan Derviş  Mehmet, 23 Aralık sabahı, gün doğarken

Menemen’e girdi. Belediye Meydanında çevresine topladığı yaklaşık yüz kişiyle

zikrederek şeriat ilan etmeye kalkıştı. Meydandaki kalabalığın bir bölümü çağrısına

uymuş, bir bölümü ise seyirci kalmayı yeğlemişti. Silahlı olan asiler bir müfrezenin

başında olaya müdahale eden yedek subay Asteğmen Kubilay’ı hemen ardından da

Hasan ve Şevki adındaki iki mahalle bekçisini öldürdüler.

Olay, arkadan yetişen askeri birlikler tarafından şiddetle bastırıldı. Bu arada

Derviş Mehmet de vuruldu. Kaçanlar yakalandı, ilişkisi olanlar hakkında hemen

kovuşturma başlatıldı. 

27 Aralık’ta, İçişleri Bakanı Şükrü  Kaya ile Ordu Komutanı Fahrettin Paşa (Altay)

İstanbul’a giderek Dolmabahçe Sarayı’nda Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal’e

olay hakkında bilgi verdiler.

Mustafa Kemal Paşa, 28 Aralık’ta orduya gönderdiği başsağlığı mektubunda şöyle

diyordu:

“Mürtecilerin (gericilerin) gösterdiği vahşet karşısında Menemen’deki ahaliden

bazılarının alkışla tasvipkar bulunmaları bütün cumhuriyetçi ve vatanperverler için

utanılacak bir hadisedir.” 

31 Aralık 1930’da toplanan bakanlar kurulu, Menemen ilçesi ile Manisa ve Balıkesir

merkez ilçelerinde bir ay süre ile sıkıyönetim ilan edilmesine karar verdi. Sıkıyönetim

Page 68: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

komutanlığına 2. Ordu Kumandanı Fahrettin Paşa (Altay), Divan-ı Harp Reisliği’ne 1.

Kolordu Komutan Vekili Muğlalı Mustafa Paşa atandı. 

Olay 1 Ocak 1931’de Denizli Milletvekili Mazhar Müfit (KANSU) ve arkadaşlarınca

verilen soru önergesiyle TBMM Gündemine getirildi. Soru önergesini Başbakan İsmet

Paşa (İnönü) cevaplandırdı. Daha sonra Sıkıyönetim ilanına ilişkin önerge tartışıldı 

ve oybirliğiyle kabul edildi.

7 Ocak 1931’de Çankaya’da, Mustafa Kemal Paşa başkanlığında, Başbakan İsmet

Paşa, Meclis Başkanı Kazım Paşa (Özalp), Sıkıyönetim Komutanı Fahrettin Paşa

(Altay), İçişleri Bakanı Şükrü Kaya ve Milli Savunma Bakanı  Zekai Bey’in (Apaydın)

katıldıkları bir toplantı yapıldı  ve Menemen Olayı bütün yönleriyle ele alındı. Olayın

gerici nitelikte, düzenli ve siyasi olduğu görüşüne varıldı. 

Sıkıyönetim mahkemesi, 105 sanığı 15 Ocak 1931’de yargılamaya başladı.

Duruşmalar, 25 Ocak’ta sona erdi ve 105 sanıktan 37’si için ölüm cezası verildi.

6’sının  ölüm cezası yaş haddi nedeniyle 24 yıl “idama bedel hapis cezası”na çevrildi.

Diğer sanıklardan 20’sine bir yıl, 14’üne üç yıl, 6’sına 15 yıl, birine 12,5 yıl hapis

cezası verildi, 27 sanık beraat etti.

Karar, 31 Ocak 1931’de TBMM’ye sunuldu. Aynı  gün Adalet Komisyonu’nda

görüşüldü. Komisyon, 31 ölüm cezasından 28’ini onayladı. 2 kişinin ölüm cezasını 2

yıl hapis cezasına çevirdi. Bir kişinin cezası da, ölmesi nedeniyle kalktı. TBMM Genel

Kurulu, 2 Şubat 1931’de cezaları onayladı. 

Ölüm cezaları 3 Şubat 1931’de yerine getirildi.

Sıkıyönetim, 28 Şubat 1931’de Manisa ve Balıkesir’den, 8 Mart 1931′de de

Menemen’den kaldırıldı. 

****

Mahkeme kayıtlarını paylaşmaya başlamadan gazeteci Mehmet Faraç’ın 

Menemen olayı hakkında yazdığı bir yazıyı sunuyorum.

“Dinci Tehdit, Kubilay Ve İşbirlikçilik!.. 

Mehmet Faraç”

Page 69: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

“Gazez Camisi girişinin sol tarafındaki bahçede arkası üstü yatık, sağ tarafında

kasaturası kınından çekik bir halde, elbiseleri kanlı, başı boynundan ayrılmış ve

etrafındaki toprakta çok fazla kan lekeleri bulunan, tahminen 25 yaşlarında, üzerinde

hâki renkte askerî elbise olan; orta boylu, kumral benizli, saçları az ağarmış cesedin,

Menemen’de 43. Alay 1. Tabur 3. Bölük Takım Komutanı Yedek Subay İzmirli

Hüseyin oğlu Kubilay olduğu anlaşılmıştır.”

Yukarıdaki satırlar, 23 Aralık 1930 sabahı  Menemen’de Nakşibendi müritleriyle

onlara destek veren gerici yobazlar tarafından şehit edilen Yedek Subay Mustafa

Kubilay’la ilgili Menemen Cumhuriyet Savcılığı’nın hazırladığı raporun girişidir!..

Tarihe “Menemen Olayı” diye geçen bu iğrenç  eylemin elebaşı Kubilay’ın

başını keserek öldüren Giritli Hasan oğlu Mehmet’ti. Osman oğlu Şamdan Mehmet,

Hasan oğlu Sütçü Mehmet, Emrullah oğlu Mehmet, Nalıncı Hasan ve Çakır oğlu

Ramazan ise eylemci grubu oluşturmaktaydı.

Tamamı Manisa’da oturan bu gerici katillerin Nakşibendi tarikatıyla

bağlantıları saptanmıştı. Onları  tarikata çeken ve eğiten kişi ise Manisa

Askerî Hastanesi imamlığından emekli İbrahim Hoca’ydı. İbrahim Hoca, tarikat

ilişkisini şöyle açıklamıştı:

Kılıçla tehdit!.. 

“İlk tarikata intisabım on iki sene evveldir. Nakşibendidir. Şeyhim İsmail Necati’ydi.

Bâb-ı âli’de oturuyordu. Tekkesi vardı. Ölmüştür. Ondan bir sene sonra tahminen o

zaman Çapa’da tekkesi bulunan Şeyh Esat Efendi’nin zikrine gittim ve ona

bağlandım.”

İbrahim Hoca’nın Manisa’da görevli iken merkeze bağlı Horosköy’de yoğun

faaliyetleri vardı. Onun çok yakını olan Osman Çavuş’un, “İnşallah reis-i cumhuru

gebertirler de rahat yüzü görürüz, fes giyeriz” dediği saptanmıştı!..

Menemen Olayı, 23 Aralık 1930 tarihinde gerçekleşir. Eylemciler başlarında mehdi

Mehmet olmak üzere sabah ezanı  sırasında Menemen’e gelip Müftü Camii’ne

girerler. Camide bulunan sancağı alan mehdi, halkı kendilerine katılmaya davet eder

ve şunları söyler:

“Taraf-ı ilahiden geliyoruz. Şeriat istiyoruz. Askerin kılıç ve kurşunu bize işlemez.

Herkes bu bayrağın altından geçecektir. Geçmeyenleri kılıçtan geçireceğiz.”

Page 70: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Jandarma Bölük Komutanı olayı haber alınca topluluğun bulunduğu belediye

binası önüne gider ve eylemcilere dağılmalarını söyler. Mehdi Mehmet, “Ben

mehdiyim. Şeriatı ilan ediyorum. Bana kimse mukavemet edemez” diye cevap

verirken, kalabalıktan alkış sesleri yükselir.

Sancaktaki baş!.. 

Bu sırada Alay Komutanlığında eğitime çıkmak üzere hazırlanan Yedek Subay

Mustafa Kubilay’a bir müfrezeyle olay yerine gitmesi emredilir. Kubilay, halkla bir

çatışmaya meydan vermemek için askerlere süngü taktırarak alandaki kahvenin

önüne bırakır ve eylemcilerin yanına gider. O sırada eylemcilerin arasından ateş

açılır ve Kubilay yaralanır.

Kubilay hemen yakındaki caminin avlusuna doğru koşar. Bu sırada bir el daha

ateş edilir ve genç asteğmen avluda yere düşer. Cephaneleri olmayan müfrezedeki

askerler ise geri çekilir. Kubilay’ın düştüğünü gören mehdi Mehmet, yanındakilerden

birisinin bıçağını alarak avluya gider. Yerde yatan ve henüz  ölmemiş olan

genç askeri sürükleyerek yüzüstü  yatırır sonra da başını keser! Nakşibendi müridi

daha sonra Kubilay’ın saçlarından tutarak başını önce taşa vurur sonra da camiden

aldığı sancağın ucuna geçirir!

Bu sırada alaydan gönderilen askerler olay yerine ulaşır. Eylemcilerin

ateş açması üzerine çıkan çatışmada, Hasan ve Şevki adlı iki bekçi şehit olur.

Eylemcilerden mehdi Mehmet, Şamdan Mehmet ve Sütçü Mehmet ölü, Emrullah oğlu

Mehmet Emin yaralı olarak ele geçirilir. Kargaşadan yararlanarak kaçan

Nalıncı Hasan ile Ali oğlu Hasan da ertesi gün Manisa’da yakalanır.

Bağnazlara idam!.. 

Olayın ardından sıkıyönetim ilan edilir. “Türkiye Cumhuriyeti Anayasasını zorla

kaldırmaya teşebbüs ve yardım” etmekten yargılanan bağnazlardan 32’si idama, 73’ü

ise çeşitli hapis cezalarına çarptırılır. 

……………… 

Başlar kopartılırken!.. 

Peki, günümüzde yaşanan kimi siyasi tezgahlardan yola çıkarak da ibret alınması

gereken bu acı öyküyü niçin mi anımsattım?..Birincisi dün Devrim Şehidi Kubilay’ın

80. ölüm yıldönümüydü… Cumhuriyet’in bekası uğruna başını veren o yiğit asker

öğretmeni bir kez daha saygıyla anmayı görev bildim…

Page 71: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

İkincisi, onun hikayesini anlatan ve şu an vizyonda olması gereken filmi İstanbul’da

izleyeceğim bir tek sinema bulamadığımı duyurmak istedim!..

Üçüncüsü ise PKK yandaşları ile tarikat şeyhine saygılarını sunan Nakşibendi

torunları, Cumhuriyet’in en önemli kalesine sızarken aynı yerde Atatürkçü, ulusalcı,

Kemalist evlatların başlarının kesilmeye devam ettiğini anımsatmak istedim!.. En

acısı da bu üçüncüsü olsa gerek!..

Atatürk’ün en büyük eseri “özerlik”  tuzağındayken, Büyük Önder’in partisi

Güneydoğu’nun yeniden yapılandırılması uğruna dizayn edilirken; Truva atlarının

yularından tutup Cumhuriyet’in kalesine sokan işbirlikçi seyisler ülke tamamen

kuşatıldığında; laiklikten, Atatürkçülükten ödün vermeyen namuslu kitlelere kesinlikle

hesap verecektir!..

Ben şimdilik tüm bu gaflet ve hatta hıyanet yaşanırken, “kol kırılır yen içinde

kalır” hastalığına kapılıp  çevrelerine at gözlüğüyle bakanları, “uyanın artıkkkk!..” 

diye bir kez daha uyarmak istedim!..

105 sanığın yargılanmasına, 15 Ocak 1931 Perşembe günü başlandı. 

Tutanaklardan yargılamanın ilk günü…:

(15 Ocak 1931) 

Heyeti Vekilenin 31.XlI. 1930 tarih ve 10388 numaralı kararnamesi üzerine Menemen

Divanı Harbi Örfisi 15.1.1931 tarihinde ilk içtimaını aktetmiştir.

Reis Mustafa Paşa, âza Miralay Ata, Miralay Timur ve Kaymakam Ziya ve

Kaymakam Baha Beyefendiler… 

Divanı Harbi Orfi Müddeiumumisi Hidayet ve muavini Fuat Beyefendiler… 

Zabıt katipleri Kemal ve İhsan Efendiler… 

Bu gün divanı harbi örfi heyeti yukarda adları  yazılı zevattan müteşekkil olduğu

halde Menemen irtica hadisesile maznun bulunan eşhas usulen tevkifaneden

getirilerek cümlesi bağlı  olmaksızın sırasile mevkii mahsuslarına alındıktan sonra

Page 72: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

ceza mahkemeleri usulü kanununun 236 ncı maddesi mucibince açık olarak

muhakeme icrasına duruşuldu.

Mezkûr madde mucibince maznun bulunan eşhasın hüvviyetleri reisi mahkeme

tarafından soruldu. Maznunlardan Şeyh Esat Efendi sorulan suale karşı:

1. Esat, babası Sait, 1259 doğumlu, aslen Erbil’li olup İstanbul’da Erenköy’ünde

mukim, evli ve üç çocuklu olduğunu söyledi.

2. Mehmet Ali, babası Esat, 1291 doğumlu, aslen Erbil’li olup İstanbul’da

Erenköy’ünde mukim, evli ve beş  çocuklu olduğunu söyledi.

3. Laz İbrahim Hoca, babası Salih Efendi, 300 doğumlu, aslen Rize’nin Karadere

Nahiyesinden olup İstanbulda Beykoz’da Mektep Sokağında 7 numaralı hanede

mukim, evli 4 çocuklu, okur yazar ve mütekait tabur imamı olduğunu söyledi.

4. Süleyman, babası Rafet, 38 yaşında, Manisa’nın Hacı Yahya Mahallesinde mukim,

evli ve çocuksuz olduğunu söyledi.

5. Osman, babası Hüseyin, 298 doğumlu, Manisa’nın  Çarşı Mahallesinde mukim

olduğunu söyledi.

6. Hasan, babası İsmail, 329 doğumlu, Manisa’nın Ebekuyu Mahallesinden

Bedavaoğullarından, bekâr, cahil olduğunu söyledi.

7. Hasan, babası Mustafa, 326 doğumlu, Manisa’nın Aktar Hoca Mahallesinden,

bekâr, cahil, gayri mahkûm olduğunu söyledi.

8. Mehmet Emin, babası Emrullah, 318 doğumlu, Manisa’nın Narlıca Mahallesinden

ve Bozköylüoğullarından, evli, bir çocuklu, okur yazar olduğunu söyledi.

9. Ramazan, babası Mustafa, 1325 doğumlu, Çakıroğullarından, Manisa’nın Keçili

Köyünden olup halen Manisa’nın Aktarhoca Mahallesinde mukim, çobanlıkla

müşteğil, evli, çocuksuz ve cahil olduğunu söyledi.

10. Çırak Mustafa, babası Çırak Mustafa, 1305 doğumlu, Manisa’nın Lalapaşa

Mahallesinde mukim, evli, iki çocuklu ve cahil olduğunu söyledi.

Page 73: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

11. Talât, babası Hacı Ahmet, 26 yaşında, Manisa’nın Kara Köyünde mukim, bekar,

okur yazar ve gayri mahkûm olduğunu söyledi.

12. Topçu Hüseyin, babası Hafız Memet, 1314 doğumlu, Manisa’nın Lâlapaşa

Mahallesinde mukim, evli, üç  çocuklu, okur yazar ve belediye su yolcusu olduğunu

söyledi.

13. Tatlıcı Mutaf Hüseyin, babası İbrahim, 1311 doğumlu, Manisa’nın Lâlapaşa

Mahallesinde, bekâr, okur yazar ve mahkûmiyeti olmadığını söyledi.

14. Hüseyin Ali, babası Hüseyin, 1313 doğumlu, Manisa’nın Arapalan Mahallesinde

mukim, evli, bir çocuklu, cahil ve eskicilikle müşteğil olduğunu mahkûm

olmadığını söyledi.

15. Süleyman Çavuş, babası Himmet, 1292 doğumlu, Manisa’nın Lâlapaşa

Mahallesinde mukim, evli, iki çocuklu, cahil, bağcılıkla meşgul ve mahkûmiyeti

olmadığını söyledi.

16. Şeyh Hakkı, babası Hacı Ali, 276 doğumlu, Manisa’nın Hacı Yahya Mahallesinde

mukim, evli, bir çocuklu, okur yazar, Tatar Camii Hatibi olup mahkûmiyeti, sabıkası 

olmadığını söyledi.

17. Hafız Cemal, babası Haydar, 1291 doğumlu, Manisa’da muklm olduğunu söyledi.

18. Hacı İlyas, babası Ali, 287 doğumlu olup Manisa’nın Karakuyu Mahallesinde

mukim olduğunu söyledi.

19.Hacı Hilmi Ef., babası Hüseyin, 287 doğumlu, aslen Giritli olup Manisa’da mukim,

evli, altı çocuklu, okur yazar, sabıkasız.

20.Rağıp, babası Hacı Ali Paşazade, 297 doğumlu, Manisa’nın İbrahim Çelebi

Mahallesinde, evli, üç çocuklu, sabıkası olmadığını söyledi.

21. Memet Ali Hoca, babası Hüseyin, 1280 doğumlu, aslen Rizeli olup İzmir’de

Selimiye Mahallesinde mukim olduğunu söyledi.

22. Şeyh Hafız Ahmet, babası Halil, 300 doğumlu, Hocazade Mahallesinden, evli, iki

çocuklu, sabıkası olmadığını  söyledi.

Page 74: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

23. Şeyh Ahmet Muhtar, babası Memet Sadık, 60 yaşında, aslen Alaşehirli olduğunu,

evli, mahkûmiyeti olmadığım söyledi.

24. İsmail, babası Kahya Ahmet, 1317 doğumlu, Manisa’nın Paşa Köyünden, bekâr

ve cahil, sabıkası olmadığını  söyledi.

25. Koca Mustafa, babası Çakır, 35 yaşında, Menemen’in Bozalan karyesinden, evli,

sabıkası olmadığını  söyledi.

26. Hacı İsmail, babası Hasan, 1286 doğumlu Menemen’in Bozalan karyeslnden,

bekâr ve sabıkası olmadığını  söyledi.

27. Hüseyin, babası Hacı İsmail, 1323 doğumlu, Menemen’in Bozalan karyesinden,

bekâr ve sabıkası  olmadığını söyledi.

28. Abdülkerim, babası Mustafa, 1305 doğumlu Manisa’nın Gürece karyesinden, evli,

sabıkası olmadığını  söyledi.

29. Ramiz, babası Veli, 1298 doğumlu Menemen’de mukim olup Rumeli

muhacirlerinden, evli, sabıkası olmadığım söyledi.

30. Molla Süleyman, babası Hacı Mustafa, 1294 doğumlu, aslen Çıtak Köyünden,

Menemen’de mukim, evli ve sabıkası olmadığını söyledi.

31. Hüseyin, babası Yahya, 1310 doğumlu, Menemen’de mukim ve belediye

arabacısı olduğunu söyledi.

32. Acem Haydar, babası Ali, 48 yaşında Menemen’de mukim, bekâr ve sabıkasız

olduğunu söyledi.

33. Çingâne Ali, babası Memet, 1300 doğumlu, aslen Selânikli olup Menemen’in

Camikebir Mahallesinde mukim, evli, iki çocuklu ve sabıkasız olduğunu söyledi.

34. Memet, babası Ali, 1279 doğumlu, aslen Harputlu olup Menemen’in Pazarbaşı

Mahallesinde mukim olduğunu söyledi.

35. Yosef, babası, Hayim. 1313 doğumlu, Menemen’in Gaybi Mahallesinde mukim,

evli, üç çocuklu. sabıkası  yok, okur yazar olduğunu söyledi.

Page 75: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

36. Şımbıllı Memet, babası Ali Osman, 47 yaşında Menemen’de mukim, demirci, evli,

çocuklu, sabıkasız olduğunu söyledi.

37. Memet Ali, babası Ali Mazlûm, 1302 doğumlu, Menemen’in Ağahıdır

Mahallesinden olup, evli, üç çocuklu, mahkûmiyeti, sabıkası olmadığını söyledi.

38. Arnavut Kamil, babası Yusuf, 23 yaşında Menemen’de mukim, Rumeli

muhacirlerinden, evli, sabıkası olmadığını  söyledi.

39. Hoca Saffet, babası Memet Ali, 1295 doğumlu, aslen Yanyalı Menemen’in

Ulucami civarında mukim ve Manisa Vilayeti vaızı, evli, beş çocuklu, okur yazar,

sabıkası  olmadığını söyledi.

40. Rasim, babası Hüseyin, 1307 doğumlu, Menemen’in Hamidiye Mahallesinde

mukim, amele, evli, iki çocuklu, cahil, sabıkası  olmadığını söyledi.

41. Abbas, babası Selim, 314 doğumlu Menemen’in Kasımpaşa Mahallesinden,

Boşnak, evli, çocuksuz, cahil ve sabıkasız olduğunu söyledi.

42. İbrahİm, babası Kerim, 35 yaşında, aslen Bozköylü olup Menemen’de mukim,

evli, çocuklu ve sabıkası  olmadığını söyledi.

43. İsmail, babası İbrahim, 299 doğumlu, Manisa’nın Lâlapaşa Mahallesinde mukim,

bekâr ve sabıkası  olmadığını söyledi.

44. Bıçakçı Mustafa, babası İdris, 287 doğumlu, Manisa’nın Hamidiye Mahallesinden,

evli, çocuksuz, cahil, sabıkası olmadığı söyledi.

45. Murat Mustafa, babası Süleyman, 314 doğumlu. Manisa’nın Çarşı Mahalleslnden,

evli, iki çocuklu, cahil, sabıkalı olmadığını söyledi.

46. Abdürrahman, babası Memet, 319 doğumlu, Manisa’nın Paşa Köyünde mukim,

evli, bir çocuklu, gayri mahkûm.

47. Memet, babası Ak Memet, 310 doğumlu, Manisa’nın  İlyaskebir Mahallesinden,

evli, cahil, gayri mahkûm.

Page 76: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

48. Fırıncı Ahmet, babası Mustafa, 312 doğumlu, Manisa’nın Hacı Yahya

Mahallesinden, evli, çocuksuz, gayri mahkûm.

49. Hasibe, Emrullah Hoca Karısı ve Asi Memet Emin’in anası, 55 yaşında

Manisa’nın Narlıca Mahallesinden evli, çocuklu, gayri mahkûm.

50. Halide nam diğeri Fatma, Emrullah kızı, 314 doğumlu, Asi Memet Emin’in kız

kardeşi, Keçeci Süleyman’ın karısı, üç çocuklu, gayri mahkûm.

51. Emine, babası Ramazan Memet Eminin karısı, 322 doğumlu, Manisa’nın Narlıca

Mahallesinden, evli, gayri mahkûm.

52. Mustafa, Hafız Ali, 315 doğumlu, Simsar Kâtibi Manisa’nın Aktar Hoca

Mahallesinden, evli, iki çocuklu, okur yazar, gayri mahkûm.

53. Ahmet, babası Memet, 316 doğumlu, Manisa’nın Paşa Köyünden posta

sürücüsü, asi maktul Mehdi’nin bacanağı, evli, gayri mahkûm.

54. Rukiye, Osman karısı, 60 yaşında, Mehdi’nin kayın validesi, Manisa’nın Paşa

Köyünden, mahkûmiyeti yok.

55. Ali, babası Kara Ahmet, 304 doğumlu, Manisa’nın Lâlapaşa Mahallesinden, evli,

cahil, iki çocuklu, gayri mahkûm.

56. Ali, babası Lüle Memet, 297 doğumlu, Manisa’nın Lâlapaşa Mahallesinden, evli,

gayri mahkûm olduğunu söyledi.

57. Mustafa, babası Ahmet, Bozalan Muhtarı, 301 doğumlu, rençber, Bozalan’da

mukim, evli, mahkûmiyeti yok.

58. Mustafa, babası Mustafa, heyeti ihtiyariye âzasından, 309 doğumlu, rençber, evli,

üç çocuklu, gayri mahkûm.

59. İsmail, babası Mehmet, Bozalan âzasından, 320 doğumlu, cahil evli, iki çocuklu,

mahkûmiyeti yok.

60. İbrahim, babası Memet, 315 doğumlu, Bozalan heyeti ihtiyariyesi âzasından, evli,

beş çocuklu, mahkûmiyeti yok.

Page 77: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

61. Hasan, babası Halil, 309 doğumlu, Bozalan âzasından, evli, dört çocuklu,

mahkûmiyeti yok.

62. Hüseyin, babası Ahmet, kır bekçisi, 309 doğumlu, Bozalanlı, evli, bir çocuklu,

mahkûmiyeti yok.

63. Keçeci Süleyman, babası Hüseyin, Manisa’nın Narlıca Mahallesinden, 305

doğumlu, evli, bir çocuklu, gayri mahkûm.

64. Hasan, babası Hacı İsmail, 306 doğumlu, Bozalanlı evli, 4 çocuklu, cahil, gayri

mahkûm.

65. İbrahim Ethem, Tarakçı Hüseyin, 311 doğumlu, Manisa’nın Lâlapaşa

Mahallesinden, evli, cahil, bir çocuklu, mahkûmiyeti yok.

66. Hüseyin, Koca Hasan, 315 doğumlu, Manisa’nın Paşa Köyünden, aslen Üsküplü,

evli, mahkûmiyeti yok.

67. Arabacı Bekir, babası Ramazan, Manisa Paşa Köyünden, 317 doğumlu, Üsküplü,

evli, mahkûmiyeti yok.

68. Eyup, babası Şerif Ahmet, 320 doğumlu, Manisa’nın Paşa Köyünden, evli, gayri

mahkûm.

69. Hasan, babası Osman, 30 yaşında, Menemen’in Bozalan Kariyesinden, evli,

çocuklu, gayri mahkûm.

70. Memet, babası Memet, 317 doğumlu, Bozalan Kariyesinden, rençber, evli, gayri

mahkûm.

71. İbrahim, babası Hüseyin, 51 yaşında, Menemen’in Bozalar Kariyesinden, evli,

rençber, mahkûmiyeti yok.

72. Hacı Hasan, babası Ahmet, 301 doğumlu, Manisa’nm Lâlapaşa Mahallesinden,

evli, çocuklu, gayri mahkûm.

73. Ayan Memet, babası Hüseyin, 313 doğumlu, Manisa’nın Lâlapaşa

Mahalleslnden, evli, çocuklu, mahkûmiyeti yok.

Page 78: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

74. Mustafa, babası Hacı Ali, 297 doğumlu, Bozalan Köyünden, rençber, evli,

çocuklu, mahkûmiyeti yok.

75. Halil, babası Lutfullah, 317 doğumlu, Manisa’nın Tevfikiye Mahallesinde mukim,

çocuksuz, mahkûmiyeti yok.

76. Katırcı Mehmet, babası Hasan, 305 doğumlu, Manisa’nın Tevfikiye

Mahallesinden, evli, çocuklu, mahkûmiyeti yok.

77. İbrahim, babası Ahmet, 50 yaşında. Manisa’nın Horos Köyünden, evli, çocuklu,

mahkûmiyeti yok.

78. Sadi, babası Mustafa, 305 doğumlu, Manisa’nın Horos Köyünden, evli, çocuklu,

mahkûmiyeti yok.

79. Tahsin, babası Abidin, 313 doğumlu, Manisa’nın Horos Köyünden, evli, çocuklu,

gayri mahkûm.

80. Hasan, babası Zeno, 66 yaşında, Manisa’nın Horos Köyünden, evli, çocuklu,

mahkûmiyeti yok.

81. Mehmet Çavuş, babası Çulhacı Ahmet, 304 doğumlu, Manisa’nın Lâlapaşa

Mahallesinden, evli, çocuklu, mahkûmiyeti yok.

82. Nurettin, babası Sadettin, 36 yaşında, Manisa’nın Horos Köyünden, evli,

mahkûmiyeti yok.

83. Şaban, babası Aslan, 282 doğumlu, Horos Köyünden, evli, çocuklu, mahkûmiyeti

yok.

84. Ahmet, babası Ömer, 299 doğumlu, Manisa’nın Horos Köyünden, evli, çocuklu,

mahkûmiyeti yok.

85. Halit, babası MusIih, 294 doğumlu, Horos Köyünden, evli, çocuklu, mahkûmiyeti

yok.

86. Mustafa, babası İbrahim, 22 yaşında, Horos Köyünden, evli, çocuklu,

mahkûmiyeti yok.

Page 79: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

87. Osman, babası Yasim, 315 doğumlu, Manisa’nın Horos Karyesinden, evli,

mahkûmiyeti yok.

88. Mevlût, babası Necip, 303 doğumlu, Horos Karyesinden, evli, mahkûmiyeti yok.

89. Osman, babası Ragıp, 287 doğumlu, Horos Karyesinden, evli, çocuklu,

mahkûmiyeti yok.

90. Haşim, babası Muhtar, 80 yaşında, Horos Köyünden, evli, çocuklu, mahkûmiyeti

yok.

91. Ali Koç, babası Muhittin, 52 yaşında Horos Köyünden, evli, çocuklu, mahkûmiyeti

yok.

92. Ahmet, babası Hasan, 298 doğumlu, Horos Köyünden, evli, çocuklu,

mahkûmiyeti yok.

93. Ali, babası Yakup, 28 yaşında, Horos Köyünden evli, çocuklu, mahkûmiyeti yok.

94. Naşit, babası Salâhattin, 313 doğumlu Horos Köyünden, evli, mahkûmiyeti yok.

95. Hacı Hafız Ali Osman, babası Abdullah, Manisalı, Rahmanlı Köyünden, 293

doğumlu, evli, çocuklu, mahkûmiyeti yok.

96. İbrahim, babası Raşit, 305 doğumlu, Menemen’in Kasımpaşa Mahallesinden,

evli, çocuklu, mahkûmiyeti yok.

97. Fatma, babası Halil, Hasan karısı, 35 yaşında, Menemen’in Bozalan Köyünden,

mahkûmiyeti yok.

98. Osman, babası Salih, 292 doğumlu, Manisa’nın Paşa Köyünden, evli, çocuklu,

mahkûmiyeti yok.

99. Hasan, babası Hasan, 308 doğumlu, Tütüncü, Manisa’da mukim, evli, çocuklu,

mahkûmiyeti yok.

100. Ali, babası Mazlumaki, 300 doğumlu, Menemen’de mukim, bakkal, evli, çocuklu,

mahkûmiyeti yok.

Page 80: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

101. İsmail, babası İbrahim, Menemen’de mukim, 313 doğumlu, evli, çocuklu,

mahkûmiyeti yok.

102. Halil, babası Ahmet, 306 doğumlu, Manisa’nın Lâlapaşa Mahallesinde evli,

çocuklu, mahkûmiyeti yok.

103. Hüseyin Mazlum, babası Ahmet, 317 doğumlu, Manisalı evli, mahkûmiyeti yok.

104. Mehmet, babası Mustafa, 298 doğumlu, Kırlıoğulları  şöhretli, Manisa’nın

Gülhane Mahallesinden, evli, çocuklu, mahkûmiyeti yok.

105. Müezzin Hafız Berber Ahmet, babası Abdullah, 299 doğumlu, Menemen’de

mukim, cami müezzini, evli, çocuklu, mahkûmiyeti olmadığını söyledi.

Bu suretle maznunların hüvviyetleri taayyün ettikten sonra mahkeme reisi Mirliva

Mustafa Paşa kararnamenin okunacağını  beyanla ceza muhakemeleri

usulü kanununun 236 ncı maddesine tevfikan son tahkikatın açılmasına dair olan

karar okundu.

Bölüm 2 * Devam edecek 

Naci KAPTAN 

21 Aralık 2012 Güncellendi

 

Büyük Bir Çarpıtma

Son zamanlarda Başbakan Recep Tayyip Erdoğan “tarihle yüzleşmek”  adı altında çok sıkça “Tek parti, İsmet İnönü camileri kapattı. Camileri, “depo”, “ahır”, “lokal”, “hatta” tuvalet yaptı” diyerek, bu iddiasını bazı belgelerle (!) kanıtlama yoluna gitmektedir.  Aslında bu iddia Türkiye’de “cumhuriyet düşmanı” kesimin “şehir efsanesi” haline gelmiş “yalanlarından” ve “çarpıtmalarından” biridir. Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı’nın neden çok sık bir şekilde bu iddiayı gündeme getirdiğini anlamak mümkün değildir (!)  Sayın Başbakan’ın 24 Nisan tarihli AKP grup toplantısında dile getirdiği bu iddiaya ben yaklaşık iki yıl önce piyasaya çıkan “CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI, 2. KİTAP” adlı eserimde çok ayrıntılı ve belgeli cevaplar vermiştim. (Bkz. Age, s.585-622) Anlaşılan Sayın Başbakanımız pek kitap okumadığından ve danışmanlarına çok inanıp güvendiğinden olsa gerek benim bu kitabımı da okumamış… Eğer adı geçen kitabımı okumuş olsaydı şu gerçeklerle karşılaşacaktı:

Page 81: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Tek Parti Camileri Kapattı Yalanının Kökleri

“CHP, Tek Parti, İsmet Paşa camileri kapattı” yalanına 1966 yılında bizzat İsmet İnönü “Benim dönemimde camiler kapatılmamıştır” diye cevap vermiştir. Ama “cumhuriyet tarihi yalancıları”, yine bıkıp usanmadan bu yalanı sürdürmüşlerdir. Hatta “şeriatçılığıyla” ve “kışkırtıcılığıyla” ünlü “dinci yazar” Mehmet Şevket Eygi, 1966 yılında Yeni İstiklal gazetesinde vatandaşlara bir çağrıda bulunarak, "CHP döneminde yıkılan, satılan, kiraya verilen, depo ve müze yapılan camiler hakkında resim, yazı ve bilgi’’ göndermelerini istemiştir. Gelen yazı ve resimlerin bir kısmı Yeni İstiklal gazetesinde yayınlanmıştır. Bu resimleri kimlerin nasıl çekip gönderdiği ise sır olarak kalmıştır. Mehmet Şevket Eygi, bu konuyu 2003 yılında "Yakın Tarihimizde Câmi Kıyımı" adıyla kitaplaştırmıştır. Kitabın başlığının altında ise "Kapatılan, satılan, yıkılan, kiraya verilen, depo yapılan, CHP ocağı, saz ve içki evi, spor kulübü lokali haline getirilen, müzeye dönüştürülen binlerce mâbedin hazin hikayesi" şeklinde bir ibare vardır. Yani, “CHP, Tek Parti döneminde camiler kapatıldı, depo ve hatta tuvalet yapıldı” iddiasını ileri sürenlerin “en büyük kanıtı”, şeriatçılığı tescilli bir “Atatürk ve cumhuriyet düşmanı” olan Mehmet Şevki Eygi’nin yazdıkları ve söyledikleridir.  Bu temelsiz iddia, son zamanlarda, Cumhuriyeti ve değerlerini içselleştirememiş, bazı akademisyenlerce de dillendirilmeye başlanmıştır. Örneğin, Bugün gazetesinde yazan ve Habertürk tv’de “Tarihin Arka Odası Programı”nda konuşan Doç. Dr. Erhan Afyoncu, 9 Mayıs 2010’da Bugün gazetesinde yazdığı bir yazıda bu iddianın “doğru” olduğunu belirtmiştir.

Son dönemde, “CHP camileri kapattı” iddiasını en çok istismar eden AKP’dir. Aslında kurulduğu günden bugüne AKP yetkilileri, her fırsatta bu iddiayı gündeme taşımaktadır. “CHP, Tek Parti ve İsmet İnönü camileri kapattı, depo, ahır vs yaptı” diye sızlanan AKP’li yetkililerin din istismarı yaptıkları açık bir gerçektir. Örneğin, AKP Genel Başkanı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, son referandum konuşmalarında, “Biz bunların tarihini, cemaziyelevve-llerini iyi biliriz. Bunların Anadolu topraklarında camileri nasıl ahır haline getirdiklerini iyi biliriz…” demiştir.

Daha sonra 24 Kasım 2010 tarihinde AKP Genel Başkan Yardımcısı Hüseyin Çelik, “Camiler konusunda sabıkası vardır, hem de az buz değil dosyalar dolusu sabıkası vardır. Tek parti döneminde bir yığın cami kapatılmıştır, bir yığını satılmıştır, bir yığını yıkılmıştır, kiraya verilmiştir, depo yapılmıştır, ahır yapılmıştır, kışla yapılmıştır, hapishane olarak kullanılmıştır, sazlı, sözlü, içkili eğlence mekanı haline getirilmiştir’’ demiştir.

Son olarak da 24 Nisan 2012’de AKP grup toplantısında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, “Tek parti CHP, İsmet İnönü camileri kapattı!” demiştir.  “CHP, Tek Parti, İsmet İnönü camileri kapattı” iddiasını diline dolayan Başbakan ve Yardımcısı’nın, Mehmet Şevket Eygi’den fazlaca etkilendikleri anlaşılmaktadır.  Peki ama işin aslı nedir?

Cami Fetişizmi: “Amaç İbadet mi Yoksa Gösteriş mi?”

Page 82: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Öncelikle, İslam dinine göre “İnsana şah damarından bile yakın olan ALLAH her yerdedir.” Dolayısıyla ibadet etmek için ille de sınırları belirlenmiş ve dört duvarla çevrilmiş bir mekana ihtiyaç yoktur… İslama göre, “darül harp” (işgal edilmiş, savaş alanı) olmayan ve temiz olan her yer bir ibadethanedir. Bu mantık gereği olsa gerek, Hz. Muhammed, İslamiyeti yaymaya başladığı ilk dönemlerde dört duvarla çevrilmiş bir ibadethane olmadan Müslümanları ibadete çağırmış ve ibadet ettirmiştir. Daha sonra da “görkemli olmayan” ibadethaneler diye tanımlanabilecek olan “Mescitler” inşa ettirmiştir. Hatta bunların inşaatında bizzat yer almıştır. İslamda “cami fetişizmi” İslamı yozlaştıran Emeviler döneminde başlamıştır. Dini siyasete alet eden Emeviler, ibadetleri “şov aracı” haline getirirken büyük boyutlu ve çok sayıda cami yaparak, bir anlamda “dindarlık eşittir görkemli ve çok sayıda cami” formolüne sarılmışlardır. Emevilerden sonra devam eden bu din dışı gelenek bugüne kadar gelmiştir. Din istismarının alıp başını gitti günümüz Türkiyesi’nde küçücük bir mahallede birbirine sadece birkaç kilometre uzaklıkta birkaç cami inşa edilmesi “dindarlığın” göstergesi olarak algılanmaktadır ve dahası bu camilerin altları da çoğunlukla belli cemaatlerce dükkan-market olarak kullanılmaktadır. Anlaşılan birileri "daha çok cami" diye diye malı götürmektedir... Cumhuriyet’in Cami Politikası: İhtiyaç kadar camidir.

Cumhuriyet'in Cami Politikası: İhtiyaç Kadar Cami

1927 yılında tüm Türkiye’de, okulların iki katı, “14.425 okula karşılık, 28.705 cami” vardır.[1]  Bu nedenle, 17 Nisan 1927 tarihli 1011 Sayılı Bütçe Kanunu’nun 14.Maddesine göre, Türkiye’ye gerçekten ne kadar cami ve nekadar din görevlisi gerektiğinin 31 Mayıs 1928 tarihine kadar belirlenmesi istenmiştir.[2]  Bu konudaki nizamname, 5 Ocak 1928’de kabul edilmiştir.[3]  Daha sonra bu nizamname biraz daha genişletilerek 25 Aralık 1932 tarihinde “Cami ve mescitlerin sınıflandırılması hakkındaki nizamname” adıyla yürürlüğe girmiştir.  Bu çerçevede Türkiye genelinde “ihtiyaç fazlası” olduğuna karar verilen camiler belirlenmiştir.[4] İşte kapatılan ve başka amaçlarla kullanılan bu “ihtiyaç fazlası” camilerdir.

