KITAP Aydınlık · Aydınlık Kitap geçen sayıda “Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri”ni...
Transcript of KITAP Aydınlık · Aydınlık Kitap geçen sayıda “Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri”ni...
AydınlıkBU SAYIDA
32KİTAP
TANITILIYOR
7 Eylül 2012 Cuma / Yıl: 1 / Sayı: 28
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
KITAP.
Toplam: 959
Yaşadım...
Geronimo Ekia:Bir Deccalin Şehit
Edilmesi
Chavez No Nos Dejes! *
Hakikatin Yetmediği:Özaldatılma
�hsan Oktay Anar’�nyeni kitab� “Yedinci
Gün” üzerine
Malta Sürgünleri’nden Silivri tutsaklarına
Malta Sürgünleri’nden Silivri tutsaklarına
Malta Sürgünleri’nden Silivri tutsaklarına
Malta Sürgünleri’nden Silivri tutsaklarına
Malta Sürgünleri’nden Silivri tutsaklarına
Malta Sürgünleri’nden Silivri tutsaklarına
Malta Sürgünleri’ndenSilivri tutsaklarına
Müyesser Yıldız’dan tarihçi titizliğiyle hazırlanmış bir kitap
Aydınlık Kitap geçen sayıda “Yaratıcı Yazarlık Atölyeleri”ni tar-tışmaya açtı. Kapak dosyasında işlediğimiz bu konu oldukça ilgigörmüşe benziyor. Konuya ilişkin çok sayıda geri dönüş aldık. Bu-radan da anlaşılıyor ki bu atölyeler hakkında süren bir tartışma var;farklı görüşler mevcut. Kapak dosyamızda görüşlerine yer verdiğimizkişiler de zaten farklı açılardan yaklaşmışlardı meseleye. Öyle gö-rülüyor ki kafalar karışık. Bu atölyeler hakkındaki tartışmayı de-rinleştirerek sürdürmek gerek.
Kapağa dair aldığımız olumlu olumsuz tepkiler bize başka birşeyi daha gösterdi. Aydınlık Kitap kapak dosyasında bu tür tartışmalıkonulara daha sık el atmalı. Kitap eklerinin fikir kapaklarındanuzak kalarak sadece birer raf konumunda ilerlemesi bu tür ka-paklarla değişime uğrayacaktır. Elbette edebiyat dergilerinden dahafarklı bir işleyişe sahip olan kitap ekleri bunun farkında olsalar daokuyucularına farklı görüşleri sunmaktan çekinmemeli ve fikir dün-yalarına hizmet etmekten geri durmamalıdırlar. Buna öncülük yap-maya devam edeceğimizin sinyallerini verebiliriz.
* * *
Gazeteci – yazar Müyesser Yıldız’ın kitabı daha çıkmadan ko-nuşulmaya başladı. Yıldız, kitapta yer alan ilgi çekici noktalar bazıyayın organlarında yer bulunca birdenbire telefon yağmuruna tu-tulmuş. Kitap hakkında demeç isteyen isteyene. Günlerden 2 Ey-lül Pazartesi. Beytüşşebap’ta on şehit vermişiz. “Bu ortamda çıkıpkitabımı mı anlatacaktım” diyor. Telefonun diğer ucundan gaze-teciler tarafından yöneltilen soruları yanıtsız bırakıyor. Müyesser Yıl-dız yeni kitabı hakkında ilk söyleşiyi Aydınlık Kitap'a verdi...
* * *
Haftaya görüşmek dileğiyle...
İÇİNDEKİLER SUNU
Baskı: Toros Yay. Mat. Tur. Org. San. Tic. Ltd. Şti.Oruçreis Cad. Remzi Özkaya Sok. No:16Bahçelievler / İstanbul Tel: 0212 655 44 34
Yönetim Yeriİstiklal Cad. Deva Çıkmazı No:3/3 Beyoğlu / İstanbulTel: 0212 251 21 14 / 251 21 15 / 251 55 04
Faks: 0212 252 51 22
Aydınlık Gazetesi’nin ücretsiz ekidir
Anadolum Gazetecilik Basım Yayın San. ve Tic. A.Ş.
adına sahibi:Mehmet Sabuncu
Genel Yayın Yönetmeni:Serhan Bolluk
Sorumlu Müdür:Mehmet Bozkurt
Aydınlık
KITAP.
Boris Vian- Günlerin KöpüğüGelmiş geçmiş en güzel çağdaş aşk romanı ol-
duğu için
Perihan Mağden- Ali İle RamazanGerçekçi uslubu sayesinde sonuna kadar acıyı
hissettirdiği ama asla uyuşturmadığı için
İhsan Oktay Anar- Yedinci GünBugün aldım. Okumadığım halde iyi olduğu-
nuadım gibi bildiğim için.
Murakami- İmkansızın ŞarkısıYazar, entelektüel birikimini tüm romana
nakış gibi işlediği için. Okuduktan sonra en
az göz atılacak ya da dinlenecek üçbeş ki-
tap ve şarkı oluyor.
Ayça Şen- Kalın KitapSamimiyet ve zekanın doruklarında do-
laştırdığı ve bunu en komik şekliyle yan-
sıttığı için.
ÖneriYorum
AKASYAASILTÜRKMEN
AKASYAASILTÜRKMEN
1)
2)
3)
4)
5)
Haftanın Portresi: Stéphane Mallarmé s. 4
Kendinde biten yolculuk s. 5
Geronimo Ekia: Bir deccalin şehit edilmesi s. 6
Komünist Parti ve Çin Pratiği s. 7
Chavez No Nos Dejes! * s. 8
Hakikatin Yetmediği: Özaldatılma s. 9
Düşbaz’ın Yedinci Günü s. 10
Zaman Makinası ve Usta Makinist: Fikret Otyam s. 11
s. 12
s. 15
s. 16
s. 17
Yeni Çıkanlar s. 18-19
Çocuk: İstanbul’da Soluksuz Bir Macera s. 20
Sahaf: Reşat Enis’in “Despot”u s. 21
Alıntı Test-Bulmaca s. 22
7 EYLÜL 2012 CUMA 3Aydınlık KİTAP
Reklam Müdürü: Saynur Okuroğlu
Sayfa Sekreteri: Alev Özgenç
Editör: Pınar Akkoç Yazıişleri: Damla Yazıcı
Fırtınayla Borayla Denenmiş Şair: Nihat Behram
Emperyalizme karşı mücadeleningüncelliği ve Doğu sorunu
Kapak: Müyesser Yıldız’la son kitabı üzerine“İnsanlar tahammül ettiği için zulüm vardır”
Çağdan çağa, ozandan ozanaözü hep aynı kalan imge
İnsanlara içlerinden birinin nasıl olabileceğinive neler yapabileceğini göstermesini bil!
Yunan Mitolojisi’nde İyonya’nın baş kah-
ramanı Theseus’un kahramanlıklarını, aşkla-
rını edebi kahraman Andre Gide’ın yorumuyla
incelemeden önce, her ne kadar Andre Gide
da Theseus da kısaca anlatılacak kahraman-
lıklar yapmaktan çok daha öteye gitmiş olsa-
lar da, bu kitapla birleşmeden önce hangi yol-
lardan geçtiklerinden bahsetmek gerek.
Düşüncelerindeki bütünlük ve soyluluk, üs-
lubundaki sadelik ve uyumla Fransız edebi-
yatının saygın isimleri yer alan Andre Gide ya-
şamı boyunca toplumsal ve bireysel ahlakın en
önemli ölçütünün, bireyin içtenliği ve kendi-
sini tanıması olduğunu savundu. Andre Gide,
1908 de Fransız edebiyatının gelişiminde bü-
yük etkisi bulunan “Nouvelle
Revue Française" adlı derginin
kurucuları arasında yer aldı. En
önemli eserleri arasında eşcin-
selliği açıkça savunduğu “Cory-
don”, kendisinin roman olarak
adlandırdığı tek yapıtı “Kalpa-
zanlar” ve Matta İncili’nden
şu bap ile başlayan “dar kapı-
dan geçiniz, çünkü, insanı yıkı-
ma götüren yol rahat ve geniş-
tir.”, “Dar Kapı” sayılabilir.
1924’te edebi vasiyeti olarak ka-
bul edilen “Theseus”, yayın-
landıktan bir yıl sonra, 1947 de hem Oxford
Üniversitesi’nden Edebiyat Doktoru ünvanı-
nı ve aynı yıl Nobel Edebiyat Ödülü’nü alan
Andre Gide’ın yapıtlarını 1952’de Katolik Ki-
lisesi Index e, yani okunması Katolik Kilise-
si nce yasaklanan kitaplar listesine aldı.
Mitoloji’ye göre Atina’nın kadim kralla-
rından Egeus’un oğlu Theseus, İyonya’nın baş
kahramanıydı.. Atinalılar onu büyük bir re-
formcu, Attika’nın Atina önderliğinde siyasi bü-
tünleşmesini sağlayan kişi olduğu kabul edi-
yorlardı. Kendisi de 1896’da Normandiya’da
bir komüne belediye başkanlığı yapmış olan ya-
zar Andre Gide’ın Theseus’un ağzından şu
cümleleri:
“Ben kaderimi tamamladım. Ardımda
Atina şehir devletini bırakıyorum. Ben Atina’yı
karım ve oğlumdan daha çok sevdim. Onu ken-
di şehrim yaptım. Benden sonra benim dü-
şüncelerim ölümsüzce orda yaşayacak. Yalnız
ölmeyi gönül rızasıyla bekliyorum. Dünya
nimetlerini tattım. Benden sonra benim dü-
şüncelerim ölümsüzce orada yaşayacak. Yal-
nız ölmeyi gönül rızası ile bekliyorum. Dün-
ya nimetlerini tattım. Benden sonra, benim sa-
yemde insanların kendilerini daha mutlu,
daha iyi ve daha özgür hissedeceklerini dü-
şünmek içimi açıyor. Ben eserlerimi gelecek-
teki insanların iyiliği için yarattım. Yaşadım.”
neden Theseus’u seçtiğinin en güzel açıklaması.
Andre Gide’ın Theseus’u tarihsel ger-
çeklik!lerle örtüşme kaygısı gütmeden yazdı-
ğı, Theseus’u arsızca ve gönlünden geçtiği gibi
konuşturduğu, zaman zaman Theseus’un yap-
tıklarının, başına gelen olayların sebebinin ve
oluş şeklininin yazarın anlattığından başka tür-
lü olamayacağını düşündürüyor insana.
Yunan Mitolojisi’nde pek çok karısı ol-
masına rağmen bir türlü çocuğu olmayan
Egeus’un Poseidon’un katkısıyla anne karnı-
na düşen oğluna daha doğmadan sandaletini
ve kılıcını dev bir kayanın altına
bıraktığı büyüdüğünde kayayı
kaldırıp emanetlerini alarak ha-
nedana mensup olduğunu ispat-
layabileceğini söylediği anlatılır.
Andre Gide’ın Theseus’unda
ise Egeus oğluna Poseidon’un bir
kayanın altına sakladığı silahları
bulmak için kayaları bir bir kal-
dırmasını söyler. Theseus’un et-
rafta ne kadar ağır kaya varsa kal-
dırmasından, kaslarını ve iradesini
böylece güçlendirmesinden son-
ra Egeus silahları çıkartarak oğ-
luna şöyle seslenir: “Silahlardan çok, silahı tu-
tan kol önemlidir; koldan çok ona yol göste-
ren zeka ve irade.” Egeus’un silahlarını sak-
lamasının bir nesep-ispat sorunu olmadığını
bir babanın oğluna verdiği ders olduğunu an-
larız: “...Çocukluk zamanın geçti. Erkek ol ar-
tık. İnsanlara içlerinden birinin nasıl olabile-
ceğini ve neler yapabileceğini göstermesini bil.
Yapılacak büyük işler var. Bunları başar.” Si-
lahlarını alan Theseus’un maceralı bir yol-
cuktan sonra Girit kralı Minos'un Mino-
tor adlı öküz başlı canavar oğluyla savaşarak
onu yenmesi işten bile değildir artık.
Theseus’un mitolojik milatlara sebebiyet
veren iki büyük unutkanlığı Kral Minos'un
kızı Ariadne’i Nakşa adasında mola verdik-
lerinde unutması ve babasına eğer muzaffer
olursa dönüşte beyaz bir yelken açacağını söy-
lediği halde bunu da unutarak babasının in-
tiharına sebebiyet vermesinin makul sebep-
lerini öğrenmeyi ise sizlere bırakıyoruz.
*Theseus by John Ryrie
(Theseus, Andre Gide, Can Yayınları,Çev: Aysel Bora, 80 s.)
HAFTANIN PORTRES�
Paris’te doğup Valvins’te yaşamını yi-
tiren “sembolizmin doruklarında gezen
yazar”.
5 yaşındayken annesini yitiren yazar
orta öğrenimini Sens Lisesi’nde yaptı.
Edgar Allen Poe’yi anlamak için İngil-
tere’ye İngilizce öğrenmeye gitti, ilerde
karısı ve iki çocuğunun annesi olacak
olan Maria Gerhard ile Londra’ya yer-
leşti. Tournon’da İngilizce öğretmen-
liğine başladı.
1866 yılında çok ağır bir depresyo-
na giren şair, iki yıl yarı deli yaşadı. Bu
süreçte karısını ve çocuklarını tanıma-
mış, kendi adını dahi hatırlayamamış-
tır. Bu durumu atlattıktan sonra yoğun
bir migren rahatsızlığıyla mücadele sü-
reci ve afyona başvurma. 1871’de Paris’e
döndü, 1895’te öğretmenlikten emek-
li oldu. Pek çok sorunun büyük uğraş-
larla atlatıldığı şairin hayatı gene şiire
dönmüştü. 1880 yılından sonra Paris’te
Roma Sokağı’ndaki evinde aralarında
Andre Gide, Paul Valery ve Marcel Pro-
ust gibi isimlerin de bulunduğu Salıcı-
lar Toplululuğu’nda şiir üzerine yoğun
konuşmalar gerçekleştirdi. Bu toplan-
tılar büyük üne kavuştu. Şiirde nasıl bir
dil kullanılması gerektiği konusunda öl-
çücü klasikçilerle büyük tartışmalara gir-
di. Sembolizmi ve sözcüklerin şiirin
herşeyi olduğu savunusu yüzünden kla-
sikçiler tarafından “kendini ifade ede-
memenin göstergesi” olarak sunulup bu
topluluğun dışında bırakıldı.
Yapıtlarında karmaşık ve kapalı
sözcükler kullanan şair, şiirin gizemli ol-
masının en büyük savunucusu oldu.
Kendini küçümseyip topluluk dışı bı-
rakanlara karşı yılmamış ve onlara inat
şiirlerinde kimsenin daha önce duy-
madığı eski Fransızca sözcüklere yer
vermiş ve onları “daha bu sözcükleri bile
bilmeyen cahiller” olarak lanse etmiş-
tir. Bu tartışmalar Mallarmé’nin yayı-
nevlerince tavır alınan şair olmasına ne-
den olmuştur. Bu süreç Paul Verlaine’in
onu “Lanetlenmiş Ozanlar”da en büyük
Fransız şairleriden biri olarak göster-
mesi ve Joris Karl “Huysmans Tersine”
adlı kitabında kendisinden övgü dolu
sözlerle bahsetmesiyle son buldu ve şair
eski ününe kavuştu. Sartre Mallarmé’yi
Fransız şairlerin en büyüğü olarak ni-
telendirmiştir.
“Eski Tanrılar”, “Saçmalar”, “Ko-
şuklar” ve “Düzyazılar” gibi yapıtları
olan şair 35 yıl üzerinde çalışıp bitire-
mediği son eseri “Hirodias” için ölüm
döşeğinde karısına yazdığı mektuplar-
da şöyle diyecekti “inan bitirebilseydim
çok güzel olacaktı”
“Şairler Prensi” olarak anılan, şiir-
de sembolizmin öncüsü Mallarmé’yi
ölüm yıl dönümünde bir kez daha ha-
tırlıyoruz.
Stéphane Mallarmé18 MART 1842 - 9 EYLÜL 1898
Yap�tlar�nda karma��k ve kapal� sözcükler kullanan �air,�iirin gizemli olmas�n�n en büyük savunucusu oldu.Kendini küçümseyip topluluk d��� b�rakanlara kar��
y�lmam�� ve onlara inat �iirlerinde kimsenin daha önceduymad��� eski Frans�zca sözcüklere yer vermi�
1924’te edebivasiyeti olarak kabul
edilen “Theseus”,yay�nland�ktan bir y�lsonra, 1947′de hem
OxfordÜniversitesi’ndenEdebiyat Doktoru
ünvan�n� ve ayn� y�lNobel EdebiyatÖdülü’nü ald�.
Yaşadım.7 EYLÜL 2012 CUMA4 Aydınlık KİTAP
DİLAN ÖZTÜ[email protected]
*
5Aydınlık KİTAP
Kendinde bitenyolculuk
Kitap, Tahsin Yücel’in Avrupa’n�n önemli dergilerinde yay�mlanm��dokuz denemesini bir araya getirmesiyle olu�turulmu� bir eser:
Anlat�y� olu�turan yerlemsel sorunlar, zaman-uzam-insan ili�kileri,çeviri sorunsallar� gibi konular çözümleniyor bu denemelerde
1950’li yıllar özellikle kültür ve edebiyat dün-
yamızda yoğun değişimlerin yaşandığı yıllar-
dır. Ne ki, bu değişim ve görece dönüşümün
sebebini yalnızca dışarıya yahut Batı’ya bağ-
lamak doğru olmaz. Bu değişimin altyapısı-
nı özellikle siyasi, sosyal ve iktisadi hayatta-
ki yenilikler oluşturur.
Bu değişim ve yenilikler, pek tabiî olarak,
düşün ve edebiyat ortamımızı da etkileyecektir.
Ne ki, 1950’li yıllara kadar bireyi görece dış-
ta bırakan, daha çok topluluğa ve sınıfa eği-
len köy kökenli sosyalist ve Kemalist yazar-
larımız, çokça işçi, köylü gibi geniş halk yı-
ğın(lar)ının/sınıf(lar)ının öykülerini edebi-
yata taşıyacaklardır. Özü gereğidir bu; solun
varoluşu gereğidir. Gereklidir de.
1930’lardan itibaren süregelen ve niha-
yetinde 1950’lilere kadar hâkim olan “katı ger-
çekçi” edebiyat ortamı, 1952’de, Vüs’at O. Be-
ner’in “Dost”uyla bir kırılmaya uğrar. Bener,
ilk dönem hikâyelerini bir araya getirdiği bu
eseriyle, Türk edebiyatının ve öykücülüğünün
modernizm yolunda önemli bir adım atmasına
önayak olmuştur. Aynı yıllar-
da Ferit Edgü, Nezihe Meriç,
Orhan Duru, Bilge Karasu,
Leylâ Erbil, Adnan Özyalçıner,
Onat Kutlar gibi yazarlar, bi-
reyi ön plana alan öykü ve ro-
manlarıyla yalnızca insanı; so-
runlarıyla, sıkıntılarıyla, buna-
lımlarıyla, başkaldırışıyla, hiç-
liğiyle, yalnızlığıyla, kendine
dönmesiyle, umutsuzluğuyla,
varoluş ve bireyselleşmesiyle; kı-
sacası her şeyiyle “insanı” ede-
biyat masasına yatırmışlardır.
Bireyi ve toplumu ilgilendiren
her şeyin edebiyatla göbek bağının olduğu ger-
çeği yadsınamaz.
1933 doğumlu yazar/ akademisyen/ çe-
virmen Tahsin Yücel, 1950’li yıllarda gençli-
ği ve eserleri şekillenen yazarlardan. İlkin 1954
yılında “Uçan Daireler” isimli öykü kitabını
yayımlayan Yücel, 1955 yılında yayımlanan
“Haney Yaşamalı” isimli öykü kitabıyla 1956
yılında Sait Faik Hikâye Armağanı’na değer
görülmüştü.
Yücel aynı yıllarda göstergebilimle ilgi-
lenmeye başladı. Bu yıllarda, göstergebilimin
dünyaca ünlü temsilcisi Greimas’ın ilgisini çek-
ti ve onun öğrencisi oldu. Diğer yandan çeviri
yapmayı da sürdürüyordu. Göstergebilimin
Türk edebiyat ve kültür hayatında tanınma-
sı ve bir problematik olarak ortaya konarak
tartışılmasında öncü isimlerden oldu.
İstanbul Üniversitesi Fransız Dili ve Ede-
biyatı bölümünü bitiren Yücel, burada uzun
yıllar öğretim üyeliği de yaptı. İlkin 1969’da
yayımladığı “L’lmaginaire de Bernanos” adlı
yazısı ile başladı yazın araştırmalarına. Bir
Fransız dergisinde yayımlanan bu yazıyı di-
ğerleri izledi. Yücel’in Batı dilbilim çevrele-
rinde, özellikle Fransa’da tanınmasının ve ka-
bul edilmesinin önemli sebeplerinden birinin
bu yazı ve denemelerin Fransa’daki dergilerde,
Fransızca yayımlanmasının olduğu kuşku gö-
türmez bir gerçek.
“Bu kitaba bir ad ararken içindeki yazıların
başlıkları arasında bir seçim yapmaya çalıştım.
Kitabı oluşturacak yazıların hiçbirinin adı çek-
medi beni. Sonra birden ‘Kendine doğru
yolculuk’ adının kitaptaki tüm denemelerin
durumunu yansıtabileceğini ayrımsadım” di-
yor Yücel bu kitabın Öndeyi’sinde. İlkin ya-
zıların hepsi Fransa’da, Fransızca yayımlan-
mıştı; yıllardan sonra (kitapta yer alan yazı-
ların en eskisi 1974 tarihini taşıyor), kendi kay-
nağına, kendi anadamarına, kendi coğrafya-
sına, kendi kabuğuna, kendi toprağına; en
önemlisi de kendi “öz kaynağına” dönüyor-
lardı. Kendine doğru gecikmiş, uzun ve keyifli
bir yolculuktu bu. Kendi topraklarına dönü-
yorlardı sonuçta, önemli olan
da buydu.
“Kendine Doğru Yolcu-
luk”, Tahsin Yücel’in Avru-
pa’nın önemli dergilerinde ya-
yımlanmış dokuz denemesini
bir araya getirmesiyle oluştu-
rulmuş bir eser: Anlatıyı oluş-
turan yerlemsel sorunlar, za-
man-uzam-insan ilişkileri ve
bunun romana yansımaları,
çeviri sorunsalları ve Türk
masallarında uzam-zaman-
kahraman, Greimas göster-
gebiliminin ne olduğu (dola-
yısıyla Saussure’in dilbilim
teorisi) gibi konular çözümleniyor bu dene-
melerde. Gustave Flaubert’in “Ermiş Julien
l’Hospitailer’nin söylencesi”ndeki (Samih
Rifat, bu eseri 2005 yılında “Konuksever
Ermiş Julien Söylencesi” adıyla çevirmiştir)
“Şato”nun geniş sütunlarının kıvrımlarında
dolaşıyor yer yer; “Düşüş”ün Jean-Baptiste
Clamence’ının Amsterdam’da oturduğu bara
oturuyor: Onunla uzun uzun sohbet ediyor.
“Goriot Baba”ya konuk oluyor; Bernanos’la
dertleşiyor ve sonunda “kendine doğru” va-
rıyor. “Kendi” coğrafyasının “bir varmış bir
yokmuş”unda, kırılmış bir zamanın hüzünlü
masal anlatıcılarına ve sözlü geleneğe geri dö-
nüyor. Bunu, kendi dilinin “öz”üyle yapıyor;
okura anadamara, öz olana dönmesi için bir
patika açıyor; dil zorluyor bu patikanın dar ve
yılankavi yolunda adım atmaya çalışan oku-
ru bu yüzden: Dikkatli ve emin adımlar at-
maya davet ediyor tansıklığın yemişine vara-
bilmesi için. Varabilene ve varmak isteyene.
