seyyid ahmed husameddin ozturk hayati ve eserleri

178

description

tasavvuf, islam, tarih, ilmi ledun, Islam, Tasavvuf, Tefsir, Kuran, Dağıstan, Seyyid

Transcript of seyyid ahmed husameddin ozturk hayati ve eserleri

İÇİNDEKİLER GİRİŞ ....................................................................................... 11

SEVYID AHMED HÜSAMEDDİN HAZRETLERİNİN DÜNYÂYA

GELİŞLERİ ................................................................................ 14

-MEKKE VE MEDİNE DÖNEMİ- ................................................ 18

KAF DAĞININ ARDINDA KALANLAR ........................................ 21

MEDİNE'DEN TÜRKİYE’YE DÖNÜŞ .......................................... 34

Sivrihisar'a geliş ...................................................................... 36

Bursa'ya yerleşme .................................................................. 43

TRABLUSGARP YILLARI ........................................................... 48

İSTANBUL’A YERLEŞME ........................................................... 64

Seyyid Cevâd’ın vefatı............................................................. 69

1913 yılı .................................................................................. 70

Seyyide Fatma Zehra .............................................................. 74

İşgal Yılları ............................................................................... 75

Fatih Yangını ........................................................................... 79

BURSA’YA DÖNÜŞ ................................................................... 82

Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali ..................................... 84

Bandırma 'ya gidiş .................................................................. 89

VE YİNE İSTANBUL .................................................................. 91

Çınar Karakolu'ndakı eski konak ............................................. 91

4 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Eserlerin yeniden kaleme alınması ......................................... 97

Beşiktaş’a taşınma .................................................................. 99

MUSTAFA KEMAL PAŞA'YA MEKTUPLAR .............................. 104

“H. 1339 tarihinde Cenâb-ı Seyyid Ahmed Hüsameddin

Hazretleri’nin Kemal Paşa’ya irsâl ettiği mühim mektubu: .. 105

Cerrahpaşa’daki evin alınışı .................................................. 107

Cumhuriyet'in ilânı ............................................................... 113

Güneş Yılı .............................................................................. 115

Zekât ..................................................................................... 118

SEYYİD HAZRETLERİ’NİN GÜNLÜK HAYATI ........................... 121

SEYYİD HAZRETLERİ’NİN HAKK’A YÜRÜMESİ ........................ 123

Seyyid Hazretleri’nin evlâdları .............................................. 127

Evlâdları: ............................................................................... 127

S. AHMED HÜSAMEDDİN HAZRETLERİ’ NİN ESERLERİ.......... 129

ŞİİRLERİ ................................................................................. 153

NA’T ...................................................................................... 154

MESNEVİ VE AÇIKLAMASI ..................................................... 167

SALAVÂT-I CAFERİYE ............................................................. 172

SONSÖZ ................................................................................ 175

SEYYİD MÛSÂ KÂZIM ÖZTÜRK'ÜN BASILI ESERLERİ .............. 177

7 Seyyid Ahmed Hüsameddin

حي حن الر بســـم هللا الر

امحلد هلل رب العاملني والصالة والسالم عىل رسولنا محمد

وعىل اهل وحصبه وسمل امجعني

ÖNSÖZ

Sevgili evlâdlarım!

Evvelce bastırmış olduğum “İslâm Felsefesine Işık Veren

Seyyidler” ile “Kur’ân’ın 20. Asra göre Anlamı” (cilt I)

isimli kitaplarımda babam, Seyyid Ahmed Hüsameddin

Hazretleri’nin hayatı hakkında kısaca bilgi vermiştim Bu

kitabı yazmamın sebebi ise, bu yüce zâtın hayatının ve

düşüncelerinin gelecek nesillere geniş şekilde intikalini

sağlamaktır. Zira, bu gün ile geçmiş arasında kurulu tek

köprü ben kaldığım için her şeyi sizlere aktarmayı

kendime görev bildim.

Babamın vefatına kadar geçen çağım, hayatımın en

parlak sahifeleri, gönül kitabımın dibâcesi idi. Daha

sonraları yalnızlık yıllarımda hayatıma renk veren,

yaşama gücümü artıran hep bu sahifeler, bu renkli

dibâce oldu. Gömüldüğüm iç âlemimde tek parlak

kurtuluş noktasını bu hâtıralar arasında buluyordum

Babamın “Kâzım, babaya lâzım” sözü kuru ve boş değildi.

Bir gün babama hakikaten lâzım olacağım hakkındaki

inancım beni hayata bağladı ve bu güne kadar yaşattı.

8 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Ben hâlâ geçmişteki o güzel oniki senemi yaşıyorum;

dünyâya geldikten sonra geçen oniki yılı. Ruhumun

derinliklerine, düşüncemin en kuytu köşelerine kadar

nüfuz etmiş bu hâtıralardan sıyrılamam ben. Bir an

koptuğumu hissetsem, gövdesinden kırılıp ayrılan bir dal

gibi olurum.

Bu inanış ve bağlanışın bana çok şeyler kazandırdığım

daima idrâk ettim. En zor anlarımda bu büyük gücün

benimle beraber olduğuna inandığım içindir ki, her

zorluğu yendim. Böyle zamanlarımda gücümün yettiği

yere kadar çaba gösterdim. Ancak bundan sonrası için

“Medet yâ Ehl-i Beyt, yetiş bana babacığım!” diye feryad

ettim. Beni, mahcûb ve mahzun etmemesi için her

zaman O’na yalvardım.

Hayatımın ıztırablı geçen her sahifesine, inandığım yüce

varlığın bir sözü, bir hâtırası renk verdi de ıztırabı

neşeye dönüştürebildim.

İrfan sahibi olanların kıblesi, İslâm’ın kendisine uyulan

imâmı, âşıkların sığmağı, ilmin kaynağı, Peygamber’in

vârisi, Kur’ân’ın mânâsı, ledün ilminin anahtarı, Allah’ın

“Gafur” (Merhamet eden) isminin göründüğü yer, garip

ve kimsesizlerin koruyucusu olan böyle bir zâtın hayatını

ancak gördüklerim ve bildiklerim, yakınında olan inanılır

kişilerden duyduklarım belgelerden aldığını bilgiler

doğrultusunda iktidarım kadar yazmaya gayret sarfettim.

Bu ulu Seyyid’ın hayatını tam olarak yansıtmak bu kitabın

hacmi içinde mümkün değildir. Hele İlmî bakımdan

9 Seyyid Ahmed Hüsameddin

O’nun vasıflarını anlatmaya bu konulara aşina

olmayanların gücünün yetmeyeceğine eminim Elimizde

bulunan eserlerinin mânâsına nüfuz ettiğimiz zaman

O’nun İlmî yönü ile açtığı medeniyet asrının eşsiz dâhisi

ve sahibi olduğu anlaşılacaktır.

Kitabımızın Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin

eserlerine ayrılan bölümünde sözü edilen “Menâr-ül

Muhkemât ve Menâtık-ıl Müteşabihât” adlı kitabından

elimizde bulunan tek bir makale, Kur’ân’ın bâzı

sûrelerinin başında yer alan ve bugüne kadar hiç bir

gerçek açıklama getirilememiş olan Mukattaa harflerini

aydınlatan fevkalâde önemli bir ışıktır.

Günlük hayat hikâyesi içinde yüce Seyyid’in, asrın

yeniliklerini takibi, yurt sevgisi ve memleketin gelişmesi

için tavsiye ve teşvikleri anlatılmaya çalışılmıştır.

"Mühendislerimiz, susuz ovalarımıza artezyen açsalar ve

neticede su bulamasalar bile, o yörenin jeolojik haritasını

çıkarmış olurlar ki, bu da gelecek için büyük faydalar

sağlar.” düşüncesi, O’nun ileri görüşünü yansıtan küçük

bir örnektir. Bu sözün takriben bir asır evvel söylenmiş

olduğu gözardı edilmemelidir.

Seyyid Hazretlerinin hayatı ile ilgili belgelerde kullanılan

tarihlerin hicri veya mâlî (rûmi) olduğu

belirtilmediğinden, bugüne kadar tarihlerin milâdî tarihe

dönüştürülmesinde farklılıklar doğmuştur. Meselâ, Fatih

yangını, bâzı kitaplarda 1916 olarak gösterildiği halde

doğrusu 1918 dir ki, bu da mâlî (rûmî) takvim ile hicri

takvim arasındaki o yıllarda görülen iki yıllık farktan ileri

10 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

gelmektedir. Bu gibi yanlışlıklara yol vermemek için

olaylar, kronolojik sıra içinde ve milâdî takvim esas

alınarak yazılmıştır.

Bu kitabın ön çalışmalardan basımına kadar kitabın

hazırlanışının her safhasında bana candan yardıma olan

sevgili kızım F.Aymelek Öztürk’e teşekkür etmeyi vazife

bilirim.

Kusurlarımız olduysa, yüce Seyyid’in affına sığınırız.

Mûsâ Kâzım Öztürk

İzmir, 1996

11 Seyyid Ahmed Hüsameddin

GİRİŞ

Ata yurdu Dağıstan’ı çocukluğumdan beri merak

ederdim. Beni, bu ülkenin ne coğrafyası, ne asırlar boyu

türlü kavimlerin akın ve istilâlarına sahne oluşu, ne iç

savaşları, ne de Rus işgal ordularına karşı koyan ve

sırasında düşmanlarını bozguna uğratarak sınırlarından

kovan bir avuç Türk’ün kahramanlık destanları

ilgilendiriyordu Zira bu gibi olaylar, her milletin tarihinde

yaşanmış ve yazılı olarak kitaplara yansımış olaylardır.

“Kaf Dağının ardında Zümrüt-ü Anka denilen bir kuş

varmış...” diye başlayan masalları dinlerken, insanların

ulaşamayacağı ve zirvesine erişemeyeceği bu ülke, her

halde Kafkas dağlarının ardındaki “Dağıstan” olsa

gerektir, der ve babamın bu dağların ötesinden nasıl

geldiğini merak eder, oradaki yaşantıyı düşünürdüm.

Dile kolay, atalarımız bin seneyi aşkın bir zaman bu

dağların ardında hayatlarını sürdürmüşlerdi.

Burası nasıl bir yerdi? Erişilmesi imkansız ve tepeleri

bembeyaz bulutların içinde kaybolmuş bir masal ülkesi

mi idi gerçekten Dağıstan? Bazen okul atlaslarını

karıştırır, babamın kutlu isimlerine ek olmuş

“Rükâlizâde” sözcüğüne bakarak Rükâl kasabasını bu

haritalarda arar, bulamayınca da üzüntü duyardım. “Bâb-

ül Ebvab” (kapıların kapısı) denilen yerin Derbend

olduğunu sonraları öğrendim; buraya, dağlarla Hazer

Deniz’i arasındaki tek geçit olduğu için bu isim verilmiş.

Aslında şehrin her iki ismi de aynı anlama geliyor. Bir de,

12 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Ban vilâyetinden bahsediliyordu. Neresi idi bu Ban

vilâyeti? Hâlen Dağıstan hudutları içinde mi idi? Meğer

Derbend 1vilâyetinin eski ismi imiş.

Bâzı şeylerin hayâli hakikatlerinden çok daha güzel!

Masal ülkesi gibi hayâl ediyordum Rükâli. Atalarımın

rûhâniyeti sinmiş toprağına taşına. Âlimlerin ve güler

yüzlü, birbirine saygılı insanların yaşadığı, yaşlı

çınarların gölgelediği çayırlar üzerinde koşup oynayan

çocukların neşeli çığlıkları ile dolup taşan bir diyar. Evet,

köy değil bir diyar düşünüyordum. Kaf Dağı’nın

zirvelerindeki karların eriyerek dik yamaçlı vadilerden

köpük köpük aktığı, küçük çağlayanlardan dökülen

suların ormanlar arasından süzülerek tatlı nağmeler

hâlinde yansıdığı bir diyar vardı hayâlimde

Atalarımızın mezarlarını, itina ile inşa edilmiş ve küçük

bir kubbesi bulunan bir türbe içinde görür gibi

oluyordum. Lâkin gerçek hiç de böyle değilmiş. 1980

sonrası elime geçen fotoğraflarda seyyidlerin

mezarlarının bulunduğu kabristanın, etrafı biriketle

çevrilmiş toprak parçasından başka bir yer olmadığını

gördüm. İşin acı tarafı bu mezarların kimlere ait olduğu

dahi bilinmiyordu.

Babamın, bir zamanlar İstanbul’da, Edirnekapısı

1 Derbend: Serhat üzerinde bulunan küçük kale; dağ üzerindeki

geçitlerde ve boğazlarda bulunan karakol. Konumu dolayısı ile

şehre bu isim verilmiştir.

13 Seyyid Ahmed Hüsameddin

kabristanındaki2 mezarı da baş ucunda taşı bile

bulunmayan bir toprak yığınından farksızdı. Ancak,

taşsız da olsa, bu makamı her gün bir kaç gönül ehli âşık

ziyaret eder, kurumuş topraklarım samimî göz yaşlan ile

sulayarak rahmet ve şefaatini niyaz ederdi. Halbuki,

Rükâl’de kalan büyüklerimizin bir “Fâtiha”dan dahi

mahrum bulunduklarını tahmin ediyorum.

2 “Bursa’da Yeşil cami yoktur, Yeşil Camii vardır. Silivri Kapı

değil Silivri Kapısı, Edirne Kapı değil Edirne Kapısı olacak. Esası

böyle. 200-300 sene önceki kayıtlarda böyle yazılı. Dilimizi

bozuyoruz. Kutlular olacak, kutlar diyoruz”. [Kaynak: Süheyl

Ünver Hoca’dan Notlar (Menâkıbı Süheyl Bey) hzl: Yrd.Doç.Dr.

Zuhal ÖZAYDIN Türk Tıp Tarihi Kurumu Yayınları No : 5 , 1997,

İSTANBUL]

14 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

SEVYID AHMED HÜSAMEDDİN HAZRETLERİNİN

DÜNYÂYA GELİŞLERİ

Kaf Dağının ardında, Dağıstan’ın Derbend vilâyetinin

Rükâl kasabasında 1848 yılının Şubat ayının soğuk bir

gününde Seyyid Said-i Rükâli Hazretleri’nin ilk çocuğu

dünyâya geldi. Hazreti Hüseyin soyundan gelen bu nûr

topu gibi çocuk, Peygamberimizin kırkıncı torunu idi.

Babası, oğluna kendi babasının adı olan Sefer ismini

verdi. Ancak O, her zaman soylarının en yüce ismine

uygun olarak “Ahmed” ismi ile anıldı. Annesi, muhitin

ileri gelen ailelerinden Abdülâlâ bin Abdullah soyundan

Ferhat oğlu Abdullah’ın kızı Şerife idi.

Yakınları arasında en güzel ve yakışıklı olmasının yanı

sıra zekâ ve bilgi bakımından da muhitinin en üstün bir

kişisi olan Seyyid Ahmed’in babası, arpa unundan

ekmeğini kendi pişirir, çoğu zamanını ibadetle geçirir ve

her zaman oruçlu olurmuş.

Annesinin gösterdiği ihtimamla büyüyüp yetişen Seyyid

Ahmed, akranları ile oynayacağı yerde şerefli babasının

yanından ayrılmaz hep onunla beraber olmayı arzu

ederdi Babasına hizmeti daha o yaşta kendisine vazife

bilen Seyyid Ahmed, ilk bilgilerini babasından almaya ve

onunla beraber oruç tutup ibadet etmeye başlıyor.

Rusya ile İran arasında imzalanan Gülistan Antlaşması

uyarınca Dağıstan, 1813 yılında Rusya tarafından ilhak

edilmişti. Said-i Rükâli, Rus hükümetinin idaresini hiç bir

15 Seyyid Ahmed Hüsameddin

zaman içine sindirememişti. 12 yaşına girmiş olan

oğluna, kendisinin vereceği bilgiden daha geniş ölçüde

ve müslüman bir ülkede eğitim yaptırmayı düşünüyordu.

62 yaşındaki Seyyid Said-i Rükâli’nin, Seyyid Ahmed’den

başka hayatta sadece Fatma adında bir kızı vardı; şimdi

onu arkasında bırakarak ülkesinden ayrılacaktı. Diğer

evlâdları çocuk yaşlarında vefat etmiş olduklarından

Peygamber torunlarının yâni seyyidlerin imâmeti ve

temsil görevi şerefi, bu soydan yalnız Seyyid Ahmed

Hüsameddin Hazretleri’ne nasip olmuştur.

Said-i Rükâli Hazretleri, her şeyini ailesine devrederek

oğlu Seyyid Ahmed ile birlikte 1860 yılında yollara

düşüyor, Kafkas’ın sert yamaçlarını aşarak Gürcistan’da,

Rioni Irmağının Karadeniz’e ulaştığı yerdeki Puti limanına

geliyor. Baba oğul 1829 dan beri Rus hâkimiyetinde

bulunan bu küçük limandan Türk bandralı bir gemi ile

Karadeniz’in engin sularına açılıyorlar. Baba artık

hayatından memnundur, ilk tahsilini vererek gayet güzel

şekilde yetiştirdiği biricik oğlu Ahmed’ini, İslâm

dünyasının yegâne merkezi olan İstanbul’da okutacaktır.

O tarihlerde Osmanlı İmparatorluğu tahtında Abdülmecid

(1839-1861) bulunuyordu. Said-i Rükâlı Hazretleri, genç

padişahın reformcu kişiliği ile Osmanlılara yeni bir çehre

kazandırmaya çalıştığını duymuştu. Ancak olaylar

insanların düşündüğü gibi gelişmiyor.

Türlü güzel ümitlerle İstanbul’a gelen baba oğul, Fatih

semtinde bir dostlarına misafir oluyorlar. Genç Ahmed,

16 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

babasının arzusu üzerine İslâm âleminin en büyük

üniversitesi kabul edilen Fatih Medresesinin

mensuplarından ve Padişah’ın huzur hocalarından Abbas

Fevzi efendinin derslerine devam etmeye başlıyor. Seyyid

Ahmed Hüsameddin Hazretleri bu olay için. “Abbas Fevzi

efendi, Dağıstan 'da amcamız Seyyid Hasan efendi ile

Allâme-i zaman nâmıyle tanınmış Mirza Hasan efendinin

babası Şeyh Abdullah Alkadâri efendiden ilim tahsil

ettikleri için babam beni onun dersine oturttu”

demişlerdir.

Bir gün oğlu Ahmed’i görmek için medreseye uğrayan

babası, kıymetli oğlu hakkında bilgi almak ve biraz da

hasbihal etmek üzere dershanelerin çevrelediği geniş

meydandaki büyük çınar ağaçlarının gölgelerinde oturan

hocaların yanma gidiyor. Ancak, gördüğü hâli

beğenmiyor, zira, gençleri yetiştirecek hocaların, nargile

içerek başkaları hakkında dedikodu yapmalarını hoş

karşılamıyor, ayrıca bazılarının bilgilerini de az buluyor.

“Kendisini yetiştirmemiş bir kimsenin başkasını

yetiştirmesi mümkün değildir.” diyerek oğlunu

medreseden alıyor.

Zamanın sadrazamı Kıbrıslı Mehmet Emin Paşa’nın 1860

daki üçüncü sadâret döneminde, onun beş ay için

Rumeli’de görevli bulunması sebebi ile Sadrazam

vekilliğini üstlenen Meclis Başkanı Mehmet Emin Âli

Paşa’nın, Said-i Rükâlî Hazretlerinin sadâttan olmaları

dolayısı ile maaş ve arazi vererek Türkiye’ye

yerleşmelerini istemesine rağmen, Seyyid Hazretleri

17 Seyyid Ahmed Hüsameddin

bunların hiç birini kabul etmeyerek aynı yıl oğlu ile

beraber Mekke’ye gitmek üzere İstanbul’dan ayrılıyorlar.

18 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

-MEKKE VE MEDİNE DÖNEMİ-

Seyyid Said-i Rükâlî Hazretleri ve oğlu Seyyid Ahmed,

Mekke’ye geldikten sonra, burada yüce soylarına

mensup Mahmud Africuy, Kırımlı Abdullah Mekkî, Ömer

Rabbânî ve Dağıstanlı Kud Kaşını Yahyâ beyle

buluşuyorlar.

Baba ile oğulun buradaki ikametleri onbir sene devam

ediyor. 187İ yılında, Hacc’dan sonra hastalanan Seyyid

Said-i Rükâlî Hazretleri, üç gün içinde sonsuzluk âlemine

göç ederek Muallâ’da ebedî uykusuna terk ediliyor.

Vefatlarında 83 yaşındaydılar.

Seyyid Ahmed büyümüş, 23 yaşına gelmiştir. Beyaz tenli,

orta boylu, geniş omuzlu olan bu ulu Seyyid’in saadetli

başlan büyük, derin anlamlar taşıyan iri gözleri şahane

güzellikteydi.

Mekke’de bulunduğu bu onbir yıl içinde zamanını

değerlendirmesini bilmiş, Arapça ve Farsçayı anadili gibi

öğrenmiştir. Ancak, babasının vefatından sonra

Mekke’de fazla kalmayarak uzun zamandan beri

hasretini çektiği Medine’ye yaya olarak gidiyor.

İçinde O’nu Medine’ye çeken büyük bir arzu vardı Orada,

yüce soyunun yaşadığı yerde yaşamak, onların gezip

dolaştığı yerlerde bulunmak, teneffüs ettikleri havayı

koklamak istiyordu Medine’de yalnız kalmayacaktı. Zira,

ilmin şehrini (el medine-tül ilm) bulmuştu. İslâmın en

yücesi Muhammed’e (sallallâhü aleyhi ve sellem)

sığınmıştır artık. Uzun yıllar üzerinde çalıştığı zahir

19 Seyyid Ahmed Hüsameddin

ilmini, tahminen 3-4 yıl kaldığı Medine’de manevî ilimle

ziynetlendirmiştir. Sonraları: "Ben manevî ilmi

Peygamberimizden ahz-ı feyz ettim.” derlerdi.

Bu mânevi aşk denizi içinde yüzerken, maddî sıkıntı

peşim bırakmıyordu. Ancak halinden kimseye bir

şikâyette bulunmadan, içine kapanık zor bir hayat

yaşıyordu Yalnız, bilinen bir şey varsa bu da O’nun gerek

müsbet ilimlerde, gerekse ilâhî sırlan bildiren ledün

ilminde nihayetsiz bir umman olduğudur. Bir noksanı

kalmıştı, sahip olduğu bunca ilmi yaymak ve insanları

irşad etmek için gerekli mânevî iznin işaretini almak.

Babasının vasiyeti aklına geliyor, bir gün ona: “Oğlum,

Türkiye’ye gideceksin. Denizli’de Şeyh Hacı Hasan Fevzi

efendi adında bir zât var, onu bulup emanetini

alacaksın.” demişti. Şu halde buradan ayrılacaktı.

Ecdâdından Muhammed Tayyib Hazretleri ne diyordu

evlâdlarına: “Çocuklarım! Kendilerine müracaata en

ziyade elverişli olanlar, yerleştikleri yerler itibariyle

Türklerdir.” Bu sözler kendisi için bir işaretti. Lâkin

Türkiye’ye nasıl ve hangi para ile gidecekti?

Nihayet beklediği mânevi işaret geliyor. Bunun üzerine

kendisini uzun zamandan beri konuk etmek isteyen

Yanbu Kaymakamı Halil Paşa’nın davetine uyarak

Kızıldeniz sahilindeki en önemli şehirlerden biri olup

Medine’nin limanı sayılan Yanbu’a gidiyor. Bir müddet

sonra da Paşa’nın yardımı ile bir imkân bulup Türkiye’ye

doğru hareket eden bir gemiye binerek Hicaz’dan

ayrılıyor. Seyyid Ahmed’in Medine’de ne kadar kaldığı,

20 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

hangi tarihte Türkiye’ye döndüğü kesin olarak

bilinmemektedir.

**

21 Seyyid Ahmed Hüsameddin

KAF DAĞININ ARDINDA KALANLAR

Genç Seyyid Ahmed, artık yalnızdı, babası Said-i Rükâlî

Hazretleri’ni Mekke’de, Muallâ kabristanına bırakmış

olması acısını hafifletiyordu Zira babasının, yüce ataları

ile beraber olduğunu ve yüzlerce yıllık hasretin bittiğini

biliyordu. Çocukluğunda, dedelerinin mübarek

ayaklarının bastığı bu topraklar yerine niye Dağıstan’da

yaşadıklarını hep düşünmüştü. Bu yüzden Dağıstan ile

ailesinin bağının ne zaman ve ne şekilde kurulmuş

olduğunu babası ona defalarca anlatmıştı.

Hazreti Muhammed’e bağlı yüce seyyidlerin Kaf dağının

ardındaki hikâyesini öğrenmek için Derbend’in

Dağıstan’ın başkenti olduğu zamanlara kadar inmemiz

gerekiyor.

Derbend, Emevî hükümdarlarından Hişam (724-743)

zamanında, Sasanî devletiyle yapılan bir savaş sonucu

728 yılında arapların eline geçiyor ve uzun yıllar İslâm

dünyasının önemli bir sınır kalesi oluyor. Hişam’ın

kardeşi Maslama, Derbend’de devamlı bir Arap

hakimiyetini ve kültürünü kurmayı başarıyor, işte, bizim

hikayemiz bundan sonra başlıyor.

Ecdadımızdan Seyyid Muhammed Cevâd Hazretleri (810-

835), Derbend’den hacc görevini yerine getirmek için

Mekke’ye gelen hacılar arasında bulunan “Şemâmet-ül

Mağribî” lakabıyla anılan Şemame adlı bir hanımla

evleniyor. Acem esirlerinden olduğu söylenen

Şemame’nin “Ümmü Veled” adıyla da anıldığını

22 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

görüyoruz.

Bu evlilikten 829 yılında Ali Hâdi adında bir oğulları

dünyâya geliyor. Aradan yıllar geçiyor, Seyyid Ali Hâdi

Naki (Askerî)’nin de 849 da bir oğlu oluyor. Bu yavruya

Cafer el Hasan adını veriyorlar. Cafer el Hasan

Hazretleri*nin lakabları “Mehdî” ve “Zeki” olduğu için

kendisi Cafer Mehdî Zeki adıyla şöhret buluyor.

Olaylara açıklık kazandırmak için burada bâzı rivayetlere

değinmek istiyorum.

Muhammed bin Ammar’dan nakledildiğine göre Seyyid

Cafer Mehdî, babası Seyyid Ali Hâdi’ye ait aşağıdaki

hikâyeyi anlatmıştır:

Onuncu Abbasî hükümdarı Cafer-el Mütevekkil Alellah

(847), savaş zamanlarında başkent Bağdat’tan

uzaklaştığı zaman, yerini vekâleten Abdullah hin

Muhammed e bırakırdı Bu kimse, hükümdara Alı Hâdi

Naki Hazretlerini, çekiştiren haberler yollayarak, yüce

Seyyidi yok etme fikrindeydi

İmam Hazretleri bu durumdan haberdar olunca

Mutevekkil’e yumuşak bir mektup yazarak Abdullah’ın

kendisine karşı olan kütu niyetini haber verdi Hükümdar,

bu mektup üzerine özür dilediğini bildiren ve kendilerini

yanına davet eden bir cevap gönderdi. İmam Hazretleri,

Yahya bin Herseme ile beraber yola çıkarak Samerra’ya

geldi Burada Hân-ı Saâlik (Yoksullar Ham) denilen bir

hana yerleştirildi

Bir başka rivayete göre Onuncu imam Ali Hâdi Naki

23 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Hazretleri’ne hürmet ederek imâmetini kabul eden ve

onu Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemin torunu ve

vârisi olarak tanıyanların sayısının artması, Medine valisi

Abdullah bin Muhammed Haşimî’nin dikkatini çekti. Vali,

hilâfet merkezinde hatırının biraz daha sayılması,

nüfuzunun biraz daha artması, dileklerinin öncelikle

kabul edilmesi düşüncesiyle, Halife Mütevekkil’e İmam

Hazretlerinin güçlenen durumunun yarattığı tehlikeyi

bildirmiş ve hükümdara yazdığı mektupta: “Mekke ve

Medine’yi kaybetmek istemiyorsan Ali Hâdi’yi buradan

aldırt .” demişti.

Valinin yazısı üzerine Mütevekkil, İmam Ali Hâdi Naki’nin

evinde araştırma yaparak, neler olduğunu anlamak

üzere. Yahya bin Herseme’yi kimseye duyurmadan

gizlice Medine’ye gönderdi Yahya, Medine’ye varır

varmaz geceleyin adamları ile imam Hazretlerinin evini

bastı. Çoluk çocuk korkup feryad edince Yahya,

korkulacak bir şey olmadığını, aldığı emre göre bir

arama yapacağını söyleyip ev halkını yatıştırdı; İmam

Hazretlerinin de yardımı ile ev arandı. Kur’ân

nüshalarından ve duâ kitaplarından başka bir şey

bulunmadı. Yahya olayı bir mektupla hükümdara bildirdi.

Mütevekkil, İmam Hazretleri’ni, devamlı göz altında

bulundurmak amacı ile Irak’a davet etti. Gönderdiği

mektupta Alioğullarının, Abbasoğulları ile yakınlığından

söz ediyor, kendilerine karşı dâima saygı duyduğunu ve

gelirlerse pek memnun olacağım bildiriyordu. Bu arada

Medine valisini, kötü ve yalan haber vermesi yüzünden

24 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

azlettiğini, yerine Muhammed bin Fazl’ı tayin ettiğini

haber veriyordu. Bağdat’a gelmeleri için istiharede

bulunmalarım; karar verirlerse Yahyâ bin Herseme ile

yola çıkmalarım rica ediyordu.

İmam Ali Hâdi Naki Hazretleri, görünüşte pek saygılı

olan bu mektuptaki isteğe uymazlarsa zorla

götürüleceklerini anlamışlardı. Yol hazırlıklarım

tamamlayıp, aynı yıl, ev halkı ile birlikte Irak’a hareket

ettiler.

Olayların bundan sonrasını, hâdisenin içinde bulunan

Yahyâ bin Herseme’den nakledelim.

Herseme diyor ki “Bağdat'a vardığımız zaman, önce vali

Ishak bin İbrahim’in yanma gittim Bana “Yahyâ, sen

Mütevekkil i tanırsın, buraya getirdiğin imam Hazretleri

Peygamberin torunudur, Halife'yi O’nu öldürtmeye

kışkırtırsan, bil ki, düşmanın Rasûlullâh sallallâhü aleyhi

ve sellem olacaktır.” dedi Ben de cevaben “Vallahi ondan

iyilikten başka bir şey görmedim, böyle bir şey yapmama

imkân yok ” dedim Daha sonra Bağdat yakınlarındaki

Samerra’ya gittim Maiyetinde bulunduğum Türk

kumandan Vâsıl’ın yanma vardım O da bana vâli

İbrahim’in dediklerinin hemen hemen aynını söyledi, onu

da yatıştırdım. Fakat ikisinin de aynı fikirde oluşları beni

şaşırttı.”

İmam Ali Hâdi Hazretleri, Bağdat’ta büyük bir törenle

karşılandı. Fakat konaklamaları için kendilerine bir yer

hazırlanmamıştı. Seyyid Hazretleri’ni ve ailesini

25 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Samerra’da Hân-ı Saâlik (Yoksullar Hanı) denilen bir

hana indirdiler. Bu hareket Ali Hâdi Hazretlerine

gösterilen ilk saygısızlık ve adetâ ilk ihtardı.

İmam Ali Hâdi ve oğlu Cafer el Hasan, Mutasım’ın

Samerra’da Türk ordugâhını yerleştirmiş olduğu Asker

mahallesinde ikamet ettiklerinden “Askerî” lakabı ile

anılırlar veya bu iki seyyidin ikisine birden “Askereyn”

denilir.

Yahyâ bin Herseme’den sonra olayların devamını bu defa

Salih ibni Saad dan dinleyelim, bu .

zât diyor ki.” Seyyid Ali Hadi Hazretlerini çok sıkıcı ve

tehlikeli bir yer olan Hân-ı Saâlik’te gördüğüm zaman

“Ey ulu Seyyid! Bu adamlar sizin yüksek kadrinizi

bilmediler ve burada tutarak hapsettiler. Bu aşağılık

kişilerin istedikleri, Peygamber soyundan gelenleri yok

etmekten başka bir şey değildir. Keşke izin verseniz de

tertemiz oğlunuz Cafer Mehdi Zekiyi dayıları Muhammed

bin Ammar’a benimle gönderseniz. O zaman hiç

olmazsa aileniz de korunmuş olur.” dedim. Bu sözümle

Seyyid Ali Hâdi Hazretlerinin iznini alarak Yezid bin Esad,

İbrahim bin Âdef, Haşim bin Şu’be ile birlikte Seyyid

Cafer Mehdi Hazretleri’ni, Derbend’de bulunan dayıları

Muhammed bin Ammar’a götürerek kendilerine teslime

muvaffak olduk.”

Anlatılan olaylarda adı geçen Muhammed bin Ammar’ın

kimliği ve ne suretle Seyyid Cafer Mehdinin dayısı

olduğuna dair kısaca bilgi vermek istiyorum. Bu hususta

26 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

mümkün olduğu kadar gerçeğe yakın bir araştırma

yaptığımı tahmin ediyorum.

Evvelce de açıkladığım gibi Derbend, Emevî

hükümdarlarından Abdülmelik’in (720-724) oğlu Hişam

(724-743) taralından işgal edildikten sonra, hükümdar,

kızkardeşinin oğlunu (bu kimse aynı zamanda

kumandanlardan biri olabilir) Derbend emiri tayin ediyor.

Bu zâtın, Muhammed bin Ammar isminde bir oğlu.

Hâdise isminde bir de kızı vardır. Hâdise, Derbend’den

Medine’ye gelerek, Şemame ile Seyyid Muhammed Cevâd

Taki Hazretleri ’nin oğlu olan Ali Hâdi Naki ile evleniyor

Hu evlilikten 849 yılında Mekke’de, Cafer Mehdi dünyâya

geliyor. Bu suretle Muhammed bin Ammar da Seyyid

Cafer Mehdi Hazretleri’nin öz dayısı oluyor

Bence, Şemame ile Derbend emirinin bir yakınlığı olması

da ihtimal dahilinde. Şemame, araplarca kullanılan bir

isim olduğuna göre, onun Derbend’in yerli halkından

olmasını mümkün görmüyorum.

İşte seyyidlerin Dağıstan’a yerleşmeleri bu suretle

başlamış oluyor. Cafer Mehdî Hazretleri 933 yılında, o

sırada bulundukları, Senebat şehrinde vefat etmişlerdir

ki burası o zaman Horasan’a bağlı olup halen İran’ın

doğu hududu içinde kalan Tus şehri civarındadır.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri “Menâzil-in

Nücûm” adlı eserinde: Bu kasabanın doğru isminin

“Seyyid Âbâd” olup Abbasî hükümdarları, Peygamber

soyundan gelenleri gizli tutmaya şan ve şereflerini yok

27 Seyyid Ahmed Hüsameddin

etmeye fırsat gözlediklerinden kasabanın ismini

değiştirerek “Senebat” yapmışlardır, buyuruyor.

Bugün, Tus şehri, Meşhed’in hemen kuzeyinde tamamen

harap olmuş, antik bir şehir haline dönmüştür. Burada

ayakta kalan ve hâlâ canlı

ihtişamını sürdüren tek eser, Seyyid Ali Rıza

Hazretlerinin (760-818) türbeleridir. Bu türbe, halen

bütün İran halkının en önemli ziyaretgâhlarından biridir.

Cafer Mehdi Hazretlerinin Senebat’ta vefatlarından sonra

seyyidler Horasan, Mısır ve Medine’de hayatlarını

sürdürmüşler, ancak Seyyid İsâ Ahrar Hazretleri (1285-

1348) tekrar Derbend’e yerleşmiştir. Bundan sonra

Dağıstan ile bağlantıları uzun süre kesilmeden devam

etmiştir.

