Neva Nisan 2014

28
NEVÂ AYLIK EDEBÎ SANAT MECMUASI Nisan 2014 Cemaziyelahir 1435 2 issuu.com/nevamecmuasi

description

Aylık Edebî Sanat Mecmuası nevamecmuasi@gmail

Transcript of Neva Nisan 2014

Page 1: Neva Nisan 2014

NEVÂAYLIK EDEBÎ SANAT MECMUASI Nisan 2014

Cemaziyelahir 14352

issuu.com/nevamecmuasi

Page 2: Neva Nisan 2014

Nâşire

2 | Nevâ

National Geographic’in Mart sayısındaki ‘’ Şam, Duvarlar Yıkılacak mı?’’ adlı yazıyı okuduğumda aklıma Suriye’ye gitme hayali kurduğum günler geldi. İç savaş çıkmadan önce, okuduğum kitaplarda, seyrettiğim programlarda o kadar güzel anlatılırdı ki Suriye, ister istemez oraya gitme hayali ku-rardım. Suriye ve Şam’ın yerleşim tarihi beş bin yıl öncesine dayanıyormuş. Çeşitli Mezapo-tamya medeniyetleri, Emeviler ve Abbasiler tarafından yönetilen bölge Eyyubilerin ha-kimiyetiyle beraber 1917’ye kadar Türkle-rin hakimiyeti altında kalmış. Yavuz Sultan Selim’in Mercidabık Zaferi ile beraber bölge ecdadın zarif mimarisiyle daha da zengin-leşmiş. Bir zamanlar çarşılarıyla, kahvehaneleriyle, sıcak insanlarıyla meşhur olan Suriye, bugün ateş altında. National Geographic’te okudu-ğum yazıya göre tarihi eserler zarar görmüş. Eski şehir Şam’ın halkı kültürel mirasa çok ehemmiyet veren insanlarmış ve şehirlerinin yerle bir olmasından korkuyorlarmış. ‘’ Şam, Duvarlar Yıkılacak mı? ’’ adlı yazının sahi-

besi Anne Barnard diyor ki: ‘’ Yitirilmiş şey çok. Yine de yüzyıllar boyunca Arap dünya-sının inceliği ve uygarlığın sembolü olarak görülen o benzersiz Şam kültürü Suriye’yi kurtarabilecek birkaç umut ışığından biri.’’ Ne dersiniz, Anne Barnard haklı olabilir mi? Suriye’yi Şam kültürü kurtarabilir mi? Onun bu sözleri yüreğime bir nebze su serpse de yine ümitsizliğe düşmem kısa bir zaman alı-yor.

İlber Ortaylı da seyahatnamesinde şöyle de-miş Suriye için:

İptidâ

Emevi Camii,

Şam

Page 3: Neva Nisan 2014

Nâşire

3 | Nevâ

‘’ Suriye meziyetleri olan bir ülke… İç sava-şa kadar, geçmişe nazaran on kat büyümesi-ne rağmen ne Haleb’in ne Şam’ın eski sokak ve binaları tahrip edilmişti. Mutfak kültür-leri de aynı şekilde devam ettirilmekteydi. Bu ülke kendisine Osmanlılığın dışında bir kimlik aramış mıdır? Elbette ama zaten bu-rası ulusların, kavimlerin binlerce yıl bera-ber yaşadığı yerdir.’’ Kimi zaman dünyanın en güzel toprakları-nın ( Irak, Suriye, Filistin, Mısır…) yıllardır işgal altında olduğunu düşünüp isyan edi-yorum. İnsanların hakimiyet kavgası altında yitip giden hayatlar, kültürler ve tarihi eser-ler… İster istemez kendi ülkem için de endi-şe duyuyorum. Mesela İstanbul’un hayalet şehre dönüştüğünü, Yahya Kemal’in,‘’ Ulu mabed! Seni ancak bu sabah anlıyo-rum, Ben de bir varisin olmakla bugün mağru-rum. ‘’ dediği Süleymaniye Camii’nin bom-balandığını düşünün. Kanı donuyor insa-nın! Belki bir gün Evliya Çelebi’nin ‘’ Şam-i cen-netmeşam’’ ( cennet kokulu Şam ) diye bah-settiği Şam’a gideriz. Emevi Camii’nde bir öğle namazı kılar, sonra Kasr el-Azm’ı, Ha-midiye Çarşısı’nı gezeriz. Yorulunca o meş-

hur kahvehanelerinden birinde oturur, yor-gunluk kahvesi içeriz sıcakkanlı insanlarla. Osmanlı’nın bıraktığı eserlere bakar, gurur duyarız. Belki bu eski şehir yok olmaz. O günlere kavuşmak dileğiyle… ***** Neva okurları, Bu ay sizlerden birçok yazı aldık, çok mutlu olduk. Bize gelen yazıların bazılarını neşre-debildik, bazılarını neşredemedik. Bir daha-ki ay için de yazılarınızı bekliyoruz. Bu ay mecmuamız dört tane deneme, iki tane hika-ye, beş tane şiir ve film, blog, kitap tanıtımla-rıyla sizlerle beraber. Onur Bülbül geçen ay yazdığı Güzel Şiire Doğru I adlı denemesi-nin devamını yazdı. Geçen ay mecmuamızı teşrif eden Oğul Tuna, bu ay da çok güzel bir hikaye ile bizlerle. Keyifle okuyacağınıza eminim. Bir dahaki ay yine dopdolu bir muhteva ile kavuşmak dileğiyle…*İlber Ortaylı Seyahatnamesi / İlber Ortaylı * National Geographic Mart 2014* Seyahatname / Evliya Çelebi

Makbule Nur [email protected]

Hamidiye Çarşısı,

Şam

Page 4: Neva Nisan 2014

NevâAyda Bir Defa Neşrolounur Edebî Sanat

Mecmuasıdır

Nâşire

Makbule Nur AYAN

Sahife Tanzimatı

Onur BÜLBÜL

Tanıtım Sahifeleri

Kutan ÜLGEN

İ[email protected]

facebook.com/nevamecmuasi

twitter.com/nevamecmuasi

Her hakkı mahfûzdur.

Hayal SatıcısıOğuz BATIN

Deneme5

Tasarım

Uğur BOZDAĞ

Kur’ân’ın Gerçekleri Hakkında 7Yasemin ÇİN

Güzel Şiire Doğru II 8Onur BÜLBÜL

Mutluluk Üstüne Mustafa AKSUNGUR

10

HikayeBahar MeyhanesiOğul TUNA

17

Üçüncü UykuMaide YILMAZ

19

ŞiirKristal Şehirler 20

Süreğen Adalet 21Zeki ALTIN

Destan Ömrüm

Azime ŞAHİN

22Sahil

23Ahmet DEĞİRMENCİ

Ay Gözlerinde UyuduCemal KARSAVRAN

24

Tanıtım SahifeleriKitapBloglar Arasında Kelimeler

25

26

27

Page 5: Neva Nisan 2014

Deneme

Hayal Satıcısı

Aldığımız her nefesin anını yaşadığımız günleri, duvarımızda bu-lunan takvimin yapraklarından söküp atarız, bir gün daha geçti diyerek. Sayı-sının çoğulluğunun söylenişinden mi bilinmez, üç yüz altmış beş gün vardır, dile kolay tek bir yılda deriz. Aslında kendimizi kandırız. Neden mi kendi-mizi kandırırız? Ortalama insan ömrü yetmiş yıl olduğuna göre yetmiş yılı üç yüz altmış beş günle çarptığımızda çıkan sayı aslında sayılı günlerimiz ol-duğunu, bu hayatta sayılı günlerimiz olduğunu göstermez mi? Bu hayatta sayılı günlerin oldu-ğunu bilen insan sanki bu hayatta bitip tükenmeyecekmiş gibi hep geleceğe dönük neden hayaller kurar? Kurulan hayallerin ve ölümün yok sayılmasın-da yine bilinçaltının rolü yok mudur? Sınavdan kötü not alan bir öğrencinin o sınav sonucunu unutması gibi biz in-sanlar da hayatın bitip tükenmeyeceği-ne mi inanıyoruz ya da inandırılıyoruz bilinçaltımızın biz insanlara oynadığı oyunla? Hayaller... İnsan, var olduğu bu dünyanın ekseninde hayalleri için ya-şar... Nasıl ki her şeyin azı karar çoğu zarar ise hayallerin de öyledir. Hayal kurmayan insan bu yeryüzünde hiç görülmemiştir. Hepimiz hayal kura-rız... Sıradan bir insan kurduğu hayal-leri eş dost sohbetlerinde ortama renk

