İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi...

16
İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ • AĞUSTOS/EYLÜL 2018 • SAYI 27 Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. Hobyar Mah. Cemal Nadir Sok. No.:3 Cağaloğlu/Fatih/İstanbul Tel: 0212 512 15 00 • Faks: 0212 512 15 11 [email protected] • www.ayrintiyayinlari.com.tr

Transcript of İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi...

Page 1: İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu

İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ • AĞUSTOS/EYLÜL 2018 • SAYI 27

Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş.Hobyar Mah. Cemal Nadir Sok. No.:3 Cağaloğlu/Fatih/İstanbul

Tel: 0212 512 15 00 • Faks: 0212 512 15 [email protected] • www.ayrintiyayinlari.com.tr

Page 2: İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu

Sayı: 27AĞUSTOS / EYLÜL 2018

SahibiAyrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut

Sorumlu Yazı İşleri Müdürü İlbay Kahraman

Yayın KuruluDinçer Demirkent, İlbay Kahraman, Doğuş Sarpkaya, Mutlu Arslan, Sanem Yardımcı,Duygu Tanış Zaferoğlu, Yunus Yücel, Bülent Özçelik, Demet Sayınta

Danışma KuruluA. Ömer Türkeş, Burhan Sönmez, Enis Rıza, L. Doğan Tılıç, Meltem Gürle, Necmi Erdoğan, Selami İnce, Selçuk Candansayar, Süreyya Karacabey, Şükrü Argın, Aydın Ördek, Bora Erdağı, Cahide Sarı, Doğu Eroğlu, Duygu Türk, Kurtul Gülenç, Önder Kulak, Özkan Agtaş, Şerif Onur Bahçecik, Yavuz Yıldırım, Zeynep Ceren Eren, Ezgi Pınar

Kapak FotoğrafıRenphoto/E+/Getty Images Turkey

Görsel Tasarım ve UygulamaMutlu Arslan

Baskı ve CiltAli Laçin - Barış Matbaa-MücellitDavutpaşa Cad. Güven San. Sit. C Blok No. 286Topkapı/Zeytinburnu - İstanbul - Tel. 0212 567 11 00Sertifika No: 33160

Sertifika No.: 10704

AYRINTI YAYINLARI Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş.Hobyar Mah. Cemal Nadir Sok. No.:3 Cağaloğlu/İstanbulTel.: (0212) 512 15 00 Faks: (0212) 512 15 11www.ayrintiyayinlari.com.tr & [email protected]

www.ayrintidergi.com.tr

facebook.com/ayrintidergi & twitter.com/Ayrinti_Dergi

Page 3: İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu

IÇINDEKILER

SUNUŞ

Şiddet, İktidar, ToplumAYRINTI DERGİ YAYIN KURULU

5

GÜNDEM

Erdoğanizmin Hukukçuları: Fiili Rejimin FailleriDİNÇER DEMİRKENT

7

DOSYA: ŞIDDET

Şiddet UygarlığıİSMAİL GEZGİN

12

"Şiddet bir ihlal meselesidir"AHMET MURAT AYTAÇ ile Söyleşi

DEMET SAYINTA & DİNÇER DEMİRKENT23

“Neyiniz eksik? Fabrikalarınız mı çalışmıyor?”Barışçıllaştırma Üzerine Kuramsal ve Siyasal bir Tartışma

ERDEM GÜVEN35

Türkiye’de Sivil Toplum, Demokrasi, Sivil İtaatsizlik TartışmalarıMUSTAFA KEMAL COŞKUN

60

Şiddetin İki KavramıVITTORIO BUFACCHI

69

Page 4: İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu

Hayatını Savunan Kadınlar: Adalet Arayışından Siyaset ArayışınaSEVAL ÜNLÜ GÖK

78

"Bizi adımızla çağırmak, bizi görmek bu şiddetin çözümünün ilk parçası olabilir"OYA YILDIZ ile Söyleşi

HELİN KÜÇÜK & DEMET SAYINTA83

Acıyı Pazarlamak: Bir Şiddet PropagandasıEVREN DEMİRYÜREK

93

"Dehşeti Doğuran Şiddettir"A. ÖMER TÜRKEŞ

98

KÜLTÜR-ELEŞTIRI

Kapitalizm Bizi Hiç mi Sevmeyecek?AHMET RASİM KALAYCI

108

KITAP-ELEŞTIRI

Beden, Çalışma, Emek ve Meslek: Bir Kronopatoloji İçin NotlarÖZEN B. DEMİR

123

Almanya’nın Faşizmin Kucağına Sürüklenmesini Bir Romandan Okumak: Berlin Aleksander Meydanı, Alfred Döblin

AHMET MERMER139

Page 5: İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu

5

İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ

5

Şiddet, Iktidar, Toplum...

Ayrıntı Dergi Yayın Kurulu

24 Haziran’da gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı seçimleriyle birlikte, Türkiye Cumhuriyeti’nin belirli bir tarihsel dönemi tümüyle sona erdi. Güçler ayrılığı esasına dayalı parlamenter rejim kaldırılarak, yasama, yü-

rütme ve yargı erklerinin cumhurbaşkanında toplandığı yeni bir rejim kuruldu.

Anayasa literatüründe “diktatörlük” olarak tanımlanan bu güç temerkü-zü, OHAL koşulları altında gerçekleştirilen ve sandık güvenliği konusunda hiç kimseyi ikna edemeyen bir seçim süreci sonunda yaşandı. Oyların yüzde 52,6’sını alarak Cumhurbaşkanlığına seçilen Recep Tayyip Erdoğan, 2007 yı-lından bu yana temellerini attığı rejim değişikliğini de tamamlamış oldu. On-larca yurttaşımızın hayatını kaybettiği tren kazasına rağmen büyük bir şata-fatla gerçekleştirilen Cumhurbaşkanlığı töreni, Erdoğan’ın bu uzun zaferinin kutlaması olduğu kadar, yeni bir “ulusal kuruluşun” altını çizmeye yönelik sim-gesel değeri yüksel bir gösteriydi.

Ulusal kuruluş gösterisini izleyen günler ve haftalarda, birbiri ardına yayınla-nan kararnamelerle ülkenin idari yapısını tümüyle yeniden biçimlendirildi. Ül-kenin adeta omurgası niteliğindeki bakanlıkların, genel müdürlüklerin, kurum-ların, kuruluşların, yasaların, yönetmeliklerin birer kararname ile kaldırılması, bir başka kararname ile yepyeni bir yapı kurulması, Cumhurbaşkanlığı Karar-namelerinin gücünün sınırları konusunda da önemli bir simgesel gösteri oldu. Dergimizin gündem bölümünde, Erdoğan’ın başdanışmanlarından Mehmet Uçum’un yakın zamanda yayınlanan kitabını merkeze alan Dinçer Demirkent’in yazısında, bu yeni kuruluşa ilişkin önemli saptamaları okuyabilirsiniz.

