Çin - Akademik Perspektif...

75
Ocak 2015 | Yıl: 2 Sayı: 3 Çin Çin: Yükselen Global Güç Küresel Güney ve BRICS Ülkeleri ve Çin’in Rolü Çin Ekonomisindeki Komünizm Rüzgârı Farklı Boyutlarıyla Oryantalizm ve Tarihe Yansımaları Zulmün Adı: “Doğu Türkistan” Uluslararası Ekonomik Düzene Meydan Okuyan Çin Çin Dış Politikasına Kısa Bir Bakış Osmanlı Devletinden Günümüze Yerel Yönetimler Akademik Perspektif Enstitüsü Yayınıdır Hem Seviyeli Hem Keyifli

Transcript of Çin - Akademik Perspektif...

1 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Ocak 2015 | Yıl: 2 Sayı: 3

Çin

Çin: Yükselen Global Güç Küresel Güney ve BRICS Ülkeleri ve Çin’in Rolü Çin Ekonomisindeki Komünizm Rüzgârı Farklı Boyutlarıyla Oryantalizm ve Tarihe Yansımaları

Zulmün Adı: “Doğu Türkistan” Uluslararası Ekonomik Düzene Meydan Okuyan Çin Çin Dış Politikasına Kısa Bir Bakış Osmanlı Devleti’nden Günümüze Yerel Yönetimler

Akademik Perspektif Enstitüsü Yayınıdır

“Hem Seviyeli Hem Keyifli”

2 Akademik Perspektif – Ocak 2015

3 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Aylık Süreli Sosyal Bilimler Dergisi

KÜNYE

GENEL YAYIN YÖNETMENİ OĞUZHAN YANARIŞIK

KOORDİNATÖR SAMET ZENGİNOĞLU

EDİTÖRLER AYŞE ÖZER - CAHİT KIRAĞA – İBRAHİM ÖZKAN

BU SAYIYA KATKIDA BULUNANLAR ÇAĞLAR DIRMIKCI - BERAT OĞUZ ŞENYERLİ - SADIK ÜNAY - FURKAN GÜRSOY - TARIK OĞUZLU

- BEGÜM HAZAL KURT - GÜNEY FERHAT BATI - FURKAN EYÜBOĞLU - SEVGİ ARAZ - AYŞEN KAMIL - BEYZA AKATÜRK - ENGIN DENIZ AKARLI - EMRE AMİR - ÖZCAN SEZER - ELİF ÖZDEMİR

- YAKUP DALKILIÇ - ALİ AYATA - CANER AKKAYA - SELİN DURAN - FURKAN BURCU AKSOY - MELİKE ŞENER

REKLAM ve İLETİŞİM [email protected]

YAYIMCI

Akademik Perspektif Enstitüsü

Yazı teklifi göndermek için gerekli bilgileri dergimizin sonunda bulabilirsiniz.

*Dergimizde yayınlanan bütün makalelerin içeriklerinden yalnızca yazarları sorumludur.

Her bir makale sadece yazarının görüşünü yansıtmaktadır.

AKADEMİK PERSPEKTİF

akademikperspektif.com

4 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Saygıdeğer okuyucularımız,

Öncelikle yeni yılın ülkemize ve bütün insanlığa sağlık, mutluluk ve huzur getirmesini diliyoruz. Her geçen gün büyüyen Akademik Perspektif ailesi olarak, yeni yıla heyecan verici yeni projeler ve hedeflerle giriyor olmanın mutluluğunu yaşıyoruz.

2015’in bu ilk sayısında uluslararası arenada her geçen gün ağırlığını arttıran Çin’i kapak konusu olarak ele alıyoruz. Konuya değişik açılardan yaklaşan makale ve röportajları sizler için bir araya getirdik. Çin’in dış politikasından ekonomik ilişkilerine kadar birçok farklı boyutu kapsayan çalışmaları derledik.

Ayrıca Çin denildiğinde aklımıza ilk gelen problemlerden biri olan Doğu Türkistan meselesini de unutmadık. Çin rejiminin istilası altında devam eden soykırım ve zulmün hedefi olan Doğu Türkistan’a da sayfalarımızda yer verdik.