(Tahsin Yücel, Kendine DoğruYolculuk, Can Yayınları, 128 s.)
UTKU ÖZBAY
7 EYLÜL 2012 CUMA6 Aydınlık KİTAP
Enis Batur’un yeni kitabı “Geroni-
mo’nun Ölümü” okuyucusuyla bu-
luştu. Sel Yayıncılık’tan çıkan eser,
Bin Ladin’in öldürülmesi için dü-
zenlenen Geronimo EKİA operas-
yonuyla başlayan ve ardından 11 Ey-
lül süreciyle uluslararası sistemin dö-
nüşümünü salt siyasi açıdan değil,
felsefi ve sanatsal boyutlarıyla da ir-
delemeye çalışan bir deneme kitabı.
Yazarın sadece sistem analizliğine
soyunmayıp olayı felsefe boyutuna
da çıkarması ve özellikle düzenlenen
operasyona dair yorumları oldukça
ilgi çekici. Kitabı ilgi çekici kılan di-
ğer unsur ise kuşkusuz yazarın dili ve
anlatım tekniği.
11 Eylül hiç şüphesiz yüzyılımı-
zın en büyük olaylarından ve Soğuk
Savaş sonrası hegemonluğunu ilan
eden ABD’ye karşı gerçekleştirilmiş
bir başkaldırı belki de. “Öteki dün-
yanın” ABD’nin hegemonluğunun
simgelerine misillemesi ile uluslar-
arası sistem dönüştü ve çokkutup-
luluk tekrar tartışılır hale geldi. Ki-
tap öncelikle yazarın, Bin Ladin’i öl-
dürme operasyonuna dair eleştiri-
lerinden başlıyor, 11 Eylül’le değişen
sistem ve savaşın değişen yüzüyle şid-
dete karşı tepkimiz ve sanallaşan
dünyamız, “simülakruma” evrilişimiz
de bu konu çerçevesinde değerlen-
diriliyor.
DECCAL�N �EH�TL��EYÜKSEL���Kitap, Geronimo
EKİA operasyonuna
dair eleştirilerle başlı-
yor. Yazarın son ope-
rasyona dair tespiti ol-
dukça yerinde: Bin La-
din’in “İsa’ya dönüşme-
si”. ABD “deccalini” şe-
hit yaratmadan öldür-
mek isterken Bin Ladin’i
okyanusun derinliklerine
gömerek, Bin Ladin’in
dünyadaki tüm sularla
kaynaşmasını sağladığını ve
ABD’nin Müslüman âlemine bir
İsa armağan ettiğini savunuyor. Ya-
zar, Bin Ladin taraftarlarına görey-
se tam tersinin algılandığını, decca-
lin karşı taraf olduğunu ve kendini
gösterdiğini söyleyerek iki dünya
arasındaki farklılığı gözler önüne se-
riyor. Ayrıca iki dünya arasındaki
uçurumun daha da derinleştiğini
vurgulayarak intikam hislerinin yeni
olaylar yaratacağını belirtiyor.
Operasyona dair ikinci eleştiri,
operasyonun ismine dair: Geronimo
EKİA. Geronimo, Amerika’ya kafa
tutan Kızılderili liderinin ismi. Uzun
süre mücadelenin ardından teslim
olmuş ve Amerikanvari yaşam biçi-
mine uyum sağlamaya çalışmış. Ya-
zar, soylarını yok ettikleri Kızılderi-
lilerin liderini Bin Ladin’le eş değer
“düşman” kılmanın hata ve haksız-
lık olduğunu belirtiyor. Geronimo,
soykırıma uğrayan bir halkın haklı
mücadelesinin kahramanıydı. Ope-
rasyonun ismi ABD açısından hata
olabilir, ama dünyaya Bin Ladin’in
yaptığı doğru olmasa da ABD’nin iki
yüzyıldır aynı şeyi sürdürdüğünü
(son olarak Irak ve Afganistan Sa-
vaşları ile) hatırlatan bir isim oldu
belki de.
SON SÜRAT SEYREDALARKENYazar kitabın ilerleyen kısımlarında
Bin Ladin’in “imgeden” simgeye
dönüşümünü fotoğraflarla destek-
leyerek anlatmaya başlıyor. Ancak
salt 11 Eylül’e dair bir anlatı değil bu.
11 Eylül daima arka
planda kendini hissetti-
rerek sistem eleştirisi-
ne evrilmeye başlıyor
anlatı. 11 Eylül ve peşi
sıra gerçekleşen savaş-
ları ve operasyonları
düşünürken savaşın de-
ğişen yüzünden bah-
setmemek mümkün
mü? Yazar da savaş
teknolojisinin ilerle-
mesiyle bizim savaşa ve
onun etkilerine karşı
duyarsızlığımızın ilerlemesinin pa-
ralelliğini gözler önüne seriyor.
Bunu yaparken bir yandan Baud-
rillard’ın simülasyon kuramını ha-
tırlatıyor biz okuyuculara, bir yandan
da Susan Sontag’ın fikirlerinden ör-
nekler veriyor. Şiddete karşı duyar-
sızlaşmamızın sanata yansımaların-
dan da bahsederek konuyu siyaset ve
felsefe ekseninden kurtarıp çok bo-
yutlu düşünmeye teşvik ediyor bizi.
Ve konuyu tekrar Geronimo
EKİA’ya getirerek şunları hatırlatı-
yor: Bin Ladin’e düzenlenen ope-
rasyon naklen Beyaz Saray’dan iz-
lendi. Bu bir ilkti. Ve operasyon ev-
velinde Bin Ladin’in evi aynen ha-
zırlanarak olası operasyon oynandı,
simüle edildi. Yazar bu bilgileri sun-
duktan sonra esas vurucu noktaya
ulaşıyor. Sanki her şey bir filmmiş-
çesine provalar yapılıyor, çekime
hazır hale geliyor ve film gösterime
giriyor. Hepimiz seyrediyoruz, he-
pimiz birer seyirciyiz! Özeleştiri
yapmak gerekirse akşam haberle-
rinde Irak Savaşı’nı veya şehit ha-
berlerini seyrederken hepimiz bir
yandan yemeklerimizi yemiyor muy-
duk? Yazar, “seyir halimiz” üzerin-
deki sinema sektörünün rolünden de
bahsetmeden geçmiyor ve sanal ile
gerçekliğin iç içe geçmişliğini “ak-
törün belediye başkanı olmasıyla” ör-
neklendiriyor. Ayrıca yazar, Holly-
wood’un 11 Eylül’ü daha evvelden
öngördüğünü ve terör algısının oluş-
turulduğunu savunuyor.
Yazarın sistem eleştirilerinin ar-
dından kitabın dili ve yazarın yazım
tekniğine değinmeden yazıyı son-
landırmak kuşkusuz kitaba haksız-
lık olur. Yazar alışkın olmadığımız bir
tarzda kitaba başlamış. Kitabın yan
yana iki sayfasındaki yazıların ko-
nusu farklı. Daha doğrusu bir yazı di-
ğerinin kimi noktalarının açıklama-
sı niteliğinde. Postmodern bir tarz
diye illaki bir tanımlamaya mı sok-
mak gerekir bilemiyorum, ama şun-
dan eminim ki postmodern yazı ya-
ratacağım kaygısında olanlara örnek
olarak gösterilmesi gereken, “Bu iş,
bu şekilde yapılır.” dedirten bir an-
latım tekniği benimsenmiş. Kitabın
ilerleyen kısımlarında, özellikle Bin
Ladin’i tanıttığı ve fotoğraflarla des-
teklediği yazılarında salt Bin Ladin
okumasından okuyucuyu kurtar-
masında, yazarın her alandaki biri-
kiminin yanı sıra anlatımının akıcı-
lığı ve etkileyici dilinin de payı büyük.
Sonuç olarak “Geronimo’nun
Ölümü” 11 Eylül’ü çeşitli boyutla-
rıyla düşünmemizi sağlayan bir kitap.
Her şeyden evvel savaşın bizler için
bu kadar normalleşmesinin anor-
malliğini bir kere daha yüzümüze vu-
ran bir eser. Seyretmekten düşün-
meye sevk eden bu kitabı alıp oku-
manızı tavsiye ederim.
(Geronimo’nun Ölümü,Enis Batur, Sel Yayıncılık, 140 s.)
Geronimo Ekia: Bir Deccalin Şehit Edilmesi
Kitap, Geronimo EK�A operasyonuna dair ele�tirilerle ba�l�yor. Yazar�n son operasyona dair tespitioldukça yerinde: Bin Ladin’in “�sa’ya dönü�mesi”. ABD “deccalini” �ehit yaratmadan öldürmek isterken
Bin Ladin’i okyanusun derinliklerine gömerek, Bin Ladin’in dünyadaki tüm sularla kayna�mas�n�sa�lad���n� ve ABD’nin Müslüman âlemine bir �sa arma�an etti�ini savunuyor
DENİZ ANTEPOĞ[email protected]
Yazar kitabınilerleyen
kısımlarında BinLadin’in
“imgeden”simgeye
dönüşümünüfotoğraflarla
destekleyerekanlatmaya
başlıyor. Ancaksalt 11 Eylül’edair bir anlatı
değil bu. 11 Eylüldaima arka
planda kendinihissettirerek
sistem eleştirisineevrilmeye başlıyor
anlatı
Enis Batur
7Aydınlık KİTAP
Komünist Parti veÇin pratiği
“Komünist bir parti nasıl olmalıdır?” sorusu
Marks ve Engels’in 1847 yılında ilk enternas-
yonal proleterya partisi “Komünistler Birliği”ni
kurmalarından bu yana komünistlerin tartış-
tığı bir soru. İşçi sınıfının bir sınıf olarak tarih
sahnesinde kendisini hissettirmesinden itiba-
ren işçi mücadeleleri sonucunda çıkardıkları
dersler Marks ve Engels’e devrimin partisiz
olamayacağını göstermişti. Marks ve En-
gels’ten sonra ise Lenin, Büyük Ekim Devri-
mi öncesinde Marksist bir partinin inşasına
kafa yormuş ve bu konuda Menşeviklerle tar-
tışmaya girmişti. Lenin’in Marksist parti in-
şasına yönelik katkısı ise temel örgütler ol-
muştu. Mao Zedung’un teoriye katkısı ise par-
ti içerisinde iki çizgi mücadelesiydi. Dolayısıyla
devrim iddiası olan bütün örgütler nasıl bir
Marksist parti olması sorusuna sürekli cevap
aradılar.
Çin’de ise bugün bu arayışların devam et-
tiğini Deniz Kızılçeç’in dilimize kazandırdığı
ve Kalkedon Yayınları’ndan çıkan Wu Mei-
hua’nın “Marksist Parti Teorisi/
Çin’de Yeni Teorik ve Pratik
Arayışlar” isimli kitabından öğ-
reniyoruz. “Marksist parti” ifa-
desini yeğleyen Wu Meihua, Çin
Komünist Partisi’nin kurulduğu
tarih 1921’den itibaren üyelik
sistemi, kadro meselesi, demo-
kratik merkeziyetçilik, kurum-
sallaşma, program, ideolojik çiz-
gi gibi konulardaki başarılarını,
hatalarını ve eksiklerini inceliyor.
Kitapta genel olarak Çin’deki Komünist Par-
ti pratiği işlendiği ve buradan yola çıkıldığı için
daha çok ÇKP’nin sorunlarına odaklanılıyor
ve doğal olarak iktidar partisi olmuş bir ko-
münist parti anlatısı hakim.
DEMOKRAT�KMERKEZ�YETÇ�L�K VEKOMÜN�ST PART�LERWu Meihua da ÇKP’de demokratik merke-
ziyetçilik kavramının geçirdiği evreler sonu-
cunda kavramın temel özelliklerini ele aldığı
bölümde demokratik merkeziyetçiliği Mark-
sist partiler açısından vazgeçilmez bir ilke ola-
rak görüyor. Parti içi demokrasiyi Marksist par-
tilerin “yaşam suyu” olarak niteleyen Meihua,
demokratik merkeziyetçikte demokrasi ile
merkeziyetçilik arasındaki diyalektik ilişkinin
temellendirilmesinde ÇKP’nin tüzüğünde bu-
lunan 6 ilkeyle temellendiriyor (İlkeler için bkz.
s. 83 vd).
Mao’nun Kültür Devrimi’ne mesafeli ol-
duğu anlaşılan Wu Meihua, 1950’lerin so-
nundan 1970’lerin sonuna kadar olan süreci
demokratik merkeziyetçiliğin tarihteki olum-
suz bir uygulaması olarak değerlendiriyor ve
bunun nedenleri arasında feodal imparator-
luklar geleneğinin kalıntılarının olmasına
bağlı olarak zayıf bir sivil toplum olmasını sa-
yıyor. Ayrıca bu partilerin muhalefetteyken do-
ğal olarak merkeziyetçiliğin ağır bastığını an-
cak iktidar olduktan sonra da merkeziyetçili-
ğin devam etmesinin de demokratik merke-
ziyetçiliğin olumsuz uygulamalarının neden-
leri arasında sayıyor. Ancak Wu Meihua Kül-
tür Devrimi’ne karşı eleştirel bir tutum için-
deyken aynı dönemi demokratik merkeziyet-
çilik konusunda eleştirmesi ise tutarsızlıktan
öte ideolojik bir yanlışı gösteriyor ve Kültür
Devrimi’ni kavrayamamış olmaktan kaynak-
lanıyor.
KAP�TAL�STLER KOMÜN�STPART�’DE YER ALAB�L�R M�?ÇKP deneyini inceleyen Wu Meihua, ÇKP sos-
yalist pazar ekonomisine geçmesinin bir sonucu
olan “kapitalistlerin Komünist Parti’ye üye ola-
bilir mi?” tartışmasını da ele alıyor. ÇKP’nin
2002’deki 16. Kongre’de kabul edilen tüzüğüyle
partiye üyelikle ilgili olarak “diğer sosyal ta-
bakalardan gelişkin unsurlar” ifadesinin gel-
mesiyle birlikte kapitalistlerin de ÇKP’ye üye
olmasının yolu açıldı. Çin’deki araştırmacılar
arasında da bu konuda bir ihtilaf olduğunu be-
lirten Wu Meihua, “diğer sosyal tabakalar”a
dahil olan kapitalistleri 1940 ve
1950’lerin kapitalistleriyle aynı gör-
memek gerektiğini, bugünkü kapi-
talistlerin ÇKP’nin kendine açtığı
alanda belirli sınırlarda içerisinde
kapitalistleştiğini dolayısıyla bunla-
rın da ÇKP’ye üye olabileceğini be-
lirtiyor. Ancak burada bir komünist
partide kapitalistler ile diğer emekçi
sınıflar arasındaki çelişmenin şid-
detleneceği de açık. Komünist bir par-
tiye kapitalistlerin üye olmasının yolu açıldı-
ğında bunun partide yol açacağı yozlaşmaya ve
bu çelişmeye karşı da işçi sınıfından yana
olan bir önlem almak zorunludur. Çin kapi-
talistlerin partiye üye olmasını 1980 sonrası uy-
guladığı “sosyalist pazar ekonomisi” ile ge-
rekçelendiriyor ancak bu da ÇKP’nin önünde
duran en önemli sorundur.
ÇKP’DE YOLSUZLUKLAMÜCADELEÇKP’nin önemli sorunlarının başında gelen
“yolsuzluk” meselesini Wu Meihua da kitap-
ta değinmiş. Yolsuzluğun tarihsel bir olgu ol-
duğunu ve yolsuzluğun özünde sömürünün bir
ürünü olduğunu belirten Wu Meihua, yol-
suzluğun siyasi,ekonomik,ideolojik, örgütsel
ve yaşam alanında yaşandığını ve bunların ne-
denleri olarak ataerkillik, özel ayrıcalık, hi-
yerarşi gibi feodal düşüncelerin uzantılarını,
burjuva fikirleri ve örgütsel yetersizlikleri gö-
rüyor ve ÇKP’nin bu konudaki önlemlerini ve
başarılarını belirtiyor.
Wu Meihua, kitapta komünist partiler için
yeni ve somut önerilerde bulunmasa da
ÇKP’nin tecrübelerini işleyen ve bunlardan çı-
kan sonuçları sistemleştiren “Marksist Parti
Teorisi” kitabı Çin’deki komünist partisi de-
neyini incelemek açısından değerli bir kaynak.(Marksist Parti Teorisi/ Çin’de Yeni Teo-
rik ve Pratik Arayışlar, Wu Meihua, Kalke-don Yayıncılık, çev. Deniz Kızılçeç, 320 s.)
GÖKAY [email protected]
7 EYLÜL 2012 CUMA8 Aydınlık KİTAP
Venezuela ya da Chavez’in iktidarageldiğinden bu yanaki adıyla “Boli-varcı Venezuela Cumhuriyeti”önemli bir tarihsel dönemecin ari-fesinde. Ülkede 7 Ekim’de devletbaşkanlığı seçimleri var.
Kanserle ve emperyalizmle mü-cadelesinde dimdik ayakta duranDevlet Başkanı Hugo Chavez, mey-danlarda “Bizden bu kadar nefreteden, kendi adaylarını belirleyenburjuvaziye sesleniyorum, 7 Ekim’desizi yeneceğiz” diye haykırıyor.
Bakalım Venezuela halkı Cha-vez’e yeniden güvenoyu verecekmi?
İşte böyle bir süreçte emekli ge-neral, Aydınlık ve Cumhuriyet ga-zetelerindeki yazılarından tanıdığı-mız araştırmacı Dr. Noyan Umruk,Venezuela’daki incelemelerini vegezi notlarını kitaplaştırdı. Önsözü-nü Prof. Dr. Alpaslan Işıklı’nın yaz-dığı kitabın ismi başkent Caracas’ıntüm meydan ve caddelerini süsleyen“Chavez no nos dejes” yani “Chavezbizi bırakma” grafitisinden (duvarresmi) geliyor. “Chavez bizi bırak-ma!”. Bu slogan, Latin Amerika veVenezuela halklarının özgürlük çığ-lığının bir diğer adı. ABD için daima“arka bahçe” olarak görülen bircoğrafyada 1999’dan itibaren yeşerenbir umudun…
Peki, neden Venezuela ve Cha-vez?
Noyan Umruk, bu soruya yanı-tı kitabın girişindeki şu sözlerle ve-riyor:
“Çünkü Venezuela, turnusol kâ-ğıdı; kendini dünya güzeli zannedenkraliçeye asıl yüzünü gösteren ayna.Bölgenizde, dünyanızda, yaşamı-nızda neler olup bittiğini ya da ne-yin olup olmadığını kavrayabilmekaçısından, günümüzün en ilginç ül-kesi(…)
(…)Küresel azgınlığın en per-vasız döneminde, devrimi yoksulla-rınca yapılan Venezuela’yı görmek,Chavez’in anlamak gerekiyor. Sözünkısası anlayana sivrisinek saz, anla-mayana Venezuela az…”.
“BU ‘HAYALET’� NEKADAR TANIYORUZ?”
Fidel Castro’dan sonra Latin
Amerika’nın ezilen halkları için
ikinci bir efsane haline gelen Hugo
Chavez’i ve ülkesi Venezuela’yı ne
kadar tanıyoruz, yarattığı değişimin
ne kadarını biliyoruz?
Efsaneleşmiş bir serüveni, Latin
Amerika’da dolaşan ve dünyanın bir-
çok bölgesine de yayılmakta olan bir
“hayalet”i kaleme alan Noyan Um-
ruk,“Verba volant, scripta manent”
(Söz uçar, yazı kalır) sözünü adeta
şiar edinerek işe koyulmuş.
Venezuela’nın coğrafi konumu,
etnik yapısı ve ekonomik coğrafya-
sına ilişkin temel bilgilere de yer ve-
rilen kitap, bir göçmenler, güzel in-
sanlar ve melezler ülkesine kısa bir
yolculuğa götürüyor bizi.
Güney Amerika’nın bağımsızlık
savaşı önderi “El Libertador” (kur-
tarıcı) lakaplı Simon Bolivar’ın bir
ömür adadığı mücadelesi. Latin
Amerika için antiemperyalizmin,
bağımsızlığın, birliğin simgesi olan
bir isim Bolivar…
İşte bunun içindir ki; Chavez’in
başlattığı devrim sürecine “Boli-
varcı devrim” deniyor. Tıpkı Boli-
var’ın İspanyol sömürgecilerine yap-
tığı gibi, o da ABD’yi Latin
Amerika’dan ve Kara-
yipler’den kovmayı
amaçlıyor ve birleşik
bir Latin Amerika düşü
için mücadele veriyor.
Yoksulluk sınırı al-
tındaki yüzde 80’lik ke-
simin büyük bir bölü-
münün oturduğu Barrio
denilen ve Caracas’ın
çevresindeki tepelere
kümelenmiş kırmızı çıp-
lak tuğla, teneke ve
kontrplaklardan yapıl-
mış barınak ve kulübe-
lerden oluşan “varoş”lar ülkesinde
günün birinde mutlu azınlığın hu-
zurunu kaçıran birisidir o.
Öğretmen bir anne ve babanın
altı çocuğundan biri olarak, çamur,
saman ve palmiye yapraklarından
oluşan bir kulübede dünyaya gelen,
baba tarafından yerli, melez bir
adamdır.
45 yaşında bir yarbayken darbe
girişiminde bulunur ve 100 subay ar-
kadaşıyla birlikte tutuklanır. “Hapis
bir tür okul gibidir, çelik gibi bir ru-
hunuz olur, inançlarınız güçlenir ve
sezgileriniz derinleşir” sözleri bu
dönemi simgeler.
Hapisten çıktıktan sonra siyasi
mücadelede yerini alır.
Tarihsel kökleri itibariyle Latin
Amerika bağımsızlık mücadelesi-
nin efsanevi lideri Bolivar’dan esin-
lenen, kararlı, devrimci ve halkçı bir
hareketin lideri olarak yeni bir dö-
nemin başlangıcının işaret fişeği
olur.
BÜTÜN UZUN YOLLAR�LK ADIMLA BA�LAR
Zor, yorucu, her türlü zorbalık-
la örülü uzun bir yolda yürümeye
başlar. Bütün uzun yollar ve yolcu-
luklar gibi bu yolda ilk adımla baş-
lar. 1998’deki başkanlık seçimlerini
kazanır, bu ilk adımıdır.
Yoksul halktan yana reformlar,
kamulaştırmalar, petrolden alınan
vergini yükseltilmesi birbirini izler.
Umruk’un bir Venezuela ve Cha-
vez romanı olma özelliğine sahip
araştırması aynı zamanda Chavez’in
inşasını sürdürdüğü Venezuela’nın
sosyoekonomik programının temel
unsurları, sağlık ve eğitim alanla-
rındaki modelleri, ta-
rım politikaları, istih-
dam, yeni kitlesel ula-
şım ve enerji modelle-
ri, altyapı yatırımları,
planlama ve yapılan-
ma, silahlı kuvvetler,
başta ALBA (Latin
Amerika için Bolivar-
cı Alternatif) olmak
üzere bölgesel ve
uluslararası birlik ça-
lışmaları, Petrokara-
yip Projesi, BRICS
ve azgelişmiş ülke-
lerle ilişkiler, dünya solu ile ilişkiler
gibi pek çok konuya ilişkin bilgiler de
veriyor.
ZAFERLER Z�NC�R�NEYEN� B�R HALKA DAHAEKLENECEK M�?
Bu kitap Chavez öncesi ve son-
rası Venezuela’yı yalın bir dille göz-
ler önüne seriyor.
Bugünü anlamanın en kolay yolu
olan geçmişi kavramaya hizmet edi-
yor.