Erdoğan’ın bu ihtişamlı gösterilerini gölgeleyen en önemli şey, son birkaç yıldır ötelenmeye çalışılan ekonomik krizin artık gizlenemeyecek boyutlara varması oldu. Yüksek dış borç nedeniyle bir türlü kontrol altına alınamayan döviz kurları, dövize ve ithalata bağımlı ekonomik yapı nedeniyle hızla yükse-len enflasyon, yüksek enflasyon ve kur dalgalanmaları nedeniyle yaşanan eko-nomik durgunluk Erdoğan’ın seçimler öncesinde vadettiğinden çok farklı bir

Page 6: İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu

6

SUNUŞ

tablo ortaya çıkmasına neden oldu. Ekonomide yaşanan krizin yanı sıra, ABD yönetimi ile yaşa-nan “Rahip Krizi” sonrasındaki yaptırımlar, Halk Bankasına verilmesi beklenen büyük para cezası, ABD-İran arasındaki gerilimin yarattığı riskler ve Suriye’de Esad’ın mutlak biçimde kontrolü ele alma noktasına gelmesi Erdoğan’ın güç gösterisi-ni gölgeleyen diğer faktörler olarak sıralanabilir.

AKP, ülke tarihinde görülmemiş siyasal yetki-lerle donanmış olmasına rağmen, toplum üzerinde baskı ve şiddet uygulamaya devam ediyor. OHAL'in kaldırılması sonrasında OHAL'i fiilen 3 yıla çıka-ran yasal düzenleme, bu dergi sayfalarında sıklıkla dile getirdiğimiz, "OHAL'in AKP'nin olağan yöne-tim biçimi olduğu" tespitimizi haklı çıkarıyor.

***

İktidarın toplumu hedef alan şiddetinin çok farklı boyutlara ve türlere sahip olduğunu biliyo-ruz. Her gün bu şiddetle iç içe yaşıyoruz. Bu sayı-mızı şiddet konusuna ayırdık ve iktidarın toplumu hedef alan şiddetine, toplumun bu şiddetle hangi biçimlerde yüzleştiği konusuna yoğunlaştık.

Editörlüğü Duygu Tanış Zaferoğlu’nun üst-lendiği dosyamızın ilk yazısında İsmail Gezgin, arkeolojik dönemlerden ilk uygarlıkların ortaya çıkışına kadar uzanan zaman diliminde şidde-tin toplumsal kuruluşta oynadığı rolü inceliyor. Gezgin, bugün bütün dünyaya yayılan uygarlığın beşiği sayılan Akdeniz Uygarlığının bir “Din” ve “Şiddet” uygarlığı olarak biçimlenişini irdeliyor. Şiddetin bu kurucu rolüne ilişkin teorik sorgu-lama ise Ahmet Murat Aytaç ile yapılan söyleşi-de derinleştiriliyor. Dinçer Demirkent ve Demet Sayınta tarafından yapılan bu önemli röportajda Aytaç, şiddetin nasıl tanımlandığından başlaya-rak nasıl işlevlendirildiğine kadar geniş bir çerçe-ve sunuyor. Platon’dan başlayarak şiddetin siyasal teorideki konumuna ilişkin tüm sorgulamaları Aytaç’ın röportajında bulmak mümkün.

Şiddetin siyasal teorideki yerine ilişkin bir diğer sorgulama da Erdem Güven’e ait. Ayrıntı Dergi’de sıklıkla yer verdiğimiz “barışçıllaştır-ma” (pacification) kavramının merkeze alındığı yazıda Güven, bu kavramın neoliberalizmi an-layabilmemiz açısından taşıdığı öneme dikkat çekiyor. Güven yazısında, 12 Eylül darbesinden günümüze kadar yaşadığımız ve şiddetle iç içe yürüyen neoliberal dönüşüm sürecini bu kavram ışığında ele alıyor. Türkiye’nin neoliberal dönü-şüm sürecini farklı bir biçimiyle Mustafa Kemal Coşkun da inceliyor. Coşkun, demokratikleşme

konusunda ülkemizde yaygın olan iki akımın demokrasi ve sivil toplum meselelerine bakışını eleştirdiği yazısında, Türkiye tarihini sınıflar ara-sı ilişkiler, uyuşmazlıklar ve mücadeleler açısın-dan değerlendirmenin önemine vurgu yapıyor.

Dosyamızda yer alan tek çeviri, Vittorio Bufacchi’ye ait “Şiddetin İki Kavramı” makalesi. Ayşe Nur Kuriş tarafından makalede Bufacchi, siyasal teoride şiddete ilişkin iki ayrı yaklaşımın altını çiziyor: Şiddeti kasıtlı ve aşırı kuvvet kulla-nımı olarak gören minimalist yaklaşım ve şiddeti bir ihlal olarak kapsamlı yaklaşım.

Seval Ünlü Gök, dosyamızda yer alan yazısın-da, son dönemde oldukça görünür hale gelen ve geniş bir toplumsal ilgi yarata, kadınların şiddete karşı kendilerini savunma hakkına odaklanıyor. Gök, konunun siyasal, hukuki ve ahlaki boyut-larını bir arada değerlendirdiği yazısında “şidde-tin karşıtının şiddetsizlik mi, yoksa karşı şiddet mi olması gerektiği” sorusunun yanıtını arıyor. Ülkemizde şiddete en açık toplumsal kesimlerin başında trans bireyler geliyor. Çoğunlukla polis dosyalarına bile girmeyen ölçüsüz bir şiddetin he-defi olan transların yaşadıklarını bir nebze olsun anlayabilmek için 11 yıldır trans olarak yaşamını sürdüren Oya Yıldız ile söyleşi gerçekleştirdik. Helin Küçük ve Demet Sayınta’nın gerçekleştir-diği röportajda Yıldız, seks işçisi olmaktan başka çalışma ve yaşama şansı bırakılmayan transların hayat mücadelelerini anlatıyor.

Nika Yayınevinden geçtiğimiz ay “Ve Rüzgâr Her Şeyi Alıp Götürmedi” romanı yayınlanan Evren Demiryürek, şiddet denilince akla ilk gelen isimlerden biri olan Marquis De Sade üzerine bir yazıyla dosyamıza katkı sundu. Demiryürek yazı-sında, Sade’ın eserlerinin simgesel boyutunu ve bu eserlerdeki şiddet unsurunun ele alınışını inceliyor.

Edebiyatta şiddetin kullanımına ilişkin detay-lı bir inceleme de Ömer Türkeş’e ait. Türkeş ya-zısında, Dünyanın farklı ülkelerindeki edebiyat eserlerinde şiddetin nasıl ele alındığını inceleye-rek, öne çıkan bazı romanları değerlendiriyor.

Eleştiri bölümünde 3 ayrı yazı yer alıyor. Ah-met Rasim KALAYCI kültür kuramları çerçeve-sinde kapitalizmin gündelik yaşamımızdaki et-kilerini ele alıyor. Özen B. Demir ise kendine has zengin ve yaratıcı üslubuyla Beden, Çalışma, Emek ve Meslek üzerine uzun ve derinlikli bir sorgulama yürütüyor. Dergimizin son yazısında ise Ahmet MERMER, Alfred Döblin’in kült eseri olan Berlin Aleksander Meydanı romanını inceliyor. •

Page 7: İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu

7

İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ

Dinçer DEMİRKENT

Erdoğanizmin Hukukçuları:Fiili Rejimin Failleri

Türkiye 2011’de kurulan Meclis Uzlaşma Komisyonu’nun çalış-maya başlamasından beri yapay bir tartışmanın içine çekildi. Bu tartışmanın her kanadının uzlaşmış göründüğü tek şey 12 Eylül

Anayasası’nın kurduğu rejimin değiştirilmesiydi. Fakat uzlaşma komis-yonunun uzlaşamayacağı ve uzlaşmasının istenmediği daha komisyonun kuruluşundan belliydi. Komisyona meclisteki her parti eşit sayıda üye ver-miş ve oy birliği aranmaktaydı. İşin özüne baktığımızda uzlaşma müm-kün değildi. Çünkü tartışmanın hakim unsuru, 12 Eylül faşist rejimini çok daha güçlü biçimde kullanarak yeni bir rejimin inşasını amaçlıyor-du. Bu nedenle tartışmalar, başkanlık ve yurttaşlık tanımı gibi meselelere henüz gelmeden masa dağıldı. Erdoğan’ın, sonucu masanın devrilmesi olacağı açık olan bu kurguya girmesinin nedeni bugünden bakıldığında açıkça görülmektedir.