katmak amacıyla paylaşırken bazıları bu hayalden para kazanır. Demek iste-diğim sıradan insanın kurduğu hayal para etmezken bazılarının kurduğu hayallerin para etmesidir. İşte o bazıla-rına koyduğum isim hayal satıcılarıdır. Peki, kimdir bu hayal satıcıları? Destancılar... Sokak sokak elin-deki yazılı kağıtlarla gezip destan sa-tanlar... Biz genç kuşağın bir önceki

kuşağında yer alan anne ve babaları-mız, bu dönemin belki sonlarına denk gelmiştir. Bu dönemi yaşayan bizler-den iki üç kuşak öncesine dayalıydı. Yazılı olduğu kadar sözlü des-tancılar da vardı o dönemde. Destan dendiği zaman kelime anlamı olarak masal ve hikaye anlamını karşılıyordu. Kadınlar kendi aralarında evlerinde masallar okuyup dinlerlerken erkekler bir kahvehanede bir meddahın ağzın-da hikaye dinliyorlardı. Sözünü ettiğim destancılar, ilk ol-duklarından en ilkel hayal satıcılarıdır. Akan zamana karşılık gelişen ve deği-şen dünyada hiç şüphesiz edebiyatta hayat karşısında değiştiğine göre bu hayal satıcılarının yerini roman ve hi-kaye gibi türlerin yazarlarınla beraber teknolojinin gelişimiyle beraber mey-

5 | Nevâ

...“Sıradan bir insan kurduğu hayalleri eş dost sohbetlerinde ortama renk katmak amacıyla paylaşırken bazıları bu hayalden para kazanır”...

Page 6: Neva Nisan 2014

Deneme

dana gelip oluşan görsel medya yazarları al-mıştır. Kimdir bu, hayal satıcısı olan görsel medya yazarları? Tiyatro, sinema filmi ya da Türk İnsanı olarak hayatımızın dörtte birini geçirdiğimiz dizi filmlerinin senaristleridir. Yazılıp ortaya konduğu ürünün ismi ne olursa olsun onlar, kurdukları hayalleri satan insanlardır. Sıradan insanı hayalleri suya yazılırken onların hayallerin banknot-ların üzerine yazılıdır. Sıradan insanın yaşa-dığı hayatı binbir güçlükle yaşarken o hayal satıcıları sıradan insanların yaşadığı hayata göz dikip o hayattan beslenendir, kurduğu hayaller onlar hakkındadır. Ürünün adı ne olursa olsun bence hepsi edebiyatın geniş yelpazesi altındadır. O zaman şu soruyu sormakta yarar vardır? Edebiyat neyden beslenir? Edebiyat, yaşanı-lan hayattan beslenir. -Ki bunun cevabını bir önceki paragrafımda verdim.

Edebiyatın hayattan beslenip hayatı anlatması belli bir yazım tekniğinle estetik olarak ifade edilmesiyle olur. Konuyu biraz saptırıp geniş yelpazede ele almak gibi ola-cak leitmotife değinmek isterim. Leitmotif, ortaya konan ürünlerde olmazsa olmazlar-dan sadece biridir. Bir karakterin, üründe, sıklıkla tekrarladığı kelime ya da kelime öbeğine leitmotif denir. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar adlı romanında Olric’in “efendim” ifadesi, Tur-gut’un “bat dünya bat” ifadesi iken leitmo-tif örnekleri görsel medya ürünlerinde de bu leitmotif örnekleri görülür. Hayat Bilgi-

si dizi filminde Afet Öğretmen’in “hoca ca-mide”, Çocuklar Duymasın dizisinde “ana, ba ba ba, amaniiiiin, bizim işimiz”, Kadın İsterse’de hizmetçinin “Vış”, En Son Baba-lar Duyar’da Kadir’in “Hallederiz” ifadesi... Örnekleri daha da çoğaltabiliriz. Madem, sözünü ettiğim hangi ürünü ortaya koyarsa koysun bu hayal satıcıları hayattan beslendiğine göre örneğini verdi-ğim leitmotif diye kavram hayat içinde yer almaz mı? Yine sıradan insan, gündelik hayatta sıklıkla kullandığı kelimeler farkına varıl-maksızın gündelik hayat içinde akıp gider-ken yine hayal satıcıları bu sıradan insanların gündelik hayat içinde oluşturduğu sıklıkla kullandığı kelimeleri alarak ürününü koyup kazanç elde eder.

Uzun lafın kısası, sıradan insan binbir güçlükle hayatın mücadelesini verirken; ha-yat içinde bütün yaptıkları birileri tarafından ele alınıp işlenip ama roman ama hikaye ama görsel medya ürünü olarak kendilerine geri döner. Ortaya konan bu ürünleri beğenerek kah okuyup kah izlediğine göre şikayet edip beğenmediği hayatta aslında kendini ve ha-yatı beğendiğini ortaya koyarak içine düştü-ğü ikilemi fark etmez bile.

Oğuz BATIN

6 | Nevâ

...“Yazılıp ortaya konduğu ürünün ismi ne olursa olsun onlar, kurdukları hayalleri satan insanlardır”...

Page 7: Neva Nisan 2014

Deneme

7 | Nevâ

Kur’ân’ın Gerçekleri Hakkında

İslâm dininin ana kaynağı Allah’ın son ilahi Kitabı Kur’an, anlatmak istediklerin-den çok uzaktadır. Anlaşılmayı, anlamı sorgulanarak okunmayı beklemektedir. Arapça okutulma zorunluluğu, anla-şılıp, yaşama uygulanabilir olmasında en büyük engeldir. İçeriği bilinmediğinden, ya da yanlış bilindiğinden Arap örf ve âdetleri, Kur’an’ın önerdikleri gibi algılanmaktadır. Kıl, kılık, kıyafet değildir Kur’an’ın derdi! “İnanma” konusunun aslında en önemli noktası; Allah’ın, Peygamberine bile bu konuda yetki vermediğidir. Allah’ın Kitabı Kur’an’ın, Bakara su-resi, 256.ayeti şöyle söyler: “Dinde baskı, zorlama yoktur.” Yunus suresi,99.ayetinde ise, Peygamberimiz özelinde tüm insanlara seslenir: “Eğer Rabbin dileseydi, yeryüzün-deki insanların hepsi ama hepsi toptan iman ederdi / inanırdı. Hal böyle iken, insanları inanmaya sen mi zorlayacaksın?” İnanıp, inanmama; kişinin kendi terci-hi, bireysel, özgür seçim alanıdır, olmalıdır, olmak zorundadır. Bu iki Kur’an ayeti, Al-lah’ın Kendisinin bile, iman / inanç konu-sunda yarattığı kullarını özgür bıraktığının, zorlamadığının ve kişinin bireysel özgür se-çimine bağlı bir alan olarak kalması gerekti-ğinin ispatı değil mi?!