Hem de bütün yönleriyle; uya-
rılar, tartışmalar, sorular ve sorun-
larla…
Başarısız darbe girişimleri, sos-
yal çalkantılar, referandumlar ve
seçimlerin birbirini izlediği dönem-
lerden hep zaferle çıkan Chavez, bu
kez de 13 ay boyunca mücadele et-
tiği kansere karşı zafer kazandı. 7
Ekim’deki devlet başkanlığı seçim-
leri için aktif bir şekilde seçim kam-
panyasını yürütüyor.
21. yüzyıl sosyalizmini Venezue-
la’da kurmak için savaşan Chavez ve
partisi PSUV (Venezuela Birleşik
Sosyalist Partisi)’un önünde bir dö-
nemeç daha duruyor.
Artık, dünyanın aç kıtalarının
yeni devrimci idolü olan Chavez,
2010 yılındaki seçimlerde yüzde
49,5 oy alan ve parlamentoda 65 san-
dalye kazanan muhalefete karşı yine
üstünlük sağlayabilecek mi?
Son sözü ise yazarımıza bırakı-
yoruz: “Zaman zaman amansız
karşıtlarınca “diktatör” ya da “po-
pülist” olmakla suçlanıyor Chavez.
Oysa 1999’da iktidara geldiğinde
her ikisinden biri yoksulluk eşiğin-
de bulunan, her üçünden ikisi ha-
yatında doktor görmemiş olan Ve-
nezuela halkı için, eğitimden sağlı-
ğa, beslenmeden sınıfsal ve ulusal
bilinç oluşturulmasına kadar ba-
şardıkları…
Unutmadan ekleyelim, başkent
Caracas’ın en görkemli meydanla-
rından birinde Atatürk anıtı bulun-
maktadır”.
* Chavez bizi bırakma!
(Chavez Bizi Bırakma, NoyanUmruk, Destek Yayınevi, 136 s.)
Chavez No Nos Dejes! *Fidel Castro’dan sonra Latin Amerika’n�n ezilen halklar� için ikinci bir efsane haline gelen Hugo
Chavez’i ve ülkesi Venezuela’y� ne kadar tan�yoruz, yaratt��� de�i�imin ne kadar�n� biliyoruz?Efsanele�mi� bir serüveni, Latin Amerika’da dola�an ve dünyan�n birçok bölgesine de yay�lmakta olanbir “hayalet”i kaleme alan Noyan Umruk,“Verba volant, scripta manent” (Söz uçar, yaz� kal�r) sözünü
adeta �iar edinerek i�e koyulmu�
ŞENOL Ç[email protected]
Bu kitap Chavezöncesi ve sonrası
Venezuela’yı yalınbir dille gözlerönüne seriyor.
Bugünüanlamanın en
kolay yolu olangeçmişi
kavramayahizmet ediyor.Hem de bütün
yönleriyle;uyarılar,
tartışmalar,sorular ve
sorunlarla…
Hakikatin Yetmediği: Özaldatılma
�LK �NT�BA VE �ÇGÜZELL���Türkiye’de ve dünyada insanların
yüz ifadelerinin ve ilk intibalarının
insan ilişkilerinde ne denli belir-
leyici olduğu, bunların insanların
düşüncelerini anlamada ne denli
etkili birer ipucu olarak ele alına-
bileceğine yönelik bir ilgi artmak-
tadır. Bunun en somut gösterge-
lerinden biri bu temalar merke-
zinde işlenmiş çeşitli televizyon di-
zilerine yönelik ilgidir. Bunlardan
başlıcaları üç sezon boyunca yoğun
bir izleyici kitlesi yaratmış olan
“Lie to Me” dizisidir. Bu dizide
profesyonel bir yüz okuyucu olan
Dr. Lightman’ın ve arkadaşlarının
FBI gibi kamu ku-
ruluşlarının yanı
sıra çeşitli kişi ve
kurumların isteği
üzerine yalanları
bulmaları (ya da
daha doğru bir ifa-
deyle yalanın ardın-
daki gerçeklere
ulaşmaları) konu
ediliyor. Benzer bir
örnek “Perception”
adlı televizyon dizi-
sidir. Burada bir şi-
zofreni hastası ve
psikolog olan Dr. Pi-
erce’ın kimi sorgu-
lamalarını sonuçlandırması anla-
tılıyor. Her ikisinde de sorgula-
nanlar insanların birbirleriyle olan
ilişkilerinde yüz ifadelerinin anla-
mı, kendini kandırmanın doğası,
öznel görünen yargı ve eylemlerin
anlaşılabilirliği ve insanın içiyle dı-
şının birliği gibi konulardır.
Bunların yanı sıra, özellikle
metropollerde yeni bir din olarak
beliren Mevlana, Krishnamurti,
Osho, Gurdjieff gibi sufilerin iç
huzur ve davranış (eylem), iç gü-
zellik ve dış görünüş gibi konular
hakkındaki görüşlerine yönelik
ilgi gün geçtikçe artmakta. Bu
ilgi özellikle mutluluğun, huzurun,
özgürlüğün ne olduğu gibi konu-
larda yoğunlaşmaktadır.
Bilimse öteden beri bu gibi ko-
nular hakkında görüşlerini ortaya
koymaktadır: Yüz ifadeleri üzeri-
ne çalışmaları başlatan Dar-
win’den Paul Ekman’a, insanın zi-
hinsel yapısı ve eylemleri arasın-
daki ilişki üzerine yoğunlaşan Fre-
ud’dan Jung’a ve Lacan’a, öznel
hisler ve evrensel idealar üzerine
yapılan tartışmalar açısından Witt-
genstein’dan bu öznel hislerin ev-
rimsel psikoloji açısından değer-
lendirildiği günümüz bilimine dek.
Bu konuda popüler bir bilim an-
latısı olarak BBC’nin hazırladığı
“İnsan İçgüdüsü” belgeseli daha
çok deneysel bilimlere dayanan ve-
rileri toparlıyor. Bu belgesele göre
dış görünüş, kişilik oluşumunda ve
insan ilişkilerinde belirleyici etki-
lere sahip. Öyle ki eş seçmeden,
kariyer basamaklarında yüksel-
meye dek birçok
alanda etkin olduğu
örneklerle gösterili-
yor.
Hakikate yöneli-
şin önündeki büyük
engel: Önyargılar ve
özaldatılma
Tüm bu yakla-
şımların farklı söy-
lem türlerinden ve
disiplinlerinden ele
alınışlarını toparla-
yan (en azından to-
parlamaya çalışan)
ve felsefe metinle-
rinin ekseninde bunları bütüncül
bir bakış açısıyla ele alan bir eser
de mevcut: Jerome Neu’nun “A
tear is Intellectual Thing” adlı
çalışması. Bu eser, 2012’nin ilk-
baharında C. Cengiz Çevik ve
Melike Çakan tarafından ‘’Göz-
yaşı Entellektüel Bir Şeydir –
Duygunun Anlamları’’ adıyla çe-
virilip Kabalcı Yayınevi tarafından
basıldı. Kitabın tanıtım yazısında
özlü bir biçimde yazarın özgün-
lüğü ortaya koyuluyor:
California Santa Cruz Üni-
versitesi’nde felsefe, psikoloji ve
psikanaliz alanlarında çalışmala-
rını sürdüren Jerome Neu bu ese-
rinde farklı konularda derlediği ya-
zılarıyla duyguların farklı anlam-
larına ve yorumlarına keyifli bir
yolculuk yapıyor. Bu yolculuğun
her durağında Neu’nun akademik
bilgi birikimine karışan içten he-
yecanını duyumsayabiliyorsunuz.
Neu bu heyecanla, Eskiçağ’dan
Ortaçağ ve Rönenans’a, oradan da
günümüze dek, insani duyguları
anlamaya çalışmış olan büyük fi-
lozofların, düşünürlerin, edebi-
yatçıların ve akademisyenlerin
görüşlerini olabildiğince önyar-
gısız bir şekilde ve sade bir dille
anlatırken kendisine ‘’düşünmek
bilinen şeyi değiştirebilir’’ düstu-
runu temel alıyor ve eserin bir ye-
rinde şöyle diyor: “Duygulara sa-
hip olunabilir, duygular ifade edi-
lebilir, duygular işlenebilir, duy-
gular bastırılabilir... Ben de bura-
da onlar hakkında düşünmeyi is-
tiyorum, onlar hakkında düşün-
menin onları dönüştürebileceğine
inanıyorum.’’
Bu tanıtım ortaya koyulan he-
yecan, bilimsel birikim eserin ta-
mamına yayılmaktadır. Neu, gü-
nümüz insanının krizlerine ve on-
ların çözümüne temas eden birçok
yönü ele alıyor: kıskançlık, ahlaki
önyargılar, gurur ve kimlik, iç sı-
kıntısı ve özaldatma (kendini kan-
dırma)...
Yazar, özaldatmanın,
psikanalizdeki en te-
mel iddiası açısın-
dan ele alındı-
ğında yanlış bir
neden üzerine
dayanan zi-
hinsel yapının
çözümünün
doğru nede-
nin bulunup
bu sayede
semptomun orta-
dan kalkacağı dü-
şüncesini sorgulamak-
tadır. Belki de tüm bu ele
alınan başlıklarda (kimlik, kıs-
kançlık vs.) yer alan ve hatta on-
ların temelinde olduğu iddia edi-
lebilecek olan bu özaldatma du-
rumunu eserin tamamında farklı
bağlamlarda ele alıyor. Özaldatma,
toplumsal rollerde olduğu kadar
kişinin duygusal durumlarında ve
davranışlarında belirleyici bir ko-
numa sahip. Fakat bunu görmek
özaldatmanın nasıl işlediğini, na-
sıl etki ettiğini ve nasıl bir doğaya
sahip olduğunu ortaya koymaya
yetmiyor. Önyargılardan, düşünsel
kalıplardan ve kimliği kaskatı bir
bütün haline getiren yanılsama-
lardan kurtuluşta hesaplaşılması
gereken özaldatma, duygularımı-
zın, davranışlarımızın ve bilişsel
edimlerimizin duygularımızla iliş-
kisini çözümlemeden anlaşılama-
yacağı eserde hakim olan bir dü-
şünce ve eser bu konuda oldukça
ikna edici argümanlara sahip.
Önyargılardan kurtulmak ve
bunlarla mücadele etmek isteyen
tüm hakikat dostlarının en büyük
sorununun yinelendiği cümleler-
le yazımızı sonlandırıyoruz. Uma-
rız bunların aşılması için yapılacak
çalışmalar bu ve benzeri
eserlerin birikimi üze-
rine yükselir ve za-
fere yaklaşır.
‘’Özaldatıl-
ma yaşayan
birine basit-
çe gerçeği
s ö y l e m e k
onun yanlış
inançlarının
üs tes inden
gelmeye yet-
mez. Neticede
onun problemi sa-
dece bilgisizlik değil-
dir. Yanlış inançları gü-
dülenir ve dolayısıyla ilkin olguy-
la yüzleştiğindeki bilgisizliğini sür-
dürmesine yardım eden aynı ener-
jiyle bu yeni aydınlanmaya da di-
renecektir.’’ (s. 503).
‘’Huzursuz bir insana sadece
gerçeği söylemek onun durumunu
geliştirmeye ya da telepatik bir te-
davi oluşturmaya yetmez’’ (s. 504).
(Gözyaşı Entelektüel BirŞeydir, Jerome Neu, Kabalcı
Yayınevi, çev. Celal CengizÇevik, Melike Çakan, 548 s.)
7 EYLÜL 2012 CUMA 9Aydınlık KİTAP
Neu,günümüz
insan�n�n krizlerine
ve onlar�n çözümüne
temas eden birçok yönü
ele al�yor: k�skançl�k,
ahlaki önyarg�lar, gurur
ve kimlik, iç s�k�nt�s� ve
özaldatma (kendinikand�rma)...
CENK ÖZDAĞ[email protected]
“Duygulara sahipolunabilir,
duygular ifadeedilebilir,duygular
işlenebilir,duygular
bastırılabilir...Ben de burada
onlar hakkındadüşünmeyi
istiyorum, onlarhakkında
düşünmeninonları
dönüştürebileceğine inanıyorum.’’
“Huzursuz bir insana sadece gerçe�i söylemek onundurumunu geli�tirmeye ya da telepatik bir tedavi
olu�turmaya yetmez.”
Jerome Neu
7 EYLÜL 2012 CUMA10 Aydınlık KİTAP
İHSAN OKTAY ANAR’IN MERAKLA BEKLENEN YENİ KİTABI “YEDİNCİ GÜN” ÜZERİNE
Şu koca evren, şu koca dünya, şu bin-
lerce yıllık uygarlık, şu insanlık ta-
rihini sırtlayan topraklar ve bu top-
raklarda yaşayan şu güzelim, şu
kahrolası insanlar ve bu insanların
arasında bir garip düşbaz; İhsan Ok-
tay Anar. Bu düşbaz, bu düşbazın
düşlerinde şu güzelim, şu kahrolası
insanlar, şu insanlık tarihini sırtlayan
topraklar, şus binlerce yıllık uygar-
lık, şu koca dünya, şu koca evren...
1995 yılında, “Puslu Kıtalar At-
lası”yla edebiyat dünyasına şaşalı bir
giriş yapan İhsan Oktay Anar, 17 yıl
sonra 6. kitabıyla okuyucularıyla
buluştu: Yedinci Gün. Bu yeni
“düş”ün yine çok ses getireceğine
şüphe yok. Anar’ın, biraz daha ya-
kın tarihi, özellikle güncel tartış-
maların yoğunlaştığı dönemleri ‘seç-
miş’ olması, kitabın cazibesini art-
tırdığı da söylenebilir. Bu seçim,
Anar’ın düşünde daha öncekilerden
daha ‘belirgin’ bazı politik vurgula-
rı, (elbette ‘düş’ünün akışında ahen-
gi bozmadan) içerdiğini ifade ede-
bilmek mümkün. Ancak bu vurgu-
lara girmeden evvel Anar bu yeni
düş evreninden kısaca söz edelim:
Kitabın ismi kuşkusuz, Tanrı’nın
evreni yarattığı 6 günün sonunda
dinlendiği yedinci günden geliyor
(Tevrat). Yedinci Gün, günler de-
ğişse de bütün İlahi Dinler için kut-
sal kabul edilen gün (Yahudiler
için, Cumartesi, Hristiyanlar için
Pazar ve Müslümanlar için Cuma).
Kitap, Baba, Oğul ve Hayalet adlı 3
bölümden meydana geliyor. Hristi-
yanlıkta, Baba, Oğul ve Kutsal
Ruh’un birliği gibi, bu 3 hikayenin
birliği var. Aynı zamanda yaşama-
salar da karakter ve olay örgüsü ‘düş’
ün bütününde birleşiyor. “Baba”
adlı ilk bölüm Abdülhamit döne-
minin sonlarında başlayıp, 1908 dev-
rimi ve sonrasını içeriyor, Birinci
Dünya Savaşı’na varmadan sonla-
nıyor. “Oğul” bölümü Birinci Dün-
ya Savaşı döneminde geçerken, “Ha-
yalet” adlı son bölümün geçtiği sene
ise 1934.
“Yedinci Gün”de İhsan Oktay
Anar, Paşaoğlu’ndan Aman Ba-
ba’ya, Culyano’dan Kambur Bev-
val’e, Rebaz’dan Prenses Döjira’ya,
Tekvinhane Maliki’nden, Asi Çift-
çi’ye, İdris Amil Zula’dan Leyla’ya
pek çok karakteri ve bu karakterle-
rin içinde olduğu onlarca hikayeyi,
doğal bir akış içinde birleştiriyor. Bu
Düş’ün ana karakteri ise İhsan Sait.
En büyük gayesi, yalnızca bir fotoğ-
raf ve bir mektup ile tanıdığı ve de-
licesine aşık olduğu Prenses Döji-
ra’ya kavuşmak olan İhsan Sait’in bu
uğurda yaptıkları, “Yedinci Gün”ün
omurgasını oluşturuyor.
İhsan Oktay Anar daha önceki
düşlerinde olduğu gibi karakterlerini
sıradan görünen insanlar üzerin-
den seçmiş. İyi ve kötünün çatışma-
sı olaylar örgüsünde ve karakterle-
rin kendi içinde diyalektik bir süreçle
işlenmiş. Mutlak iyi ve mutlak kötü
insan yok ama karakterlerin kötücül
ve karanlık yanları daha baskın.
Olay örgüsünde istençleri, merak ve
kinleriyle karakterler, olaylar örgü-
sünün esas itici güçleri. Dışsal et-
kenler daha etkisiz. Anar’ın bu ter-
cihi, “düş”ünü kurguladığı döne-
min bilindik isimleri ve olaylarına hi-
kayesini kurban etmeme isteğin-
den kaynaklandığı düşünülebilir.
Anar her zamanki gibi, dönemin po-
litik ortamını, olaylarını ya da bilinen
kişilerini hikayesinin çerçevesinin
yalnızca belirli noktaları olarak yer-
leştirmiş. Yine de
“Yedinci Gün”de di-
ğer kitaplarına na-
zaran çerçevede çok
daha fazla nokta var.
Kitabın ilk bölü-
mü “Baba”nın giri-
şinde Sultan Abdül-
hamid, elinde bam-
bu bir sinek rake-
tiyle resmediliyor.
Raketiyle sinek ko-
valayan Abdülha-
mid’den şöyle bah-
sediyor. “...Hafiye taifesi ve sansür
yoluyla kullarının akıllarını kullan-
malarına kısıtlama getirdiğinden,
onlar adına herşeye şimdi bizzat
kendi karar vermeye mecburdu.”
İtalyan Heykeltraş Valeriyani’ye
yaptırılmış Dersaadet maketine ko-
nan sineği öldürmeye niyetli sultan,
hamleleri öncesinde, maketteki Emi-
nönü’nde korkuyla işini yapan mat-
baa işçisini, Ayasofya semtinde bir
gencin elindeki kitabın arasına koy-
duğu, Paris’ten gelen ihtilal beyan-
namesini... en sonda da maketteki
saray duvarını aşan sineğin kondu-
ğu pencereye bakınca, elinde raketle
kendisini görünce feryadı basıyor.
Dönemin, izahatını giriş bölümün-
de yapan Anar, hikayeye Paşaoğ-
lu’nu anlatarak devam ediyor. Diğer
düşlerinde olduğu gibi ana karakter
ve hikayeye giden yol, pek çok ka-
rakter ve hikayeyle sürüyor. Anar,
okuyucunun merakını diri tutmak-
ta oldukça başarılı. Okuyucu, roman
karakterleri gibi istenç ve merakla
kendini ‘düş’e kaptırıyor.
Kitabın ikinci bölümü “Oğul”da
Birinci Dünya Savaşı’nın hengame-
si içinde buluyoruz kendimizi. Giriş
kısmında, Tekvinhane’de (Tekvin,
Allah’ın 8 sıfatından biri: Allah ya-
ratıcıdır. Her şeyi yoktan var eden,
yaratan O'dur. O'ndan başka yaratı-
cı yoktur.) işin başına geçen bir çift-
çinin, Tekvinhane’ye ortak olmak
için bütün evreni düzenleyen bu
yapıyı bozması anlatılıyor. Savaşa gi-
riş, bu hikaye ile başlıyor.
Kitab’ın son bölümü “Hayalet”
ise Adem ve Havva’nın cennetten
kovulmasından başlayıp, ilk Kralla-
ra, Fransız Devrimine ve en son Hit-
lerin yükselişine kadar olan döneme
kadar bir uygarlık tarihi anlatısıyla
başlıyor. 1934 senesiyle son bulan bu
girişin ardından, aynı senenin Tür-
kiyesinde gerçekleşen
olaylar anlatılıyor.
Anar, bazı kitapla-
rında da kullandığı bir
yöntemi yine uygula-
mış; kendisi dışında bir
hayali bir anlatıcıdan
nakil yapmış. Ancak
bu sefer bu sefer kay-
nak bir tane. Arabi
Ani’nin Tarih-i Külha-
ni’si yegane kaynak.
“Baba” bölümünün
son kısmı ve “Hayalet”
bölümünün giriş kısmı bu kaynaktan
anlatılıyor. Kitapta eski kitaplara
nazaran daha fazla olduğunu ifade
ettiğimiz politik vurgular ise daha
çok bu aktarımlarda.
“Baba” bölümündeki aktarım,
İhsan Sait’in nasıl bir melanet olduğu
anlatırken bir yandan da İttihatçılar
ve Sofular olarak ifade edilen dö-
nemin iki politik akımı ve daha çok
bu akımların temsilcilerini hınca
hınç eleştiriliyor. Bu eleştiri bom-
bardımanında sofular daha korkak
ve olumsuz resmediliyor ama bir
yandan, “Hürriyet Kahramanı” ta-
rifi ifade edilse de aşırılıklarıyla İt-
tihatçılara yapılan fırça da oldukça
sert. Zaten bu bölümde, Batı’nın
meşru ve gerçek kraliçesi olarak
resmedilen “Hürriyet”in Osmanlı
topraklarında nasıl da sokağa düş-
tüğü anlatılıyor. Hürriyet kavgası
sanki herhangi bir olumlu sonuç
doğurmamış gibi bir tablo sunulmuş.
“Hayalet” bölümünün girişin-
deki uygarlık tarihi anlatısında özel-
likle dikkat çeken bölümler, Fransız
Devrimi ile Karl Marks’ın Bilimsel
Sosyalist kuramı ve Sovyet Devri-
minin anlatıldığı kısmı. Fransız Dev-
rimi ile Kral Sargon ve Firavundan
bile daha zalim bir canavarın peyda
olduğu ifade ediliyor. Bu canavar ise
halk yığınları. Karl Marks’ın çağrı-
sının ise ameleleri, dünyada cennet
vaadiyle çılgına çevirdiğinden bah-
sediyor. Kitleler ise artık kralların de-
ğil halk avcılarının kullanabileceği
baruttan sonra keşfedilen en ölüm-
cül silah. Birinci Dünya Savaşı’nın
çıkmasıyla durulan bu azmanın Rus-
ya’da ise Çar’ı yaktığı ve yol açtığı kıt-
lıkla milyonlarca insanın vefatına yol
açtığı anlatılıyor. Sonrasında bu an-
latının çıktığı son durak ise Hitler.
İhsan Oktay Anar’ın kesinlikle
katılmadığımız bu fikirleri, kendisi-
nin değil de Arabi Ani’nin Tarih-i
Külhani’sinden aktarmasının bilin-
çli olduğu kesin. Ancak bu fikirlerin
ne kadarının Anar’ın fikri olduğu
muamma elbette. Devrimci fikirle-
re toptan bir karşıtlığı içeren hatta
bu fikirlerin faşizme gittiğini ileten
anlatısı, günümüzün gerici ideolojik
iklimine gayet uygun. Gerçeklere uy-
gunluğu ise şüpheli olmanın çok
çok ötesinde negatif.
İhsan Oktay Anar, “Yedinci
Gün” ile yine üzerine olumlu olum-
suz pek çok söz edebileceğimiz bir
“düş” ortaya koymuş. Müthiş bir
zeka ve birikimi kurgunun bütü-
nünde hissetmek mümkün. İçinde
dolaşacağı ve kimi fikirlerle dalaşa-
cağı bir düş evreni isteyen okuyucuya
“Yedinci Gün” çok şey sunuyor.
(Yedinci Gün, İhsan OktayAnar, İletişim Yayınevi, 240 s.)
Düşbaz’ın Yedinci Günü�hsan Oktay Anar daha önceki dü�lerinde oldu�u gibi karakterlerini s�radan görünen insanlar üzerindenseçmi�. �yi ve kötünün çat��mas� olaylar örgüsünde ve karakterlerin kendi içinde diyalektik bir süreçlei�lenmi�. Mutlak iyi ve mutlak kötü insan yok ama karakterlerin kötücül ve karanl�k yanlar� daha bask�n
ÇAĞDAŞ CENGİ[email protected]
“YedinciGün”de İhsan
Oktay Anar,Paşaoğlu’ndanAman Baba’ya,
Culyano’danKamburBevval’e,
Rebaz’danPrenses
Döjira’ya,Tekvinhane
Maliki’nden, AsiÇiftçi’ye, İdrisAmil Zula’dan
Leyla’ya pek çokkarakteri ve bu
karakterleriniçinde olduğu
onlarcahikayeyi, doğalbir akış içinde
birleştiriyor.