Halife ünvanı ile kendilerini Yüce Rasulullâh’ın yerine

lâyık gören hükümdarların halktan kopmuş bir halde,

muazzam saraylarda debdebe ve dârât içinde

yaşayışlarına, içki ve sefahat âlemlerine burada

değinmek isterdim. Ancak, bu konuda yüzlerce cilt eser

yazılmış olduğundan merak edenlerin bu kitaplara

müracaat etmelerini tavsiye ederek ecdâdımıza revâ

görülen zulüm üzerine Kaf Dağlarının ardına göçün ilk

basamağı olan Samerra hakkında kısaca bilgi vermekle

iktifa edeceğim.

Hârun Reşid’den itibaren Bağdat, Abbasî hükümdarları

için tehlikeli bir muhit olduğundan Mu’tasım (833-844)

Bağdat’ın 100 km kadar kuzeyinde Samerra ismi verilen

28 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

bir şehir kurdurdu. Hükümdarın Türklerden meydana

gelen hassa ordusuna tahsis ettiği ve hükümet merkezi

yaptığı bu şehirde yüzbinden fazla Türk vardı.

Şehrin bulunduğu yer, aslında tarih öncesi devirlerden

beri yerleşim merkezi olarak kullanılmaktaydı

Müslümanlık öncesinden kalma Samerra adını,

hükümdarlar bastırdıkları madenî paraların üzerinde dc

kullanmışlar ve bunu “Surre men rea” (Gören hayran

kalır) şeklinde yorumlamışlardır. Samerra’da 836-892

yılları arasında sekiz Abbasî hükümdarı yaşamıştır.

Müslümanların kurduğu en büyük şehirlerden biri olan

Samerra’da pek çok saray vardı. Yalnız Mutevekkil’in 24

saray yaptırdığı söylenir. Ayrıca şehirde birçok konak,

hamam, cami, dükkan, cezaevi, askerî tesisler ve hanlar

varmış İmam Ali Hâdi Hazretlerinin ve ailesinin bir nevî

hapis gibi misafir edildiği yoksullar evi olan Hân-ı Saâlik,

bunlardan biridir.

***

İktidar hırsı ve hevesi ile doğruluktan ayrılarak etrafına

yaptığı zulüm ve haksızlıklar zamanla tarih sahifelerine

geçince, o kimse ister şah ister padişah olsun hayırla

anılmıyor. Saltanat tahtını çevreleyen riyâkârların iltifatı,

iktidar ile kayıtlı olduğundan bir gün geliyor yapılan

hareketler gerçek yüzü ile ortaya çıkıyor.

Bir zamanlar, Şam’ı kendilerine hükümet merkezi seçen

Emevî hükümdarlarının Peygamber soyuna reva

gördükleri muamele onların yıkılmasından sonra bu defa

29 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Abbasoğulları devrinde de azalmadan aynen devam etti.

Peygamberimizin şerefli yolundan ayrılarak içki ve

sefahat âlemine dalan zalim Abbasî hükümdarları,

seleflerinden farklı olarak yaşamlarını gerçek

müslümanların nazarlarından gizlemek ve herhangi bir

ayaklanmaya karşı emniyetlerini sağlamak için yeniden

inşa ettirdikleri Samerra’nın muhteşem saray ve

konaklarında yaşamayı tercih etmişlerdi. Ama bu

ihtişamdan, bugün toprak altında kalmış kalıntılardan

başka bir şey görülmez. Ancak ortadan kaldırmak

istedikleri Peygamber soyunun iki yüce imamı Ali Hâdi

Naki ile Cafer Mehdî Zeki Hazretleri’nin türbeleri 3,

bugün bir harabe halinde olan Samerra’nın yakınındaki

Samiriye kentinde, İlâhî adaletin yüce bir tecellisi olarak

bütün ihtişamı ile ayakta durmaktadırlar.

İbret almak için tarih ne güzel bir ölçü, ne parlak bir

ayardır insanlara. Ama, şair Mehmet Akif Ersoy’un dediği

gibi şayet ibret alınsaydı, tarih tekerrür eder mi idi?

Tarih boyu enbiyalardan ailemize kadar sürüp gidiyor

haksızlıklar. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin

Trablusgarp’a sürülmesi de aynı dramın bir başka

sahifesi, bir başka bolumu değil midir?

İlim ile saltanatın, kalem ile kılıçın, haklı ile haksızın bu

sinsi mücadelesi bundan böyledir kıyamete kadar devam

3 Bu türbeler. İran’daki Kaçar hanedanından Nasreddin Şah

zamanında yapılmaya başlanmış ancak 1905 de oğlu

Muzaffereddin tarafından tamamlanmıştır.

30 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

edip gidecek Yalnız şu var ki “Doğruların yardımcısıdır

Hazreti Allah”

***

XI. yüzyılda Büyük Selçuklu Devleti’nin hâkimiyetinde

bulunan Dağıstan, asırlar boyu Moğol ve Tatarların

saldırılarına uğramış ve nihayet İran’ın eline geçmişti. Bu

dönemde şamhallık denilen küçük prenslikler kuruldu.

XVI. yüzyılın ikinci yansında bunların bâzıları Rus

koruması altına girdi. Dağıstan üzerinde sürüp giden

İran, Rus ve Osmanlı çekişmeleri, 1813 de Rusya’nın bu

toprakları ilhak etmesi ile neticelendi.

İşte böyle bir ortamda, Seyyidler Dağıstan’ın kartal

yuvası dağlarını kendilerine vatan saydılar ve XV.

yüzyıldan itibaren devamlı olarak Derbent’te yaşamaya

başladılar. Daha sonraları Hazer Denizi’nden aşağı

yukarı 10 km. mesafede, ovanın dağlarla birleştiği yerde

Rükân köyünü kurdular. Ancak burası, Hazer’in kuzey-

güney yolu üzerinde olduğu için güvenli değildi. Seyyid

Mehmed Zâhid Hazretleri zamanında (1463-1538)

Rükân yakınlarında, üç tarafı geçit vermeyen yüksek

kayaların üstündeki düzlüklere yerleşmeyi tercih ettiler.

Denizden 800 metre yükseklikte, bütün ovaya hâkim

olan bu yeni yerlerine Rükâl adını verdiler Köyün

kurulduğu düzlük, tahminen 400-500 metre batıdaki

yüksek dağların ormanlarla kaplı dik yamaçlarına kadar

uzanıyordu.

“Susmakta ve gizlenmekte hayat yoktur. Bilgi ve edep

31 Seyyid Ahmed Hüsameddin

ancak halk ile ilişkide olup gizlenmekte değildir.” diyen

Seyyid Mehmed Zâhid Hazretleri’nden itibaren, seyyidler

bilgiye susamış olan halkı irşad için suskunluklarına son

vermişlerdir Bilgi bakımından devirlerinin her zaman en

üstünü olan seyyidler bazan vaazları ve nasihatları,

bazan da - eserleri ile daima halkı irşad ve terbiye

etmeye çalışmışlardır. Gençler, yalçın kayalıklarda av

yaparlarken büyükleri halkı eğitir, bu suretle bir taraftan

cengâverlik, bir taraftan da ilim yollarında örnek

olurlarmış ora insanlarına.

Bu soylu kişilerin geçimlerini sağlamak için Hazar

kıyılarında, Bâb-ül Ebvab yâni Derbend dolaylarında

geniş düzlüklerde mer’alar ve memlahalar edindiklerini

biliyoruz, insanlar ne kadar kolaylıkla hayâl

kurabiliyorlar! Ben, ailemize ait olan tuz memlahalarını,

İzmir’in Foça ilçesinde olduğu gibi, Hazer sahilinde

deniz suyunun havuzlarda buharlaşmasından tuz elde

edilen bir memlaha [Tuzla] gibi tahayyül ederdim

Gerçeği seneler sonra öğrendim. Anlatılanlara göre

Rukâl’de tuz, kasabanın birkaç kilometre güneyindeki bir

tepenin eteklerinden çıkan yarım değirmen arkı

miktarındaki sudan elde ediliyormuş Bu suyu “Lak” tabir

ettikleri havuzlara alıyorlarmış ve kısa bir zaman içinde

buharlaşan suyun altında, 30 santimatre kalınlığında, tuz

kalıyormuş Bu tuzu Derbend’den ve civar köylerden

gelenlere satıyorlarmış

****

32 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Hazreti Muhammed’in soyundan gelen ve Ehl-i Beyt unvanı

ile anılan seyyidlerin, Hazreti Fâtıma’dan 40. torun olan

Seyyid Ahmed Hüsameddin -Hazretleri’ne kadar olan soy

ağacı, doğum ve ölüm tarihleri ile birlikte, aşağıda

gösterilmiştir.

Hazreti Fatma aleyhisselâm (608- 632)

Hazreti Hüseyin aleyhisselâm (625- 682)

Seyyid Ali Zeynelâbidin (658-712)

Seyyid Muhammed Bakır (676- 732)

Seyyid Cafer Sadık 1 (699- 765)

Seyyid Mûsâ Kâzım 1 ( 745- 799)

Seyyid Ali Rıza ( 760-S IS)

Seyyid Muhammed Cevâd (SI0- S35)

Seyyid Ebû Cafer ALi Hâdi (829- 867)

Seyyid Cafer Mehdi ( 849-933)

Seyyid Ebülkasım Muhammed (867- 940)

Seyyid Abdülhâlik 1 (883-965)

Seyyid Abdullah El Katim (952-1004)

Seyyid Muhammed Ebû Tayyib (975-1018)

Seyyid Abdûlhâlik 2 (1010-1084)

Seyyid AJi Zeynelâbidin (1033-1075)

Seyyid Ebünnecâ Hasan (1055-1116)

Seyyid Ebû Abdullah Mûsâddık (1095-1153)

Seyyid Kureyş Bin Muhammed (1141-1209)

33 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Seyyid Ebülmecd Abdullah (1182-1249)

Seyyid Ebû Tahir İbrahim (1235-1277)

Seyyid Ebül Abbas Abdullah (1257-1330)

Seyyid İsâ Ahrâr (1285-1348)

Seyyid Ebülhâşim Süleyman (1307-1370)

Seyyid Ebû Ali Ahmed Bağdadî (1354-1409)

Seyyid Ebül Avn Mustafa Ahrâr (1369-1443)

Seyyid İsmail (1398-1452)

Seyyid İbrahim (1423-1501)

Seyyid Mûsa Kazım 2 (1442-1502)

Seyyid Muhammed Zâhid (1463-1538)

Seyyid Cafer Zeki 2 (1490-1535)

Seyyid Dâvud (1519-1606)

Seyyid Ebû Hamza (1558-1597)

Seyyid Kasım (1589-1643)

Seyyid Ebû Hâmid Hasan (1611-1688)

Seyyid Ali Haydar

Sey’yid Muhammed Müştak (1694-1775)

Seyyid Sefer (1754-1824)

Seyyid Said Rükâlî (1788-1871)

Seyyid Ahmed Hüsameddin (1848-1925)

Seyyid Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK (1913-25 Mayıs 1996

34 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

MEDİNE'DEN TÜRKİYE’YE DÖNÜŞ

Eğitimi için, 1860 yılında, babası ile beraber gelip bir

süre kaldığı Türkiye’ye, bu defa kendine vatan edinmek

üzere ikinci kez gelen Seyyid Ahmed Hüsameddin

Hazretleri, Hicaz’da kaldığı yıllar içinde, bir araptan daha

güzel Arapça, mesnevi yazıp şerh edecek kadar Farsça

öğrenmiş, ünlü âlimlerin eserlerini okumuştu.

O, artık yüce isimlerin ve birçok lakapların sahibi

olmuştu. Bunlar Sefer, Hüsameddin, Tevfik, Hamdi,

Abdülgafur idi. Yüce ecdadından gelen şerefli seyyidlik

mühründe: “Ni’merrefik Ahmed Tevfik” yazılı idi. Hakk

kapısı fakirlerinin hizmetinde bir seyyid olduğunu

bildiren “Hâdim’ül ilıkara min âl-i abâ” ifadesini

genellikle mektuplarında kullanırlardı. Bazen de

yazışmalarını sadece “Hamdi” ismi ile imza ederlerdi.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin Medine’nin

Kızıldeniz sahilindeki liman şehri olan Yanbu’da

başlayan yolculuğu İzmir’de son buluyor.

Babasının vasiyeti üzerine Denizli'ye giderek devrin unlu

sımalarından Hasan Fevzi efendiyi bulup kendini

tanıtıyor Bu görüşmeden sonra Şeyh Hasan Fevzi efendi,

müridlerinin yanında, büyük bir hürmet ile ayağa

kalkarak yerini bu kerim Seyyid’e bırakıyor.

Seyyid Hazretleri bundan sonra Denizli’de fazla

kalmayarak İsparta’nın ilçesi olan Uluborlu’ya gidiyor.

Burada babasının dostlarından Şeyh Hacı Mustafa

35 Seyyid Ahmed Hüsameddin

efendiye misafir oluyor.

Aradan aylar geçiyor... Hakikat ilmine hevesli kimseler

bu kerim Seyyid’in etrafında pervane misali toplanıyorlar.

O, bir taraftan onları eğitirken bir taraftan da ilim ve

fennin değişik kollarına ait eserler yazmaya başlıyor.

Hacı Mustafa efendi, kendisini bir öğrenci heyecanı ile

izliyor. Bu ilim deryasından o da nasibi kadar bir şeyler

almaya çalışıyor.

Hacı Mustafa efendi, bu genç âlimi misafir etmek şerefi

ile yetinmiyor, onu baldızı Ayşe Sıdıka' hanımla

evlendirerek yüce Seyyid’e yakın olma şerefini de

kazanıyor

Seyyid Hazretleri, Ebul Haydar ismi ile de anılırdı. Zira

dünyâya ilk gelen evlâdına Ali Haydar ismini vermişti.

Bebek yaşında vefat eden bu ilk oğlunun ne zaman

doğduğu vc ne zaman vefat ettiği kesin olarak

bilinmemektir.

Hicaz ellerinde senelerce mücavir kalan ulu Seyyid,

Uluborlu’da onbir sene ikamet ettikten sonra, mübarek

cedleri Hazreti Rasûlullâh sallallâhü aleyhi ve sellemden

aldıkları mânevî bir emir üzerine, Ankara vilâyetine bağlı

bulunan Sivrihisar’a gitmeye karar veriyor.

Bir rivayete göre Sivrihisar’a gitmeden önce Akşehir’e

uğrayarak burada bir müddet kalıyor Ancak, Akşehir’e

hangi tarihte gittiği ve orada ne kadar kaldığı belli değil.

Bu ikameti bir de hikâye ile süsleniyor:

36 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Bir gün hizmetinde bulunan kimseye “Üç kişi gelip beni

arayacaklar; onlara rahlenin üzerindeki yazılı kâğıdı

verirsin istirahate çekiliyorum, beni rahatsız etme.”

diyor. Hakikaten bir müddet sonra üç kişi gelerek

mübarek Seyyid’i soruyorlar. Yardımcısı olan kişi aldığı

emri yerine getirerek biraz evvel kendisine gösterilen

kâğıdı bu gelenlere veriyor.

Bu kimseler ellerindeki kâğıdı okudukça hayıflanıp

dövünüyorlar bir yandan da “Biz çelebilerdeniz. Buraya

âlim bir zâtın geldiğini işittik. Kendisini imtihan

düşüncesi ile bir takım sualler hazırlamıştık. Ama şimdi

senin verdiğin şu kâğıtla Seyyid Hazretlerine sormayı

tasarladığımız soruların hepsinin cevaplarını

bulduğumuz için utancımızdan yanıp yakınıyoruz ”

diyorlar.

Sivrihisar'a geliş

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, hayatının önemli

bir dönüm noktasını teşkil edecek olan Sivrihisar’a 1882

(H.1300) yılında gidiyor. Aynı yıl dünyâya gelen ikinci

oğluna Mehmet İsmetullah adını koyuyor. Sivrihisar’da

bulundukları sırada Seyyid Hazretlerinin iki oğlu daha

dünyâya geliyor. 1885 de Hasan Tahsin’in ve 1888 de

Hüseyin Hüsnü’nün doğumları ile aile genişliyor.

O güne kadar hadis ilmi ile ilgilenen yüce Seyyid, Hazreti

Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemden: “Hadis ile

ilgilenmeyi bırak, Biz sana Kur’ân’ı tevdi kılıyoruz; bu

37 Seyyid Ahmed Hüsameddin

kitaptaki ledün ilmini4 açığa çıkararak halkı bu ilme

bilgili kıl.” meâlınde mânevî bir emir alıyor ve bundan

sonra ledün ilmi üzerinde çalışmaya başlıyor.

Asırlar boyu, Ankara’da Hacı Bayram-ı Velî, Konya’da

Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî ve Nevşehir’de Hacı Bektaş-ı

Velî, Orta Anadolu’da bir sacayağı gibi ilim ve irfan

üçgeni teşkil etmişlerdi Bunların aydınlattığı İlmiye

merkezlerinden biri de Sivrihisar idi. Bu itibarla

yerleşmek üzere bu ufak kasabayı seçmiş olan Seyyid

Hazretleri bir müddet sonra müftü Hasan efendiyi ziyaret

ederek camide den vermek için mu sadesini istiyor. "Beni

burada tanıyan kimse bulunmaz, şayet siz teşrif

ederseniz halk da rağbet eder” diyor.

Müftünün genç bir zâtın dersinde bulunması ilmiye

mensuplarının dikkatinden kaçmıyor. Kısa zamanda bu

dersleri büyük bir meraklı kitlesi izlemeye başlıyor

Hayret! Tevhid ilmini şimdiye dek bu kadar genişliğine

ve derinliğine hiç bir yerde okumamış ve işitmemişlerdi.

Kimdi bu genç zât?

Nerede eğitim görmüştü?

Nereden geliyordu?

Bu sorulan müftü de kendi kendine soruyordu. Bu

merakım gidermek için müftü bir gün kerim Seyyid’i

evinde ziyaret ediyor, fakat bu defa daha büyük bir

hayrete düşüyor. Zira, bu genç zâta yüce soya mensup,

4 İlm-i Ledün Allah'ın sırlarına ait manevî bilgi, gayb ilmi

38 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

şânlı büyük bir seyyid olduğunu öğreniyor. “Bunu daha

önce de hissetmeli idim" diyor. Çünkü bu zâttan o kadar

güzel bir rayiha alıyor ki, bu kokunun hiç bir çiçekte

olacağım zannetmiyor Ama ne de olsa müftü de insan

İnsanoğlunun mayası zan ve şüphe ile yoğurulmuş İkinci

ziyaretinde de aynı kokuyu alınca, bunun Rasûlullâh

sallallâhü aleyhi ve sellemden akis ve intikal eden

seyâdet rayihası olduğunu anlayarak kendisine inanıp

bağlanıyor.

Bu hâdise Sivrihisar’da kısa zamanda duyuluyor

Derslerinde bulunmak için herkes can atıyor Ancak, ilk

zamanlar dersleri takip edenlerden özellikle İlmiyeye

mensup kişiler arasında bu ilme karşı koyanlar oluyor.

Çünkü evvelden işitmedikleri bir ilimdi bu. Bilmedikleri

fen ve sanayie ait mânâlar vardı Kur’ân âyetleri içinde.

Hattâ Allah Teâlâ’nın birliğini dahi anlayamadıkları bir

tarzda ifade ediyordu bu zât. Camide Seyyid

Hazretleri’nin anlattıklarına itiraz eden Sivrihisar'ın ileri

gelenlerinden biri yıllar sonra, “Hakikatleri öğrenince

önceki bilgilerimizin safsatadan ibaret olduğunu

anladık.” itirafında bulunmuştur.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri Sivrihisar’da

bulundukları süre içinde en mühim eserlerinden biri olan

“Hakayık-ı Tecrid fi Menâzil-üt- Tevhid” adlı eserim

Arapça olarak tamamlamışlardır.

Yüce Seyyid’in ünü Sivrihisar’ın sınırlarını aşmış,

memleketin münevverleri bu yeni bilgileri almak için

etrafını sarmıştı. İlmin şöhreti etrafa yayılır da cehaletin

39 Seyyid Ahmed Hüsameddin

kin ve nefreti boş durur mu? Fesat sahibi bâzı kimseler,

nefislerinin tahriki ile bu âlim ve fâzıl zâtı İstanbul’da

Saray’a jurnal ediyorlar. İlim ve dinden habersiz bir

şeyhin İstanbul’daki müridlerinden biri Yıldız Câmiindeki

cuma hutbesinden sonra, Padişah’a hitaben ”Hilafet

elden gidiyor.” diye bağırıyor. Daha sonra sorguya

çekilen bu zavallı gafil “Bu zâtı tanıyor musun?” sorusuna

karşı, “Tanımıyorum, yalnız işittim.” diye cevap veriyor

“Bilmediğin kimseyi nasıl jurnal ediyorsun?” denilerek

eline o devrin 20 kuruş değerindeki gümüş sikkelerinden

üç tane veriliyor. İşi uzatmaması için, “Git hoca efendi,

biz çaresine bakarız.” denilirse de vesveseli ve evhamlı

bir padişah olan II. Abdülhamid, bu sözlerden şüpheye

düştüğünden ihbar edilen bu zât hakkında bilgi

toplaması için Ankara Vâlisine emir veriliyor.

Bunun üzerine işin tahkiki için Ceza Reisi Tayyib bey,

Sivrihisar’a gönderiliyor. Tayyib bey etraftan soruyor,

soruşturuyor, derslerine gidiyor; neticede bu Seyyid’in

kendini ilme vakfetmiş olduğunu, hilafet gibi dünyâ işleri

ile ilgisi olmadığım görüp öğreniyor. Kendisi ile tanışıp

konuşmayı arzu ettiği için evine ziyarete gidiyor.

Muhterem Seyyid misafirini güler yüz ve anlayışla kabul

ediyor. Tayyib bey, nasıl yapsam da söylesem, diye

düşünürken Seyyid Hazretleri "Tayyib bey oğlumuz, ben

de Ankara'ya gitmek istiyorum, acaba size refakat

edebilir miyim?” diyerek onun işini kolaylaştırıyor.

Tayyib beyin gelişi, soruşturması ve hele Seyyid

Hazretlerinin Ankara’ya gideceği etrafta çabucak

40 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

duyuluyor. Sivrihisarlılar ve civar köyler halkı onların

geçecekleri yol boyuna çıkarak göz yaşlan içinde

Seyyid’lerini, üstadlarını uğurluyorlar.

Tayyib bey ile birlikte Ankara’ya gelişlerinde Vâli Abidin

Paşa tarafından Abdi Paşa nâmında bir zâtın evinde

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin misafirden

ikameti sağlanıyor. Arif bir zât olan Abidin Paşa, Tayyib

bey ile yaptığı konuşmadan sonra kendisini daha iyi

tanıyabilmek için Ankara eşrafından olup Hacı Bayram-ı

Velî Hazretleri’ne mensup bulunan o zamanın âlim ve

şairlerinden Galip beyi, Seyyid Hazretleri’ni ziyaretine

yollar. Görüşme sırasında Seyyid Hazretleri “Galip bey

oğlumuz! Hacı Bayram-ı Veli Hazretleri sizi bize mânen

emanet etti.” buyuruyor. Ziyaret sonrası Abidin Paşa’nın

“Bu zâtı nasıl buldun?” sualine Galip bey, “Büyük bir âlim.

İlim , mantık ve hikmeti kuvvetli, mübarek yüzlerinde

seyyidlik nurunun parlaklığım gördüm.” demiştir.

Bundan sonra, Abidin Paşa5 hürmette kusur

göstermeyerek kerîm Seyyid’i kendi konağında misafir

ediyor. Çeşitli konularda risaleler ve yasa taşanları

kaleme almış olmasına rağmen Paşa’nın esas merakı

tasavvuftu. Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerini evine

5 Arnavut hanedanından Ahmed Dino'nun oğlu olan Abidin

Paşa (Preveze 1842-İstanbuI 1908) vezirlik ve birçok

valiliklerde bulunmuştur. Paşa, Arnavutça ve Türkçeden başka

Arapça, Farsça ve Fransızca’yı mükemmel bilir ve anadili gibi

konuşurdu. Yunancaya öyle hâkimdi ki bu dilde yazdığı şiirleri

İstanbul ve Paris’te yayınlanmıştı.

41 Seyyid Ahmed Hüsameddin

davet ettiği günlerde Mevlânâ’nın Mesnevisini açıklama

notları ile Türkçeye çevirme çalışmaları ile meşguldü. Bu

büyük eseri açıklamada karşılaştığı güçlükleri Seyyid

Hazretlerinden soruyordu. Abidin Paşa’nın “Ankaravî”

nâmı ile yaptığı Mesnevi şerhinin üçüncü cildinde Seyyid

Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin tercümeleri geniş yer

tutar.

Aradan aylar geçiyor, Seyyid Hazretleri bütün bu

meşgalelere rağmen evinden uzak olmanın sıkıntısını

yaşıyor.

Karanlık yolda olanlar, karanlık işleri meslek edinenler

aydınlığın nurundan her zaman korkmuşlardır. Zira bu

nur, onların karanlık işlerinin bütün ayıplarını ortaya

çıkarmaya ve karanlık fikirlerinin zehirlerini yok etmeye

başlamıştır. Şu halde ortalığı kaplamış olan cehalet ve

taassubun karanlığını aydınlatan bu ilim ve irfan

güneşinin örtülmesi, bu kötü fikirli kimselerin at

oynattığı meydandan çekilmesi gerekliydi. İlk

teşebbüslerinin Ankara’da kırıldığını gören bu soysuzlar

bu defa Abidin Paşa’yı da içine alan bir jurnal ile yüce

Seyyid’i, Saray’a yine gammazlıyorlar. Ne tarzda bir iftira

ve suçlama ile jurnal ediyorlar ki “Ölü veya diri İstanbul’a

gönderilmesi” meâlinde gelen şifreli telgraftan Paşa çok

üzülerek telaşa kapılıyor. Ancak Seyyid Hazretlerinin

gösterdiği anlayış ve olgunluk karşısında teselli buluyor.

Zira, Paşa yüce soya mensubiyeti sahih senetlerle tesbit

ve tevsik edilmiş bulunan ve ilimden başka hiç bir

meşgalesi olmayan bu kerim Seyyid’i, Emevî ve Abbasî

42 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

hukümdarların yaptığı gibi kişisel çıkar ve mevki hırsı ile

incitecek şekilde, Saray yardakçılarının emrine uyarak,

İstanbul’a sevk etmek istemiyordu.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin teklifi bu

müşkül duruma bir çözüm yolu gösterir. Paşa’ya “Uzun

zamandır sizin misafiriniz bulunuyorum. Bu müddet

içinde evden de uzak kaldım. Şayet müsaade

buyuruyorsa evvelâ Sivrihisar'a gider, çocukları görür,

oradan da İstanbul'a geçerim. Oraya varışımı

Haydarpaşa’dan telgrafla size bildiririm” diyor.

Seyyid Hazretleri’nin konaktan ayrıldığını, fakat aradan

bir kaç gün geçmesine rağmen İstanbul’a jandarma

nezaretinde gönderilmediğini gören fesat ehli jurnalciler

bu defa Abidin Paşa’nın makamına giderek hesap

soruyorlar. Kaçmasına sebebiyet verdiği için bunun

neticesinden sorumlu olacağını, kendisinin de bu

hareketinden dolayı Saray’a hesap vereceğini söylemeleri

karşısında Paşa öfkelenerek biraz önce eline geçen

“Salimen İstanbul ’a geldim.” cümlesi yazılı telgrafı bu

ahlâksızların yüzlerine vurarak onları makamından

kovuyor.

Ulu Seyyid, İstanbul’da doğruca Zaptiye Nezaretine

[Osmanlı Devletinde bütün toplum güvenlik kuvvetlerinin

bağlı olduğu bakanlık] müracaat ederek geldiğini haber

veriyor. Kendilerinin Cağaloğlu yokuşu üzerindeki bir

misafirhanede kalmaları sağlanıyor. Birkaç gün sonra da

Padişah’ın emri bildiriliyor: “Selâm-ı şâhânelerimi

kendilerine tebliğ ediniz. Bursa’da ikametlerini uygun

43 Seyyid Ahmed Hüsameddin

buluyorum.”

Bursa'ya yerleşme

1889 (H. 1305) yılı, Seyyid Hazretleri için hareketli bir

dönem olmuştu. Şimdi de kısa bir süre kaldığı

İstanbul’dan ayrılarak Bursa’ya gidiyordu. Ailesini de

Sivrihisar’dan getirtmek için teşebbüste bulunmuştu.

Bursa’da, Maksem semtinde Pınarbaşı caddesi üzerindeki

Çukurcami civarında üç dönüm kadar bir yer alıyor.

Evvelce Sivrihisar’da yapılması düşünülen ev ve bir

mescit ile bir toplantı salonu ahşap olarak inşa ediliyor.

Seyyid Hazretlerinin ünü kısa zamanda etrafa yayılıyor.

Bursa’nın ileri gelen ulemasından Hacı Kara Yusuf,

Dağıstânî Hacı Mustafa, İçelli Mustafa ve Bagavizade Hacı

Sadık efendiler gibi birçok ilim adamı zahir ve batın

ilimlerini artırmak ve bu ilimleri manevî feyz ile

ziynetlendirmek için pervânenin ışığa iştiyakı misâli

etrafında toplanıyorlar.

Dağıstan mücahitlerinden Şeyh Şâmil soyuna yakınlığı

olup Bandırma’ya göç etmiş bulunan ve Nâfia

Nezareti’nde (Bayındırlık Bakanlığı) köprü ve yol

mühendisi olan Abdullah Hilmi efendinin büyük kızı

Ümmü Gülsüm hanımı6 ikinci eş olarak seçiyor ve bu

kararını iletmesi için Balıkesir ayanından7 Kırımlı Halil

6 Ümmü Gülsüm hanım (1870 -3 Eylül 1961)

7 Osmanlılarda taşra idaresinde vâli, mutasarrıf gibi yüksek

memurlar merkezden tayin edilirdi Merkezî hükümete karşı

44 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

efendiyi görevlendiriyor. 1890 yılı baharında Gülsüm

hanıma eşi olma şerefli pâyesini veriyor.

Gülsüm hanım, Seyyid Hazretlerinin kendisine, “Beni

dünyâ işleri ile meşgul edin" dediğini söyleyerek bir

lâtifesini hikâye ederdi. Günlerden bir gün kendini

beğenmiş azametli bir hoca eve gelerek şeyh efendi ile

görüşmek istediğini o sırada bahçede istirahat hâlinde

olan Seyyid Hazretlerinin kendisine söylüyor. Yüce Seyyid

hiç bozmadan “Bugün için hiç imkân yok, ancak yarın

filân saatte gelirseniz kendisini ziyaret edebilirsiniz.

Yalnız fazla konuşup rahatsız etmemek şartı ile." der.

Seyyid Hazretleri’nin evinin bitişiğinde kerpiçten yapılmış

iki katlı ufak bir evi olan ve kendi hâlinde yaşayan bir

komşusu varmış. Bu evin giriş katı karanlık ve zemini

toprak imiş. Ertesi gün Seyyid Hazretleri buraya bir yağ

kandili astırıp, yere bir koyun postu serdirerek İçelli

Mustafa efendiyi bu posta oturtuyor ve şeyhi görmek

isteyen yobaz hoca gelince onu "Fazla rahatsız etmeyin”

diye tekrar uyararak içeri alıyor. Biraz sonra Mustafa

efendinin yanından çıkarken Seyyid Hazretleri’nin “Nasıl

buldunuz?' sorusuna gerçek nuru göremeyecek kadar

nasipsiz hoca “Hazâ şeyh, görmüyor musun dünyâsını

terk etmiş.” cevabını vererek evden ayrılıyor.

halkın ve halka karşı da merkezî hükümetin temsilcisi

durumunda bulunan ve halk ile devlet arasındaki işleri yürüten

meclis üyelerine Ayân denilirdi. Ayanlar memleketin

zenginlerinden ve nüfuz sahiplerinden olup halk tarafından

seçilirlerdi.

45 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Aradan aylar yıllar geçiyor; Seyyid Hazretleri etrafını ilim

nuru ile aydınlatırken ev halkı da bu yeni muhit içinde

daha mesut ve daha huzurlu bir hayat sürerek

yavrularının yetişmesine gayret ediyorlar.

Burada Seyyid Hazretlerinin dünyâ görüşü ile ilgili

kıymetli bir düşüncesine yer vermekte yarar var Ulu

Seyyid’in ismini duyan üç kişi bir gün kendisini ziyarete

gelirler ve sülûka girmek için izin isterler. Bir şeyhin yönetimi altında insanın Tanrı’ya ulaşmak için gerekli

aşamalardan geçmesine sülük denilir. Bunun için,

manevî âlemde, kalbde Tanrı nurunu görene kadar, 40

gün bir hücrede yalnız kalarak ibadet edilir Seyyid

Hazretleri dört gün sonra, bu konuklarını yanına

aldırarak kendilerine gitmeleri için izin verir.

İçlerinden birinin sülük süresinin 40 gün olduğunu, daha

bu müddetin dolmadığını söylemesi üzerine Seyyid

Hazretleri “Zamanımızda bir gün eski devrin on gününe eşittir. Evlerinize gidiniz, ailenizin nafakasını temin için çalışınız. Bu size 40 günden daha büyük sevab sağlar ”

buyururlar Toplum için çalışmanın insanın kendisi için

yapacağı ibadetten daha hayırlı olduğunun bir ifadesidir

bu.

Bir söz vardır “Su uyur düşman uyumaz” diye. İşte,

yurdun her yanını sarmış bulunan örümcek kafalı, zavallı

yobaz ve fesat sahibi hocalar burada da şanı yüce bu ulu

Seyyid’i rahat bırakmıyorlar Saray’a yeniden jurnal

46 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

ediyorlar. Bir gün Bursa Valisi Münir Paşa8, Seyyid

Hazretleri’nin evine gelerek Padişah’ın acele İstanbul’a

gelmeleri husûsundaki emrini bizzat bildiriyor. Sonra

makam arabası ile evden alarak istasyona kadar kendine

refakat edip İstanbul’a uğurluyor.

Kerîm Seyyid artık bu işlere alışmış, nereye baş

vuracağını ve ne yapacağım biliyor. Müracaat ettiği

Zaptiye Nâzın Şefik Paşa kendi odasının yanındaki odada

bir müddet dinlenmelerini sağladıktan sonra Padişah’ın

irâdesini bildiriyor. “Seyyid Hazretleri Trablusşam, Mekke

ve Trablusgarp’tan hangisini arzu ederlerse oraya

gidebilirler.” Bu tebliğata cevaben Trablusşam’ı

istemediğini, Mekke’nin çok sıcak olması nedeni ile

küçük çocukları olduğu için elverişli olmadığını ileri

sürerek Trablusgarb’ı kabul ettiğini bildiriyor.

Bu olaydan kısa bir müddet önce yeni eşi Gülsüm hanım

ile Seyyid Hazretleri arasında şöyle bir görüşme geçiyor:

"Ceddim Hazreti Muhammed (sallallâhü aleyhi ve

sellem), Kur'ân'ın mânâsını açığa çıkarmamı bana mânen

emrettiler. Bunu bir arap ülkesinde yapacağım. Sen de

benimle gelir misin?" diyorlar. Genç eşinin “Efendim, siz

nereye giderseniz ben de ‘ orada sizin hizmetinizde

olacağım.” samimî cevabı üzerine “Orada sana bir de

arap kızı alırım”. şeklinde latife ediyorlar.

Yukarıdaki görüşmeden de anlaşılacağı üzere kerîm

Seyyid’in Kur’ân çalışmalarının bir arap ülkesinde olacağı

8 1895-1897 yılları arasında Bursa valiliği yapmıştır.

47 Seyyid Ahmed Hüsameddin

mânen kararlaştırılmıştı. Padişah’ın iradesi mânen

verilmiş olan bu karan zahire çıkardı, Cenâb-ı Hakk, bâzı

kimselere gönül üzüntüsü çektirmek ve günaha sokmak

için böyle olayları vesile eder.

Seyyid Hazretleri, 1897 (H.1313) yılında ailesini Bursa’da

bırakarak Canik vapuru ile Trablusgarb’a doğru

İstanbul’dan hareket ediyor.