Erdoğan, açıkça sermayeden yana, sağ iktidarları konsolide etmeye dö-nük ve kuvvetler ayrılığını yürütme lehine açıkça bozmuş bir anayasadan niye rahatsız olsundu? Dolayısıyla mesele 1987’den itibaren antidemok-ratik unsurlarının önemli oranda değiştirildiği anayasayı değiştirmek değil, kendisini sınırlayan bir anayasa fikrinden kurtulmaktı. 12 Eylül referandumuyla başlayan iktidarın anayasaya uyma zorunluluğunun söy-lemsel düzeyde ortadan kaldırılması süreci, uzlaşma komisyonunun faa-liyetleri ile zirveye ulaşmıştı. İçişleri Bakanı’nın, Başbakan’ın doğrudan ağzından söylenenler bu sürecin kanıtıdır. Milli iradenin temsilcilerinin önünde anayasa dahil hiçbir gücün duramayacağının fikri altyapısı bu süreç içinde oluşturulmuştur.

Page 8: İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu

8

GÜNDEM

Cumhurbaşkanı ve yeni kabinesi

Türkiye’yi fiili bir ara rejime taşıyan ha-reketin fikri zemini bu yolla oluşturulurken ilk büyük karşı çıkış Türkiye’de milyonların sokaklara döküldüğü Gezi direnişinde ortaya çıktı. Gezi’nin en temel talebinin Erdoğan’ın başkanlık arzusuna yöneldiğini ve Gezi’nin bir eski dönem savunusunun çok ötesine ge-çerek kendisini temsil ettiği iddiasında olan bütün oluşumları aştığını da unutmamak ge-rekir. Gezi direnişinin ardından Erdoğan’ın 2014’te cumhurbaşkanı seçilmesi ve hemen sonrasında cumhurbaşkanı ve o dönemin anayasasına aykırı olmasına karşın parti baş-kanı olarak katıldığı AKP’nin birinci olağa-nüstü kongresinde “kuruculuk” vurgusunun öne çıkması yapay tartışmanın gerçek yönünü ortaya koymuştu. AKP ilkesiz ittifaklar, nüfu-sun yeniden düzenlenmesi ve diktatörce yöne-timin “demokratikleşme” gerekçesiyle hakim kılınması stratejileriyle geçirdiği hazırlık sü-recini 2014’te tamamlamıştı. Dolayısıyla CHP ve ulusalcı kesimlerin 2007’deki yardımıyla başlayan hazırlık süreci yine aynı ekiplerin 2014 Cumhurbaşkanlığı seçiminde gösterdik-leri performans ile tamamlanmıştı. 2007’de Gül’ü bir anayasa referandumu sonucu mec-lise seçtiren ve anayasaya cumhurbaşkanının halk tarafından seçilmesini, başkanlığa giden yolu sağlayan ulusalcı ittifak 2014’te “Ekmek için Ekmeleddin” kampanyası ile hazırlık sü-recinin tamamlanmasını sağlamış oldu.

Hazırlık sürecinin tamamlanması şu anla-ma geliyordu. Erdoğan’ın bekası ülkenin be-

kası ile özdeşleştirildi. Artık demokratikleş-me adı altında olsun ya da olmasın diktatörce yönetim meşrulaştırılmıştı, çünkü yürütme gücünü sınırlayacak bir anayasal kuvvet var-sayımı zihinlerden silinmişti. Artık gücün hangi ittifaklarla büyütüleceği ve hangi blok-ların tasfiye edileceğine odaklanmak gerekir-di. Hazırlığın ardından artık Erdoğan’ın fiili rejimi konsolide etme süreci başladı. Hazırlık sürecinde döşenen yol, her seçimin bir plebi-site dönüştürülmesiydi. Milli irade kavramı, hazırlık sürecinde oluşturulan zemin üze-rinde emekçi sınıfların ve azınlığın demok-ratik haklarının ortadan kaldırılması için en basit biçimiyle kullanıldı. 2015 Haziranında Erdoğan’ın partisi tek başına iktidarı kaybet-tiğinde, bunun nedeni olan partinin ve lideri-nin cezalandırılması, Erdoğanizmin konsoli-de edilmesi süreci başka bir boyut aldı.

7 Haziran 2015’ten 1 Kasım 2015’te ye-nilenen seçimlere kadar geçen süreçte ülke kan gölüne döndü. Masalar devrildi ve fiili rejim, fiili olarak başladı. 2016 Temmuzun-da, AKP’nin 2013 yılına kadar ittifak yaptığı, devlet kadrolarına özellikle yargıya özenle yerleştirdiği Fethullahçı askerler, enişteden öğrenilen, iki yüzün üzerinde yurttaşın ölü-müne neden olan ve bütün boyutlarıyla ka-ranlıkta bırakılan bir darbe girişiminde bu-lundular. Ardından 20 Temmuz’da ilan edilen ve bir anayasal statünün çok ötesinde bir dü-zen kuran olağanüstü hal rejimi ile devletin yeniden inşası süreci başlamış oldu. Mottosu

Page 9: İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu

9

İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ

basitti: Allah’ın lütfu. Anayasa’dan kalan ne varsa kaldırılması için, ülkeyi kararnamelerle yönetmek, meclisi tasfiye etmek, milletvekil-lerini ve muhalifleri cezaevine atmak, kamu kurumlarından Fethulllahçı darbe girişimine karışanların yanında muhalifleri ihraç etmek OHAL teknolojisi içinde yeni devletin inşa yollarını temizlemek için kullanıldı. Bu te-mizlik elbette muhalif medyanın tasfiyesi ile Erdoğan tarafından kendisine bağlı kalmak kaydıyla oluşturulan medya-sermaye havuzu-nun bütün ülkeye hakim kılınması ile birlikte düşünülmelidir.

Türkiye’de fiili rejimin süreklileştirilmesi olarak anlaşılabilecek ve bir anayasa değişik-liği kanunu ile bildiğimiz anlamda anayasayı ortadan kaldıracak anayasa referandumu işte bu ortamda yapıldı. Türkiye bir rejim değişik-liğine, hazırlanmış koşullarda gitti. 16 Nisan 2017’de imam hatip ruhuna bağlılığını bugün açıkça ilan etmekten çekinmeyen YSK Başka-nı Sadi Güven’in açıkladığı kararla iki buçuk milyon mühürsüz oyun kanuna aykırı olarak geçerli sayılması ile rejim değişikliği gerçek-leşmiş oldu ve bütün maddeleri ile birlikte 24 Haziran’da seçim adaleti ve güvenliğinin ol-madığı bir yeni plebisitin ardından yürürlüğe girdi. Mottosu referandumun ardından dile getirilmişti: Atı alan Üsküdar’ı geçti.

