İNŞİRAH - Sonsuzluk Kulesi · 2014. 5. 14. · ten sonra, o surete “kendini bil” demiştir,...

345
İNŞİRAH Sadr Kalb Fuad Lüb Yılmaz DÜNDAR

Transcript of İNŞİRAH - Sonsuzluk Kulesi · 2014. 5. 14. · ten sonra, o surete “kendini bil” demiştir,...

  • İNŞİRAHSadr Kalb Fuad Lüb

    Yılmaz DÜNDAR

    ISBN: 978-605-87210-3-6

    İNŞİRAH

    Yılmaz DÜNDAR

    Arz’da halifetullah dilenen insan, “Esfele Safiliyn” yapının gereği olarak hayata kalbinde maraz ile başlar. İnsanın, “Kalb-i Selim” için bu marazdan kurtulması gerekir. Kalbdeki bu maraz sebebiyle insan, “Allah Yokmuş Gibi” veya sanki “Allah VahidülEhadüsSamed Değilmiş Gibi” inanır ve buna göre yaşar. Bu marazdan kurtulmak ise, yalnız ve yalnız “Amentü Billahi ve Rasulihi” ve Salih Amel ile mümkündür. Reçete ise, Kur’an ve Efendimiz (sav)’in açıkladıklarıdır.

    Bu kitapçık bu konuyu ele almak üzere Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb organizasyonunu ilgili ayet ve hadisler çerçevesinde, bir reçete şeklinde dikkatlerinize sunmaya çalışmaktadır.

  • 1

    YILMAZ DÜNDAR

    Euzü Billahi mineş şeytanir racimBismillahir Rahmanir Rahiym.

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    2

  • 3

    YILMAZ DÜNDAR

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    4

    İNŞİRAHSadr Kalb Fuad Lüb

    Yılmaz Dündar

    ISBN: 978-605-87210-3-6

    İkinci baskı 2000 adet

    Ağustos 2012

  • 5

    YILMAZ DÜNDAR

    SUNUŞ

    Arz’da halifetullah dilenen insan, “Esfe-le Safiliyn” yapının gereği olarak hayata kalbinde maraz ile başlar. İnsanın, “Kalb-i Selim” için bu marazdan kurtulması ge-rekir. Kalbteki bu maraz sebebiyle insan, “Allah Yokmuş Gibi” veya sanki “Allah VahidülEhadüsSamed Değilmiş Gibi” inanır ve buna göre yaşar. Bu marazdan kurtulmak ise, yalnız ve yalnız “Amen-tü Billahi ve Rasulihi” ve Salih Amel ile mümkündür. Reçete ise, Kur’an ve Efen-dimiz (sav)’in açıkladıklarıdır.

    Bu kitapçık bu konuyu ele almak üzere Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb organizasyonu-nu ilgili ayet ve hadisler çerçevesinde, bir reçete şeklinde dikkatlerinize sunmaya çalışmaktadır.Allah bizleri kendisine kalb-i selim ile ula-şanlardan eyleyiverir İnşaAllah (Amin).

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    6

  • 7

    YILMAZ DÜNDAR

    Euzü Billahi mineş şeytanir racim Bismillahir Rahmanir Rahiym.

    1) Elem neşrah leke sadrak 2) Ve vada’na anke vizrak, 3) Elleziy enkada zahrak, 4) Ve rafe’na leke zikrak, 5) Fe inne meal usri yüsra, 6) İnne meal usri yüsra, 7) Fe iza ferağte fensab, 8) Ve ila rabbike ferğab.

    Sadakallahul aziym.

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    8

    Mealen: 1) Senin için sadrını inşirah etmedik mi? 2) Böylece yükünü senden almadık mı? 3) Ki o senin zahrını çatırdatmıştı! 4) Ve senin için zikrini yükseltmedik mi? 5) Bundan ötürü o zorlukla beraber bir

    kolaylık vardır. 6) Muhakkak ki, bu zorlukla beraber bir

    kolaylık vardır. 7) Boş kaldınmı hemen başka işe koyul, 8) Ve Rabbine rağbet et. Sadakallahul aziym.

    Sübhane rabbike rabbil ızzeti amma yasifun, Ve Selamün alel mürseliyn, Velhamdülillahi rabbil alemiyn. Âmin

    ***

    Âlimlerin çoğunluğuna göre İnşirah Sûresi Mekke’de Duha Sûresi’nden sonra onikinci sıra-da nazil olmuştur ve sekiz ayettir.

    Şimdi ilerideki açıklamaları birbiriyle kolay ilişkilendirebilmek ve bizler için önemli olacak manaları hızlı ve anlaşılabilir çıkarabilmek için bazı tarifler yapacağız. Lütfen bunları anlamaya, tarif edilen kelimeleri yakalamaya gayret ediniz.

    VahidülEhadüsSamed olan Allah, Nefs-i Vahide’den, yani Vahidiyet’in Ehad ve Samed olan Kendini Hissetmesi’nden dileğini suretlen-dirdikten sonra onun kendisini bilmesi için ona nazar ederek “Kün” demiştir.

  • 9

    YILMAZ DÜNDAR

    Paragrafımızdaki cümleyi kısım kısım ele al-dığımızda: VahidülEhadüsSamed olan Allah, Nefs-i Vahide’den; yani Vahidiyet’in kendini hissetmesinden dileğini suretlendirdikten son-ra, onun kendisini bilmesini dilemiş ve “Kün” demiştir. VahidülEhadüsSamed, Vahidiyet’in kavramamız gereken önemli bir özelliğidir. Daha önce Tanrı İlmi konuları içerisinde VahidülEha-düsSamed özelliğini ve Nefs-i Vahide’yi detaylıca görmüş ve ayetlerden incelemiştik. Bu nedenle, size yabancı gibi gelen kelimeler olursa onlara tanrı ilmi kitapçığımızdan bakınız lütfen.

    VahidülEhadüsSamed olan Allah Nefs-i Vahide’den: Nefs-i Vahide Vahidiyet’in kendi-ni hissetmesi demektir. Kendini hisseden, yani Vahidiyet’te kendini hisseden! Nefsi incelerken onun kendinizi hissetmenizle ilişkisini kurmuş ve tanımlamıştık. Şimdi de tanımlar yapılırken Kendini Hissetme Duygusu çok geçeceğinden, onu kolay yakalayabilmek bağlamında Kendini Hissetme Duygusu’na şöyle bakabiliriz:

    Kendini Hissetme Duygusu’nun açılım ve or-taya çıkış hallerinden birisiyle yaklaştığınızda, siz sizde bulunan Kendini Hissetme Duygusu’na can da diyebilirsiniz. Can veya “bir insanın canı” dediğimiz zaman kastettiğimiz şey aslın-da ondaki “Kendini Hissetme Duygusu”nun bir halidir. Hatta siz “canım sıkılıyor” dersiniz ya, bunu söylerken ileride gelecek konulara uyan bir tanım yapmış ve “canım sıkılıyor” demekle Kendini Hissetme Duygusu’yla ilgili çok önemli bir bilgiyi itiraf etmiş olursunuz aslında.

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    10

    İşte; Nefs-i Vahide’den, yani Vahidiyet’in kendi-ni hissetmesinden Allah dilediğini suretlendirdik-ten sonra, o surete “kendini bil” demiştir, o suretin kendisini bilmesini istemiştir: Ve böylece çokluk âlemi başlamıştır. O suretin kendisini bilmesi için, bu dileği için o surete nazar ederek “Kün” demiş-tir. “Kün”den hemen sonra “feyekûn” olur; OL der ve olur. Dolayısıyla Allah, “kendini bil” için “Kün” deyince hemen ”feyekün” sonucu Allah’ın o kuldaki dileğinin şartları kaydının altında kul, kendisindeki Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu ile kendisini bilmiş ve bu halini de “BEN” diyerek kendi kaydı dışına takdim etmiştir. Allah’ın dile-ği suretlendiğinde, Allah o surete “kendini bil” dediğinde o surette o kulda ne dilemişse, o su-ret, o kul; o dileğin şartları altında, kendisindeki “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu” ile kendisini bilmiş ve bu hali de “BEN” diyerek kendi dışına, kendi kaydı dışına takdim etmiştir.

    Kul’un “BEN” derken kendisindeki kastının ala-nı o kulun SADR’ını oluşturur: Bakın Sadr’ı tarif ediyoruz; göğüs diye anlamlandırılan sadr aslın-da şudur: Kul “BEN” derken kendisinde bir şeyi kast ediyor ya, işte kendisindeki bu kastının ala-nı “SADR”dır! Kast ettiği şeyin alanı o kulun sad-rını oluşturuyor. Yani kişi Kayıtlı Kendini Hisset-me Duygusu’yla “BEN” dediğinde o kaydın oluş-turduğu alanın, kayıt yüzünden kulda oluşan kastın, onun kast ettiği şeyin alanı; yani birinin “BEN” derken sunduğu, takdim ettiği, kast etti-ği şeyin alanı o kulun sadrını oluşturur. Kul bu alanla ilgili hissiyat dalgalanmalarını sırt ve göğ-

  • 11

    YILMAZ DÜNDAR

    sünde gözleyebildiği için bu alana sadr diyoruz. Yani kişi “BEN” derken kast ettiği alanda meyda-na gelen hissiyat dalgalanmalarını esas itibariyla göğsü ve sırtında gözleyebildiği, toplayabildiği ve bulabildiği için bu alanın genel ismi sadrdır.

    Aslında biz bir alandan bahs ediyoruz ve bu alanın tümüne, tüm alana sadr denir diyoruz. Kişi “BEN” dediğinde “BEN” derken “kast ettiği kaydı”nı kapsayan bu alan onun sadrıdır. Demek ki, bu alana bu geniş alana, alanın tümüne “sadr” veya “göğüs” denmesi, bu ismin verilmesi; bu alanın hissiyat dalgalanmalarını kulun göğsünde ve sırtında hissetmesi nedeniyledir! Bu alanın ta-mamına ait hissi göğsünde ve sırtında, bu bölge-de yakaladığı ve hissettiği için alanın tamamına sadr denmiştir! Bu yüzdendir ki, ayetlerde geçen “sadr” bazen doğrudan göğüs kafesini, bazen de alanın tamamını ifade eder. İşte “sadr” o alana seslenme, tüm alanı işaret etme sadedinde veril-miş bir isimdir. O alanda meydana gelen hissiyat dalgalanmalarını, o alana ait duyguları hissetti-ğiniz yer göğsünüz ve sırtınız olduğu için, onlar göğüs ve sırt merkezli bir hissiyat olarak açığa çıktığı için isim konulurken alanın tamamına “sadr” denilmiştir.

    Ancak; sadr genel çerçevenin adıdır ve içeri-sinde “KALB”ı barındırır. Kalb’ı, Kalıb’ı barındırır. Sadr genel alandır, genel çerçevedir, sadrın içinde kalb vardır. KALB ise, işlevlerinden birisine atfen “FUAD” olarak da adlandırılsa da, aslında KALB “FUAD”ı barındırır. İşlevleri yüzünden “kalb” ye-rine “fuad” ismi de kullanılıyorsa da veya “fuad”

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    12

    yerine “kalb” manası çıkarılıyor ise de, aslında “FUAD” kalbin bir işlevidir! Öyle bir işlevidir ki; kalbin tamamını kaplar, kalbin tamamını kap-layan bir işlev olduğu için kalb fuadı barındırır. Evet, geniş alan, genel çerçeve SADR, sadrda KALB, kalbde de FUAD!

    Kalb ve Fuad’ın manasını yakalamak için, tam oturmasa da bir örnek verelim. Kalble fuadı şu şekilde düşünebilirsiniz: İngilizce’de bir “ho-use”, bir de “home” vardır ya! Eve bazen yuva dersiniz ya, işte ev derken kalbi düşünüyorsanız, yuva derken de onun bir işlevini düşünürsünüz. Oradaki bir işlev yüzünden ona “yuva” diyorsu-nuz ya, işte “fuad” onun gibi bir şeydir.

    Kalbin özünün, esasının öyle bir özü vardır ki, onun adı da Lüb’dür. Şimdi bunları en dış-tan itibaren sıralayacak olursak; SADR ve içinde KALB, kalbde FUAD, fuadda da LÜB. Bunlar as-lında farklı şeyler değillerdir, ama organize çalış-tıkları için; sadr, kalb, fuad ve lüb isimleriyle ad-landırdığımız organize bir mekanizma söz konu-su olur. Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb bu mekanizma-nın, bu organizasyonun fonksiyonel isimleridir. Bunları adım adım tanıma yolunda ilerlerken, birer cümleyle tanımlamaya ve bu tanımları ge-nel çerçeveye yerleştirmeye çalışalım.

    SADR; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun “kaydı”nın his alanıdır: His alanı! Eğer kişi, esas Kendini Hissetme Duygusu’nu, sonra da suretlerde bulunan Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nu fark edemezse birçok şeyi doğru tanımlayamaz, birçok şey ona farklı, kopuk ve

  • 13

    YILMAZ DÜNDAR

    zor anlamlandırılan şeyler olarak gelir. Halbuki herşey kökenini Kendini Hissetme Duygusu’ndan alır. Suretlerde ise “Kayıtlı” Kendini Hissetme Duygusu’ndan alır! Herşeyin kökeni budur!

    Sadr neydi? Kul’da bulunan Kayıtlı Kendi-ni Hissetme Duygusu’nun, yani nefs dediğimiz kaydın his alanının tamamı sadr’dır.