Allah, Kitabı Kur’an’ın, Nahl suresi,52.aye-tinde şöyle söylüyor: “Din sadece Allah’ın-dır. Allah’tan başkasına mı saygı göstere-ceksiniz?”

Kur’an; Allah’ın sözleri ile, Allah’ın tek öğreticiliğini kabul edip, aracılardan, aradaki herkesten kurtulup, özgürlüğümü-ze kavuşmamızı sağlar. Yaratılmış kulları kutsallaştırmak-bunu tasavvufta çok gö-rüyoruz-tek kutsal olan Yaratıcımıza ortak koşmak anlamına gelmez mi?

Peygamber sözleri ile başlayan cevaplar “ek kaynak” arayışlarının kapılarını açıyor. Ek kaynaklar Kur’an’a göre Şirk! Peygamber hadisleri, Peygamber sünneti ile din anlatan-lar, Kur’an’ın gerçek dininden değil, hikaye ve rivayetlerle dolu uydurma bir dinden bahsediyorlar. Gerçeği sadece gerçeği öğ-renmek için sadece Allah’ın sözlerini içeren tek kaynak Kur’an’a bakılmak zorundadır!

Yasemin ÇİN

Page 8: Neva Nisan 2014

Deneme

Geçtiğimiz ay güzel şiirrin önündeki manialarıa (en-gellere) temas etmiş ve şiir kitaplarının güzel ol-madıklarından, bizim şiir

ananemizi aksettiremediğinden dem vurmuş idim. Bu ay da aynı farklı za-viyelerden ele alacağım.

Şark medeniyetlerinde şiir da-ima mühim görülmüştür. Hatta şark edebiyatı yakın zamanlara gelinceye kadar nesre (düzyazıya) değil, nazma (şiire) mebni olmuştur. Elsine-i Selâ-se’nin yani Arapça, Farsça ve Türkçe-nin şiire münasip olmasının da bunda büyük hissesi vardır. Şiirin ahenk de-mek olduğunu düşünerek bu coğrafya-ya mevzun yani vezinli, mukaffa yani kafiyeli, hakiki şiirin coğrafyası desek hata etmiş olmayız. Garp lisanlarında bulunmayan hususiyetleri haiz lisa-nımızın en nazik, en zarif dimağlarda işlenmesi neticesinde inci taneleri gibi mısralar yazılmış, gönüldeki hislere tercüman olunmuştur. Pekala zamanı-mızda vaziyet nedir?

Günümüzün şiirinin nabzını tut-mak için mecmualara bakmak lazım gelir. Nitekim Ahmed Haşim, Yahya Kemal, Ahmed Hamdi gibi meşhur ve büyük şairler dahi şiirlerini mecmua-larda neşretmişlerdir. Bu büyük usta-lar gibi zamanımızda da mecmualara şiirler gönderen şairlerimiz var. Fakat mecmualar hangi hususiyetlere göre hangi şiirleri intihab ediyorlar (seçi-yorlar)? İşte mesele buradadır. Bir tane büyük mecmua gösterilemez ki seçti-ği şiirler ahenkli, manidar ve insanda

zevk uyandıracak manzumeler olsun.

Ben şiirde dava bekleyenlerden değilim ama mana beklerim. Bu yüz-den mecmualarda da gözüm mani-dar şiirler arıyor. Manidar şiir demek, okunduğu vakit bir şey anlaşılan şiir-dir. Bir tasvir yapan, bir aşkı dile ge-tiren, bir hisse tercüman olan şiirdir. Şimdiki mecmularda neşredilen şiir-lerden kaç tanesi âtiye kalacak, bir dü-şünmek lazım.

Meseleye bir de diğer taraftan bakalım. Ya edebiyat mecmualarında neşrolunmak üzere irsal edilen (gön-derilen) şiirler zikretiğim hususları haiz değil ise? Ya mecmualar mecbu-riyetten ne dediği anlaşılamayan şiir-ler neşrediyorlar ise? O zaman mesele biraz daha hacim kazanmış olur. Çün-kü cemiyetimiz kuvvetli şairler yetiş-tiremiyor hükmü çıkar. Şair olunmaz, şair doğulur lakin şair doğan insanın şiir kabiliyetini işlemesi lazım gelir. Bi-zim hangi mektebimizde şiir çalışması yapılıyor? Bırakın şiir talimlerini, idâ-dîlerin (liselerin) içtimaî ilimler (sosyal bilimler) şubelerinde dahi aruz vezni, kafiye ve Osmanlı Türkçesi öğretilmi-yor. Hal-i hazırda şairin, şair vasfını kazanması için lazım gelen mezkur ilimleri kendi kendine talim etmesi

Güzel Şiire Doğru II

...“Günümüzün şiirinin nabzını tutmak için mecmualara bakmak lazım gelir”...

8 | Nevâ

Page 9: Neva Nisan 2014

Deneme

bekleniyor. Benim böyle bir arkadaşım var. Bana şiirlerinden müşekkil bir defter verdi. Nef’î’nin,

Nice kasîde bir kitâb mecmuâ-i pür-intihâbHer nüktesi faslü’l-hitâb her beyti bir genc-i hikem

mısraları ile tavsif olunabilecek bir defter bu. Arkadaşım gibi nice kabiliyetli insanın vaktini yok yere aldıklarını ve bu yüzden kabiliyetli insanların terakkilerine mani ol-duklarını düşündükçe insanın içi acıyor. Meseleye neşreden ve neşredilmek üzere eser yazan kesimler tarafından bak-tım. Bu tecrübeyle diyebilirim ki evvela eser sahiplerinin önü açılmalı. Gerçek şiirler bü-yük mecmualarda neşrolunacak ki şairler ce-saret bulsun, muvaffakiyetleri takdir edilsin. Bunlar olmadan güzel şiirin önünün açıl-ması mümkün değildir. O yüzden edebiyat mecmuları, hatır gönül için değil, sanat için şiirler neşretmeliler ve büyük şairleri arayıp bulmalıdırlar.

Onur BÜLBÜ[email protected]

Nef’î Divanı’ndaki mezkur beytin sahifesi

9 | Nevâ

Page 10: Neva Nisan 2014

Mutluluk ÜstüneDeneme

Dinmez ağrıların bile bir mutlu yanı kesin-kes vardır. Bize düşen iş, o mutlu halkayı yakalalama cesaretini göstere-bilme, ya da gösterememe sorunudur.

Mutluluk nedir..?

Bunun yanıtını düşündüm uzun uzun... Dü-şüncelerim, beynimi doyuramadı. TDK.nun “Büyük Türkçe Sözlük”üne başvurdum:

“Bütün özlemlere eksiksiz ve sürekli olarak ulaşılmaktan duyulan kıvanç durumu, mut (I), ongunluk, kut, saadet, bahtiyarlık.”

Yanıtları çıktı karşıma. Bir “Allah korusun!” çektim kendi kendime...

Düşünün biyol: “İnsan bütün özlemlerine kavuşursa, “Hah demeden, meh!” olursa, kişi nasıl mutlu olabilir Allah aşkına..!” de-dim.

Bana göre değildi böylesi mutluluklar...