Bu yazı yazılırken Cumhurbaşkanlığı ka-rarnameleri ile bütün devlet teşkilatı tek ki-şinin kaleminden çıkan imzalarla yeniden düzenleniyor; milliyetçi cephe Erdoğan’ın ve Erdoğanizmin bekası ve devletin yeniden fethi için rant ve ayrıcalıkları paylaşıyor. Ülkenin kaderinin kendini sınırlayan bağlarını kopar-mış bir liderin kaderine bağlanmış durumda. Bu yazıda özünü ve içeriğini defalarca tartıştı-ğımız rejimin nasıl meşrulaştırıldığına ilişkin kritik bir kitap incelenecek. Kitabın kritik ol-ması içinde taşıdığı fikirlerin değerinden de-ğil, yazarı eski TKP’li hukukçu başdanışma-nın hukuk ve devlet anlayışının somut düzeni meşrulaştırma yollarından kaynaklanıyor ve kavgayı bu düzeye taşımanın gereğinde anlam kazanıyor.

KURUCULUK VE 1920’LERE DÖNÜŞ

Bugünlerde fikirlerini değiştirmiş olan Osman Can, 2013 yılında yayımladığı Kuru-cu İktidar adlı yapıtında AKP’nin yeni düzen

oluşturma çabalarının yukarıda özetlediğim hazırlık aşamasında kullanışlı bir aparat üret-mişti. AKP MKYK üyeliği yapmış dönemin kronjurist adayı, AKP’nin yeni anayasa ça-lışmaları sonucunda Türkiye’nin gerçek an-lamda ilk anayasasına kavuşacağını yazmıştı o dönemde. Tabii bunun için kurucu iktida-rın demokratik teorisini tamamen eğip bük-müş, Türkiye açısından son on yılda kurucu rol oynamış darbe, vesayet ve derin anayasa gibi yapılandırılmamış kavramlar üzerinden Birinci Meclis ve 1921 Anayasası’na dönmüş-tü. Tabii bu dönüşün amacı da bürokratik seçkinler-halk; darbeciler-seçilmişler yapı-landırılmadan kullanılan kavramlar yoluyla AKP’nin Türkiye’nin ilk gerçek anayasasını yapacağını kanıtlamaktı.1 Dolayısıyla Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk gerçek kurucusu olarak Tayyip Erdoğan işaret edilmiş olacaktı.

Hazırlık aşamasından inşa aşamasına ge-çişte bir ölçüde sol fikirlerden beslenen Os-man Can yerini eski TKP’li kronjuriste bı-raktı. Mehmet Uçum’un kitabının akademik nitelik olarak Osman Can’ın eserine bile yak-laşması mümkün olmamakla birlikte, politik olarak yüklü bir içerik taşıyor. “15-16 Tem-muzun görkemli direnişçileri olan Demokrasi Şehitleri ve Gazileri”ne ithaf edilen kitap, 15 Temmuz’u bir milli demokratik halk devrimi ve birinci kurtuluş savaşının ikinci kurtuluş savaşı ile tamamlanması olarak görüyor ve kuruluşun ikinci kurtuluşun tamamlanma-sıyla başladığını deklare ediyor. Sol jargonun yerinden edilme uğraşıyla dolu olan kitabın dili, yazarın düşünsel zavallılığını ortaya koy-manın ötesinde bir anlam taşıyor, demokratik kuruculuğun başka bir dili olmadığını bir kez daha kanıtlamış oluyor.

Tabii Uçum için “tarihin gördüğü en bü-yük barışçı devrim” olan 15 Temmuz milli demokratik halk devrimi liderle halkın özdeş-leşmesi sonucu oluşuyor. “Gerici faşist” olarak nitelendirdiği FETÖ çetesinin işgal girişimine karşı yapılmış bu devrim Uçum’a göre milli-dir çünkü emperyal faşist güçlerin işgal giri-şimini püskürtmüştür, demokratiktir çünkü milli iradeye sahip çıkmıştır. Halk devrimi-

1 Osman Can kitabındaki ifadeleri hala sahip-leniyor mudur bilmiyorum ama kitap hakkında düşülen bir not için http://birgunkitap.blogspot.com/2013/03/akpnin-kronjurist-aday-ve-eseri-dincer.html adresine bakabilirsiniz.

Page 10: İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu

10

DOSYA

Tek irade, tek teşkilat ifadesini Uçum’un Erdoğanizmin temeli olarak gösterdiği temsil siyaseti ve sosyoloji siyaseti olarak kavradığı tuhaf ikiliden yola çıkarak açmak mümkün. Uçum için Erdoğan’ı yüzyılın devrimcisi yapan içinden geldiği sosyolojinin (her ne demekse) taleplerinin sesi olmasıdır. Büke Koyuncu’nun çok iyi adlandırdığı biçimiyle “Benim Milletim”in dışında kalan “sosyoloji” tek iradenin de tek teşkilatın da dışına itilmiştir. Yani kaynaşmış kitleyle kaynaşmayan, liderle özdeşleşmeyen halk kesimleri iradeden de teşkilattan da sayılmamaktadır.

dir çünkü vesayete karşı halkla özdeş olan lideri savunmuştur. Gerici, faşist, devrim, emperyal gibi kavramlarla süslenen hamase-tin Uçum’un siyasal dünyasındaki karşılığı şudur: Türkiye Erdoğan liderliğinde yeni bir devlet kurmaktadır. Anayasal kurumlar, mil-li irade ile özdeşleşmiş tek kişi önünde artık engel olamayacaktır, çünkü bürokrasi tasfiye edilmiş, yargı halkıyla özdeşleşmiş bir liderin kararlarına karşı çıkacak demokratik meşru-iyete sahip değildir. Dolayısıyla yeni düzende artık vesayet yoktur, çevre merkezdedir, mer-kez yirmi birinci yüzyılın büyük devrimcisi Erdoğan’dır; Mustafa Kemal’in başlattığı ve sonradan “emperyal faşist” güçlerin ağından kurtaramadığı birinci kurtuluş savaşı sonrası düzen ikinci kurtuluş savaşı ile tasfiye edil-miştir.

Şimdi bu saçmalığı eski TKP’li Uçum’un siyasal evrenine yerleştirdiğimizde eksenler şöyle belirmektedir. Uçum’a göre Türkiye’de toplumsal sınıflar olmadığı için (tanıdık bir düşünce olsa gerek) çelişki devlet ve toplum arasındadır. Yine Osman Can’daki gibi fakat bu sefer daha kötü bir Küçükömer çarpıtma-sı ve Mardin uyarlaması ile toplum dediği devletten uzak tutulmuş kesimler ile devlet ya da iç iktidar denen yapı karşı karşıyadır. Yani halk sınıfsız bir bütündür, devrimci li-derle özdeşleşir ve tarihin gördüğü en büyük devrim ile kurtuluşunu tamamlayarak liderin arkasına dizilerek yeni kuruluşu kutsar. Lider ve halk özdeşleşmesinin demokrasiye değil, faşizme işaret ettiğini eski solculuğundan ve hukukçuluğundan bildiğine kuşku duymadı-ğım Uçum’un bunu böyle formüle etmesinin de bilinçsiz olduğunu düşünmek saflık olur.

