KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden...
Transcript of KITAP Aydınlıkbüyük kitap fuarı olarak bilinen Frankfurt fuarında bu yıl toplam yüz ülkeden...
AydınlıkBU SAYIDA
32KİTAP
TANITILIYOR
12 Ekim 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 33
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
KITAP.
Toplam: 1137
Attila İlhan’lahayatın içinden
Çölün insanları
Şarabî deniz
Çok kültürlülük
İngilizemperyalizminden
balyoz tertipçilerinekomplo teorileri
Dünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyanDünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyanDünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyanDünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyanDünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyanDünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyanDünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyanDünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyanDünün güzel ütopyasını bugünün gerçeğine taşıyan
Hobsbawm’ınardından...
Hobsbawm’ınardından...
Hobsbawm’ınardından...
Hobsbawm’ınardından...
Hobsbawm’ınardından...
Hobsbawm’ınardından...
Hobsbawm’ınardından...
Hobsbawm’ınardından...
Hobsbawm’ınardından...
Frankfurt Kitap Fuarı 10 – 14Ekim tarihleri arasında gerçekle-şecek. Bu sene fuarın onur ko-nuğu Yeni Zelanda. Dünyanın enbüyük kitap fuarı olarak bilinenFrankfurt fuarında bu yıl toplamyüz ülkeden katılım sağlanacak,sayısı 7bini aşan standlarda bu ül-kelerden “yeni çıkanlar” sergilenecek. Kitap okuma alışkanlığı en yük-sek olan ülkeler arasında gösterilen Almanya ise bu yıl fuar öncesie-kitabı tartışıyor. Geçtiğimiz yıl Almanya çapında yapılan kitap sa-tışlarının dörtte birini e-kitap oluşturuyor. Dünya basını fuarın açı-lış haberlerini bu gelişmeyle birlikte duyururken fuar yöneticisi JuergenBoos açılış konuşmasının büyük bölümünü bu konuya ayırdı. Çe-şitli değerlendirmelerde bulunan Boos, değişimin farkında ama ki-tabın toplumlar açısından önemini de unutmuyor: “Her şey değişir.Sonunda her şey aynı kalır.”
* * *
Ülkemizden bir fuar haberiyle devam edelim: Edirne Kitap Fua-rı bu yıl ilk kez düzenlenecek. 11 – 17 Ekim tarihleri arasında ger-çekleşecek fuara 30 yayınevi katılıyor. Hafta boyunca çok sayıda ya-zar Edirnelilerle bir araya gelme fırsatı bulacak. Emekçizade Ker-vansaray’da yapılacak etkinliğe tüm Edirneliler davetli.
Haftaya görüşmek dileğiyle...
Olan biten
İÇİNDEKİLER SUNU
Haftanın Portresi: Nilgün Marmara s. 4
Şarabî deniz s. 5
Attila İlhan’la hayatın içinden s. 6
Ekrana hâkim izleyici s. 7
Kıvılcımlı’nın düşün hazinesiyle tanışmak… s. 8
Çok Kültürlülük s. 9
Felsefenin felsefe dışından aşılması s. 10
Oryantalistleştirilen kavram: Köktendincilik s. 11
s. 12
s. 14
s. 15
“İnsan en çok canı yandığında insandır” s. 16
Yeni Çıkanlar s. 18-19
Çocuk: Geleceğin öykücüleri s. 20
Sahaf: Dağa çıkan devrimcinin anıları s. 21
Alıntı Test-Bulmaca s. 22
12 EK�M 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Ekonomi Politiğin Eleştirisine Katkı, Karl MarksDünyanın yörüngesini anlamak için
Küçük Kara Balık, Samed BehrengiMerak etmekten korkmamak için
Sevda Sözleri, Cemal Süreya
Uçurumda açan çiçekler için
Kırmızı ve Siyah, Stendhalİnsanda onuru tanımak için
Samizdat, Soner Yalçınİçimizdeki Silivri'yi görmek için
ÖneriYorum
BARIŞ TERKOĞLU
1)
2)
3)
4)
5)
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Aydınlık
KITAP.
Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu
Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Editör: Pınar Akkoç
Yazıişleri: İrem Halıç, Deniz Antepoğlu, Cenk Özdağ
Yazıişleri Müdürü: Damla Yazıcı
İngiliz emperyalizmindenBalyoz Tertipçilerine komplo teorileri
Kapak: “Sıradışı İnsanlar”ı yazansıradışı tarihçi
Oryantalizmin “öteki”ye resimle saldırısı:Görünmeyeni sergileme motifi olarak Odalık
Isabelle Eberhardt’ın “Unutuşu Ara-
yanlar’’ isimli öykü kitabı Alakarga Sanat
Yayınları’ndan çıktı. Oldukça ilginç bir ya-
şamöyküsüne sahip -annesi Rus asıllı bir
aristokrat, babası ilerleyen yaşlarda Müs-
lümanlığı seçmiş Ermeni asıllı bir rahip
olan- yazar Müslüman olarak dünyaya ge-
liyor ve yaşamının bir bölümünü “Si Mah-
moud Essadi” takma adı ile erkek kılığında
çöllerdeki keşif gezilerinde geçiriyor. Ken-
disini muhabir olarak tanımlayan Eber-
hardt, öykülerinde çöllerdeki dingin ya-
şamın resmini çiziyor.
Eberhardt’ın öyküleri çöl tasvirinin
yanı sıra toplumsal sorunlara da değin-
meden geçmiyor. Dünyanın unutulmuş kö-
şelerinde yaşayan insanların hak arayışla-
rını, çaresizliklerini ve kabullenişlerinin öy-
küsünü aktarıyor bize. “Suçlu’’ isimli öy-
küde anlatılan Cezayir’de bir “iskan’’ po-
litikası sonucu arazileri ellerinden alınıp
sembolik bir bedel ile avutulmaya çalışılan
köylüler günümüzdeki “kentsel dönüşüm
projesini’’ anımsattı bana.
“Fakat el koyma gelip çattı ve yetkili-
ler çiftçilerin elindeki toprakların yasal
hak sahipliği konusunda uzun ve karma-
şık bir soruşturmaya başladılar. İşlerini yü-
rütebilmek için, uzun süre önce ölmüş ka-
dıların sararmış, yıpranmış belgelerine
müracaat ettiler, bu belgeleri didik didik
ettiler. Böylece kabile üyeleri arasındaki
akrabalığın yakınlık derecesini keşfetme-
yi başardılar. Sonra bu keşifleri sürecin iler-
leyişinde bir esas olarak kullanarak, da-
ğıtılacak tazminatı belirlediler. Burada
da bürokrasinin gülünçlüğü kendini gös-
terdi ve zavallı çiftçilerin kötü sonunu ha-
zırladı.’’ Yazarın anlatımında oradaki in-
sanların yaşamlarının devinimlerinin ritmi
kulağınıza ulaşıyor. Uzak ülkelerden gelen
bu melodi size duygu bakımından çok ta-
nıdık gelen fakat biçimsel açıdan bir o ka-
dar yabancı bir dünyaya sürüklüyor.
EVS�ZL�K VE YOKSUNLU�UNBERABER�NDEK� ÖZGÜRLÜK“Dışarıda’’ başlıklı öyküde ise dünyadan
sadece yaşamını sürdürmesine yetecek
ekmekten başka bir beklentide bulunma-
yan, özgürlüğün vücut bulduğu bir insan
anlatılıyor. “Onu bir derbeder olmakla suç-
ladıklarında, her zaman aynı şeyi söyle-
miştir: Çalmadım. Yanlış bir iş yapmadım.
Fakat insanlar bunun yeterli olmadığını id-
dia ettiler, onu dinlemediler. Bu ona hak-
sızlık olarak görünür, tıpkı ana yollarda
okuma yazma bilmeyenlerin anlamasını-
nı beklendiği işaret levhaları gibi.’’
Yazar, bir kere dünyaya gelmiş olanın
itaat etmeye zorlandığı düzenin itaat et-
meyeni yabancılaştırmasını yalın bir dille
ifade etmiş. Yadırganan boyuneğmezlik
meczupluk olarak adlandırılıp kişi tama-
men yalnızlaştırılıyor. Bu yalnızlık sistem
içindeki geçici yalnızlıklardan oldukça
farklı. Kişinin yaşamdaki koşuşturmadan,
hırslardan vazgeçişi ona kendince yaşama
özgürlüğünü getirirken yoksulluğa da
mahkum ediyor. Bu durumu yazar bir di-
ğer öyküde “Kara Kalem Yazıları’’nda şöy-
le anlatmış:
“Yalnız olmak, ihtiyaçlar bakımından
yoksul olmak, gözlerden uzak olmak, her
yerde evinde olan bir yabancı olmak ve bü-
yük ve tek başına dünyanın fethine doğru
yürümek.’’
Aslında insan yaşamının farklı kesit-
lerini anlatan bu hikâyeler ortak bir nok-
tada birleşiyor, insanda. Okurken sizi in-
san ve evren gibi geniş bir pencerede dü-
şünmeye bırakan kitap tam dünyadan
uzaklaşıp onu uzaydan seyre dalmışken bir-
denbire sizi insanların tam içine en ince in-
san diyaloglarının arasına bırakıveriyor.
(Unutuşu Arayanlar, IsabelleEberhardt, Alakarga Sanat Yayınları,
Çev: Ayşegül Demir, 77 s.)
HAFTANIN PORTRES�
Ünlü şair Nilgün Marmara, 1958 yı-
lında İstanbul Kadıköy’de doğdu. Kadı-
köy Maarif Koleji’ni bitirdikten sonra Bo-
ğaziçi Üniversitesi’nde İngiliz Dili ve
Edebiyatı Bölümü’nden mezun oldu.
Bitirme tezini “Sylvia Plath’in Şairliğinin
İntiharı Bağlamında Analizi” üzerine
yazdı ve şairliğini şekillendiren de Sylvia
Plath’in hayatı ve edebiyatı olmuştur.20.
yüzyılda karşımıza çıkan gizdökümcü tü-
rün de şair üzerindeki etkisini görmek
mümkündür.
1980 darbesini yaşamış herkes gibi,
şair de siyasal ve sosyal sorunlar arasın-
da sıkışmış ve varoluş sorunsalına eğil-
miştir. Ancak o döneminin “marji-
nal”lerindendir. Edebiyat dünyasına İl-
han Berk tarafından tanıtılmıştır. Daha
sonrasında Ece Ayhan, Cemal Süreya,
Fazıl Hüsnü Dağlarca, Turgut Uyar,
Edip Cansever, Cihat Burak gibi pek çok
isimle tanışmış ve etkilemiştir. Cemal Sü-
reya kendisini yazar F. Scott Fitzge-
rald’ın eşi Zelda’ya benzetir ve ismi ar-
kadaşları arasında “Çılgın Zelda” olarak
anılmaya başlar.
Nilgün Marmara’yı ve şiirini anlaya-
bilmek için kuşkusuz Sylvia Plath ile öz-
deşleşmesinden, ondan etkilenmesin-
den de bahsetmek gerekmektedir. Nil-
gün Marmara da Plath gibi küçük yaşta
babasını kaybetmiş ve bu onda derin bir
etki bırakmıştır: “Ben babamın yuvar-
ladığı çığın altında kaldım...” Şiirlerinde
ölüme yakınlık dikkat çeken unsurdur.
Manik-depresif ruh hali de şiirlerini
oluştururken etkisini hissettirir.
Okulu bitirdikten sonra Kağan Önal
ile evlenir ve eşinin işi nedeniyle bir sü-
reliğine Libya’da yaşamak zorunda ka-
lır. Bu durum ruh halini olumsuz yönde
etkiler ve Türkiye’ye geri döndüğünde
doktorlar yazmamasını tavsiye eder.
(tıpkı Virginia Woolf gibi) Ancak bu uya-
rıları dikkate almaz.
Şairliği ile hayata dayanabiliyordur ve
ona göre “hayatın neresinden dönülse
kârdır”. Yaşama karşı ölümü tercih eder
ve henüz 29 yaşındaykan evinin balko-
nundan atlayarak tıpkı çok sevdiği Sylvia
Plath gibi intihar eder.
tükenirdi monologkaçarken içine düştüğüm kara toplumbig bang sonrası büyük yalnızlık bilinmeyenisaçlarında titreyen iblisler karartırken güneşiüstüste gömülürkensaydam yaşamlarbir yankı duyulurdu hiç’liktenbütün yalnızlıklarınızın ilencikorusun çoğulluklarınızıcinnet koyun erdemin adınımaskelerinizi kuşanıp yalanlarınızı çoğaltınhepiniz mezarısınız kendinizin...
Nilgün Marmara(13 ŞUBAT 1958 - 13 EKİM 1987)
Nilgün Marmara da Plath gibi küçük ya�ta babas�n�kaybetmi� ve bu onda derin bir etki b�rakm��t�r:
“Ben babam�n yuvarlad��� ç���n alt�nda kald�m...”�iirlerinde ölüme yak�nl�k dikkat çeken unsurdur
Bir ev, bir aile, bir mülk veyakamusal bir görev sahibiolmak ve sosyal makineiçinde yararl� bir çark olmak...Bütün bunlar insanlar�n büyükço�unlu�una, entelektüellerve hatta kendilerini bütünüyleözgürle�tirmi� addedenlere
Çölün insanları12 EK�M 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP
PINAR [email protected]
bile, gereklilik hatta zaruretolarak görünür. Ancak, bu tür�eyler ötekilerle temastan,özellikle düzenli ve sürekli birtemastan do�an farkl� bir türkölelik biçimidir sadece
IsabelleEberhardt
5Aydınlık KİTAP
Şarabî deniz Yazar�n öykülerinde hayale dayanan
unsurlar bulmak oldukça güç.Aksine tamamen ya�ad��� toplumu
özellikle de Sicilya’y� -�talya’danfark�n� vurgulayarak- dünyaya
duyurmak niyetinde oldu�u aç�k.Onun tek derdi toplumunu her
yönüyle anlatabilmek
“Sen burada parlamaya bak, Güneş, ölüm-süzler arasında ve ölümlüler arasında, bereket-li toprak üstünde.
Birazdan ak yıldırımla çarpacağım onlarıngemisini, paramparça edeceğim şarap rengidenizin ortasında.”
İtalyan yazar Leonardo Sciascia’nın “Şa-
rap Rengi Deniz” isimli öykü kitabı Yapı Kre-
di Yayınları’ndan çıktı. Romanlarıyla ve faşist
döneme dair eleştirileriyle tanınan yazar bu se-
fer 1959- 1972 yılları arasında yazdığı öykü-
lerinin derlendiği kitabıyla karşımızda. Kitap,
İtalya’nın özellikle de Sicilya’nın tarihine, ge-
leneklerine, günlük hayatına ışık tutuyor. Ya-
zarın doğal anlatımı, roman anlatırmışçasına
derin bir biçimde öykü anlatması kitabın dik-
kat çeken özelliklerinden. Öykülerin diğer bir
özelliği ise bir kısmının dizi ve filmlere konu
olmuş olması.
Kitabı elinize aldığınızda ilk dikkat çeken
isminin ilginçliği oluyor. Ancak kitabın ön sö-
zünde öğreniyorsunuz ki “şarap rengi deniz”
tanımının iki bin küsür yıllık bir geçmişi var-
mış. Ünlü şair Homeros “İlyada” ve “Odesia”
eserlerinde Ege Denizi için bu tanımı kulla-
nırmış. Kitap daha ismiyle bizden, bize ait şey-
ler taşıyor. Sanırım bu kitabın en etkileyici yanı
bu. Okuduğunuz her öyküde kendinize, ya-
şadığımız topluma dair izler bulabilmek…
�TALYA’YA SEYAHATYazar, öykülerini oluştururken her türlü ko-
nudan, tarihi unsurlardan ve efsanelerden, si-
yasi olaylardan, gelenek ve göreneklerden fay-
dalanıyor. İtalyan toplumunu özellikle de Si-
cilya’yı yakından tanıma fırsatı elde ediyor-
sunuz. Örneğin ilk öykü İtalya’da bir kentte yıl-
lardır anlatılan bir olaya dair. Genç yaşta yaş-
lı bir adamla evlenmeye mecbur edilen bir kı-
zın öyküsü. Çok tanıdık değil mi? Bizde de ki-
taplara, filmlere konu olan utanç verici bir du-
rum. Hatta en son İlyas Salman’ın yıllar son-
ra oynadığı “Lal Gece” filmiyle aklımıza gel-
miyor mu?
İlerleyen öyküler de benzer nitelikte. “Uzun
Yolculuk” isimli öyküde iyi bir gelecek vaadiyle
Amerika’ya gitmeye çalışan köylülerin kandı-
rılması da yine hâlâ yaşanan tipik olaylardan.
Sicilya özelinde öykülere geçtiğimizde karşımıza
mafyanın çıkmaması mümkün mü? Yazar iyi
gözlemciliği sayesinde mafyanın tarihsel kök-
lerini de bizlere hatırlatarak halk tarafından ne
kadar kanıksandığını gözler önüne seriyor.
Mafyaya karşı açılan soruşturmayı, mafya açı-
sından anlatması sayesinde mafyanın İtalyan
toplumunda nasıl algılandığını daha da iyi bir
şekilde gözlem-
leyebiliyoruz.
Stalin’in naaşı-
nın mozoleden
kaldırılması
olayını bir ka-
sabada yıllar-
dır tapılan azi-
zenin aslında
azize olmadı-
ğına din adamlarının karar vermesiyle kentin
kadınlarının ayaklanması şeklinde uyarlayarak
anlatılması siyasi olaylara dayanan öykülere ör-
nek olarak verilebilir. Geri kalan öykülerden çok
bahsetmek istemesem de yazarın Edward Ale-
xander Crowley’e dair anlattığı öykü de oldukça
ilginç. Çünkü bahsettiğimiz kişi büyücülükle ve
satanizme olan katkılarıyla pek de iyi bir ünü
olmayan bir yazar. Böylelikle Crowley hakkında
da bilgi edinmiş oluyorsunuz.
TOPLUMLA BESLENEN ÖYKÜLERYazarın öykülerinde hayale dayanan unsurlar
bulmak oldukça güç. Aksine tamamen yaşa-
dığı toplumu özellikle de Sicilya’yı -İtalya’dan
farkını vurgulayarak- dünyaya duyurmak ni-
yetinde olduğu açık. Onun tek derdi toplu-
munu her yönüyle anlatabilmek. Kaldı ki
yaptığında başarılı olmuş durumda. Zira İtal-
ya’yı sayesinde tanıyor, seviyor ve kendinizi, ya-
şadığınız toplumu görüyorsunuz.
Yazarın dilinden bahsetmek gerekirse
klasik öykü dili diye tanımlanabileceği kanı-
sındayım. Yani postmodern bir tekniği yok. Ak-
sine her öykü birer roman havasında. Daha ilk
cümleden okuyucuyu yakalamayı başarıyor ve
yarattığı karakterlere, olaylara dair kısa tas-
virler yapmasına rağmen herhangi bir eksik-
lik hissetmiyorsunuz. O an anlattığı olaya, kısa
betimlemelerle romandaki derin hissiyatı ve-
rebiliyor. Öykülere dair tek sıkıntı öykülerin-
de anlattığı olayların gerçekte İtalya’da veya
dünyada yaşanmış hangi olay sonucunda ka-
leme alındığını kestirememek olabilir. Öykü-
nün hangi olaya dair yazıldığını bilmediğiniz
zaman sonunun havada kaldığını hissedebili-
yorsunuz. Burada size yardımcı olacak ise ya-
zarın kitabın sonuna eklediği açıklama kısmı
ve öykülerin içinde bolca yer verilmiş çevirmen
ve editör notları.
Sonuç olarak İtalya’yı hissetmek adına ke-
yifli bir kitap okuduğumu söyleyebilirim. İtal-
ya’yı tanımak isteyenlere iyi bir tavsiye olabilir…
(Şarap Rengi Deniz, LeonardoSciascia, Yapı Kredi Yayınları,
Çev: Neyyire Gül Işık, 140 s.)
DENİZ ANTEPOĞ[email protected]
12 EK�M 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP
Kimi yazarlar vardır, henüz sağ-
ken yazdıkları unutulur, önemsizle-
şir, gündemden düşer. Kimi yazarlar
vardır, öldükten sonra da hep gün-
demde olurlar, güncel kalırlar. Yaz-
dıkları, söyledikleri etkisini korur. At-
tila İlhan işte böyle bir yazar, şair, dü-
şünürdü.
Hem çok yönlüydü, çok üret-
kendi, çok çalışkandı. Hem de, bu sa-
tırların yazarı da
dahil olmak üzere
pek çok gazeteci-
ye, araştırmacıya,
bilim insanına cö-
mertçe elverir, bil-
diklerini paylaşır,
ustalık ederdi onla-
ra. Yaşamının son
yıllarında, Milli Mü-
cadele’nin ulusal ve
kutsal sacayağını
oluşturan kesimleri
yeniden bir araya ge-
tirme çabası güttü İl-
han. Dip dalgasının
fikri öncüsü oldu.
Editörlüğünü üstlendiği “Bir Millet
Uyanıyor” serisi bunun ürünüydü.
“Parola: Vatan, İşareti: Namus”
sözü, amacını özetliyordu.
MAN�SALI’NIN KALEM�NDENATT�LA �LHANÇok tanınmasına karşın, özel yaşa-
mı az bilinen, kamuoyunun önüne
çıkmaktan pek hoşlanmayan bir ay-
dın olan Attila İlhan’ın hayata, in-
sanlara, tanınmış isimlere ilişkin
düşüncelerini, yakın dostu Prof. Dr.