Bir de sizler düşününüz isterseniz dostlar: Her istediğinizi, her özleminizi, hem de “Eksiksizce ve süreklice” avucunuzun için-de bulu-buluverdiğinizi düşünün biyol, -bu-nun olur tarafı zaten yok ya; haydi olduğu-nu düşünelim-: Alim-Allah, (Allah Bilgedir, bilendir, alimdir, bilicidir) sıkıntıdan patlar-dı insan bee..!

Her arayışım, bir kısır döngü içinde başla-dığı noktaya çıka-varıyordu. Bundan yıl-madım. Bu kez de, zaman zaman kendimde duyduğum mutlu anlarımdaki duygularımı konuşturmayı denedim:

Şubat ortalarındaydık. Son cemreye yeni gir-miştik. Uzunca kış gecelerinin kırıntılı sofra-larından birisinde, on bir kardeşten bana da suluca bir kış-armudu düşmüştü. Hem çene-lerimin iki yanından suyunu akıta akıta ısı-rıyor, hem de tükeni-verecek diye ödüm ko-puyordu. Korka korka yiyordum armudu. İşte korka korka, suyunu, çenemin iki yanın-dan akıta akıta yediğim o kışarmudu(nun) burada anlatılamaz tadındaydı mutluluk. O mutluluğu bir daha da bulamadım gitti...!

Ne diyor “DENEMELER” ustası Montaig-ne:

“Bolluk kadar insanı sıkan, usandıran bir şey yoktur. (...) Bizi mutlu eden, bir şeyin sa-

...“Şubat ortalarındaydık. Son cemreye yeni girmiştik.”...

10 | Nevâ

Page 11: Neva Nisan 2014

11

Deneme

hibi olmak değil, tadına varmaktır.” (DE-NEMELER. Sabahattin Eyuboğlu. Cem Ya-yınları, 1980 s.134, 132.)

Demek varlıkla, bollukla, her istediğimi-zi salt elimizin altında bulu-buluvermek-le mutlu olunamıyor. Mutuluk denilen şey öyle bir ankadır ki, hem her insana göre değişir, hem her insanı kucaklayıcı, bir ortak yanı vardır. Birimiz için bıkkınlık veya sıkın-tı veren şey, bir başka-birimiz için mutluluk nedeni olabilir. Bunu, yine bizim Mongaig-ne’imiz, Kral Seleukos’tan aktarsın bizlere. Kral Seleukos’una:

“Hükümdar asasının ne kadar ağır olduğu-nu bilen, onu yolda busa elini sürmez, geçer gider!” Dedirtir Montaigne. (Keza: s. 132)

Seleukos’un bu görgülü görüşü yanında, ge-lin bir de biz, o el-çabukluklarıyla, ve hatta kelleler uçurularak ele geçirilen Kral, Hü-kümdar, Padişah, Cumhurbaşkanlığı, Baş-bkanlık, Bakanlık vd. vd.. koltuklarının ko-nuklarını düşünelim:

O koltuklarda kendilerinin konuk oldukları-nı bal gibi bilirler, bu ayrıcalıklı insancıklar. Ama yine de canlarını verirler, koltuklarını vermek istemezler...! Koltukları tehlikeye düştüğü an, kellelerini koltuklarına almakta hiç ikircilik göstermezler...

Eee, gayrı ben şöyle bir kenara çekileyim, durayım da, sizler verin yanıtını:

Bundan daha komik mutsuzluk ve bundan daha komik mutsuzlar topluluğu olur mu...?

Tek sözcükle: Fecaat; çift sözcükle: Yürekler acısı bir durum değil mi bu?..

Mutluluk bunun neresinde?.. Kanla, kinle, çıkar hırslarıyla kazanılan makamlar hiç, “Mutluluk makamları” olabilirler mi gay-ri ya dostlarım..? Olamazlar..! Olamadılar..! Olmamalılar...!

Olsalar.. olsalar, bir sömürü makamı olabi-lirler onlar. Onda da, güçlerinin yettiği yere kadar gidebilirler ancak...

Eee, öyleyse insafla düşünelim artık: Sömü-rünün girdiği yuvaya mutluluk girebilir mi hiç..? “Giremez! Kesinlikle giremez..!” diyo-rum ben... Üstelik, o devletlûlarımızın mut-suzlukları, bizlerin mutluluklarını da ucun-dan kıyısından kemiren birer vebalı fare olurlar, sıçan yeniğine çevirirler tüm insan türünün özlenesi mutluluklarını... Sizler ne diyorsunuz, bilemem... Benim yabana atıla-mayacak aklım, böyle diyor...

Ak köpeğin, pamuk satıcısına ziyanı olur. Mutsuz Cumhurbaşkanımızın, mutsuz Baş-bakanımızın, mutsuz Bakanlarımızın, mut-suz Vekillerimizin, mutsuz Valilerimizin v.d.. v.d.. mutsuzlukları da, asıllarının mut-luluklarına; (yani Halkımızın mutluluğuna) ziyan getirir... “Varsın onlar da mutlu olsun-laaar...!” diyorum ben, yine de.

Gelin isterseniz, şimdi bir de “Gerçek Mut-lulukları” yaratan küçücük küçücük olaycık-lar zincirinin halka-cıklarından tutup, onları birlikte irdelemeye çalışalım sizlerle:

...“Sömürünün girdiği yuvaya mutluluk girebilir mi hiç..?”...

Page 12: Neva Nisan 2014

12

Deneme

Bayramdan bayrama zorulanca alınan bir çift kırmızı ediğin, bir çift alaca çorabın, yoksul yuvalarındaki kız çocuklarında estir-diği “Mutluluğu” bir düşünün dostlarım... Çifte hörküçlü “Yörük develeri” götüre-mez âlim-allah o mutluluğu bee!.. O alacalı çorabını, kırmızı ediğini ayaklarına geçiren yavrucuklar, ilk günlerde, geceleri bile ko-yunlarına alır da, onlarla birlikte yatarlar yataklarına, onlarla birlikte kalkarlar sabah-ları. O alacalı çorabın, kırmızılı ediğin o yav-rucuklara yaşattığı mutluluğu, hangi Cum-hurbaşkanımzın eşi, hangi Başbakanımızın kızı, hangi bakanımızın torunları yaşayabilir o şatafatlı ömürleri boyunca, acaba...? Sizler ne diyorsunuz bilmem ya, ben, “Hiç-biri ya-şayamaaaz...!” diyorum burada da...

Bu hırs düşkünü insancıkların, o yalın, o ulu mutlulukları, doyasıya yaşayabileceklerini hiç mi hiç sanmıyorum çünkü. Azla yetin-mesini bilmeyen evlerin eşiğinden içeri gi-remez çünkü mutluluk denilen periler. Mut-luluk perileri arlıdırlar, arsızları peşlerinden tanırlar ve hiç bir yerde, hiç bir zaman yüz vermezler arsızlara...

Bir üç ağustos Antalyası’nın sarı sıcağında, tükeniverecek diye yemeye kıyamadığı bir külahçık dondurmayı yalaya yalaya tadını çıkarmaya çalışan şu afacan çocuğun ele avuca sığmayan mutluluğuna değer biçile-bilir mi dostlarım?.. Onun bu çıplak mutlu-luğunu, kendisinden daha güçlü bir zorba çocuğun, külahını elinden kapması, yahut, boğuşuşları sırarında, dondurma külahını elinden yere düşürüp toza toprağa bölenmiş olması yıkabilir ancak...