İhtiyaç fazlası camilerin belirlendiği 1928’de Türkiye’nin 14 milyon nüfuslu bir ülke olduğu dikkate alınacak olursa, 28.705 caminin ihtiyaca göre çok fazla olduğu kolayca anlaşılacaktır. Son dönemlerde girilen savaşlardaki aşırı can kaybından sonra Türkiye’de ihtiyaç fazlası camilerin olması çok doğaldır.Yeni kurulan Cumhuriyet, her şeyi planladığı gibi Türkiye’nin ihtiyacına göre cami planlaması da yapmış ve ihtiyaç fazlası camileri belirleyerek tasnif etmiştir. Üstelik bu iş için neredeyse bir yıllık bir zaman ayrılmış, gayet titiz bir çalışma sonunda ihtiyaç fazlası camiler belirlenmiştir. Yanmış yakılmış, asırlarca ihmal edilmiş, yokluk ve yoksulluk içinde kıvranan, sıfırdan imar edilen ve kalkındırılmaya çalışılan, genç Cumhuriyeti kuranlar; “aşırıya”, “lükse”, “gösterişe” değil, Türkiye’nin gerçek ihtiyaçlarına önem vermiştir. Bu çerçevede “ihtiyaç fazlası camiler” belirlendikten sonra “dönüştürülerek” başka amaçlar için de kullanılmıştır. En basit bir inşaatın bile belirli bir maddi kaynak demek olduğu düşünülecek olursa, adeta sıfırdan imar edilen yeni Türkiye için,

Page 83: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

cemaati olmayan, bu nedenle tasnif dışı bırakılan camileri “boş” veya “atıl durumda” bekletme lüksü yoktur; bu nedenle- tekrar ediyorum- tasnif dışı camiler dönüştürülerek farklı amaçlar için kullanılmıştır; ama asla, camiler, ahır, eğlence merkezi veya tuvalet yapılmamıştır. Bu konudaki bazı örnekler, dünyanın her yerinde olabilecek uç örneklerdir. Bu kötü,uç örneklerden dolayı dönemin yöneticilerini suçlamak son derece gayri ciddi ve insafsız bir yaklaşımdır. Tek parti döneminin cami politikasının eleştirilebilecek tek yanı bazı tarihi camilerin de tasnife tabi tutulmasıdır. Ancak asıl tarihi cami kıyımı DP ve Menderes döneminde yapılmıştır. (Bu konuya ilerde değinilecektir).

Emevilerden beri devam eden “cami fetişizminin” etkisiyle olsa gerek, genç Cumhuriyet’in bu çok normal kararı (ihtiyaç  fazlası camileri başka amaçlarla kullanma), çok geçmeden “CHP camileri kapattı, depo yaptı, ahır yaptı” biçiminde bir “iğrenç” propagandaya dönüşmüştür. Cumhuriyeti kuran iradeyi “din düşmanı” göstermeye yönelik bu maksatlı propaganda, zaman içinde çok kişiyi etkilemiştir.  14.425 okula karşılık, 28.705 caminin olduğu bir ülkede, normal insanların, ihtiyaç fazlası camilerle değil, camilerin yarısından bile az sayıdaki okullarla ilgilenmesi gerekirken, Halkevlerinin, Köy Enstitüleri’nin kapatılmasına tepki göstermesi gerekirken, bizler sabah akşam neden cami muhabbeti yapıyoruz acaba? Müslümana Müslüman propagandası yapmamızın başka bir amacı mı var acaba?

Tarihi Camilerin Yıkımını ve Amaç Dışı Kullanımı Konusundaki İstismarı Atatürk ve İnönü Önledi

Cumhuriyet'in ilk yıllarında bazı yerel yöneticiler tarafından eski eserlere gereken önemin verilmemesi üzerine bizzat Atatürk, aralarında camilerin de bulunduğu eski eserlerin korunmasını istemiştir. Atatürk 1933 yılında bu eserlerin korunması hakkındaki Konya'dan çektiği telgraftan sonra Hükümet de bu işle daha sıkı bir şekilde ilgilenmeye başlamıştır.

31.1.1934 tarih ve 6 / 370 sayılı Başvekalet genelgesiyle, "imar hevesi yüzünden eski eserlerin yıktırıldığının görüldüğü" belirtilerek, "bundan sonra Maarif Vekaleti'ne sorulmadan hiç bir eserin yıktırılmaması" istenmiştir. (4a)

3.10.1935 gün ve 6/ 5548 sayılı Başvekalet genelgesiyle, illerde idarecilerin ve belediye başkanlarının "vakıf eserleri haraptır diye çabucak yıktıklarının öğrenildiği, bu hareketi yapanların ağır mesuliyet altına girecekleri" belirtilmiştir. (4b)

Ancak bu tehditkâr genelge bile taşradaki idarecileri durduramamış olmalıdır ki Başvekaletin 14.10.1936 tarihli bir genelgesi ile "askerler tarafından kullanılırken eski eser niteliği taşıdıkları için Milli Savunma Bakanlığından alınan fakat bu defa Valilik onayı ile Ziraat Bankasına buğday ambarı yapılmak üzere verilen Diyarbakır Hüsreviye ve Behramiye Camilerinin boşaltılması ve Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün onayı alınmadan vakıf eserlerin ve diğer idarelere ait eserlerin amaçları dışında kullanamamaları" son defa istenilmiştir. (4c)

Son olarak 12.3.1940 tarihli Başbakanlık genelgesiyle "İmar Yapı ve Yollar Kanunu"na dayanarak "belediyelerin vakıf eserlerin arsalarını parasız istimlak ettikleri, bazı belediyelerce de arsasını istimlâk etmek için önce üzerindeki sağlam

Page 84: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

binayı "haraptır" diye yıktıklarının görüldüğü, bu gibi emrivakilere meydan verilmemesi" bildirilmiştir. (4d)

Bu belgelerden de görüldüğü gibi Cumhuriyet'in ilk yıllarında "illerde idarecilerin ve belediye başkanlarının 'vakıf eserleri haraptır' diye aralarında bazı camilerin de bulunduğu bu eserleri çabucak yıktıkları"anlaşıldıktan sonra Atatürk ve Hükümet olaya el koyarak tarihi değeri olan bu eserlerin yıkımlarını önlemiştir. Belgelerden ayrıca, Hükümet'ten habersiz bazı yerel yöneticilerin taşrada bazı camileri "amaçları dışında kullandıkları" anlaşılmaktadır. Hükümet bu durumu fark eder etmez yerel yöneticilere gönderdiği genelgelerle "bu camilerin derhal boşaltılarak Vakıflar Genel Müdürlüğü'nün onayı alınmadan amaç dışında kullanılmamaması gerektiğini" bildirmiştir.

Yani Sayın Başbakan'ın, Tek Parti döneminde amaç dışı kullanılan camilerin fotoğraflarını  göstererk, "İşte Tak Parti, İsmet İnönü camileri böyle yatakhane, depo, ahır yaptı" demesi gerçeği yansıtmamaktadır. Çünkü yukarıdaki beleglerde de açıkça görüldüğü gibi bu şekilde amaç dışı kullanılan bazı camiler, Hükümet'ten ve İnönü'den, hatta Atatürk'ten habersiz bir şekilde bazı işgüzar yerel yöneticiler tarafından bu hale getirilmiştir. Nitekim Cumhurbaşkanı Atatürk ve İnönü'nün başbakanlığındaki Hükümet bu durumu öğrenir öğrenmez konuya müdahele etmiş; bu eserlerin bahanelerle yıkılmamasını, korunmasını ve amaç dışı kullanım için de mutlaka izin alınmasını şart koşmuştur.

İsmet İnönü Bazı Camileri Kapatıp Depo Yaptı, Kapısına Kilit Vurdu! Peki Ama Neden?

Cumhuriyet tarihi yalancıları ve onların yalanlarıyla beslenen “dinci partiler”, öteden beri CHP’ye ve İsmet İnönü’ye saldırmak için “Kafir İsmet İnönü camilere kilit vurdu. Etrafına asker dikti. Namaz kılmak için içeriye kimseyi sokturmadı. Camileri devamlı teftiş etti. Nöbetçilere, ‘İçeriye kimseyi sokmuyorsunuz değil mi?’ diye sordu!” biçiminde bir propagandayla, CHP ve İsmet İnönü’nün “cami düşmanı” olduğu yalanına neredeyse bütün Türkiye’yi inandırmışlardır.

Evet! Gerçekten de CHP ve İsmet İnönü, 1939-1946 arasında Türkiye’deki bazı camileri “depo” yapmış, bu camilerin kapısına “kilit” vurmuş, etrafına “asker” dikmiş ve bu camileri ibadete kapatmıştır! Burada sorulması gereken ama asla sorulmayan soru şudur: Ama neden? İsmet İnönü'yü camileri kapatmakla suçlayanların amacı İnönü'yü "cami düşmanı" göstermek olduğu için bu "ama neden" orusunu onlar asla sormaz, soramazlar.  Çünkü İsmet İnönü’nün bu davranışının nedeni “cami düşmanlığı”, “din karşıtlığı” değil; tam tersine “dinine olan bağlılığı”, “tarihine olan saygısı”dır.  “Nasıl yani?” dediğinizi duyar gibiyim!  Şöyle ki:  İsmet İnönü, II. Dünya Savaşı’nın devam ettiği 1939-1946 yılları arasında, Türkiye’ye yönelik muhtemel bir saldırıda, camilerin hedef alınmayacağını düşünerek, müzelerimizdeki “tarihi” ve “dini” değeri olan eserleri, zarar görmemeleri için, bazı

Page 85: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

camilere koydurarak koruma altına almıştır. Evet, İsmet İnönü, 1939-1946 arasında bazı camileri “depo” yapmıştır, ama bu depolar, Kutsal emanetler, Hz. Muhammed’in sancağı, kılıcı, hırka-i saadeti, Hz. Osman’ın kanlı Kuran’ı Kerim”i gibi “dinsel ve tarihsel” değeri olan eşyaların deposudur. Örneğin, Topkapı Sarayı’ndaki “Kutsal Emanetler”, bu emanetlerle ilgilenen görevlilerle birlikte Niğde’ye götürülerek, Niğde’deki bazı camilere konulmuştur. Dolayısıyla, “Kutsal Emanetlerin” bulunduğu bu “cami depolar”, ibadete kapatılmış ve kapısına kilit vurulup asker dikilmiştir. Çünkü İsmet İnönü, bu “Kutsal Emanetlerin” korunmasına çok büyük bir önem vermiştir.

Ayrıca İsmet İnünü, içinde kıymetli tarihi eserlerin saklandığı  bu camilere çok iyi bakılmasını istemiştir. İsmet İnönü'nün isteği ile dönemin Hükümeti de bu konuda çok titiz davranmıştır. Örneğin, 21 Ağustos 1944 tarihli bir kararla, "Milli Saraylardan Divriği'deki Ulu Camiye korunması için konulan kıymetli eşya Caminin kubbeleri aktığı için korunamayacağından süratle Caminin tamiratının yapılması" istenmiştir. (Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi (BCA), Sayı:6061 , Dosya: 25945, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 213.448..18.)

Kıymetli tarihi eserler, Kurtuluş Savaşı yıllarında da yine bazı  camilerde saklanmış, bu nedenle yine o camilerin kapısına kilit vurulup, kapısına nöbetçi dikilmiştir. Örneğin, 14 Haziran 1923 tarihli bir belgeye göre, "Kıymetli eşyanın olduğu camiyi bekleyen tabur ile kıta arasındaki haberleşmeyi sağlayan telefon hattının bozulduğundan" söz edilmiştir. (BCA, Sayı:6061, Dosya: 16714, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 159.115..14..)

Bu nedenle gerçek bir Müslümana düşen görev, bu davranışından dolayı İsmet İnönü’yü “kınamak” değil, “kutlamaktır”.  Tufan Türenç, "Çirkin İftira ve Gerçek”, adlı yazısında, Cumhuriyet tarihi yalancılarının “bu çirkin iftirasının kaynağını”, yıllarca CHP’de görev yapmış, İnönü’nün yakınında bulunmuş, Necati Karakaya’nın anlattıklarıyla çürütmüştür.  Şimdi, Necati Karakaya’nın Tufan Türenç’e gönderdiği mektubu birlikte okuyalım:  “28 Şubat 2008, Büyük Millet Meclisi’nde CHP’li bir milletvekili konuşma yapıyor. Mehmet Ali Şahin Bakan koltuğundan bağırıyor. ‘Haydi, Haydi! Biz sizin nerelere kilit vurduğunuzu çok iyi biliriz.’ Bununla, ‘siz camilere kilit vurdunuz’ demek istiyor...  1950 yılından itibaren Anadolu’nun dolaştığım her köşesinde bu iftirayı duydum.  Gerçek şudur.  1942 yılında İkinci Dünya Savaşı’nın en alevli günlerinde Hitler’in orduları sınırımıza dayandı. Türkiye’ye girip girmemekte kararsızlardı.  İsmet Paşa Trakya’da Çakmak hattını kurmasına rağmen İstanbul’un bombalanacağını tahmin ediyor bu nedenle de savunmayı Ankara’nın dışında yapmayı düşünüyordu. İstanbul’daki saraylarda ve müzelerde bulunan tarihi eşyaları, zarar görmemeleri için Alman uçaklarının menzil dışında kalan bölgelerdeki camilere koymayı düşündü.  

Page 86: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

İsmet Paşa düşmanın camileri bombalamayacağını biliyordu. O nedenle bütün saray eşyalarını, padişahların tahtlarını, mücevherleri, kutsal emanetleri, Hazreti Muhammed’in sancağını, kılıcını, Hırkai Saadeti, Hazreti Osman’ın kanlı Kuran’ı Kerimi’ni, Atatürk’ün Samsun’da çıktığı tahta iskeleyi, müzelerde ne varsa tümünü tam 48 vagona yerleştirerek Niğde’ye gönderdi.  Bu değerli eşyaları korumak için Topkapı Sarayı İkinci Müdürü Lütfü Turanbek başkanlığında 30 görevli, aileleri ve çocuklarıyla birlikte Niğde’ye gitti.  Eşyalar ve görevliler, tehlike tamamen geçene kadar Niğde’de kaldılar.  Bu değerli eşyalar Niğde’de 3 camiye yerleştirildi. Camilerin etrafına nöbetçi askerler yerleştirildi. 28 Ocak 1943 günü İnönü Adana’da Churchill ile buluşmak üzere Ankara’dan trenle yola çıktı. Tren Niğde’de durdu ve uzun süre bekledi.  İsmet Paşa tarihi eşyaları görmek üzere 3 camiyi de teftiş etti. Özellikle Atatürk’ün Samsun’a çıktığı tahta iskeleyi görmek istiyordu. Saruhan Camii’ne gitti ve Tunabek’e sordu: ‘Asker nöbetini aksatmıyor, camilere kimseyi almıyor değil mi? Gözüm arkada kalmasın’ dedi.”  İşte o çirkin iftiranın gerçek yüzü böyle!…  Tufan Türenç’in dediği gibi; “Aradan 70 yıla yakın zaman geçmesine rağmen AKP hâlâ bu yalanı kullanıyor. Başbakan Erdoğan bununla da kalmıyor Kurtuluş Savaşı kahramanı, Cumhuriyet'in kurucusu, İkinci cumhurbaşkanı İsmet Paşa’yı Hitler’e benzetiyor. Ve açılan davada mahkeme Erdoğan’ı, ‘İnönü’nün böyle bir kişiye benzetilmesi, hatırasına saygısızlık teşkil ettiği gibi, milleti oluşturan bireylerin de kişilik haklarını ihlal edip incitmiştir’, gerekçesiyle mahkûm ediyor.”[5]  Dünyanın gelmiş geçmiş en büyük savaş ve stratejistlerinden biri olan Atatürk’ün yanında, yakınında bulunmuş olan İsmet İnönü, Türk ulusunun varlık yokluk kavgasında vatan savunmasında, her türlü çareye başvuran bir neslin son temsilcilerindendir. İşte bu İsmet İnönü’nün savaş stratejilerinden biri de zorunlu hallerde “camileri asıl amaçları dışında kullanmak”tır.  Kurtuluş Savaşı’nda Batı Cephesi komutanı olan İsmet Paşa, Büyük Taarruz’dan önce I. ve II. Ordu ile bunlara bağlı karargâhların barınması için Akşehir ve Konya çevresindeki camiler, hanlar ve kervansarayları kullanmıştır. Özellikle, kışın bölgede askeri birliklerin barınması için büyük kışlalar ve misafirhaneler olmadığından bu yola başvurmuştur. İsmet İnönü, aynı yönteme II. Dünya Savaşı yıllarında da başvurmuştur.[6]  İşte İsmet İnönü’nün “bu yöntemi”, sonraki yılların “din istismarcıları” tarafından, İsmet İsmet İnönü’nün camileri kapattığı ve ahıra çevirdiği şeklinde halka yansıtılmıştır.  Çok yazık doğrusu!...

Osmanlı da Camileri Otel Yapmıştı!

Page 87: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

İsmet İnönü’ün, Kurtuluş Savaşı ve II. Dünya Savaşı sırasındaki “camilerin amaç dışı kullanılması” uygulaması, tarihimizde sadece İsmet İnönü’ye ait bir ilk uygulama değildir. Daha önce 19. ve 20 yüzyılda Osmanlı döneminde de benzer uygulamalar görülmüştür.

Kurtuluş  Savaşı sırasında ve sonrasında bazı camilerde bir süre göçmenler-mübadiller konaklamış, dolayısıyla bu camiler bir süre ibadete kapatılmıştır. Örneğin, 19 Mart 1924 tarihli "Kasabalardaki terkedilmiş evler, asker ve memurların ileri gelenlerince işgal edildiğinden mübadil olarak gelen muhacirlerin cami köşelerinde kaldıkları, söz konusu yerlerin muhacirlere verilmesi" şeklindeki bir belgeden, bazı camilerde muhacirlerin konakladığı anlaşılmaktadır. (BCA, Sayı:6061, Dosya: 13517, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 140.1..17.)

Tarihimizde camiler ilk defa, 1877/78 Osmanlı-Rus Harbi (93 Savaşı) sırasında amaç dışı kullanılmıştır. Bu savaşta Rumeli’den İstanbul’a büyük bir muhacir akını olmuştur. Rus ordusu ile Bulgar çetelerinin önünden kaçan yüz binlerce muhacir, kış mevsiminde İstanbul’a yığılınca bunların barındırılması  için İstanbul’daki büyük camiler ibadete kapatılmıştır. Ayasofya, Sultan Ahmet, Süleymaniye, Beyazıt gibi camiler muhacirlerin barınmasına ayrılmış, bu camiler ve müştemilatı bir anlamda, muhacirlerin kaldığı “oteller”, “yatakhaneler” olarak kullanılmıştır.

Rubert Furneaux’un; “Tuna Nehri Akmam Diyor”, Charles Ryan’ın; “Plevne’de Bir Avustralyalı”, Mehmet Arif Bey’in; “Başımıza Gelenler”, Turhan Şahin’in; “Öncesi ve Sonrasıyla 93 Harbi” adlı eserlerinde muhacirlerin uğradığı zulümlerle ilgili yürek burkan satırlar ve onların İstanbul’da camilerde barındırılmasıyla ilgili çalışmalar anlatılmıştır.  Böyle bir durum Balkan Savaşlarında da yaşanmıştır. İstanbul’a sığınan binlerce muhacir, yine camilerde barındırılmıştır. Balkan savaşlarını La Matin gazetesi muhabiri olarak izlemek amacıyla İstanbul’a gelen Stephane Lauzanne; “Hastanın Başucunda Kırk Gün” (Balkan Acıları), yine savaş muhabiri olan Georges Remond; “Mağluplarla Beraber” ve William M. Pickthall; “Harpte Türklerle Beraber” adlı kitaplarında muhacirlerin camilerde barındırılmasıyla ilgili gözlemlerini aktarmışlardır.[7]

20 yüzyılda girilen ardı arkası gelmeyen savaşlar yüzünden Türkiye'de camiler yatakhane ve depo olarak kullanılmak zorunda kalmıştır. Prof İlber Ortaylı bu gerçeği şöyle ifade etmiştir: "Türkiye iki cihan harbinin birincisine savaşan güç olarak katıldı... İmparatorluk bu savaşta ilk defa umumi seferberlik ilan etti. Askerlikten muaf tutulan medreseliler ve gayrimüslimler bile silah altına alındı. 1.5 milyon asker bu devletin gördüğü bir kalabalık değildi. Toplanan askere ne silah, ne kalacak yer, ne de tayın verilebildi. Medreseler, camiler, zaten harap halde olan vakıf eserler ve İstanbul halkı askeri barındırıp beslemekle görevlendirildi. Zaten 1912-13 kışında Balkan felaketini yaşayan Türkiye’nin İstanbul, Bursa ve Edirne gibi şehirleri perişan muhacir dalgalarını barındırmak zorunda kalmıştı. Camiler cami olmaktan çıktı. Başka ne yapılabilirdi ki?" (7a)  İsmet İnönü’ye “camileri depo yaptı!” diye çıkışanlar, acaba bundan sonra, 19. ve 20. yüzyıl Osmanlı padişahlarına da “camileri otel-yatakhane yaptılar!” diye çıkışırlar mı? 

Page 88: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

 Ne dersiniz!

İŞTE MECLİS ZABITLARI: Tek Parti Döneminde Tamir Edilen Camiler ve Türbeler

Atatürk’ün Cumhurbaşkanı olduğu 1930’lu ve İnönü’nün Cumhurbaşkanı olduğu 1940’lı yıllarda tek parti CHP, Türkiye’de pek çok tarihi camiyi ve türbeyi tamir ettirip koruyup kollamıştır.

1930’lu ve 1940’lı yılların Meclis Zabıt Cerideleri incelendiğinde birçok CHP’li milletvekilinin partilerinden-hükümetten, kötü durumdaki tarihi camilerin aslına uygun bir şekilde onarılmasını istedikleri görülmektedir. Dahası aynı milletvekillerinin, bu isteklerinin aksatılması veya gerektiği şekilde yerine getirilmemesi durumunda, yeri geldiğinde, ilgili genel müdürlüğü (Vakıflar Genel Müdürlüğü) ve hükümeti alabildiğince eleştirdikleri de görülmektedir. Çok daha önemlisi, dönemin tek parti hükümeti CHP, bu konudaki istekleri dikkate alarak, başta kötü durumdaki tarihi camiler olmak üzere Türkiye’deki birçok camiyi ve türbeyi tamir ettirmiş, camii ve türbe onarımları için özel tahsisatlar ayırmıştır. Vakıflar Genel Müdürleri, yeri geldiğinde Meclis konuşmalarında hükümetin onarttığı camileri, yapılan tamir işlemlerini, harcanan para miktarını tek tek açıklamışlardır.

İşte o Meclis Zabıt Ceridelerinden birkaç örnek:

27 Mayıs 1937’de, TBMM 4. Dönem, 46. Birleşimde söz alan Refik Şevket B. bazı camilerin tamirinden söz ederek, bu konuda Vakıflar Genel Müdürlüğü'ne bazı eleştirilerde bulunmuştur:

"Vakıf bütçesi söz konusu olduğu zaman, hiç bir zaman hatırımızdan geçmez ki bize ecdadımızın bıraktığı hayır kurumlarının imdadına koşan tek kurumdur. (…) Onun için bizim elimizde bulunan, gayet mazbut bir şekilde elimize verilmiş olan, ecdadımızın bir hayır ifadesi olan camilerin, çeşmelerin şu veya bu müesseselerin gözümüzün önünde nedensiz yıkılmasına meydan verecek kadar âciz bir nesil olmadığımızı ispat etmek bize düşer (Alkışlar). Onun içindir ki arkadaşlar, vakıf idarelerinin bilhassa kırtasiyecilikten doğan tahsisatsızlık yüzünden memleketimizin bir çok yerlerindeki 300, 400, 500 sene evvel kurulmuş ve hayırsever adamların bir nişanesi olan bu güzelim müesseseleri tamir ve ihya ve korumaya imkân bulunamamaktadır. Bırakanları rahmetle andığımız bu kurumlara daha çok gayret sarf ederek bakılmasını Vakıflar Genel Müdürlüğü’nden özellikle ricayı vazife bilirim. Bizim görevimiz yıkmak değil, yapılanları tamir etmektir. Korumak göreviyle yükümlü olan bu nesil dünkü güzel eserler karşısında sessiz kalamaz. Vakıflar Genel Müdürlüğünden kendi hesabıma bir ricada bulundum, hüsnü telâkki ettiler. Meşhur Mimar Sinan’ın Manisa’daki Muradiye camimin tamiri için 1500 liralık tahsisat verdi ve tamir edildi. Fakat bu muazzam ve emsali artık yapılamayacak olan eserin maalesef 1500 liralık tamiratı, bilâkis onun büyük bünyesinde en ufak bir tesir bile meydana getirememiştir. Oradaki vatandaşlar ve onu gören her vatandaş bu müessesenin çatısını kurşunlarının açıldığını ve aktığını görmekle elbette ıstırap duyar. Türkiye B. M. Meclisi yürekten duyulan ıstırapların çaresine bakmakla mükellef olduğu için bizim namımıza görev yapan eden Vakıflar Genel Müdürlüğü, millî bir duyguyla hayırsever bir imanın icap ettirdiği dikkatle hareket etmelidir..."

Page 89: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Vakıflar Genel Müdürü Rüştü B., Refik Şevket B’nin ince eleştirilerine şu yanıtı vermiştir:

"Refik Şevket Beyefendi kanun meselesinden sonra hayrata iyi bakılmaması konusunu söz konusu ettiler. Son zamanlarda bunu pek iyi yapamadığımızı itiraf ediyoruz. Fakat iki sene öncesiyle kıyaslanırsa bu konudaki çalışmalarımızın, vakıfların en parlak devri olan Meşrutiyeti takip eden devirde bile görülmediği anlaşılacaktır. 339’dan beri yalnız hayrata ait 4000 küsur ve akar olarak tamir ettiğimiz 900 ve yeni yaptığımız 400 bu kadardır. Bunlar hiç bir devirde böyle yapılmamıştır. (…) Manisa’daki camilerin tamiri meselesi: bunun önemlice bir tamir olduğu izaha muhtaç değildir. Kurşunlarını tamir için orada mütehassıs bulamadığımızdan İstanbul’dan bir adam göndermek gerekti. Geriye kalan tamirini bu sene yine yapmağa çalışacağız."

Görüldüğü  gibi Vakıflar Genel Müdürü konuşmasında, son yıllarda aralarında Manisa’daki camilerin de olduğu yüzlerce tarihi eserin tamir edildiğini belirtmiştir.

Bu sırada Kocaeli Milletvekili Sırrı B., “Bildiğiniz gibi İstanbul’da, Tophanede iki sebil vardır. Onların şekli inşaları evvelce birer pırlanta gibi o havaliye süs vermekte idi. Fakat bir kaç seneden beri ihmal edildiği için yıkıldılar, birer harabe haline girdiler.” diye bir eleştiride bulununca, Vakıflar Genel Müdür Rüştü B., “Efendim, söz konusu ettiğiniz, Nusratiye camiinin sebilleridir. Kapının tarafeyninde sebilin parmaklıkları vardı. Gayet kıymettardı. Fakat çalındığı için kaldırıldı. Bu suretle sebil de yıkıldı. Bu sene bu konu incelendi. Gereken tahsisat ta verildi. Geçen gün gittim, gördüm, sebil yerine kondu." diye yanıt vermiştir. (TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 1, C.8, Birleşim 46, 4. Dönem, 12.5.1932, s.107-110)

TBMM’de Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1937 Bütçesi dolayısıyla söz alan Kütahya milletvekili Naşid Uluğ, hükümetin tamir edip onardığı camilerden şöyle söz etmiştir:

"Arkadaşlar; Vakıflar Genel Müdürlüğü, Sayın Başbakanımızın pek yakından gösterdiği alâka ile, son senelerde hakikaten çok faydalı işler gördü. Memleketin millî eserlerini teşkil eden çok kıymetli camilerimizi ve daha bazı abidelerimizi tamir etti. Bu faydalı hizmetlerden dolayı Vakıflar yönetiminin manevî şahsiyetine bu kürsüden teşekkür etmek isterim. Arkadaşlar; ellimizde iki milyon sekiz yüz küsur bin liralık bir vakıf bütçesi var. Daha bir çok muhtacı tamir camilerimiz, tarihî abideler bulunduğu halde, bu gibi eserlerin tamiri için buraya konan para, 159. 010 liradır. Geçen yıl Beyoğlu’nun ortasında bulunan Ağacamii hakikaten millî bir üslûpta yeniden tamir edilmiştir. Evkaf idaresinin gelecek bütçelerinde memleketin, Anadolu’nun Rumeli’nin her tarafında vaktiyle yapılmış olan yüzlerce ve yüzlerce camiyi tamir edecek, bahçelerini ve etrafı harap olmaktan kurtarıp çiçeklerle, parklarla donatacak bir hizmete hazırlanmasını temenni ediyorum."(TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 6, C.18, Birleşim 66, 5. Dönem, 27.5.1937, s.292)

Naşit Uluğ’un Meclis kürsünden belirttiğine göre hükümet, 1930’ların sonlarında “çok kıymetli camileri” tamir etmiştir. Örneğin, 1936 yılında Beyoğlu’ndaki Ağa Camii aslına uygun olarak tamir edilmiştir. Vakıflar bütçesinin artırılmasıyla ülkenin değişik yerlerinde tamir bekleyen çok sayıdaki cami de tamir edilebilecektir.

Page 90: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

TBMM’de 1930’lardaki cami tartışmaları, 1940’larda da devem etmiştir. Örneğin, 24 Aralık 1945’te, 7. Dönem, 17. Birleşimde konuşan Antalya Milletvekili H.Dağlıoğlu, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün bütçesiyle bazı camileri ve türbeleri tamir ettirdiğini anlatmıştır:

"Arkadaşlar, bu yıl Vakıflar İdaresi bütçesi geldiği zaman arzedeceğim. Vakıflar İdaresi bütçesine Millî abideler ve camilerin tamiri için beş yüz bin lira ödenek konmuştur. Yüksek Meclis bu parayı vermekte hakikaten cömert davranmıştır. Gönül istiyor ki, Millî Eğitim Bakanlığın’ın eski eserler ve müzeler kısmına da bu kadar bir para vermekten çekinmeyelim. Arkadaşlar, geçen sene Yüksek Meclis pek yerinde olarak bazı türbelerimizin tamirini, bilhassa bir işaret olarak, bir direktif olarak Millî Eğitim Bakanlığı’ndan istemişti. Yaptığım tahkikat ve aldığım izahata göre geçen sene Maliyeden verilen 30 bin liralık bir tahsisat ile 5 – 6 türbe tamir edilmiştir. Bunların arasında Gazi Osman Paşa’nın türbesi olduğu gibi II. nci Bayazit'in ve Selçuk Hatun'un türbeleri de vardır. Bilhassa Osman Paşa gibi bir milletin şanını ve şerefini bütün dünyaya kanıtlamış olan büyük bir adamın türbesinin bilhassa böyle bir zamanda tamir edilmesi hakikaten bizi sevindirecek mahiyettedir. Ben kendi hesabıma Millî Eğitim Bakanlığı’na bu bakımdan teşekkür ederim. Abidelerin tamiri için bir koordinasyon yapmak lâzımdır. Vakıflar İdaresi, Millî Emlâk ve Millî Eğitim Bakanlığı elele vermelidir. Bunların üçünün vazifeside bir olduğu halde bazen aralarında anlaşmazlıklar yüzünden ihtilâf çıkmaktadır. Halbuki dâva abidelerimizi korumak, onarmaktır. Onun için ne yapmak lâzım geliyorsa yapmalı, bu üç idare birleşmeli ve esaslı tedbirlerle karşımıza çıkılmalıdır. Arkadaşlar, bu eserlerin onarılmasıyla, hakikaten sistemli ve programlı şekilde tanzimiyle memleket turizmi de bundan çok istifade edecektir. Arkadaşlar; bildiğiniz gibi bu memleketten bir çok ‘tevaifi mülûk’ gelip geçti. Bunlardan birisi Hamidoğullarıdır. Bunların merkezi Eğridir'dir, Bunların Dündarbey medresesi vardır. Hakikaten fevkalâde bir eserdir. Bilhassa ecnebi seyyahlar mükemmel bir eser diye üzerinde durmuşlardır. Bunu da kurtaralım, hattâ oraya mahallî bir müze de yaparak bütün mezarları vesaireyi de içine koyarak teşhir ederlerse çok iyi olur. Bunu da bilhassa rica ediyorum...." (TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 2, C.20, Birleşim 17, 7. Dönem, 24.12.1945, s.315-317)

Antalya Milletvekili Dağlıoğlu’nun bu konuşması son derece önemlidir. Dağlıoğlu’nun verdiği bazı bilgiler cidden dikkat çekicidir. Örneğin, 1945 yılında camilerin ve eski eserlerin tamiri için Vakıflar Genel Müdürlüğü bütçesine 500.000 lira ödenek konmuştur. 1944 yılında TBMM, Milli Eğitim Bakanlığı’ndan bazı türbeleri onarmasını istemiştir. Maliye bu için 30.000 lira ödenek vermiştir. Bu para ile, aralarındaGazi Osman Paşa, Selçuk Hatun ve II. Beyazit’in türbelerinin de bulunduğu 5-6 türbe onarılmıştır.

Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1940 yılı Bütçesi görüşülürken söz alan İstanbul milletvekili Ziya Karamürsel, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün cami tamir çalışmalarını şöyle eleştirmiştir:

"İstanbul'daki Kıymetli eserlerin tamiri konusunda Muhterem Vakıflar Genel Müdürü’nün göstermekte olduğu hassasiyet ve sarf ettiği gayret ne kadar şükranla karşılanmağa lâyik ise bu hassasiyet ve gayretin fîili sahaya intikalinde meydana gelen hatalar da o oranda teessürle karşılanacak bir mahiyet arz etmektedir. Bendeniz daha evvel Mahmutpaşa, Sinanpaşa, Lâleli ve Hüseyinağa camileri gibi bazı eski eserlerin tamiratı dolayısıyla yapılan hatalı işler hakkındaki mütalaa ve

Page 91: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

teessürlerimi kendilerine özel olarak söylediğim için burada tekrara lüzum görmüyorum. Gerçi sonraları İstanbul’da pek o kadar belli başlı tamirat yapılmamış ise de yine az çok bazı şeyler meydana getirilmiş olduğundan bunlar hakkındaki görüş ve eleştirilerimi, hiç olmazsa bundan sonra yapılacak tamirat esnasında dikkate alınır ümidi ile gerekli görmekteyim. Önce şurasını belirmeliyim ki, o gibi nefis tarihi eserlerin restorasyon usul ve kaidesine uygun olarak tamir edilmesi gerekirken bu konuya kesinlikle önem verilmemektedir Bilginiz dahilindedir ki her bina asrına göre bir malzeme ile yapılmıştır. Buna dair bazı örnekler vereyim: Karagümrük’teki Atikalipaşa camiinin hariç kubbeler evvelce ref edilerek yapılmış olan son cemaat yeri tamirat esnasında kamilen kaldırılarak camiin methali açıkta bırakılmış ve yağmur sularının içeri girmesine uygun bir vaziyet ortaya çıkmıştır. Hırka-i Şerif’teki Mesih Alipaşa camiinin tamirinde ise büyük bir dikkatsizlik göze çarpmaktadır. Camiin haricî ve dahilî duvarları baştan başa raspa edilerek bina bembeyaz ve cascavlak bir hale getirilmiştir. Bundan başka alçı pencereler ve kadim renkli pencere camları değiştirilmiş ve acayip bir manzara hâsıl olmuştur. Sultan Ahmed camiinin yan kapılarının dehlizleri üzerinde bulunan çifte örtülü 12 kubbenin bilmem ne vakit üst kubbeleri imha edilmiş olduğu gibi son cemaat yerinin ve şadırvan avlusunun revakları içindeki kıymetli malakârî rozetler bozulup üzerleri düz sıva ile sıvanmıştır. Sırası gelmişken şurasını da arz edeyim ki, camiin mahfeli ahşaptır ve sitile de uygun değildir. Fakat yapıldığı zamanın mantalitesini ve bir devri ifade ettiğinden dolayı hususiyeti vardır. Orasını kaldıracaklarını işittim. Halbuki, bu binayı yıkmak değil tamir etmek lâzımdır. Köprü başındaki Yenicaminin durup dururken kapı methalinin raspa edilmesinin anlamını anlayamıyorum. Bundan başka caminin saçakları betonarme yapılmıştır ki, bu da restorasyon usulüne külliyen muhaliftir. Kadırgadaki Sokullu camii muazzam bir camidir. Medrese tekke, darülhadis ve cami hep bir aradadır. Mimar Sinan’ın şaheserlerindendir. Burada yapılan tamirat arasında kubbe kenarlarındaki istalaktitlerin yine eskisi gibi taştan yapılması gerekirken bunlar alçıdan yapılmıştır. Senelerin tesir ile tarihî bir nefaseti ihzar etmiş olan iç cidarlarının kefeki taşları zamanla bağladığı esmer renkle bozulmuş çinilerin ahengini teşkil ettiği halde bunlar baştan başa raspa yapılmakla bembeyaz meydana çıkmış ve eskilik ahengi ve rengi tarihisi bozulmuştur. Dahilinde bulunan sekiz parça 12.nci asra ait yaldızlı yazılar da bozulup bunlardan bir kısmı yeniden yazdırılmıştır. Binaenaleyh, yazıların eskiliği ve eserin kıdemi feda edilmiştir. Tekke binasının kurşunları sökülmüş başka yerlerde kullanılmış ve bu binanın bir kısmı kiremitle örtülmüş ve bir kısmı da açık ve yağmur sularının tahribine maruz bir halde bırakılmıştır. Azapkapısı’nda kıymeti tarihi özelliği olan cami haricen çimento sıva ile berbat bir hale konulmuştur. Şimdi evkafın tamir hususundaki hatalarından söz edeceğim.

1 - Bir mahal tamir edilirken diğer vakıf binanın malzemesi sökülerek kullanılmaktadır.

2 - Klâsik tipte olan alçı pencereler çimentodan yapılmakta veya tamir edilmekte ve bu suretle kıymet bozulmaktadır. Eski çerçevelerdeki camlar renk ve şeffaflık itibarı ile hususiyet taşımakta ve yeni yapılan çerçevelerde kullanılanlar ise malûm olan mavi, sarı, kırmızı, ve yeşil renklerdeki adi camlardan ibaret olup çok çirkin bir manzara teşkil ve eserin mimarî ve tarihî kıymetini bozacak bir vaziyet ihdas eylemektedir. Bu görüşümün isabeti Topkapı müzesinde ve Ayasofya türbelerindeki alçı çerçevelerle yeni yapılan Lâleli, Mesihpaşa ve Bayazıd camilerindeki çerçeveler mukayese edilirse derhal tezahür eder. Bu camiler bu çerçevelerle birer ucube halini almışlardır.

Page 92: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

3 — Eski eserlerin bir çoğu harap olup bunların çoğunun da sakafları açık ve çerçeveleri ve camları kırık olduğu halde gereken bu çeşit tamirat yapılmayarak raspa, boya ve yaldız gibi süs tamirat ile uğraşılmakta ve bu suretle lüzumsuz şeyler için ve bazen de ikinci ve belki de üçüncü derecedeki işler için bir çok masraflar yapılmaktadır ki bu da başarılı olmasa gerektir. Bu cümleden olmak üzere Süleymaniye camii kubbesini bir örnek olarak arz edebilirim: Bu cami kubbesinin sıvaları eski kalemkâri nakışlar meydana çıkarılacak diye bozulmasıdır. Halbuki o kalemkârî işler esasında bozuk olmamış olsaydı üzerine sıva vurulur mu idi? Bu kadar basit bir şeyin düşünülmemesi, boşuna masraf ile muazzam bir iskele kurulmasını ve binlerce amele çalıştırılmasını icap ettirmiştir.

4 — Görünüşe uygun olarak yapılan bu işler ya proje ve keşif gibi esaslı noktalara dayandırılmamakta veyahut keşiflere önem veren bir kişinin tamamıyla arzusuna ve keyfine bağlı bırakılmaktadır.