“HUKUK İÇİNDE TEMİZLİK”

Kronjurist, “Devrimin Devletteki Temizli-ğe Yönelik Sonuçları ve Hukuk İçinde Kalın-

ma İlkesi” başlıklı bölümde, her ne kadar dal-ga geçiyor izlenimi verse de gayet ciddi ve açık bir tonda konuşuyor. Tasfiye edilenleri suçlu, darbeci gibi kategoriler yerine “halk düşmanı” kategorisi içine alıyor. Yani imtiyazsız, sınıf-sız, kaynaşmış halkın karşısına çıkmış düş-manlar olarak… Hakkında hiçbir soruşturma açılmamış on binlerce insanın yargılanma-dan kamudan tasfiyesini hukuk içinde kalma olarak yorumlayarak “devrim”in hukukunu OHAL düzeni ile özdeşleştiriyor. Hukuk yo-lunun kapatılıp çok sonra kurulan ve karar vermede çok cimri davranan bir idari komis-yonu da hukuk devletinin en üst noktası ola-rak sunuyor.

Elbette bunu da bir saçmalama olarak gör-memek gerek. Çünkü Uçum yeni devlet inşası sırasında kamu personel rejimine özel bir ön-celik de veriyor. Tek irade, tek teşkilat ilkesi bağlamında bütün kamu personelinin huku-ka değil teşkilatın başında bulunan ve halk ile özdeşleşmiş Cumhurbaşkanına tabi ve kamu güvencesi taşımayan insanlardan oluşacağı-nı öngörüyor. Tek irade, tek teşkilat, tek tip kamu personeli. Dolayısıyla tasfiyeler devle-tin fethi için açıkça gerekli olarak görülüyor ve içinde kalınan hukukun niteliğini zaten bu akıl yürütme ortaya koyuyor. Uçum’un hu-kuk dünyası bu anlamda hayali değil, aksine gerçekçi bir ilkeye dayanıyor, hukukun kay-nağını anayasa değil, meşruiyetini halktan alan cumhurbaşkanı oluşturuyor. Dolayısıyla onun iradesiyle yapılan tasfiyeler de bu huku-kun içinde kalıyor.

Tek irade, tek teşkilat ifadesini Uçum’un Erdoğanizmin temeli olarak gösterdiği temsil siyaseti ve sosyoloji siyaseti olarak kavradığı tuhaf ikiliden yola çıkarak açmak mümkün. Uçum için Erdoğan’ı yüzyılın devrimci-si yapan içinden geldiği sosyolojinin (her ne demekse) taleplerinin sesi olmasıdır. Büke

Page 11: İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu

11

İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ

Koyuncu’nun çok iyi adlandırdığı biçimiyle “Benim Milletim”in dışında kalan “sosyoloji” tek iradenin de tek teşkilatın da dışına itil-miştir. Yani kaynaşmış kitleyle kaynaşmayan, liderle özdeşleşmeyen halk kesimleri iradeden de teşkilattan da sayılmamaktadır. Böylece sürekli genişleme potansiyeli taşıyan bir halk düşmanları kategorisine de zemin hazırlan-maktadır. Kamudan tasfiyelerin “hukuk için-de temizlik” bağlamında devlet kadrolarının çok ötesine taşınması da böylece mümkün hale gelmektedir.

Uçum’un kitabının geri kalanı Cumhur-başkanlığı Hükümet Sistemi denilen fiili re-jimin nasıl da devrimci bir demokrasiyi ge-tirdiği uydurmalarıyla doludur. Dolayısıyla normatif düzenlemelere ilişkin gerekçelendir-meleri üzerinde durmayı bu yazı bağlamında anlamlı bulmuyorum, bu bölümler için ancak şu söylenebilir: Böylesine tutkulu bir apoloji ancak bir dönek tarafından yapılabilir.

SONUÇ YERİNE

Türkiye siyasal, ekonomik ve toplumsal boyutları olan çoklu bir kriz içinde, bir fiili siyasal rejim altında debelenmekteyken kuru-cu iktidar kavramı başta olmak üzere demok-rasiye ve devrime yazgılı kavramları içerik-sizleştirerek kullanan sermayenin ve rejimin organik aydınlarıyla bu düzeyde mücadele etmenin bir görev olduğunu unutmamalıyız. Kavramlarını Türkiye’nin devrimcilerinin birikimlerinden devşirenlerin ve rejim için kullananlardan almalı ve o çok başlı cana-varın elinde yeniden şekillendirmenin yolla-rını aramalıyız. Uçum haklı olduğu bir şey var, yeni bir devlet kuruluyor, tek irade ve tek teşkilat şiarı ile. Fakat kurucu iktidarın o çok başlı canavarı olan halkın tek iradenin de tek teşkilatın da içine sığmayacağı ve gerçek anla-mını bulacağını öğretecek araçları yaratmak her zamankinden daha zor olsa da her za-manki kadar mümkündür. •

Page 12: İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu

12

DOSYA

İsmail GEZGİN

Şiddet Uygarlığı

Bugün yaşanan hiçbir şey şimdiye ait değildir; her bir davranışın, yaşamsal deneyimin bir tarihi, geçmişi vardır. Şiddet de bundan muaf değil, o geçmişin şimdiki zamana mirasıdır. Arapça şdd (sert,

katı yoğun) kökünden gelip sertlik, katılık, müsaadesizlik gibi bir içeriği olan şiddet, Latince (cebri, kuvvetli, hiddetli, sert, zorlu anlamlarını bün-yesinde barındıran) violence’den gelen violare kelimesiyle incitmek, zarar vermek, bozmak, lekelemek, tecavüz etmek, ihlal etmek anlamlarını taşır. Yunanca şiddet bia sözcüğüyle ilintilidir ve kuvvet, güç, iktidar anlam-larını içerir, fiil hali ise kısıtlamak, zorlamak, baskılamak için kullanı-lır. Hangi dilden ele alırsanız alın şiddet kavramı, var olan bir durumun üzerine uygulanan kuvvet, ihlal, yıkıcılık ve olumsuzluk içermektedir. Arendt’in işaret ettiği gibi, şiddet yasadışılık içerir ve yasanın varlığına bir atıfta bulunur.1 Bu durumda yasayı şiddetin varlık alanı, nedeni ola-rak görmek mümkündür. İnsanın yaşamını içinde sürdürdüğü iki yasal düzlem de bu noktada devreye girer: doğanın yasası ve kültürün yasası. Doğanın yasası söz konusu olduğunda denilebilir ki, şiddet doğaya içkin-dir bu yüzden doğada şiddet yoktur. Çünkü, doğanın canlıları arasındaki sertlikleri şiddet olarak değerlendirmek mümkün değildir, doğanın “şid-deti” zarurettir. Öte yandan şiddetin dil ve yasa içeren kültürle dolayımsız ve varoluşsal bir ilişkisi vardır. Öyleyse dilin dışında şiddet yoktur; şiddet

1 Hannah Arendt, Kötülüğün Sıradanlığı. Adolf Eichmann Kudüs’te. Çeviren, Özge Çelik, 2009, Metis Yayınları.

“Şiddetin ırkı, sınıfı, dini, milliyeti yok ama bir cinsiyeti var”(R. Solnit, Bana Bilgiçlik Taslayan Adamlar)

Page 13: İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu

13

İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ

İnsanlığın duvarlara kazınan şiddeti...

insana dairdir, onsuz düşünülmemelidir. İn-san, insana ve diğer canlılara şiddet uygular ama diğer canlılar başkalarına ve insana şid-det uygulamaz. Örneğin bir aslan insana şid-det uygulamaz, bunun yeri dilde bile şiddet değildir ama insan bir köpeğe, ata veya başka bir insana şiddet uygulayabilir. Ancak şunu da hemen belirtmeliyim ki şiddet insana içkin değildir aksi takdirde dünyayı şiddetten arın-dırma fikri en başından yara alır.