Bu ay yine sizler için birbirinden güzel röportajlar hazırladık. Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Doç. Dr. Metin Aksoy, SETA Ekonomi Direktörü Doç. Dr. Sadık Ünay, Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı Doç. Dr. Özcan Sezer ve Sosyal, Ekonomik ve Politik Araştırmalar Merkezi Başkanı Prof. Dr. Tarık Oğuzlu ile gerçekleştirdiğimiz keyifli röportajları sayfalarımızda okuyabilirsiniz.

Ayrıca geçtiğimiz günlerde tarih alanında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü alan Prof. Dr. Engin Akarlı ile hayatı ve ülkemizde tarihçilik üzerine kısa bir sohbet yaptık.

Bu ay da yine Türk dış politikasında ve Avrupa ile Amerika’da geçtiğimiz ay meydana gelen önemli gelişmeleri sizler için derledik. “Ayın Düşünürü” köşemizde ise Konfüçyüs’ü inceledik.

Bütün sayılarımız için de yoğun şekilde makale teklifi gönderen bütün takipçi ve okuyucularımıza teşekkür ederiz. Bir sonraki kapak konumuzu “Rusya” olarak belirledik. Başta bu kapak konusu olmak üzere, ilgili alanlardaki meseleleri kapsayan makale tekliflerinizi bekliyoruz.

Keyifli okumalar…

Oğuzhan Yanarışık Genel Yayın Yönetmeni

AKADEMİK PERSPEKTİF’TEN

5 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Uluslararası Ekonomik Düzene Meydan Okuyan Çin’in BRICS’deki Rolü ............. 7

SETA Ekonomi Direktörü Sadık Ünay ile Çin Üzerine ......................................... 11

Zulmün Adı : ‘Doğu Türkistan’ ......................................................................... 16

Prof. Dr. Tarık Oğuzlu Röportajı ........................................................................ 20

Çin ve Enerji Politikası ...................................................................................... 24

Çin: Yükselen Global Güç .................................................................................. 27

Çin Dış Politikasına Kısa Bir Bakış ...................................................................... 30

Küresel Güney ve BRICS Ülkeleri ...................................................................... 34

Çin Ekonomisindeki Komünizm Rüzgârı ............................................................ 38

Prof. Dr. Engin Deniz Akarlı Röportajı ............................................................... 41

Doç. Dr. Özcan Sezer ile Osmanlı’dan Günümüze Yerel Yönetimler Üzerine ..... 47

Farklı Boyutlarıyla Oryantalizm ve Tarihe Yansımaları ...................................... 53

İç Güvenlik Sorunsalı: Emniyet Ve Jandarma Bütünleşmesi .............................. 56

Türkiye Dış Politikasında Geçtiğimiz Ay ............................................................ 60

Avrupa’da Geçtiğimiz Ay .................................................................................. 63

Amerika'da Geçtiğimiz Ay ................................................................................. 68

Ayın Düşünürü: Konfüçyüs ............................................................................... 71

İÇİNDEKİLER

6 Akademik Perspektif – Ocak 2015

7 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Uluslararası Ekonomik Düzene Meydan Okuyan Çin’in BRICS’deki Rolü

Çağlar Dırmıkcı*

Berlin Duvarı’nın yıkılışının ardından ortaya çıkan “küreselleşme”, beraberinde uluslararası ekonomik birliklerin oluşmasına zemin hazırlamıştır. Önemli ve etkisi giderek artan bir birlik olan “BRICS” de yer alan Çin, hem uluslararası ekonomik düzene meydan okumakta, hem de BRICS’ e katkı sağlamaktadır.

Uluslararası ekonomi düzeni içerisinde sıkça duyduğumuz sözcüklerden biri olan “Küreselleşme”, bazen ekonomik ilişkilerin yoğunlaşması bazen ise kültür, inanç ve ideallerin benzemesi olarak tanımlanmaktadır. Berlin Duvarı’nın 1989 yılında yıkılışının ardından, 1990’lı yıllardan itibaren hemen her alanda sıkça karşılaştığımız küreselleşme kavramının en önemli özelliklerinden birisi dünyanın tekdüze bir hale gelmesidir. Genel bir ifadeyle küreselleşme, her tür değer ve birikimin ulusal sınırları aşarak dünya çapında yaygınlaşması olarak tanımlanabilir. Ekonomik açıdan bakıldığında küreselleşme; üretim, ticaret ve sermaye ile işgücü hareketlerinin önündeki engellerin kalkması ve teknolojinin gelişen bilgi toplumu çerçevesinde yaygın kullanımının