Erol Manisalı kaleme aldı. Manisa-
lı, “Attila İlhan’la Hayatın İçinden”
adlı çalışmasında büyük ustayla soh-
betlerini kitaplaştırdı. Attila İlhan’la
ilgili daha önce çıkan kitaplarında
yer almayan konuları, anıları, kişileri
ve sohbetleri bu kitapta kaleme al-
dığını belirten Manisalı’nın bu son
kitabı da oldukça dikkat çekici.
Kitap, Manisalı’nın akıcı anlatımı
sayesinde çok kolay okunuyor. Milli-
yetçilikten Marksizme, Mustafa Ke-
mal Paşa’dan Sultan Galiyev’e, Tur-
gut Özakman’dan İlhan Selçuk’a,
Süleyman Demirel’den Uğur Mum-
cu’ya, Metin Erk-
san’dan Çetin Al-
tan’a, Aziz Nesin’den
Sevgi Erenerol’a, Er-
tuğrul Özkök’ten
Orhan Pamuk’a,
Hıncal Uluç’tan Çe-
tin Altan’a dek pek
çok konu ve kişi
hakkındaki gözlem-
ler, saptamalar yer
alıyor. Manisalı ve
İlhan, birbirlerinin
“ağlama duvarı”
olarak kimseyle ko-
nuşmadıklarını,
paylaşmadıklarını,
paylaşıyorlar birbirleriyle. Sohbet
ederken aralarındaki bütün duvarla-
rı yıkıyorlar, kendi kendilerine söy-
leyebildikleri her şeyi birbirlerine de
söylüyorlar.
“YALNIZCA AZ�Z NES�N’E‘AB�’ DERD�”Attila İlhan’ın Uğur Mumcu’ya çok
özel bir sevgi ve saygısı olduğunu ya-
zan Manisalı, kimseden “abi” diye
söz etmeyen İlhan’ın, Aziz Nesin’in
adı geçtiğinde “Aziz Abi” dediğini
belirtiyor. Ve bunu “Aziz Nesin’in ay-
rıcalıklı yerinin ifadesi” olarak ta-
nımlıyor. İlhan’ın sağ- sol ayrımı
yapmaksızın, Türkiye’nin bağımsız-
lığı, bütünlüğü, egemenliği ve Cum-
huriyet Devrimi ortak paydasında bir
ulusal cephe oluşturmak için dü-
şündüklerini aktarıyor. Atatürk’ün
yarattığı milli senteze verdiği önemin
altını çiziyor. Şöyle diyor Manisalı:
“Attila İlhan’la en fazla Kema-
lizm’in içinin nasıl doldurulacağını
tartışıyorduk. İktisadi, siyasi, askeri
ve kültürel boyutları nasıl olmalıydı?
Bunları gazete yazılarımıza, kitap-
larımıza, televizyon konuşmaları-
mıza aktarıyorduk. Etkileri çok bü-
yük oldu. Halkçılık ile laiklik ara-
sındaki bağdan iktisat ve dış ticaret
politikalarına kadar unsurlarını or-
taya koyuyorduk. O bir sentezciydi
görüşünü benimseyen Attila İlhan,
Osmanlı kültürü, din, ilericilik ara-
sındaki köprüleri kurmaya çalıştı.
Onu bu nedenle eleştirenler çıktı”.
ASYACI VE DO�ULUK�ML��E VURGUManisalı, İlhan’ın Avrasyacılık ko-
nusundaki görüşlerini de vurguluyor
kitabında. “Attila İlhan ulusal kim-
liğin biraz geniş tutulmasını savu-
nurdu. Asyacı ve Doğulu kimliğe-
sürekli vurgu yapardı. Biz özünde
Asyalıyız, ulusal kimlik içinde Asyalı
kimliğimiz kaybolmamalı, Batı uy-
garlığı bizim değil onların uygarlı-
ğıdır derdi” şeklinde yazıyor.
Kitapta Attila İlhan’ın Paris gün-
lerinden anılar da var. Hayranlarının
adını çok sık duyduğu çizgi dışı bir
Fransız kadını olan Margot bunlar-
dan biri mesela. Manisalı, Attila İl-
han’ın Margot’un kara kalemle res-
mini çizdiğini ve bu çizimi özenle
sakladığını anlatırken, “Acaba ha-
yatta mı diye mırıldandığında gözleri
buğulanır, biraz da hayal alemine da-
lardı” diye yazıyor. Sigara ve alkol
kullanmayan Attila İlhan’ın dostla-
rını kıramadığı için nasıl da duman
altı olduğunu, ama yine de hiçbiri-
ne sitem etmediğini belirtiyor.
Manisalı, Attila İlhan’ın İsmet
İnönü’ye ilişkin çok önemli bir ça-
lışma yapmayı kararlaştırdığını da
belirtiyor. Bilgi Yayınevi’nin şimdi
aramızda olmayan kurucusu Ah-
met Küflü’nün, “Attila İlhan yaşa-
saydı ‘Hangi İnönü’ adlı bir kitap
yazacaktı bizim için” dediğini ak-
tarıyor.
Özetle Erol Manisalı, Attila İl-
han ile hayatın içinde gördüklerini,
konuştuklarını, paylaştıklarını, ya-
şadıklarını aktarırken, Türkiye’nin
içinde geçtiği durumun da bir öze-
tini yapıyor. Ulusal bir çıkış için ne-
ler yapılması, hangi kuvvetlerin bir
araya getirilmesi, nasıl bir program
etrafında buluşulması gerektiğini
de söylüyor.
(Attila İlhan’la Hayatınİçinden, Erol Manisalı, Tarihçi
Kitabevi, 187 s.)
BARIŞ DOSTER Çok tanınmasınakarşın, özel
yaşamı az bilinen,kamuoyunun
önüne çıkmaktanpek hoşlanmayan
bir aydın olanAttila İlhan’ın
hayata, insanlara,tanınmış isimlere
ilişkindüşüncelerini,
yakın dostu Prof.Dr. Erol Manisalı
kaleme aldı
Attila �lhan
Erol Manisal�, Attila �lhan ile hayat�n içindegördüklerini, konu�tuklar�n�, payla�t�klar�n�,ya�ad�klar�n� aktar�rken, Türkiye’nin içinde geçti�idurumun da bir özetini yap�yor. Ulusal bir ç�k��için neler yap�lmas�, hangi kuvvetlerin bir arayagetirilmesi, nas�l bir program etraf�ndabulu�ulmas� gerekti�ini de söylüyor
Erol Manisal�
Attila İlhan’laHayatın İçinden
12 EK�M 2012 CUMA 7Aydınlık KİTAP
Ekrana hâkim izleyiciSinemasal deneyim, izleyicinin dünyada yaln�zca özne olarak var olmakla katlanabildi�i
eksiklik hissiyle geçici olarak ba� edebilmesini sa�larHALE YİĞİT
Vermont Üniversitesi’nde sinema kuramı
ve film tarihi dersleri veren ve psikanalitik sinema
kuramı uzmanı olan Todd McGowan, yerel ve
tikel iddialar içeren sinema çalışmalarının ege-
men olduğu ve sinema kuramlarının artık ne-
redeyse üretilmediği günümüzde zor bir işe so-
yunuyor. Lacan’ın psikanaliz alanında öne sür-
düğü kuramları sinemayı yeniden yorumlamak
için kullanan McGowan, Sergei Eisenstein,
Andre Bazin, Christian Metz ve Laura Mulvey
gibi kuramcılar tarafından üretilen evrensel
iddialara yüz çevirmenin aslında sinemanın
kendisinden uzaklaşmak anlamına geldiğini, bu
metinlerin filmleri hem sinemasal metin hem de
izleyicinin deneyimi bağlamında anlamak eği-
liminde olduğunu, dolayısıyla böylesi çalışma-
lara olan ihtiyacın her zaman için geçerli oldu-
ğunu belirtiyor.
“Her film üretim ve alımlama gibi çeşitli bağ-
lamların içinde çıksa da bağlamın getirdiği kı-
sıtlamalara tümüyle uymaz. Kısacası, filmler ken-
dilerini estetize eden kişisel üsluplarla kendi bağ-
lamlarına meydan okuyabilirler. Hatta bağlamını
yinelemekten ibaret olan filmler bile hemen o
bağlamlara indirgenmemelidir. Zira bir film, ken-
di bağlamını savunacak bir biçim bulabilmek için
öncelikle kendi bağlamına yabancılaşmak zo-
rundadır.” Mc Gowan bu tespitinden sonra, iz-
lediği yöntemi, film üretiminin tarihsel bağlamını
ve onun alımlamasını tartışmaktan kaçınmak ve
filmin kendisini kalkış noktası sayan psikanali-
tik bir sinema kuramını işlemek olarak açıklıyor.
Neden böyle bir yaklaşıma ihtiyacımız var?
McGovan film izleyicisinden anladığı şeyin,
ampirik/gerçek izleyici değil, bizzat sinemasal
metnin çağırdığı izleyici olduğunu belirttikten
sonra, hiçbir filmin kendi tarihsel bağlamını ya
da onu kimin izleyeceğini göz ardı etmediğini,
zaten bağlam ve izleyicinin sinemasal metinle dış-
sal bir ilişki içinde olmadığını öne sürüyor.
Ona göre her film estetik gelişimi vasıtasıyla bağ-
lamını beraberinde getirir ve özgül bir gönde-
rim biçimiyle kendi izleyicisini belirler. Bu du-
rumda yazara göre “Gerçek Bakış”ın iddiası, si-
nemanın üretim ve alımlama bağlamı göz ardı
edilmeyecek olsa da, onların filmin dışında de-
ğil, filmin kendi doğasında bulunduğunu keş-
fetmek olacaktır.
Yazara göre bir filmin üretimini ve alımla-
masını o filmin içine dahil ettiğimiz zaman, bir
sinema kuramını yeniden olanaklı kılmış oluruz.
Sinema hakkında kuram üretilebilecek alanla-
rı bertaraf etmek gibi bir eğilim olsa da, bu eği-
limde olanlara verilecek en uygun cevap bağlama
karşı metni vurgulayan bir savunma yapmak ye-
rine, ikisini birlikte ele alan, bağlamın metne olan
içkinliğini gösteren bir kavrayış olacaktır. Her si-
nemasal metin tarihsel koşulların tezahürünü de
içinde taşır. Tarih ve izleyici, arşiv taramaları ya
da izleyici anketleriyle değil, sinemasal yorum-
lama sayesinde keşfedilecektir.
AYNAYA BAKAN ÇOCUKFilm izleme deneyimine özgü ideolojik sorun-
ları çözümleme amacıyla Lacan’ın psikanalitik
çözümlemede öne sürdüğü “ayna evresi” teo-
risine başvurmak aşağı yukarı 70’li yıllarda
gündeme geldi. Lacan’ın bu teorisi bir çocuğun
gerçeklikte mahrum olduğu hâkimiyeti bedeni
üzerinde kurduğunu varsayar. Çocuğun parça-
lanmış bedeni, ayna imgesini yorumlayış biçimi
sayesinde bir bütünlük kazanır. Bu yorumlama
aslında bir yanılsamadan başka bir şey değildir.
Ayna, çocuğun gerçekte ne olduğunun imgesi-
ni yansıtsa da, tam olarak çocuğun kendisi de-
ğildir. Sinema kuramcıları bu teoriyi izleyici olma
durumuna aktararak, sinemanın yanıltıcı nite-
liğiyle özneleri ideolijiye katan ve onları top-
lumsal düzenin sınırlamalarına uymak duru-
munda bırakan süreç arasında bir bağlantı kur-
muşlardır. Tıpkı Althusser’in somut bireylerin
toplumsal olarak verili bir kimliği üstlenip ken-
dilerini bu kimliklerin içinde görmeleriyle ken-
dilerini bir özne olarak yanlış tanımalarını ta-
nımladığı gibi.
Daha sonra ge-
len kuramcılar da
sinemanın ruhsal etki-
leri ile ideolojinin işleyişi arasındaki bağlantıya
duydukları inançta birleşirler.
Aynaya bakan bir çocuk gibi izleyici de ek-
ran üzerindeki olaylara ilişkin bulunduğu ko-
numa dayalı bir hâkimiyet hissi elde edecektir.
Algılanan olarak namevcut, algılayan olarak
mevcut olmak, izleyicinin sinema dışındaki ha-
yatı niteleyen gerçek yokluk duygusundan
kaçmasını, kısacası sinemasal deneyim, izleyi-
cinin dünyada yalnızca özne olarak var olmakla
katlanabildiği eksiklik hissiyle geçici olarak baş
edebilmesini sağlar. Bu deneyim ayna evre-
sindeki hazzı büsbütün yineleyerek imgesel bir
haz verir.
Todd McGovan’ın psikanalitik sinema ku-
ramına katkısı olarak değerlendirebileceğimiz
“Gerçek Bakış”, belli başlı sinema akımlarından,
önemli yönetmenlere, temel kavramlardan
oyunculara varıncaya kadar bütün malzemeyi
kullanarak sinemanın doğasını kavramamızın yo-
lunu açıyor.
(Gerçek Bakış- Lacan Sonrası SinemaKuramı, Todd McGowan, Say Yayınları,
Çev:Zeynep Özen Barkot, 344 s.)
12 EK�M 2012 CUMA8 Aydınlık KİTAP
Türkiye sosyalist hareketinin
önemli teorisyenlerinden, düşün ha-
yatımızın en önemli kilometre taş-
larından biridir Dr. Hikmet Kıvıl-
cımlı; özgün, üretken ve bir polemik
ustasıdır.
Bu yıl (11 Ekim) aramızdan ay-
rılışının 41. yılı…
Kıvılcımlı’yı ya da sosyalist ha-
reket içerisindeki bilinen adıyla
“Doktor”u en yalın haliyle anlata-
bilecek en uygun cümle eşi Emine
Kıvılcımlı’dan da vasiyet olarak me-
zar taşına yazmasını istediği, Te-
rentius’un ünlü “İnsanım: İnsancıl
olan hiçbir şey, bana yabancı kala-
maz” sözüdür. Topkapı’da bulunan
mezarının başındaki bu söz Kıvıl-
cımlı’nın kendisini insanlığa adayı-
şının bir ifadesidir de.
HAP�SHANEY�ÜN�VERS�TEYE ÇEV�REN“KIZIL PROFESÖR”1929 yazında, henüz 27 yaşında bir
gençken, İzmir Tevkifatı’yla tutuk-
lanmış ve yargılama sonucunda 4,5
yıllık hapse mahkum edilmiştir. Ka-
rarı kendisine tebliğ
eden hakime büyük
bir soğukkanlılıkla
verdiği “4,5 yıl iyi bir
süre, hepimiz çıkar-
ken Kızıl bir profe-
sör olarak çıkacağız”
cevabı deyim yerin-
deyse bir efsane ol-
muştur.
Durdurak bilme-
yen çalışmasıyla, mü-
cadeleyle geçen on yıl-
lık tecrübesini de ar-
kasına alarak, 1933’te
çıktığı Elazığ Ceza-
evi’ni kendi deyimiyle “Elazığ Üni-
versitesi”ne çevirmiştir.
TKP saflarında verdiği on yıllık
mücadelede gördüklerini, dersleri ve
eleştirilerini “Yol” adlı çalışmasında
toplamıştır. Kıvılcımlı’nın fikri bir tar-
tışma yaratılması için TKP Merkez
Komitesi’ne sunduğu “TKP’nin
Eleştirel Tarihi: Yol” sekiz ciltten
oluşmaktadır.
Yayını ancak 1978 yılı ve sonra-
sında gerçekleşebilen, birkaç yıl
önce de Sosyal İnsan Yayınları ta-
rafından yeniden yayımlanan “Yol”
serisinde “Genel Düşünceler” ,
“Parti’de Konaklar ve Konuklar” ,
“Parti ve Fraksiyon”, “Yakın Tarih-
ten Birkaç Madde”, “Legaliteyi İs-
tismar”, “Strateji Planı, Düşman:
Burjuvazi” ve “İhtiyat Kuvvet, Mil-
liyet: Şark”, “Strateji Planı, Mütte-
fik: Köylü” eserleri yer almaktadır.
Kıvılcımlı, TKP’ye yeni bir poli-
tik bakış açısı sunma gayretindeki bu
çalışmasının yanında Elazığ Ceza-
evi’nde birçok eseri Türkçeye çe-
virmiş ve özgün yapıtlar yaratmıştır.
Daha sonra Marksizm Bibliyo-
teği Yayınevi’ni kurmuş ve üretme-
ye devam etmiştir.
Marksizmi etüt eden, Kapital’i
çevirme uğraşına giren Kıvılcımlı,
Marksist literatürün eserlerini de
kendi dillerinden Türkçeye çevir-
miştir.
Kıvılcımlı külliyatını ilmek il-
mek dokumuştur…
DURMAKSIZIN ÜRET�RElazığ Cezaevi çıkışından itibaren ya-
yın faaliyetlerini arttıran Kıvılcım-
lı’nın Marksizm Bibliyoteği Yayın-
ları’nı daha sonra
Emekçi Kütüphane-
si ve Günün Mese-
leleri gibi yayınev-
leri izler.
Doktor’un 4,5 yıl
boyunca üniversite-
ye çevirdiği ceza-
evinin ürünleri mey-
vesini bu yayınev-
lerinde vermeye
başlar.
Kıvılcımlı’nın
çevirileri olarak; V.
İ. Lenin’in “Karl
Marks’ın Ekonomi
Politiği, Sosyalizmi, Taktiği” ve “Karl
Marks’ın Hayatı, Felsefesi, Sosyolo-
jisi”, Karl Marks’ın “Gündelik İş ile
Sermaye” ve Friedrich Engels’in
“Klasik Alman Felsefesinin Sonu”
Bibliyotek Yayınları’ndan çıkmıştır.
Kıvılcımlı’nın kurduğu ve yö-
nettiği yayınevlerinden çıkan kitap-
lar arasında Marksizmin klasikleri
sayılabilecek eserlerin de içerisinde
yer aldığı çok sayıda yapıt vardır.
Bunlar; Marks’ın “Enternasyonal
İşçiler Cemiyeti Açış Hitabesi”, En-
gels’in “Ailenin Özel Mülkiyeti”,
“Almanya’da Devrim ve Karşı-dev-
rim”, “Anti-Dühring”, “Marksiz-
min Prensipleri”, “Ütopik Sosya-
lizmden Bilimsel Sosyalizme”, “May-
munun İnsanlaşma Prosesinde Eme-
ğin Rolü”, Plehanov’dan “Mark-
sizmin Temel Meseleleri”, Buha-
rin’den “Tarihi Materyalizm Naza-
riyesi”, Lapidüs-Ostrovityanof’dan
“Kısaca Ekonomi Politik”, John
Reed’den “Dünyayı Sarsan On
Gün”.
Yine kendi eserlerinden; “Tür-
kiye İşçi Sınıfının Sosyal Varlığı”,
“Sosyete ve Teknik”, “Emperya-
lizm Geberen Kapitalizm”, “Ede-
biyat-i Cedide’nin Otopsisi”, “İnkî-
lapçı Münevver Nedir? (Devrimci
Aydın Nedir) Hanri Barbüs”,
“Marksizm Kalpazanları Kimler-
dir? Tip No.1-Kerim Sadi”, “Sov-
yetler’de Stahanof Hareketi”, “İs-
panya’da Neler Oluyor?”, “Marks-
Engels Hayatları” kitaplarını da ya-
yımlamıştır.
“DOKTOR H�KMET �Ç�NDEL�L M� ARAYACA�IZ? ”Bu yapıtlarının yanında yayımla-
mak için sıraya koyduğu “Ekonomi
Politik”, “Tarihi Materyalizm”,
“Mantıkin Mantıksızlıkları”, “Di-
yalektik Materyalizm”, “Marksizm
Nedir?”, “Leninizm Nedir?”, “Sos-
yal Rejimler”, “Sosyalizm Hareket-
leri”, “Din Tarihinin Materyaliz-
mi”, “İslam Tarihinin Materyalizmi”,
“Osmanlı Tarihinin Materyalizmi”,
“Asri Sofizm: Faşizm veya Kadronun
Kadrosu” isimli eserleri, 1938’deki
“Donanma Davası” nedeniyle ya-
yımlayamamıştır.
1938’de Donanmayı isyana teş-
vikten gözaltına alınır Kıvılcımlı.
Kendisine dava açan savcının hak-
kında hiçbir delil sunmadığını söy-
lediğinde savcının O’na verdiği ce-
vap oldukça ilginçtir: “Biz Doktor
Hikmet için delil arayacak kadar saf-
dil değiliz!”
Mahkeme 15 yıl ağır hapis ce-
zasına çarptırır Kıvılcımlı’yı.
1950 yılına dek, tam 12 yıl sürer
Doktor’un hapishane hayatı.
Kırşehir Cezaevi’nde, tecrit ko-
şullarında bile yine üretmeyi sür-
dürür, daha evvel başlattığı bazı ça-
lışmalarında derinleşir.
1950 affıyla içeriden çıktığında
yine onlarca eser hazırlamıştır. Bu
eserler ağırlıklı olarak tarih ve felsefe
üzerinedir.
B�LMEYLE YAPMAARASINDAK� DENGEY�KURAB�LEN ADAMTürkiye sosyalist hareketine strate-
jik ve taktiksel anlamda verdiği eser-
lerin yanında, birçok Marksist kla-
siği Türkçe’ye kazandırmış olan Kı-
vılcımlı, 22,5 yılını cezaevinde ge-
çirdiği yaşamı boyunca örgütlü mü-
cadelenin de en ön safında yer al-
mıştır.
Kurtuluş Savaşı’nda Kuvayı Mil-
liye saflarında komutan olarak sa-
vaşmış, Eski TKP’nin de önderleri
arasındadır.
29 Ekim 1954’te Vatan Partisi’ni
kurmuş (1954-1957) ve genel baş-
kanlığını yapmıştır.
