MÜSLÜMANIN ÖLÜM BİLİNCİ - darulilim.org · İğne vurmasın diye doktor amcalardan kaçan...

48
ilim 18. SAYI ŞUBAT 2017 18 د العد1438 ودى اا ISSN:2146-7781 AYLIK DİNÎ DÜŞÜNCE VE KÜLTÜR DERGİSİ Kısa Soruşturma: “21. Yüzyılda Ölümü Nasıl Diri Tutacağız?” Kıyamet Günü Amellerin Tartılacağı Mizan Ölüm Üzerine Sekiz Not Sahabenin Ölümle İlişkisi Ölüm Korkusu Muhammed Yazıcı Hoca ile Müslümanın Ölüm Bilinci Üzerine İki Diyar Bir Yolcu Peygamber de Öldü Ölüm Öldü mü? Umre Günlüğü MÜSLÜMANIN ÖLÜM BİLİNCİ

Transcript of MÜSLÜMANIN ÖLÜM BİLİNCİ - darulilim.org · İğne vurmasın diye doktor amcalardan kaçan...

ilim18. SAYI ŞUBAT 2017مجادى األوىل 1438 العدد 18

ISSN:2146-7781

AYLIK DİNÎ DÜŞÜNCE VE KÜLTÜR DERGİSİ

Kısa Soruşturma:

“21. Yüzyılda Ölümü Nasıl Diri Tutacağız?”

Kıyamet Günü Amellerin Tartılacağı Mizan

Ölüm Üzerine Sekiz Not

Sahabenin Ölümle İlişkisiÖlüm Korkusu

Muhammed Yazıcı Hoca ile Müslümanın Ölüm Bilinci Üzerineİki Diyar Bir YolcuPeygamber de ÖldüÖlüm Öldü mü?Umre Günlüğü

MÜSLÜMANINÖLÜM

BİLİNCİ

ilimDİNÎ DÜŞÜNCE VE KÜLTÜR DERGİSİ

İmtiyaz sahibi: Muhammed Yazıcı

Editör: Mustafa Alp

İlim Dergisi, Dâru’l-İlim İslamî İlimler Merkezi ve İlimevleri hocaları tarafından yayına hazırlanmaktadır.

Derginin tüm sayılarını online okumak için: ilimdergisi.org

Görüş ve makale gönderimi: [email protected]

Dâru’l-İlim web adresi: darulilim.com

İlimevleri web adresi: ilimevleri.com

MÜSLÜMANIN ÖLÜM BİLİNCİ

Foto

: Can

er C

angü

l

KAYIP VE KURTULUŞ ARASINDA

SERBEST YAZILAR

UMRE GÜNLÜĞÜ } EMRE GÜNDOĞDU

DOSYA YAZILARI

KIYAMET GÜNÜ AMELLERİN TARTILACAĞI MİZAN } ORHAN ENÇAKAR

ÖLÜM ÜZERİNE SEKİZ NOT } MUSTAFA ALP

SAHABENİN ÖLÜMLE İLİŞKİSİ } FETHULLAH YAZICI

BEŞ SORUDA MÜSLÜMANIN ÖLÜM BİLİNCİ } MUHAMMED YAZICI

ÖLÜM HER AN KAPINI ÇALABİLİR. HAZIR MISIN? } İDRİS KAYA & AZİZ ÇELİK

İKİ DİYAR BİR YOLCU } İBRAHİM TÜRKAN

PEYGAMBER DE ÖLDÜ } ABDULKADİR BÖLÜCEK

ÖLÜM ÖLDÜ MÜ? } ABDULMEVLA GÜZEL

ÖNCÜLERİN ÖLÜM ANLARI } ADEM ÖZÇELİK

ÖLÜM KORKUSU } ABDULLAH KÖŞGEN

44

Prof. Dr. Bedri Gencer

Prof. Dr. Ejder Okumuş

Yrd. Doç Dr. Fatma Zehra Pattabanoğlu

Yrd. Doç. Dr. Ferzende İdiz

Yrd. Doç. Dr. Münir Kuşçuzade

Dr. Yusuf Eşit

12

18

22

24

32

34

37

40

42

48

7

Gelecek sayı konusu:

“İbadet Hayatımız.”

Yazılarınızı değerlendirilmek üzere

[email protected]

adresine mail atabilirsiniz.

KISA SORUŞTURMA

ilim Şubat 2017 Sayı: 184

EDİT

ÖR

بسم اهلل الرمحن الرحيم

Hangimizin daha iyi insanlık sergileyeceğini görmek üzere, ölümü ve hayatı yaratan, ezelî ve ebedî hayat ile bizatihî diri olan Rabbimiz Teâlâ’ya hamdolsun.

Değerli okurlar, İlim dergisinin 18. durağı ölüm menziline tevafuk etti. Müslümanın ölüm bilincini dosya konusu yaptık. Ölümün hayatla iliş-kisinden 21. yüzyıl modern algısının ölüm kabulüne, sahabe-i kirâmın ölümle münasebetinden öte dünya için gerekli techizata muhtelif ko-nuları nazarı dikkatinize sunuyoruz.

Kuşkusuz ölüm olgusu, biz henüz hayatta olanlar için önemli. Garip bir biçimde ölümün gerçekliğini hissettikçe yaşamı derinlemesine kavrı-yor, yaşam üzerine düşündüğünde ölüme çıkıyor insan. Biri adeta di-ğerinin sigortası ve varlık sebebi olan hayat ve ölüm, bahusus günü-müz inananları için en temel sorunsal.

Medya yoluyla her gün yüzlercesine tanık olduğumuz ölümler, cina-yetler ve intiharlar, maalesef dünya tamahımızı, salt yaşama tutkumu-zu engellemiyor. Öleceğini bilen bir varlık olarak sık sık insana vurgu yapılır, oysa hiç ölmeyecekmiş bilinciyle sonsuz yatırım ve ihtiraslara düşen yegâne varlık da sadece insanoğlu.

Dolayısıyla onca sahte avuntuya ve derin afyona rağmen, bize ölümü ve geçici olduğumuzu sık sık anımsatacak pratik yöntemlere ihtiyacı-mız var. Saygın beş akademisyen hocamızla gerçekleştirdiğimiz kısa soruşturmanın leit motifi bu eksende cereyan etti: 21. Yüzyılda Ölümü Nasıl Diri Tutacağız?

Nebî Efendimizin veciz ifadelerinden biridir; dünyada yoldan geçen biri gibi yaşamak, kendimize böylesi tamahsız ve kanaatkâr bir hayat felsefesi seçmek... Yolcu gibi üstüne alın dünya molasında görüp ge-çirdiklerini. Bir yolcu gibi elini bulaştırmadan ilgilen çevrendekilerle. Hareket saatini unutacağın uzun boylu işlere, detaylı anlaşmalara gi-rişme.

العلم5 مجادى األوىل1438 العدد:18

18. sayıdan

merhaba

Bir yerde kalış süresine göre erzak ve malzeme tedariki sağlamak, hepimizin hemfikir olduğu bir husustur. Ani kaza, hastalık ve felaket durumlarını çıkarırsak, en iyi ihti-malle yetmiş, seksen yıllık dünya için neden peki onca plan, didişme ve hırs? Ve son-suzluğuna karşın ahiret hayatına şuncacık, azıcık yatırım? Bu sayının bu açıdan dünya iştihasına bir nebze ket vurmasını diliyoruz hepimiz için.

Diğer inanç ve ideoloji müntesipleri bir yana, Müslümanların ölümü kerih görmeleri, burada kalıcılık uğruna kendilerini günahtan günaha savurmaları neyle izah edilebilir? İğne vurmasın diye doktor amcalardan kaçan çocuklar gibiyiz ölüm karşısında. Hava soğuduğu için yavrusunu parktan eve alan müşfik ana oysa ölüm. Bizi fanî olandan bakîye, sonsuz acıdan sonsuz huzura, kayıptan kazanca taşıyan kadim köprü.

Diğer taraftan birçok noktada cari dengeyi burada da sağlamalı. Din denge, zıtlar arası müvazene çünkü. Muhammed Yazıcı Hoca beş soru kısmında bu noktayı güzel açıklı-yor: Yaşamak değil, yaşatmak için hayat... Bencilce değil, diğergamca... Çoban uyursa, kurt sürüden emin olur misali.

O halde şimdi yaşa, varol. Vakitsiz tamamlan. Hepe dön, razı büyü. Bir gülü taçyapra-ğından okşa. Bir kalbi en kalbinden onar. Dürüst ve haklı. Gözler ışıt, karınlar doyur, başlar yükselt. İtaatkâr ve adil. Yanlışlar düzelt, kötüler ıslah et.

Gururu gönlüne gömecek, onlara her mevsim tevazu tomurcuk vereceksin. Sana büyük ecirler, hoş hatıralar, iyi tecrübeler, iz taşıyan yüzler, kemal bulmuş saçlar, hayat dolu gözler; onlara minnet duygusu, yol işaretleri, yaşanmış deneyler kalacak. Hep derman ocağı, yolda kalmışlara mesken olacaksın ferah bahar öğlenlerinde…

[email protected] ilimdergisi.org

21. Yüzyılda Ölümü Nasıl Diri Tutacağız?İlim 18. sayı kısa soruşturması // [email protected]

Akademisyenlerimize sorduk

Prof. Dr. Bedri Gencer Yıldız Teknik Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Sosyoloji Bölüm Başkanı

Hak din, Rab ile ‘Abd, âhiret ile dünya, hayat ile ölüm arasında denge kurmanın

yoludur. Bunlar, birbirinin zıddı değil, mü-temmimi ve devamıdır. Dünya âhiret, hayat ölüm ile mânâ kazanır; bunlardan biri mânâsını kayb et-tiğinde diğeri de kayb eder. Yahudilik ve Protestan-lık ile âhiret/dünya, hayat/ölüm dengesi bozulun-ca ikisi de mânâsını kayb etmiştir. Kaderi insanın âhiretteki adresine bağlayan Katolikliğe tepki olarak Yahudilik-Protestanlık, bu dünyayı cennet edinmiş, bu dünyada cennetin inşasını da ölümün nisyanına bağlamıştır. Çünkü ölümü hatırlamak, âhiretteki akı-bet belirsizliğini hatırlamak demektir. Bu dünyada cennetin inşasına kendini vakf etmek, ancak ölümü unutmakla mümkün olacaktır. Yahudi-Protestan sekülerleşmenin sonucunda modern hayat, ölüm-cül bölünmelere, dikotomilere uğramıştır; dünya/âhiret, dünyevî/uhrevî cennet, hayat/ölüm, dinî/gayr-i dinî, âdet/ibadet, çalışma ve boş zaman vs.

Mü’min için, bunların hepsi birbirine bağlı zikrin safhalarıdır. Hayatta zikir, Allah’ı hatırlamak, ölümü zikir, gene Allah’ı, Kur’ânî “likâ” kavramıyla Allah’a kavuşmayı hatırlamaktır. Çünkü ölmek, aslında Allah’a ve ebedî hayata kavuşmak demektir. Tatil “atâlet”ten, istirahat kelimesi ise “ruh”tan gelir. Din-de tatil, mutlak âtıl=boş kalmak değil, alan değiştir-mektir; yazmaktan yorulan bir hocanın ders anlat-maya geçmesi, ondan yorulunca Kur’ân tilavetine,

ondan yorulunca da vakti gelen namaza kalkması gibi. “Boş kaldın mı hemen (başka) ise koyul ve Rab-bine yönel” (İnsirâh, 94/7-8) âyetinde buyuruldu-ğu gibi. Yahudi-Protestan sekülerizm ise her alan-da geliştirdiği Allah’ı/ölümü unutturma kültürüyle tersinden bu bütünlüğü sağlamıştır. Çalışma kadar eğlenme (boş vakit) tarzı da aslında Allah’ı/ölümü unutturmaya yöneliktir. Kapitalizme bağlı bütün pop kültür, mesela televizyon, Allah’ı/ölümü unut-turmak için özel olarak tasarlanmıştır.

Maalesef iktidar ve malla imtihan sonucunda biz Müslümanlar da giderek Protestanlar gibi hayatın ve ölümün mânâsını kayb ettik. Rutin maddî bir ha-yatın esiri oldukça ölümü de unuttuk. Bir taraftan hayatın giderek maddîleşmesi, diğer taraftan kitle iletişim araçlarının sahiciliği yok eden his tahrifinin tesiriyle ölümü hep başkalarına gelen bir şey olarak idrak eder, daha doğrusu idrak edemez hale geldik. Kur’ânî “likâ=kavuşma” kavramının ifade ettiği gibi, biz, bugün Allah ile birlikte ölümü ve âhireti de unut-tuk. Hepimiz, modern hayatın durup düşünmeyi önleyen çılgınca temposunda, gaileler girdabında sürükleniyoruz. Hâlbuki duraksamak (tevakkuf) düşünmeyi (fikir), düşünmek ise hatırlamayı (zikir, vukuf) getirecektir.

Demek ki çare, öncelikle hayatımızda bereketi ve tezekkür kabiliyetini yok eden çokluğu azaltmak, kesret-i alâiktan, Allah’ı/ölümü unutturmak için özel olarak tasarlanmış televizyon gibi lağviyattan kurtulmak, giderek şehrin ve hayatın dışına sürülen kabirleri daha sık ziyaret ederek ölümü hatırlamak,

ilim Şubat 2017 Sayı: 186

daha çok Kur’ân okuyarak Allah’ı zikr etmek ve böylece O’na ebedî kavuşmanın yolu olarak ölümü hatırlamaktır. İmam Gazâlî’nin İhyâ’da hadis ola-rak aktardığı bir rivayet, bu noktada ibret vericidir: “Hz. Âişe radıyallâhü ‘anhâ validemiz, Seyyidü’l-Kevneyn ‘aleyhi’s-salâtü ve’s-selâm Efendimize sormuştu: “Ey Allah’ın Rasûlü, şehitlerle birlikte haşr edilecek biri var mı?” O da şöyle cevap verdi: “Evet, bir gün ve gecede yirmi defa ölümü anan, şe-hitlerle beraber haşr edilecek.” Kısaca çare, nisyan kültüründen zikir=likâ sünnetine dönüştür.

…………........................................................................................

Prof. Dr. Ejder Okumuş Eskişehir Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Din Sosyolojisi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

21. yüzyılda ölümü diri tutmanın, ölüm gerçeğini akıllarda, zihinlerde, hatta gönül-

lerde canlı bir şekilde yerleşik kılmanın çeşitli yol, yöntem ve araçlarından bahsedilebilir. Öncelikle ölüm olgusunu dergi, gazete ve kitaplarla, basın ya-yın ve medya organları aracılığıyla sürekli olarak iş-lemek, ölüm hakkında bilimsel toplantılar yapmak, konferanslar düzenlemek, vaazlar vermek, ölümü hep gündemde tutmak, şehitleri anmak, onlarla il-gili çeşitli programlar yapmak suretiyle ölüm, yerel, ulusal ve küresel ölçeklerde belli düzeylerde diri tutulabilir. Taziyelerin daha kaliteli hale getirilme-si, cenaze ve taziyelerde insanların ölüm gerçeğiyle yüzleşmelerini sağlayacak programlar, konuşmalar, vaazlar düzenlenmesi oldukça önemlidir. “Her can-lının ölümü tadacağını”, “Allah’a ait olduğumuzu, Allah’tan geldiğimizi ve Allah’a döneceğimizi” her an hatırda tutmalı, asla unutmamalıyız. Ölümün bir son olmadığını, yeni bir hayata geçişin başlangıç noktası olduğunu, ölümsüzlüğe açılan kapı olduğu-nu, dolayısıyla Allah yolunda yaşamanın ve Allah

yolunda ölmenin esas olduğunu unutmamak ve unutturmamak çok mühimdir. Fakat şunu da vur-gulamam lazım: Bütün bunları söyler veya yaparken asla hayatı geri plana atmamak, yaşamayı unutma-mak, hayatı ve yaşamayı önemsizleştirmemek gere-kir. Bu dünya olmadan, bu dünyada yaşamadan, bu dünyayı imar etmeden, bu dünyada kaliteli insanî bir hayatı hakim kılmak için çalışmadan ölmenin anlamlı olmadığını da bilmek ve anlatmak gerekir. Ölümü diri tutalım derken yaşamayı anlamsızlaştır-ma tehlikesine dikkat etmek gerekir ve o tehlikeye düşmemek lazımdır.

…………........................................................................................

Yrd. Doç Dr. Fatma Zehra Pattabanoğlu Kastamonu Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğretim Üyesi

Ölüm konusu hayat kadar gerçek ve güncel aslında. Özellikle ülkemizde ya-

şanan son terör olayları ve pek çok şehit ce-nazeleri… İnsanlara bu meselenin çok dışında olma imkânı tanımıyor. Ancak diğer taraftan insanlığa fayda sağlaması bakımından konunun realitesi ka-dar, içeriği ve anlaşılırlığı önem kazanmalıdır. Yani ölümün mahiyeti, keyfiyeti ve insana katacağı de-ğeri nedir? Bu düşünce tarzı ile ölüm konusu hem psiko-sosyal, hem de dinsel olarak üzerinde durul-ması gereken bir durum mudur? Yoksa ertelenecek, hatta düşünmedikçe üzüntüsünden ve korkusun-dan kurtulacağımız bir olay mıdır?

Ölüm hakkındaki kötü kanaat, bilgisizlikten kay-naklanmaktadır. Ölüm, ebedî hayatın; dünya ise ölümün sebebidir. Sonsuzluk ve ölümsüzlük, ölüm-le insanoğluna verildiğine göre bunun öneminin farkına varmak için geç kalmamak gereklidir. Ölüm varlığın zıddı değildir. Çünkü varlığın zıddı yokluk-tur, hâlbuki ölüm yaşamın bir neticesidir; insanları

العلم7 مجادى األوىل1438 العدد:18

adil ve eşit kılan belki de tek şeydir. O halde yaşamı anlamlı kılmak için, ölümü diri tutmak zorunda-yız. Ölümden de kaçış olmadığına göre bu gerçekle yüzleşmek, hatta üzerine gitmek en doğru yaklaşım olacaktır. Peki, onu diri tutmak için ne yapmalıdır? Elbette bunun teorik ve pratik pek çok çözümü var-dır. Ancak öncelik, zihinlerde meseleyi canlı tut-maktır. İnsan olmanın değeri düşünme, bilme ve eylemlerde doğru ve hakikat üzere olmakla ölçül-düğüne göre, görev ve sorumluluklarında bilinçli bi-reyler olmak ve bu doğrultuda nesiller yetiştirmekle devam edilebilir. Neticede Mevlana’nın söylemiyle ölümü vuslat günü olarak görme zihniyetine sahip olup, “ölmeden önce ölün” emrinin hakikatine vakıf olduğumuzda bütün korkular yok olacak, sonsuzlu-ğa hazırlandığımız bu dünya daha mutlu ve anlamlı hale gelecektir.

…………........................................................................................

Yrd. Doç. Dr. Ferzende İdiz Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Öğretim Üyesi

Her canlı, doğar, büyür ve eceli geldiğin-de ölür. Bu durum, ortak aklın kabul ettiği,

tecrübeyle sabit olan kaçınılmaz bir gerçektir. Başka bir deyişle, doğum ne kadar hakk ve gerçek ise ölüm de o kadar hak ve gerçektir.

İlk insandan itibaren doğum kadar ölüm de sorgu-lanmış, nasıl olduğu ve ölümden sonra ne olacağı sorusuna cevap aranmıştır. Süreç içerisinde birçok fikir ileri sürülmüşse de en doğru ve kapsamlı cevabı semâvî dinler vermiştir. Buna göre rûh ve bedenden müteşekkil olarak yaratılmış olan insan oğlunun bedenî topraktan (dünyevî), rûhu ise Allah’tan (naf-hatullah) dır. Mahiyeti pek bilinmeyen rûh, beden-le birleştiğinde yaşam başlar, ayrıldığında ise ölüm. Kur’ân’ın beyânı ile Allah dışında kalan tüm canlılar

(melekler dahil) ölümü tadacaktır. Her gelenin gidi-şinden zaten bunu her gün müşâhade etmekteyiz.

Peki niçin yaşam ve ölüm? Bu sorunun cevabını Kur’ân-ı kerimde Yüce Allah şöyle vermektedir: “O öyle bir Allah’tır ki, hanginizin daha güzel amel ede-ceğinizi imtihan etmek için ölümü ve hayatı yarat-tı” (Mülk, 67/2). Demek ki, dinimize göre dünyaya gelmemizin gayesi orada ebediyen yaşamak değil, ömür denilen süre zarfında Allah’ın emir ve yasakla-rı ile imtihan olup, bu imtihan sonucuna göre ebedi olan âhiret hayatındaki yerimizi belirlemektir. Ebe-di hayattaki yerimizi belirleyecek olan bu imtihan, doğumla başlar, ölümle son bulur. Öyleyse ölüm imtihanın sonu olduğu gibi, insana sürekli dünya-ya geliş gayesi ve gideceği asıl mekanı hatırlatan bir mefhumdur, aynı zamanda. Bu anlamda ölümü hatırlamak yani onu diri tutmak, imtihanda başarılı olmanın önemli bir anahtarı olmaktadır. Resûlullah (s.a.v.)’ın, İbn Ömer’e: “Dünyada bir garib veya yol-cuymuş gibi yaşa” emri ile “Ağızların tadını bozan ölümü çokça anın” buyruğu ve bu anlamdaki diğer hadîsleri böyle (ölümü diri tutmaya matuf olarak) anlamak gerekir.

17-18. yüzyıl aydınlanma çağı ile başlayan pozitivist düşünce, bilimsel ve teknolojik gelişmeler, batı in-sanını ateizm ve aklın sınırları içerisine hapsetmiş ve batıyı kendisine örnek almış olan Müslümanları da bir o kadar etkilemiş ve sarsmıştır. Böylece her şeyi bilimsel olarak çözebileceğine inanan insanoğ-lu, sürekli gördüğü ölümü adeta yok saymış veya hatırlamak istememiş ve de unutmuştur. İnsanlığı hipnotize etmiş olan ölümü unutma hastalığı maa-lesef Müslümanları da etkisi altına almış ve böyle-ce 21. yüzyıla gelindiğinde her gün binlerce kişinin öldüğünü gördüğü halde ölümü adeta hatırlamak istememiştir. Oysa ki Müslüman için ölümü hatır-lamak, dünyaya geliş gayesini ve ebedi yurt olan

ilim Şubat 2017 Sayı: 188

âhireti hatırlamak demektir.

Peki dünya imtihanında başarılı olmanın sırrı olan ölümü diri tutmayı nasıl başaracağız? Her şeyin ce-vabını akılda arayan, aklın her şeye cevap verdiğini ve dolayısıyla bilimin her şeyi çözdüğüne inanan ve bunun sarhoşluğu içerisinde olan günümüz insanı-na/müslümanına bunu nasıl anlatabiliriz?