5 - Bazı mabetlerin işlerinde, sonradan yapılmış olan ve periyodik ifadeleri taşıyan mahfel, merdiven, maksure, dolap ve emsali parçalar gereksizdir diye sökülüp atılmakta ve bu suretle o mabet bütün bu hususiyetlerden mahrum bırakılmaktadır. Yapılan tamirat esnasında sona asrın icadı olan çimento, frenk kiremidi, Avrupakârî kilitler ve son sistem çerçeveler kullanılmaktadır. Bir devir sonra, bunların her hangi birini inceleyecek olan bir âlim, bir müdekkik bu yeni eserleri görünce hayret edecek ve eski ecdad ile yeni torunu karşılaştırmada bu devrimizi eleştirecektir. Bilginiz dahilindedir ki bu eski mabetlerin her biri tarihte nam bırakmış, büyük mimarlardan birinin eseri sanat ve maharetidir. Mimar Ayaş, Hayreddin, Acem Ali, Sinan, Kasım ve Memed Ağalar gibi sermimarı devlet unvanını almış olan bu önemli kişiler memleketin imarında pişüva olmuşlar ve hattâ vazifelerinde kusurları görülenler bu kusurlarını hayatları ile ödemişlerdir ve bu eserler için milyonlarla ölçülecek servet sarf olunmuştur. Bu gün bu eserleri göstererek medeniyette bizim de çok yüksek nasibimiz olduğunu çok haklı olarak iddia edebiliriz. Takdir buyurursunuz ki, bu kıymetli eserler Vakıfların malı, mülkü değildir. Vakıflar onların muhafızı ve bekçisidir. 3 odalı bir evi tamir ederken bir takım şartlara uyuyoruz. Binaenaleyh ecdadımızdan intikal eden ve millete mal olmuş olan bu kıymetli eserleri birer meşheri sanat ve maharettir. Binaenaleyh bunların tamirinde de o kadarcık olsun özen göstermek lâzımdır. Halbuki bu gün seçilen usulle bu eserler bozulmağa yüz tutmaktadır. Son hareketi arz faciasında Amasya’da şurada, burada harap olan bazı nefis ve kadîm eserlerin Vakıflarca tamiri için bir takım teşebbüsatta bulunulduğunu kemali şükranla haber almaktayım. Temenni ederim ki, bu eserlerin tamirinde ayni hatalar yapılmasın ve yapılan işler restorasyon usul ve kaidelerine uygun olarak bu uğurda harcanan paralar heder edilmesin. Bendeniz bütün bu yanlışlıkların ve usulsüzlüklerin vukuunu yalnız mimar vasfını taşıyan kişilere ve müteahhitlere tamiratın verilmesinde görüyorum. Gerçi ortada bir danışma komisyonu vardır. Fakat bu komisyon her nedense fiili bir netice vermemektedir. Bu da görülen sakatlıklarla sabittir. Binaenaleyh buna ihtimal vermemekle beraber bu heyetin adeta görünüşü kurtarmak için teşkil edildiği zannı hâsıl olmaktadır. Gerçek amacı ise bittabi bu değildir. Hastalık meydandadır. Bu nasıl düzeltilebilir. Şimdi müsaadenizle kısaca buna da temas edeyim. Bu gibi eski nefis eserlerin fennî usul ve kaideye uygun tamirini temin için restoratörlerden, tarih müdekkiklerinden ve sanayii tezyini ustalarından oluşan kuvvetli bir heyet kurmak lâzımdır ve yapılacak bütün işlerin bunların kararı ile yapılması ve bilhassa, bağlı olduğu Milli Eğitim Bakanlığı’ndan gördüğü teşvik ve himaye ile mütevazi şekilde çalışarak meydana getirdiklerini bizzat gidip gördüğüm,

Page 93: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

mesai semerelerini bu kürsüden yüksek bir şükran ile ve ciddî bir takdir ile arz etmeyi vicdan borcu bildiğim Topkapı müzesindeki abideleri koruma komisyonunun en evvel görüşünün alınması ve yani onlarla teşriki mesai edilmesi lâzımdır. Belki böyle bir komisyonun kurulması biraz masraf ihtiyarını icap ettirecektir. Fakat bu gereklidir. Yapılan masrafların heba edilmemesinden ise bu kadarcık masraf ile daha seçkin işlerin dürüst ve muntazam bir şekilde yürütülmesi çok yerinde olacaktır.

Sözüme nihayet verirken beyanatımın başlangıcında da arz ettiğim şekilde muhterem Vakıflar Genel Müdürü’nün, eski ve nefis eserlerin tamiri hususunda şahsen gösterdikleri arzu ve gayret ve samimî yardım cidden şükranla karşılanmağa lâyıktır. (..) Gayet açık ve samimî olan bu beyanatımı iyi niyetle dikkate alacaklarından eminim."

İstanbul milletvekili Ziya Karamürsel, 31 Mayıs 1940 tarihli Meclis oturumunda Vakıflar Genel Müdürlüğü’nü, tarihi camilerin tamiri yapılırken aslına uygun olarak yapılmadığı gerekçesiyle böyle eleştirmiştir. Karamürsel’in eleştirileri, tek parti CHP’nin iyi-kötü birçok tarihi camiyi tamir ettirdiğini göstermesi bakımından da dikkat çekicidir. Karamürsel, “Son hareketi arz faciasında Amasya’da şurada, burada harap olan bazı nefis ve eski eserlerin Vakıflarca tamiri için bir takım teşebbüste bulunulduğunu kemali şükranla haber almaktayım” diyerek Türkiye’nin değişik yerlerdeki camilerinin onarıldığını belirtmiştir. Karamürsel’in konuşmasında verdiği bilgilere göre, Vakıflar Genel Müdürlüğü, Mahmut Paşa, Sinan Paşa, Laleli, Hüseyinağa, Beyazid, Atikalipaşa, Mesihalipaşa camileri, Yenicamii, Sokullu camii, Azapkapı camii gibi çok sayıda caminin tamir edildiği, onarıldığı anlaşılmaktadır.

Daha sonra Tokat Milletvekili Nazım Poray söz alarak CHP'nin İstanbul’da tamir ettiği camilerden söz ederken eleştirilerini de şöyle dile getirmiştir:

"Evkaf idaresinden istediğim meseleler şunlardır: İstanbul’da bir çok camiler tamir ediliyor, kendi semtime yakın olan Üsküdar’da kemali şükranla gördüm ki çok güzel camiler tamir edilmiş ve edilmektedir. Geçen sene Kösemvalide’nin eseri olan Çinilicami, ki Üsküdar’ın adeta cevheridir, çok güzel bir surette tamir edilmiştir. Boğaza bakan Şemsipaşa camisi tamir edilmektedir. Bu bina Mimar Sinan’m en güzel eserlerinden birisi, adeta Boğazın incisidir. Maalesef İnhisarlar idaresi bunun ön tarafına depolar ve bürolar inşa etmiş ve bu güzel eserin perspektifini kapamıştır. Vakıflar şimdi bu camii tamir ediyor. Yalnız arkasında bir takım medreseler vardır. Malûmu âliniz bu medreseler bir özel kanunla özel idareye verilmiştir. Vakıf camileri tamir ediyor. Fakat medreseler eski hali harabe ve pislikte kalmaktadır. Acaba Vakıf idaresi için özel idarelerde anlaşarak böyle bir tamir yapıldığı zaman cami ve medreseleri beraber tamir etmeğe imkân yok mudur, bu imkân bulunamaz mı? Birinci sualim budur. İkinci olarak anlamak istediğim nokta, haber aldığımıza göre yine Üsküdar’da Üçüncü Sultan Mustafa’nın inşa ettirdiği Ayazma camii yakında tamir edilecekmiş. Bu cami tabi daha eski zamanlardan kalmış olduğu için çok kıymetli olmakla beraber biraz mimarisine ecnebi kokusu karışmıştır. Yani Türk mimarisindeki seciyeyi, sağlamlığı, vakarı korumuş bir bina değildir. Bu gibi binalara gelmektense, bu gün İstanbul’da daha eski ve çok harap olmuş camilerimiz vardır. Bunları tamirle işe başlamak daha doğru değil midir? Bence önemli olanı tercih etmek doğru olur. Meselâ Kasımpaşa’daki Piyale camimin çok harap olduğu söylenmektedir. Ben yakınlarda görmedim. Tamamen yapılmasının çok masraf gerektirdiğini takdir ederim. Acaba burasını kısmen olsun tamir etmek mümkün değil midir? Yine Üsküdar’da

Page 94: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

iskele başında Mihrimah camisi vardır. Bu cami de Sinan’ın eseridir ve gayet güzel, insana ferah verecek bir mabettir. Camiin yamadaki medrese, vaktiyle özel kanunla özel idareye terk edilmiş ve bu medrese çocuk bakım evi olarak kullanılmakta bulunmuştur. Bu medresenin tamiri esnasında, anlaşılan daha uygun bir yer bulamamış olacaklar ki, medresenin bir duvarını yıkarak kapı açmak suretiyle Mihrimah camimin harimine kömürlük yapmışlardır. Bunu hangi kötü eller, hangi mimar yapmıştır bilmiyorum. Mihrimah caminin hariminde, Sinan Paşa’nın kabrinin karşısına demirden yapılmış gayet adi, en kaba hisleri bile rencide edebilecek bir kömürlük. Şehremaneti ile Evkaf arasındaki anlaşmazlıkların çözümü bir hakem heyetine havale edilmişti. Bu davalar sırasında bu kömürlüğün de oradan kaldırılması Evkaf tarafından pek haklı olarak istenmişti, hakem heyeti de bu kömürlüğün kaldırılmasına karar vermişti. Bu karar verileli üç sene olduğu ve hüküm de kati olduğu halde bu gün halâ oradan geçenler kömürlüğü orada görmektedirler. Bunun kaldırılmasını rica ederim. Diğer sual: Rüstem Paşa camii hakkındadır. Bu cami Kanunî Süleyman’ın damadı Rüstem Paşa’nın camisidir ki, çinileri ile meşhurdur. Süleymaniye’nin altında, Haliç’in üstünde olan bu cami pis barakalar altında kalmıştır. Bu pislikler oradan kalkarsa bu eserler birbirini tamamlayan iki abide olacaktır. Rüstem Paşa camiinin çinilerinin dünyada emsali yoktur. Bu da Mimar Sinan’ın eseridir. Sinan denize yakın olması itibar ile camii bir bodrum üzerine yapmıştır. Altını kazmış ve biraz yükseltmiştir. Bu caminin altındaki bodrum Vakıflar tarafından kiraya verilmektedir. Burasını tutanlar bir şeker fabrikası haline getirmişlerdir. Bonbon, yemek için aldığınız ve içinden manasız ve hatta küçük yazılar çıkan şekerler orada yapılmaktadır, Bunların bir takım kızlar tarafından kâğıda sarıldığını gördüm. Günün birinde bir yangın vuku bulursa cami yanmazsa da çok hasara uğrayacaktır. Bu camiin avlusu da pek kötüdür. Yalnız bu değil, daha bir çok camilerin de avluları kötüdür. Bilhassa Rüstem paşa camisi berbat bir haldedir. Vakıflar buradan ne kadar kira alır bilmiyorum. Fakat bu bodrumun boşaltılması iyi olacaktır. Üsküdar’da Ahmediye camimde haftanın belirli bir gününde fukaraya çorba tevzi edilmektedir. Bunu pek yakında oradan bir gün geçerken kemali şükranla ve aynı zamanda da teessürle gördüm. Çünkü manzara hakikate insana teessür verecek mahiyette idi"

Tokat milletvekili Nazım Poray’ın bu eleştirileri ve önerileri de dikkat çekicidir. Öncelikle Poray da bu konuda konuşan diğer milletvekilleri gibi Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün tamir ettirdiği camilerden söz etmiştir. Poray, “İstanbul’da bir çok camiler tamir ediliyor, kendi semtime yakın olan Üsküdar’da kemali şükranla gördüm ki çok güzel camiler tamir edilmiş ve edilmektedir..” diyerek, İstanbul’daÇinili Camii ve Şemsi Paşa Cami’nin tamir ettirildiğini, Ayzama Cami’nin de tamir ettirileceğini belirtmiştir. Poray ayrıca Üsküdar’daki Mihrimah Camisi’nin harimine yapılan kömürlüğün, Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün isteğine rağmen hala kaldırılmamasını eleştirerek bunun biran önce kaldırılmasını istemiştir. Rüstem Paşa Camii’nin altındaki bodrumun kiraya verilmesinin doğru olmadığını belirterek, o bodrumun da boşaltılmasını istemiştir.

Vakıflar Genel Müdürü Fahri Kiper bu “cami eleştirilerine” şu yanıtları vermiştir:

"Abidelerin tamirinde restorasyona uygun hareket edilmesi istendi; Bu zaten çalışmalarımızda öteden beri göz önünde bulundurduğumuz bir konudur.bunun içindir ki, biz teşkilâtımız haricinde memleketimizin yetiştirdiği yüksek uzmanlardan oluşan bir heyet meydana getirdik. Her ne yaptırırsak onlar gidiyor, inceleme yapıyorlar, yapılan şeylerin uygun olduğunu veya değiştirilecek şeyler varsa

Page 95: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

düzeltilmesi gereğini söylüyorlar, biz de tamamen buna uyuyoruz. Bu böyle olmakla beraber bilhassa saydıkları noksanlar hakkında benim de kulağıma gelen bazı konular oldu. Bunların içerisinde bu işler pek güç, her birinin ayrı ayrı uzmanlarının bulunması gereklidir. Belki hata edilmiş noktalar olabilir. Yalnız bir kaç tanesinde de yaptığımız incelemelerle söylenilen şeylerin pek de muvafık olmadığı neticelerine vardık. Meselâ Yeni Camiin raspa vaziyetinde. Bunu defalarca incelettik, raspa edilen yerler esasen taşların üzerini tekrar kazımak gibi değildir. Yapılan işte kireç ve saire bir kısmına evvelce sürülmüş, sürülen sıva bir şeyler olmuş, tabiî öbür tarafı böyle olmayınca sonradan görüldüğü zaman zannediliyor ki, üst tarafı da böyle idi.Halbuki bazı yerlere sıva sürmüşler, bazı yerlere sürmemişler. Bunlar yine görülebilir. ikincisi daha ziyade uzman heyetin arzusudur. Elbette daha iyi bir neticeye varılabilir. Abdileri koruma komisyonu hakkında tabi bir şey söylemek bendenize düşmez, onların da mesaisini takdir ederim. Esasen onların da bize karşı bazı talepleri olmuştur. Bir kısımlarını haklı olarak yaptırmışızdır, bir kısımlarını da inceletmişizdir. Merhum Halil B. bizzat gerek Azabkapı’daki cami hakkında, gerek bilhassa Kadırgadaki eserler hakkında dikkatimizi çekti. Biz bunları ayrı ayrı inceledik. Hepsinin yapılmasını arzu ederim. Bir de, camiler tamir olunurken medreselerin de tamiri ve bunların birlikte halinde bulunduğu, birisinin tamir edilirken diğerlerinin de tamirsiz kalmamasını söylediler. Bunun için Başvekâlet yüksek makamından istirhamda bulunduk. Vakıflar idaresinden, Maarif vekâletinden, İstanbul vilâyetinden ortak bir heyet teşkil edilerek İstanbul’u semt semt gezdiler. Süleymaniye Camisi’nin altındaki demirci dükkânları senelerden beri orada devam eden bir bozukluktur. Lâleli Cami’inin bir kapısında iki tane kömürcü dükkânı vardır. Sultanahmet’in yanı başında turşucu dükkânı vardır Rüstempaşa Camisi’nin altında belki de meyhane ve buna mümasil bir takım şeyler hemen hepsinde vardır. Kadırgadaki Şehit Mehmet Paşa Camisi’nde çerçeve şeklinde dükkânlar vardı ve pis pis, kirli kirli bezler asılı vaziyetler vardı. Bunları yavaş yavaş istimlâk ederek eski haline getirmeye çalışıyoruz. Fakat bunların hepsine birden yetişmeğe bu gün imkân yoktur. Zaten bu iş ufak, tefek bir iş değil, milyonlar gerektiren bir iştir. Düzgün bir programla yavaş yavaş üzerinde işlemek zarureti vardır.”

Vakıflar Genel Müdürü Fahri Kiper’in “camilerin tamiri” konusundaki bazı eleştirilere verdiği bu yanıtın satır aralarında çok önemli bazı gerçekler saklıdır. Şöyle ki: Öncelikle, Kiper, "Biz teşkilâtımız dışında memleketimizin yetiştirdiği yüksek uzmanlardan oluşan bir heyet meydana getirdik. Her ne yaptırırsak onlar gidiyor, inceleme yapıyorlar, yapılan şeylerin uygun olduğunu veya değiştirilecek şeyler varsa düzeltilmesi gereğini söylüyorlar, biz de tamamen buna uyuyoruz.” demiştir. Yani tarihi camilerin restorasyonu sırasında aslına uygun olmayan onarımların, eksik ve yanlışların sorumlusu bu uzman ekiptir. Vakıflar Genel Müdürü bile “Biz tamamen uzmanların önerilerine uyuyoruz” dediğine göre camilerin tamiri, onarımı sırasındaki hatalardan ve eksiklerden Atatürk’ü veya İsmet İnönü’yü sorumlu tutmak hiç de doğru ve gerekçi bir yaklaşım değildir.Kiper ayrıca, camilerle birlikte türbelerin de onarımının yapılması için uzman bir ekip görevlendirildiğini ve bu ekibin bütün İstanbul’u gezerek incelemelerde bulunduklarını belirtmiştir. Kiper, cami altlarındaki dükkanların da zaman içinde temizleneceğini ifade etmiştir.

Konya milletvekili Dr. Osman Şevki Uludağ, söz alarak Vakıflar Müdürü’ne hitaben; “Efendim bir sorumu cevapsız bıraktılar. Bendeniz dedim ki; bundan üç sene evvel Beyşehir’deki Eşrefoğlu Camii ile Edirne’deki Bayazıd Darüşşifası hakkında o zaman bunların geçici olarak tamirlerinden bahsetmiş ve önemle nazarı dikkate alacaklarını

Page 96: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

cevaben söylemişlerdi. Bunlar nazarı itibara alınması tarihi ne zaman gelecektir?. Bu hususta hiçbir ifadede bulunmadılar?”. diye sormuştur.

Bu soruya Vakıflar Genel Müdürü Fahri Kiper şu yanıtı vermiştir:

“Efendim Beyşehrin’deki Eşrefoğlu camii ile Edirne’deki Darüşşifadan hakikaten üç sene evvel söz edilmişti. Ben bunların o vakit nazarı dikkate alınacağını belirtmiştim ve bunlara da bakılmıştır. Bu Eşrefoğlu Camisi hakikaten çok yüksek bir eserdir. Bu gün buna başlanacak olsa elimizdeki arkadaşlarımız kendilerinden başka ayrıca bunlara bakacak uzmanlara gerek olacağını söylemişlerdir. Bu çok paraya dayanan bir iştir. Tahsisatımız 100. 000 liradır. Bütün bunlar nazarı dikkate alınmamış değildir. Hepsini yapmağa kudret ve kifayetimiz yoktur. Bir soru da Amasya’daki Bayazıd Camisi hakkında idi. Bayazıd Camisi meselesine gelince; o da maatteessüf diğerleri gibi yıkılmıştır. Bu gün onun tamiri için 200. 000 liraya ihtiyaç vardır. Amasya’daki güzel eserlerden çoğu kalmamıştır ve halkın arzusu bunun yapılmasıdır. Başvekilime verdiğim raporda bu da vardır. Zamanın uygunluğu nispetinde gelir temini ile yapılma noktası vardır.Vaziyet budur."(TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 7, C.11, Birleşim 60, 6. Dönem, 31.5.1940, s.482 vd.)

Vakıflar Genel Müdürü bütün açık yürekliliğiyle Beyşehirde’ki Eşrefoğlu Camii, Edirne’deki darüşşifa, Amasya’daki Beyazid Camisi gibi çok sayıda caminin ve tarihi eserin yeterli ödenek olmaması yüzünden maalesef zamanında tamir edilemediğini ancak gelir temin edilir edilmez bunların da onarılacağını ifade etmiştir.

Cami, tamiri ve onarımı konusundaki eleştirilere İzmir milletvekili Başbakan Şükrü Saraçoğlu, 31 Mayıs 1944’te, 7. Dönem, 65. Birleşimde şöyle yanıt vermiştir:

"Arkadaşlar ortada büyük bir hakikat vardır. O da memleketimizin bir abideler memleketi olmasıdır. Tarihin tanıdığı günden beri milletin üstünde, oturduğu yerlerde yaptığı eserler o kadar çok, o kadar büyük ve abideler o kadar zengindir ki, bunların ince bir hesaptan geçirilmeksizin hepsini ayakta tutmak istemek, korkarım ki, en büyük abide olan hayatta olanları fazla rencide eder. Bunları iyi bir yöntemle tasnif ve tespit ederek - ki Vakıflar Genel Müdürlüğü de bunun üzerindedir - bunların başta gelenlerini, kaça mal olursa olsun, ihya etmek veya ayakta tutmak için elden gelen gayretin azamisi yapılır, bunda ben de tamamen sizinle beraberim.Yine doğru olan bir hakikat vardır ki, o da bu, işe şimdiye kadar kâfi ehemmiyet vermemiş olmamızdır. Şimdiye kadar fakir bir bütçe ile, fakir bir teşekkülü bu işi başarmağa memur etmiş bulunuyoruz. Bu nispeten çok az para ile çalışan idare, elinden geleni yapmış ve kurulduğu günden beri büyük abide sayılan müesseselerden yüze yakınını ya ihya etmiş veya ayakta duracak hale getirmiştir. Eğer bu teknik itibariyle, para itibariyle biraz daha takviye edilecek olursa bunun verimi, biraz önce arz ettiğim sahaya intikal etmiş olacaktır. Arkadaşlarımla beraberim, verdikleri izahatı dinledim, Vakıflar Müdürü ile de konuştum, ümit ediyorum ki, gelecek sene daha az kusurlu olarak huzurunuza çıkmış bulunacağız (Alkışlar)." (TBMM Zabıt Ceridesi, Sıra 8, C.10, Birleşim 65, 7. Dönem, 31.5.1944, s.434,435 vd.)

Başbakan Saraçoğlu’nun sözlerini özetlersek:

Ülkemiz, abideler ülkesidir.

Page 97: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Ülkemizde o kadar çok abide vardır ki, hesapsız bir şekilde bunların tamamını ayakta tutmak imkansızdır. Bu nedenle bunları iyi bir yöntemle belirlemek gerekir.

Bu işe şimdiye kadar gerekli önemi veremedik.

Bunun temel nedeni bütçemizin fakirliğidir.

Buna rağmen çok az bir para ile de olsa hükümet elinden geleni yapmış ve büyük abidelerden 100’e yakınını onarmıştır.

Eğer biraz daha paramız olursa daha çok abide tamir edilip, onarılacaktır.

Görüldüğü gibi tek parti CHP, 1930’lu ve 1940’lı yıllarda çok sayıda tarihi camiyi, mümkün olduğunca, aslına uygun olarak tamir ettirmiştir. Vakıflar Genel Müdürlüğü, uzmanlardan kurulu heyetler oluşturarak, cami restorasyonlarını o heyetlere denetletmiştir. İstanbul dışında Amasya gibi Anadolu kentlerinde de çok sayıda tarihi cami onarılmış, tamir edilmiş ve yıkılmaktan kurtarılmıştır. Bu onarımlar, zaman zaman aslına uygun olarak yapılmasa da, bazı tarihi camiler ödenek yetersizliği nedeniyle onarılamasa ve yıkılsa da, bu konuda CHP’li milletvekillerin, ilgili müdürlüğün ve başbakanların “art niyetli” olduklarını söylemek olanaksızdır.

O dönemin ulaşım ve haberleşme koşulları da dikkate alındığında, Türkiye’nin her hangi bir yerindeki her hangi bir caminin onarılması, tamir edilmesi veya camilerin başka amaçlarla kullanılması, yıkılması  gibi ayrıntılardan hükümetin başındakilerin (Atatürk’ün ve İnönü’nün) bazen çok geç haberleri olmuştur. Nitekim -yukarıda belgesini sunmuştum- İsmet İnönü birkaç kere yayınladığı genelgelerle, Anadolu’nun değişik yerlerindeki yerel yöneticilerden, tarihi camilerin başka amaçlarla kullanıldığının veya yıkıldığının haber alındığını, bu gibi durumlara biran önce son verilmesini istemiştir. Buna rağmen o dönemde yıkılan ve amaç dışı kullanılan camilerin baş sorumlusu olarak doğrudan Atatürk ve İnönü’nü görülmeye başlanmıştır. Bu son derece yanlış bir yaklaşımdır.

Tek parti CHP’nin camileri tamir ettirdiğini, onarttırdığını, bu konu için özel bütçeler ayırdığını Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’ndeki belgeler de kanıtlamaktadır.

İŞTE CUMHURİYET ARŞİVİ: Tek Parti Döneminde Tamir Edilen ve Yaptırılan Camiler

Normal 0 21 false false false MicrosoftInternetExplorer4

Genç  Cumhuriyet, asla “cami düşmanlığı”, yapmamıştır. Tam tersine Atatürk döneminde Cumhuriyet hükümetleri, gerektiğinde cami inşa ettirmiş, camilerin bakım ve tamirini yaptırmış, hatta kullanılmayan bazı kiliseleri camiye dönüştürmüştür.

İşte Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi'ndeki belgelerle Atatürk ve İnönü dönemlerinde tek parti CHP'nin yaptırdığı, onarttığı camilerden bazıları:

1922 yılında Bakanlar Kurulu’nun ilk toplantısında konuşan Atatürk, Yunan çekilişi sırasında birkaç bin caminin yakılıp yıkıldığını belirtmiş ve “Bu camileri yenilemek görevimizdir. Bu hizmeti nutuk atmadan, gösterişe kaçmadan, siyasete alet etmeden

Page 98: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

yerine getirelim.” demiştir.[8] Nitekim, 26 Aralık 1922 tarihli bir belgeye göre, "Düşmandan kurtarılan yörelerdeki cami, hayrat ve vakıflarda meydana gelen zararın tesbiti için kurulan komisyonun hazırladığı raporun ilgililere sunulduğu" belirtilmiştir. (BCA, Sayı: 6061, Dosya: 13712, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 140.4..12.)

Atatürk 1 Mart 1923'te yaptığı Meclis konuşmasında, "Efendiler!Geçen yıl içinde Vakıf Bakanlığı, dini yapılar ve hayır kurumlarının onarım ve inşaatında oldukça önemli bir çalışma yapmıştır. Yapılan onarım içinde ülkemizin çeşitli yerlerinde olmak üzere 126 cami ve mescit ile 31 medrese ve okul, 22 su yolu ve çeşme, 175 gelir getiren yer ile 26 hamam bulunmaktadır" diyerek, 126 cami ve mescitin onarılıp inşa edildiğini belirtmiştir. ("Atatürk’ün Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin I.Dönem, 4. Yasama Yılını Açış Konuşmaları”, Millet Meclisi Tutanak Dergisi D. 1, C. 28, 1 Mart 1923, s. 2 )

Bu doğrultuda onarım ve inşa kararı çıkan camilerden bazıları şunlardır:

- 26 Mart 1923'te Hamidiye Camii'nin tamir ve tefrişatının umum evkaf malından yaptırılması" istenmiştir. (BCA, Sayı: 14005, Fon Kodu: 51..0.0.0, Yer No: 2.12..6..)

-12 Şubat 1924 tarihli bir belgeye göre, "Turgutlu'da tamiratı devam eden Pazar Camii için 1500 Türk Lirası gönderildiği" belirtilmiştir. (BCA, Sayı: 14005, Fon Kodu: 51..0.0.0, Yer No: 13.109..4.)

- 25 Temmuz 1925 tarihli bir belgede "Bitlis Camiinin tefrişi için 3000 liranın gönderildiği" belirtilmiştir. (BCA, Sayı:14005, Dosya: 22911, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 192.313..11.)

- 7 Aralık 1925'te Niğde’nin Fertek Köyü’ndeki bir kilisenin camiye çevrilmesine karar verilmiştir.

- 28 Eylül 1930 tarihli bir belgeye göre, "Fırtınadan hasara uğrayan camilerin tamiri için Edirne Vakıflar Müdürlüğü'ne 11 000 lira tahsisat gönderildiği" belirtilmiştir. (BCA, Sayı:790, Dosya: 22939, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 192.314..20.)

-9 Aralık 1931 tarihli bir kararla, "İstanbul Eyüp Camii kurşun ve sıva tamiratının emaneten yaptırılması" istenmiştir. (BCA, Sayı: 11987, Dosya: 229-59, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 24.77..9..)

- 1 Mayıs 1932 tarihli bir kararla, "İstanbul Edirnekapı'daki Neslişah Camii'nin emanet usulüyle tamir ettirilmesi" istenmiştir. (BCA, Sayı: 12791, Dosya: 229-63, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 28.36..8.)

- 17 Eylül 1933 tarihli bir kararla, "Babaeski'deki Cedit Ali Paşa Camii ile Manisa'daki Muradiye Camiinin tamiri" istenmiştir. (BCA, Sayı: 14960, Dosya: 229-68, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 39.64..19.)

- 18 Mart 1933'de "Edirne’deki üç şerefeli camiinin sıva tamirinin yapılması" istenmiştir.[9]

Page 99: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

- 26 Mayıs 1937 tarihinde "Ankara'daki tarihi eser niteliğindeki camilerin tespit edilerek tamirlerine başlanıldığı" belirtilmiştir. (BCA, Sayı:73362, Dosya: 25919, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 213.447..3.)

- 27 Ekim 1937 tarihli bir kararla, "Kiğı'da tamiri mümkün olmayan Bültenbey Camii'nin yerine Vakıflar Genel Müdürlüğü'nce yeni bir cami yaptırılacağı" belirtilmiştir. (BCA, Sayı: 5016, Dosya: 22966, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 192.316..10.)

- 13 Ağustos 1937 tarihinde tamir ettirilen camilerin tekniğe uygun yapılıp yapılmadığının tespiti için kurulan komisyon ve bu komisyonun vermiş olduğu rapordan" söz edilmiştir. (BCA, Sayı:73362, Dosya: 25922, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 213.447..6.)

- 14 Temmuz 1938 tarihli bir kararla "Üsküdar'daki Şemsi Paşa Camii tamiratının emaneten yaptırılması" istenmiştir. (BCA, Sayı: 92582, Dosya: 229-113, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 84.65..17.)

- 14 Temmuz 1938 tarihli bir kararla "Havsa'daki Sokullu Mehmetpaşa Camii tamiratının emaneten yaptırılması" istenmiştir. (BCA, Sayı: 92492, Dosya: 229-156, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 84.65..8.)

- 14 Temmuz 1938 tarihli bir kararla "Kadırga'daki Sokullu Camii'nin tamiratının emaneten yaptırılması" istenmiştir.(BCA, Sayı: 92352, Dosya: 229-155, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 84.64..14.)

- 16 Mayıs 1938 tarihli bir kararla "İstanbul'daki Haseki, Mahmutpaşa ve Mihrimah camileriyle etrafındaki binaların ne şekilde tamir edileceklerine dair üç adet rapor hazırlanması" istenmiştir. (BCA, Sayı:73362,Dosya: 25922,Fon Kodu: 30..10.0.0,Yer No: 213.447..6.)

- 6 Mart 1939 tarihli bir kararla, "Malatya'daki Hacı Ömer Camii tadilat ve inşaatı için gelecek yıla geçici taahhüde girişilmesine izin verilmesi" istenmiştir. (BCA, Sayı: 105102, Dosya: 229-158, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 86.19..4.)

- 25 Mart 1939 tarihli bir kararla "Konya'daki İplikçi Camii restorasyon işi için gelecek yıla geçici taahhüde girişilmesi" istenmiştir. (BCA, Sayı: 106382, Dosya: 229-159, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 86.25..12.)

- 30 Mart 1939 tarihli bir kararla, "Kars'ın Sarıkamış İlçesi'nde yaptırılacak cami inşaatı için gelecek yıla geçici taahhüde girişilmesi" istenmiştir. (BCA, Sayı: 106692, Dosya: 229-160, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 86.27..3.)

- 9 Mart 1940 tarihli bir kararla,"İstanbul'daki Şemsipaşa ve Azatkapı Camilerinin onarımının devamı için 5000'er lira daha sarfına" izin verilmiştir. (BCA, Sayı: 130012, Dosya, Fon Kodu: 30..18.1.2, Yer No: 90.22..3.)

- 21 Ağustos 1944 tarihli bir kararla "Milli Saraylardan Divriği'deki Ulu Camiye korunması için konulan kıymetli eşya Caminin kubbeleri aktığı için

Page 100: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

korunamayacağından süratle Caminin tamiratının yapılması" istenmiştir. (BCA, Sayı:6061, Dosya: 25945, Fon Kodu: 30..10.0.0, Yer No: 213.448..18.)

Atatürk'ün Yaptırdığı Camiler

Atatürk'ü, "din düşmanı" diye adlandıran "utanmazların", "Atatürk'ün camileri kapattırdığı" yalanını yerle bir eden çok önemli bazı belgeler var elimizde... Bu belgeler, Atatürk'ün bırakın camileri kapattırdığını, tam tersine cami yaptırdığını kanıtlamaktadır.

Atatürk, Erzurum Kongresi`nden ölümüne kadar hep yanında ve hizmetinde olan Mihallıççıklı Emir Çavuşu Ali Metin aracılığıyla 5 bin lira gönderip, Yunanlılar`ın işgal sırasında yakıp yıktıkları  ve imkanları olmadığı için Mihallıççıklıların yaptıramadığı  kasabanın tek camisini yeniden yaptırmıştır.

Atatürk`ün tüm masraflarını bizzat karşılayarak yaptırdığı bu cami, bugün Mihallıççık`tadır ve `Aşağı Camii` veya "Mihalıççık Atatürk Camii" diye adlandırılmaktadır.

Ali Çavuş (Metin), Atatürk’ün en yakınlarındandır. Ailesi aslen Malatyalı’dır. 1877-78 yıllarındaki Osmanlı-Rus savaşı sırasında, aile Eskişehir’e göçmüş, eski ismiyle Mihalıççık “Çukurviran” köyüne yerleşmiştir. Bilahere babası  Hacı İsmail, aileyi Mihalıççık’a getirmiştir. Babasından dolayı da “Hacıların Ali” diye anılmıştır.

Ali Metin Çavuş, Birinci Dünya Savaşı’nın en hızlı olduğu dönemde 1915 yılında, daha 18 yaşındayken askere alınmıştır. O zamana göre iyi bir eğitimi vardır. Bunun için de Sivas’ta askerken “Küçük Zabit Mektebi”ne alınmış. Burada Enver Paşa’nın dikkatini çekmiş, onun karargahında hizmet vermiştir. Savaştan yenilgiyle çıkmamız üzerine tekrar Anadolu’ya dönmüş, Kazım Karabekir Paşa’nın başında bulunduğu 15. Kolordu’da askerliğine devam etmiştir.Orada da kendisini göstermiş. Atatürk’ün Erzurum’a gelmesi üzerine Karabekir Paşa, Ali Metin’i, 3 Temmuz 1919 günü Atatürk’ün hizmetine “Emir çavuşu” olarak vermiş, Atatürk’ü ölümüne kadar, özellikle Kurtuluş  Savaşı süresince yakınlığı devam etmiştir. Atatürk’ün yemeklerini Ali Çavuş yapmıştır.

Halk dilinde “Aşağı Cami”, asıl ismiyle “Cami-i Kebir” 1302(1886) yılında Sivrihisarlı Hacı Süleyman tarafından yaptırılmıştır. O tarihlerde Mihalıççık, Sivrihisar’a bağlı bir kasabadır. Mihalıççık da Yunan işgaline uğramıştır.Cami, Yunanlılar tarafından tahrip edilmiştir. Uzun süre tamir edilememiştir. Ta ki, Atatürk yeniden yapımı için 5 bin lira gönderinceye kadar.

Özetle, Ali Metin’in vesile olmasıyla Atatürk, 5000 lira vererek Mihalıccık Camii'nin yeniden yapılmasını sağlamıştır.[16]

- Atatürk’ün çizdiği, “İdeal Cumhuriyet Köyü’nün” tam merkezinde bir de camiye yer verilmiştir. Atatürk, çizdiği projede 22 numarayla gösterdiği camiyi, köy hamamı ve etüv makinesinin hemen yanına yerleştirmiştir.(10 )

- Atatürk, çıkan büyük bir kasırgada hasar gören Edirne Selimiye Camii’nin onarılması için ödenek göndermiştir.[11]

Page 101: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

 - Atatürk, sadece Türkiye’deki değil yurt dışındaki camilerle de ilgilenmiştir. 1919’da başlanıp 1926’da tamamlanan Paris Camii’ne yardım yapanlar arasında Atatürk de vardır. Paris Camii’nde büyük emekleri olan Bencheikh El Hocine Abbas “Mustafa Kemal Atatürk’ün de Paris Camii’nde izleri bulunduğunu” ifade etmiştir. Şeyh Hamza Ebubekir’in, Bencheikh El Hocine Abbas’a anlattıklarına göre: Mustafa Kemal Atatürk, Abdülhamid’in ölümünden sonra 1938 yılına kadar her yıl Paris Camii’ne “bizim de çorbada tuzumuz bulunsun” diyerek, bir miktar para göndermiştir.[13] Caminin şeref defterine göre de II. Abdülhamit ve Atatürk’ün caminin yapımına katkıları olmuştur.[14] Batı’da Paris Camii’ne yardım eden Atatürk, Doğu’da ise Tokyo Camii’nin yapımına katkıda bulunmuştur. 1931 yılında Türkiye’ye gelip Atatürk’ü ziyaret eden Japon Elçisi Torijori Yamada, Atatürk ile yaptığı görüşmede Türklerin Tokyo camiinin yapımına katkıda bulunmasını istemiştir. Yamada’nın bu isteğini geri çevirmeyen Atatürk, iddiaya göre Tokyo Camii’nin yapımına da katkıda bulunmuştur.[15] Bu nedenle olsa gerek ki, Tokyo Caimii'nin 1938'deki açılış töreni sırasında camiye Japon bayrağı ile birlikte bir de Türk bayrağı asılmıştır. (15a)

Atatürk Edirne Selimiye Camii’nde

7 Şubat 1923 Çarşamba günü Balıkesir Paşa Camii’nde öğle namazı kılan ve bir hutbe veren Atatürk, özellikle Kurtuluş  Savaşı yıllarında öğle ve Cuma namazlarını, Anadolu’nun değişik şehirlerindeki (Havza, Amasya, Ankara, Balıkesir gibi) değişik camilerde kılmıştır. Atatürk, cumhuriyetin ilanından sonra da yurt gezilerinde özellikle tarihi camileri ziyaret etmeye büyük özen göstermiştir.  Örneğin Atatürk, Edirne ziyaretinde Edirne Selimiye Camii’ne gitmiştir.

Atatürk Edirne'de Selimiye Camii ve Külliyesini gezerken. (25 Aralık 1930)*

Caminin giriş kapısının üstündeki kitabeyi inceleyen Atatürk, orada yazılı olan AYETİ okumuş ve caminin imamı Fereli Ahmet Efendi’ye bu ayetin anlamını sormuştur. Daha sonra da camiye girerek incelemelerde bulunmuş ve bazı  açıklamalar yapmıştır:  Atatürk, caminin içinde minberle avize arasında durmuş ve, “Beyler, hiçbir dine bağlı olmayan kalp istirahattan mahrumdur” diye söze başladıktan sonra şunları söylemiştir:  “Bakınız, ecdadımız İstanbul’un fethinden tam 125 sene sonra bu şaheser camiyi İstanbul’da değil de Edirne’de yapmış, böylece Edirne’ye mührünü basmış, tapulamıştır. Dahi Mimar Sinan sanat ve din aşkıyla bu eseri bina etmiştir.” Daha sonra avizenin üzerinde yarım kubbede yer alan Arapça yazıyı okuyan Atatürk, Müftü’ye dönerek “Hocam, bu ayet Tövbe Suresi’nin 18. Ayeti değil mi?” diye sormuş, Müftü, “Evet Paşa Hazretleri” cevabını vermiştir. Atatürk, tekrar Müftü’ye dönerek, “Bana bu ayetin manasını söyleyebilir misiniz?” diye sormuştur. Müftü de, “Bildiğim kadarıyla bu ayette ‘Allah’ın, mescitlerini, camilerini yapan ve imar edenler Allah’a ve ahiret gününe iman edip, namazlarını kılan, zekatlarını veren ve ancak Allah’tan korkanlardır. Onlar doğru yoldadır’ demektedir.” demiştir.[17]

Atatürk’ün Cami Araştırmaları

Page 102: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Atatürk, ayrıca belki de Türk siyasetçileri arasında ilk ve tek “cami araştırması” yapan liderdir. İslam tarihinde ilk camilerin nasıl ortaya çıktığını merak eden Atatürk, Leon Caetani’nin “İslam Tarihi” adlı eserinin 3. cildinde “Caminin Kökeni”, “Medine’de Caminin Kurulması” başlıkları altındaki satırlarla ilgilenmiş, önemli bulduğu satırların altınız çizmiş ve sayfa kenarlarına bazı notlar almıştır.[18]

Keşke İnönü Gibi Dindar Olabilseniz!

