Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

17
E m e ğim iz, bedenimiz, kimliğimiz bizimdir ... Kadınların Kurtuluşu SOSYALİST DEMOKRASİ GAZETESİ ÖZEL SAYI 13 21 KASIM 2012 3 TL CİNSEL ŞİDDET DAVALARI Türkiye’de son yıl- larda hukuk alanın- da kadınlar lehine iyileşmeler olmasına rağmen, cinsel sal- dırı suçlarındaki inatçı dokunulmazlık ve ce- zasızlık sürüyor. Yine devletin şiddet tekelinin pekiştirilmesi ile yüz yüzeyiz. Sf.6 Onlar Rojin, Elif, Gül, Rosa olarak ad- ları üzerinden bir- birini ötelerken; işverenleri adlarını bile bilmiyor, onun için tek sıfatları, adları var ve hitap şekli de bu: KADIN. Sf.12 AKP hükümetinin gebelik fişlemesi bir kadını daha mağdur etti. Tekstil işçisi Nejla Özdemir Cenan, hamile olmadığı ve gebelik testi yaptırmadığı halde, ailesi ve eşine hamile olduğu bildirildi. Uygulama birçok kadını mağdur etmeye de- vam ediyor. Sf.18 ADI: KADIN DİKKAT, FİŞLENEBİLİRSİNİZ! ŞİDDETİNİZLE BARIŞMIYORUZ!

Transcript of Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

Page 1: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

Emeğimiz, bedenimiz, kimliğimiz bizimdir...

Kadınların Kurtuluşu

SOSYALİST DEMOKRASİ

GAZETESİÖZEL SAYI 13

21 KASIM 20123 TL

CİNSEL ŞİDDET DAVALARITürkiye’de son yıl-larda hukuk alanın-da kadınlar lehine

iyileşmeler olmasına rağmen, cinsel sal-dırı suçlarındaki inatçı dokunulmazlık ve ce-zasızlık sürüyor. Yine devletin şiddet tekelinin pekiştirilmesi ile yüz yüzeyiz.

Sf.6

Onlar Rojin, Elif, Gül, Rosa olarak ad-ları üzerinden bir-

birini ötelerken; işverenleri adlarını bile bilmiyor, onun için tek sıfatları, adları var ve

hitap şekli de bu: KADIN.

Sf.12

AKP hükümetinin gebelik fişlemesi bir kadını daha mağdur

etti. Tekstil işçisi Nejla Özdemir Cenan, hamile olmadığı ve gebelik testi yaptırmadığı halde, ailesi ve eşine hamile olduğu bildirildi. Uygulama birçok kadını mağdur etmeye de-vam ediyor.

Sf.18

ADI:KADIN DİKKAT,

FİŞLENEBİLİRSİNİZ!

ŞİDDETİNİZLE BARIŞMIYORUZ!

Page 2: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

zoruyla tecavüze uğrayan ve hamile bırakılan, ar-dından tekrar defalarca tecavüze uğrayan Nevin daha sonra tecavüzcüsünü av tüfeğiyle vurup, kafasını koparıyor ve köy meydanına atıyor. Ha-mileliğinin 5. ayında olan Nevin ne olursa olsun doğurmak istemiyor. Yargı ise Nevin’in tecavüz durumunda yararlanılan kürtaj hakkını kullan-masına izin vermiyor. Ayrıca “rüyasında gördüğü şeyler” sebebiyle ya da “yıldızların uçuşmasıyla” kadınları öldüren ve sonra erkekliklerine zarar gel-diğinden öldürdüğünü söyleyen erkeklere muaz-zam tahrik indirimleri yapılırken Nevin için her-hangi bir indirim düşünülmüyor. Adil koşullarda Nevin’in kürtaj hakkının verilmesi ve yaptığının nefsi müdafaa olduğunun görülmesi gerekir.

Erkek egemen sistemin kadınlara biçtiği rolü kabul etmeyen kadınlar

cezalandırılıyorCezaevleri farklı ya da aynı birçok sebepten tu-

tuklanmış kadınlarla dolu. Bu kadınların hemen hepsi demokratik siyasetin parçalarıyken tutuk-landılar. Öğrenci kadınlar, Kürt kadınlar, Kesk’li kadınlar çoğunluğu oluşturuyor. Bu kadınların hükümet gözündeki gerçek suçu ise evlerine git-mek istemeyişleri, haklarını almak için mücadele etmeleri, erkek alanı olarak görülen politik alanda devrimci safta yer almalarıdır. Sadece içerideki ka-dınlara değil, dışarıda, mecliste kadınların sözcü-sü konumundaki milletvekili kadınlara da saldırıl-makta, hem yargı yoluyla hem de medya yoluyla hedef haline getirilmektedirler. Ama yaşanan pra-tik ise bütün bunların kadınları yıldıramayacağını göstermiştir. Kadınlar içeride ve dışarıda mücade-le etmeye devam ediyor.

Şiddetinizle Barışmıyoruz!Bizler SDP’li kadınlar olarak, bize biçilen roller-

le barışmak istemediğimizi haykırıyoruz. Sokaklar-dan evlere çekilmek, her an ölüm, şiddet tehdidi altında yaşamak istemediğimizi haykırıyoruz. Her gün bir kadın arkadaşımızın yaşamının daha er-kekler tarafından alınmasına “Hayır!” diyoruz. Mücadele ediyoruz, bütün kadınları mücadeleye çağırıyoruz. Savaşa, yoksulluğa, zamlara, tacize, tecavüze, dayağa, cinayete karşı mücadeleye ça-ğırıyoruz. Ve hep beraber tekrarlıyoruz:

Sokakları Terk etmiyoruz!Hep Birlikte

Mücadele Ediyoruz!ŞİDDETİNİZLE BARIŞMIYORUZ!

Yaşamın kadınlar için her geçen gün daha da zorlaştığı bir dünyada yaşıyoruz. Erkek egemen sistemin bizlere biçtiği toplumsal cinsiyet rol-

lerini kabullenmek ve yeniden

üretmekle yükümlü görülüyoruz. Geçirdiğimiz her gün ise kadınların etinden, sütünden yararlanılacak bi-rer canlı olduğu algısının daha fazla yerleştiğini görüyoruz.

Kapitalizmde genel olarak insani yaşam standartlarından çoğunluk için bahsedilemez-ken, kadınlar için çok daha uzak bir ihtimal halini alıyor. Kadınlar neler mi yaşıyor?

Yoksulluk ve savaş en çok kadınları

vuruyor!Elektriğe, suya, doğalgaza,

ulaşıma gelen ama bir türlü maaş-lara gelmeyen zamlar halkı yoksul-laştırıyor. Bu yoksulluğun en büyük yükünü ise kadınlar çekiyor. Kimisi daha fazla güvencesiz işlerde çalış-mak zorunda kalırken, birçok kadın da aile bireylerinin dişinden tırnağın-dan artırdıklarını eşit paylaştırmaya çalışarak, yama yaparak, yeniden kullanarak ailesini geçindirmeye ça-lışıyor.

Kadınlar savaşın hep kaybedeni

Sınırların içerisinde süren savaş-ta da en çok kadınlar zarar görüyor. Şiddet daha fazla meşrulaşıyor, ka-

dınlar savaşın taraflarının özel mülkü olarak görülüyor ve bunun için zarar verilmek istenen tarafın önce kadın-ları vuruluyor. İki tarafın da anneleri yıllardır gözyaşı döküyor. Akan kan en çok kadınların canından can alı-yor.

Bu ülkede kadınlar er-kekler tarafından öldü-

rülüyor, devlet erkeği koruyor!

Kadın cinayetlerinin ardı arkası gelmiyor. Her gün yeni cinayet ha-berleri alıyoruz. Kocası, eski kocası, ağabeyi, babası, oğlu, komşusu, sokaktan geçen herhangi bir erkek tarafından öldürülüyor kadınlar. Ba-zıları ölüme giderken karakollarla başvuruyorlar fakat bütün kapılar yüzlerine kapanıyor, kadınlar ölüme terk ediliyor.

Gülay Armağan da o kadınlar-dan biri. Kocasının ağabeyi Daimi Armağan’ın tecavüzünden sonra Gülay’ın kocasının durumu öğren-mesi sonucu 3 kere karakola gidi-yorlar fakat karakoldan geri gönde-riliyor. Sonuç olarak Gülay Armağan kocası Metin Armağan tarafından baltayla öldürülüyor. Tabi ki deva-mında devlet Metin Armağan’ı ko-ruyor. Katilin ‘erkeklik onurunu ze-delendiği(!)’ için cezada haksız tahrik indirimine gidilmeye çalışılıyor. Maa-lesef Gülay Armağan davası tek de-ğil, böyle birçok dava var.

Bu ülkede kadınlar tecavüze uğruyor, devlet kadını değil

erkeği koruyor!Her gün yeni bir kadının tecavüze

uğradığını duyuyoruz. Üstelik bizim duyduklarımız gerçek rakamların ya-nında devede kulak kalır. Devlet ise bu konuda da kadını korumak adına hiçbir şey yapmıyor. Kadının toplu şekilde, onlarca erkeğin tecavüzüne uğradığı, onlarca erkeğin tecavüz için yardım yataklık yaptığı vakalar-da, devletin, emniyet görevlilerinin de sanık olarak yer aldığı davalardan toplu tahliye kararları çıkıyor. Teca-vüzcüler serbest bırakılıyor. Yeni te-cavüzlerin önü açılıyor.

Erkekler bu kadar korunurken, tecavüze uğrayan kadınlar ya bilerek medya tarafından afişe ediliyor, ya da koruma altına almak adı altında ailelerinden koparılıyor. Saldırgan er-kek uzaklaştırılmıyor.

Tecavüzcüsüne karşı kendisini koruyan kadınlara ise ne olduğunu Nevin örneğinden görebiliriz. Silah

2 3Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012Kasım 2012 | Kadınların Kurtuluşu

BAYORUZ!MIRIS,

siddetinizle,

AKP’NİN 10 YILI:KADINKIRIMIGeçtiğimiz günlerde bü-tün medya, Zonguldak Cumhuriyet Savcısı Veli San’ın, Bülent Ecevit Üniversitesi’nde düzenle-nen Anadolu Adli Bilim-ler Tıp Kongresi’nde yap-tığı, “Türkiye’de ve Batı Karadeniz’de Cinsel Sal-

dırı Suçları ve İstatistikî Bil-giler” konulu sunumu gün-

deme taşıdı. Bu su-numda San, “Türk Ceza Kanunu'nun (Cinsel Doku-nulmazlığa Karşı Suçlar) 102, 103, 104 ve 105. mad-delerine göre işlenen suç-larda 2002'de Türkiye'de dosya sayısı 8 bin 146 iken bu sayı 2011'de 32 bin 988 olmuştur. Yani yüzde 400 civarında bir artış var,” dedi.

Zonguldak’ta da cinsel suçlardaki artışın Türkiye ortalamasıyla aynı olduğu-nu ifade eden Savcı San, “2002’de cinsel saldırı ile ilgili Zonguldak’ta 196 dosya açılırken, 2011’de 342 dosya açılmıştır. Nere-deyse Türkiye ile başa baş gitmiştir. Sinop’ta 2002’de 40, 2011’de 157 dosya, Karabük’te 2002’de 50,

2011’de 155, Bartın’da 2002’de 22, 2011’de 94, Kastamonu’da 2002’de 74, 2011’de 208 dosya açılmış-tır," diyerek ortaya serdi çirkinleşen tabloyu. Yine başka bir araştırmaya göre de erkekler Eylül’de 13 ka-dın öldürdü, 12 kadın ve iki erkek çocuğa tecavüz etti, 16 kadını yaraladı, 9 kadını taciz etti. Kocasın-dan şiddet gören üç kadın intihar etti. Bunlardan ikisi tecavüzcüleriyle evlendiril-mişti.

Tüm bu istatistikler sade-ce rakam değil ve de bu rakamların son on yılda artması tesadüf değil. Bu rakamların gittikçe artan bir seyir izlemesinin AKP iktidarının muhafazakâr çizgisiyle kuvvetli bir bağı-nın olduğunu inkâr etmek, gerçeğe, bilime ve yaşama ters düşecektir. AKP İLERİ DEMOKRASİSİYLE birlik-

te kadına daha fazla yok-sulluk, daha fazla şiddet, daha fazla savaş ve daha fazla ölüm getirmiştir.

Gözleri sımsıkı bağlı, elin-deki terazisi de gittikçe bozulan adalet ise bu ra-kamların artmasından en az hükümet kadar sorum-lu. Vicdanları hâlâ sızlatan N.Ç. davası sadece bir ör-nek. Örnekleri çoğaltmak ise maalesef çok kolay. Anayasası ERKEK olan bir ülkenin mahkemeleri de her olayda ERKeklik ispa-tında... Suç oranı artıyor ama bu suçlar cezasız kalı-yor. Cezasız kalan her suç başka bir suça davetiye çı-karıyor...

AKP’nin 10 yıldır yürüttü-ğü kadın politikalarıyla, başbakanın söylemleriyle, şiddet gören, kaybettiği-miz kadınlarla durum ye-terince ortada...

Page 3: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

Yolunuz bir gün Avcılar’a düşerse, olur ya bir de Denizköşkler sahilinin oralarda turlamayı düşünürseniz, bu yazı sizi koca bir pankart olmuş bir şekilde bir apartmanın balkonundan kibirle selamlayabilir. Bu pankartın yanı sıra, eğer Cumartesi günleri o bölgeye gitmeyi kararlaştırırsanız, emekli bir savcının arkasına takılan bir güruhtan “İnsan bile değiller”, “Namus için öldürür, canımızı veririz” sloganlarını duymanız da olası. Peki, kim bu insan bile olmayanlar, kim bu ahlaksızlar(!)

Avcılar Meis Sitesi’nde geçen hafta sosyal medyaya düşen bir linç girişimi haberi vardı. Bu sitede uzun yıllardan beri ikamet eden translardan şimdi rahatsız olmayı akıl eden bir grup, transların bu apartmandan çıkıp gitmesini istemekte, bunu sağlamak adına da pankartta yazdığı üzere sadece apartman ve ya çevre binada oturanlarla yetinmeyip, Avcılar’da Merkez Cami önünde başlayacak, halkı ahlaksızlığa(!) karşı birlik ve beraberliğe davet eden bir eylem örgütlemişlerdir. Hedefi de dağıttıkları bildiride gayet açık: “Aile yaşantımıza uygun olmayan ahlak anlayışı”! Eylem boyunca ahlakla yatıp, ahlakla kalkıyoruz maşallah(!). Bu süreç de hedef gösterilen transların evlerinin mühürlenmesi ve onların sokağa atılmasıyla sonuçlandı. Tüm bunları gördükçe insan şunları sormadan duramıyor. Nasıl bir aile ahlakından oluşuyor ki bu sistem, daha dün genç bir kadın evi basılmak suretiyle tecavüz edilip öldürülüyor! Nasıl bir aile ahlakını pompalıyor ki bu sistem, taciz o kadar yaygın bir hal alıyor ki, kadının sokağa adımını attığı an

tacize uğrayacağının kabul edilmesi normalleştiriliyor! Nasıl bir aile ahlakına sahip ki bu devletin yargısı, 13 yaşında tecavüze uğrayan bir çocuğun “rızasını” öngörüp, bütün tecavüzcülerini serbest bırakabiliyor! Neyin ahlakına sahip bu devletin emniyeti, tecavüzü yıllarca bir işkence aracı olarak kullanıyor, üstelik bunu işkence aracı olarak kullandığı tescilli olan bir insanı emniyet müdürü yapabiliyor! Neyin ahlakına sahip ki bu düzen, translara seks işçiliğinden başka bir çalışma alanı bırakmayıp, üstelik bu seks işçileriyle bizzat kendisi birlikte olup, üstüne “Burada fuhuş var, defolun” deme ikiyüzlülüğü utanmadan sıkılmadan gösterebiliyor! Sadece cinsel kimliği kendisinden farklılık gösterdiği için, türlü işkenceler sonucunda hiç gözünü kırpmadan bir trans kadını öldürüp, toplumun o temiz(!) ahlakının meşruluğunda ellerindeki kandan sıyrılabiliyor! Yani, gördüğümüz üzere, namus dedikleri şey bir cinsel kimliğin diğer cinsel kimliği ezip, sömürüp üzerinde her türlü şiddet ve baskı araçlarını kullanmasından başka bir anlam taşımıyor. Ve işin en kötüsü de aslında heteroseksizme kul olup, insan olmayı bir türlü beceremeyenler, uğruna can bile verecekleri bu kirli ahlakları için nefret cinayeti işlemekte bir beis görmüyor, bu katliamları kutsamaktan da geri durmuyorlar! Nasıl olsa dedikleri gibi, at onların, silah onların, avrat onların ama namus belasına döktükleri kan bizlerin!

Tüm bunların yanı sıra, Meis davasını biraz eşelediğimiz de aslında, meselenin esas çıkış sebebinin ne idüğü belirsiz dedikleri, aslında ismi de cismi de gayet belli olan trans kadınların “fuhuş iddiası” sebebiyle çevreye verdikleri zarardan

değil, depremden etkilenen bu binanın depremin etkilerinin unutulması, belirli çevre düzenlemeleri yapılması sonucunda fiyatının artmasından başka bir şey olmadığından meydana geldiğini öğreniyoruz. Tabi bu noktada, homofobi ve transfobinin toplumdaki yaygınlığı düşünüldüğünde, rant kaygılarını bu noktada meşrulaştırmakta da hiç zorluk çekmiyorlar. Fakat bu güruhun unuttuğu ve bizlerin hatırlatması gereken çok önemli bir nokta var: Evet, heteroseksist-patriarkal sistem tarafından pompalanan namus anlayışının meşruluğu ortada, ama bu bizlerin; kadınların, LGBT’lerin mücadele dirençlerini sonlandıracağı ve her türlü mücadelenin yolunu tıkayacağı anlamına gelmez! Sistemin büyüklüğü, bizim onun karşısında mutlak surette yenilgide olduğumuzu belirtmez. Doğru dayanışma kanalları ve mücadele yöntemleri örüldüğü ve örgütlendiğinde ama kısa ama uzun erimli, namusun kendisi bizi yemeden bizim onu yeneceğimiz bir zaferin gelmemesi için hiçbir sebep yok!

Ve bu sebepten, “hep beraber” bağırıyoruz: TRANSIZ, BURADAYIZ, ALIŞIN, ALIŞIN, GİTMİYORUZ!

4 5

TRANSIZ, BURADAYIZ; ALIŞIN, GİTMİYORUZ!“Ne idüğü belirsiz insanların sitemize gelip gitmesinden, sitemizdeki aileler ve çevre

bina sakinleri rahatsız olmakta. Gelip giden bu ahlaksızlıklara göz yumanlar site sakinleri ve çevre bina sakinleri tarafından

kınanmaktadır.”

FETHİYE DAVASI, UTANÇ DAVASI OLDU

Fethiye Adliyesi’nde görülmekte olan toplu tecavüz davası, 7. duruşmasında karara bağlandı. Altısı yetişkin, ikisi suça sürüklenen çocuklardan oluşan sanıkların hepsi beraat etti. Karar temyize gitti.

Duruşmanın ardından tecavüze uğrayan kadının avukatlarının yaptığı basın açıklamasında şu ifadelere yer verildi:

“Soruşturma başından itibaren özensiz bir şekilde yürütülüyor. Bu suçun ortaya çıkarılmasının hedeflenmediği açık. Dava zaten olağanüstü yargı yolları sayesinde, AİHM’e başvurulduktan sonra açılabildi. Bir önceki duruşmada savcı delil yetersizliğine istinaden beraat konusunda mütalaa vermişti. Bu duruşmada da sanık vekilleri, sanıkların tecavüzü gerçekleştirmediğini, hatta bu dosyada bir tecavüz olmadığını, müvekkilimizin kurgusundan ibaret bir senaryo olduğunu ve asıl mağdurların kendi müvekkilleri olduğunu söyleyerek savunmalarını yaptılar. Bu dava müvekkilimize karşı oluşturulan önyargı ağı içinde yürüdü. Cinsel şiddet suçlarında kadının beyanı esas alınarak yargılamanın yürütülmesi gerekir. Bu suçlar kapalı alan suçlarıdır ve tanıkları olabilecek suçlar değildir. Bu nedenle tecavüz suçlarında kadının beyanı esas alınmalıdır. Ancak bunun aksi karşı tarafça ispatlanabiliyorsa tartışılabilir.”

SAKARYA DAVASISakarya’da 14 yaşındaki Ö.C.’ye

aralarında iki polis müdürünün de bulunduğu 34 kişinin cinsel istismarda bulunduğu “Utanç davası”nın 2. duruşması 22 Kasım’da yapılacak.

Ö.Ç. davasında 34 sanık var. Sekiz yetişkin sanıktan ikisi, üst düzey polis yetkilileri. Geriye kalan 26 sanık ise 18 yaşından küçük. Buna rağmen davada tüm sanıklar bir arada yargılanıyor. Böylece çocuklara yönelik koruma tedbirlerinden yetişkinler de faydalanıyor.

Sanıklar arasında bulunan kamu görevlileriyle ilgili olarak hiçbir idari soruşturma bulunmuyor. Sanıklardan 4. sınıf emniyet müdürü N.Ş.’nin serbest bırakılmasının sağlandığı ve kaçmasına göz yumulduğu yönünde iddialar var.

İlk duruşmada sanıklar için, “Cebir kullanarak cinsel saldırıda

bulunmak, çocuğun nitelikli cinsel istismarı, kişiyi hürriyetten yoksun bırakmak, mağdurun beden ve ruh sağlığını bozacak şekilde çocuğa cinsel istismar” suçlarından açılan 3 dosyanın da birleştirilmesine karar verilmişti. Duruşmaya olay sonrasında koruma altına alınan 14 yaşındaki Ö.C. katılmadı, mahkemede sosyal uzmanlar tarafından alınan videosu izlendi.

Sakarya Cumhuriyet Savcılığı tarafından hazırlanan ve Sakarya Ağır Ceza Mahkemesi tarafından kabul edilen iddianamede, yurtdışına kaçan polis müdürü N.Ş. hakkında, “Çocuğun basit cinsel istismarı, zincirleme çocuğun nitelikli basit istismarı ve kişiyi hürriyetinden yoksun bırakma” gibi suçlardan 60 yıl kadar hapis cezası istendi. Diğer polis müdürü E.T. için de “Zincirleme çocuğun cinsel istismarı, nitelikli hürriyetten yoksun bırakma” suçlarından 30 yıla kadar hapis cezası talep ediliyor. Diğer sanıklar için ise “Çocuğun nitelikli cinsel istismarı, kişiyi hürriyetten yoksun bırakmak, cebir kullanarak cinsel saldırıda bulunmak” suçlarından ayrı ayrı olmak üzere 20 yıl ile 35 yıl arasında hapis cezaları talep ediliyor.

NECLA YILDIZİki yıl önce kızının eski erkek

arkadaşı Gazi Baltacı tarafından sokak ortasında öldürülen adliye çalışanı ve BES İşyeri Temsilcisi Nejla Yıldız cinayeti davası sürüyor. Daha önceki duruşmada sanık Gazi Baltacı kadın avukatlar içeri girerken “Ne yapıyorsunuz gız?” diyerek mahkemede şov yapmaya çalışmıştı. Mahkeme heyetinin “İstanbul’a gittin mi?” sorusuna sanık Gazi Baltacı, “Komutanım ben Edirne Keşan’dan getirildim. Beni burada çok tuttunuz, Keşan’a gitmek istiyorum” diye yanıt vererek mahkeme heyetini cezai ehliyeti olmadığını yönünde etkilemeye çalışmıştı.

Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı da davaya müdahil olmayı talep etmiş, talepte “Bakanlığımız da bu cinayetten zarar görmüştür. Müdahil olmak istiyoruz” denilmişti. Müdahil avukatları “Bu cinayeti engellemekte yükümlü olan kurumlardan biri olan bu kurumun böyle bir talebi kabul edilemez” diyerek talebe itiraz etmişlerdi.

9 ay başlatılmayan davada, sanık Gazi Baltacı adli tıptan rapor istemek konusunda diretmişti. Öldürülen Nejla Yıldız ve ailesinin

avukatları ise, bu talebin sadece davayı uzatmaya yarayacağına dikkat çekerek, adli tıptan gelecek raporun beklenmemesi gerektiğini, katil zanlısının akli durumunun yerinde olduğunun ortada olduğunu vurguladı. İstanbul Adli Tıp Kurumu’ndan gelen rapor ile Baltacı’nın akli durumunun yerinde olduğu kesinleşti. Mütalaada, sanığın kasten öldürme suçundan cezalandırılması istendi ve sanığın maktul ile konuşmaya bıçak ve tabancayla gitmesi nedeniyle “tasarlayarak öldürme” suçundan ağırlaştırılmış müebbet hapis ile cezalandırılması talep edildi. Dava devam ediyor, kadınlar takipte.

CANDAN DUMRULFethiye’deki toplu tecavüz

davasında sanıkların avukatlığını yapan Muğla Barosu Başkanı Mustafa İlker Gürkan’ı protesto eden Avukat Candan Dumrul, kendisine soruşturma açan Ankara Barosu’na savunma verirken, Ankara Kadın Platformu da Baro önündeydi.

Ankara Barosu’nun düzenlemiş olduğu Uluslararası Hukuk Kurultayı’na Muğla Barosu Başkanı Gürkan “Hukukun Üstünlüğü ve Direnme Hakkı”nı konuşmak üzere davet edilmişti. Ankara Kadın Platformu, Baro’dan “İnsan hakları ihlallerinin de konuşulduğu bu oturumda en son konuşma hakkının ona ait olduğunu düşünüyoruz” diyerek Gürkan’ı konuşmacı listesinden çıkarmasını istemişti. Gürkan’ın listeden çıkarılmaması üzerine Platform üyeleri “Mağdur kadının insan haklarını ihlal ettiğini” belirterek Gürkan’ı kurultayda protesto etti. Metni de Avukat Candan Dumrul okudu. Gürkan’ın şikayeti üzerine Ankara Barosu Dumrul’a bir soruşturma açtı. Bu esnada Fethiye davasının sanıkları beraat etti. Dumrul’u savunan avukatlar Disiplin Kurulu odasına sığmadığı için ileriki günlerde tekrar

savunma için toplanılacak.

GÜLAY ARMAĞAN3 Aralık 2011 tarihinde eşi Gülay

Armağan’ı baltayla öldüren Metin Armağan’ın yargılanmasına 22 Kasım 2012 günü devam edilecek.

Metin Armağan şu an tutuklu. Savcı birçok kadın cinayeti davasında olduğu gibi, Türk Ceza Kanunu’nun 29/1 maddesinin de uygulanmasını istiyor. Yani kadın cinayetlerinde, katil erkeklerin imdadına koşan haksız tahrik indirimi ile yine karşı karşıyayız. Hem bu davada “haksız tahrik”le mücadele etmek hem de yargı sisteminin bu cinsiyetçi ve vicdana sığmayan uygulamasını ortadan kaldırmak için ses çıkarmak durumundayız. Çünkü mahkeme kararlarının zemininde cinsiyetçi sistem yer alıyor. Sistem, bir erkeği kurtarmak için harekete geçtiğinde, karakollardan hastanelere, yüksek yargıdan adalet teşkilatının tüm birimlerine kadar, siyasetçiler de dâhil olmak üzere, bütün mekanizmalar tüm gücüyle erkek saldırganı kurtarmak için işliyor. Bizleri öldüren, tecavüz eden erkekler ‘haksız tahrik’ indirimleriyle devlet tarafından korunuyor. Yaşadıklarımız bize gösterdi ki kadınların takip ettiği davalarda erkek yargı istediği gibi davranamıyor, onların erkek dayanışmasını engelleyip kadın lehine kararlar çıkartabiliyoruz. Bu yüzden kadına yönelik şiddet ve cinayet davalarının sonuna kadar takipçisi olacağız, katil erkeklerin, tecavüzcülerin peşlerini bırakmayacağız.

Gülay Armağan’ın davası hepimizin davasıdır. Bu davanın takipçisiyiz. Kadın katillerinin peşindeyiz. Haksız tahrik uygulaması hem bu davadan hem de tüm yargı sisteminden silinmek zorundadır. O zaman bir adım atmış olacak ve atacağımız diğer adımlar için güç kazanacağız.

PEŞİNİ BIRAKMADIKLARIMIZ...

13 Ekim Cumartesi günü, manşetlerde 20 yaşında bir üniversite öğ-rencisi kadının fotoğrafı. Yanında Twitter hesabın-da yazdığı doğum günü mesajının magazinleşti-rilmiş “flaş” hali.