Bu ve benzeri sorulara uzun uzadıya farklı delil ve yorumlarla cevap vermek mümkün ise de biz yazı-mızın sınırlarını da düşünerek kısaca şu cevabı ve-riyoruz: Günümüz müslümanının imtihanın farkına varıp gayesini hatırlaması için özüne yani fabrika ayarlarına dönmesi gerekir. O da yaratıldığı temiz fıtratı uygun Kur’ân ve sünnet çizgisinde bir hayat sürdürmekle mümkün olur. Bir diğer deyişle nefsin arzularını terk (tezkiye) ve rûhun gıdası olan ibâdet ve huylarla kalbi temizlemek (tasfiye) ile olur. Kısa-ca nefis tezkiyesi ve kalb tasfiyesi diyebileceğimiz bu hususu gerçekleştirmenin önemli şartlarından bazıları şunlardır:

1. İhlasa sarılıp riyâyı (gösterişi) terk etmek

2. Hasedi (kıskançlığı terk edip, gıptaya sarılmak (Gıpta, kişinin güzellikleri ve malı hem kendisi hem de diğer insanlar için istemesidir. Kıskanç-lık ise kişinin başkalarına istemeyip sadece ken-disine istemesidir).

3. Kini terk edip, sevgiyi esas almak.

4. Kibri bırakıp, tevazuya sarılmak.

5. Dünya malı, makam ve şöhreti terk edip, zühde sarılmak. Zühd, dünyadan el etek çekme değil, dün-yaya değer vermemektir. Yani bütün dünya müslü-manın olsa, onları gözünde büyütmemek, hatırla-mamak ve yeri geldiğinde Hz. Ebubekir misali Allah yolunda tereddüt etmeden harcamaktır. Bir diğer deyişle malını, hayvanlarını ve makamını kalbinde

değil, olması gereken depo, ahır vb. yerlerde bulun-durmaktır. Aksi halde Mevlânâ’nın deyimiyle kalbi-ni depo ve ahıra çevirmiş olur.

6. Cimriliği terk edip cömertliğe (israfa kaçmadan) sarılmak.

7. Gıybeti terk edip sohbet ve muhabbete sarılmak.

8. Söz gezdirmeyi terk edip, insanlar arasını düzelti-ci sözler konuşmak

9. Yalanı terk edip doğruluğa sarılmak

10. Çok ve boş yere konuşmayı terk edip, ya hayırlı olanı konuşmak ya da susmak

Bunları gerçekleştiren bir Müslüman, hangi çağda yaşarsa yaşasın özüne uygun yaşamış olur ki, böy-le bir Müslüman imtihanı sürekli hatırlar ve ölümü diri tutmuş olur. Bir diğer deyişle “ölmeden önce ölünüz” hadisi gereği, ölmeden önce ölmüş ve ölü-me her zaman hazır olmuş olur ki, bu da ölümü diri tutmaktır.

…………........................................................................................

Yrd. Doç. Dr. Münir Kuşçuzade Bartın Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Temel İslam Bilimleri Öğretim Üyesi

Modernleşme hatta postmodernizm ile birlikte sosyal hayattan uzaklaşan mo-

dern insan olabildiğince bireyselleşmiştir. Bu, onun manevi değerlerine de etki ederek nere-deyse tamamen yaşamın anlamını maddi değerler ve dolayısıyla tüketmek üzerine inşa etmeye başla-mıştır ve bu da beraberinde ona, “dünyaya bir kez geleceğiz ne yaşarsak kardır” şeklinde hedonist bir yaşam tarzını getirmiştir. Ayrıca bu duruma bir de aşırı hümanist bir felsefi bakış açısı eklenince, mo-dern insan kendini sınırsız özgür, yüksek derecede özgüvenli, başkalarına muhtaç olmayan ve sınırsız

العلم9 مجادى األوىل1438 العدد:18

yetenekleri olan bir varlık olarak hissetmeye başla-mıştır. İşte tüm bunlar, modern insanın, hatta Müs-lüman dahi olsa, ölüm ve sonrasını hatırlamasına ket vuran başlıca etmenler olmuştur. Peki hayata bu şekilde bakanlarda ölümü sık sık hatırlayarak yaşa-ma anlayışı nasıl canlı tutulabilir?

Burada uygulanacak en önemli yöntem belki de, ailedeki eğitimden başlamak üzere özellikle ülke-lerin örgün ve yaygın eğitim sistemleri vasıtasıyla bireyleri, bireysellikten çok sosyalliğe yönlendiren, aşırı hümanizmi (insanın ilahlaştırılması) sınırla-rı belli ve rasyonel hümanizme eviren, özgüvenin yanı sıra, özdenetim ve öz muhasebe yapma alış-kanlığı kazandıran, diğer insanlar olamadan eksik olduğunu, başkaları düşünülmeden yapılan her işin yavan olduğunu ve yeteneklerinin sınırlı olduğunu hisseden bir anlayışla donatmaya çalışmaktır. Bir diğeri, hayatı anlamlandırmada dünya hayatının yanı sıra, öteki dünya hayatının dikkate alınmasın-daki faydaların düşünsel alt yapısının oluşturulup maddi değerlerden çok manevi değerlerin (özellik-le dini değerlerin) ön plana çıkarılması hususudur. Ayrıca, ölüm olaylarının hayatın tüm alanlarındaki sıradanlaşmasını (sanki bir bilgisayar oyunuymuş gibi) engellemeye çalışmak da, bir diğer yöntem ola-bilir. Yukarıda ifade edilen bu hususların, bir birey tarafından dikkate alınmasını sağlamak, en azından şimdi olduğundan daha fazla, insanların iç dünyala-rında ve zihinlerinde ölüm olgusunun var olmasına katkı sağlayacaktır.

…………........................................................................................

Dr. Yusuf Eşit

Dicle Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Temel İslam Bilimleri Öğretim Üyesi

Sorunuzu “ölümü diri tutma” ifadesi ile ölümün hepimizi bekleyen kaçınılmaz bir gerçeklik olarak durduğu şeklinde anlıyorum. Gerçi 21. yüzyıl ve yaşadığımız coğrafyada ne yazık ki ölümü hatırla-mak için ekstra çaba harcamaya gerek kalmamakta-dır. Ancak geleneğimizin konu hakkındaki anlayışı hakkında bir iki kelam etmek istiyorum. Ölümü diri tutma ölümü hatırlatan hususların diri tutulmasıy-la alakalıdır. Hatemül enbiya Efendimiz aleyhisse-lamın kabir ziyaretlerinde bulunmamızı istemesi hem geçmişlerimize olan bağlılık ve hürmeti hem de bizim gelecekteki akıbetimizi göstermesi açısın-dan önem arz etmektedir. Yine Hulefayı Raşidinden Hz. Ömer (r.a) kendisine ölümü hatırlatması için bir kimseye tembihte bulunması ölümün hatırlanması-nın keyfiyetine dair bize başkaca bir fikir vermekte-dir. Hz. Ömer’in saçlarının beyazladığını aynada gö-rünce daha önce kendisine ölümü hatırlatması için tuttuğu adamı deyim yerindeyse azl etmesi, ölümü hatırlatması açısından saçın beyazlamasını yeter-li görmesindendir. Beyazlayan saçların asli haliyle kalmasının dinen talep edilen husus olmasını da bu minvalde değerlendirebiliriz. Öte yandan kimi ta-savvuf mezhepleri nefsin tezkiye ve terakkisinde bir yöntem olarak ölüm rabıtasını kullanmışlardır. Tüm bu hususlara baktığımızda, tüm çağlara hitap eden bir yöntemin müslümanlar tarafından kullanıldığını görüyoruz. Dolayısıyla ölümü hatırlama veya hatır-latacak vesilelere başvurma keyfiyeti kişiden kişiye değişse de esas itibariyle en geçerli yöntemdir.

ilim Şubat 2017 Sayı: 1810

Kap

ak Y

azıla

Kıyamet Günü Amellerin Tartılacağı MizanÖlüm Üzerine Sekiz NotSahabenin Ölümle İlişkisi

Beş Soruda Müslümanın Ölüm BilinciÖlüm Öldü mü?

İki Diyar Bir YolcuPeygamber de Öldü!

Ölüm Korkusu

ilim Şubat 2017 Sayı: 1812

Kıyamet Günü Amellerin Tartılacağı

MizanOrhan Ençakar

Mizan:

Bir şeyin miktarını (ağırlığını) belirlemek anla-mındaki “vezn” kökünden gelen mizan1, sözlükte tar-tı, terazi anlamına gelir. Dinî terim olarak ise ahirette kulların amellerinin tartılacağı terazi, tartı anlamın-dadır.

Ahiret gününde amel defterleri dağıtılıp hesaplar görüldükten sonra, karşılığı verilmek üzere amellerin tartılmasına geçilir. Muhasebe amelleri, mizan ise kar-şılığını vermek üzere miktarını belirlemek içindir.2

Ayetlerde Mizan:

Yüce Rabbimiz Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyur-maktadır:

“O gün vezn (amellerin tartılması) haktır. Kimin tartıları ağır gelirse, işte onlar felaha erenlerdir. Ki-min de tartıları hafif gelirse, işte onlar ayetlerimize karşı haksızlık etmeleri sebebiyle kendilerini hüsrana uğratanlardır.”3

“Biz, kıyamet günü için adalet terazileri kurarız. Artık kimseye, hiçbir şekilde haksızlık edilmez.”4

Aşağıda mizanın mahiyeti başlığı altında zikre-deceğimiz üzere selefin çoğu bu ayetlerde zikredilen vezn ve mizanın hakiki anlamda olup amellerin mi-zanda tartılması anlamına geldiği konusunda ittifak etmişlerdir.5

Hadislerde Mizan:

Peygamber Efendimiz, iman ve İslam’ın tarifini yaptığı meşhur Cibril hadisinin bazı rivayetlerinde mizanı da iman şartlarından saymıştır.6 Yine mizanı

ahirette muhakkak bulunacağı üç yerden biri olarak göstermiş7, mizanda tartılacak ameller arasında en ağır gelecek olanın güzel ahlak olduğunu bildirmiş8, tesbih ve hamdin mizanı doldurduğunu9 beyan bu-yurmuşlardır.

Bir kısmının tercümesini aşağıda vereceğimiz tüm bu hadislerde çeşitli sebeplerle zikredilen mizan sele-fin üzerinde icma ettiği bir akide ilkesi halini almış-tır.

Mizan’ın Mahiyeti:

Ayet ve hadislerde yer alan Mizan’dan neyin kas-tedildiği konusunda üç görüş bulunmaktadır.

1. Mizan’ın, iki kefesi ve bir dili olan hakiki bir te-razi olduğu görüşü: Ayet ve hadislerin zahirine uygun olan bu görüş selefin inancıdır.

İmam Eş’ari, selefin üzerinde icma ettiği akide esaslarından bahsettiği Risale ilâ Ehli’s-Sağr isimli ki-tabının 39. maddesinde mizanla ilgili olarak şunları söyler:

“(Yine icma ettiler ki,) Allah-u Teâlâ, kulların amel-lerini tartmak için tartılar koyacaktır. Tartıları ağır gelen felaha erecek, hafif gelen ise hüsrana uğraya-caktır. Ağır basmaları durumunda seyyiatın bulun-duğu kefe cehenneme ve hasenatın bulunduğu kefe de cennete götürecektir.”10

İmam Eş’arî, Makâlâtü’l-İslamiyyîn’de de şöyle der: “Ehl-i hak, mizanın iki kefesi ve bir dili vardır, bir kefede hasenat diğerinde seyyiat tartılacaktır, demiş-tir. Ehl-i bidat da: “Ameller arazdır, onların tartılması mümkün değildir, diyerek mizanı iptal etmiş ve bunun

العلم13 مجادى األوىل1438 العدد:18

Kıyamet Günü Amellerin Tartılacağı

Mizan

amellerin karşılığının tamı tamına verilmesi anlamın-da (mecaz) olduğunu söylemişlerdir.”11

2. Mizan’ın hakikatini kabul edip iki kefesi olaca-ğı konusunda sükût eden görüş: İbn-i Hazm (456/1063), kıyamet gününde amellerin tartılması için mizanın konulacağına kesin olarak inandıklarını ifade ettik-ten sonra mizanın iki kefesi olduğunu söyleyenlerin, dünya terazilerine kıyasla bu görüşe vardıklarını fa-kat dünyada kefesi olmayan teraziler de bulunduğu söyleyerek hata ettiklerini ve mizanın iki kefesi oldu-ğuna dair ayet ya da sahih bir sünnet olmadığını iddia eder.12

3. Allah’ın adaletinden mecaz olduğu: Bir sonra-ki başlıkta da göreceğimiz gibi Mutezile’nin bir kısmı amellerin araz olup tartılamayacağı gerekçesiyle mi-zanı inkâr etmiş ve bu konuda gelen ayet ve hadisleri Allah’ın adaletiyle tevil etmişlerdir.

Seleften de mizanı adalet ve kadâ ile tevil eden bazı âlimlerin bulunduğuna dair tefsir kitaplarında rivayetler mevcuttur.

İmam Taberî tefsirinde İmam Mücahid’in (104/722)

yukarıdaki ayette (Araf: 8-9) yer alan “vezn”i kadâ/hü-küm “mizan”ı da ameller olarak tefsir ettiğine dair bir rivayet getirir.

Sonrasında da “vezn”in amellerin tartılması, “mizan”ın da amellerin tartıldığı terazi olduğu yö-nündeki diğer rivayetleri vererek doğru olan tefsirin -hadislerin de desteklediği gibi- “amellerin bildiğimiz anlamdaki mizanda tartılması” olduğunu söyler.13

Taberî’nin tefsiri gibi eski kaynaklarda mizanı

adaletle tevil sadece İmam Mücahid’e isnat edilip cumhurun mizanı hakiki manası üzere anladığı ifade edilirken İbn-i Atiye (542/1148) el-Muharraru’l-Veciz’de ve sonrasında Fahreddin er-Râzî (606/1210) Mefatîhu’l-Gayb’ta, Kurtubî (671/1273) el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur’ân’da, ve Ebû Hayyan el-Endülîsî (745/1344) el-Bahru’l-Muhît’te, Mücahid (104/722), Dahhâk (105/723), A’meş (148/765) ve diğer bazı ulemanın, ayetlerde geçen vezn ve mizanı, ada-letle tevil ettiğini bildirmektedirler.14

Adı geçen tefsir sahipleri seleften bu âlimlerin mi-zanı adaletle tevil ettiklerini söyledikten sonra ayet ve hadislerin zahirene uygun olan mizanın iki kefesi bulunan bir tartı olduğu yönündeki cumhur ulema-nın görüşüne kail olduklarını belirtmişlerdir. Fakat Fahreddin er-Râzî amellerin tartılmasının imkânsız ve lügatte mizanın adalete hamlinin caiz olması ge-rekçesiyle mizanı adaletle tevil eden bu görüşü be-nimsediğini söyler ve müteahhir ulemanın çoğunun da bu görüşte olduğunu iddia eder.15 Mizanı adaletle tevil eden alimlerden bir diğeri de İzz b. Abdusselam (660/1262)’dır.16

Fahreddin er-Râzî’nin, isim vermeden müteahhir âlimlerin çoğuna isnat ettiği, mizanın Allah’ın adaleti anlamında olduğu görüşü, kaynaklarda yer alan bil-gilerle uyuşmamaktadır. Zira akide, kelam ve tefsir kitaplarında mizanı inkâr edenin Mutezile olduğu ve adı geçen kişiler dışında selefin mizanı hakiki mana-sına hamlettiği ifade edilmektedir. Bu sebeple mü-teahhir ulemanın bu görüşte olduğu sözü kitaplarda aktarılanlara muhalif olup ispata muhtaçtır.

ilim Şubat 2017 Sayı: 1814

Ayrıca seleften de senetli olarak -görebildiğimiz kadar- sadece İmam Mücahid’ten aksi bir görüş gel-mektedir. Dahhâk, A’meş ve diğer bazı ulemanın mi-zanı tevil ettiği yönündeki rivayetler senetsiz olup sonraki dönem kaynaklarında yer almaktadır.17

Mutezile Mizanı İnkâr Etmiş midir?

Kendi döneminde Mutezile’nin reisi olan Kâdî Abdulcabbar’ın söylediklerini dikkate aldığımızda kelam kitaplarında Mutezile’nin mizanı inkâr ettiği yönündeki ifadelerin18 onların hepsi için geçerli ol-madığını görüyoruz. Kâdî Abdulcabbar Fadlu’l-İtizal isimli eserde “Mizan, şefaat, suhuf, sırat v.b. konular-da bizi kınalamaları hakkında bir fasıl” başlığı altında şöyle demektedir:

“Ehl-i adlin (Mutezileyi kastediyor) çoğu mizanı, Kitap’ta ifade edildiği şekliyle kabul edip inkâr etme-mektedir. Sadece bir kısmı ameller arazdır, yok olup gitmiştir, iadesi mümkün olsa bile tartılması mümkün değildir, diyerek mizanı inkâr etmiş ve bu konuda ge-len ayetleri Allah’ın adaletiyle tevil etmişlerdir…”19

Kâdî Abdulcabbar Şerhu’l-Usûli’l-Hamse isimli eserinde de hemen aynı ifadeleri kullanarak mizanı adaletle tevil etmenin doğru olmadığını; zira ayetler-de ağırlık ve hafiflikten bahsedildiğini bunun ise an-cak hakiki anlamdaki mizanda olabileceğini ve hakiki manaya yormak mümkün olduğu sürece mecazi ma-naya gitmenin caiz olmadığını ifade eder.20

Bu ifadelerden, bir kısım Mutezile’nin mizanı ada-letle tevil ettiği, çoğunun ise mizanı hakiki manasın-da kabul ettiği anlaşılmaktadır ki, kelam kitaplarında geçen Mutezile mizanı inkâr etmiştir, yönündeki iba-releri de böyle anlamak gerekir.

Nitekim Taftâzânî, Şerhu’l-Akâid’de21 “Mutezile mizanı inkâr etmiştir” derken Şerhu’l-Makâsıd’da22 “Mutezile’nin bir kısmı inkâr etmiştir” diyerek daha doğru bir ifade kullanmıştır. Buradan da anlıyoruz ki, Mutezile’nin geneline nispet edilen bu görüşte bir

müsamaha söz konusudur.

Kimlerin Amelleri Tartılacaktır?

Mizanla ilgili ayet ve hadislerde amelleri tartılacak kişiler arasında herhangi bir ayrım yapılmamakla bir-likte bazı âlimler kâfirlerin amellerinin tartılmayacağı görüşünü benimsemiştir. Böylece bu konuda iki farklı görüş ortaya çıkmıştır.

a.) Kâfirlerin de amellerinin tartılacağı görüşü:

“Kimlerin de tartıları hafif gelirse, artık bunlar da kendilerine yazık etmişlerdir; ebedî cehennemde-dirler” (Mü’minun: 103) ayetinde geçen cehennemde ebedi olarak kalmak kâfirlere ait bir vasıf olduğundan onla-rın amellerinin de tartılacağı anlaşılmaktadır.

Ayrıca yukarıda geçen “Kimin de tartıları hafif ge-lirse, işte onlar ayetlerimize karşı haksızlık etmeleri se-bebiyle kendilerini hüsrana uğratanlardır.” (Araf: 9) aye-tinde zikredilen “ayetlere karşı haksızlık etmek” -ki, bu istihza anlamına gelmektedir- sebebiyle hüsrana uğradıkları belirtilenler kâfirler olduğu için bu ayet de kâfirlerin amellerinin tartılacağına delalet eder.23

Ancak kâfirlerin ne kadar iyi ameli olursa olsun bu onların mizanın ağır basmasına ve cehennemden kurtulmalarına yetmeyecek, sadece azaplarının ha-fifletilmesine sebebiyet verecektir. Nitekim Buharî ve Müslim’de yer alan bir hadiste Peygamber Efen-dimiz, amcası Ebu Tâlib’in -kendisine yaptığı iyi-liklerden dolayı- azabının hafifletilip cehennemin en alt tabakasında azap görmekten kurtulduğunu buyurmuşlardır.24

b) Kâfirlerin amellerinin tartılmayacağı görüşü:

Allah’ın ayetlerini ve Allah’a kavuşmayı inkâr edenler hakkında: “Kıyamet günü biz onlara hiç bir vezin tutturmayız” (Kehf: 105) buyrulmaktadır. Kâfirlerin amellerinin tartılmayacağını söyleyenler bu ayetin zahirini delil getirerek kâfirler için mizan kurulmaya-cağını savunmuşlardır.

Kâfirlerin amellerinin tartılacağını savunanlar

العلم15 مجادى األوىل1438 العدد:18

konuyla ilgili yukarıda verdiğimiz diğer ayetler sebe-biyle bu ayetin “o kişinin Allah katında hiçbir kıymeti ve değeri olmayacağı” anlamında mecaz olduğu söy-leyerek Peygamber Efendimiz şu hadisini delil olarak getirirler:

“Kıyamet günü Allah’ın huzuruna çok şişman bir adam getirilir; fakat Allah katında bir sineğin kana-dı kadar kıymeti/ağırlığı yoktur. İsterseniz şu aye-ti okuyun: “Kıyamet günü biz onlara hiç bir vezin tutturmayız”25

Bu hadisten anlaşıldığı üzere ayet “kâfirler için mizan kurmayacağız” manasında değil, “Onların Al-lah katında hiçbir değeri olmadığı” anlamındadır. Nitekim müfessirlerin çoğu ayete bu şekilde mana vermişlerdir.26

İbn-i Hacer mü’minlerden hesapsız cennete gire-cek olanlarla kâfirlerden hiçbir iyi ameli bulunma-yanların amellerinin tartılmayacağını söylemiştir.27

Mizanda Amellerin Tartılması Nasıl Olacaktır?

a.) Bizzat amellerin tartılması: İmam Buharî, Sahîh’inin son babı Ademoğullarının amel ve sözle-rinin tartılması başlığını taşımaktadır. Bu başlıktan anlaşıldığı üzere İmam Buharî bizzat amellerin tartı-lacağı görüşündedir. Nitekim İbn-i Hacer de bu ba-bın şerhinde sahih olan görüşün amellerin tartılması olduğunu söylemiş ve “Mizanda en ağır gelecek amel güzel ahlaktır” hadisi gibi amellerin tartılacağını bil-diren hadisleri buna delil olarak getirmiştir.28

b.) Amel defterlerinin tartılması: Bu görüşe göre ahi-rette amellerin kayıtlı bulunduğu defterler tartılacak-tır. Fahreddin er-Râzî tefsirinde müfessirlerin çoğu-nun bunu benimsediği söyler.29 Kurtubî de Tezkira’da sahih olan görüşün bu olduğunu söylemiştir.30 Kelam kitaplarında da ilk olarak bu görüşe yer verilmiştir.31

Bu görüşü savunan âlimler, aşağıda “Mizanda ağır gelen ameller” başlığı altında zikredeceğimiz amel def-terlerinin tartılacağını bildiren hadisi delil almışlardır.

c.) Amellere suret verilmesi: Amellerin tartılma-sının nasıl olacağı sorusuna verilen cevaplar içe-risinde zikredilen bu görüşe göre iyi ameller güzel, kötü ameller de çirkin bir suret alarak tartılacaktır.32 Nitekim İbn-i Abbas’tan bu yönde yapılan bir rivayet de bulunmaktadır.33 Bu görüş ayrıca salih amellerin kabirde güzel yüzlü bir genç olarak geleceği yönün-deki rivayetlerle de desteklenmiştir.34

d.) Amel sahibinin tartılması: Yukarıda geçen “Kı-yamet günü Allah’ın huzuruna çok şişman bir adam getirilir; fakat Allah katında bir sineğin kanadı kadar kıymeti/ağırlığı yoktur.” hadisi ve yine sahabenin İbn-i Mesud’un bacaklarının çok ince olması sebebiyle gü-lüşmelerine karşılık Peygamber Efendimizin (sallallahu

aleyhi ve sellem) onlara “Canım elinde olan Allah’a yemin ederim ki, o bacaklar mizanda Uhud Dağı’ndan daha ağırdır.”35 dedikleri hadisleri mizanda bizzat amel sa-hibinin tartılacağını göstermektedir.