    KALB: Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun “kaydı”nı oluşturan kalıptır, kalbdır: Bunu iler-ledikçe açacağız, şimdilik bu cümleyi tam yaka-layalım! Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusunun kaydını oluşturan kalbdır; kalıpdır; kalıbıdır! Kul’da “Kendini Hissetme Duygusu” var, ama kayıtlı. Kul’u kul yapan, kulu cüz yapan onun kaydıdır ve o kaydın özelliğine göre kullarda farklılıklar vardır. İşte o kaydın his alanı, o kaydın hissinin kapladığı alan “sadr”dır. O kaydı oluştu-ran kalb, yani kalıp, kaydın kalıbı ise “kalb” dedi-ğimizdir. Kaydın kalbı; kaydın kalıbı! Bunu neye benzetelim?

    Para basılacağı zaman “kalp” yok mudur? Kalpazanlar ne yaparlar? Parayı kalb ederler, değil mi? O paranın bir kalbı vardır, kişi de onu kalp eder, bu yüzden ona “kalpazan” denir. Bu normalde de böyledir, ama “kalpazan” kelimesi genellikle bu işi kötü niyetle yapanlar için, suç-lar mahiyette kullanılır hale gelmiştir. Şimdi bir “para”yı sizin “kaydınız” olarak düşünürseniz, işte bu kaydınızı oluşturan bir kalıp, bir kalb var. İşte o kalıp kalb olarak adlandırılmıştır! Basa-mak basamak ilerliyoruz, gittikçe bunlar detay-lanacak.

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    14

    FUAD: Fuad’ı tarif ederken, bu tarifi yapar-ken bizim öznemiz yine Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu. Çünkü kuldaki en önemli işlevsel özel-lik budur. Kul’a “zat”lık kazandıran, kul çerçeve-sinde “Biiznillah zat”lık kazandıran, yani ona kul çerçevesinde “Biiznillah ind” kazandıran özellik budur; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygu-su! FUAD; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun, bu halin yeteneğini, fuadla ilgili yeteneğini kendi kaydından alan ve “analiz ve sentez”den sorumlu olan bir “Kalbî Görüş” işlevidir! Yani fuad; Ka-yıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun yeteneğini kendi kaydından alan “analiz ve sentez”den sorumlu bir Kalbî Görüş işlevidir. Yani bu işle ilgili yeteneğini kendi kaydından alan, “analiz ve sentez”den sorumlu; analiz ve sentez yapan, kalble ilgili bir görme/görüş işlevidir. Bu işlev Hakk yolda çalışabilirse, bu görüş “Basiret”e yol açar; Basiret dediğimiz olay ortaya çıkar. Bunları ve detaylarını da ayetlerle göreceğiz.

    LÜB: Kul’un “Muhtar” olmadığını ve “Muhtar olarak varım” zannından doğabilen her türlü şirk halini AKLIN bulabilmesine imkân sağlayan bir nurdur; İhlâs Sûresi hakikatli bir NUR’dur. “LÜB” çok önemli bir nurdur, ama “ahiretî bir nur”dur. Dünyayla ilgili olanlara hayatî denir ya, bir şey çok önemliyse “bu iş çok hayati” denir ya, işte onun gibi “LÜB” de çok ahiretî bir nur! O kadar ahiretî ki, kişinin sonsuza dek olan yaşantısını et-kileyen bir nur! Ne yapar? Bu nur kalbte faaliyet gösterebilirse akla bir imkân sağlar, aklın bir şeyi görebilmesini yakalayabilmesini sağlar. Öyley-se LÜB; kul’un “Muhtar” olmadığını ve “Muhtar

  • 15

    YILMAZ DÜNDAR

    zannı”ndan doğabilen her türlü şirk halini AKLIN bulabilmesine imkân sağlayan bir NURdur: De-mek ki kul; varlığını Allah’a eş koşmaktan an-cak “LÜB” desteğiyle kurtarabilir! Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb Organize Mekanizması’na eğer Allah lütfetmişse “LÜB” bir ikramdır: “LÜB” tamamen bir ikramdır! Var olan bu yapıya, var olan kul ya-pısına “LÜB” bir ikramdır.

    Ama bu organizasyonda hükümdar “LÜB” değildir. Mekanizmanın hükümdarı “KALB”dir. Kalbin, kalıbın kulun vücudundaki merkezi “vü-cudun kalbi”dir: Bahsettiğimiz bu kalbın, kulun vücudundaki merkezi “vücudun kalbi” olduğu için oranın ismi kalbdir. Kalbın merkezi oldu-ğu için kalb denmiştir ona. Kalb; Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydını oluşturan kalıp vücudun kalbi ve kan kimyasıyla bütün sadra ulaşır. Sadr kaydın his alanıydı, işte kalıp/kalb sadrın tamamına vücudun kalbi ve kan kimya-sıyla ulaşır.

    Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb Organizasyonu’nun işlevlerini ise KALB’ın yönü doğrultusunda vü-cudun baş kısmındaki BEYİN ve vücuttaki diğer “Nöron Sistemleri” fiillendirir. Burası çok önemli! Bu anlaşılmadığı takdirde insanlar her işi beyne bağlarlar! Demek ki; beyin bu organizasyonun yalnızca hizmetçisidir! Evet; Sadr, Kalb, Fuad ve Lüb Organizasyonu’nun işlevlerini kalbın yönü doğrultusunda vücudun baş kısmındaki beyni ve vücuttaki diğer nöron sistemleri fiillendirir. Böylece bu organizasyona onun hizmetini gö-ren BEYİN de eklenmiş oldu.

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    16

    Kalb’ın Rabbine yönelmesi engellenirse Nef-sin Şerri, vehmin zulmeti lehine hükümdarlığı ele geçirir ve sadra hâkim olur. Böylece; beyni, diğer nöronları ve kan kimyasını da ele geçirmiş olur.

    “KALB’in rabbine yönelmesi engellenirse” ne olur? “Sen Tanrı mısın” kitapçığından, “tan-rı ilmi” müfredatından biliyorsunuz, iki yol var ve bu iki ana yol yüzünden de esas iki nefs hali vardır; nefs-i emmare ve nefs-i levvame! Esas çatıyı bu iki nefs; nefs-i emmare ve nefs-i levva-me oluşturur. Dolayısıyla, kalb; direksiyonu bu ikisinden birine büker ve kalb direksiyonu nere-ye bükmüşse beyin o doğrultuda fiil yapar! Bu yüzden ayetlerde, inananlar Rabbine yönelmeleri için uyarılır.

    İşte kalbin Rabbine yönelmesi engellenirse; nefsin şerri yönetimi ele geçirir. Nefsin şerrinin, yani “Kayıtlı Kendini Hissetme Duygusu”nun asi davranışı, onun haddi aşan hali, esfele safiliyn yapı ki; onların hepsine biz nefsin şerri diyoruz; kalbin Rabbine yönelmesi engellenirse, nefsin şerri hükümdarlığı ele geçirir.

    Burada önemli bir bilgiyi not edelim: Eğer konu ve anlatımlarda nefs ve nefsin şerri dav-ranışları ayrılmazsa, okuyanlar ve anlamaya çalışanlar nefsi tanıyamazlar ve nefse kızmaya başlarlar. Oysa kızmaları gereken nefs değildir, nefsin şerridir! Uymamaları gereken de nefsin şerridir ki; işte o şerden nefsi temizleyip kurtar-mak gerekir! Nefs kızacağınız değil, kurtaracağı-nız bir şey! Onu o kirle, o şerle bırakırsanız ve o kiri nefsin esası zannederseniz nefse zulmetmiş

  • 17

    YILMAZ DÜNDAR

    olursunuz. Nefsinize zulmetmeyin demek; onu şerrinden arındırın, onu şerre, asiye, isyancıya, haddi aşana bırakmayın demektir.

    Kalb’ın Rabbine yönelmesi engellenirse, nefsin şerri bu organizasyonda vehmin zulmeti lehine hükümdarlığı ele geçirir: Kalb Rabbine yönele-mezse, Rabbine yönelmesi engellenirse o za-man Sadr, Kalb, Fuad ve fonksiyon göstermeyen Lüb Organizasyonu’nun yönetimi nefsin şerri-nin eline geçer. Nefsin şerri bu yönetimi vehmin zulmeti lehine yapar, yani vehmin zulmeti kural-larıyla yapar. Nefsin şerrinin kuralları, yani nef-sin şerrinin elindeki hayat yönetmeliği vehmin zulmetidir. Dolayısıyla o zaman nefsin şerri bu organizasyonu vehmin zulmeti lehine yönetir. Böylece beyni, diğer nöronları ve kan kimyasını da ele geçirmiş olur! Bu organizasyondaki yö-netim nefsin şerrinin eline geçince Kalb Hakk’a yönelik davranamaz. Bu durumda Kalbin kukla duruşu ve “nefsin şerrinin yönetimi” söz ko-nusudur: Böylece, nefsin şerri vücudun kalbi ve kan kimyası sayesinde sadra hâkim olur.

    Nefsin şerrinin kan kimyasını ele geçirmesiy-le ilgili bir cümleyi, yeri ileride gelecek olmasına rağmen buraya monte edelim. Bir hadiste şey-tan kendisine verilen yetkileri sıralar ki; bunlar-dan birisi insanın kanına girebilmesidir. Orada şeytan; “bana insanın kanına girebilme yetkisi verildi” der. İnsanın kanına nasıl girdiğini gördü-nüz değil mi? Nefsin şerrinin kan kimyasını ele geçirmesiyle, şeytan o kişinin “kanına girmiş” oluyor!

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    18

    Hatta biz günlük hayatta da, aramızda da buna benzer cümleler kullanırız. Bir arkadaşınız sizin arzunuzun dışında bir fikir ileri sürmüştür, bir iş yapmıştır ve siz o fikrin veya o işin esas sa-hibini bilirsiniz. O zaman ona dersiniz ki; şu kişi senin kanına girdi. Bunu söylerken, onun gelip de arkadaşınızın damarlarına girdiğini düşün-mezsiniz, değil mi? “Senin kimyanı, kan kimyanı o bozdu” demek istersiniz. İşte nefsin şerri de kan kimyasını böyle ele geçirir.

    Aslında kul, kendini bu son tanımladığımız es-fele safiliyn hal üzere bulmuştur. Zaten dünyalı olmak demek, bu sadr organizasyonunu nefsin şerrinin yönetiyor olması demektir. Nefsin şer-rinin sadrı vehmin zulmeti yönünde yönetiyor olması, kalbi ve kan kimyasını da ele geçirmiş olması demektir. Kul kendisini bu hal üzere bu-lur! Ve işte bu haldir ki; onun adı esfele safiliyn yapıdır.

    Kul, dünyada bu “esfele safiliyn” hal üzere kendisini bulmuştur ve sadr, “A” Takdim Formu “BEN”in kasd alanı durumundadır: Sadrı, “BEN” derkenki kastınızın alanı” olarak tarif etmiştik. Kulun kendisini esfele safiliyn hal üzere bulması nedeniyle sadrın kast ettiği “A” Takdim Formu “BEN” olur. Yani sadr “A” Takdim Formu “BEN”in alanı olur, haddi aşan “Asi BEN”in alanı olur. Za-ten bu takdime, asi kelimesinin ilk harfi olarak “A” diyorduk.

    Nefsin şerrinin vehmin zulmeti lehine olan bu sadr hâkimiyetinden kul ancak “LÜB” ikramıyla kurtulabilir: Kul “kendini içinde bulduğu halin

  • 19

    YILMAZ DÜNDAR

    imkânlarıyla” o halden kurtulamaz! Çünkü ken-disini içinde bulduğu halde, o halin imkânlarında onu oradan kurtaracak bir şey yok! Dolayısıyla ancak “LÜB” ikramıyla kurtulabilir!

    “LÜB” nuru kalbı sarıp tesirine alınca fuad Hakk’a uygun analiz ve sentezler yaparak kalbi hükümdarlığa kavuşturacak bilgi ve görmeyi ger-çekleştirir: Dikkat edin fuad daha önce de çalışı-yor. Fuad yalnız Lüb’de, yani Lüb varken çalışıyor değil! Fuad daha önce de çalışıyordu ama analiz ve sentezden vehmin zulmeti doğrultusunda sonuçlar çıkarıyordu. Fuad’ın Hakk yolda sonuç çıkarabilmesi için ona “LÜB desteği” lazım, fuad ancak Lüb desteğiyle bunu ayırd edebilir.

    Ve böylece yeni oluşturulan bilgi ve görmeyi gerçekleştirir. Böylelikle bu organizasyonun hü-kümdarlığını “kalb” tekrar ele geçirmiş olur: So-nuçta, kalb beyni Hakk yolda yönetmeye başlar; “Rabbine yönelmiş olarak” yönetmeye başlar. Dedik ki, beyin KALB’in hizmetçisidir! Evet, be-yin kalbın hizmetçisidir; beyin bu organizasyo-nun hizmetçisidir. Bu yüzden, eğer organizasyon nefsin şerrinin yönetimindeyse, beyin o doğrul-tuda fiiller ortaya koyar. Ama kalb ve fuad Lüb desteğiyle, Lüb nuruyla Hakk yolda analiz ve sentez yapıyorsa, buradan çıkan bilgilere göre davranacak olan beyin de Rabbine yönelmiş olarak çalışmaya başlar.