Atatürk’ün, İsmet İnönü’nün veya tek partinin “Cami düşmanı” olduğu kocaman bir cumhuriyet tarihi yalanıdır. Evet, daha öncede anlattığımız gibi İnönü döneminde bazı camiler kapatılmış , bazı camiler başka amaçlarla kullanılmıştır. Ancak bu durumun nedeni İnönü’nün “din düşmanlığı” değil, Türkiye’nin o dönemdeki iç ve dış koşullarıdır. Kurtuluş  Savaşı yıllarında askeri nedenlerle, silah ve cephaneyi saklamak için bazı camiler kapatılarak depo olarak kullanılmış, Cumhuriyet döneminde nüfus oranına göre ihtiyaç fazlası olan camiler tespit edilerek başka amaçlarla kullanılmak için tasnif edilmiş, II. Dünya Savaşı yıllarında ise Topkapı Sarayı’ndaki Kutsal Emanetler Niğde’deki bazı camilere taşınmış, dolayısıyla bu camiler ibadete kapatılmış, kapsına kilit vurulmuştur. Çok daha önemlisi Tek parti CHP, Atatürk ve İsmet İnönü, Kurtuluş  Savaşı sırasında Yunan’ın kaçarken ateşe verdiği çok sayıda camiyi ya yeniden yaptırmış ya da tamir ettirerek yeniden ibadete açtırmıştır.   Değişik kaygılarla “cami kapatan”, “din düşmanı” diye belletilen İsmet İnönü, mitinglerinde, “din istismarı olur” diye “Allah” sözünü ağzına almaktan çekinen, yatak odasındaki “ALLAH'IN DEDİĞİ OLUR” levhasının fotoğrafının bir gazetede yayınlanmasına çok kızan, buna karşın geceleri gizlice namaz kılan, gerçek ve samimi bir Müslüman’dır.  İsmet İnönü'nün torunu Gülsün Bilgehan'ın yazdığı "Mevhibe" adlı kitapta, İnönü'nün bazı notları da yayınlanmıştır. O notlar içinde İsmet İnönü'nü, zaman zaman namaz kıldığından söz etmiştir.  İşte o notlardan bazı bölümler:  "Saat altı, sabah namazı vaktinden evvel Mevhibe beni uyandırdı...Kalkıp kırmızı odaya geçtik. Sabah namazını kıldım"  Mevhibe Hanım'ın notların da İsmet İnönü'nün "son derece dindar" bir insan olduğunu kanıtlamaktadır.  İşte o notlardan bir bölüm:  "22 Nisan 1922'de Konya'ya giderken, saat 15:00'da Malatya'dan ahreket ettik... Hamdi Bey'in evinde misafir ettiler... Ramazanın ilk günü oruçlu olduğumuzdan fena halde acıkmıştık. Ertesi gün 12'de yola çıkıp Kangal'a vardık... oraya yerleştik. Yemekten sonra namazlarımızı kıldık"  "3. Mayıs 1922'de bizi otelden aldılar. Dört arabayla Abdülvehap Gazi'yi ziyerete gittik. Kurban götürerek orada kestik. Etini türbedara bıraktık"  

Page 103: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

İnönü'nün kızı Özden Toker de 2000 yılında Vatan gazetesine verdiği bir demeçte babası İnönü'nün ve İnönü ailesinin "dindarlığını" şöyle anlatmıştır:  "Annem (İnönü'ün eşi) kuran okurken başını örterdi.Evimizde ramazanlarda huzur dolu bir hava yaşanırdı. Ev halkı, başta Cevriye ve Mevhibe olmak üzre İslam dinine tümden saygılı ve bağlı kişilerdi. İsmet Paşa ve Mevhibe Hanım'ın yatak odalarındaki duvarda kocaman harflerle 'ALLAH'IN DEDİĞİ OLUR' yazılı bir levha asılıdır. Bu yazı hiçbir zaman yerinden kaldırılmamıştır. Mevhibe, resmi ve sosyal görevlerinin yanında dinin vecibelerini de mükemmel olarak yerine getirirdi. Alice sahura kalkılır, iftarlar neşe ile yapılırdı."[19]  Bu İnönü mü "din düşmanı", "cami düşmanı"!  Atatürk’ün ölünceye kadar yanından ayrılmamış Fevzi Paşa da beş vakit namazını kılan, dinini gösterişten uzak biçimde yaşayan gerçek ve samimi başka bir Müslüman’dır… Dahası, Atatürk’ün en yakın dostlarından biri Ankara Müftüsü Rıfat Börekçi’dir.  Atatürk’e ve cumhuriyeti kuran kuşağa, “din düşmanı” demek her şeyden önce “günahtır”.

Bugün Camiler Açıksa ve Ezan Sesleri Hala Yankılanıyorsa…

Her şeyden önemlisi, “Cami düşmanı” olmakla suçlanan Atatürk ve İsmet İnönü gibi silah arkadaşları olmasaydı, bu vatanseverlerin “kelle koltukta” verdikleri o “kutsal mücadele”  olmasaydı, 15 Mayıs 1919’da İzmir’e çıkan çoluk çocuk demeden korkunç bir katliama başlayan Yunanlılar, camileri yakıp yıkacak, ezanları susturacak ve işte o zaman camiler; ahır, tuvalet, eğlence merkezi yapılacak, hatta Ayasofya’ya çan takılacaktı. Nitekim İzmir’in işgal edildiği günlerde, Yunanlılar camilere saldırmış, camileri yakıp, minareleri yıkmış, Yunanlılardan cesaret alan Rumlar da camilerdeki halı ve kilimleri çalmışlardır. Örneğin, o günlerdeki bir gazete haberine göre, “Şehrin camilerinin de Rumlar tarafından basıldığı ve birçok kıymetli halı ve kilimin kaçırıldığı da tespit edilmiştir. Bu arada Hisar ve Bölükbaşı camilerinde bir tek halı ve kilimin kalmadığı görülmüştür.”

Fotoğraf altı: Yunanlılar tarafından yakılan Orhangazi kasabası cami-i şerifi. (Orhangazi kasabası tahminen 1000 haneli olup yunanlılar tarafından bilcümle emakini diniyye ve resmiyesiyle kamilen ihrak ve ahalinin kısmi azami katil ve imha ve eşya ve nakitleri gasb ve yağmalanmıştır.)**

Yunanlılar tarafından yakılan Nasrettin Paşa Camii***

Bugün bu ülkenin camileri açıksa ve bugün bu ülkenin semalarından hala ezan sesleri yükseliyorsa bunu “cami düşmanı” ilan ederek saldırdığınız o Atatürk’e, o İsmet İnönü’ye, o cumhuriyeti kuran iradeye borçlusunuz beyler.

Atatürk Adlı Camiler

Bugün Türkiye'deki 83.000 camiden sadece 6'sının adı “Atatürk Camisi”dir. Benim tespit edebildiklerim şunlardır: 

Page 104: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

 1- Bitlis, ATATÜRK CAMİ-İ ŞERİFİ,  2- Mardin-Kızıltepe ATATÜRK Camii,  3- Eskişehir-Mihallıçcık ATATÜRK Camii,  4- İstanbul-Kartal Soğanlık ATATÜRK Camii,  5- İzmir-Karşıyaka MUSTAFA KEMAL PAŞA Camii,  6- İstanbul-Büyükçekmece Beykent ATATÜRK Camii…  Bırakın Atatürk adını taşıyan camileri, bugün Türkiye'de "Atatürk rozetine" bile tahammül edemeyen sözde “imamlar” vardır: Örneğin, 27 Kasım 2010 tarihli Hürriyet'in haberine göre: "Trabzon'un Beşikdüzü İlçesi Merkez Camii İmamı Sezai Yaşar, yakasında Atatürk rozeti ile gelen 80 yaşındaki Ömer Atalar'a, “Bunu takıp camiye gelmeyin, günah işliyorsunuz” demiştir.[20]

Menderes’in Yıktırdığı Camiler ve Mescitler

AKP'nin "cami söyleminin" Mehmet Şevket Eygi'den etkilendiği açık. Ancak başta Başbakan olmak üzere AKP'li yetkililer, Mehmet Şevket Eygi'nin yazıp söylediklerini bile işlerine geldiği şekilde kullanmışlardır. Şöye ki, Eygi "Cami Kıyımı" adlı kitabında, "Cami kıyımı 1950-60 arasında da devam ederek yol açma bahanesiyle nice tarihi caminin temellerine kadar yıkılmasına sebep oldu" diyerek 1950-1960 arasında DP ve Menderes döneminde yıkılan ve satılan camilerden de söz etmiştir. Ancak başta Başbakan olmak üzere AKP'li yetkililer "cami söylemlerinde" hiç bir zaman bu durumdan söz etme gereği duymamışlardır.

Bu nedenle ben de DP lideri Menderes’in sattırdığı ve yıktırdığı  camilerden söz edeyim. Kim bilir belki Sayın Başbakanımız gelecek grup toplantısında da DP’nin ve Menderes’in yıktırdığı  camilerden söz eder!

Araştırmalarım sonunda Menderes zamanında sadece İstanbul'da 54 tane caminin yol açma ve değişik imar faaliyetleri sebebiyle yıkıldığını öğrendim. DP döneminde İstanbul Tophane, Karaköy, Fatih, Eminönü, Beşiktaş'da tam anlamıyla bir tarihi cami katliamı yaşanmış.

DP ve Menderes döneminde İstanbul'daki tarihi cami ve mescit katliamı  İstanbul'un imarı için getirilen Fransız Mimar Henry Prost eliyle gerçekleştirilmiştir. Zeki Bağlan Hoca, 2010 yılındaki bir konferansında bu gerçeği şöyle ifade etmiştir:   "İlk darbeyi Saraçhane-Unkapanı arasında vurur. Çandarlı ibrahim Paşa Hamamı, Altuncuzade Tekkesi ve Süleyman Halife Mektebi bir yana Hoca Teberrük Mescidi sanat değeri çok yüksek bir binadır. Revani Mescidi hiç gereği yokken yıkılır. Divan Edebiyatının ünlü isimlerinden Revani Çelebi'nin mezar taşı dahi kırılır. Bir Bayezid devri eseri olan Firuzağa Mescidi yola tesadüf etmez. Buna rağmen bileti kesilir, ortadan kaldırılır.  

Page 105: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Hoca Sinan tarafından yaptırılan Azepler Mescidi Fatihli yıllardan kalmadır ama hamamı ile birlikte yola katılır. Kanuni devri hatırası Tüfenkhane Mescidi üç kuruşa satılır. Saraçhane Mescidinin üzerinde ise şu an resmi daireler vardır.  Prost, bu kadarla yetinmez. İkinci yıkım Furyası ile (1955-57) yol kenarında kalan mescidleri de ayıklar. Zeytinciler Mescidiyok edilir.. Voynuk Şücaeddin Camii'nin yıkım emrini kimin verdiği hiç anlaşılamaz. Hazire bile darma duman edilir, istanbul'un ilk Belediye Başkanı Hızır Bey'in mezarı ortada kalır. Arsalar tekrar camileştirilemesin diye hızla betonlaştırılır ki bu alanda iMÇ blokları yayılır.... Sadece 56-57 yılları arasında 54 camiyi yıktırır. Bunun yanında hamamların, tekkelerin, sebillerin, çeşmelerin hesabı yapılmaz..."(20a)

Prof. İlber Ortaylı, Milliyet gazetesinde "Cami Olmaktan Çıkan Camiler" başlıklı yazısında Menderes'in İstanbul'da Mimar Sinan'ın mescitlerini, camilerini buldozerle yıktırdığını, ancak hiçbir Müslümanın nedense bu gerçekten söz etmediğini şöyle ifade etmiştir: "70 ila 50 sene evvelinin camiyi ambar yapma, kışla yapma olaylarını tekrarlamak ne tarihi açıklamaya yeter ne de politika yapmaya, üstelik yeterince delil de ileri sürülmüyor. Falan mahallelerdeki camilerin depo yapıldığı söyleniyor ama Menderes’in imar çalışmaları sırasında rölöveleri ve albümleri bile çıkarılmadan tarihe gömülen Mimar Sinan mescitlerinden, Beyazıt’ta yıkılan Kemankeş Kara Mustafa Paşa Camii ve medresesinden, Topkapı’daki Kara Ahmet Paşa’nın Mimar Sinan eseri zarif sebilinden (ki bence istisnai bir Rönesans tipi fontanaydı, inşaat makinelerini dayayıp yıkılışını gözümle gördüm) bahseden Müslüman yok. Bu memleketin tahribi şu veya bu grubun işi değildir. Toptan yaptığımız bir kepazeliktir."(20b)

İstanbul'un tarihini en iyi bilen Türkiye’nin sayılı sanat tarihçilerinden Prof. Dr. Semavi Eyice, Milliyet gazetesinde Neşe Mesutoğlu'na verdiği röportajda, Menderes’in bazı camileri yıktırdığını ileri sürmüştür.  1950’lerde Yeni Sabah gazetesinde yazar olan Semavi Eyice, Adnan Menderes'in Sekban Paşa Mescidi, Mimar Ayaz Camii, Velide Camii'nin türbesi gibi dini eserleri yol yapmak için yıktırdığını anlatmıştır.  Eyice, kendisinin bu cami, mescit ve türbelerin yıkılmasına gazetesinde itiraz ettiğini ancak uyarıldığını da belirtmiştir. Eyice, Türk tarihi için önemli olan Zeyrek evlerinin de bu dönemde yıkıldığını söylemiştir.[21]  Prof. Semavi Eyice, “Sanat Alemi” dergisinden Ülkü Ö Akagündüz’e verdiği röportajda da bu gerçeğin altını çizmiştir:  İşte Semavi Eyice’in o röportajından bazı bölümler:  “Menderes döneminde nice ibadethaneler şuursuzca yıkıldı. (Menderes'in) adına görkemli bir türbe yapıldı; ama günahı da çoktu hani.” diyen Eyice, İstanbul’da geniş caddelere, meydanlara ve yeşil sahalara karışıp giden elliden fazla caminin bazısı, projeleri hiç tehdit etmediği hâlde biraz da keyfî uygulamalarla ortadan kaldırılmış. Semavi Hoca, Menderes’in açtırdığı Atatürk Bulvarı’na kurban giden iki camiden şöyle söz ediyor:  

Page 106: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

"Bozdoğan kemerinden Aksaray’a inerken sağda iki küçük cami vardı. Baba Hasan Alemi ve Oruç Gazi Camileri. Baba Hasan Alemi’yi daha o zaman vakıflar kiraya vermişti. Hatta bir öğretmen oturuyordu içinde. Cadde üstünde olmamasına rağmen yıktılar onu. Oruç Gazi mamurdu, kullanılıyordu. Hiç lüzumu yokken yıkıldı o da. Bulvar açıldığında, dört tarafında servi ağaçlarıyla çok şirin bir durumu vardı, caddeden dışarıda ve biraz çukurdaydı zaten. Kimin aklına estiyse, lüzumsuz burada dediler, yıktılar.”  “Adana’da kentin göbeğinde, camisi, medresesi, kütüphanesiyle görkemli bir külliye düşünün. 1650’lerde Cafer Paşa yaptırmış, 1950’de cadde genişleyecek bahanesiyle yıkılmış. Ne var ki arsa hala boş, külliye yıkıldığı ile kalmış, şehrin anıtsal yapısının yerinde şimdi çömlekçi var".[22]

İşte İstanbul'da DP döneminde Menderes'in yıktırdığı ve tahrip ettirdiği tarihi camilerden bazıları:

-1465 tarihinde inşa edilmiş  olan tarihi Murat Paşa Camii Vatan caddesi yapılırken 1957'de yıkılmıştır.

-Pertevniyal Lisesi yakınlarında bulunan tarihi Oruç Gazi Camii, 1956 yılında yol yapım çalışmaları sırasında yıktırılmıştır.  -Yeni Kapı yakınlarında Fatih döneminden kalma 1479 tarihli Çakır Ağa Camii yine yol yapım çalışmaları nedeniyle 1958'de yıkılmıştır.  -Aksaray'da Vatan cadesinin başlangıcında yer alan Fatih döneminden kalma Camcılar Camii ve çeşmeleri, 1957 yılında yol yapım çalışmaları nedeniyle yıkılmıştır.  -Aksaray'da,1555 yapımı tarihi Kazasker Abdurrahman Camii 1957'de yol yapım çalışmaları nedeniyle yıkılmıştır.

-Karaköy Kabataş arasında -bugünkü Mimar Sinan Üniveristesi'nin tam karşısındaki- Salıpazarı Süheyl Bey Camii 1957'de yol yapım çalışmaları sırasında yıkılmıştır.

-Karaköy Kabataş arasındaki 1878-1879 yapımı, özgün mimariye sahip çok nadide eserlerden biri olan Karaköy Mescidi veya camisi 1958'de yol yapım çalışmaları sırasında yıkılmıştır.

-Karaköy Kabataş arasındaki II. Mahmut döneminden kalma, 1826 yapımı, tarihi Nusretiye camii ve sebili 1958'de yol yapımı sırasında tahrip edilmiştir.

-Karaköy Kabataş arasındaki Mimar Sinan eserlerinden Kılıçali Paşa Camii ve dükkanları 1958'de yol yapım çalışmaları sırasında tahrip edilmiş, bazı duvarları yıkılarak yeniden yapılmıştır. (20c)

Menderes döneminde yıkılan camilerden biri

Adana'da cadde genişletmek bahanesiyle 1950'lerde yıkılan Cafer Paşa Camii

Page 107: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1956'da yıkılan Oruç Gazi Camisi'nden iki ayrı görüntü****

İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1958'de bazı bölümleri yıkılıp yeniden yapılan Nusretiye Camii

İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1957'de yıkılan Süheyl Bey Camii (yakından görünüm)

İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1957'de yıkılan Süheyl Bey Camii (uzaktan görünüm)

İstanbul'da yol yapım çalışmaları sırasında 1957'de yıkılan Murat Paşa Camii (uzaktan görünüm)

DP ve Menderes döneminde İstanbul Aksaray'da Vatan Caddesi yapılırken birçok tarihi cami yıkılmış ve zarar görmüştür*****

Karaköy'de kıyıda, Galata Köprüsü’ne bakan Ziraat Bankası’nın (bir zamanlar Avusturya Bankası) hemen arkasında yer alan, fotoğraftaki bu küçücük şirin ve zarif cami, 1958’de DP döneminde Menderes tarafından meydan genişletmesi bahanesiyle yıkıldı. Oysa ki uzmanlara göre, eğer amaç, gerçekten de meydan veya yol genişletmesi ise camiin yıkılmasına gerek yoktu. Nitekim bu cami ile aynı hizada bulunan Ziraat Bankası'na dokunulmadan yol genişletilmiştir.

Menderes döneminde Bayrampaşa'ya Stadyum Yapılması için Yıktırılan Tarihi İstanbul Surları

İstanbul'un birçok tarihi camisini yıktıran DP ve Menderes, (tarihi camilerin bakım ve onarımı konusunda çıkarılan yasaya rağmen)İstanbul'un abidevi camilerine de ilgisiz kalmıştır. Bu durum dönemin basınınca eleştirilmiştir. Örneğin, Sultanahmet Camii'nin etrafının gecekondularla kuşatılmasını ve bakımsızlığını Metin Engin, 1953 yılında Cumhuriyet gazetesinde şöyle eleştirmiştir: "İstanbul'un en büyük tarihi abidelerinden olan Sultanahmet Camisi gecekonduların ve usulsuz inşaatın istilası altında... üç beş teneke parçası ya da taş bulan her şahıs caminin duvarına bitişik bir gecekondu inşa ediyor. Sultanahmet Camisi'nin hali ise büsbütün utanç verici.1950'de Vakıflar tarafından tamir edilirken bir amalenin dikkatsizliği yüzünden kül olan, camiye bitişik mahfil-i hümayun üç seneden beri harap ve yanık bir vaziyette bırakılmış.Bu feci manzara muhteşem caminin bütün güzelliğini ortadan kaldırmaya kafi geliyor. Vakıflar Umum Müdürlüğü acaba neden burasını tamir edip camiyi bu çirkin vaziyetten kurtaramaz." (22a)

Bu noktada insanın aklına birkaç soru geliyor:  1. İsmet İnönü keyfi nedenlerle camileri kapatmadığı halde “İsmet Paşa camileri kapattı!” diye birileri yıllardır milleti kandırırken; Adnan Menderes, bazı tarihi camileri ve mescitleri yıktırdığı halde neden hiç kimse “Menderes camileri ve mescitleri yıktırdı!” diye çıt bile çıkarmamıştır.  2. Menderes döneminde Türkiye’nin dört bir yanındaki tarihi kiliseler, cemaati

Page 108: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

olmadığı halde, törenlerle ibadete açılırken, neden hiç kimse “Menderes Türkiye’de Hıristiyanlığın yayılmasını sağladı!” diye bağırıp çağırmamıştır.[23]  3. Çok daha önemlisi AKP döneminde 2010 yılında satışa çıkarılan İzmir Foça’daki Kozbeyli köyü camiinden neden hiç söz eden yoktur?[24]  4. “Tek parti CHP camileri kapattı” diye sızlananlar neden hiçbir zaman “Tek parti döneminde açılan Halkevleri ve Köy Enstitülerini DP kapattı. Böylece Türk aydınlanması büyük bir darbe yedi.” demez? 1951’de DP ve Menderes, Türkiye’nin dört bir yanındaki 478 Halkevi merkezini, 5000 Halkevi şubesini ve 4000 Halkodasını kapatmıştır. 1954’te de o güne kadar 25.000 öğretmen yetiştiren Köy Enstitülerini kapatmıştır.[25]  Sonuç olarak diyeceğim şu ki: Tarih üzerinde işinize geldiği gibi tepinemezsiniz beyler...  Cumhuriyet tarihi yalanlarına cevap vermeye devam edeceğim…  Not: Bu konunun ayrıntılarını CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI, 2. KİTAP adlı kitabımdan öğrenebilirsiniz.  Sinan MEYDAN  25 Nisan 2012

Kaynaklar-Dipnotlar   [1] Gotthard Jaeschke, Yeni Türkiye’de İslamcılık, Ankara, 1972, s.65,66.  [2] Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, İstanbul, 2009, s. 655.  [3] Jaeschke, age, s.64, 65.

[4] Vakit gazetesi, 30 Kanunu Evvel 1928.

(4a) Remzi Oğuz Arık, Halkevlerinde Müze Tarih ve Folklor Çalışmaları Klavuzu, Ankara, 1947, s.49; Halit Çal, Türkiye'de Cumhuryet Deveri Taşınmaz Eski Eser Tahribatı ve Sebepleri, s.372.http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/26/1249/14313.pdf ,  (erişim tarihi, 25 Nisan 2012)

(4b) Arık, age, s. 55; Çal, agm, s. 372.

(4c) Feridun Akozan, Türkiye'de Tarihi Anıtları Koruma Teşkilatı ve Kanunlar, İstanbul, 1977, s. 38.Çal, agm, s. 372. (14 Nisan 1936'da doğrudan Başbakan İsmet İnönü, "Diyarbakır'daki Hüsreviye ve Behramiye camilerinin derhal boşaltılması ve bundan sonra camilerin ve eski eserlerin asıl görevinin dışında başka amaçla kullanılmamasına dair" bir tamim yayınlamıştır. (BCA, Dosya: 1354, Fon Kodu: 30..10.0.0,Yer No: 15.84..4.)

Page 109: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

(4d) Akozan, age, s. 38; Çal, agm, s. 372.

[5] Tufan Türenç, “Çirkin İftira ve Gerçek”, Hürriyet gazetesi, 11 Ocak 2011.  [6] Ramazan Balkan, “İsmet Paşa’nın Yıktırdığı Camiler”, Kocatepe gazetesi,  [7] Balkan, agm.

(7a) İlber Ortaylı, "Cami Olmaktan Çıkan Camiler", Milliyet gazetesi Pazar, 29 Nisan 2012.

[8] Turgut Özakman, Cumhuriyet, II. Kitap, Ankara, 2011, s.15  [9] Başbakanlık Cumhuriyet Arşivi’nden nakleden Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, s.656.  [10] A. Afet İnan, Devletçilik İlkesi, (İlk baskı 1937) Ankara, 1972, ek 7.  [11] Abdurrahman Kasapoğlu, Atatürk’ün Kur’an Kültürü, İstanbul, 2006, s.390.  [13] Üzeyir Lokman Çaycı’nın Paris Camii ve Enstitüsü rektörü Abbas Bencheikh El Hocine’le yaptığı röportajdan; Üzeyir Lokman Çaycı, “Paris Camisinde Atatürk’ten Işıklar ve İzler Var”, Aktüel dergisi, 26 Eylül 2009.  [14] İsmail Yakıt, “Birikimli ve Bulunmaz Bir Dost Prof. Dr. Hüseyin Ayan Hoca”,AÜ, Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, S.39, Erzurum, 2009. s.1.  [15] Hakan Yılmaz, “Yamamada Torijori: Abdülhamit’ten Türkçe Öğrendi Atatürk’e Japonca Öğretti”, Zaman gazetesi, 6 Mayıs 2006; Torijori Yamada'nın Türkiye anılarını anlattığı kitaplarından biri “Toruko Gakan” (Türkiye'ye Resimli Bir Bakış) adını taşımaktadır. Yamada'nın isteğiyle Atatürk'ün Tokyo Camii'nin yapımına katkıda bulunduğunu anlatan belgesel bir roman için bkz. Erdal Güven, Yumi-İstanbul'da Bir Geyşa, "Japon Kara Ejder Teşkilatı'ndan Kuvayı Milliye'ye", İstanbul, 2010.

(15a) Ahmet Uzunoğlu, Tokyo Camii, Ankara, 2003, s.12 (Fotoğrafta japon ve Türk bayrakları açıkça görülmektedir.)  [16] Ali Metin Çavuş’tan nakleden Yurdakul Yurdakul, Atatürk’ten Hiç Yayınlanmamış Anılar, İstanbul, 2005, s.156.  [17] Kasapoğlu, age, s.390, Meydan, age, s.656,657.  [18] Ayrıntılar için bkz. Meydan, age, s.657 vd.  [19] İbrahim Ural, Bu da Bilmediklerimiz, İstanbul, 2009, s.24, 25.

[20] Hürriyet gazetesi, 27 Kasım 2010.

Page 110: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

(20a) Zeynep Şahiner, "Menderes Camileri Tekkeleri Neden Yıktırdı", HABERKÜLTÜR.NET. 5 Ocak 2010.

(20b) Ortaylı, agm.

(20c) Barış Ertem-Mustafa Cevdet Altunel, "İstanbul İmarındaki Tarihi Eser Kaybının Tarih ve Turizm Açısından İncelenmesi: Karaköy-Kabataş Bölgesi", Sosyal Bilimler Araştırmaları Dergisi, C.2, S.4, Aralık 2011, s.69-72;Behçet Ünsal, “İstanbul’un İmarı ve Eski Eser Kaybı”, Türk Sanat Tarihi Araştırma ve İncelemeleri Dergisi,Cilt 2, s.46-49; Müge Ceyhan, İstanbul'da Tarihi Çevre Koruma ve Basın, İTÜ Fen Bilimleri Enstitüsü, Yayımlanmamış Yüksek Lisans Tezi, s.41-42.  [21] “Meğer Menderes Camileri Yıktırmış” Odatv.com, 30 Mart 2011.  [22] “Sanat Alemi”nden naklen, “Satılan Cami ve Mescitler Ne Oldu?”, Haber 7.com, 19 Şubat, 2008.

(22a) Metin Engin, Cumhuriyet gazetesinden naklen Ceyhan, age, s.37.  [23] Menderes döneminde açtırılan kiliseler için bkz. Sinan Meydan, Cumhuriyet Tarihi Yalanları, 2. Kitap, s. 612 vd. “Menderes’in Açtırdığı Kilise ve Diyalogculuk"  [24] “AKP’den Satılık Cami”, Yeniçağ gazetesi, 08.11.2010.  [25] Sinan Meydan, Akl-ı Kemal “Atatürk’ün Akıllı Projeleri” 2.cilt, İstanbul, 2012, s.101,104.  *   www.isteataturk.com'dan alınmıştır.  (erişim tarihi, 25 Nisan 2012)  **   www.orhangazim.net'den alınmıştır.  (erişim tarihi, 25 Nisan 2012)

***   www.hayirlarkoyu.com'dan alınmıştır.  (erişim tarihi, 25 Nisan 2012)

**** www.wowturkey.com'dan alınmıştır. (erişim tarihi 25 Nisan 2012)

*****www.dunyabulteni."Aksaray'ın Kayıp Hazineleri" Dünya Bülteni, 28 Eylül 2010.

 

 

KARŞI DEVRİMİN TARİHÇİ TETİKÇİLERİ VE 19 MAYIS GERÇEĞİ Okunma: 7441Atatürk Nutuk'a "19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıktım" diye başlar. Kazım Karabekir de anılarına "19 Nisan 1919'da Trabzon'a çıktım!" diye başlar. Atatürk'ten önce Anadolu'ya geçip Kurtuluş Savaşı'nı başlattığını ima eden Karabekir, anlaşılan Atatürk'ün Nisan 1919'dan tam 6 ay önce, Kasım 1918'de Anadolu'da "Adana-İskenderun-Kilis hattındaki" çalışmalarıyla Kurtuluş

Page 111: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Savaşı'nın alt yapısını çoktan hazırlamaya başladığını unutmuştur!... Ayrıca bu gerçeği sadece o değil bugün onu istismar edip Atatürk'e saldıran Karşı Devrimci cemaatçi Atatürk düşmanları da unutmuşa benzemektedir! "Tarih yapana sadık kalan tarih yazanlar"olarak bizler, "bütün unutkanlara" gerçekleri hatırlatmaya devam edeceğiz!...

Karşı Devrimin Tarihçi Tetikçileri

Türkiye birileri tarafından büyük bir hızla "dönüştürülüyor". Karşı Devrim bir taraftan Atatürk'ün Türkiye Cumhuriyeti'nden geriye kalan bütün kurumları değiştirip dönüştürmekle uğraşırken, diğer taraftan da bu yeni devlete uygun yeni bir tarih yazmak için uğraşıyor. Karşı Devrim kendi tarihini yazıyor. Bunu yaparken de "Resmi tarihle yüzleşme" adı atlında tarihi gerçekleri alt üst ediyor. Hainleri kahraman, kahramanları hain, küskünleri mağdur ilan ediyor. Özellikle "malum cemaat" eliyle yürütülen bu "tarih operasyonu" çerçevesinde belli "gazeteci-tarihçiler" adeta "tetikçilik" yapıyor. Her gün gazete köşelerinde, yandaş tv kanallarında, yazdıkları kitaplarda ve çıkardıkları  dergilerde "yakın tarihi" eğip bükerek Karşı Devrim'e uygun "kurmaca bir tarih" üretiyor. Yakın tarihi, okul kitaplarındaki eksik ve sıkıcı anlatımlardan ve dizilerden öğrenmiş  olan Türk insanı ise bu "kurmaca tarihi" gerçek zannediyor, bu Karşı Devrimci tarihçi tetikçilerin palavralarına, çarpıtmalarına, istismarlarına inanıyır... Türkiye, tarihin hiçbir döneminde görülmedik bir biçimde Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı Karşı Devrimci tarihçi tetikçilerin ürettiği tarihi yalanlarla kuşatılmış durumda. Çok daha önemlisi bu "tarihi yalanlar" Karşı Devrim çerçevesinde dönüştürülen Milli Eğitim müfredatına, okullardaki tarih derslerine kadar girmiş durumda. Okullarımızda artık Vahdettinler, İskilipli Atıflar kahraman; Ali Kemaller, Mustafa Sabriler, Said-i Nursiler mağdur; Atatürk muhalifi Kazım Karabekir'ler ise gerçek "Büyük Önder" olarak anlatılıyor. Atatürk ise, artık "hiçbirşey" konumuna indirgenmiş durumda!..

Karşı Devrimin cemaatçi tarihçi tetikçileri son günlerde özellikle Kazım Karabekir Paşa'yı istismar ederek, Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'ndaki büyük rolünü azaltma yoluna gidiyorlar. Bu tetikçilerin son numaraları önce Atatürk'ün silah arkadaşı, sonra devrim muhalifi ve "istiklal mahkemesi" sanığı olan "küskün" Kazım Karabekir'in Atatürk ve Kurtuluş Savaşı hakkında yazdıklarını "köpürterek" Atatürk'e saldırmak. Yazdıkları kitaplarda, katıldıkları tv programlarında ve çıkardıkları dergilerde "KURTULUŞ SAVAŞI'NI ATATÜRK'ÜN DEĞİL KAZIM KARABEKİR'İN BAŞLATTIĞINI, ATATÜRK'ÜN KURTULUŞ SAVAŞI'NA SONRADAN KATILDIĞINI (!)" iddia ederek, Kurtuluş Savaşı'nın gerçek önderinin Karabekir olduğunu ileri süren bu "tarihçi tetikçilere" bir "tarih dersi" daha vermenin zamanı geldi de geçiyor bile....

Fotolar: Zaman gazetesi yazarı Mustafa Armağan'ın Karşı Devrim yolundaki "operasyonel tarihçiliğine" iki örnek:

Page 112: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Mustafa Armağan, Atatürk'ün Kurtuluş Savaşı'ndaki etkisini-rolünü azaltmak için Kazım Karabekir'i alabildiğince

istismar etmekte. Karabekir'in hayatta olan akrabalarının (örneğin Timsal Karabekir'in) bu istismara sessiz kalması

düşündürücüdür.

İşte "Kurtuluş Savaşı'nı Atatürk değil 'başkaları' başlattı. Atatürk bu savaşa sonradan katıldı!"(http://www.yeniasya.com.tr)   diyen Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı, cemaatin kadrolu tarihçilerine, pardon tarihçi tetikçilerine yanıtım:

ATATÜRK KURTULUŞ SAVAŞI'NI KASIM 1918'DE BAŞLATMIŞTI

(Kilis-İskenderun-Adana Savunma Planı)

Atatürk, I. Dünya Savaşı’nın sonrasında Kilis-İskenderun-Adana bölgelerinde oluşturulacak bir savunmayla İngiltere, Fransa ve İtalya gibi emperyalist güçlerin Anadolu’yu işgallerini önlemek amacıyla bir proje geliştirmiştir; fakat İstanbul Hükümeti’nin “korkaklığı” ve “teslimiyetçiliği”  yüzünden görevden alındığı için bu projeyi tam anlamıyla düşünceden uygulamaya geçirememiştir. Her şeyi en başından anlatalım:

Anadolu’yu Savunma Düşüncesi

I. Dünya Savaşı’nda Enver Paşa ve diğer İttihatçılar, Arap çöllerinde ve Turan ellerinde hayal peşinde koşmanın hesaplarını yaparken, Atatürk Anadolu’yu savunmanın hesapları yapmıştır.  I. Dünya Savaşı’nda Çanakkale cephesinde İngilizleri ve Fransızları durduran, Doğu cephesinde Muş ve Bitlis’i Ruslardan geri alan Atatürk, 17 Şubat 1917’de Hicaz Seferi Kuvvetler Komutanlığı’na atanmıştır. Bu ordunun görevi, Arap Yarımadası’nı; Mekke’yi, Kabe’yi savunmak ve Suriye’yi Medine’ye bağlayan demir yolunu elde tutmaktır. Fakat Atatürk’ün çok daha başka düşünceleri vardır: O, değil Hicaz’a asker sevk etmek, oradaki askerleri de alıp Anadolu ve çevresinde güçlü bir “savunma hattı” oluşturmak istemektedir. Atatürk, Halep’e giderek bu düşüncesini Enver Paşa ve Cemal Paşa’yla paylaşmış, ancak görüşleri dikkate alınmayınca görevinden istifa edip İstanbul’a dönmüştür. Enver Paşa, Atatürk’ü bu sefer de Kafkasya içlerindeki 9. Ordu Komutanlığı’na atamak istemiş, ancak Atatürk, Anadolu dışındaki bu uzak görevi kabul etmeyince bu sefer de Suriye’deki 7. Ordu Komutanlığı’na atanmıştır.  Atatürk, Suriye cephesinde 7. Ordu Komutanı’yken grup komutanı Alman General Falkenhayn’la görüş ayrılığına düşmüştür. Falkenhayn, önce İngilizleri Palestin’den söküp atmayı sonra da Bağdat’ı almayı planlamaktadır. Başkomutan Vekili Enver Paşa da Falkenhayn gibi düşünmektedir: Rauf Orbay’a, “Biz genel durum bakımından Medine’nin sonuna kadar savunulmasını, Bağdat’ın da bir an önce geri alınmasını siyaseten gerekli görüyoruz” demiştir. Geleceği doğru okuma yeteneğine sahip olan Atatürk, General

Page 113: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Falkenhayn’ın sadece Alman çıkarlarını düşündüğünü, İngiliz üstünlüğüne aldırış etmeden, Arapların iç yapılarını dikkate almadan emrindeki Türk ordularını ateşe atarak bir taarruz planı üzerinde çalıştığını fark etmiştir.  Atatürk, Alman çıkarlarını koruyan ve Türk ordusuna zarar veren General Falkenhayn’la çalışmak istemediğini iki raporla üstlerine bildirmiştir: Atatürk, ilk raporunu, 20 Eylül 1917’de Halep’ten, Dahiliye Nazırı Talat Paşa ve Başkomutan Vekili Enver Paşa’ya göndermiştir. Atatürk, 2010 kelimelik, 7 büyük kitap sayfası tutan bu uzun raporunda“cesaretle” ve “açık yüreklilikle” şu çarpıcı değerlendirmeleri yapmıştır:

1. Halk ile yönetim arasındaki bağlar sarsılmıştır. Ülke genel bir anarşiye doğru sürüklenmektedir. 2. Mülki idare tam bir aciz içindedir. Zabıta kuvvetleri zayıf ve yetersizidir. Memurlar, rüşvet almakta, yolsuzluk ve vurgunculuk yapmaktadır. 3. Yargı işlememektedir. 4. Ekonomi çökmektedir. 5. Saltanat çürümektedir. Bir gün hep birden çökmesi ihtimali vardır. 6. Almanların, I. Dünya Savaşı’nı kazanması imkansızdır. 7. Ordumuz, sefil ve perişan durumdadır. 8. Alman general Falkenhayn Alman çıkarlarını korumaktadır.  Atatürk, sorunları bu şekilde sıraladıktan sonra çözüm yollarını da şöyle sıralamıştır:

1. Hükümeti güçlendirmek, 2. Beslenmeyi sağlamak, 3. Yolsuzlukları en aza indirmek, 4. Ülkeyi sağlam bir hareket üssü haline getirmek  5. Askeri politikamızı bir savunma politikası haline getirmeK

Atatürk, askerlik tarihinde bir benzerine daha rastlanmayan bu ünlü raporunu şu çarpıcı cümlelerle bitirmiştir: “Askeri politikamız bir savunma politikası olmalı. Elimizde bulunan kuvvetleri ve bir tek eri sonuna kadar saklamalıyız. Memleket dışında da bir tek Türk askeri kalmamalıdır. İşte benim düşüncelerim bundan ibarettir. Bulunduğunuz mevki sebebiyle bunları tasvir etmekle vicdanım üzerindeki yükü atmış olduğuma inanıyorum” İşte Atatürk’ün 1917 yılındaki düşüncesi: “Memleket (Anadolu) dışında bir tek Türk askeri kalmamalıdır.” şeklindedir. Atatürk’ün, “Memleket dışında bir tek Türk askeri kalmamalıdır” dediği o günlerde Enver Paşa, Kafkaslarda, Dağıstan’da ve Hicaz da bulunan orduların zafer haberlerini beklemekte, bu da yetmezmiş gibi Hindistan’a bir sefer yapmayı planlamaktadır.  Birinci raporundan herhangi bir sonuç alamayan Atatürk, 24 Eylül 1917’de, yine Halep’ten Enver ve Cemal Paşalara ikinci bir rapor

Page 114: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

daha göndermiştir. Bu raporunda özellikle General Falkenhayn’ı çok ağır bir dille eleştirerek görevden alınmasını istemiş, aksi halde istifa edeceğini belirtmiştir. Atatürk’ün, Enver Paşa gibi rakiplerinin onu bir kaşık suda boğmak istedikleri bir ortamda “idamı göze alarak” böyle raporlar hazırlaması, her şeyden önce onun katıksız vatanseverliğinin bir göstergesidir. Atatürk, ülkenin yanlış politikalar nedeniyle her geçen gün biraz daha batağa sürüklendiği bir ortamda, sorumluluk sahibi bir asker ve duyarlı bir yurttaş olarak her şeyi göze alıp devleti yönetenleri uyarmayı kendisine bir görev saymıştır.  Atatürk’ün bu tarihi raporları adeta görmezlikten gelinmiştir. Hükümet ve Başkomutanlık, ne bir disiplin soruşturması açmış, ne de görüşlerini dikkate almıştır. Bunun üzerine o da “kendi kendimi görevden aldım” diyerek istifa etmiştir. Yıldırım Orduları Komutanı Falkaenhayn, bu durumu disiplin aşımı olarak değerlendirerek Atatürk’ün derhal cezalandırılmasını istemişse de Enver Paşa, böyle bir kararın Atatürk’ün kamuoyundaki şöhretini daha da arttıracağını düşünerek onu Diyarbakır’daki 2. Ordu Komutanlığı’na atamıştır. Ancak Atatürk, görüşleri dikkate alınmadıkça ve raporlarında belirttiği sorunlar çözümlenmedikçe “hiçbir makamda memlekete hizmet etmeyeceğini” belirterek bu görevden de istifa edip İstanbul’a dönmüştür. Bu sırada Şehzade Vahdettin’le birlikte Almanya seyahatine çıkmıştır. Atatürk bir süre sonra yeniden Suriye-Filistin’deki 7. Ordu Komutanlığı’na atanmıştır. Bu sırada Yıldırım Orduları Komutanlığı’na Liman Von Sanders getirilmiştir.