�hsan Oktay Anar
Zaman Makinasıve Usta Makinist:
Fikret OtyamGeçti�i yollarda insan hallerini objektifine s��d�rd�. Çok uzaklarda,
“Bir Yudum Su �çin Anamur Da�lar�nda” testi ta��yan neneylearam�za köprü kurdu, Beritan A�ireti’nin yerle�im davas�nda ba�ar�sa�larken foto�raflar� onun en büyük yard�mc�s�yd�, karla kapl� Van
yollar�nda ka�n�yla hasta ta��yan köylüleri insanlara duyurdu
11Aydınlık KİTAP
Asfaltı parçalanmış zemin üzerinde siyah,
parlak bir araba duruyor. Önünde 6-7 yaşla-
rında siyahi çocuk, duygusuz ifadeyle karşıya
bakıyor. Elinde, kollarının arasında omzundan
daha geniş omuz boylu, normalinden daha
uzun kesimli, birkaç beden büyük palto bu-
lunuyor. Büyük palto şortu gizliyor, diz ka-
pağının altından bilekte toplaşarak simit ben-
zeyen çoraplara kadar bacakları ön plana çı-
kıyor. Kepçe kulaklarının üzerine duruyor iz-
lenimi veren fötr, ayağında sağ eşi timsah ağzı
gibi açılmış siyah ayakkabı… Jerome Lieb-
ling’in Knickerbocker Village isimli fotoğra-
fından elde edilen ilk izlenimler. 1949 yılında
gecekondu mahallesinde çekilmiş. Etkisi hala
kuvvetini koruyor. Fotoğraf, insan duygusu-
nun, yaşamın belirli bir anının yeniden ve ye-
niden tüketilebilir hale gelmesini sağlayan araç-
tır dememizi sağlıyor.
Bazen zaman makinası olup yıl-
lar öncesine tanıklık etmemizi, tek-
rar yaşamamızı sağlar, bazen bizi
binlerce kilometre ötedeki yaşamın
olağandışılığına sokan ışınlanma
aracıdır. Özlediğimiz insanların,
unutulmayan ve unutulmak isten-
meyen, geçmişten parçalara gide-
biliriz veya savaş dehşetini önü-
müzdeki fotoğraf karesinin yardı-
mıyla hissedebiliriz. Hatırı sayılır
eleştirmen Sonlag’ın “Geçmişi tüketilebilir bir
nesneye çeviren fotoğraflar…” ifadesi, durum
ve duygunun nesneleşerek tekrar tüketilebi-
lecek hale gelmesini belirtiyor. Makineyi tu-
tan elin deklanşöre basarak kaydettiği görüntü,
fotoğrafa bakan kişiye geçmişi anlatıyor.
Fotoğraf görselliğin aktarma gücüyle dik-
dörtgen kağıtların üzerine sayfalarca anlatımı
sığdırabiliyor. Röportaj ustası, fotoğrafçı, res-
sam, yazar, Fikret Otyam “Kendi yaşamımda
görmüşümdür. Kimi kez bir kare fotoğraf on
sayfa röportaja bedel oluyor” diyerek fotoğ-
rafın anlatım gücünü ortaya koyuyor. Yani gi-
rişteki betimlemeyi ne kadar uzatırsak uzatalım
muhakkak Jerome Liebling’in fotoğrafı kadar
etki yaratmayacaktır.
TOPLUMSAL BELGEC� FOTO�RAF1839 yıllardan itibaren insanlığın hizmetine gi-
ren fotoğraflama tekniği kullanımı yönüyle iki
anayolda ilerlediğine görüyoruz: Yaşamı es-
tetize etmek, dışavurumu ortaya koymak,
kendini ifade etmek ve yaşamsal sorunlara, do-
ğaya, insanının toplumsal varlığına tanıklık et-
mek . Belgeci fotoğfrafçılık diye de anılan ikin-
ci yol yani tanıklık etmek kısmı, makinayı elin-
de tutan kişinin amaçları doğrultusunda da
farklılaşıyor. Objektifini yönelten kişi çektiği
fotoğrafı sadece tanıklık ettiği anı kişilere ulaş-
tırmak, dondurduğu anı iletmek amacının dı-
şına taşarak, değiştirmeyi hedefliyor ve mesaj
kaygısı ağır basıyorsa toplumsal belgeci fo-
toğraf dalına dahil oluyor.
Dr. Merter Oral kitabında toplumsal bel-
geci fotoğrafcılığı şöyle özetliyor: “ Toplum-
sal belgeci fotoğrafın konusu insandır. Top-
lumsal belgeci fotoğrafın en temel özelliği in-
sanı konu alıp, bir değişim mesajı vermesidir.
Belgesel fotoğrafın yorum ve mesaj kaygısı,
toplumsal belgeci fotoğrafta yoğunlaşır. Bu an-
layışta, konu edindiği sorunları aşma, insanı in-
sana anlatma ve izleyicide, aktardığı sorunla-
rı kaldırmaya yönelik bir bilinç yaratma ama-
cı vardır.” Bu açıdan değerlendirildiğinde bel-
geci fotoğraf ibaresi geçtiğinde
aklımıza Fikret Otyam geliyor.
Gazeteciliğe başlamasıyla denk
düşen belgeci fotoğrafcılığla Ot-
yam, uzun yıllar boyunca Anado-
lu’nun bir çok yerini adım adım ge-
zerek halkın sorunlarını yerinde
gördü. Röportajın açıklayıcılığı ya-
nında fotoğrafın anlatımını kulla-
narak, geçtiği yollarda insan halle-
rini objektifine sığdırdı. Çok uzak-
larda, “Bir Yudum Su İçin Anamur
Dağlarında” testi taşıyan neneyle aramıza
köprü kurdu, Beritan Aşireti’nin yerleşim
davasında başarı sağlarken fotoğrafları onun
en büyük yardımcısıydı, karla kaplı Van yol-
larında kağnıyla hasta taşıyan köylüleri in-
sanlara duyurdu.
Dr. Merter Oral’ın 1996 yılında hazırladığı
yüksek lisans tezini temel alarak hazırlanan
“Toplumsal Belgeci Fotoğraf ve Fikret Oryam
Örneği” adlı kitap toplumsal belgeci fotoğra-
fın tarihsel gelişimini ve bu dalın özünün ne
olduğunu bize örneklerle aktarıyor. Belgeci fo-
toğraf ve toplumsal belgeci fotoğrafın doğu-
şu ve gelişimine değinen Oral, Eugene Simith,
Paul Strand, Roman Vishniac, Jerome Lieb-
ling gibi dünyaca tanınan Toplumsal Belgeci
Fotoğrafçılara değindikten sonra, Fikret Ot-
yam’ın çalışmaları üzerinden Toplumsal Bel-
geci Fotoğrafı Türkiye özelinde anlatıyor.
Kitap iki bölüm başlığıyla adlandırabiliriz: Top-
lumsal belgeci fotoğrafçılığın kısa tarihi, Fikret
Otyam’ın şahsında toplumsal belgeci fotoğ-
rafçılık.
(Toplumsal Belgeci Fotoğraf ve FikretOtyam Örneği, Merter Oral, Espas Kuram
Sanat Yayınları, 200 s.)
OSMAN BAYRAM
7 EYLÜL 2012 CUMA12 Aydınlık KİTAP KAPAK
MÜYESSER YILDIZ’DAN TARİHE BİR NOT: “VATAN YAHUT SİLİVRİ”
Odatv Davası kapsamında 16 ay tu-
tuklu kaldıktan sonra tutuksuz yar-
gılanmak üzere serbest bırakılan
Müyesser Yıldız’ın yeni kitabı “Va-
tan Yahut Silivri” çıktı. Yıldız ki-
tabında 90 yıl önce Bekirağa Bölü-
ğü’ne kapatılan aydınların, subay-
ların ve gazetecilerin başına ge-
lenler ile Ergenekon, Balyoz ve
benzeri davalarda yaşananları kar-
şılaştırıyor.
Yıldız kitabında öncelikle Da-
mat Ferit hükümetinin ve işgalci-
lerin emrindeki “Nemrut Mustafa
Divanı”nı ve “işgal hukuku”nu in-
celiyor. Neler yaşanmıyor ki işgal
günlerinde… Sahte tanıklarla ve
komplolarla işgale karşı çıkan her-
kes susturulmak isteniyor. Tutuk-
lama dalgaları ardı ardına geliyor.
Dönemin işbirlikçi basını İttihatçı-
lar, ordu ve Ankara’daki milliciler
aleyhinde büyük bir kampanya baş-
latıyor. Aydınlar hapse atılıyor; su-
baylar Selimiye Camii’ni bombala-
mak istemekle suçlanıyor. Yıldız da
mütareke döneminde yaşananlarla
bugün yaşananlar arasındaki çarpıcı
benzerliklere dikkat çekiyor ve
okuyucuya “90 yıl sonra hangi pro-
jeler yürürlüğe sokulup, neyin pay-
laşımı yapılmak isteni-
yor da Türk milletine
aynı kâbuslar yaşatılı-
yor?” sorusunu soru-
yor.
İşgal döneminde tu-
tuklanan aydınlar ve su-
baylar önce Bekirağa
Bölüğü’ne getiriliyorlar.
Bunların çoğu daha son-
ra Malta’ya sürülüyor.
Müyesser Yıldız, Ziya
Gökalp’in Malta ve Lim-
ni’den yazdığı mektup-
larla bu acıklı sürgünün
hikâyesini anlatıyor. Ama son gülen
işgalciler ve işbirlikçileri olmuyor.
Gün geliyor tutuklamaları yapan
Nemrut Mustafa Bekirağa Bölü-
ğü’nün, Vahdettin ise Malta’nın
yolunu tutuyor. Müyesser Yıldız
hücresinde tek başına kaldığı gün-
lerde okuduğu Ziya Gökalp’in mek-
tuplarından muazzam bir tarih der-
si çıkarıyor.
Yıldız’ın kitabı aslında ilginç
bir zamanlamaya sahip. TÜBİ-
TAK’ın aylar sonra gelen raporuy-
la bilgisayarındaki virüslerin varlı-
ğı tescil edilen Müyesser Yıldız
“Vatan Yahut Silivri”nin sunuşun-
da bu konuya da değiniyor. Mü-
yesser Yıldız’ın hem kendisinin
hem de Ergenekon, Balyoz, Poy-
razköy gibi davalarda tutuklanma-
sına neden olan raporları hazırlayan
bilirkişiler hakkındaki iddialarıysa
çok çarpıcı. Mütareke basının ko-
nuya ne kadar ilgi göstereceğini
önümüzdeki günlerde göreceğiz.
“Vatan Yahut Silivri”ye CHP
Grup Başkanvekili Emine Ülker
Tarhan ve Vatan gazetesi yazarı
Mustafa Mutlu birer önsöz yaz-
mışlar. Mutlu yazısında Müyesser
Yıldız’ın dik duruşuyla kendisine ve-
rilen cezayı “hak ettiğini” söylüyor.
Gerçekten de Yıldız dik duruşuyla
iyi bir örnek oluşturmuştu. Huku-
kun olmadığı yerde avukata da ge-
rek olmadığını söyleyen Yıldız önce
avukatını azletmiş;
ardından da “Ben ye-
mek değil adalet isti-
yorum” diyerek ce-
zaevinin verdiği hiç-
bir şeyi yememişti.
Yıldız’ın bu süreç
içerisinde sadece
üşüdüğünde sarıl-
mak için bir kedi is-
temiş; bu istek gün-
lerce tartışılmıştı.
“Vatan Yahut Siliv-
ri”yi bu kedisiz gün-
lerin bir ürünü ola-
rak da ele almak mümkün görü-
nüyor. Müyesser Yıldız belki so-
nunda kedisine kavuştu, ama ada-
let ve özgürlük arayışına hâlâ devam
ediyor.
Kitap üzerine Müyesser Yıl-
dız'la söyleşiyi Aydınlık Kitap Ya-
zıişleri Müdürü Damla Yazıcı ger-
çekleştirdi...
Cezaevinde kaleme aldığınız“Vatan Yahut Silivri” adlı kitabınızokurlarla buluşuyor. Kitabı yazmaamacınızla başlayalım diyorum,nasıl ve neden doğdu bu kitap?
Şimdi, Silivre’ye dair genelde
hep bireysel ya da grup halinde so-
runlar dillendirildi. Herkes yaşa-
dıklarını, yani bir anlamda savun-
masını aktardı kamuoyuna, yaşam
şartlarını aktardı. Ama fotoğrafın
bütününün çekilmesi lazım. Aslın-
da çok iyi bilmediğimiz bir şey de-
ğildi bu. Tekrar yeniden gelen bir
süreçti bu. “Türkiye üzerinde nasıl
bir operasyon yapılıyor, Silivri bu
operasyonun neresinde?”yi ben
çekmek istedim. Kendi kişisel ya-
şadıklarımı, bizim yargılama süre-
cini, ibranameyi işlemeyi anlattım.
Zaten bunlar o kadar çok konu-
şuldu ve yazıldı ki, farklı bir şey ol-
sun. Sadece Silivri, sadece bizlerle
sınırlı bir hadise değil, Türkiye üze-
rinde bir ameliyat yapılıyor, bir
yüzyılın hesabı görülüyor. Bu hesap
içerisinde Silivri önemli bir yerde.
O boyut, yani tarih perspektifiyle ne
yapılmak istendiğini anlatmak için
böyle bir konu tercih ettim. Daha
genel bir bakış açısı olsun, daha iyi
algılayalım. Çünkü tamam duygu-
sal bir milletiz, orada yaşanan acı-
lara ilgi gösteriyoruz, ama sonra
unutuyoruz, hemencecik unutuyo-
ruz. Ama onun önü ne arkası ne?
Niye bu insanlar Silivri’deler? Ne
oluyor Türkiye’de? Bunu pek sor-
gulamadı insanlar ya da sorgula-
maktan kaçındılar. Ben somut
olaylarla tarihin benzerliklerini, di-
lerim tarihin tekerrürü değildir di-
yorum, ama o kadar çok ortak nok-
ta, örtüşme var ki; yani gözlerini ka-
patamıyorsun bazı gerçeklere. Bu
amaçla bir Türkiye’nin önüne, Si-
livri gerçeğinin perde arkası ol-
mak istedim.
Tam olarak belirttiğiniz gibi, ta-rihsel sürecin önemi, tarihin te-kerrürü mantığı burada ana te-maya oluşturuyor gibi. 1919-1920Malta sürgünleri ve 2008- 2012Silivri. Nasıl benzerlikler var?
Bir kere, emperyalizmin Türki-
ye’ye bakış açısında hiçbir değişik-
lik yok o günden bu güne, yani o
gün Türkiye’yi bölmek üzere hare-
kete geçmişler ve büyük ölçüde de
bölmüşler. Kala kala bizim elimiz-
“İnsanlar tahammül ettiğiiçin zulüm vardır”
Türkiye yönetiminin iyi niyetle veya i�birlikçi amaçla onlarla yak�nl���, keza gücün yan�nda yeralan medya, bugün yanda� medya dedi�imiz medyan�n tav�rlar� ve o gün bu eziyetlere, bu
zulümlere, bu haks�z hukuksuz yarg�lamalara tabi tutulan insanlar�n profili ve yarg�lama süreçleri,yalanc� �ahitler, sahte iddianameler, cesur bir savc� aranmas�, o insanlar�n cezaevlerinde
ya�ad�klar�... O kadar çok benzerlikler var ki
MEHMET HALİT GÖKALP / DAMLA YAZICI
Dilerim ilerikinesiller bunları,
tedbir almakiçin, uyanıkkalmak için
okurlar. Bunlartarihe düşülmüşnotlardır. Nasıl
ki ben MaltaSürgünleri’nin
yazdıklarınıokuma gereği
duydum, ileridede bizim
yazdıklarımızokunacak
7 EYLÜL 2012 CUMA 13KAPAK Aydınlık KİTAP
de bir Anadolu kalmış. Kürdistan’ı kura-
mamışlar. Birçok proje gerçekleşmiş ama
Büyük Kürdistan ya da Büyük Ermenistan
projesini gerçekleştirememişler. Emper-
yalizm zaten hiçbir zaman emellerinden
vazgeçmemiştir, er veya geç fırsat buldu-
ğunda tekrar harekete geçecektir. Tarihi-
ni unutan biz olduk, onlar unutmadılar.
Gerek dediğim gibi emperyalizmin Tür-
kiye’ye, Anadolu’ya bakış açısı, tarihi he-
saplarını unutmamış olması, keza Türki-
ye yönetiminin iyi niyetle veya işbirlikçi
amaçla onlarla yakınlığı, keza gücün ya-
nında yer alan medya, bugün yandaş med-
ya dediğimiz medyanın tavırları ve o gün
bu eziyetlere, bu zulümlere, bu haksız hu-
kuksuz yargılamalara tabi tutulan insan-
ların profili o kadar çok örtüşüyor ki, ve
yargılama süreçleri en önemlisi. Aynen ya-
lancı şahitler, aynen sahte iddianameler,
aynen cesur bir savcı aranması, o insanların
cezaevlerinde yaşadıkları... O kadar çok
benzerlikler var ki. Onları bir araya ge-
tirmeye çalıştım. Muhakkak eksiğim de
kalmıştır. Dediğim gibi Silivri Cezaevi’nde
yazmaya başlamıştım bu kitabı. Kaynak-
larım kısıtlıydı. Sonrasında hani bir an
önce, gündemden de çok uzaklaşmadan,
belki biraz daha üzerinde detaylı araştır-
ma yapma imkanım olsaydı belki daha ge-
niş olurdu ama, şimdilik bu kadar. Birebir
örnekleri seçmeye çalıştım. Mümkün ol-
duğunca yorumsuz.
İlginç benzerliklerde acıların benzer-liği de dikkat çekiyor. Doktor Reşit’in in-tiharı Ali Tatar intiharı ile benzeştiriliyorkitapta. Siyasi ve bürokratik kesimler devar tabi.
Tabi tabi hepsi. Yani o süreçte TSK
yani Türk ordusu üzerinde yapılan ope-
rasyon, o dönemde de büyük bir operas-
yon yapılmış. O operasyon yapıldığı için
Mustafa Kemal Anadolu’ya çıkmış. Za-
ten eğer Anadolu’ya, Samsun’a çıkmasa
Mustafa Kemal de Malta Sürgünleri’nin
birinci sırasında yer alacak bir isim. Böy-
le bir süreç. Tabi somut örnekler, sizin de
dikkat çektiğiniz gibi. Doktor Reşit’in in-
tiharı, Bekirağa Bölüğü’nden kaçarken,
kaçtıktan sonra. Ve Ali Tatar, biz Ali Ta-
tar’ı çok çabuk unuttuk. Asker için onurun
ne demek olduğunu, aslında tabi çok üzü-
cü bir şey, intihar etmemeliydi, dayanma-
lıydı, direnmeliydi. Çünkü er veya geç hu-
kuksuzlular ortaya çıkıyor, kamuoyuna
mal oluyor, kamuoyu sahipleniyor, du-
yarlılık gösteriyor. Ama demek ki ne ka-
dar onuruna düşkün bir insanmış ki bunu
hazmedememiş, ikinci kez tutuklanmak-
tansa ölmeyi tercih etmiş. Türkiye onu
unutmamalıydı, unuttuk ama. Ailesi neler
yaşadı unuttuk. O anda ne oldu, intihara
hangi noktada vardı Ali Tatar? bu insan-
ları tanımıyorum ben , çoğunu tanımıyo-
rum daha doğrusu kitaptaki. Ama o günü
bir hatırlatmak, insanları şöyle bir sarsmak
istedim. Acı bir örnektir, Doktor Reşit’in
intihar gerekçesiyle, Ali Tatar’ın intihara
gidişi o kadar benziyor ki.
Bir de şöyle bir şey var. Diyoruz ki Mal-ta Sürgünlerini zindanlara tıkanlar, İn-gilizler ve o kesimde bulunanlar bir süresonra bu ülkeden kaçmak zorunda kal-dılar ya da kovuldular. Ahmet Şık şöyle birşey dedi: “Bizi buralara tıkanları biz birgün oralarda göreceğiz.” Tarih bir şekil-de tekerrür edecek. Peki gerçekten bu dava
sonuçlandığında sizleri hücrelere tıkan-lar kendileri de oralara girecek mi? Nedersiniz?
Bugünden yarın sonuçlanır diyemeyiz.
Çünkü dünya konjonktürüyle Türkiye
üzerindeki siyasi hesaplaşmanın nerede
sona ereceği, durup durmayacağı ve Tür-
kiye’deki uyanış belirleyecek onu. Sadece
Silivri’den kurtuluş değil, Türkiye’nin kur-
tuluşunu o uyanış belirleyecek. Şu anda gö-
rüyorsunuz; etrafımız topyekün ateş çem-
berine dönmüş. Suriye, İran, Erme-
nistan hazırlıkları, 1915 yaklaşı-
yor onun hesaplaşmaları, bir-
takım şeyleri daha da hız-
landıracak. Bu hesaplaş-
ma bir yerde noktala-
nacaktır. Türk milleti
bunları yaşadı, yine al-
tından kalkacaktır,
ama ne kadar sürede?
Bu olduğunda elbette
ki hukuk dışı değil, on-
lar gibi intikamcı bir
amaçla değil, hakikaten
sahte demokrasi değil, sah-
te hukuk değil, gerçek demok-
rasi gerçek hukuk ve adalet içeri-
sinde elbette ki bu dönemin sorumlula-
rından hesap sorulacaktır. Biz göremezsek
torunlarımız görecektir. Ben nasıl bugün
1919 - 1920’yi sorguluyorsam, birileri de er-
kenden değil ama bir 15 - 20 yıl sonra bel-
ki 50 yıl sonra Türkiye bu noktaya nasıl gel-
di diye sorgulama ihtiyacı duyacaktır. Biz
de onlara en azından tarihi bir not bıra-
kıyoruz. Hukuk önünde olmasa da vic-
danlar önünde mahkum olacaklardır,
buna inanıyorum. Ben de cezaevinden çı-
karken şunu söyledim: “Adalet, ancak
bunun sorumluluları bu dünyanın Silivri-
si ya da öbür dünyanın Silivrisi’ne kon-
duğunda tecelli edecektir.” Bakın üzerin-
den neredeyse 100 sene geçti, biz Malta
Sürgünleri’ni konuşuyoruz. Dilerim bir 100
sene sonra Türkiye Silivri sürgünlerini ko-
nuşmak zorunda kalmaz.
Kitabın felsefesi o zaman şunu göste-riyor: Tarih bize bu işin nereye varacağı-nı gösteriyor aslında. Yani bu yüzdenyazdınız da diyebilir miyiz?
Elbette. Yani artık ne zaman uyana-
cağız? Tarihimizden ne zaman ders çıka-
racağız? Dünya büyük paylaşım savaşları
yaşıyor, emperyalizm en acımasız haliyle
bir kez daha dünyanın karşısına çıkmış. İlla
canımız mı yanacak? Yandı zaten, çok yan-
dı. Biliyorum ki bizim ödediğimiz be-
dellerle sınırlı kalır Türki-
ye’nin ödeyeceği bedeller.
Tabiri caizse yumurta
kapıya dayanınca ya da
insanın kendi canı ya-
nınca uyanırız biz.
