Kalemtiras

35
http://fanzin-kalemtiras.blogspot.com on n n n bes bes bes bes günlük e günlük e günlük e günlük e-fanzin fanzin fanzin fanzin sayı 2 ayı 2 ayı 2 ayı 2 pazartesi, 12 ekim 2010 pazartesi, 12 ekim 2010 pazartesi, 12 ekim 2010 pazartesi, 12 ekim 2010

description

http://fanzin-kalemtiras.blogspot.com/

Transcript of Kalemtiras

Page 1: Kalemtiras

http://fanzin-kalemtiras.blogspot.com

oooon n n n besbesbesbes günlük egünlük egünlük egünlük e----fanzinfanzinfanzinfanzin ssssayı 2ayı 2ayı 2ayı 2 pazartesi, 12 ekim 2010pazartesi, 12 ekim 2010pazartesi, 12 ekim 2010pazartesi, 12 ekim 2010

Page 2: Kalemtiras

2

Bu sayıda neler var?

Bir Fotoğraf: Öncesi, Sonrası: 2. Öykü …..………….….3 Ali Uygur Selçuk Serçe……………..…………………………………….....7 Sevaroza Dönüş...……………………………………………..……9 Murat Can Kabagöz Ne Kadar Uzağa Gidebilirsin….………………….....10 Hale Akkuş Aşk Mahkemesi…………………………………………14 Bigvocate The Painted Veil….………………...…………………...16 Noxell Aylık Vurması Olağan “Eğlence Hakkı” Sendromu…...18 Batuhan Eren Engin Sorgu Sual: 2. Öykü – Öksüz…………………………...20 Efe Karabulat Cihan’ın Şarkısı…...…………………………………….27 Nurşah Sak Bir Viski Söyle Bakalım: 2. Öykü..………………….…..34 FCK

Editörden… Merhaba, İlk sayının heyecanından sonra geribildirimleri almak, eleştirileri, önerileri duymak biz amatör Kalemtıraş ekibini son derece mutlu etti. Sitemizin ziyaretçi sayısı, dergimizin okunma sıklığı, internetin çeşitli kanallarından gelen uzunlu kısalı yorumlar yazdıklarımızın ve yazımız içinde gelişmemizin izlendiğine dair umutlarla doldurdu bizi. İkinci sayımızın hazırlıklarını da tamamlayıp heyecan içinde derginin sanal raflara çıkmasını beklemek muhteşem bir duygu. Ve yeni yazılarla bir kez daha karşınızda olmaktan gurur duyuyoruz. Tekrar etmekte bir beis görmüyoruz elbette, hiçbirimizin şahane yazılar yazdığına dair bir iddiası yok. Her birimiz yazı yazmaya olan ilgimizi ve isteğimizi zaman içinde çabalayarak, emek sarf ederek geliştirmeye çalışıyoruz. Doğru bir yolda olduğumuzu hissediyoruz, çünkü attığımız taş ürküttüğümüz kuşa değsin diye uğraşırken, sesimize ses gelmese bile, yolda yürürken yalnız olmadığımızı biliyoruz. Bu hafta geçtiğimiz sayıda başlanmış öykülerin merak uyandıran sonraki kısımlarının yanı sıra, yazarların farklı türlerde kendini yeni yeni denediği örnekleri de bulacaksınız. Bir araya gelince bizler için büyük bir serüven oluşturuyor çalışmalarımız. Umarız bu serüvende buluşmamız bizleri adım adım yazının engin derinliklerine sürükler. Yola çıktığımız fikri de yeniden belirtmeden, amacımızı hatırlamadan geçmeyelim: Kalemler körelmesin diye buradayız. Nice yeni sayılara… Keyifli okumalar dileriz!

Kalemtıraş Ekibi adına Nurşah

Kalemtıraş E-Fanzin

15 günlük serbest çevrimiçi yayın

Sayı: 2 12.10.2010

Editör: Nurşah Sak

http://fanzin-kalemtiras.blogspot.com/

İletişim:

[email protected]

Page 3: Kalemtiras

3

Bir Fotoğraf: Öncesi, Sonrası. Ali Uygur Selçuk

Nicholas Arthur 1997 yılında Türkiye’yi ziyaret ettiğinde Oxford Üniversitesinde

öğrenciydi. Fotoğrafçılığı ve gezmeyi seviyordu. Zaten bu tutkusu onu Türkiye’ye kadar getirmişti. Türkiye ziyaretindeyken sıradan bir günün sabahında, otel odasının sokak manzaralı penceresinde sigarasını içerken her zamanki gibi fotoğraf makinesini eline aldı ve sokağı izlemeye başladı. İş yerine, okullarına giden insanlar, yemek arayan köpekler gördü. Son derece olağan bir sabahtı. Tamamen içgüdüsel olarak deklanşöre bastığı an, çektiği fotoğraf karesine giren 7 insan vardı. Nicholas Arthur için yıllarca unutacağı bu fotoğraf karesi daha sonraları çok önemli bir hale gelecekti. Türkiye seyahatini tamamladıktan sonra ülkesine dönen Nicholas bir gün tamamen tesadüfen Türkiye’de kaldığı günlerde, kendi kaldığı otele çok yakın bir yerde bir adamın trafik kazası geçirdiği haberini okudu. Bu haber sıradan, basit ve her gün yaşanabilecek bir kazanın haberiydi. Lakin Nicholas haberi okuduktan sonra Türkiye’de çektiği fotoğraflara göz gezdirme ihtiyacı duydu ve o otel odasının penceresinden deklanşöre rastgele bastığı anın fotoğrafında yer alan 7 insandan birisinin, bu habere konu olan kazada sakat kalan insan olduğunu fark etti. Bu son derece sıradan fotoğraf Nicholas için ayrı bir önem kazanmıştı; zira çektiği o fotoğrafta bir insanın bacaklarını kullanabildiği son dakikalar, o anın hüznü, geleceği bilmenin burukluğu yer alıyordu. Nicholas aynı fotoğrafta bilmediği ne kadar hüzün, mutluluk, sevinç olabileceğini düşündü ve o 7 kişiyi bulmak, bu 7 kişinin fotoğraftan önceki, sonraki ve fotoğraf anındaki hikâyelerini öğrenmek için Türkiye’ye gelip bu kişilerle görüştü. Bu görüşmeler onun hayata bakışını değiştirmişti; çünkü fotoğraf karelerindeki insanların birer basit fotoğraf figürü olmadıklarını birer hikâye ve hayat taşıdıklarını fark ettiği zaman bu görüşmeleri yaptığı zamandı. Aygül Sarı – Arkeolog

Konuşmamızın ve benden mektup yazmamı istemenin üzerinden çok geçti aslında. Belki de o

gazete haberini görmesem, bu mektubu kaleme almayı aklıma bile getirmeyecektim Nicholas. Bunun da sebebi seninle konuşmamız ve sonrasında aramızda gelişen olaylar. Gazetede ödül aldığını okumasam, beni bırakıp gitmenin bir cezası olarak istediğini yerine getirmezdim. Fakat beni bırakıp gitmenin mantıklı nedenleri olduğunu görebiliyorum artık. Belki basit bir yaz aşkıydı belki gelip geçici bir şeydi ama sen o gün ülkene dönmesen –hatırlıyorum, önceki gün güzel bir akşam yemeği yemiştik. Yine o fotoğraf hakkında konuşuyordun. Farkında değildin ama ne zaman konu o fotoğraftan açılsa sen saatlerce oradaki insanların hikâyelerinden bahsediyordun. Yok bacağı kopan adam, yok yıllar sonra o fotoğraf sayesinde sevgilisini bulan kadın, bilmem ne. Farkında

değildin ki bunlar beni hiç ilgilendirmiyordu. Belki garip gelecek ama o fotoğrafı kıskanmaya bile başlamıştım biliyor musun? Hayatta kıskanç biri değilimdir aslında – ilk kıskançlığım çok basitti.

Page 4: Kalemtiras

4

Ailenin göz bebeği çocuğa kardeş gelir, bütün aile bebekle ilgilenir, çocuk yeni doğanı kıskanır. Bende de bu böyle oldu. 7 yaşındayken Ozan doğdu. Sıkıntılı bir bebeklik dönemi geçirdi. Sürekli ağlar dururdu. Annemler de sürekli onunla ilgilenirlerdi. Ozanla ilgilendikleri her saniye daha fazla kıskanırdım onu. Ama hiçbir zaman ona zarar vermeyi düşünmedim. Büyüdükçe de gerçeklerin farkına vardım. Ama unutamadığım şey şudur ki Nicholas, eğer o günlerde Ozanı kıskanmasaydım belki de onu bu kadar sevemezdim- ama senin o fotoğrafları göstermen beni çileden çıkarıyordu. Ha hayatında başka bir kadın var ha o fotoğraflar. Hiçbir farkı yoktu. Yaklaşık yarım saat boyunca yüzüme bile bakmaksızın hatta yemeğini yemeksizin –güzel bir balık yemeği yiyordun. Ama şimdi hatırlayamadım balığın türünü. Beğenmediğini söylemiştin, eti kuru demiştin. Oysa gayet güzel gözüküyordu. – sürekli fotoğrafa bakıp bir şeyler anlatıyordun. Garsondan hesabı istediğin zaman yüzüme bakmak aklına gelmişti ancak.- asla ve asla o ödülü alacak çalışmayı yapamazdın. Bazı insanların tutkusu bir başka insan olur, bazılarının sanat olur. Ama şimdi fark ediyorum ki senin tutkun o fotoğraf’ın hikâyesiydi. Sırf benim için burada kalsan belki çok mutlu olurduk ama içinde hep bir şeyler eksik kalacaktı. Biraz fazla laf kalabalığı edip benden asıl istediklerini yazmayı unuttum. Aslında merak ediyorum da, zaten sana anlattığım şeyleri okurken sıkılmayacak mısın diye? Resmi bana ilk gösterdiğinde o güne dair özel olarak hatırladığım pek çok detay yok. Fakat üzerimdeki kıyafetlerden anladığım kadarıyla resim çekildiği

zaman benim lise günlerime denk geliyordu – ailemin maddi durumu yerinde değildi ama ben bursla özel bir okulu kazanmıştım. Zenginleri nasıl bilirsin Nicholas? Acımasız, kibirli mi? 3 ay boyunca geceleri kâbus görmekten uyuyamadım, nasıl bir cehenneme düşeceğimi hayal edip durdum. Sonra ne oldu biliyor musun? Dünyanın en iyi insanlarının arasına düştüm. Bir tanesi bile benim ekonomik durumumu sorgulamadı, alay konusu yapmadı. Beni sevdiler, ben de onları çok sevdim. Hala pek çoğu ile görüşürüm de- fotoğrafın çekildiği yer benim okul güzergâhımda değildi. Fakat şöyle bir şey var ki, lisedeki son senemin yaklaşık 2 ayı boyuca okula gitmeden önce Bora ile buluşuyordum. – Bora, hayatımın belli bir zamanında büyük yeri olan birisi Nicholas. Benim için çok özeldi o zamanlar. Benden büyüktü, çok büyüktü. Belki de bana cazip gelmesinin sebebi buydu. Şimdi düşününce soruyor insan, nasıl bu kadar aptal olabilmişim diye. Belki de her insanın yaşaması gereken bir aptallıktır bu. Daha doğrusu kullanıldığını bu kadar bile bile kullanılmaya devam etmek asıl aptallıktır. Bora

Page 5: Kalemtiras

5

benden 10 yaş büyüktü. Onunla tanışmamız ise çok alelade bir şekilde bana sokakta yol sormasıyla başlamıştı. Hiç sormadım ona bu yol sormanın gerçek anlamda bir yol sorma mı olduğundan yoksa sırf benimle tanışmak amacıyla mı uydurulduğundan – O 2 ay boyunca her gün beraber kahvaltı ediyor, daha sonra da beni okuluma kadar bırakıyordu Bora. Okul bitince de aynı şekilde beni okuldan alıyor ve ben eve gitmeden önce beraber eğleniyorduk. Daha önce de sana dediğim gibi o günün ne olduğuna dair hatırladığım pek fazla şey yok; ama bu mektubu yazmadan önce resme bakarken bir şey fark ettim ki, birazdan yazacaklarımı daha önce duymadın. Şu an bunları okurken bile heyecanlandığının farkındayım, çünkü bu hikâyeler içerisinde karşına çıkan her yeni şey senin için altın kadar kıymetli, bunu biliyorum. Resimde kahverengi bir ayakkabı giydiğimi fark ettim. Normalde okula giderken, siyah ayakkabılarımı giyerdim fakat resimde görünen ayakkabıları bana Bora hediye etmişti ve ben o ayakkabıları sadece Bora’dan ayrıldığım gün giymiştim. – Boradan ayrıldığım gün bir pazartesi günüydü. O soğuk, kasvetli ve ertesi günün boğan stresiyle geçen bir Pazar gecesinin sabahıydı. Bora’dan ayrılmak ani bir karar değildi, belli bir sürecin eseriydi. Belki yaptığı işi öğrenmesem, ne kadar kavga edersek edelim ondan ayrılmayabilirdim. Her şeyi o Pazar akşamı öğrendim. Kaseti bulduğumda –eski bir videokasetti, o kaseti oynatacak bir video oynatıcımız yoktu. Bizim mahallede bu tarz elektronik işleri yapan bir Ragıp Amca vardı o zamanlar – Ragıp amca ve ailesi, Yunan göçmeniydi. Ragıp Amca’nın hiç unutamadığım bir şivesi vardı, bozuk konuşurdu Türkçeyi. Teknolojiye meraklıydı, sürekli yeni elektronik aletler getirir, mahalleliye sergilerdi bunları. Ama bir gösteriş merakıyla değil, insanları bilgilendirmek, eğlendirmek amacıyla kullanırdı. Çok zengindi kendisi, açtığı dükkân da vakit geçirmek amacıyla açtığı bir yerdi. Hiç işi olmazdı ama altında son model arabası, üstünde en klâs giysiler olurdu. Geçenlerde öldüğünü öğrendim Ragıp Amca’nın. Çocukları arasında mirasın sorun olduğunu da. Bugün bu olanları görse, çocuklarından utanırdı kesinlikle. Bu kadar paragöz evlat yetiştirmiş olmak yerine, fakir olmayı tercih edebilecek birisiydi- ve bu yüzden hemen onun dükkânına gittim. Kasedi gösterdim ve ona uygun bir video oynatıcı olup olmadığını sordum. ‘Merhaba Ragıp Amca!’ Merhaba. ‘Nasılsınız?’ İyiyim, sen? ‘Ben de iyiyim. (Kasedi göstererek) bunu izlemek istiyorum

fakat bunu oynatacak bir alet yok bizde, siz de var mı acaba?’ Bir bakayım. ‘Çok teşekkür ederim’ (Birkaç yere bakılan 5 dakikanın ardından elinde bir alet ile gelir) Al bakalım. ‘Bunu bu akşamlık eve götürebilir miyim?’ Tabi ki. İşin bitince geri getirirsin. – onu oynatacak aleti Ragıp Amca’dan aldım ve eve eldim. Kaseti alete koydum ve oynamaya başladı. Önce çığlıklar ardından görünen çıplak bir kız, sonrasında kadraja giren çıplak bir adam, kızın gözyaşları, kızın çığlıkları, kızın yardım haykırışları. Unutamıyorum Nicholas, kızın bakışlarını, yardım dileyen gözlerini unutamıyorum. Dahası benden küçük olduğu her halinden belli olan bu kızın