Kadına yönelik şidde-tin bir vahşetiyle daha karşılaştık, bu sefer baş-ka bir kadın, başka bir öyküyle. Fatmanur üni-versiteden arkadaşıyla yeni taşındıkları evle-rinde internet bağlattığı C.K. tarafından bir süre taciz edilmiş, ardından evinde ağzı ve elleri koli bandıyla kapatılmış bir şekilde ölü bulundu. İz-

lenen kamera görüntüle-rinden C.K.’nın “müthiş” rahatlığını, sigara içip stresini attıktan sonra ya-rım kalan işini bitirmek için tekrar eve girmesini ve planını tam da istediği gibi nasıl gerçekleştirdi-ğini görebiliyoruz. Yaka-landıktan sonra cinayeti itiraf eden ancak cinayet anını hatırlamadığını id-dia eden katil için yeni bir ağır tahrik indirimi ve pişmanlık yasası devreye girecektir muhtemelen.

Evet, bu olayda erkek

şiddeti tarafından katle-dilen kadın arkadaşımız “gecenin bir vakti dışarı-da” değil, kendi evinde. Üstelik “açık saçık” da giyinmemiş ama mutlaka vardır bir tahriki yetkili-lerimizce, Adli Tıp Kuru-mu ve yargının C.K. için vardır bir çalışması.

Her gün farklı isimler, farklı yerler ama kadına yönelik şiddet sınır ta-nımıyor, engellemek bir yana tahrik indirimleri, akıl sağlığı bozukluğu gibi ayarlamalarla teşvik

ediliyor. Bu suç “cinayet-ler abartılıyor” diyen Er-doğan ve tebaasının, her seferinde cezayı kadına biçen erkek adaletindir. Rakamlar sadece sayı gösterir, yaşanmamış ha-yatlar, hayaller, emek, duygular ve istekleri gös-termez ki o haliyle bile çok ürkütücü kadın cina-yetlerinin rakamsal ifade-si. Kadına yönelik şiddet ve kadın cinayetleri bizim için abartılmaması gere-ken rakamlar değildir, kadınların ellerinden alı-nan hayatları, hayalleri,

kimliği ve bedeni, kadın özgürlüğü ve mücadele-sidir. Biz kadınlar bugü-ne kadar kadına yönelik şiddetin peşini bırakma-dık ve bırakmayacağız. Hepsini suçlular cezalan-dırılıncaya, sokaklar bi-zim oluncaya kadar takip edeceğiz. Şiddeti akla-maya çalışanlar, katilleri koruyanlar ve şiddetin her türlü uygulayıcıları boyalarımızdan, balonla-rımızdan, taşlarımızdan mutlak nasibini alacaktır. Kadınların sesi sesleri-mizde çoğalsın.

FATMANUR’UN KATİLİ KİM?

Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012Kasım 2012 | Kadınların Kurtuluşu

Page 4: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

6 7

Türkiye’de son yıllarda hukuk alanında kadınlar lehine iyileşmeler olmasına rağmen, cinsel saldırı suçlarındaki inatçı dokunulmazlık ve cezasızlık sü-rüyor. Devlet kendine ayırdığı zor tekelinin uzan-tısı saydığı yaşam hakkı ihlallerinde, yani kadın cinayetlerinde bir nebze olsun cezalandırıcı iken, cinsel saldırı davaları birbiri ardına tahliyelerle, beraatlarla sonuçlanıyor. Hele bir de failin devlet güçleri olduğu vakalarda hukukun kırıntısına bile rastlanamıyor. Burada yine devletin şiddet tekeli-nin pekiştirilmesi ile yüz yüzeyiz.

Kadın cinayetleri ile cinsel saldırı davalarının akı-beti arasındaki fark, irdelenmeye, açıklanmaya muhtaç bir durum.

Belirttiğimiz gibi, dev-let, yaşam hakkının ih-lalini, şiddet tekelinin uzantısı olarak kendisine özel bir lüks/hak saymakta. Erkek egemen sistem, yaşam hakkının ihlal edilebilirliği açısından şiddet tekelinin devlete özel kalması, kitleselleşmemesi noktasında hassas davranmak-ta. Ancak iş cinsel sal-dırıya geldiğinde işler değişiyor.

Cinsel şiddet, erkek egemen sistemde devlet ile erkekler arasın-daki örtülü bir uzlaşı noktası. Cinsel tu-tum ve davranış-lar noktasında “namus” adı al-tında en yüksek perdeden sözde “erkek ahlakı” propagan-da edilirken, kapalı kapılar ardında, erkekliğin açık çek-leri kullandırılır.

Bu durumu Kürtlere yönelik linç-lerle karşılaştırabiliriz. Şiddet tekeli, şovenizmin sürdürülebilir olması, yeni-den üretilmesi için kitleselleştirilmekte. Toplu linçlerle Türklere “erk” olmanın gücü tattırılarak şovenizm zerk edilirken, cinsel saldırıyla da erkeğe cins olarak üstün olmanın erki, bir başka şovenizm zerk edilmekte.

Erkek egemen sistem, topluma sirayet edebil-mek, erkeklerin cins olarak üstünlüğünü sürdü-rebilmek için erkek egemen tahakkümü yaygın-laştırmak, erkeklere dağıtmak zorundadır. Cinsel saldırı suçlarında gördüğümüz işte bu tahakkü-mün kitleselleşmesi, davalardaki sonuçlar ise er-kek egemen sistemin erkekliğe yazdığı açık çekle-rin kullandırılmasıdır.

Yine kadın cinayeti davalarında işin içine “na-mus” girdiğinde, erkek egemen sistemin şiddet tekelini “kendinden zuhur” mantığıyla uygulamak sistem tarafından “hafifletici neden”, “haksız-ağır

tahrik” gerekçelendirmeleriyle hoş görülmekte, cezasızlık, en azından indirim söz konusu olmak-tadır. Cezalandırmaya ancak “namus” kutucuğu boş ise rastlanabilmektedir.

Sistem “sürüne sürüne erkeklik” gerçeğinin üstünü, erkeğin erkini, cins olarak üstünlüğünü cinsel saldırıyla yaşatmasına izin vererek örtüyor. Sürüne sürüne erkeklik, “kadın da olsa çocuk da olsa” cinsel saldırı ile karşısına alarak kendini erkin parçası olarak hissediyor, sistemle uzlaşıp suç or-tağı olarak dahil oluyor.

Cinsel saldırı karşısında kadınların dayanışması

Toplumsal ikiyüzlülüğün en çıplak alanı kadına dö-

nük şiddettir herhalde. Kut-sal ailenin, yüce devletin, uğruna ölünüp öldürülen namusun kapı duvar olduğu yer şiddete uğra-

yan kadın ve terk edil-diği yalnızlıktır. Her gün onlarca örneği-

nin medyada yer bul-masının önemi yoktur,

şiddete uğrayanın kardeşin, annen, kızın ya da komşun olmasının, her şeyin gözü-nün önünde gerçekleşme-sinin önemi yoktur, yaşa-

dığı onca şeyden sonra seni resmi makam sayıp karşına gel-mesinin de önemi yoktur; gelen-ya-şayan-anlatan ka-dındır; anlattıkları bildiğin her şeyi alt üst edecek kadar kötü, bu-laşmak isteme-

yeceğin kadar bü-yüktür; yok saymak çok zorsa suçlamak

o kadar kolaydır.

Kadınların neler yaşadığı iş sı-ralamaya geldiğinde çoğu insan

tarafından sıralanması o kadar zor başlıklar oluşturmaz; hemen herkes dayak-taciz-tecavüz diye başlayan bir sıralamayı psikolojik şiddet türle-rine kadar anlatabilir; toplumda bunların yaşandı-ğını dillendirebilir. Ama kendisinin yaşadıklarının şiddet olduğunu söylemek, çoğu kadın için ömrü boyunca hiç dillendirilemeyecek kadar zordur. Bunun aşılması, toplumsal cinsiyetin kadına ve er-keğe biçtiği rollerin sorgulanması, yaşadıklarının erkeklikle ilgili olduğunun adının konulabilmesi ve buna karşı direnecek iradenin oluşabilmesi gibi kadınlar için çoğu zaman oldukça zorlu kararla-rı gerekli kılar. Buna karşın, aileyi korumak, suçu kendinde aramak ya da bir şekilde yaşadıklarının adını koysa da erkeği kendinden güçlü görerek ondan kurtulamayacağını düşünmek öğrenilmiş-liklere daha uygundur.

Bildiğimiz rakamların, rakamlara dökülmeyenle-rin yanında komik kalması bu yüzdendir. Yapılan

anketlerde her dört kadından üçünün hayatında en az bir kez taciz-tecavüz tehlikesi ile yüz yüze kaldığı; ya da Türkiye de kadınların yarısının şid-dete maruz kaldığı verilenirken; bunları yaşayan-ların sanki gerçekte var olmayan/başka kadınlar-mış gibi uzak algılanabilmesi; resmi rakamlara hiç girmemesi, “haber olan” örneklerde kadınların yaşadıklarının magazinden öteye ilgi bulamama-sı; iş hukuksal bir sürece girdiğinde ise tek bir va-kanın bile dile getirilebilmesi için hem birey olarak kadının kendisinin hem de bunun takipçisi olan diğer kadınların pek çok zorluğu aşmasını gerek-tirmesi, tüm bunlar aşılsa bile erkeğin korunması, ataerkilliğin kadınlar üzerinde kurduğu cendere-nin sarmallarıdır.

Sarmalın en önemli boyutu ise, kadının yalnız bırakılmasıdır. Kadına inanmayan; inansa da des-tek olmayanlar anne-baba-kardeş-çocuk-akraba-komşu-polis-hâkim-avukat-sosyal güvenlik uzma-nı ile başlayan koca bir liste olarak uzanır; eğer ortada bir kadın örgütü yoksa zaten bu kişilerden başka da medet umulabilecek pek bir kapı yoktur ortada.

Kadın mücadelesinin/kadın örgütlerinin belki de en önemli rolü, yalnızlık kıskacının aşılmasıdır bu nedenle. Herkesin yüz çevirmeye, hadi istekli demeyelim de meyilli olduğu yerde, kadın müca-delesinin kazanımları kadınları ayakta tutabilecek tek daldır. Bu, kadına haklarını anlatan bir bildiri, bunları tek yaşayan sen değilsin diyen bir kitap, bir sığınma evi, ücretsiz avukat, yaşadıklarını aş-masını sağlayan psikolojik destek, davaya yapı-lan müdahillik başvurusu, erkek hukukunu teşhir eden bir eylem ya da cenazesini kimsenin kaldır-madığı bir kadınının cenazesini kaldıran başka ka-dınlar olabilir.

Bütün bunlar kadınların mücadelesi ve dene-yimi ile sabittir: NÇ, Fethiye, ÖÇ; hepsi içlerinde kamu görevlilerinin de olduğu toplu tecavüz da-valarının mağdurları. Tecavüze uğradığında NÇ 13, ÖÇ 14 yaşında. NÇ ve Fethiye davaları erke-ğin korunduğu utanç davaları olarak sonlandı, ÖÇ davası halen sürüyor.

Cafiye Kaya, Rengiye Mengi, Gülay Armağan, Emine Yayla… Erkekler tarafından öldürülen ka-dınlar; Adalet Bakanlığı verileri 2009 yılında 1126; 2010’da 337, 2011’de 160 kadınının öldürüldü-ğünü söylüyor, 2012 yılının ilk altı ayında öldü-rülen kadın sayısı ise 92. Bu kadınların birçoğu koruma talep ettikleri halde, hatta sözde koruma altındayken öldürüldü.

İsmi “çocuk gelinler” olarak geçen binlerce ka-dın. Sayısı bilenmeyen taciz ve tecavüz. Sayısı bi-linmeyen fiziksel/psikolojik şiddet vakaları.

Bu 25 Kasım’da da kadınlar gerçeğe çağrı yapa-cak. Alanlarda, gerçek o sizin anlattığınız kutsal aile değil, yüce devlet adaleti, ulu namus anla-yışınız değil diyecek. Yaşadıklarından çıkardıkları derslerle hakları olanı koruyacak ve evet, daha fazlasını isteyecek. Kürtajın hak olduğunu, bede-ninin ve emeğinin üzerinde sadece kendisinin söz sahibi olabileceğini dile getirecek. Erkek devlet şiddetine karşı yalnızlaşmamak için kadın müca-delesini yine kadınlar büyütecek.

ERKEK EGEMENLİĞİN KIRMIZI ÇİZGİSİ: CİNSEL ŞİDDET DAVALARI

Seçil ŞenSDP’nin 10. kuruluş yılında SDP’li kadınlar ola-

rak, 10 yıllık bir örgütlenme ve mücadelenin biri-kimiyle 5. Kadın Konferansı’nı gerçekleştirdik. Bu 10 yıl süresince gerek örgütsel, gerekse de politik deneyimlerimizle kadın kurtuluş mücadelesinin önemli öznelerinden biri olmayı başardık. Bu de-neyimleri hem olumlu hem de olumsuz anlamda ele alabiliriz. Cinsiyetçilikle mücadele politik ve ör-gütsel hayatımızın hep en merkezinde yer alagel-di. Erkek egemen bir toplumda yaşayan ve bun-dan nasibini almış bir karma kurumda mücadele eden kadınlar olarak, gerek parti dışında gerekse parti içinde cinsiyetçilikle mücadele yürütmemiz-den daha doğal bir şey olamaz.

Bir karma kurum olması dolayısıyla kadınlar ve erkekler olarak birlikte ortak bir mücadele yürü-tüyoruz. SDP bu ortak emeğin ürünüdür. Bu 10 yıllık sürede SDP’li kadınlar bir yandan partimizin genel mücadele pratiğini yürütürken diğer yan-dan da cinsiyetçilikle mücadele etmiştir. Geride bıraktığımız 4 kadın konferansının da en fazla yer tutan gündemlerinin başında cinsiyetçilikle müca-dele gelmiştir. Her konferans döneminde cinsiyet-çiliği geriletmek adına önemli adımlar atılmış ve kararlar alınmıştır. Bunlar tüzüğümüz gereği parti kararı haline gelmiştir. Bununla birlikte kurulduğu 2002’den bugüne partimizde birçok cinsiyetçi uy-gulamalar tecrübe edilmiştir. En örgütlü olduğu-muz dönemde dahi bu sorunu yaşamaya devam ettiğimiz bilinen bir gerçektir.

Cinsiyetçiliğe dair çok önemli badireler atlattık. Bunlar bu konferansa katılan büyük bir bileşen açısından bizzat deneyimlenmiş olmakla beraber bir kesim açısından ise bilinmemekte ya da sözlü aktarım düzeyinde bilinmektedir. Bu 10 yıllık süre-nin en yakıcı cinsiyetçilik deneyimleri bir kez daha tartışılıp irdelenmedikçe halen yaşamaya devam ettiğimiz cinsiyetçi uygulamalara dair alacağımız pozisyon da sağlıklı olmaz. Ki bunların başında yalnızca bize değil bizim dışımızdaki kadın örgüt-lenmelerine de ders niteliği taşıyan 2007 krizi gel-mektedir.

Bir grup kadın olarak bu 10 yıllık süreci kadın kampımızda tartıştık ve kadın konferansında daha derinlemesine tartışmamızın önemli olduğuna dair ortaklaştık. Kamptaki tartışmamızda kadın-ların daha önce de bu süreci etraflıca ele alarak kendilerini sorgulayıp özeleştirel süzgeçten geçir-diği halde erkeklerin kendi paylarına düşen de-vasa boyutu gerçek anlamda ele alıp kendilerini sorguladıkları kanısında olmadığımızı belirtmiştik. Bilinmesi gerekir ki özeleştiri süreci de kadınların başlattığı bir süreç olmuş, bu bağlamda partinin önünü açıcı genel özeleştirel kararların alınmasına dair zorlayıcı olmuştur. Özeleştiri ortak kararımız-dır ancak birçok kararımız gibi erkeklerce ne denli içselleştirildiği, ne denli kendi erkekliklerini sorgu-lattığı tartışmaya açıktır.

Oysa ki partimizin programı, tüzüğü, kongre kararları bir bütündür ve birini ya da bir kısmını yok saymak partiyi yok saymaktır. Hatırlamak adı-na en basitinden birkaç madde:

1- Partimiz kendi içinde ve dışında cinsiyet-çilikle mücadele eder,

2- Parti içinde her türlü cinsiyetçilik teşhir edilir,

3- Cinsiyetçilikle mücadele sadece kadınla-rın değil erkeklerin de görevidir,

4- 2. Kadın Konferansı’ndaki “kadına yöne-lik şiddet” kararı ve 4. Kadın Konferansı’nda

ona yapılan ek,

5- Kadın örgütlenmemiz bir bütündür, bü-tün alanları keser. Kadın koordinasyonlarımı-zın hangi alandan olursa olsun istediği kadın-

la izin almaksızın görüşme yetkisi vardır,

6- Kadına yönelik her türlü şiddet öncelikle kadın koordinasyonlarımıza, yoksa merke-zi kadın koordinasyonuna iletilir. Yerelde,

gençlik içinde çözmek vb. gibi bir uygulama yoktur.

7- YETMİYORSA YENİLERİNİ GETİRMEK Bİ-ZİM İÇİN ZOR DEĞİL…

Tam bu noktada “Sorunun kendisinin program, tüzük veya kararlarımız olmadığı; tersine, bunla-rın bilinmiyor olması ya da bile bile uygulanmıyor olduğu” tespitini yapmak gerekiyor. Belki de bir içselleştirmeme sorunuyla yüz yüzeyiz. Buna çö-züm üretmek sadece kadınların değil tüm parti-nin, yani erkeklerin de görevi olmalı.

Konunun bir başka boyutu, “Biz kadınlar bu an-lattığımız zaaflarda pay sahibi miyiz?” sorusudur. Evet, payımıza düşen tarafları var. Bunun başında da kadınlar olarak

- Örgütsüzlüğümüz,

- Kazanımlarımıza en başta bizim sahip çık-mıyor olmamız,

- Olaylar karşısında örgütlü gücümüze değil bireysel tepkiye ya da çözüme başvurmamız,

- Kadın organlarının işletilmesini öncelemi-yor olmamız,

- Birbirimizle dayanışmayı değil rekabeti tercih ediyor olmamız,

- Erkekleri partinin ev sahibi, kendimizi ise her an gitmeye hazır misafir olarak görme-

miz… gibi gerçekler geliyor. Uzatmak müm-kün. Elbette ki bunları değiştirmek en önemli

görevimiz olmalı.

Ancak, asıl olanı, yani erkek egemenliğini ve onun üreticisi, uygulayıcısı olan erkekleri yok sayıp, söze “Canım biz de…” diye başlamak da doğru olmaz. Bu erkeklere “Zaten siz de hiçbir şeyi başaramıyorsunuz, ezilmenizin nedeni de sizsiniz”e vardırılabilen argümanı sunmak anlamı-na geliyor. Ki buradaki ince tuzağa dikkat etme-liyiz.

“Ne yapmalıyız?” sorusuna gelir-sek…

- En başta kadın örgütlenme-sini politik hayatımızın merke-zine oturtan, kadın kadroları

hedefleyen bir kadro politikası izlemeliyiz,

- Kadın koordinasyonlarımız başta olmak üzere güçlü kadın

örgütlülüğü hedeflemeliyiz,

- Bu güçlenme ise en başta

örgütlü gücümüzü yeri geldiğinde erkekleri geriletmek adına ikircimsiz işletmemiz,

- İkincisi, kazanımlarımıza şiddetle sahip çıkmamız olmalı,

- Üçüncüsü tek tek karşılarına dikilerek “arı-za kadın” damgası yiyip dışlanmak, politika-

dan düşmek yerine örgütlü gücümüzü kullan-mamız, öne çıkarmamız gerekli,

- Partimiz genç bir parti, bu nedenle ön-celikle genç kadınların kadın politikalarına

yönlendirilmesi önemli,

- Kadın koordinasyonlarımızı cinsiyetçilikle mücadelede yaptırım uygulayabilen organlar

haline getirecek tüzüksel değişim kararları alarak erkek egemenliği ve erkekler karşısın-

da daha güçlü bir konuma sıçratabiliriz.

Görüldüğü gibi cinsiyetçilikle mücadelenin bir yanı, örgütlenme meselesiyle tamamen iç içe geç-miş durumdadır. Unutmayalım ki kadınlar arası rekabet varsa kadın örgütlenmesi yapılamıyor. Ve yine kadınlar arası dayanışma yoksa cinsiyetçilikle mücadele edilemiyor.

Kadın örgütlülüğün kurumsallaşamaması nok-tasında tespit ettiğimiz en büyük eksiklerden biri kadın kadro eksikliğidir. Bu bağlamda kadın kad-roların güçlendirilmesi, kadınlar arası dayanışma ağlarının oluşturulması için merkezi kadın koor-dinasyonunun gerek eğitim bürosu gerekse de örgütlenme bürosu ile düzenli koordinasyon ha-linde çalışması önemlidir.

SDP hâlihazırda yoğun bir gençlik tabanı üzeri-ne inşa edilmiş bir partidir. Aynı durum dolayısıyla kadın örgütümüz için de geçerlidir. Bu durumun hem avantajları hem de dezavantajları bulun-maktadır. Ülke gündemine hızlı refleks üretebi-len hareketli bir kadın yapımız olmasına rağmen, özellikle kadınlar arası bilgi aktarımında ciddi ek-siklikler olduğu, 10 yıllık sürecin bilgi birikimin genç kadrolara yeterince taşınmadığı, politik bi-rikim noktasında da eksiklerimiz olduğunu tespit ediyoruz. Bizlerin kadın kadro politikası konusu-nu nasıl ele alacağımız noktasında birliğe ihtiya-cımız var. Benzer deneyimlerle yol alan kadınların ortak düşüncelere sahip olduğu bir gerçek. Genç kadroların da deneyim aktarımına ihtiyacı olduğu diğer bir gerçek.

Buradan hareketle, Konferans, kadın kadroları hedefleyen politikalar belirlemek, kadınların daya-nışacağı ağlar inşa edebilmek, kadınların örgütlü gücünü ortaya koymak, cinsiyetçilikle mücadele edebilmek, deneyimlerimizi ortaklaştırabilmek ve tüm bunlara karşı ortak bir bilinç oluşturmak için kadınların kendilerini eğitebileceklerini bir SDP

kadın okulunun kurulması için çalışmalar yürütülmesini

karar altına almıştır.

Yukarıda anlattığımız tespitler ışığında, parti içi

cinsiyetçilikle mücadelede noktasında da kadın örgü-

tümüzün yeniden inşası ve güçlü bir kadın örgütü yarat-ma gündemi ile karşı karşıya-yız.

KARMA ÖRGÜTLERDE CİNSİYETÇİLİKLE MÜCADELE

Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012Kasım 2012 | Kadınların Kurtuluşu

Page 5: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

8 9

EĞİTİM DEĞİL,KADIN ÖĞÜTME MAKİNESİCumhuriyetin kuruluşun-

dan itibaren tüm hükümet-ler hayatın ve toplumun her alanında var olan cinsiyetçi-liği pekiştiren politikalar gü-derken, AKP hükümeti bu işi kuşkusuz çok daha pro-fesyonelce yapıyor. Özellik-le eğitimde cinsiyetçiliği 10 yıldır hem müfredatla, hem de uygulamalarıyla katmer-leştiriyor. Okullarda kız ve erkek öğrencilerin arasına 45 cm mesafe koymaktan etek boyuna müdahale etmeye, ders kitaplarında toplum-da kadına yüklenen rollerin işlenmesine kadar örnekler çoğaltılabilir.

“Kadın-erkek eşit değil-dir”, “Kız mıdır, kadın mıdır bilmem” diyen başbakanın hükümeti 4+4+4’le bu ay-rımcılığı zirve noktasına taşı-mayı hedeflemekte.

Geçen yıldan beri her alan-da tartışılan, yasalaşmasın diye sayısız eylemler yapılan 4+4+4, okulların açılma-sıyla birlikte gerçek yüzünü gösterdi. Bu yeni eğitim sis-temiyle cinsiyetçi uygulama-lar birinci sınıfta müfredata dâhil olan “Ahlak ve değer-ler eğitimi” dersi ile başladı. Ahlak, devletin yani ERKeğin ahlakı, değer ise hangi de-ğersizliğin? Yaş biraz daha büyüyünce... Kendi gözlem-lerime dayanarak diyebilirim ki 5. sınıflarda var olan seç-meli ders uygulamasında 8 saate çıkarılan din dersi eği-timi ile kız çocukları özellikle Kur’an eğitimi gibi derslerde “dinin gereği” diyerek ör-tünmekte ve erkek öğrenci-lerden ayrı oturmakta. Zaten evinde, sokakta karşılaştığı ayrımcılık şimdi okulunda, sınıfında karşısına dikiliyor kız çocuklarının.

Dindar, sosyopat, antisosyal nesiller

Özellikle dip dibe apart-manlarıyla, parksız, bahçesiz, oyun alansız büyük şehirler-de yaşayan çocuklar için tek sosyalleşme alanı okullar. Büyük şehirde yaşayan ço-cuklar, 11 yaşından itiba-ren örgün eğitimden ayrılıp yaygın eğitime geçmeleriyle birlikte ciddi sosyalleşme so-runları yaşayacaklar. Bugün

ilköğrenime devam eden ço-cuklar arasında okulu asma zaten artık göz yumulan, yaygın bir durum. Internet kafelerden, bilgisayar salon-larından dışarı çıkmıyorlar. Bu mekânların neredeyse tamamen erkek mekânları olduğunu düşünürsek, ör-gün eğitimden alınacak kız çocukların durumunun va-hametini daha iyi anlarız.

Evde veya kafe gibi mekânlarda, dört duvar ara-sında, televizyon veya bilgi-sayar karşısında büyüyen, antisosyal kişilikler ortaya çıkacak. Daha geçtiğimiz günlerde Alevilerin evlerinin işaretlenmesini militarist bil-gisayar oyunlarının etkisine bağlayan hükümet, bu tehli-kenin farkında değil gibi gö-rünüyor.

Yalanmış meğer...

12 yıl kesintisiz zorunlu eğitim adıyla hayatımıza gi-ren 4+4+4 sistemi sekizinci sınıftan sonra açık öğretim (yaygın eğitim) uygulaması getiriyor. Yani zorunlu olan son dört yılı açık öğretim li-sesiyle tamamlama “hakkı”... Zaten eğitimin paralı olma-sının sonucu olarak (gün geçtikçe artan yoksulluk ve açlığı da göz önüne alırsak) örgün eğitimden ilk uzak-laştırılanlar kız çocuklar ola-cak. Türkiye bugün eğitim sisteminin hiçbir aşamasında kadın erkek eşitliğini sağ-layamamışken, 7,5 milyon okuma-yazma bilmeyenin 6 milyonunu kadınlar oluş-tururken, sadece bu yıl 600 bin kız çocuğu okula kaydol-mamışken, bu uzaklaşmanın yaratacağı gelecek çok da parlak olmasa gerek...

Örgün eğitimden öncelik-le kız çocukların alınacağını tahmin etmek elbette zor değil. İyi bir işe sahip olması, para kazanması, sosyal sta-tü elde etmesi gerektiği dü-şünülen erkek çocuklar için eğitim şart görülürken, ev işi yapacak, parça başı çalışan annesine yardım edecek, çocuk ve yaşlılara bakacak, tez zamanda evlenecek kız çocuklara yatırım yapılmaya-cak.

AKP’nin uygulayıcılığında-

ki muhafazakâr neoliberal politikalar doğrultusunda, 4. sınıftan sonra örgün eğitim-den koparılacak olan kız ço-cuklar, erken yaştan başla-yarak cinsiyetçi işbölümüne göre “kadın işleri” olarak eti-ketlenen alanlara yönelecek.

Anaokullarını zorunluluk olmaktan çıkaran yeni sis-temle, çocuk sahibi olan kadınların çalışma yaşamına dahil olması anlamında da zorluklar ortaya çıkacak.

Uygulamanın arka planın-daki erkek egemen zihniye-tin iyi bir örneğini ise, ço-cukların 10 yaşında meslek seçimine zorlanmasında bu-labiliriz. Bunun hiçbir peda-

gojik tarafı olmamasının yanı sıra, bir başka örtülü iması, 10 yaşındaki çocuğun ye-tişkin olarak ele alınmasıdır. Bunun hemen sonraki adı-mı, 10 yaşındaki kız çocuğun evlenebilecek olduğudur.

Kız çocuklarının eve kapa-tılması; küçük yaşta evlen-dirilmeye çalışılması, çocuk gelinlerin sayısının artması-na ya da evde annelerinin çalıştığı parça başı işlerde çocuk işçi olmasına yol aça-cak. 4+4+4 uygulamasıyla kadınların eğitim hakkı gasp edilecek. Kız çocuğunun ör-gün eğitimin dışında kalması onun sosyalleşmesini, mes-lek sahibi olmasını, kendi

hayatı üzerinde karar alabil-mesini engelleyecek. “Baba Beni Okula Gönder”, “Haydi Kızlar Okula” diye yapılan, pırıl pırıl yıldızlarla süslenmiş kampanyaları sadece eski bir slogan olarak kalacak, yeni sloganları “HAYDİ KIZLAR KOCAYA, olmadı ATÖLYE-LERE!!!” diye değişecek. Yani kız çocuklarına “Büyüyünce ne olacaksın?” diye soran olursa yeni sistemde cevap “Büyümeden gelin olaca-ğım” olacak... Aynı cevabı veren o küçük kıza anne olmaktan başka gelecek bı-rakmıyorlar 4+4+4’ün mi-marları... Yani bu sistemin sonucu 4+4+4=12 değil de 0 olacak...