Hadis kaynaklarında tüm bu görüşleri destekle-yen rivayetler bulunmaktadır. Nitekim İbn-i Ebi’l-İzz Tahavî’nin akidesine yaptığı şerhte tüm bu hadisler-den dolayı hem amellerin, hem amel sahibinin hem de amel defterlerinin tartılacağını söylemiştir.36

Bununla birlikte, müteahhir ulama arasında bu görüşlerden, amel defterlerinin tartılacağı yönündeki görüşün öne çıktığı görülmektedir.

Selef arasında yaygın olan görüş ise, yukarıda İmam Eş’ari’nin Makâlâtü’l-İslamiyyîn isimli eserin-den yaptığımız nakilden anlaşıldığı üzere amellerin kendisinin tartılmasıdır. Zira İmam Eş’arî orada şöyle demişti:

“Ehl-i hak, mizanın iki kefesi ve bir dili vardır, bir kefede hasenat diğerinde seyyiat tartılacaktır, demiş-tir. Ehl-i bidat da: “Ameller arazdır, onların tartılması mümkün değildir, diyerek mizanı iptal etmiştir.”

Ehl-i bidatın “ameller arazdır, bu sebeple tar-tılamaz” demesine bakıldığı zaman selefin bizzat

ilim Şubat 2017 Sayı: 1816

amellerin tartılacağını iddia ettiğini anlamaktayız. Nitekim yine yukarıda geçtiği üzere İmam Buharî Sahih’inde bu görüşü destekleyen bir bab açmış, İbn-i Hacer de bunun sahih görüş olduğunu ifade etmiştir.

Selefin mizan hakkındaki inancıyla ilgili olarak en azından şunu söyleyebiliriz ki, onlar adetleri üzere naslarda geldiği şekliyle mizanı kabul etmiş ve amel-lerin tartılacağına inanmışlardır. Ama bu tartılmanın nasıl olacağı hakkında tafsilata girmemişlerdir.

Mizanda Ağır Gelen Ameller

Hiç şüphe yok ki, mizanda ağır gelecek olan, sâlih amellerdir. Fakat Peygamber Efendimiz bu ameller-den bazılarını özellikle zikretmiş ve bunların mizanda ağır geleceğini belirtmiştir. Hadis-i şeriflerde geçen bu sâlih amellerden bazıları şunlardır:

Kelime-i şehadet: Peygamber Efendimiz bir hadis-i şeriflerinde, kelime-i şehadetten başka hiçbir iyi ameli bulunmayan bir Müslüman’ın mizanında, kelime-i şehadetin yazılı bulunduğu bir sayfanın, di-ğer kötü amellerinin yazılı bulunduğu 99 amel defte-rine ağır geleceğini bildirmiştir.37

Güzel ahlak: “Mizanda güzel ahlaktan daha ağır gelecek bir şey yoktur.”38

Tesbih ve hamd: “İki kelime vardır ki, dilde hafif, mizanda ağırdır ve Rahman’a hoş gelir: “Subhanellâhi ve bihamdihî, Sübhânellâhi’l-azîm.”39

Allah yoluna vakfedilen binek: “Kim, Allah’a iman ederek ve onun vaadini tasdik ederek Allah yoluna bir at vakfederse, o atın yediği, içtiği, dışkısı ve idrarı kı-

yamet gününde sahibinin mizanına konulur.”40

Kendisiyle amel edilen ilim: İbrahim en-Nehaî’nin şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Kıya-met günü mizan kurulur ve bir kişinin amelleri getirip tartılır; ama hafif gelir. Sonra bulut gibi bir şey getirilip mizanına konulur da mizanı ağır basar. Ona: ‘Bunun ne olduğunu biliyor musun?’ diye sorulur, o da: Hayır! der. Ona cevap olarak: ‘Bu senin insanlara öğretip onların kendisiyle amel ettiği ve senden sonra başkalarına öğrettik-leri ilmindendir.’ denir.”41

Sonnotlar

1. İsfehânî, Müfredât, v z n md.

2. Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, nşr., Dr. Abdulali, (Riyad,

Mektebetü’r-Rüşd, 1423/2003) I, 437; Kurtubî, Tezkira, s. 715.

3. Araf: 8-9. Ayrıca bkz. Mü’minûn: 102-03; Kâria, 6-9.

4. Enbiya: 47.

5. Bkz. Ebû Hayyan, el-Bahru’l-Muhit, nşr., Adil Ahmed

ve dğrlr, (Beyrut, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1413/1913) IV, 270; Taftâzânî,

Şerhu’l-Makâsıd, nşr., Dr. Abdurrahman Umeyra, (Beyrut, Alemü’l-

Kütüb, 1419/1998) V, 120-21.

6. Bkz. Müsnedü Ahmed, Hadis no: 2924, 17167, Sahihu İbn-i Hibban, İman, 5; Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, I, 438.

7. Tirmizî, Kıyamet, 9; Müsnedü Ahmed, Hadis no: 12825.

8. Ebû Dâvûd, Edep, 8; Tirmizî, el-Birru ve’s-Sıla, 62; Müsne-dü Ahmed, Hadis no: 27496.

9. Buhârî, Eymân, 18; Müslim, Zikr, 10; Tirmizî, Daavat, 60; İbn-i Mâce, Edeb, 56.

العلم17 مجادى األوىل1438 العدد:18

10. Eş’arî, Risâle ilâ Ehli’s-Sağr, s. 296.

11. İmam Eş’arî, Makâlâtü’l-İslâmiyyîn, II, 164-65.

12. İbn-i Hazm, Fisal, nşr., Dr. M. İbrahim Nasr ve Dr. Abdur-

rahman Umeyra, (Beyrut, Daru’l-Cîl, 1416/1996) IV, 114-15.

13. Bkz. Taberî, Câmiu’l-Beyan, nşr., Dr. Abdullah et-Türkî,

(Kahire, Daru Hecr, 1422/2001) X, 67-70.

14. İbn-i Atiyye, el-Muharraru’l-Veciz, II, 376; Fahreddin er-

Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, (Beyrut, Daru’l-Fikr, 1401/1981) XIV, 28; Kurtubî, el-Câmî li Ahkâmi’l-Kur’ân, IX, 156; nşr, Abdullah et-Türkî,

(Müessesetü’r-Risâle, 1427/2006) Ebû Hayyan, el-Bahru’l-Muhit, nşr.,

Adil Ahmed ve dğrlr, (Beyrut, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, 1413/1913) IV, 270

15. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, XIV, 28.

16. Bkz. İzz b. Abdusselam, Tefsiru’l-Kur’âni’l-Azîm, Yusuf M.

Rahmet eş-Şâmisi, (Doktara Tezi, Câmiatü Ümmi’l-Kurâ, 1418/1998) I, 759.

17. Nitekim Dahhâk’ın tefsir görüşlerini toplayan bir çalış-ma onun mizanı adaletle tevil ettiği yönündeki görüşünü Hicri VI. asırda yaşamış olan İbn-i Atiyye’nin yukarıda adı geçen el-Muharraru’l-Veciz isimli eserine dayandırmaktadır ki, İbn-i Atiy-ye orada her hangi bir senet zikretmez. Bkz. Tefsiru’d-Dahhâk,

nşr., Dr. M. Şükrî, (Daru’s-Selam, 1419/1999) I, 362.

Daha eski bir kaynak olan Zeccac’ın (311/923) Meâni’l-Kuran isimli eserinde Cüveybir kanalıyla Dahhak’tan mizanın adalet manasında olduğu rivayet edilmiştir. Zeccac “rivayet edilmiştir”

diyerek naklettiği bu haberi benimsememiştir. (Bkz, Araf süresi: 8.

ayetin tefsiri) II, 319. A’meş’ten de bu konuda senetli bir rivayet bu-lamadık. Ancak İmam Mücahid’ten tevil görüşünü aktaran kişi kendisidir. Belki bu nakli yapıp ayetin tefsiri hakkında başka bir şey söylememiş olması sebebiyle onun da aynı görüşte olduğu söylenmiş olabilir.

18. Örnek olarak bkz. Bâkıllânî, İnsâf, nşr., M. Zâhid el-

Kevserî, (el-Mektebetü’l-Ezheriyye, 1421/2000) s. 67; Îcî, Mevâkıf, s. 384; Âmidî, Ebkâru’l-Efkâr, III, 266,

19. Kâdî Abdulcabbar, Fadlu’l-İtizal, nşr., Fuad Seyyid (ed-

Dâru’t-Tunûsiyye, trhsz.) s. 204

20. Kâdî Abdulcabbar, Şerhu’l-Usûli’l-Hamse, nşr., Dr. A.kerim

Osman, (Mektebetü Vehbe, 1408/1988) s. 735.

21. Taftâzânî, Şerhu’l-Akâid, nşr., Ahmed Hicazî, (Kahire,

Mektebetü’l-Külliyati’l-Ezheriyye, 1408/1988) s. 68-9.

22. Taftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd, nşr., Dr. Abdurrahman Umey-

ra, (Beyrut, Alemü’l-Kütüb, 1419/1998) V, 120-21.

23. Bkz. Beyhakî, Şuabu’l-Îmân, IV, 438-39; Kurtubî, Tezkira,

s. 715-16; Suyûtî, el-Budûru’s-Sâfira, nşr., M. Hasan (Beyrut, Daru’l-

Kütübi’l-İlmiyye, 1416/1996) s. 329.

24. Buhârî, Fedâilu’s-Sahâbe, 69; Müslim, İman, 90. Bkz. Kurtubî, Tezkira, s. 721-22.

25. Buhârî, Tefsir, 219; Müslim, Sıfatu Yevmi’l-Kıyame, 1.

26. Örnek olarak Bkz. Tefsiru Taberî, Tefsirû Ebî Hâtim,

Tefsîru İbn-i Kesîr. İlgili ayetin tefsiri. (Kehf: 105)

27. Bkz. İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, XIII, 538.

28. Bkz. İbn-i Hacer, Fethu’l-Bârî, XIII, 539.

29. Fahreddin er-Râzî, Mefâtîhu’l-Gayb, XIV, 27-8.

30. Bkz. Kurtubî, Tezkira, s. 722.

31. Örnek olarak bkz. Cüveynî, Kitabu’l-İrşâd, s. 152; el-Akîdetü’n-Nizâmiyye, s. 250-51; Taftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd, V, 121.

32. Taftâzânî, Şerhu’l-Makâsıd, V, 121;

33. Kurtubî, Tezkira, s. 722

34. Hadis için bkz. Müsnedü Ahmed, Hadis no: 18534; Mu-sannefü İbn-i Ebî Şeybe, Hadis no: 12185.

35. Müsnedü Ahmed, Hadis no: 3991.

36. İbn-i Ebi’l-İzz, Şerhu s. 281.

37. Tirmizî, İman, 17; İbn-i Mâce, Zühd, 35; Müsnedü Ahmed, Hadis no: 6994.

38. Ebû Dâvûd, Edep, 8; Tirmizî, el-Birru ve’s-Sıla, 62; Müs-nedü Ahmed, Hadis no: 27496.

39. Buhârî, Eymân, 18; Müslim, Zikr, 10; Tirmizî, Daavat, 60; İbn-i Mâce, Edeb, 56.

40. Buhârî, Cihad, 45; Nesâî, Hayl, 11; Müsnedü Ahmed, Ha-dis no: 8866, 27593.

41. İbn-i Abdi’l-Berr, Camiu Beyani’l-İlm ve Fadlihi, nşr., Ebu

Abdurrahman Fevvaz, (Müessesetü’r-Reyhan, 1424/2003) I, 103.

Ölüm Üzerine Sekiz NotMustafa Alp

1. İnsanlığın ilk defa ölümle tanışması nasıl oldu? Cevabı Kuran’daki Habil ve Kabil kıssasında bula-biliriz diye düşünüyorum. Kardeşi Habil’i öldüren Kabil, onu nasıl gömeceğini bilmiyorsa, demek ki bu yeryüzünde ilk insan ölümü. “Derken Allah, kar-deşinin cesedini nasıl gömeceğini göstermesi için yeri deşen bir karga gönderdi. O: ‘Eyvah, şu karga kadar olup da kardeşimin cesedini gömemedim ha!’ dedi ve artık pişmanlığa düşenlerden olmuştu.” (Maide, 31)

Efendimiz Aleyhisselam da aynı noktaya dikkat çekmiş: “Haksız yere öldürülen hiç kimse yoktur ki onun kanından Adem’in ilk oğluna bir pay ayrılma-sın. Çünkü cinayeti adet edenlerin ilki odur.” (Buhari,

Cenaiz) Böylelikle ölüm ilk defa, insanın tabiî halinde değil, birinin onu öldürmesiyle gerçekleşmiş oluyor. Bu da enteresan. Daha önemlisi, medeniyet yolun-da insanın hayvanları taklit edişi böyle başlıyor.

İbni Âşûr şunu söyler: “Bu büyük sahne, istenmeyen görüntülerin gizlenmesi ve gerek taklidî gerek tecrübî ilk bilginin elde edilmesi bağlamında beşerin mede-niyet yolunda attığı ilk adımdır. Aynı zamanda bu olay, süslenmede, rengârenk güzel derilerin giysi ola-rak; çeşit çeşit tüylerin, çiçeklerin ve değerli taşların takı olarak kullanılmasında insanların kendilerin-den daha zayıf hayvanlara öykünerek elde ettiği be-cerilerin ilkidir. Hülasa, tarih, din ve ahlak açısından bu söz konusu ayette nice ibretler vardır.” (et-Tahrîr ve’t

Tenvîr, Maide 31. ayet tefsiri)

Düşünsene, bir kötülük nasıl bir medenî gelişime se-bep olmuş! Sonraki yüzyılların her tür teknolojik ve endüstriyel ilerlemesinin altında hep buna benzer fıtratın dışına çıkma, ölümsüzlük arzusu ve bencil

tutkuların yattığını görüyoruz. Hayli misal buluna-bilir konuyla alakalı.

2. On dokuzuncu yüzyılda, seyahat etmeyi çok se-ven bir gezgin Anadolu’da bir Allah dostunun yaşa-dığı şehre uğrar ve onu ziyaret eder. Mübarek veli-nin evinde yalnızca kitaplar, bir masa ve bir oturak vardır. Gezgin sorar: “Ey Allah’ın sevgili kulu! Senin eşyaların nerede?” Veli cevap verir: “Asıl seninkiler nerede?” “Benimkiler mi? Ama ben burada yalnızca bir yolcuyum.” Bunun üzerine “Ben de” der veli.

Öyle çarpıcı bir kıssa ki! Nihayetinde bir yolcu oldu-ğunun bilincinde yaşamak… Asgari müşterekte, en yalın halde… Bakî olana yatırım yapmak, ruhunda ölümsüz olana… “Yeryüzünde kendinize hazineler biriktirmeyin. Burada güve ve pas onları yiyip biti-rir. Hırsızlar da girip çalarlar. Bunun yerine kendi-nize gökte hazineler biriktirin. Orada ne güve ne pas onları yiyip bitirir, ne de hırsızlar girip çalar. Hazi-neniz neredeyse, yüreğiniz de orada olacaktır.” (Matta,

6:19-21)

Bunun benzerini Aziz Mahmut Hüdayi söyler: “Bir pâdişâha kul ol kim/ Mülkü zâil olmaz ola/ Bir gül-şene bülbül ol kim/ Hîç sararıp solmaz ola (Dîvân-ı

İlâhîyât, 32) Oysa bizler, değil mezarda, ufak bir eko-nomik krizde ya da farklı bir memlekette beş para etmeyecek şeyler için her yerde pahaya geçecek ru-humuzu kirletip duruyoruz.

3. Anne babanın ölüm haberinin alındığı an… O an reaksiyon vermez insan. Rengini hemen belli et-mez. Garip dinginlikle aptal şaşkınlık arasında bir yerdedir. Soru sorarsın hatta nasıl olmuş, ne zaman

ilim Şubat 2017 Sayı: 1818

Ölüm Üzerine Sekiz Not

ölmüş diye. Soğuk bir tebessüm lekesi göze batar belki yüzünde. Psikolojiktir kim bilir bu. Bilinçal-tının bilinci destekleyişidir. İlk şokun şaşkınlığı… Algı henüz durumu özümlememiştir. Ve çevre… Bizi hep güçlü rolü oynamaya zorlayan, benliğimiz kar-şısında çoğunlukla en büyük tehlike olan çevre ve insanlar engel olurlar kederi doya doya yaşamana. Gizli bir yeri arzularsın içten içe. Yalnız kalıp salya sümük ağlayacağı yer olsun ister insan. Dakikalar, saatler ilerledikçe daha bir konuşlanır içinde acı. Zamansız ağlayışlar sonra… En çok da ilk zamanlar mezara giderken olur bu. Burada hayatın en tuhaf yanı şudur: Odanın bir köşesinde çorapları duru-yordur anne veya babanın. Askıda bir giysisi kal-mıştır. Orada öylece durup kahreder insanı. Alışır ama insan. Zamanla o da geçer. Vakitsiz gözyaşları yerini uzun dalgınlığa, durgunluğa, o da yerini an-lık anımsayışlara terk eder. Hiç öyle insan olmamış gibi olur hatta. Benim dersin gerçekten bir babam ya da anam oldu mu? Bilirsin elbette her şeyi. Ama hissetmezsin derinde. İnsanın korkunç yalnızlığıdır bu. Kimileri de anlaşılmaz sükûnetle karşılar ölüm haberini. Ne gözyaşı ne yas... Bir vakit boyun eğiş-ler, başlar sağolsunlar sade. Bir anne baba ölümü-nün acısı bir de aşk acısı... Yine de aşk acısı daha şiddetlidir. Evlat kaybını hiç katmıyorum; çünkü günün birinde geçen acılardan bahsediyoruz. Ona okyanuslar yetmez ki.

4. Ölüme dair onca ayete, onca eksilip giden dosta rağmen sanki o yokmuş gibi davranmak... Biliyoruz oysa her şeyi. Kopmamak gerek ölüm korkusundan, bu acziyet duygusundan. Firara meyyal tıfıllarız hülasa. Sıvışmaya yer arıyoruz vahyin karşısında.

Nasihatle, azarla, sopayla dikilmeli başımızda âlimler, veliler. Anlamak yetmiyor, kanamak da yetmiyor bazı. Yarayı sürekli deşmek gerek. Kabuk bağlamamalı. Geriye bellekte silikleşen fotoğraflar kalır. Rabbimizin külli iradesi ne denli işgal edi-yorsa hayatımızı, ölümler de o nispette sühuletle kabullenilecektir. Aksi durumda münasebetsiz bir misafir gibi duruyor ölüm hayatımızda. Kaşınıyor, işkilleniyor ve huylanıyoruz. İçselleştirmek için ölümü, yaşantılarımız pamuk ipliğine bağlı olmalı. Dünyanın faniliği kaba nesnelliğin zarif maneviya-ta dönüşmesini gerektiriyor. Ölüm varsa kocaman kocaman laflar yok. Ölüm varsa uzun vaatler, ince ince planlamalar yok. Ölüme yakınlıkla ölçmek ge-rek hayatın anlamını. Çok şey söyleyebilirim; ama başı eğip daha fazla hissetmeli.

Ömer bin Abdulaziz bir gün Seleme bin Dinar’a “ey Ebu Hazim” der. “Bana biraz vaaz eder misin?” Hikmet ehlinin cevabı şu olur: “Uzan ve öleceğin anı gözünün önüne getir. O an neyi istiyorsan şimdi dün-yada onunla ilgilen. O an neyi istemiyorsan, bugün ondan uzak dur.”

5. Epiktetos’un ölüm üzerine söyledikleri… İlkçağ felsefesinde Roma Stoacılarından bir esir, sakat ve fakir filozofun böylesi muhteşem sözler sarf etme-sine şaşırdım. Hikmetin haritasını çizmek, hakika-ti çitlerle çevirmek ne mümkünmüş meğer! Amca diyor ki: “Her ne hakkında olursa olsun, onu kay-bettim, deme. Fakat onu geri verdim, de. Çocuğun mu öldü? Onu geri verdin. Karın mı öldü? Onu da geri verdin. Tarlanı mı elinden aldılar? İşte yine bir geri verme. Lâkin onu elimden alan kötü bir adamdı!

العلم19 مجادى األوىل1438 العدد:18

Onu sana verenin falan veya filân yolu ile geri alma-sının ne önemi var? Onu sende bıraktığı sürede, yol-cuların otellerden faydalandıkları gibi, âdeta sana ait bir şey değilmiş gibi ondan faydalan.”