Suriye Geri Çekilişi Ve Türk Süngülerinin Çizdiği Sınır: (Katma Muharebesi)

İngilizler yoğun hazırlıklardan sonra 19 Eylül 1918’de Filistin’deki Türk cephesine saldırmıştır. Bu cephe, Liman Von Sanders komutasındaki Yıldırım Ordularınca tutulmaktadır.  Yıldırım Orduları şu birliklerden oluşmaktadır:  Mesinli Cemal Paşa komutasındaki 4. Ordu, Cevat Paşa komutasındaki 8. Ordu, Mustafa Kemal Paşa komutasındaki 7. Ordu (Mustafa Kemal’in kolordu komutanlarından biri İsmet Paşa, diğeri Ali Fuat Paşa’dır). Bu üç ordu, Yafa’nın 20 km kuzeyi ile Lut Gölü arasındaki 100 km’lik cepheyi savunmaktadır. 4. ve 8. Ordular, İngiliz saldırısının daha başlarında dağıldıklarından tüm yük Atatürk’ün kontrolündeki 7. Ordu’nun omuzlarına binmiştir.  Atatürk komutayı devraldığında 7. Ordu Nablus’un güneyi ile Şeria Nehri arasında konuşlanmıştır. Liman Von Sanders, devasa İngiliz ordusu karşısında ne yapacağını şaşırmış bir durumda, geriye doğru kaçarak canını zor kurtarmıştır. Geride kalan orduları toparlamak isteyen Atatürk, bir süre Von Sanders’le irtibat kuramamıştır. Süratle orduları derleyip toparlayan Atatürk, kimseye sormadan inisiyatif kullanarak, Türk ordusunu Suriye’nin kuzey sınırına yakın Halep’e çekmeye başlamıştır. Liman

Page 115: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Von Sanders, bu itaatsizliğin nedenini sorunca Atatürk, “Suriye’nin bir Arap şehri olduğunu, önemli olanın Türk olan Anadolu’yu savunmak olduğunu” belirtmiştir Bu sırada Yıldırım Orduları Komutanlığı genel karargahı Adana’ya çekilmiştir. 25 Ekim 1917’de Halep’in güneyinde kanlı çarpışmalar başlamıştır. Bu sırada bazı Arap aşiretleri de Halep’e girerek Türklere karşı sokak muharebelerine başlamıştır. Atatürk, adeta tek başına hem İngilizlerle hem de onların kışkırttığı asi Arap aşiretleriyle savaşarak ordusunu geri çekmeyi başarmıştır.  Atatürk, Halep’in kuzeyinde Hatay’ı da içine alan bir savunma cephesi kurmuştur. İngilizler, bu savunma hattına taarruz etmişler, fakat Atatürk, Katma Muharebesi’ni kazanarak Arap asilerce desteklenmiş İngiliz ordusunu bozguna uğratmayı başarmıştır. Böylece 26 Ekim 1918’de I. Dünya Savaşı’nın son savaşı kazanılmıştır.  Orgeneral Fahrettin Altay Paşa, Atatürk’ün I. Dünya Savaşı’ndaki bu son büyük başarısını şöyle anlatmıştır: “Filistin muharebelerinde ordumuz bozuldu. Ordu kumandanı Liman Von Sanders Paşa kaçtı. Ve zorlukla kendini esaretten kurtardı. Bunun üzerine üç ordu kumandanı Cevat, Mersinli Cemal ve Mustafa Kemal paşalar enkazı Dera’da topladılar. Fakat daha kıdemli oldukları halde Cevat ve Cemal paşalar ordu kumandanlığını Mustafa Kemal’e bıraktılar. Kendileri çekilip gittiler. Mustafa Kemal ise en buhranlı, en nazik bir zamanda bu döküntülerden ibaret ordunun kumandanlığını alma cesaretini gösterdikten başka olabildiği kadar düzenlediği bir ordu ile Halep civarındaki istila ordusunu durdurmaya da muvaffak oldu ki, bu gerçekten hayrete şayan bir olaydır.”  Atatürk bu Katma zaferinden sonra “Bir hat tespit ettim ve sınırladım. Kuvvetlerime emir ettim ki; düşman bu hattın ilerisinde geçmeyecek”. demiştir. Nitekim geçmemiştir de. Bu zafer ile Toros Geçitleri düşmana tamamen kapatılmıştır. Atatürk, geri çekiliş sırasında Suriye’deki şimendifer hatları ve yolları iyice tahrip etmiş olduğundan İngilizlerin ileri birliklerini hızla takviye imkanı da kalmamıştır. İngiliz birlikleri sadece sahilden ilerleyebilirdi. Türk cephesi, Halep’in beş km kuzeyindedir. Bundan sonra Atatürk’ün 7. Ordu’su birçok saldırıya uğramış ama bunların hepsini geri püskürtmeyi başarmıştır.  Bu zafer, Atatürk’ün deyimiyle “Türk süngülerinin çizdiği sınır” olacaktır.  1918’de Atatürk’ün savunduğu o hat, ileride Misak-ı Milli’nin güney sınırı olacaktır. Bu gerçeği anılarında Atatürk şöyle ifade etmiştir: “Gerek Erzurum Kongresi’nde gerek Sivas Kongresi’nde Türkiye’nin milli sınırlarını tespit için ben Türk süngülerinin işaret ettiği bu hattı esas kabul ettim.  Zavallı Wilson, anlamadı ki, süngü, kuvvet, şeref ve haysiyetin müdafaa edemediği hatlar başka hiçbir prensiple müdafaa edilemez.”  Atatürk’ün, I. Dünya Savaşı’nın sonlarındaki bu Suriye geriye

Page 116: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

çekilme hareketi ve Halep direnişi, Anadolu direnişinin, Kurtuluş Savaşı’nın ilk işaretidir.  O, daha Anadolu işgal edilmeden, Anadolu’yu savunmanın hesaplarını yapmıştır.

Kilis’teki Hazırlıklar

Atatürk’ün 7. Ordusu, Katma zaferiyle İngiliz ve Arap kuvvetlerini durdurmuştur. Ancak bir süre sonra bazı asi Arap çetelerinin ve arkalarında da İngiliz birliklerinin Müslimiye’den Antep yönüne doğru ilerledikleri bilgisi alınmıştır. Bunun üzerine 7. Ordu Komutanı Atatürk, bölgede gerekli olan teşkilatı kurmuş ve Antep’teki komutanlığa gerekli emirleri vermiştir. Ayrıca Kilis’e, 43. Tümen’den küçük bir müfreze göndererek Kilis’te kurulacak olan direniş  teşkilatının temelini atmıştır. 28 Ekim’de düşmanın bazı  keşif teşebbüsleri ateşle geri püskürtülmüştür. 7. Ordu İskenderun ve kıyılarla birlikte Reyhanlı, Kırıkhan, Belen, Der el Cemal, Tel el Rıfat ve doğuya uzanarak genel hattını korumuştur. İki gün sonra da Antakya ve çevresini sınırın içine almıştır. Ordu karargahı 30 Ekim’de Reco’ya taşınmıştır.  7. Ordu Komutanı Atatürk, Katma’daki karargaha gelir gelmez erzak durumuyla ilgilenmiş, depolardaki erzakları denetlemiş, stokların iyi durumda olduğunu görmüştür. Atatürk buradaki erzak ve malzemenin önemli bir kısmını direniş için güvendiği yerlerden biri olan Kilis’e nakletmiştir. Katma’da gerekli tedbirleri aldıktan sonra da Kilis’e gitmeye karar vermiştir. 28 Ekim 1918’de yaverleriyle birlikte Katma’dan Kilis’e hareket etmiştir. Atatürk Kilis’e giderken Kilis girişinde nöbet tutan ve devriye gezen Cemaat-i İslamiye Örgütü’ne mensup gençlerle karşılaşmış ve onların bu vatanseverliklerinden memnun kalmıştır. Atatürk, Kilis’te Mevlevi Tekkesi’nde misafir edilmiştir. Burada halkın ileri gelenleriyle yaptığı toplantıda: “Savaşın henüz bitmediğini, asıl bundan sonra Kurtuluş Savaşı’nın başlayacağını ve ona göre hazırlanmaları gerektiğini” söylemiştir.  Atatürk, 28/29 Ekim 1918 gecesinin bir bölümünü Kilis’te geçirmiştir. Burada bir taraftan ileri gelenlere direniş düşüncesini aşılamaya çalışırken, diğer taraftan sürdürülen savunmanın geleceğini ve erzak durumunu güvenlik altına almak istemiştir. Atatürk ordunun arkasını şehrin kuzeyindeki dağlara yaslayıp savunma hattını oluşturmaktan söz ettiğinde, şehrin ileri gelenleri şehrin savaş alanı dışında tutulmasını istemişlerdir.  Atatürk, Kilis’te gereken milli teşkilatın temelini oluşturduktan, Antep’teki komutanlığa bu konuda gerekli emirleri verdikten sonra halka duyurulmak üzere bir bildiri yayınlayarak Kilis’ten ayrılmıştır. Atatürk bildirisinde; “Kilislilerin uyanıklığından memnun kaldım. Gençlerimizi silahlandırmakla gösterdiğiniz yurtseverliği taktir ettim. Bu davranışınızı sürdürünüz” demiştir.  Atatürk, Kilis’te halka “direniş” düşüncesini aşılamaya çalışmış ve direniş için gerekecek silahları kendisinin ayarlayacağını belirtmiştir. Örneğin, Katma İstasyonunda karşılaştığı Ali Cenani Bey’e, “Siz

Page 117: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

direnişe geçin silahları ben ayarlayacağım!” demiştir.  Ali Cenani Bey, Antep’in düşman tarafından yağma edildiğini, Türk ordusunun Adana’ya çekilmesiyle halkın büsbütün düşman elinde kalacağını, bu nedenle Antep’teki ailesini daha güvenli bir yere götürmeyi düşündüğünü söylemiştir. Bunun üzerine Atatürk, “Şehrinizde hiç mi adam kalmadı?” diye sormuş ve “Kendinizi savunmanın bir çaresine bakın!” diye de eklemiştir. Ali Cenani Bey hayretle, “İyi ama, nasıl neyle?” diye sorunca, Atatürk, Cenani Bey’in gözlerinin içine bakarak,”Teşkilat yapın, kendinizi savunun, ben istediğiniz silahı veririm!” demiştir.  Atatürk’ün isteğiyle ve yönlendirmesiyle harekete geçen ve Atatürk’ün dağıttığı silahlara sarılan yurtseverler, özellikle Güney Anadolu’da çok önemli işler yapmış ve Fransızlar bölgeyi işgal ettiklerinde hemen direnişe geçmişlerdir.

Mondros’a Tepki

Osmanlı  İmparatorluğu, 30 Ekim 1918 tarihinde Mondros Ateşkes Antlaşması’nı  imzalayarak I. Dünya Savaşı’ndan çekilmiştir. Mondros Ateşkes Antlaşması’nın çok ağır maddeleri vardır. Örneğin 7. maddede, “İtilaf devletleri, güvenliklerini tehdit eden bir durumda istedikleri herhangi bir stratejik bölgeyi işgal edebileceklerdir, 24. maddede ise, “Doğu’daki altı ilde karışıklık  çıkarsa oralar işgal edilecektir…” denilmiştir Ayrıca, Osmanlı’nın bütün orduları dağıtılacak, bütün ağır silahlarına el konulacak, bütün yer altı ve yerüstü zenginlik kaynakları, telgraf hatları, demir yolları, tersaneleri ve tünelleri İtilaf devletlerinin kontrolüne bırakılacaktır. Gerektiğinde İstanbul da işgal edilebilecektir. Atatürk, Mondros Ateşkes Antlaşması’nın imzalandığını, Sadrazam ve Genelkurmay Başkanı Ahmet İzzet Paşa’nın 31 Ekim 1918 tarihli telgrafıyla öğrenmiş, antlaşmanın metnini ise 3 Kasım 1918’de görmüştür.  Atatürk, 25 maddelik bu antlaşmayı incelediğinde şunları düşünmüştür: “Bu antlaşmayı baştan sona incelediğimde bende meydana gelen kanaat şu idi: Devlet-i Aliye-i Osmaniye bu antlaşma ile kendini kayıtsız şartsız düşmanlara teslim etmeye razı olmuştur. Yalnız razı olmamış, düşmanların memleketi işgali için ona yardım da vaat etmiştir. Bu beni çok hazin düşüncelere sevk etti.”  Mondros Ateşkes Antlaşması imzalandıktan sonra Osmanlı Hükümeti, komutanlara bu antlaşma konusundaki görüşlerini sormuştur. “Bu mütareke reddedilsin” diyen tek komutan Atatürk’tür.

Atatürk, antlaşmayı inceledikten hemen sonra, 3 Kasım 1918’de komutası altındaki 2. ve 7. kolordulara gönderdiği bir emirle “Suriye sınırının Osmanlı Devleti’nin Suriye vilayetinin kuzey sınırı olduğunu, Türklerin çoğunlukta olduğu bölgelerin esas hat olarak kabul edilmesi gerektiğini, mütareke şartlarının yeterince açık olmadığını, dolayısıyla yapılacak işgallere karşı uyanık olunmasını, Toros

Page 118: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

tünellerini işgal edecek İtilaf kuvvetlerinin yanına Türk kuvvetlerinin yerleştirilmeye çalışılmasını” istemiştir.  Atatürk, ayrıca komutasındaki birliklere gönderdiği emirlerde Mondros’un açık olmayan hükümleri nedeniyle dikkatli olunmasını istemiştir.

Adana’daki Hazırlıklar

Atatürk, Mondros Mütarekesi’nin imzalanmasından bir gün sonra, 31 Ekim 1918’de Adana’ya gelerek Liman Von Sanders’ten Yıldırım Orduları  Komutanlığı’nı devralmıştır. Devir teslim töreni sırasında bir ara Von Sanders, “Bizim için her şey bitti!” deyince Atatürk, “Savaş müttefikler için bitmiş olabilir, fakat bizi ilgilendiren savaş, istiklal savaşımız şimdi başlıyor!” demiştir. Atatürk’ün 31 Ekim 1918’de Alman generalin gözlerinin içine bakarak söylediği bu sözler, kafasındaki direniş düşüncesinin en önemli kanıtıdır. Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı’nı devralan Atatürk, karargahını Şakirpaşa’da Hacı Seyit Ağa’nın bağ evinde kurmuş, şehir içinde de Muradiye Oteli’nde bir menzil kumandanlığı oluşturmuştur.

Yıldırım Orduları Komutanı Mustafa Kemal

Atatürk, Yıldırım Orduları Grup Komutanlığı görevine gelir gelmez eldeki dağınık birlikleri derleyip toparlamaya başlamıştır. Her şeye rağmen kararlıdır! İngilizleri Halep önlerine mıhlamıştır ve onların daha içerilere girmesine asla izin vermeyecektir! Atatürk anılarında, bu konudaki kararlılığını, “Elim altında bulunan iki ordunun arzu ettiğim tarzda güçlendirilmesi halinde bütün felaketlere rağmen Türk sesini işittirebileceğim kanaatindeydim. Bu yolda işe başladım” diyerek ifade etmiştir.  Mondros Ateşkes Antlaşması’nın bütün ağırlığına, eldeki kuvvetlerin bütün perişanlığına rağmen Atatürk, büyük bir inançla, “Türk sesini işittirmeyi” düşünebilmiştir. Atatürk, bir taraftan emrindeki kuvvetleri derleyip toparlamaya çalışırken diğer taraftan da düşmanın Anadolu’ya ayak basmaması için gereken önlemleri almıştır. Atatürk’e kulak verelim: “Nitekim mütarekeden hemen sonra Halep ve Katma arasında ordumuzun süngüleriyle çizmiş olduğu hattı geçmek isteyen İngilizlere karşı derhal süngü ile karşı koymakta tereddüt göstermedim. Nitekim İskenderun körfezine yaklaşmak isteyen düşman donanmasına ateş emri verdim.”  Atatürk dışında Mondros Ateşkes Antlaşması’na açıkça tepki gösteren iki komutan daha vardır. Bunlardan biri Irak cephesi komutanlarından Ali İhsan (Sabis) Paşa, diğeri de Kafkas cephesi komutanı Yakup Şevki Paşa’dır.  Atatürk, bütün gücüyle Türk mevzileriyle İngiliz mevzileri arasındaki boşluğu doldurmaya çalışmıştır. Bu doğrultuda 31 Ekim’de Reyhaniye’nin, 3 Kasım’da da Antakya’nın işgal edilmesi emrini vermiştir. Aynı gün bölgedeki askeri ve sivil yöneticilere Suriye’nin

Page 119: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

boşaltılmasını öngören bir önerge göndermiş ve Halep nüfusunun dörtte üçünün Arapça konuşan Türklerden oluştuğunu belirtmiştir.  Atatürk, Adana’da Yıldırım Orduları Komutanı olduğu kısa sürede bir taraftan elindeki kuvvetleri organize etmiş, diğer taraftan da yetkilileri uyarmaya ve uyandırmaya çalışmıştır. Atatürk, Adana’da kaldığı yaklaşık 10 gün içinde Kurtuluş Savaşı’nın ön hazırlıklarına başlamıştır.

İlk Direniş Yuvaları

Atatürk, önce 7. Ordu, daha sonra da Yıldırım Orduları Komutanı’yken emrindeki komutanlara, Anadolu’nun muhtemel işgaline karşı halkı  gizlice örgütleme emri vermiştir.  Atatürk, öteden beri tanıyıp güvendiği yakın cephe arkadaşlarıyla görüşmeler yapmış, daha o günlerde bir “kurtuluş ekibi” oluşturmaya çalışmıştır. Atatürk’ün komutasındaki 7. Ordu’ya bağlı 3.Kolordu’nun komutanı Miralay İsmet (İnönü) Bey, 20. Kolordu’nun komutanı ise Ali Fuat (Cebesoy) Paşa’dır.  Atatürk daha önce Doğu Cephesi’nde 16. Kolordu Komutanı olarak görev yaptığı sırada da Kazım Karabekir Paşa’yla birlikte çalışmıştır.

İleride Kurtuluş Savaşı için bir araya gelecek olan bu dört paşadan üçü, Suriye-Filistin cephesinde 7. Ordu içinde bir araya gelmiştir. Atatürk, “Anadolu direnişi” düşüncesini ilk olarak Adana’da Ali Fuat ve İsmet Paşalarla paylaşmıştır.  Adana Mülakatı   7. Ordu Komutanlığı’na vekalet eden Ali Fuat Paşa, İngiliz heyetiyle yaptığı görüşmelerde İngilizlerin mütareke hükümlerine uymayacaklarını anlamış, İngiliz isteklerini reddetmiş ve mayın tarama bahanesiyle İskenderun limanına giren iki İngiliz savaş gemisini İskenderun körfezinden uzaklaştırmıştır. Ali Fuat Paşa bu olup bitenleri Atatürk’e iletir iletmez Atatürk,”Yarın Adana’ya teşrif ediniz. Sizinle mühim şeyler konuşacağım” diyerek Ali Fuat Paşa’yı Adana’ya çağırıp 6 Kasım 1918’de onunla bir görüşme yapmıştır. “Adana mülakatı” diye bilinen bu görüşmede Atatürk, Ali Fuat Paşa’ya birkaç gündür Ahmet İzzet Paşa’yla yaptığı yazışmalardan söz etmiş, Mondros’un bozulmasından korkan hükümetin tereddüt içinde olduğunu belirtmiş, ancak Ahmet İzzet Paşa Hükümeti yerine kurulacak bir hükümetin bu kadar bir varlık bile gösteremeyeceğini anlatmıştır. Daha sonra da bu zor günlerde Anadolu’yu savunabilmek için birlikte hareket etmeyi ve ilk aşamada da İç ve Güney Anadolu’da “direniş yuvaları” oluşturmayı teklif etmiştir. Ali Fuat Cebesoy, “Milli Mücadele Hatıraları” adlı anılarında bu görüşmeyi ayrıntılı olarak anlatmıştır. Şimdi Ali Fuat Paşa’ya kulak verelim: “Vardığımız müşterek kanaat şu idi: İngilizler ve onu takiben diğer

Page 120: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

itilaf devletleri mütareke filan dinlemeyecekler, emrivakilerle memleketimizi işgal edecekler. Türk ordusunun hudut boylarındaki kısımlarını esir almaya kalkışacaklar veyahut bunları memleket içine sokulmak zorunda bırakılarak terhisini sağlayacaklardı. Vatanımızı her türlü müdafaa ve mukavemet vasıta ve imkânlarından mahrum bıraktıktan sonra arzularını zorla ve baskı ile kabul ettireceklerdi. Musul’un işgali ve İskenderun hadisesi ve nihayet İngiliz mütareke heyetinin yersiz talepleri bunun açık birer delili idi. Padişah kendi tahtını düşünecekti. Mustafa Kemal Paşa: ‘Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır’ dedi ve sonra aynı fikirde olup olmadığımı sordu. ‘Aramızda tam bir mutabakat var Paşam’ cevabını verdim.  Evet, artık millet kendi hakkını kendisi arayacaktı. Pek memnun oldular. En mühim vazifenin şimdi bana düştüğünü, çünkü bugünlerde İngilizlerin bir baskısı neticesi olarak Yıldırım Ordular Grubu ile muhtemelen 7. Ordu karargâhının lağvedileceğini (kaldırılacağını), bu takdirde benim 20. Kolordu’nun başında kalacağımı ve bu sayede ilk müdafaa tedbirlerimi alabileceğimi hatırlattı. İlk mukavemet (direniş) merkezini Kilikya’da kuracaktık. Aramızda hiçbir anlaşmazlık yoktu.”

Ali Fuat Cebesoy

Görüldüğü  gibi Atatürk, güvenip inandığı çocukluk ve cephe arkadaşı Ali Fuat Paşa’yı çağırıp ona açıkça “işgallere karşı direnişten” söz etmiş ve kurtuluşun ilk somut adımını Adana’da atmıştır. Atatürk, Ali Fuat Paşa’nın da aynı fikirde olduğunu görünce, “Artık milletin bundan sonra kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesi, bizlerin de mümkün olduğu kadar yolu göstermemiz ve bütün ordu ile beraber yardım etmemiz lazımdır” demiştir. Atatürk’ün bu sözleri, onun “kurtuluş” için bir halk hareketi başlatmayı planladığını göstermektedir. Atatürk, daha 4 Kasım 1918’de “Milletin kendi haklarını kendisinin araması ve müdafaa etmesinden” söz etmektedir ki, bunun iki anlamı vardır: Birincisi, işgallere karşı halkı harekete geçirmek, yani Kuvayı Milliye’yi başlatmak… İkincisi de saltanatı yıkarak yerine ulusal egemenliğe dayalı bir düzen kurmak… Şevket Süreyya Aydemir, Atatürk’ün bu sözlerini değerlendirirken, “Bence bu sözler yeni bir yolculuktan haber verir” demiş ve şöyle devam etmiştir:  “Hâlbuki Mütareke’nin henüz beşinci günüdür. Mütareke metnini eline alalı henüz iki gün olmuştur. O gün karargâhına iki İngiliz heyeti gelmiştir. Demek ki devlet artık yenilmiştir. Ama o gene de hem milletten hem ordudan bahseder. Fakat millet nerede? Ordu nerede? Millet çökmüştür, açtır, perişandır. Yaralı da değil ölüm halindedir.

Page 121: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Hele harbin, savaşın artık sözünü bile işitmek istemez. Milleti teşkil eden şehirlerde, kasabalarda, köylerde yaşayan Türklerin, adını sanını bile duymadıkları cephelere yıllardan beri yolladıkları çocuklarından geriye zaten ne döndü ki? Geriye ne dönecek ki? Hiç! Ama bir adam var. Bu adam Mustafa Kemal’dir.”  Atatürk’ün Ali Fuat Paşa’ya “20. Kolordu’nun başında kalacağını bu sayede ilk savunma tedbirlerini alabileceğini” söylemesi de çok anlamlıdır. Çünkü Atatürk, 20. Kolordu’nun dağıtılmayacağını tahmin etmiş ve haklı çıkmıştır. Gerçekten de kısa bir süre sonra, Yıldırım Orduları ve 7. Ordu dağıtılmış ama 20. Kolordu’ya dokunulmamıştır ve bu ordu Kurtuluş Savaşı yıllarında çok önemli bir işlev görmüştür. Ali Fuat Paşa, Atatürk’le ortaklaşa verdikleri kararı hemen uygulamaya başlamış, böylece Kurtuluş Savaşı’nın “ilk direniş yuvaları” Adana’da kurulmuştur. Atatürk’ün direktifleri doğrultusunda o günlerde Kilikya bölgesinde “direniş için” ne gibi çalışmalar yapıldığını yine Ali Fuat Paşa anılarında şöyle anlatmıştır: “Adana bölgesinde ilk iş olarak ordunun subay ve erat kadrosu jandarmaya kaydırıldı. Bunların, silah, araç ve gereçleri de tamamlandı. Bunun önemli nedeni şudur: Ateşkes Antlaşması’na göre jandarma örgütü bulunduğu bölgede kalabilirdi. Fakat ordu kısımları görevlerinden alınıp terhis ediliyor ve evlerine, köylerine gönderiliyordu. Bir işgal emri karşısında Adana bölgesinin önemli yerlerinde direniş yuvaları hazırlandı.”  Özetlersek: -Ordunun terhisini engellemek için subay ve erler jandarma yapılmıştır. -Ordunun silah ve araç gereçleri tamamlanmıştır.  -Adana bölgesinde direniş yuvaları hazırlanmıştır.

Halka Silah Dağıtılması

Atatürk, güvendiği subaylara, “Çete savaşları için hazırlanın” emri vermiştir. “Düşmanın Anadolu topraklarına sokulmasını önlemek için çeteler kurmak gerekecekti. Mustafa Kemal geleceği göz önünde tutarak İç Anadolu’da direniş merkezleri olabilecek Antep ve Maraş gibi yerlere silah dağıttı. Bunlar gereğinde kullanılmak üzere gizlice depo edilecekti.”  Antep ve civarındaki halka gizlice silah dağıtan ve halkı örgütlemeye başlayan Atatürk, bu yöndeki çalışmalarıyla “Milli Mücadele’nin şerefli birer sayfası olan Maraş ve Antep savunmalarının daha o tarihte temelini atmış oluyordu”. Gerçekten de Atatürk’ün gizlice iç ve güney Anadolu’ya dağıttığı bu silahlar, özellikle güney cephesindeki çatışmalarda çok işe yaramıştır.  Antep ve Maraş direnişinin altından da Atatürk’ün gizli çalışmalarının çıkması, Cumhuriyet tarihi yalancılarını fena halde rahatsız edecektir kuşkusuz!

Page 122: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Adana’daki Direniş Toplantıları

Atatürk, sadece askerlere değil sivillere de direniş düşüncesini aşılamaya çalışmıştır. Atatürk, Adana’ya geldiği günden beri halkala çok yakın ilişkide bulunmuş ve ufuktaki tehlike konusunda halkı  uyarmaya ve uyandırmaya çalışmıştır. Bu çerçevede Adanalı  aydınlarla ve Adana çevresinden, Adana sancaklarından gelen temsilcilerle görüş alışverişinde bulunmuştur. Adana’da “Anadolu direnişi”  konusunda görüş alışverişinde bulunduğu bazı aydınlar şunlardır: Ramazanoğlu Suphi Paşa, Ramazanoğlu Kadri, Nalbantzade Ahmet Efendi, İbrahim Rasıh, Ramazanoğlu Hoca Mücteba, Bağdadizade Kadri Efendi, Gergerli Ali Efendi, Mısırlızade Avukat Ahmet Efendi, Dıblanzade Fuat.  Bu görüşmelerde, doğrudan düşman tarafından yapılacak saldırılara karşı şehrin nasıl savunulacağı konuşulmuştur. Görüşmeler sonrasında Atatürk’ün isteği doğrultusunda Torosların Gülek Boğazı bölümüne ve Misis’e istihkamlar yaptırılmıştır.  Atatürk Adana’da kaldığı on gün içinde akıl almaz bir tempoda hareket ederek gizli-açık çok sayıda toplantı yapmıştır.  Atatürk, Adana’da 5 Kasım 1918 tarihinde Muradiye Oteli’nin büyük salonunda Adanalılar tarafından verilen bir akşam yemeğinde yaptığı konuşmada: “Bu memleketin kurtulacağını, henüz ümitlerin sönmediğini, bunun için mücadele edeceğini, Türk milletinin ve ordusunun kendi vatanını ve istiklalini koruyabileceğini” açıklamıştır.

Adanalı aydınlarla ve ileri gelenlerle yaptığı toplantılar dışında, bir kısım halkla “Tırpanilerin evi” olarak bilinen Kırmızı Konak’ta görüşmeler yapmıştır.  Atatürk, bir hafta boyunca yaptığı görüşmeler sonrasında “direniş” düşüncesini benimseyen kişileri 8 Kasım 1918’de Şakir Paşa’daki Aliye Hanım’ın (Yerdelen) evinde toplantıya çağırmıştır. Atatürk’ün yöre eşrafıyla yaptığı bu toplantı Kurtuluş Savaşı’nın ilk somut adımlarından biridir. Tarihçi Süleyman Hatipoğlu’nun dediği gibi “Mustafa Kemal Milli Mücadele’yi fikren bu binada kararlaştırmıştır.”  Aliye Hanım’ın evinde yapılan bu toplantıya katılanlar şunlardır: Fırka Komutanı Nihat (Anılmış) Paşa (Daha sonra 2. Ordu Komutanı), Ceyhan Askeri Fırka Komutanı Remzi Bey, Levazım Fırka Reisi Avni (Doğan), Askeri İmalathaneler Müdürü Ahmet Remzi, Nalbantzade Ahmet, Ramazanoğlu Kadri, İsmail Safa (Özler), Mücavirzade Mustafa Efendi, Merkez Komutanı Hulusi (Akdağ) ve diğer bazı kişiler… Atatürk, bu kişilerle Adana’nın ve ülkenin içinde bulunduğu son durumu görüşmüş ve 10 Kasım’da Adana’dan ayrılacağını belirterek, düşman gelince ne yapacaklarını sormuştur.  Ülkenin durumunu iyi görmediğini, İtilaf devletleriyle yapılan mütareke hükümlerine bu devletlerin uymayacaklarını, daha ağır şartlar altında ülkeyi ezeceklerini, bu nedenle büyük felakete maruz kalan yerlerden birisinin de Adana olacağını ve Adana’nın büyük zayiata uğrayacağını söylemiştir. Olacakları olanca açıklığıyla

Page 123: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Adanalılara önceden söyleyen Atatürk, bu felaketten kurtulmak için yapılması gerenleri de şöyle sıralamıştır:  “Şimdiden işgal kuvvetlerine karşı koymak ve hazırlıkta bulunmak için bir teşkilat kurun, uygun yerlere siperler kazın, gereken silah ve malzemeyi ben temin edeceğim…”  Görüldüğü gibi Atatürk Samsun’a çıkmadan çok önce, 8 Kasım 1918’de Anadolu direnişini Adana’da örgütlemeye başlamıştır. “Bu toplantı esnasında Mustafa Kemal’in kafasında vatanın nasıl kurtarılacağına dair bir strateji oluşmuş ve bu stratejiyi halkla konuşarak daha da geliştirmiştir.”  Bu toplantıda Ahmet Remzi Bey, “Paşa! Biz bu topraklarda doğduk. Bu topraklarda ölmesini de biliriz. Nihat Paşa’ya emir ver, bize silah bıraksın” demiş, Mücavirzade Mustafa Efendi ise, “Paşam, öldürmeden ölmeyeceğiz” demiştir.  Atatürk’ün Anadolu direnişinin gerekliliğinden söz ettiği, düşman işgaline karşı yapılacakları sıraladığı o toplantıya katılan varlıklı kişiler de bütün maddi ve manevi güçlerini fedaya hazır olduklarını belirterek sonuna kadar direneceklerini söylemişlerdir. Bunun üzerine elinde gümüş kırbacı ve ayağında portakal rengi çizmeleriyle Atatürk, salonda iki sıra halinde dizilmiş oturan grubun arasında, düşünceli, ama kararlı bir yüz ifadesiyle gidip gelirken şunları söylemiştir: “Evet, evet… Bu topraklarda düşman çizmesi gezemeyecek ve bu millet esir olmayacak!”  Toplantıya katılanların umutsuz olmamaları ve düşmanla mücadele etmeye kakarlı görünmeleri Atatürk’ü çok sevindirmiştir. Ancak, o gün o toplantıdaki kakarlılık ve cesaret sonraki günlerde pek fazla etkisini göstermemiştir. Bu durumu Abdülgani Girici şöyle açıklamaktadır: “ Ne var ki, o zamanki zihniyeti ve harbin meydana getirdiği dört yıllık ıstırap memleketi bitkin bir hale getirdiğinden kimsede bu sözü dinleyecek hal kalmamıştı. Canından bezmiş bu topluluğu harekete geçirmek kolay olmayacaktı. Mustafa Kemal’in tavsiyesine rağmen pek hareket gözükmedi…”  Ancak, yokluk, yoksulluk ve psikolojik nedenlerden dolayı ilk zamanlarda sessiz kalan bölge halkı, özellikle Fransız işgallerinden sonra, Atatürk’ün tavsiyeleri doğrultusunda, yine Atatürk’ün dağıttığı silahlarla direnişe geçerek düşmanı etkisiz hale getirmeyi başarmıştır. Görüldüğü gibi Atatürk, Kurtuluş Savaşı’nı İstanbul Şişli’deki o meşhur evden önce, Adana’daki Kırmızı Konak’ta ve Aliye Hanım’ın Evi’nde planlamış ve örgütlemeye başlamıştır.

(Soldaki foto)Adana Kırmızı Konak: Tırpanilerin evi olarak da bilinen bu konakta Atatürk yöre eşrafıyla bir toplantı

yapmıştır.  

(Sağdaki foto) Adana Şakirpaşa’da Aliye Hanım’ın Evi: Atatürk bu evde 8 Kasım 1918’de yöre eşrafıyla bir toplantı

yaparak Milli Mücadeleyi fikren bu binada kararlaştırmıştır.

Page 124: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

İlk Silahlı Direniş: İskenderun Saldırısı

Anlaşma gereği İskenderun Körfezi ve çevresindeki mayınlar 1918 Kasım ayı başından itibaren İngiliz-Fransız mayın tarama gemilerince temizlenmeye başlanmıştır. Ancak İtilaf devletlerinin asıl niyetinin bölgeyi işgal etmek olduğu birkaç gün içinde ortaya çıkmıştır. İtilaf devletlerinin çok stratejik bir konumdaki İskenderun’u işgal etmek istedikleri anlaşılmıştır. İtilaf devletleri 4 Kasım 1918’den itibaren İskenderun’u işgal etmekten söz etmeye başlamışlardır. Ancak Atatürk, emrindeki 7. Ordu, 3. Kolordu ve 41. Tümen Komutanlığı’na 5. Kasım 1918’de çektiği telgrafta İskenderun Körfezi’nden çıkarma yapmaya kalkışacak İngiliz kuvvetlerine ateşle karşılık verilmesini istemiştir.  Atatürk’ün bu emri üzerine 41. Tümen topçu birlikleri İskenderun Körfezi’ne bakan sırtlarda, körfeze girecek düşman donanma ve çıkarma araçlarına ateş edecek biçimde mevzilenmişlerdir. Ayrıca 3. Kolordu topçusuyla da güçlendirilmişlerdir.  Atatürk, 6 Kasım 1918’de Başkomutanlık Erkan-ı Haribiye Başkanlığı’na çektiği telgrafta çıkarma teşebbüsü karşısında, ateşle karşılık vereceğini hem İngiliz kumandanlığına hem de Sadrazam ve Başkumandan Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa’ya bildirmiştir.  Atatürk’ün bu karalı tutumu karşısında İngilizler Osmanlı hükümetini sıkıştırmaya başlamışlardır.  Bazı kaynaklara göre, örneğin 7. Ordu Harekat Şubesi’nde görev yapan subaylara göre İngiliz ve Fransız donanma ve çıkarma birlikleri körfeze girdiklerinde 41. Tümen uyarı ateşi yapmıştır. Bazı kaynaklara göre, örneğin, bir gün sonra, 7 Kasım 1918’de Atatürk tarafından Ahmet İzzet Paşa’ya cevabi telgrafta İngilizler bir çıkarmaya yeltenmediklerinden ateş edilmesine gerek kalmamıştır.  Ancak belgeler dikkatle incelendiğinde 6 Kasım 1918’de İskenderun Körfezi’ne girmeye çalışan İngiliz-Fransız çıkarma birliklerine Türk topçusu tarafından ateşle karşılık verildiği anlaşılmaktadır. “7. Ordu Karargahı’nın hareket şubesinde o zaman genç bir subay (yüzbaşı) olarak görev yapmış olan Muzaffer Ergüder’in Samet Kuşçu’ya anlattıklarına ve not ettirdiklerine göre uyarı niteliğindeki topçu ateşi yapılmıştır. 6 Kasım 1918 günü İskenderun Körfezi’ndeki bu ateş ve direniş sonucunda düşman donanması körfezden uzaklaştırılmıştır. Mustafa Kemal Paşa, kişisel dostlukları bulunan, saygı ve sevgi duyduğu Ahmet İzzet Paşa’yı daha fazla kırmamak, gücendirmemek için ve amaca da vardığı için cevabi telgrafında ‘Ateş edilmesine hacet kalmamış ve buna göre birlik komutanlarına yeniden emir verilmiştir’ diye bildirerek konuyu kapatmak istemişti.”  Enver Behnan Şapolyo, bu olayı “ilk kurşun sesi” olarak adlandırmıştır. Samet Kuşçu’nun anlattıklarına bakılacak olursa Kurtuluş Savaşı’nın ilk silahlı direnişi 6 Kasım 1918’deki İskenderun Körfezi saldırısıdır.  “Kurtuluş Savaşımızın eşsiz mimarı, eşsiz komutan Mustafa Kemal Paşa’nın emri ile gerçekleşen bu kutsal direniş ilk olandır. O tarihte

Page 125: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

zaten anayurdun hiçbir köşesine henüz düşman ayağı değmemiş ve işgal başlamamıştır. Milli direniş ve karşı koyma düşünce ve kararı, hiçbir bölgede meydana gelmiş değildir. Milli direnme ve karşı koyma, herkesten ve her yerden önce Mustafa Kemal Paşa’nın kafasında, yüreğinde ve ruhunda kıvılcım alıp alevlenmiştir.”  Daha sonra da 19 Aralık 1918’de Dörtyol Karakese köyünde İtilaf devletlerine karşı ilk silahlı halk direnişi gerçekleşmiştir.  *** Atatürk, ilk kurtuluş planlarını Adana’da yapmış, ilk direniş hazırlıklarını Adana’da başlatmıştır.  “Zaten Mustafa Kemal o tarihlerde bu amaca uygun bir şekilde emrindeki Yıldırım Orduları Grubu ile Musul cephesindeki 6. Ordu kıtaları içinde bu ordunun komutanı ile haberleşerek imkan ölçüsünde gereken tedbirleri aldırmıştır. Bu ordulara bağlı kuvvetleri, Torosların üst tarafına, İç Anadolu’nun muhtelif yerlerine ihtiyaca göre dağıtmak ve yerleştirmek, fazla silah ve yedek cephanelerle lüzumlu harp malzemesini güvenilir yerlere taşıtmak için planlar hazırlamaya ve ilgili komutanlara emirler ve direktifler vermeye başlamıştır. Elindeki kuvvetleri, geçirdikleri bütün badirelere rağmen gerçek bir ordu haline getirmek, düzenlemek ve takviye etmek, gerekince bu kuvvetlerle Türk’ün hak ve istiklalini korumak istemiştir.”  İşte bütün bu hazırlıklar nedeniyledir ki, Prof Dr. Stanford Shaw, “Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye” adlı kitabında “İşgalin ilk günlerinde Mustafa Kemal Kilikya’dayken direniş başlatmıştı.” diyerek Türk Kurtuluş Savaşı’nın Kasım 1918’de Adana’da Atatürk tarafından başlatıldığını ileri sürmüştür.  Stanford Shaw,’u, Atatürk’ün yaveri Cevat Abbas Gürer de doğrulamıştır. Cevat Abbas, anılarında Atatürk’ün kafasında “Anadolu’da bir direniş başlatma düşüncesinin” Halep’te (1917) ortaya çıktığını, Adana ‘da ve İstanbul’da biçimlendiğini belirtmiştir: “Atatürk’ün Türk milletinin istiklali için beslediği düşünceler çok eski idi. Hatta Harp Akademisi’nin sıralarında başlamıştır. Fakat onun Türkiye’yi yeni varlığı ile istiklaline kavuşturması için fiili mücadeleye girişmesi önce Halep’te başlamış, Adana’da İstanbul’da devam etmiş, Samsun’da, Amasya’da tatbikata başlamış, Lozan Konferansı’nda hakikat sahasına ulaşmıştır.”

Kurtuluş  Savaşı’nın Samsun’dan önce Adana’da başladığını  ileri sürmek abartılı bir değerlendirme olmasa gerekir.