Seyyid Hazretlerini oradaki makama teslim etmek üzere

refakatçi olarak bir memur görevlendirilmişti. Gemi,

İzmir limanındayken cuma namazı için ezan

okunduğunu duyan Seyyid Hazretleri refakatcısına

namaza gitmek üzere gemiden ayrılmak istediğini

söylerse de buna izin verilmez. Ancak, Trablusgarp'a

gidinceye kadar geçen sürede görevli bu kimse, Seyyid

Hazretleri’ni yakînen tanımak fırsatını bulur; gördüğü

fevkalâdelikler karşısında kendisine bağlanır ve

hizmetlerinde bulunmak için daha sonra görevinden

ayrılarak Trablusgarp’da kalır.

48 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

TRABLUSGARP YILLARI

Turgut Reis’in 1551 yılında feth ederek Kanunî Sultan

Süleyman’ın saltanat döneminde Osmanlı

İmparatorluğu’na bağladığı Trablusgarp, Akdeniz’in

önemli bir liman kenti idi. Seyyid Ahmed Hüsameddin

Hazretleri 1897 de Trablusgarp’a ayak bastığında

evvelce muhtar bir yönetimi olan bu bölge son 45 yıldır

doğrudan İstanbul tarafından idare ediliyordu. Gözden

ırak ve Saray’ın tam kontrolü altında olduğundan sürgün

için en uygun yerlerden biri idi.

Seyyid Hazretleri deniz kenarında bulunan ve şehrin en

mutena semtinde olan Mizran caddesi üzerinde ve

Fransız Konsolosluğunu yakın bir eve yerleşti. Bu cadde,

bugün şehir merkezi kabul edilen Yeşil Meydan’a açılan

yollardan biridir. Eve devlet tarafından tahsis edilmiş bir

lojman mıydı yoksa kira ile mi tutulmuştu bilmiyoruz.

O tarihlerde Trablusgarp Valiliğinde, vekâleten Recep

Paşa (Debre 1842-İstanbul 1908) bulunuyordu. Ancak o

da bir sene önce Trablusgarp Fırkası Kumandanlığı ve

vali vekilliği görevi ile buraya sürgün olarak

gönderilmişti. Bu bakımdan Seyyid Hazretleri’ni büyük

bir anlayışla karşılamış, kendilerine hürmette kusur

göstermemiş ve çok yardımcı olmuştur. Zira, fazla

vatanperver veya ilim, fazilet ve erdemi ile toplum

üzerinde etkisi olan kimseler o devirde, sürgün ediliyor,

yaltaklanarak jurnalcilik edenler ile etliye sütlüye

karışmayanlar da memlekette kalıyorlardı. Bu itibarla

49 Seyyid Ahmed Hüsameddin

sürgündeki biri için, peşin yargı ile “Vatanperver”

denilebilirdi.

Seyyid Hazretleri’nin eşine yazdığı ilk mektubuna ilâve

ettiği ve:

“İftirâkın mezceder mektuba gözyaşım benim”

“Şimdi firkat derd-i gamdır yâr-ı yoldaşım benim”9

mısraları ile başlayan şiiri, eşi Gülsüm hanımın biran

önce Trablusgarp’a gitmesi için karar almasına sebep

oldu.

Seyyid Hazretleri’nin 15-16 yaşlarında olan büyük oğlu

Mehmet İsmetullah, Türkiye’de kalmayı tercih ederken

kardeşleri Hasan Tahsin ve Hüseyin Hüsnü babalarının

yanına gitmeyi arzuladılar. Gülsüm hanım, 6 yaşındaki

oğlu Ali Rıza ile henüz iki yaşında olan küçük oğlu

İbrahim Hakkı’yı yanma alarak dört çocuk ile

İstanbul’dan ayrıldı. Aileyi bu uzun yolculukta yalnız

bırakmak istemeyen, Seyyid Hazretleri’nin muhiplerinden

ve Balıkesir ayanından Halil efendi de kendilerine refakat

etti.

O günlerde Trablusgarp’a hareket edecek bir İtalyan

şilebi olduğu öğrenilince, bu seyahat için acentaya

müracaat ediliyor. Ancak yük gemisi olduğundan kadın

ve çocuk yolcu almak istemeyen kaptan, durum

kendisine anlatılınca bu özel yolcuları kabul ederek

9 Kitabın “Eserler” bölümünde şiirin tamamı yazılmıştır.

50 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

kendi kamarasını da onlara tahsis ediyor. Ayan Halil

efendi, bu kıymetli ailenin güvenliği bakımından geceleri

şiltesini kamaranın kapısının önüne serermiş.

Gemi iş icabı Malta limanına uğrayarak bir kaç gün

kalıyor. Bu arada, bir defa da, Gülsüm hanım, çocuklarla

karaya çıkıyor. Bu onlar için büyük bir değişiklik oluyor.

Sonraları bu kıraç adadaki izlenimlerinden en ilginci

olarak sütçülerin önlerine kattığı üç beş keçiden,

isteyenlere sağarak hemen süt sattıklarını anlatırlardı.

Gülsüm hanımla çocukların Trablusgarp’a varmalarından

bir müddet sonra İstanbul’da bulunan Mehmet

İsmetullah da Saray tarafından mecburî görevle Bitlis’e

gönderiliyor.

Hani bir söz vardır, âşıka Bağdat sorulmaz, diye;

sonraları, Türkiye ile Trablusgarp’ın arası komşu kapısı

oluyor dostlar için. İlmin nuruna koşuyor aşıklar.

Günlerce süren deniz yolculuğunun yorgunluğu,

kavuşmanın özlemi içinde eriyip gidiyor. Maşukunun

potasında yok olmaktan daha tatlı bir şey düşünülebilinir

mi hakikî âşık için? Vuslatın bir ânı, bin gecenin

niyazından evlâ idi aşk ehline.

Bu muhabbet kapısının eşiğine yüz süremeyen âşıklar da

kalplerinin feryadım gönüllerinin ahenkli ifadeleri ile

belirtmeye çalışıyorlardı. Bunun güzel bir örneği olarak,

Said efendinin Trablusgarp’a gönderdiği manzum bir

mektubu aynen alınmıştır.

Tebessümle serâser kâinatı busitan eyle

51 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Teveccühle dil-i gam perverânı gülistan eyle

Mübarek payini mes eylesin vechim şereflensin

Beni lütfen der-i devlet medare asitan eyle

Sebat etsin yolunda kat kat olsun cism-i bî tâbım

Beni irfan saray-ı hazretinde nerdüban eyle

Kabulü tair-i kutsî aşkına kabiliyet ver

Dil-i zân o murg-i nazenine aşiyan eyle

Veli nimetim, pirim, efendim, kân-ı irfanım

Bu mağmumu, husul-ü nisbetinle kâmran eyle

Ölürsen de tebaüd etme pirin asitamndan

İkametgâhı piri kendine dâr-ül emân eyle

Öpüp destin açık güller gibi çâk-ı giriban et

Huzûr-u pirde ey nâme nâmım dermeyan et.

Şiirin günümüz Türkçesine çevrilmiş şekli şöyledir:

Gülümseyişinle kâinatı baştan başa çiçek bahçesi yap

Yüzünü çevirip bakarak gamlı gönülleri gül bahçesi yap

Yüzüm uğurlu ayağına dokunsun şereflensin

Beni lütfen mutlu evinin kapıcısı yap

Kuvveti kalmayan bedenim senin yolunda sebat etsin de

Onu, yüce bilgi sarayında merdiven yap

Kutsal aşkına doğru uçanı kabul et ona yetenek ver

Ağlayan gönlümü o nazlı kuşa yuva yap

Sahibim, pîrim, efendim, bilginin pınarı

Bu gamlı kişiyi yakınlığınla mûradına eriştir

Ölürsen de pîrin kapısından uzaklaşma

Pîrin oturduğu evi kendine kurtuluş evi yap

52 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Elini öpüp, açmış güller gibi yakam yırt parçala

Ey mektubum, pîrin yanında adımı hatırlat.

***

Hislerini böyle güzel dizelerle ifade edemeyen, henüz

tanışmak mutluluğuna ve şerefine bile erişememiş olan

bâzı muhipleri ise bu yüce Seyyid’e mektup yazarak

kendilerini hatırlatıyorlar veya sorunları hakkında O’na

danışıyorlardı.

Bunlardan biri de Hasan Basri efendidir. Subay olarak

görevli bulunduğu Gelibolu’da, Seyyid Hazretleri’nden

aldığı feyz ile çevresindekileri aydınlatmayı kendine

vazife bilmiş olan Gelibolu müftüsü vasıtası ile bu ulu

Seyyid’i tanımak şerefine erişmişti. Bir gün Ayıntab’a

(Gaziantep’e) tâyini çıkınca, bu hususta izinlerini almak

üzere Trablusgarp’a bir mektup gönderir. Aldığı cevapta

gitmesi tasvip ediliyor ve "Oraya gidip bizi temsil edeceksiniz. Sizi Kavaklı mevkiinde karşılayacaklar”

buyuruluyordu. Bunun üzerine Hasan Basri bey ve ailesi

vapurla İskenderun’a ve oradan da at arabası ile Antep’e

hareket ederler. Şehre 3-4 km. kala arabalarının önüne

çıkan iki kişi onlara “Hoşgeldiniz” diyerek karşılar. Hasan

Basri efendi bu yabancılardan bulundukları yerin adının

“Kavaklı” olduğunu öğrendiğinde, Seyyid Hazretlerinin

mektubu aklıma geliyor ve bu büyük mânevi güç

karşısında bir kere daha hayrete düşüyor.

O iki kişi aileyi şehre götürerek yerleşmelerine

yardımcı oluyorlar.

53 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Antep’de 7 sene kalan Hasan Basri efendi, bu süre içinde

büyük bir topluluğa Seyyid Hazretleri’ni tanıtmak

fırsatını buluyor. Kendileri ile tanışmaları ise ancak 1908

yılından sonra gerçekleşiyor.

***

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Resulullah’dan

aldığı mânevî emir ile bütün çalışmasını Kur’ân üzerinde

yoğunlaştırdı. Hz. Ali kerremallâhü veçhe tertibi üzerine

Amme cüzünden başlayarak Kur’ân’ı tevil sûreti ile

kaleme almaya başladı. Trablusgarp’da bulundukları 11

sene içinde on cilt olan bu büyük eserden başka

“Lem’at-ül Âfak fi Zuhur-u vel İşrak”, “Müşahhasât-ı Süveri Kur’âniye”, “Edvâr-ı Âlem Maaz-ı Cismânî”,

“Zübdet-ül Makal fî Kevnî vel Hayâl” gibi isimleri tesbit

edilen kitapları yazmıştır. Adlarını, maalesef bugün

bilmediğimiz diğer el yazması kitapları ile birlikte bu

mühim eserlerin hemen tamamı, Fatih yangınında

yanmıştır.

Seyyid Hazretleri daha önce olduğu gibi Trablusgarp’da

bulundukları yıllarda da kendisine mânen tevdî edilmiş

olan bu yüce ilmin, bütün İslâm Alemi’ne yayılması

emeliyle, münevver zâtları kendi fikir ve düşünceleri

yönünde eğitmiş ve bu şekilde bu ilmin geniş halk

kitlelerine ulaşmasına gayret etmiştir.

Gerçek ilmi arayan faziletli kimseler Sivrihisar, Ankara ve

Bursa’da olduğu gibi burada da Seyyid Hazretleri’nin

derslerine ve sohbetlerine devam ederek bilgilerini

olgunlaştırma imkânı buluyorlardı. Bu erdemli

54 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

kimselerden kerîm Seyyid’in teveccühlerini kazanan

bâzıları, kendisini temsil görevi ile şereflendirilmişlerdir

ki bunların isimleri “Mevâlid-i Ehl-i Beyt” adlı eserde yer

almaktadır.

Yurt içindekiler hariç, bu ilmi İslâm Alemi’nde yaymakla

görevlendirilmiş olanların isimlerini, Seyyid Hazretleri’nin

geniş çevrelerine bir örnek olarak vermek istiyoruz:

Mekke: Reis-i müderrisin Şeyh Seyyid Abdülkerim efendi

Medine: Kelâm ilmi konusunda birçok telif eser sahibi

olan Dağıstanlı Abdülkerim efendi

Dağıstan: Tabasaran’da, Zerdek nahiyesinde meşhur

ulemâdan olup “Beyt-ül ilim” adı ile tanınan Hacı Said

efendi; Müderris ve kadı Seyyid Kâzım efendi; Abdülkadir

efendi; Müderris Hacı Muhammed-ül Kerûkî, Kadı

Muhammed-ül Mihrâkî; Hacı Mikâil Makâtırî; Kadı Seyyid

Pir Mehemmet; meşhur ulemâdan Necmeddin Avârî, Şeyh

Ali Segûrî, Hacı Nasrullah Kubavî; Hacı Abdurrahman

Ejderham, Türkistan: Ulemâdan Abdükkadir Kaşgarî, Çin

vaizi Seyyid Tahir

Çin Türkistanı: Abdüllatif el Tarkânî, Said Niyazi Ahunda

Semerkent: Şeyh Hacı Şakir efendi

Lokçin: Hacı Abdülbârî ve Sadık Hatatî efendiler,

Harbin, Mançurya: Şeyh Abdurrahman Mukden,

Mançurya: Şeyh Ahmed efendi

Hindistan: Rampur hâkimi Seyyid Mücteba Han

55 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Tunus: Meşhur âlimlerden Tunus kadısı Şeyh İsmail

Safahihî

Trablusgarp: Şeyh Hasan-ül Üveyda

Fas: Şeyh Ahmed, Şeyh Hacı Muhammed Şenikıytî

Seyyid Hazretleri irşad görevini, bu seçkin kimselere ya

şahsen sözlü olarak ya da bir mektup göndererek

veriyorlardı. Örnek vermek üzere bu mektuplardan

bugün elimizde mevcut olan birini, günümüz Türkçesi ile

sadeleştirerek kitabımıza ilâve ettik.

“Ruhlar âleminden inen yüce ruhlar, ruhların ve meleklerin

âlemi olan gayb âlemi göklerinde Allah’ın istediği kadar

bekler ve ilâhı kudret ile bezenirler. Cenâb-ı Hakk onlara

zerrelerden teşekkül eden bir vücııd ile belirir. Onlar

kulluk ve rablık zevkini tadarlar. Ezelî ilim ve akl-ı kül

(Hakikat-ı Muhammediye) dediğimiz o âlemdir.

O âlemde Cenâb-ı Hakk Hazretleri hitab etti; “Elestü bi

rabbikiim” (Allah’ın rûhları yarattıktan sonra “Ben sizin

Rabb’iniz değil miyim?” dediği zaman insanların yaradılış

başlangıcı oldu. işte bu tek seslenişten melekûtî vücud

âlemi sarsıldı ve ayrıldı Kimisi isbat kimisi nefi yâni cemal

ve celâl yollarını aydınlattılar. Bunlar Allah’ın melekûtî bir

fiiline ulaşıncaya kadar bu dehşet kendilerini var veya yok

etti ki ölü gibi o âlemden bu imkân âlemine indiler ve

burada yetişme ve olaylarla karşılaştılar. Bu dünyâya ait

sebeplerle insanlık âleminde vücûda geldiler. Bu iniş ve bu

geliş şefkatli annenin terbiyesi altına kadar sürdü. Buraya

kadar kendi seçimimiz elimize verilmediğinden mâsum

56 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

idik. Cenâb-ı Hakk’ın ezelde istidadımıza vermiş olduğu

bilgi ve ahlâk güzelliği bakımından olgunluğa ve Rabbani

sıfatlarına eriştiğimiz zaman, bu erişme bizi akıl ve idrâk

ile mahkûm ve mükellef kıldı. Bu mükellefiyet de Hakk’a

dair bilgi elde etmektir. Cenâb-ı Hakk, İlâhî isimler ve

sıfatların tekazası ile elimize, bu kudretin tasarrufuna güç

verdi. Bize nisbetle- (yukarıda sözü edilen,) bu takdir,

meydana çıkarma ve biraz düşünerek anlama yeteneğinin

kullanılması bizim cüz'ı irâdemize havale olmuştur. Bunlar

için Cenâb-ı Hakk, akıl ve İlâhi isimlerin analılarını da cüz'i

irâdemize vermiştir. Biz eşyada ilâhî isimler He Cenâb-ı

Hakk’ın sıfatlarını müşahede ve bu sıfatlarla Zât’ına

ulaşmak ve Cenâb-ı Hakk'ın birliğini, bütün yaratılmış

olanlarda görerek “Eşhedü en lâ ilâhe illallah" yüce

kelimesi ile Cenâb-ı Hakk'ı isbat ettik. Eşyada bu işin elde

edilmeye uğraşılan neticesi olan Külliye-i

Muhammediyye’yi "Levlâke levlâk lemâ halak-tül eflâk”

(Ya Muhammed sen olmasaydın sen, felekleri yaratmazdım

ben) kurtarıcı cümlesinin aynasında gördük. "Ve eşhedü

enne Muhammeden Rasûlullah " dedik. Asıl kastedilen de

İlâhî isimlerden ve eşyadan Cenâb-ı Hakk'ı müşahede

ederek insanın kendini görmesidir

Seyyid Ahmed Hüsameddin"

Trablusgarp; 18 Nisan 1320 (M.1902/1903)

** *

Seyyid Hazretlerinin Trablusgarp’a geldiklerinden bir

sene sonra 1898 de bir kızları dünyâya geliyor. Evlâdları

arasında biricik kızı Fatma Zehra’nın tahsil ve terbiyesi

57 Seyyid Ahmed Hüsameddin

ile bizzat kendisi meşgul oluyor. Ona, Türkçe ve

Arapçayı en güzel örnekleri ile öğretiyor. Seyyide Fatma

Zehra, İstanbul’a döndükten sonra 11-12 yaşlarında iken

babalarının “Hakayık-üt Tecrid fî Menazil-üt Tevhid”

adındaki tevhid ilmi ile ilgili ve ağır bir ifade ile yazılmış

Arapça eserinden yaptığı güzel tercüme ile her iki lisana

olan bilgisini kanıtlamıştır.10

1902 senesinde aileye bir ferd daha katılıyor. Seyyid

Hazretleri, yeni doğan oğluna Mehmet Cevat adını

veriyorlar.

Ailenin gençleri tahsillerine evde devam ederlerken,

Trablusgarp’a geldiği zaman 12 yaşında olan Hasan

Tahsin eğitimini tamamlamış aradan geçen 5 sene içinde

yetişip delikanlı olmuştur artık. “Baba ekmeği sonsuza

kadar yenmez, çalışmak lâzım.” diyerek bir gün Posta

İdaresinde bir iş buluyor. Babasının iznini aldıktan sonra

göreve başlıyor. Kısa bir süre Bingazi’de Sirte körfezi

civarında çölün ortasındaki bir telgraf ara istasyonuna

bile gönderiliyor.

Seyyid Hazretleri, Bursa’da iken eşi Gülsüm hanıma vaad

ettiği gibi çocuklara bakmak üzere Fatma adında, 13-14

yaşlarında Sudanlı bir kız alınmasına izin veriyor. Gülsüm

hanım bir gün Fatma’nın Arapça bir şeyler mırıldanarak

10 Babasının ders olarak verdiği bu tercüme, Seyyide Fatma

Zehra’nın Bursa’da vefatından sonra ağabeyi Seyyid Ali Rıza

tarafından, biricik kız kardeşinin hatırasını yaşatmak

düşüncesiyle “Zübde-tül Merâtib” adı altında yayınlanmıştır

58 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

namaz kıldığını görüyor. Ancak söylediği sözlerin Kur’ân

olmadığını fark ediyor. Dikkatle dinleyince Fatma’nın

şöyle dediğini işitiyor: ’Fatma Allah’ı sever, Allah

Fatma’yı sever.” Durumu anlattığında Seyyid Hazretleri

"Bir şey demeyin ona, bırakın istediğini söylesin. Onun içten gelen bu niyazı Allah'ın indinde makbuldur.”

buyuruyor. Türkiye’ye dönerlerken Fatma’nın ailesi

kızlarını yollamak istemediklerinden, Gülsüm hanım

Sadâkat adlı başka bir Sudanlı kızı yanında getiriyor.

**

Vâli Recep Paşa her fırsatta Seyyid Hazretleri’ni ziyarete

geliyor, ilme ve fenne dair uzun uzun görüşmeler

yapıyorlar. Ziyarete gelenler arasında Fransız Konsolosu

da vardır. Bir gün eşyanın tabiatta dengesi konusu

görüşülürken Seyyid Hazretleri, hareket eden her cismin,

bir nokta üzerinde bulunsa dahi, denge sağlamasının

mümkün olacağını bildiriyor ve dönen bir topacı örnek

gösteriyor. Konsolos ise en az üç noktadan temas

etmeden bunun mümkün olamayacağını savunuyor.

Aradan zaman geçiyor, bu yabancı dost senelik iznini

geçirmek üzere memleketine gidiyor. Döndükten sonra

yaptıkları bir görüşme sırasında, Seyyid Hazretlerine

“Hakkınız varmış, denge üzerindeki fikirlerinizin

bisikletlere tatbik edilmekte olduğunu gördüm;

olabiliyormuş.” diyerek geliştirilmiş olan bisikletlerin iki

tekerlek üzerinde denge sağladığını anlatmış. Bir gün

Konsolos, Recep Paşa’ya “Bizim memlekette olsa bu

zâtın heykelini dikerdik. Sizin nasıl bir hükümetiniz var

ki, ilim ve faziletinden yararlanmayı düşünmeyerek

59 Seyyid Ahmed Hüsameddin

kendilerini buraya sürgüne yollamışlar.” sözleri ile hayret

ve üzüntüsünü bildiriyor.

Recep Paşa bir gün Seyyid Hazretleri ni ziyarete gelerek,

gizleyemediği bir heyecanla, yaklaşmakta olan bir

kuyruklu yıldızın dünyâya çarpmasının gün meselesi

hâline geldiğini ve halkın büyük bir panik içinde

olduğunu söylüyor. Bu işin aslını, çarpma olayının dünyâ

ve insanlar üzerindeki tesirinin ne olabileceğinin

açıklamasını rica ediyor.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Recep Paşa’ya,

konuyu çok ilginç bir şekilde açıklayarak şu cevabı

veriyor: "Kuyruklu yıldızın dünyâya yaklaşmakta olduğu doğrudur. Ancak neticesi Avrupalıların korktuğu gibi olmayacaktır. Dünyâmız müdebbirdir. Yâni kendisine gelecek kötülükleri defedecek kadar güce sahiptir. Arzın iiç11 hareketinden biri olan "Câzibe ” (çekme) kuvveti gibi "Dafıa " (uzaklaştırma) kuvveti dc vardır. Hu felâket korkusu yersizdir. Yalnız, bu olaydan kısa bir müddet sonra fırtına, yağmur, sel gibi olaylar olabilir. Dikkatli bulunulması lâzımdır

İkna edici bu açıklama karşısında Recep Paşa, münâdiler

yâni tellâllar ile halka kuyruklu yıldızın dünyâya

dokunmayacağının anlaşıldığını, hiç kimsenin heyecana

kapılmamasını, işleri ile meşgul olmalarını ilân ettiriyor.

Aradan zaman geçiyor nihayet 8 Eylül -25 Kasım 1908

11 Seyyid Hazretleri, “Tedahrucî” tâbir ettiği üçüncü özellik

olarak dünyânın içindeki zararlıları dışarı çıkarma

(Yanardağlarda olduğu gibi) hassasından bahseder.

60 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

tarihleri arasında dünyâya yaklaşan kuyruklu yıldızın

geçmesinden 48 saat sonra büyük mal ve can kayıplarına

sebep olan meşhur Trablusgarp seylabı oluyor.

Bu olay sonraları nakledilirken sözü edilen kuyruklu

yıldızın “Halley” kuyruklu yıldızı ile karıştırıldığı

görülmüştür. Ancak 76 yılda bir dünyâya yaklaşan

Halley, 1910 da dünyâya çok yakın seyretmiş ve halk

arasında korku ve panik yaratmıştır.

Seyyid Hazretleri'nin o günlerde yazdığı ve gelecekteki

olaylara işaret eden şiiri çok ilgi çekicidir

İçeri gel anlar isen söylenen irfana bak Hal diliyle bana bir bir nutk eden hayvana bak Zâhir efrenç görünür, gizlidir a’dâ-i din Hakk yolunda dembedem zebholan kurbana bak Rumeli etmez itaât böyledir encâm-ı kâr Anadolu cânibinde hem olan isyâna bak Hazret-i Kur’ân-ı şer’in gayri bir fetvâ kamu Her biri bir zulmü müntıc emrolan fermana bak Ehl-i diller hep sükût üzre kamusu münzevî Başım hırkaya çekmiş şol yatan aslana bak “Mim-i gavrâ”da zuhûr eyler o zât-ı muhterem Dikkat eyle, “iftâh aynek” görünen seyrâna bak Gayretullah zâhir olmakda zuhûr ile heman Hazret-i Kur’ân yüzünden şol yatan aslana bak Ey Ahmed Hüsameddin! Hazret-i hallâk dergâhı

Hüdâ Hâlik-i kevnü mekân kudret-i yezdâna bak

Şiirin bugünkü Türkçemiz ile sadeleştirilmiş şekli aşağıya

alınmıştır. Bu şiirde “Mim-i gavrâ” ifadesi, ebced

61 Seyyid Ahmed Hüsameddin

hesabına 12göre, Mâlî yâni Rûmî takvimde 1297 tarihini

gösterir ki bunun Milâdî takvimde karşılığı 1881 dir.13

Şiirin Türkçesi de şöyledir:

Eğer anlarsan içeriye gel söylenen gerçeğe bak

Bana kendi hâlince nutuk atan hayvana bak

Avrupalı görünürse de, din düşmanı gizlidir

Allah yolunda boğazlanan kurbana bak

Rumeli boyun eğmez, işin sonu böyledir

Anadolu tarafinda çıkacak olan isyâna bak

Kur’ân-ı Kerim’in İlâhî emirlerinden başka bir emir

Ki her biri haksızlık ve kötülükle sonuçlanan

Pâdişâh emrine bak

Gönül ehli olanların hepsi susmuş ve bir tarafa çekilmiş

Ancak başım hırkasına çekmiş şu yatan aslana bak

“Mim-i gavrâ”da meydana çıkar, o saygıdeğer insan

Dikkat et, gözünü aç, görünene bak

O zâtın zuhûru ile Allah'ın gayreti görünecektir

Hz. Kur’ân yüzünden şu çıkan isyâna bak

Ey Ahmed Hüsameddin, yüce Yaratan’a, Allah katına

Bütün varlıkları yaratana, Allah’ın yüce kudretine bak

***

Yüce Seyyid bir gün eşi Gülsüm hanıma "Bu günlerde memlekette büyük bir olay patlamak üzere. Bu yüzden seni Cevâd ile birlikte Priştine'ye babanın yanına

12 Ebced hesabına göre: M40+Y(ı)

10+M40+G1000+V6+R200+Elif(A) 1=1297

13 1881. Mustafa Kemal Atatürk'ün doğduğu yıldır.

62 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

yollayacağım. İsmet, Bitlis’te; Cevâd, Rumeli ’de; ben de Trablusgarp 'da olacağım; bir sacayağı gibi. Bu olay ya Anadolu'nun doğusunda olacak ki İsmet oradadır, yahut da Rumeli'de; Cevâd’ın orada bulunması lâzım.

Geç kalmadan bir an evvel hareket edin." buyuruyorlar.

1907 yılının sonlarına doğru, henüz beş yaşındaki küçük

Seyyid Mehmet Cevâd, annesi ile birlikte Kosova’nın

güzel bir kenti olan Priştine’de görevli bulunan dedesi

Abdullah Hilmi efendinin yanına gidiyor. Nitekim birkaç

ay sonra Rumeli’de çıkan olaylar büyüyerek yayılmaya

başlıyor ve nihayet 23 Temmuz 1908 de II.Meşrutiyet’in

ilânı ile imparatorluk yeni bir döneme giriyor. Padişah

sürgündekileri affetmek zorunda kalıyor.

Recep Paşa’yı getirmek üzere gönderilen özel gemi ile

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri de evlâdlarıyla

birlikte 11 sene sonra İstanbul’a dönüyor. Kendisini

sevenlere kavuşmanın sevinci, kısa bir müddet sonra, iki

üzücü olay ile gölgeleniyor. Ankara’da tanışıp evinde

misafir olduğu Abidin Paşa’nın vefat haberini

öğrendikten kısa bir zaman sonra Trablusgarp’daki

yakın dostu Recep Paşa Harbiye Nâzırı olduktan üç gün

sonra vefat ediyor.

Recep Paşa’nın memlekette müsbet ilmin yayılması;

halkın cahil hocaların elinden kurtarılarak İslâmiyetin

gerçekleriyle aydınlatılması ve hurafelerden

temizlenmesi konularındaki düşünceleri, Trablusgarp’da

Seyyid Hazretleri ile yaptığı uzun sohbetlerde, O’nun

görüşleri doğrultusunda şekillenmişti. Ne yazık ki

63 Seyyid Ahmed Hüsameddin

bunları gerçekleştirecek ortamı bulmasına kader fırsat

tanımadı.

Seyyid Hazretleri'nin hayatında yeni bir dönem

başlıyordu. Trablusgarp’da büyük emeklerle yazdığı

eserlerini, şimdi kendi halkına sunacaktı.

***

64 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

İSTANBUL’A YERLEŞME

Bâzı işlerini düzenlemek üzere İstanbul’da üç hafta kalan

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, daha sonra 11

sene ayrı kaldığı evinin onarımını yaptırmak için Bursa’ya

gidiyor. Seyyid Hazretlerinin özenle yaptırdığı evine ayrı

bir güzellik katan ve burcu burcu şimşir kokan bahçe, bir

lüleden içine Pınarbaşı suyu akan küçük havuz, küçük

avluda sahanlığına merdivenle inilen kuyu ve arka

bahçedeki ağaçlar. Şimdi bunların hepsini elden

geçirmek gerekiyordu.

Seyyid Hazretlerinin evini tamir ettirmesi Bursa’da

kendini seven dostları tarafından buraya yerleşeceği

hususunda bir müjde olarak kabul edilmişti. Ancak O,

Bursa’da kendine geniş bir muhit yapmış olmasına

rağmen hiç bir zaman burayı devamlı kalmak üzere yurd

edinmemişti. “Efendim, Bursa’ya yerleştiğinize çok

memnun olduk; bizi mutlu ettiniz.” diyen bir yakınına,

"Oğlum, Bursa ’ya Emir Sultan Hazretleri'nin 14 daveti üzerine geldim. Burada misafir olarak kalıyorum”

buyurmuşlardır.

O yaz, Seyyid İbrahim Hakkı, hava değişikliği olsun diye,

Ayaş’ta yaşayan teyzesi Fatma hanımın yanma gitti.

Burayı çok sevince devamlı kalmak üzere babasının

14 Emir Sultan Hz.’nin asıl adı Şemseddin Muhammed (Buhara

1369?-Bursa 1429?) olup, İmam Mûsâ Kâzım Hz.’nin oğlu

İbrahim’in soyundandır. Osmanlı padişahlarından Yıldırım

Bayezıd’ın damadıdır.

65 Seyyid Ahmed Hüsameddin

iznini istedi. Bir müddet sonra da evlenerek Ayaş’a bağlı

Çanıllı köyüne yerleşti. Seyyid İbrahim Hakkı’nın köydeki

yaşamı kolaylaştırmak ve halkı eğitmek gibi bir takım

projeleri varken, ömrü vefa etmedi. Çok genç bir yaşta,

daha ondokuz yaşında iken, hayata gözlerini yumdu. Bu

kısa evlilikten Mehmet Zâhid adında bir oğlu dünyâya

geldi.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, 1910 yılının

sonbaharında, yerleşmek üzere İstanbul’a giderek

Topkapı caddesi üzerinde, Çapa mevkiinde ve

Fındıkzâde tekkesi sokağında, eski Konya vâlisi Ârifî

Paşa’nın konağım satın aldılar.

Seyyid Hazretleri’nin İstanbul’a yerleşmek istemelerinin

başlıca sebebi, eserlerini neşretmek idi. Nitekim

Uluborlu’da ve Trablusgarp’ta kaleme aldığı Arapça

eserlerden “Hakâyık-üt Tecrit fî Menâzil-üt Tevhid”,

1912 yılında basılan ilk kitap oldu. Bundan sonra diğer

eserlerini de sırayla bastırmayı düşünüyordu.15

Bir ramazan Seyyid Hazretleri, teravihten sahur vaktine

kadar 30 gece müddetle “Ikra kelimesinin anlamını

açıklamış ve sonunda “’Kızım ilmimiz Cenâb-ı Hakk'ın ilim deryasında bir zerredir. Benim size anlattıklarım da bendeki ilim deryasından bir zerredir”

buyurmuşlardır. Seyyid Hazretlerinin eserleri

okunulduğu zaman bu husus daha açık şekilde

15 Kitabımızın, Seyyid Hazretlerinin eserlerine ayrılan kısmında

bunlara temas edilecektir.

66 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

görülmektedir.

Seyyid Hazretleri, bir gün sohbetlerinde

Peygamberimizin “Ben ilmin şehriyim, Ali de onun

kapısıdır.” (Ene medinet-ül ilmî ve Aliyyün bâbuhâ) kutlu

hadislerini okuduktan sonra “Ve diyorum ki ben de o

şehrin kapısının anahtarıyım." anlamına gelen (Ve ene

ekûlü ve ene miftâhühâ) cümlesini eklemiş ve “Kur'ân ilmi manen bize verilmiştir. Bu ilmi neşretmeye ve

yaymaya memur edildim." demişlerdir. Zira buyurdukları

gibi “İlim kalbe gelen mânevi bir feyzdir. Bu feyz Allah tarafından seçilmiş kimselere verilir.”

Seyyid Hazretleri buyuruyorlar ki:

“Bir gün, tayy-i zaman ve tayy-ı mekân ile

Peygamberimizin huzurunda bulunuyordum. Bütün

eshap da oradaydı.

Peygamberimiz,

"Ey esbabım Benden 1300 sene sonra bir zât gelecek. O,

bizim evlâdımızdır. Kendisi bana benzer. O'nun adı da

Ahmed’dir." dedikten sonra "Onu tanıyor musunuz?”

diye sordu. Eshap:

"Ya Resulullah! Biz 1300 sene sonra gelecek olan bir

kimseyi nasıl tanıyabiliriz? " derler. Bunun üzerine

Peygamberimiz esbaba beni tanıtarak

"İşte Ahmed budıır ” dedi ve sonra elini kaldırarak

işaret parmağını gösterdi "Bu bensem, Ahmed de budıır

” deyip bu kez orta parmağını gösterdi. ”

67 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Seyyid Hazretleri bunu şu şekilde açıklamışlardır:

“Saadet asrından bu yana geçen 1300 sene içinde

Kur’ân’ın zahir mânâsı ile hükmolundu. Ben, 1300

senesinde Kur'ân âyetlerinin müteşabihât kısımlarını

tevil suretiyle mânâlandırdım. Âyetlerin harf, kelime ve

cümlelerinin altında gizli bulunan fen ve sanayie ait

İlâhî sırları meydana çıkarttım. Bu mânâ, güneşin ziyası

gibidir. İstidatlı kalplere akseder. Bu yeni bir devir, yeni

bir medeniyet çağıdır ki 1400 ilâ 1500 sene devam

edecektir. Etrafınıza bakınız, biz bu ilmi neşretmeden

önce (1882) bu trenler, bu uçaklar, bu telsiz telefonlar

var mıydı? Olamazdı zira bu çağ bizimle açılmıştır

Seyyid Hazretleri, bu yeni çağı güneş sisteminin tabiatına

benzer bir elektrik devri olarak nitelendirmektedir.

Yaratılmış olan canlı veya cansız her şeyin “Bahr-i

Mescûr” tâbir ettiği fezada meydana geldiğini, çünki

fezanın buna müsait olduğunu zira burada elektrik

enerjisinin denizler gibi aktığını; Allah’ın zâtından inen

emirlerin oluşum mahallinin burası olduğunu, isim ve

sıfatların özelliklerine göre Bahr-i Mescûr’daki serbest

enerjinin toplanarak yoğunlaşması ve zamanla maddeye

dönüşerek şekillendiğini bildirmektedir.