    Lüb Nuru ile Fuad’da açılan hakikatî gerçekleri görme, hakikatle ilgili gerçekleri görme ise “Basi-ret” olarak adlandırılır. Konuyu bu noktada bize yine ayet açıklasın:

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    20

    Hac Sûresi 46. Ayet: “Arzda hiç gezip seyret-mediler mi ki, onlarla akledecekleri kalbleri ve işittiğini anlayacak kulakları olsun. Çünkü gözler âmâ olmaz, sadrların içindeki kalbler âmâ olur.” Kur’an’ın, “âmâ” derken, “göremiyor” derken kast ettiği şeyi de bu ayetle öğrenmiş oluyoruz; “gözler âmâ olmaz, sadrdaki kalb âmâ olur!”. Kalb nasıl âmâ olur? Kalb esası göre-mezse, esastan perdelenirse ona âmâ deriz! Bu yüzden, nefsin şerri sadr organizasyonunu yö-netince kalb âmâdır. Ama fuad, Lüb ikramıyla, Lüb Nuru’nun desteğiyle “analiz sentez” yapıp buna uygun fikirler çıkarmayı başardığı zaman, bu fikirlere uygun görmenin başlaması sonucu artık kalb görmeye başlamıştır.

    Kafa Gözü’yle hologramı görürsünüz, Kalb Gözü’yle hologramın hakikatini görürsünüz: İki görmenin farkı budur; kafa gözüyle hologramı görebilirsiniz, hologramın hakikatini ise kalb gözüyle görebilirsiniz. Kafa gözüyle gördüğün kadar düşünebilirken, kalb gözü düşünebildiği kadar görür. İşte iki görmenin farkı!

    Şimdi söyleyeceğimiz şey “LÜB”ün önemli bir özelliği, hatta tek özelliği! Bir hadis var. Ancak bu hadisin kolay anlaşılabilmesi için açıklamasını önce yapalım:

    “LÜB” nuru ile desteklenen FUAD “analiz ve sentez”lerinde özellikle İhlâs Sûresi’nin gerçeğin-den sapmaz: Aklın İhlâs Sûresi’ni kavrayabilmesi ve onun gerçeğinden sapmaması Lüb’den aldığı nurla başarabileceği bir şeydir.

  • 21

    YILMAZ DÜNDAR

    LÜB nuru ile desteklenen fuad analiz ve sen-tezlerinde özellikle İhlâs Sûresi gerçeğinden sap-maz ve Allah VahidülEhadüsSamed’dir müşaha-desi ve bilgisini kalbe gönderir: Demek ki Fuad’ın analizini yapıp tamamlaması yetmez. Fuad Hakk yolda kendine sunulan verilerle yani Ka-yıtlı Kendini Hissetme Duygusu’nun kaydındaki verilerle [kaydının gereği olarak, kaydının ona sağladığı imkânlarla] dış çevredeki bilgilerden, yani Sünnetullah’tan yararlanır. Onlardan ya-rarlanma özelliği de yine kendi kaydındandır; kendisindeki kayıt onlardan yararlanma imkânı sağlar. Bu yüzden Hac Sûresi 46. Ayet; “arzda hiç gezip seyretmediler mi?” diyor. Demek ki “gezip dolaşmak” ayetlerle öneriliyor ama Hakk’ı anlayabilmek için! Gezme dolaşma da bunun için!

    Evet, “arzda hiç gezip seyretmediler mi ki onlarla akledecekleri kalbleri ve işittiklerini anlayacakları kulakları olsun. Çünkü gözler âmâ olmaz, sadrların içindeki kalbler âmâ olur” diyen Hac Sûresi 46. Ayeti görmüştük.

    Böylece, fuad analiz ve sentezden elde ettiği müşahedeyi ve bilgiyi kalbe gönderir. Bilgi kal-be tesbitlendikten sonra kullanılabilir olur: Bil-gi kalbte/kalıpta tesbitlendikten sonra, beyin o tespitin emrini alır ve ona uygun işler yapar. Fuad’ın analiz ve sentezinin sonucu tek başına fiile dönüşmeye yetmez, yani beyinde bir emre dönüşmeye yetmez. Çünkü o fikrin kalble de tasdiklenmesi lazım! Yani kul fuadın bulduğu sonucu kalbiyle tasdik etmesi lazım. Kalbiyle

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    22

    tasdik verdikten sonradır ki beyin ona yönelik işleve hazır olur, ona yönelik fiiller ortaya koyar.

    Mesela bazı ameller duyarsınız ve fuadınız sizin için hızlıca bir analiz sentez yapar. Ancak, siz o amele kalben tasdik verirseniz beyin sizi o amele hazırlar ve böylece o iş size kolaylaşır inşa-Allah. Kalben tasdik vermeniz demek, o bilginin kalbe girmesi ve tesbitlenmesi demektir.

    Bakara Sûresi 225. Ayet buyuruyor ki: “Bil-meyerek yaptığınız yeminlerden dolayı Al-lah sizi sorumlu tutmaz, fakat kalbleriniz kazandıklarıyla sorumludur; Allah Ğafurun Haliym’dir”. Allah kalblerinizi kazandıklarıy-la sorumlu tutar. Şu hadisle konuyu anlamak daha kolay olacaktır inşaAllah. Efendimiz sallal-lahu aleyhi vesellem buyuruyor; “Allah nefsle-rinin konuştuklarından ümmetimi sorumlu tutmayacaktır”. Bu ayeti ve bu hadisi birlikte düşündüğümüz zaman; sadr mekanizmasında üretilmiş ama kalbe girmemiş bilgilerin, kurun-tuların hadiste nefsin konuşması olarak adlan-dırıldığı görülür. Kalbe giremiyeceği, tasdiklenip beyinde de ona uygun ameller üretilmeyeceği için Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem; Allah nefslerinin konuştuklarından ümmetimi so-rumlu tutmaz buyuruyor. Yani sadra herhangi bir bilgi girdiğinde o bilgi fuada ulaşsa bile, fuad onunla ilgili herhangi bir analiz sentez yapmış olsa bile, Allah oradaki o bilgiden kulu sorum-lu tutmaz. Neden? Kalb o bilgiye sahip çıkma-dığı için! Fuad onunla ilgilendi analiz ve sentez yaptı, ama o sonuç kalbe girmediyse kul ondan

  • 23

    YILMAZ DÜNDAR

    sorumlu olmaz! Bu ayet ve hadisten anlıyoruz ki; sorumluluk için kalbin, kalbın, kalıbın o bil-giyi kabullenmesi gerekiyor. O bilgi kalıpta yer alacak ki o kalıba uygun suret çıksın. Diyelim ki kalpazanlar para basacaklar. Oturup konuşmuş ama basmamışlarsa bir sorumlulukları olmaz, dedikodu yapmış olurlar. Ama konuştuklarını kalıba tesbitlemişler ve ona uygun da bir suret çıkarmışlarsa sorumlu olurlar. Kalp, kalb işte böyle bir şey! Bir şeyin sizde suret bulması için onun kalbı hazırlanmalı. Hazırlanacak olan o kalba bilgi fuaddan gelir. Gelen bu bilgiyi kalb tespitlerse, beyin ona uygun suretleri sizden fiil olarak çıkarır ve sorumluluk başlar.

    Eğer fuad Hakk’a yönelik, Rabbine yönelik analiz ve sentezler yapar, kalb de onları tespit-ler ve sadr organizasyonunun hükümdarlığını ele geçirirse kalb “NANKÖRÜN ESİRİ OLMA HASTALIĞI”ndan kurtulur.

    Nefsin şerri nankördür. Kime? Yaradanına nankördür. Nankör olduğu için “asi” ve nankör olduğu için “haddi aşan” ya! İşte o nankörün nankörlük davranışlarıyla kalbi esir alması ve böylece onu Yaradanına karşı hasta pozisyona sokması kalbin marazlı, kasvetli ve hastalıklı olması demektir. İşte böylece, Rabbine yönel-miş bir kalb Nankörün Esiri Olma Hastalığın-dan da kurtulur.

    Bir hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi ve-sellem buyuruyor ki; “yararsız bilgiden sana sığınırım Allahım”. Yararsız bilgiden korkuyor ve korkmamızı istiyor! Niye? “Yararsız bilgi”nin

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    24

    günümüzde anlaşılması çok kolay; o bilgi virüs tesiri yapabilir ve sizin fuad mekanizmanızı sar-sabilir. Peki, yararsız olan bilgi nedir? Bilginin hangisi yararlı hangisi yararsız bilemezsiniz! Kim bilir? Sahibi bilir. Bu yüzden sahibine; “Allahım yararsız bilgiden sana sığınırım, beni koruyu-ver” diyorsunuz.

    Bir başka hadisinde Efendimiz sallallahu aley-hi vesellem buyuruyor ki; “bilgi iki türlüdür. Biri dile bağlı bilgi, diğeri kalbe bağlı bilgi”. Kalbe bağlı bilgi; esir olmamış, kukla olmayan kalbin bilgisidir. Eğer kalb nankörün esiri olmuş da kukla gibi duruyorsa, onun yerine nefsin şerri vehmin zulmeti yönünde sadra hâkimse ve fuad bu doğrultuda analiz sentez yapıp bilgi üreti-yorsa aslında kalb onu almadığı halde almış gibi gözükür. Esir ya! Almıyor, ama almış gibi görü-nüyor. Böylece o bilgi o kulun dilinde kalan bir bilgi oluyor. Kalbin hakikate ait bilgi tesbit et-tiği yere nefsin şerri tesir edemez.

    Tevbe Sûresi 124. Ayet: “Bir sure inzal edil-diğinde onlardan kimi “bu hanginizin imanı-nı artırdı” der. İman etmiş olanlara gelince; onların imanı artmıştır, onlar müjdeleşip se-viniyorlar”. Devamı:

    Tevbe 125. Ayet; “kalblerinde hastalık olan-lara gelince; inzal ettiklerimiz onların pisliği-ne pislik katıp artırmış ve onlar kâfir olduk-ları halde ölmüşlerdir”. Dikkatimizi çekmesi gereken önemli şey bu ayetin kalb hastalığın-dan bahsetmesi! Tevbe Sûresi 125, kalbin hasta olabileceğini bize öğreten bir ayet, kalbi hasta

  • 25

    YILMAZ DÜNDAR

    olanların Allah’ın hükümlerine karşı “alaylı” dav-randıklarını bize gösteren bir ayet!

    Tevbe Sûresi 28. Ayeti de hatırlayacaksınız; “ey iman edenler, müşrikler ancak bir neces-tir, bir pisliktir”. Müşriklik, şirk Kur’an ayet-lerince “kir ve pislik” kabul edildiği için Tevbe Sûresi 125. Ayet; “kalblerinde hastalık olanla-ra gelince; inzal ettiklerimiz onların pisliğine pislik katıp artırmış ve onlar kâfir oldukları halde ölmüşlerdir” diyor.

    Maide Sûresi 52. Ayet: “Kalblerinde hastalık olanların, “dairenin bize isabet etmesinden korkuyoruz” diyerek, onların yahudi ve nasa-ranın arasına süratle daldıklarını görürsün. Umulur ki Allah feth olarak gelir veya indiri-len bir emr getirir de enfüslerinde sıraladık-ları üzerine nadim olurlar.” Ayetin üstüne ve altına bakıldığında görülür, bu cümleler Efendi-miz zamanında savaşa çağırılan, ama kalblerin-de hastalık olan kişilere aittir! Kalblerinde has-talık olanlar “dairenin bize isabet etmesinden korkuyoruz” derken şunu kast ediyor: Dairenin; yani zafer yerine mağlubiyetin, refah yerine sı-kıntı ve darlığın bize isabet etmesinden korku-yoruz”. Onların; yani o zamanki karşı tarafın, yahudi ve nasaranın arasına süratle daldıkla-rını görürsün. Umulur ki Allah feth olarak ge-lir veya indirilen bir emr getirir de enfüslerin-de sıraladıkları üzerine nadim olurlar. Maide Sûresi 52. ayet bize kalbin hastalanabileceğini söylüyor. Eğer rabbine yönelmemişse ayetlerde bu kalbin hasta kalb kabul edildiğini görüyoruz.

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    26

    Hac Sûresi 53. Ayet: “Allah böyle yapar ki, kalblerinde hastalık bulunan ve kalbleri kas-vetli olan kimseler için şeytanın kattığı şeyi bir fitne kılsın diye! Muhakkak ki zalimler uzak bir şikak içindedirler.” Bundan önce Hac Sûresi 52. Ayet bir olaydan bahseder; rasul ve nebilerin istisnasız hepsinde, gelip de Hakk yol-da açıklamalar yaptıklarında veya bir temennide bulunduklarında, bir ideallerini dile getirdikle-rinde şeytan mutlaka beşeri yaklaşımlar katar! Allah’ın emriyle! Bu yüzden Hac Sûresi 53. Ayet bunu açıklıyor: Allah böyle yapar ki, kalblerinde hastalık bulunan ve kalbleri kasvetli olan kimse-ler için şeytanın kattığı şeyi bir fitne kılsın diye!

    Ayetlerde geçen “fitne” kelimesi özellikle şu manadadır: İkilem! Fitne ikilem demektir. “Ya Allah’ın dediği gibi değilse? Ya Allah yoksa? Ya öyle olmayacaksa? Ya öldükten sonra dirilmeye-ceksek?” gibi vesveselerle kişiyi sürekli ikilemde tutar. İkilem ise şeytaniyettir!