Neyse işte uyanın ar-
tık, tarih anlatıyor
işte, bize inanmı-
yorsanız tarihe ina-
nın. Türk milleti bu
tarihin altından kalk-
mıştır, yine kalkmalıdır
diye umuyorum ben.
Kitabınızın bölümlerinebakarken şöyle bir başlık gör-
düm: “Herkes çıldırmış, millet sarhoş.”Bugün de durum aynı mı?
Bu sarhoşluk bugün hakim belki ül-
keye, ama düzelecektir. O söz Ziya Gö-
kalp’indir. Orada Malta Sürgünleri süre-
cindeki maddi ve manevi şartları en iyi ak-
taran en büyük Türk ideoloğu Ziya Gö-
kalp’tir. Ziya Gökalp Kürt kökenlidir be-
nim gibi. Benim haddim değil tabii ki ken-
dimi Ziya Gökalp’le kıyaslamak. Aksine bi-
zim Türk aydının ne kadar geriye gittiği-
ni bir kez daha gördüm ben, Ziya Gö-
kalp’in Malta’daki mektuplarını okurken.
Orada bile ne kadar büyük bir tefekkür
içinde. O gün Ziya Gökalp’in tespiti, mil-
let sarhoş diyor. Biz de belki bugün sar-
hoşuz. Bizim sarhoşluğumuz tüketim, po-
püler kültür, Batı kültürü, kendi değerle-
rimizden, kendi köklerimizden, tarihi-
mizden koparılma... Yani bugün biz eğer
Atatürk milliyetçiliğinin ders kitaplarından
çıkarılmasını, üniversitelerde kaldırılma-
sını konuşuyorsak, hakikaten uyuşmuşuz
demektir. Bize narkoz yapılmış. Bu ülke-
yi kuran, bu mücadeleyi veren insanın re-
simleri çöplere atılıyor, heykellerine sal-
dırılıyor, ideolojisi ders kitaplarından çı-
karılıyorsa ve ülkede yaprak kıpırdamı-
yorsa, bunu artık ben bir şok olarak ad-
landırılıyorum. Ama o şoku atlatacağız.
“İnsanlar tahammül ettiği için zu-lüm vardır” Başka bir başlık da bu. Sizinbu kitabı yazma amacınız buna tahammületmediğinizi mi gösteriyor? İçeride halatutuklu bulunanlara da tahammül et-memelerini mi salık veriyor?
Elbette, tam bir isyandır. 15 lira mıdır
kurşunun bedeli? Türkiye’yi ve beni düş-
man belleyen, karşıma gelip bu 15 liralık
kurşunla alnımın ortasından vursa, daha
şerefli bir iş yapardı. Üç kuruşluk kasetlerle
insanların hayatı karaltıldı bu ülkede, bir
şeyler dizayn edildi. Siber savaşlar çağın-
dayız. Türkiye bu savaşlarda her türlü sal-
dırıya açık. Türkiye’nin ana muhalefet par-
tisi dizayn edildi, ana muhalefet partisi li-
deri görevden uzaklaştırıldı, Milliyetçi
Hareket Partisi dizayn edildi, aydınlar
dizayn edildi, TSK dizayn edildi ve kimse
bunun hesabını sormadı, unutturdu, unut-
turuldu. Herkes ürktü, korktu. Ben ceza-
evinde de söyledim, birilerinin bunlara her-
kesi korkutamayacaklarını, herkesi satın
alamayacaklarını göstermesi gerekiyor
dedim. Ben doğru bir iş yaptığıma inanı-
yorum, yanlış bir şey yapmadım. Buna rağ-
men bu insanlar benim on beş ayımı çal-
dılar. Ben bunu yutmam, yemem. Kendi ki-
şisel kavgamı vermiyorum ama. Kendi
kavgamı vereceğim günler de gelecektir.
Bugün ülkem bu kavgayı vermek duru-
munda. Evet, ben tek başıma 50 yaşında
45 kilo bir kadın olarak size meydan oku-
yorum, sizin tehdidinizi görmüyorum, ka-
bul etmiyorum. Bu kitap da bunun bir yan-
sımasıdır. Cezaevindeki yemek boykotu:
Senin yemeğini istemiyorum, ihtiyacım yok
sana. Evet, ben isyan ediyorum. Aksi tak-
dirde, zulme veya bu haksızlığa tahammül
edildiği, kanıksandığı için bu kadar per-
vasızlaştılar. Bakın ben Amerika’ya kadar
peşine düştüm virüs çetesinin. Oradan bir
yerlerden geliyor bu. Birileri bunları ortaya
çıkarmak zorunda. Bunun kavgasını veri-
yorum ben. Tahammül etmeyeceğim bu
zulme. Mahkemede savunma yapmayı
reddetmemle, ben sizin hukukunuzu ta-
nımıyorum dedim. Çünkü yaptığınız ka-
nuni bile değil, biz gazetecilerin yargıla-
nacağı yer Özel Yetkili Mahkemeler de-
ğildir. Birileri istiyor diye, sırf birilerinin
zevki için mi tutuklandık biz? Birileri is-
tediği için insanları yakmaya devam et-
meyelim. Gerçek hukuk konuşturulmalı.
Ben de hukuki yollardan başvurabileceğim
her yerden hakkımı aradım.
TÜBİTAK raporu açıklandı. Çok cid-di ve net bir cevap. Sizin on beş buçuk ayı-nızın aslında boşu boşuna çalındığı ortayakondu. Şimdi akla iki soru geliyor: Bukomployu kuran kim ve daha önce bukomplo neden açığa çıkarılmadı? Bilirkişiböyle bir rapor çıkarabiliyordu madem,neden daha önce bilmedi?
Ben tutuklanmadan, savcılar ya da
Evet, ben tekba��ma 50 ya��nda 45
kilo bir kad�n olarak size
meydan okuyorum, sizin
tehdidinizi görmüyorum, kabul
etmiyorum. Bu kitap da bunun
bir yans�mas�d�r. Cezaevindeki
yemek boykotu: Senin
yeme�ini istemiyorum,
ihtiyac�m yok sana. Evet,
ben isyan ediyorum.
Damla Yaz�c� Müyesser Y�ld�z’la birlikte
7 EYLÜL 2012 CUMA14 Aydınlık KİTAP
medya tarafından Ergenekon örgütü üye-
si ilan edilmeden önce , zaten sorgulaya-
rak fotoğrafı çekmiştim. Ben mahkemede
söyledim devlet içinde çete var, devlet için-
de devlet olmaz. O devlet yıkılır, kimseye
yar olmaz. Benden altı ay sonra, Recep
Tayyip Erdoğan “Devlet içinde devlet ol-
masına izin vermem” dedi. Birileri ülke-
yi, devleti ele geçirmeye çalışıyor, içerde
de savaş var, dışarda da. Direnecerek
güçler de bertaraf ediliyor, insanlara göz-
dağı veriliyor. İnsanlar korkuyor, kimse ne
yapacağını bilemiyor. Bu başından itiba-
ren sorgulanmalıydı, tablo görülmeliydi.
Bizim tutuklanmamızın tek hayırlı sonu-
cu bu oldu; gazeteciler cezaevine alının-
ca medyadaki baskılara rağmen süreç ni-
hayet sorgulanmaya başlayıp yavaş yavaş
kamuoyuna yansıdı. Hepimizin canı yan-
dı. Dilerim ödenecek bedeller bizim öde-
diklerimizle sınırlı kalır. Benim bir sözüm
daha var. Bu süreçte gördüm ki polis sav-
cı olmuş, savcı hakim olmuş, hakimin ne
iş yaptığını anlayamadım dedim ben. İd-
dianameyi polis hazırlıyor, savcı hüküm ve-
riyor. Bugün TÜBİTAK raporuyla gördük
ki, evrensel ilke olan masumiyet karinesi
bu davalarda ayaklar altına alındı. İnsan-
lar gazete manşetleriyle yargısız infaza tabi
tutuldu. Biz hakkımızdaki suçlamaları
görmeden, yandaş medyada bizim çarşaf
çarşaf ipimiz çekildi. 6 ay yedik, bizim avu-
katlarımız göremediler. Masumiyet kari-
nesi ayaklar altına alındı, kimsenin kılı kı-
pırdamadı. TÜBİTAK raporunda bu bil-
gisayarlarda virüs var diyor. Yani bu şüp-
heli durumdur, artık o delilin çöpe atılması
lâzım. Bu şüpheden sanığın yararlanma-
sı lâzım, savcının bireysel tahliye talepte
bulunması ve sanığın tahliye edilmesi lâ-
zım. Peki neden bu kadar gecikildi? De-
mek ki birileri bizim her birimiz için bir
yatma süresi öngörmüş. Veysel şu kadar
yatacak, Soner şu kadar yatacak, Doğu Pe-
rinçek şu kadar, Deniz Yıldırım şu kadar
diye bir karar var herhalde, bilemiyo-
rum.
Hillary Clinton’a bir mektup yazdınızve cevap da aldınız. Cevabı tatmin edicimiydi?
Hayır tabii ki değildi. O
bana yazmadan önce,
bana vereceği cevabı
ben ona yazmıştım za-
ten, bana böyle bir
cevap vereceğinizi bi-
liyorum ama ben za-
ten o yolları o ka-
ranlık koridorlarda
kaybolmasın diye di-
rekt size yazıyorum
dedim. TÜBİTAK so-
nucu önemli. Sonuçta ön-
yargısız ve ciddiyetle okuyan
tüm vicdanlar aslında anlatıla-
nı görüyor. Ama neticede davanın sav-
cısı olduğunu söyleyen bir başbakana bağ-
lı bir kurumdan böyle bir rapor çıkması
bile büyük bir başarı, ben bunu bile bek-
lemiyordum. Mahkemede söylendi, IP
numarasının Amerika’dan bir adresten gel-
diği tespit edilmiş. Ben direkt yazdım
Dışişleri Bakanı’na ve FBI başkanına.
Çünkü orada siber suçlarla ciddi bir mü-
cadele konsepti var. Nasıl ki kendi bilgi-
sayarımızı kendimiz inceledik, IP num-
arasını bulmak da bize düştü. Clinton’dan
da böyle bir cevap geldi. Önemli bir nok-
ta var cevapta, diyor ki: “ Biz direkt sizinle
ilgili bir şey yapamayız ama, adli yardım-
laşma sözleşmemiz var Türkiye’yle, Adalet
Bakanlığı’nızdan ya da mahkemeleriniz-
den talep gelirse bakarız.” Hadi o zaman ey
Adalet Bakanlığı, ey mahkeme, Amerika
bekliyor, hiç olmazsa şimdi görevini yap. Bir
ihtimal işte, eğer onların da suçluları orta-
ya çıkarmak konusunda gerçekten niyeti var-
sa...
“Esaretimizin sebebini bilmiyoruz”diye bir bölüm daha var kitapta. Biraz iro-nik olarak sorayım; gerçekten esaretini-zin sebebini bilmiyor musunuz?
O başlık da Malta Sürgünleri’nin yine
bir isyanıdır. Onlar da bilmiyorlar sebebini.
Çünkü Malta Genel Valisi’ne yazmışlar ar-
tık bulun, ispatlayın diye. Ama orada çar-
pıcı olan şu: Malta Valisi onları ciddiye alı-
yor. İngiltere Dışişleri Bakanlığı’na yazı-
yor. Bunun üzerine İngiltere, Ermeni teh-
ciri ile ilgili bütün Osmanlı arşivini aratı-
yor, bir şey bulamıyorlar. Yetmiyor, İngil-
tere Dışişleri Bakanlığı Amerika’daki bü-
yükelçisine yazıyor. Malta’daki tutuklular
hakkında Amerikan arşivinde ne varsa
gönderin diyorlar. Kraliyet Başsavcısı 3 ay
sonra cevap veriyor: Hiçbir şey buluna-
mamıştır, bu yargılama yapılamaz. Ben ki-
tabın o kısmında diyorum ki; Türkiye’de
de mi bir kraliyet başsavcısı gerekiyor? Bi-
zim orda oluşumuzun siyasi izahı var ta-
bii ki, ama hukuki izahını yapamıyorlar.
İşte bunun siyasi izahı, bu kitabın yazılma
sebebidir.
Hannah Arendt’in bir sözü de var ki-tapta: “Adaleti, intikamlarının aracı yap-tılar” diyor. Yani tarih böyle bir intikamlardöngüsü mü?
Aynen öyle. Tarih niye vardır? Ders çı-
karmak için vardır. Şimdi Türkiye’de bir-
takım güçler Türk tarihini utanılması, in-
tikam alınması gereken bir konsept olarak
anlatmaya başladılar. Oysa tarih bir öğ-
retmen olarak kabul edilmelidir. Bu süreç
tarihten hukuk eliyle intikam alma süre-
ci. İşin içinde hukuk var, kanunlar kulla-
nılıyor ve fark etmiyorsunuz bile. Elbette
ki bir intikam süreci. Sadece şahsi bir in-
tikam değil, benimle kimin hesa-
bı olabilir ki, sadece bir mu-
halifim. Ülkemin kötü yere
götürülmesine karşı mu-
halifim. Daha ileri gö-
türsünler ellerini öpe-
yim. Benim atalarımı
küçümsemesinler. Bu
Türkiye kolay kurul-
madı değerini bilsin-
ler. Millet diye bir şey
olmalıdır. Bu çatıyı yı-
karlarsa hepimiz altında
kalırız. Ben tarihime, Tür-
kiye Cumhuriyetinin kuru-
luş esaslarına, Türk milletine sa-
hip çıkıyorum diye hesap soruyorlarsa
sorsunlar. O zaman bunun adı intikamdır.
Tutuklu Hayrettin Ertekin’in hasta-nede unutulma ve geri dönme hikayesi“kaçma ihtimali” gerekçesine sunulançarpıcı bir kısım. Durum bu kadar traji-komik mi?
Medya onu görmezden geldi. Hepi-
mizin tutukluluğunun devamına kaçma ih-
timalimiz gerekçe gösterilerek karar ve-
riliyor. Şimdiye dek kaçan olmadı. Mustafa
Balbay “Beni sınıra bıraksanız sürünerek
geri gelirim” dedi. Benim gidecek yerim
yok ki, beni ancak sürebilirsiniz. Bu kaç-
mayı hukuk ve siyaset dilinde çok kötü kul-
landılar. Hayrettin Ertekin en çarpıcı ör-
nek. Adamı hastanede unutuyorlar, ken-
di taksi tutuyor cezaevine dönüyor teslim
oluyor. Bu adam yatına binse iki saat
sonra Yunan Adaları’nda ama gitmiyor.
Gitmediğine göre daha nasıl kaçma ihti-
mali var diyebilirsiniz insanlara. Firar
vardır; rahmetli Ali Tatar vardır, intihar
ederek firar etmiştir, Kaşif Kozinoğlu
ölerek firar etmiştir ve Kuddusi Okkır’dır.
Oradan ancak ölüsü firar eder insanın, di-
risi etmez. Malta’da bir yığın firar var, Si-
livri’de, Hasdal’da, Hadımköy’de bırak-
sanız kimse gitmez.
Malta yaşam koşulları olarak dahaiyiydi diyorsunuz kitapta, Silivri’de durumtahminlerden daha mı kötü?
Elbette, Malta’da yıkanma şartları,
gezme şartları, yiyecek şartları daha iyi tabi.
Birebir kıyaslıyorum. Sömürge, işgal ülkesi,
orada bir vatan hasreti var. Çarpıcı bir şey
söyleyeyim, Silivri’de ezan sesi duymasam
Türkiye’de olduğumu unutuyordum ben.
Vatan hasreti var tamam, onun dışında in-
sani şartlar daha iyi orda. Ziya Gökalp
opera dinlemeye gitmiş düşünebiliyor
musunuz? Biz burada televizyonda 20
kanal seyredebilecek miyiz, su akacak da
yıkanabilecek miyiz, bilgisayardan hafta-
da iki saat yararlanabilecek miyiz derdin-
deyiz. Bir devlet sadece hukuku sağlamak
için vardır. Başka her şey devletsiz yapı-
labilir, savaş da devletsiz yapılabilir, sağ-
lık hizmetleri de. Organize olursunuz
halk olarak. Ama devletin varlığının sebebi
hukuktur, eşitliği ve adaleti sağlamaktır.
Adaletin bittiği yerde devlet bitmiştir.
Sonra herkes kendi hak ve hukukunu, he-
sabını görmeye başlarsa o ülkede iç savaş
çıkar, kaos çıkar. Hukuka sahip çıkmadı-
ğınızda herkes bu zulmü yaşar. Vatanını-
zı kaybettikten sonra başka bir şeyin an-
lamı, değeri kalır mı? Atatürk’ün en çok
işaret ettiği şeydir; bağımsız yargı ve hu-
kuk. Bu anlamda üşürüz, titreriz, donarız,
bunlar az bile kalır. Gerçek demokrasi ve
hukuka kavuşmanın kavgasını hepimiz
vermeliyiz, canımızın yanmasını bekle-
memeliyiz.
Anı türündeki kitabınız “Vatan YahutSilivri” nin yayımlanmasıyla Silivri Ki-taplığı’na bir kitap daha eklenmiş oluyor.Tarihsel süreç, yaşananlar bize ve edebi-yata değerler sunuyor. Ne düşünüyorsu-nuz? Tuncay Özkan yazdı, Doğu Perinçekyazdı, Mustafa Balbay yazdı ve şimdi desiz yazdınız. Daha büyür mü bu kitaplık?
Büyümemesini diliyoruz tabi. İnşallah bir
an önce herkes çıkar. Askerler de yazdı, sa-
dece Silivri değil, Hasdal Kitaplığı da oluş-
tu galiba. Ama Türkiye gerçekten yüzyıl son-
ra bir kez daha tarihi bir kavşağa geldi. Bu
kavşağın en canlı tanığı bu Silivri Kitaplığı de-
diğiniz olacak. Dilerim o kitaplarla sınırlı kal-
sın. Ben cezaevindeyken benim adıma açı-
lan Facebook sayfasına sanırım 194 makale
yazmışım. O arada o makalelerin bir kısmı-
nı “Yılanın Kış Güneşi” isimli kitapta top-
ladım ve bir sene önce o kitap çıktı. Kitabın
sonunda dedim ki: Bizi İttihat Terakkicilik-
le suçlayan güçler, İttihat Terakki’nin aki-
betine uğrar gibi tam gaz üçüncü paylaşım
savaşına gidiyorlar. Ben bunları birileri oku-
sun diye yazmıyorum, ben tarihe not düşmek
istiyorum. Dilerim ileriki nesiller bunları, ted-
bir almak için, uyanık kalmak için okurlar.
Bunlar tarihe düşülmüş notlardır. Nasıl ki ben
Malta Sürgünleri’nin yazdıklarını okuma
gereği duydum, ileride de bizim yazdıkları-
mız okunacak.
KAPAK
Firarvard�r; rahmetliAli Tatar vard�r,
intihar ederek firaretmi�tir, Ka�if Kozino�lu
ölerek firar etmi�tir ve
Kuddusi Okk�r’d�r. Oradan
ancak ölüsü firar eder insan�n,
dirisi etmez. Malta’da bir
y���n firar var, Silivri’de,
Hasdal’da, Had�mköy’deb�raksan�z kimse
gitmez.
Müyesser Y�ld�z Silivri Cezaevi’nde...
7 EYLÜL 2012 CUMA 15Aydınlık KİTAP
Geçtiğimiz haftalarda Kemal Tahir
üstüne yazdıklarımız kimi arkadaşların
konuyu başka tarihçi ve toplumbilim-
cilere açma önerisini getirdi. Doğrusu
bu, başta “Marx ve Weber’de Doğu
Toplumları” (Dr. Lütfi Sonar, Ayrıntı
Y., 2012) kitabı olmak üzere, kimi ki-
taplarda takıldığım noktalar üstüne
bendeki yazma eğilimini depreştirdi.
Emperyalizmin küresel saldırılarının
Ortadoğu’da her koldan
yoğunlaştığı bir süreçte
Doğu sorununu güncel
olduğu kadar tarihsel bağ-
lamda irdeleme olanağı
da doğuyor böylece.
Lütfi Sonar, Marx ve
Weber’i karşılaştırmalı
olarak inceleme gerek-
çesini iki noktaya da-
yandırıyor: Önce, “Her
ikisinin de temel amacı
modern kapitalizmin doğuşu ve gelişi-
mi etrafında modern toplumun yapısı
ve işleyişini çözümlemektir”. Dünyayı
Batı merkezli kavrama çabaları her ne
kadar karşıt yaklaşım ilkeleri ve sonuçlar
içeriyorsa da, belirtilen
“Bu amaç çerçevesinde
Doğu toplumları çö-
zümlemesi her ikisinde
de önemli bir konum-
dadır” (s. 7-8). Modern
toplumbilimin kurulu-
şunda en temel katkıla-
rı sağlayan bu iki karşıt
kuramcının, Doğu’yu
ele alırken olduğu ka-
dar, varılan sonuçlarda
da ortak yönelimler taşımasının Batı’da
80 yıldır tartışılmasından yola çıkan So-
nar, çalışmasında çarpıcı sonuçlar üre-
tiyor. Kapitalizmin savunucusu We-
ber’le karşıtı Marx arasında iki modern
sınıfın, burjuvazi ile proletaryanın ku-
ramsal düzeyde çarpışması, Doğu’nun
tanımlanmasında, tam da Hegelci an-
lamda bir üçüncü seçenekte buluşuyor:
Batı kapitalizmi, küreselleşmesinin
önündeki Doğu engelini yıkarak iler-
lemenin de önünü açmalıdır!
Kitabının Giriş’inde Marx - Weber
karşıtlığı tartışmasının arka planını
Löwith’le başlayarak Robertson, Par-
sons, Fischoff, Salomon, Gerth, Mills,
Merton, Lukacs, Korsch, Althusser,
Mommsen, Mitzman, Hughes, Aron,
Zeitlin, Freund, Mayer, Antonio, Col-
lins, Nelson, Giddens,Wallerstein,
Lichteim, Mandel, Witfogel, Goody,
Bottomore, Nisbet, Turner gibi tarih-
çi, sosyolog, filozof ve iktisat kuram-
cılarının 1930’lardan günümüze yer yer
birbirini izleyen çalışmalarıyla veren
Sonar (7-24); “Sosyolojik Düşüncede
Doğu” başlıklı bölümde Bernier gibi
şarkiyatçıların yanı sıra Montesqieu,
Condorcet, A. Smith, Ferguson, He-
gel, Saint-Simon ve Comte’un düşün-
celerini özetleyerek (25-45), “Karl
Marx’ta Doğu Toplumları” başlıklı
üçüncü bölümde (s. 46-117) Marx’ın
yaklaşımını, “Max Weber’de Doğu
Toplumları” başlığı altında (s. 118-230)
Weber’in düşüncelerini ayrıntılı olarak
tartıştıktan sonra, Karşılaştırma (s.
231-246) ve Sonuç (247-251) bölüm-
lerinde ikisinin ayrılan ve örtüşen yön-
lerini ortaya koyar. Yöntembilimsel ba-
kımdan oldukça titiz davranan Sonar,
görüldüğü kadarıyla, içerik yönünden
de tartışmanın hiçbir yönünü atla-
maksızın kapsamlı bir çalışma ger-
çekleştirir.