Nitekim Atatürk bu gerçeği 15 Mart 1923’teki Adana seyahatinde Türk Ocağı’nda şöyle dile getirmiştir:“… Acı günlere ait olmakla beraber bu memlekete ait kıymetli bir hatırayı yad etmek isterim. Efendiler bende bu vakayiin ilk hissi teşebbüsü bu memlekette, bu güzel Adana’da vücut bulmuştur. Suriye felaketini takip eden Yıldırım Orduları Grubu Komutanlığı ile buraya gelmiştim. O zaman memleket ve milletin nasıl bir atiye sürüklenmekte olduğunu görmüştüm ve buna mümanaat için derhal teşebbüsatta

Page 126: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

bulunmuştum. Fakat o zaman için bu teşebbüsümü müsmir kılmak mümkün olmadı. (…) Bana milletin halası yolunda ilk teşebbüs hissinin bu mukaddes topraklardan gelmiş olması hasebiyle, hemşerisi olmakla mübahi olduğum bu toprakları tebcil ederim.”

Bu durumda, “Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk’ten önce ben başlattım” diyen Kazım Karabekir Paşa’nın iddialarının da çok gerçek dışı olduğu anlaşılmaktadır. Çünkü, anılarında "19 Nisan 1919'da Samsun'a çıktım" diyerek aklınca Atatürk'ten önce Anadolu'ya geçip Kurtuluş Savaşı'nı başlattığını ima eden Karabekir, anlaşılan Atatürk'ün Nisan 1919'dan tam 6 ay önce, Kasım 1918'de Anadolu'da "Adana-İskenderun ve Kilis hattındaki" çalışmalarıyla Kurtuluş Savaşı'nın alt yapısını hazırladığını "unutmuşa" benzemektedir!... Ayrıca bu gerçeği sadece o değil bugün onu istismar edip Atatürk'e saldıran Atatürk düşmanlarının da unuttukları anlaşılmaktadır!

Direniş Raporları: “İngilizlere Silahla Karşı Koymak”

Atatürk, Adana’dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği raporlarda (telgraflarda) ülkenin içine düşürüldüğü durumu anlatmış ve kafasındaki silahlı direniş düşüncesinden söz etmiştir. Bu raporlar, bir vatanseverin gerektiğinde kişisel çıkarlarını, rütbesini, makamını kısaca her şeyini bir kenara iterek doğru bildiği yolda sonuna kadar mücadele etmesi gerektiğini göstermektedir.  Atatürk’ün, Sadrazam İzzet Paşa ile yazışmalarına tanık olan Cevat Abbas (Gürer) bu konuda şu değerlendirmeyi yapmıştır: “Atatürk’ün, Kilikya’yı ve Kilikya sınırlarını dahi bilmeyecek kadar gaflet göstermiş olan Sadrazamla Adana’dan makine başında saatlerce süren haberleşmesine şahit olmuştum. Atatürk… Sadrazam Mareşal İzzet’i, devletin bulunduğu durum hakkında aydınlatmaktan kendisini alamıyordu. Fakat her defasında aldığı cevaplar pek sudan ve aldatıcı idi.”  Atatürk, her türlü çabasına rağmen Osmanlı yöneticilerini bir türlü gaflet uykusundan uyandıramamıştır. Atatürk, bir kere daha haklı çıkmıştır: Mondros’un mürekkebi daha kurumdan ilk işgaller başlamıştır, ama artık çok geçtir…

Ahmet İzzet Paşa

Atatürk’ün 1-8 Kasım 1918 tarihleri arasında Adana’dan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği raporlar Anadolu direnişine yönelik kayda geçirilmiş ilk ve tek resmi belgelerdir. Bu raporlarda Atatürk, açıkça İngilizlere karşı silahla karşı koymaktan söz etmiştir. Atatürk’ün bu raporlarından yükselen “isyan ateşi” Kurtuluş  Savaşı’nın ilk kıvılcımıdır.  İşte o raporlardan bazı bölümler:  

Page 127: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

1. Mütareke şartlarının ikinci maddesinin harfiyen uygulanması doğal ise de bu münasebetle karaya asker çıkarmaya dair mütarekede bir kayıt bulunmadığından müsaade edilmemiş ve görüşme memurları dönüp geldikleri gemiye gitmişlerdir. 2. İskenderun’da İngilizlerin karaya çıkmasının gerekirse ateşle önlenmesini emrettiğim arz olunur. 3. Çok ciddi ve samimi olarak arz ederim ki, mütareke şartları arasında yanlış anlamaları giderecek tedbirleri almadan orduları terhis edecek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğecek olursak, İngilizlerin ihtiraslarının önüne geçmeye imkan kalmayacaktır. 4. İskenderun’a her ne sebep ve bahane ile asker çıkarmaya teşebbüs edecek İngilizlerin ateşle engellenmesini… emrettim. 5. İngilizlerin aldatıcı muamele, teklif ve hareketlerini İngilizlerden fazla haklı ve nazik gösterecek ve buna karşılık gönül alıcı emirleri uygulamaya yaradılışım elverişli değildir.  6. Bugün Payas-Kilis hattına kadar olan toprakları isteyen İngilizlerin, yarın Toros’a kadar olan Kilikya mıntıkasını ve daha sonra Konya- İzmir hattının işgali lüzumu teklifinin birbirini kovalayacağı ve sonunda ordumuzun kendileri tarafından sevk ve dairesi ve hatta Osmanlı Bakanlar Kurulu’nun Britanya Hükümeti tarafından seçilmesi lüzumu gibi tekliflerin karşısında da kalmak uzak bir ihtimal değildir. 7. Ben ne durumda bulunursam bulunayım, doğru olduğuna inandığım ve gerekenlere duyurulmasını yurt selameti icabı kabul eylediğim kanaatlerimi bildirmekten nefsimi alıkoymaya muktedir değilim.   Özetlemek gerekirse bakın ne diyor Atatürk: -İngilizlerin karaya asker çıkarmalarına izin vermedim! -İngilizler İskenderun’a çıkarsa ateşle karşılanmalarını emrettim! -Orduları terhis edersek ve İngilizlerin her dediğine boyun eğersek onların ihtiraslarının önüne geçemeyiz. -İngilizlere nazik davranmaya yaradılışım elverişli değildir! -İngilizlerin isteklerine karşı çıkmazsak, ordumuzun yönetilmesini ve hatta Osmanlı Bakanlar Kurulu’nun seçilmesini bile İngilizlere bırakmak zorunda kalırız. -Hangi şartta olursam olayım, yurt selameti için doğru bildiklerimi söylemekten nefsimi alıkoymam!

Mondros’un hemen ertesinde açıkça düşmanla silahlı mücadeleden söz eden ve bu düşüncesini yetkililere gönderdiği raporlarla belgeleyen tek adam Atatürk’tür. Şevket Süreyya Aydemir’in dediği gibi: “Yeni devlete çıkan yolun ilk ve en dumanlı işaretleri, sanıyorum ki Mustafa Kemal’in 1 Kasım 1918 ile 7 Kasım 1918 arasında Adana’da geçen 7 günlük Yıldırım Ordular Grubu Kumandanlığı zamanındaki buhran günlerinden başlar”  Bütün bu gerçekleri tarih ayan beyan kaydetmiş olmasına karşın, öteden beri Atatürk’e saldıranlar, “Kurtuluş Savaşı’nı Atatürk

Page 128: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

başlatmamıştır! Atatürk Kurtuluş Savaşı’na sonradan katılmıştır!” ve hatta “Atatürk İngilizlerin ajanıdır!” demek için, Atatürk’ün 1-8 Kasım 1918’de Adana’dan Osmanlı Sadrazamı ve Harbiye Nazırı Ahmet İzzet Paşa’ya gönderdiği bu raporları görmezden gelmişlerdir.

Müsaade Edin Vatanıma Hizmet Edeyim

Atatürk’ün uyarılarına kulak tıkayan Sadrazam Ahmet İzzet Paşa, 8 Kasım 1918’de istifa etmiştir. 9 Kasım 1918’de İngiliz ve Fransız kuvvetleri İskenderun’u işgal edip şehre törenle bayrak çekmişlerdir.

10 Kasım 1918’de Yıldırım Orduları Grubu kaldırılarak Atatürk İstanbul’a çağrılmıştır. Atatürk, bu çağrıyı yapan Ahmet İzzet Paşa’ya, son bir umutla şöyle seslenmiştir: “Orduları dağıtalım, fakat unvanı koruyalım… Müsaade edin, en ufak bir müfreze halinde dahi olsa, bu unvanla ben onun kumandanlığıyla yetinir ve vatanıma hizmet ederim” Atatürk’ün bu isteğine Sadrazam Ahmet İzzet Paşa’nın yanıtı sert olmuştur: “Siz mağlup devletimize karşı bütün mağlup devletleri tekrar tahrik ve devletimizin temellerini tahrip mi etmek istiyorsunuz?” Zavallı İzzet Paşa, ortada bir devletin kalmadığını görememiştir. Burada ister istemez insanın aklına, Sadrazam Ahmet İzzet Paşa ve diğer Osmanlı yöneticileri Atatürk’ün raporlarını dikkate alsalardı ve Yıldırım Orduları Grubu’nu dağıtmayarak Atatürk’e hareket serbestliği tanısalardı acaba İngilizler ve Fransızlar Anadolu’ya ayak basabilir miydi? diye sormak geliyor. Bence eğer Osmanlı yöneticileri biraz cesur olabilseler, biraz düşmanlarını tanısalar ve biraz da Çanakkale kahramanına güvenselerdi, Atatürk Anadolu’nun işgaline engel olabilirdi. Ama onlar Atatürk’ün aksine İngilizlerin merhametine, İngilizlerin centilmenliğine sığındılar! Bir askeri strateji deha olan ve bunu daha önce Çanakkale’de, Muş ve Bitlis’te ve Suriye geri çekilişinde gösteren Atatürk, I. Dünya Savaşı’nın hemen sonrasında, Kasım 1918’de Kilis, İskenderun ve Adana’da yaptığı çalışmalarla Anadolu’nun işgalini önlemeye karalı olduğunu göstermiştir. Dahası İngiliz-Fransız çıkarma birliklerinin İskenderun’u işgal etmelerini önleyerek gerçekten Anadolu’nun işgalinin engellenebileceğini kanıtlamıştır.  Atatürk Kilis, İskenderun, Antep ve Adana’da aldığı önlemlerle ve yaptığı hazırlıklarla gerçekten de Anadolu’nun işgalini önleyebilirdi. Çünkü İtilaf devletleri; İngiltere, Fransa ve İtalya savaş yorgunuydu ve aralarında çıkar çatışmaları vardı. Düşmanlarını çok iyi tanıyan Yıldırım Orduları Komutanı Atatürk “Anadolu’nun İşgali Önleme Projesi” çerçevesinde aldığı önlemelerle işgale izin vermezdi. İngiltere ve Fransa Anadolu’ya çıkamayınca, Yunanların İzmir’i işgal edecek ne cesaretleri ne de uluslararası destekleri kalırdı. Ama olmadı.  Osmanlı hükümeti, Atatürk’ün cesaretini ve kararlılığını değil, İngilizlerin ve Fransızların baskısını, blöfünü dikkate alarak Atatürk’ün görevine son verip onu İstanbul’a çağırdı. 

Page 129: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Atatürk, 10 Kasım 1918’de Adana’dan bir terenle İstanbul’a hareket etmiştir.  11 Kasım 1918’de Tevfik Paşa Hükümeti kurulmuştur. 13 Kasım 1918’de İstanbul İtilaf devletlerince fiilen işgal edilmiştir. Aynı gün öğlen saatlerinde Atatürk de İstanbul’a gelmiştir.

Yarım Kalan Hesap

Atatürk, Adana’daki direniş çalışmalarının yarım kalmasına çok üzülmüş, özellikle İskenderun’un ve Hatay’ın işgal edilmesini hayatı boyunca hiç unutamamıştır. Çünkü gerçekten de 1918 de Adana ve İskenderun civarındaki savunma hattıyla ve direniş  planlarıyla düşmanı durdurabileceğine inanmıştı. Ancak hükümet buna izin vermemişti. İşte o günden beri Adana, İskenderun ve Hatay Atatürk’ün içinde bir uhde olarak kalmıştır. Özellikle Hatay’ın bir türlü düşman işgalinden kurtarılmaması  Atatürk’ü derinden yaralamıştır. Nitekim 1937 yılında Hatay meselesinin gündemde olduğu günlerdeHasan Rıza Soyak’a, 1918’de yarım kalan işini tamamlamaktan, bölgeye giderek Hatay için mücadele etmekten söz etmiştir: “Mondros Mütarekesi imzalandığı zaman İngilizler İskenderun’a asker çıkarmaya kalkıştılar. Oysa orası Mütareke sınırı dışındaydı.Askerlerime ateşle karşılık vermelerini emretmiştim. İskenderun ve Antakya havalisi Türk elidir. Bu sınırı korumak istiyordum. Ama İstanbul hükümeti beni geri çekti. Hatay İngiliz ve Fransızlar tarafından işgal edildi. Ondan sonra da geri almayı başaramadık. Bu nedenle Hatay’a şahsi davam olarak bakıyorum. Sözünü ettiğim bir durumda tutacağım yolu çoktan kararlaştırmış bulunuyorum. Cumhurbaşkanlığından, milletvekilliğinden istifa edeceğim serbest bir Türk vatandaşı olarak, bu işte çalışan arkadaşlarla birlikte Hatay topraklarına geçeceğim. Bildiğin gibi bunun emin yolları var. Oradaki mücahitlerle ve anavatandan bize katılacak kuvvetlerle sorunu yerinde ve içten halledeceğim. İsterse Türkiye hükümeti, beni ve arkadaşlarımı asi ilan eder, hakkımda soruşturma da açar. Ben Fransızların Suriye ve Lübnan’a kolayca bağımsızlık vereceklerini sanmıyorum. Biz hareketimizi oralara da yayarak Suriye ve Lübnan’ın gerçek bağımsızlıklarını da sağlayabiliriz. Ama göreceksin dava yakında istediğimiz gibi çözülecektir.”

ANADOLU’YA GİZLİ GEÇİŞ PLANI

Atatürk, 13 Kasım 1918’den 16 Mayıs 1919’a kadar işgal İstanbul’unda kalarak “gizli kurtuluş planları” yapmıştır. Atatürk’ün işgal İstanbul’undaki gizli kurtuluş planlarından en ilginç  olanı, birkaç arkadaşıyla birlikte Gebze-Kocaeli yolundan gizlice Anadolu’ya geçerek Kurtuluş Savaşı’nı başlatmak biçimindedir. Atatürk resmi yollarla Anadolu’ya geçme fırsatı  yakalayınca uzun bir süredir üzerinde çalıştığı bu gizli geçiş planından vazgeçmiştir.  

Page 130: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

İşte o planın öyküsü: Atatürk, özellikle 1919 Ocak ayının ortalarından itibaren Anadolu’ya geçmeyi düşünmekte ama bunun ne şekilde, nasıl ve hangi yolla yapılacağını bilmemektedir. Aklına gelen ilk yol, gözünü budaktan esirgemeyen bazı eski İttihatçılarla temas kurup, onların korumaları altında gizli bir şekilde İstanbul’dan Anadolu’ya geçmektir. Atatürk, İstanbul’da aylarca bu gizli geçiş planı üzerinde çalışmıştır. Atatürk, bu planını sonradan, “Uygun bir zaman ve fırsatta İstanbul’dan kaybolmak, basit bir tertiple Anadolu içlerine girmek, bir müddet isimsiz çalıştıktan sonra, bütün Türk milletine felaketi haber vermek” olarak açıklamıştır. Atatürk, bu “basit tertip” işini önce güvendiği bir arkadaşıyla paylaşmıştır. Atatürk’ün İstanbul Şişli’deki evinde düzenlediği gizli toplantıların katılımcılarından olan bu kişi, Harbiye Bakanlığı Müsteşarı İsmet (İnönü) Paşa’dır.

Atatürk, İsmet İnönü Görüşmesi

Atatürk, Anadolu’ya geçiş düşüncesini ilk olarak İsmet Paşa’ya açmıştır. 15 Ocak 1919’da, İsmet Paşa’yı Şişli’deki eve çağırmış ve ona, “Hiçbir sıfat ve yetki sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırmak, kurtuluş çareleri aramak için en uygun bölge ve beni o bölgeye götürecek en kolay yol hangisi olabilir?” diye sormuştur.

İsmet Paşa

Olayın ayrıntılarını Atatürk’ün anılarından takip edelim: “Bir gün İsmet Bey’i davet ettim. Şişli’deki evimde beni yalnız bulan İsmet Bey, ‘Gene ne var?’ dedi. Soru sorarken gözlerinin içi, yüksek zekâsı ve güven veren neşesi ile gülüyordu. ‘Ne haber?’ dedim. ‘Tahmin edeceğin gibi’… ‘Şuradan bana bir Türkiye haritası bulup masaya açar mısın, üzerinde konuşacağım.’ İsmet Bey haritayı bulup açtı. Fazla olarak daima cebinde taşıdığı pergeli de çıkardı. Latife ettim: ‘Henüz pergellik bir şey yok. Biraz pergelsiz görüşelim…’ ‘Ne yapacaksınız?’ diye sordu. Bu münasebetle söyleyeyim ki benim en iyi anlaştığım dostlarımdan biri İsmet olmuştur. Onun için bu görüşmenin boşuna olmadığını anlamıştı. ‘Mesela’ dedim. ‘Hiçbir sıfat ve yetki sahibi olmaksızın Anadolu’ya geçmek ve orada milleti uyandırarak kurtulma çarelerini aramak için en müsait mıntıka ve beni o mıntıkaya götürecek en kolay yol hangisi olabilir?’ Yüzüme baktı. Tekrar neşeli ve ümitli güldü: ‘Karar verdin mi?’ dedi. ‘Şimdilik bundan bahsetmeyelim, bana memleketi, milleti ve orduyu anlayıp bilen, vaziyeti yakından gören, tehlikeden şüphesi olmayan bir arkadaş gibi cevap ver!’ İsmet Bey, masanın kenarındaki sandalyeye ilişti ve derin derin düşünmeye başladı. O sırada ben salonun içinde dolaşıyordum. Bana sesleninceye kadar gezindim. Birdenbire ayağa kalktı, gülerek: ‘Yollar çok, mıntıkalar çok!’ dedi. Bazı ziyaretçilerin

Page 131: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

geldiklerini haber verdiler. Haritayı kapamaya vakit kalmadan içeriye giren bu tanıdıklarla başka konulara daldık. Bir hayli müddet sonra İsmet Bey’le yalnız kaldık. ‘Ne yapacağını bana ne vakit söyleyeceksin?’‘Zamanında!”  Atatürk, 1919 yılı Ocak ayının ortalarında İsmet Paşa’ya Anadolu’ya geçmekten söz etmesine karşın, kafasındaki planın ayrıntılarını zamanından önce “sırdaşım” dediği İsmet Paşa’ya bile açıklamamıştır. Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planını anılarında İsmet Paşa da doğrulamıştır. Şimdi de İsmet Paşa’ya kulak verelim: “Atatürk, İstanbul’da herkesi uyandırmak, memleketin kurtuluşu için resmi kudret sahiplerinin, güçlü memleket evlatlarının bir hükümet halinde memleket çabasına girmelerini sağlamak için bütün tecrübeleri denedikten, bütün imkânlarını sarf ettikten sonra nihai kararını şu şekilde tespit etti: ‘Bir an önce vazife alarak Anadolu’ya gitmek. Artık bundan sonra Anadolu’ya gitmenin imkân ve çarelerini araştırmaya başlamıştı. İyice hatırlarım, bir gün, ‘Anadolu’ya nasıl çıkabiliriz, nerden çıkabiliriz, yol nedir?’ Beraber bunları konuşuyorduk. Bir harita başında konuşuyorduk. Bana soruyordu: ‘Nasıl gideriz?’ Ben kendisine şu cevabı verdim: ‘Canım her taraftan gideriz. Yol da çoktur, tedbir de çoktur. Mesele, çalışmak için istikameti (yönü) tayin etmektir.”

Ali Fuat Cebesoy’un Yazdıkları

Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planının izlerine Ali Fuat Cebesoy’un “Milli Mücadele Hatıraları”nın satır aralarında da rastlanmaktadır. Cebesoy anılarında, Atatürk’ün resmi bir görevle Anadolu’ya geçmeyi düşündüğünü ancak bunu başaramazsa “özel bir şekilde” Anadolu’ya geçmeyi planladığını belirtmiştir: “Var kuvvetimizle Anadolu’da çalışmaya devam etmekte, Mustafa Kemal Paşa ile bir defa daha anlaşmıştık. Kumandanı bulunduğum 20. Kolordu Karargâhı’nın Ankara’ya nakli ile burasının bir direniş merkezi yapılmasını kararlaştırdık. Paşa’nın geniş yetkili bir görev ile Anadolu’ya geçmesine her taraftan çalışacaktık. Bu nedenle daha bir müddet İstanbul’da kalacaktı. Anadolu’da ona ihtiyaç duyulduğu zaman bir görev almamış bile olsa özel şekilde Anadolu’ya geçecek, Milli Mücadele’deki şerefli yerini alacaktı.”

Cebesoy’un anılarında “özel şekilde Anadolu’ya geçmek” olarak ifade ettiği şey, öyle anlaşılıyor ki aslında Atatürk’ün “Anadolu’ya gizli geçiş planıdır”. Cebesoy, Atatürk’ün Anadolu’ya gizlice geçmesi halinde kendisinin yanına gelerek işe oradan başlayacağını ifade etmiştir: “Akşam yemeğinden sonra saatlerce konuştuk. Kemal Paşa eğer bir vazifeyle kendisini tayin ettiremezse Anadolu’ya en itimat ettiği bir kumandanın yanına gideceğini ve ilk defa işe oradan başlayacağını söylüyordu. ‘Paşam, ben ve kolordum daima emrindedir’ dedim. Mavi gözlerinin nasıl bir ışıkla parladığını tarif edemem. Yerinden

Page 132: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

kalkıp hararetle elimi sıkmıştı. ‘Beraber çalışacağız Fuat’ demişti.”

Gebze - Kocaeli Üzerinden Anadolu’ya Gizli Geçiş Planı

Atatürk, resmi bir görevle, Samsun yolu üzerinden Anadolu’ya geçme olanağı bulamasaydı, Gebze-Kocaeli yolu üzerinden Anadolu’ya gizlice geçecekti. Atatürk’ün yaveri Cevat Abbas Gürer’in gün ışığına çıkardığı haritalar, Atatürk’ün Anadolu’ya geçmek için “yedek” bir planı olduğunu kanıtlamaktadır.

Cevat Abbas Gürer Atatürk’le beraber

Sonradan iptal edilen Gebze-Kocaeli üzerinden Anadolu’ya gizli geçiş  planı uygulansaydı Kurtuluş Savaşı’nın ilk adımı  Samsun’da değil Kocaeli’de atılmış olacaktı.

Atatürk’ün Yenibahçeli Şükrü Bey’e Verdiği Görev

Atatürk’ün bu yöndeki ilk işareti, Fethi Bey aracılığıyla Kasım 1918’de Pera Palas’ta kendisini ziyaret eden Yenibahçeli Şükrü Bey’e söylediği, “Gözünüz Gebze-Kocaeli yolunda olsun. Orayı sıkıca kontrol altında tutmayı düşününüz” sözleridir.  Maltepe Atış Okulu Müdürü olan Yenibahçeli Şükrü Bey, aynı zamanda Karakol Cemiyeti’nin “Menzil Teşkilatı”nın komutanıdır. Piyade Yüzbaşı Dayı Mesut ve Doktor Fahri (Can) de yardımcılarıdır.  O gün Atatürk’ün bu işareti üzerine hemen harekete geçen Yenibahçeli Şükrü Bey, Maltepe Endaht Mektebi’nde emrindeki subaylara, “Gebze yolundan kuş uçmayacak” diye emir vermiştir.  Yenibahçeli Şükrü, Gebze-Kocaeli yolunu tutmuştur, ama Atatürk’ün neden böyle bir şey istediğini anlayamamıştır: “Bu Mustafa Kemal Paşa da, şu yolu neden tutunuz demiştir acaba, ne yapacak ki bu yol lazımdır. Bir iş vardır da biz mi akıl edemeyiz?” diye düşünürken Atatürk’ten bir haber almıştır. Atatürk, Yenibahçeli’nin, kimseye görünmeden gizlice Fansaların evine gelmesini istemiştir. Yenibahçeli haberi alır almaz Atatürk’le görüşmek için Fansaların evine gitmiştir.

Atatürk, Yenibahçeli’ye, “Nedir Gebze- Kocaeli civarındaki vaziyetimiz Şükrü Bey” diye sorunca Yenibahaçli’den şu yanıtı almıştır: “Bizimkiler oraları tutmuşlardır. Ufak tefek yaramazlıklar oluyorsa da kıymeti yoktur. Rum çeteler, bir şeyler yapmaktaysalar da yol elimizdedir. Kuş uçsa haberimiz olacaktır, haberimiz olmadan kuş uçmayacaktır. Arkadaşlarımıza söylenmiştir. Yanımızda bildiğimiz Dr. Fahri Bey de vardır. Kendisinin tayini Gebze’ye yapılmıştır. Silahlarımız tamamdır, teslim edilmemiştir, yenidir. Hücum taburundan elimizde tuttuklarımızdır. İstenirse, bir iki depodan yenilerini temin etmek mümkündür.” 

Page 133: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Bu sırada Atatürk, ayağa kalkıp yaverinden bir harita istemiş, getirilen haritayı ortadaki masanın üzerine açarak elini haritanın üzerinde gezdirmeye başlamıştır. Bir taraftan eliyle, Gebze-Kocaeli taraflarından Anadolu üzerine doğru bir yay çizerken, diğer taraftan Yenibahçeli’nin gözlerinin içine bakarak şunları söylemiştir: “Bakınız bu yollar bizim için mühim bir vaziyet alacaktır. Buradan yapılacak işler ehemmiyetlidir. Bu yollardan istenilmeyenler hiçbir suretle geçemeyecektir. Geçsin dediklerimiz geçemez, geçmesin dediklerimiz geçerse bozuşuruz! Fakat zaten siz bu işleri iyi bilirsiniz…”  Atatürk’ün bu “kararlı” ve “imalı” sözleri üzerine heyecanlanan Yenibahçeli, “Paşam, geçsin dedikleriniz geçecektir, geçmesin dedikleriniz dünya başımıza gelse oradan geçemez. Mahçup olmayız Paşam!” demiştir. Atatürk, Yenibahçeli’ye son olarak şunları söylemiştir: “Şükrü Bey, bilir misiniz bir düstur vardır: İfşası idamı muciptir (açıklanması idam gerektirir). İşte bu şimdilik öyle bir meseledir. Sadece yanınızda bulunan teşriki mesai ettiğiniz doktor bilecektir.” Konuşma bittiğinde Yenibahçeli topuklarını birbirine vurarak hazır ola geçmiş ve başında asker şapkası varmış gibi elini kaşının üstüne götürmüştür. Yenibahçeli’nin heyecanını fark eden Atatürk hafifçe gülerek konuğunu uğurlamıştır.  Atatürk, Anadolu’ya tayin emrinin çıkmasından sonra da Gebze-Kocaeli yoluyla ilgilenmeye devam etmiştir. Mayıs ayının başlarında Teşkilat-ı Mahsusacılara, Gebze-Kocaeli yolunun tam olarak güvene alınıp alınamadığını sormuştur. Atatürk’ün sorusuna Yenibahçeli şöyle yanıt vermiştir: “Emirleri olmadan kuş uçmaz, emirleri olunca da yol açıktır.”  Yenibahçeli gerçekten de dediğini yapmış, Gebze-Kocali yolundan kuş uçurtmamıştır. Atatürk, resmi bir görevle Anadolu’ya geçme fırsatını yakalayınca bu yolu kullanmaktan vazgeçmiş, ancak Kurtuluş Savaşı sırasında İsmet Paşa, Adnan Bey, Halide Edip Hanım gibi pek çok asker, sivil Yenibahçeli’nin koruması altındaki bu yoldan Anadolu’ya geçerek Milli Harekete katılmıştır. Atatürk’ün Samsun’a sağ salim çıktığını öğrenen Yenibahçeli, emrindeki adamlara şunları söylemiştir: “Şimdi, Mustafa Kemal Paşa Samsun’a varmıştır. Daha gitmeden çok evvel zaman bize demiştir ve emretmiştir ki, Gebze yolu sıkıca tutulmalıdır, geç denilen geçmelidir, geçme denilen geçmemelidir. Mustafa Kemal Paşa’ya mahcup olundu mu, yanmak, yok olmak lazımdır. Lakin, daha bu yine bizim aramızdaki sözlerdir. Bu bu dediklerim iyi bilinmeli ve de ona göre düşünülmelidir. Geç denilen geçemedi mi, geçme denilen geçti mi vazifeyi yapmayan bitti demektir. Neye göre bitti demektir, İttihatçılığa göre bitti demektir.”  Adamlar dağıldıktan sonra Dayı Maksut ve Dr. Fahri ile baş başa kalan Yenibahçeli, Atatürk’ü ancak şimdi anladığını şöyle ifade etmiştir: “Yahu! Şimdi yavaş yavaş anlarım Mustafa Kemal Paşa daha ilk vaziyette bize Pera Palas’ta ‘Sen Gebze yolunu tutmaya bak’ demiştir de aklıma bunların hiçbiri gelmemiştir. Şimdi anlarım ki

Page 134: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

hesaplamıştır bu işleri. Lakin ne zaman? Ona da benim İttihatçı aklım ermez!”

Atatürk: “O Yol Çok İşe Yaramıştır”

Ankara’da bir Çankaya gecesinde Atatürk, İsmet Paşa ve Fahrettin Altay Paşa sohbet ederken, İsmet Paşa’nın Gebze-Kocaeli yolundan çileli bir yolculuk sonunda Ankara’ya gelişi söz konusu olunca, Atatürk, İstanbul’dayken Yenibahçeli’yle yaptığı görüşmelerden ve Gebze-Kocaeli yolunun tutulması konusundan şöyle söz etmiştir: “O yolu Yenibahçeli tuttu. Pera Palas’taki ilk konuşmamızda, Gebze-Kocaeli yolunu tutun dediğimde meseleyi anlayamamıştı. Fakat artık zaman yaklaşırken bir gece kalmakta olduğum Fansaların evine çağırttım. Harita üzerinde kendisine yolun ehemmiyetinden (öneminden) bahsettim. O yolu Yenibahçeli çok iyi tuttu. İşte İsmet Paşa dahil birçokları o yoldan Anadolu’ya, Ankara’ya geldiler. Fakat, o gece Yenibahçeli’ye harita üzerinde de bazı şeyler söylerken bir istikamet çizdim, fakat arkasından da ‘ifşası idamı muciptir’ dedim. Yenibahçeli, İttihat Ve Terakki’den tanıdıklarımızdandı. Onun bu işleri iyi bildiğini bilirsiniz. O yol çok işe yaramıştır. Fakat ben ona bunları söylerken Yenibahçeli de meselenin Ankara’ya uzanacağını anlayamamıştır.”  Gebze-Kocaeli yolunun çok işe yaradığını Rauf Orbay da anılarında doğrulamıştır: “Ben buradan Anadolu’ya mütemadiyen kıymetli insanlar kaçırdım. Doktor Adnan Adıvar, Halide Edip Hanım gibi birçoklarını… Veniköy tarafındaki bir dergâhtan, Maltepe’de Endaht Mektebi Kumandanı olan Yenibahçeli Şükrü Bey vasıtasıyla Kartal yolu ile kafile kafile kaçırmıştık…”

Atatürk’ün Yahya Kaptan’a Verdiği Görev

Atatürk, bir gün yaveri Cevat Abbas Bey’i çağırarak, Kocaeli-Taşköprü  üzerinden veya İzmit Körfezi’nden Anadolu’ya, 20. Kolordu sınırlarına kadar ulaşacak bir yol belirlemesini ve bu yolu güvenceye almasını  istemiştir.  Atatürk’ün amacı en kısa yolla Anadolu’ya geçip, Ali Fuat Paşa’nın kontrolündeki 20. Kolordu sınırları içine girmek ve bu direniş hareketini başlatmaktır. Atatürk’ün önce Adana’da daha sonra da İstanbul’da Ali Fuat Paşa’yla yaptığı görüşmelerde hep Ankara civarındaki 20. Kolordu’ya vurgu yapmış olmasının nedeni şimdi daha iyi anlaşılmaktadır.  Cevat Abbas, Atatürk’ün verdiği emir doğrultusunda yaptığı çalışmaları şöyle anlatmıştır: “Gebze, İzmit ve Değirmendere istikametlerini etüt ettim. İcabında ikimize canlarıyla, başlarıyla katılacak yerli ve muhacirlerden ve fedakâr vatanseverlerden küçük küçük silahlı kuvvetler bulabilmiş ve kumandanımın yanına dönmüştüm. Atatürk, arz ettiğim vaziyet ve faaliyeti çıkar yol bulmuş ve bu küçük teşkilatımızın tamamıyla emniyet edilir bir hâle gelmesini ve ormanların yapraklanmasını

Page 135: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

beklemeyi faydalı görmüşler ve bu teşekkülümüzle ilişkimizin kuvvetle sürdürülmesini emir buyurmuşlardır…. Yahya Kaptan’la beş arkadaşı ilk müfrezemizi teşkil edecekti.”  Cevat Abbas, Atatürk’ün Gebze-Kocaeli yolunu kontrol etmek için “müfrezeler” oluşturmak istemesinin nedenini, “Türk köylerini kasıp kavuran Rum çetelerinin ve İstanbul hükümetlerinin takip ettireceği silahlı kuvvetlerin ilk saldırısına, kıyımına uğramamak” olarak açıklamıştır.  Yahya Kaptan, Atatürk’ün emri doğrultusunda Gebze- Kocaeli yolunun güvenliğini sağlamak için hemen çalışmalara başlamıştır: “Yahya Kaptan ve arkadaşlarının görevi Kocaeli yarımadasında güvenliği sağlamak, Türk köylerine tecavüzlerde bulunan Ermeni ve Rum çetelerinin cinayet ve soygunlarına engel olmaktı. Ayrıca, Yahya Kaptan’ın bilmediği çok önemli bir görevi daha vardı: Mustafa Kemal Paşa’nın Anadolu’da güvenli bir bölgeye ulaşıncaya kadar ki seyahati sırasında gereken güvenliğini sağlama ve koruma görevi için düşünülen Kuvayı Milliye Müfrezesi, Yahya Kaptan’ın milis kuvvetleri idi… Yahya Kaptan, kendisine verilen emir gereği, her an göreve hazır durumdaydı ve Mustafa Kemal Paşa’nın emrini bekliyordu.”

Yahya Kaptan

Atatürk Nutuk’ta Yahya Kaptan Müfrezesi’nin kuruluş amacını  ve Yahya Kaptan’ın kahramanlığını şöyle anlatmıştır: “Efendiler, bizim bilhassa İstanbul’a yakın olan İzmit mıntıkasında uygulanmasını düşündüğümüz tedbir, orada silahlı, milli müfrezeler oluşturmak ve o bölgede güvenilir kumandan ve zabitlerimizin bu milli müfrezelere yardım ve desteği ile hain çeteleri takip ederek zararlarını ve varlıklarını ortadan kaldırmaktı. İşte bu amaçla kurdurduğumuz milli müfrezelerin en önemlisi ve en kuvvetlisi, bu, Yahya Kaptan adıyla tanınan bir fedakâr vatanseverin müfrezesi idi.”

Planın Detayları

Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planının güzergâhı, Gebze-Kocaeli yoludur. Atatürk öncelikle bu yolun güvenliğini sağlamak için gözünü budaktan esirgemeyen Yenibahçeli Şükrü Bey ve Yahya Kaptan gibi vatanseverleri görevlendirmiştir. Yolun güvenliği sağlandıktan sonra ise önce kendisi, daha sonra da asker-sivil vatanseverler bu yoldan Anadolu’ya geçecekti.  Cevat Abbas, Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planının ayrıntılarını şöyle anlatmıştır: “Atatürk’le kendime, cephanesiyle birlikte birer mavzer filintasıyla iki el bombası hazırlamıştım. Tasavvur ettiğim yollar güzergâhının haritalarını tamamlamıştık. Ansızın bir gün Atatürk’ün bizzat tespit ettiği Gebze civarından Tavşancıl’a inen yolu takip ederek Yahya ve arkadaşlarıyla buluştuktan ve onları da beraberimize aldıktan sonra Yarımca civarından Değirmendere’ye geçecektik. Değirmendere

Page 136: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

bölgesinde Dünya Savaşı içerisinde eşkıyalıkları ile Türk köylerini zarara sokan bahçıvanlıktan yetişmiş ve eşkıyalıktan vazgeçirdiğim üç beş kişilik çeteyi de müfrezemize ekleyecek ve İznik-Yenişehir bölgesinden geçerek 20. Kolordu Kıtaatı’ndan birine ulaşmak kararımız planlanmıştı.”  Cevat Abbas’ın “Bahçıvanlıktan yetişmiş ve eşkıyalıktan vazgeçirdiğim üç, beş kişilik çete” diye ifade ettiği kişilerin Yenibahçeli Şükrü Bey ve adamları olduğu anlaşılmaktadır. Cevat Abbas, planın uygulanması için gereken önlemlerin tamamlanmasını ve ormanların yapraklanmasını beklediklerini belirtmiştir.  Anadolu’ya gizli geçiş planının tüm hazırlıklarının tamamlandığı o günlerde hiç beklenmedik bir gelişme yaşanmış, İstanbul Hükümeti ve Padişah Vahdettin, Karadeniz Bölgesi’ndeki karışıklığı önlemek amacıyla Atatürk’ü “ordu müfettişi” göreviyle Anadolu’ya göndermeye karar vermiştir. Bu resmi görev, Samsun yoluyla Anadolu’ya geçme olanağı sağladığı için, aylar önceden gizlice hazırlanan “Gebze-Kocaeli yoluyla Anadolu’ya gizli geçiş planına” artık gerek kalmamıştır.

Planın Düşündürdükleri

Atatürk, İstanbul’da aylarca, “Gebze-Kocaeli yolundan Anadolu’ya gizli geçiş” planı üzerinde çalışmıştır. “Her hareketini bir plan ve program doğrultusunda yapan Atatürk’ün elbette ki Anadolu’ya geçmek için yedek bir planı vardı. Ve bu plan son anda iptal edilen ve Cevat Abbas Bey’in açıklamış olduğu ‘Kocaeli üzerinden’ gizli geçiş planıydı.”  Atatürk’ün İstanbul’a gelir gelmez Yenibahçeli Şükrü Bey ile temas kurarak Gebze-Kocaeli yolunun güvenliğinin sağlanmasını istemesi ve yaveri Cevat Abbas aracılığıyla Yahya Kaptan’a Kocaeli’de ilk milli müfrezelerden birini kurdurması, bu planın hazırlıklarındandır. Eğer bu plan uygulansaydı, Kurtuluş Savaşı’nın başlaması ve Anadolu’daki yayılması çok daha başka bir biçimde olacak ve tarih çok daha başka bir biçimde yazılacaktı. Atatürk’ün Anadolu’ya gizli geçiş planının düşündürdüklerini şöyle özetlemek mümkündür: 1. Atatürk, İstanbul’a geldikten hemen sonra bir şekilde Anadolu’ya geçmeyi düşünmüştür. 2. Atatürk’ün Anadolu’ya geçiş kararı son anda verilmiş bir karar değil, inceden inceye düşünülmüş, planlanmış bir karardır. 3. “Atatürk Anadolu’ya geçmeyi düşünmüyordu! Onu ben ikaz ettim! Anadolu’ya geçiş düşüncesi bana aittir!” diyen Kazım Karabekir’in bu ve benzeri iddiaları çürümektedir. 4. Atatürk, Anadolu’ya geçmek için Padişahın vereceği göreve muhtaç değildir; kendi plan ve programıyla da Anadolu’ya geçebilecek durumdadır. 5. Atatürk’ün Kuvayı Milliye’nin oluşumundaki rolü inkâr edilemez. 6. Anadolu direnişinin başlamasında ve güçlenmesinde Atatürk’ün

Page 137: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

“ince hesapları” ve “teşkilatçılık yeteneğinin” büyük bir etkisi vardır.

Anadolu’ya gizli geçiş için Gebze-Kocaeli yolunu emniyete alan Atatürk, İstanbul’dan Anadolu’ya silah sevkıyatı için de İnebolu yoluna önem vermiştir. İstanbul’daki Karakol Cemiyeti, Mim Mim Grubu gibi Mustafa Kemal’e bağlı “gizli örgütler” düşman cephaneliklerinden aldıkları silah ve cephaneyi önce Üsküdar’daki Özbekler Tekkesi’ne getirmişler, sonra buradan kayıklarla Karadeniz yoluyla İnebolu üzerinden Anadolu içlerine nakletmişlerdir.

Şimdi bütün bu gerçeklerden sonra, "Sanki Milli Mücadele Atatürk'ün Samsun'a çıkmasıyla başladı!"diyen Hilal Kaplan gibi kadrolu Atatürk düşmanlarına "Evet, Milli Mücadele Atatürk'ün 19 Mayıs 1919'da Samsun'a çıkmasıyla başlamadı! Çünkü Atatürk çok daha önce Kasım 1918'de Adana'da Milli Mücadele'yi başlatmıştı" diyebiliriz. Ah bu Atatürk düşmanı kafa ah...