Parti daha sonra kapatılmış, ku-
rucuları ise suçsuz bulunmuştur.
Daha sonra eserlerini 1965’te kur-
duğu Tarihsel Maddecilik Yayınla-
rı’ndan çıkarmış, 1971’e kadar Ay-
dınlık, Sosyalist, Türk Solu, Ant
gibi dergilerde yazmıştır. 12 Mart
1971 darbesinden hemen sonra Sı-
kıyönetim Komutanlığı’nca aran-
dığı için Yugoslavya’ya kaçmış, 11
Ekim 1971’de Belgrad’da yaşama
veda etmiştir.
Bu sayfalar Kıvılcımlı gibi
hem politik hem de kuramsal ki-
şiliğiyle tanınan bir ustanın yaşa-
mını ve mücadelesini anlatmaya
yetmez.
Hem Doğu’yu hem de Batı-
yı araştıran ve bunların bir sen-
tezini yapma gayretinde bulunan
Kıvılcımlı’nın külliyatı engin bir
denizdir adeta. Bu denizde yü-
zerek öğrenmeye ne dersiniz?
Kıvılcımlı’nın düşünhazinesiyle tanışmak…
Türkiye sosyalist hareketine stratejik ve taktiksel anlamda verdi�ieserlerin yan�nda, birçok Marksist klasi�i Türkçeye kazand�rm��olan K�v�lc�ml�, 22,5 y�l�n� cezaevinde geçirdi�i ya�am� boyuncaörgütlü mücadelenin en ön saf�nda yer alm��t�rŞENOL Ç[email protected]
Türkiye sosyalisthareketinin
önemliteorisyenlerinden,
düşünhayatımızın en
önemli kilometretaşlarından
biridir Dr. Hikmet
Kıvılcımlı; özgün,üretken ve bir
polemik ustasıdır
Hikmet K�v�lc�ml�
Çok kültürlülük
“Eğer Güney Afrika’da merkezi so-runları da içermeyen bir roman yazar-sanız, yayınlanmaya değer olmaya-caktır.”
Alan Paton
Çok uzun bir süredir, Güney Afrika
edebiyatını işleyebilecek bir fırsatın önü-
me çıkmasını bekliyordum. Okur olarak
bu hafta oldukça heyecanlandığımı be-
lirtmeliyim. Arkabahçe Yayınları’ndan
Zakes Mda’nın “Ölme Biçimleri” (Ways
of Dying, 1995) kitabı, İthaki Yayınla-
rı’ndan ise Lauren Beukes’un “Hayvan-
lılar Şehri” (Zoo City, 2010) dilimize ka-
zandırıldı. Her ikisi de oldukça önemli
eserler olması sebebiyle iki kitabı da iş-
leyeceğiz. Bu nedenle Lauren Beukes’u
(oldukça önemli bir bilim kurgu eseridir)
daha sonraya bırakalım ve bu hafta Za-
kes Mda’ya yoğunlaşarak ve gerek sö-
mürge dönemleri, gerek iç savaş zaman-
ları, gerekse politik unsurları bir kenara
bırakıp (bu köşede işlenemeyecek kadar
uzun ve derin bir konudur) sonucu esas
alarak, Güney Afrika edebiyatına bir
bakış atalım.
GÜNEY AFR�KA EDEB�YATITemel olarak Güney Afrika’da 11 dil ko-
nuşulur: İngilizce, Af-
rikanca, Zulu, Xhosa,
Sotho, Pedi, Tswana,
Venda, Siswati, Tsonga
ve Ndebele. Dünya pa-
zarı düşünüldüğünde
İngilizce yazan yazar-
larının yayınlanmakta
ve diğer dillere tercüme
edilmekte daha fazla
şans bulduğu düşünülse
de Cermen dillerine bir
hayli yakın olan ve Hol-
landaca lehçesi gibi gö-
rülen Afrikanca’da da
edebiyat alanında önem-
li başarılara ulaşılmıştır.
Beyaz ve Siyahın yan
yana yaşadığı ülkede, edebiyat dünyası da
Beyaz ve Siyah yazını olarak belirli bir ta-
rihe kadar iki farklı kategori gibi görül-
se de Afrikanca’nın kullanımı ile bir
kaynaşma noktası da şekillenmiştir. Zıt-
lıkların bir arada bulunduğu ülkede ede-
biyat en büyük birleşme noktası olarak gö-
rülmektedir. Bu çok çeşitlilik, inceleme
anlamında elbette pek çok zorluklar (bi-
rikim anlamında özellikle) doğurmakta-
dır ve kimi yazının nereye konulacağı bi-
linememektedir. Kazanılan Nobel ede-
biyat ödüllerine rağmen İngilizce yazılan
edebiyatın Güney Afrika edebiyatını to-
talde ne kadar yansıtabileceği hep tar-
tışma konusu olagelmiştir. Söz gelimi
daha az biliniyor ve okunuyor diye Zulu
dilinde harikulade araştırmaları olan
Njabulo Ndebele’nin kitaplarını (özellikle
“Rediscovery of the Ordinary” kitabını
tavsiye ederim) veya Sindiwe Magona’yı
(özellikle “Mother to Mother” kitabıyla),
Nadine Gordimer veya JM Coetzee’nin
arkasına sıralamak ne kadar adil olacak-
tır? İnceleme ve üstünde uzmanlaşmak ne
kadar zor ise okur olarak bu serüveni ta-
kip etmek ise bir o kadar keyifli. Çünkü
ulaşabileceğiniz binlerce farklı söylence,
anlatım, betimleme ve kalem bulunuyor.
Öyküler bitmek bilmiyor.
TERCÜME SAYISININ YETERS�ZL���Güney Afrika edebiyatının Avrupa’nın
sembolizm, ekspresyonizm, modernizm,
post-modernizm, Dadaizm ve başka pek
çok kültürel hareketliliğinden etkilendi-
ği, Drama yapısının özellikle Fransa, Al-
manya, Rusya ve Hollanda oyun yazar-
larından sıklıkla izler taşıyacak şekilde
modern ve karmaşık yapıda olduğunu söy-
lemek mümkün. Bu açıdan birebir ör-
neklemelerle inceleme yapmak zorunlu-
luk olarak görülse de esas zorluk Güney
Afrika edebiyatının dünya edebiyatını ne
ölçüde değiştirdiğini takip ederken orta-
ya çıkıyor. İngilizce harici kullanılan dil-
lerin tercümelerini yeterli sıklıkla bulu-
namamasından kaynakla-
nan bir geri izleme zorlu-
ğunun yanında belirli ya-
zarların kurgusal ve ha-
cimsel anlamda eski ya-
zınlara entelektüel bir göç
yaşatmış olup olmadığı
ise ayrı bir soru işareti
olarak görülüyor. Özel-
likle korku edebiyatında
ve karanlık mitolojik öğe-
lere yönelik olarak bir
göçten bahsedilebilecek-
ken nedense Güney Af-
rika dillerini derinleme-
sine inceleyen ve katkıda
bulunan dünyaca ünlü
üniversiteler bile bu konuda sessiz kalmayı
tercih ediyor. Klasik bir kural olarak
korku edebiyatını hala birkaç istisnanın
dışında incelemeye değer bulmamala-
rından kaynaklanıyor olabilir. Ne hata
ama?! Siyah ve Beyaz yazınına geri dö-
nelim. Çoğunluk için geçerli bir kural ola-
rak Güney Afrika’da Siyah edebiyatının
daha temel ve yerel, zaman zaman da eski
kültürel öğelere yönelik sorunlara yo-
ğunlaşırken Beyaz edebiyatının eskiye yö-
nelik bakışları sadece otantik birer faktör
olarak kullandıklarını, istisnalar olsa da
söylemek haksızlık olmaz.
Tam adı Zanemvula Kizito Gatyeni
Mda olan, 1948 doğumlu Zakes Mda Gü-
ney Afrika doğumludur, romancı, şair ve
oyun yazarıdır. Pek çok önemli Güney Af-
rika ve İngiliz edebiyat ödüllerine layık
görülmüştür. Bugüne kadar Türkçeye
tercüme edilmemiş olması inanılmaz.
Çünkü yazınının Türk okuru tarafından
da keyifle benimseneceğini düşünüyorum.
İlk oyunları dahi İngilizce kaleme alma-
yı tercih eden Zakes
Mda, kitapları yayımla-
nana kadar bankada
memurluk, öğretmenlik
ve pazarlama gibi işlerde
çalışmıştır. Pek çok ese-
ri bulunan Mda’nın
(“Fools, Bells and the
Habit of Eating” kişisel
favorimdir) İngilizce yaz-
ması onun dünyaya açıl-
masında elbette bazı ko-
laylıklar da sağlamıştır
ve şu an Ohio Üniversi-
tesinde Yaratıcı Yazarlık
Profesörüdür. Son olarak Türkçe ile bir-
likte 21 dile tercüme edilen, “Ölme Bi-
çimleri” (Ways of Dying, 1995) yazarın ilk
romanıdır.
YEN� B�R MESLEK:PROFESYONEL YASÇIGüney Afrika’nın demokratikleşme sü-
recindeki geçiş zamanını içerir ve Toloki
adındaki karakterini takip eder. Toloki
yoksulluğunun içinde yeni bir meslek icat
eder: “Profesyonel Yasçı” Ölümün her
yerde kol gezdiği dönemin içerisinde kur-
gu boyunca da çözümlemeler hep bir
varlar ve bir yoklar. Öykünün bu şekilde
anlatılması durumu ve dönemi de olabi-
lecek en güzel şekilde ortaya çıkarıyor. Bir
rüya gibi… Her şeyin güzel olacağını
söylemek elbette çok kolay, Toloki’nin yal-
nızlığında bile bir güzellik var, öykü bir yol-
culuk gibi devam ediyor, umut ve mizah
her şeye hâkim fakat öte yandan rüyadan
uyanınca ortalıkta kol gezen bir ölüm mev-
cut. Ölüm tekrar tekrar karşımıza çıkıyor.
Rüya görürken bitmek bilmeyen bir kapı
çalma sesi gibi. En sonunda rüyaya galip
geliyor. Ve yine rüyanın çok sesliliği gibi
hiçbir şey kesin değil, karakterler de öy-
küyle birlikte gelişiyor, değişiyor. Coğra-
fi ve kültürel referanslar yerli yerine otu-
ruyor. Dönemin vahşeti, sürreal damla-
cıkların arkasına saklanıyor. Geriye dö-
nüşlerle, genç insanların neden
taşrayı terk edip, karşılaştıkları
zorluklara rağmen şehirlere
göç ettiklerine ışık tutuyor.
Yüzeyde görülen nedenlerle
yetinmiyor. İçine iniyor ve
inerken yanında mizahı da
taşıyor. Kitabı bırakınca bir
rüya gördüğünüz hissine ka-
pılıyorsunuz. Yazını karman
çorman, zaman zaman alt üst
edilmiş ve belirli yerde takip
etmesi zor hale geliyor. Bu bir
roman için de oldukça nadir
bulunan bir anlatım ve sun-
duğu rüyanın rahatsızlığını her cümlesinde
tekrar karşımıza çıkarıyor. Kurgu, üstüne
sinen bir gizem havası yaratıyor, açıkla-
namayan şeyler vaat ediyor fakat her şeyi
huzura bağlamayı da başarıyor. Okur-
ken gözden kaçabilecek belirli paragraf-
lar boyunca yazar tekrar ve tekrar elleriyle
artan huzursuzluğu baskılıyor. Sanki kutu
açılırsa kendisi de bir yerde duramayacak
gibi…
Arkabahçe Yayınları’ndan Seda Er-
savcı’nın tercümesiyle dilimize kazandı-
rılan Zakes Mda’nın “Ölme Biçimleri”,
keşfetmeniz için sizleri bekliyor. Arka-
bahçe Yayınları’na keşifleri ve dilimize
önemli bir ismi daha kazandırdıkları
için teşekkürlerimi sunuyorum. Yazarın
diğer eserlerini de dilimizde görmek
umudunu taşıdığımı söylemeliyim. Bu
hafta da J. M. Coetzee’den bir alıntıyla
vedalaşalım: “Bir kitap, içimizdeki don-
muş denizi kırarak açmak için bir balta
gibi olmalı.”
( Ölme Biçimleri, Zakes Mda,Arka Bahçe Yayıncılık,
Çev: Seda Ersavcı, 192 s.)
12 EK�M 2012 CUMA 9BABİL BALIĞI Aydınlık KİTAP
M. SALİH [email protected]
Zakes Mda
FELSEFEN�N FELSEFE DI�INDANH�KAYES�N�N OLANA�IFelsefe, bilim ve gündelik yaşamın bir-
birinden özerk alanlar olduğu düşünü-
lür. Felsefenin kendi içerisinde karşıt
savların birbirini etkilemesiyle yeni sav-
ların ürettiği bir alan olduğu genel bir
kabuldür. Felsefe içerisinden bir bakışla
bunun böyle olmadığını göstermek pek
mümkün görünmese de felsefenin iler-
leyişine dışarıdan bakabilen ve felsefi
dönüşümlerin gerçekleştiği dönemleri
ele alabilen yaklaşımlarla buna alternatif
bir yorum mümkün hale gelir.
ÜRET�M �L��K�LER�N�NYANSIMASI OLARAKDÜ�ÜNSEL ÜRET�MBilimsel devrimlerin yapısını incele-
yen Kuhn, bilimsel devrimlerin oluşu-
munu bilimsel ve politik bir süreç ele
alarak bu yönde önemli bir iddia orta-
ya atmıştı. Fakat bilimsel varsayımların
temelinin bilimsel disiplinler dışındaki
kaynaklarına karşı kayıtsız kalmıştı.
Çeşitli ekollerden felsefe ve bilim ta-
rihçileri bilimsel devrimlerle felsefe ta-
rihi arasındaki sıkı ilişkiyi ortaya koyan
pek çok ürün verse de bu birbirinden
özerk alanların karşılıklı etkileşimleri dı-
şında görebildikleri tek belirleyen siyasi
devrimler olmuştu.
Marx ve Engels ise bilimsel düşün-
cenin ve felsefenin doğuşuna, ideoloji-
lerin yapısına ilişkin daha temelden bir
eleştiriyle bunların üretim ilişkilerinin
bir yansıması olduğunu dile getiren
bir yansıma kuramı ortaya koymuşlar-
dı. Marksist ekolün içerisinden gelen
Alfred Sohn – Rethel, daha önce Ge-
orge Thomson’ın yaptığı gibi felsefenin
felsefe dışındaki bir belirleyeni olarak
üretim ilişkilerinin felsefe ve bilim üze-
rindeki etkisini ortaya koyma iddiasın-
da olan önemli bir yapıt kaleme aldı:
“Zihin Emeği Kol Emeği Epistemolo-
ji Eleştirisi”. Bu eserin hikayesini Alf-
red Sohn – Rethel’in kaleminden alttaki
kutucukta okuyabilirsiniz.
ARA�TIRMAYI YARATAN VEYANIT �STEYEN SORULARSohn – Rethel, felsefenin, zihinsel
emeğin, özerkliğini reddetmeden, onun
belirleyenini ortaya koymaya çalışırken
birbirinden özerk üretimler arasındaki
bağlantıyı sağlayabilecek sağlam bir
temel koymayı amaçlıyor. Böyle bir
temelin gerekliliği açık olsa da bu ge-
rekliliğe ilişkin birkaç soruyu ortaya koy-
makta yarar var: Neden bütün bilimsel
devrimler belirli dönemlerde ortaya
çıkıyorlar? Newton fiziğinin, Galile’nin
atalet ilkesinin, Einstein’ın göreliliğinin,
Kopernik Devrimi’nin ve bunlara pa-
ralel olarak Rönesans ve Aydınlanma
felsefelerinin, Kant, Hegel ve Rousse-
au’nun felsefelerinin ortaya çıkması
bir tesadüf müdür? Bildiğimiz anlam-
da dizgesel düşünce, matematik ve sis-
tematik felsefe neden Antik Yunan’da
ortaya çıkmıştır? Proleterya, burjuva-
zinin üretim ilişkilerindeki egemenliğine
rağmen, nasıl oluyor da entelektüel
dostlara sahip olabiliyor?
DÜ�ÜNME B�Ç�MLER�N�N��LEV�Esasında birbiriyle çatışan felsefi yakla-
şımlar belirli bir çağda aynı anda dola-
şımda olabiliyor. Fakat bu çatışan felse-
fi yaklaşımlardan bazıları ileriki çağlar-
da baskın çıkmayı beklerken bir başka-
sı o belirli dönemde baskın olabiliyor. Bu-
nun nedeni olarak Sohn – Rethel, dü-
şünme biçiminin toplumsal sentezdeki
işlevine işaret ediyor: “herhangi bir dö-
nemin toplumsal açıdan gerekli düşün-
me biçimleri, o dönemin toplumsal sen-
tez işlevleriyle uyumlu olanlardır.” (s. 19).
Toplumsal sentezin siyasi belirleyeninin
hakim sınıf olduğu düşünüldüğünde
baskın düşünme biçiminin egemenin
düşünme biçimi olduğu açıktır. Ancak
burada ilerici bir çekirdek yatmaktadır:
“Toplumsal sınıf hakimiyetinin belli bir
biçimi ... tarihsel olarak gerekli ve vaz-
geçilmez olduğu ölçüde, yönetici sınıf-
ların yanlış bilinci insanlığın çıkarlarını
hakikaten temsil etmektedir.” (s. 208).
Buradan çıkarılacak sonuç şudur:
Herhangi bir sınıfın egemenliğinde
gerçekliğin çarpıtılması anlamında bir
yanlış bilinçten (Marksist çözümleme-
nin jargonuyla ideolojiden) kurtuluş
yoktur. Ancak bu yanlış bilinç tarihsel
açıdan gerekli ve vazgeçilmez olduğu öl-
çüde üretici güçlerin gelişmesinde ve
üretici güçlerin gelişmesi için yürütü-
lecek siyasi mücadelede insanlığın hiz-
metindedir.
Z�H�NSEL EME��N �NSANLI�AH�ZMET�N�N OLANA�IEgemen sınıfın belirlediği ortamın için-
den yükselen düşünsel üretimin insan-
lığa hizmetine kuşkuyla bakmak anla-
şılırdır. Hatta yaygın olarak böylesi bir
düşünsel üretim egemen sınıflara hiz-
met eder. Fakat yine de zihinsel eme-
ğin özerkliği, zihinsel emeğin temsilci-
si olan aydınların sınıfsal yapısının üre-
tim ilişkilerince koşullanmayıp aydın-
ların politik seçimine bağlı olması
(Gramsci’nin “Hapishane Defterle-
ri”nde ve Doğu Perinçek’in “Aydın ve
Kültür” adlı eserinde de ortaya konduğu
gibi) nedeniyle düşünsel üretim son tah-
lilde proleteryanın, ve dolayısıyla in-
sanlığın hizmetindedir. Zihinsel emeğin
özerkliği Sohn – Rethel tarafından şu
şekilde ortaya konuyor: “Üstelik belli bir
döneme ait zihinsel emek, kökeni iti-
bariyle sınıf hakimiyetinin altında yatan
koşullara apaçık bir biçimde bağlı ol-
makla birlikte, yönetici sınıfta hizmet
edebilmek için belli bir özerkliğe sahip
olmalıdır. Üstelik zihinsel emeğin tem-
silcileri - ister rahip, isterse filozof ya da
bilim erbabı olsun - varlığına katkıda bu-
lundukları düzenden asıl çıkar sağlayan
kişiler değil, düzenin sadık hizmetkar-
larıdır.” (s.18).
“Düzenin sadık hizmetkarları” dü-
zene layıkıyla hizmet edebilmek için be-
lirli bir özerkliği sahip olmak zorunda-
dırlar. Bu özerklik onları kol emeğinin
pratiğinden kopardığı için politik ter-
cihleri tarafından içerisine girebildikleri
politik mücadelenin özneleri kılmak-
tadır. Dolayısıyla, zihinsel emeğin içe-
risinde yer almalarının bir sonucu ola-
rak kol emeğinden kopan bu aydınlar
kafa ve kol arasındaki çelişkiyi ortadan
kaldırmak için çalışabilmektedirler. Za-
ten aksi takdirde Sohn – Rethel, Marx,
Bloch gibi devrimci aydınların ortaya
çıkması olanaksız olurdu. Eserinde,
Sohn – Rethel bu amacını açık bir bi-
çimde dile getirmektedir: “Elinizdeki ça-
lışma, sınıfsız bir toplumun koşullarına
dair yeterli bir kavrayışa ulaşmanın
ancak kafa ve kol arasındaki ayrımın kö-
kenini araştırmakla mümkün olduğunu
ileri sürüyor.” (s. 36).
Z�H�N EME�� – KOL EME��Devrimci aydınlarının bu çabalarının
karşısında üretim ilişkilerinin bir sonucu
olarak ortaya çıkan kafa ve kol arasın-
daki ayrımın araştırmasında Sohn – Ret-
hel’in tarihsel kökene ilişkin yanıt me-
tanın ortaya çıkışıdır. Bunun olabilme-
si içinse insanların ürettikleri nesnele-
re yabancılaşmasına yol açan ve aynı za-
manda toplumun üyelerini birbirine
bağımlı kıldığı için toplumsal bir harç
olan işbölümünün ortaya çıkması ge-
rekir: “Şahsi üretim giderek ihtisasla-
şırken, üreticiler de aralarında süregi-
den işbölümü çerçevesinde giderek
birbirlerine bağımlı hale gelir. Onları bir-
birlerine bağımlı kılan tek şey müba-
delesidir.” (s. 43) Fakat bu durum üre-
tilen nesnelerin mübadelesini zorunlu
kıldığından, üretimde zihinsel emeğin
ağırlıkta olduğu iş kolları doğar. Meta-
nın ortaya çıkışıyla düşünsel ve dahası
gerçek anlamda soyutlama ortaya çık-
mıştır: “Metanın biçimi soyuttur; so-
yutlama metanın faaliyet alanının ta-
mamına hükmeder. Öncelikle, müba-
dele değerinin kendisi, metanın sahip ol-
duğu kullanım değerinin aksine, soyut
bir değerdir.” (s. 33).