Nitekim, Hz. Mûsâ, Sinâ dağında Allah’ı görmek istediği

zaman, Allah O’na dağa bakmasını söylemişti. Hz. Mûsâ

dağa baktığında, dağ yerinde sakin iken, dağın her

zerresinin hareket hâlinde olduğunu gördü. Kendisine

baktığı zaman da, bedeninin aynı durumda olduğunu

fark etti. Hazreti Ali şöyle buyurmuşlardır: ”Siz kendinizi

68 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

küçük bir cisim zannedersiniz, halbuki âlem-i ekber

sizde dürülmüştür. Siz, kâinâtı kendinde toplamış bir

kitapsınız.” Bunun anlamı kâinâttaki varlıklarla insanın

aynı oluşudur. İnsanın esası, eşyanın hakikatini

bilmektir.

Bu arada Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin

hikmet dolu birkaç düşüncesine de yer vermekte yarar

vardır.

“Cenâb-ı Hakk’ın yalnız insanlara İlâhî bir bağışı olan

akıl ve olgunluğun eşya üzerindeki tasarrufu ve

çalışması sonucudur ki, her gün akıllara şaşkınlık

verecek araç ve gereçlerle insanın sesini muhafaza

ederek tekrar yansıtmak ve uzak yerlere nakletmek

mümkün olmuştur. İleride bu hususun çok

olgunlaşacağı, bugünkü hâlinden ispatlanmıştır. Sesi

uzun zaman yansıdığı yerde muhafaza edecek ve

lüzumu hâlinde aynı titreşimleri vücuda getirerek

yansıtacak âletler yapılacaktır.

Kamçı biçiminde yahut nalınların tasmasına benzer bir

şekilde yapılacak araç ve gereçler, bir kimsenin evine

gelip gidenleri sesi ve yüzü ile gösterecek ve

bildirecektir."

"Satürn hakkındaki bilgimiz rasat âletleri ile yapılan

görüye dayanan bilgiden ibârettir. Bugün, deniz içine

dalanın, hava boşluğunda seyredenine hayat ve

hareketini sağlayan âletler ve sebeplere mevcut olduğu

gibi, ileride, feza ile ve güneşin ziyasıyla ilgili olan

69 Seyyid Ahmed Hüsameddin

ilimler de keşfolunup hava tabakaları delinerek uzayda

istinadı mümkün kılacak araçlar icad olununca o

zaman yıldızların hakikatine ulaşmak kolaylaşır. ”

Seyyid Hazretleri aşağıdaki kısa paragrafta aya

gidilebilineceğini ancak orada insanların barınma imkânı

bulanamayacağına işaret ediyor.

“Geceleri gökte dünyâmızı aydınlatan ayı görüyoruz.

Ama orada, yerleşmek mümkün olacak şekilde, yiyecek

ve içecek şeyler ve oturacak yer var mıdır, yok mudur?

Oraya bir insan yükselip giderse ne zevk bulur?

Mihnet ve meşakkatten başka bir şeye ki tesadüf

edebilir mi? "

Seyyid Cevâd’ın vefatı

1911 yılında Seyyid Hazretleri’nin, adını Mahmud

Mücteba koyduğu bir oğlu daha dünyâya geldi. Küçük

Seyyid’in doğumu aileye yeni bir sevinç ve saadet yaşattı.

Ancak Çapa’daki bu konak yine hayatın akışı içinde acı

ve tatlı bir çok olaylara sahne oldu.

Aile içinde bu mutlu olay kutlanırken Trablus ve

Bingazi’yi İtalyanlar işgal etmiş, Balkanlar kaynamaya

başlamıştı. 1912 de ise bütün Balkanların Osmanlıların

elinden çıkmasına sebep olacak savaş nihayet patlak

verdi. Arka arkaya yaşanan bu savaşlarda bir çok vatan

evlâdı şehit oldu.

Aynı yıl bir akşam, Seyyid Hazretleri, kendilerine iyi

70 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

geceler dilemek için yanlarına gelen evlâdlarına, Cevâd

hariç, fındık verdi. Cevâd’ın istemesi üzerine "Oğlum,

senin fındığını yarın vereceğim dedi. Henüz on

yaşındaki Seyyid Cevâd, o gece, âniden ateşlenerek

yatağa düştü ve sabah gün ağarırken vefat etti. Bu hazin

olaya çok üzülen Seyyid Hazretleri, “Oğlum Cevâd,

şehitlerin alemdarı olarak ahire te göçtü buyurdular.

600 yıllık Osmanlı İmparatorluğu’nun son günlerinde,

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, kıymetli oğlunu

Trablusgarp’tan Balkanlara yollarken, yıllar sonra çıkacak

savaşlarda hayatlarını kaybedecek olanlarla, onun aynı

kaderi paylaşmasının İlâhî bir takdir olduğunu görmüştü.

Seyyid Hazretleri, oğlu Cevâd’ın vefatından sonra her

cuma günü onun, Edirnekapısı Mezarlığındaki kabrini

ziyarete gider, götürdüğü fındıkları oradaki çocuklara

verir veya mezarının üzerine bırakırdı.

O günlerde üzüntülü bir olay daha oldu. Seyyid

Hazretleri’nin, evli olup Bursa’da oturan, 22 yaşındaki

oğlu Seyyid Hüseyin Hüsnü vefat etti. Arkasında

Nureddin adlı bir evlâd bıraktı.

1913 yılı

1913 yılı Avrupasında, devletlerin birbirleri ile olan

anlaşmazlıkları son haddini bulmuş, aralarındaki

münasebet tamamı ile bozulmuş, herbiri yaklaşmakta

olan ve sonraları bütün dünyâya yayılacak savaşın

kaçınılmazlığım sezerek hazırlığa girişmiş, ekonomik

düzen. altüst olmuş, hattâ aralarında yer yer çatışmalar

bile başlamış durumdaydı.

71 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Bu arada Osmanlı İmparatorluğu, girdiği Balkan

savaşlarından yenik çıkmış, Bulgaristan, Yunanistan ve

Makedonya’yı kaybetmişti. 1908 yılından sonra devlet

idaresindeki huzursuzluk artmış; particilik şiddetlenerek

halk arasında hoşnutsuzluklar yaratmaya başlamıştı.

Harp zengini küçük bir azınlığın dışında kalan büyük bir

topluluk açlık ve yoksulluk içindeydi; memur üç ayda bir

maaş aldığından gayrıya muhtaç bir duruma düşmüştü

ve yarınından emin değildi. Çok zaman maaş yerine

verilen aynî yardımı satarak ihtiyaçlarını gidermeye

çalışıyordu.

Sık sık değişen hükümetler, süregelen yenilgiler ve

halkın bezgin hâli, diğer milletlerle olan münasebetleri

etkilemişti. Büyük Osmanlı İmparatorluğu, sona ermek

üzere olan hasta bir devlet durumundaydı ve bundan

dolayı Avrupalı büyük ve kuvvetli devletler, hükümetin

idaresinde kendilerini söz sahibi saymaya hattâ

aralarında İmparatorluğu paylaşmaya başlamışlardı bile.

Dış âlemin karanlık hâline uygun olarak Osmanlı

İmparatorluğunun hükümet merkezi İstanbul da bir

taraftan salgın hastalık âfetinin, bir taraftan yangın

felâketlerinin altında günden güne eriyip yok oluyor; bu

ıztıraplı hâli yaşayan aileler hergün biraz daha artan

yokluk ve pahalılığın kemirici etkisi altında eriyerek

dağılıp gidiyorlardı.

Dünyâyı sarsmakta ve hergün şiddetini artırmakta olan

böyle felâketli bir dönemde bile Allah, isterse insanları

mutlu kılacak olaylar yaratır. Bu olayın, ne dünyânın

72 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

barışa kavuşacağını ne de ıztırapların biteceğini

müjdeleyen ilâhı bir emir olmasına gerek yok. Seyyid

Cevâd’ın ve Seyyid Hüsnü’nün vefatı ile hüzünlü bir

sessizliğe gömülen konakla, tıpkı karanlık bulutlar

arasında bulduğu bir aralıktan sızan güneş hüzmesi gibi,

düştüğü yeri aydınlatıp parlatan ve gamlı gönüllere bir

zerre de olsa neşe veren bir olay yaşandı. Seyyid

Hazretlerinin, 23 Ekim 1913 de bir oğlu dünyâya geldi

.Ona, Mûsâ Kâzım adı verildi. Bu isim, soylu ailelerinde

üçüncü kez kullanılıyordu. Ne Seyyid Cevâd, kendi vefatı

ile hâsıl olan üzüntü ve ıztırabı ne de Seyyid Mûsâ

Kâzım, dünyâya gelişiyle ailesi içinde doğan mutluluğa

şahit oldular. İnsanoğlu için tabiî bir hâl olan bu iki olay,

doğum ve ölüm, Seyyid Hazretlerinin evinde peşpeşe

yaşandı.

***

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin, Medine’den

Türkiye’ye gelişinden sonra ve henüz Sivrihisar’a

yerleşmesinden önce, 1870 ‘li yıllarda Arapça olarak

yazdıkları “Mir’ât-ış Şuun vel Garâib” adlı eserinde

bildirdikleri bir istihraç 40 yıl sonra gerçekleşiyordu:

‘1331 yılı bütün hıristiyanların mebde-i hüsranı

olacaktır.” sözü yerine gelmiş oluyordu.

Yukarıdaki istihraçta I.Dünyâ Savaşı’na işaret vardı. 1913

(H.1331) yılında, Avrupa devletleri arasındaki

münasebetler son derece bozulmuş ve nihayet 1914

yılında sudan bir bahane ile silahlar patlamış, hudutlar

aşılmış, Alman toplan Fransa topraklarını dövmeye

73 Seyyid Ahmed Hüsameddin

başlamıştı. Dört yıl süren savaş sonucu Avrupa’nın

bayındır olan büyük şehirleri bir harabeye dönmüştü.

Gerçekten Avusturya. Macaristan İmparatorluğu

veliahtının Saraybosna’da öldürülmesine sebep olan o

kurşunun patlaması, Hıristiyan Âlemi’nin büyük zarar ve

ziyanının başlangıcı olmuştur.

Almanların Akdeniz’de İngilizlerden kaçan Goben ve

Breslav isimli zırhlı gemilerinin karasularımızdan

çıkarılması hususunda İtilâf devletlerinin yaptıkları baskı

nedeni ile bu iki gemiyi satın aldığını ilân etmesinden

sonra Osmanlı hükümetinin İngiltere, Fransa ve Rusya ile

arası tamamen bozuldu. Donanmamızın, Alman zırhlıları

ile birlikte Karadeniz’deki Rus limanlarını bombalaması

ile Osmanlı Devleti, kendini savaşın içinde buldu (3

Kasım 1914). İlân edilen seferberlik ile esasen perişan

olan halk, büsbütün fakirlik ve yoksulluk çukuruna

yuvarlandı.

Osmanlı İmparatorluğu zamanında Peygamber soyundan

gelen zâtlar, askere alınmıyorlardı. Dâvâları da ayrı bir

mahkemede Nakib-ül Eşraf tarafından görülüyordu.

Seyyid Hazretleri o tarihlerde Sivrihisar’da bulunan oğlu

Seyyid İsmetullah’dan, Ankara’ya giderek askere

kaydolmasını istiyor ve “EHL-İ BEYT'TEN BİR ZÂTIN ASKERDE OLMASI O ASKERÎ GÜÇ İÇİN ZAFER

MÜJDESİDİR ” buyuruyordu.

O yıl, yâni 1914 de, İstanbul Sanayi-i Nefise Mekteb-i

74 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Alisi’nden16 mezun olan oğlu Seyyid Ali Rıza’ya ise

“Oğlum, askerlik bize ecdad mesleğidir. Sen de

askerlik görevini yerine getir” demişti.

Babasından aldığı bu emir üzerine askerlik şubesine

müracaat eden Seyyid Ali Rıza, Beykoz Kundura

Fabrikası’nda yedek subay olarak göreve başladı.

1915 yılında, Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri,

Bursa’da bulundukları bir sırada, kendini seven

Sivrihisarlıların ricası ve daveti üzerine, uzun süredir ayrı

kaldığı Sivrihisar’a, ailesi ile beraber gitti. Eskiden

olduğu gibi civar kasabalarda bulunan muhipleri akın

akın Sivrihisar’a gelerek Seyyid Hazretleri’nden feyz

aldılar. Bu yüzden buradaki ikametleri düşünülenden

uzun sürdü. Ancak 1917 de İstanbul’a döndüler. Böylece

savaş yıllarının zor günlerini Anadolu’nun bu sâkin

köşesinde geçirmiş oldular.

Seyyide Fatma Zehra

Seyyid Hazretlerinin özel bir itînâ ile yetiştirdiği kızı

Seyyide Fatma Zehra, İstanbul yerleşildikten sonra

eğitimine devam etmiş ve Çapa’daki evlerine çok yakın

olan Dâr-ül Mâlûmat' (Kız Öğretmen Okuluna) yazılmıştı.

Amaç öğretmen olmaktan ziyade doktor olmak istiyordu

Tıp tahsili konusunda kararlıydı. Okulunu başarı ile

bitirdiğinde Tıbbıye’ye müracaat ettiyse de çocukların,

kayıt yaptırması yönetmeliğe aykırı olduğu ileri sürülerek

16 İstanbul Güzel Sanatlar Akademisi yâni bugünkü Mimar

Sinan Üniversitesi

75 Seyyid Ahmed Hüsameddin

dilekçesi red edildi. Ancak bu konuda kendisine yardım

edecek bir aile dostları vardı. Bu kimse, 1896 yılında

İsviçre’ye kaçan" öğrenimini orada tamamlayan ve 1908

de memlekete dönen Âkil Muhtar beydi. Ondan,

Tıbbıye’ye alınma için bir çare bulmasını rica etti.

Seyyide Zehra’nın okuması için bâzı kitaplar veren Âkil

Muhtar bey yardımı ile Sağlık Nezâretine, bu haksız

muameler kaldırılması ve Tıp Fakültelerine kız öğrenci

alınması için bir başvuruda bulunuldu.

Tıbbıye’ye gitmek için Sağlık Nezâretinin iznini bekleyen

Seyyide Fatma Zehra, Hamid zırhlısı güverte topçu

subaylarından Emin bey 1918 yazında evlenerek eşinin

Beyoğlu’nda, Pera Palas Oteli’nin arkasında, Tozkoparan

yokuşunun üzerindeki evine yerleşti. Bir müddet sonra

kız öğrencilerin de Tıp Fakültelerine girebilmeleri için

karar çıkmış ve bu karar tebliğ edilmişse de Seyyide

Fatma Zehra, evlenmiş olduğundan bu hevesini

gerçekleştirememiştir. Böylece kendisi gibi nice genç

kıza bu tahsili yapmalarının yolunu açmıştır.

Bu arada ailenin küçük . oğlu Mahmud Mücteba, Dâr-ül

Mâlûmat Mektebinin tam karşısındaki ilk okula yazılmış,

kendisinden iki yaş küçük olan Mûsâ Kâzım da aynı

okulun ana sınıfına gitmeye başlamıştı.

İşgal Yılları

I. Dünyâ Savaş’ının sürdüğü yıllarda cephelerde verilen

şehitlerin, kaybedilen vatan topraklarının yanı sıra halk

da büyük acılar ve sıkıntılar çekiyordu.

76 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

I.Dünyâ Savaşı’nın sonunda müttefikimiz olan

Almanya’nın yenik düşmesi üzerine biz de yenilmiş

sayıldık ve 30 Ekim 1918 de Mondros Mütârekesini

imzaladık. Ve bir gün, İtilâf Devletleri’ne ait savaş

gemileri, daha bir kaç yıl evvel Türk askerinin göğsünü

bir kale gibi siper ettiği için yekpâre kaya misâli

karşılarına dikilmiş olan Çanakkale Boğazı’nı, bu defa

mağrur bir edâ ile geçerek 13 Kasım 1918 de İstanbul’a

geldiler ve toplarını şehre çevirerek Fındıklı’daki Meclis-i

Mebusân binasının17 önüne demirlediler.

Seyyid Hazretleri Trablusgarp’da iken kendisini gıyâben

tanımış ve büyük bir muhabbetle bağlanmış olan Hasan

Basri efendinin oğlu Şerafeddin (Ünder), ailenin

İstanbul’a yerleşmesinden sonra devamlı ziyaretçiler

arasına katılmıştı. Seyyid Ali Rıza’nın akrânı olduğundan

aralarında yakın bir arkadaşlık doğmuştu. Tophane-i

Amire İdadî’sinde teknik ressamlık tahsili görürken

savaşın getirdiği zorluklar karşısında okuldan ayrılarak

Beşiktaş’ta fotoğrafçılık yapmaya başlayan Şerafeddin

beyin o günlere ait hâtıraları, dönem için canlı birer

belgedir.

Şerafeddin bey işgal gününü şöyle anlatmışta

“İstanbullular düşman donanmasının yavaş yavaş

yaklaşmakta olduğunu görünce paniğe kapıldılar. Esnaf,

dükkanlarını kapayarak evlerine koşmaya başladı. Benim

gideceğim ve sığınacağım en emin yer Seyyid

17 Bugün Mimar Sinan Üniversitesi olarak kullanılan binalar

77 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Hazretleri’nin yanı idi. Hemen bir tramvaya atlayarak o

mübârek huzûra vardım. Yanlarında kimse yoktu.

Hatırımı sorup gönlümü aldıktan sonra, “Oğlum, düşman

gemileri geliyor diye korktun mu?' dedi ve sonra ilave

etti,

“Bak geçiyorlar, önde bir tane büyük, onun arkasında bir başkası ve sonra diğerleri takip ediyor. Onların kuvvetlen sizleri korkutmasın, geldikleri gibi

gideceklerdir” buyurdular. Bu müjdeleri, içimdeki

heyecan ve korkuyu tamamen kaldırdı Gönlüm huzur ve

ferahla doldu. Başka zamanlarda olduğu gibi Seyyid

Hazretleri’nin o gün bir fevkalâdeliğine daha şahit

oldum. Bulunduğumuz odanın bir penceresinden denizin

Saraybumu ile Haydarpaşa arası görülüyordu Seyyid

Hazretleri’nin oturdukları koltuğun arkası pencereye

dönüktü Bana, “Bak geçiyorlar.” dediği zaman

karşımdaki pencereden limanın görülebilen kısmında,

aynen buyurdukları gibi gemilerin geçişini izledim.”

Şerafeddin beyin, işgal günlerine ait ilginç bir anısı daha

var: “O gün canım et istedi. Aylardır et yüzü

görmemiştim. Ne yapabilirdim? İşimi tâtil ederek

Topkapı’ya gittim. Seyyid Hazretleri’nin huzuruna

vardığımda henüz öğle olmamıştı. Bana iltifat edip

sohbet buyurduktan sonra, “İçeriye söyle de çorbamızı

buraya getirsinler, birlikte yiyelim.” dediler. Haber

verdim. Biraz sonra bir tepsi içinde çorba ve ekmek

geldi. Mübârek Seyyid, aldığı bir dilim ekmeği çorbanın

içine doğrarken “Oğlum, bunlar da çorbamızın eti olsun,

78 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

ister misin?" buyurdular. Şerafeddin bey, daha sonraları

bu olayı anlatırken yemin ederek der ki: “Hayatımda bundan daha lezzetli bir et yemedim. Çorbanın içine doğranan ekmek parçaları birer et lokması olmuştu.”

Şerafeddin beyin o yıllara ait başka bir hatırası da çok

dikkat çekicidir. “Bir gün yemek yiyorduk Çorbaya henüz

başlamıştık ki Seyyid Hazretleri “Balık olsa yeriz, değil mi”

dediler. Seyyid Ali Rıza bey nasıl bir balık arzu ettiklerini

sorunca “Şeref bilir” buyurdular. Ben, halk arasında

tütün balığı denilen ve Rusya’dan ithal edilen füme

balıklardan almayı düşündüm. Sofradan hemen kalktım.

Çapa’dan Aksaray’a kadar bütün bakkallara sordum,

yoktu. Samatya tarafına yöneldim ve füme tütün balığını

ancak Yedikule’de buldum. Dönüp eve geldiğimde Seyyid

Hazretleri, Ali bey ve diğerleri daha sofradaydılar. Çorba

kâsesi henüz ortada idi. Çabuk geldiğimi söyledikleri

zaman Yedikule’ye kadar yayan gidip geldiğimi

söyleyemedim. Tayy-i zaman ve tayy-i mekân olayı,

demek bende de zuhur etmişti. Bunu Seyyid

Hazretleri’nin özel iltifatından anladım.”

Şerafeddin Ünder, Seyyid Hazretleri ile birlikte bir cuma

günü civardaki küçük bir camiye giderler. Namaz sonrası

eve dönerlerken “Zamanın imâmı olan koca Seyyid,

arkasında namaz kılıyor da bu hoca O’nu nasıl

tanımıyor? Ne zavallı hoca bu.” diye düşünür. “Düşüncem

henüz tamamlanmamıştı ki, Seyyid Ahmed Hüsameddin

Hazretleri, bana hitaben. ’’Oğlum! Biz o hocayı çok denedik. Şayet kendisinde tırnaktaki nokta kadar bir

istidat görseydik onu tutardık’ buyurarak

79 Seyyid Ahmed Hüsameddin

düşüncelerime cevap vermiş oldular.” Yıllar sonra olayı

hatırlarken aynı heyecanı duyuyordu.

Fatih Yangını

Savaşın acılan henüz yaşanırken, İstanbul bir başka

felâketle daha karşı karşıya kaldı.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, İzmir’e yaptıkları

ve 20 süren kısa bir seyahatten İstanbul’a henüz

dönmüşlerdi. Aradan beş gün geçmeden, 10 Haziran

1918 tarihinde Küçük Mustafa Paşa’dan başlayarak

Cibali-Fatih-Altımermer semtlerini kül edip Samatya’ya

kadar ilerleyen yangın, şehrin neredeyse onda birini yok

etti ve büyük maddî zararlara neden oldu.

Bu arada Seyyid Hazretleri’nin Çapa’daki evi “Sarıgüzel”

adı ile tanınan bu büyük yangında tamamıyla yandı.

O tarihte henüz beş yaşında olan Seyyid Mûsâ Kâzım,

çocukluğunun bu dönemine ait mâsumâne anıları

arasında onu en çok heyecanlandıran ve rûhunun

derinliklerine kadar nüfuz eden bu hâdiseyi hâlâ bütün

ayrıntıları ile hatırlamaktadır.

“Evde yukarıdaki kata çıktım, sessizce babamın yatak

odasına girdim. Bu geniş odanın bir penceresi Topkapı

caddesi taralına, arka taraftaki penceresi ise Fatih

cihetine bakıyordu. Babam içeride yalnızdı. Odada

dolaşıyordu, arka pencerenin önüne gelince bir müddet

durarak bakıyor ve yavaşça “Allah, Allah” diye

pencereden ayrılıyordu. Benim varlığımdan habersiz

80 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

gibiydi. Babamı böylesine dalgın ve böylesine heybetli

hiç görmemiştim. Bir hayâl gibi pencereye yaklaştım.

Babamın dikkatini çeken ve O’nu ümitsiz kılan olay ne

idi? Bunu anlamak istiyordum. Evimizin arka kısmından,

Edirnekapısı’dan başlayarak bütün Fatih sırtları

görülürdü. İşte, bu sırtların arkasında bütün ufku

kaplayan koyu bir kızıllık vardı. Bu kızıllık ne olabilirdi?

O gece bizi yemekten sonra hemen yatırdılar. Sabah

olunca da erkenden kaldırdılar. Mücteba ağabeyimle

bana güzel elbiselerimizi giydirdiler ve Koca Mustafa

Paşa civarında oturan dayımızın evine göndereceklerini

söylediler.

Yanımıza verdikleri biri ile beraber sokağa çıkınca

büyükleri tedirgin eden olayı bütün dehşeti ile gördüm.

İnsanlann bâzıları çığlık atarak, dövünüyorlar, bâzıları da

yanlarına alabildikleri bir kaç parça eşyayı kurtarma

çabası ile oradan oraya koşuşuyorlardı. Dün akşam,

kızıllığını gördüğüm şey, demek yangınmış. Fatih

sırtlarından Topkapı’ya kadar her taraf ateş içindeydi.

Tahta parçalan havada bir uçurtma gibi alev alev

uçuşuyordu. Bir iki sokak altımızdaki evler ateş almaya

başlamıştı. Aynı cehennemden bir misâli Adetâ

koşarcasına Çukurbostan civarına geldik. Bu sırada

önümüze düşen alevler içindeki kocaman bir kalastan

kendimizi zor kurtardık. Burası da ana-baba günü

manzarası arzediyordu Her aile kaçırabildiği eşyayı

çayırın bir tarafına yığmış, üzerinde kadınlar ve çocuklar

ağlaşıyorlardı. Velhâsıl kıyametten bir örnek gibi geldi

81 Seyyid Ahmed Hüsameddin

bana.

Dayımın evinin sokağa bakan cumbasının içinde akşamı

ettik. Gün batmak üzere idi. Saray Başmabeyincisi Tevfik

bey bizi almaya geldi. O semt insanları saraya mensup

bir kimse görmemiş olacaklar ki, sırmalı elbiseli faytoncu

ile hayli ilgilendiler. Evden ayrıldığımız sırada her

pencereden bir baş uzanırken, sokağın çocukları da

faytonun peşine takılıp bir müddet koştular. Bir

istasyondan trene binerek Bakırköy’e geldik Tevfik bey,

bizi Hacı beylerin18 evine teslim etti. Babam, annem ve

bütün ev halkı burada idi.” Ailenin bu yangındaki kaybı,

yanan diğer 7500 ev gibi, yalnız geniş müştemilât ve

bütün ev eşyası ile yanıp kül olan 20 odalı koca konak

değildi Seyyid Hazretleri’nin Trablusgarp’da yazdığı

eserler ve kütüphanesindeki diğer kitaplar bu yangında

kül olmuştu. Bu eserler arasında “Tefsir-i Kebir”, “Lem’a-

tül Âfak fî Zuhûr-u vel İşrâk” gibi muazzam eserler

mevcut idi.

Yangından iki gün önce, baba evini ziyarete gelen

Seyyide Fatma Zehra, daha evvel hazırladığı kitap

sandığını, o gün kendi evine götürmüştü. Seyyid

Hazretleri’ne ait bâzı kitaplar ve risâleler bu vesile ile

yangından kurtulmuş oldu.

***

18 Seyyid Hazretleri ve ailesine muhabbet ve tam teslimiyet ile

bağlı olan ve dostları arasında Hacı Bey olarak tanınan Bahriye

çarkçıbaşısı Mehmet bey. Eğinli (Kemaliyeli) idi.

82 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

BURSA’YA DÖNÜŞ

Yangından 15 gün sonra ailece Bursa’daki eve gidildi.

Burada günler sessiz sâkin devam ediyordu. Seyyid

Hazretleri, ziyaretine gelenlerle sohbet ederken, çocuklar

memlekette olanlardan habersiz yaşıtları ile oyun

oynayarak vakit geçiriyorlardı. Sonbaharda okullar

açılınca eğitimlerine ara verilmemesi için çocuklar bir

müddet Ali Paşa semtindeki mahalle mektebine

yollandılarsa da o kış çok şiddetli geçtiğinden bu okula

fazla devam edemediler.

Ailesini ziyaret için Bursa’ya gelen Seyyide Fatma Zehra

ve Bursalı akranları güzel sesli bir hanıma mevlûd

okutmak istemişler ve hazırlığını da yapmışlar. Sıra

Seyyid Hazretleri ’nin iznini almaya geldiğinde çocukların

kırılmaması husûsunda Gülsüm hanımın ricasına hayır

demiyerek “Peki, camide okutsunlar cevabını vermiş.

Mevlûd için “ Süleyman Çelebi'nin güzel bir şiiridir. Dinimizin lüzum ve icabı gibi gösterilmesi yanlıştır. Bilhassa Velâdet bahsinin erkekler arasında okunması

doğru değildir” diyerek bu konudaki kanaatini

belirtmiştir.

15 Mayıs 1919 da İzmir’e çıkan Yunanlılar, Anadolu

içlerine doğru ilerlemeye başlamışlardı. Yer yer yapılan

çete savaşlarından başka karşılarında ciddî bir

mukavemet görmeyen Yunan askerleri İzmir’den Afyon’a

ve Balıkesir havalisine kadar olan bölgeyi kısa zamanda

işgal ettiler.

Allah her derdin devâsını yaratmıştır. Ama her ikisini de

83 Seyyid Ahmed Hüsameddin

bir araya getirmek insanlara düşüyor - Seyyid Hazretleri,

“Cenâb-ı Hakk, bir kavmin kurtuluşunu murad ederse, o kavmin içinde muktedir ve dırâyetli kumandanların

vücûdunu halk eder ” buyurmuştu. İşte, 1919 Mayıs’ının

15 inde, İzmir ufuklarında batan Türk istiklâl ve hürriyet

güneşi bir müddet sonra doğudan yine doğacaktı. Zirâ

işgalin ertesi günü, yâni 16 Mayıs 1919 sabahı, İstanbul

limanından ufak bir gemi hareket ederek, işgal

devletlerinin donanmasının arasından Boğaz’ı geçip

Karadeniz’e açılmıştı. Bu gemide Mustafa Kemal vardı. O,

Türk hürriyetini yok etmek üzere işgalci kuvvetler

tarafından Anadolu’muzun içine sokulan Yunan adlı

mikroba, hattâ bütün işgalci kuvvetlere karşı bir

panzehirdi. Bu gidiş bir tesâdüf değildi. Allah bu milletin

kurtarılmasını murad ediyordu. Ve işte, doğuda başka bir

ufukta, kısa bir zaman sonra doğacak güneşi yaratmıştı.

Bandırma adlı ufak ve köhne gemideki bu güneş, bir kaç

sene sonra işgalcileri oldukları yerlerde boğarak Türk

milletinin kararan talih ve gönlünü aydınlatacaktı.

Milletimizin üzerine bir kâbus gibi çöken ve birbirini

takip eden savaşların ve kötü devlet idaresinin getirdiği

yokluk ve sefaletin iki mirası kaldı halk içinde; sıtma ve

tüberküloz. Bu iki hastalık, savaşlarda şehit düşenlerden

daha fazla kayıplara sebep oluyordu. Bu korkunç ikiz

kardeşin çalmadığı kapı ve söndürmediği ocak

kalmamıştı.

Bir gün bu düşmanlardan biri, tüberküloz, mutlu bir

yaşantısı olan Seyyide Fatma Zehra’nın evine de girdi.

84 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Büyük bir itinâ ve çok güzel bir şekilde yetişmiş olan o

gülü yavaş yavaş soldurdu.

1920 yılının baharı, Seyyid Hazretleri’nin evine pek

neşeli gelmedi. Rahatsızlığı artan Seyyide Fatma Zehra,

babasının arzusu üzerine, küçük oğlu Muhsin ve eşi

Emin bey ile beraber İstanbul’dan Bursa’ya geldi.

Muradiye semtinde, Namazgâh denilen mevkiin tam

karşısında set üzerinde, kiralanan ahşap bir eve yerleşti.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin biricik kızı,

1920 yılının sonbaharında henüz 22 yaşındayken

Bursa’da hayata gözlerini yumdu. Pınarbaşı

kabristanında, 1912 yılında vefat eden ağabeyi Hüseyin

Hüsnü’nün yanına gömüldü. Minik oğlu Muhsin,

anneannesinin himayesine girdi. Eşi Emin bey Deniz

Kuvvetleri’nden ayrılarak hayatının sonuna kadar nail

olduğu bu şerefli yakınlığı kaybetmemek ve devam

ettirmek için, Seyyid Hazretleri’nin ailesinin arasından

ayrılmam^ kaybettiği değerli varlığının sevgisini yine

onun muhitinde bulmuştu.

Bursa’nın Yunanlılar tarafından işgali

Seyyid Hazretleri’nin ailesinin, Seyyide Zehra’nın

rahatsızlığı ile üzüldükleri bir dönemde Yunanlılar, 8

Temmuz 1920 de Bursa’yı işgal ettiler Küçük Seyyidler,

Yunan askerlerini ilk defa evlerinin bulunduğu çıkmaz

sokaktaki komşuları Balmumcuların evini aramak üzere

kapılarının önüne geldiklerinde görmüşlerdi. Askerlerden

bir kısmının eve girdiğini bir kısmının da kapının önünde

85 Seyyid Ahmed Hüsameddin

beklediğini sokak kapısının aralığından seyretmişlerdi.

Evdeki hanımlar, çarşaflarını giymiş bekleşiyorlardı.

Erkekler ise toplantı salonunda Seyyid Hazretleri’nin

yanında bulunuyorlardı. Bahçe bitişik komşularının

evinden gelen feryatlar, kazma sesleri, duvarların yıkılışı

heyecanı son haddine getirmişti.

Askerlerin kendi evlerine doğru geldiğini gören Seyyid

Mücteba ve Seyyid Hüseyin Hüsnü’nün oğlu Nureddin,

koşarak içeriye kaçmışlardı. Olayın bundan sonrasını

kapının yanında yalnız kalan Seyyid Mûsâ Kâzım’dan

nakletmek gerekiyor:

“Kapının arkasında yalnız ben kalmıştım. Ne yapmam

lâzımdı, bilemiyordum. Açmasam giremeyecekler mi idi

acaba? Hayır, hayır kapıyı açmak lâzımdı. Komşumuz

açmamıştı ama onlar kapıyı kırarak yine içeri girmişlerdi.

Sokak kapısının anahtar deliğinden dışarıyı

gözlüyordum. Karar verdim, yaklaştıkları sırada kapıyı

açarak gelenleri güler yüzle içeri buyur ettim. Babamın

yanına götürmek üzere, onlara arkamdan gelmelerini

işaret ettim. Gelenlerden bir kısmı sokak kapısının

önünde kalmıştı. Üçü içeri girdi. Biri önde benim

arkamdam geliyordu. İkisi de onu takip ediyordu. Onları

selâmlık odalarının arasındaki dar bahçe yollarından

geçirerek babamın sohbet ettiği toplantı odasına

getirdim. Odanın önündeki üç dört basamağı çıkarak

yavaşça kapıyı açtım ve elimle gelmelerini işaret ettim.

Öndeki asker yavaşça merdiveni çıkarak kapıya yaklaştı.

İçeride 15-20 kişi vardı. İçeridekilerin arkaları kapıya

86 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

dönüktü ve tam karşıda babam oturuyordu. Yüzü kapıya

karşı olup murâkabe hâlinde idi. O andaki heybetli

görünüşü hâlâ gözlerimin önündedir babamın Yunan

subayı açık kapının önünde bir an durakladı sonra arka

arkaya çekilerek merdivenlerden indi, beklemekte olan

iki askere “Cami, cami” diyerek ilerledi. Kendisine,

geldiği gibi yol gösterdim, arkalarından kapıyı

kapattıktan sonra bahçelerden koşarak annemin yanına

geldim ve Yunan askerlerinin gittiklerini söyledim. Önce

bu sözüme kimse inanmak istemedi. Başka şâhidim

yoktu ki beni doğrulasın. Sokak tamamen boşaldıktan

sonra bana hak verdiler. Yunanlılarla ilk karşılaşmam bu

oldu.”

Evlerin konsol çekmecelerine kadar arandığı, bağdâdî

[Dar, ensiz tahta pervazlarından yapılmış ve üstü sıvanmış

bölme veya tavan. ] duvarların yıkıldığı, askerlik yaşında

olanların tutuklandığı böyle bir ortamda Yunanlı ne

görmüş ve nasıl bir heybetle karşılaşmıştı ki, arka arka

çekilip gitmişti. Bu hâlâ meçhûlümüzdür.