4+4+4=0Her geçen gün kadınlar, etinden sütünden ya-

rarlanılacak birer varlık olarak patriarkal düzene sunuluyor. Bu algıyı destekleyen ve genç beyin-lerimizde şekil verip filizlendiren en büyük kurum-lardan biri ise cinsiyetçi eğitim sistemi.

Oynadığımız oyuncaklara bile cinsiyet kavramı-nı yerleştirerek toplumdaki cinsiyet rollerini çocuk yaşta aşılıyorlar. Renkler, oyunlar, oyuncaklar ade-ta bir şemayla ayrılmış gibi, cinslerimiz gözetile-rek, beyinlerimize enjekte ediliyor.

Okul sıralarında, devletin kitaplarında ve uygu-lamalarında bize öğretilmeye çalışılan, erkek ege-men sistemde, kadınların bir birey, bağımsız bir kişilik değil, erkek hayatını kolaylaştıran ve onun hayatı üzerine şekillenen birer uzantı oldukları.

Özellikle liselerde kadınlara ikincil rollerini kabul etmeleri, itaat etmeleri anlatılıyor. Okullarda etek boyumuz, saçımız, takımız, makyajımız ve davra-nışlarımızda kurulan tahakküm, bedenlerimizi er-kek egemen sistemin denetimi altındaki bir obje olarak sunuyor bize. Saçımızın uzun olması ve takılarımız, ders dinlememize engel gösterilirken, etek boyumuz tacize ve tecavüze sebep olarak anlatılıyor.

Okulda kadın öğrencilerin saçını kesen, eteğini yırtan öğretmen ve okul müdürleri, eğitim siste-minin cinsiyetçiliğini eleştirip, taciz ve tecavüzün insanlık dışı olduğunu, nedeninin kadın bedeni değil erkek egemen sistem olduğunu anlatsalar eminim önlemek konusunda daha başarılı olurlar. Bunları yapmadıkları gibi fiziksel ve psikolojik şid-detle hayatlarımızı daraltmaya devam ediliyor. Biz-

ler ise erkek öğrenciler ve öğretmenlerin tacizine ve tecavüzüne maruz kalmaya devam ediyoruz. Yaklaşık bir yıl önce Mersin Kocaeli Güzel Sanatlar Lisesi’nde yaşananları hatırlayın. Okul yönetmeli-ği kadın ve erkek öğrencilere 45 cm.den fazla ya-kınlaşmama yasağı getirmişti. Bu yasağı ise tacizi önlemek adına alınmış bir tedbir olarak açıkladı-lar. Yani tacizi önlemenin yolunu yine kadını kı-sıtlamakta buldular. Ya da okul kapılarında sıraya

dizilmiş genç kadınları hatırla-yın. Erkek öğrencileri sınıfları-na yollayan okul yönetmeliği bahçede kadın öğrencilerin saçına, çantasına, etek boyu-na bakarak bizi cinsimizden kaynaklı küçük düşürmekte ve bedenlerimiz üzerinde söz sahibi olma hakkını ken-dinde bulmaktadır.

Saçımızı, takımızı, makya-jımızı görenler ama kadın cinayetlerini, erkek şiddeti-ne ve tecavüze uğrayan ka-dınları görmeyenler bilsinler ki şiddeti uygulayan erkek-ler ve tecavüzcüler bu okul sıralarından bizlerle birlikte geçiyorlar. Önce işe onları görmekle başlamalılar. Bu

sistem bizlerden bugün babamızın akıllı kızı, ağabeyimizin namusu, yarın da kocalarımızın hizmetçisi olmamızı istiyor.

Liselerde kadın emeği sömürüsü

2012 itibari ile AKP’nin 4+4+4 yasa tasarısı, tüm yönle-riyle neoliberal po-litikaların eğitimde uygulanması olarak karşımıza çıkmak-tadır. Zorla kabul ettirilmiş 4+4+4, tümüyle eğitimde-ki sömürü ve ezme sürecini keskinleştirip, bu süreçten geçecek olan herkesin önceki sistemlerden çok daha erken elenmesine sebebiyet vermektedir. Bu süreçten de ilk etkilenecek olan yoksullar ve kadınlardır.

Kadınları ucuz işgücü olmaya yönelten enfor-mel sektör, buna 4+4+4 ile birlikte liselerden başlamaktadır. Özellikle meslek liselerinde staj adı altında yaşanan sömürü ile kendini göstermekte-dir. Staj görülen yerde öğrencilere kendi alanı dı-şında iş yükü bindirilmekte ve özellikle kadın öğ-rencilere karşı şiddet, taciz, tecavüz ve mobbing durumları ortaya çıkmaktadır.

Liseli kadınların bulundukları alanlarda ortaya çıkan sorunların çözüme ulaştırılabilmesi ve daya-nışmanın büyütülmesi için ortak mücadele hattı örebilmek önem taşımaktadır. Buradan hareket-le SDP’li Kadınlar 5. Konferansı’nda; meslek lise-lerinde yaşanan staj sömürüsünün son bulması, toplumsal cinsiyet rollerine dayalı meslek ayrımı-nın ortadan kaldırılması, kız-erkek meslek liseleri ayrımının ortadan kaldırılması, staj dönemlerinde yaşanan şiddet, taciz, tecavüz, mobbing vakaları-na karşı güvenceli önlem alınması için mücadele edeceğini açıklamıştır.

Biz liseli kadınlar “Cinsiyetçi eğitime hayır!”, “Eteğimin boyundan sana ne,” “Küpemden, sa-çımdan elini çek,” dediğimiz için her gün birçok zorlukla karşılaşıyoruz. Fakat bizler, toplumsal cin-siyet rolleriyle barışmadığımız, susan, boyun eğen kadınlar değil şimdi ve gelecekte sokaklarda, alan-larda özgür kadınlar olmak istediğimiz için mü-cadeleye devam edeceğiz. Yine bugün cinsiyetçi eğitim sisteminin karşısında olduğumuzu göster-mek, bilinçlerimizin karartılmasına izin vermemek, militarist okul kurallarının bedenlerimiz üzerinde

söz sahibi olmasına karşı çık-mak, tacizin ve tecavü-zün hesabını sormak ve bu mücade-leyi okulları-mızdaki genç kadınlara an-latmak, yarın kadın müca-delesinin en ön saflarında bizlerin olacağı anlamına gel-mektedir. Dün-den bugüne, bugünden ya-rınlara kadınlar her alanda kadın

mücadelesi vermeye ve haykırmaya devam ede-cek. Devlis’li kadınlar da bu mücadelenin en ön saflarında yer alacak.

İrem Sezgin

Saçımızı, takımızı, makyajımızı görenler ama kadın cinayetlerini, erkek şiddetine ve tecavüze uğrayan kadınları görmeyenler bilsinler ki şiddeti uygulayan erkekler ve tecavüzcüler bu okul sıralarından bizlerle birlikte geçiyorlar. Önce işe onları görmekle başlamalılar. Bu sistem bizlerden bugün babamızın akıllı kızı, ağabeyimizin namusu, yarın da kocalarımızın hizmetçisi olmamızı istiyor. Öznur Şahin

Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012Kasım 2012 | Kadınların Kurtuluşu

Page 6: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

10 11

Geçtiğimiz 13-14 Ekim tarihinde SDP’li Kadınlar olarak iki yılda bir gerçekleştirdiğimiz kadın konfe-ransımızı yaptık.

Konferans bugüne kadar özgürlük mücadele-sine katkıda bulunmuş, erkek ve devlet şiddeti sebebiyle kaybettiğimiz ve cezaevlerine atılarak tutsak edilmiş bütün kadınları selamlayarak açıldı.

Konferansın politik gündem değerlendirmesi bölümünde, SDP’li kadınlar olarak artan devlet ve erkek şiddetini ele aldık. AKP hükümeti kendine muhalif bütün kesimlere karşı açık bir savaşı dev-reye sokarken kadınlara da benzeri görülmemiş bir denetim mekanizması oluşturmaya çalışıyor. Kadın emeği her geçen gün değersizleştirilirken, AKP neoliberal politikalarına ucuz işgücü sağla-mak, gireceği savaşlarda can verecek asker üret-mek için kadınları kuluçka makinesi haline getir-meyi adeta kendine görev edinmiş durumda.

Politik durum değerlendirmesinde özellikle Ortadoğu’da savaş ve militarizm vurgusu öne çıktı. SDP’li kadınlar bu konuda şu tespiti yapıyor:

Türkiye Suriye halklarına karşı ve 30 yılı aşkın süredir ise Kürt halkına karşı kanlı bir savaş sür-dürmektedir. Bölgedeki tüm taşların yerinden oy-nadığı bu süreçte Kürt halkının statü elde etmesi, kendi Kürt sorununu çözemeyen ve her anlamda 90’lara geri dönmüş olan Türk devletinin saldır-ganlığını ve savaş hırsını körüklüyor.

Savaş, kadınlar olarak en önce bizleri, hakları-mızı ve politik/örgütsel mevzilerimizi hedef alıyor. KESK’li sendikacıların tutukluluğu sürüyor. Kürt özgürlük hareketinin mücadelesinde önemli bir paya sahip Kürt kadın hareketi, KCK tutuklamala-rından en büyük payı almış durumda.

SDP’li kadınlar olarak konferansımızda, Ortadoğu’da Arap, Kürt, Türk… her milliyetten kadınların, toplumun militarizasyonuna ve yakla-şan bölgesel savaş tehlikesine karşı ülke sınırlarını aşan bir uluslararası dayanışma örerek savaşa kar-şı seslerini yükseltmeleri gerekliliği tespitini yaptık.

Bu bağlamda 2. Kadın Konferansı’nda karar al-tına alınan:

“SDP’li kadınlar özelde Türkiye’de genelde Or-tadoğu ve dünyada yaşanan savaşlar karşısında kadın dayanışmasını örmek ve militarizme karşı ortak bir cephe geliştirmek için, ABD işgaline kar-şı tüm Ortadoğulu kadınlarla bölgesel düzeyde dayanışmayı ve bu çerçevede dayanışma ağları, paralel eylemler düzenlemeyi hedefler. Iraklı, Af-gan, Filistinli kadınlarla temas halinde bulunmayı ve seslerini Türkiye ve dünya kamuoyuna duyura-bilmeleri için her türlü eylem ve etkinliği yapmayı enternasyonal dayanışmanın gereği olarak görür. Sürecin önemi ve aciliyeti dikkate alınarak en kısa sürede Türkiye’de yükseltilmeye çalışılan şoveniz-me karşı Kürt sorunun demokratik çözümünü içe-ren, başta Irak ve Filistin olmak üzere işgal altında bulunan ülkelerdeki kadınların da sesi olabilmek için, İRA’dan, Filistin’e, İsrail’e, Irak’tan Türkiye’ye, “Militarizme, Savaşa Karşı Kadın Dayanışma Cep-hesini” geliştirmek için bir organizasyonun giri-şimlerini karar altına alır…” şeklinde tespitlerin

güncelliğini yineledik.

Bunlara ek olarak Suriye’de bölgesel bir savaşa öncülük eden, ülke içinde Kürt halkına karşı savaş yürüten bir Türkiye gerçekliği karşısında, Ortado-ğu kadın forumunda tüm bu bölgesel savaşı de-neyimleyen kadınlarla buluşmanın gerekliliğinin altını çizdik. Savaşa karşı tepkilerin ortaklaştırılaca-ğı ve örgütleneceği bir Ortadoğu Kadın Forumu örgütlenmesinin önemini bir kez daha belirttik.

Buna ek olarak özellikle son dönemde yükselti-len şovenist, faşist histerinin ve Kürt kadın vekil-ler üzerinde yükseltilen baskıların geriletilmesi ve Kürt kadınlarla dayanışmanın güçlendirilmesi için önümüze bir faaliyet programı koyduk.

Bu bağlamda, SDP’li kadınlar olarak BDP grubu içinde yer alan kadın milletvekillerinin kadınların Meclis’teki temsilcisi ve sesi olduğunu vurguladık. Gerek kadın kurtuluş mücadelesine dönük ortak talepler üretme, gerekse yapılan saldırılara yönelik hareket edebileceğimiz en geniş kadın çevresiyle ortak zemin ve araçların örgütlenmesini önümüze koyduk ve Kürt kadınlarıyla ilişkimizi dayanışmayla sınırlı tutmamayı ve cinsiyetçiliğe karşı birlikte mü-cadelenin araçlarını yaratmayı karar altına aldık.

Bugün içinde bulunduğumuz tabloda, Başbakan’ın 3 çocuk ısrarının, iktidarın kürtaj hakkına yönelik saldırısının sebepleri kendini çok daha açık şekilde ele veriyor: Savaş ve sömürü dü-zenlerine asker ve ucuz, güvencesiz emek…

Konferansta önümüzdeki dönem ücretli emeğe ve görünmeyen emeğe dair dillendirilecek talep-ler çerçevesinde de tartışma yürütüldü.

Görünmeyen emeğin görünür kılınabilmesi için toplumsal cinsiyet rollerinin benimsenmesiyle de beslenen bu emek sömürüsünü her fırsatta orta-ya koymanın önemi üzerinde duruldu.

Ev içi emeğin karşılığı talebine dair tartışmalar-da, görece ölçülebilir olan bakım sürecine ilişkin (çocuk, hasta, yaşlı, engelli bakımı üzerinden ki-min bu emeği harcadığından bağımsız olarak) talepler geliştirmek üzerine (karşılık taleplerinin toplumsal cinsiyet rollerini pekiştirmesinin önüne geçilerek) fikir üretmeyi önümüze koyduk. Özel-likle kadınlar için bütçe talebi konferansta tartışı-lan önemli konulardandı.

Ücretli emek konusu ile ilgili ise işçi kadınlar ara-sında, günümüz koşullarını ve üretim sürecini göz

önünde b u l u n -d u r a n , bu sü-r e c i n e tk i l e -rini kır-m a y a dönük eylemlilikler ve dayanışma ağları örme ve örgütlenme, enfor-mel sektörün kendini yoğun olarak gösterdiği iş alanı ve yerellerde çalışmalar yürütme ve eğitim sisteminin tamamen sermayeye dönük politikalar ürettiği bu süreçte, meslek liseleri ve staj alanla-rında kampanyalar oluşturmayı hedefleyen karar-lar aldık.

Konferansın can alıcı gündemlerinden bir tanesi de beden politikalarıydı. Özellikle son dönemde artan şiddet, taciz, tecavüz, cinayet olaylarına karşı mücadele yöntemleri konuşuldu.

SDP’li kadınlar olarak, tüm kadın davalarının takipçisi olacağımızı, bu davaları kamuoyunun gündemine taşıyacağımızı ve süreci sahiplenece-ğimizi,

Tüm kadınları bu sürece katma ve kadın örgüt-lülüğünü yükseltme hedefi doğrultusunda, farklı kadınlarla ortak örgütlenmeler içine girmeyi be-nimsediğimizi,

Kadınları korumayan, erkek egemen bir pers-pektifle karar alan mahkeme heyetlerini teşhir edeceğimizi ve kadınların mahkemelerde müdahil olabilmesi için TCK gibi yasalarda kadın kazanım-larının arttırılması ve var olan hakların uygulan-ması için mücadele edeceğimizi,

Kadın davalarında “haksız tahrik” bahanesiyle ceza indirimi uygulanmasına karşı çıkacağımızı,

Kadın bedeninin devlet tarafından cinsel şid-det edimleriyle tahakküm altına alınmasına karşı kampanyalar örgütleyeceğimizi bir kez daha be-yan ettik.

Konferansta yapılan tartışmaların hayatta daha fazla anlam kazanacağı yerler, araçlar ise son ola-rak örgütlenme gündeminde eski kararlar da yi-nelenerek belirlenmiş oldu. SDP’li kadınlar olarak kurumsal işleyişe sahip, güçlü bir kadın örgütü oluşturma yolunda aldığımız kararlar ise şunlar-dır:

5. KONFERANSIN COŞKUSUYLAKADINLAR YÜRÜYOR, MÜCADELE BÜYÜYOR!

1- Yerellerden merkeze örgüt-lü, partinin tüm alanlarına mü-dahale edebilen, gücünü kendi

örgütlülüğünden alan, mahalle, sınıf birimleri ile güçlendirilmiş,

işleyen bir kadın örgütünü yeni-den inşa etmeliyiz,

2- Güçlü bir kadın örgütü yaratmak için tüm kadınların

kadın faaliyetine dört elle sarıl-ması, yaşadığı sorunlar karşısın-

da örgütlü gücünü kullanarak çözüm üretmesi gerekmektedir. Bu noktada gerekirse kadınların

parti içerisindeki cinsiyetçilik-le mücadelesini güçlendirecek

adımlar atılmalıdır,

3- Kadın örgütlerimiz sınıf içe-risinde örgütlülüğü bir an önce

artırmalı ve mahallerde örgüt-lenmelidir. Unutmayalım örgüt-

leri demokratikleştiren kitlelerin örgütlü gücüdür,

4- Genç kadınlar alanlarında özgül politika örgütleyebilecek-

leri ve kadın politikasını öğre-nebilecekleri kanallar yaratma-lıdır. Burada olgunlaşan kadın

kadrolar muhakkak parti kadın faaliyetinde istihdam edilmeli

ve parti kadın faaliyeti dinamik yapısını korumalıdır,

5- SDP’li kadınlar il kadın koordinasyonları aracılığı ile dü-zenli politika üretmeli ve kadro-ları sürekli hareketli bir zeminde

tutulmalıdır,

6- Kadrolar muhakkak düzenli olarak eğitim faaliyeti ile beslen-meli ve kadınlar parti içerisinde

güçlendirilmelidir,

7- Partide hala 30 olan kadın kotası %50’ye çıkarılarak, tüm

organlarda kadınların sayısı artırılmalıdır. Tabi ki bu kotayı doldurabilmek için kadın kad-ro çıkarmaya yönelik düzenli

bir faaliyet partinin bütünü ile oluşturulmalıdır. Ve kadınların

bulunduğu organlarda kadınları politik olarak besleyecek politi-kalar üretilmeli ve şu an parti-

miz için reel olmayan %50 kadın politikası kongremize kadar reel

hale getirilmeli ve uygulana-bilirliği sağlanmalıdır. Parti bu

konuya hayati önem vermelidir,

Açıkça görülmektedir ki bu ka-rarlar, güçlü, gücünü örgütlülü-ğünden alan, sokağı tutan bir ka-dın örgütü oluşturmak yönünde önemli adımlardır. Parti içerisinde ve dışında cinsiyetçilikle mücadele-de bir sıçrama tahtası olabilecek bu kararlar, kadınları, saldırıların ina-nılmaz boyutlarda artırıldığı, kadın-ların meclisteki sesi kadın vekillerin susturulmaya çalışıldığı, politik ka-dınların aylardır, yıllardır cezaevle-rinde tutulduğu bir dönemde daha da güçlü kılacaktır. 5. konferansı-mızın ardından erkek egemenliğe karşı kazanılmış yeni mevziiler elde edebilmek için çağrımızdır bütün kadınlara:

Hep beraber, örgütlü mücadeleye…

Ataerkil baskıların birincil denetim alanı olan ev ve aile ortamında, ka-dınlar tarafından karşılıksız/ücretsiz olarak harcanan emek konusunda süregelen tartışmaları SDP’li kadınlar için de talep ve mücadele yöntemi arayışlarıyla gündemde.

Öncelikle görünmeyen emeğin tam olarak neyi içerdiği ve patriarkal sistemde tam olarak nereye tekabül ettiğini belirtmemiz gerekirse, ata-erkil sistem varlığını diğer ideolojiler gibi normalleştirme-tarihsizleştirme üzerinden kurarak, inşa ettiği siste-min aslında olağan-doğal bir süreç olduğunu ispatlamaya çalışmak-tadır. Bu nokta üzerinden gidecek olursak, kapitalist patriarka tarafın-dan yeniden üretime konulan kadın-lık doğası, kadını özel alana mahkûm ederek hem patriarkal hem de ka-pitalist sistemin, gerek kurguladığı “kutsal aile” kavramının gerekse de bunun üzerinden kapitalist üretim ilişkilerinin devamını sağlamaktadır. Zaten kadın olmanın evde belirli bir-takım ev ve bakım işleri yapmanın doğal bir karşılığı olduğunu belirten bu durum, aynı zamanda bu alana “sevgi” kavramını yedirmek sure-tiyle yapılan işleri sosyal ilişkiler ağı içerisinde de içselleştirmeye ve de-ğerliymiş gibi göstermeye çalışmak-tadır. Kısacası sistemce, zaten kadın olmanın gereği ev ve bakım işlerini üstlenen kadın, bu roller ona biçil-memiş de kendisi içten gelen sevgisi “eşlik-annelik vazifeleri” noktasında yapıyormuş gibi gösterilmektedir. Bu noktada tüm bunları göz etti-ğimizde biz SDP’li kadınlar, yemek, temizlik, çocuk, hasta ve yaşlı ba-kımı gibi hizmetlerin yoğun emek gerektirmesine rağmen kanıksanmış bir biçimde kadınlara ve herhangi bir karşılığı olmadan yaptırılmasının; toplumsal cinsiyet rollerine dayanan cinsiyetçi işbölümünün bir göster-gesi olduğunun ve bu işbölümü so-nucunda kadınların, katmerli olarak sömürüldüğünün altını çizmekteyiz.

Aynı zamanda yinelememiz gere-kirse, patriarkal sistemin aile içinde kadının cinselliğini, emek ve üreti-mini kontrol ettiğini ve öte yandan kapitalist sistemin emek gücünün yeniden üretimini ve bakım işlerini kadınların üzerine ücretsiz olarak yükleyerek kadınları bu çerçevede de sömürdüğünü vurgulamakta-yız. Tüm bu saydıklarımızla beraber, görünmeyen emek, ev dışında ça-lışmayan kadınlar kadar çalışanlar tarafından da üstlenilmektedir. Bu noktada emekleri ücretlendirilen ka-dınların da aslında, ev içi sorumlu-lukları yine kendilerine ait görüldü-ğünden bu işlerin maddi ve manevi bütün yükleri yine kadınların üzerine yüklenmektedir. Kısacası emeğin üc-retlendirilmesi de kadınları patriar-kal sömürüden kurtarmamaktadır. Bu duruma kısaca göz attığımızda, bu hizmetlerin bir kısmının ücretli

olarak sağlanması durumunda dahi evde yaşayan kadının çoğu zaman bu giderleri kendi kazancıyla karşıla-dığını, bu hizmetlerle ilgili tüm orga-nizasyonu da yine kendisinin üstle-nildiğini görmekteyiz. Yani, kadının ev içinde harcadığı emeğin piyasa değeri de yoktur. Sadece kullanım değeri olan ev işi ve hizmetleri üc-retli emek karşısında “değersiz” ve “ekonomi dışı” görülür.

Bu düzenin işleyişinin normal-leşmesinde yine toplumsal cinsiyet rollerinin sorgulanmadan benim-senmesi ve erkek egemenlikten beslenen aile kurumu içinde erke-ğin kadının üzerinde iktidar kurması önemli bir rol oynamaktadır. Bah-settiğimiz üzere, kadınlar yaşadıkları bu emek sömürüsüne isyan etmek yerine ne yazık ki pek çok örnekte bu işleri “sevgiyle” yaptığı ezberiyle davranmayı tercih eder ve bu görev-leri karşılıksız yapmayı kabullenirler. Kadınlara biçilen rol de zaten tam olarak budur. Toplum kadınları do-ğal olarak bu işleri yapmaya yatkın, şefkatli cins şeklinde tarifleyerek bu algıyı pekiştirir. Bu algı siyasal ola-rak da kullanılmaktadır. Son yıllarda yürütülen muhafazakâr politikalar ekseninde de bu durum gözlemle-nebiliyor.

Tüm bu tartışmaları göz ettiğimiz-de, biz kadınların önünde bu cinsi-yetçi üretim süreçleriyle mücadelede birkaç yol belirmektedir. Kadınların emeğini görünür kılmanın koşulları ve bu koşulların değerlendirilmesi ve uygulamasında önümüze çıkan handikaplar nelerdir?

Öncelikle, toplumsal cinsiyet rolle-rinin akşamdan sabaha değişmediği bir durumda görünmeyen emeğin karşılığının nasıl alınması gerektiği-ne dair tartışmalarda karşımıza çı-kan ilk sorun bu emeğin ölçümüyle ilgili. Dünyada bu konuda yapılmış çeşitli çalışmalar mevcut. Bu ölçüm de ücretlendirilmeyen emeğin, özel-likle zaman ve elbette işin niteliği de baz alınarak eşdeğer bulunan işlerle eşdeğer olarak ücretlendirilmesini nihai hedef olarak görüyor. Elbette ev içindeki emeğin niteliği ve nice-liği sağlıklı olarak ölçülebilir olmak-tan uzak. Evde yapılan işler belirli bir zamanla kısıtlı değil, başı sonu, me-sai ya da dinlenme zamanı olmayan nitelikteler. Her hanede de farklılık arz ediyorlar. Yine de lokal olarak yapılan araştırmalarla değerlendiri-lebilir verilere ulaşmak mümkün. Bu açıdan görünmeyen emeğin karşılığı için bir mücadele verilirken öncelikle bunun ölçülmesine dair talepler ge-liştirmek mümkün. Fakat esasen tam olarak da bu noktada, görünmeyen emek ölçülerek görünür kılınsa da karşımıza bir ikilem çıkıyor.

Bu emeğin karşılığının ücretlendiri-lerek verilmesinin mevcut toplumsal cinsiyet rollerini ve buna dayalı işbö-

lümünü pekiştirici bir nitelik taşıması söz konusu. Keza ücretlendirilmesi talebi aynı zamanda bizi, bu işlerin bir açıdan kadının “esas” işi olduğu sonucuna da götürüp, ev içi emeğin kadınlara ait olduğunun tamamen kabullenilmesi tehlikesini beraberin-de getirebilir. Bu yüzden bu tehlikeyi tamamen ortadan kaldırmasa bile fe-ministler özellikle görece daha ölçü-lebilir olan bakım emeği üzerinden sosyal güvenlik sistemine odaklana-rak iki temel talep geliştirmişlerdir. Bakım emeği üzerinden ücretlen-dirme talebi, bütün bir görünmez emeğin ücretlendirilmesine nazaran daha ölçülebilir olduğu için görece daha uygulanabilinir durmaktadır. Keza, bütün bir yazı boyunca da be-lirttiğimiz üzere, kadına dayatılan ev içi işlerin ölçümüyle ilgili belirsizlik, bu işlerin ne kadar emek ve zaman aldığının amorfluğu, ücretlendiril-mesi noktasında önümüzde duran önemli handikaplardır. Keza meka-nik bir biçimde her işe verilecek bir süre, esasen ev içi emeğin istisnasız bütün bir günü kapsadığı düşünül-düğünde, bu ücretlendirmenin sos-yal hak talebi üzerinden dahi okun-duğunda yetersiz kalacağını gözler önüne sermektedir. Muhakkak ki bu tartışmalar, görünmez emeğin sis-tem içinde kadınlar üzerinde kurdu-ğu sömürü ilişkilerini çözme, daha doğru bir ifadeyle görece daha ra-hatlatma tartışmalarıdır. Bu noktada esas tartışma ve mücadele alanı, gö-rünmez emeğin kadınlar üzerindeki baskıcı yönünün tamamen kaldırıla-rak, cinsiyet rollerini çözmek suretiy-le cinsiyetsiz bir dünyaya ulaşma, bu noktaya doğru mücadele etmenin merkeziliğini tehlikeye düşürmeden, esas amacın bu noktaya ulaşmak ol-duğunu göz ardı etmeden şekillen-mektedir.

Bu noktada bizler, SDP’li kadınlar olarak;

1) Görünmeyen emeğin görünür kılınabilmesi için toplumsal cin-siyet rollerinin benimsenmesiyle de beslenen bu emek sömürüsü-nü her fırsatta ortaya koymayı ve buna dair mücadele yürütmeyi,

2) Ev içi emeğin karşılığı talebi-ne dair tartışmalarda, görece ölçü-lebilir olan çocuk, hasta, yaşlı vb. bakımı üzerinden kadın görünür-lüğü lehine cinsiyetten bağımsız politikalar geliştirerek, bu eksen-de yürüteceğimiz politikaların cin-siyetçi yapıyı kesinlikle yeniden üretmeyen bir yerden kurulmasını amaçlamakta,

3) Görünmeyen emek tanımı al-tındaki faaliyetlerin, nihai olarak cinsiyetçilikten arınmış, kolektif bir yaklaşımla çözümlenmesini amaçlayarak, bu doğrultuda, ev işlerinin cinsiyetçi düzenin özellik-lerini kökten yerinden ederek, ko-münleştirilmesini savunmaktayız.