Bu soyut değerin soyutluğu metanın
biçiminden ileri gelir. Bu değer, üreti-
len mal kullanım değerinin yanında bir
de mübadele değeri taşıdığından doğ-
muştur: “Meta mübadelesi, her du-
rumda kullanımdan tam anlamıyla ‘so-
yutlanmış’ olarak gerçekleşir. Zihinde
değil gerçeklikte ortaya çıkan bir so-
yutlamadır bu.” (s. 39). Bu soyutlama-
nın ayrımsanmasıyla, yazar, esasında iki
tür soyutlama olduğunu ortaya koymuş
olur: “doğa bilimlerine ait kavramlar dü-
şünsel soyutlamalardan oluşur, iktisadi
değer kavramı ise gerçek bir soyutla-
madır. İnsan zihninin dışında bir varlı-
ğı yoktur, ancak insan zihninden kay-
naklanmış da değildir. Tamamıyla top-
lumsal bir niteliğe sahiptir.” (s. 34).
Bu iki tür soyutlamanın her ikisinin
de soyut oluşu sayesinde, filozofların
gerçekliğe ilişkin bilme yetimize yöne-
lik sorgulamalarıyla hesaplaşılabilir.
Zihinde ve gerçeklikte ortaya çıkan
soyutlamaların her ikisinin de biçim ol-
malarından dolayı aralarında bağlantı
kurmak mümkün olur: “Düşünce bi-
çimleriyle toplum biçimlerinin ortak ta-
rafı, her ikisinin de birer ‘biçim’ oluşu-
dur”. (s. 32). Her ikisinin de biçim
oluşu sayesinde ve yukarıda bahsi geçen
gerçek soyutlamanın insanlararası bir
düzlemde gerçeklik taşıması nedeniy-
le bu ikisi arasında bağlantı
kurmak mümkün olur. Böylece,
eleştiri yoluyla baskın olan dü-
şünme biçimlerinin çözümlen-
mesiyle gerçek soyutlamayla
özdeşlik kurulabilir. İlk bakış-
ta insanın yabancılaşmasına
neden olan kafa ve kol arasın-
daki ayrım sayesinde tüm bun-
lar mümkün olabilmektedir.
Dolayısıyla olumsuz görünen
bu sonuçta olumlu bir içerik
yatmaktadır: “Meta üretimi
gelişip tipik üretim biçimi ha-
lini alınca, insanın imgelemi
de eylemlerinden giderek ay-
12 EK�M 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP
Felsefenin felsefe dışından aşılması“Hakikatin ortaya ç�kmas�n� sa�layan �ey, akl�n ve zihinsel
yarg�n�n muteber tarafs�zl��� de�il, bilakis incelememizindevrimci anlay��a olan ba�l�l���d�r.”
CENK ÖZDAĞ[email protected]
Sohn – Rethel,felsefenin,
zihinsel emeğin,özerkliğini
reddetmeden,onun
belirleyeniniortaya koymaya
çalışırkenbirbirinden
özerk üretimlerarasındakibağlantıyı
sağlayabileceksağlam bir temel
koymayıamaçlıyor
Alfred Sohn Rethel
12 EK�M 2012 CUMA 11Aydınlık KİTAP
rılır, giderek bireyselleşir ve nihayet şahsi bir
bilinç boyutuna ulaşır.” (s. 41). Bu şahsi bilinç
temelinde hem ideoloji denen yanlış bilinç hem
de bu bilincin eleştirisi olanaklı hale gelir. Bu
olanağın yanı sıra, sözü edilen ayrım düşün-
sel açıdan bir devrime, insanbiçimci düşün-
cenin ötesine geçilmesine olanak sağlar:
“Meta üretimiyle birlikte ortaya çıkan bu ay-
rılık (toplum ve doğanın ayrılması), doğa ve
toplum arasındaki önceki komünal toplum bi-
çimlerine has insanbiçimci kaynaşmayı geri-
de bırakır.” (s. 85). Bu ilerlemeyi doğa bilim-
lerinin de dayanağını oluşturan soyutlamala-
rın kurulması izler. Bunlara bir örnek olarak
soyut uzay ve zaman düşüncelerinin dayana-
ğı olan kavramsal kurguyu verir: “Maddi de-
ğişimden muafiyet kavramı, aslında maddi de-
ğişim gerçeğini ortadan kaldırmayan, ancak öz-
gül bir kavramsal biçime tabi kılınan bir kur-
gudan ibarettir.” (s. 68). Bu kurgu bilimsel dü-
şünceye temel oluşturduğu gibi liberalizmin de
kendini dayandırdığı fakat doğal olanı top-
lumsal olana dayandırma hatasına yol açan bir
soyutlamadır: “Kullanımdan, daha doğrusu
kullanım eyleminden kopuşu dayatan müba-
dele faaliyeti, pazarın insan ile doğa arasındaki
her tür etkileşimden yoksun, zaman ve mekana
bağımlı bir boşluk olduğunu varsayar.” (s. 44)
Yazar, yukarıda bahsi geçen iki tip soyutla-
manın özdeşliğinin başarıyla ortaya konul-
masıyla felsefede solipsizm (tekbencilik) de-
nen, insanın zihnindeki temsillerden temsil edi-
len nesnelerin gerçekliğine dair kuşkunun üs-
tesinden gelinebileceğini iddia eder: “Bu tez
eğer ikna edici bir biçimde savunulabilirse, so-
yutlamanın düşünceye mahsus bir imtiyaz ol-
duğu yönündeki yerleşik fikir ortadan kalka-
cak ve bundan böyle zihin kendi içkinliğine
hapsolmaktan kurtulacaktır.” (s. 22) .
Zihnin kendi içkinliğine çözüm bulmak
amacıyla Kant’ın ortaya attığı gerçekliğin öz-
nelerarası oluşu ve tüm insanlarda ortak olan
kategoriler dolayısıyla kurulduğu düşüncesi-
nin yol açtığı idealizmi aşmada yazar katego-
rilerin kökeninin toplumsal pratiğin içerisin-
de yattığını ortaya koymaya çalışmaktadır:
“İzahatımızda kategorilerin kökeni itibariyle
tarihsel, doğası itibariyle toplumsal olduğunu
ileri sürüyoruz.” (s. 22).
FELSEFEN�N SORUNUNÜSTES�NDEN GELMEDEK� DAYANAKYazar, Kant’ın üstesinden gelmeye çalıştığı so-lipsizmin ve öznellik sorununun ve bu sorunuaşmaya çalışan Kant felsefesinin idealizminiaşmada dayanak olarak aklı ve tarihsel ma-teryalist felsefeyi benimser. Bu aşmadaki arahedefini ortaya koyan yazar eseri boyunca buhedefi yerine getirmeyi amaçlar: “Mübadele
soyutlamasının öncelikle, zaman ve mekandavuku bulan, gerçek, tarihsel bir fenomen ol-duğunu; ikinci olarak da epistemolojide kul-lanıldığı anlamda tam bir soyutlama olduğu-nu kanıtlamalıyız.” (s. 36). Böylesi bir kanıt-lama pratik hiçe sayılarak felsefe içerisinde ya-pılmaya kalkıldığında zafer idealizmin ola-caktır: “Ampirik olmayan kavramlar mater-yalist tarzda - yani doğrudan düşünüşle - açık-lanamayacağından idealizm, başka açılardanne kadar saçma olursa olsun, epistemolojik üs-tünlüğe elde eder.” (s. 87). Bu nedenle yazı-nın başında dile getirilen felsefenin dışındanolan pratiğe başvurmak ama felsefenin bu dı-şarıdaki pratiği içine almasıyla aşılabilmesi içingerekli olan materyalist bir felsefenin kurul-ması zorunludur.
Dayanak akıldır zira olgusal kanıtlarabaşvurmak olguların ele alınmasını önceleyenkategorileri varsaydığından yeterli olmaya-caktır. Sohn-Rethel’in de belirttiği gibi “Bu ni-telikte bir tezi doğrulamak için olgusal kanıt-lara başvurmanın mümkün olmadığı, bununyerine temelde akli savlara dayanmak gerek-tiği açıktır. Aynı durum Marx’ın değer ve artı-değer teorileri için de geçerlidir. Tarihsel ve-riler, ancak Marksçı analizin temellendirdiğikategoriler ışığında düşünüldüğü zaman bu ku-ram lehine tanıklık eder; koşullara tarihsel birgerçeklik yükleyerek geçerli veriler haline ge-tiren, kuramın kendisidir.” (s. 23).
Alıntıda da görülebileceği gibi yazar am-
pirizme karşıdır. Bunun nedeni olarak da, ya-
zar, gerçek soyutlamanın niteliğini öne sürer:
“çünkü mübadeleye özgü gerçek soyutla-
manın ayırt edici özelliği, ampirik içeriği tü-
müyle dışlamasıdır. Bu soyutluk ampirizm
karşıtıdır.” (s. 81). Bu ampirizm karşıtı so-
yutluk tek bir öznenin (şahsiliğin) ötesinde
bir kavramsal yapının da dayanağı olur:
“Aklın gayrişahsi teçhizatını oluşturan am-
pirik olmayan kavramlar, bir yandan kendi
toplumsal kökenlerine dair her türlü izi silip,
tabir yerindeyse aklın topluma arkasını dön-
mesine neden olurken, bir yandan da doğa-
nın dışsal gerçekliğiyle yüzleşen bilme yeti-
sinin araçlarına dönüşürler.” (s. 85). Ampi-
rizme karşı olan tutumunu tarihsel materyalist
tutum olarak dile getiren yazar, bağlı oldu-
ğu düşüncenin üstünlüğünü şu şekilde belirtir:
“Tarihsel materyalist araştırmaya kesinlik ka-
tan şey, bilincin toplumsal varlığa ve toplumsal
varlığın da bilince karşılıklı atıfta bulunma-
sıdır... Hakikatin ortaya çıkmasını sağlayan
şey, aklın ve zihinsel yargının muteber ta-
rafsızlığı değil, bilakis incelememizin devrimci
anlayışa olan bağlılığıdır.” (s. 214).
(Zihin Emeği, Kol Emeği – Epistemolo-ji Eleştirisi, Alfred Sohn – Rethel, Metis
Yayınları, Çev: Ayşe Deniz Temiz, 224 s.)
Oryantalistleştirilenkavram:
Köktendincilik
Bugün sokaktan geçen bir vatanda-
şa “Köktendincilik nedir?” diye sordu-
ğumuzda muhtemelen “Aşırıcı İslam-
cılık, İslami terörizm” gibi cevaplarla kar-
şılaşırız. Özellikle de İkiz Kuleler’in yı-
kılmasından bu yana Batı’nın “kökten-
dincilik” kavramını İslam kavramıyla eş
anlamlılaştırılmasının toplumdaki yan-
sıması bu cevaplarla karşımıza çıkıyor.
Peki gerçekten “köktendincilik” kavra-
mı İslam’a özgü bir kavram mı? Ulus-
lararası Marks-Hegel Diyalektik Dü-
şünce Topluluğu Başkanı Domenico
Losurdo, Türkçe’ye Selin Dingiloğlu
tarafından çevrilen ve Yordam Kitap’tan
çıkan “Köktendincilik Nedir?” isimli
eserinde bu sorunun ardına düşüyor ve
köktendinciliği hem tarihsel hem de
sosyolojik boyutlarıyla inceliyor.
Köktendincilik denince akla İslam
ve Ortadoğu’nun gelmesini ele alan
Losurdo, Yahudi ve Hıristiyan kökten-
dinciliklerinden örneklerle köktendin-
cilik kavramının farklı soykütüklerini in-
celeyerek Batı’nın köktendincilik kav-
ramındaki Oryantalist tavrını eleştiriyor.
Losurdo, kitabının giriş bölümündeki
“Köktendincilikler” başlığıyla aslında bir-
den çok köktendincilik olduğuna işaret
ediyor ve köktendinciliği köktendinci-
likler üzerinden ele almanın daha doğ-
ru bir yol olduğunu belirtiyor.
Köktendinciliği “siyasi ilkelerini kut-
sal kabul edilen bir metne dayandıran ve
bu metinleri yüzlerce yıllık birikimin so-
nucu dünyevi kuralları gayrimeşru ilan et-
meye alet eden” olarak tanımlayan hakim
tanım üzerinden bir tartışma başlatan Lo-
surdo, bu tanıma göre sadece din çerçe-
vesine sığdırılmış bir köktendinciliğin
yerine doğal hukuk öğretisinin de aslın-
da bunun içine katılması gerektiğini,
çünkü bu öğretinin de “insan hakları” adı-
na kutsal kabul edilen “bildiri” “sözleşme”
gibi metinlere atıfta bulunarak egemen ül-
kelerin kanunlarını yani dünyevi kuralları
“kutsal metinler”le gayrimeşru ilan etti-
ğini söylüyor. Dolayısıyla köktendinciliğin
sadece “din” çerçevesine sığdırılmayan ge-
niş bir kavram olduğuna işaret ediyor.
“Köktendincilik ve Sömürge Halk-
larının Uyanışı” başlığıyla bu ilişkiyi
ele alan Losurdo, köktendinciliğin iki
farklı kültürün birbirini reddetme/itme
ile oluşan bir tepki biçimi olduğunu ifa-
de ediyor. Bu tepkinin gerginliği ne ka-
dar fazlaysa köktendinciliğin de o kadar
kuvvetli olduğunu düşünüyor. Gele-
nekselci dinsel yapıları Musaddık, Na-
sır, Arafat gibi liderleri devirmek için Ba-
tı’nın desteklediğine dikkat çeken Lo-
surdo, daha sonrasında Batı’nın kök-
tendinci militanlığı kabullenmek zo-
runda kaldığını ifade ediyor.
Losurdo köktendinciliği sadece İs-
lam’a yakıştıran hem Batıcı bakış açı-
sını hem de Doğu’yu kutsayan ve Batı
karşıtlığını Batı aydınlanmasını mer-
keze alan İslami köktendinciliği eleşti-
riyor. 19.yüzyılın başındaki Napolyon’a
karşı Almanlar tarafından verilen sa-
vaşın önderliğinin köktendinci ideolo-
jisinin Marks, Engels ve Lenin tara-
fından eleştirildiğini ancak yine de Na-
polyon’a karşı verilen mücadelenin
doğru olmasından dolayı destekledik-
lerini belirten Losurdo, buradan hare-
ketle Ortadoğu’daki köktendinci ha-
reketleri sertçe eleştirmenin onun meş-
ru taleplerinin görmezden gelinmeye
neden olmaması gerektiğini fakat bu
meşru taleplerin Batı’yı eleştirirken
Batı’nın kazanımlarına -aydınlanması-
na- sahip çıkılarak yeniden inşa edile-
bileceğini belirterek İslami köktendin-
ciliklerin de Batı karşıtı tutumlarında-
ki çıkmaza işaret ediyor.
(Köktendincilik Nedir, Domenico Losurdo, Yordam Kitap,
Çev: Selin Dingiloğlu, 96 s.)
GÖKAY [email protected]
Losurdo köktendincili�isadece �slam’ayak��t�ran hem Bat�c�bak�� aç�s�n� hem deDo�u’yu kutsayan veBat� kar��tl���n� Bat�ayd�nlanmas�n� merkezealan �slamiköktendincili�i ele�tiriyor
AAllffrreedd SSoohhnn--RReetthheell’’iinnkkaalleemmiinnddeenn eesseerriinn hhiikkaayyeessii
AAllffrreedd SSoohhnn--RReetthheell’’iinnkkaalleemmiinnddeenn eesseerriinn hhiikkaayyeessii
“Çalışmanın başlangıcı, Birinci Dünya Sa-vaşı’nın sonlarına doğru, Almanya’da pro-leter bir devrimin vuku bulmasının beklen-diği, fakat trajik bir biçimde başarısızlığa uğ-radığı döneme rastlıyor. Bu dönemde ErnstBloch, Walter Benjamin, Max Horkheimer,Siegfried Kracauer ve Theodor W. Adornoile kişisel olarak, Georg Lukacs ve HerbertMarcuse’yle ise yazıları aracılığıyla tanışmafırsatı buldum... Berlin’deyken Nazi-karşı-tı yasadışı faaliyetlere de katıldım. Gesta-po’dan kaçarak 1937’de İngiltere’ye ulaştım.Birmingham’da Profesör George Thomsonile tanıştım. Kendisi tamamen farklı bir alan-da, antik Yunan üzerine çalışıyor olsa da, fel-
sefe ile para arasındaki bağlantıyı fark edentanıdığım tek kişiydi. Uzunca bir el yazma-sı olan “Zihin Emeği, Kol Emeği”ni 1951’denihayet tamamladım. Thomson ve Ber-nal’in yoğun çabalarına rağmen Lawrence& Wishart yayınevi metni ortodoksidenfazla uzak bularak reddetti, burjuva yayın-cılarsa fazlaca militan bir Marksist metin ol-duğu gerekçesiyle geri çevirdi.” (ss. 12 - 14)Ayşe Deniz Temiz tarafından özenle çevri-len metin Metis Yayınları tarafından 2011Mart’ında yayımlandı. Metin 1970 yılında Al-manca olarak basılırken, yazarın oğlu olanMartin Sohn-Rethel tarafından yapılan İn-gilizce çevirisi 1978 yılında yayımlanmış.
12 EK�M 2012 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK
ERİC HOBSBAWM
Fransız tarihçi Fernand Barudel’in
“tarihi kiteleler yapar ve arkalarında
çok nadir belge bırakırlar” sözüyle
bir anlamda Annales ekoluyla tarih ya-
zımını bir dönem domine eden “aşa-
ğıdan tarih” ya da “sosyal tarih” yak-
laşımı, İngiliz Marksist tarihçiler Mau-
rice Dobb, Rodney Hilton, E.P. Tomp-
son, Christopher Hill ve Eric Hobs-
bawm ile belki de gerçek ruhuna daha
çok yaklaşmıştı. Kitleleri tarihin nes-
nesi olarak gören muhafazakar tarih
anlayışına karşı, bu yeni yaklaşımla kit-
leler, tarihin objesi, tarihi yapan ve ira-
deleriyle tarihi değiştiren bir konuma
yerleştirildi. Hobsbawm bu yeni ve
devrimci tarih yaklaşımının belki de en
üretkeni, en entellektüeli ve kuşkusuz
en uzun maratoncusuydu.
“... Aileleri ve komşuları dışında
kimsenin bilmediği, modern devlette
doğumları, evlilikleri ve ölümleri kay-
da geçirilmiş insanlar anlatılıyor. On-
lar, ara sıra da, polis ya da gazeteciler
bir insan öyküsünün peşine düştü-
ğünde bilinir olurlar. [...] Bazıları kü-
çük ya da yerel sah-
nelerde rol almıştır:
Sokakta, köyde, kili-
sede, bir sendika şu-
besinde, belediye
meclisinde. Modern
medya çağında, eski
zamanlarda adsız ka-
lacak birkaçı, müzik ve
spor sayesinde kişisel
şöhret elde etmiştir.”1
Hobsbawm tarihi
yapan aktörlerin, kit-
lelerin; arkasından
Londra’nın fabrikala-
rındaki işçiyi, direnen
ve siyasallaşan ayak-
kabı tamircilerini; Paris’teki devrimin
neferleri baldırıçıplakları; eski rejim-
leri yıkıp döken büyük köylü dalgala-
rını yazdı; İngiltere’den Amerika’ya
oradan Fransa’ya dolaşan radikal de-
mokrat Thomas Paine’nin broşürleri-
ni, Macaristan’daki ya da Güney İtal-
ya’daki sosyal eşkiyaları, asileri; Latin
Amerika’daki köylülerin toprak işgal-
lerini takip ederek kitlelerin direnişi-
ni, isyanını, inançlarını, umutlarını,
kayıplarını ve kararlılıklarının tarihini
de elbet... Büyük İngiliz Marksist tarihçi
Hobsbawm, “sıradışı” akademik hayatı
boyunca bu “sıradışı” insanların öy-
küsünü yazdı:
“Benim vurgulamak istediğim nok-
ta, bireyler olarak değilse bile toplu ola-
rak bu tür erkeklerin ve kadınların ta-
rihsel aktör olduklarıdır. Ne yaptıkla-
rı ve düşündükleri fark yaratır. Onlar,
kültürü değiştirebilirler ve değiştir-
mişlerdir de ve özellikle 20. yüzyılda,
tarihi yönlendirmişlerdir. Bu nedenle
halk olarak bilinen alelade insanlarla
ilgili bu kitaba “Sıradışı İnsanlar” adı-
nı koydum.”2
ONDOKUZUNCU YÜZYILINTAR�H�N� YAZAN“TOLSTOY” 19. yüzyılı anlamak isteyen herkesin,
öncelikle bu çağın romanını yazan
Tolstoy ile bu çağın tarihini yazan
Hobsbawm’u okuması kaçınılmazdır.
“Devrim Çağı”, “Sermaye Çağı” ve
“İmparatorluk Çağı” serisiyle 19.yüz-
yıl tarih yazımına damgasını vuran
Hobsbawm, devrimlerden savaşlara,
barikatlardaki devrimcilerden fabri-
kalardaki yoksul çalışanlara, kırsal-
daki tarım proleterya-
sından makine kırıcı-
larına, Mozart’ın Si-
hirli Flüt’ünün notala-
rından Beethoven’ın
Erocia’sına, Charles
Dickens’ın İki Şeh-
rin’den Goya’nın tu-
valine, giyotine giden
krallar ve devrimci-
lerden “yükselen”
burjuvaziye değişen
tüm tutum ve değer-
lerin büyük romanını
yazan “tarihçilerin
Tolstoy’u”; geçmişi
anlamak ve bugünle
bağlantısını kurmak için her zaman
dalgaların altına daldı.