sağlanarak, dünyanın tek bir pazarda buluşmasıdır.1 Her ne olursa olsun günümüzde küreselleşme, ekonomiden uluslararası ilişkilere kadar çeşitli alanlarda dünyayı etkileyen, uluslararası toplumun dokusunu ve yapısını eskiye oranla fazlasıyla değiştiren bir güç olarak karşımıza çıkmaktadır.2 Yeni ekonomik düzenin yeni aktörleri oyuna dâhil ettiği küreselleşen dünyada, artık devletler tek güç olarak ekonomik dengeleri sarsacak etki yaratamamıştır. Önceleri uluslararası ilişkileri ve ekonomik sistemi sadece

1 Ömer Gürkan, “Küreselleşme Ve Yeni Uluslararası

Ekonomik Düzen”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (2001) s. 1-2 2 Feza Öztürk, “Küreselleşme-Yeni Dünya Düzeni”,

erişim tarihi 05.12.2014, http://www.mfa.gov.tr/kuresellesme-yeni-dunya-duzeni.tr.mfa

8 Akademik Perspektif – Ocak 2015

devletler etkileyebilecek kaynaklara sahipken, günümüzde uluslararası ilişkileri ve dünya ekonomik düzenini zaman zaman devletlerden daha fazla etkileyen yeni aktörler ortaya çıkmıştır. Çok uluslu ekonomik birlikler; bu kapsamda Çin ve Hindistan gibi yükselen ekonomilerin küresel krizlerden göreceli olarak daha az etkilenmeleri ile dünyanın ekonomik ekseninin Batı’dan Doğu’ya kaydığı yönündeki görüşlerin ve iddiaların yaygınlaşmasına neden olmuştur. 3 Küresel ekonomide dengeleri sarsan ve meydan okuyan BRICS adlı ekonomi teriminin ortaya çıkması dünyadaki ekonomik düzeni değiştirmeye başlatmıştır. Batı dışı aktörlerin yükselişi ile ekonomi hızla küreselleşmeye devam etmiş, bu büyümenin önemli nedenleri arasında Brezilya, Çin ve Hindistan gibi dünya ekonomisinde rolleri kısıtlı olan ülkelerin gösterdiği ekonomik performansla dünya ekonomisi iki kat daha hızlı büyümüştür. Son yıllarda dünyanın en hızlı gelişen beş ülkesinden (Brezilya, Rusya, Çin Hindistan ve Güney Afrika) oluşan bir birlik olan BRICS, ismini ülkelerin İngilizce baş harflerinin kısaltmalarından almıştır. BRICS ülkeleri terimi ilk olarak Goldman Sachs’ın baş ekonomisti Jim O’Neill tarafından 13 yıl önce kaleme aldığı bir çalışma ile literatüre sokulmuştur. O’Neill “Geniş coğrafyalara hükmeden, büyük kaynakları bulunan bu beş ülkenin dünya ekonomisinde giderek büyüyen bir pay sahibi olacağını, dolayısıyla ekonomiye yön verilmesinde onlara daha fazla söz hakkı tanınması gerekmektedir” demiştir. Ekonomi çevrelerinde zaten tartışılmakta olan bu yeni eğilimi kısa yoldan ifade eden BRICS, Sovyet Bloku’nun çöküşüyle artık “Batı ve

3Şaban Kardaş ve Ali Balcı, “Uluslararası İlişkilere

Giriş” içinde Soğuk Savaş Sonrası Dönemde Dünya Siyaseti, haz, Emre Erşen (İstanbul: Küre Yayınları, 2014), s.47-53.