Aynı minvalde başka bir sözü: “Her hâdisede elimiz-de olanı yapmalı, gerisi için metin ve sakin olmalıdır. Deniz yolculuğuna çıkmak zorundayım. O halde ne yapmalıyım? Gemiyi, kaptanı, tayfaları, mevsimi, günü, rüzgârı iyi seçmek, işte elimde olanlar… Denize açılır açılmaz müthiş bir fırtına kopar, bu benim dü-şüneceğim bir iş değildir, kaptanın vazifesidir. Gemi batıyor, ne yapmalıyım? Elimde olanı yaparım, ba-ğırıp çağırmam, kendimi yemem. Biliyorum ki her doğan ölür, bu bilinen kanundur. O halde ölmem lâzımdır. Ben ebediyet değilim. Ben bir insanım; saat günün bir parçası olduğu gibi, ben de bütünün bir parçasıyım. Saat gelir ve geçer. Ben de gelir ve ge-çerim. Geçip gitme şekli önemli değildir. İster sıtma ile ister su ile olsun, hepsi eşittir. (Epiktetos, Düşünceler ve

Sohbetler)

6. Modern kapitalist sistem ölümü öldürmek üze-rine kurulu. Ölüm başta olmak üzere bir şekilde in-sana sınırı, sonu ve geçiciliği hatırlatan her şey ka-rantinaya alınıyor. Mezarlıklar kent merkezlerinin dışına itilmiş, ölümü yaklaşan ihtiyarlar bakımev-lerine kapatılmış, cenazeler hastane koridorlarında oldubittiye getirilmiş. Geçmişin kalabalık ölümleri yerini hastanede tek başına ölümlere terk etti. Diğer

taraftan modern tıp, ölümün üzerinde ik-tidar kurma emelinde. İnsanlar biraz daha yaşamak için tıbbın ilaç emperyalizmine boyun eğmişler. Nasıl bir bağımlılık kısır-döngüsü! Oysa sattıkları şey sağlık değil, sağlıklı olma umudu. Mutluluk değil, mut-lu olma hırsı. Yani her halükarda tüketim. Geleneksel yaşam tarzlarında ise ölüm tam aksine hayatın içinde, sokak aralarında, ev içlerinde… Mezarlar mutad ziyaretgâhlar,

yas ve matemler toplu etkinlikler.

Philippe Ariés şu gözlemleri yapıyor: “Ölüm kar-şısındaki modern tavır, mutluluğu korumak üzere ölümün yasaklanmasıdır.” “Ölüm en yasaklı konu olma noktasında seksin yerine geçti. Geleneksel top-luluklarda çocuklara leylekler tarafından getiril-dikleri telkin edilirdi. Buna karşın çocuklar ölmek-te olan kişinin yatağı çevresinde düzenlenen büyük veda sahnesine kabul edilirdi. Günümüzde ise erken yaştan itibaren çocuklar aşk fizyolojisi konusunda bilgiler edinmeye başladı. Fakat dedelerini uzun za-man göremeyip şaşkınlık gösterdiklerinde, kendileri-ne dedelerinin güzel bir bahçede çiçeklerin arasında olduğu söyleniyor.” (Philippe Ariés, Batılının Ölüm Karşısında

Tavırları, Çev. Mehmet Ali Kılıçbay)

7. Ölüm hepimizi eşit kılar. Tüm farklılık ve üstün-lükler ölüm karşısında önemsizleşir. Tıpkı doğum-daki gibi ölürken de fıtrata döneriz; aynı derecede Rabbe muhtaçlığa, korunmasızlığa, her tür maske-nin altındaki insanî yüze… Emevi Halifesi Abdul-melik ölüm anında “ölü yıkayıcısı olmayı isterdim” diyor. “Sadece günlük kazancımı yiyeyim ve benden geriye bir şey artmasın.” Bu sözü Ebu Hazim’e ula-şınca şunları söylüyor: “Bizi, ölüm anında sultanla-rın arzuladığı hal üzere kılan Allah’a hamdolsun. Biz ise hiç onlar gibi olmayı istemeyiz.” (Muhâzarâtü’l-Üdebâ,

Rağıb Isfehanî, 2/514)

ilim Şubat 2017 Sayı: 1820

Aynı şekilde Me’mun da ölüm vakti yak-laştığında “Ah ne olaydı, bugüne kadar dağların tepesinde keçi otlatsaydım!” der. (A.g.e, 2/514) Yaa ne oldu? Değdi mi onca katakulliye, ayak oyununa? “Koca koca yapılar (köşkler, şatolar, saraylar, âbideler, fabrikalar) dikerek, ebedî ya-şayacağınızı mı umuyorsunuz?” (Şuarâ, 129) İmam Evzaî Abbasi halifesi Ebu Cafer el-Mensur’a ne güzel nasihat etmiş: “Mülk, senden öncekine kalacak olsaydı, sana ulaşmazdı. Senden başkasına kalmadığı gibi sana da kalmaya-cak.” (Mevâîzu’l-İmam el-Evzaî, Salih Ahmed eş-Şâmî, s.53)

Rivayet olunur ki Büyük İskender, kendinden önce başka kralların hüküm sürdüğü bir şehre uğrar. As-kerlerine “araştırın bakalım, önceki kralların nes-linden kimse yaşıyor mu?” diye emir verir. Bunun üzerine mezarları mesken tutan bir adamı getirirler. İskender adama ne yaptığını sorunca adam; “kralla-rın kemiklerini kölelerinkinden ayırmak istedim, fa-kat hepsinin eşit olduğunu gördüm” cevabını verir. İskender bu defa “eğer bir dileğin varsa, peşimden gelip namının sürmesini sağlayabilirsin” der. Adam: “gerçekleştirebilirsen, aslında büyük bir dileğim var” der; “ölümü olmayan bir hayat, yaşlılığı olmayan bir gençlik, fakirliği olmayan bir zenginlik, acısı ol-mayan bir mutluluk…” İskender adamın bu dileği üzerine “bunlara gücüm yetmez” deyince adam; “o zaman bırak, gücü yeten birinden bunları isteyeyim” yanıtını verir. İskender sonunda “bunun gibi bilgeyi daha önce hiç görmedim” demiştir. (Muhâzarâtü’l-Üdebâ,

Rağıb Isfehanî, 2/511)

8. İyi bir insan öldüğünde kurtuldu derim. Üzülmek ya da ölü yakınını teselli etmek yerine sevinmek, onu müjdelemek gelir içimden. İyi insanların ölü-mü kendileri için bir çıkış yolu, bir âzâdelik ferma-nıdır da yakınları için acı kayıptır. Dünya gitgide iyi

insanlar için oyun şartlarının zorlaştığı bir yırtıcı sirki halini alıyor. Dürüst esnaf için kâr yolları da-ralıyor, özü sözü bir siyasetçiler için idare şansı aza-lıyor, popülariteye pirim vermeyen sanatçılar için hayran kitlesi hızla düşüyor, doğru ve yararlı habe-rin izini süren medya için okur tirajı diplere vuruyor. Kötümser bir bakış değil bu. Gelecekten umutsuz-luk edebiyatı değil. Dünya kurulalı beri süregelen bir gerçeğin ifadesi belki. Kendimi, toplumun hızlı Batılaşmasını çaresiz gözlerle izleyen Milli Edebiyat Dönemi yazarları gibi hissettim şimdi. Ne kadar er-ken tezkereni alırsan dünya nöbetinden, o kadar az hasarla atlatırsın gibi gelir bana. Dünya neden yalan biliyor musun? Çünkü içini açacağın bir tek Allah var. O da bu dünyada yok. Yani tam anlamıyla. Ahi-rette var.

Öldün ya, kurtuldun işte. Sevin gayri. Dünya; o huysuz at geride kaldı. Askerî sevkiyatlar, köprü trafiği ve metal yüzler; onlar da… Giydiğin çorap to-puğunun tarazlanmış olup olmadığının önemi yok şimdi. Telefonu sessize alıp almadığının, whatsapp bildirimlerinin… Ten rengin yoktu zaten senin, kah-valtı programın, kimlik numaran… Servi ağacında kozalak puluydun aslında, göl kıyısında falezdin, Ruanda’da bambu ormanlarıydın. Kim bağladı seni coğrafya prangalarına, kültürel etiketlere? Sevin, öz-gürsün şimdi. Dürüldü zaman ve mekân. Sonsuz’a değdin, sonsuzluğa eriştin şimdi. Sevin, öldün işte.

العلم21 مجادى األوىل1438 العدد:18

ilim Şubat 2017 Sayı: 1822

Ölüm ne garip!

Hani yarın sinemaya gidecektin ve oradan da sahil kıyılarında ayaklarını ıslak kuma vura vura yürüye-cektin. Gece vakti bir ay ışığında ateş yakıp şarkılar söyleyecektin belki. Hani askerliğini komando ola-rak yapacaktın. Sonra anlı şanlı bir düğün. Doğma-mış çocuklarınızın adını bile belirlemiştiniz hani. Daha sayamayacağım nice hayallerimiz var belki. Peki, ansızın gelecek ölüm için bir planımız var mı? Dedim ya, ölüm ne garip!

Ölüm yok oluş değil, yeniden diriliştir. Sonsuzluğa atılan ilk adımdır. Ümitsizlikten sonra açan çiçektir. Ölüm sonrasını düşünmek öldürüyor insanı. Ümit-sizlik başta, hep korku içindeyiz. Ahirete olan inan-cımız azaldıkça korkumuz artıyor. Kendi kendimizi tüketmekten daha çok hangi işte mahiriz ki? Kar sandığımız şeyler, yanımıza kar kalmıyor. Dünya-lıklardan neye bağlanırsak bağlanalım, yalnız bıra-kacaklar bizi. Ama farkında değiliz. Gözlerimize mil

çekilmiş. Tedavisi için Amerikalara kadar gitmeye de gerek yok. Çünkü mili biz çektik ve bu yüzden tedavisi de bizde. Gerekli ilaçların listesi; Allah ve Resulü’nün sevgisi, ahiret inancı.

Bu âlemin ancak oyun ve eğlenceden ibaret oldu-ğunu Rabbimiz bize yüce kitabımızda buyuruyor. (En’am 6/32) Asıl âlemin öldükten sonra başlayacağını birçok kere öğüt almamız için telkin etmektedir. 15 Temmuz’un bize kazandırdığı en büyük şey, ölümü hatırlatmasıydı. Kimileri ölmekten korktu, evden bir adım bile dışarıya çıkmadı, pencereden bak-maya korktu. Kimiler sahabe gibi ölümün sevgilisi olduğunu kanıtladı ve vatanını ölümüne savundu (Ömer Halisdemir, Fethi Sekin gibi). Çünkü biliyor-lardı ki ölüm yeniden doğmaktır. Asıl ölüm, vicdanı, merhameti, sevgiyi, şefkati, affetmeyi kaybedince gerçekleşir.

Sahabe, ölümün gerçek sevgilileri ve ölümü kurtu-luş olarak görenlerdir.

SahabeninÖlümle İlişkisi

Feth

ulla

h Ya

zıcı

العلم23 مجادى األوىل1438 العدد:18

Tek gayeleri İslam’ın sancağını en yükseklere doğ-ru çıkarmak ve sert rüzgârlarda dalgalandırmaktır. Bedir’de üç katı müşrike karşı göğüslerini gere gere savaşmaları bunun en bariz örneğidir. Tıpkı İslam’ın ilk yıllarında yapılan bütün eziyetlere karşı iman ka-lesini gereğinden fazlasıysa savundukları gibi. Ney-di o İslam’ın ilk yılları! Dinmek bilmeyen işkenceler karşısında bile Allah’ın adını dilden düşürmeyen, vurulan her bir kırbacın acısını iman gücü ile din-diren, azgın güneşin kavurucu okları altında “ehad” diye haykıran bu nesil ölümün muştularıydı sanki.

Bilal’i Habeşî neden o kadar eziyet çekti ki? Biliyor-du ki bu dünya imtihanlar ile dolu. Sümeyye, Ebu Cehil’in işkencelerine neden boyun eğmedi ve şehit oldu? Biliyordu ki şehitler ölmez, bilakis onlar diri-dirler, Rablerinin katında rızıklanıyorlar. (Al-i İmrân

3/169) Uhud’da Ebu Katade Peygamberimize doğru gelen oka neden başını uzattı ve gözünü kaybetti?

“O (Allah), hanginizin daha güzel iş yapacağını de-nemek için ölümü ve hayatı yarattı” (Mülk 67/2) aye-tinin derinliklerinde yüzüyordu. Ölüm onlar için altın tasta sunulmuş bir yemek gibiydi. Kalbi Allah aşkı ile atan bir insanın tek gayesidir Yaratanına ka-vuşması.

Ahirete intikal etmeden bir önceki asıl amaçları ise, ölüm kendilerine gelene kadar Allah’a yakışır bir kul olmaktır. Allah’ın buyruklarını harfiyen yerine getirmeleridir. Her şeyi yerine, zamanına ve usulü-ne göre yapmak büyük gayret ister. Ecel gelmeden ölümü istemek hem yersiz hem zamansız hem de usulsüzdür. Bunun bilincinde oldukları için ecel ge-lene kadar Allah’ın ve Resulü’nün yolundan bir atım öteye gitmemiştirler.

SahabeninÖlümle İlişkisi

1. Üstadım, öncelikle şu noktayı açıklığa ka-vuşturalım istiyorum. Vahiy bir taraftan “bir insanı yaşatan tüm insanları yaşatmış gibidir” diyor, diğer taraftan “bu dünya bir oyun ve eğ-lencedir. Esas hayat, ahiret yurdudur” buyu-ruyor. Buradaki iki ayrı gerçekliğin arası nasıl bütünlüğe kavuşturulmalı sizce?

Sorduğunuz soruda aslında bir çelişki yok. Evet, ilk bakışta bir tenakuz varmış gibi görünü-yor, fakat aslında hiç de öyle değil. Dikkat eder-seniz, vahiy yaşamayı değil, yaşatmayı teşvik etmiştir. Yaşatma arzusu başkaları için yaşama duygusunu her fırsatta teşvik eder. Üstelik yuka-rıdaki söz aslında bir ayet mefhumudur. Ve bağla-mıyla birlikte düşünüldüğünde aslında bir insa-nı yaşatmaktan kasıt, öldürmemektir. Üstelik bu ayeti kerime “işte bundan dolayı” diye başlar. Yani sırf ayeti okuyan bile geriyle alakası olduğunu, bir önceki ayette anlatılan şeyin bir neticesi anlamı-na geldiğini hemen fark eder.

Önceki ayette Hz. Âdem’in iki oğlu Habil ile Kabil’in kıssası konu edilir ve ardından “işte

bundan dolayı” denir. Konuyla ilgili hadisi şerifin de tefsiriyle, Kabil ilk defa insan öldürerek büyük bir günahın yolunu açtığı için dünya var olduk-ça işlenen bütün cinayetlerden elde edilecek gü-nahın bir hissesine sahip olacaktır. Ayetin meali şöyledir: “Bundan dolayı Biz İsrailoğullarına şöy-le vahyetmiştik: Kim cinayet suçu işlememiş veya yeryüzünde fesat çıkarmamış bir kişiyi öldürürse, bütün insanlığı öldürmüş gibi olur. Dahası kim de bir hayat kurtarırsa, bütün insanlığı kurtarmış gibi olur.” (Maide, 32)

Meseleye bu muvaceheden baktığınızda, as-lında yaşatmaktan kasıt Habil’in yaşamasıdır, yani öldürmemektir. Tabi bu bağlam yukarıda zikrettiğimiz bir insanı yaşatmaya, hatta manevi anlamda onu irşat etmeye, onun doğru yola er-mesi için mücadele etmemiz gerektiği şeklinde anlamamıza engel değil. Evet, esas olan sorunun ikinci kısmında zikrettiğiniz şey: Bu hayatın fani olduğu, dünyanın bir imtihan diyarı olduğu ger-çeği… İslam Peygamberi dünya ile ilişkisini bir ağacın altında gölgelenip sonra yoluna devam eden insanın durumuyla izah etmiştir.

k

Muhammed Yazıcı Hoca ile Kapak Konusu Sorular ve Düzenleme: Adem Özçelik

Beş Soruda Müslümanin Ölüm

Bilinci

ilim Şubat 2017 Sayı: 1824

Evet, dünya fanidir. Ahiretin tarlasıdır. İnsan için asıl hayat, ahiret yurdundadır. Dünya gerçek hayatımızı kazanmak için bize sunulmuş bir fır-sattır. Sınırsız arzularımız, sonsuz duygularımız bizim aslında bura için yaratılmadığımızı, bura-da geçici olarak bulunduğumuzu göstermesi için fazlasıyla yeterlidir. İnsanın arzuları ve duygu dünyasının sonsuzluğu karşısında hem içinde yaşadığı evren hem de içinde hayat bulduğu be-den, okyanusta damla misalidir.

Bu açıdan beden insanın zindanıdır. İnsan ancak kalp ve ruhun hayat derecesine yüksel-diğinde hilkatinin gayesini yerine getirmiş olur. Mevlana’nın tabiriyle, “hangi tohum yere ekildi de bitmedi? Ne diye insan tohumundan şüphe edip duruyorsun?” Bunun için insanın hayatı dünya-dan ibaret sayılamaz.

2. Yakın bir konuya geçerek, şahsen çözüm-leyemediğim bir problemi gündeme getireyim. Başta Peygamberimiz olmak üzere, bu ümme-tin numune isimleri dünyalığa, dünyada kalı-cılık yolunda atılan çabaya karşı ciddi olarak

mesafeli durmuşlar. Bu durumda İslam mede-niyeti, toplumsal kalkınma; gerek endüstriyel gerek tarımsal ilerleme nasıl mümkün olacak? Çağdaş dünya sahnesinde temelde böylesi bir mantıkla yer almak mümkün mü?

Öncelikle İslam denge dinidir. Dünya ahiret muvazenesini ayarlamada İslam’dan daha muh-teşem bir inanç ya da felsefi sistem gösterilemez. Peygamberimizin dünyada kalıcı çabaya karşı mesafeli durması, insanın kişisel hayatında dün-ya ve dünyalığı merkeze alarak dünya eksenli yaşamasına engel olmak içindir. Kendisi de son derece mesafeli yaşamış, etrafındaki sahabeleri de hep dünyaya karşı mesafeli olma konusun-da uyarmıştır. Yine de bunlar Hz. Peygamberin başında bulunduğu toplumu medenileştirmede çağın en zirve noktasına taşımasına engel olma-dığı gibi, bizzat dünya ile olan ilişkileri sayesinde bunu elde etmiştir. Bu noktada sanki “siz dünya-dan kaçtıkça dünya size koşacaktır” buyurmak-tadır. “Siz kişisel hayatınızda dünyadan, dünya-lıktan uzak durdukça dünyanın zimamını elinizde

Beş Soruda Müslümanin Ölüm

Bilinci

العلم25 مجادى األوىل1438 العدد:18

tutacaksınız. Güç sizde temerküz edecek. Allah dünyanın kontrolünü size bahşedecek.” Yani kişi-sel hayatınızdan lüks ve israfı, her türlü dünyevi lezzeti çıkardığınızda, toplum ve millet olarak en üst medeniyetleri kuracak, en büyük ordulara sa-hip olacaksınız.

Biraz daha derine indiğimizde, sorunuzun ölüm ve hayat arasında köklü bir zıtlık mantığı üzerinden kurgulandığı görülüyor. Ölüm esa-sında varlığın bir başka boyutuna, metafizik sa-hasına geçiştir. Bir hal değişimidir. Dolayısıyla ölümün varlığı hayatınkinden farksızdır. Hatta varlık noktasında ölüm hayattan daha gerçektir. Güneş doğunca lambayı kapatırız. Çünkü aydın-lığın gerçek hali tecelli etmiş olur. Ölüm hayattan daha önce gelir, çünkü insan hayatı ölümle baş-lar. O yüzden ölüm haberi alır almaz “biz Allah’a aitiz ve ona döndürüleceğiz” (Bakara, 156) deriz.

Enteresandır, genelde Kur’an ölümü hep dön-mek, geri gelmek, döndürülmek gibi ifadelerle anlatır, çünkü varlığımız ölümle başlar, hayat-la devam eder. Sonra tekrar ölüme döner ve en sonunda bir daha ölmemek üzere hayata; ebedi hayata dönüşür. Ayette şöyle buyurulur: “Nasıl oluyor da Allah’ı inkâr ediyorsunuz? Oysa ölü iken sizi O diriltti; sonra sizi yine öldürecek, yine dirilte-cektir ve sonra O’na döndürüleceksiniz.” (Bakara, 28)

Bu açıdan ölüm istisna, arızi ve olağanüstü gibi gelir insana. Oysa hayat arızidir. Milyonlarca yıldan beri dünya vardı. Biz yoktuk. Birkaç yıldır varız ve birkaç yıl sonra yeniden yok olacağız ve dünya var olmaya devam edecek. Bu dünyadaki varlığımızı yokluğumuza kıyas etseniz, deryada katre etmez. Demek ki bizim yokluğumuz değil, varlığımız anormal olarak görülmeli. Bu yüzden

hayat fırsattır. İnsana bahşedilmiş en büyük ni-mettir. “Size orada (dünyada), öğüt alabilecek olanın öğüt alabileceği kadar ömür vermedik mi?” (Fâtır, 37)

Ölümün hayatla olan ontolojik münasebeti, üzerinde daha fazla durulmayı hakediyor. Şair Tagore ölümden hayata geçişi şu sözlerle anlatır: “Annesini emen çocuk huysuzlanmaya ve bağır-maya başla-yınca, anne onu teselli et-mek için sağ göğsünden sol göğsüne yer-leştirir.” Anlı-yoruz ki ha-yat ve ölüm varlık (vucud)un iki meme-sidir. Ayın her zaman bize b a k m a y a n , görmediğimiz karanlık bir tarafı vardır. İşte bize gö-rünmeyen karanlık arka yüzü, ayı tamamlayan varlık alanını oluşturuyor. Ayın ışıksız kısmını göremememiz, karanlık tarafın yok olmasını is-pat etmez.

Aynı şekilde içinde yaşadığımız hayatın bize görünmeyen bir metafizik tarafı var. Ölüm işte bu geçişin ve inkılabın adıdır. Ölüm insanın ebedi hayatını değil, bedene ve bu evrene bağlı hayatı-nı yok eder. Dolayısıyla ölüm insana asıl yaratılış

Ölüm esasında varlığın bir başka boyutuna, metafi-zik sahasına geçiştir. Bir hal değişimidir. Dolayısıy-la ölümün varlığı hayatın-kinden farksızdır. Hatta varlık noktasında ölüm hayattan daha gerçektir. Güneş doğunca lambayı kapatırız. Çünkü aydın-lığın gerçek hali tecelli etmiş olur. Ölüm hayattan daha önce gelir, çünkü in-san hayatı ölümle başlar.

ilim Şubat 2017 Sayı: 1826

gayesi olan ve ona uygun fıtrat ve formatta yara-tılan ebedi hayatın kapısını açmış olur.

3. Peygamberimiz bir hadisinde ahir zaman-da Müslümanlar arasında dünya sevgisi ve ölü-mü kötü görme hissinin (vehn) baş gösterece-ğini söylüyor. Bu açıdan siz 21. yüzyılda İslam dünyasının dünya sevgisine ve ölümü çirkin bulmaya karşı tavrını nasıl görüyorsunuz?