İNSAN KENDİNE ŞİDDET UYGULAYAN TEK TÜRDÜR

Doğadaki hiç bir şey kendinde bir an-lam taşımaz ve insan kendi anlamını arayan yegâne canlıdır. Anlam arayışı, insanın şid-detle ilişkisinde kritik bir noktada yer alır. Çünkü insan anlamını yitirmiştir; konuşmak insanın doğadan kopmasının ve mânâ kay-bının nedeni olmuştur. Kim olduğunu soran insan, yanıtlamaya çalışan yine insan, soru da yanıt da dilde ve dille mümkündür. Dil anla-mın evidir. Dilsiz bir dünyanın/hayatın anla-mı yoktur, dilin dışında bir anlam da yoktur. Bu halde dil, konuşan, içinde bulunduğu der-yayı anlamaktan naçar insanın üzerine yaşa-maktan daha fazla bir yük bindirmiş, verili, kendinde olmayan anlamın aranması, insan yaşam gailesine dönüşmüştü. Burada en bü-yük sorun insanın konuşmasıdır. İnsanın hep konuşan bir canlı olup olmadığı ise yanıt bek-leyen en önemli sorundur.

Doğanın dili evrenseldir, tüm canlılar bu dile dahildir, çıkardıkları farklı seslere karşın

herkes aynı dilin içindedir. Bu dilin içinde bir anlam da yoktur, onu bulmaya yönelik bir ih-tiyaç da. Bu yaşamın kendisidir, yaşamaktır, bir nevi bütünlük, ihtiyaçsızlık, minnetsizlik-tir. Burada imgesel bir bütünlük vardır, her tür ve birey doğanın yaşam formunun bir gös-tergesidir. Lacancı bir yaklaşımla söyleyecek olursak insanı bu imgesel bütünlükten ayıran bölücü şey dildir/konuşmadır. İnsan elbette bu imgesel dönemde de bir dil kullanıyordu ve kimi araştırmacılar buna kök dil/arkaik dil ismini vermişti. Doğanın insana verdiği ses ve dil yeteneği idi. Bu, tüm insanların diğer canlılar gibi birbirlerini anlamasını sağlayan bir iletişim aracıydı.2 Başlangıçta var olan bu dilde kırılmalar meydana geldi ve insan do-ğanın dilini terk ederek yeni bir dil-lisan kul-lanmaya başladı. Arkaik dil evrimsel süreçte yerini “simgesel düzeni” kuracak yeni bir dile bırakmıştı.3 Bu yeni dil, insan bilgisi de da-hil olmak üzere her türlü düşünme faaliyeti-nin gerçekleştiği bir yapı olanağı sunmuştur. Bu nedenle de dil, hayvanlıktan uzaklaştıran, doğayla yaşanan imgesel bütünlükten koparıp insanı biyolojik bedeninin ötesinde “simgesel” dünyaya taşıyan bir fonksiyon yüklenmiştir.4

2 D. Bickerton, Âdem’in Dili: İnsan Lisanı Nasıl Yarattı, Lisan İnsanı Nasıl Yarattı? Çeviren Meh-met Doğan, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2012.3 I. Tattersall, Gezegenin Efendileri. İnsan Köken-lerinin Hikayesi. Çeviren Gökçe Metin, Redingot Yayınları, 2018.4 H. R. Maturano ve F.G. Varela, Bilgi Ağacı. İnsan Anlayışının Biyolojik Temelleri. Çeviren Mahir Ünsal Eriş, Metis Yayınları, 2010.

Page 14: İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu

14

DOSYA

İnsanın ne zaman bu yeni dilsel dünyaya geçtiğini tespit etmek elbette kolay değildir, çünkü dil doğrudan maddi bir iz bırakmaz ama dolaylı dilsel izleri arkeolojik olarak tes-pit etmek mümkündür. İnsanın biyolojik var-lığından ve doğadan dışarıya (yaklaşık 2,5 milyon yıl önce) yaptığı ilk dilsel referans taş alet endüstrisidir. Taş alet yapımı insanın ilk arkeolojik dilsel izleridir.5 Biyolojik gerçek-liğinin ötesinde bir kelime, kavram ve dile işaret eden bu arkeolojik izler Homo habilis’e aittir. Öte yandan arkeolojik ve antropolojik araştırmalar Neanderthalensis ve Homo sapi-ens insan türlerinin de simgesel dil düzeyinde lisan kullandığını ortaya koymaktadır.6 İnsan simgeseldir diyen Barnard çalışmasında, sim-gesel arkeolojik bulgulara değinerek, sanat ve ritüel gibi eylemlerin doğaüstü dilsel iletişimin göstergeleri olarak dikkate alınabileceğine vur-gu yapmıştır. Dil, akrabalık ilişkileri ve nüfus arasında ilişki olduğunu ileri süren Barnard, bu süreçte dilde üç önemli kırılma anı tespit etmiştir; gösterge devrimi, sözdizim devrimi ve simge devrimi. Bunlar arasında en erken dilsel gelişme gösterge devrimidir. Barnard’a göre bu devrim, Homo habilis ya da Homo ergaster ile Homo erektus’un erken döneminde meydana gelmiştir. Bu devrim muhtemelen, anne baba, erkek ve kız kardeş, oğul, evlat gibi akrabalık kategorilerinin tanımlanması ve dilde temsil bulmasını da beraberinde getirmiştir. Alan Barnard’ın tespit ettiği bir diğer dil devrimi olan sözdizimi devrimi, Neanderthaller, arka-ik Homo sapiens ya da Homo heidelbergensis türüyle başlayan, birlikte şarkı söyleme, dans etme ve özellikle de dış evlilikleri işaret eden bir evreye tekabül ediyordu. Simge devrimi ise top-lumun bütünüyle akrabalık temelinde tanım-lanmaya başlamasıdır. Akraba olmayanların bile akrabalaştırıldıkları bu dönemi Barnard şöyle ifade eder: “Çekirdek ailenin ötesine uza-

5 F. L. Coolidge & T. Wynn, The Rise of Homo Sa-piens. The Evolution of Modern Thinking. Wil-ley-Blackwell, 2009; L. Barham ve P. Mitchell, The First Africans: African Archaeology From The Earliest Toolmakers to Most Recent Foragers. Cambridge University Press, 2008.6 D.Papagianni ve M.A.Morse, Neandertal. Mo-dern Bilim Onların Hikayesini Yeniden Yazdı. Çeviren İlknur Urkun Kelso, Trend Yayınevi, 2017; P. Mellars, The Neanderthal Legacy. Princeton Uni-versity Press, 1996; A. D. Aczel, The Cave and The Cathedral. How a Real-Life Inidiana Jones and a Renegade Scholar Decoded the Art of Man. Willey Publication, 2009.