5. KONFERANSIN COŞKUSUYLAKADINLAR YÜRÜYOR, MÜCADELE BÜYÜYOR!

GÖRÜNMEYEN EMEĞİN SESİNİ YÜKSELTKadınların Kurtuluşu | Kasım 2012Kasım 2012 | Kadınların Kurtuluşu

Page 7: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

12 13

Kadın emeğini erkek emeğinden farklılaştıran durumlardan biri kayıt dışı ve ya kısmi zamanla çalışmanın kadınlar arasındaki yaygınlığıdır. Ka-dınlar düzenli veya güvenceli iş bu-lamadıkları zaman ve evde bakmak-la sorumlu oldukları çocuk, yaşlı ve hastaların varlığı nedeniyle bu tür iş-lerde çalışmak zorunda kalırlar. Kayıt dışı (enformel) çalışmaya ‘görünme-yen’ işçilik veya evde çalışma sistemi de denilebilir. Özellikle sanayi sektö-rü için evde çalışma, birçok ülkede giderek yaygınlaşan bir iş türüdür. Evde çalışan kadınlar, iş güvenceleri olmayan, sigorta, sağlık yardımı gibi temel sosyal güvenlik imkânlarından yoksun gruplardır. Kullandıkları üre-tim araçları çoğu kez kendilerince sağlanır ve üretim maliyeti de ken-dilerince karşılanır; ayrıca ürünleri-nin pazarlanmasında ve satışında herhangi bir yetkiye de çoğunlukla sahip olmazlar.

Hizmet sektörü yeni çağın bacasız fabrikası olarak her geçen gün daha da gelişmekte. Meta üretimi yerine hizmetin üretildiği bu alanda ise emek gücü yoğunluğu kadın işçiler-den oluşmakta. Hizmet kültürünün kadınlarla anıldığı patriarkal anla-yış bu sektörde ağırlığını korumak-ta. Hizmet sektörünün kapsamı ise çok geniş. İletişim alanında, sağlık alanında, sosyal ve tüketim amaçlı alışveriş merkezleri, eğitim alanında, bilişim teknolojileri vb. birçok alan bu sektörün kapsamına girmekte-dir. Yazının konusu sektörün dalları olmamakla birlikte bu sektörün istih-dam ettiği kitle nedeniyle kapsadığı her iş alanı ayrı bir inceleme konusu olmalıdır.

Başta da belirtildiği üzere hizmet sektöründe istihdam edilenler önce-likli olarak kadınlardır. 1993 yılında hizmet sektöründe istihdam edilmiş kadın işgücü oranı yüzde 55’ken, 2010 yıllarına geldiğimizde bu oran yüzde 62,3’e çıkar. Bunun başlıca nedeni, hizmet sektörü kapsamın-daki iş alanlarının “kadınlara uygun alanlar” olarak tanımlanması olarak görülür. Hizmet sektörünün geliş-mesine paralel olarak kısmi süreli, kısa süreli, geçici ve buna benzer is-tihdam şekilleri de kadınların tercih ettikleri istihdam alanları olarak kar-şımıza çıkar.

Bu sektörde üretilen meta değil metanın sunumu, pazarlanmasıdır. Özetle bu sektör kapitalizmin yeni-den üretiminin imkân ve olanakla-rını taşımaktadır. Bu bağlamda da istihdam alanı kadınlardan, özellikle genç kadınlardan geçmektedir. Es-nek çalışma modellerinin en esnek

hali hizmet sektöründe yaşanmak-tadır. Enformel üretim yani kayıt dışı istihdam, hizmet sektöründe en yo-ğun biçimde görülmektedir. Kadın bedenine yönelik cinsiyetçi dil ve yaklaşım yoğun şekilde kendini gös-termektedir. Alışveriş merkezlerinde yoğunlukla karşılaştığımız reklam ve pazarlama sektörünün bir yöntemi olan promosyonculuk sektöründe istihdamı kadınlar oluşturmaktadır. Bu alanda çalışan kadınlar cinsiyetçi yaklaşımlara maruz kalmakta, meta-nın satımı için daima güzel, alımlı, bakımlı görünmeye mecbur kılın-maktadır. Güzel görünme çabası kadının kendisi için değil pazarlaya-cağı metanın alım gücünü artırmaya yöneliktir. Özelde de bu iş kolunda çalışan kadınların yaşadığı sorunlar şu şekildedir:• İşverenler,hizmetsektörün-

dekısmizamanlıçalışankadınlarıseçerkensonderececinsiyetçi

birbakışaçısıylayaklaşmaktadır.Çalışankadınlar,genç,güzel,

bakımlı,zayıf,uzunboylu,çekicigibicinsiyetçivesübjektifkriter-leregöredeğerlendirilmektedir.

• İşçikadınlarınhiçbirişgüvencesibulunmamakta,bunakarşınsendikalörgütlenmeleride

engellenmektedir.• İşçikadınlarişvereninyük-sekperformansbaskısıilekarşıkarşıyakalmalarınınyanısıra,iştanımlarıiçindeolmayanangar-yaişlerideyapmayaveücretsizfazlamesaiyekalmayazorlana-

rakkatmerlibirsömürüyemaruzkalmaktadır.

• İşçikadınlarasürekliola-rakişlerindebaşarısızoldukları

söylenereközgüvenlerinesaldırıl-maktadır.

• İşsürekliliğiolmayanişçikadınlar,erkekçalışanlarınveüstlerinincinseltacizinedaha

yoğunbirbiçimdemaruzkalmak-tadır.

• İşçikadınlararasındakadınkimliğiüzerindenrekabetkörük-lenmektevedayanışmazemini

kırılmaktadır.

Kadın bedeni tüm çıplaklığıyla cinsel bir obje olarak görülmekte-dir. Öte yandan promosyon işçileri

çalıştıkları mağazaların kadrolu çalı-şanları olmamaktadırlar. Bu durum asıl işveren olan mağaza kartelleri-nin sorumluluklarını küçültmekte, promosyon işçilerini ucuz ve gü-vencesiz-sigortasız-sendikasız işçiler ordusu haline getirmektedir. Öyle ki aynı mağaza içinde çalışsa dahi o mağazada var olabilecek bir sendikal haktan yararlanamamaktadırlar.

Hizmet sektörünün her gün geli-şen bir başka kolunu da çağrı mer-kezleri oluşturmaktadır. Bu alanda da kadınlar yoğun olarak çalışmakta-dır. Çağrı merkezi olarak adlandırılan bu alanın kapsamı bir hayli geniştir. İletişim, satış, pazarlama, halkla iliş-kiler vb. alanları kapsayan çağrı mer-kezlerinde çalışma saatlerinin sınırları esneklikte tavan yapmıştır. Özellikle banka reklamlarında öne çıkan “Her an yanınızdayız, gece bankacılığı...” vb. sloganlarla pazarlanan sözde ka-liteli ve her daim hizmet masalının ardında ucuz-güvencesiz ve kölece çalışma koşulları yatmaktadır. Çağ-rı merkezlerinde kadının ses tonu cinsel obje olarak kullanılmakta, te-lefonda “ince, nazik” ses tonu yap-tırımıyla meta satışı yapılmaya çalışıl-maktadır.

Hizmet sektörünün kadına dayat-tığı bir başka alan ise çocuk ve yaşlı bakımıdır. Ev içi yaşamda kadının doğal görevi olarak görülen bakım işlerinde yine ağırlıklı olarak kadınlar çalışmaktadır. Çalışan kadınlar ya ev-lerde şahıs hizmetinde asgari ücretin biraz üzerinde sigortasız-güvencesiz çalışmakta ya da kurumlarda salt as-gari ücrete tabi olarak en ağır iş olan insan bakımını üstlenmektedir.

Hizmet sektörünün bir handikabı da üretimden kopuk yarattığı sosyal

ortam nedeniyle yabancılaşma so-runudur. Bu sektörde çalışan işçiler aslen kendilerine yabancılaşmakta-dırlar. Kendilerine işçi değil eleman denmektedir. Kasa elmanı, reyon elemanı vs. gibi kavramlarla mağa-zalarda bu manipülasyon yoğun ola-rak yaratılmaktadır. Güzel giyinmek, güzel konuşmak gibi göreceli, bi-çimsel durumlar hizmet sektöründe çalışanlara işçi olduklarını unuttur-maktadır. İşçi olma bilincine yaban-cılaşma ise aslen üretim sürecinden kopartılarak sağlanmaktadır. Bakım hizmetlerinde ise devreye vicdan girmektedir. Yaşlıya, çocuğa karşı duyarlı olma hali kadınlara özgü bir hal olarak politize edilmektedir.

Hizmet sektöründe çalışan kadın işçilerin varlığı elbet bu üç alanla sı-nırlı değildir. Fakat bu üç alan hiz-met sektöründe çalışan kadın işçile-rin yaşadıklarını özetler niteliktedir. Asıl olan ise bu sektöre yönelik ör-gütlenme ihtiyacının ve boşluğunun görünür hale getirilmesi ve buna uygun mücadele araçlarıyla bu ala-na müdahale edilmesidir.

Tüm bunlardan hareketle SDP 2. Kadın Konferansı’nda SDP’li kadınlar ev eksenli üretimde yer alan, kayıt dışı çalışan ve emekleri çok daha faz-la sömürülen kadınların da işçi oldu-ğu tespitini yapmış ve sendikal ör-gütlenmelerinin önündeki engellere karşı mücadele etmeyi hedeflemiştir. Örgütlenmelerinin önündeki engel-lere karşı verilecek mücadeleleri des-tekleme kararı alarak, işçi kadınlar arasında örgütlenmeyi, yerellerde uygun araçlar yaratmayı, sınıf içinde kadınlarla gelişmiş bağlar kurmayı öncelikli hedef olarak önüne koy-muştur.

ÇAĞIN BACASIZ FABRİKALARINDA KADININ DEĞERSİZLEŞTİRİLEN EMEĞİ

Hizmet sektörü yeni çağın bacasız fabrikası olarak her geçen gün daha da gelişmekte. Meta üretimi yerine hizmetin üretildiği bu alanda ise emek gücü yoğunluğu kadın işçilerden oluşmakta. Hizmet kültürünün kadınlarla anıldığı patriarkal anlayış bu sektörde ağırlığını korumakta. Hizmet sektörünün kapsamı ise çok geniş. İletişim alanında, sağlık alanında, sosyal ve tüketim amaçlı alışveriş merkezleri, eğitim alanında, bilişim teknolojileri vb. birçok alan bu sektörün kapsamına girmektedir.

Mavi ve yeşilin mükemmel birliği; kumu, de-nizi, doğası, modern otel ve tatil köyleriyle, uç-suz bucaksız meyve ve sebze bahçeleriyle dünya metropolü olarak dünya pazarına satışa sunulan Antalya… Huzurun, dinlenmenin, eğlencenin, dört mevsimin bahar tadıyla yaşandığı il olarak zihinlere işleniyor. Akdeniz’e paralel Türkiye’nin en güneyine bakıyoruz; konfor ve hizmetin sınır-sız olduğu sahiller ve zakkumlu portakal ve zeytin bahçeleri; tanımı doğruluyor. On dakika kuzeyine çeviriyoruz yüzümüzü, manzaranın rengi birden değişiyor. Yeşil gidiyor, yoğun yağmur sularıyla çamura dönüşmüş varoş sokaklar geliyor; mavi gidiyor yerine kışın kullanılan ucuz kömürün isi, sisi çöküyor. Aynı mahallenin sokakları Kürt, Sün-ni, Laz, Alevi, Roman yerleşkesi olarak ayrılmış bile… Bir sokağın diğer bir sokakla hiçbir diyalo-gu yok, olması bile konuşulamıyor; her biri diğe-rinin “ötekisi”.

Alevi sokağından daha gün doğmadan elle-rinde çantalarla yeşili yeşil yapan tarım işçisi Elif, Gülsüm, Fatma çıkıyor. Öğle yemekleri verilmedi-ğinden yemeklerini almışlar çantalara. Haa, bir de 12 saatte bitecek işi 8 saatte bitirebilmek için aşırı ter döküyorlar ya, yedek kıyafet taşıyorlar. İşe na-sıl gittiklerini soruyoruz; ya tepelerinden yağmur yağarken bir kamyonetin arkasında ya da 5 kişilik araçlara 7-8 kişi sıkışarak gittiklerini söylüyorlar. Muhtemel bir kaza durumunda sahip olabilecek-leri hiçbir hakları yok, hastalık durumunda sağlık güvenceleri yok. İşverene karşı neden güvence ve hak talep etmediklerini sorduğumuzda ise işin kendileri yerine yarı ücretle çalışabilecek Kürt ka-dınlara verileceğiyle tehdit edildiklerini anlatıyor-lar. Onlarla da birlik olun diyoruz; susuyorlar…

Bu defa Kürtlerin yaşadığı sokağın başındayız. Yine gün ışımadı ama sokak-lar canlandı. Rengârenk ışıkların sabahlara kadar sönmediği, müzik seslerinin hiç kesilmediği, etrafı adeta kale gibi duvarlarla izole edilmiş otellerin, varoşlara saatler süren denize sıfır tatil köylerinin

temizlik işçileri, turizm işçisi kadınlar. Günlük sabit sayıda verilen odayı bitiremezlerse servise yetişe-miyorlar ve 2 saat iş yerinde oyalanmak zorunda kalıyorlar ve dolayısıyla ertesi gün için yeterince dinlenemiyorlar. Kum, güneş, deniz sözcükleri in-sanlara çekici görünüyor ama aşırı derecede nem ve sıcakta, güneş altında kendi kilolarına yakın temizlik araçlarını çekerek yürümek, odadaki kir ve kumu temizlemek onlara işkence gibi. Sıcaktan tahriş olmuş ciltleri daha iyi ve hızlı temizlik için kullanılan kimyasallarla birleşince acılara daya-

namaz hale geliyorlar. İhmale de uğramıyor değil Rojinler, Berfin-ler. Personel dolabına konmuş kimyasalı su yerine içen, yıllarca ye-mekten ve içmekten uzak kalarak tedavi görmüş olanları var. Müşteriler ve genelde erkek olan şefleri tara-fından tacize uğrayanı çok. Bu durumda ne yapabileceklerini so-ruyoruz; işten ayrılıp işsiz kalmaktan başka çare olmadığını söy-lüyorlar. Zaten bü-yük oranda sezonluk çalışıyor, kışları işsiz kalıyorlar. Bir sonraki sezon ise yeniden iş

aramak zorunda kalabiliyorlar. Neden örgütlen-mediklerini soruyoruz. Cevap benzer: Onlar da başka işsiz kadınların varlığıyla tehdit ediliyorlar, malum her kadın potansiyel temizlik işçisidir.

Bir başka sokaktan atık kâğıt işçisi Roman ka-dınlar geliyor. Adları bile hakaret olarak yıllarca

kullanılmış, işsizleştirilmiş bir toplumdan gelme-leri nedeniyle potansiyel suçlu olarak algılanmış bir topluluğun kadınları. Kimse onlara bu işi ver-memiş ancak işsizlik ve yoksulluk onları devletin bizzat kendi eliyle yapması gereken dönüşüm sorununa yönlendirmiş. Ne güvence, ne düzenli iş imkânı; hatta iş yaptıklarının farkında olan bile yok.

Bir başka nokta da uluslararası sermayenin işçisi kadınlar. Medikal ya da tekstil sektörlerinin ser-best bölgelerdeki köleleri. İşçi olarak tanımlanıyor ancak sendikalı olmalarına karşı çıkılıyor; vardiyalı yoğun tempolarla sağlıklarına zarar verecek dü-zeyde çalışıyor, çalışmak zorunda bırakılıyorlar. Birbirleriyle konuşmaları, tuvalete çıkmaları bile yasak. Mağazalarda satış görevlisi olarak 14 saat çalıştırılan Kırgız, Kazak, Rus, Özbek kadınlar… Çalışma veya oturma izinleri bile olmadığından güvenceleri hiç yok. Adeta bu şehirde, bu ülkede yaşamıyorlar.

Şatafatlı ışıklara ve müzik, eğlence seslerini işite-meyecek kadar uzakta birbirinden habersiz ama iç içe yaşayanların ortak adı kadın. Onlar Rojin, Elif, Gül, Rosa olarak adları üzerinden birbirini ötelerken; işverenleri adlarını bile bilmiyor, onun için tek sıfatları, adları var ve hitap şekli de bu: KADIN. Aynı dolmuş ya da servisle işe gittikleri halde birbirlerine selam vermekten çekinen farklı mezhep ve milliyetten insanlar her sabah farklı so-kaktan çıkıyor olsa da aynı cadde üstünde bir ara-ya geliyor, bir araya gelenlerin ortak özellikleri de güvencesiz çalışıyor olmaları ve cinsiyetleri. Mavi onların eliyle güzelleşiyor, yeşil onların eliyle ren-gini buluyor ancak onlar ne renklerin farkındalar ne de ortak ezilmişliklerinin. Hoş manzaralı turizm şehri fotoğraflarına ise hiç mi hiç yansımıyorlar. O fotoğraflara bir hayat kadar uzakta olduklarını an-lıyor, anlatıyor ve ayrılıyoruz: Turizm cennetinin kadınlar için cehenneme döndüğünü görerek…

Şatafatlı ışıklara ve müzik, eğlence seslerini işitemeyecek kadar uzakta birbirinden habersiz ama iç içe yaşayanların ortak adı kadın. Onlar Rojin, Elif, Gül, Rosa olarak adları üzerinden birbirini ötelerken; işverenleri adlarını bile bilmiyor, onun için tek sıfatları, adları var ve hitap şekli de bu: KADIN.

ADI: KADIN

Seray Ateş

Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012Kasım 2012 | Kadınların Kurtuluşu

Page 8: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

14 15açlık grevinde olmayacağız, bir grup arkadaşımız açlık grevinde olacak, diğer arkadaşlarımız tabi ki gene sokakta olacak, sesimizi duyuracak. Aç-lık grevi ile sadece meclisteki çalışmalarımızı dur-durduk. Arkadaşlarımız kendi bedenlerini ölüme yatırmışken o parlamentoda gidip komisyon ça-lışmalarına ya da meclis çalışmalarına katılmanın hiçbir anlamı yok. Umarım sonuç alınır. O açıdan biz “devlet adım atmasın, hayır biz ölelim” gibi bir şey istemiyoruz, hayır biz devlet adım atsın ve yoldaşlarımız, arkadaşlarımız yaşasın diyoruz.

Kürt özgürlük hareketi birçok noktada olduğu gibi kadınların özgürleşmesinde de ciddi adımlar attı. Bunu kadınların mü-cadeledeki yerinden de görebiliriz. Açlık grevinde bu kadar çok kadın olması da as-lında dünya çapında ses getirebilecek bir şey, buradan gene kadınların mücadele-yi, yükü omuzladığını görebiliriz. Sadece Kürt kadınlarının değil, Türk kadınlarının, biz sosyalist kadınların da meclisteki sesi olarak, kadınlara vermek istediğiniz bir mesaj var mı?

Kürt kadınları bir yandan halkın özgürlük mücadelesini yürütürken bir yandan da kadın olmaktan kaynaklı yaşadığı sorunlara ilişkin, er-kek egemen sisteme karşı örgütlü bir mücadele yürütüyor. Bugün Kürt kadınları alsında gerçek-ten serhıldanların, Rojawa’da olduğu gibi, Batı Kürdistan’da olduğu gibi devrimin en ön safların-da yer alıyor. Mücadelenin her alanında kadınları görebiliyorsunuz. Zindanlarda erkek yoldaşlarıyla beraber kendi bedenlerini ölüme yatırırken, dı-şarıda eylem ve etkinliklere öncelik ederken, çok net ve somutlar. Aynı zamanda Türkiye kadın ha-reketiyle de politik bir birliktelik kurarak yaşamı değiştirmeye çalışıyorlar. Hem daha eşit, daha demokratik ve özgürlükçü bir Türkiye’de yaşama, hem de kadına yönelik şiddetin olmadığı, kadın ve erkeğin eşit olduğu, daha güzel bir toplum özlemi duyuyorlar. Bunun için ortak mücadeleyi büyütüyorlar. Dönem dönem bazı sorunlar olsa da, siyasal sorunlar, daha güncel sorunlar kadın mücadelesinin önüne geçiyormuş gibi olsa da, Kürt kadınları bunu yapmadı. Bir yandan Kürt öz-gürlük mücadelesinde yer alırken, diğer yandan da yüzde 40 cinsiyet kotası, eş başkanlık, yaşamın tüm alanlarında kadınların etkin katılımı noktasın-da mücadele yürüttü. Bu çok anlamlı, ben hem dünya kadın hareketine hem de Türkiye kadın hareketine çok önemli katkısı olduğunu düşünü-yorum.

Şimdi bunu büyütme zamanı. Değiştirmemiz gereken bir sistem ve zihniyet var, erkek egemen bir toplum ve kültür var. Kadınlar iki politik iti-razı gerçekleştiriyor: biri savaştan kaynaklı yaşa-nan bir itiraz, diğeri de erkek egemen sistemin ortaya çıkarttığı şiddete karşı geliştirdiği politik bir itiraz. Bu iki itiraz içinde bazen Türkiye kadın hareketinde biri gündeme geliyor. Türkiye kadın hareketinin Kürtlerin itiraz ettiği bu savaş politi-kasına, barış için verdiği mücadeleye daha güçlü katkı sunabileceklerini düşünüyorum. Feminist politika bu açıdan çok önemli, gerçekten feminist politikanın kendisi aslında haksızlığa, eşitsizliğe, örgütsüzlüğe, anti-demokratik uygulamalara bir itirazdır. Bunu biraz daha geliştirip güçlendirmek sanırım önümüzdeki dönemi kazanmak açısın-dan iyi olacaktır diye düşünüyorum.

Bugün açlık grevine başladığınızı açık-ladınız. Genel olarak eylemi ve direnişçile-rin taleplerini nasıl değerlendiriyorsunuz?

Açlık grevi, bir pasif direniş şekli, politik bir eylemdir. Kürt sorununun çözümü bağlamında, anadil yasağının kaldırılması, anadilde eğitim ve savunma hakkı ve müzakerelerin başlatılması, Sa-yın Abdullah Öcalan üzerindeki tecridin kaldırıl-ması talebiyle başlatılan bu açlık grevleri de politik bir itiraz.

İlk etapta 700 arkadaşımız süresiz dönüşüm-süz açlık grevindeydi ve 15 Ekim’den itibaren hepsi katıldı. Dolayısıyla bugün cezaevlerinde bu sayı içinde yüzlerce kadın süresiz-dönüşümsüz açlık grevine başlamış durumda.

Açlık grevlerinin politik mesajı, tutsakların ya-şadıkları koşullara veya sorunlara ilişkin değil. Türkiye’de Kürt sorunu bağlamında tıkanan sü-recin, Kürt sorununda barışçıl ve demokratik bir sürecin önünü açmak açısından yapılan bir eylem. Ancak hükümet sürece kayıtsız. Direnişi görmez-den geliyor, manipüle etmeye yönelik bir yaklaşım sergiliyor. Başbakan “Açlık grevleri ile bize şantaj yapamazsınız” derken aslında Kürt halkına şantaj yapıyor ve idamı geri getirebileceğini söylüyor ama Kürt halkı şantajla bu taleplerden, özgürlü-ğünden vazgeçmez. Bunun yerine hayatlarından vazgeçiyorlar.

Biz de BDP-Blok vekilleri olarak hükümetin

hem içeride, hem dışarıda ölümlere zemin yara-tan bu duyarsız, pervasız yaklaşımlarına karşı, sü-resiz-dönüşümsüz açlık grevine başladık. Sonuç-ta cezaevlerinde olan arkadaşlarımızın nerdeyse tümü KCK adı altına yürütülen siyasi soykırımın sonucunda alındılar. Bu arkadaşlarımızın talepleri dışarıdayken de aynıydı, içerideyken de aynı. Biz “Bu talepler bizim de taleplerimizdir” diyoruz ve

bunun için bugün 61. gününde kritik aşamaya gelmiş olan açlık grevinde, arkadaşlarımızın ya-şamına mal olabilecek bir süreç olmaması için sorumluluk üstleniyoruz. Belki bizim çağrılarımız dikkate alınır diye, bu süreci bizim devraldığımızı belirtmek istedik.

Açlık grevlerine milletvekilleri olarak si-zin de dâhil olmanızın hükümet üzerinde baskı oluşturacağı net. En azından 3 may-munu oynamaları artık mümkün değil. Bu noktada adım atılmasını bekliyor musun?

Türkiye’nin vicdanı artık hükümetten bir şey beklemiyor, Türkiye halkları buna itiraz eder diye umuyoruz. İşin doğrusu, dün Eş Genel Başka-nımız da açıkladı, uzun süredir hükümetle diya-loglar geliştiriyoruz. Bu taleplerin karşılanamaz talepler olmadığını, sadece Kürtlerin değil, tüm Türkiye halklarının böyle bir talebi olduğunu ifade ediyoruz. Kaldı ki Halkların Demokratik Kongre-si’ndeyiz, 2 gündür kürsüye çıkan herkes talep-lerin karşılanabilir talepler olduğunu ifade ediyor zaten. Ama ne yazık ki şimdiye kadar somut bir adım, ya da bu konuda ölümleri önleyecek, açlık grevlerini sonlandıracak bir adım yok. AKP sade-ce anadilinde savunma için “imzaya gönderdik” deyip müzakereler konusunda tamamen kapıyı kapatarak ölümlere zemin hazırlıyor.

Cezaevlerindeki arkadaşlarımızın söylediği bir cümle var: “Biz yaşamı uğruna ölecek kadar çok seviyoruz.” Bence çok önemli bir söz, biz yoldaşla-rımızın buna hazır olduğunu biliyoruz ama müca-delemizi daha güzel kılmak, yaşamı güzel kılmak yaşamakla olur, yaşayarak mücadeleye daha güç-lü anlam katmalarını istiyoruz. Dolayısı ile tıkanan süreçte BDP-Blok vekilleri olarak kendi üstümüze düşeni yapma çabasındayız. Bunun için sadece

SABAHAT TUNCELAçlık grevleri eylemi, hükümetin taleplere dönük attığı dolaylı adımların ardından, Öcalan’ın çağrısıyla can kaybı yaşanmadan sona erdi. Henüz eylemlerin devam ettiği süreçte Ankara’da

gerçekleştirilen HDK 2. Genel Kurulu’nda açlık grevine başladığını açıklayanBDP Milletvekili Sebahat Tuncel’le açlık grevleri ve Kürt Kadın Hareketi üzerine görüştük

Eylem Karaca

BARIŞ ANNELERİSultan BaştaşMardinliyim. 1 seneyi aşkın süredir kızım Bakırköy Cezaevinde tutuklu ve 12 Eylül’den beri açlık grevinde.

Ne kadar süredir bu mücadelenin içerisindesiniz?

Ben ve ailem uzun süredir bu mücadele içerisindeyiz. Kızım hareketi tanıyalı iki yıl oldu. Yaklaşık bir yıldır da cezaevinde.

Açlık grevleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Her ne kadar mücadele içinde uzun zamandır bulunsam da bu bir ana yüreği. Çocuğum orda açken ben burada nasıl rahat olabilirim. Yaşadığım coğrafyada nasıl rahat edebilirim. Cezaevlerindeki insanların taleplerini hepimiz sahipleniyoruz. Bu talepler benim taleplerim, bir babanın talepleri, bir halkın talepleridir.

AKP’nin Kürt sorununa yaklaşımı ve açlık grevlerine karşı aldığı tutum hakkında ne düşünüyor-sunuz?

Erdoğan’ın ve AKP’nin söylemleri tamamen yalandır. Herkesi kendisi gibi gören Başbakan açlık grevleri hakkında da, her zaman takındığı tutumuyla yani iftiralarla ve yalanlarla bu konunun üs-tünü kapatmaya, gündemden düşürmeye çalışmaktadır.

Sizin açlık grevleri ve Kürt sorunu hakkında çözüm önerileriniz nelerdir?

Bir an önce açlık grevlerinin sonlandırılması ve yıllardır süregelen savaşın sonlandırılması yönünde adım atılması gerekiyor. Bizler mücadelemizde kararlıyız ve taleplerimiz bellidir ve taleplerimizden taviz vermeyiz. Bizler ilk olarak barış istiyoruz, anadilimizde eğitim hakkı istiyoruz, bunun çözümü olarak ta Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılmasını istiyoruz. Gerekirse bizler de çocuklarımız gibi günlerce, aylarca ve hatta yıllarca açlık grevi yaparız. Taleplerimize ulaşana kadar mücadelemize devam ederiz.

Kızı şu anda açlık grevinde bir anne olarak hissettikleriniz nelerdir?

Kızımın başı ağrıdığında 24 saat başında beklerdim fakat şu an suçsuz olduğu halde cezaevinde ve süresiz-dönüşümsüz açlık grevinde. Bir anne olarak tabi ki de buna dayanamıyorum. İleriki dönemde ne olacağı hakkında bir fikrim yok, hastalığa yakalanabilir onu kaybedebilirim. Fakat elimden hiçbir şey gelmiyor. Umuyorum ki bir an önce taleplerimiz karşılanır ve açlık grevleri kalıcı hasarlar bırakmadan, ölümler olmadan son bulur.

Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Biz artık barışın gelmesini istiyoruz, artık üzülmek istemiyoruz. Tek talebimiz önderimiz Öcalan üzerindeki tecridin kaldırılması ve Kürt halkının özgürlüğüdür. Bu yol uğruna sadece tutuklular değil hepimiz açlık grevine girer ve gerekirse canımızı veririz.

Ayşe YavuzSiirtliyim. Oğlum 3 senedir Tekirdağ F Tipi Cezaevi’nde ve 10 gündür açlık grevinde.

Ne kadar süredir bu mücadelenin içindesiniz?

17 yıldır biz bu mücadelenin içerisindeyiz. Oğlum 3 yıldır cezaevinde ve 20 yıl hapis cezası aldı.

Açlık grevleri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Biz çocuklarımıza sürekli destek vereceğiz, gerekirse cezaevi önünde bekleyeceğiz. Çocuklarımız haklı talepleri uğruna açlık grevindeler. Biz bu hükümete ve hükümetin politikalarına karşıyız. Biz Öcalan üzerindeki tecridin kalkmasını ve acil diyaloga gidilmesini istiyoruz. Bizim özgürlüğümüz, bir halkın özgürlüğü buna bağlıdır ve çocuklarımız bu uğurda açlık grevindeler. Saat başı televiz-yona bakıyoruz açlık grevleri hakkında yeni bir gelişme var mı diye. Korkarak haberleri izlemek istemiyoruz, taleplerimizin karşılanmasını ve açlık grevlerinin son bulmasını istiyoruz.

AKP’nin Kürt sorununa yaklaşımı ve açlık grevlerine karşı aldığı tutum hakkında ne düşünüyor-sunuz?

AKP’nin politikaları hep aynıdır. Kürt sorunu hakkında söylediklerini hiçbir zaman yerine getir-miyorlar. Sadece şov yapıyorlar. AKP Kürtlerin düşmanıdır. Erdoğan açlık grevlerini amacından saptırmak için uğraşmaktadır fakat başarılı olamayacaktır. Erdoğan bilmelidir ki cezaevlerinden bir cenaze bile çıksa bu halk oturup izlemez. Bizler artık sadece çocuklarımızın taleplerinin karşı-lanmasını istiyoruz.

Sizin açlık grevleri ve Kürt sorunu hakkında çözüm önerileriniz nelerdir?

Abdullah Öcalan üzerindeki tecrit bir an önce kaldırılmalıdır. Öcalan bir halkın önderidir ve onun özgürlüğü Kürt halkının özgürlüğü demektir. Biz artık bu coğrafyalarda savaş olsun istemiyoruz, barış istiyoruz. Haklı talepleri için açlık grevinde olan çocuklarımızın talepleri bir an önce yerine getirilmelidir.

Oğlu şu anda açlık grevinde bir anne olarak hissettikleriniz nelerdir?

Anne yüreği dayanamaz, her gün televizyonda haberlere ağlayarak bakıyorum acaba bir şey olmuş mu diye. Hissedilen acı tarif edilemez. Bizim şu an ciğerimiz yanıyor oğlumuz için fakat yapabilecek tek şey var, o da onlara sonuna kadar destek olmak. Elimizden geldiğince onların yanında olmaya çalışıyoruz.

Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012Kasım 2012 | Kadınların Kurtuluşu

Page 9: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

Başbakan değil CinsbakanHaziran’da AKP’nin Sütlüce il binası önünde ey-

lem yapan SDP’li Kadınlar, polis bariyerlerini aşa-rak döviz ve pankartlarını sloganlar eşliğinde parti

binası önüne bı-raktı.

Başbakan ve AKP’li bakanların kürtaj hakkında yaptıkları açıkla-malara ve kürtajı yasaklama giri-şimlerine tepki-lerini gösteren kadınlar, ”Bana bak Başbakan, sabrımızı taşır-ma, kendin yat kuluçkaya, bir Türkçük, iki Türkçük, üç Türkçük doğurmaya”, “Kürtaj haktır, Uludere katliam”, “AKP elini, bedenimden çek” sloganlarını atarak eylemlerini gerçekleştirdiler.

SDP’li Kadınlar’ın, ellerinde taşıdıkları dövizleri AKP önüne bırakmak istemesi polis engeliyle karşı-laştı. Polisin engelle-mesine tepki göste-

ren kadınlar, “Başbakan şim- d i y e kadar kadınlar için hangi ted-birleri aldı ki bizi engelliyor, dö-vizlerimizden neden korkuyor? Bizde ne cop ne de gaz bom-bası var” şeklinde konuşmalar yaptı.

Sivil polislerle kısa süreli bir arbede yaşayan kadınlar, polis bariyerini yıkarak ikin-ci bariyer önünde açıklama yaptı.

Gülay Armağan davası,

kadınların davasıEşi tarafından katle-

dilen Gülay Armağan davasının üçüncü du-ruşması 13 Eylül 2012 günü Üsküdar 1. Ağır Ceza Mahkemesi’nde görüldü. Duruşma öncesi mahkeme önünde bir araya ge-len kadın örgütleri bir basın açıklaması düzenlerken, tutuk-lu olarak yargılanan katil “unutulduğu” için mahkemeye getirilme-di. Kadınlar adına açıklama yapan SDP MYK üyesi Eylem Karaca, “Kadın örgütleri haksız tahrik indi-rimine hayır demek, kadın cinayetlerinin politik

olduğunu anımsatmak için adliye önünde” diye-rek “erkek yargı”dan hesap sorduklarını belirtti.

Tutuklu olarak yargılanan katil Metin Armağan, “hapishaneye yazı yazılması unutulduğu” gerek-çesiyle duruşmaya getirilmedi. Dava, diğer tanık Mustafa Armağan’ın zorla getirilmesi, sanığın akli durumu ile ilgili raporun incelenmesi, karakol gö-revlileri ile ilgili soruşturmaların akıbetinin Ümra-

niye Cumhuriyet Başsavcılığı’na yazı yazılması ta-lepleri ile 22 Ka-sım tarihine erte-lendi.

Sağlık Bakanlığı

önünde zincirli kürtaj

eylemiHükümetin kadın-

ların kürtaj hakkına yönelik saldırısına karşı protestolarla ge-çen Haziran ayının bir başka eylemi ise An-kara’daydı. Sıhhiye’de bulunan Sağlık Bakanlı-ğı önüne kendilerini zin-cirleyerek “Kürtaj Haktır! SDP’li Kadınlar” pankartı açan 4 kadın, Başbakan ve Sağlık Bakanı’nın açık-lamalarını protesto etti. Doğmamış fetüsün ya-şam hakkını savunanların, Roboski’de katliamın plan-layıcısı olduklarını, asıl cina-

y e t i n orada 34 insanın öldürülme-si olduğunu; “gerekirse tecavüz çocuğuna devlet bakar” diyen Sağlık Bakanı’nın erkekliğin fütur-

16 17

suzluğuyla bu kadar rahat konuştuğunu söylediler.

Polis saldırısı ile gözaltına alınan kadınlar, önce Çan-kaya Emniyet Müdürlüğü’ne götürüldüler. Ardından Adli Tıp’ta kan vererek alkol mu-ayenesine zorlandılar, kabul etmeyince de gözaltı işlem-lerinin uzayacağı ile tehdit edildiler.

Bu eyleme yapılan sert saldırı ve gözaltının ardın-dan aynı gün öğle saatlerin-de AKP Ankara İl Başkanlığı yürüyen kadınlar, Mediha Erdem Sokak girişinde çevik kuvvet barikatıyla durdurul-du. Sloganlar eşliğinde yapı-lan açıklamada, doğurmak, doğum yöntemi ve kürtaj konusunda kadının kendi bedeni üzerinde karar verme hakkı olduğu ifade edilerek, sağlıklı doğum ortamı ve kürtaj yaptırmanın kadınla-rın hakkı ve devletin bunları sağlamak yükümlülüğü ol-duğu söylendi. Sabahki eyle-

me dönük saldırı kınandı.

SDP’li Kadınlar, “İşçi, Kürt, kadın kanı… Bu deryada boğulacaksın Tayyip” pan-kartıyla yaptıkları açıklama-nın ardından kırmızı boya doldurulmuş balonları çevik kuvvete fırlattı.

Polise boyalı balon: Üstünüzde

kan var!

Kasım ayı, SDP’li kadınla-rın kadına yönelik şiddete karşı başlattığı kampanya ile geçti. ‘Üzerinizde kan var,’ ‘Şiddetinizle Barışmıyo-ruz’ sloganıyla sokağa çıkan Ankara’dan SDP’li Kadınlar, açlık grevlerinde kadınların üstlendiği sorumluluğa dik-kat çekip, destekçisi olduk-larını ifade ettiler. Eylemde ‘Sinem Şahin’e özgürlük’ ‘ Şiddetinizle Barışmıyoruz’

‘Erkek devlet şiddetine son sloganları atıldı. Daha son-ra polisle yaşanan gerginli-ğin ardından kadınlar polise boya dolu balonlar fırlatarak eylemlerini sonlandırdılar.

Şiddetinizle Barışmıyoruz!

SDP’li Kadınlar, hüküme-tin kadınları eve hapsetme politikalarına rağmen “Şid-

detinizle Barışmıyoruz!” kampanyası kapsamında so-kaklardaydılar. 14 Ekim’de SDP’li Kadınlar pankartla-rı ve sloganlarıyla İstiklal

Caddesi’nde bir yürüyüş düzenlediler. Kadın cinayet-lerine, kadına yönelik şid-dete, taciz ve tecavüze kar-şı yürüyen SDP’li Kadınlar 5. Konferans’ın coşkusuyla alanlarda, kadın mücadelesi-nin aktif bir öznesi olacakla-rını bir kez daha gösterdiler.

İstanbul SDP’li Kadınlardan

zincirli eylemİstanbul Beşiktaş ilçesinin

en işlek caddelerinden bi-rinde, Başbakanlık ofisi ya-kınında SDP’li Kadınlar yolu

kapatarak kendilerini birbirlerine zincirledi-ler. Açılan pankartta ‘Kadına Yönelik Şiddete Son’ ‘Sinem Şahin Onurumuzdur’ yazı-

yordu. Bu ülkede kadınların öldürüldüğünü, yargının erkeği koruduğunu, dışa-rıda kalan, evlere dönmek istemen kadınları ise ceza-landırdığını, bunlardan bir tanesinin de Sinem Şahin ol-duğunu ifade eden 8 kadın arkadaşımıza polis sert bir şekilde müdahale etti. Gö-zaltına sürecinde darp edilen kadınlar direnerek eylemleri-nin amacına ulaşmasını sağ-ladılar. Polis ayrıca kadınların darp edilmesine karşı çıkan halktan birkaç kişiyi de yaka paça uzaklaştırdı.

SDP’Lİ KADINLAR EYLEMLERİYLE SES GETİRDİ!

Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012Kasım 2012 | Kadınların Kurtuluşu

Page 10: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

18 19

Tayyip Erdoğan “Her kürtaj bir Uludere’dir” sözleriyle kür-taj yasağını gündeme sokalı 6 ay oldu. Bu sözlerin hemen ar-dından Türkiye’nin her yerinden kadınlar sokaklara döküldü. Be-denleri üzerindeki hakka sahip çıktılar. Ücretsiz-güvenli kürtaj hakkını yinelediler. ‘Bedenimiz bizimdir’ şiarıyla sezaryeni de içine dahil ederek hazırlanabile-cek yasa tasarısına karşı çıktılar.

O dönemde bu gündeme dair birçok yorum yapıldı. Ro-boski katliamının yarattığı gün-demi kapatmak amacıyla kürtaj gündeminin suni bir gündem olduğuna dair değerlendir-melerde bulunuldu. Bugün baktığımızda, kürtaj yasağının gelmediğini görüyoruz. Ancak bu yorumların arkasında görül-meyen bir şey vardı. O da bu söylemin aslında kadın bedeni üzerinde denetim kuran uygu-lamaların hız kazanacağının bir sinyali olduğuydu. AKP iktidarı-nın yürüttüğü bir stratejiydi bu. İlk etapta tüm kamuoyu açısın-dan çok uç olarak değerlendiri-lebilecek bir fikri gayet meşruy-muş gibi ortaya atıyor. Tartışma programlarında tartıştırıp bu fikri ısındırarak zamanla algılar-da oynamalara sebep oluyor ve sonunda yerleştirmek istediği zihniyeti normalleştirerek hayat-larımızın içine sinmesine yol açı-yor. Bu tartışmalarla tecavüzün

suç olup olmadığı değil, teca-vüz sonrası hamile kalan kadını suçlu ilan edebilecek fikirler bile meşru kılınmaya çalışıldı.

Öyle söylemler üretildi ki de-falarca “yok artık”, “bu kadar da olmaz” dedik bu süreçte. Belki kürtaj yasağı gelmedi ama ka-dın hareketinin bu ülkede yıllar-dır verdiği mücadelelerle kabul ettirdiği kadının iradesi, bedeni hakkında söz sahibi olması gibi kazanım olarak değerlendirebi-leceğimiz kavramlar geriye dü-şürülmeye çalışıldı. AKP, kürtaj yasağını getirmeyerek geri adım atmış gibi görünse de aslında yasaklamakla hemen hemen aynı sonuçları doğurabilecek uygulamalarla yüz yüze getirdi bizi.

Tecavüz sonucu hamile ka-lan bir kadın başvurduğu hukuk mercii tarafından doğurmaya zorlandı. İktidar genç kadını “Ölsem bile doğurmayacağım!” diye isyan ettirdi. Sistem, teca-vüze uğrayan kadınların doğ-rudan doktorlara başvurma-sının önüne geçerek, onları önce savcıya gitmeye, savcıyı tecavüze uğradığına inandırma-ya mecbur bıraktı. “Ancak tüm bunları 20 hafta içinde başara-bilirsen kürtaj olabilirsin” diye dayatmada bulundu. Tecavüz davalarında sürecin kadınlar aleyhine işlediği zaten açık ve

net bir şekilde görülüyorken, kürtajı savcılık kararına bağla-mak, kürtajı fiilen yasaklamak ve kadını doğurmaya zorlamaktır. Kürtaj olmadan önce kadınları onay belgelerine mecbur kılmak kürtajı fiilen yasaklamak değil de nedir? Gebelik testi yaptıran kadınların iletişim bilgileri alınıp sonuçlarının ailesine ya da eşi-ne bildirilmesi kadına yaşatılan dolaylı bir tehdit aracı değil mi? Bu fişlemek değil de nedir? Kür-taj hakkını kullanmak isteyen kadının psikolog, sosyal hizmet uzmanı ve doktorlardan oluşan ikna odalarında “terbiye” süreci içine alınması denetim değil de nedir?

İşte tüm bu uygulamalarla aslında kürtaj yasaklandı. Kadın-lar gittikçe daha çok risk altına alındı. Her geçen gün sağlık kuruluşları tarafından kadınlar çeşitli uygulamalarla denetim altına alınıyor. Bedenlerimizin bekçileri gün geçtikçe fazla me-sai yapıyor. Aileler, eşler iktida-rın cephesinin içine daha çok çekilerek ajanlaştırılıyor. Kadınlar kendiyle ilgili çoktan verilmiş ka-rarları başkalarından duymaya başlıyor. Söz hakkımızı, irademi-zi tamamen elimizden alıyorlar. Buna artık dur demek için kürtaj yasağının kamuoyu gündemine ilk düştüğü zamandaki coşkuyla sokaklar yeniden hareketlenme-li. Bu yasağı artık deşifre etmeli.

KÜRTAJ FİİLEN YASAKLANDI!

Kürtaj olmadan önce kadınları onay belgelerine mecbur kılmak kürtajı fiilen yasaklamak değil de nedir? Gebelik testi yaptıran

kadınların iletişim bilgileri alınıp sonuçlarının ailesine ya da eşine bildirilmesi kadına yaşatılan dolaylı bir tehdit aracı değil mi?

Bu fişlemek değil de nedir?

AKP hükümetinin gebelik fişlemesi bir kadını daha mağdur etti. Tekstil işçisi Nejla Özdemir Cenan, hamile olmadığı ve gebelik

testi yaptırmadığı halde, ailesi ve eşine hamile olduğu bildirildi. Cenan, “Devlet beni kâğıt üstünde ‘hamile’ yaptı. Önce annemi,

ardından eşimi, en son beni aradılar. Bu ülkede bu sıralamada bir kadının ölme riski %100’e yakındır” diyerek tepki gösterdi.Sağlık Bakanlığı, gebelik, kürtaj ve doğum kontrol bilgilerinin

ailelere bildirilmesi yönündeki genelgeyi reddetti ancak uygulama birçok kadını mağdur etmeye devam ediyor.

Fişleme olarak adlandıracağımız bu uygulamaların son örneği İzmir’de yaşandı.

DİKKAT, FİŞLENEBİLİRSİNİZ!

İlkay: Devletin fişleme uygulamasından sen de geçtin. Bize neler yaşadığından bahseder mi-sin?

Nejla: Bundan 3 ay önce gebelik testi yaptır-dığıma dair anneme telefon geldi. Böyle bir test yaptırmamama ve hamilelik gibi bir durumum olmamasına rağmen Buca Kuruçeşme Sağlık Ocağı’ndan aile hekimi telefonda hamile olduğu-mu ve neden kontrole gelmediğimi sormuş. An-nemi aramalarının sebebi de önce eşimi aramaları fakat eşime ulaşamamalarıymış. Yani onların zih-niyetine göre bu bilginin ilk muhatabı eşim, sonra

annem-babam… Kimsenin aklına benimle irtibat kurmak gelmiyor. Sözde gebelik takibi adı altında kadınlar üzerinde denetimin kurmaya çalışmanın ta kendisi bu.

İlkay: Peki, bu olayla ilgili hukuki süreç başlat-tın mı ya da başlatmayı düşünüyor musun?

Nejla: Tabi ki. Devlet beni kâğıt üstünde ‘ha-mile’ yaptı. Önce annemi, ardından eşimi en son beni aradılar. Bu ülkede bu sıralamada bir kadının ölme riski %100’e yakındır. Sonuçta bu olay bir kadının ailesi ya da eşi tarafından öldürülmesine bile neden olabilir. Türkiye’de her gün 3 kadın öl-

dürülüyor ve hep buna benzer sebeplerle. Ben ai-lemle bir sorun yaşamadım, ancak başka bir kadın böyle saçma sapan bir uygulamayla karşılaşsaydı eşi ya da ailesi ona inanmayabilirdi. Ve biz dev-letin bu “yanlışlıkla olmuş” diye basite indirgeye-rek açıkladığı bu olay yüzünden o kadının ölüm haberini okuyabilirdik gazetelerden. Bu ihtimaller devletin aklına gelmiyor diyebilir miyiz? Ben buna inanmıyorum. Devlet bedenlerimiz üzerinden bir oyun oynuyor ve pası da hastane yetkililerine, aile hekimlerine atıyor. Benim elimde belgeler var, gerekli evraklar mevcut. Hangi tarihte tahlillerimi aldığım, hangi tarihte hastaneye gittiğim belli. Burada sorumlu hastane ve ben hastaneye tazmi-nat davasını açacağım. Bir yanlışlık olmuştur diye sineye çekilebilecek bir durum değil çünkü.

İlkay: Yaşadığın bu deneyimden yola çıkar-san, buna benzer fişleme uygulamalarına maruz kalan kadınlara nasıl bir yol izlemelerini önerirsin?

Necla: Ben gittim, aile hekimiyle konuştum, tartıştım. “Nasıl böyle bir şey yaparsınız!” diye. Bana “Gebelik takibi yapılması gereken bir şey” diye anlatıyor. Saçma. İlk olarak dilekçeyle birlikte İl Sağlık Müdürlüğü’ne başvurmak gerekiyor. Ben dilekçemle oraya gittim, başvurdum. Oradaki gö-revlilere başımdan geçen durumu da ayrıntılarıyla anlattım. Onlar dilekçem üzerine aile hekimine bu gebelik testi belgesinin nasıl geldiğini, tahlilin nerede, hangi tarihte kayıt altına alındığını araş-tırdılar. Altından Bozyaka Devlet Hastanesi çıktı. Sözde ben oraya gitmişim, 20 Haziran’da gebelik testi yapmışım. Ben o tarihte işyerinde olduğu-mu kanıtladım, Buca Kadın Doğum Hastanesi’ne gidip test yaptırdım ve hamile olmadığımı kanıt-ladım. Edindiğim bu rapor ve belgelerle en yakın zamanda yasal süreci başlatacağım. Bu olayın pe-şini bırakmayacağım. Durduk yerde oradan oraya gidip şu iş için uğraşmak bile beni mağdur etti.

İlkay: Başlattığın bu hukuk mücadelesinde yanındayız ve kazanacağına yürekten inanıyoruz. Yaşadıklarını gazetemizle paylaştığın için teşekkür ederim.

İrlanda’da kürtaj yasağı can aldıİrlanda’da 28 Ekim günü, 17 haftalık hamile

olan 31 yaşındaki Hint asıllı diş hekimi Savita Ha-lappanavar, kaldırıldığı hastanedeki doktorların kürtaj yapılması isteğini, fetüsün kalp atışlarının tamamen kesildiği ana kadar 4 gün boyunca reddetmesi nedeniyle kan zehirlenmesinden ha-yatını kaybetti.

Olayın ardından İrlanda’nın başkenti Dublin’de binlerce kişi kürtaj hakkının tanınma-sı için yürüyüş düzenledi. Gösteri, kürtaj yapıl-madığı için kan zehirlenmesi sonucu ölen Savita adına bir dakikalık saygı duruşunun ardından başladı.

Gösteriye katılan konuşmacılar, hükümetten, kadınların kürtaj hakkının teminat altına alın-masını talep etti. Yaklaşık 10 bin kişinin katıldığı gösteride İrlanda Başbakanı Enda Kenny’nin ofi-sinin önüne yüründü. Hintli kadının eşi ile kür-taj hakkı savunucuları, fetüsün alınmamasının Halappanavar’ın hayatına mal olduğunu belirtti. Ellerinde, hayatını kaybeden Savita’nın resmi-ni taşıyan göstericiler Başbakan’ın bürosunun önünde mumlar yakarak gösteriye son verdi.

Uruguay kürtajı yasallaştırdıUruguay, Güney Amerika’da Küba’dan sonra

kürtajı yasallaştıran ilk ülke oldu. Senato’da ya-pılan oylama ile 14’e karşı 17 lehte oyla kürtaj yasalaştı. Yasa, kadınların hamileliklerinin 12’nci haftasına kadar kürtaj yaptırabilmelerini öngö-rüyor. Katoliklerin çoğunlukta olduğu ülkede kürtajla ilgili tartışmalar cepheleşmeye ve büyük tartışmalara yol açtı.

Daha önce parlamentonun alt kanadında kabul edilen yasanın senatodaki görüşmeleri sırasında değişiklikler yapıldı. Kürtajın kadınla-rın tercihine bırakılmasını, devletin bu konuda yasak getirmemesini savununlar, yasa sayesinde çok sayıda canın kurtulacağını; bugüne kadar gizli ve kötü koşullarda yapılan kürtajlarda çok sayıda kadının yaşamını vurguluyorlar.

Yasa, bebeğini aldırmak isteyen bir kadının bunu bir heyete anlatmasını öngörüyor. Kürta-jın bir tercih olması gerektiğini söyleyen grup bu düzenlemeye karşı çıkıyor. Türkiye’de de kadın hakları savunucuları, aslında psikolojik baskı ve hatta işkence anlamına gelen kürtaj için “ikna odaları” kurulmasına karşı çıkıyorlar.

Yasada belirlenen süreç, heyet aşamasından sonra birkaç gün beklenmesini, son bir değer-lendirme yapılmasını ve son kararın verilmesini öngörüyor.

Kürtaj, Güney Amerika ülkeleri arasında sa-dece sosyalist Küba’da serbest. Meksika’nın baş-kenti ve çevresindeki bölge ile diğer pek çok eyaletinde kürtaj kısmen yasal durumda bulunu-yor. Diğer Latin Amerika ülkelerinde ise sadece tecavüz ve sağlık riski durumlarında uygulana-biliyor.

Fransa’da kürtaj artık ücretsizFransa’da açıklanan yeni reform paketi uya-

rınca kürtaj masrafları artık devlet tarafından karşılanacak. Ülkede şu anda kürtaj olan bir kadın, operasyon için ödediği miktarın yüzde 80’ini geri alabiliyor. Bu 200-450 Avro arasında bir ücrete denk geliyor. Yapılan değişiklikle ar-tık kürtaj ücretini tamamen devlet karşılayacak. Cumhurbaşkanı Hollande 2013 sosyal güvenlik bütçesine eklediği yeni düzenlemeyle ilgili “Tüm kadınların kürtaja eşit erişim sağlamaları için ge-rekliydi” dedi. Kürtaj hakkı Fransa’da 1975’te kadın hakları örgütlerinin yoğun mücadelesi so-nucunda yasallaşmıştı.

DÜNYADANKadınların Kurtuluşu | Kasım 2012Kasım 2012 | Kadınların Kurtuluşu

Page 11: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

AKP hükümetinin üstüne körükle gittiği Suriye yangınının içinde kadınların ödediği bedel; erkek egemenliğin militarist politikalarının kadınlara yaşattıkları bir kez daha perde arkasında kalıyor. Bölge halkının hükümetin politikalarını sorgula-ması bir olumluluk iken, “Mülteci mi paralı asker mi?” tartışmasının arkasında, kamplardaki kadın-ların dramı bir kez daha görünmez kılınıyor.

Savaşların, askeri operasyonların faturasını en çok kadınlar ödüyor. Geçmiş yıllarda İncirlik Üssü’nün yakınlarında artan taciz, tecavüz vaka-larıyla bugün Antakya’daki mülteci kamplarında kadınların maruz kaldığı cinsel saldırılar, esasen aynı mantığın eserleri. Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yardım Heyeti’nin raporunda bölgedeki kamplarda kadınların tacize ve tecavüze uğradık-ları kaydedilmiş. Ayrıca Mısır yayın organlarından El-Ahram’ın Eylül 2012 sayısında da kamplardaki Suriyeli kadınların fuhşa zorlandığına dair haber-ler yer almakta. Kuşkusuz bunlar basit birer iddia değil.

Çadır kentlerde yaşam hiç de basının yansıttığı gibi güllük gülistanlık geçmiyor. Çadır kentlerde kalan mültecilerin büyük çoğunluğunu Suriye’de eşlerini kaybetmiş kadınlar ve çocukları oluşturu-yor. Dolayısıyla yaşamlarını idame ettirmek zorun-da oldukları birçok ihtiyacı karşılamak kadınlara kalıyor. Böyle durumlarda bulundukları yerleş-kenin dışına çıkabilmek için muhatap olmak du-rumunda oldukları korucu tarzı görevlilerin keyfi tutumlarıyla karşılaşabiliyorlar. Bu noktada sözlü ve fiziki taciz en sık karşılaştıkları, artık sıradanlaş-mış saldırılar. Mülteci kadınların yardıma muhtaç konumlarını “fırsata çevirmek” için ellerinden ge-leni yapan bu kamp görevlilerine hiçbir yaptırım uygulanmıyor. Yine kadınlar doktora gitmek iste-

diklerinde bulunan doktorların çoğunun erkek ol-ması ve kadınların erkek doktorlardan çekindikleri için tecavüze uğradıklarından bahsedemedikleri ve kendileriyle birlikte gelen korucuların psikolo-jik, fiziki baskı uygulayarak buna izin vermedikleri, kadınların bebeklerini düşürmeleri için zorladıkları da sık gelen duyumlardan. Aynı zamanda bölge-de kampların güvenliğini sağlamak için gittikleri iddia edilen askerlerin bölgeyi askeri üsse çevir-meleri Antakya’nın yerli halkından olan kadınların da tacize uğramalarına neden oluyor.

2003 yılında Irak savaşı sırasında kullanılan İncirlik Üssü’nün çevresindeki asker hegemonya-

sının artmasıyla cinsel saldırılarda yaşanan artış, 2012 yılında Antakya’da tekerrür ediyor. Değiş-meyen militarist algı, savaşın tüm yükünü kadın-lara çektirir hale getiriyor. Bugün Suriye’den ge-len mültecileri kollarını açarak kabul eden şefkatli kucak imajı veren devlet erkânı, kadınları tekrar ve tekrar mağdur ederek gösteriyor büyüklüğü-nü. Kampları ziyarete giden Fatma Şahin ise genç kadınların yaptıkları el işlerini “çeyizleri” olarak nitelendirip “evlenince kullanırsınız” gibi sözler söyleyebiliyor. Yani bugün tecavüzcüleriyle ev-lendirilen kadınların bir örneğini çadır kentlerdeki kadınlar için üretiyor Fatma Şahin.