Diğerleri” olarak adlandırılan dönemde, Amerikan akademisyenlerince gelişmekte olan bölgeler ya da yükselen pazarlar olarak nitelendirilen Asya Bölgesi için Goldman Sachs’ın “BRICS” kısaltmasıyla isim arayışını tamamlamış oldu.4 O’Neill’in öngördüğü gibi 2001 yılından itibaren bu ülkeler, GSYH artışları açısından dünyanın en hızlı büyüyen ekonomileri arasında yer almıştır.5 BRICS teriminin bu denli popüler olmasında ki en önemli etken yeni bir dünya ekonomik düzeni yaratacaklarına duyulan inançta gizlenmekteydi. Özellikle Çin’in çift haneli rakamlara ulaşarak dünyanın en büyük ikinci ekonomisi haline gelmesi BRICS’de önemli rol oynamasında etkin olmuştur. Tavır takınmak adına belirli aralıklarla toplantılar yapan BRICS üyeleri, dünya ekonomisinde ve politikasında daha fazla söz sahibi olabilmek amacıyla “Batı Sonrası” olarak nitelendirilen oyunda yeni aktör olarak kendilerini ciddi bir şekilde göstermektedirler. 29 Mayıs 2012’de Hindistan’da gerçekleştirilen toplantıda, finansal ve ekonomik temelli görüşmeler yapılmış 6 ayrıca ABD hegemonyasına karşı çıkarak, dolara olan bağımlılığı azaltmak ve politik güç yanında ekonomik güçlerini de göstermek amacıyla BRICS Kalkınma Bankası’nı kurmuşlardır. BRICS’in, değişim sürecinde 14 Nisan 2014’de Çin’de gerçekleştirdiği zirvede ise uzun soluklu gündem maddeleri söz konusu olmuştur.7

4 Uluslararası İlişkiler, Uluslararası İlişkilerin Yeni

Dünyası (I.baskı. , Ankara: Adres Yayınları, 2014), s.159. 5 Dr. Ozan Örmeci, “BRIC Ülkeleri”, erişim tarihi

05.12.2014, http://politikaakademisi.org/bric-ulkeleri/ 6 Selim Altın, “BRICS Yükselen Güç”, erişim tarihi

05.12.2014, http://akademikperspektif.com/2014/08/04/brics-yukselen-guc/ 7 “BRICS Kalkınma Bankası Ne Anlama Geliyor?”,

erişim tarihi

9 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Her bir BRICS ülkesinin kendisine has özellikleri bulunmakla beraber, ortak noktalar ise; bu ülkelerin sahip oldukları ekonomileri ve nüfuslarıdır. Ancak ne var ki Çin diğer ülkelere göre BRICS ekonomisinde önemli bir yer edinmektedir. Akademisyenler ve konunun uzmanları Çin’in BRICS ülkeleri arasında çok önemli bir konumda olduğu konusunda ise hem fikirlerdir; David Rothkopf’un Foreign Policy’de yazdığı gibi “Çin olmadan BRICS yalnızca “BRIS”dir, aynen yumuşak bir peynir gibi Çin ise bu gruptaki kastır. Çin en etkili veto gücüne, büyük rezervlere, en büyük potansiyel pazara sahip olan ülkedir ve Amerika’nın öz ortağıdır.” Deutsche Bank da yapmış olduğu bir araştırmada çok benzer sonuçları ortaya koymuştur. Çin ekonomisinin Rusya, Brezilya ve Hindistan ekonomilerinin toplamından büyük olduğunu belirtmiştir. Times’ın eski editörü William Rees-Mogg gibi gözlemciler ise bu yüzyılı çabucak “Çin Yüzyılı” olarak damgalamıştır. Ünlü ekonomistler, 21.yüzyıl bitmeden Çin’in dünyanın en büyük ekonomisi olarak ABD’nin yerini alacağını, dolayısıyla en büyük güç olacağını ilan etmiştir. Wall Street Journal, Nobel ekonomi ödülü sahibi on ekonomiste dünyada hangi ülkenin en iyi politikayı yürüttüğünü sorduğunda, çoğu Çin’de birleşmiştir. Örneğin, Joseph E.Stşhlitz göre “Genel ekonomik performansa bakıldığında Çin’in en iyisi olduğu açık. Çin aynı zamanda Doğu Asya mali krizleri sırasında kusursuz yönetim yeteneği sergiledi. Ekonomi büyüme oranı ve esenlik açısından Çin çok etkileyici” demiştir.8

05.12.2014, http://www.sde.org.tr/tr/newsdetail/brics-kalkinma-bankasi-ne-anlama-geliyor/3854 8 Şenay Meşe, “Küresel Ekonomide Güç

Dengelerindeki Değişim Ve BRICS” (Yüksek Lisans Tezi, M.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2010), s.62-69.