nan akrabalık bağlarının tanınması, eşler kadar kayınlarla da bağ kurulması ve toplumun, ak-rabalık kategorilerine göre sınıflandırılması, hiç şüphesiz, simgeleri kullanan ilk insanlara, geliş-kin mübadele ve paylaşım kuralları üzerinden iletişim kurma imkanı verir, aslında bu arzuyu teşvik eder. Bu arzuya, sanat, dil mecazları ve simgesel temsiller aracılığıyla kültürü geliştir-me kabiliyetini ekleyince, toplum, kültür ve dil arasındaki ilişki insan bakımından ‘tam’ olur”.7 Onun tespitlerine göre, bu devrim Homo sapiens’in Afrika’dan çıkışından sonra ger-çekleşmişti. Mağaraların duvarlarına hayvan resimleri çizen aslında hayvanın ötesine atıfta bulunan, metafor yapan insan, dilin simgesel dünyasına geçmiş olmalıdır. Artık doğanın bir parçası olarak insan biyolojik yaşamdan dilin metaforik dünyasına, simgesel gerçekli-ğine taşınmış, dilin toplumsal yaşamı dayatan yasasına tabi olmuştur. Lacancı bir yaklaşımla yasal bir düzlem dayatan fallus göstereninin bu dönemde ilk kez ortaya çıkması da bu ka-nıyı desteklemektedir.8

Dil yaygın kanının aksine, bir iletişim ara-cı değil, insanı biyolojik gerçekliğinden ayıran yasalar dünyasıdır ve insanın doğadaki yaşa-mı üzerine en büyük baskıyı kurarak yükünü artıran araçtır. Anlamını yitiren insanın ken-di anlamını kendisinin inşa etme kaygısından ortaya çıkmıştır. Dil dünyasına geçen insan arzularını dile getirememiş, kendini kastre et-miş, nevrotik simgesel düzene savrulmuştur. Lisan anlamındaki dil, Özne olmayı arzula-yan insanı içine hapsetmiş, bedeninin tatmin bekleyen arzularını tatminsizliğe mahkum ederek, yükünü artırmıştır. Birlikte yaşamın tesisini sıkı kurallı grameriyle sağlayan dil, insanı ihtiyacı olduğu halde ihtiyacını gide-remeyen Özne’ye dönüştürmüş, bedenine yabancılaştırmıştı. Dilin nevrotik simgesel dünyası insanın hakikatini inşa etmiş, biyo-lojisini hapsetmişti. Kullandığı dil sayesinde kurtulmak istediği doğanın hayvan formun-dan insana “terfi” etmiş, etini sözün, ruhun esaretine terk etmişti. İnsanın şiddetle yük-

7 A. Barnard, Sosyal Antropoloji ve İnsanın Kö-keni. Çeviren Mehmet Doğan, Boğaziçi Üniversi-tesi Yayınevi, 2013; A. Barnard, Simgesel Düşün-cenin Doğuşu. Çeviren Mehmet Doğan, Boğaziçi Üniversitesi Yayınevi, 2014. 8 İsmail Gezgin, Fallusun Arkeolojisi. Sel Yayın-cılık, 2012.

Page 15: İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu

15

İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ

lenmesi de bu noktada başlamıştı. Dil saye-sinde, kendini ait olduğu doğanın bir parçası olmaktan çıkarmış, göklere referansla sürdür-düğü anlam arayışında yaşamın başrolünü kendine biçmiştir. Bu andan itibaren insan, dünyadaki varlığını bir gösterge kabul ederek ölümlü bedenini ölümsüz kılacak göksel güce duyduğu ihtiyaçtan, kısa dünyevi yaşamını kendine zehir etmişti. Dil insanın kendi ken-dine yüklediği ilk stres ve şiddet kaynağıdır. Dilin simgeselliğinde tatmin olmayacağı bir yaşama mahkum olmak, onun şiddet üreten huzursuzluğunun kaynağı olmuştur.

Öte yandan şunu da söylemeliyim ki alet yapımı sadece dilsel bir gösterge değildir, aynı zamanda şiddetin somutlaşması, mad-dileşmesinin arkeolojik temsilidir. Alet ya-pımıyla, et yemek ve akıl/beyin büyüklüğü arasında kurulan korelasyonların9 görün-meyen yüzünde, aletin bir cinayet silahının göstergesi olması yatar. İnsan söz konusu olduğunda diğerlerine uygulanan şiddet görmezden gelinir. Hayvan öldürmeye salt bedeniyle kalkışacak yeterlilikte olmayan insan, taş aletlerle silahlanmıştır. Bu aşa-madan sonra kırmak, ezmek, parçalamak ve öldürmek artık mümkün veya daha kolay hale gelmiştir. Alet teknolojisindeki “gelişi-mi” silah endüstrisindeki “gelişim” olarak okumak mümkün ve hatta daha doğrudur. İnsanın şiddetle imtihanının bu aletleri hay-vana doğrultmasıyla başladığını söylemeli-yiz. Öldürmek karın doyurmanın ötesinde bir katliama böylece dönüşmüştür ki bunun çok sayıda erken arkeolojik örneğini görmek mümkündür. Yaklaşık 2,5 milyon yıl önce başlayan taş alet endüstrisi insanın diğerleri-ne uyguladığı şiddetin de başlangıcını temsil etmektedir. Silah kullanarak avlanmak şid-detin kültürlenmiş halidir. Bu konudaki en ilginç iddialardan birisi Carol J. Adams’a ait-tir; buna göre, av adı altında yapılan hayvana yönelik şiddet, insanın şiddet duygusunun ve eyleminin kökeni olarak görülmektedir. Bu ekofeminist yaklaşım daha da ileri gide-rek hayvan yemekle ataerki arasında doğru-dan bir ilişki kurar ve içinde yaşadığımız bu ataerkinin şiddetinden ancak et yemeyi red-dederek kurtulabileceğimizi ileri sürer. Bu düşünce sistemine göre, insan bedeni hayvan

9 Coolidge & Wynn, 2009, s. 97; Barham ve Mitc-hell, 2008, s. 81 vd

parçalamak veya yemek üzere organize ol-mamıştır, bu davranış sonradan insan yaşa-mına entegre edilmiştir ve ataerkil şiddetin nedeni de budur.10

EĞİTİM ŞİDDETTİR

İnsan ve şiddet arasındaki bağlantıyı sağ-layan noktalardan birisi de uygarlığın baş-langıcından11 itibaren birlikte yaşamı tesis eden unsurlardan olan eğitimdir. Paleolitik dönemlerin hayatta kalma öğretisi, uygarlıkla birlikte ortak yaşamın öğrenilmesine dönüş-müştür. “Uygar” bir toplum içinde yaşayan her birey bu şiddete, üstelik de şiddete uğradığını fark etmeksizin maruz kalmaktadır. Biyolojik bireyi kültürel ve toplumsal yapıya uygun hale getirmeyi hedefleyen eğitim, bedeni kastre ederek insan zihnine yük bindiren bir uygu-lamadır. Dil yoluyla gerçekleşen, bu toplumsal yaşama dahil olma süreci, özünde bir hayvan olan biyolojik bedeni, “terbiye” ediyor, onu di-lin simgesel nevrotik dünyasına taşıyor, insan bedeni üzerindeki en büyük baskı ve stresin kaynağını oluşturuyordu. Birlikte yaşamı dikte eden uygarlık, toplumsal yaşamın öz-nel arzuları terk etmekle mümkün olabileceği üzerine yükseliyordu.12 Asgari müştereklerde birleşme, ortak noktalarda buluşma, bireyi toplumsallaştırmış, yuvarlayarak yok etmiş-tir. Birlikte geliştirilen dil de insanın toplum-sal “doğasına” vurgu yaparak, bireylere kendi arzularını talep dahi ettirmez. Eğitim, aynı dili kullanarak bedenlerin terk edilmesini, klanların, toplumsal yapının yüceltilmesini sağlayarak, kendini gerçekleştirememiş stresli ve tatminsiz bedenlerden toplumlar inşa eder. Bireylerin iktidar ve otorite kavramlarıyla ta-nışması ve itaati öğrenerek otoriter kişiliklere bürünmesi de bu sayede gerçekleşir. Çünkü itaat insanı kendinden uzaklaştırır ve onu