DO�U TOPLUMLARITAR�HSEL �LERLEMEN�NDI�INDA MI?Her iki düşünürün de “Doğu top-
lumlarına dair çözümlemelerini mo-
dern toplumları anlamlandırma” ça-
basının “bir parçası” olarak gören
Lütfi Sonar, Marx’ı incelerken onun
hemen bütün yapıtlarında ATÜT
(Asya Tipi Üretim Tarzı) üstüne sap-
tamalarına ve Marksistlerin bu konu-
daki tartışmalarına yaslanarak şu çı-
karsamada bulunur:
Marx, gerek modern toplumu (ka-
pitalizmi) açıklamada, gerekse o günün
Avrupa’sının güncel sorunlarını de-
ğerlendirmede “Doğu toplumlarını
araçsal biçimde” kullanır (s. 53). Bu
noktada o, Hegel’in “bir şeyin gerçek
anlamda ancak karşıtı tanımlanarak”
gösterilebileceği düşüncesinden ha-
reket eder (s. 55). New York Daily Tri-
bune’de yayımlanmış yazılardan olu-
şan “Doğu Sorunu [Türkiye]” (Marx
ve Engels, çev.: Yurdakul Fincancı, Sol
Y., Mart 1977) kitabı da bu görüşü doğ-
rular niteliktedir. Marx, gözlemleri
sırasında Doğu toplumlarının dura-
ğanlık, dahası değişmezlik içeren ya-
pısal bütünlük taşıdığını fark eder.
Bu yapının temel özelliği, kapalı eko-
nomide kendine yeter üretimle sınır-
lı toplumun artıdeğerine vergi/rant
ile devletin el koyması, böylece değiş-
me olasılığının bir de devlet denetimi
ve zoruyla engellenmesidir. Böylece,
buradaki “aşkın devlet” belirlemesi,
Doğu toplumları söz konusu oldu-
ğunda Marx’ın kendi kuramının temel
argümanını, “altyapının üstyapıyı be-
lirleme” yeteneğini tersine döndür-
mesiyle, bir üstyapı kurumu olan dev-
letin ekonomiyi biçimlendirmesiyle
sonuçlanmaktadır (s. 67). Melotti’ye
dayanarak vardığı bu yargıyla Sonar,
Marksizmin evrensellik savının bizzat
Marx tarafından çürütülmeye yüz tut-
tuğunu öne sürmüş olmaktadır.
Gerçek şu ki, ATÜT konusunda
gerek Marx’ın kendi belirlemeleri,
gerekse başta Lenin ve Plehanov ol-
mak üzere birçok Marksistin değer-
lendirmelerinde ekonomi öncelik ta-
şır (Asya Tipi Üretim Tarzı, çev.: İrvem
Keskinoğlu, Ant Y. 1970). Temel üre-
tim aracı olan toprak üzerinde üreti-
min binyıllardır öküz ve karasabanla
yapılıyor olması, artıdeğerin yeni üre-
tim araçlarının geliştirilmesine elve-
recek büyüklükten yoksun oluşu, in-
sanın doğa üzerindeki egemenliğinin
sınırlı kalışına yol açmış, bu da üre-
timdeki alışkanlıkların toplumsal alış-
kanlıklarla büsbütün katılaşması so-
nucunu vermiştir. Din ve devletin ör-
tüşük bütünselliği, üretim yaşamındaki
değişmezlikle bir kilit oluşturarak üre-
tici güçlerin gelişimini engellemiştir.
Doğu’da din, devlet ve ekonominin ta-
rih içinde birbirine geçerek çakışık ya-
pılanması durağanlığın temel nedeni-
dir. Nitekim döngüselliği aşamayan ve
yönetim değişikliğinin ötesine geçe-
meyen Doğu’nun bu gerçekliği İbni
Haldun’ca da saptanmıştır: Uygarlık-
lar; doğar, büyür ve ölür; dönüşüp iler-
leme yoktur. Son çalışmalar, Sümer-
lerden beri süregelen çakışık yapının
temel olarak İslâmiyet’e de yansıyıp ko-
runduğunu göstermektedir. Zaten tan-
rı, devlet ve mülkiyetin Sultan’da tek-
leşmesi, yazarın çizelgesinde de (s. 89)
apaçık bellidir.
Marksist çerçeveden bakıldığın-
da, altyapı ve üstyapı arasındaki diya-
lektiğin bu yapılarda birbirine sıkı ba-
ğımlılığı pekiştirerek sürdüğü ve bir-
birine değişim için hiç de kolay izin ver-
mediği ise gerçeğin bir başka yönüdür.
Bu değişimin gerçekleşmesi ve daha
sonra şu ya da bu ölçüde hızlanması ise
dış etkenlerle olanaklıdır.
Çağımızda Doğu’nun değişimini
kapitalizm sağlıyor. Marx ve Engels’e
göre, kapitalizmin azgelişmiş toplum-
sal yapılardaki yıkımı tarihsel ilerle-
menin zorunlu sonucudur (s. 106-
111). Bununla birlikte, Sonar’ın da
anımsattığı gibi (s. 62), Paris Komünü
sonrasında devrim dalgasının Batı’dan
Doğu’ya kaymakta olduğunu düşün-
meye başlayan Marx, Rusya’yı dikkatle
incelemeye yönelir. ATÜT’ten çıkış ko-
nusunda bir dış etken olarak sosyaliz-
min önemine ve yapıcı rolüne değinir;
özellikle köy topluluklarındaki ko-
münal mülkiyetin modern sosyalizm
için bir temel oluşturabileceğini var-
sayar, bunu da Kapital’in Rusça bası-
mına Önsöz’de vurgular. Ne ki Marx’ın
bu vargısını şaşırtıcı biçimde kendisi-
ni inkâra vardığını düşünenler yok
değildir. Çünkü böylece Marx tarihsel
ilerlemenin tek çizgili olduğu düşün-
cesini aşmakla kalmıyor, “Doğu’da
toprağın özel mülkiyetinin en güçlü
arzu olduğu” yönündeki eski vargısı-
nı da terk ediyordu.
MAX WEBER’DE DO�U VE D�N Sonar, kitabında Weber’in düşüncesi-
ni daha kapsamlı ele alarak, meseleyi
kültürel gelişme ve uygarlık aşamala-
rı düzeyinde tartıştığını, tarihsel iler-
lemeyi “akılcılaşma” süreci olarak ta-
nımladığını gösterir (s. 132). Weber’e
göre İslâmiyet’in akılcılaşmayı engel-
leyen bir din oluşu, toplumsal ve siya-
si yapıları biçimleyerek toplumu du-
rağanlığa hapsetmesi gerçeğinin altı-
nı çizer. Her ne kadar (daha sonraki bir
yazıda ele almayı düşündüğümüz,
“Türk Weber’i” olarak adlandırılan)
Sabri F. Ülgener, toplumbilim okulu
olarak onun yöntemini izliyorsa da, İs-
lâmiyet’i tutuculuğun kaynağı olarak
gösterdiği için üstadı Weber’i ağır
eleştiriye uğratır (s. 135-137).
Weber, Doğu’da hukuk kuralları-
nın bulunmadığını belirtir, “kadı ada-
leti”nin kişisel takdir yönünün ağır bas-
tığını vurgular, Doğu’da mülkiyetin gü-
vencesiz olduğunu, mülkiyetin İslâmi
vakıflarda hareketsizliğe ve geriliğe yol
açtığını öne sürer. Toplumsal alışkan-
lıkları geleneksel eylemci tutumun
belirlemesinden ötürü akılcı ve yara-
tıcı eylemin ortaya çıkıp gelişemediğini
savunan Weber, Marx’a karşıt bir yak-
laşım açısıyla ele aldığı halde, Doğu
toplumlarının durağanlığı konusunda
aynı sonuca varır.
Lütfi Sonar, bu çok önemli çalış-
masıyla, yalnızca Marx ve Weber kar-
şıtlığı üstüne okuru bilgilendirmekle
kalmıyor, yaratıcı girişimiyle, küresel
kapitalizmin saldırganlığının tarihsel te-
mellerini ve Batı karşısında Doğu
toplumlarının konumunu tartışmanın
güncelliğini anımsatıyor, emperyaliz-
me karşı mücadelenin ertelenemez, da-
hası ivedi oluşu üstüne Marksistleri ye-
niden düşünmeye kışkırtıyor.
SEYY�T NEZ�R
Kapitalizmin savunucusu Weber’le kar��t� Marx aras�nda iki modern s�n�f�n, burjuvazi ile proletaryan�n kuramsaldüzeyde çarp��mas�, Do�u’nun tan�mlanmas�nda, tam da Hegelci anlamda bir üçüncü seçenekte bulu�uyor: Bat�
kapitalizmi, küreselle�mesinin önündeki Do�u engelini y�karak ilerlemenin de önünü açmal�d�r
ARAKABLO
Emperyalizme karşı mücadeleningüncelliği ve Doğu sorunu
Karl Marx
Max Weber
SEYYİT NEZİ[email protected]
7 EYLÜL 2012 CUMA16 Aydınlık KİTAP
Milli Eğitim Bakanlığı’nın 2005 yı-
lında çıkarttığı “Orta Öğretim Türk
Edebiyatı Dersi Öğretim Progra-
mı”nın 2011 yılındaki yeniden dü-
zenlenmiş şeklinin “12. Sınıf Türk
Edebiyatı” bölümünde “İkinci Yeni
Sonrası Toplumcu Şiir (1960-1980)”
başlığı yer almaktadır. Bu başlığın al-
tındaysa ders kitabı yazarları için şu
yönlendirici bilgiler verilir: “1960
sonrasında kendilerini toplumcu
olarak nitelendiren İsmet Özel, Sü-
reyya Berfe, Nihat Behram, Ataol
Behramoğlu, Refik Durbaş gibi şa-
irlerin eserlerinden metinler seçilir.”
Ülkemizdeki gelmiş geçmiş ik-
tidarların kültür ve edebiyat ala-
nındaki tutumları düşünüldüğün-
de tabii ki bu durum sevindiricidir.
Edebiyat programındaki açılımı
mevcut iktidar kendi demokratik
tavrının bir göstergesi olarak sun-
sa da meselenin aslı edebiyatçıla-
rımızın görmezden gelinemez, red-
dedilemez nitelikleri ve edebiyat ta-
rihinin kronolojik akışıyla ilgili-
dir. Ayrıca toplumsal evrimin pa-
yını da görmezden gelemeyiz.
Programda yer verilen Nihat
Behram, adı lise yıllarımızda bel-
leğimize düşmüş bir şairdir. 1970’li
yılların ikinci yarısında özellikle
“Darağacında Üç Fidan”, “Ser
Verip Sır Vermeyen Yiğit” anlatı-
larıyla kalbimize devrimin sıcaklı-
ğını üfürürken devrimci ahlakımı-
zın şekillenmesinde de büyük pay
sahibi oldu.
Nihat Behram’ın ilk şiir kitabı
1972’de yayımlanıyor. “Hayatımız
Üstüne Şiirler” yayımlanmasıyla
birlikte yasaklanıyor ve şairi de as-
keri cezaevine tıkılıyor. Behram iki
yıllık tutukluluktan sonra yarım ka-
lan yüksek öğrenimini tamamlıyor
ve 1975’te Vatan gazetesinde ga-
zeteciliğe başlıyor.
İlk kitabının yayımlandığı
1972’den 2012’ye dek kalemi elin-
den bırakmayan Nihat Behram’ın
şiir başta olmak üzere anlatı, ro-
man, makale, deneme, söyleşi, an-
toloji, çeviri gibi edebiyatın birçok
alanında eseri bulunuyor. Eserle-
rinin toplam sayısı yirmiyi geçiyor.
Fakat onun edebiyat üretimi ki-
taplarıyla sınırlı değildir. Türk ede-
biyatına damga vurmuş “Halkın
Dostları”, “Militan” ve “Güney”
dergilerinin hayat bulmasında da
etkin rol oynadığını biliyoruz. Bü-
tün bunların yanında onun asli
kimliği şairliğidir.
Samimi his, duygulu anlatım,
inançlı duruş ve feda edilmeyen
estetik… Nihat Behram şiirinin mi-
marisi işte bu dört sütun üzerinde
yükselir. Onun şiirinin eşiğinden
adım attığınızda sizi ilk karşılayan sı-
nıf çelişkisinin uğuldayan soluğu
olur. Sınıf çelişkisi, işçi sınıfı ve
burjuvaziye indirgenmiş bir darlık-
tan değil, halk olmakla halkı sö-
müren ve ona hükmeden olmak
biçimindeki tezatlar tablosundan
sunulur. Bu bütünlüklü tablo çar-
pıcılığıyla belleğinize kazındığı gibi
dokunaklı görüntüsüyle de içinizi
sızlatır.
Nihat Behram’ın şiirini mima-
ri bir yapıyla eş tutarsak bu yapının
dış duvarları bin bir çiçeğin renk-
leri ve kuş seslerinin resimleriyle
bezenmiştir. Kemerlerinde ve ben-
zer muhtelif nişlerinde halk dey-
işlerinin hat sanatının inceliğiyle iş-
lenmiş sureti görülür. İç mekân-
larda ise devrim ülküsünün telaş-
lı, hırçın, huysuz çırpınışlarının
yankıları ve yansımaları bütün ben-
liğinizi sarıp sarmalar.
Şehirler ve fabrikalar olduğu
kadar köyler ve tarlalar da onun şi-
irinde yer alır. Sokakların ve cad-
delerin tasviri gibi kırsalın, kırların
tasviri de canlı ve realisttir. Rea-
lizmin incelikle, telaşlı, heyecan ve-
rici bir dille yansıtılmasında ise Ni-
hat Behram tamamen kendine
özgü ve tektir. O duygulu, lirik bir
anlatımdan olduğu kadar söylev
tekniğinden, ajite söylemden, slo-
gan dilinin imkânlarından da ge-
reğince yararlanmasını bilmiştir.
Bütün bunların sonucunda yalın,
anlaşılır, heyecan verici olduğu
kadar okuyucu da estetik bir ya-
şantı da oluşturan seçkin bir şiir
kurmuştur. Enstrümanları yerli ye-
rinde kullanılmış bir orkestrayı
andıran bu şiir okuyucunun içini
sızlatmakla kalmaz, aynı zamanda
öfkesini de biler; vicdanını harekete
geçirir.
Gerçekte toplumcu gerçekçi,
devrimci bir şiirin sahip olması
gereken özellikler de bunlar değil
midir? Bu bakımdan onun şiiri
devrimci şiirin sembolü ve ölçüt-
lerinden biri olmayı hak etmiştir.
Nihat Behram’ın şiiri, devrim
özleminin, devrimci mücadelenin
susmayan sesi olduğu için şairimiz,
12 Eylül döneminde Bakanlar Ku-
rulu kararıyla vatandaşlıktan çı-
karılır. Bundan sonrası 17 yıllık sür-
günlük hayatıdır. Sürgünlük yılla-
rının ilk ürünü “Savrulmuş Bir
Ömrün Günlerinden” olmalıdır.
Bu kitaptaki şiirlerin altında deği-
şik şehirlerin ve ülkelerin adları bu-
lunuyor: 1980-Zürih, 1980-Sevilla,
1981-Milano, 1981-Paris, 1981-
Cenevre, 1981-Atina, 1981-Lu-
zern, 1982- Kalküta, 1982- Bombay,
Kıbrıs ve İtalya…
Şair, 1980 yılında ve Türki-
ye’de iken yazdığı “Gün Oldu…
Yine Bir Şiir” şiirini sanki bu gün-
leri öngörerek yazmıştır:
“Ne ben uslandım o savurganaşklardan
ne de acılar bağrımı dişlemektenusandı..
Minicik bir sevinç uğruna bilenice ezgin duygular yaşadım
oysa..Sabahları kalbimde palazlanan
heyecannice bıçkın, nice hırçın arzular
olarak uğuldadı;sardım, sarındım en narin sı-
caklıkları..Gün oldu sarsılıp yaralandım..Yine dene ben uslandım o savurgan
aşklardanne de acılar bağrımı dişlemekten
usandı.”(Irmak Boylarında TuraçSeslerinde)
Nihat Behram on yedi yıllık sür-
günlük hayatından 1997 yılında
döndü. Toplumsal mücadele için-
deki yerini aldı. Dönüşünden son-
raki Türkiye ortamının değerler de-
ğişimini “Şiir bitti!” sözüyle imge-
lese de bunu ironik biçimde yine
şiir aracılığıyla yaptı. “Ayaklan-
maya Çağrı” adlı işte o şiirden bir
bölüm:
“Şiir bitti! Tozlandı hançeresi sez-ginin
Susan da ikiyüzlü konuşan daİhanetin sinmediği giz unutulduYalan doruklarda çığırtkan…Şiir bitti! Dindi rüzgârı tükenmez
gücünAğıtlar yetim, türküler öksüzZalim yaradana pervasız, maz-
lum ölümüne çaresiz..Şiir bitti! Soğudu tez canlı yüre-
ğin yanardağıNe dövüşün külhanı kaldı ne se-
vişmeninSuskunluk kanıksandı, kabalık
azgınNe Dadal’a sadık halk ne Ka-
racaoğlan’aSokakta sabrın tiryakisi ruhsuz
bir kalabalık..Tek umut ki- yaşam bitti deme-
ye varmıyor dilim-O da çocukların sesi..İsyan edin isyan edin isyan edin!
Nihat Behram’�n ad� lise y�llar�m�zda belle�imizde yer etti. 1970’li y�llar�n ikinci yar�s�ndaözellikle “Dara�ac�nda Üç Fidan”, “Ser Verip S�r Vermeyen Yi�it” anlat�lar�yla kalbimize
devrimin s�cakl���n� üfürürken devrimci ahlak�m�z�n �ekillenmesinde de büyük pay sahibioldu... Bütün bunlar�n yan�nda onun asli kimli�i �airli�idir.
Fırtınayla borayla denenmiş şair:Nihat Behram
CAFER YILDIRIM [email protected]
Nihat Behram
7 EYLÜL 2012 CUMA 17Aydınlık KİTAP
“MAH”INI YERDE BULAN ŞAİRLER…
Günümüzde, yolunu Yunus Emre’nin yoluna ba�layan, “Yunus” veya “Emre”yi kendisine mahlasseçen halk ozan� ve �air yok. Ama bütün halk ozan� ve �airlerimizin kendilerini Yunus’un soyundan
sayd�klar�na da ku�ku yok
Çağdan çağa, ozandan ozanaözü hep aynı kalan imge
MECİT ÜNAL
“Ben Ay’ımı yerde gördüm, ne isterim gök-
yüzünde?
Benim yüzüm yerde gerek, bana rahmet
yerden yağar.”
Abdülbaki Gölpınarlı, “Yunus Emre-Hayatı
ve Bütün Şiirleri” adlı kitabının önsözünde,
ozanın bu beyitini anarak, onun, 13-14. yüz-
yıllarda “Anadolu’da kurulacak dinî-tasav-
vufî ve lâ dinî Türk halk edebiyatının tü-
kenmez, bulunmaz coşkun ve tek kaynağı”
olduğunu yazdıktan sonra “Yunuslar ve Yu-
nus Emre’nin Yolunda Gidenler” ara baş-
lığı altında, “Adettir”, diye devam ediyor;
“bir büyüğün yetiştiği andan itibâren, onu
büyük tanıyanlar, çocuklarına onun adını ve-
rirler ve bu, o kişinin büyüklüğüne göl-
ge düşmedikçe sürer gider. O büyük,
şairse, şairler, onun mahlasını al-
makla hem ona hürmet göstermiş
olurlar, hem onun adından faydala-
nırlar, onun kemâline ulaşmaya ça-
lışırlar; din bakımından da ululuğu
varsa manevi feyzinden feyiz umar-
lar.” (Yunus Emre-Hayatı ve Bütün
Şiirleri, Altın Kitaplar Yayınevi,
1981, sf. 37-38).
HALK EDEB�YATIMIZDA ENÇOK KULLANILAN MAHLAS
Gerçekten de, halk edebiyatımızda, şiirle-
rini Yunus Emre’nin, Pir Sultan Abdal’ın,
Aşık Ömer’in, Aşık Kerem’in, Karacaoğ-
lan’ın mahlasını kullanarak tapşıran çok ozan
vardır. Bu saptamayı “Abdal” mahlaslı
ozanlar için de yapabiliriz. Yrd. Doç. Dr. Do-
ğan Kaya, 2002’de Âşık Veysel Kültür Der-
neği’nin düzenlediği “Halk Kültürümüzde
Sivas’ın Yeri Sempozyumu”nda sunduğu
“Cönklerden Gün Işığına: Abdal Mahlaslı
Halk Şairleri” başlıklı tebliğinde isim isim
29 Abdal saptamıştı. Sanırım, halk edebi-
yatımızda en çok kullanılan mahlas da Ab-
dal’dır; yani, bedel ödeyen…
YEN� B�R HALK ���R TÜRÜ:ZEMAH�ER
Geleneğin bugün de sürdüğünü gösteren bir
örnek de var elimizde. Aslından bin yıl son-
ra “Zemahşerî” mahlasıyla dinî-tasavvufi şi-
irler söyleyen Tokatlı halk ozanı Osman Öz-
tunç. Öztunç, mahlasını ad olarak verdiği,
bir de, halk edebiyatımızda bugüne dek ör-
neğine rastlanmayan bir halk şiir türü oluş-
turmuş: En az üç ve daha fazla şiirin kendi
kalıplarını koruyarak bir araya getirildiği
“ZeMahşer”!
Asıl Zemahşerî ise, daha çok “Keşşaf”
ve “Mukaddimet-ül-edeb” adlı Arapça-
Türkçe sözlüğüyle tanınan 12. yüzyıl dil, ede-
biyat, tefsir ve kelamcılarından Ebû'l-Kâsım
Mahmud İbn Ömer ez-Zemahşerî el-Ha-
rezmî’dir. Zemahşerî, Harezm’de, Ze-
mahşer kasabasında doğmuş, “Mukaddimet-
ül-edeb”i, Arapça öğrenmek isteyenler için
Harezm Türkçesiyle kaleme almış ve Ha-
rezm şahı Ebul-Muzaffer Atsız’a sunmuş-
tur. Kısaca “Keşşâf” olarak tanınan Kur’an
tefsiri ise, Zemahşerî’nin kitapta Mu’tezile
mezhebine mensup bulunduğu ve bu mez-
hebi onaylayan, insanın, kendi eylemlerinin
yaratıcısı olduğu, Allah’ın ahrette de in-
sanlara görünmeyeceği türünden açıkla-
malar yaptığı için yoğun eleştirilere uğramış,
aleyhinde pek çok şerh, haşiye, ta'lîka ve red-
diye yazılmıştır.
MOLLA KASIM’IN YOK ETT������RLER
“Ancak,” diyor Gölpınarlı, “şairlerin aynı
mahlası almaları, asıl büyük olan şairin, son-
radan divanını yazanları pek büyük bir
yanlışa sevkeder. Dile, edâya dikkat etme-
yen, şüpheyi nefyeden müstensih, divan
tam olsun, öbür divanlardan daha mü-
kemmel bir divan meydana gelsin gayretiyle
aynı mahlası taşıyan şiirlerin hepsini, nerde
bulursa alır, divanı aklınca tekmil
eder.”(Age., sf. 38).
Gölpınarlı, bu konuda örnekler de ve-
riyor. Bunlardan biri, bir efsaneye dönüşmüş
olarak varlığını sürdüre gelen “Molla Ka-
sım”la ilgili olan,
“Derviş Yunus bu sözü eğri büğrü söy-
leme
Seni sigaya çeker bir Molla Kasım ge-
lür” beyiti.
Gölpınarlı, bu efsanenin, Yunus Em-
re’nin “İşbu vücut şehrine hem dem giresim
gelür/İçindeki sultanın yüzün göresim gelür”
matlalı şiirine nazire yazan Kasım adlı bir şai-
rin şiirinden kaynaklandığını belirtiyor.
Eski yazmalarda bulunmayan bu şiir Yu-
nus’un sanılmış ve bu meşhur efsane uydu-
rulmuştur.
Ozanla ilgili bir başka efsane de, Said
Emre’nin bir şiirindeki “Et ü deri göründüm
geldim size göründüm” dizesinin “Ete ke-
miğe büründüm/Yunus diye göründüm” bi-
çimine sokulmasıdır. Yunus Emre’nin, Mev-
lânâ’nın “Mesnevi”sine yönelik bir eleştiri-
si olarak yayılan bu efsane gibi hayatı ve şi-
irleri etrafında yaratılan başka birçok efsa-
ne daha vardır.