Ölüm kor-kusu, dünya sevgisinin bir neticesidir as-lında. Dünyayı sevdiğiniz için ölümden kor-karsınız. Sizi dünyaya bağ-layan şey ne kadar fazlay-sa, ölüm o ka-dar soğuk ve sevimsiz gelir size. Bir adam Peygamberi-mize gelerek

“ya Rasûlellah! Neden ölümü sevmiyorum?” diye soruyor. Peygamber “malın var mı?” diye muka-belede bulunuyor; “onu önden gönder (infak et). İnsanın kalbi malıyla birliktedir. Onu önden gön-derirsen, ona kavuşmak istersin. Eğer infak etmez-sen, hep malının yanında kalmak istersin.” (Taberani,

Mucemü’l-kebir; Zebidi, İthaf) Zaten mala “mal” denmesi-nin hikmeti bu değil mi? “Meyl” anlam kökünden gelen “mal” kelimesi, insanın gönülden meyline konu olduğu için bu ismi almıştır.

Sorunun ölümü çirkin bulma kısmına gelirsek, nedir bu kadar kerih kılan husus ölümü? Yok olma korkusudur. Bitkilere vurulan hormon aşısı bitki-de ölüm korkusu meydana getirdiğinden dolayı bu yok olma güdüsüyle hızlıca yetişir ve ürün ve-rir. İnsan da böyledir. Bu bağlamda Miguel Una-muno der ki: “Ve itiraf etmeliyim ki çocukluğumun saf inançlı günlerinde, cehennem işkencelerinin betimlemeleri ne denli korkunç olursa olsun, beni yok olma korkusu kadar titretmemiştir.”

Bununla birlikte insanın ölüme karşı göster-diği reaksiyon sadece bir yaşama arzusundan kaynaklanmaz. Bu tepki ölümü anlamlandırama-maktan da kaynaklanır. Ölüm ve ölümden sonra-ki belirsizlik ve bilinmezlik insanı böyle davran-maya sevk eder. Ölümü bir yok oluş olarak gören insan ölümü hissettikçe hırçınlaşır, cinnet geçirir. Daha fazla hayata tutunmaya çalışır. Ölümü çağ-rıştıran şeyleri tamamıyla hayatından çıkarır. Bu agresifliği bütün hayatına egemen kılarak tüm yaşamını mahveder. İnsan bilmediğinin düşma-nıdır. Hâlbuki ölüm bir yok oluş değil, yeniden doğuştur. Ölümü bir yok oluş olarak görenler, ya-şıyor görünseler de bu hayatın içinde ölüdürler.

Hangi inanışa bağlı olursa olsun, eski toplum-lar bugünkü kadar ölüme karşı alakasız değildi. Mısır piramitlerinin bir mezar olması çok anlam-lıdır, çünkü onların hayat için ayrılan zamanla-rı çok kısa, ölümden sonraki zamanları ise çok uzundu. Bu yüzden hayattaki evlerini sığınak, mezarlıkları ise ebedi ikametgâh olarak isimlen-diriyorlardı. Evlerinin son derece gösterişsiz ol-masına karşın kabirleri çok ihtişamlı yapıyorlardı. Yine eski Mısır’da yemek sofrasına su dolu bir ka-bın içerisinde ölümü temsil eden ağaçtan yapıl-ma bir figür koyarlardı. Ki hayatın en fazla tadını

Ölümü bir yok oluş olarak gören insan ölümü hisset-tikçe hırçınlaşır, cinnet geçirir. Daha fazla hayata tutunmaya çalışır. Ölümü çağrıştıran şeyleri tama-mıyla hayatından çıkarır. Bu agresifliği bütün haya-tına egemen kılarak tüm yaşamını mahveder. İnsan bilmediğinin düşmanıdır. Hâlbuki ölüm bir yok oluş değil, yeniden doğuştur.

العلم27 مجادى األوىل1438 العدد:18

çıkaracakları bir an olan yemekte ölümü hisset-miş olsunlar.

Modern insana geldiğimizde, ölümü hayatın içinden çıkardı. Onu bir uzmanlık alanı olarak görüp bir yere koyarak pasifleştirdi. Ölüm tıbbın, sosyolojinin ve psikolojinin ilgilendiği bir bilim hadisesi halini aldı. Mesela Tantoloji tıbbın içinde ölümü inceleyen özel bir bilim dalıdır. Yine ölüm sonrasını bilimsel olarak inceleyen Eskatoloji, te-oloji ve felsefenin bir bölümüdür. Muhakkak her bilim dalı bir şekilde ölümü anlamlandırma çabası içerisinde olmuş, fakat ne sosyolojinin ne psiko-lojinin ortaya koyduğu etnometodolojik tahliller din kadar ölümü anlamlandırmada başarılı ola-mamışlardır.

4. Gündelik hayat pratikleri üzerinden ce-vaplayacak olursanız, modern ölüm kabulü ge-leneksel algıyla nasıl bir kopuş yaşadı? Farklı toplum ve kültürlerin ölümü anlamlandırma noktasındaki rolüne de değinebilirsiniz bu açı-dan.

Peygamberimizden rivayet edilen şu sözler, cevabın hareket noktası sadedinde manidardır: “Dünyada müminin misali, anne karnındaki ce-nin gibidir. Annesinin karnından çıkınca, çıktığı için ağlar. Işığı görünce ve annesinden süt emince, anne karnına geri dönmek istemez. İşte mümin de

bunun gibi ölümü istemez. Rabbine kavuştuğunda ise annenin karnına dönmek istemediği gibi dün-yaya dönmek istemez.”

Aslında gündelik hayatın içinde ölümün nere-de durduğu çok önemlidir ve sosyal yapıyı şekil-lendirmede ölümün doldurulamaz bir yeri vardır. Her kültürün kendine ait bir yaşam tarzı ve gün-delik hayatta etki eden, sosyal yapının iç ve dış sınırlarını çizen bir hayat anlayışı vardır. Bu yö-nüyle yeryüzünde canlıların yaşadığı yer kürenin her karesinde oluşmuş bütün toplumların hayat tarzlarını belirleyen en etkileyici, en dinamik un-sur ve en evrensel görüngü, ölüm gerçeğidir.

Bu açıdan bakacak olursak, ölüm bütün top-lumları ve kültürleri hem kendi içinde hem diğer-leriyle birleştiren en toplumsal eşitleyicidir. Bir toplumun ölüme bakışı ve onu anlamlandırma bi-çimi, ekonomiden kültürel yaşama kadar hayatın bütün alanlarında kendini gösterir. Ölüm hayatın şirazesidir. Bugün dünyanın bu kadar bozulması ve insanın canavarlaşmasının ardında, modern yaşam tarzı yatıyor. Modern yaşam hep varolacak ve hiç bitmeyecekmiş gibi bir intiba veriyor. Şöyle bir göz gezdirdiğinizde, ölümü çağrıştıran ve onu hatırlatan hiçbir şeye rastlayamazsınız. Aksine her şey sürekli hayatı gözünün içine sokuyor in-sanın.

ilim Şubat 2017 Sayı: 1828

Dinin önemli fonksiyonu burada yatmakta-dır. İnsanın dine olan ihtiyacı, hatta belki dinle-rin varlık sebebi, işte insanın ölümle kurduğu bu anlam ilişkisidir. Bütün dinler ölümü kavramaya, yorumlamaya ve en önemlisi anlamlandırmaya çalışırlar. Bundan dolayı ölüm, karşısındaki ça-resiz insana yeniden var olma imkânı sunar. Tam bu sebeple din hayattır. Dinden uzaklaşan bir toplum ölüm-den, yani hayatın anlamından uzak-laşır. Diğer açıdan, modern insanın en büyük sorunu, ölüme hazırlık yap-maktan çok, önce ölümü ötekileştirip sonra onunla mücadele etmektir. Dünya görüşü, yaşam tarzı, inancı ne olursa olsun, hemen herkesin her fır-satta dillendirdiği, sağlığın her şeyin başı olduğu şeklindeki düşünce bun-dandır.

İşin özünde ölüm gerçek hayatın ötekisi değil, modern hayatın ötekisi-dir. Modern hayat, ölümü ötekileşti-rerek hayatı öldürdüğünün farkında değil. Ölümü görmezlikten gelerek hayatı yaşanmaz kılıyor. Modern insanın ölümü bir türlü içine sindirememesi de bundandır. Ölüme karşı öyle bir tavır sergiliyor ki sanki aslında insan ölmez, daima başka faktörler ölümü getirir. Bu, doğal afetlerin sebep olduğu ölümlerde bile böyledir. Deprem öldürmez, müte-ahhit öldürür. Yangın öldürmez, ihmal öldürür vs. Genelde bu sözlerin sarf edildiği bağlama ve söy-leniş şekillerine dikkat ettiğinizde, aslında ölüme sebep olan ihmal değil de genel olarak ölüme kar-şı takınılmış bir tavır görülecektir.

Buna karşın, ilk toplumlarda ölüm çok daha dinamik bir duyguydu. Yaşam şekli ve seviyesi ne olursa olsun, insan her an ölebilirdi. Bu duy-gunun hayatta çok etkili ve belirleyici olduğunu görüyoruz. Özellikle geçmiş dönemlerde yatakta, herkesin gözü önünde sekerâtül mevt denilen o

son sahnenin kalabalık topluluk tarafından ibretle müşahede edi-lerek gerçekleşmesinin yerini, yo-ğun bakım üniteleri veya ameliyat masasında yalnız başına ölümlerin alması, hayatın üzerinde ölümün etkisinin yok edilmeye çalışılması açısından oldukça ibretlik bir deği-şimdir.

Hâlbuki herkesin gözü önünde insanın son nefesini vermesi, hem ölen kişi için son derece ihtişamlı ve onurlu bir sondur hem de kendi-siyle bir ömür geçirmiş aile efradı, akrabaları, komşusu ve mesai ar-kadaşları için bir ibret tablosudur. Böylelikle ölen kişi ölümün öznesi olmuş olur. Diğer türlü hastane araç gereçlerinin ve ölüm makinalarının

aciz bir nesnesine dönüşür. Söz konusu sekerâtül mevt anında çocukların bulunması ayrıca çok an-lamlıdır. Hayatı hayat eden en önemli hadiseyle yüzleşiyor çocuk ve yaşamı ona göre şekillendi-riyor. Bugün neredeyse hiçbir cinsel içerikli bilgi ve objeden sakındırılmayan çocuklar, ölümden, hatta ölümü çağrıştıran her şeyden bilinçli bir şe-kilde uzak tutuluyorlar.

Köklü değişimin yaşandığı bir başka nokta, mezarlıklardır. Eski toplumlarda mezarlıklar tam

Bütün dinler ölümü kavramaya, yo-rumlamaya ve en önemlisi anlamlan-dırmaya çalışırlar. Bundan dolayı ölüm, karşısındaki çaresiz insana yeniden var olma imkânı sunar. Tam bu sebeple din hayattır. Dinden uzaklaşan bir top-lum ölümden, yani hayatın anlamından uzaklaşır.

العلم29 مجادى األوىل1438 العدد:18

şehrin merkezinde olur, neredeyse her sokak me-zarlığa çıkardı. Şehirde yaşayan her insan bir şe-kilde mezarlığa uğramak veya yanından geçmek, bir yer tarif ederken mezarlığı baz alarak adres göstermek durumunda kalırdı. Bunun gündelik yaşantıda ciddi etkisi olduğu inkâr edilemez. Mo-dern şehirler maalesef bundan da mahrum. Ha-yatın üzerinde ölümün etkisi olmadığından hayat haliyle müstakım değil.

“Ölüm ötesi bir başka mekân değil, başka bir görüştür” der Kant. Gerçekten de insanın idrak seviyesi zaman, mekân ve illiyet kanunları çerçe-vesinde hareket eder. Zaman, mekân ve illiyet ka-nunun ötesinde bir cevabı insan müdrikesi kabul edemez. Anlamakta zorlandığımız asıl şey şudur: Varlık, içinde yaşadığımız evrenden ibaret değil. Varlığın bize görünmeyen bir tarafı ve oranın içinde yaşadığımız âlemin ötesinde, yani buradan çok farklı bir kanunu var.

5. Söz felsefi bir boyut kazanmışken, sanı-yorum varlık ve yokluk ilişkisi üzerinden de ele alabiliriz ölümü. Ölüm ve hayat diyalektiği nasıl bir mantık örgüsü üzerine oturuyor sizce? Birbirlerini tamamlayan nasıl ters bir gerilim söz konusu aralarında?

En temelde şunu bilmek lazım: Yokluk varlığı var kılan şeydir. Biz, yok gördüğümüz şey saye-sinde var olana var deriz. Şu içinde bulunduğu-muz odayı oda yapan en temel şey nedir, dediği-mizde, cevap “dört köşedeki kolondur,” olacaktır. Oysa odanın her tarafı kolon olsa, biz buraya oda, o köşedeki şeylere de kolon diyemeyecektik. De-mek ki kolonu kolon yapan, odanın ortasındaki boşluktur. Ölüm ve hayat diyalektiği de böyledir.

Hayatı hayat kılan ölümdür, çünkü ölüm hayatın dış sınırını çizer ve bu sayede hayat hayat olur. Aksi takdirde ölüm olmazsa, geriye saf bir hayat kalır ki bu, hayat olmaktan çıkar. Hayatın kendi-ni vaz etmesi için ölümü, ölümün de kendini vaz etmesi için hayatı nefyetmesi lazım.

Bu durumu, birbirlerini yok etmeye azmetmiş iki insan gibi düşünelim. İkisi de diğerini yok et-meye kararlı. Hayat “benim var olabilmem için nihayet bulmam lazım” diyor. Ölüm hayat için bir tehdit değil, aksine onun varlığını onaylıyor. “Ölüm olursa ben de olurum” diyor. Hayatın ken-disini var etmesi için ölüm bir kriz değil, tersine kendisini ancak ölümle vaz edebiliyor. Aynı şeyi ölüm için düşünelim: Şayet ölüm ölürse, saf ha-yata dönüşür. O zaman artık ölüm kendini vaz ve var etmiş olamaz. Yine ölüm ölürse, kendisi olma-mış olur. Geriye saf bir hayat kalır ki bu durumda, hayat da bildiğimiz anlamda hayat olmaktan çı-kar. Vucudî ve ademî mefhumların tabiatında bu vardır.

Sonuç olarak, hayat ölmekten korkmaz, çünkü öldüğü zaman var olabiliyor, ama ölüm öldüğün-de ikisi de yok olacağından dolayı birinin korkak-lık yapması gerekecek. Ölüm korkaklık yapıyor ve istisnai olanın tarafında durmaya karar veriyor. Ölüm istisnai, arizi ve tali bir şeydir, fakat kendi-sini böyle bir durumda daha gerçek var eder. Dış sınırı çizerek mahiyeti oluşturur. Her şeyin ana karakterini o vermiş olur. İnsanın ölümü istisna gibi dursa da aslında hayatı o var eder. Ayrıca ölüm hayattan daha fazla var olur. Ölüm hayata adeta “sen öne geç. Sen var ol. Ben sana tabi ola-yım. Sen asıl ol” diyor, “çünkü sen yok olduğunda,

ilim Şubat 2017 Sayı: 1830

ben yok olmuş olmam, ama ben yok olursam ikimiz de yok olu-ruz.”

Bunun gibi efendi-köle, baba-oğul gibi her türlü dikoto-mide bu ilişkiyi görebiliriz. Köle olmadan efendi olamıyor, ama efendi olmayınca köle olabilir. Her zaman köle negatif taraf-tadır. Gerçekte ise efendiyi o efendi yapar. Ruh bedeni hare-ket ettirir. Ruh hayat kaynağı-dır. Ruhun dışında hiçbir nesne diğerini kendiliğinden hareket ettirmez. Bütün bir sistemi ça-lıştıran hareketin kaynağı olan şey ruhtur. Eşyaya, yani camit olana ancak ilahi ve lahuti olan hareket verebilir. Ruhun mu-harrike olması ruhun Allah’tan olmasını gerektirir. Denize nis-beten damla gibidir o. Her dam-la içinde okyanusu, her okya-nus içinde damlaları barındırır. İnsandaki ruh, insanın Rabbine açılan kapısıdır. Bundan dolayı şahdamarından daha yakındır.

Tüm bunlardan anlıyoruz ki ölüm insanın ebedi hayatı-nı değil, bedene ve bu evrene bağlı hayatını yok eder. Dolayısıyla ölüm insana asıl yaratılış gaye-si olan ve ona uygun fıtrat ve formatta yaratılan ebedi hayatın kapısını açmış olur. Goethe der ki: “Varlığın temelini aydınlatan ebediyet nurunu bir

kıvılcım gibi içimizde taşımaktayız. Pek zayıf hislerimizle bu nuru uzaklardan ancak sezinleyebiliriz.”

Dünyaya gelirken bir belirsizlik vardı. Doğarken çığlık atıp ağlamamız bundandır. Giderken de korkmamız ve ağlamamız bundandır. Hâlbuki ruh be-den sınırlarından ayrılarak özgürleşir. Ruh beden hapishanesinden kurtulur, çünkü beden de, bedensel lezzet ve elem de sınırlıdır, fakat ruhun lezzeti, acısı sınırsız ve sonsuzdur. Bedenimi-zin sınırlı olmasına rağmen arzularımı-zın sınırsız olması bundandır. Sonuçta arzu bir ruh güdüsüdür. Platon’a göre de durum böyledir.

Hiçbir bedensel haz, insanın ru-hunu tatmin etmez. Haddi zatında bedensel haz insanı tatmin etmez. Sü-rekli haz veren şeyleri değiştirmesi, ondan ona intikal ederek hep yenisini ve daha iyisini araması bu bunalımın eseridir. Bu durum, bir odaya hapsol-muş birinin sürekli odanın içinde ge-zinmesi gibidir. Farklı yerde de dursa aynı odanın içindedir, fakat o intikal durumu bir anlık da olsa hapis duru-munu unutmasını sağlar. İşte insanın tatminsizliğinin ve mutsuzluğunun

kaynağı budur. İnsan ruhuna yönelip onu güç-lendirdiğinde özgürleşecektir, çünkü insan bede-ni insanın kemâlâta ulaşmasına engeldir.

Hiçbir bedensel haz, insanın ruhunu tat-min etmez. Sürekli haz veren şeyleri değiştirmesi, ondan ona intikal ederek hep yenisini ve daha iyisini araması bu bunalımın eseridir. Bu durum, bir odaya hapsolmuş birinin sürekli odanın içinde gezinmesi gibidir. Farklı yerde de dursa aynı odanın içinde-dir, fakat o intikal durumu bir anlık da olsa hapis durumunu unutmasını sağlar. İnsan ruhuna yönelip onu güçlendirdiğin-de özgürleşecektir, çünkü insan bedeni insanın kemâlâta ulaşmasına engeldir.

العلم31 مجادى األوىل1438 العدد:18

ilim Şubat 2017 Sayı: 1832

Ölüm Ansızın Kapını Çalabilir.Hazır mısın?İdris Kaya & Aziz Çelik

Hayatımızın her anında hatırlamamız gereken ölümü maalesef unutulanlar listesinin en başına koymuşuz. Doğan her canlının günün birinde varacağı bu son durağa karşı, ölüme karşı kayıtsızlığımızı acaba nasıl izah ederiz? Ölümün gerçekliği sadece kendisi ile ilgili değildir. Aksine ölüm hayat için önemlidir. Ölümün gerçekliği arttıkça, onu daha yoğun hissettikçe hayatı daha iyi kavrarız.

Hayatın anlamı ölümde saklıdır. Ölüm bir Müslüman için sadece yok oluş olmayıp, ahiret hayatının başlan-gıcı olduğuna göre, demek ki ölümü hatırlamak, bizi sonrasındaki gerçek hayata hazırlanmaya iter. Ölü-me gerçekten inanan, sonrasındaki hayatta vereceği hesaba göre bu dünyada yaşar. Ölüm, ölümsüzlüğün başlangıcıdır. Ölüm yaptığımız her şeyi tek tek hesap vereceğimiz mahkeme salonuna mübaşirin bizi ça-ğırmasıdır. Mübaşir her an isminizi seslenebilir. Her şeyinizin ifadesini vermeye hazır mısınız?

Sahabenin ileri gelenlerinden Ebu Hureyre (Radıyalla-

hu anh) ölümü hatırlamamız için Peygamber Efendi-mizden (Sallallâhü aleyhi vesellem) şu güzel hadisi nakleder: “Lezzetleri kesen, ağızların tadını kaçıran ölümü çok-ça anın.”

Adaletiyle Müslümanların gönlünde taht kuran Haz-reti Ömer anlatıyor: “Bir gün Peygamber Efendimiz yanındakilere, ‘hangi Müslüman daha akıllıdır?’ diye sordu. Ardından yine kendisi şöyle cevapladı: ‘Ölü-mü çokça hatırlayan, ölüme daha iyi hazırlanan akıllı Müslümandır. Bu kimseler dünyadan şerefli bir şekil-de ahirete giderler. Ahrette de hürmet görürler.”

Tabiin kuşağının seçkin şahsiyetlerinden Ömer bin Abdülaziz, kendisine ölüm hatırlatıldığı zaman tüyle-ri diken diken olur, sarsılırdı. Geçmişte İslam âlimleri her gece toplanıp birbirlerine ölümü ve kıyameti ha-tırlatırlar, sonra korkudan gözyaşı dökerlerdi.

Ölümü hatırlamanın önemi hakkında Hamit Kayserî düşüncelerini şu şekilde dile getiriyor: “Ölümün hak olduğunu kesinlikle biliriz; ama ölüme hazırlık ya-panı görmüyoruz. Daha nasıl seviniyorsunuz? Nasıl isyankâr oluyorsunuz ölüm karşısında kardeşlerim? Kardeşlerim, Allah’ın sizlere hayır ve müjde ile emret-tiği ilk şey ölümdür. O halde Rabbinize en güzel şekil-de yürüyünüz.”

Ölüm gerçeğinin önemsizleştirdiği diğer gerçekler hakkında Şemit bin Aclan şunu söyler: “Ölümü aklın-dan çıkarmayana ne yapabilir dünyanın darlığı veya bolluğu?”

العلم33 مجادى األوىل1438 العدد:18

Ölüm Ansızın Kapını Çalabilir.Hazır mısın?

Evet, ölümün hatırlanması Müslüman için büyük önem taşır. İnsanlar ölümü az hatırladıkları için on-dan gafil kalır ve bu geçici hayata aldanırlar. Oysa ölüm düşüncesi dikkatimizi bu sahte hayattan gerçek ahiret hayatına çeker. Uzun bir yolculuğa çıkan insan, nasıl o yolun önceki yolcularının duygu ve tecrübele-rinden ders çıkarırsa, bu hayattan bizden önce ayrı-lan ölülerden öyle dersler çıkarmalıyız.