Buna rağmen Hobsbawm’u tam
anlamıyla bir “devrim tarihçisi” sınıf-
landırmasıyla tanımlayamayız. İngiliz
Devrimi üzerine en büyük otorite
olan, Komünist Parti tarihçiler gru-
bunda yer alan Hill’in çalışmalarından
dolayı belki bu dönemi doğrudan ele
almayı gerek görmemiş olabileceği
gibi Fransız Devrimi’ni de Albert Mat-
hiez, Georges Lefebvre, Albert Sobo-
ul gibi ismini sıralayamayacak kadar
çok yetenekli ve marksist veya mark-
sizan tarihçilerin çalışmalarından do-
layı bu dönemde kalem oynatma hak-
kını kendinde görmemiş olabilir. Ne var
ki, Büyük Fransız Devrimi’nin 200. yıl-
dönümünde, Fransız Devrimi’nin so-
nunda bittiğini ilan eden Françoise Fu-
ret ve Denis Richet’in başlattığı “re-
vizyonist” tarih yaklaşımıyla devrimi ve
onun toplumsal tüm kazanımlarını
inkar eden, günah çıkartırcasına dev-
rim lanetleyen bu “eski komünistlere”
en sağlam ve eksiksiz cevabı Hobs-
bawm vermiştir.
HOBSBAWM’UNGÖZÜNDEN FRANSIZDEVR�M�’NE BAKMAK “Revizyonist yaklaşımın Fransız Dev-
rimi’ne saldırısı, bir toplumsal alt üst
oluş ihtimalinin korkuyla beklenme-
sinin değil, Paris’in entelektüel çevre-
leriyle hesaplaşmasının yansımasıydı.
Esas olarak yazarların kendi geçmiş-
leriyle; Raymond Aron’un altını çizdiği
gibi, 1945’teki Kurtuluş’tan sonra otuz
yıl boyunca Paris entelektüel sahnesi-
ne egemen olmuş değişken ideolojik
modaların genel temelini oluşturan
Marksizmle hesaplaşmasının bir yan-
sımasıydı.”3
Uluslararası siyasi dengelerdeki
kırılmaya paralel olarak sesini daha da
yükseltmeye başlayan revizyonist ta-
rihçilere göre; Fransız Devrimi, Fran-
sa’ya çökmüş ve geç kalkınmak zo-
runda kalan bir ekonomi, istikrarsız bir
siyasal sistem miras bırakmıştı. Aynı za-
manda Devrim, “kökenleri doğuşu
itibarıyla tesadüfen meydana gelmiş,
sonuçları bakımından etkisiz bir olay-
dı.”4 Kuşkusuz revizyonist tarihçilerin
kendi tarihleriyle “hesaplaşırken” yola
çıktıkları başlangıç noktası ne 1789 ne
de 1792 Jakoben Cumhuriyetiydi.
“Fransız Devrimi’yle ilgili tarihin liberal
anlayışla revizyonu 1789 üzerinden
tamamen 1917’yi hedef almıştır.”5
Michelet’den Jaurés’e, Aulard’dan
Matihez’e, Lefebvre’den Soboul’a dev-
rim tarihi üzerine yazılan büyük eser-
lerin hepsi, aralarında nüanslar olmakla
birlikte, bir gelenek olarak Fransız
Devrimi’nin blok olarak savusuydu.
Özellikle Restorasyon döneminde ya-
zılan “burjuva” tarih yazımında da
devrimin mirası, Sans Culottes’lerin
burjuvazinin mülkiyetini tehdit ettiği,
Jakoben Diktatörlük karalanmak şar-
tıyla, açıkça savunulmuştur. Revizyo-
nist tarihçilerin sadece
“Marksist yorumu hedef alan de-
ğil, Fransız radikal entelektüellerini
1840’lardan beri takip etmekte ol-
dukları (ve yine, Fransız liberal ente-
lektüellerin 1810’dan beri benimse-
dikleri) çizgiyi hedef alan bir saldırıdır.
Kısacası bu, Fransız entelektüel gele-
neğin ana deposuna yöneltilen bir sal-
dırıdır ve bu yönüyle, Marx kadar
Guziot ve Comte da saldırının mecburi
kurbanları durumuna düşmüşlerdir.”5
“Sıradışı İnsanlar”ı yazansıradışı tarihçi
“Robespierre’ler her zaman Danton’lar� yener. Cinsel ve hatta kültürel özgürlükçülü�ün devrimingerçekten birincil tart��ma konusu oldu�una inanan devrimciler er ya da geç bir kenara itilirler”
FERHAN BAYIR
“Benimvurgulamak
istediğim nokta,bireyler olarak
değilse bile topluolarak bu türerkeklerin ve
kadınların tarihselaktör olduklarıdır.
Ne yaptıkları vedüşündükleri fark
yaratır. Onlar,kültürü
değiştirebilirler vedeğiştirmişlerdirde ve özellikle 20.
yüzyılda, tarihiyönlendirmişlerdir
. Bu nedenle halkolarak bilinen
alelade insanlarlailgili bu kitaba
“Sıradışıİnsanlar” adını
koydum.”
Eric Hobsbawm
12 EK�M 2012 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP
Revizyonist tezlerin yeni bir belgeye ya da
iyi bir araştırmadan çok, yorumdaki değişkli-
ğe bağlı olduğunu dile getiren Hobsbawm,
“olağandışı ve kalıcı etkisi herkesin gözünde
aşikar olan ya da ancak, entelektüel taşralı-
lıkla sabit fikir bir araya geldiğinde ya da bir
meslek hastalığı olan arşiv belgelerinde uzun
araştırmalara yoğunlaşmanın getirdiği bir
monografik miyoplukla görmezden gelinebi-
lecek, bir devrimin tarihsel anlamı ve dönüş-
türücü kapasitesini küçültmenin peşindedir”
diyerek dikkatimizi esas olan noktaya çeker.
Batılı entelektüeller ve akademisyenler ara-
sında en belirleyeci konuların başında “Terör
Dönemi” gelir. Bir anlamda “hümanizm”
adına, adı konulmamış bir tecrit uygulanan en-
telektüel alanda Hobsbawm gibi sayılı kişiler
Cromwell’den Robespierre’e devrimlerin
“aşırılıklarını” savunabilmektedir. Kralcı La Fa-
yette’nin ismi Paris’in en zengin ve gözde sem-
tine verilirken, ne Marat’ın ne St. Juste’un ne
de Robespierre’in ismi Paris’in hiçbir soka-
ğında görülmediği gibi heykeline de rastla-
nılmaz.* Bir anlamda kitlelerin tarih sahne-
sine en etkin ve doğrudan talepleriyle çıktığı
bu dönem, 9 Thermidor’dan bu yana özellik-
le halkın belleğinden silinmeye çalışılan bir dö-
nemdir. Hobsbawm, Marx’ın 1848’de Polon-
yalılar için söylediği “1793’un Jakoben’i, bu-
günün komünisti oldu” sözünü doğrularcası-
na hem Jakoben Cumhuriyeti hem de Terör
uygulamalarını savundu.
“Muhafazakarlar, Terör döneminin, zin-
cirlerinden boşalmış isterik bir kana susamışlık
ve diktatörlük olduğu yolunda kalıcı bir imge
yaratmışlardır. Oysa 20. yüzyılın ölçütleriyle,
hatta 1871 Paris Komünü sonrasındaki katli-
amlarda olduğu gibi, muhafazakarların top-
lumsal devrimi bastırırken sergiledikleri ra-
kamlara kıyasla , ondört ayda 17.000 resmi in-
fazla Devrim’in toplu kıyımları nispeten ma-
kul sayılırdı. Devrimciler, özellikle Fran-
sa’dakiler, Terör dönemini ilk halk cumhuri-
yeti ve izleyen tüm başkaldırıların esin kaynağı
olarak görmüşlerdi. Bu nedenledir ki, her gün-
kü insanı ölçütlerledeğerlendirilmemesi ge-
reken bir çağdı o.”6
Albert Soboul’un “Robespierre’nin terörü
halkın terörüydü, Robespierre’in öfkesi ve ta-
lepleri halkın öfkesi ve talepleriydi”7 saptaması
bir anlamda Robespierre’den Babeuf’e, 1848
Devrimi’nden 1917 Bolşevik Devrimi’ne ka-
darki devrimci çizginin ayak izlerini ortaya çı-
karır.Başka bir açıdan ise; Jaurés’in “Robes-
pierre yaşasaydı sandalyemi onun yanına ko-
yardım” sözü kadar muhaliflerin Lenin’e sal-
dırırken onu Jakobenlikle şuçlamak için “Ma-
ximilien Lenin” adıyla seslendiklerinde Le-
nin’in bundan kıvanç duyması bir anlamda
Marksizme yapılan her saldırının kaçınılmaz
olarak Jakobenizme ve Fransız Devrimi’ne yö-
nelmesine neden oldu.
Bununla birlikte Hobsbawm her zaman-
ki engin bakış açısı ve kışkırtıcı yaklaşımıyla bizi
gölgede kalan yerlere çeker:
“İşin doğrusu ve daha önce gördüğümüz
üzere, anaakım marksist gelenek haline gel-
miş bulunan anlayış, ona soldan karşı duran
ultra-radikallere karşı Robespierre’le aynı
safta yer almayı tercih etmişti ve bu, ancak
Marksistlerin Jakoben geleneği dolaylı yoldan
değil doğrudan devralmış oldukları varsayı-
mına dayanarak kavranabilecek olan bir şe-
çimdi. Oysa kendi başına bir olgu olarak ba-
kıldığında, tıpkı Britanya sosyalistleri ve ko-
münistlerinin 17. yüzyılda kralın katledilme-
sine ve cumhuriyete duydukları hayranlığa rağ-
men Düzleyicilere (Levellers) ve Kazıcılara
(Diggers) karşı Cromwell’in savunuculuğunu
üstlenmeleri gibi, modern komünistlerin de
Hébert be Jacques Roux’ya karşı Robespier-
re’in savunuculuğuna soyunmaları oldukça şa-
şırtıcı görünse gerekir.”8
Oysa Engels’in belirttiği gibi her iki dev-
rimde de cumhuriyet “pleb yönetimleri” sa-
yesinde en devrimci ve halkçı kararları uygu-
lamış, burjuvazinin uzlaşmacı ve ılımlı ka-
rakteriyle onyıllarca sürecek toplumsal deği-
şimler kitlelerin tabandan gelen önlenemez
taaruzu ile gerçekleşmiştir. Hobsbawm’a göre
diğer bir anlamda “Marksistler bu bakımdan
da Jakoben yorumun sınırları dahilinde kal-
mışlardır.”9 Cromwell, Düzleyicileri Bur-
fold’da kurşuna dizmesi monarşi ve lordların
kaçınılmaz olarak geri gelmesini nihai olarak
kaçınılmaz hale getirdiyse, 4 ve 5 Eylül 1793
tarihinde Hébert öncülüğündeki Sans Culot-
tes’ların “zenginlere karşı fakirlerin savaşı” slo-
ganıyla Paris Komünü’nün ayaklanması son-
rasında, Hébert’i giyotine yollayan ve Paris Ko-
münü’nü kısmen dağıtıp zayıflatan Robes-
pierre ve Jakoben iktidar, bir anlamda kendi
düşüşünü hazırlamışlardı.10
SON SÖZ “Fransız Devrimi insanlara, tarihin kendi ey-
lemleriyle değiştirilebileceği duygusunu ka-
zandırmış ve onlara, bugüne kalan şeyin, de-
mokratik politika ve sıradan insanlar adına
şimdiye dek formüle edilmiş en güçlü sloga-
nın; Özgürlük, Eşitlik ve Kardeşlik olduğu bil-
gisini aşılamıştır.11 [...] Ne iyi ki Fransız Dev-
rimi hala yaşıyor. Çünkü Özgürlük, Eşitlik ve
Kardeşlik ile Aydınlanma değerlerine duyu-
lan ihtiyaç, akıldışılığın, fundamentalist dinin,
bilgi düşmanlığının, barbarlığın bizi bir kere
daha boğazımızdan yakaladığı bugün - her za-
mankinden daha fazla.”12
Belki de bu ihtiyaçı en çok bizler hissedi-
yoruz. “Aklın yıkımının” yaşadığındığı bu
dönemde, mafya-tarikat rejimini yıkmak is-
teyen “radikaller” için Hobsbawm’un büyü-
teci ile önümüze serdiği izleri takip ederek geç-
mişin devrimlerinden ve devrim provalarından
dersler çıkarmak kaçınılmazdır. Diğer bir
yönden, Fransız ve İngiliz revizyonist tarihçi-
lerin, kendi devrimleriyle hesaplaşırken üret-
tikleri argümanlar ve yöntemler, bugün libe-
ral ve liberal sol çevrelerce bire bir uygulanarak
Türk Devrimi’ne yönelik saldırılar göz önün-
de bulundurulduğunda; Hobsbawm’u okumak,
entelektüel kaygıdan çok egemen ideolojinin
hegomonyasını yıkmak isteyenler için gerçek
anlamda bir zorunluluktur. 1 Eric Hobsbawm, Sıra Dışı İnsanlar, sy 9, Yordam Ki-
tap, 20092 Hobsbawm, age, sy 93 Eric Hobsbawm, Fransız Devrimi’ne Bakış, sy 143,
Agora kitaplığı, 20094 Hobsbawm, age, sy 1325 Hobsbawm, age, sy 1395 Hobsbawm, age, sy 146* 9 numaralı hat üzerinde bulunan “Robespierre Met-
rosu” , son tartışmalarda değiştirilmesi önerilmektedir. Böylelikle“Devrimci Paris”‘in son izleri de silinmek istenmektedir.
6 Eric Hobsbawm, Devrim Çağı, sy 79, Dost Kitab-evi, 2005, Ankara
7 Albert Soboul, La Révolution Française, sy 85,Quadrige, Réimpression de la 2 edition, 2006, Paris
Ayrıca Jakobenler ile devrimci hareket arasındakiilişkiyi incelemek için bkz: Albert Soboul, Les Sans Culottes Pa-risiens en I’An II:Mouvment Populaire et Gouvernement Ré-volutionnaire, Librairie Clavreuil, 1958, Paris
8 Hobsbawm, age, sy 1289 Hobsbawm’, age, sy 1291 0 Bu konudaki tartışmalar ve ayrıntılı bilgi için bkz
Françoise Brunel, Thermidor “La Chute de Robespierre”, Edi-tions Complexe, 1989, Paris
1 1 Hobsbawm, age, sy 1631 2 Hobsbawm, age, sy 166
12 EK�M 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP
Son yıllarda komplo teorileri si-
yasal hayatımızda giderek daha faz-
la rol oynamaya başladı. Sabetayizm
tartışmalarıyla başlayan bu süreç
ilk başlarda müstehzi gülüşlerle kar-
şılanıyor; doğrusu çok fazla da cid-
diye alınmıyordu. Ama işin rengi gi-
derek değişti. Komplo teorileri soy
sop araştırmalarını aştı; Türkiye’nin
ana meseleleri hakkında konuşurken
atıfta bulunulan nirengi noktaları ha-
line geldi. Önce Cumhuriyet Devri-
mi’ni yapan kadroların neredeyse ta-
mamı Yahudi ilan edilmişti. Sonra
arkası geldi. Kuzey Irak’ta yaşa-
nanlar ve Büyük Ortadoğu Projesi
Barzanilerin Yahudi olduğu iddia-
sıyla açıklanmaya çalışıldı. Kıbrıs
hakkında konuşulurken Rauf Denk-
taş’ın Yahudi kökenli olduğu ima
edildi. AKP’nin icraatları bu parti-
nin önde gelenlerinin Yahudi ya da
Rum kökenli oldukları iddialarıyla
ilişkilendirildi. “Ermeni Soykırımı
oldu ama sorumlusu Yahudilerdi”
denilerek soykırım iddialarının önü
açıldı. Kısacası son 20 yılda komplo
teorileri Türkiye’nin bütün mesele-
lerini açıklayan sihirli bir formül
haline geldi.
Komplo teorilerinin bu
kadar yayılmasında
İslamcılığın yükselişi
de önemli bir rol oy-
nuyordu. Gerçekten
de İslamcı akımların
Jön Türklerin ve İtti-
hat Terakki’nin ikti-
dara gelmesini “Ya-
hudi-mason darbesi”
ilan eden komplo teo-
rilerine düşkünlüğü
eskiden beri biliniyor.
Ayrıca bu hurafeler
başta Atatürk olmak
üzere Cumhuriyet
Devrimi’ni yapan kadrolara yönelik
ithamların da önünü açıyor. Böyle-
sine elverişli bir ideolojik silahın
AKP tarafından kullanılmaması eş-
yanın tabiatına aykırı olurdu. Nite-
kim AKP’ye yakın çevrelerin dolaylı
ya da dolaysız bir biçimde nere-
deyse bütün muhaliflerini Yahudi ya
da Ermeni ilan etmeleri bu çerçeve
içerisinde anlam kazanıyor.
Peki, muhalefetinden iktidarına
kadar bu kadar sıkça kullanılan
komplo teorileri nasıl ve ne zaman
ortaya çıktı; kimler tarafından han-
gi kitle hedef alınarak üretildi? Bu
sorular üzerine şimdiye kadar, ne ya-
zık ki, fazla kafa yoran olmadı. İşte,
Haluk Hepkon’un yeni kitabı Jön
Türkler ve Komplo Teorileri’ni fark-
lı kılan da bu durum. Hepkon kita-
bında komplo teorilerini ve bunların
üzerinde bulunduğumuz coğrafyada
ortaya çıkış sürecini inceliyor. Üstelik
bunu alışık olmadığımız bir yöntemle
yapıyor. Yazar sorulara yanıtlar ara-
makla yetinmiyor; ortaya cevaplan-
ması gereken yeni sorular atıyor.
KOMPLO TEOR�LER�N�NGEL���M�NDE �K� FARKLI KANALHepkon kitabını komplo teorilerinin
büyük toplumsal krizler ve mücade-
lelerle ilişkisi eksenine oturtmuş.
Kitapta komplo teorileriyle devrim-
ler arasında bir ilişki olduğu iddia edi-
liyor. Buna göre komplo teorileri
gericiliğin devrime ve devrimi ya-
panlara karşı kullandığı ideolojik bir
silah. Hepkon bu iddiasını kanıtlamak
için Amerikan ve Fransız devrimle-
rinden sonra ortaya atılan komplo
teorilerini inceliyor ve bunların geç-
mişteki Yahudi ve mason karşıtı ri-
vayetlerden farklarını
vurguluyor. Aynı süreç
1830 ve 1848 devrimle-
rinden sonra da sürü-
yor; özellikle 1917 Bol-
şevik Devrimi öncesin-
de zirveye oturuyor.
Haluk Hepkon aynı
şablonu bizim tarihi-
mize de uyguluyor ve
söz konusu hurafelerin
Osmanlı İmparatorlu-
ğu’nda 1908’den, yani
İkinci Meşrutiyet’in
ilan edilmesinden,
sonra nasıl ortaya çıktığını örnekle-
riyle gösteriyor. Komplo teorilerinde
bir diğer şahlanış ise, Cumhuriyet
Devrimi’nden sonra gerçekleşiyor.
Ama Batı’daki ve Doğu’daki
komplo teorilerinin arasındaki ben-
zerlikler sınırlı. Hepkon her iki coğ-
rafyada komplo teorilerinin farklı bir
biçimde ortaya çıktığını ve yayıldığını
ileri sürüyor. Bu durumun en önem-
li nedeni Osmanlı İmparatorlu-
ğu’nun ve Doğu toplumlarının Ba-
tı’dakilerden farklı olması. Hep-
kon’a göre komplo teorilerinin en
önemli iki figürü Yahudilik ve ma-
sonluk Doğu toplumlarında Ba-
tı’dakinden farklı algılanıyor ve bu
durum komplo teorilerini Doğu
toplumları açısından anlamsız kılı-
yor. Doğu toplumlarının tarihinde
Batı’dakine benzer türde bir anti-
semitizmin olmadığına dikkat çeken
Hepkon masonluğun da Osmanlı
İmparatorluğu’nda Batı’dakinden
farklı ve devrimci olmayan bir bi-
çimde geliştiğine dikkat çekiyor.
Hepkon’un bu tezleri, komplo teo-
rilerini oryantalist bir biçimde “Doğu
toplumlarına has bir hastalık” olarak
kabul eden ve günlük basında çok-
ça rağbet gören çevrelerin iddialarını
tartışmaya açıyor.
�NG�L�Z EMPERYAL�ZM� VE“YAHUD�-MASON DARBES�”Haluk Hepkon, “Jön Türkler ve
Komplo Teorileri”nde İttihat Te-
rakki hakkında ortaya atılan “Yahu-
di-mason” iddialarının ve günümüz-
de sıkça kullanılan Sabetayizm tera-
nelerinin ilk kez İngiliz emperyaliz-
mi tarafından ortaya atıldığını ileri sü-
rüyor. Hepkon’a göre bu hurafelerin
kaynağı o dönemde İngiliz Başkon-
solosluğu’nda baştercüman olarak
çalışan Gerald Henry Fitzmaurice.