Her fırsatta Suriye halklarını sahiplenerek, mül-tecileri koruduğunu iddia eden ve bunu ulusla-rarası alanda bir şov malzemesine dönüştüren devlet mekanizması aslında uluslararası mülteci haklarından bihaber. Denetim için hiçbir heyetin gitmesine izin verilmeyen çadır kentlerde insanlar ve büyük çoğunluğunu oluşturan kadınlar sağlıklı yaşam alanlarına sahip değiller. İntiharın eşiğinde olan onlarca kadının haberi gelirken birer tecavüz kampına dönen, erkek saldırganlığına dayanan ve ona gücünü veren savaş kültürü, kampları ya-şanılası yerlerden çok uzak bir hale getiriyor.

Öncelikle Ortadoğu olmak üzere tüm dünya kadınlarından oluşan, tarihten ve bölgesel olarak yaşanılanlardan ders çıkaran bir kadın örgütlülü-ğü hayati önem taşıyor. Özel olarak oluşturulan heyetlerin bölgeye gidip denetimler yapması, kadınların yaşadıkları olayları rahatlıkla anlatabil-melerini sağlamak için özel ortamların yaratılması gerekiyor. Taciz ya da tecavüz mağduru kadınla-ra gerekli tıbbi, psikolojik yardımlar sağlanmalı. Kampların askeri üs vasfından çıkartılıp sivilleşti-rilmesi ve günlük hayatın idame ettirilebileceği alanlar haline getirilmesi ise en önce yapılması gerekenlerden.

20 21

MİLİTARİZMİN AYNASI:MÜLTECİ KAMPLARI

HİÇBİR ŞEY DOĞAL DEĞİL,HER ŞEY FELAKET

30 saniyede hayatımızın alt üst olmasının üzerinden 1 yıl geçti. En-kazlar yerli yerinde duruyor. Onlarca kişinin öldüğü apartmanın enkazı-nın hemen önünde bir banka ve bir dershane konteynırı var artık. En-kazın demirlerini çocuklar toplayıp sattı. Onlarca kişinin öldüğü Bayram Oteli’nin çevresine sacdan duvar örüldü. O duvarın önüne işyeri ilan-ları, reklamlar yapıştırıldı. Şehrin en büyük reklam panosu haline geldi o duvar. Konteynır kentlerse yavaş ya-vaş boşaltılmaya başlandı.

Van depremi dendiğinde aklıma ilk gelen cümle; “potansiyelimizi görmek istedik.” Onlarca kişi üzeri-me doğru yürüyüp kahkaha atarak söylüyor gibi. Eski Türk filmlerinde, karakterin delirmeden önce gördüğü sahneler gibi. Delirmek işten değil-di, o yüzden delirmedim. İşten olan şeyleri yapmak için de bol miktarda akıl sağlığı gerekiyordu. Pek çoğu-muzun akıl sağlığı, 23 Ekim’de gitti, geri kalanının da 9 Kasım’da. Yolun bundan sonrasını öfkeyle yürüdü bir kısmımız. Bir kısmımız öfkesini ya-tıştırmak için başka yöne baktı, bir kısmımızsa öfkesini muhataplarının gözlerine soktu. Muhatap bulmaya çalışmak öfkeyi daha da arttırırdı.

Kadınlar aileden bağımsız birey olarak görülmedi. Yapılan bütün “yardım”lar aile eksenli dağıtıldı. Yal-nız yaşayan kadınlara sırasıyla önce çadır, sonra konteynır, şimdi de ev verilmiyor. TOKİ evlerinden ev sa-hipleri ve evli-çocuklular faydalana-biliyor. Bugünlerde TOKİ evlerinin akıbeti için muhatap arıyoruz. Ev sahiplerinin bir kısmına, altyapısı bitmeyen evler geçtiğimiz ay teslim edildi. O evlerin bitmesi için en az 6 aya daha ihtiyaç var. 33 konteynır kentte 20 binden fazla insan kalıyor-ken, yapılan evlere çok az bir kısmı gidebiliyor. TOKİ yerine afet evleri denen bu konutlar 80 metrekare. Minimum 5-6 kişilik olan aileler bu evlere kavuşmak için aylardır uğraşı-yor. Fakat sadece “hak sahibi” olan ev sahipleri bu evlerden faydalanabi-liyor. Kiracılara ise bu evler satılacak. Ev sahiplerine de hibe edilmediğini hatırlatmakta fayda var. 2 yıl sonra

ödemeye başlanacağı söylenen evler için 1 yıl süre geçti. Yani bir dahaki yıl taksitler başlayacak. O taksitleri ödeyemeyeceğini beyan edenlerin dilekçelerini yazıyoruz bir süredir.

Bir evim var eyvah!

Yıkılan 160 metrekare bahçeli evi-nin yerine 80 metrekare apartman dairelerinde yaşamaya başlayacak insanlar. Evlerinin önünde ekmek-lerini yaptıkları bir tandır olmayacak. Yürüyerek gittikleri bir hastane, okul olmayacak. Çünkü bu evlerin hepsi şehir dışında. Ulaşım sorunlarıyla ta-nışacak pek çok insan. Alt sınıf men-subu kişilerin apartmanda yaşayaca-ğı korkusu sardı mesela, müstakbel komşularını. “Hayatları boyunca apartmanda yaşamayan insanla nasıl aynı yerde yaşarım, o ne bilir apart-manda oturmasını?” Evet, o insan bilmez, 80 metrekare evde 10 kişiyle yaşamayı, bir takım kurallara uyma zorunluluğunu bilmez. Hayvanıyla, çocuğuyla özgürce yaşayabileceği koşullar olmadan nasıl yaşayacağını bilmez. Geçtiğimiz gün Erciş’ten ge-len bir kadına, ev çıkıp çıkmadığını sordum. “Çıktı ama…” dedi. “Aması ne?” dedim. “Köylülere de ev verdi-ler,” dedi. “Yani?” diye sormam bey-hudeydi ama yine sordum. Aldığım cevabı söylemek içimden gelmiyor açıkçası.

Farklı sınıf mensuplarının beraber yaşamaya çalışması çok ciddi sorun-lar doğuracak. Van’ın farklı kesimleri arasında gerçek bir uçurum var. O insanlar birbirlerini ne kadar göre-cek, birbirlerine ne kadar değecek şu an için kestirmek güç. Herkes sınıfına diye bağıran bir öğretmen yok orta-larda. Beraber yaşamayı deneyimle-me “imkânı” veriyor öğretmen. TOKİ gibi kendi özel alanını yaratan, şehir dışındaki mekânlarda insanların bir arada yaşaması güç olmuştur. Fakat şimdiki durum bundan daha karma-şık. Alt komşu şehre kendi arabasıyla giderken, üsttekinin çocuğu dolmuş parası bulmak için peçete satacak.

Suriye’den gelen mültecilere gön-derilmek üzere olan konteynırlarda, kadınlara yönelik bir diz “eğitim” verildi. Yıllardır toplumsal cinsiyet

eğitiminin tüm kurumlarda, okullar-da verilmesi gerektiğiniz söylüyoruz. Bu yıl depremden sonra toplumsal cinsiyet eğitimleri 33 konteynır ken-tin hepsinde verildi. Fakat içeriği; “kadın evin namusudur, kocasına hizmetle yükümlüdür, yuvayı yapan dişi kuştur, erkek evin reisidir, çocuk-larına bakmakla yükümlüdür…” gibi toplumsal cinsiyet rollerini yeniden üreten cümlelerle doluydu. Evet, istediğimiz eğitimlerin içeriği tama-men boşaltıldı. Konteynırda toplum-sal cinsiyet eğitimi alan bir kadın, bizim dernekte de aynı eğitim prog-ramına katıldığında kafası karışıyor. “Onlar böyle demedi ama?” diyor. Bu yüzden biri toplumsal cinsiyet dediği zaman artık “Hangi toplum-sal cinsiyet?” diye sormak gerekiyor.

Van büyükşehir oldu geçtiğimiz hafta. Şehrin toparlanması için bü-yük bir fırsat belki de. Afet bölgesi ilan edilmedi, bunun yerine büyük-şehir yapıldı. Kavramlarla oynaya oynaya geliyoruz çocuklar. Barınma

problemini hallettik mesela. Önce çadır bulamadık, sonra onu bulduk, konteynır gelince çadırdan olduk. Sonra konteynır aradık. Sonra evler geldi, konteynırlardan olduk. 1 yıl öncekiyle sorun aynı; barınma. İn-sanların gerçekten hâlâ gidecek yer-leri yok. TOKİ’deki evlerine gitme-yen, evi yıkılan on binlerce insana kiralık ev aramaları söylendi. Kiralık ev sayısı hem çok az hem çok pahalı. Mahallelerdeki okulların çoğu yıkıldı. Eğitim-öğretim yılı doğru düzgün başlayamadı. Okullarda güçlendir-me yapılmadı. Bazı okullarda veliler dilekçe verdi, çocuklarını o okullara göndermek istemediğine dair. Bazı veliler servis parası nedeniyle çocuk-larını uzaktaki okula gönderemedi.

Van’da hiçbir şey normale dön-medi. Bütün binalar boyandı, içeri-deki duvarlar, duvar kâğıtlarıyla kap-landı, her yere güçlendirme yapan inşaat şirketlerinin reklamları asıldı, evlerin orta mı yoksa ağır hasarlı mı olduğuna hala karar verilmedi, yanından geçerken yıkılma tehlikesi olan evler kararın sonucunu bekli-yor, artçılar devam ediyor, yeni bir depremin olacağı söylencesi gün geçtikçe büyüyor.

Depremin birinci yılında yine hiç-bir şey doğal değilken, her şey fela-ket.

Aylin ÇelikYıllardır toplumsal cinsiyet eğitiminin tüm kurumlarda, okullarda verilmesi

gerektiğini söylüyoruz. Bu yıl depremden sonra toplumsal cinsiyet eğitimleri Van’daki 33 konteynır kentin hepsinde verildi. Fakat içeriği; “kadın evin

namusudur, kocasına hizmetle yükümlüdür, yuvayı yapan dişi kuştur,erkek evin reisidir, çocuklarına bakmakla yükümlüdür...” gibi toplumsal

cinsiyet rollerini yeniden üreten cümlelerle doluydu.

Özge Bali

Mülteci kadınların erkek mültecilere kıyasla daha farklı ve özel koruma ih-tiyaçları bulunmaktadır. Kadınların cinsel ve fizik-sel istismara, sömürüye, mal ve hizmetlerin dağı-tımında ayrımcılığa karşı korunmaları gerekir.

Mültecilik döngüsü içeri-sinde kadınlara yönelik cinsiyet/toplumsal cinsi-yete dayalı şiddeti aşağı-daki gibi sınıflandırmak mümkündür:

Çatışma sırasında, kaçış-tan önce: İktidarda bu-lunan kişiler tarafından taciz edilme, kadınların cinsel olarak işkence gör-mesi, askerler tarafından cinsel şiddet uygulanma-sı, toplu tecavüz ve ha-mile bırakılma, çatışma halindeki tarafların silah-

lı mensupları tarafından kaçırılma.

Kaçış sırasında: Çeteler, sınır muhafızları tarafın-dan cinsel saldırı, insan tacirleri, köle ticareti ya-panlar tarafından yaka-lanma.

Sığınma ülkesinde: Oto-rite sahibi kişiler tara-fından cinsel saldırı, ai-lelerinden ayrı düşmüş kız çocuklara, bakıcı aile yanındayken cinsel ta-ciz, aile içi şiddet, yaka-cak toplarken, su almaya giderken cinsel saldırı, hayatta kalabilmek için cinsel ilişkiye/fuhşa zor-lamak, sığınma ülkesinde yasal bir statü beklerken ya da yardım ve kaynak-lara erişmeyi beklerken cinsel taciz.

Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012Kasım 2012 | Kadınların Kurtuluşu

Page 12: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

Adını üyelerinin Hintçede “gulabi” anlamına gelen pembe renkli elbiseler giymesinden alan Gulabi Çetesi, Hindistan’ın kuzeyinde yer alan Uttar Pradeş eyaletinde yaşayan bir grup Hintli kadından oluşuyor.

Çete, eskiden kamuda bir sağlık çalışanı (ve bir çocuk gelin) olan beş çocuk annesi Sampat Pal Devi tarafından 2006 yılında yaygın aile işi şidde-te ve kadınlara yönelik diğer şiddet türlerine karşı mücadele için kurulmuş. Gulabi’ler eşlerine şiddet uygulayan erkekleri ziyaret ediyorlar ve bu eylem-lerine son vermezlerse onları bambu sopalarıyla dövüyorlar.

2008’de, Banda adlı bir bölgede bir elektrik kurumunu bastılar ve görevlileri rüşvet almak için kestikleri elektrikleri yeniden açmaya zorladılar. Ayrıca çocuk yaşta evliliğe ve başlık parasına karşı da mücadele veriyorlar ve kadınlara yönelik oku-ma yazma kursları düzenliyorlar.

Hindistan medyasında olumlu bir şekilde yer alan grubun 2008 itibariyle 20 bin üyesi var ve Paris’te de bir temsilciliğe sahip.

Gulabi Çetesi, 2010 yapımı bir filme [Pink Saris (Pembe Sariler1), Kim Longinotto] ve 2012 yapı-

mı bir belgesele de [Gulabi Gang (Pembe Çete), Nishtha Jain] konu olmuş. Bir başka film ise (Gu-lab Gang), 8 Mart 2013’te gösterime girecek.

Pembe sariler giyiyorlar ve yolsuzluk yapan görevlileri ve eşlerine şiddet uygulayan erkekleri sopa ve baltalarla kovalıyorlar.

Hindistan’ın kuzeyindeki Uttar Pradeş eyale-tinin Banda bölgesindeki yüzlerce kadın, kendi-lerini gururla “gulabi çetesi” (pembe çete) olarak adlandırıyor ve yanlış yapanların kalbine korku sa-lıp işini yapmayan memurlarınsa haset bakışlarına maruz kalıyorlar.

Banda’nın pembe giyen kadınları, siya-si partilerden ve sivil toplum örgütlerin-den yakın zamana kadar uzak durdular, çünkü kurucuları Sampat Pal Devi’nin sözleriyle, “onlar ne zaman destek verseler hep bir karşılık bekliyorlar.”

En yoksul olanlar

“Buralarda kimse bize yardım etmiyor. Devlet görevlileri ve polis yolsuzluğa batmış durumda ve yoksullara karşılar. Bu yüzden ba-zen adaleti kendi ellerimizle sağlamak zorunda kalıyoruz. Bazen de yanlış yapanları teşhir edi-

yoruz,” diyor Sampat Pal Devi.

Banda, Hindistan’ın nüfus yoğunluğu en yüksek eyalet-lerinden birinin en yoksul bölgesi olan Bundelkhand’da, kendi haline terk edilmiş bir yer. Hindistan’daki en yoksul 200 böl-

22 23

PEMBE GİYEN KADINLAR:HİNDİSTAN’IN GULABİ ÇETESİ

geden biri. Toplam 600 köy-de yaşayan 1,6 milyonluk nüfusun yüzde 20’si aşağı kastlardan veya dokunul-mazlardan2 oluşuyor.

Banda’nın yukarı kastla-rın hâkimiyetindeki feodal ve erkek egemen toplumunda yoksulluğun ve ayrımcılığın yükünü en çok kadınlar çe-kiyor. Başlık parası ve aile içi ve cinsel şiddet çok yaygın. Dolayısıyla bu yoksulluk, ay-rımcılık ve erkek şovenizmi içinde böyle bir kadın çete-sinin ortaya çıkması pek de şaşırtıcı değil.

Çetenin kurucusu Sam-pat Pal Devi, bir dondurma satıcısının eşi, beş çocuk annesi ve eski bir sağlık ça-lışanı. “Biz kelimenin gerçek anlamında bir çete değiliz aslında. Biz bir adalet çetesi-yiz,” diyor.

“Yolsuzluğun kökünü kurutacağız”

Sampat’ın içindeki isyan tohumları, anne babasının onu okula göndermeyi red-detmesi ile atılmış. Protesto etmek için, mahallenin du-varlarına, yollarına yazılama yapmaya, resim çizmeye başlamış. Sonunda okula gönderilmiş ama çocuk evli-liklerinin yaygın olduğu böl-gede, dokuz yaşına geldiğin-de evlendirilmiş. 12 yaşında kocasının yanına taşınmış ve 13 yaşında ilk çocuğunu do-ğurmuş.

Evde tencerenin kayna-ması için, sağlık görevlisi olarak çalışmaya başlamış ancak işi onu tatmin et-mediği için bir süre sonra

bırakmış: “Sadece kendim için değil, halk için çalışmak istiyordum. Zaten insanlarla toplantı yapmaya, bir derdi olan, mücadele etmek iste-yen kadınlarla dayanışma ağları örmeye başlamıştım ve bir grup oluşmuş durum-daydı.”

Ancak Gulabi çetesi, tam olarak “erkek pataklayan” bir feminist grup sayılmaz. Kocaları tarafından evden atılan 11 kadının eve geri dönmesini sağlamalarını “kadınların erkeklerle yaşa-ması gerekir” diye gerekçe-lendiriyorlar.

Herkesin sempati ile bak-tığı gruba bazen erkekler de katılıyor ve çocuk evlilikleri, başlık parası, su kaynakla-rının tükenmesi, tarım süb-vansiyonları ve hükümet projelerindeki fonların nasıl cebe indirildiği konusunda heyecanlı konuşmalar yapı-yorlar.

Sampat,“Hindistan’daki köy toplumu kadın düşman-lığı ile dolu. Onları eğitme-yi reddediyor, çocuk yaşta evlendiriyor, para için satı-yor. Köylü kadınların eğitim görmesi ve kendi ayakları üzerinde durabilecek bağım-sızlığı kazanması gerekiyor,” diyor.

Kadınlar, Gulabi çetesi-nin resmi olmayan merkezi işlevini gören pembe renkli binaya gelip, ne polisin ne de içinde yaşadıkları toplu-mun bir şey yaptığı korku-tucu öykülerini anlatıyorlar. Bu merkezden ya kulaktan kulağa duyduklarından ya

da çetenin manşetlere çıkan zaferlerini okuyarak haber-dar oluyorlar.

Grubun odağında kadına yönelik şiddet ve ayrımcılık olsa da, su sorunu, elektrik kesintisi, yaygın yolsuzluk gibi sorunlarla da uğraşma-ları, Gulabi çetesini bir top-lumsal mücadele odağı hali-ne getiriyor. Halk arasındaki

anlaşmazlıklara da hakem rolünde müdahale edebil-meleri ise onlara bir nevi “yeniçağın kabadayıları,” “sosyal eşkıyalar” imajı ka-zandırıyor. Ama erkek ege-men değerler üzerine kurulu bir çeteden ziyade, kadın-ların eşitlikçi, adalet yanlısı kolektif eylemini harekete geçiren bir örgütlenme tarzı.

Kaçınılmaz politikleşme

Yakın zamana kadar po-litika çarklarının dışında ha-reket etmişler. Bir keresinde polis tarafından “militan Ma-oistler” olarak adlandırılmış ve saldırı ve iftira ile suçlan-mışlar. Ancak hem Maoist iddiası hem de suçlamalar geri çekilmiş.

Bölgede suç ve yolsuz-lukla mücadelede belli bir mesafe kat eden grubun lideri Sampat, 2006’da ba-ğımsız aday olarak eyaletteki bir seçime katılmış ancak sa-dece 2800 oy alabilmiş.

2011 Ekim ayında, ilk kez 21 çete üyesi, yerel seçim-

lere katılmış ve encü-menliğe denk görevlere seçilmişler. Yetkilerini, yol-ların onarımı, kanalizasyon yapımı, içme suyu sağlan-ması ve tarımın geliştirilmesi gibi projelerde kullanmışlar. Daha önce onları dinleme-yen köy muhtarlarını ikna etmek kolay hale gelmiş.

Bu sürecin siyasal gele-ceklerinin başlangıcı oldu-ğunu düşünüyorlar. Güçleri-ni sokakların ötesine taşıyıp meclislere, karar alma or-ganlarına ulaşmaya ve yok-sulların sesi olmaya çalışa-caklarını belirtiyorlar.

Sampat, “Beni öldürme-ye, tutuklamaya, aşağılama-ya ve susturmaya çalıştılar,” diyor, “ama işler kadınlar için düzelmedikçe pes etme-yeceğim.”

1- Geleneksel Hint kadın elbisesi

2- Hindistan’ın kast sis-temine dâhil edilmeyenler.

“Paryalar” olarak da bilinir-ler. En aşağı tabaka sayılır-lar ve hiçbir hakları yoktur

ancak onlara “dokunulmaz.”

Pembe sariler giyiyorlar ve yolsuzluk yapan görevlileri ve eşlerine şiddet uygulayan erkekleri sopa ve baltalarla kovalıyorlar. Hindistan’ın kuzeyindeki Uttar Pradeş

eyaletinin Banda bölgesindeki yüzlerce kadın, kendilerini gururla “gulabi çetesi” (pembe çete) olarak adlandırıyor ve yanlış yapanların kalbine korku salıp işini

yapmayan memurlarınsa haset bakışlarına maruz kalıyorlar.

Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012Kasım 2012 | Kadınların Kurtuluşu

Page 13: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

Özellikle son yıllarda iktidar par-tisinin yürüttüğü kentsel politikalar, hem genel anlamda hem de top-lumsal cinsiyet açısından kent ve mekân üzerine daha çok düşünme-mize sebep oldu. Direnişlerde ön saflarda yer alan kadınların varlığı, kentsel dönüşümün kadınlar için ne sonuçlar doğuracağı gibi tartışmalar bu mevzunun toplumsal cinsiyet-ten bağımsız ele alınamayacağını da gösterir nitelikteydi. Aslında feminist düşüncenin temel tartışmalarından biri olan “özel alan/kamusal alan” ayrımı da bu mücadele tarihinin aynı zamanda sosyal mekân ve cinsiyet rollerinin birbirini nasıl üretip bes-lediğiyle son derece ilgili olduğunu ortaya koyuyor.

İkinci dalga feministlerinin ortaya attığı “Özel olan politiktir” sloganı, kadınla özdeşleştirilmiş olan evde (özel alanda) yaşanan sorunların aslında toplumsal yaşamdakinin (kamusal alan) bir aynası olduğunu ifade eder. Toplumsal olarak kabul görmüş ataerkilliğin, cinsiyetçiliğin kamusal alanda genelgeçer olarak

fazlaca sorgulanmadığını; bunların özel alanda özellikle kadınlara yö-nelik şiddet, cinsiyetçi işbölümü gibi olgular üzerinden görünür kılınabil-diğini söyleyebiliriz. Bu açıdan fe-minist mücadele tarihinde düşünsel olduğu kadar mekânsal tahliller de belirleyicidir.

Kadınların evle, “yuvayla” özdeş-leştiriliş biçimleri, onların hem ev içinde hem de toplumsal yaşamda hangi rolü üstleneceklerini belirle-miştir. Ev, kadınların edilgen ve ko-runmaya muhtaç bulunmaları öne sürülerek, aslında erkeğe bağımlılık-larının kontrol altında tutulabilmesi için onların mekânı olarak tanımlan-mıştır. Kadınların doğaları gereği, iç-lerinden gelen bir sevgiyle, huzurlu kalabilmek için evde bulunmak iste-dikleri savunulur. Evcimendir kadın, kocasını sever, ona hizmet etmek bir görev değil sevginin ifadesidir bu algıya göre. Çocuklara bakmak bir kadının işidir aynı sebepten, o iş de evde yapılmaktadır. Erkekse etkin bir figür olarak sokağa, toplumsal haya-ta aittir. Bu fikri sağlamlaştırmak için tarih boyunca ev dışındaki hayata dâhil olmak isteyen kadınlar öteki-leştirilmiş, iffetsiz, düşmüş kadınlar olarak betimlenmiştir. Evin dışında ‘makbul’ kadınların gideceği yerler de belirlidir. Buna Avrupa tarihinden örnek vermek gerekirse, izlenimci ressamların eserlerinde “iffetli” bur-juva kadınların parklarda kocaları, çocukları ya da diğer kadınların ya-nında resmedildiğini, ev içinde çay içerken “huzurlu” göründükleri-ni; öte yandan kafelerde çalışan ya da vakit geçiren kadınların mutsuz ve düşkün gösterildiğini söylemek mümkün. Bugün nereye baksak, hangi söze kulak versek bu algının çeşitli biçimleriyle Türkiye’de de yer-leşik olduğunu söylemek mümkün.

Evlilik yüceltiliyor, özellikle son yıllarda aile, evlilik kurumu ve bolca çocuk sahibi olmak AKP’nin yürüttü-ğü muhafazakâr politikalarda sıklıkla yüceltiliyor. Bu aynı zamanda ka-dınların söz konusu özel alana hap-sedilmesinin iktidar tarafından ne kadar önemsendiğinin göstergesi.

Çünkü kadınlar kamusal alana çık-tıkları oranda özel alanda yaşadıkları sorunların kaynaklarını da fark ede-cekler. Öte yandan kapitalizmin ve erkek egemenliğinin birbirini besle-yen yapısının bu şekilde sağlamlığını korunması isteniyor.

Bu yüzden evden kopuş, femi-nist pek çok düşünürce desteklen-miştir. Evin dar alanına hapsedilen, yaşamlarını temel olarak orada şe-killendirmeyi kabullenmesi istenen kadınların, sokağı tamamen erkek-liğin sorgulanmaz alanı olmaktan çıkarmasının yegâne yolunun bu olduğu söylenegelir. Sokaklar, mey-danlar, caddeler istatistikî olarak da, sistematik olarak da erkeklerindir. Bu yüzden sokaklarda örneğin kadınları taciz etmek sıradanlaşmıştır. Onlara ait olan alanda erkekler, bu konuda çekinmezler. Sokakta başını eğmesi, çekinmesi ve başına gelebilecek her şeyi kabullenmesi gerekenler kadın-lardır. Bu durumun yarattığı ürkeklik de kadınları eve kapatmaktadır. An-cak işte özel olanın politikliği bura-da da karşımıza çıkar. Kadınların evi kendilerine ait zannetmeleri sağlan-mıştır. Evi onlar çekip çevirir, evle ilgili pek çok kararı kadınlar verir; an-cak sokaktaki erkek egemenlik aslın-da bu yanılsamanın altında evde de pek çok şekliyle devam etmektedir. En ağır şiddet, cinsel taciz, tecavüz bu sözde korunaklı yuvalarda yaşa-nır. Öte yandan bundan çok daha hafif yaşanan eril tahakküm genelde kadınlar tarafından algılanmaz, karşı konulma ihtiyacı duyulmayan ola-ğan bir durum olarak sürdürülür.

Feministlerin pek çoğunun ev-den kopuşu savunmasına rağmen bununla ilgili aksi görüşler olduğu-nu da burada eklemek gerek. Başka bir bakış açısına göre de özel ve ka-musal alanın tam da bu iç içeliği yü-zünden, kadınların evleri terk etmesi gerekmez. Kadınların sahip oldukları yaşam alanını dönüştürebilmesinin, kamusal alandaki dönüşümün daha köklü olabileceği de söylenir.

Bu iki görüşün ak ve kara olma-dığını da söylemek mümkün. Kimi kadının evden kopmadan yaşamını

değiştirmesine imkân olmayabilir, ki-mininse özel alanda yakın çevresin-de yaratabileceği değişim toplumsal açıdan kadınlar için ufak ama ciddi adımlardan olabilir.

Peki, kentsel bağlamda, kamu-sal olarak kadınlar bu mekânlarda nasıl var oluyorlar? Daha doğrusu, nasıl var olmaları isteniyor? Güncel yapılaşma politikalarına göz atarsak, kentsel dönüşüm ve devasa inşaat-ların çerçevesi bize bu konuda fikir verebilir. Kadınların evin sınırlarını daha çok aşabildiği yoksul ve/veya geleneksel mahalleler birer birer yok ediliyor. Bu yüzden mahalle direniş-lerinde kadınları daha ön saflarda görüyoruz. Özel ve kamusal alan, komşuluk ilişkilerinin yoğun yaşan-dığı bölgelerde daha iç içe geçmiş durumda ve kadınlar sadece evlerini değil ev dışındaki özgürlük alanlarını da kaybettiklerini hissediyorlar. Nite-kim pek çok kentsel dönüşüm böl-gesinden şehrin dışında kalan TOKİ konutlarına göçe zorlanan kadınlar, diğer sorunlara ek olarak daha çok eve hapsoluyorlar. Hem mahalleyi, yani ev dışındaki görece özgürlüğü-nü kaybediyor hem de kent merke-zinden iyice koparılarak, ev dışında çalışması da zorlaştırılarak tam anla-mıyla izole edilmiş oluyorlar.