Şerafeddin Ünder’in babası Hasan Basri efendinin bizzat

yaşadığı bir olayı, yukarıdakine benzerliğinden dolayı

anlatmakta yarar var:

“Bir gün Bursa’ya gitmek için Tophane limanından vapura

bindik. Seyyid Hazretleri’ni salona indirmek üzere koluna

girdim. Merdivenin henüz başında idik ki, alt kısımdan

bir kamarot yukarı doğru sıçradı fakat merdivenin

başında bizi görünce geri çekilip yol verdi. Seyyid

Hazretleri’ni oturttuktan sonra yukarı çıkacağım sırada,

87 Seyyid Ahmed Hüsameddin

biraz önce rastladığımız kamarotu merdivenin alt

basamağında gördüm. Rum şivesi ile sorduğu “Bu zât

kimdir?” sorusuna, ona cevap vermemek düşüncesi ile

“Bir hoca” dedim Sert bir ifade ile yüzüme baktı ve

“Gözünü aç, bu senin bildiğin hocalardan değil.” demez

mi, ne söyleyeceğimi şaşırdım.”

***

Seyyide Fatma Zehra’nın vefatından sonra her tarafa

büyük bir sessizlik hâkim oldu. Şehrin rutubetli havası

içinde kokusu daha da belirginleşen şimşirlerle çevrili,

güzel tanzim edilmiş tarhlardaki renk renk çiçeklerin ve

güllerin üzerine hüzün çöktü. Mermer havuzun yanında

yükselen ayva ağacının altında oynayan çocuklar artık

ortalıkta görünmüyorlardı.

Bütün memleketin ateş içinde yanıp kavrulduğu bu

günlerde, Seyyid Hazretleri, Gülsüm hanıma Balıkesir’e

gidileceğini ve hazırlanılmasını bildirdi. Düşman işgali

altındaki başka bir şehire gidilmesinin hikmeti neydi?

Bir sabah ezan vakti yaylı arabalarla Bursa’dan hareket

edildi. Güneşin ilk ışıklan, dağlarda parladığı zaman

arabalar, Bursa ovasında Kirmasti (M.Kemal Paşa)

istikametinde bir hayli yol almıştı. Bu yaylı arabalarla,

Bursa-Balıkesir arası, bir gece Kirmasti’de konaklamak

şartı ile iki günde katediliyordu. Balıkesir’de, âyândan

Kırımlı Halil efendinin konağına misafir olarak inildi.

İşgal altındaki şehir, Yunan askerlerinin büyük

taşkınlıklarına sahne oluyordu.

88 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Seyyid Hazretleri, sohbetlerinde bulunanlara işgalden

dolayı korkmamalarını ve cesur olmalarını öğütlüyor;

gençlere de vatan savunması için birleşmelerini tavsiye

ediyordu.

O günlerde, Manyas bölgesine yerleştirilen Dağıstan

göçmenlerinden Mustafa isminde bir genç ziyarete

geliyor. Sohbet arasında Seyyid Hazretleri “Düşmanı kabul etmek fakr ve mezellettir. Birleşin ve karşı koyun. Düşmanın kurşunu size leblebi gibi gelecektir. Öldürmez onların kurşunu. Daima koruyacağız sizi.

Ecdadımızın rûhaniyeti sizinle beraberdir.” buyurur.

Bundan sonra köye giderek gözü pek delikanlılardan bir

çete kuran Mustafa, Yunan müfreze ve nakliyat kollarına

baskın yapmaya başlıyor. Kısa zamanda Sındırgı ve

Bigadiç dolaylarında Yunanlılara dehşet salan bir kuvvet

oluyor.

Adı kısa zamanda duyulan Mustafa, düzenlenmiş ve bir

cephe kurmuş olan ordumuzun kumanda heyetinden bir

emir alır. Buna göre bir subayın komutası altına girmesi

ve savaşı, savaş tekniğine uygun olarak yapması

bildiriliyor ve en kısa zamanda Afyon cephesine

katılması emrediliyordu Bundan sonra yaptıkları

baskınlardan birinde bir kurşun Mustafa’nın dudağını

sıyırarak ağzına girer. Subay heyecanla “Vuruldun mu?”

diye telaşlanınca, avucuna kırık dişi ile birlikte kurşunu

da tüküren Mustafa, Seyyid Hazretleri’nin

koruyuculuğundan cinin bir tarzda “Gevurun kurşunu

bize leblebi gibi gelir ” der. Mustafa, bu ve bundan sonra

başından geçen böyle ilginç olayları, bu kitabın yazarına

89 Seyyid Ahmed Hüsameddin

bizzat kendisi anlatmıştır.

Seyyide Fatma Zehra’nın küçük oğlu Muhsin, annesinden

40 gün sonra Balıkesir’de vefat etti.

Eğitimlerine ara verilmemesi düşüncesiyle Seyyid

Mücteba ve Seyyid Mûsâ Kâzım konağa yakın bir ilkokula

gönderildiler.

İki ay kalman Balıkesir’den Bandırma’ya gitmek üzere

ayrılınır iken Seyyid Hazretleri’ni ve ailesini istasyonda

büyük bir dost grubu uğurladı.

Bandırma 'ya gidiş

Bandırma’da Seyyid Hazretleri, Ziya ve Muhsin beylere

misafir oldular. Yunanlılar Balıkesir’de olduğu gibi fazla

taşkınlık yapmadıklarından işgal burada pek fazla belli

değildi

Seyyid Hazretleri burada da her gün gelen ziyaretçileri

kabul edip sohbet buyuruyorlar; onları metin olmaya ve

vatan savunması için fedakârlıkta bulunmaya teşvik

ediyorlardı.

Bandırma’dan Bursa’ya dönüleceği düşünülürken Seyyid

Hazretleri âniden fikrini değiştirerek İstanbul’a gitmeye

karar verdi. O zamanlar Anadolu’dan İstanbul’a işgal

kuvvetlerinden izin alınarak gidiliyordu. Bu izin

kâğıdında kullanılmak üzere fotoğraf gerekiyordu. Eve

bir fotoğrafçı getirilmiş Seyyid Hazretleri ile Seyyid

Mücteba ve Seyyid Mûsâ Kâzım’ın fotoğrafı çekilmişti. Uç

dört gün sonra belgeler tamamlanınca İstanbul’a hareket

90 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

edildi.

Aradan yıllar geçti, Bandırma nüfus memurluğundan

emekli Yusuf Erdem’in kızı Naciye hanım, yukarıda konu

edilen fotoğrafı babasının kitapları arasında bulup o

yıllarda Ankara’da oturan Seyyid Mûsâ Kâzım’a 10 Kasım

1967 tarihinde verdi Bu fotoğrafın yapıştırıldığı kâğıdın

üzerinde o günün tarih ve hatırasını bildiren kıymetli bir

yazı vardı. Bu kısa metin sadeleştirilerek aşağıya

alınmıştır.

“Ulu mürşid Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Aralık

1920 de Balıkesir’den Bandırma’ya gelerek burayı

şereflendirmişlerdir. Asiye hanımın dedesi ve Ziya beyin

babası merhum Hacı Haşim beyin evinde 48 gün misafir

kaldıktan sonra 31 Ocak 1921, Pazartesi günü ezânî

saat19 10 civarında Denizcilik işletmesinin Gelibolu

vapuruna binerek İstanbul’a doğru hareket etmişlerdir

Bu fotoğraf, İstanbul’a gitmeleri münasebeti ile alınması

gerekli olan seyahat belgesine iliştirilmek için merhum

Hacı Haşim beyin evindeki havuzun başında kerim

oğulları Seyyid Mahmud Mücteba ve Seyyid Mûsâ Kâzım

Hazretleri ile birlikte oldukları halde 29 Ocak Cumartesi

günü çekilen fotoğrafın çoğaltılan bir kopyası olup, sahip

olmak yüce şerefi bana nasip olmuştur. Bandırmalı Yusuf

Erdem.”

2: Ezânı saat Güneşin batışının 12 olarak kabulü sureti ile

hesaplanan saat

91 Seyyid Ahmed Hüsameddin

VE YİNE İSTANBUL

Çapa’daki konak yanmış olduğu için Posta ve Telgraf

Nâzın Hasip Paşa’nın Vefa’daki konağının bir bölümüne,

oğlu Âli beyin misafiri olarak yerleşildi. Burası müstakil

bir daire idi.

Seyyid Hazretlerinin rahat dolaşmaları düşüncesiyle,

Seyyid Ali Rıza bir otomobil alınmasını arzu ediyordu.

Şerafeddin Ünder, arkadaşlık kurduğu Jan adındaki bir

Fransız subay aracılığı ile işgal ordularının hurda

satışlarından çalışır vaziyette iki otomobil buldu. Ford

marka bu iki otomobilin biri 80, diğeri 180 liraya satın

alındı. Çok az kullanılmış olmalarına rağmen Seyyid Ali

Rıza ve Şerafeddin Ünder günlerce bu otomobiller

üzerinde çalışarak temiz hâle getirdiler. Şurası

unutulmamalı ki otomobil İstanbul sokaklarında yeni

yeni görülüyordu. Otomobillerden biri, İstanbul trafiğine

111 plaka numarası ile kayıtlı idi. Tesadüf eseri

Şerafeddin beyin ehliyeti de 11 numara idi.

Hasip Paşa konağının, Seyyid Hazretleri’nin oturmasına

tahsis edilen kısmı meğerse izale-i şuulu imiş. Ali bey,

ne zamandır evi sahiplerine teslim etmezmiş. Bir gün

karşı tarafın avukatı, yanında hammallar ile, önceden

haber vermeden gelerek evin derhal boşaltılmasını

bildirdi. Bu çirkin durum karşısında. Seyyid Hazretleri ve

ailesi, özel eşyalarını toplayıp evi hemen terkettiler.

Çınar Karakolu’ndaki eski konak

92 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Aile, yeni bir ev kiralanana kadar Bakırköy’de Hacı

beylere misafir oldu. Bir müddet sonra Koca Mustafa

Paşa semtinde Çınar Karakolu karşısında ahşap bir eve

taşınıldı. Bu ev, eski büyük konaklardan birinin yarısı idi

Bu köhne evde bir kış geçirildi. Yangından çıkıldığından

evde göze görünen fazla bir eşya yoktu.

İstanbul henüz işgal altında idi. Ama şehrin böyle ücra

ve köhne köşelerinde işgalci askerler görülmüyordu.

Buraları, geçim sıkıntısı içinde olan fakir halk ile gücünü

yitirmiş, gençlerini savaşlarda kaybetmiş veya yeni bir

cepheye göndermiş ailelerin, dulların, yetimlerin ve

birkaç yüz metre sonra şehri kuşatan surların hemen

ötesindeki servilerin serin gölgeliklerini bir kurtarıcı

umudu ile gözleyen ve ömürlerini civardaki mescit ve

camilerde geçiren yaşlıların yaşadıkları köşelerden biri

idi.

Yunanlılar Anadolu’yu ele geçirmek için bütün çabalarını

sarfediyorlardı. Eskişehir’i geçmişler, Sakarya nehrine

dayanmışlardı. Seyyid Hazretleri’nin Kur’ân ilmini ilk

yaymaya başladıkları Sivrihisar’ı almışlar, Polatlı’ya

hâkim sırtları ellerine geçirmişlerdi. Gayeleri Ankara’yı

bir an evvel almak ve bu suretle Türklerin kazanma

inanışlarını mânen yıkmaktı. Buna paralel olarak Ankara

hükümetinin Kayseri’ye nakli gün meselesi olmuş,

Meclis’in çalışması için Kayseri Lisesi hazırlanmıştı bile.

Fakat buna lüzum kalmayacaktı. Zira, Türk askeri,

Kurtuluş Savaş’ının kalbi olan başkentlerini bırakmak

niyetinde değildi. Savaş devam ettikçe askerlerimiz

93 Seyyid Ahmed Hüsameddin

topraklarına daha sıkı yerleşiyordu. 23 Ağustos 1921 de

Yunanlılar Sakarya ırmağının doğusuna geçerek

birliklerimize saldırdılar. Ancak Eylül ayı girdiği halde

netice alınmıyordu.

O dönemde Sivrihisar’da bulunan Seyyid İsmetullah,

eniştesi Emin bey vasıtası ile Seyyid Ahmed Hüsameddin

Hazretleri’ne gönderdiği mektupta memleketin içinde

bulunduğu durum ile ilgili olarak babasının görüşlerini

almak ister. Mektup kendisine okunduğu zaman Seyyid

Ahmed Hüsameddin Hazretleri, "imtihan dönemimizin başlangıcı Sivrihisar’dır, Yunan oraya kadar gitti ”

dedikten sonra, Mekkî olan Kamer sûresinin Bedir

Savaşı20 ile ilgili ve Medine’de nâzil olan 3 âyetini ele

alarak bu seferki Türk-Yunan savaşı hakkındaki fikrini

beyan eder.

Kur’ân-ı Kerim 54/45-47: “Toplulukları dağıtılacak, yüzgeri edeceklerdir. Kıyamet günü onların buluşma zamanıdır. O ne korkunç, ne acı gündür. Doğrusu suçlular sapıklık ve çılgınlık içindedirler.”

Bu açıklamayı kaleme alan Emin bey 14 Eylül 1921 de

aşağıdaki mektubu Seyyid İsmetullah’a gönderir:

"Düşman kendisine vaad edilen yere kadar gitti; fakat oraya kadar gidişi kendisi için müsibetli, felâketli ve acıklı olacak ve geriye hakir ve rüsva olarak ve bozguna uğrayarak dönecektir. Kendilerini üstün zannederek, zayıf düşen vatan topraklarımızı basıp

20 Hz. Peygamber sallallâhü aleyhi ve sellem ile Mekkeli

müşrikler arasındaki 624 yılında yapılan ilk savaş

94 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

birçok facia ve mezalim icra eden ve cinayetlere cüret eden bu sefih millet, umumun teveccühünü kaybederek zillete düşecek ve kazandığı şehirler elinden çıkacaktır. Memleketlerine tamamen çekildikten sonra cemiyetleri inhilâl edecektir.

Gözümüzün müthiş gördüğü bu cemiyet, yani ordu, mağluben geri gideceklerdir. Karargâhlarına, yani memleketlerine, avdet ettikten sonra büyük ibtilâlara uğrayacaklardır. Ve devlet büyüklerinin hakkımızda kötü bir şekilde ortaya attıkları yalan ve iftiraların mahiyeti meydana çıkarak umumun nefretini üzerlerine çekeceklerdir. Aralarında zuhur edecek nifak ve tefrikalar sebebiyle birçok parçalara ayrılacaklardır."

Emin bey mektubuna şöyle devam etmektedir:

“Vaktiyle (Mustafa Kemal) Paşa’ya gönderilen livâ-ı

şerife hürmet ve Seyyid Hazretleri’ne ihlâs ve irtibatını

ne kadar muhafaza ederse kendisine ve ordusuna o

nisbetle fütuhat müyesser ve kalblerine sükûnet

tecelli edecektir. Paşa’nın ismi bu femm-i muhsinde,

kerem sahibi ağızda, dolaştıkça Allah’ın yardımı gerek

kendilerine ve gerekse ümmete refik ve muin

olduğuna bizim imanımız vardır. Seyyid-i Sâdât olan

bu pir-i âli şan, bu memlekette ve aramızda durdukça

selâmet ve istiklâlimiz emindir. 14.9.1921 ”

Kurtuluş Savaşı’nın başladığı günlerden beri sık sık

“Erinden başkumandanına kadar her rütbedeki asker teşvik bekler. Zafere inanmaları için aydınlık bir uc,

bir nokta görmeleri lâzımdır” diyen Seyyid Hazretleri,

İçel meb’usu Sırrı bey vasıtası ile Başkumandan’a o

95 Seyyid Ahmed Hüsameddin

günlerde bir mektup yollar. Bu mektupta mukavemet

etmelerini yâni dayanmalarını ve çekilmemelerini bildirir

ve zaferin ordumuza ait olacağını müjdeler.

Yüksek kumanda mevkiindekilerin çekilmeyi

düşündükleri bir sırada bu mektup, Paşa’nın eline

geçmiş olabilir. Savaşın bu kritik anında Mustafa Kemal

Paşa, ordunun ve düşmanın durumu konusunda Mareşal

Fevzi Çakmak ile görüştükten sonra çekilmenin iki üç

gün daha ertelenmesine karar verir.

Yunan birlikleri, 10 Eylül 1921 günü gerçekleştirilen

saldırıya karşı koyamadı ve bir yandan çatışmayı

sürdürürken öte yandan gizlice Sakarya'nın batısına

çekilmeye başladı. Türk karargâhı büyük bir dikkatle

sürdürülen bu harekâtı, bir köylümüzün karargâha

gelerek Yunan askerlerinin çekilmekte olduğunu

söylemesiyle üç gün sonra öğrendi. Bu tarih, Yunan

ilerlemesinin durması ve hezimetinin başlangıcı oldu.

İstanbul gazeteleri Sakarya Meydan Savaş’ından sonra

yeni zaferleri müjdeliyorlardı. Seyyid Hazretleri, günlük

gazeteleri muntazam bir şekilde takip ederlerdi.

Gazeteleri, Seyyid Ali Rıza ve ara sıra da Seyyid Mücteba

yüksek sesle okurlardı. Ordumuzun kazandığı zaferler

karşısında Seyyid Hazretleri sevinç ve memnuniyetini

açıkça belirtir, asker ve kumandanlarımızın galibiyetleri

için onlara hayır duada bulunurdu.

Anadolu’da Kurtuluş Savaşı devam ederken Seyyid

Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin evinde günlük hayat

96 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

her zamanki gibi sürüp gidiyordu.

Seyyid Mücteba, Seyyid Mûsâ Kâzım ve Seyyid Nureddin

bu yeni muhitte evlerine yakın olan Koca Mustafa Paşa

Mekteb-i İptidaisi’ne yani ilkokuluna yazıldılar. Bir gece

Seyyid Mûsâ Kâzım, din dersinde öğretmeninin

söylediklerini büyüklerine anlatıyordu: ’’Günahkârlar,

sırtlarında taşıdıkları odunlarla katran kazanlarını

kaynatıyorlarmış ve sonra Allah onları bu kazanlara

atıyormuş.” Henüz ilkokul ikinci sınıf öğrencisi olmasına

rağmen bunu şöyle yorumluyordu. ’’İnsanları Allah

yaratmış. Ne için kendi yarattığını yaksın? Sırtımızda

taşıdığımız odun değil olsa olsa kendi günahımız

olabilir. Bu ağır yükü dünyâda da taşıyabilirdik. Allah

âciz mi ki, günah işleyeni bağışlayacağı yerde onlara

eziyet etsin? Bunlar ancak insanların yapacağı kötü

şeyler olabilir.” Bunları dinleyen Seyyid Hazretleri, eşi

Gülsüm hanıma “Hocalarımızın, şu çocuklar kadar aklı

yok ” demişti.

Gülsüm hanım gençliğinde okuduğu kitapların tesiri ile

olacak ki bir gün Seyyid Hazretleri’ne, “Efendim, ben

cehennemden çok korkuyorum. Orada insanlar

hakikaten yanacak mı?” diye sormuş. Seyyid Hazretleri de

“Cehennemden korkulur mu hiç? Orası insanları,

günahlarından arındırarak pâk ve ulvî ruhların katına

yükseltecek bir yerdir. Elbisemiz veya gömleğimiz

kirlenirse ne yaparız? Temizleninceye kadar kaynatır,

çitiler veya tokaçlarız. Temiz olduğunu görünce de

katlar diğer temiz çamaşırların arasına koyarız.

97 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Cehennem, işte budur. Burada temizlenen günahlar,

Cennet’teki temiz emsalleri seviyesine gelince oraya

gideceklerdir" buyurmuştur.

Eserlerin yeniden kaleme alınması

Bir gün Gülsüm hanım, Seyyid Mûsâ Kâzım’ı yanına

çağırıp gayet ciddî bir tavırla “Oğlum, baban aşağıda

sohbet ediyor. Ziyaretçileri her ne kadar kendisini ilgi ile

dinliyorlarsa da sonradan dinlediklerini unutuyorlar.

Babanın yorulması ve nefes tüketmesi boşa gidiyor. Şu

kâğıdı kalemi ah aşağıya git ve babanın söylediklerini

yaz.” diyerek onu Seyyid Hazretleri’nin yanına gönderdi.

Seyyid Kâzım odaya girdiğinde bir çok kimsenin sohbeti

büyük bir dikkatle dinlediğini gördü. Eniştesi Emin beyin

yanma oturarak, babasının söylediklerini yazmak üzere,

cebinden kâğıdını kalemini çıkardı Ancak ilkokul ikinci

sınıf öğrencisi ne yapabilirdi, Seyyid Hazretleri’nin o ağır

ifadelerini nasıl yazabilirdi? Hakikaten o daha yazmaya

başlamadan eniştesi elinden kâğıdı kalemi aldı ve

yazmaya koyuldu. Gülsüm hanımın ikazı ile başlayan bu

hareket, eserlerin yeniden ortaya çıkması için bir

başlangıç, bir nüve oldu.

Seyyid Hazretleri’nin devamlı ziyaretçileri arasında olan

Baytar Emin bey, o gün Damad Emin beyin yanında

oturuyordu. O da hemen cebinden küçük bir defter

çıkartarak sohbeti yazmaya başladı.

***

Baytar Emin bey, Seyyid Hazretleri gibi Sultan

98 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

II.Abdülhamit’in gazabına uğramış, Fizan’a kadar

sürülmüştü. Yüksek rütbeli bir subay olan Baytar Emin

bey, Yunan askerlerin Seyyid Hazretleri’nin Bursa’daki

evlerine geldikleri zaman da orada bulunanlar

arasındaydı.

Fizan’da bulunduğu sırada Emin beyin başından ilginç

bir olay geçer. Afrika’nın merkez ve batısında bulunan

Müslüman kavimlerin çoğu, inanç bakımından, Seyyid

Abdüsselâm Hazretleri’ne21 bağlı imişler. Emin bey de,

oradayken sürgün günlerinde teselli bulmak için bu zâta

bağlı kişilerin devam ettiği bir dergâha gidermiş. Bir

gece dergâhtan çıkıp evine dönerken arap çapulcular

yolunu keserler. Ölümle yüzyüze gelen Emin bey, “Yetiş

ya Abdüsselâm!” diye feryad eder. Bunu duyan araplar

onu serbest bırakıp giderler. Aradan seneler geçer, Emin

bey bu olayı unutur. Bir gün sohbette bulunduğu bir

sırada Seyyid Hazretleri, kendisine hitap ederek, Seyyid

Abdüsselâm’ın büyüklüğünden bahseder ve

“Oğlum, O büyük bir zât idi, seni kurtardı. Ama, bize

iltica etmiş olsa idin biz de seni kurtarırdık.” der. Emin

bey, daha sonraları ailesine “Bu hadiseden Seyyid

Hazretlerine bahsetmemiştim Bu ne büyük bir

tasarruftur ” diyerek olayı anlatmıştır.

Buna benzer bir olay da Bandırmalı Halit ustanın

21 Peygamber soyuna mensup olan Seyyid Abdüsselam el-

Esmer (1475-1574) Trablusgarp’ın Zelitan bölgesinde

nyaşamış ve Kuzey Afrika’da etkili olmuş bir sûfidir. Türbesi

hâlâ önemli bir ziyaretgâhtır.

99 Seyyid Ahmed Hüsameddin

başından geçmiştir. Yunan işgali sırasında şehirdeki iş

yerini kapatan Halit usta, Manyas ve havalisinden aldığı

koyun ve kuzuları İstanbul’a getirip satarmış. Çok

yorgun olduğu bir gece, çobanlarına uyumamalarını sıkı

sıkı tembih ettikten sonra kendisi uyumuş. Çobanlar da

yorgun olacaklar ki onlar da uyuyakalmışlar Halit Usta

sabaha karşı alacakaranlıkta uyanınca bakmış ki çobanlar

uyuyor ve ortalıkta ne koyun var ne de kuzu. Çerkez

eşkiyanın ve çapulcuların o havalide hâlâ hüküm

sürdüğünü bilen Halit Usta, korktuğuna uğradığını

anlıyor. Bir müddet civarda koyunlarını arıyor,

bulamayınca da yüksek bir yere çıkarak avaz avaz ‘Yetiş

Seyyidim!” diye bağırıyor. Bir müddet sonra, bir kaç atlı

geliyor ve onlara burada ne aradıklarını soruyor. Halit

usta da sürüsünü kaybettiğini söylüyor. Bunun üzerine

gelenlerden biri diğerlerine, ”Ben herkesin malına

dokunulmaz demedim mi size! Hemen gidin bu adamın

sürüsünü kendisine teslim edin.” diyor. İstanbul’a

gelince ilk iş olarak ziyarete geliyor. Seyyid Hazretleri

hatır sorduktan sonra Halit ustaya,

"Oğlum, başınız daraldığı zaman bize iltica edin,

dediysek dağların başına çıkarak sabah

karanlığında avaz avaz bağırın demedik size . Yavaşça

da söyleseniz biz duyarız.”

diyerek hem iltifat ve hem de tatlı bir şekilde ikaz

ediyorlar.

Beşiktaş’a taşınma

100 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

1922 yılının ilk günlerinden birinde ev sahibinin yaptığı

saygısız bir hareket karşısında Seyyid Hazretleri anî bir

kararla evden ayrılmak istediler. Savaş yıllarında

yoksulluk içinde yaşamaya çalışan fakir halka manevî bir

destek vermek istercesine, ”Hâdim-ül fukara” lakabının

icâbı bu köhne semtte oturmayı tercih etmiş olan Seyyid

Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin başka bir semtte

taşınmayı arzu etmesi memleketin barışa ve refaha

kavuşacağına dair bir müjde idi. Şerafeddin Ünder’in

hemen o gün Beşiktaş’da bulduğu eve akşamüstü

taşınıldı. Saray mensuplarından birine ait olan sarı

boyalı, kâğir, iki katlı bu ev Valide Çeşme’sinin üstündeki

sokağın nihayetinde bulunuyordu. Ihlamur sırtlarına

hâkim güzel manzarası ve değişik görünüşü ile önceki

evlerden çok farklı idi. O zamanlar İstanbul’un, değil her

evinde, ancak bâzı semtlerinde elektrik vardı. Fatih

yangınında yanan konakta olduğu gibi bu evde de

elektrik tesisatı bulunuyordu.

Seyyid Hazretleri, fırsat buldukça oğulları ile otomobil ile

gezilere çıkıyorlardı. Bu gezilerde Şerafeddin Under

tarafından çekilen fotoğraflar, bugün elimizde kalan çok

kıymetli hatıralardır.

Altı ay kadar kısa bir süre kalınmasına rağmen bu ev,

hayatın mutlu bir dönemine sahne olmuştur. Seyyid Ali

Rıza’nın evlenmesinden sonra küçük Seyyidlerin sünnet

düğünleri ile aile, bir mürüvvet daha görmüştür.

11 Haziran 1922 deki sünnet düğününde eve sinema getirilmesine izin veren Seyyid Hazretleri, bu fikri ortaya

101 Seyyid Ahmed Hüsameddin

atan Şerafeddin Ünder’e, “İyi olur oğlum, biz de görürüz.

” diye ilgisini ifade etmiştir. Seyyid Mûsâ Kâzım o günkü

hâtıralarını şöyle dile getiriyor: ”Bu gün bende kalan

intiba, ne filmi aydınlatmak için kullanılan karpit

lambasının pis kokusu ne de filmin konusudur. Babamın

büyük bir dikkatle filmi seyretmesi ve ilgilenmesi hâlâ

gözlerimin önündedir. Bu sözlerim bu gün hiç bir anlam

taşımaz; çünkü sinemaya gitmeyen, filim seyretmeyen

kimse kalmadı artık. Fakat dün böyle değildi. Sinemayı

bırakın, fotoğraf çektirmek bile bazı kesimlerde küfür

sayılıyordu. Kuru taassup, din kurallarının üzerinde

tutuluyordu. Halbuki babam, medeniyetin icaplarını ve

getirdiği yenilikleri büyük bir titizlikle takip ediyordu.

Bisiklete şeytan arabası denilen bir devirde otomobil

almış, fotoğraf çekmenin ve çektirmenin haram sayıldığı

zaman kendi eliyle bana fotoğraf makinası hediye

etmişti. Şerafeddin ağabey, babamın fotoğrafını çekmek

için izin isteyip bir sakıncası olup olmadığını sorduğunda

babam cevaben “Çek oğlum hiç bir mahzuru yoktur. Bu bir surettir. Ancak bizim cahil kalmış halkımız karşılarına kor da putlaştırırlar, ondan korkarım.” buyurmuşlardır.”

Bir gün Seyyid Hazretleri, Şerafeddin Ünder’e “Oğlum

Şeref, pek sıkıldım. Biraz dolaştır beni” der. Otomobille

Ihlamur semtine gidilir. Seyyid Hazretleri bu güzel

ortamda bir süre dinlenmek isteyince civardaki evlerin

birinden bir koltuk temin edilir ve ağaçların gölgesine

yerleştirilir. Bir aralık Seyyid Ahmed Hüsameddin

Hazretlerinin yüzüne güneş gelir. Yanlarında bulunan

102 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Ayân Halil efendi, “Efendim, yüzünüze güneş geldi;

müsaade ederseniz koltuğu çekelim.” der. Bu söz

üzerine Seyyid Hazretleri, “Oğlum Halil, o da bize

müştak, bırak da nasibini alsın” buyururlar.

Seyyid Hazretlerinin bu hâlini tesbit etmek için fotoğraf

çekmek isteyen Şerafeddin bey, Seyyid Ali Rıza beyin

iznini alarak hemen Beşiktaş’daki atölyesine gidip

fotoğraf makinasını getirir. Seyyid Hazretlerinin bu gün

elimizde bulunan ve kıymetli fotoğraflarından biri olan

koltuktaki pozunu böylece tesbit eder.

Yine o günlerden birinde, Seyyid Ahmed Hüsameddin

Hazretleri’nin bir başka fotoğrafı daha çekiliyor. Seyyid

Ahmed Hüsameddin Hazretleri, oğullan Seyyid Ali Rıza,

Seyyid Mücteba ve Seyyid Kâzım ile torunu Seyyid

Nureddin ve damadı Emin bey olduğu halde Şerafeddin

Ünder’in kullandığı otomobil ile Bakırköy’e giderler.

Bugün Bakırköy’ün denize yakın yerinde Ataköy’e olan

sınırının batısı, o tarihlerde, baruthane arazisi idi ve

burası işgal kuvvetlerinin kontrolü altındaydı. Zırhlı

otomobiller, kamyonlar ve bunların çektiği toplarla dolu

olan bu alanda güvenlik önlemleri çok sıkı idi. Yolun

sonunda, işgal altında bulunan barut fabrikasının ve

kumandanlığın nizamiye kapısının iki yanında nöbetçiler

ve yol üzerinde de çift barikatlar vardı.

Kapıya yaklaşılınca Şerafeddin bey, Seyyid Hazretlerine

“Ne tarafa gidelim efendim?” diye sordu “Doğru götür

oğlum” tâlimatını alınca o da tereddütsüz nizamiye

103 Seyyid Ahmed Hüsameddin

kapısına yanaştı. Nöbetçi askerler herhangi bir şey

sormadan telaşla barikatları açtılar. Böylece içeri girilerek

deniz kenarına kadar ilerlendi. Genç Seyyidler, bir süre

deniz kenarında neşe içinde oyalandılar. Şerafeddin

Ünder bu firsatı kaçırmak istemedi ve fotoğraf

makinasını hazırlayarak burada da bir fotoğraf çekti. 22

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri geldiğini ve izin

almadan içeriye girdiğini gören kimi Hintli, kimi Sudanlı

sömürge askerleri otomobile 10- 15 metre kadar

yaklaşarak, toplanmaya başladılar Seyyid Hazretleri

bunların İngiliz askerleri olduğunu öğren ince onlara “İyi bakın, düşmanınızı tanıyın. Buradan sizi ben atacağım”

buyurdular.

1922 yılında okullar tatil olunca ailece Bursa'ya gidildi.

Sivrihisar ve civarı düşmandan kurtarıldığı için yollar

daha emniyetli idi. Bu bakımdan Seyyid İsmetullah ve

ailesi de Bursa’ya geldiler. Seyyid Tahsin zaten

Bursa’daki evde oturuyordu. Böylece bütün aile yaz

aylarını beraber geçirmiş oldu.

22 Kitabın baş tarafındaki fotoğraf, Seyyid Hazretlerinin

otomobilin içinde çekilen bu fotoğrafından alınan bir

portresidir.

104 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

MUSTAFA KEMAL PAŞA'YA MEKTUPLAR

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin, Mustafa

Kemal Paşa’ya olan ilgisi, daha o, ünlü bir subay olarak

halk arasında tanınmadan çok önce başlamıştı. Seyyid

Hazretlerinin, Trablusgarp’da yazdığı ve kitabımızın ön

sahifelerinde yer alan şiirinde, ülkeyi kurtaracak olan

zâtın 1881 de zuhur edeceğine işaret vardı. Bilindiği gibi

1881 Mustafa Kemal’in doğum tarihidir. Şiirdeki “Başını

hırkaya çekmiş şol yatan arslana bak” mısraı, Mustafa

Kemal’in Kocatepe cephesindeki, fotoğraflara yansımış

bir görüntüsünü sanki tasvir etmektedir. Hatırlanacağı

gibi Mustafa Kemal’in kaputuna sarılarak dinlendiği bir

anı yansıtan resim, bu dizelerin gerçekleşmesi hâlidir.

1922 yılında Seyyid Hazretleri’nin, Mustafa Kemal’e

gönderdiği diğer bir mektubunda Farsça yazılmış bir şiir

vardı

Çi gâm divâr-ı ümmet râ

Ki dâred çün tu peşt-i bân

Ki pâk ez mevc bahrân râ

Ki bâşed Nûh keştibân

“Sizin gibi âli bir kumandan sefıne-i Ehl-i Beyt

muhabbeti mıntıkasına dahil olunca emvâc-ı mesaibden

ne zahmet çeker” anlamına gelen bu dörtlüğü bizzat

kendisi Türkçe olarak açıklamıştır. Bugünkü Türkçemiz

ile sadeleştirdiğimizde Seyyid Hazretleri’nin Mustafa

105 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Kemal Paşa’ya şöyle iltifat ettiğini görüyoruz: ”Sizin gibi yüce bir kumandan Ehl-i Beyt muhabbeti gemisine dahil olunca, felâket dalgalarından asla zahmet çekmez?”

Aynı yıl gönderdikleri başka bir mektupta “Uzun zamandan beri milletin felâketten kurtuluşu ve iyiliği

ile uğraşıyorsunuz” sözlerinden sonra zaferin yakın

olduğunu bildiren müjdeyi vermiştir. Bu mektup,

İstanbul-Çanakkale mevkii müstahkem kumandam

Miralay Şevket bey vasıtası ile Mustafa Kemal’e

verilmiştir.

Seyyid Hazretleri tarafından, 1923 de Baytar Emin beye

dikte ettirilerek yazdırılan ve önemli hususlara dikkat

çekilen uzun mektup, Baytar Emin beyin notları ile

beraber aşağıya alınmıştır.

“H. 1339 tarihinde Cenâb-ı Seyyid Ahmed Hüsameddin

Hazretleri’nin Kemal Paşa’ya irsâl ettiği mühim mektubu:

“Sinn-i şeyhuhetimiz arıza tahrir ve takdim etmeye

mâni olmakla beraber bilvâsıta bâzı mektuplar takdim

olundu. Bu kerre bu meveddetnâmemle ihtimam

edilerek bâzı noktalar üzerine nazar-ı dikkatinizi celp

etmek istiyorum.

"Hakkal ümerâ alel ulemâ ennasıhatü vedduâ"

medlulünce duâ ve himmetimiz dâim ve sâbıttir.

Ümmetin halâsı ve itisamına ait hizmete zât-ı âlileri

mânen memur ve intihab olunduğunuzdan Cenâb-ı

Hakk Hazretleri muininizdir. Bununla beraber

106 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

düşmanlarınızın ittifak etmesine meydan

verilmemelidir. Zira, İngilizlerin takip ettikleri gaye

Türkleri, Küçük Asya’dan çıkartmak ve kuvvetlerini

kırmaya mâtufdur. Memleketimizden kaçanları deniz ve

kara tariki ile üzerimize sevk ve tasallut ettirmek için

hazırlanıyorlar. Bastığınız yerlere sizi muhafaza edecek

bir surette metanet ve kuvvet veriniz. Kapıları gayet iyi

pekitleyiniz. Yani Çanakkale’ye hâkim olunmasına

dikkat buyurunuz. Ondan sonra nazarınızı şarka

çeviriniz. İhtimam buyurulması hakkında tavsiye

ettiğim noktalar bize malum ve işaret olmuştur. Bu da

“El ilhâm-ü leyse min esbâbil ma’rifeti' kavli “

kabilinden olup lüzumunda ona göre âmil olursunuz.