Koyu bir Katolik olan ve o dönemin
Avrupası’ndaki gerici havadan etki-
lenen Fitzmaurice’in Jön Türk Dev-
rimi’nin “Yahudi-mason komplosu”
ilan etmesi ilk önceleri Londra’da bile
ciddiye alınmıyor. Ama İngiliz Hari-
ciyesi kısa sürede bu iddiaların Hin-
distan’da ve Mısır’da İttihat Terak-
ki’ye yönelik sempatiyi ortadan kal-
dırmada işe yarayacağını anlıyor. Bi-
rinci Dünya Savaşı’nda iş daha da kı-
zışıyor. İngiliz emperyalizminin pro-
paganda amacıyla kurduğu Arap
Bürosu meseleye daha profesyonel
bir biçimde el atıyor. Cihad fetvası-
nı geçersiz kılmak ve halifeye isyan
eden Mekke Şerifi Hüseyin’e karşı
oluşan tepkileri ortadan kaldırmak
için Jön Türklerin ve Türk milliyet-
çiliğinin “Yahudi icadı” olduğu, ha-
lifenin mason ve Yahudilerin elinde
tutsak bulunduğu iddiaları doğrudan
İngiliz gizli servisleri tarafından ya-
yılıyor. İngilizler ülke içini de boş bı-
rakmıyorlar ve İttihat Terakki kar-
şıtlarını komplo teorileriyle teçhi-
zatlandırıyorlar. Hepkon’a göre Tür-
kiye’deki gericiliğin komplo teorile-
riyle ilk buluşması böyle gerçekleşi-
yor. Arkası gelmekte gecikmiyor.
Nitekim Hepkon’un da örnekleriyle
gösterdiği gibi günümüzde hem Tür-
kiye’de hem de Ortadoğu’da yaygın
olan komplo teorileri hâlâ İngiliz
emperyalizminin Birinci Dünya Sa-
vaşı esnasında ürettiği bu hurafeler-
den besleniyor.
ERGENEKON VE “�TT�HATÇIGELENEK”Hepkon kitabında günümüzdeki
komplo teorilerinin Fitzmaurice’in
ortaya attığı saçmalıklarla ilişkisine
de değiniyor. Hepkon’a göre günü-
müzde gerek dünyada gerekse de ül-
kemizde yaşanan siyasal-toplumsal
kriz komplo teorilerinin yeniden
doğuşu için uygun bir zemin hazır-
lıyor. Bu süreçte İslamcılığın yükse-
lişinin önemine de dikkat çeken
Hepkon AKP iktidarının komplo
teorilerini nasıl kullandığına dair
örnekler veriyor. AKP, cumhuriyeti
tasfiye ve yeni bir rejim kurma giri-
şimlerini “Beyaz Türklere (Sabeta-
yistlere) karşı mücadele” olarak
gösteriyor. Bu yüzden yeni rejimin
“resmi tarihi” yazılırken komplo
teorileri sıkça kullanılıyor. Yeni re-
jimin ideologları Ergenekon Terti-
bi’ne “İttihatçı Gelenek” safsatala-
rıyla tarihi bir arka plan oluşturma-
ya çalışıyorlar. Hepkon kitabında bu
iddiaları teker teker yanıtlanırken
Türkiye’nin devrimci birikimine sa-
hip çıkmanın gereğine de değiniyor.
“Jön Türkler ve Komplo Teorileri”
günümüzde oldukça popüler olan
komplo teorilerine karşı ideolojik
mücadelede önemli bir rol oynaya-
cağa benziyor.
(Jön Türkler ve KomploTeorileri, Haluk Hepkon, Kırmızı
Kedi Yayınevi, 223 s.)
İngiliz emperyalizminden Balyoz tertipçilerine
Komplo teorileriHepkon’a göre komplo teorilerinin en önemli iki figürüYahudilik ve masonluk Do�u toplumlar�nda Bat�’dakindenfarkl� alg�lan�yor ve bu durum komplo teorilerini Do�utoplumlar� aç�s�ndan anlams�z k�l�yorÖMER ÖZDEMİR
Kitapta komploteorileriyle
devrimler arasındabir ilişki olduğu
iddia ediliyor.Buna göre komploteorileri gericiliğindevrime ve devrimi
yapanlara karşıkullandığı
ideolojik bir silah.Hepkon bu
iddiasınıkanıtlamak için
Amerikan veFransız
devrimlerindensonra ortaya atılankomplo teorilerini
inceliyor vebunların
geçmişteki Yahudive mason karşıtı
rivayetlerdenfarklarını
vurguluyor
12 EK�M 2012 CUMA 15Aydınlık KİTAP
Sınıflı toplumda erkeğin onu mülk
edinişiyle üzerinde sürekli şiddetle-
nen baskıyı kapitalizmle birlikte top-
lumsal işbölümünün getirdiği yeni yük-
ler ve sömürüyle katmerli biçimde his-
seden kadın, dinsel kısıtlamaların, töre
ve geleneklerin kıskacı gevşerken, bu
kez yeni yaşam tarzının ideolojik sı-
nırlamalarıyla yüz yüze gelir. Özellikle
burjuva kadınlar, emekçi kadınların
yaşadığı sıkıntıların dışında kalmanın
bedelini, sürekli ideolojik yanılsama ve
aldanışlarla ödemek zorunda kalır.
Kadına dayatılan güzel olma ve gö-
rünme yönelimi, onu gitgide kendisinin
de kabullendiği bir cinsel nesne oluşa
sürükler. Doğrusu bu yönelimin pe-
kişmesinde özellikle görsel sanatların
azımsanmayacak payı vardır.
Gonca Güçsav, “Odalık: Görünme-
yeni Sergilemek” (çev.: Evren Yılmaz,
YKY, nisan 2012) adlı kitabında, sanat ta-
rihindeki farklı bakışları odalık imgesi
üzerinden irdelerken, güçlü bir sanat eleş-
tirisi örneği vermekle kalmıyor, kadına
dair toplumsal aldanışlara da göz atarak
aynı zamanda sosyal bilimlerle tarihsel
düzlemde doğrudan bağ kurmayı deni-
yor. Oryantalizmin Doğulu kadını oda-
lık imgesiyle algılayışının resim sanatın-
da çıplağı meşru ve yaygın biçimde işle-
me olanağı sağlamasının kaynaklarını
araştıran kitap Ingres, Delacroix, Renoir,
Matisse gibi Batılı sanatçılardan günü-
müze “Odalık”ın sanattaki yansımaları-
nı mercek altına almakla, hem resim sa-
natı, hem de toplumsal tarih açısından
son derece yürekli ve başarılı bir çalışma
sergiliyor. Kitap, odalık imgesinin neden
ortaya çıktığını, nasıl yaratıldığını ve ge-
liştiğini, evrilme biçimini anlatırken, or-
yantalizmin şifrelerini çözme ve gizli
yüzünü teşhir etme olanağı da sağlıyor,
konuyu resim sanatı üzerinden kapsam-
lı bir tartışmaya taşıyor.
ODALIK NED�R?Kitabın konusuna yaklaşabilmek için
anahtar kavramı anımsamakta yarar
var: Odalık, Osmanlı saraylarına savaş
tutsağı olarak ülkeye getirilmiş ya da pa-
dişaha armağan edilmiş kadın kölele-
re verilen ad. Türkçe sözlükte tarihsel
anlamı şöyle yer alıyor: “Padişah, şeh-
zade ve paşaların saraya alınan kara-
vaşlar arasından seçtikleri kadın, ikbal.”
Bir de E. E. Talu’nun bir cümlesiyle kul-
lanım örneği veriliyor: “Rahmetli bil-
mem ne paşanın odalığı imiş.”
Sözlükte “karavaş”ın tanımı da var:
“Savaşta tutsak edilen veya satın alınan
ve sahibinin üzerinde tam bir kullanma
hakkı bulunan kadın, kul.” Evlerde
odalık bulundurulması yaygınlaşmaya
ve toplumsal alışkanlığa dönüşmeye
başlayınca sözcüğün günlük dilde ka-
zandığı yeni anlam da şöyle tanımlanı-
yor: “Bir erkeğin nikâhsız olarak aldı-
ğı kadın.” B. Felek’ten örnek de veri-
liyor: “Eskiden bu senin dediklerini ya-
panlara odalık denirdi.”
Peki bütün bunların Batı resmindeki
“nü” tarzıyla ilgisi ne? Yazar meselenin
oryantalizm ve kolonyalizmle doğrudan
bağlantılı olduğunu savunuyor. Bu ko-
nuda elbette başta Edward Said olmak
üzere kendisine esin kaynağı olan dü-
şünürler var. Konuyu özetleyerek anım-
samak iyi olur:
Bilindiği gibi, Batı, Montesqieu’den
beri, demokratik bir kamuoyu oluş-
turma girişimi için kendi zorba kralla-
rının eleştirisine doğu despotizmi kar-
şıtlığıyla başlar. Tarihsel kökleri çok de-
rinlere giden Doğu-Batı çatışması, Ba-
tı’daki modernleşme sürecinin Do-
ğu’dan farklı olma zorunluğu üstüne
oturarak gerici egemen sınıflar
karşısında meşruiyet kazanmasını
sağlar. Ayrıca Batı, böylece sö-
mürgeci niyetlerine de zemin ha-
zırlar. Doğu toplumlarındaysa ge-
ricilik, sömürgecilerle işbirliğini
gizlemek için Batı karşıtlığına giz-
lenir. Batı’da burjuvazinin kadına
cinsel nesne olarak bakışına ve cin-
selliğin ticari meta olarak pazarda
yaygınlaşmasına meşruiyet ka-
zandırma olanağı da, konuyu resim
sanatının işlemesiyle daha kolay
elde edilir. Fransız resminde “nü”
tarzının odalık betimlemelerine da-
yandırılarak 20. yy’a taşınmasının ge-
risindeki nedenleri çözümlemek işte bu
nedenle gereklidir.
RES�MDE ORYANTAL�ZMVE ÇIPLAKLIKGonca Güçsav, “Odalık: Görünmeyeni
Sergilemek” çalışmasında, 19. ve 20.
yüzyıl Avrupa sanatında Odalık mo-
tifine, bu yüzden salt sanatsal neden-
lerle değil, aynı zamanda toplumsal ta-
rih ve ideoloji bağlamında yöneliyor.
Yazar motifin gelişiminde önemli dö-
nüm noktalarını oluşturan sanatçıları
ve eserlerini beş ayrı bölümde ele alı-
yor. Bunlar sırasıyla Ingres’in Büyük
Odalık’ı, Delacroix’nın Cezayirli Ka-
dınlar’ı, Manet’nin Olympia’sı, Hen-
ri Matisse'in Odalık serisi...
Giriş bölümünde motifin ortaya
çıkışı ile oryantalizm ve kolonyalizm ko-
nularını tartışan yazar, odalık imgesinin
tarihsel akış içerisinde sık sık dönemin
gerekleri uyarınca sömürgeci söylemi
desteklemek için kullanılışını örnekler
üzerinde sergiliyor.
Sonraki bölümlerde Ingres ve De-
lacroix’nın haremdeki hizmetkâr olan
Odalık’ın nasıl bir erotik hayalin baş
kahramanına dönüştürüldüğü, aynı za-
manda bu karakterin nasıl bütünüyle
kadınlığı ve ardından tüm Doğu'yu
simgeler hale gelişi son derece başarı-
lı çözümlemelerle tartışılıyor. Odalık,
Batı'nın sömürgeci arzusunun hedefi
olan Doğu'ya ait bir sembol niteliği ka-
zanırken, güçlü efendi (Batı) karşısın-
daki zayıf köleyi (Doğu), dolayısıyla içe-
riğinde sömürgeci ilişkiyi barındıran bir
motif halini alıyor. Cinsellik yüklü, ka-
dınlaştırılmış bir Doğu, Batı'ya kendi-
ni mutlak güçlü efendi ile özdeşleştir-
me olanağı verirken, “öteki”yi zayıf,
edilgen ve ulaşılabilir bir köle konu-
muna yerleştiriyor.
“TERS�NDEN ORYANTAL�ZM”EDÜ�MEK DE VARManet’nin Olympia’sının tartışıldığı 3.
bölümde, Odalık imgesi oryantal süs-
lerinden arındırılarak, bütün çıplaklı-
ğıyla sunuluyor. Manet, Odalık motifini
kendi zaman ve mekânının bir fahişe-
si olarak resmetmekle, Doğu’ya yansı-
tılan hayalin, aslında Batı’daki düzenin
bir gerçeği olduğunu ortaya koyuyor.
Böylece Doğu ile Batı arasındaki ka-
tegorik farklılığı silerek içselleştiriyor.
Denebilir ki, Manet’nin skandal yara-
tan, ahlaksızlıkla suçlanan eseri aslın-
da döneminin odalık resimlerinden
ne daha çıplak ne de daha erotik. Fark
sadece, erotizmin uzakta, başka coğ-
rafyada değil, 19. yy Paris’inde resme-
dilmiş olmasında...
Matisse ise 20. yy başlarında tam da
I. Dünya Savaşı’nın (yazar buna Sö-
mürge Savaşı diyor) ardından, Odalık
temasına biçimsel yönden oldukça güç-
lü bir dönüş başlatıyor. Onun odalıkları
da özünde 19. yy motifinin bir uzantı-
sı. Matisse, içerikten çok, sanatının bi-
çimsel gelişiminde bir araç olarak kul-
lanıyor Odalık’ı. Doğu sanatının (so-
yutlama, yüzeysellik, renk, arabesk
motif) inceliklerini kendi sanatına ye-
nilik katmak üzere kullanırken, Oda-
lık’ın bedenini temel figür olarak ele alı-
yor. Onun odalıkları, arkalarındaki yü-
zeylerin süsleme ve bezemeleri içeri-
sinde kayboluyor.
Kitabın sonuç bölümünde de gö-
rüldüğü gibi, şu an bile Doğulu kadının
bastırılmışlığı, Doğu’nun geri kalmışlı-
ğı ele alınırken sanatçılar için bir tema
olabiliyor odalık. 19 yy. sömürgeci Av-
rupasının oluşturduğu motif, demek ki
günümüzde güncelliğini koruyor. Gon-
ca Güçsav’ı bu olağanüstü başarılı çö-
zümlemelerle yüklü kitabı dolayısıyla
kutluyor, çalışmayı akıcı bir anlatımla
çeviren Evren Yılmaz’a teşekkür edi-
yoruz. Yine de, Samir Amin’in Sadık
Celal El Azm’dan esinlenerek, Ed-
ward Said’e yönelttiği uyarıyı anımsa-
makta yarar görüyoruz: “Tersinden
oryantalizm”e düşerek Batı eleştirisini
ve karşıtlığını mutlaklaştırmak ise, ger-
çek evrenselcilik arayışlarının önünde
engel oluşturur...
ARAKABLO
Görünmeyeni sergilememotifi olarak Odalık
SEYYİT NEZİR [email protected]
SEYY�T NEZ�R
Oryantalizmin “öteki”ye resimle saldırısı:
Resim sanat�, Odal�k motifiyle Bat�l�n�n sapk�n cinselli�ini gizlemeklekalmad�, sömürgecili�ini de gizlemeye ve sevimli göstermeye hizmet etti
12 EK�M 2012 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Kuşadalı öykücü ve yazar Halit
Payza Tekin Yayınevi’nden çıkan
“Bir Tutam Saç Bir Altın Yüzük ve
Hala Çalışan Bir Saat” isimli de-
neme kitabı ile okuyucularıyla bu-
luştu. Varlık, Berfin Bahar, Cum-
huriyet Kitap, Evrensel, Beşpar-
mak, Kül Öykü gibi pek çok dergi-
de yayımlanmış öyküleri, denemeleri
ve kitap tanıtım yazılarıyla tanıdığı-
mız Halit Payza ile sizler için röportaj
yaptık. Keyifli okumalar.
Sylvia Plath’ın intiharından son-ra, eşinin yorumu kitabınızın ismi-ni almış. Bize bu seçiminizi anlatırmısınız?
Aslında kitabın daha uzun bir
ismi olacaktı. Kitaba adını veren de-
neme, “Bir Tutam Saç Bir Altın Yü-
zük ve Hâlâ Çalışan Bir Saat”. O
Gece Ne Oldu başlıklı Ted Hug-
hes’in Sylvia’nın intiharından sonra
yazdığı şiirde de belirttiği gibi, “on-
dan geriye kalanlar bir tutam saç, yü-
zük, saat ve geceliktir.” Kitabımın
ismi “Bir Tutam Saç Bir Altın Yü-
zük Hâlâ Çalışan Bir Saat Teninin
Sıcaklığını Taşıyan Bir Gecelik” de
olabilirdi. Biliyorsunuz, kitaplarında
bu tür uzun isimleri kullanan ya-
zarlar var. Erich Maria Remar-
que’nin “Batı Cephesinde Yeni Bir
Şey Yok”, David Forrest’in “Şişko-
dan Pokerde Kazandığım Adayı da
Yeğenime Bırakıyorum”, Susanna
Tomorro’nun “Sevgili Mathilda, İn-
sanın Yürümesini Dört Gözle Bek-
liyorum”, Buket Uzuner’in “İki Ye-
şil Su Samuru Anneleri, Babaları,
Sevgilileri ve Diğerleri” anımsana-
bilir. Dosyayı yayınevine gönderdi-
ğimde, ismin kitap sırtına sığmadı-
ğı gerekçesiyle adını kısaltmam is-
tendi. ve “Hâlâ Çalışan Bir Saat”i
kaldırmam gerekti. Kitaba bu ismi
vermemin gerekçesi, Sylvia Plath’ın
içimi parçalayan hüzünlü intiharı
oldu. Hughes, bu ölümün sorumlu-
sudur, kendisi de bu sorumluluğu
üstlenir. Suçludur ve sevdiği kadını
yitirmenin acısını duyumsar. Bir tu-
tam saç, evliliklerini simgeleyen yü-
zük, Sylvia’nın koluna taktığı saat,
aynı yatağı paylaştıkları odada teni-
nin kokusu sinmiş gecelik Sylvia’dan
kalanlardır. Kitabın arka kapağında
yazdığım gibi insan en çok canı yan-
dığında ve ağladığında insandır. Ben
de büyük yaşamların küçük dene-
melerini anlatmayı yeğledim. Yaşam
çok kısa ve yitirilenler çok değerli.
“Bir Tutam Saç Bir Altın Yüzükve Hala Çalışan Bir Saat” özgeç-mişsel bir öykü kitabı. Okuduğumuzher öykü öğretiyor ve okura 40 - 50yıl öncesini merak ettirip onu araş-tırmaya yönlendiriyor. Bunu bilinç-li mi yaptınız?
İlk kitabım “Kelebeğin Ömrü ve
Ölümü”nde “Denemecinin Deneme
Yazarı Olarak Portresi” adını ver-
diğim biyografik metinde Mermi
Uygur’u yazarken onun için okur-
luğunun yazarlığının önünde oldu-
ğunu, okudukça yazdığını, asıl ama-
cının kitapların kitabına ulaşmak
olduğunu belirtmişim. Okumuştur ve
okuduğu kitaplara ilişkin yazmıştır,
ne okuduysa onu varsıllaştırarak
paylaşmış, bütün okuduklarından
tek bir kitaba sürekli yolculuk ha-
linde olmuş; kitaplar kitabına. Okur-
ken ama en çok da yazarken öğre-
niyorum. Her kitap, kendinden ön-
ceki kitapların sonuncusu, kendin-
den sonra yazılacakların ilkidir. De-
neme, biyografi yazıyorsanız, yaza-
cağınız metne ilişkin sıkı bir araş-
tırma yapmak, çok okumak gereki-
yor. “Güneş altında söylenmedik
hiçbir söz yoktur” der bir Çin atasö-
zü. Yazarken de söylenilenleri daha
farklı, daha güzel, çok daha yetkin
söylemeniz, yazmanız gerekiyor. Si-
zin de güneş altında söyleyebilece-
ğiniz farklı, bugüne değin söylen-
mişlerden ayrıcalıklı bir sözünüzün
olması gerekiyor. Ama önce söyle-
nilenlerin çoğunu bilmek zorunda-
sınız. Bilirseniz, sizin sözünüz, bili-
nenlerin de dışında bir söyleyiş ola-
caktır. Öğrendiklerime borcum var,
bu borcu ödeyebilmek için okuru
okuduklarımı da okumaya yönelt-
mek istiyorum. Büyük yaşamların
küçük denemelerini yazmaya çalı-
şıyorum. Okundukça isterim ki,
okur da küçük denemelerden, büyük
yaşamlara ulaşsın.
İnsanları, öyküleri öyle içtenyazıyorsunuz ki, okur sizinle aynıduyguları hissediyor ve düşünüyor.Bir yazarın da kitabında yapmak is-tediği budur. Sizin konu ile ilgili ek-lemek istedikleriniz nelerdir?
Bütün yollar insana çıkar, bütün
nehirler, insana dökülür. Yazılanlar
insana ilişkindir. İnsanın insana yol-
culuğu, insana en çok yakışan yol-
culuktur. “Bir Tutam Saç Bir Altın
Yüzük”te yazdığım denemeler beni
çok etkileyen öykülerden oluşuyor.
Onları yazarken yazanların da ya-
zılmaya değer öyküleri olduğunu
duyumsadım. Ümit Yaşar bizim için
lirik yazardır, biraz küldür, biraz
duman. Kül; Ümit Yaşar’sa, du-
man da; Galata Kulesi’nden kendi-
ni atarak “Baba intihar öyle edilmez,
böyle edilir!” notunu düşen oğlu Ve-
dat Oğuzcan’dır. Oğlunu yitirmiş
bir babanın dizelerindeki gözyaşla-
rı sahicidir. Onlara parmaklarınızla
dokunabilirsiniz. Bu notu kim okur-
sa okusun gözleri yaşaracaktır. Acı
oradadır, Ümit Yaşar’ın şiirinde,
yüreğinde, sizin parmak uçlarınızda.
Eleştiri Fethi Naci’siz öksüzdür.
Naci, unutamadığı bir acıyla yaşadı.