Yoksul kadınlar böyle bir izolas-yona maruz kalırken, kentsel politi-kalar her kesimden kadının kamusal mekânda nasıl yer alacağına dair be-lirleyici rol oynamakta. Alışveriş mer-kezleri bu açıdan üzerinde durulması gereken bir konu. Ev dışı aktivitenin adresi olarak tarif edilen ve kentlerin her bir köşesinde pıtrak gibi açılan alışveriş merkezleri kadınların kamu-sal alanda da tüketerek var olmasını amaçlıyor. Kadınlar toplumsal cinsi-

24 25

‘MEKÂN’IN PATRİYARKALLIĞIyet rollerine uygun bir şekilde daha güzel görünmek, evlerine daha güzel eşyalar almak için bu alışveriş mabetlerine yön-lendiriliyorlar. Kadınların evin dışına çıkma arzusuna ket vurulmasa da evin dışında geçirecekleri zamanda da kapitalizmi ve erkek egemenliğini besleyen mekânlarda bulunmaları sağlanıyor. Örneğin İstiklal Caddesi, kentin her yanından gelen in-sanlar için bir cazibe merkezi. Son yıllarda başlayan değişimle, bu caddede alışverişe ve herkese yönelik mekânlardan ziyade lüks tüketime doğru bir kayma yaşandı. Caddeye Demirören AVM adı altındaki ka-zuletin dikilivermesine, Emek Sineması’nın ve daha pek çok tarihi mekânın, kültürel değer ve kaynak olmaktan çıkıp tamamen tüketim araçlarına yönelmesine izleyici kalıyoruz. Gezi parkının yerine yapılması planlanan Topçu Kışlası da böyle olacak. Bu merkezî kentsel mekândaki dönüşüm kadınlar için belirleyici. Çünkü yapılan çe-şitli araştırmalardan öğrendiğimiz şey, pek çok kadının bu caddede görece de olsa bir özgürlük içinde olduğu. Evden çıkabi-len, bu özgürlüğü çeşitli oranlarda hisse-den kadınları da çarkın dışına çıkarmamak için bu yöntemin kullanıldığını söylemek mümkün.

Alışveriş merkezleri aynı zamanda ka-dınların ucuz işgücü olarak kullanıldığı mekânlar. Böylece tüketerek rollerini sür-düren kadınlarla, aynı zamanda emek gücüne dâhil olan kadınlar aynı çember içinde buluşturuluyorlar. Bunu elbette yalnızca alışveriş merkezleri değil hizmet sektörünün pek çok alanına dair mekânlar için de söyleyebiliriz. Ancak alışveriş mer-kezleri bu duru- mun çok daha net

okunabildiği, ayrıca artık

k e n t l e r -deki var-l ı k l a r ın ın yaşamımızı biç imlen-dirdiği yer-

ler.

Tüm bunlar bize feminist mücadelenin aynı zamanda mekân ve toplumsal cinsiyet rollerinin bir-birini besleyişine karşı da bir mücadele ol-duğunu gösteriyor. Bu açıdan evi, sokağı, kenti ve erkek egemen politikaların kentsel kararlarını ele alırken bu çerçeveyi es geç-meden hareket etmemiz gerekiyor.

Gender Space Architecture: An Interdisciplinary Introduction - Jane

Rendell, Barbara Penner, Iain Borden

Cities and Gender (Routledge Critical Introductions to Urbanism and the City) -

Helen Jarvis

Cinsiyet ve Mimarlık - TMMOB Mimarlar Odası Ankara Şubesi – Nisan 2010

Kadınların evle, “yuvayla” özdeşleştiriliş biçimleri, onların hem ev içinde hem de toplumsal yaşamda hangi rolü üstleneceklerini belirlemiştir. Ev, kadınların edilgen ve korunmaya muhtaç bulunmaları öne sürülerek, aslında erkeğe bağımlılıklarının kontrol altında tutulabilmesi için onların mekânı olarak tanımlanmıştır. Kadınların doğaları gereği, içlerinden gelen bir sevgiyle, huzurlu kalabilmek için evde bulunmak istedikleri savunulur. Evcimendir kadın, kocasını sever, ona hizmet etmek bir görev değil sevginin ifadesidir bu algıya göre. Çocuklara bakmak bir kadının işidir aynı sebepten, o iş de evde yapılmaktadır. Erkekse etkin bir figür olarak sokağa, toplumsal hayata aittir.

Kullandığımız dil bizim her şeyimizi ele verir. Düşüncelerimizi, duygularımızı, siyasi görüşümüzü, cinsel kimliğimizi, yaşama bakışımızı, kısacası kendimizi. Sözcükler bizim için önemlidir. Hele de o sözcüklerle neyi ifade etmek istiyorsak o daha da önemlidir.

Dil yalnızca insanlarla iletişim kuran bir araç değildir. Dil aynı zamanda toplumsal güç dağılımının üretilmesinde, sürdürülmesinde ve yeniden şekillenmesinde de en etkili araçlardan birisidir. İnsanların toplumdaki yerlerini belirlediği gibi aynı zamanda o yerin yaratılmasında da rol oynar. Anlam dil aracılığıyla iletilirken aynı zamanda toplumun ideolojisini de açığa çıkarır. Yani hangi sınıfın iktidarı varsa, dil o sınıfın ideolojik hedeflerini, fikirlerini aktarır.

Egemen sınıfların egemen dilleri vardır.

Örneğin çocuk bakımının en iyi kadınlar tarafından yapılabileceği düşüncesi erkek egemen bir söylemin oluşturduğu bir ortaklıktır… Bu yolla kadınların asıl görevlerinin çocuk bakmak ve evde oturmak olduğu düşüncesi vurgulanır. İletişim içerisinde öylesine sıklıkla kullanılır ve yaygın hale getirilir ki kadınların kendileri tarafından da “doğal” görülür ve haklı bulunur. Böylece ortak duyu çocuk bakımının hem anne hem de baba tarafından yapılabileceği biçimindeki olası anlam da engellenmiş olur.

Dil, kültürün bir parçasıdır. Davranışlarımız dil ile ayrılmaz bir bütündür. Verili bir kültürü anlamayı ve nüfuz etmeyi amaçlayan herkes, o kültürün diline hâkim olmak zorundadır, ancak dil aracılığıyla kültürü yaşamak ve ona dâhil olmak mümkündür çünkü. Bütün yazılı metinler, içerikleri kadar biçimsel özellikleri de dilin cinsiyet ayrımcılığını nasıl pekiştirdiğini örnekler. Seçilen adlar, sıfatlar, etken ya da edilgenlik biçimlerinin tercihi kadının toplum içindeki konumunun “doğal ve verili” görünmesini sağlayabilir.

Toplumbilimciler gelişmiş sanayi toplumlarındaki medyanın egemen grupların çıkarları doğrultusunda hareket eden ideolojik araçlar olduğunu belirtir.

Toplumları biçimlendirme ve etkileme gücü açısından yaygın biçimde kullanılan kadınlık kalıp yargıları var olan tutumları pekiştirir. Toplumsal cinsiyet ayrımı sürecinde, medya da önemli bir konumda yer almakta ve medyanın hegemonik bir araç olduğu kabul edilmektedir. Medya (gazeteler, dergiler, televizyon, radyo vb.) yer verdiği kültürel içeriklerle toplumsal hegemonyayı yeniden üretir. Özellikle medya içeriklerinin, toplumsal cinsiyet ayrımını ortaya koyan ve pekiştiren yanı olduğu anlaşılmaktadır.

Hâkim ideolojilerin kendi dillerinde kültürü yansıtmak için

s ö z c ü l e r i

v a r d ı r . Bunu yaymak için de en çok basın-yayın organlarını kullanırlar. Örneğin Türkiye’de Sabah gazetesi ve burada yazan erkek yazarlar bunlardan en görünenleri. Erkek egemen kültürün, toplumsal cinsiyet rollerini en iyi yaymaya hazır ve en iyi yayabilen medya organında, cesaretlerini erkeklerden, yargıdan, hukuktan, devletten alarak, pervasızca kadınlara saldırarak iktidarlarını pekiştiriyorlar ve erkek egemen ideolojiyi de aşılıyorlar.

Ne düşünüyor ve hissediyorsak onu yansıtıyoruz. Yalnızca gündelik dilde değil; medyadan reklamlara, sinemadan ders kitaplarına cinsiyetçiliğin örtük ya da açık biçimlerde yeniden üretiminin aracıdır dil aynı zamanda. Hele elimizde medya gibi bir araç da varsa. Kadınların medyada kullanılan imgeleri basmakalıptır. Bu imgeler kadınların bağımlılığını ve ikincil konumlarını pekiştiren bir ideolojiye hizmet eder ve kadınların eve ve aileye ilişkin rollerini pekiştirir, vurgular. Kadınlar ya bir ailenin içinde gösterilmekte ya da bir erkekle

ilişkileri açısından tartışılmaktadır. Bunun etkisi, kadınları ebedi bağımlılar olarak sergilemek şeklinde ortaya çıkmaktadır ve kadınlar nadiren bireyler olarak haberlere konu olabilmektedir. Birey olarak konu olmaları da cinsellikle ilgili bir durum söz konusuysa gerçekleşmektedir.

Dil, kültürün bir parçasıdır. Çoğu insan davranışı dil ile ayrılmaz bir bütündür. Verili bir kültürü anlamayı ve nüfuz etmeyi amaçlayan herkes, o kültürün diline hâkim olmak zorundadır, ancak dil aracılığıyla kültürü yaşamak ve ona dâhil olmak mümkündür.

Egemen dil, hâkim bir formül üretmek için böler ve cinsiyet,

sınıf, ırk gibi parametreler üzerinden tahakküm kurarken dil ile bunu destekler. Örneğin, cinsiyet bunlardan biridir. Egemen ideolojinin kurduğu cinsiyet modelleri günlük hayatta; örneğin erkekleri rasyonellik, güçlülük, sertlik, başarı, netlik vb. özelliklerle tanımlarken, kadınları duygusallık, zayıflık, yumuşaklık, muğlâklık, kararsızlık, vb. özellikleri ile tanımlar ve kategorileştirir.

Toplumsal cinsiyet, cinslerin farklılıklarının, toplum içerisinde yerleşmesi ve kalıplaşmış roller yaratmasıdır. Toplumsal cinsiyette ön plana çıkan ve güç unsuru üzerinden gelişen ataerkilliğin, dile yansıması kaçınılmaz oluyor. Dilin içindeki “egemen ideoloji”nin cinsiyetçi kullanımı, sadece dilbilgisi kurallarında değil, aynı zamanda kelimelerde, deyimlerde, atasözlerinde farklı biçimlerde ortaya çıkmıştır. Kadınla ilgili olan her şeyin ‘pasif’, ‘edilgen’, erkekle ilgili her şeyin ‘aktif’ ve ‘hâkim’ olarak izah edildiği tahakküm ve biat kültürünün yerleşikliğine giden küçük ama çok etkili halkaları örer bu cinsiyetçi dil. Neredeyse evrensel bir olgudur, o yüzden de topyekûn mücadele etmek gerekir. (Devam edecek)

.Güden, M.Pınar(2006), “Dilde Cinsiyet Ayrımcılığı: Türkçe’nin

İçerdiği Eril ve Dişil İfadeler Bakımından İncelenmesi”, İ.Ü.SBE.

Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul

.Şimşek, Burcu(2006), “Kadınlararası Konuşma Sürecinde Toplumsal Cinsiyetin Dil Üzerinden

Sergilenmesi”, AÜ.SBE. Kadın Çalışmaları Anabilim Dalı, Yüksek

Lisans Tezi, Ankara

CİNSİYETÇİLİK ve DİL (2)Nurşen Yıldırım

Güleren Eren

Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012Kasım 2012 | Kadınların Kurtuluşu

Page 14: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

26 27

Mobbing (Vikipedi): Bir grup insanın bir kim-seye veya başka bir gruba sosyal kabadayılık yap-ması. Latince kökenli sözcük; psikolojik şiddet, baskı, kuşatma, taciz, rahatsız etme veya sıkıntı verme anlamlarına gelir. Özellikle hiyerarşik yapı-lanmış gruplarda ve kontrolün zayıf olduğu ör-gütlerde, gücü elinde bulunduran kişinin ya da grubun, diğerlerine psikolojik yollardan, uzun sü-reli sistematik baskı uygulamasıdır.

Bezdiri (TDK): İşyerlerinde, okullarda vb. top-luluklar içinde belirli bir kişiyi hedef alıp, çalış-malarını sistemli bir biçimde engelleyip huzursuz olmasına yol açarak yıldırma, dışlama, gözden düşürme.

Bu süreçte hedef seçilen kişi mağdur; yıldırıcı davranışı gerçekleştiren kişi ise saldırgan olarak adlandırılır. Yıldırma dolayısıyla büyük zarar gör-müş kimselere ise kurban denir.

Türkiye’de son 10 yılda duymaya başladığımız mobbing kavramı ilk kez 1960’lı yıllarda hayvan davranışlarını inceleyen Lorenz tarafından kulla-nılmıştır. Daha sonra İsveçli doktor Heinemann, bir grup çocuğun, tek bir çocuğa karşı yıkıcı hare-ketlerini açıklamak için kullanmıştır. İşyerinde yıl-dırma, taciz anlamında ise 1984’te İsveç’te Heinz Leymann tarafından hazırlanan “İş Hayatında Gü-venlik ve Sağlık” konulu raporda ortaya atılmıştır.

M o b -b i n g olgusu

başlı başına bir sosyal dışlama sayılabilir. Dışlan-maya maruz kalan kişiler, duygusal zekâsı yüksek, işinde başarılı olan çalışanlar olabileceği gibi, sa-dece dış görünüşü, etnik kimliği ya da inançları yüzünden, mesai arkadaşları veya işveren tarafın-dan mobbinge maruz bırakılabilmektedir.

Dünyada yaşanan ekonomik krizle mobbing arasında sıkı bir bağlantı kurmak mümkündür. Kitlesel halde işten çıkarmaların yaşandığı dö-nemlerde işverenler kıdem ve ihbar tazminatının maddi yükünden kurtulmak için çalışanları canla-rından bezdirip istifaya zorlamaktadır ve burada ekonomik kökenli mobbing karşımıza çıkmakta-dır. Ekonomik kriz nedeniyle işten çıkarmalar ve bu bağlamda bireyin işini yitirme korku ve endi-şeleri, çalışanların mobbingi katlanılması gereken bir süreç olarak görmelerine ve böylece mob-bingin etkilerinin daha da ağırlaşmasına neden olmaktadır. Organizasyon bozukluğunun daha fazla olduğu işyerlerinde, disiplin getirmek, ve-rimliliği artırmak, refleksleri koşullandırma (askeri disiplin) öne sürülerek yapılmakta ve meşrulaştı-rılmaktadır.

Günümüz ekonomik şartlarında pek çok çalı-şan, mobbing gibi süreçleri yaşamakta, dışlanma-ya maruz kalarak bir çeşit ötekileştirmenin kurba-nı olmaktadır. Bundan daha da vahim olanı ise ekonomik kriz ortamında, çalışanların yaşadıkları sıkıntıları, çeşitli sebeplerden dolayı tolere edip

içselleştirmesidir. Bu noktadan sonra ça-lışan kendisini mobbinge

katlanmaya mahkûm hissetmeye başlamaktadır.

Mobbing, işin akışına ya da bir davranışa iliş-kin bir anlaşmazlıkla başlar. Daha sonra zorbanın saldırgan eylemleriyle devam eder, saldırganlı-ğa zorbanın dışında, yönetim veya iş arkadaşları da katılabilir. Bir sonraki aşamada kurban, soru-nun kaynağı, problemli ya da akıl hastası olarak damgalanır. Süreç, işe son verilmesi ya da kişinin ayrılması ile sonuçlanır. Bu sonuç, çoğunlukla mobbingin bitmesi anlamına gelmez, çünkü ben-zer bir işkolunda çalışmak zorunda olan kişi kötü huylu, asi ya da işten anlamaz olarak damgalanır.

“Psikolojik bir oyun” olarak tanımlanan mob-bing; kişinin “şahsını” hedef alan, kimliğini ve öz güvenini zayıflatan, kişiyi kendi ye-tersizliğine/değersizliğine “inandırarak” kendi inisiyatifiyle “etkisiz hale gelmesini”, “çekilmesini”, “pes etmesini” sağlamayı hedefleyen bir süreç olarak tanımlanıyor. Mobbing mağdurları tarafından yaşanan süreç “alan çalınması”, “kapana kısılma”, “kolunun kanadının kırılması”, “hapis”, “cendere”, “cehennem”, “duygusal sal-dırı” gibi metaforlarla anlatılırken; mağ-durların ortak hissi genellikle “acizlik”,

“çaresizlik”, “sıkış-mışlık”, “hak-

sızlık”, “ez i -

yet”, “değersizlik” ve “yetersizlik” gibi duygular olmaktadır.

Yukarıdaki tanımlar en genel anlamıyla kadınla-rın hepsini kapsıyor. Çünkü neredeyse bütün ka-dınlar evde, işte hatta sokakta bu tür bir şiddetle karşılaşıyorlar! Kadınların her yerde karşılaştıkları şiddet çeşitlerinden biri olan psikolojik şiddet, iş-yerinde mobbing olarak karşımıza çıkıyor. ABD’li psikolog M. Harrison’ın yaptığı araştırmaya göre de kadın çalışanların yüzde 42’si, erkek çalışanla-rın ise yüzde 25’i son iki yılda işyerinde mobbinge maruz kaldıklarını belirtmişler. Yani kadınlar daha fazla mobbinge maruz kalıyorlar. Çünkü işve-renlerin ve üst düzey yöneticilerin çok bü-yük bir oranı erkek olduğu (2) için işyerin-de özellikle yükselmesi engellenerek “cam tavan”a çarpan ve yönetici olamamaktaki engellerinden birini de “mobbinge yenil-me” olarak açıklayanlar (3) kadınlardır. Tabi bu arada mobbing sayılmasa da işye-rinde ayrımcılıkla, cinsel taciz ve tehditle en fazla karşılaşanlar da yine kadınlar olu-yor.

Araştırmacıların belirttiği gibi “gücü seven, iktidardan beslenen, aşırı kontrolcü, ben-merkezci, farklılıklara tahammüllü ola-mayan, antidemokrat…” kişiler mobbing uyguluyorlar ve “Mobbing uygulayan kişi genellikle kendi otoritesine ve kendi kont-rol alanına tehdit olarak gördüğü durum-larda mobbinge” başvuruyor. Kadınlar için çok tanıdık olan bu yaklaşımlarla mü-cadele etmek aynı zamanda iktidarla da mücadele etmek anlamına gelmektedir.

Diğer yandan 19 Mart 2011’de yayınlanan “İş-yerlerinde Psikolojik Tacizin (Mobbing) Önlenme-si Hakkındaki Başbakanlık Genelgesi”, mobbingi gerek kamuda gerekse özel sektörde bir derece de olsa görünür kılmıştır. Fakat yaşadığımız diğer alanlarda da mobbingle karşılaşmamak için hem yasal-resmi, hem de farkındalık yaratacak yaptı-rımlarda bulunmak için çaba sarf etmeli ve uygu-lamaya geçirmeliyiz.

SDP 5. Kadın Konferansı’nda da pek çok kadın, bulunduğu organlarda erkekler tarafından cinsi-yetçi yaklaşımlara ve ayrımcılığa maruz kaldığını ifade etmiş, bu davranışların kendisini kuşatılmış, başarısız, yetersiz hissettirdiğini ve bu nedenle politikada özne haline gelemediğini düşündüğü-nü ifade etmiştir. Bizler, bu sorunun literatürde “mobbing” olarak geçen bir tür taciz olduğunu, kadınları özelde ilgilendirmekle birlikte onlarla sınırlı olmadığını ve partide sosyalist demokratik ilişkilerin tesis edilmesi açısından bu konuda ön-lem alınması gerektiği tespitini yaptık:

“Parti içinde mobbing kabul edilemez. Başta ka-dınlar olmak üzere üyeye yönelik baskı ve şiddet, kişinin etrafını kuşatmak ve sürekli olarak ken-dini yetersiz hissettirmek suretiyle kişi üzerinde sistematik bir baskı uygulayarak onu politikadan düşürmek mobbing olarak tanımlanır ve disiplin yaptırımı uygulanması karar altına alınmıştır.”

(1) ERA Research & Consultancy ve Futurebright Araştırma, Nisan 2012

(2) 2011 yılında kamuda %16 kadın yönetici bulunuyor, www.dpb.gov.tr,2011; özel sektörde

2011’de %25, 2012’de %31 kadın yönetici bulunu-yor; Dünya Gazetesi, 7 Mart 2012

(3) Kaya, Mustafa,mobbing, www.dpb.gov.tr

(4) Negiz Nilüfer, Yemen Aysun; Kamu Örgütle-rinde Kadın Yöneticiler: Yönetici ve Çalışan Açı-

sından Yönetimde Kadın Sorunsalı, Sosyal Bilimler Dergisi Aralık 2011, Sayı:2, s.7

YAŞADIĞIMIZ HİÇBİR ALANDA

MOBBİNG İSTEMİYORUZ

• Kendini gösterme olanaklarına yönelik kısıtlamalar: Sözünüz sürekli kesilir. Yüzünüze bağırılır ve yüksek sesle azarlanırsınız. Yaptığınız iş sürekli eleştirilir. Özel yaşamınız sürekli eleştirilir. Telefonla rahatsız edilirsiniz. Sözlü tehditler alırsınız. Yazılı tehditler gönderilir.

• Sosyal ilişkilere saldırılar: Çevrenizdeki insanlar sizinle konuşmazlar. Kimseyle konuşamazsınız, başkalarıyla konuşmanız engellenir. Size diğerlerinden ayrılmış bir oda, yer verilir. (Meslektaşlarınızın) sizinle konuşması yasaklanır. Sanki orada değilmişsiniz gibi davranılır.

• Kişinin itibarına saldırılar: İnsanlar arkanızdan kötü konuşur. Asılsız söylen-tiler ortada dolaşır. Akıl hastasıymışsınız gibi davranılır. Bir özrünüzle alay edilir. Sizi gülünç duruma düşürmek için yürüyüş, ses ve jestleriniz taklit edilir. Dini ve siyasi görüşünüzle alay edilir. Özel yaşamınızla alay edilir. Milliyetinizle alay edilir. Özgüveninizi olumsuz etkileyen bir iş yapmaya zorlanırsınız. Çabalarınız yanlış ve küçültücü şekilde yargılanır. Kararlarınız sürekli sorgulanır. Alçaltıcı isimlerle anılırsınız.

• Kişinin yaşam kalitesi ve mesleki durumuna saldırılar: Sizin için hiçbir özel görev yoktur. Size verilen işler geri alınır, kendinize yeni bir iş bile yaratamazsınız. Sürdürmeniz için size anlamsız işler verilir. Sahip olduğunuzdan daha az yetenek gerektiren işler size verilir. İşiniz sürekli değiştirilir. Özgüveninizi etkileyecek işler verilir. İtibarınızı düşürecek şekilde, niteliklerinizin dışındaki işler size verilir. Size mali yük getirecek genel zararlara sebep olunur. Evinize ya da işyerinize zarar verilir.

• Kişinin sağlığına dokunan saldırılar: Fiziksel olarak ağır işler yapmaya zor-lanırsınız. Fiziksel şiddet tehditleri yapılır. Gözünüzü korkutmak için hafif şiddet uygulanır. Fiziksel zarar verilir.

Bugüne kadar çoğunlukla çalışma yaşamında görülse de iktidar ilişkilerinin olduğu her yerde mobbingle karşılaşılabilir. Mobbinge uğramış kişilerin yaşadıklarına bakarsak bunu daha net görebiliriz:

“Taciz ya da rahatsız etme, insanların kendilerini ayrı tutma ve ayrıcalıklarını koruma için kurulu bir işleyişin olmadığı zaman başvurdukları bir yoldur.”

Bodsky (Taciz Edilmiş Çalışan)

Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012Kasım 2012 | Kadınların Kurtuluşu

Page 15: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

28 29

Avrupa’da krizin kadınlar ve kadın hakları üze-rindeki etkisi yıkıcı. Araştırmalar tutarlı bir şekilde gösteriyor ki, kamu harcamalarında yapılan kesin-tilerden en fazla kadınlar etkileniyor. Rekor sayı-da kadın işinden oluyor, sosyal hizmetlerdeki ke-sintiler, bu yüklerin kadınların sırtına bindirilmesi demek. Ortaya çıkan açığı kadınların kapatması bekleniyor.

Avrupa, çalışan kadın sayısının azaldığı, yok-sul kadın sayısının arttığı, kadınlarla erkekler ara-sındaki gelir uçurumunun genişlediği, kadınların ekonomik özgürlüğünün zayıfladığı ve sosyal güvence ve korunma konusunda temel hakları-nın tehdit altında olduğu bir gelecekle yüz yüze. Nihai olarak Avrupa’da cinsiyet eşitliğinde geriye gidiliyor.

Krizin derin etkilerinin hissedildiği şu günlerde, birçok Avrupa ülkesinde herkesin dilindeki sözcük kemer sıkma. Bu sadece söylemden ibaret değil, bir zorunluluk gibi gösterilerek sosyal haklara benzeri görülmemiş saldırıların bahanesi yapılı-yor. Avrupa hükümetleri ve Troyka, sürekli olarak başka seçeneğin olmadığını iddia ediyor, “Elimiz-de bir B planı yok” diyorlar.

Bu politikaların hiçbir işe yaramadığı, adalet-siz olduğu ve en zayıfları vurduğu biliniyor. Ka-dınlar da bu saldırıların hedefindeki “yumuşak karın”. Kadınlar ortalama olarak daha az kazanı-yor, daha az mülkiyete sahip ve yoksulluk içinde çalışıp emekli olma ihtimalleri, erkeklere nazaran daha yüksek. İşsiz veya düşük ücretli işlerde çalı-şan kadınlar, hamile kadınlar, evli kadınlar, bekâr anneler ve emekli kadınlar, cinsel, aile içi ve diğer şiddet türlerinin kurbanı olan kadınlar en fazla

kaybeden olacak.

Kamu harcamalarının kesilmesi, doğrudan doğruya ücretlerin ve istihdamın azalmasına se-bep oluyor. Aslında burada kaçınılmaz bir zo-runluluğun katlanılması gereken yan etkileri ola-rak gösterilen sonuçlar, sermayenin asıl hedefi. “Kamu harcamalarının azaltılması gerekliliği”, sa-dece “Krizi aşmak için sizi işsiz bırakmak ve eme-ğinizi değersizleştirmek istiyoruz” dememek için öne çıkarılan bir söylem.

Kamu harcamalarındaki kesintiler, kamuda en fazla istihdam edilen kadınları vuruyor. Sağlık ve eğitim alanında temel olarak kadınlardan oluşan istihdam daraltılıyor ve kadınları ücretlerinden ve sosyal güvencelerinden mahrum bırakıyor. Kadın-ları işgücünün dışına atarak gelirlerini aşağı çeki-yor ve kadınların şiddette karşı korunma ve ada-lete ulaşma açısından zorlu mücadelelerle elde ettikleri kazanımların altını oyuyor.

Kamu sektöründe yüz binlerce kadın işten çıka-rıldı ve belirsiz bir gelecekle karşı karşıya. Çalışma ve emeklilik yaşamında kadınlarla erkekler arasın-daki gelir uçurumu, kamu sektöründe ücretlerin dondurulması ile daha da derinleşiyor. Çalışma yaşamında hamile kadınlara yönelik ayrımcılık yaygınlaşıyor. Sözde emeklilik reformları ve is-tihdamın kamudan özele kaydırılması ile bu eşit-sizlikler otomatikman iki katına çıkarılmış oluyor çünkü özel sektörde durum daha vahim. Çocuk ve yaşlıların bakımında herkesin erişebileceği hiz-metlerin ortadan kaldırılmasının bir sonucu olarak bakım hizmetleri kadınların sırtına bindiriliyor. Bir-çok engelli, emekli kadın ve anne açısından sosyal yardımlar ve emekli maaşlarının yeniden düzen-lenmesi yokluk ve yoksunluğu artırıyor. Şiddet kurbanı kadınlar ise destekten mahrum kalıyorlar.

Annelik, hamilelik ve çocuk yardımında yapılan kesintiler en düşük gelirli olan ve aile içinde çocuk bakımı konusunda aslan payını üstlenen kadınları en çok etkiliyor. Avrupa ülkelerinde kamuda da-ralmaya paralel olarak ilk iptal edilenler sosyal hiz-met programları oluyor. Sağlık kurumları, kreşler, sığınma evleri kapatılıyor. Çocuk yardımları ve an-nelik/hamilelik izinleri ciddi kesintilerle yüz yüze.

Ekonomik kriz aileler üzerindeki gerilimi ve do-layısıyla aile içi şiddeti de artırdı. Gençlerin boz-guna uğrayan kariyer planları, geleneksel “aile değerlerine” geri dönüş trendini ortaya çıkardı. Genç kadınlar anlamlı bir kariyere sahip olma şanslarının düşük olduğunu düşünerek pes edi-yorlar ve kendilerine en anlamlı ve değerli gelen şeylere odaklanıyorlar. Bu ise annelik ve ev kadın-lığı demek oluyor. Dolayısıyla kemer sıkma ön-lemleri “geleneksel değerlerin” daha da pekişme-sine sebep oluyor.