HALK EDEB�YATIMIZDAK� YUNUSVE YUNUS’LAR
Gölpınarlı, “Derviş Yunus”, “Aşık Yunus”
mahlaslı şiirleri Yunus’un saymamak, dil ve
üslup bakımından incelemek gerektiği gö-
rüşündedir. Bu şiirlerin, Yunus’un yolundan
giden veya onun etkisindeki Said Emre, Eş-
refoğlu, Himmet, Muhyi, İsmail Emre,
Şeyhoğlu Satu, Ummi Sinan, Niyâzî-i Mıs-
rî, Sinan Ümmî gibi önemli şairlere ait ol-
ması, bir bakıma doğal karşılanması gere-
ken bir durumdur. Hakkında türlü efsane-
ler yaratan halk muhayyilesinin Molla Ka-
sım’ın “yok ettiği” şiirlerinin yerine başka şa-
irlerin şiirlerini koyması, Yunus’un, birçok
şairi kanatlarının altına alabilecek kadar bü-
yük bir ozan oluşunun da bir sonucu sayıl-
malıdır!
“MAH”INI YERDE BULAN �A�RLER
Günümüzde, yolunu doğrudan Yunus Em-
re’nin yoluna bağlayan, “Yunus” veya
“Emre”yi kendisine mahlas seçen halk oza-
nı ve şair yok. Ama bütün halk ozanı ve şa-
irlerimizin kendilerini Yunus’un soyundan
saydıklarına da kuşku yok.
“boş ver yunus y/el bildiğini okusun
serin bir delta sessizliğiyle yıka yüzünü
dilin saydam düzleminde yakılan bir
ateşten atlayıp, izlerine basa basa harflerin,
bulmalısın özneyi”, diyen adaşı Yunus Ya-
şar’ın da onlardan biri olduğuna kuşku
yok.
Yunus Yaşar da tıpkı Yunus gibi, “ma-
hını (ay) yerde gören”lerden. Zamanında işçi
sınıfı içinde, onun sedikal örgütlerinde ça-
lışmış emekçi bir şairdir. Hem de, hem şii-
rin hem hayatın emekçilerinden.
Makine teknikeri. Gazeteci. Dergici.
1978’de DİSK’e bağlı Toprak ve Tarım İş-
çileri Sendikası’nın Antalya şube başkanı,
daha sonra da Akdeniz bölge yöneticile-
rinden. Bu nedenle 12 Eylül’de tutuklanıp
DİSK davasında yargılandı.
Yunus Yaşar, 1969 yılından beri de
edebiyatın içinde, Koca Yunus’un da aradığı
“özne”yi arayanlardan. “Sana Bir Şiir Yaz-
dım”, “Ekin Kokan Ellerin”, “Umut Yük-
lü Kağnılar”, “Beni Tanımalısın”, “Çok
Sesli Ağıtlar”, “Aşkları da Yakarlarsa Bir
Gün”, “Düşe Kurulu Zemberek”, “Suluboya
Zamanlar”, “özne” arayışını sürdürdüğü şiir
kitaplarından bazıları.
“Suluboya Zamanlar”dan buraya ilk
dörtlüğünü aktardığım şiirdeki arı duru
söyleyişin Yunus Emre şiirinin soyundan gel-
mediğini kim söyleyebilir? Ya da aynı şiir-
den şu dizelerin?:
“boş ver yunus, gözlerinde seyriyen
uzakları sen yine yakın bil
çiçeği burnunda bir kiraz dalından sa-
lıver içindeki yağmuru
‘bir milim daha boy atsın’ boynunu
bükmüş çiçek
Suyun tenine çizdiğin en güzel nakıştır
ömür”.
Yunus Yaşar gibi böyle çok şairi var Ak-
deniz’in, Antalya’nın. Torosların havasından
olmalı, hepsinin de sesi kendine özgü, arı-
duru. Salih Mercanoğlu, Mesut Adnan,
Şerif Erginbay, Hasan Şişli ve Şehname’yi
11’li heceyle –kendisi çeviri dese de aslında
yeni bir örneğini yazan- Ahmet Turan
Kul… Ben bu kitabın yazılış sürecini bi-
lenlerdenim. Şiirlerin ilk örneklerini bizzat
Hoca’nın sesinden dinledim, bilgisayar çık-
tılarından okudum. Ahmet Turan Kul’un
“Efendim Dedi Fehmi Bey” ile “Zarf ile
Mazruf ille Karanfil” adlı kitaplarından da
daha önce Aydınlık Dergi’de söz etmiştim.
Ancak, henüz Şehname üzerine yazmadım.
ÇA�DAN ÇA�A, OZANDAN OZANAHEP AYNI �MGE
Sözün tam burasında “sözü fazla uzatıp öz-
neyi unutma!” diye bir not düşmüşüm…
Özne, evet! Çağdan çağa, ozandan oza-
na biçimi değişmekle birlikte özü aynı ka-
lan, her ozanın kendi sesi, kendi soluğuyla
aradığı o ortak imge:
“şelaleden yelin savurduğu serin ser-
pintiler gibi
çıkmalısın önce saklandığın içinden
acının dili ortaksa eğer, yakmalısın za-
manı
nerden gelip nereye gittiğini unutmalı
ateş.
“boş ver yunus, y/el bildiğini yazsın
henüz varamadığın bir dizede uyuyor aşk
ve şiir
günün suskun yerinde ‘kaşınan bir ya-
radır’…”
Yunus Yaşar’ın yayımlanan son kitabı,
tutukluluk günlerini de anlattığı bir anı ro-
man: “Fotoğraf Aralığından”.
MEC�T ÜNAL
K�TAPDANK�TAPDANK�TAPDANK�TAPDANK�TAPDANGecekuşu Kornelius, Dezso Kosztolanyi, Pinhan Yayıncılık, Temmuz 2012
İstanbul; Bostan- Gülistan, Sadî Şirâzî, çev. Hicabi Kırlangıç, Kapı Yayınları, Ha-
ziran 2012 İstanbul; Zerdüşt’ün Sırrı, Osman Balcıgil, Destek Yayınevi, Temmuz
2012 İstanbul; Kerime, Bahadır Yenişehirlioğlu, Everest Yayınları, Ağustos 2012
İstanbul; Fotoğraf Aralığından, Yunus Yaşar, Gelişim Sanat Yayınları, Şubat 2012
Konya, Susulacak Zaman Mı, Taylan Özbay, İlkim Ozan Yayınları, Aralık 2011,
Antalya; El-Mustafa Gül ve Diken, Turan Küçükkaya, Yayın B, 2010 İstanbul;
Tapınak Duaları, S. Fehmi Katırcıoğlu, Ardıç Yayınları, Mayıs 2011 Ankara.
7 EYLÜL 2012 CUMA18 Aydınlık KİTAP YENİ ÇIKANLAR
Kap�daki Dü�man
Dünyayı yaşanmaz bir hale getiren bü-
tün iktidar odaklarına, ırkçılığa, vahşi ka-
pitalizme, ataerkil hegemoniye acıma-
sız bir şekilde saldırırken, anlatış şekliyle
de sarsıcı ve aykırı bir dil yaratıyor.
Amerika’nın vahşi tarihiyle, Kızılderili-
ler’e, Vietnamlılar’a, siyahlara, eşcin-
sellere ve diğerlerine uygulanan şiddetle
en korkusuzca yüzleşen Amerikalı ya-
zarlardan biri olan Burroughs tarihi ve
geleceği bir daha düşünmenizi sağlaya-
cak. Uç noktaya taşığı durumlardan
iğneleyici bir ironi ve absürdlüğe ula-
şırken, sahihliği ile de insanın ruhuna do-
kunabilen bir roman bu. Ölüm, uyuş-
turucular, sinir gazı yüklü trenler, para-
noid kurgular, fantastik savaş senaryo-
ları, halüsinasyonlar, geçmişin vahşeti ve
geleceğin bilimkurgu dünyası arasında
dünyanın ahvalini önemseyen ama bunu
bilmiş bir tonla ifade etmeyen “angaje”
bir yazarın sesini duymak mümkün.
Yok Edici
Dünyanın en büyük süt üreticilerin-
den biri olan Türkiye’nin, peynir
dünyasına sunacak çok şeyi var.
Oysa yüzlerce çeşit Türk peyni-
rinin birçoğu Anadolu’nun kırsal
mutfaklarında gizli kaldı...
Türkiye’nin Peynirleri bilinen ve
bilinmeyen Türk peynirlerini gele-
neksel üretim yöntemleriyle birlikte
bölge bölge anlatarak, peynirin Türk
ve dünya yemek kültürü içindeki
yeri ve tarihi hakkında ilgi çekici
bilgiler sunuyor.
Peynir yapımına dair otantik hi-
kâyeler, yemek tarifleri, kaliteli pey-
nirin ayırt edilmesi ve satın alınma-
sı gibi renkli konular bu peynir yol-
culuğunu sizin için daha da keyifli kı-
lacak...
Türkiye’nin Peynirleri
John Perry şiddet dolu bir evrende ni-
hayet huzura kavuşmuş olup insanlı-
ğın pek çok kolonisinden birinde eşi ve
kızıyla beraber yaşamaktadır. Güzel bir
yaşantısı olmasına rağmen daima bir
şeyin eksikliğini çekmektedir. John ile
Jane’den yeni bir koloni dünyasını
yönetmeleri istendiğinde John evreni
bir kez daha keşfetme fırsatına balık-
lama dalar. Fakat Perry kısa zamanda
hiçbir şeyin göründüğü gibi olmadığını
öğrenir. O ve yeni kolonisi, insanlığın
Koloni Birliği ile tüm insan yayılımı-
na yasak getirmiş durdurulamaz bir
uzaylı ittifakı arasında oynanan bir sa-
vaş ve diplomasi oyunundaki birer pi-
yondan ibarettir. Uzayda bu çekişme
yaşanırken Perry de ölümcül sırlarını
henüz belli etmemiş bir gezegendeki
korku dolu kolonicilerini hem tanıdık
hem de yabancı tehlikelere karşı ko-
rumaya çalışır.
Son Koloni
Roman küçük yaşta öksüz kalan Moskova
Çestnova’nın etrafında dönüyor. Hayatı
keşfetmeye çalışan, içi içine sığmayan
Moskova meslekten mesleğe ve bir ro-
mantik ilişkiden diğerine geçerken hem
değişik tecrübeler yaşıyor hem de ilginç
karakterlerle karşılaşıyor. Moskova’nın ya-
şadıkları ve tanıştığı kişiler üzerinden, in-
san ruhunu amansız bir savaş meydanı-
na çeviren karşıt güçleri de ustalıkla be-
timliyor Platonov: Birilerine, bir şeylere
bağlanma ihtiyacı ve bu bağlılıktan du-
yulan korku, mantık ve duygular; top-
lumsal benlik ve bireysel benlik, bir şey-
ler yapma arzusu ve bu arzuyu öldüren na-
filelik hissi... “Mutlu Moskova” Stalin dö-
nemindeki idealist propagandalara kar-
şılık toplumsal gerçekliği gözler önüne se-
ren, insana dair ebedi ve ezeli meselele-
ri kurcalayarak varoluşu sorgulayan, her
cümlesi yazarın özgün zihninin ve kale-
minin damgasını taşıyan bir roman.
Mutlu Moskova
Resmi kaynaklar Adolf Hitler’in sa-
vaşta mağlup olmasının kesinleş-
mesiyle intihar ederek öldüğünü
yazmaktadır fakat bir iddia ölen ki-
şinin Hitler olmadığıdır. CIA’nın
öncüsü Amerikan İstihbarat örgü-
tü OSS (Office of Strategic Servi-
ces) ve FBI arşivlerinde Hitler’in
önce İspanya’ya, ardından Arjan-
tin’e kaçtığı belirtilmektedir. Bu
iddiayı destekleyen çevreler Adolf
Hitler’in “Son Taburu” ile birlikte
kayıplara karıştığını söylemekte-
dir. Aynı çevreler Hitler’in 1962 yı-
lına kadar yaşadığını ve 73 yaşın-
dayken Arjantin’de öldüğünü iddia
etmektedir. Daha büyük bir iddia
Şili’li yazar Miguel Serran’dan gel-
miştir. Buna göre Adolf Hitler Hint
tanrısı Vişnu’nun yeniden beden-
lenmesi şeklinde Mesih olarak dün-
yaya gelmiştir.
Mesih Hitler
Edebiyatımızın usta öykücüsü Cemil
Kavukçu, öyküseverlerin yakından
tanıdığı ve tutkuyla izlediği kocaman
bir öykü dünyası yarattı.
Öykücülüğümüze, daha önce hiç
ele alınmamış yepyeni tipler kattı.
Taşralı genç erkeklerin dünyasını,
olanca yalınlık ve gerçekliği ile anla-
tırken, insanın kendisi için yarattığı
katı evreni tüm içtenliği ile tasvir etti.
Aynadaki Zaman, yazarın, kendi öykü
evrenini zenginleştirme kararının bir
ürünü.
Kavukçu bir yandan alıştığımız
çevreleri; denizi, denizcileri, kasaba-
yı, yapayalnız kent insanını ele alırken
bir yandan da gerçekdışına, fanteziye,
kelimenin tam anlamıyla “alacaka-
ranlığa” yöneliyor bu kitabında. Okur-
ların, gittikçe büyüyen ve zenginleşen
bu olağanüstü öykü dünyasından nice
hazlar derlemeleri dileğiyle...
Aynadaki Zaman
Beatrice Prior’ın Chicago’sunda top-
lum, her biri belli bir erdemi yaşat-
maya adanmış beş topluluğa bölün-
müş durumda.
Dürüstlük, Fedakarlık, Cesur-
luk, Dostluk ve Bilgelik. Her yıl,
belli bir günde bütün on altı yaşın-
dakiler, hayatlarının geri kalanında
birlikte yaşayacakları grubu seçmek
zorunda.
Beatrice, hem ailesiyle kalmak,
hem de kendi benliğini bulmak isti-
yor ama ikisini birden seçemez. Bu
nedenle kendisi dahil, herkesi şaşır-
tan bir seçim yapıyor.
Genç yazar Veronica Roth heye-
canlı seçimler, kalp kıran ihanetler,
kan donduran sonuçlar ve beklen-
medik aşklarla dolu karanlık bir ge-
leceği anlatan gerilim serisinin ilk ki-
tabıyla edebiyat sahnesine çıkıyor!
Uyumsuz
Turgut Gürsan, PegasusYay�nlar�, 456 s.
Andrew Wheatcroft, Do�an Kitap,Çev: Ne�enur Domaniç, 364 s.
Habsburglar ile Osmanlıların Avrupa
mücaledesi... 1683’te Osmanlı İmpara-
torluğu ile Habsburg hanedanı 250 yıl-
lık bir iktidar mücadelesinin doruk nok-
tası olan Büyük Viyana Kuşatması’nda
karşı karşıya geldi. İki taraf da ezeli düş-
manlarına duydukları nefretle beslenen
bir kararlılıkla ve Tanrı’nın izniyle zafer
kazanacağından emindi. Viyana önle-
rinde Osmanlıların yenilgisiyle sonuçla-
nan, kıran kırana, müthiş bir mücadele
yaşandı. Andrew Wheatcroft, Kapıdaki
Düşman’da Birinci Dünya Savaşı’nın
sonunda tarihe karışacak bu iki impa-
ratorluğun yüzyıllar boyu süren müca-
delesini, Doğu Avrupa topraklarında,
özellikle II. Viyana Kuşatması’nda do-
ruğa ulaşacak kanlı çarpışmaları ustalıkla
anlatıyor. Yazar, müthiş bir askeri tarih
örneği sunmanın yanı sıra, bu süreçte olu-
şan Türk imgesini, bu imgenin siyasi ko-
şullar altında dönüşümünü işliyor.
Sharon Croxford,�nk�lap Yay�nlar�,
Çev: Didem Gürcan, 128 s.
Veronica Roth, Artemis Yay�nlar�,Çev: U�ur Mehter, 516 s.
(William S. Burroughs, Ayr�nt�Yay�nlar�, 176 s.)
(John Scalzi, �thaki Yay�nlar�,Çev: Cihan Karamanc�, 312 s.)
(Andrey Platonov, Metis Yay�nlar�,Çev: Günay Çetao K�z�l�rmak, 128 s.)
Cemil Kavukçu,Can Yay�nlar�, 96 s.
7 EYLÜL 2012 CUMA 19Aydınlık KİTAPYENİ ÇIKANLAR
Köle Gemisi - �nsanl�kTarihinde Bir Yolculuk
İncecik ipekli bir gömleğin üstünde siv-
risineklerden bir desen. Hava cehennem
kadar sıcak. Karşıdaki dijital tabloda “46
derece vardır” yazıyor, yanında kırmızı
rujlu sarışın bir kadın gülümsüyor. Plas-
tik yüzü, kolajen dolguları iyice şişmiş,
elastik bir uçan balon gibi olmuş. Zor an-
lar yaşıyordur eminim. Küçücük burun
delikleriyle alsa alsa üç gram oksijen alır.
Başka bir şeye bakmak istiyorum ısrar-
la. Sıcaktan kirpik diplerimde buhar bi-
riktirip kulaklarımdan çıkarıyorum. Tra-
fik,sıcağı belki 50 derece hissettiriyor. Hiç
bilmediğim bir yerdeyim, değişik in-
sanlar, dar bozuk sokaklar. Giderek
eriyorum, zayıflıyorum, sanki kemikle-
rimle kendi suyumda kaynıyorum. Za-
mansız, gerçeküstü imgelerle örülü öy-
küler. Öykülerin asıl mekanı, dil. Ka-
rakterler dilin verdiği coşkuyla evriliyor;
kurgu, akışa göre yön değiştiriyor.
Annem Bir RobotDo�urdu
Halk kendi eliyle bayrağını yaptı ve
astı. İşgal yıllarında İzmirli halkın
elinde Türk bayrağı yoktu. Çünkü
Yunan işgalcileri, tek tek Müslüman
evlerini basıp arama yaptılar ve Türk
bayraklarına el koydular. Bizim Gü-
zelyalı’daki dede evimiz de bu talan-
dan nasibini aldı. Sonra topladıkları
Türk bayraklarını büyük tomarlar ya-
pıp mahalle ortasında ateşe verdiler.
Böylece halkın elinde bayrak kalma-
dı. Ancak 30 Ağustos Büyük Taa-
ruz’dan galip çıkan Türk ordusu, hız-
la İzmir’e doğru yaklaşınca halk ha-
rekete geçti. Analar, kızlarının kırmı-
zı eteklerini bozdular, kırmızı perde-
lerini aşağı indirdiler, kırmızı masa ör-
tülerini kesip doğradılar. Bu kırmızı ku-
maşların ortasına beyaz patiskadan ay
ve yıldız diktiler. Halk, kendi bayrağı-
nı, “halkın bayrağını” yapmış oldu.
9 Eylül’de �zmir’e BayrakÇeken Kahramanlar
Bu kitapta, binlerce yıl nesilden ne-
sile aktarılagelen, “sözlü” olarak ri-
vayet edilmelerine karşın Yahudilik
ve İslam’daki “Yazılı Kitap”ı insan-
lara daha anlaşılır ve yaşanılır kılan
-metin değerlerinin kanoniklikleri
tartışmalı olsa da- Yasa’nın ve Teo-
loji’nin en temel dayanağı olan iki
kaynağı Yahudilerin Talmud’u ve
Müslümaların Hadisleri, Teolog ve
kadim diller uzmanı Mehmet Sait
Toprak tarafından cesaretle ve büyük
bir özgüvenle ele alınıyor. Yazar,
Talmud ve Hadis etrafında örgülenen
anlayışın arka planını metodolojik ve
tarihsel bağlamıyla ve sözlü’den ya-
zılı’ya aktarılması evreleriyle düşü-
nülmesini önerirken aynı zamanda in-
sanlık birikiminin bu muazzam ka-
lıntılarının anlaşılmasına da giz(em)li
bir kapı aralıyor aslında...
Talmud ve Hadis -Kar��la�t�rmal� Bir Ara�t�rma
2004 yılında Yalçın Akdoğan tara-
fından kaleme alınan AK Parti’nin
“yeni muhafazakârlık” başlıklı politik
manifestosunda “Çizgimiz muhafa-
zakârlığın genlerine ve tarihi kodlarına
uygun bir şekilde, siyaset yaptığı coğ-
rafyanın toplumsal ve kültürel gele-
neklerine yaslanmaktır... Devrimci
dönüşümlere karşı tedrici ve doğal sü-
recinde işleyen bir toplumsal dönü-
şümü savunuyoruz” diye yazılmıştı.
“Geleneklere bağlılık ve doğal sü-
reçlere güven...” Mahşerin bu iki at-
lısıyla feminist kadınların hesaplaş-
ması yüzyıllardır sürüyor. Bu kitap-
ta yeni muhafazakârlığa karşı yazılmış
feminist yazılar yer alıyor. Reel İsla-
mist bir düzen altında haklarını ara-
yan İranlı kadınların “bir milyon
imza” risalesini de ilk kez türkçe ola-
rak bu kitapta bulacaksınız.
Nicholas Wocdsworth’ün Akdeniz
üçlemesi Çarklı bir “şehir rehberi”
vaat ediyor: Şehrin geçmişini, gün-
delik hayatın akıp giden temposun-
da arayan bir seyyahın gezi notları,
bakıp geçenden ziyade, durup içine
çeken bir anlatım... Kıyıda köşede
saklı kalmış bir esnaf lokantası, lo-
kantanın gide gele ahbap olunan
garsonu, kalabalık bir kahvede otu-
rurken gözünüze takılan manzaralar,
bir zamanlar şehrin en ünlü yazarının
yaşadığı oysa şimdilerde yıkılmaya
terk edilmiş evin içler acısı hali.
Mayi Kıta, bir Akdenizliye yaraşır sa-
mimiyette, şehri gezerken yanında
rehber kitap değil, bir dost sohbeti ol-
sun isteyenlere... Mayi Kıta, Bir Ak-
deniz Üçlemesinde ilk durak; İsken-
deriye... yolculuk, Venedik ile devam
edip İstanbul’da son bulacak.
Mayi K�ta�skenderiye
Selen için evimizin büyük olması bir avan-
taj olmuştu. Zamanla tekerlekli sandalye-
sini kendisi rahatlıkla kullanmaya başladı.
Yukarı kattaki odasına çıkamamak üzü-
yordu kızımı. Bir gün bana “Yukarıya
çıkmam için yardım eder misin?” diye sor-
du. Bir anda nasıl yardım edebileceğimi dü-
şünemediğim için şaşırmıştım. Bana dö-
nerek, “anne ben yukarıya popobüsle çı-
kacağım. Sen de dizlerimden tutarak bana
destek ver. Merdivenlerden yuvarlanma ris-
kini ortadan kaldırmış olursun.” dediği za-
man bir kez daha hayran olmuştum canım
kızıma ve kıvrak zekâsına. Tekerlekli san-
dalyesinden kaldırarak merdivenlerin ilk
basamağına oturttum. Ellerini arkasında
bulunan bir üst basamağa dayayarak, el-
lerinden aldığı güçle ve benim, dizlerinden
tutarak verdiğim destekle ikinci basama-
ğa oturdu. Basamakları bu yöntemle çı-
karak bitirdiği zaman yukarıdaydık.
Hayat�mdan �kiY�ld�z Kayd�
Altı yüz nüfuslu Virgin River kasabasın-
da çalışacak bir ebe/uzman hemşire ara-
nıyor. Kaliforniya’nın ulu ağaçları ve ışıl ışıl
ırmakları arasında bir fark yaratmak is-
temez miydiniz? Hem de kulübenize kira
ödemeden? Kısa bir süre önce eşini kay-
betmiş olan Melinda Monroe bu ilanı gö-
rür ve Virgin River adındaki bu uzak dağ
kasabasının, yaşadığı gönül yarasından kaç-
mak ve çok sevdiği hemşirelik mesleğine
yeniden tutkuyla bağlanmak için mü-
kemmel bir yer olabileceğine karar verir.