Belki de Deniz öldüğünde ölmüş-
tü… Ölüm yaşanmaz! Fethi Naci
Alzheimer’di. Acıyı, onun da yaşa-
mına son verecek olan Alzheimer
unutturdu. Fethi Naci kendini de
böyle unuttu. Yitirdiği kızına “De-
niz, güzelim benim, yalnızlığım, üze-
rinde güller açan kızım” diye sesle-
niyor. Okuduğunuzda hıçkırıklarınız
boğazınızda düğümlenmiyor mu?
Metin Altıok Uğur Kaynar, Behçet
Aysan’ın incecik bir sopa, küçük
bir temizlik fırçası, önlerinde belki
de boş bir yangın söndürme tüpü ile
Madımak’ın merdivenlerinde ateşi
ve ölümü beklemeleri içinizi acıtmaz
mı? Yanan insan teni kokusunu du-
yumsamaz mısınız? Muzaffer Buy-
rukçu’nun öldüğü beş gün sonra
anlaşılmıştı. Koku komşuları rahat-
sız etmiş, polise bildirmişlerdi. Kim-
sesizler mezarlığına gömülmekten
son anda kurtulabildi. Bir mezarı bile
olmayacaktı. Onca yazar örgütü ne-
den sahip çıkmadı? Kitabımda 73
deneme var. 73 öykü anlatıyorum.
Hep hüzün değil elbet. Yalnızlar
kendilerini dışa vururlarken, uzun
konuşmayı sevmezler. Yalnızlıktan
beslenen ve birikimini yalnızlarla,
yalnızlıklarla büyüten biri için de çok
sözcüğe yer yoktur kısacık ömür
içinde. Evet, bu kitabın bir savı var.
Bu denemeler uzun metinlere ge-
reksinim duymuyorlar. Yaşam ger-
çekten uzun değil, büyük yaşamların
küçük denemeleri de olabilir. Ya-
zarlar için de yazılabilir. “Hayatım
roman” denilir ya, bu kitapta yer alan
denemelerde sözünü ettiklerimin
hepsinin de yaşamı aslında roman.
En çok onlar “hayatım roman” de-
meyi hak etmişler. Bir farkla, ben on-
ların romanlarını değil küçük de-
nemelerini yazıyorum. Bu dene-
meler de bunu yapıyor. Okudukla-
rınızın roman olan gerçek yaşamla-
rını okuyorsunuz. Okurken şunu
da yapın; Kendinizle yüzleşin. Ca-
nınız yanabilir: İnsansınız. İnsan en
çok canı yandığında ve ağladığında
insandır.
Sizin de güne� alt�nda söyleyebilece�iniz farkl�, bugüne de�in söylenmi�lerden ayr�cal�kl� birsözünüzün olmas� gerekiyor. Ama önce söylenilenlerin ço�unu bilmek zorundas�n�z.
Bilirseniz, sizin sözünüz, bilinenlerin de d���nda bir söyleyi� olacakt�r
“İnsan en çok canıyandığında insandır”
SEVİLAY ATAİBİŞ
Kitaba bu ismivermemin
gerekçesi, SylviaPlath’ın içimi
parçalayanhüzünlü
intiharı oldu. Bir tutam saç,
evliliklerinisimgeleyen yüzük,
Sylvia’nın koluna taktığı
saat, aynı yatağıpaylaştıkları
odada tenininkokusu sinmiş
gecelik Sylvia’dankalanlardır
Halit Payza
12 EK�M 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Güne� Giderken
“Tanrı Olmak İsteyen Otobüs Şo-
förü”nün dâhi yazarından bir çırpıda
okunan, tuhaf, komik ve zekâ pırıltılarıyla
ışıyan bir kitap: “Kapı Birden Vuruldu”.
Gündelik yaşamın kuytuları, Keret’in
benzersiz evreninde fosforlu neonlar
altında parlıyor, hayalle gerçeğin karış-
tığı bu şahane öykülerde her an, her şey
gerçekleşiyor. Kapı birden vuruluyor ve
kader rotasını çiziveriyor. Kalabalıklar
içindeyken yalnızlık sularında boğulan-
lar, kendilerini her daim yedek safların-
da ya da kazazedeler arasında bulanlar,
güneşli günlerde bile çamura basmayı ba-
şaranlar ve talih kuşunun kuyruğuna tu-
tunup yukarılara uçma hayalleriyle en
dibe vuranlar bir araya geliyor, “Kapı Bir-
den Vuruldu”, mağrur kaybedenlerle adi
kahramanların bir arada yaşadığı ince-
likli ve zekâ dolu bir kitap.
Kap� Birden Vuruldu
Hugo ve Nebula ödüllü yazar
Neil Gaiman ve Emmy ödüllü yazar
Michael Reaves’ten sadece gençlere
değil tüm okurlara hitap eden, bi-
limkurguyla fantezinin iç içe geçtiği,
soluksuz bir macera kitabı.
Joey Harker sadece bir kahraman
değil. O aslında kendi evinde kay-
bolan sıradan bir insan.
Bir gün kaybolduğunda kendi
dünyasını geride bırakıp bambaşka
bir boyuta adım atıyor.
Şimdi zorlu bir savaş vermek zo-
runda. Hem de söz konusu olan sa-
dece bu dünya değil, bu savaş olası
bütün dünyaları kurtarmak için ve-
rilen bir savaş....
Ara Dünya
İran, Tahran, Haziran 2009: Se-
çimlerden sonraki en büyük sokak pro-
testolarından birinden sonra Mehdi
isimli bir genç kaybolur. Annesi Zehra
ve ağabeyi umutsuzca onu ararlar. Ara-
yışları onları zalim bir rejimin labirent
gibi koridorları boyunca sürükleyecek-
tir. Hastanelerden morga, yozlaşmış
bürokratlardan cezaevi bilgisayarlarına
sızma... Hiçbir şey bir annenin oğlu için
hissettiği derin ve ebedi aşkı zayıflata-
maz. “Zehra’nın Cenneti”ni keşfedin;
gerçek insanlar ve gerçek olaylarla gü-
nümüz İran’ını tanımanızı sağlayacak
kurgusal bir bileşim. “Zehra’nın Cen-
neti” ilk kez internette, İngilizce, Fars-
ça ve Arapça da dâhil olmak üzere bir-
çok dilde yayınlandı. Uluslararası ba-
sında çizgi roman, yayıncılık ve politik
muhalefette bir ilk olarak övgü topladı.
Zehra’n�n Cenneti
Türk evi dendiğinde herkesin aklı-
na gelen, hemen tarif edilebilen görsel
bir imge vardır. Sokağa doğru uzanan
çıkıntılı üst katlarıyla ahşap iskeletli ev-
lerdir bunlar. Carel Bertram, edebiya-
ta, kanonik anlatılara, bazen karika-
türlere ve hatıralara yoğunlaşarak Türk
evi imgesini tartışıyor. Ona göre bir imge
yaşıyorsa mutlaka tarihî bir geçmişi
vardır. Türk evi diye tahayyül ettiğimiz
şey ister istemez kolektif hafızanın ürü-
nüdür. Evler mimari varlığıyla değil,
edebî olarak hayal edilerek bir anlam
kazanmıştır ve ancak böyle yaygınlaşa-
bilmiştir. Bertram, o hayalin kendisini
ve hayalî üreticilerini anlatıyor bize. Sa-
dece edebiyatı ve kolektif hafızayı de-
ğil, milli kimliğin inşasını ve erken dö-
nem cumhuriyetinin düsturlarını tartı-
şan başarılı bir değerlendirme.
Türk Evini Hayal Etmek
Çocuk yaşta “inancın” peşine dü-
şen ve 13 yıl boyunca Napoli'deki
San Domenico Maggiore Manastı-
rı'nda yaşayan Peder Giordano Bru-
no kaçmak zorunda. Çünkü Bruno ge-
nel görüşün aksine güneşin dünyanın
etrafında döndüğüne inanmıyor ve
başrahip onun engizisyonun yasaklı ki-
taplar listesindeki el yazmalarını oku-
yarak vakit geçirdiğini öğrenmekte ge-
cikmiyor. Bruno, kilisesinden aforoz
edilen, bütün hayatını sürgünde ya-
şamak zorunda olan bir sapkın ar-
tık! İnsanı Tanrı ile aynı konuma ge-
tirecek bilgileri içeren gizemli bir el-
yazmasının peşinde olan Bruno, bir
sonraki durağı olan Oxford’da ken-
disini peş peşe işlenen cinayetlerin or-
tasında bulacağını bilmiyor. Ve “aşk”a
olan sadakatinin sınanacağını…
Sapk�n
Hepimizin bildiği bir kaza, tanıdık
şahsiyetler, belki de artık unutmak iste-
diğimiz olaylar... Öykü ve yazılarından ta-
nıdığımız Hüseyin Bul, ilk romanı “Kar-
suyu”nda yakın tarihin kirli ve karanlık
ilişkilerini soğukkanlı, rahatız edici ve he-
yecanlı bir hikaye ile canlandırmış. “Yoz-
laşmış bir toplumda eğer gizli alay ve iki
yüzlülük dallanıp budaklanmışsa ve güç
tek bir yerde toplanmışsa, suç edebiya-
tı eşitsizliği, haksızlığı ve kötülüğü gös-
terir.” Komiser Ayhan da çözüme ulaş-
mak için hem suçun toplumsal dokunun
derinlerine uzanan izlerini sürmek hem
de kendisiyle hesaplaşmak zorunda. Po-
lis-siyasetçi-yeraltı ilişkilerini, derin dev-
leti, şiddeti içselleştirmiş bir toplumsal ya-
pıyı ve bireyin çaresizliğini irdeleyen
“Karsuyu” basit bir polisiye gibi başlayıp
keskin bir eleştiriye dönüşüyor...
Kar Suyu
“Senin dahil olmadığın seninle ilgili
hatıralarım da var benim, onları bilmene
olanak yok tabii. Öylesine içimdesin ki,
fiziksel yokluğun neredeyse hissedil-
miyor. Bu senin, sahilimde bıraktığın
ayak izin, varlığının bana bağışladığı ses-
siz melodin. Sadece seni düşünüyo-
rum. Bir önceki gün seni ilk defa kol-
larıma aldım ve beni o an istila ettin.
Seni anlatan cümleler geliyor aklıma,
not alıyorum amaçsızca. Bir efsaneye
göre Şostakoviç’in kafatasına saplanan
bir şarapnel parçası, eğer kafasını belirli
bir şekilde eğerse onun müzik duyma-
sını sağlarmış. Sen benim Şostakoviç’in
kafatasına saplanan şarapnel parçamsın.
Şostakoviç’in kafatasına saplanan şa-
rapnel parçası güzel bir roman adı
olurdu. Hayat sonsuz sayıda güzel ro-
man adıyla doludur.”
A�ktan Bu Kadar
S. J. Parris, Do�an Kitap,Çev: Mehmet Gürsel, 396 s.
Necati Tosuner, �� Bankas�Kültür Yay�nlar�, 93 s.
Necati Tosuner “Güneş Gider-
ken”de yaşlanıyor olma duygusunu işli-
yor. Dün gibi gelen anıların eskidiği, tut-
kuların yıprandığı, telaşların boşuna ol-
duğunu öykülüyor. Necati Tosuner bu
öykülerde günlük olayları, bilinen duy-
guları, sıradan insanlık hallerini hari-
kulade dil ustalığıyla ince ve kırılgan bir
örgü haline getiriyor. “Mayıs’ta, Ağus-
tos sıcakları başlamıştı. ‘Ey kısa ömrüm,
nasıl geçersen geç!’ diyen ağustosbö-
cekleri daha görünmemişti ama karpuz
çoktan çıkmıştı elbet ve hemen de ka-
buğu denize düşmüştü. Evet, kış olun-
ca ağustosböceği kalıyor muydu ki, gidip
karıncanın kapısını çalsın! Peki, kışın ka-
rınca da mı kalmıyordu yoksa, kapıyı aça-
cak... Kışın karınca kalmıyorsa, o ‘çalış-
kanlığın’ ne anlamı olabilirdi? Ve o te-
laşların... yiyecek diye delirmelerin?”
Michael Reaves, Neil Gaiman,�thaki Yay�nlar�, Çev: Emine
Ayhan, 216 s.
Herve Le Tellier, MonoKL, Çev:Mehmet Rasim Emirosmano�lu, 288 s.
Etgar Keret, Siren Yay�nlar�,Çev: Avi Pardo, 216 s.
Amir Khalil, Pegasus Yay�nlar�,Çev: Bar�� Sat�lm��, 272 s.
Carel Bertram, �leti�im Yay�nevi,Çev: Mehmet Ratip, 392 s.
Hüseyin Bul,Ayr�nt� Yay�nlar�, 240 s.
12 EK�M 2012 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Akra’da BulunanElyazmas�
Charles Sokağı 44 numaradaki ev
pansiyonerlerle birlikte ev bir anda
bambaşka bir ruh kazanır. İlk pansiyo-
ner Eileen Los Angeleslı genç bir öğ-
retmendir. İkincisi karısından ayrıl-
mış, hafta sonları yedi yaşındaki oğluyla
kalan grafiker Chris’tir, üçüncüsü ise
ünlü bir aşçıbaşı ve yemek kitapları ya-
zarı Marya’dır. Ev arkadaşları ile uyum
içinde yaşayan Francesca, artık Todd
gibi hayatına yeni bir yön vermek zo-
rundadır. Kendini boşlukta hissettiği bir
an hayatındaki en önemli insanların ki-
racıları olduğunu fark eder. Charles So-
kağı 44 numarada bir yıl içinde akıl al-
maz olaylar yaşanır. Her birinin farklı
sorunları ve uğraşıları vardır. Usta ya-
zar Danielle Steel’in bu romanını eli-
nizden bırakamayacaksınız.
Charles Soka�� 44Numara
“Şahane Hatalar” serisi hız kes-
meden sürüyor: Bu kez bir erkeksi-
niz. Etrafınız sayısız kadınla çevrili.
Güzel, çirkin, kafakoparan, tehlike-
li, masum... Tek gecelik bir macera ya
da ömürlük aşk sadece sizin elinizde.
Bu kitabı okumaya normal bir kitap
gibi birinci sayfadan başlayın. İlk
bölümün sonunda, önünüze bir yol
ayrımı çıkacak. Kararınızı verin ve il-
gili bölüme gidin. Her bölümün so-
nunda seçimlerinizle kaderinizi kont-
rol etmeye devam edeceksiniz. Kitabı
okurken bazen hiç beklemediğiniz bir
yere ulaşacak, bazen de kendinizi
daha önce olduğunuz yerde bula-
caksınız. Hayatın size neler hazırla-
dığını asla bilemezsiniz. Yüzlerce
farklı hayat sizi bekliyor. İyi şanslar.
Bira Kad�n ve �ahaneHatalar
“Ahlak Felsefesinin Sorunları”,
Adorno’nun 1963 tarihinde Kant’ın ah-
lak felsefesinden hareketle verdiği on
yedi dersi bir araya getiriyor. Ador-
no’nun sağlığında yayımladığı kitap-
larının dışında, Almancada 90’lı yıl-
larda yayımlanmaya başlamış, ders
notlarından, teyp kayıtlarından ve ya-
zılarından oluşan geniş bir külliyatı var-
dır. Bu külliyatın ciltlerinden biri olan
“Ahlak Felsefesinin Sorunları”, bir
yandan Minima Moralia’nın yazarının
“Bugün doğru hayat mümkün mü-
dür?” sorusu etrafındaki araştırması-
nı, diğer yandan da, çok daha zor bir
çalışması olan “Negatif Diyalektik”teki
belli başlı temaların çoğunun ilk kez or-
taya konuluşunu temsil eder derslerin
önemi buradan gelir.
Ahlak FelsefesininSorunlar�
Sören Kierkegaard’ın yarattığı unu-
tulmaz Johannes, kadın-erkek ilişkileri
konusunda bir uzman; en küçük jestten
derin felsefi anlamlar çıkarıyor, yargısı-
nı hem edebi hem felsefi bir dille ge-
rekçelendiriyor. Johannes’in tüm şeytani
dikkati bu davranışlara odaklanmış du-
rumda. Acaba baştan çıkarmanın ilk aşa-
ması nedir? Aşk nerede başlıyor? Ki-
erkegaard, insanın erotik davranışını ak-
lın yatağına yatırıyor. “Baştan Çıkarıcı-
nın Günlüğü”, yalnızca keyifli bir anla-
tı değil; klasik romanın tüm olanakları-
nı kullanırken, erotizmin tarihsel biri-
kimini de didikleyen bir düşünce kitabı,
bir ironi başyapıtı. Büyük aşk anlatıla-
rına göndermelerle dolu eşsiz bir oku-
ma şöleni. Kitabı yeni, özenli çevirisiy-
le okuyacaksınız.
Hem evrim kuramını benimseyip
hem de Tanrı’ya inanabilir misiniz? İn-
sanlar diğer hayvanlardan üstün mü,
yoksa bu düşünce sadece bir insan ön-
yargısı mı? Evrim, ahlaki bakımdan ne-
yin doğru, neyin yanlış olduğunu gös-
teriyor mu, yoksa son tahlilde yanlış ya
da doğru diye bir şey olmadığını mı ima
ediyor? Bu etkileyici ve ilgi uyandırı-
cı kitabında Williams evrim kuramı ve
evrimci psikoloji tarafından ortaya
atılan böylesi temel felsefi sorulara ya-
nıtlar bulmaya çalışıyor. Yazar Dar-
winci bilimin nihai amaç ya da ahlaki
yapıdan yoksun bir tanrısız evren gö-
rüşünü desteklediğini öne sürüyor.
Fakat insanın hem böyle bir görüşe sa-
hip olması hem de iyi ve mutlu bir ya-
şam sürmesi mümkün.
Darwin Tanr� veYa�am�n Anlam�
“Kırık Kalpler Terzihanesi”, “Giz-
li Kalmış Bir İstanbul Masalı”, “İn-
sansız Konağın İkonu”, “Pervane-
ler”, “Aşk Yaşama Çok Uçuk”, “Ho-
rasan Elyazması” ve “Taş Devri” ile
öykücülüğümüzün yenilikçi çizgisin-
deki yerini alan Ali Teoman’ın yedinci
öykü kitabı. Gizemli, Romanesk ve
Grotesk öykülerin bir araya geldiği ki-
tabın “Romanesk Öyküler” bölümü
yazarın son romanı “Gecenin Atları”
ile kesişiyor. Anlaşılıyor ki anlatı ev-
reninin boyutlarını öykü-roman ayrımı
gözetmeden sergilerken kendine özgü
öyküleme biçimlerinin izini sürmeyi
bırakmayan bir yazar var karşımızda.
Ali Teoman, ardında bıraktığı me-
tinlerle de öykücülüğümüze yepyeni
“yapı”lar kazandırmayı sürdürüyor.
K�r�k KalplerTerzihanesi
Pantolonun öyküsünün ardında koca
bir anlam yatar, ne de olsa “kişisel olan
politiktir”. Simone de Beauvoir “Kadın
gibi giyinmek kadar doğal olmayan bir
şey yoktur; hiç kuşkusuz erkek kıyafeti
de yapaydır ama daha rahat ve daha sa-
dedir, hareketlerin engellenmesi için
değil desteklenmesi için tasarlanmıştır”
der. Pantolon başlangıçta bir erkeklik
simgesidir ve kadınların giymesi yasak-
tır. Hatta kılık değiştirmek bir sahtecilik
suçudur. Kadınların son iki yüzyılın bu
önemli simgesini keşfetmeleri ise poli-
tik boyutu olmayan bir bireysel kimlik ya
da pratik bir giysi tercihi değil cinsiyet-
lerin eşitlik arzusunun ve mücadelesinin
ifadesidir. “Pantolonun Politik Tarihi”,
giysinin politik diline tercümanlık eden
kayda değer bir kültür tarihi çalışması.
Steve Stewart Williams, SayYay�nlar�, Çev: �brahim Hoca, 392 s.
Paulo Coelho, Can Yay�nlar�,Çev: Emrah �mre, 152 s.
Düşman onlardan çok daha üstün,
ertesi sabah saldırıya geçecekti. Halkın
çoğunluğu, yenileceklerini bildiği halde,
şehirde kalmayı seçti. O akşam, her
yaştan kadınlı erkekli bir grup, Kıpti de-
dikleri Yunanlı’yı dinlemek için mey-
danda toplandı. Kıpti, hiçbir dine men-
sup değildi; sadece bütün duyduklarını,
yarına aktarabilmek için aklında tut-
muştu. Kıpti, yalnızca içinde bulunduğu
âna ve Moira denen varlığa inanır-
dı. Yarından itibaren şu anda ahenk ola-
rak gördüğümüz şey ahenksizliğe dö-
nüşecek. Mutluluğun yerini matem ala-
cak,” dedi Kıpti. “Şehrimizi talan ede-
bilirler, ama burada öğrendiklerimizi
silemezler. İşte bu yüzden ilmimizin
surlarımız, evlerimiz ve sokaklarımızla
aynı kaderi paylaşmasına izin veremeyiz”
Shawn Harris, April Yay�nc�l�k,Çev: Dilek Berilgen Cenkciler, 432 s.
Christine Bard, Sel Yay�nc�l�k,Çev: �smail Yerguz, 344 s.
Danielle Steel, Alt�n Kitaplar,Çev: Zehra Tapunç, 272 s.
Theodor W. Adorno, Metis Yay�nlar�,Çev: Tuncay Birkan, 208 s.
Sören Kierkegaard, Alakarga SanatYay�nlar�, Çev: Gökhan Do�ru, 184 s.