    Şeytaniyeti görev olarak alan İblis “ikilemi” başlatarak bu görevin ilk icracısı olmuştur ve sonra bu görevle görevlendirilmiştir. Bu görevi alacağı için de ilk icraatını yapmıştır. Rabbi ona “secde et” dediği zaman, o ikileme düşmüş ve Âdem’e secde etmemiştir! Melaike behemehâl secde ettiği halde İblis secde etmemiştir. Çünkü kâfirlerdendi, yani kafası fitne fücurdu. İşte bu yüzden fitne; seni Allah’a karşı ortak çıkaran fi-kirler demektir. Allah’a karşı “ben de varım, ben de düşünürüm, sen öyle diyorsan ben de böyle diyorum” diyen bir sistemin ismidir fitne! Aksi

  • 27

    YILMAZ DÜNDAR

    halde ayetlerde fitne geçtiğinde, normal hayat-ta arkadaşlar arasında insanların birbirlerini kışkırtmalarını düşünmemek lazım. Fitne; sizi Allah’a karşı kışkırtan ve kendinizi O’na ortak koşturtacak fikirlerdir! İşte bu yüzden “şeyta-nın kattığı şeyi bir fitne kılsın diye” diyor Hac Sûresi ve ekliyor; “muhakkak ki zalimler uzak bir şikak içindedirler“.

    Ankebut Sûresi 2. Ayet bunu daha kolay anlamamızı sağlayacaktır inşaAllah: “İnsanlar fitneye düşürülmeksizin “iman ettik” deme-leriyle bırakılıverileceklerini mi sandılar?” Çok korkutucu! İnsanlar fitneye düşürülmeksizin “iman ettik” demeleriyle bırakılıverileceklerini mi sandılar? Bu ayet Hac Sûresi 53. ayeti daha iyi anlamamızı sağlar.

    Hac Sûresi 54. ayet, az önce okuduğumuz ayetin devamıdır: “Ve bir de kendilerine ilim verilenler, onun Rabbinden Hakk olduğunu bilsinler de ona iman etsinler ve ona kalbleri ihbât olsun, mutmain olsun! Muhakkak ki Al-lah, iman etmiş kimseleri Sıratı Müstakıym’e hidayet edendir”.

    Ayette “bir de kendilerine ilim verilenler!” geçiyor. Biraz önceki ayette zalimlerden, kalbi hastalıklı kasvetli olanlardan bahsettik. Hac-54 ise; “Ve bir de kendilerine ilim verilenler, onun Rabbinden Hakk olduğunu bilsinler de ona iman etsinler ve ona kalbleri ihbât olsun, mutmain ol-sun!” ifadesi var. Bakın şimdi; kendilerine ilim verilenler! Detayına baktığımızda, bunlar Lüb’ü çalışanlardır. Nebi ve rasullerin açıkladıklarını

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    28

    duydukları zaman şeytan onlara fitne verir ki, onlar da o fitneye karşı bir savunma duygusu oluşturarak “hayır, bu Hakk’tır!” desinler. Biraz sonra bunun insan için hikmetini göreceğiz.

    “Hayır, bu Hakk’tır” desinler ve ona iman et-sinler. Ve ona kalbleri mutmain olsun, onu tesbit-lesin: Rasul ve Nebi bir şey söylediğinde fuadın kuvvetli ve geri dönüşsüz analiz ve sentez yapa-bilmesi için karşı tez lazım. Karşı tez nasıl olu-şacak? İşte karşı tezi de şeytan verir, fitne olarak verir. Bu fitne karşısında karşı tezi seven kalbi hastalıklı ve kasvetli olan kaybeder! Ama kendi-sine ilim verilenler ne yapar? Onlar bu karşı tez vasıtasıyla fuadlarını daha kuvvetli çalıştırırlar. O analiz ve sentezde karşı tezle mücadele eden fuad öyle bir fikir çıkarır ki, kişi “Nebi ve Rasu-lün söylediği Hakk’tır” der. Ve o bilgi kalbe girer ve kalb mutmain olur, yani o bilgiyi tesbit eder. Bu durumda artık nebi ve rasulün o bilgisi kulun bilgisi olmuştur. Ve beyin işte o zaman o bilgiye yönelik fiiller ortaya koymaya hazırdır. Bu meka-nizma çalışsın diye, “sadr, kalb, fuad, lüb meka-nizması” çalışsın diye Allah böyle yapar” diyor ayette. Muhakkak ki Allah, iman etmiş kimseleri Sıratı Müstakıyme hidayet edendir.

    Ra’d Sûresi 28. Ayet: “Onlar iman etmişler-dir ve kalbleri Allah zikriyle mutmain olur. Dikkat edin, kalbler Allah zikriyle itminan olur!”.

    Allah Ra’d Sûresi 28. Ayette “dikkat edin!” diye uyarıyor! “Dikkat edin; dikkatinizi buraya toplayın, fuad burada dikkatli çalışsın! Dikkat

  • 29

    YILMAZ DÜNDAR

    edin ki kalbe sıkı tesbit yapın, bu çok önemli bir gerçek” diyor. Onlar iman etmişlerdir ve onların kalbleri Allah zikriyle mutmain olur! Kalblerin düzgün yola gireceği, mutmain olacağı, mutlu olacağı hal, sahibinin söylediğine göre, ancak Allah’ın zikriyle mümkündür. Dolayısıyla, kişide sadrı nefsin şerri yönetiyorsa kalblerin mutlu ol-ması mümkün değildir! Onlar ancak; nefsin şerri doğrultusunda vehmin zulmeti içindeki rahatlık ve memnuniyetleri mutluluk sanarlar! Rahat ol-duklarında, memnun olduklarında mutlu olduk-larını sanarlar. Oysa Ra’d Sûresi 28. Ayet diyor ki; “gerçek mutluluk ancak Kalb’te Allah zikriyle mümkündür!”

    Kalbteki hastalığa değinen bir diğer ayet, Nur Sûresi 50: “Onların kalblerinde bir maraz mı var? Yoksa şüpheye mi düştüler? Yoksa Allah’ın ve O’nun Rasulünün kendilerine haif edeceğinden, haksızlık edeceğinden mi kor-karlar? Hayır, onlar zalimlerin ta kendileridir!” Bakın yineleniyor: Eğer nefsin şerri sadra hâkimse kalb hastadır. Kalbte hastalık varsa, bir maraz varsa fuad şüpheli tereddütlü fikirler ortaya çıka-rır! Nur Sûresi 50. Ayetten bunları anlıyoruz.

    Kalb Sözde Varlık ve Muhtariyet İddiası’nın oluşturduğu perdelilikten sıyrılınca, bu perdelili-ğin oluşturduğu hastalıktan kurtulunca sadrı isti-la etmiş olan vehmin zulmeti kuralları da fonksi-yonsuz hale gelir. LÜB’le gelen nurun tesiri bütün SADR’ı kaplar.

    Bakara Sûresi 257. Ayet: “Allah iman eden-lerin velisidir. Onları zulmetten nura çıkarır.

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    30

    Fiilen küfür halinde olanlara gelince, onların evliyası tağuttur. İşte onlar ashabun nar’dır. Onlar onda ebedi kalıcılardır”. Kişilerin Allah dışında oluşturdukları ilahlar ve bu yoldaki fikir-leri onları nurdan zulmete çıkarır ki, bu hal başka ayetler de geçmektedir. Bu ayetten öğreniyoruz ki: Efendimizin açıkladığı şekilde imanını deklare edenlerin ve sonra bu deklarasyona uygun fiiller ortaya koymak için mücadele edenlerin velisi Allah’tır! Ve Allah onları zulmetten nura çıka-rır! Hani nefsin şerri ve vehmin zulmeti vardı ya, zulmet onlardır, işte Allah onları o zulmet-ten nura çıkarır. Biraz sonra duamızın içinde de bu kavramlar geçecek. Bu kavramlar ayetlerde “zulmet” ve “nur” olarak aynen geçer; “o iman edenleri Allah zulmetten nura çıkarır”. Demek ki, bir kulun kendisini içinde bulduğu Sadrı yöne-ten nefsin şerri ve vehmin zulmeti! Ve bu halin içinde onu oradan kurtarabilecek bir özellik bir dayanak yok. Onu o halden ancak Allah lütfuy-la kurtarır ki, işte; “onu o zulmetten alır nura çı-karır” budur. Oysa küfrünü deklare etmiş olan ve buna uygun da küfür fiilleri ortaya koyanla-rın yol göstericisi tağuttur; yani Allah’ın dışında iddia ettikleri ilahlık onların yol göstericisidir! Bu nedenle de onlar o yola uygun fikirlere tabi olurlar. İşte bu yüzden ayet onları “ashabun nar; nar ashabı” diye isimlendiriyor. İşte bu hakikate işaret eden bazı ayetler:

    İbrahim Sûresi 1. Ayet: “Elif Lam Ra. O, in-sanları Rablerinin izniyle zulmetten nura ve Aziyzil Hamiyd’in sıratına çıkarman için sana inzal ettiğimiz bir kitaptır.”

  • 31

    YILMAZ DÜNDAR

    Ahzab Sûresi 43: “O’dur ki, sizi zulmetten nura çıkarmak için size salât eder ve O’nun melekleri de. O müminlere Rahıym’dir.” Ah-zab Sûresi’nin bu ayetinden de öğreniyoruz ki; imanlı kişileri, imanını deklare etmiş kişileri “zulmetten nura” çıkarmak için Allah ona des-tek verir! Buradaki “salât” destek manasınadır; destek verir, onu yalnız bırakmaz demektir. Ve O’nun melekleri de! Melekler de bu konuda o Kul’u yalnız bırakmazlar, destek verirler. Çünkü O Müminlere Rahıym’dir.

    Hadiyd Sûresi 9: “O sizi zulmetten nura çı-karmak için apaçık ayetleri Kul’unun üzerine tenzil eden, tafsilen indirendir. Muhakkak ki Allah size karşı Raufün Rahıym’dir.”

    Bu ayetlerde görüyoruz; iki hal var: Birisi zulmet, birisi nur! Kul’u zulmet halinden nura çıkarması Allah’ın lütfudur, bu ancak lütfuyla mümkündür. Demek ki; “LÜB” bir ikramdır!

    A’raf Sûresi 43. Ayet müjdeler ki; “biz onların sadrlarından ğıll’den ne varsa söküp attık.” Ayetin “onlar” dediğinin cennet ashabı oldu-ğu önceki ve sonraki ayetlerden anlaşılmaktadır. Şimdi biz bu ayetle birlikte yeni bir kavram öğ-reniyoruz; Ğıll!

    Meallerde baktığınız zaman bunu parantez içinde sevgisizlik, kin, nefret gibi açıyorlar veya “ĞILL” yazmadan doğrudan bunları yazıyor-lar. Ayeti kavrayabilmek beşeri tanımlarla mümkün olmaz! Kur’an Arap harfleriyle yazıl-mıştır, ama manası Rabca’dır. Kur’an’ın yazılışı Arapça’dır, manası Rabca’dır. Bu yüzden Kur’an

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    32

    kelimelerini manalandırırken bu özelliğe çok dikkat etmek lazım! Onlara normal hayatın için-deki manalara göre bakar ve yerine öyle koyar-sanız, İslam’ın önerilerini normal yaşantının içe-risine monte etmeye çalışmış olursunuz! Oysa Kur’an; bize o yaşantıyı “terk etmeyi” öneriyor! Ama kişi hem onu yaşayacak, hem de onu yaşar-ken içine bunları monte edecek sanıyor. Neden? Yanlış yönlendirmeler yüzünden!

    Şimdi “Ğıll”i göreceğiz, ama A’raf Sûresi 3’den önemli bir şey öğreniyoruz; sadrlarda bulunan Ğıll! “Biz onların cennet ashabının sadrından Ğıll’den ne varsa söküp attık.” Demek ki; sadr-da Ğıll bulunduğu sürece kişi cennete giremez! O zaman bu cennetin kabul etmeyeceği bir hal! Ancak, bu Ğıll öyle bir şey ki; Kul kendisini sad-rındaki Ğıll ile beraber bulur ve onu normal zan-neder, hiç mücadele de etmeyebilir. Hatta elin-de ondan kurtulabilecek “bir araç”ı da yoktur!

    Hıcr Sûresi 47. Ayet: “Biz Ğıll’den onların sadrlarında olanı söküp attık, kardeşler ola-rak serirler üzerinde mütekabildirler”. Yine cennet ehlinden bahsediliyor; onlar karşılıklı “kardeşler hâli”ndeler deniyor. Kardeşler haline gelebilmeleri için sadrlarında “Ğıll”in olmaması lazım! Aksi halde müminler kardeş olamaz! Ğıll kardeşliği bozan, mümin kardeşliğini bozan bir şeydir! Neden ve nasıl bozuyor, biraz sonra daha açık tarif edeceğiz.

    Peki, sadrdaki bu Ğıll’den kurtulmak için ne yapacağız, çaresi nedir? Onu da Haşr Sûresi 10. Ayette Rabbimiz bize öğretiyor: “Onlardan

  • 33

    YILMAZ DÜNDAR

    sonra gelenler; Ensar ve Muhacir’den sonra ya-şayan müminler, şöyle derler; Rabbimiz bizi ve imanda bizi öne geçmiş kardeşlerimizi mağfi-ret et. Kalblerimizde, iman etmiş olanlar için bir Ğıll oluşturma. Rabbimiz muhakkak ki sen Rauf’sun Rahıym’sin.” Ayetin orijinali:

    “Rabbenağfir lena ve liıhvani nelleziyne sebekûna Bil’iymani ve la tec’al fiy kulubine ĞılI’len lilleziyne amenu Rabbena inneKE Ra-ufun Rahıym”. Bu ayeti “Kalb Duası” olarak ad-landırdığımız kompozisyonda da bulacaksınız.

    Ğıll ne demektir?

    Hakk’a [Hakk açıklamalara!] ve Hakk’ı ha-tırlatan şeylere karşı sevgisizlik, hoşnutsuzluk, rahatsızlık, kin, nefret gibi duyguların bütünü Ğıll’dir. Aksi halde; normal hayatta insanların birbirlerine duydukları kin, nefret ve sevgisizlik değildir Ğıll! Bu yaklaşım ve bakış açısı dua ve yakarışlarımızda da çok önemli!