BRICS’in önemli bir üyesi olan Çin’in önemi her geçen gün artmaktadır. TUSİAD’ın “Çin’de Bu Ay” adlı dergisinde Başbakan Li Keqiang 17.ASEAN Zirvesinde yaptığı konuşmada ekonomideki yavaşlama trendine rağmen sağlam ekonomik temelin değişmediğini ve Çin’in ekonomisinin sağlıklı gelişimini sürdürebilmek için gerekli potansiyele ve dirence sahip olduğunu sözlerine eklemiştir. Ocak ve Ekim ayları arasındaki, sanayi işletmeleri katma değeri bir önceki yılın aynı dönemine göre %7,7 oranında artmıştır. Yükselen bir ekonomi grafiği çizmeye devam eden Çin, bazı ekonomistlerce Çin’in olması gerekenden daha hızlı büyüdüğünü ileri sürmektedir.9 Hem büyümede iyi bir rol izlediği hem de enflasyon rakamlarında iyi bir düşüş yaşadığı görülmektedir. Böylece Çin hem üretimini hem de tüketimini dengeli şekilde ilerleterek ekonomisini giderek daha sağlıklı hale getirmeye devam etmektedir. Devasa nüfusu sebebiyle Çin, 20.yüzyıl sonlarında önemli aktör konumunu böylelikle pekiştirmiştir. Çin, “Çin Mucizesi” olarak kısa dönem içinde ABD’nin ekonomik büyüklüğünü geride bırakacak atılımlarla büyümeye devam etmektedir.10 Bütün bu değerlerin Çin’in gerek dünyada gerekse bölgesel olarak ne kadar önemli bir güç olduğunu göstermektedir. Dünya siyasetinde ağırlığı artan Çin’in sahip olduğu potansiyeli geliştirmeye devam ettiği sürece dünyanın en büyük ekonomisi olma yolunda adım adım ilerlediği görülmektedir. Sonuç olarak Çin, küresel ekonomik sistemin dengelerini temelden etkileyen ve aynı zamanda ekonomik büyüklüğü

9 TUSİAD, “Çin’de ekonomik gelişmeler”, Çin’de Bu

Ay dergisi 55, (Kasım 2014): 2-3 10

Editör Evren Balta, Küresel Siyasete Giriş, Uluslararası İlişkilerde Kavramlar, Teoriler, Süreçler (İstanbul: İletişim Yayınları, 2014), s.447

10 Akademik Perspektif – Ocak 2015

açısından küresel sistemde mevcut olan engelleri aşma noktasında somut bir model olarak görülmektedir. Çin, ekonomisini liberal sisteme uyumlaştırarak küresel sisteme dâhil olmuş ve ekonomik sisteme meydan okuyan Çin’in BRICS’deki

rolü günbegün artmaya devam etmektedir. * Çağlar Dırmıkcı, Trakya Üniversitesi, Uluslararası Ticaret

11 Akademik Perspektif – Ocak 2015

SETA Ekonomi Direktörü Sadık Ünay ile Çin Üzerine

Röportaj: Berat Oğuz Şenyerli

SETA Ekonomi Direktörü Doç. Dr. Sadık Ünay: “Çok kompleks bir yapı var Çin’de, devletin ciddi teşvikleri mevcut. Eyaletlerin, bölgelerin hepsi birbirleri ile yarışıyorlar, Çin’in Komünist Partisi’nin iç rekabeti arttırmak bağlamında çok rasyonel davrandığını düşünüyorum.”