Bu noktada büyük sahabi Abdullah bin Mes’ud “şanslı kimse, başkalarından ibret alandır” sözünü sarf eder. Ebu Derda aslında ölülerle kardeş olduğumuzu hatır-latır: “Ölülerden konuşulduğu zaman, kendini onlar-dan biri gibi gör.”

Bunun için sık sık kabir ziyareti yapmak gerekir. Bu, her halükarda dünyadan ayrılacağımızı hatırlatarak buradaki beklentilerimizi azaltmamıza yol açar. Genç sahabilerden Abdullah bin Ömer bir defasında Pey-gamber Efendimizin elini omzuna koyup şöyle dedi-ğini nakleder: “Dünyada yoldan geçip giden garip bir yolcu gibi ol!”

İşte bu hikmetli hadisin etkisiyle Abdullah bin Ömer şu tavsiyede bulunur: “Sabahladığın zaman akşamı, akşamladığın zaman sabahı bekleme. Sağlığında has-talığı, hayatında ölümü düşün.”

Gerçekten de ölümün hatırlanması sadece bu hayatı bilinçli yaşamaya değil, sonsuz mutluluk hayatı olan cenneti de kazanmaya sebeptir. Bununla ilgili Pey-gamber Efendimiz bir gün ashabına “hepiniz cennete girmek istiyor musunuz?” diye sorar. Sahabeler tabii “evet, Ey Allah’ın Rasülü” derler. O zaman Efendimiz buyururlar ki; “hayal ve beklentilerinizi azaltın. Ölümü aklınızdan çıkarmayın ve Allah’ın rızasını gözetin.”

Bunun yanı sıra bugün çokça şikâyetçi olduğumuz kalp katılığının devası da ölümü anma ilacıdır. Haz-reti Safiyye, Hazreti Aişe’ye bir kadının gelip kalbinin katılık ve kasvetinden şikâyet ettiğinden bahseder. Hazreti Aişe kadına “ölümü çok an ki kalbini temiz-leyesin” reçetesini sunar. Kadın böyle yapınca kalbi temizlenir ve gelip müminlerin annesine teşekkür eder.

Artık iyice anladın. Ölüm her an kapını çalabilir. Peki, hazır mısın? Her an sıra sana gelebilir. Sıra listesi sa-dece Allah’ın elinde… Bu yüzden vaktini ve yerini asla bilemezsin. Bildiğin bir şey var; sıra hızla ilerliyor. Tıpkı Hazreti Ebu Hureyre’nin bir cenazeyi görünce dediği gibi: “Siz gidin. Biz de peşinizden geliyoruz.”

ilim Şubat 2017 Sayı: 1834

İki Diyar Bir Yolcuİbrahim Türkan

Orhan Ençakar

‘Yolcu yolunda gerek’ diye bir atasözü vardır. Yol-cunun yolda yolunun haricinde bir şeyle uğraşma-ması ve menziline vakitlice ulaşması için söylenmiş bir söz. Çünkü yolunda yolcunun asıl gayesi menzile ulaşmaktır. Bir diyardan bir başka diyara seyahat et-mektir. İki diyar arasını biniti ile fethetmektir. Fakat asıl gayenin menzil olması yine de yolcuyu yolda bir şeylerle uğraşmaktan alıkoymaz. Tabi bu uğraşı men-zile varmaya engel olmadıkça.

Aslında bizim dünyadaki yaşamımız bir yolcu-nunkinden farksız. Yaşadığımız hayat doğum ve ölüm arasında bir yolculuktan ibaret. Doğuyor, büyüyor ve ölüyoruz. Tabi bu yolculuk esnasında bir şeylerle uğ-raşmaktan da geri durmuyoruz. İşin kötü tarafı ‘yolcu yolunda gerek’ sözünü neredeyse hiç hatırlamıyoruz. Yolculuk esnasında bir şeyler için vermiş olduğumuz uğraş, bizi menzilimizden alıkoyuyor. Fakat farkında olmuyoruz. Belki aramızda bir yolculukta olduğunu unutanlarımız bile vardır. Mutlaka vardır. Para, kon-for, kadın, itibar hırsı gözlerimizi bürümüşken, yol-culukta olduğumuzu nasıl unutmayız? Ben sorumu değiştirmek istiyorum. Ve diyorum ki; bir yolculukta olduğumuzun farkında olan var mı?

Dünya ve Ötedünya:

Dünya ve ahiret kelimeleri hepimizce malum. Dünya, içerisinde yaşadığımız gezegenin adı. Ve bu gezende sürdürmekte olduğumuz yaşam. Arapça bir kelime olarak ‘çok yakın’ veya ‘çok düşük’ manasın-da kullanılır. Ahiret ise öldükten sonra gideceğimize inandığımız dünya. Daha Türkçe bir ifade ile ‘ötedün-ya’ . Yine Arapça bir kelime; ‘sonra, sonraki’ manasın-da. Dünya yaşamının sonrasında gelen yaşam oldu-ğundan ‘ahiret’ denmiş olsa gerek.

Dinimizce biz asıl hayatın ahiret hayatı olduğuna iman ederiz. Bize göre dünya hayatı geçici, ahiret ha-yatı ebedidir. Bize göre dünya hayal, ahiret reel olan-dır. Dünya ekim, ahiret hasat zamanıdır. Bu anlayış ile biz dünya hayatımıza yön veririz. Karşılığını öte-dünyada göreceğimiz işler yaparız. Bu dünyada eker, ötedünyada biçmeyi umut ederiz. Çünkü bu dünya ölmek için var olanın, ötedünya ölmemek namına di-rilenin yurdudur. Dünya soyutun, hayali olanın, ahi-ret somutun, hakiki olanın yurdudur.

Ahiret inancı olan insan bu dünyada küçük işler yapmaz. Küçük hesaplar peşinde koşmaz. Çünkü bilir ki; bu dünya matematiğin, yanılmaz hesapla-rın hüküm sürdüğü, ötedünya bütün hesapların alt

العلم35 مجادى األوىل1438 العدد:18

İki Diyar Bir Yolcuİbrahim Türkan

üst olduğu yerdir. Fizik ve akıl kanunlarının askıya alındığı, rakamların soyutlaşıp havaya karıştığı, aklın eremeyeceği bir yer… Şimdi bizde bu bilinci oluşturan Kur’an-ı Kerim’in ahirete bakış açısına bir göz atalım.

Kur’an’ın Bakış Açısı:

Kur’an-ı Kerim’in ölüm sonrası yaşam olan ahirete dair söylediklerine geçmeden önce ‘salih amel’ kav-ramının üzerinde biraz duralım. ‘Salih amel’i Türkçe karşılığı olarak ‘iyi iş’ diye tercüme edebiliriz. Fakat terimsel bir bakış açısıyla ‘karşılığında sevap getire-cek ve bize Allah’ın rızasını kazandıracak ibadet’ ta-nımını yapabiliriz.

Yukarıda dediğimiz gibi dünyaya ekim, ahirete hasat zamanı olarak bakacak olursak, salih amele dünyada ekilen, ahirette hasat edilmesi umut edilen tohum olarak bakabiliriz. Salih amel, büyük umutlar-la müminin toprağın bağrına sapladığı tohumdur. Bir gün yeşerip, boy vermesini ümit ettiği ve kendisini onunla mutlu ettiği bir danedir. Kurtuluşunu onda aradığı ve sımsıkı sarılıp benimsediği kahramandır. Uçurumun kenarında ucundan yakalayıp var gücüy-le tutmaya çalıştığı iptir. Büyük uğraşlarla biriktirdiği sermayedir. Sahip olduğu tek somut şeydir. Cennete, sonsuz refaha geçiş biletidir.

Salih amel dediğimiz ve ahiret için çok önemli bir fiili, kırık dökük birkaç cümle ile anlatmaya çalış-tıktan sonra Kur’an-ı Kerim’in ahirete bakış açısına geçebiliriz. Yer doldurmak, bir başka ifade ile geçiş-tirmek için ayet bombardımanına başlamadan önce aklımdaki şu hadisi nakletmek istiyorum:

Efendimiz bir gün ashabıyla beraber bir yere gi-derken yolun kenarında kulakları kesik bir oğlak le-şine rast gelir ve hayvanın kulağından tutarak yanın-dakilere şöyle der; ‘bunu bir dirheme kim almak ister?’ Ashab; ‘nasıl isteyelim? Bu değersiz bir şey’ deyince, Efendimiz bu sefer şöyle der; ‘peki bunu bedava al-mayı kim ister?’ Ashab yine ‘vallahi o yaşıyor olsaydı bile kulakları kesik olduğu için istemezdik. Ölüsünü nasıl isteyelim?’ der. Bunun üzerine Efendimiz şunu söyler; ‘vallahi Allah’ın nazarında dünya, sizin na-zarınızdaki bu oğlaktan daha değersizdir.’ (Müslim, Ebu

Davud)

Bu hadisi neden aktardım? Şöyle düşündüm: Peygamber bize zaten açıkça Allah için dünyanın ne olduğunu söylüyor. Ha sahi, başka bir hadis gel-di aklıma. Orada da Efendimiz şöyle diyordu; ‘şa-yet Allah katında dünya bir sivrisinek kanadı kadar değerli olsaydı, hiçbir kâfire orada bir yudum su

ilim Şubat 2017 Sayı: 1836

içirmezdi’. (Tirmizi, Taberanî) İki hadiste de gördüğümüz gibi dünya kâinatın yaratıcısının katında hiçbir değe-re sahip değil. Sahte, geçici, değer vermeye değmez bir âlem. Ama tatlı, çekici, baştan çıkarıcı… Dolaysıy-la kelâmullah olan Kur’an’da da dünyaya herhangi bir iltifatta bulunulmayacağı aşikâr.

Kur’an-ı Kerim müminlere ahiret endeksli bir ha-yat sunar. Onlara dünyanın ve içerisindekilerin geçici olduğunu, fakat ötedünyanın hakiki ve ebedi olduğu-nu söyler. Böyle inanmalarını ister ve onlara bu hayat tasavvuruna sahip bir yaşam sunar. Onlara dünyanın soyutluğunu, aynı zamanda tatlı olduğunu, geçicili-ğini, fakat cezp ediciliğini bildirir ve aldanılmaması gerektiğini salık verir. Bir ayette dünyanın ahiret için yol azığı olduğundan bahsedilir (Ra’d 13). Basit bir tefsir ile yukarıda bahsettiğimiz salih amel veya rızâullahı kazandıracak çeşitli eylemlerin yapılabileceği yer-dir burası. Bu ayeti desteleyen başka bir ayette ise; dünyada ne işlediysek ahirette onu göreceğimizden bahsedilir (Müzzemmil 73). Yine bir başka ayette insanın ahirette bulacağı şeyin dünyada elde ettiği şey olduğu söylenir (Necm 39).

Bu meyanda daha fazla ayet örnek olarak verile-bilir. Fakat benim bu ayetlerden anladığım kadarıyla dünya ve ahiret, üzerine yazı yazılmaya müsait metal bir tabakaya benzetiliyor. Ya da üzerine yazı yazıldı-ğında arka yüzünde aksini görebileceğimiz herhangi bir madde. Ön yüzde ne yaparsan arka yüzde onun aksini görürsün. Dünyada iyiliğin karşılığı ahirette de iyilik. Dünyada kötülüğün karşılığı ahirette de kötü-lük gibi. Edersen bulursun. Ne verirsen elinle, o gelir seninle gibi…

Bir başka ayette dünya ve ahiret bir terazinin iki kefesine benzetilmiş. Kimin dünyada terazisi ağır ba-sarsa ahirette de memnun olacağı bir hayata kavu-şacaktır. (Kâri’a 6-9) Aslında terazide tartılan iyi ve kötü ameller. Fakat iyi amelin ahireti, kötü amelin ise dün-yayı temsil ettiğini var sayarsak, iki kefeye dünya ve

ahiret olarak bakabiliriz. Burada da görüldüğü üzere yapılan işlerin dünyaya mı yoksa ahirete mi endeks-li olup olmadığı nazara verilmiş. İki kefeden hangi-si ağır gelirse ruz-ı mahşerde itibara alınacak kefe o olacak.

Bu yazıda son olarak bir ayeti nakletmeden bitir-mek istemedim. Aslında salih amelden bahsederken nakledilse daha iyi olacaktı. Fakat ben notlarım ara-sında yeni fark ettim. Ayet şu: “Erkek olsun, kadın olsun; kim mümin olarak salih amel işlerse, cennete girecekler onlardır” (Müminun 40). Ayeti açmaya gerek yok. Gayet açık. Dünyada ahiret için çalışanın, yani salih amel işleyenin, toprağına ahiret tohumu ekenin, sermayesini ahiret parasından oluşturanın cennetten yer kazanacağı açıkça söylenmiş.

Kuran’da bazen el-hayatu’d dünya, el-hayatu’l âhira, bazen de dünya ve ahiret kelimeleri ile karşımı-za çıkan iki yaşama dair yazı boyunca bir şeyler an-latmaya çalıştık. Dünyadan başka bir de ahiret adın-da bir diyarın olduğunu hatırlatmaya çalıştık. Yazının başında ‘bir yolculukta olduğumuzun farkında olan var mı?’ diye bir soru sormuştum. Şimdi bu soruyu kendime soruyorum. Ve farkında olmadığımı görerek ne kadar ezbere konuştuğumu, dolayısıyla o soruyu sormaya hakkımın olmadığının idrakine varıyorum. Evet, ben de iki diyar arasında bir yolcu olduğumun farkında değilim. Ama en azından bu yazı ile bir yol-cu olduğumun farkında olmadığımın farkına varmış oldum. Dolayısıyla maksat benim için hâsıl olmuş oldu.

‘Allah dilediği kimseye rızkı genişletir, dilediğine kısar. Onlar dünya hayatı ile ferahlamaktalar; oysa dünya hayatı ahiretin yanında bir yol azığından iba-rettir’ (Ra’d 26).

العلم37 مجادى األوىل1438 العدد:18

Ölüm... Her canlı ölümü yaşayıp tadacak. Ak-lınıza gelebilecek, nefes alıp veren herkes; krallar, padişahlar, zengin iş adamları, ünlüler bile ölecek. Çok sevdiğin annen, baban, eşin, dostun, kardeşin, hatta peygamberler de, Peygamberimiz de… Evet, Efendimiz ayrıldı aramızdan. Buruk, yetim bıraktı bizi ve gitti. Ölüm hayatın en büyük hakikati. İnkâr edilemez, kabullenmesi zor, inanması güç gerçek. Peygamber de bu hakikate dâhil oldu. Peygamber de ölümü tattı. Bir de Medine’ye sormak lazım o günü. Sevgi sultanının, merhamet önderinin şeh-ri Medine’ye? Sevginin, rahmetin ve güzelliğin Medine’si… 63 senenin yorgunluğunu, sıkıntısını yüklemiş, sedirine uzanmış, ahirete göç etmeye ha-zırlanmış Nebi’yi toprağa verme vakti…

Rasulullâh Efendimizin Vefatı

Son günlerini müminlerin annesi Aişe annemi-zin yanında büyük acılar, sıkıntılar ve ateş nöbetleri içinde geçiren Resulü Ekrem Efendimiz, hastalığı-nın en ağır olduğu bir vakitte ashabıyla helalleşmek istedi. Bir koluna Hz. Bilal, diğerine Hz. Abbas gi-rerek mescitteki minbere götürdüler Efendimizi. Hz. Bilal duyuru yaparak insanları mescide topladı. Ashabına şöyle buyurdu Efendimiz: “Ey insanlar!

Sizden ayrılma vaktim çok yaklaşıyor. Sizden birinin hakkına girip canını yaktıysam, işte ben buradayım. Gelsin, benden hakkını alsın. Kimseye darılmam. Benim yanımda en kıymetliniz, benden hakkını alan veya hakkını helal eden kişidir. Allah’ın huzuruna kul hakkı almadan gitmek isterim.” Bunun üzerine ashaptan birisi ayağa kalkarak “ey Allah’ın Resulü! Benim senden üç dirhem alacağım var” dedi. Allah Resulü onun borcunu ödedi. Sahabesiyle helalleşen Efendimiz daha sonra “mescide açılan kapıları ka-patınız. Sadece Ebu Bekir’in kapısı açık kalsın” diye emir verdi.

Ebu Bekir’e Söyleyin, Namaz Kıldırsın

Ashabın imamı olan Efendimiz, ezan okununca cemaatine namazı kıldırmaya giderdi. Vefatına üç gün kala hastalığı çok ağırlaşınca, mescide gidemez hale geldi. Efendimiz “Ebu Bekir’e söyleyin, nama-zı kıldırsın.” diyerek mescide onu imam tayin edip imamlığını ona bıraktı.

Efendimiz’in Son Namaz Kıldırışı

Hz. Ebu Bekir Müslümanlara namaz kıldırırken, o sırada Efendimiz vücudunda hafiflik hissedince amcası Hz. Abbas ve yeğeni Ali’den destek alarak

PEYGAMBER DE ÖLDÜ ABDULKADİR BÖLÜCEKF

ilim Şubat 2017 Sayı: 1838

yavaş yavaş mescide doğru çıktı. Sıddık, Efendimi-zin geldiğini görünce, geri çekilip insanlara namaz kıldırması için imamlığı Efendimize bırakmak iste-di. Efendimiz yerinde durması için işaret verdi. Son-ra da Hz. Ebu Bekir’in yanına, sol tarafına oturdu. Hz. Ebu Bekir ve ashab oturmuş olan Rasul’e uydu. Efendimizin kıldırmış olduğu son namaz budur.

Hz. Cebrail’in Efendimiz’e İki Defa Hasta Ziyareti İçin Gelmesi

Rebiüllevvel ayının 10’uncu günü Cumartesi idi. Allah tarafından Cebrail (a.s.) gelerek Efendimizin halini hatırını sordu. “Ey Ahmed! Yüce Allah beni sana gönderdi. Sana soracağı şeyi senden iyi bilme-sine rağmen, kendisini nasıl hissediyor?” diye sordu. Efendimiz de Cebrail’e (a.s.) “kendimi bitkin ve bay-gın, sıkıntılı halde görüyorum” diyerek cevap verdi. Rebiüllevvel ayının 11’inci Pazar günü ikinci defa gelişinde ise Cebrail (a.s.) Efendimize Yemen’de pey-gamberlik iddiasında bulunan Esvedü-l Ansi’nin idam edildiğini haber verdi. Efendimiz bu haberi ashabına bildirdi.

Pazartesi Günü Son Sesleniş

Efendimiz son pazartesi günü ashabına şöyle seslendi: “Ey insanlar! Karanlık gecenin parçaları gibi fitneler geliyor. Ey insanlar! Siz bana karşı hiç bir şeyi delil bulamazsınız. Zira ben ancak Allah’ın kitabı Kuran’ın helal kıldığını helal, haram kıldığını haram kıldım. Ey kızım Fatma! Ey eşim Aişe! Ey ha-lam Safiye! Kıyamet günü sakın bana güvenmeyin. Orada işler çok zor. Ben size yardım edemem. Dün-yadayken salih amel işleyin. Allah’ın azabından sizi ben kurtaramam.”

Efendimizin mübarek başı, Aişe annemizin göğsüne dayalı idi. Nefes almak vermek çok zordu onun için, ama dili her daim zikir halindeydi. Artık son dakikalarını yaşıyordu Efendimiz. Sonra Cebra-il (a.s.), Azrail (a.s.) ile birlikte geldi. İçeri girmek için Efendimizden Azrail (a.s.) izin istedi ve şöyle dedi:

“Ya Rasulallah! Allah senin her emrine itaat etmemi bana emretti. İstersen ruhunu alacağım, istersen bı-rakacağım.” dedi. Efendimiz bunun üstüne “ya Az-rail! Gel görevini yerine getir,” diye buyurdu.

Rasulullâh Efendimizin Ölüm Anı

Efendimizin mübarek başı Aişe annemizin ku-cağında idi. Yanındaki su kabına iki elini batırıp yüzüne sürdü. Çok sıkıntı çektiği bir esnada Aişe annemize şöyle buyurdu: “Ey Aişe! Cennette benim hanımım olacaksın ya, bunu düşündükçe ölüm acı-sı bana hafif geliyor.” Son anlarında artık ağzından çıkan sözler “la ilahe illallah” cümlesiydi. Elini yü-zünden kaldırdı. Gözünü evin tavan kısmına dikti. “Allah’ım! Refik-i âlâya ulaştır.” cümlesini tekrar ederek mübarek ruhunu Allah’a teslim etti. (Tarih, hicretin 11. senesi. Rebiüllevvel ayının Pazartesi günü. Miladi 8 Haziran 632.)

Peygamber’in Öldüğünü Söyleyenlerin Kafa-sını Keserim!

Bir de o günü ashaba sormak lazım. Haberi alın-ca yıkılanlar, ağlamaktan gözleri şişenler, çar ve na-çar olmuşlar… Ashabta bir yangın, bir matem hava-sı var. Medine’de bir Hz. Ebu Bekir’e bakarsınız, bir Osman’a, bir Ali’ye, bir İbn Mesud’a bir de Bilal’e. Yıkılmış, çelimsiz kalmış, parçalanmışlardır. Ya Hz. Ömer’in o inanılmaz halleri? Efendimizin öldüğü-ne inanmayıp bütün halkı kılıcıyla tehdit etmesi... Medine’de Hz. Ömer’in sesi şöyle yankı yapıyordu; “Muhammed ölmedi. Yalnızca o Rabbinin yanına döndü. İmran’ın oğlu Musa’nın 40 günlüğüne Rab-binin yanına gitmesi gibi Rasulullah da geri gelecek. Her kim Muhammed öldü derse, kılıcımla onun ka-fasını keserim.”

Her Kim Muhammed’e İnanıyorsa, Muham-med Öldü. Kim Allah’a İnanıyorsa, Allah Ölüm-süzdür!

Resulullah’ın en yakın dostu olan Ebu Bekir es-Sıddık parçalanmış, yıkılmış… Herkesin bir

العلم39 مجادى األوىل1438 العدد:18

acısı vardır, ama onunki bambaşkadır. Herhalde, “anam babam sana feda olsun ya Rasulallah” sözü en çok ona yakışmıştı. Hz. Ömer’in o anlarını gö-ren Ebu Bekir ona şöyle dedi: “Sakin ol Ömer! Ne yapıyorsun sen? Ey insanlar! Beni dinleyin. Kulları üzerinde hakkı olan Allah yemin ederim ki benim ve sizin peygamberiniz olan Muhammed öldü. Her kim Muhammed’e inanıyorsa, Muhammed öldü. Kim Allah’a inanıyorsa, Allah ölümsüz ve ebedidir. Mu-hammed öldü diye dininizden mi döneceksiniz?” Bu sözlerle ashabına öncülük edip onları teselli etti.