Tek seçenek ilan edilen “kemer sıkma önlem-leri”, yıkıcı yapısal uyum programlarına verilmiş yeni bir addan başka bir şey değil. Yani krizin asıl sebebi olan politikalar başka bir isim altında uy-gulanmaya çalışılıyor. AB şimdi Birliğin en yoksul

ülkelerine aynı reçeteyi uygu-luyor. Bunlar makroekono -mik gösterge-lerde düzelme sağlayıp kısa vadede borç ödeme becerisini güvenceye alabilse de, uzun vadede bu ülkelerin hiçbirinde sürdürülebilir bir gelişme sağlamayacak.

1980 ve 90’lar boyunca Dünya Bankası ve IMF’den alınacak kredilerin koşulu olarak dün-ya çapında dayatılan yapısal uyum programları, özellikle kadınların kendi sağlık ve esenlikleri pa-hasına daha az ücrete daha uzun ve fazla çalış-ması anlamına geliyordu.

Avrupa’da kadın hakları savunucuları, tek se-çenek olmadığını savundukları bu politikalara karşı pek çok alternatif öneriyorlar. Avrupa hükü-metleri, AB fonlarını özel kreş ve bakım evlerini teşvik için kullanmayı planlıyor ancak sendikalar ve feministler, bu fonların özel sektörü teşvik ye-rine yeni kamu tesislerinin kurulması için kullanıl-masını savunuyor. Karşılıksız muhtaç bakımı da emeklilik sistemi içinde dâhil edilmeli ve böylece muhtaç bakımı için izin kullanmak zorunda kalan kadınlar emeklilikte dezavantajlı konuma düşme-meli.

Kadınlar aynı zamanda bütçe kesintilerinin sosyal harcamalardan başka alanlarda yapılabi-leceğini de savunuyorlar. Örneğin, sadece askeri harcamalarda yapılacak kesintiler bile kemer sık-ma tedbirlerinin yerine ikame edilebilir.

Saldırılar sendikaları ve örgütlenme hakkını da hedefliyor. Toplu iş sözleşmeleri engelleni-yor, mevcut sözleşmeler feshediliyor ve sendi-kalara gözdağı veriliyor. Avrupa Merkez Bankası işveren ile işçi sendikaları arasındaki pazarlıklara ücretlerin düşürülmesi yönünde açıkça baskı ya-pıyor ve müdahale ediyor. Tıpkı Yunanistan se-çimlerinde sosyalistlerin öcü ilan edildiği Alman medyası merkezli kampanya ile şahit olduğumuz, Almanya’nın bir başka ülkenin içişlerine rahatça karışabilmesi gibi.

Sonuç olarak, Avrupa’da krize karşı kemer sık-ma politikalarına karşı mücadelede kadın hakları önemli bir yer tutuyor ve kadınlar kazanımlarına yönelik saldırılar karşısında meydanları dolduru-yor. Hamile kadınlar, emekli kadınlar, işten çıka-rılan kamu emekçisi kadınlar, sosyal güvencelerin ve hizmetlerin ortadan kaldırılması sonucu sağlık hakkı elinden alınan, ekonomik baskı nedeniyle cendereye dönüşen aile içinde şiddetle yüz yüze kalan, bir anda çocuğuna ve yaşlı ebeveynlerine bakım yükü ile baş başa kalan, ekonomik bağım-sızlığı elinden alınarak evin yolunu tutmak zorun-da kalan kadınlar…

Hepsi başka bir dünya mümkün diyor ve diğer seçeneğin inşası için mücadele ediyor.

KEMER SIKMA ÇÖZÜM DEĞİL,BAŞKA BİR DÜNYA MÜMKÜN!

AVRUPA KAZANILMIŞ HAKLAR KONUSUNDA GERİYE GİDİYOR

Serap Güneş

Sayın seyirciler bugün bir kadın daha eski kocası tarafından öldürül-dü… Başbakan kürtaj yasaklansın, en az 3 çocuk dedi… Gözaltına alı-nan kadınlar polis tarafından taciz

edildiklerini söyledi… Kısa etek giy-diği için sokak ortasında bir öğrenci-nin bacağına kezzap atıldı… Kendini reddeden kadını tecavüz edip öldür-dü… Sıradaki haber…

Sıradaki haber henüz biz değilsek şanslıyız. Şans çünkü bu gece dışarı

çıktığımızda korkusuzca dolaşabi-leceğimizin garantisini verecek hiçbir şey yok…

Şimdi bir sabah kalktın, gö-zün kırmızı etekte, ama yok siyah pantolon daha iyi ola-cak. “Geç kalma!” dilekle-riyle yollandın. Mutluysan bile pek kahkaha atmadın, davetkâr gözükmek olmaz-dı. Neyse ki toplantı da

“Söylesem mi, konuşmasam mı?” derken geçti. Metroda karşında-ki adamın dikizlemelerine ne kadar keyfin kaçsa da tepki veremedin. Evde belki bininci kez aynı süpürge-yi eline aldın. İşten çıkarılma korku-suyla iki kat işi yarı fiyatına yaptın. Makyaj neyineymiş diye kavga ettin yine okul müdürüyle. Derken ak-şam oldu, eve doğru gittin bildiğin yollardan, bir grup erkek bağırdı ar-kandan, öfkelendin; dönüp hesabını sormak istedin, ama “hanımlığını” bozmak ayıptı. Hâlbuki gayet de usturuplu giyinmiştin, daha ne ola-caktı? Sokağa mı çıkmayacaktın, işe mi gitmeyecektin? Bir kuytuda giz-lenip mi yaşayacaktın? Bu senaryo-lar, böyle klasik günler hiçbir kadına uzak ve şaşırtıcı değil ne yazık ki.

Dünya nüfusunun yarısını oluş-turduğumuz düşünüldüğünde tüm kadınları kuytularda, kulelerde ya-şatmak pek de kolay olmayacak. Ka-dınlar için her alanda geriye tek yol kalıyor; yüzleşmek. Elinden alınmış hayatlarının peşine düşmek.

Şüphesiz ki hesap vermeksizin çıktığımız bir ev, kendi kazandığı-mız para şu gün tek başımıza bizi özgür yapamayacak. Gece soka-ğa çıktığımızda tecavüze uğra-mayacağımın garantisi olmadıkça hiçbir kadın özgür olamayacak. Geceler ve sokakları almak için biz-lere yalnız bir evin değil istediğimiz

o özgür dünyanın anahtarı gerekli. Birlikte ve sağlam adımlarla uzanıla-

cak olan dünyanın.

Kadınların üzerine kilitle-nen kapıları açacak anah-tarın tek bir adı var, mücadele. Şimdi asıl so-ruysa, bu anahtar nasıl her gün daha çok elle, daha da sağlam ve güç-lü taşınacak? Bir elimiz

sokakta pankart tutar-ken öbür elimiz, evde çocuklarına bakan kadına; sokak orta-sında dayak yiyen bir transa uzanacak. Yani bu mücadele, bu anahtar her kapı altından, her sokak köşesinden, her elden her kadına ulaştırıldıkça yayı-lacak.

Her yerde kadınlar kendilerine sunulan-ları reddettiklerinde bir alternatifleri daha olduğunu bilmeli. İşte bu alternatifi inşa

etmek, bu yol-

da belki de en büyük görev. Her ka-dın evin kapısını çarptığında gidece-ği kadın dayanışma merkezlerinde, mücadele edebileceği sokaklarda, dayanışmayla kurabileceği yeni bir hayatta yerinin ve dostlarının oldu-ğunu bilmeli. Kısacası artık kadınlara ellerindeki süpürgenin uçabileceğini anlatma zamanı.

Elimizi uzatmamız gereken kadın-lar tabii ki sadece henüz uzanama-dıklarımızla sınırlı değil. Kadınlar her yerde, işyerimizde, okulumuzda, evimizde, mücadelemizde. Eğer ki yeni bir hayat yaratmaktan bahse-diyorsak, öncelikle bu şeyi fazlasıyla içselleştirmiş olmak gerekiyor. Kadın kadının kurdudur denerek büyütü-len bizlerin, kadının asıl dostunun kadın olduğunu tüm hareketlerimiz-de, davranışlarımızda ve hayatımızın tümünde anlatabilmemiz gerekiyor. Yarın olması için çabaladığımız top-lumun ipuçları bugün bizlerden gö-rülebilmeli. Girişeceğimiz kolektif bir yaşam, paylaşacağımız daha çok or-tak alan ve her elden dokuyacağımız faaliyetler bize neden ve nasıl birbi-rimize daha sıkı sarılarak yürümemiz gerektiğini yüzlerce yazıdan daha iyi anlatacaktır. Ulaşmak istediklerimizi düşündüğümüzde, birbirini tanıyan ve inanan birkaç insanın, bunlardan yoksun birçok insandan daha ileri ve sağlam adımlarla ilerleyeceği kuşku-suz. Aynı şeye karşı mücadele etti-ğimiz kadınlarla nasıl daha sağlam, nasıl daha ileriye ilerlenir? Bu sorula-rı tekrar etmekte yarar ve gelişim var.

Tüm bunların yanında, kadınlara elimizi uzatıp hep birlikte erkek ege-menliğe karşı sesimizi yükselttiğimiz kadar, taleplerimizi de sistemli ve açık olarak alanlara taşımak gere-kiyor. Evet, bir şeylere karşıyız, bir şeyleri istemiyoruz ama istediğimiz nedir? Nasıl bir alternatif sunacağız? Hedeflerimizin, hayali isteklerden ve kadınların yalnız televizyondan izlediği birkaç slogandan ibaret gö-rünmemesi için, ayağı yere basan, kadınlara her alanda değebilecek eylemlerimizi, sözlerimizi daha da büyütmek gerekli. Dayanışmamız kadınların istemediği fakat başka bir cevap bulamadığı sorunlara çözüm olmalı. Bu konuda her kadına ayrı ayrı görev düşüyor.

Her gün dayanışmamızı, inancımı-zı ve bilincimizi biledikçe, istediğimiz ne hayal ne de ulaşılmaz. Çalınan hayatlarımızı, sokaklarımızı ve gece-lerimizi, hakkımız olanı istiyoruz.

Yani yeni cümlelerimiz şöyle başla-malı:

Şimdi bir sabah kalktın ve kırmızı eteği giydin…

ŞİMDİ BİR SABAH KALKTIN...Hazal Çağlan

Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012Kasım 2012 | Kadınların Kurtuluşu

Page 16: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

3130

RAF’ın kuruluşundan önce editörlüğünü, sonrasında da yayın yönetmenliğini üstlen-diği dergide yayımlanan metinlerden oluşan derleme, Meinhof’un sol bir aydından ge-rillaya dönüşümünün izleğini sürüyor. Soğuk Savaş politikalarından sosyal demokrasiye, mayalanmakta olan öğrenci hareketinden göçmen işçilerin durumuna, sendikal mü-cadelenin açmazlarından kadın sorununa geniş bir çeşitlilik sergileyen makaleler, et-kisi on yıllarca süren bir dönemi değişik yönleriyle yansıtırken, çoğu sorunun gün-celliğini olduğu gibi koruduğunu göster-mesi açısından da önemli. Alıntıladığımız metin Yanlış Bilinç isimli makaleden:

[…] Sosyalist özgürleşme talebinin sosyal de-mokrat hak eşitliği talebine dönüştürülmesi özgür-leşme ile ücretli çalışmanın artık alışılageldik biçim-de birbiriyle karıştırılmasını içeriyor. Özgürleşme, devlet ve topluma yönelik bir talepti, özel olarak iş adamına karşıydı; bu talep, konuşanın ve hitap ettiğinin toplumsal konumuna dayanıyordu. Buna karşın, eşit haklar bir bütün olarak erkeklere karşı mücadele ile elde ediliyor. Ücretli çalışma, kadına gerçekten de kendisi için en önemli olan erkeğin öyle olmasından kaynaklanan özelliğinden ya da izne bağlı ev geçindirme parasından kısmi bir ba-ğımsızlık veriyor –şeyleştirme süreci neden evliliğe gelindiğinde dursun ki?– bağımsız bir tüketici gibi hareket etmesine de izin veriyor. İnsanın değerinin geliriyle ölçüldüğü bir dünyada, bu tüketici bağım-sızlığı doğal olarak bağımsızlıkların en önemlisi; bu bakış açısından bakıldığında, çalışan kadın haklı olarak özgürleşmiş kabul ediliyor. Sermayenin ve devletin iş gücü gereksinimini karşıladığı ve aynı zamanda üç kuruşuyla üretim-tüketim döngüsüne katkıda bulunduğu, yani sisteme uygun ve uyum-lu davrandığı sürece doğru davranmış oluyor. Kı-sacası: Eğer özgürleşme bir değer ve ücretli çalışma doğru davranışsa, ücretli çalışma özgürleşmedir. Eşit haklar bu sistemde yalnızca nicel bir eksiklik telafisidir; “sabreden derviş, muradına ermiş.”

Sosyal sorunun bir bileşeni olan kadın sorunu bu şekilde tabii ki çözülmüş olmaz, tıpkı teknik ge-lişmenin ve endüstriyelleşmenin nimetlerinin –ka-dınlar da dahil olmak üzere– bütün insanların mı, yoksa yalnızca az sayıda insanın mı yararına olaca-ğı, insanları günlük yiyecek ve giyecek gereksinim-lerini sağlama zahmetinden kurtarmak için mi, yoksa bir avuç insana iktidar, lüks ve karlı işler sağ-lamak için mi kullanılacağı sorununun çözülmedi-ği gibi.

[…] Kadının eşit haklara sahip olması hakkında tartışılması gerektiğinde hep –örneğin sendika kongrelerinde– kopan kahkahalar, bu konuya dair

bir güvensizliği dışa vuruyor ve kadınların dene-yimleri ve duyguları karşısında patavatsız ve gayri-dayanışmacı ama yine de her şeyden önce Don Kişot’un yel değirmenleri ile mücadelesine atılan haklı kahkahalar. Eşit haklar baş ağrısı, mağdurlar tarafından bir özgürleşme hareketinin aşamalı pla-nında taktik bir adım olarak kurgulanmadığı süre-ce de öyle kalmaya mecbur.

[…] Kadın emeğinin çok daha kötü ücretlendirilmesi, emeklerinin ve verimliliklerinin değersizleştirilmesini de içe-riyor. “Yetenekli kadın”, “zeki kadın” ya da “cesur kadın” gibi övgü dolu sözlerde bile normalin olumsuzlanması ola-rak hissedilebilen bu küçüm-seme, düşük ücretlendirmenin hem sebebi, hem de sonucu olarak teşhis edilmek zorunda. Clara Zetkin daha 1889 yılında, ev işlerinin küçümsenmesini kadın emeğinin daha düşük ücretlendirilmesinin sorumlusu ilan etmişti: “Bunun nedeni, kadınların ürettiği ürünler, büyük endüst-rinin mekanik olarak imal ettiği ürünlere oranla daha düşük bir ortalama emek miktarını temsil ettiği ve kadın işgücünün daha verimsiz olduğu yanılmasına izin verildiği sürece, kadınların bugü-ne kadar yapageldiği para karşılığı olmayan işlerin de itibarsız olması ve itibarsızlaştırılmaya zorunlu olmasıydı.” Bu küçümseme ücretlerde korundu ve bugüne kadar yerini korudu. Bu, tarafsız olarak, yani kadın ve erkeklerin benzer işlerinin karşılaştır-malı betimlemesiyle savunulamaz.

[…] Durumları insanlık onuruna bu kadar aykı-rı ve hak eşitliğinden bu kadar uzaksa, neden işçi ve –büroların artan mekanizasyonu sonucunda– bu koşullarda onlar kadar mustarip olan beyaz yaka-lı kadınlar kendilerini savunmuyor? Körelmiş, yıp-ranmış işçi kadınların değilse de, en azından sen-dikaların ve belki de üniversite okumuş, eğitimli kadınların dayanışmadan çıkışını alan tepkisi nere-de kalıyor?

İkinci soru: İşçi kadınların durumu ile eğitimli ve orta sınıf kadınların aşağılık kompleksleri ve po-litikacıların, bürokrasi ve özel sektörün yöneticile-rinin karılarının düşünsel açıdan şaşırtıcı derecede dar kafalı olması arasında bir bağlantı var mı? […]

Daha düşük ücretlendirmenin kadın emeğinin küçümsenmesi üstünden meşrulaştırılması, kadın kişiliğinin de aşağı görülmesine, kadın ve erkekler-den beklenebilecek şeylerin değişmesine yol açtı. Bugün milyonlarca kadın, endüstride emeklerinin

birimi saniyelere ve saniyelerin par-çalarına kadar rasyonalize edilmiş işlerde çalışıyor; tüm etkinlikleri az sayıda hamlenin, en ufak el ve ayak hareketlerinin binlerce defa tekrar-lanmasına indirgenmiş. Kadınların

erkeklere oranla monotonluktan daha az etkilen-diği, bunun pasiflik, hayal kurma eğilimi, kişiye bağlılık, başına geleni kabullenme eğilimi gibi “psi-kolojik açıdan tipik kadın davranış biçimleri” ile açıklanabileceği öne sürülüyor. (Başına geleni ka-bullenme ifadesinin sinizmini hissedebilmesi için insanın, ritmi verili bir montaj bandında, kadınlar yeterince hızlı çalışmadıklarında işledikleri parçanın nasıl tekrar tekrar hızla ellerinden düşürüldüğünü görmüş olması gerekiyor.) Bu türden monoton, çoğunlukla telaşlı çalışmanın kadınlar açısından sonucu: Aptallaşma, körelme, sinirsel açıdan aşırı yüklenme, hastalık. Alman Sendikalar Birliği’nin 1955 Kadın Konferansı’nda şöyle denildi: “On yıl montaj bandında çalışan kadınlarla artık evlenme-ye değmez.” O zamandan beri bantlar yavaşlama-dı, işgücünün sömürülmesi daha da yoğunlaştı.

Özgürleşme talebi ve kapitalist üretim koşulla-rındaki eşitsizliğin nedenlerini teşhis etme ve orta-dan kaldırma iradesi olmadığında; hak eşitliği po-litikası, üstüne kurulu olduğu eşitliği sürekli olarak kanıtlama, her yerinden kâr ideolojisi fışkıran, yü-zeysel kadınlar erkeklerden farklıdır ideolojisinin karşısına dikilme zorunluluklarını içerir. (Kadınlar, tabii ki, erkeklerden farklıdır, ancak bunun teknik-leşme düzeyi beden gücünü gittikçe gereksizleşti-ren bir endüstrideki verimlilik kapasitesi ile bir ala-kası yok.) Kadınların aptallığını üreten yaşam ve çalışma koşulları ortadan kaldırılmadığı, en azından saldırıya uğramadığı sürece, bu konuda ikna edici ve açık bir kanıt sunulamaz. İnsanların tanıdığı bir-kaç yetenekli kadın hiçbir işe yaramaz, pekala is-tisnadırlar ve zaten kendilerini öyle hissederler.

ULRIKE MEINHOFPROTESTODAN DİRENİŞE

70’li yıllara damgasını vurmuş ve halen şehir gerillası örgütlenme modelinin en özgün örneklerinden biri olan RAF’ın (Kızıl Ordu

Fraksiyonu) kurucularından Ulrike Meinhof’un dönemin en etkili sol dergisi Konkret’te yayınladığı yazıları ilk kez Türkçede

(Protestodan Direnişe, Çeviren: Levent Konca, Sel Yayıncılık).

SOYKIRIMA KADINLARIN TARİHİNDEN BAKMAKNİNELER, ANILARI, DÖVMELERİ…

Fethiye Çetin 2004’te Anneannem kitabını yayımladı. Bu kitap aslında sadece onun anneannesinin değil, Anadolu’da pek çok ninenin öyküsü-nün aynasıydı. Anneannesi ‘Seher’in anılarıyla ve ancak onun ölümünün ardından buluşabildiği akrabalarıyla ilgili yazdıklarını AGOS Gazetesi’ne 2000 yılında verdiği ölüm ilanı özet-liyordu:

“Onun adı Heranuş’du. Herabet Gadaryan’ın torunu. Üskühi ve Ovan-nes Gadaryan’ın biricik kızları idi. Palu’ya bağlı Habab köyünde dördüncü sını-fa kadar mutlu bir çocukluk yaşadı. Birden ‘O günler gitsin bir daha gel-mesin’ dediği acılarla dolu zamanlar yaşanmaya başlandı. Heranuş tüm ailesini kaybetti ve onlarla bir daha görüşemedi. Yeni bir ailesi, yeni bir adı oldu. Dilini, dinini unuttu, yeni bir dili ve dini oldu. Hayatı boyunca bun-lardan hiç şikâyetçi olmadı ama adını, köyünü, anasını, babasını, dedesini ve yakınlarını hiç mi hiç unutmadı. Bir gün onlara kavuşma, onlarla kucak-laşma umuduyla 95 yıl yaşadı. Belki bu umutla uzun yaşadı, bilincini son günlere kadar yitirmedi. Heranuş ne-nemi geçen hafta kaybettik ve onu sonsuzluğa uğurladık. Sağlığında bu-lamadığımız yakınlarını (yakınlarımızı) bu ilan vasıtasıyla bulmayı, acıları paylaşmayı umuyor, ‘O günler gitsin, bir daha yaşanmasın’ istiyoruz.”

Heranuş Nine’nin ‘o günler gitsin bir daha gelmesin’ dediği günler köylerine yapılan bir jandarma baskınıyla başlamıştı. Köydeki tüm erkeklerin götürüldüğü o günden sonra Heranuş babasını bir daha hiç göremedi. Bu baskından sonra Heranuş’un annesi kızkardeşlerine saçlarını kesmelerini, “güzel ve bakımlı” görünmemelerini söyledi. Nitekim saçlarına kıyamayan ve onun öğüdünü dinlemeyen kız kardeşi Sipranuş daha sonra köydeki diğer “güzel” kızlarla beraber kaçırıl-mıştı. Heranuş yıllar sonra karşılaşa-bildiği teyzesine o sırada neler oldu-ğunu hiç bilemedi, teyzesi de yaşını başını almışken izini bulabildiği yeğe-nine bir Kürt’le evlendiğini ve rahatı-nın yerinde olduğunu söyleyebildi ancak.

Heranuş’un kendi hikâyesi de sür-gün yolunda annesi ve kardeşlerinden koparılması ve bir askerin ailesinin yanında hep “besleme” olduğunu

hissederek yaşamasıyla devam ediyor. Onun Fethiye Çetin’e anlattıkları genç Ermeni kadınlarının ve kız çocuklarının yaşadıklarının sadece bir izdüşümü. Onu sahiplenen aile tarafından bü-yütülmüş, evlendirilmiş. Köklerinden, ailesinden koparılmış, bu hasretle ve

her zaman bir ya-bancı olduğunu hissettiği bir evde yetişmiş. Bir de Sipranuşlar gibi başına ne geldiği-ni tam olarak bil-mediğimiz, bunu dillendirmekten imtina eden; yaşa-

dıkları şiddetten, istismardan bahse-dememiş olanlar var.

Dövmelerin anlattıklarıBeyrut’ta büyümüş bir Ermeni olan

Suzanne Khardalian, 1. Dünya Sava-şı sonrasında Ermeni kurumların ça-balarıyla alıkonuldukları yerlerden bulunup kurtarılabilen kadınlara dair bir arşive denk geldi. Fotoğraflarda gördüğü kadınların pek çoğunun yü-zünde ve ellerinde dövmeler olduğu-nu fark edince babaannesinin de bu kadınlarla ortak bir geçmişi olabilece-ğini düşündü. 2012 Mart’ında Filmmor Gezici Kadın Filmleri Festivali’nde de gösterilen, bu dövmelerden yola çı-karak ninesinin yaşadıklarının peşine düştüğü Grandma’s Tattoos (Büyü-kannemin Dövmeleri) adlı belgeseli

çekti.

Khardalian, belgeselde büyakan-nesinin sert ve geçimsiz bir kadın ol-duğundan, kimseyle fiziksel temas kurmadığından bahsediyor. Adı Hanım, aslında Margarit olan ismi de Hayra-nuş gibi değiştirilmiş. Dövmelerin sırrını çözmeye çalışırken öğrendikle-riyse onun ve kızkardeşlerinin büya-kannelerinin içine gömdüğü acısını keşfetmelerini sağlamış. Daha küçü-cükken sürgün yolunda “kurtarıldığı-nı” anlatan büyükannenin aslında tecavüze uğradığını, Beyrut’a kaçma-dan önce geçirdiği senelerde neler yaşadığına dair ürkütücü bir sır per-desi olduğu ortaya çıkıyor. Khardalian’ın da dediği gibi tarih anlatılırken kadın-ların katliamlar içinde yaşadığı ve cin-siyetleri yüzünden maruz kaldıkları katmerlenmiş insanlık suçları daha arka planda kalıyor. Üstüne üstlük bu ka-dınlar yaşadıklarının sorumlularını açığa çıkarmaktansa çoğu zaman ebedi bir suskunlukla bir utanç per-desinin arkasına hapsediyorlar kendi-lerini. Utancı kendileri sahipleniyorlar.

Khardalian büyükannesinin kızkar-deşiyle konuştuğunda da benzer bir suskunlukla karşılaşıyoruz. “Bir adam beni ve kız kardeşimi kurtardı,” diyor o da, “yoksa bizi de keseceklerdi.” Anne ve babalarını kaybettiklerini, beş sene Müslüman gibi yaşadıklarını, o sırada beraber olduklarını, fakat bir daha asla o yıllar hakkında konuşma-

dıklarını anlatıyor. Ellerindeki dövme-lerin çocukken herkesin kendi isteğiy-le yaptığını anlatıyor önce. Suzanne Khardalian niye tüm hikâyesini anlat-madığını sorduğunda da, “Niye an-latayım Allah aşkına? Çocukken ya-pıldı deyip geçiyorum, öyle bırak işte. Türkler yaptı desem ne olacak?” gibi sözlerle çıkışıyor ona. Daha fazla ko-nuşmayıysa reddediyor ama gözlerin-den anlatmayı reddettiği acı okunuyor.

Pek çoğu bugün hayatta olmayan Ermeni kadınların yaşadıklarının çok azı ortaya çıkmış. Çoğu köklerini, ai-lelerini yüreklerine gömmüş halde yaşayıp bu dünyaya veda etmiş du-rumda. “Büyük Felaket” ardından sağ çıkabilen kadınlar için bu hem bir vahşete tanıklık etmek, yakınları dâhil pek çok insanın katledildiğini görmek, yerlerinden yurtlarından edilmek, ya-bancısı olduğu bir yaşamda tutunma-ya çalışmak olduğu kadar; tüm katli-amlarda, savaşlarda olduğu gibi aynı zamanda kadın oldukları için ezilmek, işkenceye ve tecavüze maruz kalmak anlamına geliyor. Tüm bu yaşadıkla-rına rağmen hep sessiz kalmış, çoğu zaman aslında kim olduğunu gizle-yerek çocuklar, torunlar büyütmüş, acısını onların sırtına da yüklemeyi istememiş nineler bizlere öykülerini anlatamadan göçmüş gitmiş bu ha-yattan. O yüzden Hayranuş’un, Sipranuş’un, Margarit’in hikâyelerine kulak vermemizde fayda var. Tarihi-mizi bize bu acılar anlatacak.

Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012Kasım 2012 | Kadınların Kurtuluşu

Page 17: Kadınların Kurtuluşu | Kasım 2012

DEVRİM İÇİN SOSYALİST DEMOKRASİYerel Süreli Yayın Şubat- 2011 sayı: 111

Sahibi: Devinim Yayıncılık adınaYeşim ErgünYazıişleri Müdürü: Aziz Güler

Adres: Şehit Muhtar Mah. Yoğurtçu Faik sok. No:14 D:2Beyoğlu/İstanbul

Basıldığı Yer: Ezgi Matbaacılık - Sanayi cad. Altay sok. no:10 Çobançeşme Yenibosna İstanbul / 0212 452 23 02

25 Kasım 1960’da, Dominik Cumhuriyeti’nin kuzey bölgesinde, bir uçurumun dibinde üç kadının cesedi bulunur. Trujillo dik-tatörlüğüne karşı mücadele eden Mirabal Kardeşler’in tecavüz edilerek katledilmiş bedenleridir bunlar. Resmi kayıtlara araba kazası olarak geçen bu olayın tarihi; 1981’de Kolombiya’nın başkenti Bogota’da toplanan Birinci Latin Amerika ve Karayip Kadınlar Kurultayı ve 1999’da Birleşmiş Milletler Genel Kurulu kararlarından bu yana “Kadına Yönelik Şiddete Karşı Mücade-le ve Uluslararası Dayanışma Günü” oldu.

Clandestina Hareketi’nin öncülerinden olan ve 1930-1961 yılları arasında Dominik Cumhuriyeti’ni bir cehenneme çeviren askeri diktatörlüğe karşı mücadele eden Mirabal Kardeşler, pek çok kez tutuklanmış, işkenceye maruz kalmışlardı. Trujillo diktatörlüğü-nün Mirabel Kardeşler’in kendileri için büyük bir tehlike olduğu-nu açıklamasının hemen ardından da kendileri gibi mücadele veren ve cezaevinde olan kocalarını ziyarete giderken zorla alı-konarak katledilmişlerdi.