Nutukta Gizli İmza: 19 Mayıs 1919

Peki ama Atatürk neden Nutuk adlı dev eserinde Kurtuluş Savaşı’nı Kasım 1918’de Adana’da değil de Mayıs 1919’da Samsun’da başlattığını ima etmiştir? Atatürk, Nutuk’ta neden Kasım 1918’de Adana’da başlattığı ve Mayıs 1919’a kadar İstanbul’da devam ettirdiği kurtuluş hazırlıklarından söz etmemiştir? Nutuk’a neden “1919 yılı Mayısının 19. günü Samsun’a çıktım” cümlesiyle başlamıştır? Kanımca Atatürk, Türk Kurtuluş Savaşı’nın özellikle genç kuşakların beynine kazınması için bir mihenk taşı, bir milat, bir sembol tarih ve olay belirleyerek Nutuk’u o sembol tarih ve olayla başlatmak istemiştir. Bu nedenle Nutuk’a, “1919 yılı Mayısının 19. günü Samsun’a çıktım” cümlesiyle başlamıştır.  Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk, Atatürk’ün Nutuk’a bu cümleyle başlamasının çok daha derin ve Kuran’da gizli dinsel bir anlamı olduğunu ileri sürmüştür. Kuran’da 19 rakamının bir tür “imza” olduğunu ifade eden Öztürk, benzer bir imzanın Nutuk’ta da olduğunu belirtmiştir. Şu sözler Yaşar Nuri Öztürk’e aittir: “Nutkun ilk cümlesini bilir misiniz? Bir denizdir, bir devrimdir… Bazıları ‘Nutuk Atatürk’ün günlüğünden ibarettir’ der. Utan be bunu diyen… (…) Nasıl bir heyetler halinde çalışma ile yazmış uzmanlar ile… Yazmış, vermiş… Sonra 500 sayfalık metin çıkmış. Okuyor. İlk cümle: ‘19 Mayıs 1919 günü Samsun’a çıktım!’ Böyle bir giriş olur mu? Nutuk’ta da 19 rakamı bir imzadır. Tarih diyalektiği Atatürk’e 19 rakamını imza olarak vermiştir. Bunu görmezden gelenler Atatürk’ü dinin dışına çıkartmak istediler…”  işte AKL-I KEMAL...

Not: Bu yazıda geçen belgelere, kaynaklara ve dipnotlara AKL-I KEMAL, "Atatürk'ün Akıllı Projeleri", C.1 adlı kitabımdan, bu konunun ayrıntılarına ise PAROLA NUH "Atatürk'ün Gizli Kurtuluş

Page 138: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Planları" ve CUMHURİYET TARİHİ YALANLARI, C.1 adlı kitaplarımdan ulaşabilirsiniz.

19 Mayıs Kutlu Olsun...

 

 

 

ATATÜRK'ÜN MAL VARLIĞI KONUSUNDAKİ YALANLARA YANIT Okunma: 10977Yalan Makinesi Gibi

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlığını hayat biçimi haline getirmiş, Atatürk ve cumhuriyet düşmanlığı ile ürettiği tarihi yalanlarla geçimini sağlayan cemaatin kadrolu tarihçisi (?) bugüne kadar ürettiği onca tarihi yalana son olarak “Atatürk’ün mal varlığı” yalanını da ekledi. Ona göre "Atatürk mal varlığını gayri meşru yollardan elde etmiş! Aslında bu mal varlığını hazineye bağışlamak istememiş! İsmet İnönü’nün zorlamasıyla hazineye bağışlamış!" Mış mış da mış mış!... (Bkz.Çok-konusulacak-Ataturk-iddiası)

Malum! Bütün bu iddiaları da daha öncekiler gibi KOCAMAN BİR YALAN! En hafifiyle ÇARPITMA!

Ancak bu yalan, biraz aklı başında ve biraz da Atatürk’ü ve yakın tarihi bilen birinin söyleyebileceği türeden bir yalan da değil doğrusu! Çok mantık dışı bir yalan! Ben bu yalan makinesinin daha mantıklı yalanlarını da görmüştüm!

Çanakkale kahramanı, Muş ve Bitlis’in kurtarıcısı, Kurtuluş Savaşı’nın örgütleyicisi ve Başkomutanı, emperyalizmi dize getiren ilk Doğulu ve çağdaş Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu olan Atatürk, yaşadığı dönemde Türkiye’de mala, mülke, eve, çiftliğe, paraya hiç ihtiyacı olmadan hayatını krallar gibi sürdürebilecek bir SAYGINLIKTA ve SEVİLİRLİKTE bir liderdir. Atatürk’ün cebinde beş parası, yatacak yeri olmasa bile milletinin onu el üstünde tutacağı çok açık bir gerçektir. Nitekim neredeyse gittiği her yerde ona bir ev, köşk hediye edilmiştir. Atatürk’ün mala, mülke ve paraya ihtiyacı olmadığı gibi, üstelik annesi, babası yakın akrabaları (kız kardeşi Makbule Hanım dışında) ölmüş, çocukları da olmadığı için mal mülk, servet edinip buları akrabalarına miras bırakması gibi bir durum da söz konusu değildir.

Page 139: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Atatürk'ün Örnek Çiftlikler Projesi

Atatürk yokluk, yoksulluk ve parasızlık içinde bir Kurtuluş Savaşı verip, ardından yeni bir devlet kurmanın ne demek olduğunu çok iyi bildiği için, hem o zamanki halka, hem gelecek nesillere örnek olması amacıyla ÖRNEK TARIM, HAYVANCILIK VE SANAYİ PROJELERİ geliştirmiştir. (Bkz. Sinan Meydan, Akl-ı Kemal, “Atatürk’ün Akıllı Projeleri, 2 Cilt, İnkılap Yayınları, İstanbul, 2011). Bu projelerin en önemlisi ATATÜRK’ÜN ÖRNEK ÇİFTLİKLER PROEJESİ’dir. Atatürk, Türkiye’nin çağdaşlaştırmıştı köyden, köylüden başlatılması gerektiğine inandığı için “Köylü milletin efendisidir” demiş ve bu doğrultuda köylüye örnek oluşturmak amacıyla modern tarım ve hayvancılık yöntemlerinin uygulandığı ÖRNEK ÇİFTLİKLER kurmuştur. Akl-ı Kemal’in I. cildinde anlattığım gibi Atatürk sonradan hazineye bağışladığı birçok örnek çiftlik kurmuştur: Ankara Orman Çiftliği (Orman, Yağmurbaba, Balgat, Macun, Güvercinlik, Tahar, Etimesut, Çakırlar çiftlikleri) Yalova’da Millet ve Baltacı çiftlikleri, Silifke’de Tekir ve Şövalye çiftlikleri, Dörtyol’da portakal bahçesi ile Karabasamak Çiftliği, Tarsus’ta Piloğlu Çiftliği.... Atatürk, bazen parasını vererek aldığı, bazen de kendisine bağışlanan bu çiftlikleri işletip para kazanmak değil, bu çiftliklerde modern tarım, hayvancılık ve hatta sanayi uygulamaları yaparak Türk halkına Türk köylüsüne örnek olmak istemiştir.

Atatürk, Anadolu’nun her yerinde tarım ve hayvancılık yapılabileceğini göstermek için önce Ankara’nın en bataklık, en kötü yerinde Gazi Orman Çiftliği’ni kurdurarak işe başlamıştır. Bu işle bizzat ilgilenmiş, çiftlik inşası sırasında fırsat bulabildiğinde çiftliğe giderek çalışmaları çok yakından izlemiştir. Daha sonra da Yalova, Mersin gibi birçok yerde birçok ÖRNEK ÇİFTLİKLER edinip işletmiştir. Atatürk, bu örnek çiftliklerin, hem modern tarım, hayvancılık ve sanayi yapılan yerler olmasını, hem de ağaçlandırılarak adeta yeşil bir cennete dönüştürülmesini istemiştir. Bu amaçla örneğin Ankara’daki Gazi Orman Çiftliği’ne her yıl 50.000 ağaç diktirmiştir. Burada tarım ve hayvancılık yaptırmış, fabrikalar kurdurmuş, hatta BİYOYAKIT kullanımı konusunda bile çalışmalar yaptırmıştır.

Atatürk, her konuda olduğu gibi tarım, hayvancılık, sanayi ile iç içe geçmiş yeşil bir çevre konusunda da milletine örnek olmak istemiş, bu konuda da milletine elle tutulur bir şeyler bırakmak istemiştir. Örneğin, milletine doğa ve ağaç sevgisi konusunda örnek olmak için Yalova Çiftliği’ndeki köşkünü, sırf yanındaki bir çınar ağacının dallarını kesilmekten kurtarmak için, altına ray döşetip birkaç metre kaydırmıştır. O günden sonra bu köşkün adı “Yürüyen Köşk” olmuştur.

Atatürk’ü düşünsenize! Bütün ömrü milleti için mücadele etmek

Page 140: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

uğrunda cephelerde geçmiş. Önce emperyalizmle ve yerli işbirlikçilerle, sonra da kendi ifadesiyle“kavrama sınırları biten” bazı arkadaşlarının muhalefetiyle, değişime karşı gelen kitlerle mücadele ederek tam bağımsız ve çağdaş bir devlet kurmuştur. Daha önce de belirttiğim gibi ne yapsın malı mülkü? Gittiği her yerde zaten krallar gibi ağırlanmaktadır. El üstünde tutulmaktadır. Hiçbir yerde kendisine para ödetilmemektedir! En güzel köşklerde, evlerde yatırılmaktadır. En güzel yiyecekler ikram edilmektedir kendisine! Milletinin kalbinde çok özel bir yeri olan Atatürk, üstelik çocukları, yakınları da olmadığına göre bu Çiftlikleri, malı, mülkü ne yapacaktır. Tabi ki milletine, milletini kalkındırmak için kurduğu Halk Partisi’ne, yine milletinin tarihini ve dilini araştırması için kurduğu Tarih ve Dil Kurumlarına bırakacaktır. O da öyle yapmıştır. Yani, yalan makinesi tarihçimizin “Atatürk çiftliklerini İsmet İnönü'nün zoruyla hazineye bağışladı” iddiası kendiliğinden çürümektedir.

"Çiftlikleri Hangi Kuruma Bıraksam" Tartışmasından Bir Yalan Üretmek

Atatürk, bu çiftlikleri mezara götürmeyecekti herhalde! Bu çiftlikleri ne amaçla kurup, ne amaçla işlettiğini de bildiğimize göre Atatürk, tabi ki bilerek, isteyerek ve hatta önceden planlayarak bu çiftliklerini ölmeden önce milletine bağışlamıştır! Bu sırada tabi ki İsmet İnönü başta olmak üzere yakın dostlarıyla bu konuyu konuşmuştur. "Çiftlikleri hangi kuruma bırakırsak, çiftlikler geliştirilerek işletilir ve millet bu çiftliklerden daha iyi yararlanır? sorusuna yanıt aramıştır. Nitekim önceleri çiftlikleri Halk Partisi’ne bırakmayı düşünmüştür. Halk Partisi’nin halkın yararına olarak çiftlikleri işletmesini planlamıştır, ama daha sonra halkın  çiftliklerden daha iyi yararlanması için çiftliklerini doğrudan hazineye bağışlamayı uygun görmüştür. Yalan makinesi tarihçimiz, Atatürk'ün "Çiftlikleri hangi kuruma bırakırsak halkın yararına olarak daha iyi işletilir sorusuna" yanıt ararken İsmet İnönü'nün görüşü doğrultusunda karar alıp çiftliklerini hazineye bırakmasını, "Atatürk'ü İsmet İnönü ikna etti! Atatürk çiftliklerini hazineye bırakmak istemiyordu! Atatürk, çiftlikler zarar ettiği için hazineye bağışladı" biçiminde çarpıtmıştır. İşin ilginç yanı, Atatürk'e saldırmak için İsmet İnönü'yü kullanan yalan makinesi tarihçimiz aslında iflah olmaz bir İsmet İnönü düşmanıdır. Her fırsatta İsmet İnönü'ye saldırn bu yalan makinesi tarihçimiz, örneğin İsmet İnönü'nün Kurtuluş Savaşı'na katılması için "bohçalanarak" Anadolu'ya gönderildiğini iddia etmiş ve son olarak İsmet İnönü'yü "cami düşmanı" olmakla suçlamıştır.

Atatürk, ölmeden önce de gözü gibi baktığı çiftliklerini, içindeki mal varlıklarıyla birlikte milletine bağışlamıştır. Çiftliklerini “zarar ettikleri için hazineye bağışladığı” iddiası kocaman bir yalandır. Bunun yalan olduğunu anlamak için Atatürk'ün içinde çiftliklerinin de olduğu bütün mal varlığını bir an önce milletine bağışlamak için gösterdiği çabayı

Page 141: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

bilmek gerekir.

Atatürk'ün Bütün Mal Varlığını Milletine Bağışlama Israrı

Atatürk; 1927 yılında Büyük Nutku’nu okuduğu C.H.P’nin 2.ci Kurultayı’nda, taşınır-taşınmaz tüm mal varlığını C.H.P.’ne bağışlayacağını  duyurmuştu. Daha ileride, bu partinin artık devletle tamamen bütünleştiğini görerek fikrini değiştirmiş ve mal varlığını C.H.P’ye değil, Hazine’ye bağışlamaya karar vermişti. İşte 1933 yılında bu konuda ilk adımı atmış ve gereken hukuki hazırlığı  yapmasını da Genel Sekreter’i Hasan Rıza Soyak’a emretmişti. (Hasan Rıza Soyak, Atatürk'ten Hatıralar, s.754).

Soyak, Atatürk’ün bu emrinin yerine getirilebilmesinin mümkün olmadığını, Miras Hukuku’nda “mahfuz hisse” denen bir kavram bulunduğunu, buna göre kız kardeşi Makbule Hanım sağ olduğu için mal varlığının yüzde 25’inin Makbule Hanım’a ait olduğunu, o nedenle tümünü değil ama kendi tasarrufundaki yüzde 75 üzerinde dilediğini yapabileceğini uzun uzun anlatmıştır.

Atatürk tatmin olmamış, tüm varlığını milletine yani hazineye bağışlamak konusunda ısrar etmiştir.. Sonunda; “...Her neyse, bir çaresini bulmalı ve mutlaka benim istediğim gibi bir vasiyetname yapmalıyız. Sen bu işle meşgul ol...” demiştir. Emir kesindir.

Hasan Rıza; bunun üzerine bir hukuk bilgini olan Saruhan (Manisa) milletvekili Mustafa Fevzi Efendi’ye danışmış, konuyu inceleyen M. Fevzi Efendi şöyle bir öneri sunmuştur:

“Miras Hukuku hükümleri çok açık. Oradan bir çıkış göremiyorum. Yalnız aklıma bir başka nokta geliyor: TBMM Gazi için özel bir kanun çıkartsın. Sorun herhalde o zaman çözülebilir.”

Atatürk’ün de uygun görmesi üzerine konu Meclis’e götürülmüş ve bu kanun çıkartılmıştır. (Kabul Tarihi: 12.6.1933, numarası: 2307.)

Atatürk'ün mal varlığının tamamını hazineye bağışlayabilmesi için Atatürk'ün isteği ile Meclis tarafından çıkarılan 2307 nolu kanunun maddeleri şunlardır:

Madde 1: Gazi Mustafa Kemal Hazretleri'nin, Kanunu Medeni'nin 452. maddesi dairesindeki tasarrufları, mahfuz hisseler hakkındaki hükümden müstesna olup, bütün mallarında muteberdir.

Madde 2: Bu kanun neşri tarihinden itibaren muteberdir.

Madde 3: Bu kanunun hükümlerini icraya, İcra Vekilleri Heyeti

Page 142: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

memurdur.

Tüm mal varlığının ulusa yani hazineye ait olduğu, 1933’te çıkarılan işte bu yasayla hüküm altına alınmış oluyordu.

İntikallerin tamamlanması ise 12 Haziran 1937’de bitmiştir.

Prof. Orhan Çekiç'in dediği gibi "Özel yasa çıkarttırarak kendine özel çıkarlar sağlayan devlet adamlarına, dünyanın her yerinde dün de, bugün de rastlanıyor, yarın da rastlanacak... Ama özel yasa çıkarttırarak nesi var nesi yok milletine bağışlayan devlet adamına, ne Atatürk’ten önce, ne de sonra bir daha rastlanmadı."

Atatürk, kâğıt üzerinde nice mal-mülk sahibi görünüyor olsa da 1933’ten itibaren O’nun artık bir dikili ağacı bile yoktur.

Atatürk’ün, yaptığı bağışlara temel olan yasayı Meclis’ten rica ederek çıkarttırdığı tarih; 12 Haziran 1933’tür... Yani, Cumhuriyet henüz 10 yaşındadır. Hastalık belirtileri de daha ortaya çıkmamıştır. Çiftliklerinin zarar etmesi diye bir durum da söz konusu değildir, çünkü daha çiftlikler yeni kuruluş  aşamasındadır. Atatürk, bilerek, isteyerek, daha işin başında malını mülkünü milletine bırakmaya karar verniştir.

Aslına bakılacak olursa Atatürk'ün mal varlığının çoğu kendisine bağış ve hediye olarak verilen köşklerden, evlerden, bağlardan bahçelerden oluşmuştur. Prof. Orhan Çekiç'in de belirttği gibi: "Atatürk’ün zaman zaman ziyaret ettiği yerler belediyelerinin kendisine “yörenin bir şükran ifadesi olarak” köşkler hediye etmişlerdir. Atatürk nezaketen kabul ettiği bu köşklerin tümünü ilk fırsatta belediyelere iade etmiş, buraları o belediyeler tarafından ya “Atatürk Evi” olarak muhafaza edilmiş veya müzeye dönüştürülmüştür. Bugün Anadolu'nun neredeyse her ilinde bir Atatürk Evi ve Müzesi olmasının nedeni bundandır.

Atatürk; kendine hediye edilenler bir yana dursun, kendi parasıyla edindiklerini bile ya Yalova’da, Mersin’de olduğu gibi yöre köylüsüne veya yukarıda belirtildiği gibi hazineye bağışlamıştı. Örneğin, o günlerde bataklık olan bugünkü Etimesgut’un tüm arsalarını, bedelini ödeyerek parsel parsel satın almış, ıslah ettirmiş  ve buralara Rumeli’den göç eden muhacir hemşerilerini yerleştirmiştir. Aynı şeyi Yalova için de yapmıştır ve Yalova’ya ilk gidişinin nedeni, bu bölgeye yerleştirilen Rumeli göçmenlerinin durumunu görmek içindir. Kooperatif kurulmasına öncülük etmiş 1 numaralı  üyeliği kendisi almış ve bu yoldan da köylüye örnek olmuştur. Kendi çiftlikleri başarılı bir düzeye geldiğinde de bunları  o yörenin köylerine bağışlamıştır."

Page 143: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Atatürk'ün Çiftliklerini Milletine Bağışlaması

Atatürk, kurmuş olduğu çiftlikleri 13 yıl bizzat işlettikten sonra 11 Haziran 1937 tarihinde yazmış olduğu vasiyet mektubu ile hazineye devretmiştir. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü tarafından Maliye Bakanlığı’na havale edilen o tarihi mektup şöyledir:

“Başvekalete,

Malum olduğu  üzere ziraat ve iktisat sahasında fenni ve ameli tecrübeler yapmak maksadı ile muhtelif zamanlarda memleketin muhtelif mıntıkalarında müteaddit çiftlikler tesisi etmiştim.

On üç sene devam eden çetin çalışmaları esnasında faaliyetlerinin, bulundukları  iklimin yetiştirdiği her çeşit mahsulattan başka, her nevi ziraat sanatlarına da teşmil eden bu müessesleri ilk senelerden başlayan bütün kazançlarını inkişaflarına sarf ederek büyük küçük müteaddit fabrika ve imalathaneler tesis etmişler, bütün ziraat, makine ve aletlerini yerinde ve faydalı şekilde kullanarak bunların hepsini tamir ve mühim bir kısmını yeniden imal edecek tesisat vücuda getirmişler, yerli ve yabancı birçok hayvan ırkları üzerinde çift ve mahsul bakımından yaptıkları tetkikler neticesinde bunların muhite en elverişli ve verimli olanlarını tespit etmişler, kooperatif teşkili suretiyle veya aynı zahiyette başka suretlerle civar köylerle beraber, faydalı şekilde çalışmalar, bir taraftan da iç ve dış piyasalarla daimi ve sıkı temasta bulunmak suretiyle faaliyetlerini ve istihsallerini bunların isteklerine uydurmuşlar ve bugün her bakımdan verimli, olgun ve çok kıymetli birer varlık haline gelmişlerdir. Çiftliklerin yerine göre araziyi ıslah ve tanzim etmek, muhitlerini güzelleştirmek, halka gezecek, eğlenecek ve dinlenecek sıhhi yerler, hilyesiz ve nefis gıda maddeleri temin eylemek, bazı yerlerde ihtikarla fiili ve muvaffakiyetli mücadelede bulunmak gibi hizmetleri de zikre şayandır.

Bünyelerinin metanetini ve muvaffakiyetlerinin temelini teşkil eden geniş  çalışma ve ticari esaslar dahilinde idare edildikleri ve memleketin mıntıkalarında da müessilleri tesis edildiği takdirde, tecrübelerini müspet iş sahasından alan bu müesseselerin ziraat usullerini düzeltme, istihsalatı artırma ve köyleri kalkındırma yolunda devletçe alınan ve alınacak olan tedbirlerin hüsnü intihap ve inkişafına çok müsait birer amil ve mesnet olacaklarına kani bulunuyorum ve bu kanaatle tasarrufum altındaki bu çiftlikleri, bütün tesisat, hayvanat ve demirbaşları ile beraber hazineye hediye ediyorum. Çiftliklerin arazisi ile tesisat ve demirbaşını mücbel gösteren bir liste ilişiktir.

Müktazi kanun muamelesinin yapılmasını dilerim. 11.06.1937- Mustafa Kemal Atatürk”

Page 144: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Orijinal mektupta çok ayrıntılı olan söz konusu listeyi şöyle özetlemek mümkündür:

Ankara’da Orman, Yağmurbaba, Balgat, Macun, Güvercinlik, Tahar, Etimesut, Çakırlar çiftliklerinden meydana gelen Orman Çiftliği, Yalova’da Millet ve Baltacı Çiftlikleri, Silifke’de Tekir ve Şövalye Çiftlikleri, Dörtyol’da portakal bahçesi ile Karabasamak Çiftliği, Tarsus’ta Piloğlu Çiftliği.

Bu yerlerdeki Bira Fabrikası, Malt Fabrikası, Buz Fabrikası, Soda ve Gazoz Fabrikası, Deri Fabrikası, Tarım Aletleri ve Demir Fabrikası, iki modern Süt Fabrikası, iki büyük yoğurt imalathanesi, şarap imalathanesi, değirmen, iki yağ ve peynir imalathanesi, iki tavuk çiftliği, iki özel iskele ve liman, beş satış mağazası, Çelik Fabrikası’nın %40 payı, 16 traktör, 13 komple biçerdöver, 1 deniz motoru, 5 kamyon ve kamyonet, 2 binek otomobil, 19 binek ve yük arabası, 13.100 adet koyun, 443 sığır, 69 at, 58 eşek, 2450 tavuk.

Atatürk’ün çiftliklerini hazineye bağışladığı bu vasiyet mektubu, Atatürk’ün “Örnek Çiftlikler (Yeşil Cennet) Projesi”nin amaçlarını  gözler önüne sermesi bakımından çok dikkat çekicidir. Mektup, dikkatle okunduğunda Atatürk’ün aslında tüm Türkiye’yi ağaçlandırmayı, yeşillendirmeyi düşündüğü ve dahası tarımsal ve hayvansal üretimi arttırmayı amaçladığı görülecektir.

Mektupta ifade edildi kadarıyla Atatürk:

* Tarım ve ekonomi alanında bilimsel ve uygulamalı denemeler yapmak için değişik zamanlarda ülkenin değişik yerlerinde çiftlikler kurmuştur.

* Bu çiftliklerdeki çalışmalar 13 sene sürmüştür.

* Bu çiftliklerde, iklime göre her çeşit ürünler yetiştirilmiş, küçük büyük fabrikalar kurulmuş, makineli tarım yapılmış, bu makinelerin bir kısmı bu çiftliklerde kurulan tesislerde imal edilmiş, yerli ve yabancı bir çok hayvan ırkları  üzerinde incelemeler yapılmış, civar köylerle işbirliği içinde faydalı çalışmalar gerçekleştirilmiştir.

* Çiftliklerin kuruldukları bölgelerdeki araziler ıslah edilmiş, düzenlenmiş ve o bölgeler güzelleştirilmiştir.

* Çiftlikler halka gezecek, eğlenecek ve dinlenecek temiz yerler, sağlıklı  ve nefis gıda maddeleri sağlamıştır.

* Atatürk, bu çiftliklerin daha da geliştirildiği takdirde ziraat teknikleri, düzeltme, üretimi artırma ve köyleri kalkındırma yolunda çok işe yarayacaklarını belirtmiştir.

Page 145: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Meclis’te Atatürk’ten gelen bu “çiftlik vasiyeti” mektubunun okunmasından sonra Başbakan İsmet İnönü söz alıp özetle şunları söylemiştir:

“Sevinç ve heyecanla dinlediğimiz armağan olayı, üzerinde büyük bir önemle durulması gereken yüksek bir değerdedir.Hazineye geçen bu çiftlikler, değerleri milyonlara varan bir zenginliğe sahiptirler. Atatürk bu çiftlikleri yıllardan beri kişisel biriktirmeleri ve özellikle kişisel emeği ile meydana getirmiştir. Ve bunları herkesin Anadolu ortasında nasıl bir bayındır oturma yerinin yapılabileceğini düşünüp karamsarlığa düşerken, bilim ve çalışma ile bunun mümkün olabileceğine örnek vermek için yapmıştır. Atatürk, her türlü kişisel çıkarların, kişiliğine yönelik her türlü yararların daima üstünde kalmış ve daima kalacak olan bir ulusal varlıktır. Bu eserleri hazineye armağan etmesinin de temelli, büyük ve politik bir ideali vardır. Çünkü o, Milli Mücadele’nin ilk gününden beri bu memleketin kudretini ve zenginliğini köylülerimizin kalkınmasında, zenginliğe ve rahat geçime sahip olmasında gördü. İlk günden beri bu doğrultuda yürüdü. Biz de aynı doğrultu da yürüyoruz. Bugün de Atatürk, memleketin güçlenip zenginliğinin artması için köylünün durumunun ve ekonomik varlığının yükselmesi gerektiği kanısındadır. Atatürk, bu anlayışın ve siyasetin memleket için çok yararlı olacağı kanısı ile bu konudaki mücadelenin başındadır. Biz de onu izlemekte çok dikkatliyiz.

Atatürk bu çiftlikleri Halk Partisi’nin malı olarak saklıyordu. Fakat köylülerin buralardan bir okul, bir öğretici araç olarak yararlanabilmelerinin devlet elinde bulunmaları ile daha kolay ve mümkün olacağını  düşündü…. Böylece Atatürk bir kere daha kendi huzur ve rahatının, vatanının şan ve şerefinde ve güçlülüğüne olduğunu gösteriyor. Biz de diyoruz ki Atatürk bizim en değerli hazinemizdir. Onun şan ve şerefini vatanın şan ve şerefi sayıyoruz.”

İnönü’nün Meclis Zabıt Ceridesi’ndeki bu konuşması yalan makinesi tarihçimizin maskesini bir kere daha düşürmektedir. İnönü, “Atatürk bu çiftlikleri Halk Partisi’nin malı olarak saklıyordu. Fakat köylülerin buralardan bir okul, bir öğretici araç olarak yararlanabilmelerinin devlet elinde bulunmaları ile daha kolay ve mümkün olacağını düşündü” bu nedenle hazineye devretti demiştir.

Ben Gerektiğinde Milletime Canımı Vereceğim

İnönü’nün bu konuşmasından sonra 13 milletvekili, Atatürk’ün çiftliklerini milletine bağışlamasıyla ilgili konuşmalar yapmış, yüzlercesi de Atatürk’e teşekkür telgrafları çekmiştir. Meclis Başkanlık Divanı, “Büyük İyiliği” için Atatürk’e bir teşekkür telgrafı çekmiştir. Bunun üzerine Atatürk de önce Başbakan’a sonra da Meclis’e birer mektup göndermiştir.

Page 146: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Atatürk’ün Başbakan İsmet İnönü’ye gönderdiği mektup şudur:

“Hatırlarsınız, Türk köylüsünün Türk’ün efendisi olduğunu söylediğim zamanı. Ben o efendinin isteği ve iradesi altında yıllardan beri çalışmış olan bir hizmetçiyim. Şimdi beni çok duygulandıran olay, değersiz olsa da Türk köylüsüne ufak bir görev yapmış olduğumdur. Milletin Yüksek Temsilciler Kurulu bunu iyi görmüş ve kabul etmişler ise, benim için en unutulmaz bir mutluluk anısını bana vermişlerdir. Bundan ötürü çok yüksek bir zevkle millet, memleket ve Cumhuriyet hükümetine yapmak zorunda olduğum görevlerden en basiti karşısında gösterilmiş olan iyi duygulardan ne kadar heyecanlandığımı anlatacak güçte değilim. Söz konusu olan armağan Yüksek Türk Milletine benim asıl vermeyi düşündüğüm armağan karşısında hiçbir değere sahip değildir. Ben gerektiği zaman en büyük armağanım olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim.” (Mahmut Goloğlu, Tek Partili Cumhuriyet, s. 264.)

İşte büyük adam…İşte vatanseverlik… İşte tevazu…

Bütün mal varlığını, 15 yıl uğraşıp didinip adeta yoktan var ettiği  örnek çiftliklerini, milletine bağışladığı için kendisine teşekkür eden Meclise, “Ben gerektiği zaman en büyük armağanım olmak üzere Türk milletine canımı vereceğim” diye karşılık veren bir lider… O günlerde "milletine canını vermekten" söz eden Atatürk'ün kastettiği Hatay Meselesi idi. Atatürk Hatay'ı anavatana katmaya kararlıydı ve bu uğurda canını vermeyi bile göze almıştı.

Atatürk, Büyük Millet Meclisi’ne de “Yapılan bir görevdir” şeklinde kısa fakat çok anlamlı bir mektup göndermiştir. (TBMM Zabıt Ceridesi, 14 Haziran 1937.)

Atatürk’ün Vasiyeti Çiğneniyor: Atatürk Orman Çiftliği Yok Edilmek Üzere

Atatürk’ün Örnek Çiftlikler (Yeşil Cennet) Projesi’nin ilk uygulaması  olan Atatürk (Gazi) Orman Çiftliği, Atatürk'ün kişisel mal varlığı içinde olduğundan 1937 yılında Atatürk tarafından şartlı olarak hazineye bağışlanmıştır. Bağışla ilgili resmi belgeye göre; Atatürk Orman Çiftliği üzerindeki bütün zirai işletmeler, donanımları ile birlikte bir zirai üretim birimi olarak korunması ve işlerliğinin devamı şartı ile hazineye devredilmiştir. Bağış senedinde ayrıca, çiftlikte arazi ıslahı ve düzenlenmesi yapılması, çevrenin güzelleştirilmesi, halka gezecek-eğlenecek ve dinlenecek sağlıklı yerler sağlanması, halka nefis ve katıksız gıda maddeleri üretilmesi ve temini amacı açıkça belirtilerek bunların gerçekleştirilmesi yükümlülüğü konulmuştur. Atatürk'ün kişisel mülkünü bağışladığı hazine, Atatürk Orman Çiftliği'nin mülkiyetini yukarıdaki yükümlülükleri ile birlikte devralmıştır.

Page 147: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Atatürk’ün milletin hizmetine sunduğu Atatürk Orman Çiftliği, zaman içinde Atatürk’ün vasiyeti çiğnenerek işletilmeye başlanmıştır. İhmaller, suiistimaller ve yanlış politikalar yüzünden Atatürk Orman Çiftliği gittikçe küçülmüştür. 2008 yıl sonu itibarıyla çeşitli sebeplerle çiftlik arazilerinde meydana gelen kayıp, 22.078 dekara ulaşmış bulunmaktadır. Bu miktar Atatürk’ün vasiyetiyle hazineye hediye etmiş olduğu toplam arazinin % 42’sine eşit bulunmaktadır.

2006 yılında çıkarılan 5524 sayılı yasa ile Atatürk Orman Çiftliği'nin imara açılması kanunlaşmış ve bu konuda Ankara Büyükşehir Belediyesi'ne geniş yetkiler verilmiştir. Var olmayan gerçek dışı gerekçelere dayanılarak çıkarılan bu yasanın amacı, Atatürk Orman Çiftliği’nin mal varlığının belediyenin kontrolüne bırakılmasıdır. Bu yasa ile AKP’li Ankara Büyükşehir Belediyesi'nin kontrolüne bırakılan Atatürk Orman Çiftliği, bilinmeyen bir sona sürüklenerek yok olacaktır. 5524 sayılı kanuna dayanılarak Atatürk Orman Çiftliği için yapılan imar planlarının, Ziraat Mühendisleri Odası, Mimarlar Odası ve Ankara Barosu tarafından anayasaya ve yasalara aykırılığı nedeniyle iptali istemiyle dava açılmıştır.

Atatürk Orman Çiftliği’nin mülkiyeti Atatürk'ün bağışlama iradesi ile sınırlı olarak hazineye geçmiştir.5524 sayılı yasa ile getirilen düzenlemeler ile Atatürk'ün anayasa ve medeni hukuktan doğan hakları çiğnenmektedir ve bu kanun, anayasanın mülkiyet hakkını koruyan kurallarına aykırıdır. 5524 sayılı kanun, anayasanın kamulaştırma için koyduğu kurallara aykırıdır. 5524 sayılı kanun, anayasanın kültür ve tabiat varlıklarının korunması ile ilgili kurallarına aykırıdır. 5524 sayılı kanun, anayasanın toprak varlığımızın korunması ile ilgili kurallarına aykırıdır. 5524 sayılı kanun, Atatürk’ün kişisel haklarına ve Cumhuriyetin ruhuna aykırıdır. (Güven Dinçer, "Atatürk Orman Çiftliği ve Anayasal Koruma",Cumhuriyet gazetesi, 18 Mayıs, 2007). 5524 sayılı kanun Atatürk’ün Yeşil Cennet Projesi’ne vurulmuş bir darbedir.

Yalova Çiftliği Araplara Satılıyor

Atatürk’ün 1929 yılında, yanı başındaki ulu çınar ağacının bir dalı  zarar görmesin diye altına ray döşetip birkaç metre kaydırdığı  Yalova’daki Yürüyen Köşk’ün öyküsü zaman içinde neredeyse unutulmuştur. Bırakın yürüyen köşkün ibret dolu öyküsünü, bu köşkün Atatürk’ün anısını taşıdığı ve Atatürk’ün vasiyeti gereği hazineye devredilerek milletin hizmetine sunulduğu da unutulmuş, unutturulmuştur.

Ve bir gün gelmiş, bu tarihi köşkün de içinde bulunduğu Yalova Çiftliği  önce AKP’li Yalova Belediyesi’ne devredilmiş, daha sonra da Yalova Belediyesi tarafından Araplara satılmak istenmiştir.

2005 yılında AKP’li Belediye Başkanı Barbaros Binicioğlu’nun

Page 148: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’la görüşmesinin ardından, Atatürk’ün kendi parasıyla kurup, ölmeden önce hazineye bağışladığı Yalova Çiftliği, turistik tesis yapılması için Araplara verilmiştir. Tesisleri, Dubai İslam Bankası ile Çalık Holding’in birlikte kurmasına karar verilmiştir.

Yüksek Planlama Kurulu kararıyla gerçekleştirilen operasyon sonucunda arazide kurulacak turistik tesisiler için 2005 yılında Dubai İslam Bankası  ile ön protokol imzalanmıştır. İslam Bankası ile Çalık Holding’in kuracakları tesisler için atılan bu ilk imzada AKP’li Devlet Bakanı Ali Babacan da bulunmuştur. (“Çiftliği Araplarda” Hürriyet Gazetesi, 13 Temmuz 2005, s.22.)

Atatürk’ün, “vatanın tek bir dalı bile çok kıymetlidir” anlayışının sembolik ifadesi olan Yürüyen Köşk’ün de içinde olduğu Yalova Çiftliği, AKP’nin “babalar gibi satarım” anlayışıyla yandaşlara ve yabancılara haraç mezat satılmaktadır.

Atatürk’ün hazineye devredip Türk milletinin hizmetine bıraktığı  Yalova Çiftliği’nin, Atatürk’ün vasiyeti hiçe sayılarak Araplara satılmak istenmesi, Cumhuriyet’in geldiği noktayı göstermesibakımından çok düşündürücüdür!

Bugün içinde “HALİFELİK VAR” sanarak Atatürk’ün Gizli Vasiyeti peşinde koşanların, önce Atatürk’ün elimizdeki “açık vasiyetinin” hukuka aykırı olarak çiğnenmesine ses çıkarmaları gerekir. Atatürk’ün bir “vasiyet mektubuyla” hazineye devrederek Türk milletinin hizmetine sunulmasını istediği çiftlikleri, bugün bu vasiyete aykırı olarak yandaşlara ve yabancılara haraç mezat peşkeş çekilmektedir. Bu durum, hukuka, insan haklarına ve kamu vicdanına aykırıdır. Bu durum, Mustafa Kemal Atatürk’e yapılmış büyük bir saygısızlıktır.

Yalan makinesi tarihçimizin de tarihi gerçekleri çarpıtmayı bırakıp Atatürk’ün vasiyetine aykırı olarak Atatürk’ün Örnek Çiftliklerinin yandaşa haraç mezat satılmasının hesabını sorması” gerekir. Namuslu bir aydının yapması gereken şey budur!

Yalan Makinesi Tarihçimiz Atatürk’ü Bugünkü Siyasilerle Karıştırmış!

Edindikleri servetleri eşe dosta, yandaşa akıtan günümüzün Başbakanları  ve bakanlarının Atatürk’ten alacakları çok ama çok büyük dersler vardır.

Yalan makinesi tarihçimiz anlaşılan Atatürk’ü bugünkü cukkacı siyasilerle karıştırmış! Siyasi hayatları süresince mal,mülk,servet peşinde koşan, hem kendi ceplerini hem de eş, dost ve yandaşlarının ceplerini dolduran, İsviçre bankalarında gizli hesaplar

Page 149: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

açtıran, oğula gemicik alan, eşe kuyumcu dükkanı açan bugünkü siyasilerle Atatürk’ü kıyaslamak, Atatürk’ün de onlar gibi “mal, mülk, para düşkünü” olduğunu kanıtlama gayreti işçinde çırpınmak, bana soracak olursanız komik olmuş!

Yalan makinesi tarihçimiz, bugünün çalan-çırpan, eşi dostu kayıran siyasetçisine meşruiyet kazandırabilmek için “Atatürk de çalmıştı, çırpmıştı, malı, mülkü vardı!” diyebilme densizliğini göstererek hem komik duruma düşmüştür, hem de yandaşlığın-yalakalıkla tarihi çarpıtmanın son örneklerinden birini vermiştir.

Yalan makinesi tarihçimize şunu da hatırlatalım ki; eğer Atatürk, para pul peşinde koşsaydı I. Dünya Savaşı sırasında Alman komutan Falkenhayn tarafından kendisine verilmek istenen sandıklar dolusu altın rüşvetini kabul ederdi! Eğer Atatürk mal mülk düşkünü  olsaydı kelle koltukta, yokluk ve yoksulluk içinde bir Kurtuluş  Savaşı’nın önderi olmaya soyunmaz, işbirlikçiler gibi İngilizlerin kanatları altında gayet rahatça hayatını sürdürürdü. Ya da kendisine yapılan Halifelik tekliflerini kabul eder, para pul içinde yüzerdi.

Ah Atatürk düşmanı yobaz kafa ah!...

Yalan makinesinin daha mantıklı, ayakları daha sağlam yere basan yeni yalanlarını bekliyoruz!!!

NOT: Atatürk’ün Örnek Çiftlikler Projesi’nin ayrıntılarını AKL-I KEMAL, “Atatürk’ün Akıllı Projeleri”, C.I, adlı kitabımdan okuyabilirisiniz.

Sinan Meydan - 17 Haziran 2012

Kaynak gösterilmeden kullanılamaz: Kaynak: www.sinanmeydan.com.tr

Fotoğraflar:

Atatürk (Gazi) Orman Çiftliği ve ATATÜRK

Atatürk'ün emriyle, Yalova Köşkü'nün altına tren rayları döşetilerek kaydırılması çalışmalarından görüntüleri

 

 

 

 

Page 150: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

MEHMET AKİF İSTİSMARI ve GERÇEKLEROkunma: 1395

Akif'in Kemiklerini Sızlatmak

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları her şeyi kullanır hale geldi. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı yandaşlar için artık milli bayramlar, Cumhuriyet dönemine damga vurmuş önemli kişilerin doğum ve ölüm yıldönümleri Atatürk ve Cumhuriyet'e saldırmak için bulunmaz fırsat günleri!..