Page 6: Kalemtiras

6

böyle bir iğrençliğin içinde yer almasını unutamıyorum. Görüntüleri fazla izleyemedim, midemin bulandığını hatırlıyorum, kusacak gibi olduğumu –ilk kusmam 15 yaşında ilk kez sarhoş olduğum zaman olmuştu. Bir insan 15 yaşına kadar hasta olup kusmayabiliyormuş. Kusma esasında iğrenç ama bir o kadar da rahatlatıcı bir eylem Nicholas. Adeta içindeki bütün kötülükler boşalıyor. İlk kez sarhoş olduğumda da böyle olmuştu, içimdeki bütün sıkıntı kusmamla boşalmıştı. Sarhoş oldum dediysem beni alkolik belleme. Bir bira içmiştim o gün kızlarla, hayatımda ilk defa. Sonucu ise inanılmaz bir baş dönmesi ve kusma olarak kendini göstermişti. O gün hayali bir görüntü gördüğümü hatırlıyorum. Sanki bir rüya gibiydi. Aslında oradasın ama orada değilsin. Ya da bedenin orada ama ruhun başka bir yerde. Kristal parçacıklarının ışığı parçalaması gibi parçalanan görüntüler, mavi, pembe, sarı renk huzmeleri, uzakta görünen çikolata şelaleleri, mide bulantısı ve alkol yüzünden yaşanan susama, hepsinin birlikteliğinin büründüğü ve sana kötü bir karakter olarak görünen bir beden ve o bedenle yaptığın diyaloglar. Aslında tamamen kendinle konuşuyorsun – hiç rüyaya dalmadan önce hafif rüyalar gördüğün oldu mu? Bana her gece oluyor biliyor musun? Uyumadığımın farkındayım ama görüntüler görüyorum. Rüya değil bunlar daha çok senin istemin dışında konuşan bir bilinçaltı. Orada bir şey düşünüyorsun ve tak! Karşı taraf konuşuyor. Kendinle konuştuğunu fark ettiğin an o kadar saçmalaşıyor ki iş- ve sonrasında dayanılmaz bir kasıntı ile gelen kusma. Rahatlama. Ohh.- ama kusamadığımı unutamıyorum. Görüntüleri kapatmaya çalışırken gördüğüm iğrenç şeyleri unutamıyorum. Ama daha da kötüsü şu ki Nicholas, bütün bu iğrençlikler yetmezmiş gibi, görüntüye Bora’nın girmesi, sonra o küçücük kızın yanına gitmesi ve sonra! Yeter! Kusmam lazım. Bora!

Küçük kız ağlıyor, küçük kız daha bebekleriyle oynayacak yaşta, küçük kız haykırıyor, küçük kızın hayalleri var, küçük kız acı çekiyor, küçük kız okuyacak, küçük kız yardım istiyor, küçük kız masum, küçük kıza tecavüz ediliyor, küçük kız âşık olacak bir gün, küçük kız büyük pisliklerin elinde, küçük kız sevdiğinin omzuna yaslayacak başını bir gün, küçük kız artık hayal kuramayacak, küçük kız doktor olmak istiyor, küçük kız oradan çıkıp evine gidemeyecek, küçük kız pilav yemeyi çok seviyor, küçük kızın bütün geleceği karardı, küçük kız para kazanacak, küçük kız ağlıyor, küçük kız gülüyor, küçük kız acı çekiyor, küçük kız mutlu. Mutlu değil. Artık hayal kuramayacak belki doktor olamayacak, bir daha pilavı o isteği, hevesiyle yiyemeyecek,

bebekleriyle oynayamayacak, sevgilisinin omzuna başını yasladığında gözyaşı dökecek. Bu nasıl bir pisliktir Nicholas? Yapılanlar nasıl bir iğrençliktir. Ve bu iğrençliği yapan nasıl Bora olabilir? Kasedin nasıl ve neden oraya geldiğini bilmiyorum ama o an Bora’nın gerçek yüzünü gördüğüm an oldu. İşte fotoğrafın öncesi böyle, fotoğraf anında özel bir şey yok. Sinirli bir ifadem var kahverengi ayakkabılarımla. Fotoğrafın sonrası, Bora’yla buluşmam, attığım tokat, daha sonra karakola gidip şikâyette bulunmam. Senin hikâye merakın keşke bende olsaydı Nicholas. Gidip o kızı bulsaydım, yardım etseydim, bir el uzatsaydım ona, ağlama deseydim, bir daha acı çekme deseydim. Belki yarasını deşerdim ama belki bir ödül alırdım senin gibi. Çok merak ediyorsan izlediğim kendi videomdu Nicholas, videodakinin Bora olduğunu çok sonra öğrendim. Yaramı deştiğin için sağ ol, ödül senin hakkın. ♦

Page 7: Kalemtiras

7

serçeserçeserçeserçe SSSSevarozaevarozaevarozaevaroza

Bu şehir hep ışıklar içinde. Güneş, ışık

oklarını acımasızca her kuytu köşeye fırlatıyor, aydınlatmadık bir bina, bir sokak, bir insan, bir tek yüz bırakmıyor. Gece olunca bu görevi gardiyan lambalar, bekçi spotlar devralıyor, sanki saatler geçerken biz hep o aynı anı yaşıyormuşuz gibi saatleri şaşırtıyorlar. Evimizin de her yanı günün her saati böyle aydınlık olurdu. Sanki güneş ışığını bize herkesten fazla yollardı. Bunu neden yaptığını hiç anlayamazdım. Çünkü gün ağardığında artık benim saklanacak yerim kalmazdı. Hangi odaya gitsem beni bulurdu o eller. Başka başka, türlü türlü eller. Bazen okşamak, bazen çimdiklemek isteyen, ama giderken hep para sayan kirli eller. El çeşidince farklı muamele. Kocaman veya küçük eller, ince veya dolma parmaklar, kısa veya uzun tırnaklar. Her ayrıntısını incelerdim. Ayrıntılar göz kapaklarımdan sızardı sanki

gün ışığıyla. Bir önceki karşılaşmayı unutmayı imkânsızlaştırırdı. Tek sığınağım merdiven aralığıydı. Fazla müşterinin gelmediği sessiz saatleri kollardım karanlığa kavuşabilmek için. Evin içine tüm duvarlara üçer beşer pencere serpiştiren ama merdivenleri aydınlatmayı unutan kişiye minnetimi anlatabilmeyi isterdim. Bir basamağa oturup yavaşça o koyu rengin hafızamın her zerresini kaplamasını beklerdim. Beni bıraksalar hep o basamakta bütün bir hayatımı bir geceymiş gibi yaşardım. Ama beni birkaç aramadan sonra aynı yerde bulan sermaye kızlar günaydınlara daha çok bel bağlıyorlardı. Ama aydınlanan günler bize aydınlık günler getirmiyordu ki. Ben insanların karanlıktan neden korktuğunu da hiç anlayamadım. Bastıkları yeri gündüz gözüyle çok mu görüyorlardı sanki? Görmüyorlardı. Ama o hem bakan hem de görmeyen gözleri, benim biricik merdiven basamağımın karanlığını bana çok görmüşlerdi. Tavandaki kiremitleri kırıp bir delik açmışlar, oraya da cam bir pencere yerleştirmişlerdi. Cömert güneş, ışınlarını bizim merdiven boşluğundan da sakınmamıştı. Artık geceleri bile hafızamdaki

Page 8: Kalemtiras

8

ellerden kurtulamıyordum. Çünkü ay tam tepemde doğuyordu. Hele de tabak gibi olduğunda gölgeleriyle bana uzanan eller beni çıldırtıyordu.

Şimdi bu şehirde, başka bir hayat yaşıyorum. Evi terk edip ayrılışımın üzerinden çok zaman geçti. Bana o günlerde aydınlık hapishanemden kurtulup, başka bir ışık huzmesinin içinde mutlu olacağımı söyleseler asla inanmazdım. Hem de ben, görülmek isteyen elleri şekillendireceğim. Hah, güler geçerdim. Ama her yanı lambalarla süslenmiş, her aynasının etrafı rengârenk ampullerle donatılmış bu ‘Kuş Yuvası Güzellik Salonu’nda mutluyum. Hem de çalıştığım evde bile görmediğim kadar türlü türlü eller her gün kucağıma koyulurken ve ben onları daha görülesi hale getirirken! İnanılır gibi değil!

Bu koca şehre geldiğimde ilk gözüme çarpan yer ‘Kuş Yuvası Güzellik Salonu’ydu. Kapısından içeri güvenle girdim. Çünkü serçelerimin benim için orda olduklarını biliyordum. Tıpkı bir parça karanlıkta huzur bulmak için merdiven basamağına oturduğumda sanki benim geldiğimi bilirmiş gibi biranda doluşup cam pencereyi görünmez hale getirdikleri gibi. Cıvıldaşıp söyleşirlerken bir görev bilinciyle birinin kalktığı yere hemen biri konuyor, o küçücük bedenleriyle güneşle benim aramda bir kalkan oluyorlardı. İlk defa kendimi yalnız hissetmiyordum. Aralarına beni de almışlardı. Onlardan biriydim artık. Kuş kadar bir şeydim, zaten kuş kadar yemek yiyordum. Anlamlı gelmeye başlamıştı her şey. Bir gün onlar gibi uçtum yuva saydığımız o evden. Gerçek yuvamı buldum sonunda.

İlk zamanlarda elime birinin elini aldığımda eski günlerim düşerdi aklıma. Ter basardı, bunalırdım. Gözümün ucuyla pencereye bakardım. Sabahtan koyduğum ekmek kırıntılarına gelen serçelerim beni sakinleştirirdi. Şimdi alıştılar, penceremizde her an bekleyen bir ikisi oluyor. Aslında serçelerin çok canlı, çok güzel renkleri olmasına rağmen hep toz toprak içinde olduklarından soluk renkli sanılıyorlar. Ben de insanların ellerini gerçek hallerine kavuşturuyorum, yıkayıp arındırıyorum, güzelleştiriyorum, yumuşatıyorum. O eller, çocuğunun saçlarını okşayan, karısına çiçek alan, balığına yem veren insanların ellerine dönüşüyor. Onlar dönüştükçe ben de daha mutlu oluyorum. Bu serçe göğüs kafesimde kanatlarını çırpmaya devam ettikçe, ben de bu kuş

yuvasında başka başka elleri alacağım avuçlarımın içine, daha güzel, daha iyi, daha sevecen, daha mutlu olsunlar diye, daha mutlu etsinler diye.♦

Page 9: Kalemtiras

9

DÖNÜŞ Murat Can Kabagöz

Giderken hiç düşünülmeyen…

Bavulları açarken aklımdaki tek soru: “Ne yapacağım ben burada?” Hayatım, boşalttığım tozlu raflarda kaldı şimdi. Eski hayatına dönmek de yeni bir hayat kurmak kadar zormuş sanki. Duvarlar gerçekten cansız varlıklarmış ve şehirlerde yaşayan, insanmış. Ne tuhaf… Bak, bavullar da boşaldı şimdi. Tıpkı geride bıraktığım o tozlu raflar gibi. Hani, içinde hayatımı bıraktığım, boş tozlu raflar. Sahi, hayatımı da koyamaz mıydım bavula, sığmaz mıydı? Bavullara koysam o zaman… Bu sefer de çok mu küçük kalırdı? Yoksa hayatım tıpkı o tozlar gibi sadece malum rafların birer parçası mıydı? (Bunlar çok güzel sorular, dedim içimden. Hani, bir de cevabı olsa… Diye de ekledim hemen.) Gelişim, aylarca sürdü. Normaldir, gelişim uzun sürer; ama gelmek de sanıldığı gibi bir olay değildir, anlık bir olay değildir, gelmek bir olay değildir. Bir olgudur gelmek. Çünkü geldim sanırsın; ama hala yoldasındır ya da çok gitmişsindir de ruhun geride kalmıştır. Ne olursa olsun işte, sen hala yoldasındır ve sorular bitmedikçe yol bitmez. Asla viraj girmez. Dümdüz, flu bir yol… Bitmek bilmez. Geri Dönüş

Dönüş yolunda daima düşünülen…

Bavulları açarken aklımdaki tek şey: “Hiçbir şey.” Kendine, malumu ilan etmez insan. Bir anda hayat kaldığı yerden devam etmeye başlar. Çünkü daha tanıdıktır insanlar. Doğduğun şehirden daha tanıdık. Ne tuhaf… Bak, raflar tekrar doldu şimdi. Tozlar görünmüyor, silmedim ki. Kendi hayatını silmez insan. Hayatım bıraktığım gibi duruyor malum raflarda. Peki, ben yokken iyi bakıldı mı hayatıma? Bıraktığım gibi bulmuştum onu, o zaman… İyi bakılmadı mı acaba? (Bunlar çok zor sorular dedim içimden. Hani, cevabını bilmek de istemem zaten… Diye de ekledim hemen.) Dönüşüm, bir gün bile sürmedi. Normal değildir, dönüşüm çok uzun sürer; ama – geri – dönmek de sanıldığı gibi bir olgu değildir. Sadece bir olaydır dönmek. Sıcak bıraktıklarının soğuması gibi, hayatını tekrar bulman; ama umduğunu bulamaman gibi… Sadece bir olaydır işte, dönmek. Etin kemiğe bağlı olduğu kadar; amacı, amacından bağımsızdır geri dönüşün. Hiç normal değildir; ama ne fark eder… Sadece bir olaydır işte, dönmek. Amaçlı; fakat sonuçsuz… Ne fark eder… Sadece bir olaydır işte, dönmek…♦

Page 10: Kalemtiras

10

����������������� ���������

� � � � � � � � � � �����������

Nefes nefese hızlıca odaya girdi. Bir iki parça giysi geldi eline. Hemen bavuluna

yerleştirip çıktı odadan. Bir taksi şu anda ihtiyacı olan en önemli şeydi. Havaalanı dedi şoföre kendinden emin, hem de hiç olmadığı kadar.