Belki de en çok acıyı çekmesine rağmen yine o toparladı. Fitne anını engelledi. Boşa demiyoruz ya, tereddütsüz imanın adıdır Ebu Bekir. Sonra Hz. Ömer acının ve şokun etkisiyle söylediği sözler için bir açıklama yaparak “ben hata ettim. O anda ne yapacağımı bilemedim.” şeklinde ashaptan özür di-lerdi.

Muhammed Öldü. Dininizden Dönün!

Efendimizin vefatının hemen ardından fitneler çıkmaya başladı. Bir grup toplanıp “Muhammed varken dine inanmıştık, ama artık öldü. Din bitmiş-tir.” diyerek fitneyi yaymaya başlamışlardı. Saha-belerden Ebu Cendel hemen bu durumu Kureyş’in söz sahibi babası Hz. Süheyl bin Amr’a anlattı. Hz. Süheyl bin Amr fitnenin çıktığı yere giderek şunları söyledi ve fitneye engel oldu: “Ey Mekkeliler! Beni dinleyin. En son İslam’a girip ilk önce dinden çıkan-lar olmayın. Vallahi Rasulullah’ın bizlere söylediği gibi Allah bu dini tamamlayacaktır. Ey Mekkeliler! Allah’a verilen sözler nerede? İslam’dan önce ka-çırdığınız fırsatlar yetmedi mi? Muhammed sadece bir insandı ve Rasuldü. Allah’ın emanetini eda etti. Münafıklıkta ısrar eden bir grup sizleri aldatma-sın. Peygambere en yakınınız, sözünü yerine getiren kişidir. Bu din Allah’ın dini, Muhammed Kur’an-ı Kerim’i tamamlayıp gitti ve öldü. Dininizden geri dönmeyin. Fitne çıkartmayın. Kötü nasihat yapma-yın. Allah’tan korkun.”

Hz. Ömer’in Alnından Öpmek İstediği Adam

Süheyl bin Amr; Kureyş’in lideri, hatibi, söz sa-hibi. Konuştuğunda insanları etkileyecek edebiyata sahip birisi ve azılı müşrik olan adam. Müslüman-lara işkencesiyle tanırız onu. Ama günü geldiğinde İslam ile şereflendi. İslam’a büyük hizmetleri geçti. Allah ondan razı olsun! Hudeybiye Antlaşması’nda Hz. Ömer, Efendimizden müsaade isteyip “onun dişlerini kırmak istiyorum” dediğinde Efendimiz; “sakin ol Ömer! Belki o ağız ve dişler ileride işine ya-rayacaktır.” dedi. Efendimizin vefatından sonra bir grubun fitne çıkartmak isteyenlerini onun engelle-diğini duyunca, oğlu Ebu Cendel’e “Rasulullah bana bu günü söylemişti. Ben ona ‘bırak dişlerini kırayım’ dedim, ama o engel oldu. Şimdi yaşadım, gördüm. Baban yanımda olsa, şimdi anlından öperdim. Allah onunla İslam’ın üzerinde dönen fitneyi engellemiş-tir. İslam’ın aleyhine olan dili lehine çevrildi” dedi.

Biz de Ölümü Tadacağız, Ama Nasıl ve Nerede?

“Bütün nefisler ölümü tadıcıdır. Sonra Bize dön-dürüleceksiniz.” Ankebüt Suresinin 57. ayeti bizlere hikâye ve menkıbe kitabından gelmedi. Hak Kur’an-ı Kerim Allah’ın sözü olarak geldi. Belki korkutucu, ürkütücü bir ayet, ama gerçek. Yüce Allah’ın bize tes-lim etmiş olduğu canı nerede ve teslim edeceğimi-zi hiç düşündük mü? Ölümü hatırlamayan bir kalp nerede, nasıl öleceğini akıl edemez. Ama mümin ve Allah’tan korkan, günaha anında ters tepki ve-ren kalp bunu iyi akıl eder. Bu yüzden Rasulullah’ın “ağızlarınızın tadını kaçıracak ölümü sıkça hatır-layın” sözünü asla unutmamak gerekir. Allah biz-lere ölümün hak olduğunu bilmeyi ve bu dünyada salih amel işleyip O’nun rızasını kazanmayı, son nefesimizde şahadet getirmeyi nasip etsin. Amin.

Kaynakça: Kur’an-ı Kerim, Müsned-i Ahmed, Tabakât-ı İbni Sad.

ilim Şubat 2017 Sayı: 1840

Varlık sahasına çıkan her şey bir gün başlangıç noktasına dönecektir. İnsan da öyle. Neticede her şeyin bir eceli vardır. Milimetrik hesaplar ile ku-sursuz bir şekilde işleyen kozmos bile gün gelecek, ayarları alt üst olacak. Ne demişler; her kemalin bir zevali vardır. Yürüme caddelerinde gözümüzü alan ışıklı vitrinler, lüks kafeler, eğlence mekânları gibi bazı batıl şeylerin, ölüm gibi bir hakikatin üstü-nü örttüğü aşikârdır. Yaşadığımız modern çağdaki imkânlar bize imkânsızlığı ve yokluğu unutturuyor.

Bizler bir kul olarak Rabbimize karşı yerine ge-tirmemiz gereken bazı görev ve sorumluluklarımı-zın olduğunun farkındayız. Namaz kılmak, oruç tutmak, infakta bulunmak gibi emirler ile mükellef olduğumuz gibi; zina etmemek, gıybet etmemek gibi bazı nehiylerden kaçmak ile de mesulüz. Aynı şe-kilde bu yaptıklarımızın hesabını görmek üzerek bir gün Hakk’ın karşısına çıkacağımız kesin bir gerçek-tir. Ancak yaptığımız ameller ile olması gereken ara-sında paralel bir ilişki kuramıyoruz. Daima bizden

istenilenden daha az yapıyor veya öyle zannediyo-ruz. Böylece büyük bir suçluluk psikolojisine giriyo-ruz. Amel ve mesuliyet arasındaki bu çarpıklık ilahi mahkemeye çıkmamızı ve dolaylı olarak ölmemizi korkutuyor.

Üstelik sadece bu değil. Dünyada sahip olduğu-muz mallar, çocuklar, kadınlar, kariyerimiz; kısacası sahip olduğumuz her şey bize sadece dünya haya-tının olduğu fikrini verdi ve dünya sevgisini aşıladı. Dünya sevgisi ise bütün pislikleri beraberinde ge-tirdi. İçerisine daldığımız pislikler… Oysaki bunlar bala bandırılmış bir zehir yumağından farkı değildi. Bu tatlı görünen şeyler ise ölüm gibi acı bir gerçe-ğin hatıra gelmesiyle tatlılığını kaybetmemesi için ölümü akıllardan sildi. Ölüm unutulunca dünyaya bağlanıldı ve bir daha ayrılmayacağı hissi uyandı insanda. Hâlbuki Allah, Kuran’da dünya hayatının hemen peşi sıra ahiret hayatını zikrederek alttan alta bir tehdit ve dünya hayatına dair bir kısıtlama getirir. Yani bu dünyanın bir de hesap kısmı var, ona

Ölüm Öldü mü?Abdulmevla Güzel

العلم41 مجادى األوىل1438 العدد:18

göre yaşayın. Lüksünüz bir gün son bulacak. Dikti-ğiniz koca kulelerin içine bir gün sizden başkaları girecek. Son model arabalarınızın şoförlüğünü baş-kası yapacak, der.

Öte yandan Efendimiz, “Dünyayı seven ahiretine zarar verir. Ahiretini seven dünyasına zarar verir. O halde siz baki olanı fani olana tercih edin.” (Ahmet bin

Hanbel, el-Müsned, c. 4,412) diyerek bunu açıkça dile geti-rir. İşte böylesi bir hayatın ölümü unutturduğuna ve ölümü unutmanın da böyle bir hayatı doğuracağına kanaat getiririz. Ayrıca ölümü akılda tutmayan kişi ilahi adaleti umursamaz. Hırsızlık yapmayı, adam öldürmeyi ve başkalarının hakkına tecavüz etmeyi suç saymaktan çıkarır. En nihayetinde dünya ha-yatı ve ölüm insanın iki kanadını teşkil eder. Ölüm kanadını kıran yanlış yapmış olur. Hepten ölümü akılda tutarak dünya hayatını yok eden de aynı.

Günümüz dünyasında bize ölümü hatırlatacak bazı materyaller ya işlevini kaybetmiş durumda ya da biz gereği gibi bunlardan faydalanamıyoruz. Me-sela cami mikrofonundan yükselen ölüm haberine hepimiz kulak kesiliriz, ama ibret almak için değil, ölen kişinin tanıdık olup olmadığını öğrenmek için. Sala sesini işittiğimizde ölen kişinin ahvalini düşü-nüp ibret alacağımız yerde, müezzinin yanık sesine kaptırırız kendimizi. Ölümü konu alan aşr-ı şerifleri dinlediğimizde ahireti düşüneceğimize, okuyucu-nun makamını terennüm eder, başımızı sallarız.

Hepsi bir yana, ölümü asıl hatırlatıcı olan kabir-lerden koptuk. Eskiden neredeyse her sokakta olan kabirler artık ücra mekânlara vinziplenmiş halde. Gözümüzü açıp dışarıya baktığımızda bu dünya-da sadece bir misafir olduğumuz hissini uyandıran kabirler yerine, bu dünyanın asıl sahibi olduğumuz hissini uyandıran rezidanslar ile karşılaşıyoruz. Ce-nazeler bile omuzda taşınıp sokak aralarında gezdi-rilmeyerek cenaze arabalarında taşınıyor.

Ölüm nasıl akılda tutulur?

Bana göre empati doğruyu ve yanlışı ayırt eden bir mekanizmadır. İnsan karşısındakine yapılan bir hareketin doğru veya yanlış olduğunu öğrenmek

istiyorsa, kendini bütün benliğiyle onun yerine koy-malı. Ona göre doğru veya yanlış anlaşılır. İslam’ın emrettiği ve yasakladığı şeylere bu açıdan bakmak da onların aslında iyi veya kötü olduğunu göste-recektir. Hırsızlık yapmanın kötü olduğunu, kişi kendisini parası çalınan kişinin yerine koyduğunda anlayacaktır. Aynı şekilde infak etmenin güzel bir şey olduğunu, kendisinin yardıma muhtaç biri ol-duğunu düşünerek onaylayacaktır.

Aynı şekilde ölüm için empati kurmak bizi se-küler dünyanın bataklığından kurtaracaktır. Mese-la sala sesi duyduğumuzda, onun bizim üzerimize okunduğunu düşünmek, Fatiha okuyup sevap ka-zanma yolu olarak baktığımız kabirlerin veya türbe-lerin içinde yatan kişinin biz olduğunu düşünmek, manasını tefekkür ederek Kuran okumak, Kuran’da helaki anlatılan kavimleri düşünmek ölümü zihni-mizde canlı tutacaktır.

Ayrıca izlediğimiz film ve dizilerdeki sanal sah-telikten kopup Dünya’nın gerçeklerine dikkat ke-silmeli. Gerçek hayatımızda filmlerin bize empoze ettiği ve beyinlerimize yerleştirilen kapitalist dün-ya modelinden biraz sıyrılmalı. Çünkü bu durum-da varlıklı olmak bizim için tehdit haline gelir ve kaybedeceğimiz şeyler çoğaldıkça ölümden o denli korkarız. Bunun yanında kendimize bazen yokluk ortamı sunup, bir odada yalnız kalmak, hatta za-man zaman ölüm rabıtası yapmak, zannedersem bazı tamahlarımızı frenleyip, bazı yönlerimiz ile bizi tatmin edecektir. Kısacası Efendimizin buyurduğu üzere, lezzetleri yok eden ölümü çokça anmak, ya-ramıza merhem olabilir.

Her şeyden öte, dinimizi uygun bir şekilde yaşar-sak, ölümden kaçmaktansa ona doğru koşarız. Hem pedofili vakıalarının sofralara meze olduğu, ölen masum çocukların sokak köpekleri kadar haber ya-pılmadığı ve petrole sahip olarak kendine güzel bir hayat tarzı sunmak için başkalarının hayatının yok edildiği, çivisi çıkmış bir dünyada ölümü unutmak değil, hatırlamakla insan motive olur.

Amir Bin Abdullah TemîmîAlkama bin Mersid’in “sahabenin zühdü sekiz kişiye intikal etmiştir. Amir bin Abdillah et-Temîmî bunların başında yer alır” dediği güzide… Basra’da Ebü Musa el-Eşari’nin uzun yıllar peşinden ayrılmayarak ken-disinden Kuran’ı, hadisi ve fıkhı öğrenir. Hayatını üç bölüme ayırır Amir bin Abdillah: Zikir halkasında insanlara Kuran okuduğu vakitler, ayakları şişinceye dek Allah’a ibadete çekildiği vakitler ve cihad mey-danında küffarla vuruştuğu vakitler... Vefat anında dostları yanına girdiklerinde Amir bin Abdillah’ı ağ-lar bulurlar. “Nedir seni ağlatan? Oysa ne mübarek insansın!” derler. Buna karşılık o; “vallahi dünyayı sevdiğim, ölümden korktuğum için ağlamıyorum” der. “Sadece seferin uzunluğuna karşın azığımın kıt olu-şuna ağlıyorum. Önümde nice yokuşlar, nice bayırlar var. Sonunda cennete mi yoksa cehenneme mi gidece-ğimi hiç bilmiyorum.”

Urve bin Zübeyrİlahi lütfun bol bol aktığı bir başka tabiîn âlim ve âmili. Babasının Zübeyr bin el-Avvam, annesinin Esma binti Ebubekr, dedesinin Hazreti Ebubekr, ba-baannesinin Peygamberi zişânın halası Safiyye binti Abdulmuttalip, teyzesinin ümmül müminin Aişe ol-duğunu bildikten sonra başka söze ne hacet! Döne-minde Müslümanların ilim ve ahlak mercii Yedi Me-dine Fakîhi’nden biridir Urve bin ez-Zübeyr. Hilafet-i Ömer’in son senesi dünyaya gelip 70 yıl ilim, irşad ve takva timsali ömür sürdükten sonra ecel ona oruçlu halde yetişir. Ailesi iftar etmesi için ısrar etseler de dinlemez, zira nehr-i Kevser’den içerek orucunu aç-mak emelindedir. Ceylan gözlü hurilerin elinden gü-müş kadehlerle…

Seleme Bin DînarAbdurrahman bir Zeyd kendisinden “hiç kimse gör-medim ki, hikmet onun ağzına Ebu Hâzim’inki ka-dar yakın olsun” diye bahseder. Halifeye her fırsatta

ödünsüz nasihatler edecek kadar metin bir Medine kadısı... Emevi yöneticilerden biri kendisini çağırdı-ğında “ben ehl-i ilimden dini dünyaya taşımadıklarını gördüm. Bunu ilk yapan olmak istediğini zannetmiyo-rum. Bize ihtiyacın varsa sen gel” demiştir. Vefat anı yaklaştığında yanındakiler “Ebu Hâzim, neler hissedi-yorsun?” diye sorunca “dünyada yaptıklarımızın şer-rinden eğer kurtulabildiysek, kaçırdıklarımızın daha bize ne zararı olabilir?” yanıtını verir. Bu sözün ar-dından son nefesini verinceye kadar şu ayeti tekrar eder durur: “İman edip, makbul ve güzel işler yapan-ları Rahman, (hem Allah, hem de mahlûklar nezdin-de) sevimli kılacaktır.” (Meryem, 96)

Said bin Cübeyr:Müfessirlerin piri, İbni Abbas’ın mümtaz talebesi, mücahid âlimlerin medar-ı iftiharı… Yakalanıp zalim Haccac’ın huzuruna çıkarıldığında şu konuşmalar geçer aralarında: - (Haccac) “Hakkımda ne düşünüyorsun?” - (Said bin Cübeyr) “En iyi sen bilirsin kendini. Diye-ceklerim hoşuna gitmez.” - “Olsun, mutlaka sende duymak isterim.” - “İyi biliyorum ki, sen Allah’ın kitabına muhalefet ediyorsun. Heybetini artıracağını düşündüğün işlere girişiyorsun, ama bunlar seni helake, cehenneme sü-rükleyecek.” - “Demek öyle! Vallahi seni katledeceğim.” - “O halde sen benim dünyamı harap edersin, ben se-nin ahiretini.” - “Şimdi nasıl öldürülmek istediğini söyle bana.” - “Aksine sen seç kendine ölüm şeklini. Yemin olsun ki, beni öldürdüğün gibi aynen seni ahirette öldürecektir Allah.” - “Seni affetme mi ister misin?” - “Affedecek olan Allah Teâlâdır. Ama senin ahirette hiç özrün olmayacak.” Artık Haccac iyice köpürür. - “Görevliler! Hemen kılıcı ve idam örtüsünü hazırla-yın.” Said bin Cübeyr bu arada tebessüm eder.

Öncülerin Ölüm Anları Adem ÖzçelikA

ilim Şubat 2017 Sayı: 1842

- “Neye bu tebessüm?” - “Allah’a cüretine karşı onun sana gösterdiği sabra şaşıyorum.” Haccac daha fazla bekleyemez artık. - “Çabuk öldürün şunu!” Büyük öncü yüzünü kıbleye döner, şu ayeti okur: “Doğrusu ben, gerçekten yüzümü bir muvahhid olarak gökleri ve yeri yaratana çevirdim ve ben müşriklerden değilim.” (Enam, 79) Haccac: “Çevirin şunun yüzünü kıble-den!” der. Bunun üzerine “nereye dönerseniz dönün, Allah oradadır” (Bakara, 115) ayetini okur. Bu defa Hac-cac “yüzüstü yere yatırın onu!” emrini verir. Said bin Cübeyr bu sefer de “sizi ondan (topraktan) yarattık; yine sizi oraya döndüreceğiz ve bir kez daha sizi on-dan çıkaracağız” (Taha, 55) ayetini okur. Mübarek boynu vurulmadan önceki son sözleridir bunlar.

İbrahim NehaîIrak fakihi, İbni Mesud’un ilmini tevarüs etmiş âlim, Hazreti Aişe gibi sahabeyi görmüş bir bahtiyar, Şa’bî ile birlikte Küfe ehlinin müftüsü… “Konuştum, (görüş belirtmek zorunda kaldım.) Eğer zaruret olmasaydı, kesinlikle konuşmazdım. Benim gibi birinin fakih sa-yıldığı bir zaman ne kötüdür!” diyecek kadar müte-vazı. Şa’bi der ki: “Ardında ne Hasan-i Basrî, ne İbni Sirîn, ne Küfe ve Basra’da, ne Hicaz ve Şam’da ken-dinden daha âlim birini bırakmadı.” 96 yılında ölüm vakti geldiğinde müthiş bir korkuya kapılır İbrahim en-Nehaî. Neden korktuğu sorulduğunda şöyle der: “Hangi tehlike ve acı şu an yaşadığımdan daha büyük olabilir? Birazdan Rabbimin ölüm meleği gelecek. Bil-miyorum ki, bana cenneti mi cehennemi mi haber ve-recek. Vallahi kıyamet gününe dek içimde bu korkuyu taşımak isterdim.” Bunlar dudaklarından dökülen son sözlerdir İbrahim en-Nehaî’nin.

Ömer bin AbdülazizHulefa-i Raşidîn’in beşincisi, müctehid ve zahid. İki yıl beş aylık hilafeti Emeviler’in en adil, en salih dev-ri. İbni Ömer’in “vay be! Nasıl da belli Ömer’in torunu

olduğu! Yüzünde nişanesi var, adalet dolduracak yer-yüzüne” övgüsüne mazhar olmuş, devletin olanca re-fahına rağmen tek bir gömlekle yaşamış, hilafet tahtı yerdeki bir sedirden ibaret müstesna devlet adamı ve âlim ve zahid… Hanımı Fatıma binti Abdulmelik an-latır: “Halifenin vefat ettiği gün biraz istirahat etmesi için odasından çıktım. Sürekli şu ayeti okuduğunu işitiyordum: “Bu ahiret yurdunu yeryüzünde böbür-lenmeyi ve bozgunculuğu istemeyen kimselere veririz. Güzel sonuç Allah’a karşı gelmekten sakınanlarındır.” (Kasas, 83) Sonra birden ses kesilince görevliye “git bir bak” dedim. Çığlık üzerine yerimden fırlayıp halife-nin yanına vardığımda, onu kıbleye dönük halde bir eliyle ağzını, diğer eliyle gözlerini kapatmış upuzun yatarken buldum. Ruhunu teslim etmişti.”

Zeynel AbidinHazreti Hüseyin’in oğlu ve korkunç Kerbelâ katliamı sonrası ehl-i beytten hayatta kalan tek mazlum, bi-ricik garip... Günde bin rekât namaz kılan, ayaküstü gelişen bir konuşmada hazırlıksız şekilde orucun va-cip, haram ve mubah kırk çeşidini ayet ve hadisten delilleriyle sayacak kadar ilmi derinliği olan, kendine söven birinin muhtaç halini anlayıp maddi yardım-da bulunacak kadar incelik ve geniş yüreklilik sahibi; Medine’de yüz aileye sırtında erzak taşıyarak onla-rın geçimini sağlayacak kadar alçakgönüllü ve yar-dımsever bir fakih, bir zahid, bir çilekeş… Oğlu Ebu Cafer vefat anında gözlerinden yaşlar süzüldüğünde sorar: “Babacığım! Neden ağlarsın? Vallahi senin ka-dar Allah’a kavuşmayı arzulayan birini daha tanımı-yorum. Üstelik babam olduğun için de söylemiyorum bunları.” Zeynel Abidin’in verdiği cevap fani dünya-daki son sözleridir: “Yavrucuğum! Kıyamet günü is-ter melek olsun, ister nebi farketmez, herkesin akıbeti Allah’ın iradesine bağlı olacak. Dilerse azap edecek, dilerse mağfiret.”

العلم43 مجادى األوىل1438 العدد:18

ilim Şubat 2017 Sayı: 1844

25 Kasım 2016 Cuma

Umreye hayatımda ilk kez gidecektim. Gitme haberini aldığımdaki halimi görseydiniz, zaten yü-zümden anlardınız önemli bir şeylerin olduğunu. Tek gideceğimden dolayı ayrı bir mutluluk vardı üzerimde. Pasaport işlemleri falan derken yirmi günlük ara çabucacık geçti. Uçak cumartesi sabah saat 02:00’de kalkacaktı. Cuma akşamı havaalanın-daydım. Çok sevdiğim arkadaşlarım ve ailem gel-mişti beni uğurlamaya. Uçağın kalkmasına iki saat kala kafile toplandı. Bu sırada biraz heyecanlan-mıştım. Bekleme salonuna indik. Benim gibi genç birisi daha vardı, adı Mustafa. Bekleme salonunda uzun süre beraber oturduk. Aynı zamanda oda ar-kadaşı olduğumuzu öğrendik. Uzun süren muhab-betin sonunda samimi olduk. 15 günü kiminle geçi-receğim belli olmuştu. Yolculuğumuzun ilk 11 günü Mekke’de, son 4 günü ise Medine’de geçecekti.