Allah, bir fukara köylü kulunu sevindirece-ği zaman, önce eşeğini yitirtir, üç gün sonra yine buldurturmuş. Üç günlük yitikten sonra eşeğini bulan bu yoksul köylümüzün mut-

luluğunu bir düşünüverin siz artık. Eşeğini bulduğu gün, o çaresiz köylümüzün ahireti de güneşleniverir birden, dünyası da... Onun o ongun mutluluğu, ne evlere sığar o gün, ne ahırlara sığar... Hem de, yoksulluğu ne denli yıkıcı ise, mutluluğu da ona orantılıca, bir o denli keskin, bir o denli büyük, bir o denli şavklı olur...

“Zevk sıkkını!” diye bir güzel deyim vardır şu bizim yaratıcı, güçlü, kıvrak Türkçemiz-de. İşi gücü eğlenmek olan, dünya zevkle-rini hovardaca harcayan, ama ol gidip bir türlü mutlu olamayan hazır-yiyici, vurgun-cular için söylenir çokçasına, bu güzel de-yim. Dünya zevklerinden sıkılan bu zavallı insancıkların mutlu olabileceklerini aklınız keser mi hiç...? Benim aklım hiç kesmiyor doğrusu. Atalarımızın akılları da kesmemiş olacak ki: “Bal yiyen baldan usanır!” Ata-sözlerini armağan bırakmışlar tüm dünya insanlarına...

Zevklerin her türünü tada tada zevke ka-nıksayan, zevk alma duyuları körelen, küte-len, hatta kökten yok olan bu “zevk sıkkını” (zevat) kişiler, İnsanlar- mutluluğun o töfe, o yenice tadını yeterince tadamazlar hiçbir zaman..!

Doyum-ötesi evrenlerinin duyarsız cöngü-lünde, o mutluluk sülünleri kesinlikle eğle-şemezler. Doyumsuz canlar, mutluluklara da doyumsuz ve duyarsız kalmak zorundır-lar kuşkusuz...

Söz, “Zevk sıkkını” deyiminden açılmışken, buracıkta bir Halk öyküsünü anlatmadan geçmeyelim:

Zamanın birinde, bir ülkenin zevk sıkkını bir kralı varmış. Nereye gitse, ne yapsa sıkıntı-dan kurtulamıyor, vakit geçiremiyormuş.

Page 13: Neva Nisan 2014

13

Deneme

Günlerden bir gün dalkavuklarından birisi krala yaranmak için:

“Devletlûm! Mutlu bir adam bulur da iç-gömleğini giyerseniz, hiç bir sıkıntınız kalmaz; yeniden doğmuşa dönersiniz!” diye akıl vermiş.

“Yüyü bireehh!.. Ne duruyorsunuz öyleyse? Hemen hazırlanın, yola çıkalım. Arayalım, bulalım o mutlu insanı, soyalım sırtından o iç-gömleğini, giyelim!” buyurmuş kral haz-retleri.

Adamlar, yuvalarına çomak sokulmuş sa-rı-arı ocağından savruğan arılar gibi, anarşik bir kargaşa içinde dağılmışlar ülkenin dört-bir bucağına... O kent senin, bu köy benim; mutlu adam aramaya başlamışlar ülke gene-linde... Ülke kazan, onlar kepçe, aramışlar, taramışlar, bir tek mutlu kişi bulamamışlar koca ülkede... Umudu kesmişler gayrı.

Saraylarına dönerlerken, bir çeşme başın-da eğleşip, yemek molası vermişler. Derken efendim, dağ doruğundan, koyunlarını suya indiren bir çobanın kavalından dökülen o mutlu, yanık kaval sesini duymuşlar.

“Hah! Demişler, İşte, son sonunda bulduk aradığımız mutlu insanı. Bu kaval sesinin sahibinde ne dert olur, ne tasa eğleşebilir... Olsa, olasa aradığımız mutlu insan, ancak bu çoban olabilir!..”

Beklemişler çobanı.

Kavalıyla, sürüyü suya indirmiş çoban. Sürü suyunu içe-dursun, kral ve yardakçıları sor-muşlar çobana:

“Yaau, çoban! Demişler. Mutlu musun sen?”

“O da ne demekmiş?” demiş çoban.

“Yani, demişler, derdin, tasan, kaygın, kus-san; bir sıkıntın , bir gönül ağrın falan yok mu senin hiç...?”

“Ne derdim olacakmış ki benim? Bu dağ başlarına dert, tasa, kaygı, kussa tırmanabi-lir mi hiç? Mutluluk denilen şey buysa eğer, ben anadan doğma, atadan gelme, doğma büyüme mutluyum ağalar..!” demiş.

Padişahın adamları, aç kurtların, körpe ko-yun sürülerine saldırdığı gibi saldırmışlar çobanın üstüne. Hoyratça soymuşlar çobanı. Görmüşler ki, ne görsünler:

Bu mutlu çobanın sırtında bir “İç-gömlekçe-ğezi” bile yokmuş.

Zor-alım yoluyla da olsa mutluluğu elde edemeyeceğini anlayan kral hazretleri, o, yıllar-yılı “Değirmen damında değil de, sal-tanat koltuğunda” boşa ağarttığı sakalcağa-zını avuçlarının içine alıp acı acı sıvazlana-rak:

“Kuşa süt nasip olsaydı, anasından olurdu! Salıverin gitsin bu mutlu çobanı. Dağarcığı-nı da altınla doldurun ki, varsın bugünden sonra o da köy köy, kent kent, ülke ülke do-lansın; o da, o altınlarıyla mutluluğu arasın dursun!.. Demek dışarıdan şırınga edilmek-le mutluluk elde edilemiyormuş meğer!..” buyurmuş.

Mutluluk, yaşamdan tad albilme, yaşamı yararlı kılabilme sanatıdır. Sevmeyi ve pay-laşmayı bilme sanatıdır... Başka başka can-ları mutlu kılabilme eylemlerine kıyışabilme

...“Mutluluk, yaşamdan tad albilme, yaşamı yararlı kılabilme sanatıdır”...

Page 14: Neva Nisan 2014

14

Deneme

sanatıdır...!

Benciller, çıkarcılar, buyurganlar, hasetçiler hiçbir zaman mutlu olamazlar. Acırım o za-vallıların varsılların o zengin mutsuzlukları-na, o yoksul yaşamlarına...!

Mutluluklar, soyut birer somutlukturlar. Kendileri görünmeseler bile, işleriyle, işlev-leriyle, işleyişleriyle, etkileriyle ve eylemle-riyle sorsomut op-ortada, sorsomut elimizin altındadırlar.

Uzat elini ey mutsuz insan, tut onu yelele-rinden..! Mutlu olmak senin de hakkın...! Ya-kala onu, yaşa mutluluğunu..!

Sophokles’in:

“Ben bu dünyaya kin değil, sevgi paylaşma-ya geldim!” dedirttiği, daha ölmeden önce, sağlığında bir gömüte diri diri gömdürülen Can “Antigone”si de, Sophokles’in öz ken-disi de, sanırım ki şimdi o taş mezarlarında mutlu mutlu uyumaktadırlar...

Kinlerini öldüren, sevgi paylaşmaya gelen insanların mutluluklarını ne o en acımasız krallar, ne o en eli-kanlı katiller, ve ne de o buyurgan zalimler, kesinlikle yok-edemez-ler..!

Mutlulukları öyle bulunmaz derinliklerde ararsak, siddin sene bulamyız onu Dostlar!.. Biz onu hayatın küçücük küçücük olaycıkla-rında arayalım. Gerçek mutluluğu, oralarda bulabiliriz çünkü..!