Bugüne kadar havaalanları ona hep garip duygular hissettirmişti: Ayrılık hikâyelerinin başlangıç noktası, bir uçağın düşmesi sonrası sevdiklerine kavuşamayan yüzlerce insan, bütün bunlar bugüne kadar adımını her havaalanına attığında beynine saplanırdı ve takip eden baş ağrısı beraberinde gelirdi. Hayır ama, bugün böyle duygular hissetmiyordu, zihni hiç olmadığı kadar berraktı ne kadar telaş içinde olsa da. Saatine ve sonrasında da uçuş ekranına baktı, 45' sonra Lizbon'a bir uçak. Evet, işte tam da istediği buydu. Uzağa, ne kadar uzağa olursa o kadar iyiydi,

sıkıntısı uzaklıkla ters orantılı olarak azalacaktı buna inanıyordu. Avrupa'nın en uç batı noktası da hiç fena değildi.

Nasıl olmuştu da bu noktaya gelmişti? Sırtını koltuğa yasladığında tekrar derin bir nefes aldı, şarabını yudumladı ve gözlerini kapattı.

"Tatil sıkılmaktan çok yorulduğunda hayatından bir anlam taşır. Dinlenir insan. Sıkılmak başka, döneceğini bilmek öldürür tatili, çünkü ihtiyacın olan ara vermek değildir. Lise yıllarındaki teneffüsler gibi. Önemli olan son zildi hep, eve gönderen beni, kalan her şey 10 dakikalık kaçma çabalarıyken. Yaşadığım hayata dair son zili isterken de ölmekten bahsetmiyorum, tek derdim eve gitmek, öylesine yabancıyım ki yaşadıklarıma."

Öylesine yabancıyım ki yaşadıklarıma, ah bu satır sürekli dönüyordu kafasında, yazar Ozan Kayahan'ın kitabından bu satırları okuduğundan beri. Benim derdim neydi diye düşünmekten kendini alıkoyamıyordu. İyi bir maaşı olan iş, kariyeri olan bir koca, iki güzel çocuk...

daha ne olsundu? Çevresi hep öyle söylemiyor muydu? Herkes ona hayranlıkla bakmıyor muydu? İşte tam bu noktada Mina gözlerini kapatıyor ve tek kaçış yolu olan müziğine sığınıyordu. Biliyordu ki bir tek o istediği gibi şekilleniyordu. Ne istiyorsa çalıyor, sıkıldığı şarkıları siliyor, ya da şarkıları ters yüz edebiliyordu yaşamının aksine. İşte en sevdiği şarkı da çalmaya başlamıştı:

Yoldan korkmuyorum

Tadına varmak, görmek gerekecek Göğüs boşluğunda zikzaklar

Ve her şey iyi olacak

Page 11: Kalemtiras

11

...orada Rüzgâr bizi taşıyacak Büyükayı’ya mesajın Ve yarışın yörüngesi

Kadifeden, yumuşak kısa bir an Hiçbir şeye yaramasa da

...git Rüzgâr onu götürecek Her şey yok olacak ama Rüzgâr bizi taşıyacak

Git, git… Bu sefer de beyninde bu kelime dönüyordu. Uzun zamandır sanki hiç bulunmadığı

yerlerde daha mutlu olacağı hissiyatına kapılıyordu. Ama bu yer neresiydi? Bu yer İstanbul muydu? Bir sürü imparatorluğun bu şehir uğruna savaşmış olması ve de çökmüş olması Mina için yeterli olmamış olacak ki bu şehir son zamanlarda ona sadece sıkıntı veriyordu. Önceleri gelip geçici diye düşündü bu kapana kısılmışlık. Ama geçmiyordu, ah bu iç sıkıntısı… Mutsuz bakan nemli gözler, durduk yere ağlamalar bir depresyondan ibaret değildi. Bir sorgulamaydı belki. Ne elde etmişti hayatta, ne istemişti hayattan? Hiçbir zaman düzenli bir hayat istememişti oysa, ama bir anda bir zincirin halkası oluvermiş ve bir "dünyası" olmuştu. Mina büyük cümleler kurmaktan çekinirken, kendini bile zor anlıyorken, Fransız lisesinde öğretmen olmuş, çocuklara edebiyat anlatır bulmuştu kendini. Ah edebiyat anlatmasa belki de başka hayatlara bu derece tanık olmaz, olan bitenden bihaber mutlu bir hayatı olurdu.

İşe girdikten bir süre sonra aynı okulda tanıştığı yakışıklı biyoloji öğretmeniyle evlenmiş

güzel bir eve yerleşmişti. Kısa bir süre sonra ilk çocukları Mira ve ikincisi Sina dünyaya gelmişti ve başlayan hayat koşturmacası, sanki yaşanılan her şey satır satır bir yerlerde yazılıydı da Mina koşar adım onları yaşıyordu. İki çocuğun ve bir kocanın yanında Mina yalnız ve mutsuz. İşte yine tek düzeliğin tavan yaptığı bir zaman attı kendini sokaklara, koskoca İstanbul'a meydan okudu, tanımadığı ve tanımak istemediği bir sürü yüz, sanki herkes ona bakıyor. Rüzgâr deli gibi esiyor, yağmur başladı başlayacak. Normalde ıslanmaktan nefret ederdi ama kendinde değildi bu sefer. Hatta öyle ki çocukları almak için dadılarını bile aramayı unuttu, ne yarına yetiştirmesi gereken sınav kâğıtları ne de evin taksidi umrundaydı, eve koşturarak gitmek yemek hazırlamaksa istediği son şeydi şu anda. "Rüzgâr, rüzgâr, rüzgâr bizi taşıyacak, rüzgâr beni götürecek!" derken yere yığıldı ve kusmaya başladı. Bir an kendine geldi. Ne işi vardı bu yağmurda boğazda? Eğildi, eli bir midesinde bir ağzında, yine insanlar ona bakıyor, bu sefer gerçekten bakıyor. Kapıyı açtı, evdekilerin meraklı sorularını toplantı vardı diyerek geçiştirdi ve içeri gidip sabaha kadar uyudu.

Gözlerini

açtığında uçak Lizbon'a inmek üzereydi. Hiç olmadığı kadar huzurluydu. İstanbul'dan kalan bir alışkanlık mı bilinmez ancak hemen deniz kenarına inip bir banka oturdu. İronik, bu şehir nasıl da İstanbul’a

Page 12: Kalemtiras

12

benziyor! Acaba hangisi doğruydu: tüm kederleri yanında mı gelmişti yoksa onları geride bırakabilmiş miydi? Atlas okyanusunun kenarında kadim dostu mp3 çalarından bir şarkı dinlemenin vakti gelmişti. Ve Mariza’dan, Portekiz’in Fadolarından, Há uma música do povo çalmaya başladı. Ne zaman bir Fado dinlese gözleri dolardı. 19. yüzyılda Portekizli kadınların okyanusa açılan kâşif kocalarının gelmemesi üzerine yaktıkları ağıtlardı Fado. Hüzünlü ve melankolik şarkılar. Onların acısını yüreğinde hissedebiliyordu ve kendi hayatıyla bir bağ kuruyordu. Ağlıyordu şimdi, hıçkırarak bağıra bağıra aynen Portekizli kadınlar gibi... Ve Mariza o güzel sesiyle ona eşlik ediyordu.

" İnsanların müziği vardır, benim için bu Fado mudur bilmem. Fado dinlemek bana yeni bir ritim

katıyor ve öylece kalıyor. Fado dinlemek kim olduğum ve kim olmak istediğimi anlatıyor. Basit bir melodi, aynen size yaşamayı öğrettikleri gibi… Dinliyorum, beni teselli ediyor ve yalnızım. Ve bu istediğim şeyin ta

kendisi. İnancımı ve yolumu kaybettim. Uzun zamandır mutluluktan çok uzak yaşıyorum. Ama bu belirsiz ve hüzünlü şarkı çok yatıştırıcı, bu yüzden artık ruhum ağlamıyor ve kalbim de... Yabancı bir duyguyum. Uçup

giden yanlış bir rüya… Bir şekilde şarkı söylüyorum ve dokunaklı bir şekilde son buluyor." Huzur beraberinde

dinginliği de getirdi Mina'ya. Şimdi çok net bir şekilde düşünebiliyordu. Ne de olsa artık emindi yüzyıllar öncesinde Portekizli kadınlar da yalnızlıklarına ağlamışlardı, utanmadan sıkılmadan! Ben kim olmak istiyorum acaba diye düşünerek yerinden kalktı ve yürümeye başladı. Gülümsüyordu. Nicedir böyle içinden gelerek gülümsememişti. Evlere baktı; evlerin mimarisi, ah ne kadar da etkileyiciydi. Yan yana bitişik evler, rengârenk, balkonlarından çiçekler sarkıyor. İnsanları inceledi, hepsi mutlu görünüyordu. Acaba bu insanların yetişmesi gereken bi işleri yok muydu? Ne kadar rahatlar diyerek iç geçirdi. Köşesinde büyük görkemli bir kilise olan geniş bir caddeye yöneldi. Sağda, solda ve bazen de tam caddenin ortasında bulunan heykeller yürüyüşüne eşlik ediyordu Mina'nın. Biraz yürüdükten sonra Sao Carlos meydanına geldi. Tüyleri diken diken oldu. Öğrencilik hayatından beri ezbere bildiği, ona kim olduğunu en iyi bir şekilde anlatan dizelerin sahibi Fernando Pessoa'nın doğduğu evin tam önünde bulunuyordu. Bembeyaz geniş bir ev... Daracık balkonlar... Nefesini tuttu.

Page 13: Kalemtiras

13

“Ben bir şey değilim Asla bir şey olmayacağım, Bir şey olmayı isteyemem

Öte yandan dünyanın tüm hayalleri bendedir” En büyük hayalini gerçekleştirmenin haklı sevinciyle yoluna devam etti Mina. Nereye

gideceğini çok iyi biliyordu. Fernando Pessoa'nın düzenli olarak gittiği Lizbon'un ünlü kafesi Brasileira'ya. Birkaç dakika sonra kafeye gelmişti, kalbi çılgınca atıyordu. Allahım ne kadar uzun zaman olmuştu böylesine heyecanlanmayalı! Kafenin önündeki Pessoa'nın bronz heykelinin tam karşısına oturdu. Ve beklediği üzere Pessoa ona ilk dizelerini fısıldadı. "Hepimizin iki yaşamı var: Bir tanesi gerçek olan, çocukluğumuzdan beri bir sis perdesinin arkasında düşünü

kurduğumuz erişkin olarak da düşünü kurmayı sürdürdüğümüz; bir de yalancı olanı, başkaları ile paylaştığımız ve bir gün tabutta bitecek olan güncel, pratik yaşamımız."

Mina devam et dercesine baktı Pessoa'ya ve o da devam etti.

"İnsan sıkılırsa Aynı yerde yaşamaktan

Ben neden hep aynı Derinin altında

Sıkılmadan yaşayayım?" Sayısız insan yaşar içimizde,

Hissetsem de düşünsem de bilemem Kim düşünür içimde kim hisseder.

Düşünceler ya da hisler için Yalnızca sahneyim ben.

Ruhsa, birden fazla var bende.

Bense benden daha fazlası. Herkes kayıtsız oysa Yaşadığım hayata:

Susturuyorum onları, Kendim konuşurken.

Hislerim, hissetmediklerim - Onlardan doğup da birbiriyle

Çelişenler. farkına varmıyorum Hiçbir şeyin - yalnızca yaşıyorum ben,

Olmak istediğime kimsenin bir sözü yok.

Ve son noktayı şu satırlarla koydu: Sevgili Mina, hiç 'üstad' diyebileceğim biri olmadı. Hiçbir İsa gelip benim için ölmedi. Hiçbir Buda gelip bana yol göstermedi. Hayallerimin ucunda hiçbir Apollon, hiçbir Athena zuhur edip ruhumu aydınlatmadı." Ah Mina ben bir kaçağım doğduğumda, beni kendime hapsettiler, fakat kaçtım. Şimdi ruhum beni arıyor, tepeler ve vadiler boyunca. Umarım ruhum, beni asla bulamaz... Sen de bir kaçaksın Mina ve hiçbir zaman hapsolmayacaksın!