    Şimdi verilecek örneği iyi anlarsak Ğıll’in ta-nımını da iyi yakalarız. Kişi bir vicdan muhase-besi yapıyor diyelim, gününü muhasebe yapı-yor; “gündüz şöyle yaptım, şunu üzdüm, şunu kırdım, şuna kızdım, şuna haksızlık ettim” diye üzülüyor ve bir daha yapmama kararı alıyor. Bu-nun Muhammedî bakış ve yaşayış için bir önemi yok! Eğer siz bir muhasebe yaparken, muhasebe-yi sizle Allah arasında yaparsanız ancak bunun Muhammedî bir değeri vardır! “Ben Allah’ın hü-kümlerine karşı neler yaptım?” derseniz bu sizi tövbeye götürür, ama “ben şu kişiye şunu yap-

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    34

    tım” derseniz, gider özür dilersiniz, “aferin” der-ler ve iyi insan olursunuz. Peki, ölçü ne?

    Bir şey “doğru mu, değil mi?” anlayabilmek için, onu fuada doğru sunabilmek için, fuadın doğru analiz sentez yapması yanılmaması için ve virüs programlardan korunması için; tarif ettiğin bir davranışı, açıkladığın bir fikri, deklare ettiğin bir inanışı “Muhammedî olmayan birisi de yapa-bilir mi?” ona bakacaksın! Muhammedî olma-yan birisi gece oturup vicdan muhasebesi yapa-maz mı? Daha dürüst, daha iyi insan olma kararı alamaz mı? Bu yalnızca Muhammedîlere has bir şey mi? O zaman bu Muhammedî bir davranış değil! Öyle bir davranış tarif edeceksin ki, onu ancak Muhammedîler yapabilecek, bir başka-sı yapabiliyorsa o da Muhammedî olacak, yani Muhammedî olmadan o yapılamayacak! Mesela bir hayr veriş düşünün! Muhammedî olmayan-lar hayır yapamazlar mı, onların “hayır dernek-leri” yok mu? Afrika’yı karış karış gezip, misyo-nerlik yapmıyorlar mı? Demek ki, öyle bir “hayr” tarif edeceksin ki yalnız Muhammedî olan o hayrı yapabilsin! Veya kim öyle hayr yaparsa o da Muhammedî olsun! Yine, öyle bir îman tarif edeceksin ki ancak Muhammedi olan öyle ina-nabilsin! Çünkü bir başkası öyle inanamaz, bir başka felsefe onu öyle açıklayamaz, mümkün değil yapamaz! Yaparsa, yapabilirse zaten o da Muhammedî olur.

    Ğıll de öyle bir şey, normal ibadetleriniz de! Kendinizi incelemeniz gerekiyor, yani fuadını-za görev vermeniz gerekiyor; “haydi bir analiz

  • 35

    YILMAZ DÜNDAR

    sentez yap bakalım, benim ikame ettiğim salât Muhammedî mi, tuttuğum oruç Muhammedî mi?” demeniz gerekiyor. Bunu nasıl yapacaksın?

    Örneğin, nasıl bir salât ikame ediyorsan, kendin otur baştan sona yaz. Eğer, inanmayan birisi de aynısını yapabiliyorsa senin salâtın Muhammedî değil! Bir başkası yapabiliyor çün-kü! Öyle bir salât tarif etmelisin ki; o salâtı Mu-hammedi olmayan yapamamalı! Yaparsa da Muhammedî olmalı! Öyle bir oruç tarif etme-lisin ki yanlış olmamalı. Yanlış tarif edersen bir başkası da yapabilir, çok titiz de uygulayabilir. “Yeni bir şey yapıyorum” diye, “kutsal bir şey yapıyorum” diye heyecanlanır, duygulanır, ağlar da! Hatta sahuru kaçıracağım diye uyumaz da! Sahura da kalkar, iftarını da yapar, aç ta durur. Dilini de bağlar, elini de bağlar, belini de bağlar. Peki, bunu yapınca Muhammedî mi oldu şimdi? Aynısını yaptı, peki oruç mu tutmuş oldu? “Ama efendim biz de aynısını yapıyoruz?” diyorsan o zaman incelemen gerekiyor! Öyle bir oruç tarif edeceksin ki, onu ancak Muhammedî olan bi-risi yapabilsin, bir başkası yapamasın. Biri onu yaparsa da onun Muhammedî olacağı bir tarif olsun! Bütün amellerinizde buna dikkat etme-lisiniz! Bütün amellerde! İşte Ğıll de bunlardan birisi.

    Ğıll’i öyle bir tarif etmeli, tanımlamalısın ki, Muhammedî olmayan birisi çıkıp “bende za-ten Ğıll’den eser yok” diyememeli! Aksi halde; kişi çok iyi, çok hümanist bir tanrıdır, çok iyi bir Polyanna tanrıdır ve “bende Ğıll’den eser yok”

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    36

    der, senin tarifine göre de haklı olur. Çünkü senin tarifin öyle! Oysa Ğıll; Hakk’a ve Hakk’ı hatırlatan şeylere karşı hissedilen sevgisizlik, hoşnutsuzluk, rahatsızlık, kin, nefret gibi duygu-ların tümünün ortak adıdır! Eğer kişideki Sadr Organizasyonu’nu nefsin şerri yönetiyorsa o kişi Hakk’a karşı Ğıll içindedir, Hakk’a ait cümleleri duymayı sevmez. Siz bir yerdesiniz diyelim, tele-vizyonda birden bir dini sohbet veya bir Kur’an tilaveti başlamış olsa bazıları onu duymaya da-yanamaz, koşar gider kapatır! Onu duymaya da-yanamaz! Ezan sesini duymaya dayanamaz! “Gü-rültü kirliliği” diye şikâyet dilekçelerini görseniz... O dayanamaz çünkü! Ayet; “inzal olan ayetler inananların imanını artırır, kâfirlerin küfrünü artırır” diyor!

    İşte bu Ğıll, kendinizi içinde bulduğunuz hal-de var! Sizin onu bulup tanımanız gerekiyor! Dikkat edin, yaşantıda çok rastlıyorsunuzdur Ğıll’inize! Rastladığınızda onu umursamalısınız! “İşte bu benim sadrımın hastalığıdır. Bu hasta-lıkla beni cennete almazlar, cennet için heyet raporu vermezler” demelisiniz. Bilirsiniz, bazı yerlere başvurmak için “heyet raporu” istenir. Heyet raporunuzda “sağlam” değilseniz olmaz! Cennetin de heyet raporunda “Ğıll’sizdir” yaza-cak ki oraya kabul edilesin! Öyleyse onu sorul-madan önce temizlemek lazım!

    Nasıl temizleyeceğiz? Haşr Sûresi öğretiyor; Allah’tan isteyeceğiz. “Allahım kendimi içinde bulduğum o Ğıll’den beni koru, beni kurtar, beni temizle” deyip isteyeceğiz, sonra sabr ede-

  • 37

    YILMAZ DÜNDAR

    ceğiz. Neye? Allah’ın hükmünün gelmesine! O hüküm gelecek seni temizleyecek!

    Şimdi sadrla ve o hükümle ilgili bir parantez açmak istiyorum: Bir kişi Rasulullah’ı görmek, Rasulullah’la bir olmak, Rasulullah’ı dinlemek Onunla konuşmak istiyor. Çok istiyor. Öncelik-le bilmelidir ki, onun bu muhabbeti çok önem-li! Çünkü bu muhabbet öyle büyür ki, içinden Muhammed SAV çıkar; senden çıkacak olan Muhammed’i bu muhabbet oluşturur! Bu mu-habbet olmayınca Muhammed Hakikati filizle-nemez ki! Nuru Muhammedî’nin sulayanı, onu yeşerteni bu muhabbettir. Muhabbet olmayınca olmaz, doğru! Fakat bu muhabbet sahibi şöyle söyleyelim de üzülmesin: Diyelim ki, çok önemli bir kalb cerrahını görmek istiyorsunuz. Onunla yolda mı karşılaşmak istersiniz, yoksa kalbinize müdahale edilmesi gereken hayatınızın o zor anında, o cerrahın birden şak diye gelmesini mi istersiniz? Anlatabildim mi? Bu yüzden, siz o muhabbeti taşıyın. O muhabbeti taşırsanız, size operasyon gerektiği zaman, o muhabbet duy-duğunuz sizinle olacaktır! İşte onun zamanını beklemek sabrdır. Allah’ın hükmünü beklemek sabrdır. Allah’ın hükmünü beklemenin ismidir sabr! Yoksa beşeri münasebetlerde insanların birbirlerine katlanıp tahammül etmeleri değil! Kur’an’ın açıkladığı sabr; hanîf olarak Allah’a yönelmek, salih amel yapmak ve Allah’ın hük-münü beklemektir. Allah’ın hükmünü bekle-mek sabrdır.

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    38

    “Ğıll’in temizlenmesi için ne yapmalıyız?» demiştik ya, şimdi işte onu sahibi tarif edi-yor; “Rabbenağfir lena ve liıhvaninelleziyne sebekûna Bil’iymani ve la tec’al fiy kulubine Ğıll’len lilleziyne amenu, Rabbena inneKE Ra-ufun Rahıym”, böyle deyin diyor; “Rabbimiz bizi ve imanda bizi öne geçmiş kardeşlerimizi mağ-firet et. Kalblerimizde, iman etmiş olanlar için bir Ğıll oluşturma. Rabbimiz muhakkak ki sen Rauf’sun Rahıym’sin”.

    Bunu umursamak lazım! Beşeri sistem içeri-sinde insan neleri umursuyor bir bakın! Beşeri yaşantı içerisinde “şu şunu dedi, bu bunu dedi” diye neleri umursuyoruz! Ama Allah yolunda? Diğerleri hayatî olabilir, bu da ahıretî, o kadar! Dolayısıyla, Yaradan’ın dediğini çok umursa-yan bir kalb bizim için çok önemli!

    Şimdi Ğıll’le ilgili çok uç bir örnek vereceğim. Bu örneği günümüzün konusu olduğu için de veriyoruz: Başı örtülü bir kardeşimize tepkili ba-kış doğrudan Ğıll’dir! Kişi bir yere gidiyor, bakı-yor ki başı örtülüler var, rahatsız oluyor, hemen içinde bir rahatsızlık hissediyor. Hatta ne diyor biliyor musunuz? İçim daraldı! Bakın içi; göğ-sü daralıyor. Hakk’a karşı sadrı daraldı! Neden? Hâkimiyet nefsin şerrinin de ondan!

    Diyelim ki; birisi bilerek bilmeyerek, modaya uyarak uymayarak örtünmüş; ama örtünmüş! Yani Kur’an’daki emri yapmış, o emre uymuş! Sen de onu görünce bir şekilde rahatsız oluyor-sun, işte bu doğrudan Ğıll’dir!

  • 39

    YILMAZ DÜNDAR

    Hac Sûresi 30. Ayete bakalım: “İşte böyle; kim Allah’ın hürmetlerine tazim ederse, o onun için Rabbi’nin indinde daha hayrlıdır.” Kim Allah’ın hürmetlerine, işaretlerine, O’na ait gözüken davranışlara hürmet ederse, saygı gösterirse, onun o davranışı Rabbi’nin İNDinde daha hayrlıdır. Kişi Rabbi’nin İNDine talibse böyle!

    Hac Sûresi 32. Ayet: “İşte böyle; kim Allah’ın şeairine tazim ederse, muhakkak ki o; kalb-lerin takvasındandır”. Bu ayet, kim Allah’ın hükmüne hürmet eder, saygı gösterirse o; kulun, kalbinin takvasının işaretidir, diyor.

    Buraya kadar anlatılanları düşünerek bir Kalb Duası yapalım, anlattıklarımızı duaya çevirelim. Bu duadaki ayet ve hadisleri meallerden, tefsir-ler ve âlimlerin kitaplarından inceler araştırır, “neler önerilmiş?” diye detaylı bilgi edinirsiniz. Eğer uygun görürseniz zaman zaman da bu du-ayı yapabilirsiniz. Bu dua kalbinizin kendini için-de bulduğu perdelilikten, hastalıktan kurtulma-sı, Lüb ikramının ulaşması ve onun sonsuza dek size destek olması, özellikle kalb gözünüzün açıl-ması, kalble görmeye başlamanız ve hakikati gö-rüyor olmanız için bir yakarıştır. Sadece ayet ve hadisleri içermektedir, herhangi bir beşeri bakış, yorum, cümle yoktur! Duayı yaparken sağ elimi-zi göğsümüze, sadrın hissiyatının dalgalandığı bu noktaya koyacağız. Sağ elimiz kalbın/kalıbın vücudumuzdaki merkezi olan vücudun kalbine gelirse, elimiz hem göğsümüz hem de kalbde olur. Bu duayı nasıl bir tefekkürle yapmalıyız?

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    40

    Diyelim ki vücudunuzun bir yerinde size çok sıkıntı veren bir rahatsızlığınız var ve çok güven-diğiniz bir kişi de size şifa ayetlerini ve hadislerini içeren bir dua verdi ve “sağ elini göğsüne koy, bunu da oku” dedi. O ızdırabı hissediyorsun ya, ne kadar yürekten koyarsın elini, hiç formalite-den yapmazsın! Kalbindeki hastalığın rahatsızlı-ğını o ızdıraptan daha fazla hissetmeli ve rahat-sız olmalısın ki, bu el çalışsın!

    Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’den öğ-rendiğimiz bir hadis nedeniyle “sağ elimizi göğ-sümüze” koyuyoruz. Efendimiz bir sahabeye şeytandan korunması için “böyle yap” diyerek öğretiyor. Onun sadrının yönetimini şeytana vermemesi için elini böyle koyduruyor ve İhlâs, Felak, Nas okutturuyor. Efendimizin tarif ettiği gibi elimizi göğsümüze koymuşken ayetlerden yararlanarak bazı yakarış ve duaları da bir ara-ya getirdik. Ayrıca, bir hadis gereği dualarımızı iki salâvat arasına alacağız. Salâvatların kabul olma ihtimalleri çok yüksek olduğundan Efendi-miz sallallahu aleyhi vesellem; “kabul olmasını istediğiniz dileğinizi iki salâvat arasına koyun, salâvatlar kabule yükselirken aralarındaki du-ayı da yükseltirler” buyuruyor. Biz bu hadisten de yararlanarak bir paket program yapacağız.

    Okurken dikkatinizi çekecektir, duamızdaki salâvatlardan birisi feth edici açıcı bir salâvattır. Duanın sonunda ise, birisi bize Rahmani Güç sağlayacak, yani bizi Feth-i Zulmani’ye değil de Feth-i Nurani’ye doğru götürecek bir salâvat, diğeri ise tüm rasul ve nebileri, tüm mürseliyn’i

  • 41

    YILMAZ DÜNDAR

    içeren bir salâvat okuyoruz. Ki; Allahım kalbimi nebi ve rasullerinin zincirinin arasına koydum, kabul buyur Allahım demiş olalım.

    Euzü Billahi mineş Şeytanir RaciymBismillahir Rahmanir Rahıym

    • Kul HuvAllahu Ehad; Allahus Samed; Lem yelid ve lem yuled; Ve lem yekün leHU küfüven ehad.

    • Kul HuvAllahu Ehad; Allahus Samed; Lem ye-lid ve lem yuled; Ve lem yekün leHU küfüven ehad.

    • Kul HuvAllahu Ehad; Allahus Samed; Lem yelid ve lem yuled; Ve lem yekün leHU küfüven ehad (İhlâs Sûresi)

    Bismillahir Rahmanir Rahıym

    • KuL e’uzü BiRabbil felak; Min şerri ma ha-lak; Ve min şerri ğasikın iza vekab; Ve min şerrin neffasati fil’ukad; Ve min şerri hasidin iza hased. (Felak Sûresi)

    Bismillahir Rahmanir Rahıym

    • KuL e’uzü Birabbin Nas; Melikin Nas; İlahin Nas; Min şerril vesvasil hannas; Elleziy yüvesvi-sü fiy sudurin Nas; Minel cinneti ven Nas. (Nas Sûresi)

    SadakAllahul Azıym.

    • Subhane Rabbike Rabbil ızzeti amma yası-fun; Ve Selamun alel murseliyn; Vel Hamdu Lil-lahi Rabbil alemiyn (Sâffât Sûresi-180, 181, 182)

    Amin. Ya HU, Ya men HU, Lailahe illa HU. Ya men HU;

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    42

    • SubhanAllahi ve ma ene minel müşrikiyn. (Yusuf Sûresi-108)

    • Eşhedu en la ilahe illallahu ve eşhedu enne Muhammeden abduhu ve rasuluhu.

    • Allahümme salli a’la Muhammedin ve a’la âli Muhammedin Kema salleyte a’la İbrahime ve a’la âli İbrahim, inneke Hamiydun Meciyd.

    • Allahümme barik a’la Muhammedin ve a’la âli Muhammedin Kema barekte a’la İbrahime ve a’la âli İbrahim, inneke Hamiydun Meciyd

    • Cezallâhu annâ Seyyidenâ Muhammeden ma huve ehluh.

    • Allahümme salli alâ Seyyidinâ Muhamme-dinil Fatihi lima uğlika vel Hatimi lima sebeka, Nasıril-Hakka Bil Hakkı Vel Hâdî ila sıratıkel müstakıym ve ala alihi Hakka Kadrihi ve migda-rihil Azıym.

    • Allahümme inniy es’elüke hubbeke ve hub-be men yuhıbbuke.

    • Yâ Hayyu, Yâ Kayyum, Yâ Zel Celali vel ik-ram; Yâ Mukallibel Kulûb sebbit kalbiy alâ diyni-ke ve es’eluke en yuhyi kalbiy Binûri ma’rifetike ebeden Yâ Allah, Yâ Allah, Yâ Allah, Yâ Bedi’es semâvâti vel ard.

    • Ferdün, Hayyun, Kayyûmun, Hakemun, Ad-lun, Kuddûsun…

    • Allâhu lâ ilahe illâ Hû el Hayy’ül Kayyûm lâ te’huzuHÛ sinetün vela nevm (Bakara Sûresi-255)

  • 43

    YILMAZ DÜNDAR

    • Allâhu Veliyyülleziyne amenû yuhricühüm minez zulümati ilen Nûr… (Bakara Sûresi-257)

    • Huvelleziy yusalliy aleyküm ve melaiketüHU li yuhriceküm minez zulümati ilen Nûr ve kâne Bil mu’miniyne Rahıyma. (Ahzab Sûresi-43)

    • Leyse leha min dûnillahi kaşifetün. (Necm Sûresi-58)

    • Lakad kunte fiy ğafletin min hazâ fekeşef-na anke ğıtaeke febasarukel yevme hadiyd. (Kaf Sûresi-22)

    • İnne zalike alellahi yesiyr. (Hac Sûresi-70)

    • İnneHU Aziyzün Hakiym. (Enfal Sûresi-63)

    • Rabbişrah liy sadriy; Ve yessirliy emriy. (Ta-Ha Sûresi-25, 26)

    • Rabbenağfir lena ve liıhvaninelleziyne sebekûnâ Bil’iymani ve la tec’al fiy kulûbina ğıll’len lilleziyne amenu Rabbena inneKE Raûfun Rahıym. (Haşr Sûresi-10)

    • Rabbiğfir verham ve ENTE hayrur Rahımiyn. (Müminun Sûresi-118)

    • Rabbena la tuzığ kulubena ba’de iz hedey-tena ve heb lena min ledünKE Rahmeh. İnneKE entel Vehhab. (Âl’u İmrân Sûresi-8)

    • Allahümme salli alâ Seyyidina Muhamme-din Rahmeten min Allah, Ni’meten min Allah, Minneten min Allah, Kuvveten min Allah, Kud-reten min Allah, Hikmeten İzzeten Azameten min Allah.

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    44

    • Allahümme salli alâ Muhammedin ve Âdeme ve Nuhin ve İbrahiyme ve Musa ve İsa ve ma beynehum minen nebiyyiyne vel mürseliyn, salâvâtullâhi ve selâmuhû aleyhim ecmaıyn.

    Birahmetike yâ Erhamer Rahımiyn Vel ham-dü lillahi Rabbil âlemiyn.

    • El Hamdu Lillahilleziy lem yettehız veleden ve lem yekün leHU şeriykün fil mülki ve lem ye-kün leHU veliyyün minez zülli ve kebbirHU tek-biyra. (İsra Sûresi-111)

    • Allahuekber Allahuekber, Lailahe illallahu vallahu ekber, HUAllahuekber velillahil hamd…

    Âmin.

    Şimdi sizlerle kısa bir tefekkür antrenmanı yapalım. Birlikte şu iki cümleyi tefekkür ede-lim. Tefekkür ederken, lütfen cümleleri yaşa-maya gayret ediniz. İlk tefekkür cümlemiz; ben Varım ve Muhtarım. Ben varım ve muhtarım; yani ben özgürüm! Kendi yönettiğim bir aklım, kendi yönettiğim bir gücüm, kendi yönettiğim bir mülküm var. Bütün bunlar nedeniyle ben de kendime göre hüküm veririm. Muhtariyet, ben varım ve muhtarımın üzerine kurulur hep. Şim-di bu cümleyi tefekkür için söylerken bile nasıl dikleşiyorsunuz!

    Bir de; Biiznillah ben var görünenim cüm-lesini tefekkür edelim. Bakın ses yumuşadı. Al-lah buyuruyor ki; “Rasulün yanında sesinizi yükseltmeyin”. Müthiş bir şey, uyarı! “Rasulün yanında sesinizi yükseltmeyin” denildi, peki

  • 45

    YILMAZ DÜNDAR

    Allah’ın yanında yükseltecek misiniz? Lütfen, hayatımızın her anına dikkat edip; geçmişimize, şımarık yaşantımıza tövbe edelim! Sesimizi yük-selttiğimiz konu ne olursa olsun, sesimizi yük-selttiğimiz her hal için af dileyelim, tövbe ede-lim. Allah; var! Sesimizi yükseltmeyelim! Kişi Al-lah yokmuş gibi düşününce kendiliğinden “Ben Varım ve Muhtarım” haline bürünüyor! Cümle “ben varım ve muhtarım” olunca tefekkürü de ona göre gelişiyor, değil mi? Ama; Biiznillah BEN var görünenim, daha haddi bilen bir sese kendi-liğinden dönüşüyor.

    Şimdi bunu tefekkür edin; Biiznillah BEN. Biiznillah BEN; Allah’ın dilemesiyle var olan ve O’nun dileğiyle O’nun izniyle de o var ola-na “BEN” diyenim demektir. “O’nun izniyle var görünen bu kul’a BEN diyorum” diyorsunuz: Biiznillah BEN var görünenim. Kime göre var görünen? Allah’a göre! Çok dikkat ediniz, bunu tanrı ilminde detaylı gördük. Kul “Allah’a göre” var görünendir! Biz birbirimize göre varız, var görünenler birbirlerine göre vardır! Birbirlerine göre yok olmazlar! Yok olan bir şeye karşı nasıl sorumlu olacaksınız? Birbirimize göre varız, yani “var görünenler” birbirlerine göre vardır! Ama tüm var görünenler Allah’a göre yoktur! İşte siz bu tefekkürü, “Biiznillah BEN var görünenim” cümlesini Allah’a göre, Allah’a seslenerek söy-lüyorsunuz. Dikkat edin, “Ben Varım ve Muh-tarım” sözünü Allah’a seslenerek diyemezsiniz! “Ben Varım ve Muhtarım”, bunu ancak çevrene dersin! Ama şimdi “Biiznillah, BEN var görüne-

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    46

    nim Allahım” diyerek Allah’a sesleniyorsun. Lüt-fen bunu tefekkür edelim; Biiznillah BEN var görünenim...

    Bu iki tefekkürde, değişen kan kimyanızı ya-kaladınız mı, aradaki farkı hissedebiliyor musu-nuz? İki cümlenin tefekküründe kan kimyanız nasıl? Dikkat ederseniz yakalayacağınız, ikisi ara-sındaki o fark küfür farkıdır!

    Eğer fuadınız “ben varım ve muhtarım”a uy-gun analiz ve sentezleri yapar, onlara sahip çı-kar ve kalbe de onu gönderirse, kalb de nefsin şerrinin perdesi altında esarette ise, sonuç sanki kalbden geliyormuş, kalbden yansıyormuş gibi olur. Ama değildir! Bakın, bir ışığı yansıtan bir aynayı bir cismin önüne koyunuz. Yani aynayı cismin önüne koyup onunla o cismi örtünüz. Cismi örtüp sakladığınız için, ışık bu noktaya ulaşıp ta yansıdığı zaman, uzaktaki birisi ışığı cisimden yansıyor sanabilir. Oysa cisim aynanın arkasında sakladınız, örttünüz onu. İşte nefsin şerri de kalbi öyle örter, saklar, duygu ve düşün-celeri onun üstünden beyne yansıtır ve beyin de o emri alır! Kalb ben varım ve muhtarım fikri-ne sahip çıkarsa beyne onun emrini gönderir ve beyin onun fiillerine bürünür; yürüyüşü, duruşu, beden dili ona döner. İşte o küfür tefekkürüdür.

    Bu yüzden, az önce yaptığımız o tefekkür için tövbe edelim; Allahım anlamak için yaptığımız birinci cümlenin tefekküründen dolayı bizi bağış-la ya Rabbi. Fuadımız anlasın, antrenman yap-sın diye o tefekkürü yaptık Ya Rabbi. Hâşâ! Bir ayette, Rabbi Hazreti İsa’ya; “sen, ben ilahım mı

  • 47

    YILMAZ DÜNDAR

    dedin, annem ilah mı dedin, ben Onun çocuğu-yum mu dedin?” dediğinde, “hâşâ, ya Rabbi der miyim öyle şey” diyecek, biz de o ayetten esinle-nerek öyle diyelim: Ya Rabbi, der miyiz öyle şey? Hâşâ! O tefekkür fuadımız öğrensin diyeydi! Bi-iznillah BEN, “var görünenim” Allahım.

    Evet, şuna da dikkat etmelisiniz; hangisinin tefekküründe zorlanıyorsunuz, incelemelisiniz! Ve ikisi arasındaki farkı iyi tesbit edip kendini-ze doğru cevap vermelisiniz! Cevabınız; “birinci cümleyi kolay tefekkür ediyorum ama ikincisi-ni bir türlü kavrayamıyorum, anlayamıyorum” mu? Çok doğal! Esfele safiliyn yapının tefekkü-rünün kolay gelmesi çok doğal! O zaman demek ki kurtulmanız gereken “İz”ler var! O izleri bulup kendinizde tesbit etmelisiniz.