10 Carol J. Adams, Etin Cinsel Politikası. Femi-nist-Vejetaryen Eleştirel Kuram. Çev. G.Tezcan, M.E.Boyacıoğlu, Ayrıntı Yayınları, 2013, s.94, 340, 341; Carol J. Adams, “Ekofeminizm ve Hayvan Yeme”, çev. Ertuğrul Başer, Birikim Dergisi sayı 57-58, 1994, s.92-105.11 Ana akım bilimsel düşünce, uygarlığın başlangı-cını, yerleşik hayata geçiş, hayvanların evcilleştiril-mesi ve tarımsal yaşam biçimine geçişin gerçekleş-tiği Neolitik Dönemi olarak göstermektedir. 12 Taylor çalışmasında doğru soruyu şöyle soruyor: “İnsanın insanı öldürmesi, erkeklerin diğer insanlar ve canlılar üzerine şiddet uygulaması nasıl normal hale geldi?” S. Taylor, Çöküş. Maya Kitap, 2015.

Page 16: İKİ AYLIK SOSYALİST SİYASET VE KÜLTÜR DERGİSİ ......Sayı: 27 AĞUSTOS / EYLÜL 2018 Sahibi Ayrıntı Yayınları Basım Dağıtım San. ve Tic. A.Ş. adına Erol Mut Sorumlu

16

DOSYA

Uygarlık öncesinde insanların organize olarak icra ettikleri bir çatışmanın veya savaşın izine rastlamak mümkün olmamıştır. Dünya üzerinde yapılan arkeolojik ve antropolojik çalışmalar, uygarlık öncesine işaret eden bir savaşın varlığını ortaya koymamışlardır. Nil vadisi çevresinde MÖ 12. binyıla tarihlenen öldürülmüş olarak bulunan insan iskeletleri belki de elimizdeki en eski savaş izleridir. Homo sapiens sapiens’in yaşamı göz önüne alındığında da durum farklı değildir, MÖ 50 bin yıldan başlayarak MÖ 10 bin yıla gelene dek savaş izlerine rastlanmamıştır.

aynı zamanda bu nedenle oluşacak huzursuz-luklardan korur.13

Bir Sümer metni ironik de olsa bu konuyu çok iyi özetlemiştir:

“Gittim oturdum ve öğretmen tabletimi okudu. ‘Bir şey eksik’ dedi ve bastonla vurdu.

Yetkililerden biri, ‘Neden benim iznim olma-dan konuştun?’ dedi ve bana bastonla vurdu.

Kurallardan sorumlu kişi, ‘Neden benim iz-nim olmadan ayağa kalktın?’ dedi ve bastonla vurdu.

Bekçi, ‘Neden benim iznim olmadan dışarı çıkıyorsun?’ dedi ve bastonla vurdu.

Bira fıçısının başında duran kişi, ‘Neden benim iznim olmadan aldın?’ dedi ve bastonla vurdu.

Sümerli öğretmen ‘Neden Akkadça konuş-tun?’ dedi ve bastonla vurdu.

Öğretmen ‘El yazın güzel değil’ dedi ve bas-tonla vurdu.”14

MÜLKİYET VE ŞİDDET

Öteden beri, özellikle de Marksist litera-türde mülkiyetin marazları sayılıp dökülmüş-tür. Genellikle tarım ve uygarlıkla ilişkilendi-rilen mülkiyet kavramı, hem bireysel hem de toplumsal şiddetin kaynaklandığı bataklık-lardan birisidir. Arno Gruen, insanın kendi kökenlerini, biyolojik doğasının gereklerini kaybetmesinin, bireyleri iktidar ve mülkiyete yönlendiren başlıca neden olduğunu ileri sü-rer. Yukarıda kısaca özetini verdiğim, insanın biyolojik varlığını yitirip kültürel bir Özne’ye doğru yolculuğu, onu güç ve mülkiyet sahibi

13 Arno Gruen, Normalliğin Deliliği, Hastalık Olarak Gerçeklik. Çeviren İlknur İgan, Çitlenbik Yayınları, 2003. 14 S. Taylor, Çöküş. Maya Kitap, 2015.

olmaya yöneltmiş olmalıdır.15 Bütün bu tartış-maları burada özetlemek mümkün değil, bu nedenle Herodotos’un aktardığı bir anekdotla mülkiyet ve şiddet ilişkisini açıklamanın ye-terli olacağını düşünüyorum.

Yıl MÖ 514/513, Pers Kralı Dareios, Anadolu’dan devşirdiği çok büyük bir ordu ile Trakya’da yaşayan İskitler üzerine bir se-fer düzenlemişti. Bir köprüyle geçtikleri Tuna Nehri’nin hemen ötesinde yaşayan İskitlerin üzerine saldıran Pers ordusu, beklediği kar-şılığı ve dahası düşmanı bulamamıştı. Persler savaşmak istiyor, arabalarının üzerinde göçe-be yaşayan İskitler ise savaşmaktan kaçınıp geri çekiliyor, ortalıkta görünmemeyi tercih ediyorlardı. Trakya içlerine ilerleyen Persler zor durumda kalmış, orduda yiyecek sıkıntısı baş göstermişti. Bunun üzerine Pers Kralı Da-reios İskitleri savaşa ikna etmek için bir elçiy-le birlikte şu mesajı gönderir: “Ey garip adam, yapabileceğin başka iki şey varken neden ka-çıyorsun? Eğer kendini bana karşı koyabile-cek kadar güçlü sayıyorsan ona göre davran, kaçmayı bırak, savaşa gir; yok eğer kendini daha aşağı görüyorsan yine kaçmaktan vazgeç; efendine haraç olarak toprak ve su getir, hu-zuruna çık.” İskit Kralı İdanthyrsos’un yanıtı açıklama gerektirmeyecek kadar nettir. “İran-lı... beni kimse ne korkutabilir ne de önünden kaçmaya zorlayabilir; senden de kaçtığım yok. Şimdiye dek yaptığım şey, barış zamanında da her zaman yaptığım şeydir. Neden hemen sa-vaşa girmeyeyim onu da sana açıklayayım: Bi-zim ne kentimiz var ne de tek dikili ağacımız, ki elden gitmesin, ya da yakılıp yıkılmasın diye korkup hemen savaşa girelim; ama siz eğer ille de savaşmak istiyorsanız, bizim atalarımızın mezarları var; onları bulun, onlara el kaldırın, o zaman görürsünüz, mezarlarımız için dövü-

15 Arno Gruen, İçimizdeki Yabancı, Nefretin Kö-kenleri, Yabancı olana ve nefret ve sonuçları. Çe-viren İlknur İgan, Çitlenbik Yayınları, 2005, s. 69.