Page 14: Kalemtiras

14

aşk mahkemesi bigvocate

ANKARA 2. AŞK MAHKEMESİ’NE

DOSYA NO : 2010/81 DAVACI : Kerem Tunç, Murat – Sevgi oğlu, 1984 Turhal doğumlu VEKİLİ : Av. Rüştü Zorlu DAVALI : Aslı Derici, Ahmet – Sema kızı, 1986 Yalıkavak doğumlu KONU : Davaya karşı beyanlarımızın sunumudur. AÇIKLAMALAR :

1. Müvekkil Aslı Derici ile davacı Kerem Tunç, 2007 yılında tanışmış ve ilişkileri başlamıştır. Müvekkilimin bu ilişkinin sona ermesinde tek taraflı olarak karar verdiği ve bu kararında haksız olduğu iddiası haksız ve yersizdir. Şöyle ki ;

2. Müvekkil Aslı Derici, davacıyla ilişkilerinin başından itibaren saygılı bir tutum içinde olmuş, davacının fikirlerine ve hayat görüşüne saygı duymuş ve aralarındaki fikir farklılıklarına rağmen onu bu haliyle kabul etmeye ve sevmeye çalışmıştır.

3. Ancak davacı taraf tam tersi bir tutum içinde, ilişkinin ilk günlerinden itibaren müvekkilimin fikirlerini eleştirmiş, kendi görüşlerini dayatmaya çalışmış ve tam anlamıyla müvekkilin hayatını yönlendirmeye başlamıştır.

4. İddia edildiğinin aksine davacı, her ne kadar ilişkinin başında özverili tavırlarıyla dikkat çekmiş olsa da ilişkinin ilerleyen evrelerinde ilk günlerdeki özenini göstermek yerine umursamaz bir tavır içine girmiş ve birşeylere sahip olmanın verdiği rahatlık içinde müvekkile karşı olan heyecanını kaybetmiştir.

5. Müvekkilimin ilişkiyi sonlandırma kararı tek taraflı alınmamıştır. Tartışma esnasında karşılıklı olarak bu ilişkinin devam etmesinin mantıklı olmadığı yönünde konuşmalar yapılmış ve nihayet müvekkil, davacının vermeye cesaret edemediği kararı kendi başına vermek zorunda kalmıştır. Bu konuda müvekkil aleyhine bir isnatta bulunmak mümkün değildir.

6. Öte yandan davacının, ilişkinin sona ermiş olması sebebiyle iş hayatında ve sosyal yaşamındaki meydana geldiğini iddia ettiği değişikliklerin bu olaya bağlanması mümkün değildir. Böyle bir düşüncenin kabulü, davacının bundan sonraki hayatında başına gelebilecek her türlü olumsuzluğun, bu ilişkinin bitimine bağlanabileceği gibi mantık dışı bir varsayımı kabul etmek anlamına gelecektir.

SONUÇ VE İSTEM : Yukarıda açıklanan nedenlerle dayanaktan yoksun olarak açılmış bu davanın reddine, vekalet ücreti ve dava masraflarının da davacı üzerine bırakılmasına karar verilmesini vekaleten arz ve talep ederiz. Davalı Vekili Av. Turgay BAHADIR

Page 15: Kalemtiras

15

T.C. ANKARA

2. AŞK MAHKEMESİ

DOSYA NO : 2010/81 HAKİM : Hulusi Kentmen 92561 KATİP : Esra Beştepe TARİH : 12.10.2010 Belli gün ve saatte celse açıldı. Taraf vekillerinin geldiği anlaşılmakla açık yargılamaya devam olundu. Yazılan müzekkerelere cevaplarının dönmediği anlaşıldı. Davacı vekili söz alarak, müvekkilimle görüşme imkanımız olmadı, kendisi yurt dışındadır, davalının beyanlarına karşı beyanda bulunmak için ek süre talep ediyoruz, dedi. Davacı vekilinden soruldu, takdir mahkemenin dedi. Gereği düşünüldü ;

1- Davacı vekiline, beyanda bulunması için 20 günlük kesin süre verilmesine (kesin sürenin neticeleri usulen anlatıldı)

2- davalı vekilinin yetkisizlik iddiasının reddine, 3- müzekkere cevaplarının beklenmesine, 4- Bu nedenle yargılamanın 27.10.2010 saat 09.15’e bırakılmasına karar verildi. 12.10.2010

Katip Hakim 92561

Page 16: Kalemtiras

16

THE PAINTED VEIL (DUVAK)*THE PAINTED VEIL (DUVAK)*THE PAINTED VEIL (DUVAK)*THE PAINTED VEIL (DUVAK)* noxellnoxellnoxellnoxell

*Not: Okuyacağınız yazı eserin kendisine ve film uyarlamasının tamamına dair ayrıntılar (spoiler) içerir. — Bazen en büyük yolculuk iki insan arasındaki mesafedir.

Film yazar Somerset

Maugham’ın romanından uyarlanmış bir film Duvak. Başrollerde Edward Norton ve Naomi Watts var. Çok sevdiğim bir oyuncu olan Edward Norton’ı eleştirebileceğim tek nokta genel olarak suç ve macera odaklı filmler çekmesiydi. Ama bu romantik dram filmiyle ‘’âşık adam’’ rolünü de gayet iyi kotardığını gördüm. Kendisi tam anlamıyla usta bir aktör. Oyuncular gayet kaliteli, çekimler doğal. Şatafatlı, gösterişli olmayan bir film bu. Kırsal alanda -bir köyde geçiyor hikâye. Dekorda, kıyafetlerde toprak tonları kullanılmış, her şey sade. Tablo gibi çekilmiş sahneler. İşlediği zaman 1920’ler…

#Kitabını okuduğum eserin, filmini izlemem. Aynı şey tam tersi için de geçerli. Elime ilk olarak filmi

geçtiği için filmin kritiğini yazdım.# Filmin ismi çok manidar. Birden fazla anlam içeriyor. Kelime anlamı olarak duvak anlamına

geliyor ama kitabın ismi olma nedeni insanların duvağın altında birbirlerinin şekillerini görememeleri. Eserde de anlatılan evli çift birbirlerini çok geç fark ediyor, duvak yüzünden.

Demin de dediğim gibi hikâye evli bir çiftten bahsediyor. Walter(Norton) Kitty’ye(Watts)

delicesine âşık bir adam ama Kitty onunla sadece kendi baskıcı aile ortamından kurtulmak için evlenmiş. Aynı yatağı paylaşıyorlar ama birbirlerine karşı soğuklar. Gerçek bir aile oluşturdukları söylenemez. Kitty’nin de kendisine ilgi gösteren bir erkekle kocasını aldatması uzun sürmüyor zaten. Ve bir gün kocası onları yakalıyor. Aslında olaylar bundan sonra ateşleniyor. Walter’ın Kitty’ye ‘’sevgilinle gidebilirsin’’ dediği sahnede aslında öyle bir şey olmayacağını görebiliyoruz. Kitty de umutsuzca sevgilisine yalvarıyor ama nafile. Adamın Kitty’le evlenmek gibi bir derdi yok zaten. Bu nedenle Kitty’de kanatları kırılmış bir şekilde kocasının yanına dönüyor. Karısının kendisine o dönemin şartlarına uygun olarak bağımlı olduğunu bilen Walter bunun üzerine onu cezalandırmak için ücra bir yerden gelen iş teklifini kabul ediyor. Burası o dönem çaresiz bir hastalık olan koleradan kırılan bir yer. Kitty bunun bir ölüm olduğunu biliyor. Cezalandırıldığını biliyor. Walter’sa çok sevdiği karısı tarafından aldatıldığı için onun için artık yaşamak-ölmek çok fark etmiyor. Ve böylece Çin’e azap yolculuğu başlıyor. Karakterler fiziksel anlamda Çin’e gidiyorlar ama ruhsal olarak da kendi içlerinde ve birbirlerine karşı yolculuk yapıyorlar. Yani

Page 17: Kalemtiras

17

yılışık bir yaklaşımla şunu da diyebiliriz: ‘’Yahu birbirinizi anlamanız için ta Çin’e mi gitmeniz gerekiyordu birader?’’

Film boyunca bize gösterilen bazı ayrıntılar var, ki güzel düşünülmüş. Karakterleri tanıma

konusunda çok yardımcı oluyor bize. Walter gayet soğukkanlı, mantıklı bir karakter. Kitty ise tam tersine cıvıltılı, heyecanlı, işveli bir kadın. Bir sahnede çift, araba bekliyor. Walter gayet sakin bir tavırla kitabını açmış okumakta. Ben kendisinin karakter olarak İngilizlere benzediğini düşündüm. Sakin, kontrollü, biraz içten pazarlıklı, ketum birisi. Kitty’yse aynı sahnede sabırsız bir tavırla yerdeki su birikintisiyle oynuyor. Kendini oyalaması daha zor bir karakter. Film umduğumuz üzere Kitty’nin de Walter’a âşık olması ve Walter’ın da onu affedip ikilinin mutluluğa yelken açıp, sevgi seli içerisinde ayrılmaz bir çift olmasıyla devam ediyor. Klasik gelmesin çünkü sahnelerin işlenişi o kadar güzel ki… Ama Walter karısını cezalandırmak için gittiği köyde kendi tuzağına düşüyor. Çünkü kolera hastalığına yakalanan başta umduğu gibi karısı değil, kendisi oluyor. Ve filmimiz Walter’ın mezara konmasıyla son buluyor. Edward Norton’ın hem aldatılıp hem de mezara konması senaristlere ‘’Vicdansızlar! Ne istediniz Edward’dan’’ diye düşünmeme sebep oldu. Kendisi hakkında yazabileceğim daha çok hayranlık ifadesi var ama ‘’the painted veil’’ filmini konu alan bu yazıda kendisi hakkındaki hisli düşüncelerimi daha fazla belirtmeye gerek yok. Bu arada atlamadan geçemeyeceğim bir nokta var ki, o da Kitty’nin Walter öldüğünde hamile olması. Üstelik çocuğun babasının kim olduğu da belli değil. Yazar başta Kitty’yi Walter’la cezalandırmak istemiş ama sonra kendisi cezalandırmayı seçmiş. Babası belli olmayan bir çocuk(1920’leri düşündüğümüzde bu aşılmaz bir sorun oluyor), sevdiği adam ölmüş, dünyada yapayalnız kalmış Kitty’nin geleceğinin pek de parlak olmayacağını göstermek istemiş filmimiz.

İki kişi arasındaki ilişkiyi durgun bir anlatımla ele aldığı için bazı izleyiciler tarafından sıkıcı

damgası görebilir ama oldukça güzel bir film. Soundtrack’i de edinilip bol bol dinlenmeli.

En uzak mesafe ne Afrika'dır, ne Çin, ne Hindistan. Ne seyyareler ne de yıldızlar geceleri ışıldayan...

En uzak mesafe iki kafa arasındaki mesafedir, Birbirini anlamayan...

Page 18: Kalemtiras

18

Aylık Vurması Olağan “Eğlence Hakkı” Sendromu

Batuhan Eren Engin

Tutarsız ancak sorgulayıcı, mantıksız ama adil olmaya çalışan, fakat yolun sonunda bunu bile

beceremeyecek bir ruh haline büründüm ve bunun acısını klavyemle birlikte sizler çekeceksiniz. Tüm okuyacaklarınız iç çekişmelerimden, çırpınışlarımdan ve hayallerimden ibaret olacak, vazgeçme hakkınızı derhal kullanın! Her ay belirli aralıklarla beni vuran düşünce silsilesi şununla fitil alıyor; eğlenmeye hakkımız olduğunu kim söyledi bizlere? Başka insanların sözüm ona kapılarını günün her saatinde bir hatırlatma memurunun “eğlenceye hakkınız olduğunu gösteren kartınız yok, şimdi kenara çekilin!” diyerek çalması canımı zaten sıkarken, bizim yaptıklarımız fazla ağırlık yapıyor terazinin diğer tarafına… Klişeden de öte oldu belki de ama; insanlar eşit doğmuyor ve kimisi günün her saatini yarını nasıl çıkartacağından endişelenerek geçiriyor. Onu bulsa da; yarın, “ertesi günü düşünme seansları”na girmeyi bekleyecek işi bitince. Yiyecek bir şeyler bulmak için benim gibilerin savurup çöpe atacağı artıkları bekleyecek biri, diğeri ertesi gün daha çok çöp toplayıp, ya da mendil satıp ya da dilenip de yemeğinin sonrasına ufak bir tatlı sürprizi hazırlayacak kendisine. Ya benim gibi “Geçim Derdine Giriş 101” dersinden muaf tutulanlar?