Çin’in de içinde bulunduğu BRICS ülkeleri, gelişmekte olan ülkelere kalkınma yardımı sağlamak amacıyla 100 milyar $ lık bir fon oluşturulması kararı aldı. Dünyanın en büyük döviz rezervlerine sahip olan Çin, 41 milyar dolar ile fona en yüksek kaynağı sağlayacak. Kalkınma Bankası’nın IMF ve Dünya Bankası’na bir rakip olarak kurulduğunu görüyoruz. Bu gelişmeleri de göz önünde bulundurarak Çin’in uluslar arası iktisadi teşebbüslerini nasıl değerlendirirsiniz? BRICS ülkeleri içerisinde Çin teknolojisini arttırmaya çalışan bir üretim ekonomisi ama Rusya bir üretim ekonomisi değil. Rusya enerji ekonomisi. Birçok alanda ithalata dayalı ve sanayi alt yapısı çok eski, güncelleme konusunda sıkıntıları var. Tüketim mallarının çoğunu ithal ediyor. Hindistan hakeza öyle; içine kapalı bir ekonomi, yazılım dışında diğer alanlarda sıkıntılar yaşıyor. BRICS ülkeleri içerisinde

de bir insicam olduğunu söyleyemeyiz. Entegrasyon yok! Güney Afrika Türkiye’den de daha kötü durumda bütçe açıkları-ticaret açıkları konusunda… Ekonomik dengeler olarak baktığınızda Türkiye BRICS içerisinde olmaya daha layık Güney Afrika’ya göre. Fon konusundaki teşebbüsleri ben sembolik olarak görüyorum. Çin’in BRICS’i ayağı kaldırmak için belki bazıları bunu IMF’e rakip olarak görüyorlar, (Evet, ben de size sorumu böyle yönelttim) Ama yok 100 milyar $ ile olmaz o işler. Özellikle küresel finansal krizden sonra pompalanan paralara bakarsanız trilyon dolarlardan bahsediyoruz. 100 milyar dolar bunun için çok sembolik bir rakam. Ama Çin’in şöyle bir isteği var, İpek Yolu meselesi de aslında buradan kaynaklanıyor. Özellikle Amerikalılara kendilerini daha rahat ifade edebilmek için belirli ülke gruplarını ya bölgesel bazda ve yahut küresel bazda

12 Akademik Perspektif – Ocak 2015

ülkeleri kategorilere ayırıp ‘’gelişmekte olan ülkeler’’ diyelim, BRICS gibi nüfus, coğrafya, unsurlarıyla belirli bölgeleri domine eden, bölgesel ekonomi gibi ülkeleri bir araya getirip Amerikalılara, Batılılara karşı kendi çıkarlarımızı uyumlu bir şekilde ifade edebilir miyiz, tek seste konuşabilir miyiz? Çin bu konularda oldukça stratejik davranıyor. Tek başına ön almaktan ziyade IMF içerisinde BRICS ülkeleriyle birlikte hareket ediyor. BM, G-20 platformlarında BRICS ile hareket ediyor, itiraz edecekse BRICS olarak itiraz ediyorlar. Bu eskiden beri Çin’in savaş stratejisine kadar da götürebileceğiniz Sun Tzu’ya kadar götürebileceğiniz bir yaklaşım. Rakipleriyle koalisyonlar kurarak mücadelesi genel karakteristiğini yansıtıyor. Türkiye’nin Çin ile birlikte hareket etme potansiyelini nasıl değerlendirirsiniz? Çin’in kendi ajandası var. Çin’in ajandasını Türkiye’nin etkilemesi çok zor. Paydaş olamaz mıyız? Biraz zor gibi geliyor bana, paydaş olunabilir ama Çin’in şöyle bir tavrı var, paydaştan ziyade kendisini takip edecek ülkeler arıyor sanki. O konuda ben çok da paylaşımcı görmüyorum Çin’in yaklaşımını. Türkiye Şangay İşbirliği Örgütü temasını nasıl yorumlamak gerekir? Bunları sadece söylem anlamında değerlendiriyorum, NATO’yu bırakıp oraya gidecek halimiz yok. Türkiye’nin aslında ikili bir stratejisi var. Çin’e bir taraftan şunu diyoruz: Biz NATO üyesiyiz, AB ile üyelik müzakereleri yapıyoruz, ‘’Bakın, bizim üzerimizden Batıya ulaşabilirsiniz.’’; Batıya da diyoruz ki: ‘’Biz belki Şangay