Ali Teoman, Yap� KrediYay�nlar�, 140 s.w
Ba�tan Ç�kar�c�n�nGünlü�ü
Pantolonun PolitikTarihi
12 EK�M 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUKLAR İÇİN
6 Ekim’de Günışığı Kitaplığı’nın
Kadir Has Üniversitesi’nde düzen-
lediği Zeynep Cemali Edebiyat Gü-
nü’ndeydik. Türkçe’nin kullanımı,
ders kitaplarımız, yaratıcı yazarlık,
4+4+4 eğitim sistemi gibi önemli
konular üzerinde durulan konfe-
ransta Yalvaç Ural, Aslı Tohumcu,
Müge İplikçi, Behçet Çelik gibi
genç okurların ilgisini kazanan ya-
zarlar, Türkiye’deki gençlik edebi-
yatının durumu hakkında önemli so-
runlara dikkat çektiler. Fakat ya-
zarların çocuk ve gençlik edebiyatı
üzerine yaptıkları tartışmalardan
öte, asıl dikkatimizi çeken, ödül tö-
reninden önce Müren Beykan’ın
öykülerini gönderen öğrenciler hak-
kında yaptığı açıklamalardı.
ERKEK Ö�RENC�LERDENTALEP AZZeynep Cemali Edebiyat Günü esa-
sında genç öykücülere yazarlık adı-
na girdikleri yolda heveslerini ve ye-
teneklerini taze tutmak adına veri-
len bir destek. Usta öykücü Zeynep
Cemali’nin adıyla 6. 7. ve 8. sınıf öğ-
rencilerinin belirli bir tema üzerin-
den yazdıkları öyküleri ödüllendi-
rerek, öykücülüğü ve genç ruhları
diri tutmanın önemli bir adımı.
Genç öykücülere ödülleri verilme-
den önce Günışığı Kitaplığı Yayın
Yönetmeni Müren Beykan, ellerine
ulaşan öykülerin hangi illerden,
okullardan, öğrencilerden geldiği
ve işlenen konular bakımından ne
gibi özellikler taşıdığı konusunda
bazı ilginç istatiksel bilgiler verdi. Bu
bilgiler aslında “Türkiye’deki genç-
liğin sorunları” üzerine somut ve çar-
pıcı veriler. Mesela tahmin ettiğimiz
gibi öykülerini gönderen öğrencile-
rin yalnızca dörtte biri erkek öğrenci.
Bu bilgi aslında erkek öğrencilerin
ilgisini çekecek kitapların eksikli-
ğinden ötürü okuma ve yazma ko-
nusunda kız öğrencilerin gerisinde
kalmalarını işaret ediyor. Bu sene
ödül alan üç arkadaşımız da kız öğ-
renciydi. Öykülerin üçte ikisi özel
okullardan geliyormuş. İstanbul’dan
60’ın üstünde öykü gelirken, Anka-
ra ve İzmir’den yaklaşık 30’ar öykü
gönderilmiş. Ayrıca ilginin en fazla
6. sınıf öğrencilerden olduğunu,
çünkü 7. ve 8. sınıf öğrencilerinin sı-
nav telaşı nedeniyle bu tür etkinlik-
lere zaman ayıramadığını belirtti
Müren Beykan.
SINAVLAR GENÇLER�EDEB�YATTANUZAKLA�TIRIYOREğitim dönemlerinin her aşama-
sında zorlu sınavlara tabi tutulan öğ-
rencilerin sadece edebiyattan değil,
ailelerinden, arkadaşlarından, sosyal
hayattan kopmaları yıllardır dile
getirilen bir sorun. Ancak dillendi-
rildiği kadar çözüm de bulunamıyor.
Her sene sınav sisteminde bir deği-
şiklik yapılıyor ve öğrencilerden
daha birine alışamamışken hemen
diğerine adapte olmaları bekleniyor.
Bu sınavlar çocukları anı yaşamak-
tan alıkoyduğu gibi kalıcı hasarlar da
bırakıyor. Önlerine gelen sorunları
mantıklı çıkarımlarla çözemeyip,
her sorunun farklı çözümleri oldu-
ğu ve bunlar arasında bir seçim
yapmak zorunda oldukları kanısına
varıyorlar. Bu durumda şıkları ken-
dileri yaratmalılar, yaratamadıkları
takdirde, önlerine gelen “sorun”un
şıklarıyla birlikte gelmesini bekli-
yorlar. Yaratıcılıklarının en verimli
çağlarında sonu olmayan amaçlar
uğruna art arda sınavlara sokulma-
nın gerginliği nedeniyle belki de bir
daha dönmemek üzere gençleri sa-
nattan, felsefeden, edebiyattan uzak-
laştırdığımız gibi neredeyse onları
gündelik sorunlarla başa çıkamaya-
cak, aciz insanlar haline getiriyoruz.
Ayrıca akıllarda 4+4+4 eğitim sis-
teminin bu sınav kaygısına çözüm
mü olacağına, yoksa daha da mı te-
tikleyeceğine dair önemli bir soru
var. Bunun ayrıca etraflıca tartışıl-
ması gerekiyor.
ÖYKÜLER�NDETEKNOLOJ� YOKDersler, sınavlar gibi temel sorun-
ların yanısıra, öykülerde kullandık-
ları materyaller çerçevesinde genç
yazarlara dair ilginç bilgiler de sun-
du Müren Beykan. Mesela sadece iki
öğrencinin öyküsündeki kahra-
manlar cep telefonu kullanıyor.
Gündelik yaşamda ellerinden dü-
şürmedikleri cep telefonlarını öy-
külerine taşımamaları, okudukları
öykülerin tamamına yakınının eski
yazarların kendi dönemlerini an-
lattıkları öyküler olmasından kay-
naklanıyor olabilir. Çocukların öy-
külerinde hala eskilerin izlerini gör-
mekle gurur duymalı mıyız? Bence
hayır. Çünkü bu “çağdaş öykücülü-
ğün” gençlerle yeterince buluştu-
rulmadığı anlamına gelir. Öykü, ço-
cuğun kitap okuma alışkanlığı ka-
zanmasındaki en önemli aşamadır ve
eline hiç anlayamayacağı bir dilde,
bilmediği konulardan bahseden ki-
taplar verdiğinizde ilk adımda tö-
kezlemiş olursunuz. Dolayısıyla çağ-
daş öykücülerimizin gençlere yete-
rince tanıtılması gerekiyor. 1930’lu
yıllarda Türk öykücülüğünün kuru-
cuları olan Sabahattin Ali, Sait Faik,
Memduh Şevket Esendal gibi ya-
zarlarla Halikarnas Balıkçısı, Haldun
Taner, Necati Cumalı gibi öykücü-
lerin dili hala aynı tatta ve anlaşılır-
lıktadır. 1960’lar sonrası Köy Ensti-
tüsü’nde yetişen Yaşar Kemal, Fakir
Baykut gibi yazarlar öykücülüğe
daha toplumsal bir boyut kazandır-
dılar. Ancak Modern Türk öykücü-
lüğünün altın çağının başladığı asıl
nokta 1980’lerdir. Füruzan, Tomris
Uyar, Necati Tosuner, Ayla Kutlu,
Cemil Kavukçu, Bilge Karasu gibi
yazarlar dönemimize en yakın ör-
neklerde öyküler yazdılar. Dolayı-
sıyla gençlerin yaşadıklara çağa iliş-
kin okuyabilecekleri, güzel ve sade
dillerde yazan çok yazarımız var. Bu
da çağdaş öykücülerimizin yazmaya
devam ettiği, ancak bu öykülerin
gençlerin kütüphanesine ulaşmadı-
ğı anlamına geliyor.
Yazıyı sonlandırmadan önce
Zeynep Cemali Öykü Yarışması’nda
ödüllerine kavuşan genç yazarlarımız
Beyza Nur Muslu, Bilge Arslan ve
Ceren Kuran’ı, öykücülüğü bir ömür
daha yaşatacak usta yazarlar olma-
larını dileyerek bir kez daha tebrik
edelim. Seneye tekrar bir Zeynep
Cemali Edebiyat Günü’nde daha bu-
luşmak üzere...
Hayat boyu okumalar diliyoruz.
E�itim dönemlerinin her a�amas�nda zorlu s�navlara tabi tutulan ö�rencilerin sadeceedebiyattan de�il, ailelerinden, arkada�lar�ndan, sosyal hayattan kopmalar� y�llard�r dile
getirilen bir sorun. Her sene s�nav sisteminde bir de�i�iklik yap�l�yor ve ö�rencilerden dahabirine al��amam��ken hemen di�erine adapte olmalar� bekleniyor. Bu s�navlar çocuklar� an�
ya�amaktan al�koydu�u gibi kal�c� hasarlar da b�rak�yor
Geleceğin öykücüleri
İREM HALIÇ[email protected]
Genç öykücülereödülleri
verilmeden önceGünışığı KitaplığıYayın Yönetmeni
Müren Beykan’ın,ellerine ulaşan
öykülerin hangiillerden,
okullardan,öğrencilerden
geldiği ve işlenenkonular
bakımından ne gibiözellikler taşıdığı
konusunda verdiğibilgiler bize
“Türkiye’dekigençliğin
sorunları”nı işaret ediyor
Müge �plikçi, Behçet Çelik ve Asl� Tohumcu gençlik edebiyat� üzerine konu�uyor
Alman lirik şiirinin usta temsilcisi; RainerMaria Rilke. Şiirinin gücünü, kapitalist yapı-nın insanların içine sızmasıyla oluşturduğu duy-gusuzluk ortamını bertaraf etmede kullananşair bu yönüyle pek çok kişinin düşünce ve duy-gularını etkilemiştir. Kelimelerin kafalarımızaçiviler gibi çakılmasını sağlayan bu şairin et-kilediği isimler arasında bir çok müzisyen, bes-teci ve yorumcu var.
Bunların arasında ilk akla gelen İskoçyalıalternatif rock grubu Cocteau Twins'in 1996’da“Milk and Kisses” adıyla piyasaya sürdüğü al-bümünde yer alan “Rilkean Heart” parçası olsagerek. Grup isminin “Cocteau” kısmını Fran-sız yazar Jean Cocteau’dan almasıyla da ede-biyat bağını perçinliyor. “Rilken Heart” par-çası solist Elizabeth Buckley tarafından sevgilisiJeff Buckley’e ithafen yazılmıştı. Fraser’ın al-bümün iç kapağına düştüğü notta şöyle yazı-yordu: “İlk erkek için süt ve öpücükler/ Benim
yaşlı erkeğim/ Sevgi ve yapraklı bir gül Buck-
ley için/ Benim Rilke kalpli dostum”
Avusturyalı yazar Stefan Zweig, Rilke için
şunları söylemiştir: “Bir müzikle geldi Rilke.
Müziği, gidişinden sonra da kalacak. Çünkü
aramızda yalnızca onun söyledikleri ezgilerden
farksızdı.”
Amerikalı indie rock grubu Rainer Maria
adını yazarın adından almıştır. Ünlü caz mü-
zisyeni Kurt Elling’in Rilke hayranlığını söy-
leyebiliriz. Çağdaş bestecilerden Alman bes-
teci Paul Hindemith “Meryem’in Yaşamı” şii-
rini, Norveçli besteci Arne Nordheim “Ölüm
Deneyimi” isimli şiiri bestelerinde kullanmış-
lardır. Ünlü punk yıldızı Nina Hagen yürüttüğü
“Rilke Projesi”(Rilke Project) ile bir süredir
Rilke şiirlerini seslendiriyor.
Şarkılar bazen Rilke’ye söyleniyor bazen de
Rilke’den söyleniyor.
SES - SÖZ
12 EK�M 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF
Rilke’ninetkisi şarkılarda
İkinci Meşruti İnkılâbı’nı başlatan Res-
neli Niyazi Bey’in anılarının, devrim tari-
himizde ayrı bir yeri vardır. Devrimin ateş-
li çocuğunun anıları, o sıcaklık içinde Eylül
1908’de yazılır ve Osmanlıca olarak basılır.
3 Temmuz’da 200 kişilik gönüllü birliğiyle
Makedonya’nın Resne dağlarına çıkan Ön-
yüzbaşı Niyazi Bey, 23 Temmuz günü, 1876
Anayasa’sının yürürlüğe girmesini Padişah
Abdülhamit’e kabul ettitir. Baskıcı yöneti-
min sonunu da getirir. 15 yıl sonra ilan edi-
lecek olan Cumhuriyet’in de yolunu açar.
Hürriyet kahramanı Niyazi Bey’in anıları,
İttihatçı devrimcilerin eylem ve düşünce-
lerini öğrenmek açısından da ayrı bir de-
ğerde. Devrimi yapandan daha iyi devrim
anlatılmaz!
DEVR�M�N GÜNLÜ�Ü240 sayfalık anılar, 1975 yılında Çağdaş Ya-
yınları tarafından Türkçeye çevrilerek ya-
yımlanır. Resneli Niyazi’nin akrabası İhsan
Ilgar sadeleştirir. 1908 bas-
kısı Manastır İttihat ve Te-
rakki idare heyeti tarafın-
dan incelenir; olayların ve
anlatımın doğruluğu onay-
lanır. Kitapta ağırlıklı olarak
devrimin gün gün aşaması,
dağdaki günlerin ayrıntılı
anlatımı, o günkü siyasi ve
sosyal durum analizi ve Ni-
yazi Bey’in bunlara ilişkin
görüşleri yer alır. Ayrıca dev-
rim aşamasındaki yazışmalar
da belge niteliğinde kitapta
yer alıyor.
SIRADAN EYLEMC� DE��LAnılarda dikkat çeken, Niyazi Bey’in sıra-
dan bir eylemci olmadığı! Son derece bilinçli
ve vatanperver! Sık sık vurguladığı kelime:
Vatan ve namus... Niyazi Bey, Osmanlı’nın
içinde bulunduğu durumu analiz ederken
şu ifadeyi kullanıyor: “Şimdi biz üç yüz yıl
önce, evet tam üç büyük yüz
yıl evvel yapılacak işler karşı-
sında bulunuyoruz.” Milletin
içinden doğduklarını vurgu-
ladıktan sonra da giriştikleri
hareketi şöyle tarif ediyor:
“Ya vatanı kurtaracağız, ya
öleceğiz!” Bu vurgu sıkça
yapılıyor. Parola gibi... Res-
ne doğumlu olan Niyazi
Bey, askeri okula giriş ne-
denini de şöyle tarif ediyor:
“Vatan sevgisinin etkisiyle
askeri okula girdim.” Os-
manlı’nın içinde bulunduğu
durumu okul yıllarında şöyle anlatır: “Güç-
lü bir devrime ihtiyaç gösterdiğini düşünü-
yordum.” Devrime de Reval Anlaşma-
sı’ndan sonra, Makedonya’nın paylaşılma-
sına karar verilmesi ve buna yönetimin
kayıtsız kalması üzerine karar verirler.
Amaçları ise, Osmanlı sınırları içinde bu-
lunan bütün unsurların hür ve kardeşçe ya-
şayacakları bir düzeni kurmak. Bunun en-
geli de baskıcı yönetimdir. Birlik olup onu
yıkmak ise tek çaredir. Anayasayı tekrar ilan
ettirmek ve Meclis’i açmak yakın hedeftir.
VATANI TERK EDERKEN ÖLDÜNiyazi Bey sıradan bir subay değildir.
1897’deki Türk -Yunan Savaşı’nda kahra-
manlıklar göstermiştir. Öne atılarak bir
kaleyi zapt etmiş ve kalede esir aldığı Yu-
nanlı askerleri bizzat İstanbul’a götürerek
halka ve Saray’a göstermiştir. İstanbul’da-
ki hali görünce şuna karar verir: “Görevi-
mi bitirip İstanbul’dan döndükten sonra ül-
kemin devrime olan ihtiyacını daha iyi an-
lamış oluyordum.” İşte bu kahraman, ya-
şadığı ve çok sevdiği Resne’yi ve Make-
donya’yı, Balkan Harbi sonrası kaybeder. O
acıyla hasta olur. İstanbul’a dönüş için Av-
lonya’da vapur beklerken, Arnavut çetele-
ri tarafından suikast sonucu 17 Nisan 1913
günü şehit olur. Ona ve onlara çok şey borç-
luyuz. Devrimciliğin en güzel yüzüydüler...
Dağa çıkan devrimcinin anıları Dağa çıkan devrimcinin anıları ERCAN DOLAPÇI
Rainer Maria Rilke
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
SOLDAN SA�A1. FARUK ... ... ) Resimdeki yazar2. Stanislaw Lem’in bir eseri - Bir yüzölçümü birimi -
Tümör - Mürekkep hokkalar�na konulan ham ipek3. �lkel benlik - Çok ak - ��lemelerde kullan�lan, gümü�
görünümünde parlak s�rma ya da metal tel iplik - Birkan grubu
4. H�rvatistan’da bir liman kenti - Bir çalg� türü - Parlak,saydam k�rm�z� renkte de�erli bir ta�
5. Serbest b�rak�lm�� cariyeler ya da köleler, azatl�lar -Öldürme, yok etme - Ba���lama, mazur görme
6. Yunanca’da bir harf - Eyere al��t�r�lmam�� binekhayvan� - Ba�lang�çta yer alan - Bir say�
7. Tanr� - Paraguay çay�8. “Hay hay”, “olur” anlam�nda bir sözcük - �lave -
Özgü, mahsus9. Mavi - Gümü�’ün simgesi - Otlar10. Beyaz - Sahip, malik - Ola�anüstü yarat�c� gücü ve
yetene�i olan kimse, dahi - Helyum’un simgesi11. Bir yüzü uzun tüylü, kal�n yünden dokunarak
yap�lm�� ya�murluk - Anahtar - Yünden dövülerekyap�lan kaba ve kal�n kuma�
12. Eski bir a��rl�k ölçüsü birimi - “Art�” kar��t� - “...Ayhan” (�air)
13. Ç�plak - Bir �ans oyunu - Afrika kökenli birAmerikan müzi�i
14. Divit, yaz� hokkas� - E�i benzeri olmayan,mükemmel bir �eyi icat eden - Bir �eyi ortal��ada��tmak, dökmek
15. Resimdeki yazar�n bir eseri - Bir soru sözü
YUKARIDAN A�A�IYA1. Sodyum’un simgesi - Ulusal bir parayla yabanc� bir
para birimi aras�ndaki de�i�im oran� - Üzeri emaylakaplanm�� olan - Bir ac� ünlemi
2. Baya��, s�radan - S�k gözlü bir bal�k a�� türü - “...Gündüz Kutbay” (ney üstad�) - Japonya’da budarahibesi
3. Düz toprak damlarda kiri�lerin üzerine serilip topraklaörtülen has�r - A�abey (k�sa) - Buzulta�
4. Küçük ma�ara - Sarp geçit - �çinde alkol bulunaniçecek
5. Esasi - Nitelikleri veya hareketleriyle bir �eyi eldeetmeye hak kazanm�� olan - Bir gösterme s�fat�
6. Gemi demiri - Çerkezlerin kendilerine verdikleri ad -Alaz, yal�m
7. “... Güler” (foto�rafç�) - Çal��ma, meslek - Evin birbölümü
8. Arap edebiyat�nda bir �iir türü - ��lemeli, büyükboyutlu mendil
9. Lütesyum’un simgesi - Tantal’�n simgesi - Bir Afrikaa�ac�
10. Kar� ile kocadan her biri - Diki�te kullan�lan pamukipli�i - Bir kundurac� aleti - Bir dilek �art eki
11. A��r� dereceye varan al��kanl�klar - Bir tür tatl� çörek- Kira
12. Bir meyve - Kilometre (k�sa) - Satürn gezegenininbe�inci uydusu - Zaviye
13. Lityum’un simgesi - Lantan’�n simgesi - Kabaca i�teorada - Sohbet, muhabbet, içki meclisi
14. Kiloamper (k�sa) - �çinde �arap yap�lan f�ç� - Dincekutsal say�lan bir yeri ziyaret etmek - En k�sa zamanparças�, lahza
15. Hayvanlar, bitkiler ve cans�z nesneler aras�ndageçti�i hayal edilen ö�retici masallar - Nefes, ruh -Enerji
12 EK�M 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP
“İçki meselesi bu, diye düşündüm kendimebir içki alırken. Eğer berbat bişeyler ol-muşsa, unutmak için içersin; iyi bir şeylerolursa kutlamak için içersin ve hiçbir şey ol-mamışsa bir şeyler olması için içersin.”
1 “Ne istediğimi biliyorsun, Chifoilisk. Halkımın sürgündenkurtulmasını istiyorum. Burayı seçtim, çünkü sizin Thu’dabunu istediğinizi sanmıyorum. Bizden korkuyorsunuz siz.Devrimi, eski devrimi, sizin başlayıp da yarım bıraktığınız,adalet için devrimi geri getirebileceğimizden korkuyorsunuz.”
“Tüm hayvanların en zekisi, iyiliğin ne demek ol-duğunu bilen insanoğluna bir baskı yöntemi uy-gulayarak onu otomatik işleyen bir makine halinegetirenlere kılıç kadar keskin olan kalemimle sal-dırmaktan başka hiçbir şey yapamıyorum...”
3
a) Charles Bukowski - Kadınlar
b) Peter Handke - Solak Kadın
c) Dostoyevski - Kadın Budalası
d) Thomas Mann - Aldanan Kadın
e) Pınar Kür - Asılacak Kadın
a) Aldous Huxley - Cesur Yeni Dünya
b) Ursula K. Le Guin - Mülksüzler
c) Dostoyevski - Yeraltından Notlar
d) Kemal Tahir - Devlet Ana
e) George Orwell - 1984
a) Yevgeni İvanoviç Zamyatin - Biz
b) Suzanne Collins - Açlık Oyunları
c) Jack London - Demir Ökçe
d) Anthony Burgess - Otomatik Portakal
e) Hillary Jordan - Uyandığında
2
Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(a) 2-(b) 3-(d)
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