Fakat kasabaya ulaştıktan sonra bir saat
içerisinde bütün umutları yıkılır: Vadedi-
len kulübe çöplükten farksızdır, yollar kor-
kunçtur, kasaba doktoru da yanında bir
hemşire istememektedir. Çok büyük bir
hata yaptığını fark eden Mel, ertesi sabah
kasabadan ayrılmaya karar verir. Fakat
doktorun ön verandasına terk edilen mi-
nik bir bebek bütün planlarını değiştirir...
Virgin River
Nicholas Woodsworth, EverestYay�nlar�, Çev: Asl� Mertan, 150s.
Marcus Rediker, Alfa Yay�nlar�,Çev: Dilek �endil, 476 s.
15. yüzyıl sonu ile 19. yüzyılın sonu
arasında yaklaşık 400 yıl süren Atlantik
köle ticaretinde 12,4 milyon insan köle
gemilerine yüklenip Atlantik üzerin-
den, binlerce kilometreye yayılmış yüz-
lerce teslim noktasına taşındı. Dehşet
yolu boyunca 1,8 milyon insan ölmüş, ce-
setleri güverteden aşağı boca edilerek ge-
milerin peşinden ayrılmayan köpekba-
lıklarına yem olmuştu. Sağ kalan 10,6
milyon kölenin çoğu katil plantasyon dü-
zeninin vahşi ortamına atıldı, orada
akla hayale sığmayan her türlü direnişi
göstermeyi öğreneceklerdi. Atlantik
köle ticaretinin hikâyesi çoğunlukla
plantasyonlar üzerinden anlatılmıştır. Bu
vahşi sisteme katılıncaya kadar olanlar
çok az bilinir. Bu kitapta okuyacakları-
nız yeni bir köle ticareti tarihi. Konuya
farklı bir bakış açısından, köle gemisinin
güvertesinden bakan bir anlatı.
(Ya�ar Aksoy,Etki Yay�nlar�, 104 s.)
(Robyn Carr, Çev: Asl� A�ca,Epsilon Yay�nlar�, 392 s.)
Melida Tüzüno�lu,April Yay�nlar�,192
(Mehmet Sait Toprak, Kabalc�Yay�nevi, 543 s.)
(Handan Koç,Destek Yay�nlar�, 176 s.)
Fehime Özel, Sokak Kitaplar�Yay�nlar�, 384 s.
Muhafazakarl��a Kar��Feminizm
İstanbul’da Soluksuz Bir Macera
Ne kadar okumayı sevsem de kalın kitap
görünce gözüm korkar, çekinerek elime alı-
rım. “Suç ve Ceza”, “Drina Köprüsü”, “Şi-
bumi” gibi, bitirdikten sonra kendisine
mutlu bir şekilde veda ettiğim kalın ki-
tapların ardından bu korku giderek azal-
sa da, bitecek gibi görünmüyor. Ayla Ha-
cıoğulları’nun “İztanbul – Madalyonun La-
neti” adlı romanına da korkarak başladım
ama sonuç yine pozitif.
Ayla Hacıoğulları, 1975 doğumlu bir
yazar ve bir anne. Hobi olarak sürdürdü-
ğü yazarlığı, çocuklarından aldığı ilhamla
profesyonel alana taşımış. 2003 yılında yaz-
dığı “Yedi Gün Yedi Gece, İstanbul Bir Bil-
mece” adlı çocuk kitabı, 2010 yılında se-
naryolaştırılarak TRT’de dizi halinde ya-
yınlanmış. Metin ve senaryo yazarlığı yap-
maya devam eden Ayla Hacıoğulları, ge-
çen yıl ikinci romanı olan “İztanbul” u yaz-
mış. Kitabın başına Evliya Çelebi’nin “Se-
yahatname” sinden bir alıntı eklemiş:
“Konstantin ve Pozantin halkının gök ve
yer afetlerinden korunmaları için her yet-
kin usta İstanbul’un yirmi yedi yüksek dağı
üzere yirmi yedi rasad tılsım kurdular.” Ve
şimdi tılsımlı İstanbul’un kaderi bir ma-
dalyona, madalyonun kaderi ise üç meraklı
çocuğa bağlı…
Kitap hakkında fikir sahibi olabilmeniz
için genellikle konusunu kısaca anlatmayı
tercih ediyorum, fakat bu kez konusunu an-
latmayıp, sadece kitabın gerçekçi, akıcı ve
tarihe inanılmaz bir yolculuk olduğunu
söylemek istiyorum. Bir de çocukları Harry
Potter’dan sıyırıp almak için çok iyi bir al-
ternatif. Böyle değerli bir kitaba alternatif
demenin yanlış olduğunu biliyorum, ancak
Harry Potter serisi fantastik çocuk edebi-
yatını sırf satış rakamlarıyla ele geçirdiği için,
kendi kitaplarımızı bu tür imparatorlara al-
ternatif olarak görüyoruz. Zaten “çocukları
Harry Potter’dan kurtarmak” deyimi de her
zaman olumlu tepki aldığım bir deyim de-
ğil. İçinde dostluğun, fedakarlığın örnekleri
olduğunu ve kendilerine cesur olmayı öğ-
rettiğini iddia eden çocuk okurlar ya da fan-
tastik edebiyatta çığır açmasa bile kendi
eserlerine, çizimlerine ilham kaynağı ol-
duğunu iddia eden yetişkinler var. Doğru-
dur, hatta çocukların düşünsel yaratıcılık-
larını geliştirdiği bile söylenebilir. Çocuk-
ları başka bir dünya olduğuna ve bu dün-
yada büyülerin, sihirlerin mümkün oldu-
ğuna inandırdığını düşünenlerden de de-
ğilim. Zaman zaman uçabileceğini zanne-
den çocuklara tanık olsak da. Bunların sık
rastlanılmayan psikolojik vakaalar olduğunu
farz edebiliriz, fakat tüm bunlara rağmen
Harry Potter’ın ve liderlik ettiği tüm gerçek-
dışı kahramanların, çocuklarda gereksiz ve
olumsuz bir bağımlılık yarattığını kabul et-
memiz gerekiyor.
Elimdeki kitap ise; size tarih, kültür,
gerçek ve gizem dolu bir macera vaat edi-
yor. Pencerenize bembeyaz bir güvercin ko-
nacak ve sizi Ayasofya’dan Topkapı Sa-
rayı’na, Sultanahmet’ten Adalar’a, Ka-
palıçarşı’dan Beyazıt’a, yüz elli yıllık bir yol-
culuğa çıkaracak. Çocuklarınız güvercinin
kanatlarında uçarken, İstanbul'un meşhur
tarihi yerlerinin bilinmedik yönlerini öğ-
renecek.
Macera, sadece kocaman karanlık ka-
tedrallerde, ıssız köprülerde, yer altında de-
ğildir; macera, görkemli Kapalıçarşı’da, gi-
zemli Ayasofya’da, “Süleyman’ın duasıy-
la ayakta duran şehir”de: İstanbul’dadır.
İyi okumalar diliyoruz.
(İztanbul - Madalyonun Laneti,Ayla Hacıoğulları,
Yapı Kredi Yayınları, 435 s.)
7 EYLÜL 2012 CUMA20 Aydınlık KİTAP ÇOCUKLAR İÇİN
Pencerenize bembeyaz bir güvercin konacak ve siziAyasofya’dan Topkap� Saray�’na, Sultanahmet’ten
Adalar’a, Kapal�çar��’dan Beyaz�t’a, yüz elli y�ll�k birmaceraya götürecek
İREM HALIÇ[email protected]
Avcılar iyice köşeye sıkışmış durumda.
Buffy ve diğer avcı kızlar göz önünde ol-
mamak için ellerinden geleni yapıyor. Ala-
cakaranlık’ın dikkatli gözleri tüm dünyayı
izlerken bu hiç de kolay değil. Faith ve Gi-
les da avcıların yanına sığınıyor. Ve birlik-
te çok eski bir dostlarından, kurtadam
Oz'dan yardım istiyorlar. Avcılar savaşlarını
bu sefer kalabalık şe-
hirlerin sokaklarında
değil, Orta Asya’nın
göbeğinde veriyor...
Ailesini kaybedince huysuz, aksi teyzesi-
nin yanına taşınan Pollyanna Whittier, yeni ta-
nıştığı insanlara babasıyla oynadıkları “sevinme
oyunu”nu öğreterek iyimserliğini herkese bu-
laştırmayı başarır. Sadece onu yanına alan aksi
teyzesinin kabuğunu aşamaz. Pollyanna’nın,
teyzesinin yıllar önce kırılmış kalbine ulaşıp
onunla da sevinme oyunu oynayabilmek için
acaba neler yapması gerekecektir? Her olay-
da olumlu bir yön bulmayı bilen küçük Poll-
yanna’nın dillere destan iyimserliği, artık
adıyla anılıyor. “Pollyannacılık”, şartlar ne olur-
sa olsun sevinilecek bir şeyler bulabilmeyi an-
latıyor. 1913’te yazıldığından beri büyük ilgi gören, defalarca filme çekilen, devam
kitapları yazılan, Amerika’da kurulan “Sevinme Kulüpleri” ile günlük hayata ka-
rışan bu ölümsüz öyküyü Ülkü Tamer’in çevirisiyle sunuyoruz.
Özel Dedektif Saxby Smart - Y�lan�n Gözü ve Di�er Dosyalar
Saxby Smart’la birlikte üç esrarengiz
olayı çözün: Paha biçilmez bir sanat eseri
kaybolur, öldüğü sanılan ünlü bir dolan-
dırıcı tekrar ortaya çıkar ve tuhaf bir rad-
yo ödülü sahtekârlığı yaşanır. Bir öğrenci
ve özel dedektif olan Saxby Smart, yine bir-
birinden karmaşık üç olayın peşinde. Yı-
lanın Gözü, Aynadaki Yabancı, Pencere-
deki Hayalet adlı dosyalarda Saxby, birbi-
rinden gizemli olayları çözerken sizlere de
ipucu veriyor. Bakalım siz bu olayların ya-
nıtlarını bulabilecek misiniz?
“Kitabın içindeki olaylarda sizin de ro-
lünüz var! Heyecanlı ve hızlı bir tempoyla
yazılmış.” Liverpool Echo
Eğlenmek ve heyecan yaşamak isti-
yorsanız işte size birbirinden ilginç dedektif
öyküleri!
(Joss Whedon, NTV Yay�nlar�, çev: ÇetinSoy, çizgi roman, 128 s.)
(Eleanor H. Porter, Yap�Kredi Yay�nlar�, çev:Ülkü Tamer, 288 s.)
(Simon Cheshire, Alt�nÇocuk, çev: Behçet
�lhan, 176 s.)
Buffy Vampir Avc�s� 6 - Geri Çekilme
Hazar Akılbaş ve Sakar Fareler sahile gi-
diyorlar. Bu geziye Hazar ‘iş gezisi’ dese de,
Sakar Fareler ‘tatil’ diyor. Acaba Hazar başarılı
olup, sinirli patronunu memnun edebilecek
mi? Kahramanlarımız konuşan eşek Şer-
bet'le arkadaş olabilecek mi? Tabii ki hayır!
Bildiğiniz gibi Sakar Fa-
reler ortalıktaysa hiçbir
iş yolunda gitmez!
(Sorrel Anderson, �� Bankas� Yay�nlar�,çev: Ay�e Ba�c�, 220 s.)
Sakar Fareler Sahili Kar��t�r�yor
Pollyanna
Halikarnas Kültür Evi tarihi içinde barın-
dıran şirin yapısı ile kitapseverleri kucak-
lıyor. Denizli’nin en kalabalık yerlerinden
Çınar Meydanı’nda bulunan kültür evi
içerisinde kırtasiye, kitapçı, sahaf, çocuk ki-
tapları ve oyuncaklarından oluşan bölümün
yanı sıra iki katlı kafeteryası bulunmakta.
Denizli de bir benzerinin daha bulunmadığı
kültürevi beş kat içerisinde kitaptan din-
lenme alanına birçok şeyi barındırıyor.
K�TAPÇIDAN KÜLTÜREV�NEHalikarnas Kitapevi 2002 yılında on met-
rekarelik küçük bir sahaf olarak olarak açıl-
dı. Sahaf da küçük gelince 2007 yılında yeni
bir kitabevi hem sahaf hem kitapçı olarak
devam etti.
Halikarnas Kültürevi sahibi Yusuf
Ürem kültürevine geçiş sürecini şu sözlerle
anlatıyor. “Küçük bir sahafla başladık,
ardından kitapçı. Denizli’de bir kültürevi
eksikliği hissettik ve Halikarnas Kültürevini
açmaya karar verdik.” sözleri ile anlattı.
Kültürevinde ilk dikkat çekenler tarihi
eşyalar. Kültür evinin girişinde sergilenen
gramafon, tarihi sandık dikkat çekiyor.
İçeri girildiğinde ise her köşede bulunan ki-
taplara özgü küçük biblolar görülmeye
değer. İkinci kata çıkıldığında ise Eski ki-
tapların arasında oturmak için koyulan
küçük eski halı kaplamalı tabureler küçük
kütüphaneyi andırıyor. Sahafın üstü ise
çocuk bölümü; oyuncaklar ve çocuk kitap-
ları iç içe. Üstte iki kat ise bu yorucu ve eğ-
lenceli dört katın sonunda dinlenmek için
küçük bir kafeterya var. Özellikle çocukla-
ra kitap okumayı sevdirmek için çok güzel
bir ev.
Halikarnas Kültürevi Tüm Denizlileri
kitaplarla buluşmaya davet ediyor.
ANADOLU’DAN KİTABEVİ
Sosyalist gerçekçi eserler kaleme alan ga-
zeteci Reşat Enis’in, “Despot” romanı
1957 yılında ilk baskısını yaptı. Yeni Tür-
kiye’nin insanlarını ve onların sosyal du-
rumunu romanlaştırmış. Roman’ın baş
kahramanı köylü emekçisi ve
daha sonra polis olan Fikret
ile, köyün ağası Despot Da-
vut Ağa’nın serüveni üzerin-
den Türkiye’nin fotoğrafını
çıkarıyor!
KÖY ROMANIRoman köyde başlayıp şe-
hirde bitiyor. Cumhuriyet’i
kuran köylü Fikretler, za-
manla çok şeyin değişmedi-
ğini görüyor. Ağalar yine
ağa ve dospotluklarından
da geri kalmamış! Romandaki Davut Ağa
da işgal yıllarında düşmanla işbirliği yap-
mış, yalanla kendini “kahraman” gös-
termiş ve bir de madalya almış. Bunun iti-
barıyla daha sonra milletvekili olmuş.
1950’li yıllardaki yeni insan tipini taşıyor
üzerinde. Milletvekili olur da boş durur
mu? Haltlar karıştırıyor. Baş-
ta da uyuşturucu kaçakçılığı...
Fikret köyde ağanın yanında
karın tokluğuyla çalışırken
işgale karşı savaşıyor ve mem-
leketi kurtardıktan sonra, Na-
zım Hikmet’in dediği gibi “Sa-
vaştan sonra da Kartal’da
bahçıvan!” Düzen bir anlam-
da aynı düzen. Ağanın yanın-
da karın doymayınca Zongul-
dak’ta maden ocaklarında bu-
lur kahramanımız. O yıllar
ekonomik krizin derinleştiği
yıllardır. Sonra da şehirdeki mücadelesi-
ni görüyoruz. Kahramanımız en son po-
lis oluyor ve suçluların peşinde. Yolları
Davut Ağa’yla burada da kesişiyor. Fikret
onu esrar kaçakçılığı yaparken yakalıyor.
Kitap da burada bitiyor.
EDEB�YATIMIZIN TEMEL TA�I“Despot” yazın tarihimizde ayrı bir yeri
olan Reşat Enis’in önemli eserlerinden bi-
risi. 231 sayfalık kitap, Remzi Kitabevi ta-
rafından basılmış. Bir solukta okunuyor
ve sizi bir anlamda tarih yolculuğuna çı-
karıyor. Reşat Enis 1909 yılında İstanbul
Fatih’te doğar. Üniversite eğitiminden
sonra Vakit, Haber, Cumhuriyet ve Yeni
İstanbul gibi gazetelerde çalışır. Öğret-
menlik de yapar bir ara. Anadolu’ya gi-
der. Adana’da Bugün gazetesini yönetir.
Dönüşü ise İstanbul olur. Tefrika ro-
manlar yazar. Ünlü eserleri: “Ekmek
Kavgamız”, “Ağlayan Duvar”, “Yolgeçen
Hanı”, “Despot”, “Sarı İt”, “Kırmızı İt”.
Nazım Hikmet onun için “Türk edebi-
yatının temel taşı” der. 1970’lerden son-
ra ürün vermez. Bizim Emile Zolamız,
Maksim Gorkimizdir bir anlamda. Üret-
ken yazar Reşat Enis’i 10 Ocak 1984 günü
kaybettik.
Reşat Enis’in “Despot”uReşat Enis’in “Despot”u
7 EYLÜL 2012 CUMA 21Aydınlık KİTAPSAHAF
ERCAN DOLAPÇI
BEHİYE YARAŞCI
Tarih kokan kültüreviHALİKARNAS KİTABEVİ / DENİZLİ
BULMACA
ALINTI-TEST
Okuyaca��n�z bölümler hangi yazar�n hangi kitab�ndan al�nt�lanm��t�r?
SOLDAN SA�A1. Resimdeki yazar - Esas maddesi gümü� sülfür olan siyah bir
minenin, gümü� bir levhan�n önceden haz�rlanm��bölümlerine kak�lmas�yla gerçekle�tirilen süsleme tekni�i
2. Yass�, bas�k - “... Gündüz Kutbay” (ney üstad�) - EskiTürklerde “totem”e verilen ad - Fas’�n plakas�
3. Kulak iltihab� - Japon çay töreninin düzenleyicisi - Bir i�iyapmak için verilen söz
4. Bir �eyin yaln�z kenar çizgileriyle tek renk olarak belirengörüntüsü - Hemen
5. �ki kulplu antik testi - Üstünde kareler bulunan, kareli6. Burun - Arapça’da “ben” - Cenaze namaz�na ça�r� ezan� - Bir
kan grubu
7. Yunanca’da bir harf - Türk liras� (k�sa) - Üç tekerlekli Almanmotorsikleti
8. Daha çok radyo için haz�rlanm��, genellikle güldürüniteli�inde k�sa oyun - Geçim, geçinme
9. Kimononun üstüne tak�lan, biçimi ve boyutu cinsiyete, ya�a,mevkiye ve bölgeye göre de�i�en, bir dü�ümle birle�tirilengeni� ipek ku�ak - Kurçatovyum’un simgesi - Niyobyum’unsimgesi
10. �stanbul’da bir semt - Radyum’un simgesi - �slam inan���nagöre gö�ün en yüksek kat�
11. �lkel benlik - Meslek bilgisini art�rmak için adaylar�n yapt���çal��ma - Bir damla gözya��
12. Bir ay ad� - Albert Camus’nun bir oyunu
13. Favori - Büyük ve süslü çad�r, ota� - Gözde aç�k kestanerengi
14. Çal�m, caka - Toryum’un simgesi - Hastal�k an�nda gelentitreme - Motor güç birimi
15. Resimdeki yazar�n bir eseri - Oltan�n ba�land��� nayloniplik
YUKARIDAN A�A�IYA1. Deneyden ç�kan ve deneye ba�l� olan bilgi - Yersiz ve
beceriksizce söz veya davran��, pot2. Kendisine özgü, ki�isel, özel - Numara (k�sa) - �arap, içki -
Çok eski ve bilinmeyen bir tarihi anlatan bir söz3. Uyu�ma, anla�ma - ��lemelerde kullan�lan, gümü�
görünümünde parlak s�rma ya da metal tel iplik - Söyleyen4. Bütün, tamam - Tak�m (k�sa) - M�s�r’da ana tanr�ça5. Sodyum’un simgesi - Labada - Türk Mal� (k�sa) - Tantal’�n
simgesi6. Kom�u iki ekosistem aras�ndaki temas bölgesi - S�k
dokunmu� yünlü bir kuma� türü - Fizikte direnç birimi7. Öç, intikam - Bir nota - Tepkili uçak8. Bir i�i, bir görevi yerine getirme - Cana k�yan kimse9. Haber veren, haberci - Yunan mitolojisinde “adalet tanr�ças�”10. Bir yerle�im birimi - Buzulta� - Fermiyum’un simgesi11. Bir dilek �art eki - Köpeklerin boynuna tak�lan tasma,
boyunduruk - Belle�in güçten dü�mesi ya da kaybolmas�12. Mavi-ye�il renkli, saydam de�erli bir ta� - Ailesinin geçimini
sa�layan13. Kekli�in boynundaki siyah halka - Doyma, doymu�luk -
Bir resmi suland�r�lm�� renklerle boyama ya da gölgelemebiçimi
14. Japonya’da buda rahibesi - Laka ile cilalanm�� - Akci�er -En k�sa zaman parças�, lahza
15. Resimdeki yazar�n bir eseri - Bir gemi veya uça��n gidi�yönü, izleyece�i yol
7 EYLÜL 2012 CUMA22 Aydınlık KİTAP
“Dünyadaki en güzel şey gölge olmalıydı.Gölgenin milyonlarca kımıldayan şekli ve çık-maz sokakları. Büro çekmecelerinde, dolap-larda, bavullarda hep gölge vardı. Evlerin,ağaçların, taşların altında ve insanların gözle-rinin, gülümsemelerinin ardında da gölgevardı. Ve dünyanın gece tarafında kilometre-lerce gölge vardı yine.”
1 “Bir tek gerçek çizgi -uzaktan veya arkadan görülenbir kadında seçilebilen küçücük bir çizgi- Güzelliğigözümüzün önüne getirmemize yeter; onu görüptanıdığımızı düşünürüz, kalbimiz çarpar, adımları-mızı sıklaştırırız, kadın gözden kaybolduğu tak-dirde, sonsuza dek, aradığımızın o olduğuna yarıyarıya inanırız; çünkü ancak yetişebildiğimiz tak-dirde hatamızı anlarız.”
“Göz göre göre yok olmuştu o; kendi görünürlüğü-nün derinlerine çekilmişti. Her gün her yerde karşı-laşacaktı eskisi gibi, sesi işitilip kokusu duyulacak,ama asla ona ulaşılamayacaktı. Herhalde kendi var-lığına karışarak yok olmak en akıllıca yöntemdi. Belkide bu yüzden delirmişti; kendini kendine gömebil-mesi için delirmesi, delirmesi için de herkesten akıllıdavranması gerekmişti.”
3
a) Sylvia Plath - Sırça Fanus
b) Carlos Fuentes – Kartal Koltuğu
c) Virginia Woolf – Deniz Feneri
d) Doris Lessing – Gene Aşk
e) Irvin Yalom - Nietzsche Ağladığında
a) Philippe Djian - Eşiktekiler
b) Andy Warhol - Andy Warhol Felsefesi
c) Marcel Proust - Çiçek Açmış Genç Kızların Gölgesinde
d) Amin Maalouf - Semerkant
e) Ursula K. Le Guin - Sesler
a) Ahmet Altan - İçimizde Bir Yer
b) Gündüz Vassaf - Cehenneme Övgü
c) İhsan Oktay Anar- Suskunlar
d) Sait Faik Abasıyanık - Balıkçının Ölümü
e) Hasan Ali Toptaş - Gölgesizler
2
Bu haftan�n do�ru yan�tlar�: 1-(a) 2-(c) 3-(e)
GEÇEN HAFTANIN ÇÖZÜMÜ