Nasıl olsa parasını verdim diye patlayana kadar yerim gözüm dönercesine, arkadaşlarla olmak, özel sebeplerle buluşmak bahanesidir hep. Yetecek kadar yesem öleceğim diye korkarım. Gelmez aklıma benim gibi yemek yiyecek imkânı olmayan insanlar, gelirse de bu ancak yemek çıkışı midemi sıvazlayıp geğirmenin sınırlarını zorlarken yolun karşısından bize bakarak geçen çöp toplayıcı güzel çocuğu fark etmemle olur. Otellere gidip de konforun ve rahatın yıldızlısını tadarken öteki Türkiye insanının ne yaptığı gelmez aklıma. Dünyanın daha güzel olacağına dair çocukça umudum, pet şişeye yapışıp kalmış damlaların şişeyi sallamamla birlikte ağzıma düşmesini ümit etmem kadar bile doldurmayacak dişimin kovuğunu. Bir yerlerde ses getirmeye

heveslendiğim de yok. Sadece yokluktan gülmeyi yakalayamamış insanların gülmesine ihtiyacım var. Bu dediklerimin riyakâr bir tutum içerdiğini savunabilirsiniz. Bunları yazarak kendi eğlencemi meşru ve mazur gösteriyorum belki de. Ancak bunlar itiraflarım, ve kendimce çıkar bir yol

Page 19: Kalemtiras

19

arıyorum sıkıntıma. Hayatım boyunca hiç prensiplerim olmadı benim, ama artık olacak. İtiraflarımı döküyorsam ortaya, tutumlarımı değiştirmezsem şahit olun da uyarın diyedir tüm bunlar. Dışarıda herhangi bir yerde “takılırken” artık para harcamak istemememi “cimrilik” olarak addetmeleri çok doğal. Addeden olmadı ama içlerinden düşünebilirler de. Benim rahatlıkla ödeyebileceğim o hesaba bir ailenin doyabileceğini hesap etmiyor kimse o an, sanırım. Edenler çok belki ama, “bu seferlik bir şey olmaz” demekten sıdkım sıyrıldı artık, onlar da bıksınlar istiyorum. En büyük hayalimi kurmaya başlıyorum gözlerinizin önünde. Samimiyetsiz algılayabilirsiniz ama, herhangi bir hırsımın artık olmaması benim açımdan sevindirici. Tek dileğim, geçinebileceğim ve yardımı doyasıya tadabileceğim kadar bir miktarı, amaçladığım dışında harcamayacağım günlere doğrudan buhar olmak. Sokakta yaşayan herhangi bir kimsesizin koluna girip evime getirerek onu önce doyuracağım, sonra güzel bir duş almasını sağlayacağım ve ardından mutluluğunu seyredeceğim. Mümkünse, hep benimle kalmasını isteyeceğim. Şu andaki en büyük hayalim bu ve benim şu anda bunu yapabilecek cesaretim yok. Evim var, gelirim var, cesaretim yok. Uzun bir süre olmayacak. Belki, üzerimde bu denli muhtelit sorumluluk varken hiç olmayacak, belki. Ama istiyorsam olacak. Şimdi yok. Olsaydı bile, iyiliği, sırf iyilik yapmanın bende uyandırdığı duyguları sevdiğim ve vicdanımı rahata erdirdiğim için yapacağım günleri geride bırakıp, ancak ve ancak empatinin boyutsuzunu düşünerek elimi taşın altına koyacağım günleri ararım daha çok. Arıyorsam bulacağım. Dilesek hani, bulduğumda geç olmasın. {Merak edenler için; ilk sayıda yazdığım hikâyeme öyle umuyorum ki 3. sayıda kaldığım yerden devam edeceğim. Ne yapalım, torunun uykusu derinmiş. ;) }♦

Page 20: Kalemtiras

20

sorgu sual efe karabulat

2. Bölüm: Öksüz

-1-

Sıkıntıyla gözlerimi açtım. Yol üç şeride düşmüş, tek tük evler görünmeye başlamıştı

uzaktan. Şeritler altımızdan ağır ve sabit bir tempoyla akıyor, ağaçlar da öyle. Gözlerimi yeniden kapadım, düşünmemeye çalıştım. Gözümü açıp yeniden ağaçları izlemek istiyordum ama katil bir türlü aklımdan çıkmıyordu. Gözümü açıyordum, lanet olsun yine ağaçlara bakamıyordum. Sonunda Şevket’in aslında hiç duymak istemediğim şen şakrak sesiyle kendime geldim: ‘’- Günaydın paşam. Merak etme fazla yolumuz kalmadı.’’ ‘’- Bir sigara versene’’ dedim yine aynı sıkıntıyla. ‘’- Arka koltuktan alıver.’’ Sigaraya uzanıp paketten bir sigara çektim. Dudaklarıma yerleştirince tuhaf kokusunu fark ettim. Şevket sırıttı:

‘’- Rus tütünüdür. Her gün mekândan çıkmadan Naim’e 10-15 tane sardırıp pakete koyduruyorum. Gerçi ne kadar kalacağımız da belli değil şimdi. Hay Allah! Bilseydim iki üç paket doldurturdum. Şimdi yine 2000’e talim edeceğiz anlaşılan.’’ Cevap vermedim. Sigaramı yaktım. Arabayı hoş bir koku kapladı. ‘’- Hata ediyorsun Vedat. Aslında kardeşinin yanında kalmalıydın.’’ ‘’- Sence…’’ ‘’- Yok. Kimse o kadar aptal değildir. Söylediğim gibi, bir insanın kapısına iki polis diktiğin zaman bu iki tepki doğurur. Bazı manyaklar için bu fazladan iki polis demektir. Çatışmayı göze alırlar ve her zaman kaybederler.

Bazıları ise o iki polise baktığında tüm polis teşkilatını ve dolayısıyla tüm toplumu görür ve geri çekilir. Benimki ikinci tip.’’ Güldüm. Benimki lafı katili hala paylaşamadığımızı gösteriyordu. Henüz birkaç saat önce odasında tartışırken: ‘’- Şunu kabul etmelisin Vedat’’ demişti ‘’onca polis arasında seni bulması öyle tesadüf falan değil. Sen de öyle evinde madalya ve plaket koleksiyonu olan kahraman bir vatan evladı değilsin. Sıradan bir komisersin. Kötü bir polis olduğunu söylemiyorum, yalnızca her iyi polis gibi sen de sıradansın. Bu adamın seninle uğraşmasının tek sebebi aslında benim onunla uğraşmamı istemesi.’’ ‘’- Peki, neden doğrudan sana gelmedi?’’ ‘’-Gelemezdi de ondan. Ne senin gibi kaybedeceklerim var, ne kaybetmekten senin kadar korkuyorum. Hem zaten aksi olsaydı bile benim savunma hattımı aşmayı başaramazdı.’’ Ben bıyık altından gülünce sesini sertleştirerek sürdürdü: ‘’Ne var ulan! Yalan mı? Aslanım sen polissin. Son

Page 21: Kalemtiras

21

tahlilde elbette ki benden daha kuvvetlisin. Ancak sen sırtını teşkilata dayamış olmanın rehaveti içindesin, bense yalnızım. Beni bu kadar tedarikli olmaya mecbur eden şey bu.’’

-2-

Şevket yalnız bir adam olarak doğmuştu ve yaşamını yalnız biri olarak sürdürmekteydi.

Anası muhtemelen o doğmadan ölmüştü, babasıysa bir alkolikti. En azından biz akademide onunla bu şekilde alay ederdik. Çünkü anlatmazdı. Ne kendisi ne ailesi ne sevgilisi ne de başka bir şeyi hakkında tek bir söz etmezdi. Anlatmaması, anlatma ihtiyacı içinde olmaması o kadar zorumuza giderdi ki çareyi onunla çocukça alay etmekte bulurduk. O da zaten alaylarımızı pek kafasına takmazdı.

Onunla aynı odayı paylaştık bir dönem. O aylar benim için takvimden silinmesi daha hayırlı olacak zamanlardı. O kadar çok konuşurdu ki onu ellerimle boğasım gelirdi. Günde en fazla 4 saat uyuyordu ve benim daha fazla uyumam onun için kesinlikle katlanılmaz bir şeydi. Zırt pırt beni uykumdan uyandırır ve okuduğu kitaptaki inanılmaz olaydan yahut izlediği filmdeki müthiş kurgudan söz ederdi.

Suça ve suç psikolojisine inanılmaz meraklıydı. Biz hafta sonları birahanelere giderken o oturup eski gazetelerdeki cinayet haberlerini incelerdi. Onun bu yönünü diğer çocuklar çok bilmezdi. Ben de kupalarımızı tokuştururken ‘’odasında alkolik babasına mektup yazan kahramanımızın şerefine!’’ demeyi ihmal etmezdim. Onu severdik, hakikaten şerefine kadeh kaldıracak kadar. Ancak bir şekilde o bizden değildi, biz de onu aramıza alamamıştık.

İkinci yılımızın yaz dönüşü akademiye döndüğümde yoktu. Kime sorduysam bilmiyordu. Çocuklarsa benim daha iyi biliyor olmam gerektiği kanısındaydılar. Hâlbuki hiçbir fikrim yoktu. İki yıl kadar ondan hiçbir haber alamadık.

Mesleğe yeni başladığım günlerdi. Hem bedensel hem zihinsel olarak müthiş yoruluyor, eve döndüğümde yatağın yolunu zor buluyordum. Üstüne üstlük ricacılarım da artmıştı o sıralar. Çevremdeki ufak tefek her olayda ‘’Aman Vedat oğlum şu işle de bir ilgileniversen’’ diyorlardı. İş artık apartman kapıcının çöpleri geç almasını engellemek için sırf polis olmam sebebiyle beni araya sokmalarına kadar varmıştı. ‘’Tutuklayıveririm dersen nasıl da korkar o mıymıntı herif’’ diyordu Fatma Teyze tatlı Ege şivesiyle. Çıldırmak işten bile değildi. Bir gün Lale utana sıkıla yanıma gelip arkadaşlarından birinin telefonunun çalındığını, bu konuyla ilgilenip ilgilenemeyeceğimi sordu. O sıralar cep telefonları şimdikine göre müthiş kıymetliydi ve bahsi geçen hanım arkadaş oldukça hoş bir kızdı. İlgileneceğimi söyledim. Lanet olsun, ilgilenecektim de bunu nasıl yapacağımı bilmiyordum. Birkaç gün oyalandıktan sonra kendimden umudu kesmiştim. Yapamayacaktım. İşten eve gelirken Lale’ye telefon açıp bu işi beceremeyeceğimi söylemeyi kuruyordum. Otobüsten kendimi zorlukla atmış eve doğru yürürken neşeli bir melodiyle yerimden zıpladım. Ses cebimden geliyordu! Cebimi yokladığımda bir cep telefonuyla karşılaşınca ne kadar şaşırdığımı herhalde tahmin edersiniz.

Page 22: Kalemtiras

22

‘’-Acar dostunuz Şevket’ten sevgilerle. Nasılsın Vedatçığım?’’ ‘’-Ulan? Şevket!’’ ‘’-Şevket ya. Yarın bana uğrar mısın? Adresi…’’ ‘’-Başlatma şimdi adresinden! Bu telefon ne ulan?’’ ‘’-Yahu bir telefon arıyormuşsun diye duydum. Vedat kardeşime küçük bir hediye vereyim istedim. Gerçi aradığın telefon bu değil ama Merve kardeşimiz bununla idare edecek artık.’’ ‘’-Deli misin ulan? Hırsızlığa mı başladın şimdi de?’’ Kahkahalar atarak ‘’-Yok yahu! Pek çaresizdin dayanamadım kardeşim. Yarın gel de uzun uzun anlatırım. Telefonu benim bulduğumu söyleme ha!’’ dedi. Verdiği adres bir iş hanının üçüncü katındaydı. Ertesi gün akşamüstü uğradığımda sade döşenmiş bir büroda tek başına buldum Şevket’i. ‘’-Şükür kavuşturana kardeşim’’ diyerek sarıldı. İttim: ‘’-Hadi oradan! Sen bir anda ortadan kaybol, yıllarca gözükme sonra karşıma çıkıp çocukken kaybettiğim kardeşim edebiyatı yap.’’ ‘’-Şu anda babası tarafından terk edilmiş bir çocukla aşağı yukarı aynı lafları söylediğinin farkında mısın? Neyse, gel bakayım babanın kollarına.’’ Dayanamayıp sarıldım. ‘’-İt herif. Nerelerdeydin?’’

-3-

‘’- Şevket seninle görüşmem

gerek. İçinden çıkamadığım bir mesele var.’’ ‘’-Bürodayım. İstersen akşamüstü bir uğra.’’ ‘’-Hemen geleyim mi? Uyku uyuyamaz oldum.’’ ‘’-Bir iki ufak iş vardı ama Naim’e yıkarız artık onları. Tamam

bekliyorum.’’ Yaklaşık 15 dakika sonra bürosundaydım. Uzun zamandır görmediğim bürosu bu kez aynı

iş hanının ikinci katına taşınmıştı ve eskisinden çok daha büyüktü. Bir de yanına sekreter kılıklı bir oğlan almış, masaları ikilemişti.

‘’-Bu çocuk var ya, eğer polis olsa çok iyi yerlere gelirdi. Gerçi şimdi daha iyi yerlere gelecek.’’ Sırıtarak devam etti ‘’Elleri inanılmaz çevik ve becerikli. Söyleneni bir seferde anlıyor ve sonuç çıkarabiliyor. Tipi de fena sayılmaz. Al sana mükemmel bir yardımcı profili.’’

‘’-Çay da getirebiliyor mu bu Japon mucizesi?’’ ‘’-Getirir getirir. Naim!’’ Naim bir süre sonra çayları getirip Şevket’in küçük bir hareketiyle bizi yalnız bıraktı. ‘’-Dinliyorum Vedat.’’ Mektubu çıkarıp masaya koydum. Elimi üzerinden çekmeden ‘’-Kız kardeşimin evinde bir

kızı asılmış olarak buldum. Kız hakkında hiçbir şey öğrenemedik, kim olduğunu bilmiyoruz. Otopsi raporu henüz çıkmadı ama ondan da bir şey çıkacak gibi durmuyor. DNA analizi yapacak verimiz yok. Ayak izleri sadece katilin –muhtemelen- 1.85 boylarında bir erkek olduğunu gösteriyor. Bir de bu mektup var. Şu anda nasıl ilerleyeceğim hakkında hiçbir fikrim yok’’ dedim.

‘’-Dedektifliğimi beğendiğini hiç tahmin etmezdim’’ dedi gülümseyerek ve sonra ciddileşip mektuba döndü. Bir süre sessizce okudu. Bir anda yüzü çarpılmışçasına buruştu. Mektubun

Page 23: Kalemtiras

23

arkasını çevirip ağır ağır bir cümle yazdı ve bana gösterdi. Gözlerime inanamadım. Mektuptaki yazı Şevket’in yazısıyla aynıydı.

Bir süre donmuş vaziyette birbirimize baktık. İkimizin de gözlerinden dehşet okunuyordu. Bir an sonra Şevket dayanamayıp kahkaha atmaya başladı. Ben daha şoktan çıkamamıştım ki ‘’Etkileyici değil mi? Yazı taklit etme üzerinde çalışıyorum şu sıralar’’ dedi.

Gayri ihtiyari ayağa kalktım, yumruklarım sıkılmıştı. Benimle ne cüretle böyle alay edebilir? ‘’- Bu küçük şakanın yegâne sebebi sevgili Vedat, tahmin edebileceğin üzere, cevabı bulmuş

olmamdır. Dur önce tahmin edeyim, sen bu adamın gerçekten de eski defterlerini açacaktın ve nereden başlaman gerektiğini bulamadın değil mi?’’

‘’-Doğru.’’ ‘’-Evinde ve merkezde lambaların altını kontrol ettin.’’ ‘’-Doğru.’’ ‘’-Bir şey bulamadın tabii. Bulmuş olsan zaten burada ne işin var? Her neyse bahsi geçen

lambanın nerede olduğunu birazdan öğreneceğiz. Küçük bir telefon görüşmesi yapmam gerek sadece.’’