Bahçemizdeki şu kayısı ağacının dallarında dudak dudağa sevişen şu çifte bıldırcınların çokyönlüce, cıvıltılı sevişmelerindedir mut-luluk. Saf, yeni-yetme, ellenmedik bir köy-lü kızının dudaklarındaki gülümsemeleri-

dir. Bir çift kaya kekliğinin dağdaki özgürce ötüşüdür. Uyanan livliv serçelerinin şafağı kızıla kesen hoyufsuz ezgileridir. Yarı karlı toprağı dürtüp dürtüp çıkıveren şubat kar-delenlerinin karları delişlerindedir. Kır lale-sinde, dağ sümbülündedir mutluluklar...

Kenelerini silken keçilerde, parazitlerinden kurtulan ağaçlardadır. Havada, suda, top-raktadır!.. Gün ışığında, ay şavkındadır... Alabilenlere ne mutluk...! Kısacası:

Kendi özünü sunarak bir başka cana öz ve-ren, bir başka cana can veren, yaşam veren görkemli ululukarın taa kendisindedir ger-çek mutluluklar!...

Eyy ayağına demir çarık giyip, eline demir asa alan, dünyada mutluluk aramaya çıkan mutsuz gezgin kardeşlerim! Şunu aklınızdan hiç çıkarmayın ki, sizin aradığınız o mutlu-luk çelengi, sen ancak bir başka candaşını mutlu ettiğin gün seni arayıp bulacaktır!.. Kendi kanatlarıyla uçarak, kendi ayaklarıy-la koşarak tıpış tıpış, sana gelecektir. Uzun etme artık, uzat ellerini o vakit, tut mutlulu-ğun elinden! Göreceksin ki o zaman, mutlu-luklar içinde dünyaya pırıl pırıl yeniden bir kez daha doğacaksın sen..!

Ben, mutluluğu “muz”a benzetirim bazen. Zira, mutluluğu tadan kişi, düşlediği zevki, düşlediği tadı, düşlediği doyumu bulur gibi olur o anda. O muzu elde etmek de, öyle, deve yüküyle emek falan da istemez haaa...! Bazen bir kaçamak bakışta, bazen hilesiz bir gülümsemede, bazen de tepeden tırnağa çi-çeğe durmuş bir şeftali ağacının o pembecik çiçeklerinde buluruz...

Büyük Zola ne derse desin bana, ben, Emil Zola’nın:

Page 15: Neva Nisan 2014

15 | Nevâ

Deneme

“Demek, insan için mutsuzluk da bir ihtiyaç oluyor!”

dediği anında, yaşamının, beleşten de ucuza düştüğü bir zamanında söylemiş olduğunu düşünmekten alı-koyamıyorum ben şu sivri aklımı..!

Uyuz olmayanlar, kaşınmanın doruk tadına ulaşamazlar. İstedik mi, uyuz olmakta bile, mutlu olmamıza kapı aralayan bir giriş eşiği kesinkes buluruz!..

Mutluluk, çoğu insanlar için bir seraptır. Bir öz ve göz yanılgısıdır. “Yakaladık işte!” de-dikleri an, bakarsınız ki bir mavzer kurşunu atımlık uzaklara kayıvermiş, gitmiş. Buna karşılık kimilerimiz ise, pek entipüften, kü-çücük nedenlerle neşeleniveririz... İçimize sevecen, anlayış dolu, sıcacık duygular dolu-şur... İçimiz içimize sığmaz olur. Kendi-ken-dimizle konuşmaya, gümür sokur mırıldan-maya, dudaklarımıza bir ıslık takıp, türküler tutturmaya başlarız. O tatlı heyecanlarla ne-şeyi sütlü-kahve yapar, höpürdete, höpür-dete içeriz. O kadarla da yetinmeyiz: Esrik

seviler içinde yerimizden fırlayarak kalkar, ellerimizi birbirlerine çırparak:

“Yaşşaaa! Varol!..” diye bir çığlık koyveririz. İşte tam o andaki çığlığımzda şaha kalkan atımızın adı: Mutluluktur!..

Buracıkta, klâsik mutluluklara da bir selam uçurmanın vakti-saati geldi sanıyorum:

Birbirlerini içtenlikle seven evli çiftlerin en mutlu anlarından birisi de, çekiştikleri, dö-vüştükleri günün gecesinde uç vermeye başlayan barış konağına geçiş saatleridir... Sabahki dövüşten, çekişten, az önceki kızgın bakışışlardan sonra, küskün, pişman, üzgün gözlerin, birbirlerini arayan kaçamak bakış-ları başlar...

Bu bakışların ilk buluşmalarında yine, ba-rış isteminin yarattığı öfke şimşekleri çakar gibi olursa da, bu yıldırımlı bakışlar, ilk flört günlerinin tatlı anılarıyla beslenmiş bir yük-sek tansiyonu da, taa yatak odalarımıza dek, bizimle birlikte taşır. Alır götürür bizleri, ba-

layı günlerimize...

Uzunca süren küslüklerin arefesindeki kut-lanan barış bayramlarında ise, olağan bay-ramların mutluluklarını ikiye katlayan bir ongunluk vardır. Bu ongunluğu tadamayan,

...“Mutluluk, çoğu insanlar için bir seraptır. Bir öz ve göz yanılgısıdır. “Yakaladık işte!” dedikleri an, bakarsınız ki bir mavzer kurşunu atımlık uzaklara kayıvermiş, gitmiş”...

Page 16: Neva Nisan 2014

Deneme

karı-koca kavgalarının erdemini bilemeyen toy evlilerin yazık olup giden mutluluklarına yazıklanmışımdır ben, hep ve her zaman...

Ama bakmayın siz yine benim bu atmasyon budalalıklarıma... Beni mutlu eden olgular, herkesi mutlu eder diye de bir kural koyacak değilim sizlere. Bakın, bir Alman Atasözü ne diyor insanlara:

“Herkes kendi mutluluğunun demircisi ol-maldır!” der.

Başka söze gerek kaldı mı ya dostlarım...?! Alın çekicinizi elinize, geçin demirci örsünü-zün başına, çekin körüğünüzü; döve döve, döne döne şekillendirin, kendinize uygun bulduğunuz Mutlulukların en şavklısını.. en şevklisini...!

Haydi, hepimize kolay gelsin o körük başın-daki şavklı işimiz...!

Mutluluğunuz ongun onsuun...!

Mustafa AKSUNGUR

16 | Nevâ

Page 17: Neva Nisan 2014

17 | Nevâ

Hikaye

Karanlık, panjurlu bir oda. Hayır, “kararmış tahta masa” da, o masa üstünde “bir şişe şarap” da yok o oda-da. Vakit gece değil, biz de bezgin değiliz. Güneş, panjurların ardındaki dünyada, te-pede; arada bir, bir yolunu bulup panjurlara hayal gücümüzün değil de onu imâl eden ustanın açtığı deliklerden içeri sızmakta. (Kararmamış, ahşap masada Ümit Ya-şar yok, Cahit Sıtkı var. “Gün eksilmesin penceremden,” diyor. ve aleyküm selâm.) Erenköy’e has değil bu panjurdan sı-zan ışık ve kuş sesleri, biliyorum. Moda’da da duydum bunları, Suadiye’de, Ortaköy’de de. Huzmeler –bu kelimeyi, bilmem neden, çok severim- hâlinde yayılan ses ve ışık kışı dâima bahar eylemiştir. E, şimdi, bahar gel-medi mi? Öyleyse panjurlar niçin kapalı!*

O panjurlar açılacak! Bir kadehti gönül; günışığı o delikler-den süzülüp huzmeler hâlinde dolmayacak bu kadehe: çağıldaya çağıldaya akacak pen-

cereden, taşacak, kanayan ruhumuz kana kana içecek onu. Kuşları, pencerenin pervazından se-sini özlemli kulaklara duyurması için uğ-raştırmayacak hiçkimse, ne haddimize; bir zamansız rüzgâr gibi odaya dolup ferahlata-cak o sesler içimizi.