Zât-ı âlileri evlâd-ı mânevîyemizsiniz. Gönlümüz bir

mıknatıs ibresi gibi nereye gitseniz sizi takip eder.

Muhibbiniz olan bu pir-i faninin şu sözlerini

ehemmiyetle dinleyiniz. Hürmetlerimi ithaf ve

muvaffakiyetinizi temenni ve duâ ederim”

Bu mektup, H.1339 (1923) tarihinde ihvanımızdan Afyon

meb’usu Vasfi bey vasıtasıyla Gazi Paşa Hazretleri’ne

takdim olundu. Femm-i saadetlerinden çıkan sözleri

tesbitle bu mektup tarafımdan zapt ve tahrir edildi.

Nutuk buyurduğu iki cümle her nasılsa idhal ve ilâve

edilmedi. Bu cümleler şunlardır: ”Karadeniz’in selâmeti

elinizdedir. Bizden çıkanların bir daha girmemesi için

Boğaz’ı kapatınız. Kapıyı iyi pekitlerseniz fenalıklar akîm

[neticesiz, kısır, beyhûde; boş.] kalır.”

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri günlük

gazetelerden ordumuzun harekâtını her gün takip

107 Seyyid Ahmed Hüsameddin

ediyordu. 22 Ağustos 1922 tarihinden başlayıp 9 Eylül

1922 günü İzmir’de sona eren onbeş günlük

kovalamadan sonra istilâcı kuvvetlerin denize dökülmesi

olayı memleketimizde hakikî bir bayram yarattı.

Cerrahpaşa’daki evin alınışı

1921 de Bursa’da bulundukları günlerde Seyyid

Hazretleri, İstanbul’da yeni bir ev aldılar çünkü kira

evlerinde dolaşmaktan sıkılmışlardı. Okulların açılma

tarihine doğru Gülsüm hanım, yeni evin temizlik ve bâzı

ufak tâmirat işlerini yaptırmak için çocuklarla beraber

İstanbul’a döndü.

Cerrahpaşa semtinde, Çardaklı Hamam sokağındaki ev,

eski Bahriye Nâzırlarından birine aitmiş. Hastahanenin

hemen yanındaki bu büyük konak, harem ve selâmlık

olmak üzere iki kısımdı ve her iki cephesinde de bahçesi

bulunuyordu. Konak, sokağa adını veren Çardaklı

Hamam’ın yerine inşa edilmiş olduğundan zemin katta

gayet büyük taşlıklar vardı, içinden künkler geçen kaim

duvarlı soğukluk kısmı hâlâ duruyordu. Üst katın bir

bölümü soğukluğun bâzı odalarının yüksek kubbeleri

üzerine inşa edilmişti. Evin etrafı yüksek duvarlarla

çevrili idi. Çardaklı Hamam sokağı evin iki yanını

kuşatıyordu. Dar cephesinde fakir bir ailenin küçük evi

ve bahçesi, diğer tarafında ise gazeteci ve meşrutiyet

devrinin siyasîlerinden Ali Kemal’in evinin geniş bahçesi

yer alıyordu.

Evin ön bahçesi güzel tanzim edilmişti. Büyük bir havuz

108 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

ve üzeri kapalı bir de kuyu vardı. Kuyunun suyu acı

olmakla beraber çok fazla idi. Tahminen bir zamanlar

hamamın suyu buradan veriliyormuş. Derinliği 11 kulaç

olan kuyunun çapı 4 metre idi; içi tonoz örülü ve üst

tarafı kemerlerle kapatılmıştı.

Evin üst katından, Sultan Ahmed ve Ayasofya camileri

dahil Marmara Denizi geniş ölçüde görülürdü. Mehtaplı

gecelerde, adaları da içine alan gümüşten bir şerit eve

doğru uzanır ve mehtabın devamı boyunca hiç

kaybolmazdı.

Onarım, boya ve benzeri işler tamamlanınca ev, güzelce

döşendi. Artık yangın sonrası derbederliğinden

kurtulunmuştu. Seyyid Hazretlerinin Bursa’dan

gelişinden sonra ev şereflendi. Bütün aile şimdi bu evde

toplanmıştı.

Bu günlerde Anadolu’muz düşman istilasından

kurtulmuştu. Ankara Hükümeti yeni bir devlet kurmaya

çalışırken, yokluk ve sıkıntıya rağmen halkımız

yarınından emin oluşun mutluluğu içindeydi. Seyyid

Hazretlerinin Türk milleti hakkında bir temennisi vardı.

Bu, temenniden ziyade, milletimiz için bir müjde idi:

“Güneşin şarktan doğuşu gibi bundan sonra medeniyet de şarktan doğacaktır ve Türkler de lâyık oldukları mevkii alacaklardır.”

Seyyid Hazretleri de memleketin bu çoşkusuna uyarak

Fatih yangınından sonra ilk defa olarak Kur’ân’ı Türkçe

olarak takrir sûretiyle yazdırmaya başladı. O gün hangi

sûre yazılacak ise o sûreden bir âyet okunur, gözleri yarı

109 Seyyid Ahmed Hüsameddin

kapalı, belki de murâkabe hâlinde koltuğunda oturan

Seyyid Hazretleri âyetin mânâsını söylerdi. Bu sırada

Seyyid Ali Rıza, damad Emin bey veya kâtiplerden biri tek

harf kaçırmadan not ederlerdi.

Daha sonra Seyyid Hazretleri’nin istirahati zamanında

not alanlar bir araya gelirler, tutulan notları

karşılaştırırlar, fikir birliği olunca notlar büyükçe bir

deftere temize çekilirdi. Şayet notlar arasında bir farklılık

olursa ertesi gün, öğrenmek istedikleri yeri sorarlardı.

Ancak Seyyid Hazretleri, aynı âyeti daha değişik

ifadelerle tekrar anlatırlardı.. Bu sûretle Amme cüzü

tamamlandı ve “Mezâhir-ül Vücûd Alâ Menâbir-üş

Şühûd” adı altında baskıya hazırlanan ilk kitap oldu.

Taş baskı tekniği ile basılan kitabın bir kısmı ciltlenerek

satışa çıkarıldı, bir kısmı da sahifeler hâlinde eve getirildi

ki bunlar, burada formalar şekline getirilerek abonelere

postalandı. Henüz on yaşında olan Seyyid Mûsâ Kâzım

bu işleri görev bilmiş, severek yapıyordu. “Matbaadan

gelen baskıların taze mürekkep kokusunu hâlâ dün gibi

duyar ve hissederim.” demektedir.

Bu kitabı okuyan, Antep’in ileri gelen bocalarından biri,

ilk formayı eline alarak “Şuna bakın, kunduracı ustasını

Allah yapmış ” diye çarşı içinde ulu orta konuşmaya

başlamış. Damad Emin bey bu olayı öğrenince Seyyid

Hazretleri’ne “Efendim, müsade ederseniz dâva açalım

mı?” diye soruyor. Seyyid Hazretleri buna cevaben

“Oğlum! Bizim cahillerle uğraşacak vaktimiz yok Onlar rab kelimesinin lügat anlamını bilmezler. Ama

110 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

kendilerini her işte erbab sanırlar” buyurmuştur23

Seyyid Hazretleri hocaların bilgilerini eleştirir, böyle

insanların yetiştirdiği kimselerden hayır gelmeyeceğini

açıkça ifade ederlerdi. Değil böyle cahil hocaların, ilim

adamı vasfını taşıyan nice insanın bile eşyânın hakikatine

inememiş ve satıhta kalmış olduğunu söylerlerdi.

Sohbetlerinde bulunan biri; Seyyid Hazretleri’nin

kendisine “Oğlum, her gelen bizden dünyâ istiyor.

İlmimizi talep eden çıkmadı aralarından” dediğini

anlatmıştı. Hakikaten halkımız yalnız dış görünüşe itibar

ediyor. Şayet millet olarak eşyanın görünüşünü bırakıp

mahiyetine; ilmin safsatasını terk edip hakikatine

inmesini bilseydik bugün geri kalmışlıktan kurtulur,

çağdaş medeniyet seviyesine ulaşırdık. Tutucu ve cahil

şeyhlerin ortadan kaldırılması ve onların kara kaplı hiçbir

işe yaramaz kitaplarının bugünkü nesil tarafından

okunamaz hâle gelmesi maalesef çok bir şey ifade

etmedi. Halkımızın dine olan sonsuz saygı ve inanışı

yüzünden yeri ilmî bir şekilde doldurulamayan boşluk

yeni yobazların türemesine sebep oldu.

Kitap çalışmaları devam ederken bir taraftan da Seyyid

Hazretleri gelen ziyaretçilere irşad edici sohbetlerde

bulunuyorlardı. Bu sohbet toplantılarında bulunan

Lutfullah (Baydoğan) anlatmıştı. ”Bir gün Seyyid

Hazretleri’nin sohbetlerinde bulunuyorduk. Bir aralık

sohbeti keserek durdular. Sonra, “Muhiddin-i Arabi Hazretleri büyük zâttır. Şayet onun devrinde olsaydım

23 Erbab kelimesi, rab kelimesinin çoğul hâlidir.

111 Seyyid Ahmed Hüsameddin

talebesi olurdum. Ancak o şimdi bizim devrimizde bulunsaydı öğrencimiz olurdu. Zira kendisine Kur 'ân 'in bir sûresinin, ihlâs sûresinin mânâsı verilmiştir.

Halbuki bütün Kur'ân bize tevdi kılındı.” buyurdular.

Yanlarından ayrıldıktan sonra huzurunda bulunanlara

“Seyyidimizin bu sözü hangimize aittir?” diye sordum.

Ziyaretçilerden biri “Acaba, Muhiddin-i Arâbî mi yoksa

Seyyid Hazretleri mi büyük, diye düşünüyordum ki, ben

cevâbımı aldım.” demiştir.

Günler gelip geçiyordu. Anadolu düşman istilasından

kurtulmuştu. Ancak bütün yurdu saran bu yangından

neler kurtarılmıştı, yüzlerce senelik ihmalden sonra

Osmanlı İmparatorluğu’nun enkazı arasında işe yarar

neler kalmıştı? Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin

Cumhuriyet’in ilânına rastlayan günlerdeki üzüntü ve

temennilerine değinmekte yarar var.

Osmanlı İmparatorluğu’nda fen, sanat ve ticaret

çoğunlukla azınlıkların elinde idi. Müslüman halk daha

ziyade memuriyet veya ziraatle uğraşırdı. Özellikle

Anadolu’muzdaki halkın geri kalmışlığı Seyyid

Hazretlerine üzüntü veriyordu. Onların eğitilmesi

konusunda hassasiyetle duruyordu.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri eserlerinde ağır

İlmî ifadeler kullanmasına rağmen “Edvâr-ı Âlem Maaz-ı

Cismim”24 adındaki kitabında, yazı dilini köylümüzün

24 Türkçeleştirildi orijinal metinde konu yarım kaldığı için

M. Kâzım Öztürk’ün “Edvâr-ı Alemden Parçalar” adlı kitabına

bu bölüm alınmamıştır.

112 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

anlayabileceği konuşma tarzına kadar sadeleştirerek,

onları aydınlatmaya ve uyarmaya çalışmıştır.

Bu eserde ziraat ile uğraşan köylümüze aralarında

birleşerek üretim ve tüketim kooperatifleri kurmalarım,

yetiştirdikleri ürünü bir araya getirerek

kıymetlendirmelerini tavsiye ediyordu. Böylece ihtiyacını

duydukları herşeyi kendi paraları ile alacaklarından

tefecilere muhtaç, dolayısı ile onların esiri olmayacakları

bildiriyordu.

Bu kıymetli kitaptaki köye ve köylüye ait kısımlar, 1914

yılında neşredilmeye başlanan ve 15 günde bir çıkan “El

Mirsad” dergisinde Türkçe olarak yayınlandı. Ancak

derginin yayın hayatı fazla uzun sürmedi; sadece 23 sayı

neşredildi I. Dünyâ Savaşı’nın getirdiği zorluklar

karşısında derginin yayınına, sonra devam edilmek

üzere, ara verildi Büyük bir talihsizlik olarak “Edvâr-ı

Âlem” adlı bu kitap, Fatih yangınında kül olan eserler

arasında bulunduğundan yukarıdaki konu maalesef

yarım kalmıştır.

Seyyid Hazretleri ’ni üzen ikinci husus öncekinden daha

büyüktü. Bu, milletimizin ilim ve bilgi bakımından

çağdaş toplumlardan çok geri kalmış olması idi. Bunun

bütün sorumluluğunu ilmiye kisvesi altındaki yobaz

hocalarda buluyordu. “Medreselerde ben böyle dedim, o şöyle dedi gibi sözlerden başka ciddî bir şey öğretmiyorlar çocuklarımıza. Yabancılar müsbet ilimleri talim ederken biz safsata ile vakit geçiriyoruz.”

şeklinde üzüntülerini bildiriyorlardı. Ayrıca tekkeleri

113 Seyyid Ahmed Hüsameddin

yobaz ve cahil hocaların buralarda, halkımızı gerilik ve

uyuşukluğa alıştırdıktan bir yer oldukları için zararlı

görüyorlar ve "'Yeni hükümetin ilk işi tekkeleri ve

zaviyeleri 25 kapatmak olmalıdır” diyorlardı.

Gençlerimizi fen ve sanatta ciddî şekilde eğiterek çağdaş

medeniyet seviyesine yetiştirecek müesseselerin

kurulmasını arzu ediyorlardı. Toplumun medenî bir

şekilde yaşaması için ilim ve sanata ağırlık verilmesini

aksi takdirde milletin perişan olacağını bildiriyorlar ve

“Yeryüzünde mevcudiyetimizi isbat edemezsek mülk

ve milletimiz hüsran içinde kalacaktır” diyerek

gençlerimizi iyi yetiştirmeleri için yetkilileri ikaz

ediyorlardı

Cumhuriyet'in ilânı

1921 yılı memleketimizin kaderini tayin eden mutlu bir

yıl oldu. Millî sınırlarımız fiilen tayin edildi. Ankara

Hükümeti’nin adı Türkiye Cumhuriyeti olarak değiştirildi.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri "Cumhuriyet devri Ehl-i Beyi devridir. Bu devirde Ehl-i Beyt’in kadri

bilinecektir” buyurmuşlar ve bunu daha sonraları sık sık

dile getirmişlerdi.

Padişahlık resmen sona ermişti. (Daha sonra 3 Mart

1924 de Hilâfet müessesesi de ilga edildi.) Memleketin

sathı sefalet ve ıztırab içinde olmasına rağmen ufukları

ışıl ışıl parlıyor ve yarın için ümit veriyordu.

25 Zaviye: Hücre, küçük oda demektir Tekkenin küçüğüne

verilen addır.

114 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin, cumhuriyetin

ilânından 20-25 sene evvel Trablusgarp’ta kaleme aldığı

“Tefsır-i Kebir” adlı eserinde Kehf sûresinin 26

yorumunda devlet idaresinden, cumhurbaşkanlığından

hattâ başkanlık sisteminden bahsedilmiştir. Fatih

yangınında yanan eserin “Makasid-i Şuhud” ismi ile

Türkçe olarak ikinci kez yazımında bu önemli konu

tekrar ele alınmıştır. Cumhurbaşkanı olarak seçilen

kimsenin kendi kültürü oranında memlekete ve millete

kültür getireceğini ifade eden Seyyid Ahmed

Hüsameddin Hazretleri, insanların maddî ve mânevi

alanlarda edindiği bilgiler nisbetinde medenî olacaklarını

ve hayatın medeniyette olduğunu bildiriyordu.

“Medeni olabilmek için, medeniyetin gereklerinden olan ahlâk, ilim, eğitim, sanat, ticaret gibi memleketin ilerlemesini, mutluluk ve barış içinde olmasını gerektiren şeylerde erginliğe ve ilmin derinliğim varılmalıdır. Çünkü bunlar medeniyetin güvenilir rehberleridir. Bunlar olmadıkça medeniyet yollarında ilerlenemez ”

Seyyid Hazretleri’nin bu konuda ifade buyurdukları bir

kaç özlü sözünü bir kere daha tekrarlamakta yarar var.

“Milletin, fen ve sanatın her şubesinde asrın

ilerleyişini takip ve tetkik ederek ve bunlardan

faydalanmaya çalışarak ekonomik bakımdan kuvvet

ve güç kazanması lâzımdır. "

26 M Kâzım öztürk. Kur’ân’m 20. Asra Göre Anlamı, cilt III.

1980 Ayyıldız Matbaası

115 Seyyid Ahmed Hüsameddin

“Milletin, ekonomik işlerde, cemaatleri ayırmaksızın

onlara yardım ve koruma elini uzatması, insanlığın

belgesi ve medeniyetin hakikatidir."

Güneş Yılı

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin üzerinde

önemle durdukları bir konu da ay yılı yerine güneş yılının

kullanılması hususu idi.27 Kur’ân 9/36: ’’Allah’ın gökleri

ve yeri yarattığı günkü yazısında, Allah’a göre ayların

sayısı onikidir. Bunlardan dördü hürmetli aydır.28 Bu

dosdoğru bir nizamdır...” Seyyid Hazretleri, bu âyete

dayanarak, güneş yılının dünyânın gerçek düzenine

uygun olduğunu eserlerinde bildirdikleri gibi

sohbetlerinde de bu konuyu sık sık dile getirmişlerdi.

Bu konunun önemini belirtmek için kasa bir açıklamaya

gerek vardır.

Feyyaz-ı Mutlak’m bütün yaratılmışlar üzerindeki etkisi

güneşten gelen feyzler vasıtası iledir. Güneş ile tabiat

arasındaki doğal bağ zaten buna kesin bir işarettir.

Tabiat olayları, çoğunlukla, ay takviminin düzenine

uygun olarak gerçekleşmez. Bitkilerin gelişmelerini,

hayvanların yavrulamalarını kuşların göçlerini

27 Daha geniş bilgi için: M.Kâzım Öztürk ’Tevil” ve aynı yazarın

“İslâmda Kutsal Günler ve Geceler”adlı eserine baş vurulabilinir.

28 Hürmetli (Harâm) aylar Kamerî yılın birbirini takip eden

Zilkade, Zilhicce, Muharrem ayları ile İslâm öncesi Mukat

kabilesi tarafından kutsal sayılan ve Cemaziyelevvel ve Şaban

aylan arasında yer alan Recep ayıdır.

116 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

meteorolojik olayları düşünün hepsinde İlâhî bir takvim

düzeni vardır. Seyyid Hazretleri, “Mezâhir-il Vücûd” adlı

eserinde, Tekvîr sûresi’nin meâlinde bu konuya geniş

şekilde yer vermektedirler.29

İslamiyet’ten önce Mekke, önemli bir ticaret şehri idi. Bu

ticareti genellikle Yahudiler idare ederlerdi. Bizans

topraklarından, doğudan veya Afrika’dan gelen tüccarlar

Mekke ve civarında kurulan panayırlarda buluşurlardı.

Panayır tarihlerini Yahudi tüccarlar tesbit ederler; gerek

bedevilere ve gerek şehirlerde yaşayanlara herhangi bir

yerde kurulacak olan panayırın zamanını bildirmek için

gökteki ay’ı işaret olarak gösterirlerdi. ”Ay hilâl

şeklindeyken buradaki panayıra” veya “Üç dolunay

geçince şuradaki panayıra gidilecek” diye haber

verirlerdi.

Ay takviminde aylar 29 ve 30 günlüktür. Bu bakımdan ay

yılı, güneş yılından 10 gün eksiktir ve gerçek düzene

yâni güneş takvimine uymadığı için belirli sürelerde bir

ilave ay eklemek sureti ile devamlı düzeltmeye ihtiyaç

gösterir.

İslâmiyetten sonra da bu durum bir süre daha devam etti

Ancak, yıl düzeltmeleri için konulan ilâve ay’ı, kötü

düşünceli kişiler savaşmanın yasak olduğu haram ayların

arasına sokmakla hacc zamanında hacıların yolunu

keserek soygunculuk yapmak ve cinayet işlemek gibi

kötü amaçlarına âlet ettiler. Bu itibârla Tevbe sûresinin

29 M.Kâzım Öztürk.”Kur’ânın 20 Asra Göre Anlamı” cild l ,s.322

117 Seyyid Ahmed Hüsameddin

37. âyeti vahyolundu. Kur’ân (9/37): “Sapıtmak için

hürmetli ayların yerlerini değiştirip geciktirmek küfürde

gerçekten ileri gitmektir. İnkâr edenler Allah’ın haram

kıldığı ayların sayısını uydurmak için, onu bir yıl haram,

bir yıl helâl sayıyor, böylece Allah’ın haram kıldığını helâl

kılıyorlar. Kötü işleri kendilerine güzel göründü. Allah,

inkâr eden toplumu doğru yola eriştirmez.” Bu âyet, ilâve

ayın kaldırılması için Cenâb-ı Hakk’m kesin bir emri idi.

Nitekim, Peygamberimiz (sallallâhü aleyhi ve sellem),

Hicret’in altıncı senesinin Zilkade ayında Umre hacc’ı

yapmak istemişti. Kureyşliler buna mâni olduğundan

aralarında Hudeybiye anlaşması imzalanmış ve hacc

görevi bir sonraki yıla bırakılmıştı. Peygamberimiz, Vedâ

Hacc’ında söylediği son hutbede de Tevbe sûresinin 36.

âyetini tekrarlayarak, ayların arasına ek ay konulmaması

konusunda müslümanları bir defa daha uyarmıştır.

“Geçen sene Zilkade ayında hacc yaptığınız halde

Zilhicce dediniz...” Bakara sûresi’nin 194. âyeti de bunu

teyit eder. “Haram olan ay haram olan ay bedelindedir,

hürmetler karşılıklıdır...”

Ayların yerlerinin değiştirilmesi, Peygamberimizin

(sallallâhü aleyhi ve sellem) Hakk’a yürümesinden 7 sene

sonradır. Bu yüce Peygamberin dünyâyı şereflendirdikleri

gün, ilk vahyin gelişi, ve vefatı tarihleri kesin olarak

bilinirken Mekke’den çıkmaya zorlanışı ve Medine’ye

göçünün böyle önemli bir konu için seçilmesi son derece

üzücü ve aynı zamanda hayret vericidir.

Seyyid Hazretleri’nin güneş takviminin kullanılması

118 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

husûsundaki düşünceleri, vefatlarından bir kaç ay sonra

genç cumhuriyetin ilk devrimlerinden biri olarak

gerçekleşti ve Hicri takvim kullanımdan kaldırıldı.

Memleketimizde, dinî konularda hâlâ ay yılının

kullanılması, haram ayların mevsimlere göre yerlerinin

değişmesine sebep olmaktadır ve bu durum Kur’ân’ın

9/37. âyetine ters düşmektedir.

(Osmanlı İmparatorluğu’nda Hicret’i başlangıç kabul edip

Ay Yılı’nın kullanıldığı Hicrî- Kamerî takvim geçerli idi.

Bunun yanı sıra, 1840’dan itibaren, yine Hicrî-Kamerî yılı

esas alan ancak 1 Mart’ı yılbaşı kabul eden Mâlî (Rûmî)

takvim de kullanılmaya başlandı. Her Mâlî yıl, Milâdî

takvime göre ilk 10 ayı bir, son 2 ayı onu takip eden yıla

düşen iki ayrı yılı karşılardı. Her 33 yılda bir, bir Hicrî

sene düşülmesi kabul edilmiş ve bu suretle atlanan

senelere Siviş Yılı denmiştir. Cumhuriyet’in ilândan sonra

26 Aralık 1925 tarihinde kabul edilen bir kanunla l Ocak

1926’da Türkiye’de tek resmî takvim olarak Gregoryan

esasına uygun Milâdî takvimin uygulanmasına başlandı.)

Zekât

Seyyid Hazretleri, zekât konusunda da farklı düşünmekte

ve bu konuya değişik bir bakış açısı getirmekteydi. Bu,

üzerinde ciddiyetle durulması gereken önemli bir

konudur.

Bilindiği gibi zekât, müslümanlığın beş şartından biri

olup her müslümanın bir yıl içinde çalıştırıp kazanç elde

ettiği gelirinin kırkta birini yoksullara vermesi zorunluğu

119 Seyyid Ahmed Hüsameddin

olarak tanımlanır. Kur’ân’da namaz ve zekât bir çok

âyette birlikte zikredilir. Zira, namaz mânevî, zekât ise

maddî bakımdan arınmamızı sağlar.

İslâmiyetin ilk yıllarında yoksullara, gazilere ve şehit

ailelerine devlet hâzinesi ve mâliyesi yerine geçen Beyt-

ül Mâl’den yardım yapılırdı. Bu yardımın kaynağı

ganimetlerle karşılanıyordu. Zekât, Hicret’ten sonra

kesin emir hâline gelmiştir. Kur’ân, zekâtın miktarı ve

yükümlülüğünü zaman ve şartlara bırakmıştır.

Mekkeli müşriklerle 628 yılının Mart ayında imzalanan

Hudeybiye Antlaşması’nın maddeleri müslümanlar için

ağır görünürse de, sonucu bakımından müslümanlar

lehine olumlu gelişmelere zemin hazırlamıştır. Bu suretle

müslümanlar siyasî bir topluluk olarak tanınmış ve bir

devlet karakteri kazanmışlardır. Devlet için gerekli

masrafların karşılanması için zekâtın toplanması Beyt-ül

Mal’e görev olarak verilmiş ve zekât toplayan memurlar

tayin edilmiştir. Peygamberimizin vefatından sonra Ömer

ibni Hattâb, zekâtını vermeyen bir kimseye gönderdiği

haber ile zekâtını ödemediği takdirde memurlar vasıtası

ile bunu zorla alacağını bildirmiştir.

Seyyid Hazretleri modern devlet çerçevesinde devlet

hâzinesi ve Merkez Bankası’nın Beyt-ül Mal yerine

geçerli olduğunu belirtmişlerdir. Dolaylı veya dolaysız şekilde devlet hâzinesine giden verginin de zekât hükmünde olduğunu, zirâ devlet hizmetinde çalışan asker, memur, emekli, dul ve yetimlerin geçimleri için gerekli paraların bu hâzineden ödendiğini işaret

120 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

etmişlerdir. Bu bakımdan vergisini tam ve zamanında

ödeyen kimseyi, zekâtını ödemiş gibi, dinî vazifesini

yerine getirmiş bir mümin kabul etmek gerekir.

Seyyid Hazretleri yoksullara yapılacak olan yardımlar

hakkında şöyle derlerdi: “Fakire para vermekle onu

zengin edemezsiniz.” Nitekim Kur’â’ın Beled sûresinin30

tevilinde yardımların belediyeler veya varlıklı şahısların,

muhtaçlara yardım amacı ile kurdukları kuruluşlara

yapılmasına işaret etmiştir.

30 M.Kâzım Öztürk/’Kur’ân’ın 20 Asra Göre Anlamı” Cilt I,s.216

10«

121 Seyyid Ahmed Hüsameddin

SEYYİD HAZRETLERİ’NİN GÜNLÜK HAYATI

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin günlük

yaşantısı gayet düzenli idi. Allah’ın bütün nimetlerini

muazzez tutarlar, kendilerine ikram edilen şeyleri red

etmezlerdi. Fazla miktarda yemek yemezler, ancak

yemeğin zamanında servis edilmesini isterlerdi. Hz.

Hüseyin aleyhisselâmın şehadetine saygı göstererek

Kerbelâ günü madenî kapla su içerlerdi. Bunun dışında

ince bardakla su içmeyi tercih ederler, gerek yemek ve

gerekse çay takımlarının muntazam olmasını arzu

ederlerdi. Sabah kahvaltısında genellikle çay içerlerdi.

Dağıstanlı olduklarından çayı sevdiklerini söylerlerdi.

Bursa’da yaz tatillerini geçirdikleri zaman ikindi çayını

çoğunlukla arka bahçedeki çalışma odasında içmeyi arzu

ederlerdi.

Gece yatsı namazından biraz sonra yatarak istirahat

ederler, herkesin uykuya çekilmeleri ile kalkarlar ayran

veya çay ile bir dilim kızarmış ekmek yerlerdi. Bundan

sonra zamanlarını çoğu kez şafak sökene kadar ibâdet

ve çalışmaya ayırırlardı.

Hiçbir mükeyyifata [Keyif verici, sarhoşluk verici şeyler. ]

itibar etmezlerdi.

Ziyaretlerine gelenlerden birinin “Efendim sigara haram

mıdır?” sorusuna “Hayır oğlum, haram değil

122 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

mekruhtur,31” dedikten sonra sigara dumanının insan

sağlığına zararlı olduğunu bu sebeple, ona verilen

paranın daha yararlı yere sarf edilmesinin uygun

olacağını söylemişlerdi.

31 Mekrûh:Din bakımından haram olmayan fakat kullanılması

ancak zorunlu hallerde izinli olan

123 Seyyid Ahmed Hüsameddin

SEYYİD HAZRETLERİ’NİN HAKK’A YÜRÜMESİ

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin kitap

çalışmaları 1925 yılı Ramazan’ma kadar devam etti.

Ramazan ayı güzel başlamıştı. Teravih namazlarını ev

halkı cemaatle kılıyor, sanki neşe denizi içinde

yüzülüyordu. Bir akşam Seyyid Hazretleri

rahatsızlandığından teravihe gelmedi.

O tarihte henüz 12 yaşında olup ilkokul beşinci sınıfa

giden Seyyid Mûsâ Kâzım 24 Nisan Cumartesi gününü

şöyle anlatmakta:

“Sabah okula gideceğim sırada babam beni çağırdı,

kucaklayıp öptü. Arkamdan yavaş sesle hayır duâ ettiğini

duydum. Bir mânâ verememekle beraber, bu benim için

baha biçilmez bir iltifat olmuştu. Buna rağmen

neşelenemedim. Ezici, kahredici bir kaygı, tarif

edemeyeceğim bir his ve heyecan vardı içimde. Ramazan

olduğu için okulda üç ders okunurdu. Eve her zaman

koşarak geldiğim bu kısa yolda yürümek dahi ağır geldi

bana o gün. Pencerelere korka korka baktım. Camlara

hüzün karanlığı çökmüştü sanki. Merdivenlerden

yukarıya çıkıncaya kadar kimse bir şey söylemedi bana.

Annemin hıçkırarak boynuma sarılışı ve yeniden kopan

vaveyla her şeyi bana anlatmaya kâfi geldi. Ama nasıl

olurdu? Babam, sabah karyolasında oturuyordu. Beni

kucaklamış, öpmüştü. Demek bu kucaklayış ve öpüş bir

ayrılığın ifadesi imiş. Acaba bunun için mi içimde bir

burukluk hissetmiştim. Bir şey kopmuştu içimden.

124 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Ağlayamadım, ağzım gibi gözüm de kurumuştu.

Annemin, Ali ağabeyimin, ve yengemin şefkat dolu

kucaklarında yeni bir hayat yolunun ilk izlerini buldum.

Hiç kimse ile konuşamıyordum. Zaten kimsenin de

benimle konuşacak hâli yoktu.

Akşama doğru, annem bana da büyük bir insan gibi

önem vererek, bir toplantı yaptı ve açıkça babamın vefat

ettiğini, ismet ağabeyimin yengemle beraber Giresun’da,

Tahsin ağabeyimin de Bursa’da bulunmaları doİayısı ile

yapılacak işte ortak bir karara varmamız gerektiğini ifade

etti. Bu iş, babamın nereye defnedileceği konusu idi.

Bursa’daki evin bahçesine gömülmesi bir fikir olarak

ortaya atıldı. Başka bir fikir ise Fatih türbesi civarına

gömülmesi idi. Annem bir tez attı ortaya. Cevâd

ağabeyimin Edirnekapısı kabristanına defnedilmesini

kendileri istemişti. Her cuma günü babam oraya gider,

kabrin başındaki iki selvi ağacı arasında otururdu. Bu

bize, orasını seçtiğine dair bir işaretti. Sonra bir ay evvel

anneme, “Bu yaz bir yere gitmek istiyorum. Topkapı Maltepe'si civarında bir ev tutalım, Ramazandan sonra

oraya gidelim olmaz mı?” demişti. Bu da ayrıca bir

işarettir, denildikten sonra lâzım gelen yerlere haber

verilmesi kararlaştırıldı.

Nasıl sabah oldu, uyudum mu, uyumadım mı hiç

bilmiyorum. Ertesi gün evin sokağa karşı olan

koridorundan gelen feryad ve hıçkırık avazeleri üzerine,

kapandığım köşeden koridora çıkarak büyük bir

topluluğun önünde ve sevdiklerinin omuzlan üzerinde

125 Seyyid Ahmed Hüsameddin

yükselen babamın tabutuna gözden kayboluncaya kadar

huşû içinde baktım Dün kuruyan göz yaşlarım bugün

çoştu. Bir sel gibi gönlümün tâ içlerine kadar aktı;

saatlerce hıçkırıklarımı tutamadım.”

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin yakın dostu

Baytar Emin beyin notlarından Seyyid Hazretleri’nin

vefatına rastlayan dakikaları birlikte okuyalım.

“1925, 11 Nisan 1341(Rûmî) ve 18 Ramazan 1343 (Hicrî)

Cumartesi günü saat yediyi yirmi dakika (Ezani) geçe

intikal-i seyâdetpenahileri vuku buldu Bu hengâmda

ihvandan fakir yanında bulundum Ramazan-ı Şerifin

ondördüncü salı günü namazını kıldıktan sonra

seccadesinin toplattırılmaması ve bundan sonra açık ve

serili kalacağını küçük valdeye emir ve işaret buyurdu.

Vefatından yarım saat evvel koltuğunda otururken “Bit

sene tebdil hava için Bursa 'ya gitmeyelim.

Edirnekapısı'da ufak, 3-4 odalı bir ev alalım. Oraya tebdil

edelim, olmaz mı?"

Küçük valdeye vâki bu telmihi, Edimekapısı’na defin

edilmesine bir emir ve işaret teşkil etti. Bundan sonra

yatağına yattı. Valde yanında olduğu halde "Elimden tut,

korkma!” buyurduktan sonra “Hu!... " zikriyle bir kaç

dakika zarfında teslim-i ruh etti.

Bu zaman zarfında muktezi vazifeyi Cenâb-ı Hakk

Hazretleri bu abd-i âcize nasip etti.

Seyyid-i müşarünileyhin teslim-i ruh etmesi ile beraber

Beyt-i nübüvvete büyük bir hüzün, müessir bir çığlık ve

126 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

büka düştü.”

Seyyid Hazretleri’nin vefatından kısa bir müddet sonra, o

sırada Giresun’da bulunan Seyyid İsmetullah ile

Bursa’daki evde ikamet etmekte olan Seyyid Tahsin

İstanbul’a geldiler.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin mübarek

naaşları, Fatih camiinde kılınan öğle namazını takiben

Edimekapısı Kabristanı’nda, sevgili oğlu Seyyid Cevat’ın

mezarının yakınına defnedildi. Edirnekapısı Mezarlığı

yıllar sonra İstanbul çevre yollarının inşaat alanı içinde

kaldığından Seyyid Hazretleri’nin saadetli kabirleri 25

Haziran 1971 Cuma günü yapılan dinî törenle buradan

alınarak Topkapı’daki Yeni Kozlu mezarlığında tahsis

edilen mahalle aynen nakledildi. Burada düzenlenen

ikinci bir dinî törenle toprağa verildi. Bu olay ertesi gün

Tercüman gazetesinde “Peygamber ahfadından

onikisinin kabri nakledildi.” başlığı ile ilk sahifede yer

aldı.