    Bir şeyi düşündüğünüzde mekanizma şöyle çalışıyor: Tefekkür yaparken fuad ilminizdeki potansiyel ve tercihlerinizden yararlanarak ana-liz ve sentez yapıp bir fikir oluşturuyor. Bu fikri benimsediğinizde fikir kalbte tesbitleniyor ve beyin bu tesbit doğrultusunda hareket ederek organlara emrini ona göre veriyor. Küçük bir antrenmanını yaptığımız bu sistem kendiliğin-den çalışır!

    Önemli olan şudur ki; bu sistemde LÜB nuru yoksa, yapılan analiz ve sentezin sonucu bellidir. Çünkü sadr’a esfele safiliyn yapı hâkim olduğu için sonuç da bellidir. Hayatta bunun örnekleri vardır. Bir yeri birileri yönetiyordur ve siz oradan ne karar çıkacağını bilirsiniz, ne karar çıkacağı belli dersiniz. Niye? O masada oturan belli çün-

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    48

    kü! Adil değil, demokrat değil, faşizan bir yapısı var. O zaman oradan ne karar çıkacağı bellidir İşte nefsin şerri de faşisttir, faşizan karar verir.

    Bu mekanizmadaki önemli bir şey de şudur: Fuad, LÜB nurunun gösterdiği yolda çalışırken kalbi Haşyetullah ile tanıştırır. Şöyle açalım; fuad Hakk yolda; Rabbine yönelmiş olarak ana-liz ve sentez yapıp, Rabbine yönelmiş fikirler ürettiğinde bunu da kalbe kalıba döktüğünde, kalıp titremeye sallanmaya başlar; Haşyetullahla tanışır! Bu yüzden, Haşyetullah LÜB nurunun sadrdaki savaşçısıdır. Bunu bir benzetmeyle anlatalım da çok kolay anlaşılsın inşaAllah.

    Vücuda bir mikrop girdiğinde savaşçı hücre-ler; lökositler veya bağışıklık hücreleri gider onu bulurlar ve onu organizmaya zarar vermeyecek hale getirirler. Onu ya yok ederler ya da hiç ol-madı etrafını çevirip hapsederler. Veya vücut-tan dışarı atarlar. Hani, çıban çıkar da boşaltılır, içi temizlenir ya, işte o yolla vücudun uygun bir noktasından dışarı atılır. Bu savaşçı hücreler gibi; Haşyetullah da SADR’da LÜB’ün savaşçısıdır.

    Haşyetullah dillendirilince; hadis gereği sa-bah ve akşam salâtlarından sonra okuduğunuz Haşr Sûresi 21. Ayete bakalım: “Eğer şu Kur’anı bir dağın üzerine inzal etseydik, elbette onu “Allah haşyetinden” dolayı huşu ederek çat-layıp parça parça olduğu halde görürdün. İşte bu misalleri insanlara tefekkür etsinler diye darb ediyoruz.” Bu yüzden veriyoruz bu misalleri!

  • 49

    YILMAZ DÜNDAR

    Evet, gördüğümüz tanımlarla baktığınızda ayetin “ne demek istediğini” ne kadar kolay çö-zeceksiniz bakın. “İnsanlara tefekkür etsinler diye”nin manası nasıl anlaşılır hale gelir şimdi. Hatırlayınız, Hakk yolda tefekkürü ve bunun fuadla ilişkisini gördük. Hakk yolda tefekkür; fuadın Hakk yolda analiz ve sentez yapması-nın ismidir! Bu yüzden çok önemli bir ibadettir. Çünkü oradan çıkacak fikirler kalıba dökülecek ve böylece yeni suretlerimiz olacak Hakk yolda! “Tefekkür” bunun için önemlidir; fuad çalışsın, yeni kalıplara yeni fikirler döksün ve sizden o yeni fikirlere uygun suretler çıksın! Demek ki, Kur’an’daki ayetlerin, verilen misallerin bir öne-mi de; tefekkür etmemiz için olmalarıdır. Yani fuadımızı çalıştırmamız için!

    “Eğer Kur’an hakikatini dağın üzerine in-zal etseydik haşyetten parçalanırdı.” Bu kısım da bizim için önemli bir ipucudur! SADR’ı nefsin şerri yönetirken orada “ben varım ve muhtarım” dağı vardır. “Kendisini Kaf Dağı’nda sanıyor” de-nir ya. Hatta “küçük dağları ben yarattım” sa-nıyor, “yürüyüşüne bak!” denir. İnsan açısından baktığınızda buradaki dağ; sizdeki Sözde Tanrı-lık İddiası’dır. O zaman bu ayete bakışımız na-sıl olur: Eğer sen Kur’an’ın hakikatini o iddianın üstüne koyar da Kur’an’ın hakikatini o iddiayla tanıştırırsan, o tanrılık iddiası paramparça olur. Eğer fuad, Kur’an’ın hakikatiyle tanrılık iddiasını çarpıştırırsa o iddia orada paramparça olur. Peki öyle olunca ne olur? Sonuç; “HAKK geldi, BATIL rezil oldu” olur.

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    50

    Fatır Sûresi 18. Ayet Efendimiz’e diyor ki; “sen ancak; “Bil gayb Rablerinden haşyet duyan” ve salâtı ikame edenleri uyarırsın!”.

    Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in üzün-tüsü üzerine Rabbi ona; “Habibim, nerdeyse hasta olacaksın; seni dinlemiyorlar, alaya alı-yorlar, açıkladığın hakikate geri dönüyorlar diye hasta olacaksın. Sen ancak Bil gayb Rab-lerinden haşyet duyan ve salâtı ikame eden-leri uyarırsın”. Demek ki kalbin tanışacağı Haş-yetullah Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in uyarılarını kabullenmemiz, anlayabilmemiz ve uygulayabilmemiz için de çok önemli! Çünkü “ancak onları uyarabilirsin” diyor. “Sen Allah’ı sevenleri uyarırsın” demiyor, dikkat ediniz! İslamiyet’i insanlara yanlış bir şekilde “sevgi seli” gibi anlatmaya çalışıyorlar, onlar Uzakdoğu fel-sefelerini insanlara “İslam” adı altında sunmak-tır. Bu anlatım tarzı insanların sadrlarını yöneten nefsin şerrine çok hoş gelir; “işte benim aradığım buydu” der. Doğru, nefsin şerrinin aradığı oydu! Kişi o anlatılanı “din” zanneder de rehavete dü-şer...

    Yasin Sûresi 11. Ayet: “Sen ancak, Zikre tabi olan ve Bil gayb Rahman’dan haşyet duyanı uyarırsın. Onu bir mağfiret ve kerim bir ecir ile müjdele”. Burda bir önemli şey daha öğre-niyoruz. Uyarılan kulun halini şöyle düşünelim: Kul müttaki olsun, korunsun diye korkuttun, uyardın, kul da tedbirini aldı. İşte o zaman; artık onu müjdele diyor. Yani sonsuza dek “korkut!” demiyor. Korktu ve tedbirini aldı, öyleyse onu

  • 51

    YILMAZ DÜNDAR

    müjdele. Neyle? Bir bağışlanma ve kerim bir ecir ile müjdele.

    Haşyetullahın önemini dile getirdik, şimdi de kafamızda, beynimizde onu netleştirelim, yani tanımlayalım. Çünkü tanımlayamadığınız şeyi yapamaz, uygulayamazsınız. Bu yüzden, ta-nım, bir şeyi tanımlamak çok önemlidir. Bir şeyi tanımlayacaksınız ki netleşsin. Peki, bu tanımı kime yaptırtacaksınız? Fuadınıza! Fuad o tanımı yapacak ve kalıba dökecek. Şimdi fuadı çalıştı-ralım, sonra kalıba dökelim inşaAllah.

    Dünyada yaşayan kulun bir dünya yaşan-tısı ve bu yaşantı sırasında oluşan deneyimleri vardır. Dünya yaşantısı ve bu yaşantıyla oluşan deneyimlerin hepsini bir potaya koyarsak, o kişi için, o kul için buna “dünya ilmi” diyebiliriz. Çünkü yaşantısına göre bir dünya ilmi edindi. Bu dünya ilminin o kişide bir duygusu oluşur. Yani bir ilim vardır, bir de o ilmin oluşturduğu hissiyat vardır. Bu yüzden, dünya ilmi duygusu içerisinde, yani o kişinin dünyaya ait yakaladığı hissiyat içerisinde kin, nefret, korku, sevinç, telaş, heyecan, sevgi, samimiyet gibi duygular vardır. Kişi bu duyguların ne olduklarını, nasıl oldukla-rını yaşayarak öğrendi. Yaşamak bir nevi ilim edinmek demektir! Demek ki, kendimizi içinde bulduğumuz dünya yaşantısında, ister istemez “dünya ilmi” sahibi olunuyor ve bu ilmin de “duygusu” oluşuyor. Kişi kendini tarif ederken bu duyguya göre tanımlıyor zaten.

    İşte bu dünya ilmi ve duygusunun oturduğu bir taban, bir platform vardır ki; o cinsellik ve

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    52

    öfkedir. Dünyaya ait ilmi besleyen, onu coştu-ran ve motive eden bu platformdur; cinsellik ve öfkedir. Çok başarılı bulunan roman, film, şiir gibi şeylere, reyting yapan şeylere lütfen bakın; hepsinin öfke ve cinsellik üzerine kurulduğunu göreceksiniz! Cinselliği çok ele almadık. Ancak bilmeliyiz ki, cinsellik yalnızca seks demek de-ğildir. Cinsellik bir platformdur, ama “nasıl bir platformdur?” onu ileride detaylı ele alırız in-şaAllah. Çünkü; görmek lazım ki kurtulunsun! Kurtulmak için görmek lazım! Ama şimdilik bi-lelim ki; dünya ilminin platformu budur; öfke ve cinsellik!

    Bu böyleyken bir kula bu ilimle buluşmak nasib olmuş ve bunun içine girmişse: İşte bu ilmin içindeki bir kul LÜB ikramıyla imanını deklare eder ve Yaradan’ını tanımaya başlarsa, onda yaşantısına hiç uymayan “yeni bir ilim” başlar; “daha önce şöyleydim, şimdi böyleyim” dediği haller başlar. Çünkü onda yeni bir ilim başladı! Onda başlayan Allah İlmidir! Bir kişide Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’in açıkladı-ğı “Muhammedî Hal”le öğrenme başladığın-da yeni bir ilim başlamış demektir ki; o Allah İlmi’dir. Kul girdiği Allah İlmi içerisinde Allah’ı tanır. Bu sefer Allah ilminin ve Allah’ı tanımanın kazandırdığı yeni bir hissiyat başlar ve “Allah korkusu, Allah sevgisi, Allah rızası” gibi hisler-le, arzularla tanışır, hayatına bunlar girmeye baş-lar! Elbette böylece, “bir hissiyattan başka bir hissiyata” geçer, geçmesi gerekir ve bunu hızlıca yapmak gerekir ki; işte buna Esas Hicret denir. Kişi o ilimden bu ilme hicret eder.

  • 53

    YILMAZ DÜNDAR

    Hicret edenlerin haliyle ilgili bir ayet var. “Hicret edenler ölürken, ecelleri geldiğinde onların yanlarında, onların ölümleriyle onlarla ilgilenen, onların ölümünü misafir kabul eden Allah’tır” anlamında bir ayet var. Bu hicret bu kadar önemlidir ve bu Allah yolunda hicrettir! Hic-retin bir zahiri vardır [ve çok önemlidir] bir de batını. Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem bize hem zahirini hem batınını göstermiştir! Hicret-le ilgili mücadeleyi bir savaş dönüşünde; “kü-çük cihattan geldik büyük cihada gidiyoruz” diye bildirmiştir! Yine esas hicretin; küfür hali ve yaşantısından, yani dünyanın cazibesinden Allah’a sığınmak, Allah’a geçmek olduğunu bize bildiren ayet ve hadisler vardır. Dünya ilmi ve duygusundan hicret edeceğimiz “yeni bir ilim” başlar ki bu Allah İlmidir. Her ilmin bir duygusu olduğu gibi, artık bu ilmin duyguları oluşmaya ortaya çıkmaya başlar. Lütfen dikkat ediniz:

    Allah ilminin duygusuna, duygu bütünü-ne Haşyetullah denir! Haşyetullah; salt korku, yani yalnızca korkmak değildir! Allah İlmi’nin ve Allah’ı tanımanın sizde oluşturduğu duygunun hissiyatın adı Haşyetullah’dır. Bunun platformu ise; Allah’tan sakınmak, Allah’tan korkmak ve Allah’tan utanmak duygularıdır; Haşyetul-lah Platformu budur! Bu yüzden, haşyetullah ele alınırken daha çok ve en fazla “korku” dile getirilir. Bu noktada karıştırılan nedir peki? Şim-di lütfen fuadınıza emir verin, kıyasını yapsın ve kalbe çabuk emir versin de kalıbı döksün: Dünya İlmi’yle tanıdığınız, öğrendiğiniz korkuyla

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    54

    Allah’tan korkulmaz! Haşyetullah için anlatılan Allah Korkusu o değildir. Allah Korkusu, sizin dünya tecrübenizle, dünya ilmiyle yakaladığı-nız duygular kapsamdaki bir korku değildir! Ama “yanlış yapmayayım” diyor ve yanlış yap-mak istemiyorsan, o korkuyu da Allah’a yönelt, o korkuyu da Allah’a çevir ki; orada yerini bul-sun! Anladık ki, Haşyetullah kapsamındaki Allah korkusu bize “yeni gelecek bir hissiyat”tır, daha önce bildiğimiz bir hissiyat değil! Allah ilmiyle tanıştıktan, Allah’ı tanımaya başladıktan sonra oluşacak bir hissiyattır o! Çünkü Haşyetullah, Allah İlmi’nin duygusudur. Şimdi, yaşantıdan, ama çok fark etmediğimiz bir ipucu verelim:

    Diyelim ki, insanlar toplumsal bir yanlışı ne-deniyle bir kişiden rahatsız oldular ve o kişiyi de inancı yönünden eleştirecekler. Sitem ve eleşti-ri için ona bir söz söylerler. Onu bu yanlışı yü-zünden eleştireceklerinde kurdukları cümleye lütfen dikkat edin; sende hiç Allah korkusu yok mu? “Sende hiç Allah’tan utanma yok mu, Allah’tan utanmadın mı?” denir. O yanlış yapana kızarken “sende hiç Allah sevgisi yok mu?” diye kızmazlar değil mi? “Sende hiç Allah korkusu yok mu, hiç mi Allah’tan korkmadın?” denir! Bu cümleyle bilmeden, farkında olmadan itiraf edi-lir ki, kişiye doğruyu yaptırtacak şey korkudur! Ama bu, Haşyetullah’ın içerisindeki korkudur! Bunu şöyle bir şeye benzeterek tanımlamaları bitirmiş olalım.