Ruhumuz da bu oda gibi karanlık, ku-zum. Açın panjurları. İzin verin; ışık, ses ve hava dolsun içeri. Kırın tüm kadehleri; bu şarabı şişesinden için! Sâkîniz olsun kuşlar. Kuşlarla bir zorunuz mu var da bundan ka-çınırsınız? Onlar çığlık çığlığa şarkı söyler-ken, yüzünüzün keder ve mahrumiyetten değil; neş’e ve sevince mahkûmiyetten al al olması lâzım. Şair’in zannınca, Erenköyü’nde artık görmezmiş felek öyle bir baharı. “Ulan!,” deyin üstâdınıza, çekinerek; “Siz... siz öyle sanınız; bu köy de bu şehir de... bu felek de... öyle bir bahar görecek, öyle bir bahar ki... ahan da yeni bir bahara girdik bile!”

Bahar Meyhanesi

Page 18: Neva Nisan 2014

18 | Nevâ

Uzanın pencereden; esir bedeninize inat, ruhunuz koşsun betonla örtülmüş so-kaklarda. Ruhun canı taştan, betondan, as-falttan; kıymıktan, daldan, çöpten yanmaz-mış nasılsa; bırakınız koşsun. Gözünüzü dört açın, kulak kabartın: Beton yığınları arasına hapsolsanız da hâlâ bir yerlerde umut var! Balığın efendisini anın. Yusuf-yüzlüle-re adını veren kuyudaki çocuğu hatırlayın. Ağlaya ağlaya kör olmuş bir babanın, yeni-den görmeye başlayacağı günü sabırla bek-lemesindeki mucizeyi görün. O mucize ki her mevsimi bahar eylemiştir. Bahar geldi şükür! Şükür; çünkü bahar geldi! Bahar sizi, hem ruh hem de bedenle çağırıyor sokağa. Henüz, penceremdeyim ben; bizlerin firâkı da visâli de biraz yarım, biraz kırık olur. Aldırmayın. İşgal edin bize kalan son yeşillikleri, oturulmamış bankları, karşınıza neyin çıka-cağını bilmediğiniz sokakları, üstünden tren geçmeyen rayları, “Karşı”yı görebileceği-niz her kıyıyı; dondurmacıları, salıncakları, kitapçıları, vapur iskelelerini, ağaç gölgele-rini, nem ve toprak kokan yokuşlu ve yaşlı mahalleleri, bir fotoğraf –ya da instagram (!)- karesi gibi uzak ve yakın tüm mekân ve zamanları. Ben, bir elimde kalem, bir elimde ki-tap, penceremden, sizin de adınıza haykıra-cağım bu bahar: “Yeter yeter Yaşayacaksak yaşayalım”

Oğul TUNA

Hikaye

Page 19: Neva Nisan 2014

19 | Nevâ

Hikaye

Üçüncü Uyku“Neden herkes uyuyor? Uyumak için önümüzde sonsuzluk yok mu?”

Ekin’e..

Şehrin dumanından, tozundan kirlenmiş pencerele-rine aldırış etmeden kadifeye bürünen gökyüzünü her gece izlemeyi bir iki derken vazgeçemediği bir alışkanlık haline getirmişti. Hava soğuk dahi olsa pencereleri açıyor, hem havayı hem de gökyüzünü; geceyi çekiyordu derinlerine.

Uzaklarda parıldayıp duran şehrin ışıklarına dalı-yordu bazen.. Sokak lambalarının gece uyumayan insanları kandırdığını düşünürdü. Geceleri uyu-yamayan insanlar, pencerelerini açıp şehri seyre daldıklarında serpilmiş boncuk taneleri gibi pa-rıldayan ışıkları, sokak lambaları değil de kendisi gibi uyuyamayan insanların odalarını aydınlatan bir ampul olduğunu ve hatta o insanların yanan ampuller altında bir öykü, roman yazdıklarını dü-şünüp aldanabilirlerdi çünkü. Oysa biliyordu ki yananlar, uyuyan insanların sokaklarını aydınlatan sokak lambalarıydı sadece.

Peki ya geceleri herkes uyuyorsa neden vardı sokak lambaları?

Belki iyi niyetli düşünecek olursa, belediyenin gece uyumayan; pencerelerde şehri seyre dalan insanla-ra özel açık tuttuğunu düşünebilirdi. Ama belediye gece uyumayanları neden düşünsündü ki.. Sonra o da belediyeyi daha fazla düşünmemeye karar verdi ve sokak lambalarını yeryüzüne kaza ile dökülmüş boncuk taneleri olarak kabul etti.

Derken yeniden daldı uzak ışıkların aydınlattığı sokakların birinde bir eve.. Acaba o evde kaç kişi yaşıyordu, nasıl insanlardı, kim bilir neler yaşamış-lardı.. İki gün önce akşam yemeğinde ne yemişlerdi acaba?

Kendini de böyle düşünen biri var mıydı milyar-larca insanın yaşadığı bu dünyada? Olsun isterdi. Ne kadar da şanslıydı onun, hayatlarına dalıp git-tiği şu insanlar.. Hiç tanımadıkları biri, her gece kalkıp üşenmeden ne yemek yediklerine kadar dü-şünüyordu bir pencere önünde. Oysa onlar bunun farkında bile değillerdi, muhakkak üçüncü uyku-larındaydılar şimdi. Acaba rüya mı görüyorlardı şu saniyelerde. Onlar rüya görüyorlarken, pencere önünde onların rüyasını düşünmek de neydi?

Yine de tutamıyordu kendini, uzak hayatları izleyip düşünmekten.

Bir arabanın alarmı çaldı birkaç sokak ilerde. Sonra biri koşarak indi yokuşu. Belli ki bir hırsızın ayak sesleriydi bu.

Yorulmuştu. Hırsızı düşünmek istemedi bu defa. Bu gece daha fazlasını düşünmeye el vermiyordu beyni. Hırsızdan özür dilemeyi de düşündü ama bunu bile yapamadı, yükünden..

Yatağa girdi. Sağına döndü, ellerini başının altına koydu ve uyudu.

Maide YILMAZ

...“Bir arabanın alarmı çaldı birkaç sokak ilerde. Sonra biri koşarak indi yokuşu. Belli ki bir hırsızın ayak sesleriydi bu.”...