Telefonla konuşmak için içeri geçtiğinde kendimi tutamayarak çekmecelerinden birini açtım ve bulabildiğim kâğıtlardaki yazıları kontrol ettim. Hayır, Şevket’in yazısı mektuptakinden farklıydı. Rahatladım. Yerime oturdum.

Şevket içeriden ‘’Kameraya el salla’’ diye bağırdı. ‘’Puşt’’ diye cevap verdim içimden. İçeri dönüp oturdu. ‘’-Bazen salaklık ettiğim doğrudur ama sana böyle bir kazık atacak

olsam herhalde kendi el yazımla yapmazdım. Neyse şimdi biraz çalışalım Vedat, cevabımızın gelmesi yarım saati bulur. O arada katilimizi biraz tanıyalım.’’

-4-

Mektubun bir fotokopisini çektikten sonra aslını bana uzattı. Yeniden ve daha büyük bir

dikkatle okumaya başladı. Bir süre sonra kıs kıs gülerek ‘’şakacı it oğlu it’’ diye mırıldandı. Kardeşimin hayatı üzerine şaka yapılması, üstüne bir de en samimi dostlarımdan birinin bununla eğlenmesi hoşuma gitmemişti. Neyse ki hemen ardından konuyu değiştirerek:

‘’- Şunu kabul etmelisin Vedat, onca polis arasında seni bulması öyle tesadüf falan değil. Sen de öyle evinde madalya ve plaket koleksiyonu olan kahraman bir vatan evladı değilsin. Sıradan bir komisersin. Kötü bir polis olduğunu söylemiyorum, yalnızca her iyi polis gibi sen de sıradansın. Bu adamın seninle uğraşmasının tek sebebi aslında benim onunla uğraşmamı istemesi.’’

‘’- Peki, neden doğrudan sana gelmedi?’’ ‘’-Gelemezdi de ondan. Ne senin gibi kaybedeceklerim

var, ne kaybetmekten senin kadar korkuyorum. Hem zaten aksi olsaydı bile benim savunma hattımı aşmayı başaramazdı.’’ Ben bıyık altından gülünce sesini sertleştirerek sürdürdü: ‘’Ne var ulan! Yalan mı? Aslanım sen polissin. Son tahlilde elbette ki benden daha kuvvetlisin. Ancak sen sırtını teşkilata dayamış olmanın rehaveti içindesin, bense yalnızım. Beni bu kadar tedarikli olmaya mecbur eden şey bu.’’ Sonra yine suskunlaşıp okumayı sürdürdü. Bir süre

sonra vazgeçip ‘’Böyle olmuyor. Farklı bir usul deneyelim. Her paragraftan çıkardığımız sonuçları karşılıklı olarak tartalım. Bakalım nereye varacağız’’

Page 24: Kalemtiras

24

''Sanırım kardeşinizi buldunuz ve biraz kendinize geldiniz Vedat Bey. Şimdi kötü habere gelelim, kardeşiniz kanında dolaşan zehir sebebiyle 6 saat içinde ölecek. Hayır hayır korkmayın, şaka yapıyorum. Kötü haber şu, bunca polis arasında sizi buldum.’’ Şevket’e kız kardeşimi nasıl bulduğumu ve olayın öncesini kısaca anlattım. Başını salladı, başka bir tepki vermedi. Belli ki önce benim konuşmamı bekliyordu. ‘’-Oyunbaz bir herif ve oldukça zeki. Ayrıca zaman kaybetmemi değil, bilakis zaman kazanmamı istiyor.’’ Şevket bir an düşünüp dudak büktükten sonra ‘’Bence sadece sinir bozucu biri ancak zaman kaybetmeni istemiyor olması iyi bir nokta. Tebrik ederim.’’ Hep merak ettiğim bir şey vardı. Siz benden daha iyi bilirsiniz tabii. Bir gün karşılaşırsak anlatmanızı da isterim. Acaba tüm o polisiye romanlarda işlenen cinayetlerin aynı kişiye ait olduğu nasıl tespit edilebiliyor? Yani her gün Türkiye'de yüzlerce insan ölüyor değil mi? Bugün belki 10 belki 20 kadın kendini astı. Bunlardan hangisinin cinayet, hangisinin intihar olduğunu ve hangisini o dahi katilin öldürdüğünü hemen nasıl anlayabiliyor o dahi dedektifler? Diyelim ki ben geçen ay Bursa'da aynı şekilde yaşlı bir adamı öldürdüm, o adamı benim öldürdüğümü nereden bileceksiniz? Bunun haberi size ulaşmaz bile değil mi? Onunla başka bir cinayet masasının başka bir komiseri ilgilenmez mi? O da tabii iş cinayet masasına kadar ulaşırsa. O halde bir katilin her cinayeti nasıl anında öğreniliyor? Yine sözü alıp: ‘’Polisiyelere meraklı olduğunu söylemeye gerek yok’’ diyip sustum. Bu sözler olsa olsa polisiye roman eleştirisi olabilirdi, başkaca fazla bir anlam çıkmıyordu açıkçası. Şevket başını kaşıdı, biraz homurdandı. ‘’Her şeyden önce polisleri konu alan polisiye sayısı –adı üzerinde zaten- en az dedektifleri konu alan polisiyeler kadarken burada ‘dahi dedektifler’den söz etmesi ilginç. ‘’-Dahi kısmını da üzerine alındın mı?’’ Duymamış gibi devam etti: ‘’-Daha önemlisi, seninle karşılaşacağından bahsetmesi. Bu bazı olasılıkları güçlendirirken bazılarını zayıflatıyor.’’ ‘’-Nasıl yani?’’ ‘’-Bu adam yakalanacağına inanmıyor. Yine de seninle karşılaşacağını iddia etmesinin sebebi onun cinayetlerden bir şekilde kendini sıyırabileceğine inanması, kendini yalnız vicdanıyla yargılayan bir ruh hastası olması yahut tehdidin ileride doğrudan sana yönelmesi ihtimali olabilir. Tuhaf, bu durum aklımdaki hiçbir teoriyle örtüşmüyor.’’ ‘’- Ne var aklında?’’ ‘’- Bu adam bir ruh hastası değil, burası açık. Zaten öyle biri olsa yalnız çalışması gerekirdi fakat bu pek tek kişilik bir işe benzemiyor. Bence biri lider olmak üzere en az iki kişiler. Tehdidin sana yöneleceğine de inanmıyorum, seni alarma geçirdikten sonra avlayabilmesi bana imkânsız görünüyor. Geriye sadece cinayetlerden kendini kurtarabilecek olması kalıyor ki…’’ ‘’-Bu nasıl olabilir?’’ ‘’-Ancak mektupları katil yazmıyorsa olabilir böyle olmadığı apaçık ortada. Şu an için en akla yatkın teori tehdidin sana yönelmiş olması. Katil senden bir şey isteyecek, daha doğrusu istemeyi sürdürecek ve eğer isteklerini yerine getirmezsen seni öldürüp oyununa kaldığı yerden devam edecek.’’

Page 25: Kalemtiras

25

Merakımı bir ölçüde giderdiğim söylenebilir. Elbette yürütülen soruşturmaları bilme imkânım olmadığı için işlediğim cinayetlerin kaçının intihar kaçının cinayet olarak değerlendirildiğini bilmiyorum fakat bildiğim bir şey var ki henüz bir seri katil dosyasına sahip değilim. Vedat Bey, bu tam anlamıyla bir hayal kırıklığı! Türk polisi bugüne dek beni utandırdı, umarım siz aynını yapmazsınız.

‘’- Eğer doğruluğunu peşinen kabul ediyorsak bu satırlar katilimizin son cinayetinden evvel epey vukuatı olduğunu gösteriyor’’ dedim. Biraz duraksadıktan sonra ‘’vakaların bir kısmının intihar olarak değerlendirildiğini düşünmesini sağlayan şey muhtemelen cinayetleri ası yoluyla, yani asılmayla işlemiş olması’’

‘’-Servis edilmesi’’ diye düzeltti Şevket. ‘’-Haklı olabilirsin tabii. Otopsi sonuçları ve ulaşabilirsek önceki cinayetler bu konuda daha

aydınlatıcı olabilir ama şu an için cinayeti başka şekilde işleyip de asılma biçiminde sergilemesi için bir nedeni yokmuş gibi gözüküyor.’’

Şevket önce saatine baktı, sonra rahat bir ifadeyle sözü aldı: ‘’-Eğer yakalanmak istemiyor olsaydı, özür dilerim, teşkilatın peşine düşmesini istemiyor olsaydı cinayetlere intihar süsü vermek için güzel bir sebebi olurdu. Tabii gözden uzak tutulmaması gereken bir ihtimale göre senin tepkini çekene kadar işlediği cinayetlerde polis teşkilatının bu yönünü sınamak istemiş olabilir.’’

‘’-Yani bu cinayetler birer test miydi sence?’’ ‘’-Bir ihtimal.’’ ‘’-Saçma’’ dedim. ‘’İnsan ya öldürmek için bir nedeni varsa ya da bir ruhsal bozukluğu varsa

–ki çok nadir vakalar haricinde onların da kendilerince bir mantık silsilesi ve öldürme nedenleri vardır- cinayet işler. Söylediğin ihtimal ancak katilin şimdikinden çok daha büyük bir işe girişecekse, örneğin bir siyasi suikast, değer kazanıyor ki bu durumda da bana mektup yazmak gibi abuk sabuk işlere kalkışmazdı. Her halükarda söylediğin şey katilimize uymuyor.’’

Şevket yorumlarıma hiç sinirlenmeden sordu: ‘’- Peki sen nasıl yorumluyorsun bu durumu?’’ ‘’-Ben katilimizin işini bitirdiğine inanıyorum. O üzerine düşeni yaptı, cinayetleri işledi. Şimdi benim işimi yapıp cinayetleri ortaya çıkarmamı bekliyor, ardından medya işini yapıp onu

fena halde meşhur edecek. Sonra sıra halka gelecek… Halk da tek bildiği işi yapacak, deli gibi korkacak. Adamımız da işlediği cinayetlerin sayısına ve yöntemine göre belki Karındeşen Jack kadar meşhur bir katil olarak tarihte yerini alacak.’’ Durdum, çayımdan bir yudum aldım. Yüzüm ekşidi, çay buz gibi olmuştu. ‘’-Senin çocuğun çay tazeleyen versiyonunu çıkarmalılar sevgili kardeşim’’ dedim. ‘’- Devam edelim’’ dedi. ‘’Şu herife kızmaya başlıyorum. Haber de bir türlü gelmiyor zaten.’’ Sizden ricam, eski işlerimi biraz kurcalayın. Beni yakalayamayacağınız muhakkak -zira bu son cinayetim dahi olabilir- ama hiç değilse kardeşinizin intikamını almak isteyeceğiniz kişinin daha önce neler yaptığı konusunda bir fikriniz olsun. Bu arada kardeşiniz konusunda endişelenmeyin, ona ya

da ailenizden herhangi birine zarar vermeye kesinlikle niyetim yok. Buna inanmayacağınızı biliyorum tabii. Belki ileride bana inanmaya başlarsınız.

Page 26: Kalemtiras

26

Bir süre karşılıklı olarak sustuk. Şevket saatine daha sık bakmaya başlamıştı. Gömleğinin düğmelerinden birini açıp ensesini ovaladı ve konuşmamı beklercesine bana baktı. ‘’-Fikrimi doğrulayan bir bölüm’’ dedim. ‘’Bu son cinayetim olabilir diyor. Senin de söylediğin gibi cinayetlerin devamının gelip gelmemesi işimi yapıp yapamayacağıma bağlı. Şöyle düşün, toplum bir insan vücudu ve katil kanser olsaydı… Şimdiye dek taramalarda gözükmediği için kimse kanseri tespit edemedi. Cinayetler arttıkça tümör büyüyecek, katil de eninde sonunda görülebilir hale gelecek. Bu işi biz yapamazsak toplum yapacak, gazeteler yapacak, eninde sonunda mutlaka biri onu görecek. Eğer biz bu işi başaramazsak cinayetler sürecek, tümör daha da büyüyecek. Ta ki bir gün hastaya kanser olduğu söylenene kadar.’’ ‘’- Bunu kabul edemiyorum, bu çok zayıf bir amaç. Hatta bir amaç bile sayılmaz’’ dedi Şevket. ‘’Ne var ki beni destekleyecek…’’ Şevket’in sözü çalan telefonla kesildi. Bir anda yüzü aydınlandı ve hızlı adımlarla içeri gidip ikinci telefonunu açtı. Geri geldiğinde gözlerinin içi gülüyordu, neredeyse bir kahkaha patlatacaktı. ‘’- Buraya nasıl geldin?’’ diye sordu. Anlamadan yüzüne baktım. ‘’-Arabayla mı?’’ diye devam etti. ‘’- Hayır’’ dedim. ‘’-Pekâlâ, o zaman benimkiyle gidiyoruz.’’ ‘’-Dur hele. Nereye gittiğimizi söyle önce.’’ ‘’-Mektubumuzu almaya gidiyoruz Vedatçığım. Maalesef yolumuz biraz uzun, Bursa’ya kadar uzanmamız gerekecek.’’ Lanet olsun, ne kadar kolaymış. Defalarca okuduğum halde ‘’Diyelim ki ben geçen ay Bursa'da aynı şekilde yaşlı bir adamı öldürdüm, o adamı benim öldürdüğümü nereden bileceksiniz?’’ cümlesini anlayamamıştım. Oysa katil çok basit bir şekilde hem beni sıradaki durağa götürüyor hem de yöntemini açıklıyordu. O adamı katilin öldürdüğünü bilecektik, çünkü katil söyleyecekti. Demek ki bu soruşturmanın böyle yürümesini istiyordu. ‘’O kadar kolay olup olmayacağını göreceğiz’’ dedim içimden. ‘’-Bursa’dakilerin söylediğine göre oldukça tuhaf olaylar olmuş. Olayın bir cinayet mi, intihar mı olduğunu anlayamıyorlar. Telefonda çok ayrıntı vermediler ama söylediklerine göre maktul birden fazla kez ölmüş.’’ Ceketimi kaptığım gibi ‘’gidiyoruz’’ dedim. ♦