İşbirliği Örgütü’ne katılırız, Rusya ile enerji işbirliğimiz var vs.-Dikkat edin! Bizim Doğu ile de ilişkilerimiz var.’’ Biz aslında iki tarafa da sinyal veriyoruz. Bu bir siyasi söylem, dengeci ve bu doğrudur da yani. Hem BRICS ülkelerine hem Batıya aynı anda sinyal verebilen bir ülke Türkiye… Çin ile Rusya ile ilişki kurarken dikkatli olmak lazım. Bunlar sonuçta demokratik sistemlerin çalışmadığı ülkeler… Kendi uzun dönemli stratejik hesaplarını çok acımasızca yapıyorlar. Ben Türkiye’nin Çin’i dengeleyebilir bir ekonomik gücü olmadıkça ki çok zor bu, müthiş bir ticari açık mevcut; bu anlamda çok dengeli ilişkiler kurmak pek mümkün gözükmüyor. Şu da bir realite olarak karşımıza çıkıyor. Çin, Japonya, Güney Kore özellikle bu Asya güçleri arasında Türkiye ile ilişkileri geliştirme anlamında bir yarış var, rekabet söz konusu. Bu Türkiye’nin çok fazla altyapı ihalesi ve yatırımı yaptığını biliyorlar. Onun için hızlı trenler, demiryolları, köprüler vs. üzerinden kendi aralarında yürüyen bir rekabet var. Bu bizim avantajımıza olabilir diye düşünüyorum. Nükleer santraller mevzusu hakeza aynı… Hem Japonlar geliyor hem Çinliler geliyor hem Koreliler geliyor hem Ruslar geliyor; herkes geliyor yani anlayacağınız. Burada özellikle altyapı ve enerji konularında epey işbirliği şansı olduğunu düşünüyorum. Ama bu ekonomik ilişkiler çok uzun dönemde Türkiye’nin küresel konumunu değiştirecek ilişkiler değil. Çin ekonomisinin dünyada önemli bir araştırma konusu olduğunu biliyoruz. Batılıların tabiriyle ‘’Çin’in Yükselişi’’ Çinlilerin ifadesiyle ‘’Geri Dönüş- Çinliler zaten güçlüydüler, güçlerini tekrar kazanıyorlar.’’ Yorumlarını Çin’in yerel iktisadi politikalarla anlamak istersek, Çin

13 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Devleti kalkınma için nasıl bir yerel iktisadi strateji uyguluyor? Yeni milliyetçiliklerde bu tarz söylemler hep vardır. Putin’de de bu tarz bir yaklaşımı görebilirsiniz. Putin de zaman zaman eski Rus Çarlığı’nın sembollerini kullanıyor, geri dönüşlerden filan bahsediyor. Ama bu çok tarihsel bir argüman olur. Çin’de yerel yönetimlerin, valilerinin yabancı yatırım çekmek için birbirleriyle yarıştıklarını sizden dinlemiştim, bu bağlamda devlet aklı ve stratejisini görmek mümkün müdür? Çok kompleks bir yapı var Çin’de, devletin ciddi teşvikleri mevcut. Eyaletlerin, bölgelerin hepsi birbirleri ile yarışıyorlar, Çin’in Komünist Partisi’nin iç rekabeti arttırmak bağlamında çok rasyonel davrandığını düşünüyorum. Şimdiye kadar sahil bölgesine odaklanmıştı yatırımlar şuanda iç bölgelere yatırım çekmeye çalışıyorlar. Bizim Sincan’ın olduğu yerlere de bu girişimler var, çünkü oralarda sanayi yatırımları filan çok eskimişti. Altyapılar yenileniyor, teşvikler oralara kaydırıldı. Bölgesel dengelemeyi de bir şekilde sağlamaya çalışıyorlar. Devlet aklı müthiş! Ben bu açıdan Çin ile çok rekabet edebilir bir ülke olduğunu zannetmiyorum. Çin belki de dünyada yerel yönetimler bakımından en kompleks yapıya sahip bir ülke Çin. Biz Komünist derken direkt yukarıdan aşağıya bir yapı olarak düşünüyoruz ama içinde müthiş dengeler var. Bence Çin ile ilgili çalışma alanlarından bir tanesi de yerel yönetim sistemi olabilir. Tarıma, sanayiye, teknolojiye odaklı bölgeleri var bunları hep birlikte koordineli olarak götürüyorlar. Aslında Çin’de birbirinden farklı 15-20 ülke