Page 20: Neva Nisan 2014

20 | Nevâ

Şiir

düşüyor denizlere kristal şehirlervarlığında bir akşam dolusu gizlilikler

lir sesine eşlik eder süryani türkülerbir nehir başında gülüşür gelincikler

dem vaktidir giryan seslerinden hislerfütursuzca savrulur dallarda açan çiçekler

kusursuz yaralardan sızan keskin alevlerher türlüsü sevda ehlinin ruhunu lekeler

ey kurda kuzuyu teslim eden herifleralnınızda güneşin yanığe merhem bekler

süratle yokuş yol'a tırmanan ehl-i ediplerkalemi yazarak düşünün genç yeni nesiller

susmaz bu yolda koşan nice yazar şairlerözgürlüğe tütün sarmış kapıda nefeslenirler

buruk ülkemde güzel hisler yaşayan illergöğe ser uzatmış barış kuşunu işaretler

Zeki ALTIN

KRİSTAL ŞEHİRLER

Page 21: Neva Nisan 2014

21 | Nevâ

Şiir

SÜREĞEN ADALET

sokaklar, ki o sokaklar alnı göğe değençarşıda, pazarda, işte, evde, her yerde…bir direnişin son beşiğinde…………………..………………………….. yüreği hakka değensoğuk sularında kan rengi çiçekleri yetiştirenazgın fırat’ta ölmüştü bir garip Mehmet yeğen

kimi bir çiçek sulardı pencere başında kimi elinde pankartıyla sokak uçlarındasokaklar, ki o sokaklar alnı hakka değenbir süreğen adalet için canlarını feda eden

bir direnişin ilk beşiğinde ......................................................................alnına kurşun yiyensuya düşmeyen cemre ilk kana düşenbir gece vakti ufku siyah kabre çevirenbir dilek tutmuştu üç gün önce bizim yeğen

hal-i efkar üzere düştü toprağın kara bendinesokaklar, ki o sokaklar alnı göğe değenevde, işte, pazarda, çarşıda; her yerdebir direnişin ilk ve son beşiğindemehmet’im azgın fırat sularının içinde…

Zeki ALTIN

Page 22: Neva Nisan 2014

22 | Nevâ

Şiir

SAHİL

Gecenin geç vakitleri,kimse yoktu sahil yolunda,İnsanlar gibi arkamdan konuşmuyordu rüzgarlar,Deniz,sır saklamasını biliyordu onu aydınlatan aya rağmen...Boylu boyunca yürüyüşüm sıkmıyordu yolların canını,Yalnızlığını bitiriyordum çünkü o yolların...

Eski hikayelerin perspektifleri şeritler halinde,Geçmekteydi düşüncelerimin duvarlarından,Sonu hüzünlerle biten kahramanların gerçeklik karşısında sorgulanması ve,Tüm bunlara ikna oluş hissel tatminlerde,Ve böylece denizin,gecenin,sahilin dönüşmesi bir romana büyük bir estetikle...

Ardından geçmişinin öyküsünü anlatan bir şarkının ezgileri çalkalanırken,Ağır adımlarla düşünmek biten gün içinde,gelecek olan yarını.Tüm bunlar,ne büyük mutluluktur,biraz da endişeli,ama dinginlik veren bir his.Sahili olmayan siz çorak topraklar,Sizin yanınızda “yalnızım” demekle hata ettim,özür dilerim.

Azime ŞAHİN

Page 23: Neva Nisan 2014

23 | Nevâ

Şiir

DESTAN ÖMRÜM

Bir varmış, bir yokmuş... Masallar bilmem!Destanlar söylerim, Korkut’tur Dedem!Boy boylarım şimdi ben, soy soylarım;Hakikati, ancak Hakk’ı söylerim:“Bismillahi, Allahu Ekber!”

Doğarken vurulur alnıma nişan,Daha göz görmeden, kulak duymadan...Ölümle kıyılır benim nikâhım!Kırılır da belim, hiç çıkmaz ahım,Kaçışı yok, ölüm mukadder...

Kellem koltuğumda, gezer dururum.Aksın kanım, damla damla eririm.Sürer mi bu kavga? Kim, hangi nesil?Nerde başlar, biter? Ne zaman, nasıl...Bilinir mi vakit, haber ver.

Adli İlahide sorulsun hakkım.Huzuru mahşerde verilsin hakkım.O’nun aşkı ile yanıyoruz biz,O’ndan geldik, O’na dönüyoruz biz;Geçen günüm ömürden gider...

Bismillahi, Allahu Ekber!Kaçışı yok, ölüm mukadder...Bilinir mi vakit, haber ver.Geçen günüm ömürden gider...

Ahmet DEĞİRMENCİ

Page 24: Neva Nisan 2014

24 | Nevâ

Şiir

ay gökte süzülüyordu Çorlu’da bir akşam üstü kuş cıvıltıları her telden dilden karcıyar makamında

turladı uzun süre karşı kaldırımda dolanırken sevda yürekte kaç kez dönüp geldi aynı noktaya çılgın bir tebessüm dudağında

aradı sevdayı gözlerde buluşlar gizli gizli sevmelerdi iki dudak arasında kelimelerde bekledi umudu avuçlarında

son kez dedi sırtını yaslayıp yanıp sönen elektrik direğine gözleri her gelip geçen içinde tek tek ayıkladı ve adını sayıkladı

yıldızlar gökyüzünde ilgisini dağıtmak için ara yollardan çıktı aynı noktaya akşam ayazında ellerini ısıttı sevda

dönerken bir aşk rehavetinden ayakları bir adım ileri yüreği bir adım geri sarhoş oldu ay gözlerinde uyudu

Cemal KARSAVRAN

AY GÖZLERİNDE UYUDU

Page 25: Neva Nisan 2014

Kitap

25 | Nevâ

Paf ve Puf / Salah BİRSEL

Salah Birsel’in nev’i şahsına münhasır tatlı üslubunu bilenler bilirler. İşte o güzel üslup Paf ve Puf’ta kemâle eri-yor. Her sayfada daha eğlenceli cümlel-er okuyoruz. Peki bu bir eğlence kitabı mı? Eğlendirmek bakımından eğlendi-riyor ama hiç Salah Birsel bir şey öğret-meyen kitap yazar mı? Paf ve Puf, Salah Bey’in diğer kitapları gibi insana çok şey katıyor. İnsanın dünyaya bakışını ye-nileyen hatta insanın Batı’ya farklı bir noktadan bakmasını sağlayan şahane bir kitap bu. Şahane deyince aklımıza şah, oradan da kitapta sizleri bekleyen, dünyanın bilinen bilinmyen zorba şahl-arıyla alakalı sayfalar geldi. Bu sayfalar zorbalarla ilgili hislerinizi etkileyecek. Erbâb-ı mütalaa’ya güzel okumayar dil-eriz.

Paf ve PufSalah BirselSel Yayıncılık152 Sayfa

Page 26: Neva Nisan 2014

26 | Nevâ

Blog

Düzenli Kafa Ütülemeleri

Hayrunnisa Tunç Hanımefendiye ait olan, deneme ve hikaye okuy-abileceğiniz bir blog. Hayrunnisa Hanım hikaye ve denemelerini kendi çektiği birbirinden güzel görsellerle süslemiş. Hikayeler-inde gözlem ve tahlili oldukça başarılı kullanan yazarın Kanı Çekilmiş Tavşan, Gırgır Saçlı Kız ve Ben adlı hikayelerini ve Ca-hille Sohbet Olmaz adlı deneme-sini okumanızı tavsiye ederiz.

Yazı, dolmakalem, mürekkeple alakalı bir blog. Blogun sahibi aynı zamanda Türkiye’nin ilk yazı kültürü mecmuası Mürek-kepbalığı’nın naşirlerinden. Blogda bu güzel mecmuanın nasıl neşredilmeye başlandığından bahsettiği bir yazı da var.

Mürekkepbalığı; dolmakalem incelemeleri, söyleşiler, ilginç dosya konuları ile takip edilmeye değer bir mecmua.

http://hayrunnisatunc.blogspot.de/

Erguvan Kalemhttp://erguvankalem.blogspot.com/

Page 27: Neva Nisan 2014

Kelimeler

27 | Nevâ

Eleştiri

Eleştirmen

Film

Örnek

İçermek

İçerik

İçgüdü

Toplum

Toplumsal

Sözcük

Tenkit

Münekkit

Şerit

Misal

İhtiva etmek

Muhteva

Sevk-i tabii

Cemaat

İçtimai

Kelime

Page 28: Neva Nisan 2014