Örneğin, geçtiğimiz günlerde (27 Aralık) Cumhuriyet tarihine damga vurmuş isimlerden Mehmet Akif Ersoy'un 76. ölüm yıldönümüydü. Atatürk ve Cumhuriyet düşmanları, Mehmet Akif'in ölüm yıldönümünde Akif'e bir Fatiha okumak yerine Akif üzerinden Atatürk'e ve Cumhuriyet'e saldırmaya çalıştılar. Hep yaptıkları gibi "resmi tarih yalan söylüyor" iddiasıyla kendi günyüzü görmemiş yalanlarını sıraladılar tv ekranlarında gazete köşelerinde...Yine tarihi çarpıttılar arsızca... Yine gerçeği eğip büktüler fütursuzca... Yine din stismarı yaptılar Allah'tan korkmadan...

Neymiş efendim! Mehmet Akif, Atatürk Şapka Devrimi'ni yapınca buna çok bozularak (!) Mısır'a gitmiş. Yani bir anlamda Atatürk'ün çağdaş Türkiye'sinden kaçmış! Neymiş efendim! Mehmet Akif, Cumhuriyeti benimsememiş, devrimleri eleştirmiş! Neymiş efendim! Atatürk Mehmet Akif'ten hoşlanmazmış! Hatta Akif'in mezarının ziyaret edilmesini yasaklatmış! Neymiş efendim! Mehmet Akif, Mısır'da yaptığı Türkçe Kuran tercümesinin namazda okutulacağını düşündüğü için bu tercümeyi yakmış! Neymiş efendim! Mehmet Akif, Atatürk'ten hiç hoşlanmazmış! Hatta nefret edermiş!

gibi daha onlarca iddia/yalan saçtılar ortaya Akif'in 76 ölümyıldönümünde...Çok bilmiş tavırlarla, türlü akıl oyunlarıyla, laf kalabalıklarıyla inandırmaya çalıştılar Müslüman Türk insanını bu yalanlarına...

(Onlar Türkiye Cumhuriyeti'nin iki ortak değeridir).

Kuvvacı Din Adamları Gibi

Her şeyden önce Mehmet Akif'i, Kurtuluş Savaşı boyunca İstanbul'da kalıp risaleler (küçük kitap) yazan, Kurtuluş Savaşı bittiğinde, 1922 yılında Ankara'ya gidip milletvekillerini "dinsizlikle" suçlayarak onları namaza çağıran bildiriler dağıtan bazı sözde din adamlarıyla karıştırmamak gerekir!  Çünkü; 

Page 151: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

 Mehmet Akif, Kurtuluş Savaşı'nın en buhranlı döneminde, 1920 yılında Ankara'ya geçerek Kurtuluş Savaşı'na katılmış bir vatan şairidir.  Atatürk'ün bütün din adamlarından, hatiplerden, aydınlardan isteği doğrultusunda o da Anadolu'yu dolaşarak halkı Kurtuluş Savaşı'na katılmaya çağırmıştır. Kastamonu Nasrullah Camii'nde yaptığı konuşma çoğaltılarak elden ele dağıtılmıştır.  Bu arada I. Meclis'te Burdur milletvekili olarak görev yapmıştır.  On gün aralıksız çalışıp yazdığı İstiklal Marşı için kendisine verilen para ödülünü geri çevirmiştir.  Özetle Akif, Kurtuluş Savaşı'nda "Ya istiklal ya ölüm!" diyen Atatürk'ün yanındadır. Savaştan sonra "Allah bu millete bir daha İstiklal Marşı yazdırmasın" demiştir.

Çağdaş Bir Müslüman Aydın

Akif, bağımsızlıktan yana çağdaş bir Müslüman şairdir. Bu nedenle Atatürk'ün, "Muasır medeniyetler düzeyine ulaşmalı hatta o düzeyi aşmalıyız" hedefine inanmıştır. Müslüman Türkiye'nin çağdaşlaşmasına asla karşı değildir. Öyle ki Akif, "Kafası  gavur kalbi Müslüman" nesillere ihtiyaç olduğunu söylecek kadar Batı'nın yönetemine, yani akıl ve bilime önem vermiştir.  Akif, dine cahil softaların gözüyle bakmayarak batıl inanışlara karşı mücadele etmiştir. Akif'e göre İslam dini "ÖLÜLER DİNİ" değildir.Ona göre Müslümanlık "HAYAT DİNİ, İNSANLIK DİNİ"dir.Bu nedenle softalığa karşıdır.

Şu dizeler Akif'indir: "Tevekkülün manası hiç öyle değil Yazık ki beyni örümcekli bir yığın cahil Nihayet dine oynayarak en rezil oyunu Getirdiler, ne yapıp yaptılar, bu hale onu."  Akif, gerçek İslam ile çağdaş bilimin çelişmediğini savunmuştur.  Akif, iyi bir Müslümandır. Hiiçbir zaman çevresindeki insanlara, hatta ailesine bile dinsel konularda baskı yapmamıştır. Örneğin, eşinin ve kızının başı açıktır.(Bkz. ekteki foto).

(Akif’in eşi İsmet Hanım, Oğlu Emin Bey ve Kızı Feride Hanım) -

(Akif oğullarıyla birlikte)

Akif, "Resim yapmak günah" diyen bizim cahil softalara inat, kızı  Suat'a, Nazım Hikmet'in annesi Celile Hanım'dan resim dersleri

Page 152: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

aldırmıştır.  Akif, Müslüman Türk toplumunun gelişim dinamizmini engelleyen eski geleneklere de karşıdır. Örneğin 1936 yılında Emine Abbas Hanım'a yazdığı bir mektupta müzik hakkında şunları şöyle demiştir: "Paris'teyken dünyanın en büyük sanatkarlarını dinlediniz. Ne mutlu size. Bendeniz son zamanlarda hanende musikisinden adeta iğrenir gibi oldum". Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının Cumhuriyete, devrimlere karşı olduğunu iddia ettiği Akif, görüldüğü gibi Batı musikisine özlem duymakta "hanende musikisi" diye adlandırdığı Alaturka musikiden ise "iğrenir gibi" olmaktadır. Akif de Atatürk gibi Alaturka musikiden "uyuşturucu negamet" diye söz etmiştir. Şu beyit Akif'indir:  "Ne musikimize girmiş uyuşturur negamet  Ne şiirimizden olur tarumar fikr-i hayat"

Bir dönem (sadece 6 ay) kulakları çok sesli Batı musikisine alıştırmak için Alaturka muski çalınmasını yasaklayan Atatürk'ü  "gelenek" ve hatta "din düşmanı" olarak adlandıran Karşı devrimci softalar,Akif'in Alaturka musikiden "adeta iğrendiğini" öğrendiklerinde Akif'e de "gelenek" ve "din düşmanı" derler mi? Ne dersiniz?

Hem Akif hem Atatürk kendi musikilerine karşı değildir şüphesiz, ancak her ikisi de objektif bir yaklaşımla ortada bir sorun olduğunu tesbit edip bu sorunun adını koymuşlardır cesurca.   Özetle: Akif, Kurtuluş Savaşı'ndan sonraki "çağdaşlaşmacı" devrimlere de karşı değildir. Onun karşı olduğu bazı yanlış uygulamalardır.

Atatürk'ün Akif'e Verdiği Görev

Mehmet Akif, 1925 yılında Şapka Devrimi'ne karşı olduğu için değil, Atatürk'ün ve TBMM'nin kendisine verdiği Kuran'ın Türkçe'ye tefsiri ve tercümesi görevini rahat bir şekilde yerine getirmek için Mısır'a gitmiştir. Bu görevi için TBMM kendisine özel bir tahsisat da ayırmıştır.  Aslında Akif daha Kurtuluş Savaşı'ndan önce Mısır'a gitmek istemiştir. Ancak Ankara'ya gidip Kurtuluş Savaşı'na katılınca bu yolculuğunu savaş sonrasına ertelemek zorunda kalmıştır.  Akif, ilk olarak 1923 yılında Abbas Hilmi Paşa'yla Mısır'a giderek 7 ay kalmıştır.  Akif, 1924 yılında Türkiye'ye geri dönmüştür. 

Page 153: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

 Akif, 1924 yılının sonunda ikinci kez Mısır'a gitmiştir.  Akif, 1925 Mayıs'ında bir kere daha Türkiye'ye dönmüştür.  Akif, üçüncü olarak Eylül 1925'te Mısır'a gitmiştir. Bu seferki gidişinin nedeni de Şapka Devrimi'nden kaçmak değil, Atatürk'ün, TBMM'nin onayıyla kendisine verdiği KURAN'I TÜRKÇEYE TEFSİR ve TERCÜME ETME görevidir. Akif burada ayrıca "Selahaddin-i Eyyübi" adlı manzum bir piyes yazmayı da planlamıştır.  Görüldüğü gibi Akif, Cumhuriyet ve Atatürk düşmanlarının iddia ettiği gibi 1925 yılındaki Şapka Devrimi'ne karşı olduğu için Mısır'a gitmemiştir.O daha önce iki kez gittiği Mısır'a 1925'te üçüncü kez gitmiştir. Gidiş nedeni ise bir kaçış veya sürgün değil, hem kendi projesini hem de kenidisne verilen görevi yerine getirmektir.

Akif: "Yaptığım Tercüme İçime Sinmedi"

Akif, Mısır'da Kuran tefsir ve tercüme işine giriştiğinde, bu işin düşündüğünden çok daha zor bir iş olduğunu anlamış, Kuran'ı bir şair olarak kendisinin hakkıyla Türkçeye tercüme edemeyeceğini hissetmiştir. Akif, yakınlarına, yaptığı tercümeyi beğenmediğini, Kuran'daki ifadelerin tam karşılığını tercümeye yansıtamadığını, kısacası çeviriyi hakkıyla yapamadığını  açıklamıştır. Akif, 1931'de daha önce yapıp gönderdiği tercümeleri geri istemiş, aldığı avansı da geri vermiştir.Meali soranlara, daha eksikleri olduğunu, üzerinde daha çalışılması  gerektiğini, kendisini tatmin etmeyen bir eserin başkalarını da tatmin etmeyeceğini belirtmiştir. Son hastalığında, "İyi olursam getirir, üzerinde meşgul olurum. Belki o zaman basılabilir" demiştir.  Atatürk döneminin tanıklarından din adamı Ercüment Demirer, Mehmet Akif'in Kuran tefsir ve tercümesinden neden vazgeçtiğini şöyle ifade etmiştir:  "Mehmet Akif yazdığı tesfiri noksan yaptığını, tam karşılığını veremediği düşüncesine kapılarak yırtmıştır. Nitekim bize, 'Kuran'ı istediğim şekilde tesvir edemedim' demişti. Mehmet Akif Kuran'ın sadece ölüler için okunan bir kitap olmadığını iyi bilenlerdendi. Buna işaretle manzum oalrak şöyle söylemiştir:  'Açarız nazmı celilin bakarız yaprağına  Yahut üfler geçeriz, ölünün toprağına,  İnmemiştir hele Kura, bunu hakkıyla bilin,  

Page 154: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Ne mezarlıkta okunmak, ne de fal bakmak için"

Atatürk, Akif'in Kuran Tercümesinin Peşinde

Akif, Kuran tefsir ve tercümesini hakkıyla yapayamaycığını düşünse de Atatürk, Akif'in bu görevin üstesinden geleceğine hep inanmıştır. Bu nedenle de Akif'in Kuran tercümesinin izini sürmüştür. Bu doğrultuda tercümeyi bulmak için Mısır'a adam göndertmiştir. Kazım Taşkent'in tercümeyi bulmak için Mısır'a gönderdiği adam Akif'in tercümeyi emanet ettiği Mısırlıyı bulmuş, ancak Mısırlı onu yaktığını söylemiştir.  Bunun üzerine Atatürk bu sefer de hakkı Tarık Us'u Mehmet Akif'le görüşmeye göndermiştir. Tarık Us Akif'e gidip, "Atatürk'ün tercümeyi istediğini" söyleyince Akif yaptığı tercümeleri Mısır'da birisine verdiğini, onun da başka birine verdiğini, ancak zaten yaptığı tercümeyi beğenmediğini, eğer iyileşirse yeniden bir cüz yaparak onu Atatürk'e takdim edeceğini, Atatürk beğenirse tercümeye devam edeceğini belirtmiştir. Hakkı Tarık Us, bütün ısrarlarına rağmen mevcut tercümenin nerde ve kimde olduğunu öğrenememiştir.  Asaf İlbay bu konuda Atatürk'ün şöyle dediğini aktarmıştır:  "Şair Akif'e Kuran tercüme edilmesi vazifesi verildi ve kendisine 10.000 lira gönderilmiş olduğu halde bugün yarın diye işi uzatmakta ve nihayet tercümeyi güya meçhul bir adrese göndermiş olduğu cevabını vermektedir."  Atatürk, adeta bıkıp usanmadan Akif'ten tercümeyi istemiş ve her şeye rağmen Akif'in 1936 yılına kadar tercümeyi bitirip kendisine teslim edeceğini düşünmüştür. Ancak bu beklentisi sonuçsuz kalmıştır. Bu durum Atatürk'ün Akif'e kırılmasına neden olmuştur.  Karşı Devrimci softalar, bu gerçekleri bilerek veya bilmeyerek Akif'in yaptığı Kuran tercümesinin namazda okutulacağını düşünerek tercümeyi yaktığını iddia etmişlerdir. Ancak bu iddia tamamen bir yakıştırmadır. Nitekim bugün tercümenin önemli bir bölümü bulunmuş, böylece yakılmadığı kesin olarak anlaşılmıştır. Ayrıca Akif, gerçekten de Kuran'ın Türkçe tercümesinin namazda okutulacağını düşündüyse bu düşüncesinde yanıldığı çok açıktır. Çünkü bilindiği gibi Akif'in tam anlamıyla yapamadığı/yapıp da içine sinmediği için teslim etmediği Kuran'ın Türkçeye tefsir ve tercümesini Atatürk, TBMM'nin onayıyla Elmamlılı Hamdi Yazır'a yaptırmıştır.Yazır'ın yaptığı tercüme de o hiçbir zaman namazda kullanılmamıştır.

Karabekir'in Çarpıtması ve Gerçek

Page 155: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Kazım Karabekir, Atatürk'le görüş ayrılığına düşüp, İzmir Suikasti nedeniyle İstiklal Mahkemesi'nda yargılandıktan sonra kaleme aldığı  kitaplarında doğru yanlış, belgeli, belgesiz Atatürk'ü alabildiğince eleştirmiştir. Karabekir'in bu eleştirileri (!) arasında, Atatürk'ün, "Açakça uydurulmuş, bana yapıştırmak istiyor" diye çok sert bir biçimde "yalan" olduğunu ifade ettiğii "iftrialar" da vardır. Örneğin Karabekir, "Atatürk'ün Kuran'ı bazı İslamlık aleyhtarı kimselere tercüme ettireceğini " yazmıştır. Ancak bilindiği gibi Atatürk, Kuran tefsir ve tercüme işini "İslam düşmanı" kişilere değil, bu işi en iyi şekilde yapabilecek kişilere, önce Mehmet Akif'e, sonra Elmalılı Hamdi Yazır'a vermiştir. Nitekim Elmalılı Hamdi Yazır'ın yaptığı Kuran tercümesi bugün hala aşılabilmiş değildir. Mehmet Akif ve Elmalılı Hamdi Yazır "İslam düşmanı" olmadığına göre Karabekir'in gerçekleri çarpıttığı çok açıktır.

Akif: "Allah Benim Ömrümden Alsın O'na Versin"

Atatürk ve Cumhuriyet düşmanı Karşı devrimci softalarca neredeyse "Atatürk düşmanı" olmakla itham edilen Mehmet Akif', Mısır'dan Türkiye'ye döndüğünde Atatürk hakkında aynen şunları söylemiştir:  "Mısır'da onbir yıl kaldım. Fakat on bir saat daha kalsaydımartık çıldırırdım. Sana halisane (gerçek) bir fikrimi söyleyeyim mi: İnsanlık da Türkiye'de milliyetçilik de Türkiye'de Müslümanlık da Türkiye'de, hürriyetçilik de Türkiye'de. ALLAH BENİM ÖMRÜMDEN ALIP O'NA (MUSTAFA KEMAL'E) VERSİN" (Akif'in böyle bir söz   söylemediğini iddia edenlere yanıt   için bkz. )

İstiklal Marşı'nın yazarı Akif'in Atatürk'e böyle bir sevgi duymasından fena halde rahatsız olan bizim din bezirganları, "Akif böyle birşey demedi, bunlar uydurma, Akif, Atatürk düşmanıdr!" gibi niyet okumalarla Türk ulusunun iki değerini birbirinden uzak tutmaya çalışırlar. Diyelim ki, bizim din bezirganları haklı! Akif, Atatürk'le ilgili bu sözleri söylemedi! Ne değişir? Akif'in Kurtuluş Savaşı sırasında Atatürk'ün yanında bağımsızlık mücadelesine katıldığı, savaş sonrasındaki devrimler sürecinde, devrim karşıtı bir görünüm sergilemediği, bağnazlığa karşı olduğu, Kuran'ın anlaşılması, Türkçeleştirilmesinden yana olduğu ve dahası Atatürk'ün, TBMM'nin onayıyla kendisine verdiği Kuran tercümesi görevini kabul ederek çalışmalara başladığı gerçeği değişir mi? Bütün bunlar Akif-Atatürk ilişkisini bütün çıplaklığıyla gözler önüne seren gerçekler değil midir?

Akif'in Sıkıntıları

Bu gerçeklere karşın Akif'in Cumhuriyet döneminde bazı sıkıntılar çektiği de doğrudur. Yukarıda görüldüğü gibi Akif, Atatürk'ü  "ona

Page 156: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

ömrünü verecek kadar" çok sevmektedir. Atatürk de özellikle Kurtuluş Savaşı sırasındaki katkıları,  İstiklal Marşı'nı yazması, bağnaz bir İslam anlayışına sahip olmaması gibi nedenlere Akif'i çok taktir etmiştir. Böyle olduğu için Kuran'ın Türkçeye tefsir ve tercüme işini herkesten önce ona vermeyi doğru bulmuştur. Ancak Akif'in bir türlü bu işi tamamlayamaması Atatürk'ü Akif konusunda biraz hayal kırıklığına uğratmıştır. Atatürk, çok önem verdiği KURAN'IN TÜRÇEYE TERCÜME İŞİNİ yarım bıraktığı için 1930'larda Akif'e kırgındır, ancak -bizim Cumhuriyet tarihi yalancılarının iddia ettikleri- gibi Atatürk hiçbir zaman Akif'in mezarının ziyaret edilmesini yasaklamamış, Akif'i küçülten hiçbir açıklama yapmamış, hiçbir zaman Akif'e düşmanlık beslememiştir. Cumhuriyet'in Atatürk'lü yıllarında Atatürk'ün çevresindeki bazı isimler bile Atatürk'ü maalesef doğru anlayamamışlardır. Örneğin, Falih Rıfkı Atay, "Çanka"sında Laikliğin "dinsizlik" olarak algılandığını yazmıştır. Böyle bir ortamda dinsel hassasiyetleri yüksek Akif'in unutulduğu doğrudur. Ancak bu işin sorumlusu Atatürk değil, Atatürk'ü ve devrimi doğru anlamakta zorlanan yöneticilerdir. Nitekim bu yöneticilerin Atatürk öldükten sonra izledikleri politikalar, Atatürk'ü hiç ama hiç anlamadıklarını göstermiştir.  Atatürk'ün Rıfat Börekçi, Fevzi Çakmak gibi dinsel hassasiyetleri yüksek dostlarının olduğu da düşünülecek olursa Atatürk'ün dinsel hassasiyetlerinden dolayı Akif'i dışladığı iddiası da yerle bir olmaktadır.  Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarına son bir hatırlatma: Gerçek bir Müslüman, gerçek bir vatansever, büyük bir şair olan Mehmet Akif sirozdan vefat etmiştir. Bu arada siroz hastalığının tek nedeni alkol değildir.Doktor raporlarına göre sirozdan vefat eden Atatürk'e "ayyaş" damgası yapıştıran softalarımız, "dindar" diye sahip çıktıkları Akif'e ne diyecekler acaba? Akif'e de sirozdan öldüğü için "ayyaş" derler mi bilemem ama içlerinde Akif'e "p...k" dediği iddia edilecek kadar alçalanların olduğunu biliyorum!..

AKP Gençliği Akif'i Doğru Anlarsa

Yeniçağ  Gazetesi'nden Ahmet Gürsoy' un "AKP geçliği Akif'i doğru anlarsa Başbakan'ı bırakır" tespitine katılıyorum:

Şöyle ki:

Mehmet Akif Ersoy’un kitabı Safahat’a gönderme yaparak gençlere seslenen Başbakan, Mehmet Akif’in, Selçuklu’dan, Osmanlı’dan aldığı, geniş İslam ve Osmanlı coğrafyasından derlediği medeniyet tasavvurunu kendi süzgecinden geçirdiğini ve bu millete teslim ettiğini söyledikten sonra, “Sizlere tavsiyem şudur; her evde bir Safahat olsun ama o yastık altı kitabınız olsun.

Page 157: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Onu okurken uyuyun. O size huzur verir” dedi ve konuşmanın bir yerinde "Mehmet Akif gibi dindarlaşmaları" gerektiğini söyledi.

Sayın Başbakan, eğer AKP gençliği Mehmet Akif gibi dindarlaşırsa, önce "millici" olur, sonra Kurtuluş Savaşı'na ve sonrasında kurulan çağdaş Cumhuriyet'e sahip çıkar, çağdaş bir yaşam sürer, ailesine ve çevresindekilere dinsel baskı yapmaz, çok daha önemlisi Said-i Nursi gibi sözde din adamlarına karşı  çıkar, dahası Akif gibi Atatürk'ü sever...

Sayın Başbakan, AKP gençliği Akif'i eğer doğru anlarsa korkarım artık AKP gençliği olmaktan çıkar.

Buna hazır mısınız, Sayın Başbakan!  Not: Bu konunun ayrıntıları, kaynakları için bkz. Sinan Meydan, Atatürk İle Allah Arasında, "Bir Ömrün Öteki Hikayesi", 4. bas, İstanbul, 2012, s. 673-679  Atatürk ve Cumhuriyet düşmanlarının yalanlarına yanıt vermeye devam edeceğim.  Sinan MEYDAN- 28 Aralık 2012

 

 

Ne hicri yılbaşı hicretin günü ne miladi yılbaşı Hz. İsa’nın doğum günü ne de 31 Aralık veya 1 Ocak Mekke’nin fetih günüdür.  MİLADİ YILBAŞI Hz. İsa’nın doğum günü kesin olarak bilinmediği için ilk Hıristiyanların Hz. İsa’nın doğumu için kutladıkları özel bir gün yoktu. Bu sırada Roma İmparatorluğunun her yerinde Güneşe ve putlara tapılıyordu. Roma İmparatoru Büyük Konstantin, putperest iken miladın 313 senesinde Hıristiyanlığı kabul etti. Putperestlikten birçok şeyleri de Hıristiyanlığa soktu. Güneş tanrısının doğum günü kabul edilen 25 Aralığı yılbaşı kabul etti. Hz. İsa’nın kurtarıcı tanrı olduğuna inanan Hıristiyanlar da, Hz. İsa’nın 25 Aralık’ta doğduğunu kabul ettiler (!). Sonunda bu geceyi miladi yılbaşı ve Noel olarak her sene kutlamaya başladılar.   Noel, bu gün Hıristiyanlar tarafından Hz. İsa’nın doğum günü olarak kabul edilen ve kutsal bir gün olarak kutlanan dini bir bayramdır. Ancak günümüzde Noel, birçok kişi tarafından “Yılbaşı” kutlamaları ile karıştırılmakta, hatta birbiriyle özdeşleştirilmektedir. Oysa ikisi tamamen farklı şeylerdir. Belki de tek

Page 158: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

ortak yanı “umumiyetle” her ikisinin de daha çok batılılar tarafından kutlanıyor olmasıdır.   Noel gecesi, Batı Hıristiyan dünyasında Aralığın 24’ünü 25’ine bağlayan gece, Doğu Hıristiyanlığı’nda ise Ocağın 5’ini 6’sına bağlayan gecede kutlanır. Bu gün Batıda “Christmas” tatilinin her iki grubun da bu dini bayramı kutlayabilmeleri için iki farklı günü de içine alacak şekilde iki hafta gibi uzun bir zamana yayılmasının bir esprisi de budur.   Yılbaşı, menşei çok eskilere dayanan, yeni bir yılın başlaması adına, genel ahlak kurallarını da hiç dikkate almaksızın aşırı derecede eğlence, zevk ve sefa içerisinde geçirmeleridir. 1 Ocak gecesi Batılıların dışında dünyanın diğer yerlerindeki insanlarca da kutlanan bir gece haline gelmiştir.  Tabi bu gecenin kutlanması Müminler için alimler tarafından hiç uygun görülmemiş ve inancımıza ters olduğu kaynaklarımızdan belgelerle anlatılmaya çalışılmıştır.  HİCRİ YILBAŞI “Hz. Ömer’in halifeliği zamanında (bu arada Hicretin üzerinden 17 yıl geçmiştir ) Yemen Valisi Ebu Musa el-Eş’arî ile aralarındaki mektuplaşma sırasında bir mektubun üzerinde tarih olarak yalnızca “Şaban” yazıldığı için yılını tespitte ihtilaf çıkmış ve artık bir takvim yapılması gerektiğine karar verilmiştir.  İyi ama bu takvim hangi yıldan başlamalıdır? Efendimiz’in doğum günü tam olarak tespit edilememiş olduğundan takvimin başlangıcı olarak alınamamıştır. Bir başkası, onun vefat tarihini kabul etmeyi teklif etmişse de hazin ve kederli bir gün olduğu için ondan da vazgeçilmiştir. Sonunda, İslam’ın yayılması ve yükselmesinin ilk büyük adımı olduğu için Hicret, başlangıç tarihi olarak alınmıştır Hicrî takvime. Yine de işin bu kısmının nispeten kolay halledildiğini söyleyebiliriz. Asıl zorluk, hiç tahmin edilmeyen bir noktadan, Hicret tarihinin Arap yılının başlangıç ayı olan Muharrem’e (bizim Ocak’ı hatırlayın) endekslenme gayretinden çıkmıştır. Çünkü Hicret hadisesi, Rebiülevvel ayının 12′sinde sonuçlanmıştır (Kuba’ya varış) ve Muharrem ayının 1′i ile arasında tam 2 ay, 12 gün fark vardır. Bu durumda o yıl esas alınmak şartıyla takvimde 2,5 ay kadar geriye gidilmiş ve Hicri takvim o yılın Muharrem’inin 1′inden itibaren başlatılmıştır. Şaşırtıcı da olsa, Hicrî takvimimizin Hicretten önceki bir tarihten başladığını itiraf etmemiz gerekiyor.”   MEKKE’NİN FETHİ Gelelim miladi yılbaşında kutladığımız Mekke’nin Fethine. Mekke’nin fethi kaynaklarda Hicri 8 yılında ve Ramazanın 20’sinde olarak

Page 159: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

geçiyor. Asım Köksal’ın İslam Tarihinde 13 Ramazan diye geçiyor. Bu tarihler miladi olarak 630 senesinin 11 Ocak veya 6 Ocak şeklinde ortaya çıkıyor. 

 

 

 

 

 

 

HABERTÜRK Menderes’in Yassıada’da yargılandığı  “örtülü ödenek” dosyasına ilişkin çarpıcı  belgelere ulaştı. Ünlü yazarların Menderes’e yazdığı  mektuplarda bazen yalvaran, bazen üstü kapalı tehdit içeren ifadeler yer alıyor. Necip Fazıl, “Benim yaptığımı yapanlara hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır” diyor

 

Abdullah KILIÇ- HT GAZETE / ÖZEL HABER  1960 ihtilalinden sonra asılarak idam edilen Başbakan Adnan Menderes ile Başbakanlık Müsteşarı Ahmet Salih Korur'un, Yassıada'da yargılanmasına neden olan yazar ve sanatçılara örtülü ödenekten verilen paralarla ilgili belgelere Habertürk ulaştı. Örtülü ödeneğin nereye harcandığı dair belge tutma zorunluluğu bulunmamasına rağmen Menderes, tüm harcamaları Müsteşar Korur'dan kayıt altına almasını istemiş, şahsi harcamaları da kendi banka hesabından karşılanmasını emretmişti.  KAHVERENGİ BAVUL Darbeden sonra evinde yapılan aramada, örtülü ödenek harcamalarının binlerce makbuzunun olduğu kahverengi bavul bulundu. Açılan bu bavulda, gizli tutulması gereken makbuz ve mektuplar da çıktı. İşte o belgelerden bazıları, örtülü ödenek davasına konu olan yazar ve sanatçılara yapılan yardımlardı. Sanatçılara yapılan yardımlarla ilgili makbuzların yanısıra, o sanatçıların Menderes'e yardım talebiyle yazdığı mektuplar da ortaya çıktı.   KİMLER YOK Kİ... Menderes'e gönderilen mektuplar arasında başta Necip Fazıl Kısakürek olmak üzere Peyami Safa, Yahya Kemal Beyatlı, Hamdullah Suphi Tanrıöver, Cemal

Page 160: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

Kutay, Bedri Rahmi Eyüboğlu, Mesut Cemil Bey, Yusuf Ziya Ortaç ve ressam İbrahim   Çallı 'nın mektupları dikkat çekiyor. İşte o mektuplardan bazıları:

'HER ŞEYİ UĞRUNUZA RİSK ETTİM'

Necip Fazıl Kısakürek

 

 21 Ocak 1954 'MUHTEREM EFENDİM' - "Muhterem efendim" diye başlayan mektupta Emniyet Genel Müdürü'ne kovuşturmalarla ilgili gerekli talimatın verilmesini, huzura kabul edilmesini ve kendisine yardım yapılmasını talep ediyor.  26 Aralık 1956 'HER ŞEYİ UĞRUNUZA RİSK ETTİM' "Müsteşar Bey'den 2500 lira ve 'Mecmuanı çıkar da görelim ve sonra yardım edelim' cevabı aldım. İlk defa bir itimatsızlık sezer gibiyim. Ben parayı alır da mecmuayı mı çıkarmam veya çıkarırım da uygunsuz bir istikamet mi tutarım? Ben ki her şeyi uğrunuza riske etmiş, her defa mükemmel eseri vermiş ve bu kadar tecrübe ve çileden geçmiş bir adamım. Şahsım, kalbim ve kalemim her türlü teminatın üzerindedir.  'SÜRÜNMEKTEYİM' Benim yaptığımı yapanlara hükümetler ve rejimler servetlerini ve nimetlerini yağdırır. Bütün bunlara karşı 15 bin lira zarar çarpıtılmış ve daha nice kasıt ve sabotaja karşı yalnız bırakılmış olarak sürünmekteyim. Haftalardır Ankara'nın bu hücra ve münzevi otelinde cinnet buhranları içinde çırpınmaktayım. Bütün istediğim zarara birkaç bin zamla 20 bin lira temininden ibarettir. Bunca muvaffakiyetten sonra uğratıldığım bu hal ve düştüğüm şeref kırıklığı hayatıma mal olabilir. (...) Artık Necip hakkında olmak mı olmamak mı kararı sizi de üzüntüden kurtaracak şekilde verilmeli ve bu iş bitirilmelidir. Ben kararlıyım ve her şeye razıyım."  14 Ocak 1958 'HESABI NASIL VERECEKSİNİZ' "Ben hastayım. Şekerliyim. Ayrıca çıldırmak üzereyim. Bütün hastane halime acıyor. Bu vaziyette emrin uzaması benim ölüme ve cinnete terk edilmem demektir. Başıma bir hal gelecek olursa Allah'a, Türk Milletine ve "Allah bir" diyenlere karşı hesap nasıl verecektir. Kadiri mutlakın üzerine yemin ederim ki yalan söylemiyorum, mübelağa etmiyorum, rol oynamıyorum, edebiyat yapmıyorum."  14 Haziran 1958 '10 BİN LİRA LÜTFEDİLİRSE' Reklam ve sair ihtiyaçlarım için 10 bin lira lütfedilirse... Ayda 6 bin lire tahsis olunursa... Akis, Kim, Form gibi mecmuacıklarla bütün muhalefet matbuatını saf fikirle

Page 161: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

çürütücü, muazzam bir içtimai ve edebi, ideoloji, bina edici kaalara ve yüreklere nüfuz edici bir mecmua kuracağıma emin olunabilir. Bu da olmazsa tam altı aydır bir tek yardım görmeyen beni vazife günüme kadar her ay muayyen ve mukarrer bir mikyas altında kurmaktan ve göz yaşları içende yalnız ibadet ve mücerret eserler kaleme almaya terk etmekten başka iş kalmaz."

Orhan Seyfi Orhon:  'Kalemimizi bu hizmette kullanmaya hazırız' "Yusuf Ziya Ortaç ile Akbaba'yı 1954 seçimlerini sonuna kadar muhalefetin hiciv, istihza ve tarizlerini aynı silahla hem çok daha incelik ve zerafet le karşılayan bir mizah dergisi olarak çıkarmayı kabul ediyoruz. Akbaba, iktidarı destekleyerek muhalefete hucum edeceği için kazançlı bir iş olmaz. Bu gazeteye konması kararlaştırılan parayı Akbaba'yı 1954 seçimlerinin sonuna kadar çıkarmak için kullanacağız. Şayet Akbaba, partice çıkarılırsa matbaa, kağıt ve diğer masraflar temin edilirse biz kalemimizi bu hizmette kullanmaya hazırız."

 Yusuf Ziya Ortaç: '2 bin dolar bulup arabacık getiremedim' (Müsteşar'a yazdığı mektupta Ortaç, Almanya'da okuyan oğlu için para istiyor) "Almanya'da tahsil gören oğlum bu sene yurda gelmedi. İmtihanları var. Elbiseleri, pantosu, iskarpini kalmamış. Kendisine 2500 lira göndermek niyazındayım. Ben de 15 gün içinde İsviçre'ye gideceğim. Miktar söylemeyeceğim. Bunu senin kardeş delaletinle benim aziz başvekilimin takdir ve tensiplerine bırakıyorum." "Üzelecek bir şey söyleyeyim mi? Bizim meşhur otomobil iki aydır garajda. Otomatik vitesli olduğu için kullanması zor. Param parça ettiler, şimdi Amerika'dan yedek parça bekliyorum. (...) Ben 2 bin dolar bulup bir arabacık getiremedim. Kırılıyorum... Amma o kadar darılamıyorum."  'Hürriyet yüzde 99.5 muhalefetin malı oldu' - (İktidarın tek gazetesi Zafer'dir. hem de hiç kafi değildir. Çünkü katıksız hükümet ve parti organıdır, bir Ankara gazetesidir, efkarı umumiyeyi yapan ise İstanbul gazeteleridir. Hürriyet Gazetesi yüzde 99.5 muhalefetin malı olmuştur. Terzi İzzet Apartmanı'nda yapılan toplantılardan konuşulan mevzulardan, alınan kararların hepsi bence malumdur. Sedat Simavi'nin oğlu Haluk da burada ağa düşürülmüştür. Mutlaka işin büyüklüğüne nazaran küçük bir fedakarlığa katlanılmalı ve hemen şimdi İstanbul'a bir gazete kurulmalıdır. Bunu da ben yaparım."

Peyami Safa: 'Müşkül durumdayım' (O dönem Milliyet'te yazan piyami Safa, Müsteşar'dan, eşinin yurt dışındaki tedavisi için döviz istiyor) Başvekil efendiyi rahatsız etmekten çekiniyorum. Bana olan teveccühünü kaybettiğim zannı ve endişesi içindeyim. (...) Bu müşkül durumumda bana yine bir kardeşlik yapmanı ve meseleyi münasip gördüğün kanaldan halletmeni ehemniyetle rica ederim.

Page 162: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

 

NEYE, NE KADAR HARCANDI?

2012 bütçesinden bazı kalemler için yapılan harcama tutarları şöyle;

Harcamalar Tutar (bin TL)

Personel giderleri 74.775.599

-Zamlar ve tazminatlar 29.201.495

-Milletvekili zam ve tazminatları 30.587

-Milletvekili ödenekleri 61.885

-Milletvekili tedavi ve sağ. mal. gid. 7.142

-Milletvekili ilaç giderleri 459

-Cumhurbaşkanı ödeneği 402

-İstihbarat personeli giderleri 493.603

Kırtasiye ve büro malz. alım. 554.598

-Kırtasiye alımları 230.482

-Büro malzemesi alımları 10.927

-Periyodik yayın alımları 3.467

-Su ve temizlik malz. alımları 515.893

-Su alımları 411.067

-Temizlik malzemesi alımları 104.826

-Enerji alımları 3.650.317

-Yakacak alımları 1.255.009

-Akaryakıt ve yağ alımları 1.460.053

-Elektrik alımları 919.892

-Yiyecek, içecek ve yem alımları 2.002.488

-Yiyecek alımları 1.895.935

-İçecek alımları 97.605

-Giyim ve kuşam alımları 696.964

-Giyecek alımları 637.264

-Spor malzemesi alımları 41.042

-Tören malzemesi alımları 1.117

-Bando malzemesi alımları 3.020

Page 163: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

-Hayvan kuşamları 289

-Güvenlik ve sav. yön. malz. ve hiz. al. 3.867.434

-Silah, araç, gereç ve savaş teç. al. 1.762.036

-Mühimmat alımları 310.444

-Güven. ve sav. yönelik ar-ge giderleri 304.101

-NATO giderleri ile gayr. alım ve kam. gid. 51.271

-Arkeolojik kazı giderleri 552

-Restorasyon ve yenileme giderleri 386

-Kültür varlıkları alımı 1.372

-Sergi giderleri 116

-Gizli hizmet giderleri 1.169.363

-Haberleşme giderleri 622.986

-Posta ve telgraf giderleri 264.626

-Telefon abonelik ve kul. ücretleri 129.025

-Bilgiye abonelik giderleri 162.790

-Uydu haberleşme giderleri 6.942

-Hat kira giderleri 57.703

-Taşıma giderleri 972.098

-Yolcu taşıma giderleri 688.682

-Yük taşıma giderleri 61.629

-Kiralar 418.768

-Taşıt kiralaması giderleri 89.721

-Hizmet binası kiralama giderleri 114.837

-Lojman kiralama giderleri 21.570

-Hava taşıtı kiralaması giderleri 3.187

-Cenaze giderleri 7.721

-Cenaze giderleri 414

-Mezar ve şehitlik yap. ve bak. gid. 7.307

Cari transferler

-Görev zararları 21.820.392

-TCDD'ye 351.681

Page 164: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

-Tarım işletmelerine 5.482

-Toprak Mahsulleri Ofisi 1.523.290

-TEKEL 5.756

-Türkiye Taşkömürü Kurumu 31.799

-Tarım ve Kredi Kooperatifleri 25.581

Hazine yardımları

-TÜBİTAK 508.174

-Kredi ve Yurtlar Kurumu Gen. Müd. 3.242.708

-Gençlik ve Spor Gen. Müdür. 443.629

-Devlet Tiyatroları Gen. Müd. 143.245

-Karayolları Genel Müdürlüğü 2.623.143

-DSİ 1.236.799

-Dernek, birlik, kurum, kuruluş...vs 354.139

-Kamu işveren sendikaları 766

-Siyasi partiler 129.154

-Memurun öğle yemeği 76.271

-Tarımsal amaçlı transferler 7.557.371

-Doğrudan gelir desteği ödemeleri 8.947

-Mazot desteği ödemeleri 600.000

-Gübre desteği ödemeleri 710.000

-Kütlü pamuk desteği ödemeleri 800.000

-Buğday desteği ödemeleri 609.800

-Süt desteği ödemeleri 437.240

-Fındık üreticileri alan baz. gel. des. 710.000

Borç verme 6.744.300

-TCDD'ye 3.580.031

-Tarım işletmelerine 220.000

-Çay-Kur 180.000

-TTK 464.361

TOPLAM HARCAMA: 352.626.872

 -Milletvekili zam ve tazminatları 30.587

Page 165: TÜRKLER NASIL MÜSLÜMAN OLDU

-Milletvekili ödenekleri 61.885

-Milletvekili tedavi ve sağ. mal. gid. 7.142

-Milletvekili ilaç giderleri 459

-Cumhurbaşkanı ödeneği 402

-Akaryakıt ve yağ alımları 1.460.053

-Yiyecek, içecek ve yem alımları 2.002.488

-Yiyecek alımları 1.895.935

-İçecek alımları 97.605

-Giyim ve kuşam alımları 696.964

-Giyecek alımları 637.264