Hazreti Fatma’nın evlâdı Hazreti Hüseyin’in mübarek

soyundan gelen ve Peygamberimizin 40. torunu olan

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin mânevî

vazifesinin ve yüceliğinin, hayat hikâyesi içinde

anlatılması mümkün değildir. Kur’ân-ı Kerim’in

tamamının mânâsının zâhire çıkarılması kendisine, yüce

Peygamberimiz tarafından emredilmişti. Seyyid Ahmed

Hüsameddin Hazretleri’nin Hicrî 1300 (Milâdî 1882)

yılında mânen açtıkları bu yeni ilim çağı, Kur’ân çağıdır.

Bugün fen ve sanatta gördüğümüz fevkalâdelikler

127 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Cenâb-ı Hakk’ın ilminde mevcut olup, Kur’ân’ın

müteşabihat hükümlerindeki sırların açığa çıkmasıyla

zuhura gelmiştir. Zira, Allah ilminde saklı olan bir şeyi,

İnsan-ı Kâmil’in düşünmesi o gerçeğin zâhire çıkması

demektir. Bundan sonra bu gerçek, hangi inanışta olursa

olsun, müstait olan kimselerin kalplerine yansır ve

oradan türlü şekillerde zuhura gelir. Nitekim Seyyid

Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin yazılı eserleri yanmış

olmasına rağmen zahire çıkardıkları gerçekler müstait

kalplere yansıyarak yayılıp devam edeceklerdir.

***

Seyyid Hazretleri’nin evlâdları

Seyyid Hazretleri, Hüsameddin Ebül Haydar ismi ile de

anılırdı. Zira ilk doğan evlâdının adı Ali Haydar idi. Çocuk

iken vefat eden Ali Haydar’dan başka kız ve erkek olmak

üzere Zehra, Şerife, Zehra, Celâleddin, Mustafa Ahrar ve

Cafer Sadık isimli altı evlâdı da henüz bebeklik

yaşlarında iken vefat etmişlerdir.

Evlâdları:

Mehmet İsmetullah (Sivrihisar 1882-İzmir 1952)

Hasan Tahsin (Sivrihisar 1885-Bandırma 1942)

Hüseyin Hüsnü (Sivrihisar 1888- Bursa 1912)

Ali Rıza (Bursa 1891-îstanbul 1930)

İbrahim Hakkı (Bursa 1895-Ayaş 1914)

128 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Fatma Zehra (Trablusgarp 1898-Bursa 1920)

Mehmet Cevat (Trablusgarp 1902-İstanbul 1912)

Mahmud Mücteba (İstanbul 1911 -İstanbul 1935)

Mûsâ Kâzım (İstanbul 1913-25 Mayıs 1996)

***

129 Seyyid Ahmed Hüsameddin

SEYYİD AHMED HÜSAMEDDİN HAZRETLERİ’NİN

ESERLERİ

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri bütün eserlerini

yüce Kur’ân’ı esas alarak yazmışlardır. Zira gelmiş ve

gelecek bütün ilimleri içine alan Kur’ân’ın anlamını açığa

çıkarmak, Peygamberimizin soyundan gelen seçilmiş

kimselere verilen ilâhı bir bağıştır. Hz.Muhammed

(sallallâhü aleyhi ve sellem) bir hadisinde, “Ben ilmin

şehriyim ve Ali de bu şehrin kapısıdır.” buyurmuşlardır.

Seyyid Hazretleri bu hadisi açıklarken “Ben de bu ilim şehrinin kapısının anahtarıyım. Binüçyüz senedir kapalı duran ilim şehrinin kapısını ben açtım”

demişlerdir. İşte bu bakımdan Seyyid Hazretleri’nin

sözlerinin her kelimesi bu ilim şehrinden alınmış

hakikatlerdir. Şayet gelecek nesiller bunları araştırır ve

onlara sahip çıkarsa kıyamete kadar devam edecek olan

Kur’ân ilmine de vâkıf olurlar.

İnsan, bedeni mesabesinde olan maddî ilim ile kâfi

derecede bilgi sahibi olabilir, ancak, ruhu mesabesinde

olan hakikat ilmini, sahibinden öğrenmesi lâzımdır. Bu

“Kitâb-ı Mûsa ’ ile “Kitâb-ı Hârûn” misâli birbirinden

ayrılmayan ‘Kur’ân” ile onun mânâsına vâkıf olan “İnsân-

ı Kâmil’dir Kur’ân’ın mecâzî ve gizli mânâya elverişli

âyetlerine “Ayat-ı Müteşabihât”, mânâsı açık olan

âyetlerine de “Âyat-ı Muhkemât” denilir. Müteşabih

âyetlerin anlamlan, ilimde belirli bir makama varmış olan

İnsân-ı Kâmil’in kalbine yansır. İnsân-ı Kâmil, Ârif-i

Billah’tır ki, işte Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri

130 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

böyle bir zâttır. Bundan dolayı her sözü Kur’ân’dan bir

hikmettir.

Asırlar boyu İslâm ilim adamları Kur’ân’ın daha ziyade

muhkemât kısmı ile ilgilenmişlerdir Bu yüzden Kur’ân

âyetlerindeki hakikatler ve incelikler insanların lâyıkıyle

yararlanacağı derecede açıklanmamıştı Bir Insân-ı

Kâmil’in Gayp Alemi’nde bulunan bir ilmi ortaya

çıkarması sonucudur ki ancak o zaman bu ilim, müstait

olan insanların kalplerine istidatları ve ilimde kazanmış

oldukları rüsuh seviyesi nisbetinde yansır. Zamanın ve

medeniyetin ilerlemesi ile Kur’ân’m anlamında gizlenmiş

olan hakikatlar böylece ortaya çıkacak ve her biri

gerçekleştikçe bunlar tasdik edileceklerdir.

Seyyid Hazretleri bu önemli hususta şöyle

buyurmuşlardır:

“Kur’ân-ı Kerim’i bütün fen ve sanat ilimlerini içinde

toplamış olduğundan müslümanlar dinlerinde kuvvet

buldukça, bu ilimler birer birer Kur'ân’dan çıkarılacak; ve

keşiflerden sonra Kur'ân-ı Kerîm’deki kelimelerin

açıklığını nasıl olup da geçmiştekilerin bunları

anlayamadıklarına hayret edilecektir."

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin Kur’ân’a te’vil

yoluyla verdikleri yorumun ışığı altında yeni bir

medeniyet çağının açıldığı aşikârdır. Eserlerinin her

sahifesinden bir kitap meydana getirmek mümkündür.

Ancak bunun için Kur’ân’ın ilmine vâkıf olmak lâzımdır,

ilim, kalbe gelen mânevî bir feyz olduğuna göre, kalbi bu

131 Seyyid Ahmed Hüsameddin

ilme hazırlamakta yarar vardır. Maddî ilimlerle istidâdı

gereği çalışarak kendini yetiştiren kimseler, kalplerine

gelen bu feyzden yararlanırlar ve birçok harikalar

meydana getirirler. Bunun dinî bilgilerle alâkası yoktur.

Bu yolda gayret sarfeden kimse başarıya ulaşır ve

Kur’ân’daki İlâhî feyzden nasibini alır.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, Kur’ân’ın te’vil

yolu ile açıklanması hususunda Peygamberimizden aldığı

mânevî emri, Trablusgarp’a gider gitmez yerine

getirmeye koyuldu. 1897 yılında bu büyük çalışmasına

başlarken kaleme aldığı fevkalâde önemli önsözde

“Edvâr-ı Âlem Maaz-ı Cismânî” adlı bu kitabı yazma

amacını şöyle ifade ediyordu.

132 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

'‘İslâm’ın nurunu, ufuklarda parlatacak olan Kur'ân’ın

yüceliğini gözler önüne sermek ve gitgide müthiş bir sel

halini almakta olan kuşku ve bâtıl inanç cereyanlarına

karşı Müslümanların düşüncelerinde ilmi, dinî ve inanış

esaslarını tesbit etmek ve devamlılıklarını sağlamak

maksadı ile bu kitabı yazıyorum."

Seyyid Hazretleri’nin eserlerini günümüz Türkçesi ile

yayınlayan M. Kâzım Öztürk bu çalışmaları hakkında

“Babam, Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin büyük

emeklerle meydana getirdiği Türkçe eserlerini okurken,

bu ilme susamış meraklıların Kur’ân’ın gerçeklerini

yansıtan böylesine yüce eserlerden yararlanamadığına

üzülüyordum O nun kıymetli eserlerini bir taraftan

gelecek nesillere aktarmaya çalışır, diğer taraftan da

anlamlarını araştırmaya devam edecek olursak bugün

için üstümüze düşen vazifeyi yapmış oluruz

kanaatındayım.” demektedir.

Seyyid Hazretleri eserlerinde, devrin İlmî yazı geleneğine

uygun olarak ağır bir lisan kullanmıştır. Bunun yanı sıra

eserlerinde geçen ifadeler de çoğu zaman mecâzı

anlamlar taşır. Bu bakımdan Seyyid Hazretleri’nin

eserlerini anlamak için O’nun kullandığı terminolojiye

âşinâ olmak gereklidir. Kendine mahsus terimler ve

kavramlar ile, geniş anlamlara gelen benzetmeler yaptığı

için eserlerini dikkatle ve defalarca okumak icab eder.

Cümlelerin anlamlarını kuvvetlendirmek düşüncesi ile

hemen hemen aynı anlama gelen mükerrer kelimeler de

kullanmıştır. Öyle ki kitaplarının isimleri bile bu tarza

133 Seyyid Ahmed Hüsameddin

uygun olarak verilmiştir. Bunlar okuyucunun hayâlinde

kitabın konusunun anlamını aksettirecek ve zihninde iz

bırakacak şekilde seçilmişlerdir.

Bu kerim Seyyid, Trablusgarp’da iken eserlerini Arapça

kaleme aldıkları halde 1908 de Türkiye’ye dönüşlerinden

sonra Türkçe yazmaya özen göstermişlerdir.

Edvâr-ı Alem Maâz-ı Cismâni

Kur’ân te’viline Hz. Ali kerremallâhü veçhe tertibi

üzerine başlayan Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri

Trablusgarp’da 1897 yılında Arapça olarak kaleme aldığı

bu ilk eserinde Felâk (114) ve Nâs (113) sûrelerinin

mânâlarını açıklamışlardır. Sığınılacak, baş vurulacak

yeğâne kaynak olan Kur’ân’ın bu iki sûresini açıklarken

Seyyid Hazretleri dinî konulardan ayrı olarak sosyal

konulara da değinmişlerdir.

Seyyid Hazretleri bu eserinde ayrı bir bölümde ve yine bu

sûrelere dayanarak evrenin yaratılışı, ve güneş

sisteminden bahseder. Dünyâmız ile ilgili konularda

havanın suya dönüşümü ve denizlerin tazelenmesi gibi

çarpıcı açıklamaları vardır. “İnsanda kan iki nevi olduğu gibi arzda kan mesabesinde olan su da tadı ve tuzlu olarak iki nevidir.”

Üzülerek söyleyelim ki, bu eser 1918 Fatih yangınında

kül olmuştur. Ancak El-Mirsad dergisinde Türkçe olarak

yayınlanan bâzı kısımları “Edvâr-ı Âlem’den Parçalar”

134 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

32adı ile M. Kâzım Öztürk tarafından yayınlanmıştır.

Tefsir-i Kebir

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, bu büyük eserini

de Trablusgarp’da Arapça olarak kaleme almıştır. On

ciltten ibaret olan bu Kur’ân tefsiri Fatih yangınında

yanan eserler arasında idi Maalesef bu eserden hiç bir iz

kalmamıştır.

Müşahhasât-ı Süveri Kur’âniyye

Müşahhasât-ı Süveri Kur’âniyye adlı bu kitap

Trablusgarp’da kaleme alınmıştır. Seyyid Hazretleri

arapça olarak yazdığı bu eserinde Kur’ân’ın bâzı

sûrelerindeki müşahhasât’ı (somut bilgileri) yeni bir

yorum ile dile getirmişler ve Kur’ân sûreleri vasıtası ile

Allah Teâlâ’dan kula erişen yakınlıktan

bahsetmektedirler. Bu eserde Kur’ân’ın her sûresi ayrı bir

fasikül olarak tertip edilmiştir

Seyyid Hazretleri, sûreleri bazân bir ve baz ân da birkaç

değişik tertip üzere tevil yolu ile açıklama yaparlardı.

Şer’î hiçbir hükmü ifade etmeyen Müteşâbih âyetlerin,

İslâmiyetin doğru düşünce ve inanışlarına uygun olarak

tevil edilmesinin önemini eserlerinde sık sık dile

getiriyorlardı.

Yurda döndükten sonra bu eserin her biri yirmişer sahife

32 Edvâr-ı Âlem’den Parçalar”, (I.Baskı),Burhaneddin Erenler

Matbaası, İstanbul 1953; (II.Baskı) Yeni Savaş Matbaası,

İstanbul 1967

135 Seyyid Ahmed Hüsameddin

olan Abese (80), Kehf (18), Meryem (19), Tâ-Hâ (20),

Enbiya (21), Hacc (22) sûrelerinin tefsirlerini ihtiva eden

altı bölümü yayınlanmıştır:

“Sohbet-ül Mele-il a'lâ fi Tefsir Sûre-i Abese ve Tevella”

(İstanbul 1910)

Arapça olarak yazılan bu eser, karşılıklı konuşma

kuralları ve birlikte iyi geçinme yolları hakkında kıymetli

fikirleri ihtiva eden ve insanın görüşeceği kimseleri nasıl

seçmesi gerektiğini gösteren bir risaledir.

“Hikmel-ül Envâr fî Tefsir Kehf -ül Esrâr “

(İzmir 1913)

Kur’ân’ın (18) Kehf sûresinin ihtiva ettiği din ve dünyâ ile

ilgili bir çok gerçeklerden, Eshâb-ı Kehfin hakikatinden

ve arz üzerindeki madenlerden bahseden kıymetli bir

eserdir.

“Ruh-ül Hikemfi Tefsir Kelime-i Meryem “

(İzmir 1913)

Bu eser Meryem sûresinin açıklamasını içerir İmrân kızı

Hz Meryem’den İsâ (aleyhisselâm)’ın dünyâya gelişi ve

Hz. İsa’ya ait bir çok hakikatlerden bahseden bu

bolümde, ayrıca bu konu hakkında oluşmuş yanlış

fikirler üzerinde durularak gerçekler aydınlatılmıştır.

“Nûr-ül Hûda fî Tefsir Sûre-i Tâ-Hâ “

(İzmir 1913)

136 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Tâ-Hâ sûresinden söz eden bu risale Hz.Mûsâ

aleyhisselâmın Tûr-i Sinâ’da Allah’ın lûtfuna nail olması

ile buna dair te’villeri, Sinâ dağının gerçeklerini ve İlâhî

tecelli gibi çok önemli konuları içermektedir.

“Bürhan-ül Asfiyâ fî Tefsir Sûre-tül Enbiya”

(İzmir 1913)

İnsanların dünyâ ve ahiretle ilgili hâllerinin nasıl oluştuğu

ve nasıl cereyan ettiğinin ele alındığı bu te’vilde Enbiya

sûresinin gökbilimi ve fen bilimleri açısından da yorumu

yapılmaktadır.

“Hüccet-ül Hucec fî Tefsir Sûre-tül Hacc “

(İzmir 1913)

Bu eser yer küresinin özelliklerinde ve ahiret âleminin

gerçeklerinde gizli olan olağanüstü hâllerden bahseder.

“Lem’at-ül Âfâk fî Zuhûr-u vel İşrâk”

Bu eserin ismi güneşin doğması ile ufukların

aydınlanması anlamına gelmektedir. Seyyid Ahmed

Hüsameddin Hazretleri yaptığı tevil ile Kur’ân güneşinin

yeniden doğuşunu ve bunun ilim dünyâsının ufuklarını

aydınlatacağı düşüncesi ile eserine böyle bir isim vermiş

olabilir.

Seyyid Hazretleri’nin Trablusgarp’da Arapça olarak

yazdığı bu eseri de Fatih yangınında kül olmuştur. Ancak

El-Mirsad dergisinde yayınlanan bâzı kısımları bu

vesileyle günümüze kadar gelmiştir.

137 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Bunlardan biri, derginin 17. sayısında neşredilen ve

insan hayatının doğumdan ölümüne kadar geçen

hallerinden bahseden bir bölümdür.

Yine bu eserde yer alan Şuara sûresinin 52-60 âyetleri,

aynı derginin 19. sayısında neşredilmiştir. Hz.Mûsâ

aleyhisselâmın Kızıldeniz’i geçişi ile ilgili olan bu konu

M. Kâzım Öztürk’ün “İsrailoğulları ve Büyük Göç” 33 adlı

kitabının ana konusunu teşkil etmiştir.

Sohbetlerinde bulunan yakınlarından biri, “Yanmış olan

bu eseri tekrar anlatsanız da yazsak.” dediğinde Seyyid

Hazretleri “Oğlum, biz İlâhî bâzı sırları vaktinden evvel açıkladığımız için bu kitabın yanması onun kaderinde vardı. Zamanı gelince tekrar yazılacaktır ”

buyurmuşlardır.

“Ukûse-tül Ceberut Alâ Sahife-tül Melekut”

El-Mirsad dergisinin 3. sayısında Seyyid Hazretleri’nin bu

eserinden alınmış bir makale vardır Bu makalede Saffat

sûresinin (37/1-4) âyetleri açıklanmıştır. Bu kitapta

Kur’ân’ın 23-25. cüzlerinin te’villerinin de yer aldığı

düşünülebilinir.

Zübde-tül Makal fî’l Kevn-i vel Hayâl

Seyyid Hazretleri’nin Trablusgarp’da yazdığı tahmin

edilen bu Arapça eser, Fatih yangınından kurtarılmış,

33 “İsrailoğulları ve Büyük Göç”, Karakuş Matbaası, İstanbul

1995

138 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

ancak Türkçeye çevrilmediği için bastırılmamıştır.

İsmini “Hayâlde vücûd bulan taşanlarla ilgili makalelerin

özeti” şeklinde tercüme edebileceğimiz eserin elyazması

bir kopyası M.Kâzım Öztürk’tedir.

Tih-ül Hurûf a’lâ Cedvel-i Ma’rûf

Kur’ân’ı teşkil eden harflerin taşıdıkları mânâları

açıklayan bir cedvel halinde hazırlanmış olan bu eser,

baskı sırasında çıkan bir yangında yanmıştır.

Tuhfet-ül İhvan

İsminden anlaşılacağı üzere bu kitap tarikat ehline yol

gösterici bir armağan niteliğindedir. Bu eser de baskı

sırasında çıkan bir yangında yanmıştır.

Allah’ın birliğine inanma yolunda ulaşılacak duraklarda,

insanın her şeyden el ayak çekip Allah’a yönelmesi için

gereken hususlardan bahseden bu Arapça eser,

Trablusgarp’da yazılmış ve 1912 yılında İstanbul’da

basılmıştır.

Zübde-tül Merâtib

Seyyid Hazretleri’nin “Hakayık-üt Tecrid fi Menâzil-üt

Tevhid” adlı eserinin, kızı Seyyide Fatma Zehra

tarafından kısmen Türkçeleştirilmiş hâlidir. Seyyid

İsmetullah ve Seyyid Ali Rıza, kızkardeşlerinin vefatından

sonra bu eseri O’nun hâtırasını yaşatmak için 1922

139 Seyyid Ahmed Hüsameddin

yılında İstanbul’da bastırmışlardır34

Makasid-i Sâlikîn

Seyyid Hazretleri’nin “Hakayık-üt Tecrid fî Menâzil-üt

Tevhid” adlı eserinin bâzı kısımlarının Seyyid Ali Rıza

tarafından Türkçe olarak yazılması ile meydana gelen bu

eser 1923 de İstanbul’da basılmıştır.

M. Kâzım Öztürk “Hakikat Yolunu Arayanlar'’35 adlı

eserinde, yukarıda bahsedilen “Hakayık-üt Tecrit üt

Menâzil-üt Tevhid” ve “Zübde- tül Merâtib” adh bu iki

kitabın bâzı bölümlerine yer vermiştir.

Mezâhir-ül Vücûd alâ Menâbir-iş Şühûd

Trablusgarp’dan yurda döndükten sonra eserlerini

Türkçe olarak yazmayı tercih eden Seyyid Ahmed

Hüsameddin Hazretleri, Kur’ân te’vilini yeniden ele aldı.

Yukarıda adı geçen eser Kur’ân’ın 29. ve 30 cüzleri olan

Amme (114-78. sûreler) ve Tebâreke (77-67. sûreler)

cüzlerini ihtiva eden iki kısımdan ibârettir. 1921 yılında

İstanbul’da neşredilen eserde Kur’ân’daki İlmî

hakikatlerden ve sosyal kurallardan bahsedilir.

Seyyid Hazretleri bu eserinde de Kur’ân sûrelerini bazan

bir, bazen iki hattâ üç şekilde te’vil ve izah

buyurmuşlardır. Te’villerden biri sûreyi sosyal açıdan ele

34 (Dersaadet, Matbaa-ı Ahmed Kâmil, Bayazitte Çadırcılar

Kapısı 1341) 35

“Hakikat Yolunu Arayanlar”, Karakaş Matbaası. İstanbul 1995

140 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

alırken diğeri fen ve teknik bilgileri içerir. Bu bakımdan

değişik meslek erbabına hitap eden açıklamalar

mevcuttur.

M. Kâzım Öztürk, bu eseri ‘Kur’ân’ın 20. Asra Göre

Anlamı” 36 adı altında günümüz Türkçesi ile, mümkün

olduğu kadar sadeleştirerek hazırladığı serinin ilk iki

cildi olarak neşretmiştir.

Makasid-i Şühud

Bu eser, Kur’ân’ın Kehf (18) ve İsrâ (17) sûrelerinin

te’vilini ihtiva etmektedir.

M.Kâzım Öztürk tarafından “Kur’ân’ın 20. Asra Göre

Anlamı” serisinin üçüncü cildi 37 olarak ve

sadeleştirilerek yeniden bastırılmıştır.

Seyyid Hazretleri’nin henüz kitap hâline gelmemiş,

isimsiz bir eiyazmasmdaki Kaf (50), Hücûrat (49), Fetih

(48) ve Muhammed (47) sûrelerinin te’vili, M Kâzım

Öztürk’e ait, aynı serinin dördüncü kitabı38 olarak

neşredilmiştir.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretlerinin değişik

başlıklar altında topladığı Kur’ân tefsirlerini gösteren

listeye dikkat edilecek olunursa Kur’ân’ın 62 sûresinin

36 “Kur’ân’ın 20 asra göre anlamı”, Cilt I, Ayyıldız Matbaası,

Ankara 1974 ve aynı eser Cilt II, Ayyıldız Matbaası, Ankara

1976

37 Aynı eser Cilt III, Ayyıldız Matbaası, Ankara 1980 38

Aynı eser Cilt IV, Karınca Matbaası. İzmir 1985

141 Seyyid Ahmed Hüsameddin

tevilinin yapılmış olduğu görülür

Sûre No: Eser Adı

1 Mezâhir-ül Vücûd

2.-16

17- 18 Makasid-i Şuhûd

19- 22 Müşahasat-ı Süveri Kur’âniyye

23- 25

26 Lem’a-tül Âfak

27- 29

30 Müşahasat-ı Süveri Kur’âniyye

31-36

37 Ukûset-ül Ceberut

38- 46

47- 50 Makasid-i Şühûd

67-114 Mezahir-il Vücûd

113-114 Edvâr-ı Alem

(Numaraları, ince karakterle belirtilen sûrelere ait Kur’ân

tefsirleri mevcut değildir.)

Bu eser, Seyyid Hazretleri’nin Kur’ân’ın tefsirinde

142 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

kullandığı, ve her cüz içinde geçen harfleri, birbirine

benzeyen ve mecâzî anlama elverişli kelimeleri, ince ve

derin mânâları ve işaretleri açıkladığı bir kitaptır. Arapça

yazılmış olan bu eser Fatih yangınında yanan kitaplar

arasında idi.

Esrar ı Ceberût-ül A’Iâ

Seyyid Ahmed Husameddin Hazretleri’nin “Mezahir-ül

Vücûd ala Menâbir-iş Şühûd” adındaki eserinde

kullanılan terim ve deyimlerin ve bilhassa te’vil ilminin

dayanağı olan ilm-i hurûf (hart' ilmi) hakkındaki bilgileri

kapsayan Türkçe yazılmış önemli bir eserdir 1923 yılında

İstanbul’da basılmıştır.

M.Kâzım Öztürk tarafından “Te’vil” 39adı altında ve

mümkün olduğu kadar sade bir dil ile kaleme alınarak

günümüz Türkçesine çevrilmiştir. Seyyid Hazretleri’nin

Arapça olan bu eseri, Hz.Muhammed (sallallâhü aleyhi ve

sellem) soyundan gelen kırk yüce seyyidin hayat

hikâyeleri ile evlâdlarına nasihat ve vasiyetlerinden

bahseder.

“Tûbâ” kelimesinin sözlük anlamı “Cennet’te Sidre’de

bulunan ve dalları bütün Cennet’i gölgeleyen ilâhî ağaç”

demektir. Seyyid Hazretleri, eserine “Tûbâ Ağacının

Meyveleri” anlamına gelen bir isim vererek

Hz.Muhammed (sallallâhü aleyhi ve sellem)’in soyundan

gelip düşünce ve yaşantıları bakımından O’nun yolunda

39 Te’vil ", Karınca Matbaası, İzmir 1987

143 Seyyid Ahmed Hüsameddin

olan seyyidlerin varlığının arz üzerinde koruyucu bir

gölge yarattığını belirtmişlerdir.

Mevâlid-i Ehl-i Beyt-i Nübüvve

“Mevâlid-i Ehl-i Beyt-i Nübüvve”, “Semerât- üt Tûbâ Min

Ağsân-ı Âl-i Abâ” adlı kitabın kısaltılarak yazılmış

şeklidir. Bu eserin Türkçe tercümesi Seyyid Ali Rıza

tarafından yapılmış olup Seyyid Ahmed Hüsameddin

Hazretleri’nin biyografisi ve bâzı ilâveler ile “Mevâlid-i

Ehl-i Beyt” adı altında 1923 yılında İstanbul’da

neşredilmiştir.

Mevâlid-i Ehl-i Beyt adlı kitabın başındaki bir yazıdan

eserin, devrin Nakib-ül Eşrâfı 40 Seyyid Muhtar bey

başkanlığındaki tetkik heyeti tarafından incelendiği ve

“70 numara ve 14 Eylül 1338 (M. 1922) tarihle” tasdik

edildiği öğrenilmektedir. Böylece kitapta adı geçen

seyyidierin resmî sicilde mevcut olduğu görülmektedir.

Aynı eser, M.Kâzım Öztürk tarafından günümüz Türkçesi

ile sadeleştirilerek “İslâm Felsefesine Işık Veren

Seyyidler” 41 adı ile ayrıca basılmıştır.

Menâr-ül Muhkemat ve Menâtık-ıl Müteşabihat

Seyyid Hazretleri’nin “Menâr-ul Muhkemat ve Menâtık-ıl

Müteşabihat” isimli bu kitabından alman ve EI-Mirsad

40 Peygamber soyundan olanların işlerini görmek üzere

içlerinden hükümetce tayin olunan memur

41 “İslâm Felsefesine Işık Veren Seyyidler” (I.Baskı) Yenigün

Matbaası Ankara 1969; (II.Baskı) Karınca Matbaası İzmir 1989

144 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

dergisinde yayınlanan bir makaleden bu eserin, Kur’ân’ın

muhkemât ve müteşabihât âyetlerini açıklayan bir Kur’ân

tarifi olduğunu anlıyoruz. Mukattaa harfleri hakkında çok

önemli bilgiler veren bu makaleyi, bu kitabımızda ilk kez

Mukattaa Harfleri, Kur’ân’ın bâzı sûrelerinin başında

bulunan harflerdir. Bunlara “Huruf-u Mukattaât” yâni

kesik harfler denilir. Bu harfler tekli, ikili, üçlü, dörtlü ve

beşli tertipler hâlinde 29 sûrenin başında yer alır. Bu 14

harf şunlardır: Elif, Lâm, Râ, Kâf, He, Yâ, Ayn, Sâd, Tâ, Hâ

Sin, Mim, Kaf ve Nun.

“Kur'ân-ı Kerîm'deki şerefli sûrelerin bâzılarının başında

bulunan Mukattaa harflerine “Mevâkı-in Nücûm " 42

harfleri denilir; bunların aslı üçtür: Mim, Nun, Vav. Gerçek

değerleri bakımından çeşitlenerek 14 harfe ulaşırlar.

Bunlar “Seb'u'l- mesânî " 43 dır. Bu harfler, Kur’ân-ı

Kerîm'in anlamını dışa yansıtacak ve bütün eşya ile Kur 'ân

arasında irtibat kuracak bir bağdır. Zira Allah'ın kelâmı,

Allah-ı Tealâ’nın emir ve irâdesidir. Hiçbir şey Allah'ın

emir ve iradesi olmaksızın meydana çıkamaz. Bu harfler,

lafzî olmayıp, birleşik cisimleri meydana getiren basit

cisimlerden her biri gibi eşyayı meydana getiren bir

hakikatin akışıdır.

Kur'ân'da ki Mevâki-in Nücûm harfleri, bütün kâinatı içine

42 Yıldızların konak yerleri

43 Tasavvufta: Ayn ve ilim mertebelerindeki 7 çeşit zuhuru

itibariyle Hakk’ın Zât’ı. Aynı zamanda 7 âyetten meydana gelen

ve Kur’ân-ı Kerîm’in ilk sûresini teşkil eden “Fâtihâ" sûresi için

de kullanılır.

145 Seyyid Ahmed Hüsameddin

alacak şekilde eşyaya hayat verir. "Levh-ül Mahv ve

Sebat" olan bu harflere, hayat ve ölüm, var olma ve yok

olma gibi eşyadaki gerekli tasarrufu yerine getirme

hususunda seçkin bir mevki kazanmış oldukları için

“Mevâki-in Nücûm " denilir.

Hiçbir şey yoktur ki bu harflerin doğuşundan zuhur

etmesin. Her bir zamana ve belki her bir âna hükmeden bu

“Kiilliye-i Mutlaka"ya "İrâde-i İlâhiye ” denilir ki Kitâb 'ın

zâhiri de budur.

Eşyayı icad ve ona hayat bu harflerin güneşlerinden

yansıyan Hayy isminin sedenesidir. Sedene, rişte-i

müessire yani tesir edici bağ demektir. Kelimeyi açıklamak

için bir örnek verilmek gerekirse: Aynada güneşin

görünüşü, güneşten bir sedenedir. İlim, kudret, irâde,

semi', basar, kelâm, tekvin, iksat ve Esmâ-ı Hüsna Allah'ın

bütün güzel isimleri'nin şuunâtı dahi bu mecralardan

cereyan eden ve eşyayı meydana getiren Hâlikiyyet isminin

halk ve icadiyle Hacr-ı Rubûbiyyet'de terbiye ve “Mevâkı-in

Nucûm "un kucağında vücud kazanırlar ve yokluk âlemine

giderler. İşte bu Kitab ’tır.

Mevcut olan bir şeyin vücûda gelişi ve hayat bulması bu

harflerin güneşlerinden yansır. Bu harflerin doğuşundan

meydana gelmeyen hiçbir şey yoktur. Her bir zamana ve

her bir âna hukmü geçen bir "Külliye-i Mutlaka" 44 olan

Kur'ân 'ın tercümesi nasıl lisana sığar ? Kur 'ân 'ın anlamını

44 Külliyetlisinden kendisinde toplayan İlâhî birlik (Vahidiyet)

mertebesi itibariyle Hakk’ın ismi.

146 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

kelime ve isimlere sıkıştırmak mümkün müdür?

Bu şöyle açıklanabilinir: Hz. Muhammed'in güneş

mesabesinde olan kalbine inen ve yansıyan nurlar, O ’nun

kalbinden aksederek, Kur 'ân nurları hâlinde maddî ve

ruhanî tesirler icra ederler. Eşyaya gelen bu tesir, akıl

sahiplerinin düşüncelerinde büyük bir yer kazanır. Bu

tıpkı, "Ceberût-u İlâhiye "de 45 eşyayı çevrelemiş olan

rabbânî ilham ve vahiy güneşinin, eşya üzerine tesir etmesi

ve faaliyet göstermesi gibidir.

Dış âlemde var olan eşyanın Allah'ın ilmindeki hakikatleri

yani “Ayn ” Kur 'ân 'daki Mevâkı-in Nücûm harfleri aracılığı

ile eşyada, güneşin madde üzerindeki etkisi gibi bir

nisbette, ruhanî tesirler meydana getirir.

Kur'ân da, Hz.Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin

kalbi gibi, ruhanî bir güneştir. Kur'ân bu hususta emir ve

yasakları, rûhaniyetle ilgili düşünceleri ve tesir edici

anlamları taşır. Kur'ân 'ı teşkil eden ses ve harfler ancak

bizim cihetimizden cereyan eden bir havadistir. Bizler ise

havadisten bir hadiseyiz. Cenâb-ı Hakk, mânevi bir emir

olan, "Kiin” ile bizi ve bizim bütün irademizi şekillendirir.

Bu dahi Kur 'ân'ın zâhiridir.

Kur ân ın mânâ ve hakikat ciheti, “Kelâm-ı Nefsi" denilen

Allah'ın lafzî yani harf ve ses olmayan Zâti kelâmıdır.

45 Ceberut:Mülk ve Melekût, diğer bir deyimle Şehâdet ve Gayb

yani maddî ve mânevi âlemlerin arasında bulunan orta âlem.

Ceberut âlemi, cismânî âlemin de ruhanî âlemin de bâzı

özelliklerine sahiptir. Bu bir berzah ve misâl âlemidir.

147 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Telaffuz ve sese sığmayan ancak Kur'ân 'm bâzı sûrelerinin

başlangıçlarında öze! bir şekilde gösterilen bu harfler

Cenâb-ı Hakk ’ın kelâm-ı nefsisini meydana getiren Kur 'ân

ile eşya arasında bir irtibat aracıdır. İşte bu bağın meydana

gelişini, mevâki-in nücûm harfleri gösterir. Bu harfler

eşyaya yayıldığı gibi bize de sirayet edip ses ve söz olarak

Kur 'ân ’ı okutur. ”

Şuûn vel Garâib

Seyyid Hazretleri’nin basılmamış bir eseridir. Bu eserin

1870 li yılların başında, henüz Medine’den Türkiye'ye

gelişlerinden hemen sonra ve Sivrihisar’a

yerleşmelerinden önce yazılmış olduğu tahmin

edilmektedir. Ne yazık ki bu da Fatih yangınında diğer

eserlerle beraber kül olmuştur.

El-Mirsad dergisinde basılması düşüncesi ile Arapçadan

Türkçeye tercüme edilmiş olan bu eserin bâzı kısımları

dağınık bir şekilde meraklılarının eline geçmiştir.

Seyyid Hazretleri günümüzden 125 yıl önce, ileriki

yıllarda meydana gelecek olan olayları bu kitabında

istihraç, yâni ileriyi görme ve bâzı hususlara göre mânâ

çıkarma yolu, ile bildirmişlerdir.

İstihraç ilmi ile ilgilenen zâtlar belki kendi devirlerinin

icabı fikirlerini gizli tutmuşlar, eserlerininde bâzı rumuz

ve işaretler ile yetinerek hiç olmaz ise bu kadar olsun

gelecek nesilleri aydınlatabildiklerine kalblerinde

meydana gelen bir inanışla öbur dünyâya göçmüşlerdir.

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri de

148 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

memleketimizde müsbet ilimlerin henüz yaygın olmadığı

bir zamanda bu gibi fikirlerin yayınlanmasını sakıncalı

görmüş olabilir.

M. Kâzım Öztürk, farklı nüshalar arasında beraberlik

sağlamak düşüncesi ile kitabın aslından yapılan ilk

tercümesine bağlı kalarak eseri günümüz Türkçesi ve

açıklamaları ile yeniden toplamıştır. Eser hakkında bilgi

vermek için bu kitaptan birkaç örneğe aşağıda yer

verilmiştir.