    Bir büyük orkestra düşününüz; çok sesli, çok enstrümanlı bir klasik müzik orkestrası. Bir mü-

  • 55

    YILMAZ DÜNDAR

    ziği çaldıkları zaman onlardan tek bir ses, tek bir melodi çıkar ve en fazla da onu seversiniz. Zaten kişi orkestranın karşısına onu dinlemek için geçer. Bu esnada, bazen müstakil, bazen solo ama onu tamamlayan enstrümanları da içinde dinlersiniz; kısa olmak kaydıyla! O bütünlüğü bozmadan, o bütünlüğün içinde, hatta o bü-tünlüğü tamamlayan bir şekilde onları da dinler kişi. İşte; siz Allah İlmi’ni öğrendikçe bu enstrü-manlar artar, çeşitlenir. Tanıdıkça artar… İşte bu enstrümanların çaldıkları tek bestenin, tek ortak bestenin, tek sesin adıdır Haşyetullah! Onun tek sesi! Oradaki; Allah sevgisi, Allah korkusu, Allah utanması, Allah sakınması gibi bütün duy-guların, neler varsa hepsinin ortak sesinin ismi-dir ki Haşyetullah! O tek bestenin ismidir ki Haş-yetullah! Kolay kavranması için örneğimize şunu da ekleyelim:

    Bu orkestrada sık sık solo yapan korku ens-trümanıdır. Dinleyici uyumasın diye çeki düzen verir! Geçmişte Avrupa’da bu yapılmış. O dö-nemde konserlere gitmek soyluların bir nevi görevleri! Bu yüzden, kimi zaman isteyerek git-miyor, yorulmuşsa da orada uyukluyor. İşte, on-lar uyumasın diye, bestelerin arasına arada bir davul sesi koyuyorlar! O kuvvetli bir vuruyor, kişiler uyanıyor, yeniden dinlemeye başlıyor. Bu-nun gibi, korku enstrümanı da uyanık tutmak için önemli; müttakiyi uyanık tutmak için! Eğer siz “insanlara dini hoş göstereceğim” diye, onun içerisinden beşeri duygularınızla korkuyu çıkarır kendi zannınızla bir tarif yapar ve “herşey sevgi-

  • İNŞİRAH - 3 ARALIK 2011

    56

    dir efendim, sevgidir efendim...” diye sevgi ens-trümanını çok çaldırırsanız müttakilerin hepsi uyur, uyurlar! Şeytan da bunu istiyor; uyusunlar!

    Demek Haşyetullah Allah İlmi’nin duygusu!

    Haşyetullah’ın bir sesi, sesli ifadesi vardır. Haşyetullah’ın sesli ifadesi Allahuekber’dir! O, Haşyetullah’ın seslenişi, sesli dile getirilişidir: Allahuekber! Bu yüzden, özellikle ve öncelik-le salâtta Allahuekber’lerinizi yerine koymaya, manaca yerine koymaya gayret ediniz!

    Allah ilmi duygusu olan Haşyetullah’ı yaşa-yan Kul’un, bu halini sesle “Allahuekber” diye dile getiren Kul’un bir Beden Dili vardır. Onun beden dilinin, bedeninin görünüşünün ifadesi huşûdur! Huşû odur! “Onlar salâtlarını huşu içerisinde ikame ederler”; yani onlar pür haşyetullah içerisinde, haşyetten kütük gibi olmuşlar. İşte Allahuekber o haşyetin, o kütü-ğün gıcırdama sesidir! “Allahuekber” haşyetin sesidir. Haşyetin beden dili ise “huşû”dur. “Huşû içerisinde…” denilen budur! Aksi halde, huşûyu Uzakdoğu rahiplerinin duruşu zannederseniz o felsefelere aldanırsınız. O düşüncelerin hiçbirisi, onların hiçbir açıklaması Muhammedî olamaz!

    Tanımladığımız Haşyetullah’ın parampar-ça ettiği “dağ”a gelelim şimdi de: O dağ; kulda “varım ve muhtarım” iddiasının sonucu orta-ya çıkan Sözde Tanrılık İddiası’dır ki, bu dağın parçalanması sonucu kul İhlaslı olur; İhlâslı Kul ona denir. O dağ, o tanrılık dağı parçalanmış-sa, fonksiyonsuzlaşmışsa o zaman ihlâslı olunur.

  • 57

    YILMAZ DÜNDAR

    Aksi halde, ihlâslı olmak kişilerin birbirine karşı samimi olmaları, art niyetli olmamaları değildir, öyle duygularla ilgili değildir. Haşyetullah’ın siz-deki Sözde Tanrılık İddiası’nı paramparça et-mesi ve sizin huşu beden diline girmeniz sizin ihlâsınızdır, işte siz o zaman ihlâslı olursunuz!

    İşte, bütün bu bilgi ve hallerle fuad ve kalbin “görüyorum” demesi Kul’un ihsan sahibi ol-masını sağlar. Hani tarihte birisi “eureka eureka” diye, “buldum, buldum” diye koşup çıkmış ya, ni-hayet öyle olur! Fuad ve kalbin çalışmaları sonu-cu “kalbin gözü”ndeki katarakt kalkar, kalb net görmeye başlar ve “görüyorum” der. İşte fuad ve kalbin “görüyorum” demesi Kul’un ihsan sahibi olmasını sağlar.

    Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem buyu-ruyor ki; “Allah’ı görüyormuş gibi yaşayın ve ibadet edin. Siz O’nu görmüyorsanız da O’nun sizi gördüğünü bilin. “O’nun sizi gör-düğünü bilin”, bu da bir diğer derecedir ve bize, hiç değilse böyle yapın diye önerilmektedir. Bu makamdır, İhsan Makamı’dır! Demek ki, fuad ve kalb nihayet “görüyorum” der ve bu durum-da Kul “İhsan Sahibi” olur.

    Biraz önce Allah İlmi’ni ve duygusunu ele aldık, peki “alim” kime denir? Çünkü ayetlerde “alimler” ifadesiyle karşılaşacaksınız. Bakın Fatır Sûresi 28. Ayet: “Kullardan ancak âlimler haş-yet duyarlar”. Bu ayeti görünce, “efendim, biz âlim mi olacağız” demeyin! Allah İlmini düşün-düğümüzde, Kur’an’ın bahsettiği âlimlerin da-ğıtılan “profesör sertifikaları” ile ilgisi yoktur! Bir

  • İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

    58

    kişi “B” İmanı”nı deklare etti mi, Kur’ana göre âlimdir, alim bir kuldur ve en ordinaryüs profe-sörden daha önemlidir.

    Bir hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi vesel-lem buyuruyor, öğretiyor ki; “hikmetin başı Al-lah korkusudur”.

    Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem yine bir başka hadiste; “Allah’ı en çok tanıyanı-nız, Allah’tan en çok korkanınızdır. Ben ise O’ndan en çok korkanınızım” buyuruyor.

    En’am Sûresi 125. Ayet: “Allah kime hidayet etmek dilerse onun sadrını İslam’a açar, ge-nişletir. Kimi de saptırmayı dilerse, onun da sadrını darlatıp zorlaştırır ki, o sanki semada yükseliyor gibidir. Böylece Allah iman etme-yenler üzerine pislik, azab çökertir”.

    Zümer Sûresi 22. Ayet: “Allah kimin sadrını İslam’a şerh etti açtı genişletti ise o Rabbinden bir nur üzere değil midir? Allah’ın zikrinden kalbleri kasvetlenenlere veyl olsun! İşte onlar apaçık bir sapıklık içindedirler.”

    Bu ayetleri ve hadisleri açıklamalarımızı bun-lara dayandırdığımız için veriyoruz. Dikkat eder-seniz, bunları hepsini vurguladık: Allah’ın hi-dayet etmesi kulun sadrının İslam’a açılması, sadrının genişletilmesiyledir, bu da Rabbinden bir nurla mümkündür! Çünkü ayetler bunun böyle olduğu bildiriyor. Peki, bu ayetleri okuyan kul bu ayetler karşısında ne demeli, kendisini na-sıl ifade etmelidir?

  • 59

    YILMAZ DÜNDAR

    Sebe Sûresi 50. Ayet: “De ki, eğer saparsam ancak kendi nefsimin aleyhine saparım. Eğer doğru yolu bulursam Rabbimin bana vah-yettiği şey iledir. Muhakkak ki O Semiyun Gariyb’dir”.

    En’am Sûresi 125. Ayetten sonra; “Allah kime hidayet etmek dilerse onun sadrını İslam’a açar, genişletir” ayeti gelince sorulan sorularla oluşan bu hadiste Efendimiz sallallahu aleyhi vesellem’e soruyorlar; ey Allah’ın Rasulü, göğüs sadr açılır mı? Efendimiz buyuruyor; “evet”. “Alameti nedir?” diyorlar. Efendimiz buyuruyor; “Aldanma yurdundan uzaklaşmak, ebediyet yurduna yönelmek ve gelmeden önce ölüm için hazırlıktır”. Dikkat edin lütfen; Efendimizin bahsettiği aldanma yurdu özellikle “dünya”dır!

    Şimdi yeri gelmişken sadrın daralması ve genişlemesine de bakalım. Örneğin sadr ile ilgili olarak ayette diyor ki; “kimin sadrını şerh et-mek dilerse onun sadrını İslam’a açar, sadrını İslam’a genişletir. Kimi de saptırmayı dilerse, onun da sadrını darlatıp zorlaştırır…” Yani sadrın genişlemesi yalnız imanlılarla ilgili değil! Küffarın da sadrı genişler! Eğer sadrı “nefsin şer-ri” yönetiyorsa sadr o doğrultuda genişler! O ki-şinin sadrı Hakk’a karşı daralır, ama batıla karşı genişler, Allah muhafaza etsin. Mesela bir yerde geziyor, bakar bazı masalarda yanlışla meşgul olanlar var; içi açılır, göğsü genişler; “oo, bizimki-leri bulduk” der! Doğru “bizimkileri” buldu! Bakın sadr genişledi, ama batıla! Mü’minin göğsü ise batıla karşı daralır, Hakk’a karşı genişler.

  • İNŞİRAH - 24 ARALIK 2011

    60

    Bir de üçüncü bir sadr hali vardır ki; bu sad-rın her türlü hale karşı açılımı ve geniş olması demektir! Ama Rahmanî yönde! Peki, bu ne de-mektir? İşte bu İnşirah Sûresi’nde Efendimiz sal-lallahu aleyhi vesellem’e söylenendir. Rabbi ona sesleniyor ya; “sadrını genişletmedik mi?” diye, işte öyle derken buyrulan bu üçüncü haldir.

    Buraya kadar temel bazı kavramları birlikte paylaştık, şimdi de Sadr Sistemi’nin Hakk yolda çalışmasını sağlayan nurlarla devam edelim.

    Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Organizasyonu’nun Hakk yola çevrilebilmesindeki, onun Rabbine yönelebilmesindeki temel faktör o Kul’un Bil-lahi anlamındaki imanıdır. Kul Billahi anla-mındaki imana ulaşmamışsa Sadr, Kalb, Fuad Lüb Organizasyonu’nun yönetimi Rabbine yönelmez. “Rabbine yöneliyormuş gibi” çeşitli davranışlar ortaya koyar, ama aslında Rabbine yönelen yola, Hakk yola giden yola girmemiştir! Sadr, Kalb, Fuad, Lüb Organizasyonu’nun Hakk yola girebilmesi, Rabbine yönelebilmesi için Billahi anlamındaki iman birinci şarttır. Nedir bu? Bu “Amentü Billahi”dir! Bu yüzden, İmanın Şartları diye bildiğimiz anlaşma şartlarının ilki budur; Amentü Billahi. “Amentü Billahi”siz ol-maz, önce Amentü Billahi! “Amentü Allahi” değil Amentü Billahi! Bu organizasyonun Hakk yola, yani Rabbine yönelmesi Amentü Billahi ile baş-lar. Peki, bunu sağlayacak olan nedir?

    Bu organizasyonun Rabbine yönelmesini sağlayacak, ona “Amentü Billahi” dedirtecek şey ise Rabbinden doğrudan bir nur olan İman

  • 61

    YILMAZ DÜNDAR

    Nuru’dur. Yani bu organizasyonun içerisine İman Nuru dâhil olmalıdır. Bu organizasyonun içerisine İman Nuru dâhil olmadığı sürece bu or-ganizasyonu nefsin şerri yönet