Page 27: Kalemtiras

27

cihan’ın şarkısı nurşah sak

Evde kalmayı seçtiğim serin bir cumartesi akşamüstü, mumları yakmış oturuyordum. Sehpanın

üzerindeki dergilerin dağınıklığı, açık balkon kapısından içeri hafifçe esen rüzgâr, yazın sonbahara evrildiği mevsimden bir günün ışıkla ıslandığı son birkaç saati, mutfakta fırından yeni çıkardığım kekin kokusu, eski ama çok sevdiğim bir albümün arkada çalışı ikna etmişti beni evde olmaya. Bütün hafta yayıldığım yetmemiş gibi, hafta sonu da güzel güzel dinlenmek hiç de fazla gelmiyordu o akşam. Oturduğum koltukta şöyle bir gerindim, duvarların tarçın rengi uzun zamandır özlediğim bu ev ortamının huzurunu içime dolduruyordu. Ne bekleyen işleri, ne de ofisi

düşünmek istemiyordum. Hafifçe öne uzandım, kalın ve renkli dergilerden birini alıp karıştırmaya başladım. Dergiler sahaflardan gelmeydi, eğlencelik olsun diye yirmi yıl öncesinin dergilerini alıp sermiştim salonun orta yerine. İlle de güne dair haberleşmek için değildi ya basın yayın örnekleri… Baktım, vatkalı bluzlar, taytlar, saç bantları; erkeklerde komik saç modelleri, deri ceketler… Şimdi çoluğa çocuğa karışmış ünlülerin en çıtır halleriyle haberleri, zamanın en güzel genç sanatçıların kapak resimleri, eski politikacıların şimdilerde geyik malzemesi olan demeçleri, kara çerçeveli ölüm ilanları, şimdi nostalji diye dinlediğimiz

albümlerin müjdelenişleri… Bir köşeden diğerine kayıp giderken kapının sessizce açılıp kapandığını duydum. Güneş’tir herhalde dedim kendi kendime. Hızlı hızlı soluk alıp verişini duyunca tedirginlikle kalkıp kapıya yöneldim. Güneş’i o halde yüzü kızarmış görünce şaşırdım.

- Ne oldu hayatım, bu halin ne? Biri mi kovaladı? Ne kadar kızarmışsın…

- Off, iyiyim iyiyim merak etme. Aşağı kapıda Cihan’ı gördüm, merdivenin altında yatıyormuş, birden önüme fırlayınca korktum. Bir de “Abla, benim şarkıy söyleyim mi dinle?” deyip yüksek sesle, ağzını yaya yaya bir şeyler söylemeye başladı. Gidecek oldum, koluma yapışıp “Dinleseee!” diye bağırdı. Elleri çelik gibi soğuktu, bileğimi öyle bir sıktı ki, ne yapacağımı bilemedim korkudan. Ya, zaten hafta sonu demeden hesap kitap diye diye kaç saat çalıştım ettim, çıkarken canım yeterince sıkkındı, bir de o üstüme gelince telaşlandım aniden. Kolumu hızla çekip koşa koşa tırmandım merdivenleri, sonrası buradayım işte.

Güneş yavaşça ceketini çıkarıp astı kapının arkasına. Çantasını vestiyerin kenarındaki sehpanın üstüne bıraktı, içinden telefonunu çıkardı. Sessizce ona bakıyordum ama aklımda bir sürü soru vardı. Olanlara anlam veremiyordum. Cihan 25 yaşındaydı, bu mahallede doğup büyümüştü. Ben çocuktum o zamanlar. Annesi Nesibe teyze çok iyi, güzel bir kadıncağızdı, genç bir kızken bize oturmaya geldiğinde oynardı benimle. Düğününe bile gitmiştik hatta. Ne var ki Cihan’ın

Page 28: Kalemtiras

28

doğumundan bir yıl sonra vefat etmişti. Babası Mehmet abi de babamın arkadaşıydı, usta elektrikçiydi. Cihan dört yaşındayken iş kazasında o da ölünce zavallı çocuk kadir kıymet bilmez amcasının eline kalmıştı. Amcası Mustafa’ya göre tam bir baş belasıydı Cihan. Yengesi de olmasa

Mustafa’nın elinde muhtemelen dayaktan ölürdü bebekken. Zaten çocukları da sevmezdi, nasıl evlendi barklandı hayret ederdi mahalleli. Cihan sakince büyüdü, bundan olsa gerek, ancak on yaşına gelince fark ettiler zekâsının diğer çocuklar gibi olmadığını. Sokaklarda gezdi yaşıtları okullara giderken. Mahallenin çocukları ufalmış kalemlerini yere atardı, Cihan toplayıp biriktirirdi onları. Bir gün bir evin önünde kırık bir blok flüt bulmuştu hatta, o gün nasıl da neşeliydi. Yoldan geçenlere seslenirdi “Heeey, ben şarkı oynıycam size!!!” Hep sessizdi heyecanlanmadığı zamanlarda, zararsız delilerdendi işte. Bir taşın üzerine çıkıp ezgisi tanıdık ama anlamsız sözleri olan bir şarkıyı söylemeye çalışırdı. Mahallenin çocukları onunla dalga geçmek için aşağıdan alkış tutar, ıslık çalar,

bazen de yuhalardı. Yine de söylerdi Cihan, bazen sesli, bazen de kendi kendine, içinden, sessiz. Dizlerinden yaralar, yaz kış üç numara başından morluk eksik olmazdı. Mahalleli severdi Cihan’ı, evde pişenden bir parça, çocuklara küçük gelenlerden bir şeyler verilirdi ona. Yıllar geçse bile mahallenin en dokunulmazı, en çocuğu kaldı hep. Bazı akşamlar dayak yerken bağırışları duyulurdu, ama susardı garibim sonra. Bazen kaçıp bakkalın karşısındaki kulübeye saklanırdı, orada eski gazete kâğıtlarını, ıvır zıvırlarını biriktirirdi. Severdi sokakta olmayı, amcasının evi kötüydü onun için. Sokakta kendi halindeydi hep. Bu yaşa gelene kadar da bir haşarılığını ya da birine zarar verdiğini duymamıştık hiç. Güneş’in anlattıklarına şaşırmam bundandı.

- Allah Allah, bu çocuk bu kadar saldırgan değildi, ne oldu bugün böyle? Öğleden sonra ben ortalığı toparlarken de ağlamakla gülmek arası bir seste laf anlatmaya çalışıyordu sokaktan gelip geçenlere.

- Valla bilmiyorum ama, ondan hiç bu kadar korktuğumu hatırlamıyorum. Bak, ileride daha

ciddi olaylarla karşılaşırsak başımızı kurtaramayız. Gel, muhtarla konuşalım, ilçenin bakım evine aldırsın Cihan’ı. Daha genç, belki tedavi ederler, hiç değilse zarar vermez çevresine, hem öyle bir yerde daha iyi beslenir.

- Saçmalama Allah aşkına, şimdiye kadar

kime zarar verdi bu çocuk? Tamam, belki rahatı yok amcasının elinde, ama öyle bir yere tıkılsa daha beter olmaz mı? Konuşalım onunla. Kafayı sıyırmış gibi görünse de sevdiklerinin sözünü dinler. Neredeyse beraber büyüdük

Page 29: Kalemtiras

29

Güneş’ciğim, o kadar işkence görmeyeydi belki de iş arkadaşı olurduk onunla, kim bilir? - Ne yaparsan yap ama dikkatli ol. Bir fevriliğini daha görürsem doğrudan polisi ararım

yalnız, ona göre. Güneş yorgun argın ev haline geçerken, sofrayı hazırladım. Bir yandan da düşünüyordum, Güneş neden böyle alışılmadık bir tepki verdi diye. Çocukluk arkadaşımdır Güneş, liseye kadar beraberdi her anımız bu mahallede. İki yaş aramız olduğundan hep ablası gibi görür beni, ben de onu kardeşimden ayrı tutmam. Liseden sonra üniversite ve yüksek lisans eğitimi için uzak bir şehre gitmişti; bense eğitimimi il merkezinde tamamlamış, burada kendi mimarlık büromu açmıştım. Yıllar sonra o şehrin gürültüsünden buraya kendini dar atmıştı Güneş, talepkar bir işte iyi bir maaşla çalışmaya başlayınca yeniden aynı çatı altına girmiştik, Çocukluk arkadaşlığından ev arkadaşlığına terfi etmiştik. Bu yedi yıllık ayrılık Güneş’in hayatında birçok değişiklik yapmıştı elbet, ben kadar yakın kalamamıştı mahalleye, ama nihayetinde ortak geçmiş mutlu bir çocukluğumuz ve ilk gençliğimiz vardı, Güneş yine bizim sessiz, sakin, iyi kalpli Güneş’imizdi. O da bilirdi Cihan’ın hayat hikâyesini, çocukken onun kendi halindeki oyunlarına ne Güneş ne de ben burnumuzu sokardık. O yüzden severdi ikimizi de. Şimdiye dek Güneş’e ya da bana bir kötülük etmek şöyle dursun, ne zaman karşılaşsak o utangaç gülümseyişiyle selam verir, sorardı: “Abla, nasılsız?”. Olur da durur “İyi misin Cihan?” dersek, hoplaya zıplaya giderdi yanımızdan. Herhalde işlerin yoğunluğundan gergindi Güneş diye geçirdim içimden, güzel bir yemek ve sonrası keyif faslımız moralini düzeltirdi, ertesi gün de tatilken bolca dinlenir, rahatlardı işte. O akşamı kahvemizle, kekimizle sakin ve keyifli bir biçimde geçirdik, biraz çene çalıp film izledik. Çok geçe kalmadan, hayatlarındaki her şey olağanca süregelen insanlar gibi yatmaya hazırlandık. O akşam her zamanki şamatadan ziyade bir dinginlik vardı evin içinde. Bu durumu, Güneş’in işyerindeki sıkıntılı gününe bağlamıştım önce. Yatar yatmaz uyuyakalmıştı zavallı arkadaşım, ben

de olabildiğince sessiz olmaya çalışıyordum. Yatağıma geçtim, okumaya devam ettim bir süre. Bir yandan da içimden şu son birkaç sayfayı bitirmeden uyuklamasam bari diye geçiriyordum. Birkaç dakika içinde gözlerim kapanmış, başucu lambamı bile söndürmeden uyanıklıktan uykuya geçmiştim ki, şiddetli bir sesle uyandım. Kapı yumruklanıyordu. Bu öyle alelade bir durum değildi. Uykulu uykulu “Hüsniye teyzeye mi bir şey oldu, yoksa Feyzan hanımın küçük oğlu Can mı ateşlendi?” diye söylenirken, üzerime uzun hırkamı geçirdim. Kapıdan gelen sese bağrışmalar da eklendi. Hızla gidip kapı deliğinden baktım. Kapıyı yumruklayan Cihan’dı. Kapıyı açıp açmamak arasında bir saniye gidip geldikten sonra açmaya karar verdim, en azından ne olup bittiğini öğrenirdim.

Bu kadar gürültüye benden başka insanlar da uyanmıştır elbette deyip açtım kapıyı. Açar açmaz da

Page 30: Kalemtiras

30

Cihan sol tarafımdan içeri girip kapıyı kapattı, dizlerinin üzerine yığılıverdi. Yüzü, üstü başı çamur içindeydi, yırtık tişörtünün örtemediği çelimsiz kolları morluk ve sıyrıklar içindeydi. Dayak yerken kaçmış olduğu her halinden belliydi. Ne yapacağımı bilmeden karşısında kalakaldım bir süre, dilimden sadece bir “Neyin var?” sorusu çıktı. Yaralarına bakmak için eğildim.

- Ne yaptılar sana Cihan? Sessizce başını kaldırdı, yaşla dolu iri gözleriyle yanıtladı

- Abla, canım acıyor. Vurdu bana abla. Mutsa bana vurdu, terlik attı, Mutsa dövdü. Mutsa çamura attı. Ben demedim. Koştum. Sakladım buraya Cihan’ı. Abla! Söyleme. Gitmem ben!

- Tamam, tamam Cihan. Geçecek acısı. Söylemeyeceğim Mutsa’ya. Hadi gel, elini yüzünü

yıkayalım. O sırada Güneş koridora çıktı.

- Feryal, bu gürültü ne? Aaa, Cihan’ın ne işi var burada bu saatte? Eh Feryal, ben ne anlattım sana bugün? Ama, ama Cihan, kim getirdi seni bu hale? Off, işe bak ya.

- Durum bugün anlattığınla ilgili değil Güneş’ciğim. Çocuğun elini yüzünü bir yıkayalım, sen

de dolaptan pamuk, tentürdiyot filan getir. Güneş salona yönelirken banyoya götürdüm Cihan’ı. Lavabonun önünde durunca titrediğini fark ettim. Elleri çelik gibi soğuktu, Güneş’in anlattıklarını hatırlattı bana. Onu konuşmadan önce şu halini hafifletmek lazımdı önce. Elini yüzünü yıkadıktan sonra ona kardeşimin arada bize geldiğinde giydiği tişörtle eşofmanı verdim, bunları giymesini söyleyip salona gittim. Güneş oturmuş, yüzünde tedirgin bir ifadeyle bekliyordu.

- Feryal, ne yapacağız? Ya bugünkü gibi gelir giderse aklı? Ya canı acıdığı için sinirlenip saldırırsa bize? Mahalleden birilerine söyleyelim.

- Güneş, tamam söyleyelim

elbette ama şu halini bir atlatsın. Hemen Hüseyin abiye haber verelim telefonla, ama önce yarasını saralım çocuğun.