"Dünyânın her yanı ile haberleşildiği gibi, bâzı ışınlar

aracılığı ile Mars, Venüs, Merkür gibi gezegenler ile ele

haberleşilecektir. "

“Diğer gezegenler ile yapılan haberleşme sayesinde

Allah’ın büyüklüğü, şan ve kudreti anlaşılacak ve

Dünya'nın, Allah'ın canlı ve cansız yaratıklarına göre pek

küçük bir varlık olduğu kabul ve itiraf edilecektir. ”

“Top, tüfek âdeta oyuncak yerine geçecek, hükümleri

kalmayacaktır. ”

“Ulaşım vasıtaları o derece gelişecek ve çeşitlenecek ki,

buralardan şimdiki gibi 70-80 saatte gidilen bir mesafeye

bir saatte veya daha az bir müddette gidilecektir. ”

“Büyük memleketlerin bina ve sokaklarında lamba ve

fenerler yanmayacak, o memleketleri, âdeta kapalı bir

havadaki aydınlık derecesinde aydınlatacak bir âlet

yapılacak, bu âlet o meskûn yerin yüksek yerlerine

konulacak, bununla ihtiyaç karşılanacaktır. ”

149 Seyyid Ahmed Hüsameddin

“Telsiz, telgraf gibi pek uzak yerlere doğrudan doğruya sesi

iletecek âletler icad edilecek, bunlarla herkes sanki

yanyana imişler gibi konuşacaklar, devletlerin anlaşma ve

birleşmeleri bakımından bu âletin pek çok etkisi ve faydası

görülecektir. ”

“Kıyı bölgelerindeki halk, ekinlerini deniz suyunu

gayet ucuz bir madde ile arıtarak özel yapılmış âletler

ile sulayacaklardır. ”

“Elektrik fenninin ilerlemesi neticesi türlü türlü makina ve

âletler icad edilecektir. ”

“Batı dünyâsının bilim ve olgunluğunun öğretmeni

olan doğulular yine o yüksek erdem kürsüsüne

çıkacak, doğunun ilmi batıya aydınlık verecektir. ”

“Doğunun gerilemesi, yetişen büyüklerin her şeyden el

ayak çekip uzaklaşmaları neticesi azalmasından ileri

geldiği için, İlâhî bir feyiz olarak kâinatın sırlarını bilme

kudreti seviyesi yükseldikçe yeniden yetişenler daha

yüksek olmaya çalışacaklar, günden güne ilim, fen ve sanat

doğuda son derece olgunluğa erişeceklerdir. ”

“Burunlarını soktukları yerde her zaman kargaşalıklar

ve ihtilâller çıkarmaya çalışan Avrupalılar, Asya

kıtasından kendilerinden kimse kalmayıncaya kadar

ayrılacaklar; bunun gerçekleşmesinin izleri pek yakın

zamanda görülmeye başlayacaktır. "

“Rusya’nın güneydoğu yönünden mânevi tüfek şeklinde

dinamitli bir ateş hemen hemen patlamak üzeredir. Rusya

150 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

17 parçaya ayrılacaktır. " (1904 Rus-Japon harbi ve

sonrasında çıkan güçlükler, Çar II.Nikola döneminin

hoşnutsuzlukları, hükümetlerin yetersizliği 1917 devrimini

hazırladı ve Finlandiya dahil Rusya 17 Sovyetten

müteşekkil bir devlet oldu. 1991 yılında Rusya bir kez daha

bölündü.)

"Tedbir alan, tedbirli olan ve tedbire karşı koyan

Avrupa'dır ”

Herkes tabiî bir dine sahip olmaya çalışacak, tabii olmayan

ve yapmacık dinler büsbütün unutulacaktır."

"1380 (M. 1964) senesinde tecrübe ile bulunacak bir

cisim sebebiyle, dünyânın hâli değişecek; bu değişme o

cisim veya âletin ya tam yoğunlukla görülmeyen gizli

bir hararet ve bir ışın yaymasından veyahut çok

yumuşak bir şekilde insanlarda düşünce ve davranış

değişikliği meydana getirmesinden ileri gelecektir."

(Seyyid Hazretlerinin bu istihraçta belirttikleri cisim, keşif

tarihi de çok yakın olduğundan aklımıza ilk olarak lazer’i

getirmektedir.)

"Avrupa devletleri içinde en aşağı görülen bir millet,

dünyânın gidişatı içinde çok büyük bir kuvvet ve büyüklük,

şan kazanacaktır. ”

"Yiyecekler, içecekler ve giyecek şeyler konusunda

insanların alışkanlıkları o derece değişecektir ki, buna

belirli bir şekil vermek zordur. Meselâ, ceviz büyüklüğünde

karışık ve bileşik bir madde ile beş altı gün yiyecekten, bir

kaşık kadar su ile içecekten uzak kalmak o zamana mahsus

151 Seyyid Ahmed Hüsameddin

mutluluklardandır. Denizden çıkan bir çeşit madde ile

elbise yapılacak ve gayet kolaylıkla temizlenecek ve uzun

zaman dayanacaktır. ”

“Bir vakit makineler hava basıncının kuvveti ile

işleyecek, ateşe kömüre ihtiyaç kalmayacaktır. ”

“Mısır, İngiltere ’nin elinden gidecek,.... ”

“Elçi sistemi kalkacak, devletler bir diğeri katında

devamlı resmî memur kullanmayacaklardır. ”

“Bir zaman gelecek ki, o zamanın adamları yerlerden tren

raylarını sökerek: Bakınız eski zaman adamları ne kadar

akılsızmış, karada çok hızlı gitmek için yerlere demir

döşemişler, bunun üzerinde arabalarla gelip giderlermiş,

diyecekler."

153 Seyyid Ahmed Hüsameddin

ŞİİRLERİ

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri’nin elimizde

bulunan bir kaç şiiri ile O’nun manzum eserleri hakkında

fikir edinebiliyoruz. Farsça ve Türkçe kaleme alınan bu

şiirlerin konusu genellikle din ile ilgilidir. Peygamberimiz

sallallâhü aleyhi ve sellemi övmek ve O’ndan şefaat

dilemek amacı ile yazılmış üç na’t fevkalâde güzeldir. 15

beyitlik Farsça mesnevisinde 46 tevhid ilmini kendine has

uslûbu ile kısa bir şekilde ifade buyurmuşlardır.

Seyyid Hazretleri’nin dinî konulu bu şiirlerinden başka,

Bitlis’de bulunan büyük oğulları Seyyid İsmetullah’a

Trablusgarp’dan gönderdikleri manzum şekilde yazılmış

mektupları vardır. Bunlar Seyyid Hazretleri’nin şiirlerine

örnek olarak bu bölüme ilâve edilmiştir.

Risâlette ukûs-ü vechine mir’ât enam olmuş

Enamından ısm-i pakın pür iyândır yâ Rasûlullah

Melekten iki haslette kemâlâtın ziyâde olmuş

Bu sırra kabe kavseyn tercümandır yâ Rasûlullah

kelâm-ı Hakk vücûd-ü zâtına mülhak hisâb olsa

46 Mesnevî: Her beytinin mısraları kendi aralarında kafiyeli olan

bir nazım türüdür. Beyit sayısı en az 15 olan mesnevi, kafiye

bulma sıkıntısına yol açmadığı için genellikle uzun konuların

anlatımında kullanılır.

154 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Nuzûl-u vahye mahsus cism-ı candır yâ Rasûlullah

Ahad isminde zâid olsa bir mîm-i nübüvvet kim

Ahad mîm-i muhabbette nihandır yâ Rasûlullah

***

Sâilem kapûna geldim eyle ihsan yâ Resul

Tut elim kurtar beni hâlim perişan yâ Rasûl

Sîne mecruh, dîde giryân âh-ı efgân eylerim

Aşkının bîmârıyım kıl derde derman yâ Rasûl

Derdimi arz eyledim bu âlem oldu şerm-sâr

Her devasız derd imiş bu aşk-ı cânân yâ Rasûl

Kimde kim aşkın zuhur etse bulur âlemde kâm

Mahz-ı nûr-u hikmet hem nûr-u imân yâ Rasûl

Sözlerim, kalû-belâ esrarıdır aşk ehline

Bir garib müptelâ-yı ser-ü sâmân yâ Rasûl

Tâ sebâvetten beri aşkın bana ettikçe zar

İsterim olsun bu canım sana kurban yâ Rasûl

NA’T

Zahımdâr etti dil-i mecruhumu âmâre-i nefs

Sen tabib-i hazık-ı lokmana geldim yâ Resul

155 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Her taraftan atılan oklara bu sinem hedef

Ey meded-res kıl kerem sultâna geldim yâ Rasûl

Nebl-i ağyara edip bu sinemi âmacgâh

Ey meded-res kıl kerem irfana geldim yâ Resııl

Ey saadet kevkebi kesme başımdan sayeni

Vey melâz-ı melce-i âmâna geldim yâ Resul

Bir taraftan derd-i firkat bir taraftan aşk-ı yâr

Tâ seher, rûz-ü şeb giryâna geldim yâ Resul

Kıl şefaat, âsi ümmet senden isterler kabul

Cümle ihvanımla dergâhına geldim yâ Resul

***

Şemsem bu vücûdum verir ecsâda zılâli

Nutkum bu şuhudum verir ekbâde hayâlî

Efrad-ı şuhudumla bu hep hâver-i güftâr

Subham ki berâzihde tutan rûz-u leyâlî

Dâvâ-yı fucûr eyler isem der bana kâzîb

Subham bu güneş tal’atı gösterdi kemâlî

Bakma güneşe âlemi gör oldu münevver

Gayette gariptir bu güneş var mı misâli?

Pervâneye bak şem’a yanar, görmez o şemsi

İsnad eder ol vatvata bu şemse muhâli

156 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Âşifteliğin mevsimi mi ey dil-i nâçâr

Pur cûş-u humşûnla geçirdin heme sâli

Derya gibi emvâce takıl eyleme nefret

Kesrette müşâhid olasın tâ o cemâli

***

İftırâkın meze eder mektuba göz yaşım benim

Şimdi firkat, derd-i gamdır yar-ı yoldaşım benim

Hasta hasta inledüp aşkın figânım artırır

Demedim bir, bunca efgan ağrıdır başım benim.

Lahza lahza yâdıma geldikçe eyyam-ı visal

Katre katre dökülür her dîdeden yâşım benim

İçe içe ciğerim hûn etti zehrâb-ı firâk

Döne done yazanm şem’ine ferâşem benim

Korka korka başıma geldi bu sevda-yı firâk

Neylesin takdire karşı bu garip başım benim

Ata ata gam okun bu sînemi kan eyledin

Yaka yaka canım vurdu sûz-u âtâşım benim

Güle güle yüzüme çâk eyledin bu sinemi

Nice takdir eylesin rıf’at perişanım benim

Sürüle sürüle erdim tâ diyar-ı Magribe

Belde belde okunur her yerde fermânım benim

157 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Kıra kıra gönlümün mir’âtını ettin harâb

Yâ nice tamir kabul eyler bu virânım benim

Zerre zerre görünür çeşmânıma tûr-u visal

Yâ hayâl-i vuslatı gösterdi cânânım benim

Kana kana içeli sahbây-ı aşkın ey niğâr

Baka baka kalmışım hüsnüne hayrânım benim

***

Gamze-i çeşmin demâdem pür humar eyler beni

Dilrübâ aşkına sahip bir şikâr eyler beni

Teşne leb uşşâkının sevdâ-yı zülfün âkıbet

Aleme rüsvây-ı bî nâmus-u âr eyler beni

Hiç gerekmez senden özge yâre meyletmek bana

Bu mücerreb, neylensem târ-ü mâr eyler beni

İhtiyarî sanma ey zâhid bizim evzânmız

Uhde-i rûz-u ezelden bî karar eyler beni

Tîr-i ağyâre genp bu sînemı kıldım hedef

İş bu kâr içre şikârım, hâk-sâr eyler beni

Rics-i ağyan gahî dil hânemizden pâk edip

Şems-i vech-i yâre karşı zerre var eyler beni

Gâh-ı zerre, gâh-ı katre, gâh-ı nâr-ü gâh-ı nûr

Gâh-ı mihr-i, gâh-ı bahr-ı bî karar eyler beni

158 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Gâh-ı merdüm, gâh-ı mürdem, gâh-ı derdim kı deva

Gâh-ı âşık, gâh-ı mâşuk, gâh-ı yâr eyler beni

Gâh-ı âlem, gâh-ı âdem, gâh piyâlem hum edüp

Zümre-i uşşâka gâh meyhane şar eyler beni

Bir acep esrar var bu meyde te’siri heman

Dîde huşyâr, sîne pür sar bir şikâr eyler beni

Sahn-ı meyhanede bilmem mey miyim, bilmem neyim?

Nûş eden bir cür’a meydir hoş güvâr eyler beni

Ser-nigûn olsun bu gerdun cefakeş dâima

Ger belâ verse mezâkın rahat hâr eyler beni

İhtiyânm, itibârım elde vârım sarfedüp

Bir can için mi yanında şerm-sâr eyler beni

Kendi yârımdır, medârımdır, niğârımdır benim

Her ne eylerse revâ ol yâr-ı gâr eyler beni

Kâm-yâb olmak dilersen belde aşkın kapısın

Koymayıp benden eser, bi itibar eyler beni

***

Sınıf-ı uşşak üçtür ama biri yâr ister müdâm

Gurfe-i bahr-ı hevâ olmuş medar ister müdâm

Nef vermez bu gürûh-u endûha etme itibâr

Şugl-ü fikri hep hevâsında karar ister müdâm

Celb-i dünyâ, celb-i uhrâ dûn-i dünyâdan berî

159 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Zevk-i îş-ü mutrib tarfa şiâr ister müdâm

Bâzı şıhtır, bâzı şeyh, molla, müderris her sınıf

Pür safa, nefha nevâ, vaktin güzâr ister müdâm

İşbu aşk sûret pereste cilveger dünyâ-yı dûn

Nakd-i ömrün berhevâ aklın humar ister müdâm

Aşk-ı bâtıl, zevk-ı âtıl, zıll-ı zail bî nevâ

Ankebût âsâ tuzak kurmuş şikâr ister müdâm

HAMDî, ehl-i aşka dâim tâziyâne sözlerin

Vâdi-i emn-i helâkin âşikâr ister müdâm

***

Her şebde hicran olduğun

Endûh-u, melalinden midir?

Yoksa bu âh-ı figan

Mev’ud leyâlinden midir?

Pervane veş nâr olduğum

Bülbül gibi zar olduğum

Her gice bimâr olduğum

Hüsnü cemâlinden midir?

Sundun bana ke’si şarab

İçtim ciğer oldu kebab

Bu sûziş-ü bu iltihap

160 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Aşk-ı iştialinden midir?

Ey dilber-i hûbânımız

Ey canımız cananımız

Vey nutk-u bu beyanımız

Hüsn-ü mekalinden midir?

Yâr ile yaran istemem

Ab istemem, nân istemem

Bihûd bî ân olduğum

Fıkr-i hayâlinden midir?

Mir’ât-ı halktan görünür

Gözlerime turk-u visâl

Gâh-ı zuhur, gâh-ı adem

Feyz-ı nevâlınden midir?

***

Azmedip seyreyledım behişt hayâlimi

Bir cây-ı dilriibâ hûb-u mezâk-ı sürûr

Nazar eyledim etrafa gördüm şakayıkla nilüfer

Sünbül ve karanfil açılmış benefşe, mor

Goncalar üzere lü’lü’ mânend jaleden

Giydirmiş aks-ı hâr baştan ayağa nur.

Gâyet latif idi dâmedine değmez el

161 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Safa-yı safvetinde hırâmân bî fütur

Takmış başına murassa’ zümrudin varak

Her varak üzre yazılmış zebercetle kaç satır

Her satır sırât-ı müstakim üzre saf beste

Mihrab-ı kelbe-i sâki secdede eder mürur

Her sâki doldurmuş ezhâr kase mey

Toplanmış etrafına ayyâş, rindi, bâde hur

Saf beste durmuş divânında na’me zen

Avaz bülend bülbülân, vuhuş, tuyûr

Enhâr-ı cânyesi içinde selsebil

Serpmede etrafına tecdit edip sütûr

Vasatında zerrin kafes içre bir niğâr

Gâh nâbedit olur ve geh ider zuhur

Sordum, Eyâ! Kimdir bu dilber-i dil-keşâ

Dediler, iffet-i avârifin olan budur

Vardım ziyaret ettim dil otağına

Girdim iki mısra ile beynin edip ubûr

Gördüm taht-ı lâhût üzre şahsuvâr

Bir zîbâ tâc-ı zerrin, başında nûr

Kabul etti beni durdum el bağlı divanına

Sürdüm ayağına yüzümü bî kusûr

162 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Öptüm edeple iki ayağını

Çevirdi yüzünü, bana dedi:Misâl-i mûr.

***

Seyyid İsmetullah’a

Nûr-u dîdem feyz-i Hakk’tan bu bir ihsandır sana

Vâcib olan ancak evvel ilm-ü irfandır sana

Saniyen kalbini tathir et sivâdan sil, süpür

Bu yeter ilm-ü edep ahbâb-ı yârândır sana

Kalbini eyle safa kibr-ü hasedden dâima

Hüsnü ahlâk, terbiye zînet-i insandır sana

Şems-ü irfan lem’a pâş oldukça var eşyaya bak

Cism-ü can ayn-ı inayet bûy-i bürhandır sana

Ey ciğer köşem! Çalış kesbeyle ilm-ü mârifet

Kalma câhil bir büyük töhmet-ü noksandır sana

Hem maişet ilmin öğren, oku ilm ile edep

Kıl tevekkül, bul kanaat kenz-ü pünhandır sana

Kı sakm oğlum hevâya uyma, müfsidden sakın

Nefs-ü şeytan sû-i akran gerçe düşmandır sana

Vâlideynine, esâtize gerek hörmet müdâm

İfifet-i ismeti hıfz eyle, ki akrandır sana

İ’tisâm eyle kitaba tut şeriat râhını

163 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Dikkat et savm-ü salata, şart-ı imandır sana

Tab’ına arız olur her şey, ki mekruh-u haram

Tevbe eyle, kıl hazer şol şey ki, isyandır sana

Sa’yi miktan bulur, herkes kemâlâta vüsûl

Sa’y kıl can-ü peder bu özge devrandır sana

Ömrümün sermayesi ey nûr-u aynim İsmet’ım

Hımmet-i nutk-u peder bir nush-u bünyandır sana

Hânedân-ı Murtezâ, ya Rabb behakkı Mustafa

Kıl âtâ evlâd-ı Zehra çünki mihmandır sana

Bu fakir üftadegânı hürmet-i şah-ı Hüseyn

Mağfiret kıl cümlemiz tâlib-i gufrandır sana

Her taraftan gelmede zulm-ü cefa cevr-i sitem

Mağfiret kıl şol güruha kasdı tuğyandır sana

Ey keremkân-ı inayet bize eyle sen kerem

Bende-i âl-i aba gelmiş perişandır sana

***

Seyyid İsmetullah’a

Bir bülend pâk her hatvesi rub-u cihan

İ’tisâm-ı sıdkınız arz-ı visal eyler seni

Her makamın zîneti aks-ı ziyâ-ı âfîtâb

Lem’ası noksan bırakmaz ber kemâl eyler seni

164 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Hem inak olmak ne mümkün anka ona

Zünbûr rüftarı onun gark-ı visal eyler seni

***

Seyyid İsmetullah’a

Elâ yâ Ahmed-i bı-dâd

Niçin istemedin imdâd

Neden yâ etmedin feryâd

İşitmez mi onu mâbud

Neden arz etmedin ahvâl

Neden serd etmedin akvâl

Gece gün muztarib ef âl

Eder elbet seni mes’ud

Cihan halkı olup devvâr

Kimi sâlih kimi eşrâr

Kimi zâhid, kimi ahyâr

Kimi makbul, kimi merdûd

165 Seyyid Ahmed Hüsameddin

Seyyid Hazretleri’nin Farsça olarak kaleme aldığı bir

şiirinin Türkçe açıklaması yapılmış olan iki kıtası, -şiirin

ahenginden uzak olmasına rağmen- Seyyid

Hazretleri’nin bütün eserlerine kitabımızda yer vermek

düşüncesi ile bu bölüme ilâve edilmiştir.

“Vahdet deryası ziyadesi ile coşarak bu deryadan bir

katre Vâhidiyyet mertebesine inip, insana ulaştı.”

“İnsana ulaşan bu katre, İlâhî isimler semasından istidadı

nisbetinde her tutmuş olduğu şeyi bu çokluk âleminde

gösterdi, meydana çıkardı.”

“Ahadiyyet mertebesinden sonra Vâhidiyyet

mertebesinde ve nihayet işbu âlem-i şehadette yâni

dünyâda görülen bu katre, elde ettiği şeyi yokluk

vâdisine götürerek düşürdü.”

“İnsanın varlığı, Rabbani vücûdun mahsulü olmakla

tecelli etti.”

“İnsan, Hakk’a manevî münasebet ve bağlılığını,

gerçekliğinden hiç şüphe olmayacak derecede keşf edip

düşünürse, Ahadiyyet’i görme hali belirir.”

“Âlem-i vücûd, mazhar-ı kül’dür. Bu yolda olan kişinin

nefsi yanar kül olur.*’

“Ey âlem-i kesret! Sen çok nâzik olan o dilberin emsalsiz

yüzünün örtüsüsün. Ondan bir dakika uzak olma.

166 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Yaratılmış olan her şey O’nun vücûdu ile kaimdir.’*

“Ey Hakk yüzünün âşığı! Terakki ederek Hakk’a ulaşmak

istersen, aşk sofrasında lezzet bulan kişi ol.”

167 Seyyid Ahmed Hüsameddin

MESNEVİ VE AÇIKLAMASI

“Ey zî tevhid-i marifet pür nûr “

“Heme câ der makam-ı âmen-ü huzur "

Ey İlâhî “Tevhid” ilmi nuru ile dimağı dopdolu olmaya

müstait olan vefalı âşık! Senin için her yer emniyet ve

huzur makamıdır. Senin için hiç bir yerde korku, gam ve

keder olamaz. Şayet lüzumlu tevhidi ehlinden

kazanabilirsen senin için her yer, dağ üstü bile olsa bağ

olur.

“Çişt-ü tevhid nezd-i uşşâkî”

“Heme fâni şüd izd bâkî"

Önce, tevhidin hakikat ehli katında neden ibaret

olduğunun bilinmesi gereklidir. Tevhid, Hakk’ı gerçekten

talep eden kimsenin sinesinde aşk ve arzunun uyanması

için Allah’a çok niyazda bulunması, yalvarması demektir.

Bu niyazları sonunda “Müfâz-ı küll” (Bütün feyizleri

üzerinde toplamış zât) olan “İnsân-ı Kâmil”, onu

terbiyesi altına alır. Hakk’ı talep eden kimse kalbini,

hayâlini ve dimağını nefsinin bütün arzu ve

heveslerinden tahliye ve tasfiye eder ve varlığını yalnız

Hakk varlığına tahsis ederek nefsini yâni benliğini aradan

çıkarır.

“Heme şeb hemçü şem 'a tâbeseher ”

“Sine pür süz ve dîde bâ yed ter ”

168 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Bu terbiye ve tasfiye sayesinde şimdi Hakk’ı talep eden o

kimsenin zâhiri (dış yüzü) halk, bâtını (iç yüzü) Hakk ile

olduğundan, bütün gece balmumu gibi tâ seher vaktine

kadar sînesi yanar ve gözünün yaşı da o nisbette akar.

İşte, kısaca tevhid budur.

“Ruy-i hâcet behakk taâlâ kün ”

“Meyl-i hâtır besü-yi bâlâ kün”

Bu en yüksek makama erişmek isteyen kimsenin, azim

ve kastını İnsân-ı Kâmil’e çevirmesi, ve bütün arzu ve

fikrini, hattâ bütün güç ve kuvvetini bu maksada

ulaşmak yolunda sarf etmesi, ve her iş ve hareketini bu

maksada erişmek uğruna hasretmeye çalışması lâzımdır.

"Meğer ân âfitâb-ı âlemtâb "

"Şeb-i târik râ şeve d mehtâb ”

Umulur ki, ol âlemi aydınlandıran şems-i hakikî senin bu

karanlık gecelerini yâni senin bütün müşkilât ve

maksadlarını mâh-ı tâb eder, yâni aydınlandırır, açar ve

halleder.

"Zulmet-i şeb zîmûy-i û-bînî"

"Hâne rûşen berû-yi û-bînî”

Onun zülfünün telinden gecenin daha karanlık olduğunu

göresin. Yâni, insanların bilgisizlik, tembellik ve

taasuplarından dolayı kahır ve Celâl-i ilâhı vâdisinde

aldanıp kaldıklarından, Hakk’ın birlik ve azametini

hissedemediklerini anlayıp bilesin ve göresin. Ancak,

hânesi sana açık olursa O’nun Cemâl-i bâ kemâlini yâni

169 Seyyid Ahmed Hüsameddin

güzelliğini görmeye muvaffak olursun.

"Pes temâşâ-yı ân cemâl kimi'

"Dest-ü der gerden-i visâl küni”

Sonra, o Cemâl-i bâ kemâli (Tam ve mükemmel güzellik)

seyir ve temaşa etmekte devam ederek de elini o hakikî

mâşukun visâl-i gerdanına koyarsın.

“An ki âmed zî hûd şeved fâni"

“Hamdî reft-ü benureş umânî”

Nitekim bu mesnevinin yazan Cenâb-ı Hamdi O’nun

nûru ile parlayıp daha bu âlem-i şehadette iken

beşeriyet arzularından vaz geçip hakikat âlemine uçup

gitmiştir. Ama O’nun Cemâl-i bâ kemâli sizinle kalıcıdır,

hemen O’nun nûru ile aydınlanıp siz de cemâlini burada

görmeğe çalışınız.

“Her ki fâni şeved ez lezzâleş"

“Mî tabîd her vücûd cüz zâteş ”

Her kim ki, nefsinin hevâ ve heveslerinin lezzetlerinden

fani olur ve geçerse o kimsenin zât ve hakikatinden

başka nefsine taalluk eden her vücûd, her varlık ve her

hevesi muhakkak ki kendisinden mahv ve perişan olur,

yol olur gider. Bu da, işte, visâl demektir.

“Rûh bû mest-ü der serây-ı harâb ”

“Arzu dâred ez cenâb-ı hitâb ”

Âşık-ı sadıktaki rûh sultanı, asıl makam olan Ruhlar

170 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

âleminden (ki bu makam-ı evvel ve sübût âlemidir)

ayrıldığı için, ölüme ve harap olmaya mahkûm olan

maddî bedeninde, baykuş gibi sıkılıp hazin feryad ve

figanlarla ağıt okur.

“Kadehi lyş-i aşk-ı cânânest”

“Mürg-i mürde be sayd-ı miirgânest”

Âşık-ı sâdık, İlâhî aşk şarabından bir kadeh içmesiyle

cânânının visâl ve mülâkatımn lezzetini duyar ve tadar.

Ama, leş kartalı gibi karın ve boğazının lezzetleri ve

nefsinin arzulan uğrunda uğraşan ve dolaşan kimseler

kendi avlan ile meşgul olduklarından bu nûş ve işret

tarafına atf-ı nazar edemezler.

“Ger haberdar murg-ü râm şeve d"

“Bâ ’de zan nist-ü ve hest nâm şeved”

Eğer, ruhu uyanık, basireti (ön görüşü) açık, anka kuşu

gibi cânân tarafına uçmaya lâyık bir âşık-ı sâdık, İnsân-ı

Kâmil’e tâbi olmaya karar verirse o tâlib-i sâdık bu kararı

ve gayreti dolayısı ile ve İnsân-ı Kâmil’in terbiyesi

sayesinde ölü gibi olup her hevesinden geçer, mahv ve

fani olur. Ama akıbet, bekayı yâni devamlılığı kazanıp

Hakk varlığı ile var olur.

“Ne zî âfet-i dehir pervây ”

“Ne zîferyâd-ı mürdüm ârây "

Artık, onun ne dehrin (dünyânın) âfetlerinden ne de

zamanın değişmelerinden korkusu olur ve ne de şöhret

ve riya yoluyla ses, sada ve insanların feryadından rüsûm

171 Seyyid Ahmed Hüsameddin

alayım ve âyin icra edeyim diye meclis donatarak

insanları aldatmak arzusu kalır. Bunlardan hiçbirisi ile

münasebeti kalmaz.

“Çun talep ger d müstahak bâşed"

“Cihet-i hem zî Hakk behakk bâşed ”

Madem ki, Hakk tâlibi Cenâb-ı Hakk’ı bilmek ve bulmak

için gösterdiği istek ve arzusunda sebat ederek yükseldi,

o, takva erbabının yâni Allah korkusu ile dinin yasak

ettiği şeylerden kaçınanların cennette bulunacakları

makamı kazanmayı hakk etti.

“Sûret-i ihtiyaç lokma vü dalk ”

“İn kader bes ki şüden cânib-i halk”

Ancak, kendisinden korkulmaması, insanlarla

münasebetinin devamı ve vücûdlarının idamesi için

gereğinde azıcık yemesi ve içmesi ve herkes gibi

giyinmesi lâzımdır. Bu yüce zât, diğer insanlar gibi

yemek, içmek, elbise giymek ve insanlara karışmak

hususunda iktisat ve kanaatkârlık gösterir Kendisini

herkesten üstün tutmaz ve mânâsının hak olduğunu

gizleyerek belli etmez. Bu zâta da bu kadar halk tarafi

kâfidir

***

172 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

SALAVÂT-I CAFERİYE

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hazretleri, İmam Cafer-i

Sâdık Hazretleri’e ait olan Salavât-ı Caferiye’nin sık sık

okunmasını kendisini sevenlere tavsiye ederlerdi. Seyyid

Hazretleri’nin bu salavât-ı şerifeye vermiş oldukları

anlamı kitabımıza ilâve etmekte yarar gördük.

“Allahümme salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ

Muhammedin ve âli seyyidinâ Muhammed. Biadedi

halkıke ve rizai nefsike vezineti arşike ve midâdi

kelimâtike yâ erhemerrâhimin”

“Allahümme”

Ey Hazret-i Muhammed’in bize bildirmiş ve göstermiş

olduğu Allah! Seni bildik ve gördük, Sana imân ettik.

Sana ibâdetten, Senin nzâ-i şerifinden ve

muhabbetinden ayrılmayacağız.

Salli ve sellim ve bârik alâ seyyidinâ Muhammedin”

Allahım! Toplumumuzu ve bizi, kitap ve şânı yüce

Kur’ân’a uygun bütün davranışlarımızı Hazret-i

Muhammed sallallâhü aleyhi ve sellemin davranışlarına

ve yüksek sünnetlerine uymaktan, saadet, selâmet,

bereket ve rızasından ayırma.

uVe âl-i seyyidina Muhammed”

Ehl-i Beyt’e tâbi ve onların davranışlarına, saadet ve

bereketlerine uygun olmak, saadetli huzûrlarında

bulunmak ve onları görmek, onları sevmek, onlarla

173 Seyyid Ahmed Hüsameddin

konuşmak ve sohbet etmek, Hz. Muhammed sallallâhü

aleyhi ve sellemin huzûr ve sofrasında bulunmak gibi

terbiyeli ve uyanık halde bulunmayı gerektirir. Bu yoldan

bizi ayırma yâ Rabbi!

“Biadedi halkıke” 47

Sağlığımızı Sen muhafaza et yâ Rabbi!

“Ve rizai nefsike”

Senin güzel isimlerine mazhar olan varlığımızı, riza-i

şerifinden ayırma yâ Rabbi!

“Vezinet-i arşike”

Senin arşın olan kalbimizi Senin muhabbet ve rızandan

ayırma. Akıl, fikir ve vehmimizin dengesini de doğruluk

yolundan ayırma yâ Rabbi!

“Ve midâd-ı kelimâtike”

Bizi, Ehl-i Beyt’in yardım, şefaat ve kutsal

himmetlerinden ayırma yâ rabbi!

“Yâ erhamerrâhimîn”

Devleti idare edenleri ve bizi muhafaza eden

kumandanları Senin rizâ-i şerifine uygun hareket ettir ve

oların insaf ve merhametlerini fakirlerin ve zayıfların

47 Orijinal metnin bu bölümünde Seyyid Ahmed Hüsameddin

Hazretlerinin insan vücûdunun hücre yapısına kadar inceleyen

kısa bir açıklaması vardır.

174 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

üzerine ziyade kılmanı ve onlara doğruluk, adâlet ve

uzun ömürler ihsan etmeni;

”Rahmeten lilâlemin olan Hz.Muhammed sallallâhü

aleyhi ve sellemin yolundan kıl kadar bile sapmamalarını

senden niyaz ediyorum, mülk ve vatanımızı bütün

tehlikelerden, dış ve içte olacak keder ve âfetlerden

koru, yâ Rabbelâlemin!

175 Seyyid Ahmed Hüsameddin

SONSÖZ

Seyyid Mûsâ Kâzım Öztürk, babalan Seyyid Ahmed

Hüsameddin Hazretleri’nin hayatı hakkında bir kitap

yazma projesi için ilerlemiş yaşına rağmen gayretli bir

çalışma yapmış ve bu eserin tamamlanıp baskıya hazır

hâle gelmesinden bir hafta sonra 25 Mayıs 1996

Cumartesi günü İzmir, Menderes’deki evinde Hakk’a

yürümüştür..

Kitabını 1996 sonbaharında neşretmeyi planladığı için

O’nun arzusuna bağlı kalarak bu tarihte yayınlamayı

uygun gördüm.

Seyyid Mûsâ Kâzım Öztürk, uzun yıllar boyunca bütün

çalışmasını kıymetli babalan Seyyid Ahmed Hüsameddin

Hazretleri’nin eserlerini bugünkü neslin anlayacağı

şekilde sadeleştirerek bu engin hâzineden

yararlanılmasına yönlendirmişti

Eserlerinde, yüce dinimizin gerçek şekli ile anlaşılması

doğrultusunda irşad edici hususlar ele alınmıştır.

İnsanların dikkatlerini Allah, Peygamberimiz Hazreti

Muhammed ve Kur’ân-ı Kerîm üzerine çekmeye çalışmış

ve bu üç mefhumun doğru tanınması için çaba

sarfetmişti. Birbirlerini tamamlayıcı özellikteki eserleri

okundukça bu ağır konu, okuyucunun fikrinde olgunluğa

erişmektedir.

Babam, Seyyid Mûsâ Kâzım Öztürk fikirleri, hayat görüşü

ve yaşantısı ile herzaman bizlere rehber olmaya devam

edecektir.

176 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

Allah, bizleri O’nun mânevi himayesinden ayırmasın.

F.Aymelek Öztürk İzmir,

27.6.1996

SEYYİD MÛSÂ KÂZIM ÖZTÜRK'ÜN BASILI ESERLERİ

Edvâr-ı Alem'den Parçalar,

(I.Baskı) İstanbul 1953 (II.Baskı) İstanbul 1967

Külliyat’tan Seçmeler

İstanbul 1959

İslâm Felsefesine Işık Veren Seyyidler

(I.Baskı) Ankara 1969 (II.Baskı) İzmir 1989 .

Niçin Hz.İsâ?

(I.Baskı) Ankara 1972 (II.Baskı) İstanbul 1994

Kur'ân'ın 20. Asra Göre Anlamı

Cilt I, Ankara 1974 (I.Baskı)

Cilt I, İstanbul 1995 (II.Baskı)

Cilt II, Ankara 1976

Cilt III, Ankara 1980

Cilt IV, İzmir 1985

İslâm'da Kutsal Günler Ve Geceler

Ankara 1976

Tûbâ Ağacının Çiçekleri

Ankara 1980

178 Mûsâ Kâzım ÖZTÜRK

İman Nuru Ve Gerçek Ahlâk

İzmir 1984

Te’vil

İzmir 1987 •

Mektubât

İzmir 1989

İsrailoğulları Ve Büyük Göç

İstanbul 1995

Hakikat Yolunu Arayanlar

İstanbul 1995

Kur’ân Rehberliğinde Günlük Hayatımız

İstanbul 1996

Seyyid Ahmed Hüsameddin Hz. Hayatı Eserleri,

1996 İstanbul