26 Kasım 2016 Cumartesi

Hayatımda ilk kez uçağa binecektim. Onun heyecanı da vardı üzerimde. Uçağın ilk hareket

anındaki o ani hız ve havalanması çok ilgimi çek-mişti. Yolculuk dört saat sürdü. Yanbu’ havaalanına indik. Yanbu’ Mekke’ye otobüs ile beş saatlik uzak-lıkta, Kızıldeniz kıyısında küçük bir şehir. Burada sabah namazını kıldık ve mikat sınırına doğru ha-rekete geçtik. Üç saat sonra mikat sınırına vardık ve ihramlarımızı giyindik. İşte tam olarak umreye gittiğimi hissettiğim an, ihramlarımızla dışarıya çıktığımız vakit oldu. Otobüse tekrar bindik. Bu se-fer yolculuk oteleydi. Telbiyeler otele gidene kadar kısa aralıklarla hep okundu. Bu sayede iki saatlik yolculuk çabucacık bitti. Otele vardığımızda saat 12:00 olmuştu. Valizlerimizi otel odasına bıraktık. Biraz dinlenip öğle namazını kıldık. Kafile baş-kanı Yusuf hoca kafileyi topladı. Ve otobüse binip Mescid-i Haram’a doğru ilerlemeye başladık. Otel, Mescidi Haram’a 3 km. uzaklıkta, Şişe bölgesindey-di. Herkesin içinde bir heyecan vardı. Otobüsten inip Mescid-i Haram’a doğru yürüyüşümüz bizi çok daha fazla heyecanlandırdı.

Kafilenin geneli yaşlı olduğu için yavaş yavaş ilerliyorduk. Merve kapısından içeriye girdik. Say yapanların arasından Kâbe avlusuna çıkan korido-ra ulaştık. Dışarısı her ne kadar sıcak olsa da içeride biraz üşümeye başlamıştım. Tam bu sırada Kâbe’yi gördük. İşte o ilk görüş anı bana direkt olarak Hz. İbrahim ile oğlu İsmail’i hatırlattı. İçimdeki heyecan kendini tutkuya bırakmıştı. Bir yandan Kâbe’nin büyük oluşu beni şaşırtırken, bir yandan da binler-ce insanın aynı anda dönmesi beni hayretler için-de bırakmıştı. Tavaf etmeye başladık. Yedinci şavtı bitirince tavaf namazını kılıp Safa tepesine çıktık. Safa tepesi dediysem, tepe değil, kendi gitmiş ismi kalmış. Birkaç metrelik yokuştan oluşan bölge. Safa’dan Merve’ye, Merve’den Safa’ya yedi tur da burada attık. Buraya kadar olan kısımda ilgimi en çok çeken şey, içerisinin çok fazla soğuk olmasıydı.

Umre Günlüğü Emre Gündoğdu

العلم45 مجادى األوىل1438 العدد:18

Devasa klimalar, vantilatörler durmadan çalışıyor-du. Haddinden fazla çalışan bu klimalar birçok ki-şinin hasta olmasına yol açıyordu. (Bunlardan biri de bendim.) Say bitince Merve kapısından çıktık. Umre’nin bitmesi için tek bir şey kaldı: Saçlarımızın bir bölümünü kesmek. Merve kapısından çıkınca yaklaşık 200 m. ileride berberler var. Oraya doğru giderken berberden çıkan insanları gördüm. Bazıları saçının tamamını kesmişti. Tamamını kesmeyenle-rin ise kafalarında şerit şerit saçlar kalmıştı. Ben de berbere girmekten vazgeçtim. İbrahim abi ve Mus-tafa abi ile beraber otele gittim. Saçlarımızı kestik-ten sonra ihramlarımızı çıkardık.

Akşam namazı yaklaşmıştı. Üstümüzü giyinip dı-şarıya çıktık. Otobüsten indiğimizde ezan okunmuş, kamet getiriliyordu. Otobüs duraklarının az ileri-sinde Kâbe’nin temizlik hizmetini görenler namaza durmuştu. Hemen yanlarına gittik ve namazı orada kıldık. Mekke’de insanlar imamın sesini duyduk-ları anda nerede olursa olsun, namaza duruyorlar. Namaz bittikten sonra abilerimle beraber Kâbe’ye girdik. Terliklerimizi benim çantama koyduk. Çanta yük olmasın diye bir köşeye bıraktık. Avluya çıkıp beraber tavaf etmeye başladık. Yatsı ezanının okun-masına on dakika vardı ki bir anda ilk saflar tavafı bırakıp yerinde durmaya başladılar. Biz de onlarla beraber durduk. Meğer her vakit namazı ön safta kılabilmek için böyle bir şey yapıyorlarmış. Bizim durduğumuz yer Hicr-i İsmail’e giriş kapısının önü idi. Namazdan önce görevliler Hicr-i İsmail’i boşalt-tılar. Ezan okundu. Yaklaşık on beş dakika sonra imam Hirc-i İsmail’e girdi ve iki rekât namaz kıldı. Kamet getirildi ve namazı kılmaya başladık. Bel-ki de hayatımda gerçekten namaz kıldığımı ilk kez hissetmiştim. Namazı neden, ne amaçla kıldığımızı. Namaz bittiği gibi Hicr-i İsmail kapısına yöneldim. Bu esnada İbrahim abi ile Mustafa abiyi kaybettim.

Hicr-i İsmail’e girip en köşede namazı kıldım. Çıkıp otele gidecektim, ama terliklerimizin içinde oldu-ğu çantayı nereye koyduğumuzu unuttum. Bir süre aradım. Acaba görevliler mi aldı dedim kendi kendi-me. En son otele gitmeye karar verdim. 300 m. ka-dar çıplak ayakla yürüdüm. Otobüs ile otele gittim. Böylece Mekke’deki ilk günüm bitmişti.

27 Kasım 2016 Pazar

Sabah 04:00 gibi uyandık. Odadaki abilerimle beraber Kâbe’ye gittik. Sabah namazını hatim böl-gesinin tam önünde kıldım. Namazlar ortalama 10-15 dakika sürüyor. Ama o kadar tatlı oluyor ki o dakikalar, hemen bitiyor. Hani derler ya anlatılmaz, tadılır. İşte öyle bir şey bu. Namazdan sonra hemen otele gitmedim. Birkaç tavaf ettikten sonra ikinci kata çıkıp Kâbe’nin boşalmasını bekledim. Fakat beklerken pervanenin verdiği serinlik ile uyuya kal-dım. Uyandığımda otele kahvaltı yapmaya gittim. Kahvaltıdan sonra otelde dinlenip öğle namazına geldim. Öğleden sonra dışarı çıkıp etrafı gezindim. İkinci gün olmasına rağmen Kâbe’ye aynı yerden girip çıkıyordum. Çünkü başka bir kapıdan girdin mi yönümü hemen kaybediyordum. Dışarı çıkma nedenim de işte buydu. Akşam namazını ikinci kat-ta kıldım. Sonra tam Mültezem’in karşısına geçip Kâbe’yi izledim. Gündüzleri tavaf çok zor olduğun-dan geceleri yapmaya karar verdim. Yatsıdan sonra otele gittim ve yemeği yedikten sonra geri döndüm. Yatsı namazında Kâbe tıklım tıklım oluyor. Fakat namaz bittiği gibi boşalmaya başlıyor. Yemeği ye-dikten sonra Kâbe kalabalığı yarı yarıya düşmüştü. Saatler ilerledikçe sayı daha da azaldı. Ama yine de binlerce insan tavaf ediyorlardı.

28 Kasım 2016 Pazartesi

Sabah namazını kıldıktan sonra oteldeki ağabey-lerimle karşılaştım. Gece otele gitmeyince merak et-mişler. Beni görünce sevindiler. Otele gidip yattım.

ilim Şubat 2017 Sayı: 1846

Odada bulunan klima benim yatağımın karşısınday-dı. Ben uyuyunca klimayı açmışlar. Dört saat kadar klimanın altında uyudum. Uyandığımda boğazlarım şişmiş, halsizlik had safhaya çıkmıştı. Bunun yanın-da ileri derecede öksürük de vardı. Akşama kadar fazla önemsemedim. Fakat gece daha da şiddetlen-di. Sabah olunca hemen hastaneye gittim. Birkaç saat sıra bekledim. Doktor iğne vurdu. Otelde biraz dinlendim. Öksürüğüm ve halsizlik gitmişti. Fakat boğazlarım da hala şişlik vardı.

1 Aralık 2016 Perşembe

Hastalığımın üstünden birkaç gün geçince ken-dime ancak gelebildim. Bugün gezi günü. Mekke’de gezilecek yerleri gidip göreceğiz. İlk önce Arafat Dağı’na çıktık. Sandığım kadar büyük bir dağ değil-miş. 60-70 metrelik ufak bir tepe. Aylardan aralık olmasına rağmen hava sıcaklığı 45 dereceydi. Kısa bir sohbetten sonra Arafat’tan ayrılıp hac güzergâhı olan Müzdelife’ye, oradan da Mina’ya gittik. Fakat buralarda durmadık. Sadece otobüsün içinden gös-terildi. Ama benim en çok merak ettiğim yer, Sevr Dağı ile Nur Dağı’ydı. Bu dağlara çıkacağımızı zan-nediyordum. Lakin dağların eteğinde durup kısa anlatımlar ile yetindik. Mekke ve civarını yarım gün gibi kısa bir sürede gezdik. Bizim topraklara hiç mi hiç benzemiyor. Yapay yeşillikleri kaldırdığımızda belki de hiç bitki tutmayan bir yer. Toprak bile yok denecek kadar az. Gözünüzün gördüğü dağlar sade-ce taştan oluşuyor.

2 Aralık 2016 Cuma

Kafiledeki abiler ile anlaştık. Bu gece Nur Dağı’na çıkmaya karar verdik. Gece saat 02:00 civa-rı kalktık. Otobüs otelin önünde bekliyordu. Uzun süre kafilenin toplanmasını bekledik. Nur Dağı ote-le 3 km. uzaklıktaydı. Kısa süre sonra dağın eteğine vardık. Otobüsten inip merdivenleri tırmanmaya başladık. Kafile yavaş ilerlediğinden üç kişi ayrı çıkmaya karar verdik. Hızlı adımlar ile bir an önce

çıkmayı istiyorduk. 20-25 dakikalık bir maratondan sonra çıkmayı başardık. Yol üzerinde birçok dilenci ve merdiven yapan işçiler vardı. Hira Mağarası’na, en zirveye ulaştıktan sonra koca koca kayaların ufak tefek aralarından geçerek varılıyordu. Gece geç vakitte gittiğimizden olsa gerek, hiç kalabalık yoktu. Hatta bizim dışımızda bir ya da iki kişi vardı. Mekke’de gerçekten etkilendiğim bir yerdi burası. Zemzem Tower’a bile yüksekten bakıyordum artık. Mağaranın üstüne çıkıp biraz Kâbe’yi seyrettim. Sonra sabah namazı için Kâbe’ye gittik. Sabah na-mazından sonra çok hazin bir şey ile karşılaştım. Ben Kâbe’de en büyük hayal kırıklığımı Haceru’l Esved’de yaşadım. İnsanlar öldüresiye birbirlerini ezerek oraya girmeye çalışıyor. Hatta bu sabah na-mazı sonrası Haceru’l Esved’in önünden geçerken iki kişi arasında ufak bir sürtüşme başladı. İkisi de birbirini geçmek istiyordu. Sonra bu sürtüşme biraz daha ilerledi ve birisi diğerine yumruk attı. Diğeri de ona vurdu. Etraftaki insanlar hemen durdurdular. Her ne kadar kavga bitse de insaniyet ölmüştü. İşte bundan dolayı Kâbe’de olduğum müddetçe hiç ora-ya girmeye çalışmadım. Çünkü benim için insanları incitmemek daha önemliydi.

3 Aralık 2016 Cumartesi

Ertesi gece kafile ile beraber Mekke ye 30 km. uzaklıktaki Cîrane bölgesine gittik. Burası Rasulullah’ın Huneyn Gazvesi’nden aldığı ganimeti muhafaza ettiği yerdir. Ayrıca Rasulullah’ın hayatı boyunca yaptığı dört umrenin sonuncusunu burada ihrama girerek yapmıştır. Bu sebeple biz de son um-remizi burada yaptık.

6 Aralık 2016 Salı

Ve artık Mekke’deki son gece gelip çatmıştı. Son gece olması hasebiyle Kâbe’de kalmaya karar ver-dim. Her tavaf sonrası Altınoluk’un tam karşısın-daki merdivenlerde oturup Kâbe’yi biraz izliyor-dum. Bu sırada küçük bir kız çocuğu geldi yanıma.

العلم47 مجادى األوىل1438 العدد:18

Bir bardak zemzem uzattı. Sonra da uzaklaştı. Gö-zümle onu takip ettim. Annesi ve babası bardağı dolduruyor, o da önüne gelene veriyordu. Küçük bir şey gibi gözüküyor. Fakat suyu kime veriyorsa o ka-dar mutlu oluyor ki anlatılmaz. Böylesi küçük iyilik-ler bile insanı çok mutlu edebiliyor. Bir tavaf daha ettim. Sonra arka taraftaki halılara uzandım. Bir saat uyuduktan sonra kalktım, abdest aldım. Sabah na-mazı yaklaşıyordu. Sabah namazından sonra çıka-caktım. Biraz hüzün vardı içimde. Sabah namazını kıldım ve çıkmaya hazırlanıyordum ki telefonumun cebimde olmadığını fark ettim. Hemen çantama baktım. Sonra oturduğum bölgeye, ama bulamadım. Sonra uyuduğum yer geldi aklıma. Oraya gittim, ama orada da bulamadım. Son kez Kâbe’ye baktım ve çıktım. Otele gidip kahvaltı yaptım ve odama çıktım. Eşyalarımı hazırladım. Valizimi otelin lobisi-ne indirip otobüsün gelmesini bekledim. Mekke’de unutamadığım bazı anlar oldu. Bunlar; Kâbe’de kıl-dığım namazlar, ikinci kata çıkıp Kâbe’yi saatlerce izlemek ve Hira Mağarası. İşte tüm bunları geride bıraktım. Şimdi ise yolculuk Medine’ye.

Otobüs geldi. Herkes üzgün bir şekilde bindi. Hareket ettiğinde derin bir nefes alıp her şeyi ka-famdan sildim. Gideceğim yeri düşündüm. Çünkü insan kendini ancak böyle rahatlatıyor. Altı saat sürdü yolculuk. Yolculuk esnasında etrafı seyret-tim. İster istemez bu yollar yürüme nasıl biter diye geçirdim içimden. Hicret geliyor, çekilen zorluklar geliyor insanın aklına. Medine’de otelimiz Mescid-i Nebi’nin 100 m. ilerisindeydi. Otele ulaştığımız gibi valizlerimizi yerleştirip akşam namazı için mescide gittik. Akşam namazını kıldıktan sonra otele dön-dük. Medine’nin Mekke’den ilk gördüğüm farklılı-ğı, daha temiz ve daha düzenli olmasıydı. Medine umreciler için alışveriş yeridir. Bu akıma ben de katıldım. Bir daha gitme imkânım olursa, kesinlikle öyle bir şey yapmam. Tüm namazlardan sonra bir

direğin dibinde Kuran halkası kuruluyor, diğerinde hadis, bir başkasında fıkıh. Medine tam anlamıyla ilim şehri. Bir ilim talebesi olarak bundan çok etki-lendim.

7 Aralık 2016 Çarşamba

Sabah namazından sonra Rasulullah’ın kabrini ziyarete gittim. İlk olarak cennet bahçesi denilen yeşil halıda namaz kıldım. Oraya girmenin çok zor olacağını düşünmüştüm. Fakat öyle olmadı. Çok düzenli bir sistem yapmışlar. Rahat rahat namaz kılmaya ve dua etmeye izin veriyorlar. Oradan çıkıp Cennetu’l Baki’ye girmek istedim. Burada çok daha fazla sıra vardı. Yavaş yavaş ilerlese de bekledim, ama ne yazık ki tamamen içeri girmeye izin ver-miyorlardı. Yarım daire çizdirip geri çıkartıyorlar-dı. Otele dönüp biraz dinlendim. Öğle namazından sonra gitmeyi denedim. Bu sefer ise hiç kapıları bile açmamışlardı. En sonunda görevliler ile konuştum. İkindiden sonra açılacağını söylediler. İkindiden sonra girmeyi başardım. Çok büyük bir mezarlık. İçeriye girdiğimde geçen sene vefat eden bir akra-bamı da ziyaret ettim.

8 Aralık 2016 Perşembe

Ertesi sabah geziye gittik. Medine’de birçok ge-zilecek yer var. Bizim gideceğim yerler çok kısıtlı. Sırasıyla Uhud Dağı, İki Kıbleli Mescid, Hendek Savaşı bölgesi ve Kuba Mescidi’ne gittik. Benim en tat aldığım yer Kuba Mescidi oldu. Medine’de piş-man olduğum birkaç şey var. Biri çok fazla boş vakit geçirmem, diğeri de yanıma bir hadis kitabı alma-mamdı.

Böylece Umre yolculuğumun son günü de bitmiş oldu. Mekke’deki hastalığım, telefonumu kaybedi-şim gibi kötü olaylar yaşasam da hepsi bana bir ders verdi. Son söz olarak, çok gelmek isteyen kardeşle-rim varsa, sadece istesinler. Allah onları bir şekilde getirecektir zaten.

ilim Şubat 2017 Sayı: 1848

Ölüm KorkusuAbdullah Köşgen

Milletçe ölümle sık sık yüz yüze geldiğimiz şu za-manlarda, şehitlerimizin ve hayatını kaybeden dost-larımızın halini anlamamıza vesile olacak en isabetli konu, elbette ölümün öncesi ve sonrasını tartmaktır. Selefin tavsiyesini ve halefin tatbikini göz önünde bulundurmaktır. Bu yazımızda rahatlarından vazge-çerek kutsal değerleri için canlarını feda eden şehit-lerimizi göz önünde bulundurarak bir değerlendirme yapacağız.

Selefin bazıları ölümü hatırlamak, unutmamak istemişlerdir. Dünyanın ahiret için var olduğunun farkındadırlar. Maddenin mana için araç olması du-rumu geçerlidir. Çünkü hiçbir zaman aksinin kar ge-tirmeyeceği bellidir. Mutluluk için para harcamak, harcamak için mutluluktan taviz vermek uygun de-ğildir. Ölüme, manaya açılan kapıdır, dedik. Peki, her ölümden hoşnut muyuz? Ne zaman ölüm bizim için korku ve üzüntü sebebi olur?

Bu duyguyu en iyi biçimde öleceğimi zannettiğim gün yaşamıştım. Olaylar art arda yaşanınca ölümün bana da geleceğini düşündüm. Öyle kenarda, sabit bir şekilde duruyordum. Neden bana dokunsundu ki? Ama çok yakınımdaydı. Hemen düşünecek kadar vaktim olduğu için sevindim. Öleceğim, ne yapma-lıyım, diye düşündüm. Gidişatı bozmadım. Hiçbir ters hareket yapmadım. Ne yapıyorsak aynen devam ettim yapmaya. Madem öleceğim, bu zamana kadar okuyarak çevreme kazandıramadığım faydayı, belki ölü bedenimle kazandırırdım. Hiç yoksa şehit oldu, derlerdi. Ama artık bana bir yararı olmayan sözlerin ne önemi vardı? Benden sonra ne olacağını hiç umur-samadım.

O andan itibaren beni kısıtlayan her şeyden kur-tuldum. Üryan bile dolaşabilirdim. Yanımdaki insan-lar bir yandan endişeli, bir yandan hamasi söylemler-le milleti kontrol altında tutmaya çalışıyorlardı. Ama zaten köprüleri yakmıştım. Öleceğimden emindim. Birazdan süremin biteceği için üzülmüştüm. Geride yapamadığım bir sürü şey vardı. İleride ise bunların telafisi olarak daha mutlu olacağımı zannediyorum. O son anımda beni mahveden tek olay buydu.

Bütün bu hissiyatım; korkum, cesaretim, hüznüm, endişem yarın sabah camide gözlerimi açana kadar-dı. Yorgunluktan uyuya kalmış ve artık acıkmıştım. O kadar duygu dolu anlardan sonra karnımı doyurmak-tan hicap duymuştum. Ben nasıl olurda, nirvanaya ulaştıktan sonra sıradan insanlar gibi yemek yerdim? Ama her şey normale dönüyordu artık. İnsanlar bir-birlerine şaka yapıyorlar. Beraber yemek yiyorlar. Sigaraları zaten hiç sönmemişti. İşte bu. Benim ölü-müm böyle gerçekleşti.

Bir daha yaşasam o anları, ölümden değil de, dü-şüncelerimden vazgeçerdim. Çünkü hissiyatım yük-sek, ancak maneviyatımın sıfır olduğu bir zamandı. Düşündüğüm her şey “dünyadaki ben” içindi. Kalbî duygulardı. Ama saf değildi hiç biri. Hiç biri rızayı ummuyordu. Kandırılmak istemiyordum. Boşuna öl-mekte. Mecburen ölüyordum. Hani “Eğer ahiret yur-du Allah’ın indinde, başkasının değil de sadece sizin içinse ve bu davanıza sadıksanız, ölümü temenni edin. Ölümü, yaptıkları işlerden dolayı asla arzulamazlar. Onların yaşamaya en düşkün olanlar olduğunu gö-receksin.” (Bakara/94-96) buyruluyor ya. İşte meselenin özü bu. Ölümü de yaşamı da belirleyen yaptıkları-mız. Hem dünya hem ahiret için. Yaşama isteğinin ve ölüm korkusunun sebebi de aynı.

Tarih ne padişahlar, ne hükümdarlar, ne komu-tanlar, ne yiğitler gördü. Ancak hepsi unutuldu, top-rak oldu. Ancak ölümleri ile dünyada iz bırakanlar müstesna. Onlar kılıçlarıyla, emirleriyle, kararlarıyla hala yaşıyor, gerektiği zaman bizim yerimize tekrar ölüyorlar. “Bugün mülk kimindir? Vâhid ve Kahhâr olan Allah’ındır.” (Mü’min/ 16)