Kalkıp banyoya gittim, kapıyı tıklattım. Cihan süklüm püklüm dışarı çıktı. Kolundan tutup salona götürdüm. Güneş’i görünce utanıp öne eğdi başını, bugün olanı

Page 31: Kalemtiras

31

hatırladı sanırım. Ortadaki koltuğun ucuna oturdu, ben de pamuk ve tentürdiyodu alıp yaralarını temizledim. Bir yandan da konuşturmaya çalışıyordum onu.

- Cihan, Mustafa mı yaptı bunu sana? - Abla! Mutsa görmesin. - Tamam görmeyecek. O mu yaptı?

Başını öne eğdi. Canım sıkılmıştı.

- Peki neden yaptı Cihan?

- Abla! Gönderecek. Gitmem ben. Abla! Acıyor. Cihan gitmesin abla. Ben burda hep… bura güzel hep, benim yerler. Sokak benim, benim taş. Gitmem! Mutsa dövmesin Cihan’ı. Verme, Cihan gitmesin!

- Tamam, sakin ol.

Güneş mutfaktan biraz kekle süt getirmişti. Cihan’ın önüne ufak bir sehpa çektim, yemesini söyledim. Utangaç haliyle yanaştı ama büyük ısırıklarla yedi keki. Çocuğu aç bıraktıkları belliydi. Bu sırada Güneş odasına geçip alt kattaki komşumuz Hüseyin abiyi aramıştı, bin bir özürle durumu anlatmış, akıl danışmıştı. Salonun kapısından bana “Birazdan geliyorlar” diye işaret etti. Cihan daha sakindi, her zamanki yüz ifadesi geri geliyor gibiydi. O sırada kapı çaldı. Cihan kapıyı duyunca oturduğu yere büzüldü, sessizce ağlamaya başladı.

- Abla! Verme Cihan’ı. Döver Mutsa. Bi daha döver. - Merak etme Cihan, bekle burada.

Kapıyı açmaya gittim. Hüseyin abi gelecek diye dalgınlıkla bakmadan açtım kapıyı. Karşımda iki polis vardı. Ne olduğunu anlamadan kapatacak oldum kapıyı, o sırada memurlardan biri “Hanımefendi, bir dakika!” diye seslendi.

- Sokağın başındaki bahçeli evde oturan Mustafa Kirişçi’nin yeğeni kayıpmış, gördünüz mü?

- Mustafa Kirişçi mi? Ha, evet. Yani hayır, görmedim. Nereye kaybolmuş ki?

- Arıyoruz efendim. Bilirsiniz belki, aklı kıtmış çocuğun. Bir şey duyarsanız lütfen bildirin.

- Peki, rahatsız ettik efendim, kusura bakmayın.

- Rica ederim, iyi geceler. Kapıyı kapattım, arkama dönüp Güneş’e ters ters baktım. Hüseyin abi diye polisi aradığını düşündüm önce. Ama onun yüzünde de en az benimki kadar şaşırmış bir ifade vardı. İçeriye

Page 32: Kalemtiras

32

gittim, Cihan koltuğun üzerine büzülmüş, sehpa üzerindeki dergilerden birine sarılmış öylece duruyordu.

- İyi misin, Cihan? - İyi abla. Bak! Anne…

Cebinden bir kâğıt parçası çıkardı önce. Dergiyle yan yana koyup gösterdi. Derginin kapağında bir yirmi yıl öncesinin ünlü şarkıcılarından birinin fotoğrafı vardı. Güneş’le birbirimize bakakalmıştık. Fotoğraftaki kadın Nesibe Teyze’ydi, Cihan’ın annesi. Dergi kapağındaki fotoğrafla birbirine ne çok benziyordu. O an hatırladım, küçükken Nesibe Teyze’ye seni dün akşam televizyonda gördüm dediğimi hatırladım. Katıla katıla gülmüştü, yanağımı okşayarak “O ben değilim canım, ama çok benziyoruz o şarkıcıyla” demişti. Gülümsedim. Cihan fotoğrafı usulca eline aldı, öptü, cebine koydu. Sonra dergiyi kollarına aldı, göğsüne bastırdı, öylece büzüldü olduğu yere. Kapı çaldı yine, bu sefer Güneş kapıyı açmaya gitti. Gelen Hüseyin abiydi bu sefer. Cihan, Hüseyin abiyi görünce ellerine sarıldı onun. Hüseyin abi, çocuğu omuzlarından tutup ayağa kaldırdı.

- Hadi oğlum, bize gidelim de uyuyalım artık. Sabah olsun, düşünürüz. Ablaları rahatsız ettik yeteri kadar.

Usulca kapıya ilerleyip aşağı indiler. Kapıdan çıkarken Cihan utangaç bir tavırla elindeki dergiyi bana vermek için elini uzattı. Yavaşça geri çevirdim elini. Gülümsedi bu sefer, mutlu olduğu anlaşılıyordu. Elini Güneş’e uzattı sonra, özür diler gibi mırıldandı.

- Abla, iyi abla. Kapıyı kapatıp yataklarımıza ilerlemekteydik ki son sessizliği yırtan bir ses duyduk. Hemen balkona attım kendimi, ardımdan Güneş geldi, aşağıya baktık. Bir polis arabası, bir pijama ve atletiyle Mustafa, bağıra çağıra, eliyle Cihan’ı göstere göstere polislere bir şeyler anlatıyordu. Cihan yere çökmüş, bir koluyla Hüseyin abinin bacağına tutunmuş, diğer koluyla dergiyi göğsüne bastırmış, ağlıyordu. Onu öyle görünce dayanamadı Güneş, balkon demirlerinin dibine oturdu, ağlamaya başladı sessizce. Gözlerim dolu dolu olmuştu, ama aşağıda olup biteni duymak için, gerekirse yardım edebilmek için soğukkanlı olmam lazımdı. Kulak kesildim. Mustafa

konuşuyordu.

- Yıllardır dışarıda kuzu, evde canavar bu herif. Evimde cam çerçeve bırakmadı be. Peşine düştük geri getirelim evine, milleti rahatsız etmesin diye, aramadığımız yer kalmadı. Beyefendi yok ortada. Sonra bir çıkıyor ortaya, ne görsem beğenirsin memur abicim? Saklanmış onun bunun evine. Ama yok, ben zapt edemiyorum artık. Bunun gideceği tek yer bakım evi. Zaten onu duydu da öyle kaçtı evden. İllallah dedim yahu.

- Bir nefes al kardeşim iki dakika. Tamam

zaten şimdi oraya gideceğiz. Gel evladım,

Page 33: Kalemtiras

33

gel buraya. Korkma, sana kimse zarar veremez biz varken. Ee, Mustafa efendi, bu yaralar bereler ne peki, nasıl oldu bunlar?

Mustafa pişkin pişkin konuşmaya devam etti.

- Gideceğini duyunca eline ne geçirdiyse sağa sola fırlatmaya başladı, yaralar ondan olacak. Peşinden koştum ama benim yaşım da ilerledi memur abicim, tazı gibi koşup kaçtı. Yetişemedim haliyle. Deli işte adı üstünde, Allahın delisi, evde kalsaydı üstümüze de gelirdi, yapmadığı şey değil.

O sırada Hüseyin abi atıldı. — Ayıp be, ayıp, hiç utanmıyorsun yalan söylemeye değil mi? Bu çocuğun dayak yediği bariz, bir de cam çerçeve diyorsun hala. Tamam, aklı kıt belki ama kuzu gibi çocuktur, herkes bilir mahallede, kaç yıldır buradayız. Onun bunun dediğin insanlar da bu mahallenin çocukları, kötülük mü ediyorlar sana, ayıptır be! Polis bey, bu çocuğu kurtarın bu herifin elinden, yoksa o evden cenazesi çıkacak garibin. Mustafa, sen de kes çeneni, yoksa valla Allah yarattı demem, kimse alamaz elimden. Polis araya girmese kavga çıkacaktı. Cihan’ı yavaşça arabaya bindirip götürdüler. İçeriye girdik, tek kelime konuşmadan. Yattık. Sabaha karşı ancak uyuyabildik. Sabahın öğleye kayan saatlerinde bakkala ekmek almaya indiğimde kapının önünde Cihan’ın dergisini buldum. Kapağı gözyaşlarından ıslanmış, sabah ayazında kurumuş bir yaprak gibiydi. İlk fırsatta Cihan’ı ziyarete gidip ona dergiyi götürmekti niyetim. Dergi elimde yukarıya çıktım. Eve girdiğimde Güneş, Hüseyin abi ve eşi Fikriye abla oturuyordu. Bu buluşmanın sebebinin kötü bir haber olduğu aşikârdı. Hüseyin abi buruk bir sesle konuşmaya başladı.

- Feryal, kızım, bakım evinden kötü bir haber aldık. Bir saat önce Cihan’ı beyin kanamasından kaybetmişiz. Elinde annesinin fotoğrafı varmış. Doktorlar başında darp izleri tespit etmiş. Polise haber vermişler, Mustafa’yı yaka paça içeri alıp sorgulamış polisler. Çocuğa bakım evine götüreceğim deyince ağlamış Cihan biraz. Mustafa da onu ayakkabısıyla dövmüş, kafasına vurdu besbelli. Çocuk canını kurtarmış kurtarmasına ama, kaçarken iki teki de ardından fırlatmış Mustafa olacak cani herif. Camlar kırılmış tabi, dün akşam anlattığı masal buymuş. Aradığımda benle telefonda konuşan doktor “O kadar darbeye iyi bile dayanmış” dedi. Kurtuldu yavrucak güya, ne var ki üzülüyor insan. Başımız sağ olsun.

Beynimden vurulmuşa döndüm. Sokaklardaki özgürlüğünden mahrum kalıp esas özgürlüğe kavuşmuştu demek ki, anacığının yanına gitmişti. Kulağıma Cihan’ın her zaman söylediği ezgi fısıldanır gibi oldu. Hatırladım. Bu, Nesibe teyzeye benzettiğimiz genç sanatçının söylediği ilk şarkıydı. Cihan bebekken annesi ona ilk bu şarkıyı söylemişti belki de. Dergiye sarılıp sessizce büzüldüm oturduğum yere, tıpkı Cihan’ın o gece burada yaptığı gibi, ağladım. ♦

Page 34: Kalemtiras

34

bbbbir viski söyle bakalım…ir viski söyle bakalım…ir viski söyle bakalım…ir viski söyle bakalım… fckfckfckfck

-Eee abi ne yapacağız şimdi?

—Kız üzerine düşeni yaptı oğlum sıra sende!

-.....

—Koçero şimdi bu kız sana baktı değil mi? Sana da bunu belli etti.

—Evet

—Hah şimdi pası sana atmış oluyor. Sana da gol yapmak düşüyor. Sana şimdi işin nasıl yürüdüğünü mü açıklayacağız? Neyse açıklayalım.

—Valla iyi olur.

—Önce kızın nasıl bir olduğunu tahmin etmen gerekli. Sonrası basit zaten. İlki örnek olsun diye beraber yapalım bu işi. Bak mesela kız elinde telefonla oynuyor, sürekli saate bakıyor. Buradan çıkaracağımız sonuç ya erken kalkacak ya da birinden telefon bekliyor. Dua et telefon çalmasın. Hah birinci seçenekse acele etmen gerekli. Fikrini değiştirmek senin elinde sonuçta. İkinci seçenekse beklenen telefonun kendi hemcinsinden olması için yalvarmaya başla. Kendi hemcinsinden değil de bir dallamadansa beklediği telefon, ağlamalara sızlanmalara hazırlan. Tabi bunların hiçbiride olmayabilir takıntılıdır oda sana yaramaz zaten. Sonra kılık kıyafete gelelim. Cenazeye gider gibi simsiyah giyinmiş. Kadınlar eğer hala metalci değillerse kilolarını saklamak istediklerinde böyle giyiniyorlar genelliklede bu siyah bluzların altından korse fırlıyor. Metalciyse zaten işin kolay sarhoş olana kadar ver müzik muhabbetinin gözüne. Yok metalci değilse zayıflığından falan bahset sohbet arasında. Zaten bu cümleleri duymak için o kadar para veriyorlar o elbiselere. Sonra bakalım bakalım. Hah elde yüzük veya izi var mı? Yok. O zaman uzun bir ilişkisi olmamış olduysa bile uzun zaman önceymiş.

-Abi buraya kadarı tamam da. İlk cümleyi kuramıyorum ben ah o cümleyi kursam gerisi gelecek.

-Bırak o kursun o zaman. Klasik numaralar vardır bunun için. Mesela git çarpıver. Zaten seni gördü dönünce de pardon dersin telafi dersin ıh dersin pıh dersin. Bir şeyler söylersin. Sonrası eğer

Page 35: Kalemtiras

35

konuşma yetisi varsa kızın devam eder.

—Olur diyorsun yani.

—Neden olmasın? Diyorum.

—E gidip çarpamam ki ben. Çok belli olur bilerek çarptığım.

—Olmaz. Hadi bakayım sen kızın yanına ben de eve…

—Yok abi ben de senle çıkayım.

—Eh sen bilirsin. Kaçırmayın oğlum böyle fırsatları!

--Can bardan çıktıktan sen de üç ben diyeyim beş saat sonra bizimkilerin evi--

-Ne yaptın lan romantik?

-Abi adam ne dedi ise bir bir çıktı. İndim takip ettim mahallesine kadar. Sitede oturuyorlarmış. Girdim bakkala. Bir sigara bir çakmağa hem kendi hayatını hem mahallenin hayatını anlattı. Sonra kızın adını falanda hep söyledi. Oğlum kız üniversiteliymiş arkadaşlarıyla kalıyormuş falan filan. Yedi sülalesini öğrendim.

-Ben sana demiştim fakat ben bile bu kadarını beklemiyordum.

-Siz ne yaptınız?

-Hiç oturduk sohbet ettik. Eve gitmesi lazımmış kalktı Can Abi.Ben de onla birlikte kalktım.

-Hadi yahu. Keşke bir şeyler öğrenseydin.

-Öğreniriz daha, zaman bitmedi ya. O bu neyse de sen ev sahibiyle konuşacaktın ne oldu.

-Unuttum gitti ne olacak konuşuruz. Dur bak kapı çalıyor. ♦

♦http://fanzin-kalemtiras.blogspot.com/♦