bir arada sanki. Burada ortak bir strateji üzerinde yürüyorlar ve son derece keskin bir devlet aklı var. Çin’in devlet aklı yüksek bir akıldır, o açıdan beğenirim. Çin – Türkiye iktisadi ilişkileri 2000 yıllık İpek Yolu tecrübesiyle düşünüldüğünde, gelecek yıllarda nereden nereye gelmesini öngörüyorsunuz? Türkiye’nin jeopolitiği dikkate alarak Çin’in Ortadoğu ve Avrupa’ya açılma stratejisinde Türkiye ile bir stratejik işbirliği mümkün müdür? İpek Yolu meselesi önceden beri tartışılan bir konu. Bundan sonra çok gündeme gelecek. Tabii herkesin farklı İpek Yolu vizyonu var. Çin’in vizyonu lojistik-altyapı üzerinden Orta Asya-Kafkasya-Balkanlar üzerinden Avrupa’ya ulaşmak. Ama bu büyük bir proje, belki de ideal belki de hayal… Farklı vizyonlardan zaman içerisinde hangisinin öne çıktığını göreceğiz. Çin insanının turizm destinasyonu seçimi yaparken yakın bölgeleri tercih ettiğini biliyoruz. Türkiye Çinliler için bir turizm çekim merkezi nasıl olabilir? Şu noktada gördüğünüz eksikler nelerdir? Burada tanıtımı arttırmamız lazım. Türkiye’nin tanıtım konusunda daha fazla çalışması gerekiyor. Çinli üst düzey turistler Amerika’yı, Avrupa’yı, Paris’i, Londra’yı filan tercih ediyorlar. Bu noktada İstanbul’un, Antalya’nın imajını biraz daha parlatmamız lazım. Bir de eğitim konusunda, öğrenci değişimlerini arttırmak gereklidir. Erasmus benzeri öğrenci değişim programlarının artmasında fayda görüyorum. Çin’deki üniversiteler çok büyük, oralardaki büyük potansiyeli Türkiye’nin kullanması lazım. Konfüçyüs Enstitüsü ile Yunus Emre Enstitüsü’nün ortak çalışmaları var bunların sayısını arttırmamız gereklidir.

14 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Hong-Kong olayları başladığında Batı medyasında büyük yankıları oldu. Hong-Kong’un tarihsel süreçlerini de inceleyerek, halk olaylarında bir dış müdahale izlenimiz var mıdır? Bu olayları nasıl değerlendirirsiniz? Hong-Kong zaten yarı İngiltere sayılır. Oraya dış dememek lazım. İçeride de yerleşmiş bir Anglo-Sakson kültürü var zaten. Hong-Kong’un eskiden beri o özerk statüyü korumaya çalışan bir iradesi var; Çin İngiltere’den devraldıktan sonra biraz daha özerklik tanıdı ondan sonra yavaş yavaş kendi sistemine angaje etmeye çalıştı. Burada tabi sıkıntılar çıkıyor ve bundan sonrada çıkacaktır. Hong-Kong hiçbir zaman bir Pekin gibi olmayacak, insan unsuru itibariyle de kültürel olarak da. Her zaman Batı’nın oradaki bir uzantısı gibi olacak; bir finans kenti, hizmet kenti, sanat kenti gibi. Batılı şirketlerin finans merkezlerinin olduğu, üst-orta sınıfın güçlü olduğu bir yer. Bir anlamda Batılı bir kent gibi. Çin de bir taraftan oranın finansal nimetlerinden faydalanmak istiyor ama kontrolü de pek fazla kaybetmek istemiyor. Burada ipleri ne kadar gererler, onu süreç gösterecek. Orada ciddi bir muhalefet kültürü var ve ortalama bir Çin kenti olmayı kendisine yediremeyecektir. İngiliz etkisi? O çıkmaz yani kolay kolay. Birkaç jenarasyon geçse dahi o etki kolay kolay

çıkmayacaktır. Çünkü halen gidiş-gelişler ile bu devam ediyor. Benim eski hocam var mesela İngiltere’den, şuanda o Hong-Kong’da üniversitede bölüm başkanı, bu tür etkileşimler çok fazla, kolay kolay geçeceğini sanmıyorum. Doç.Dr. Sadık ÜNAY, 1997 yılında Boğaziçi Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nden mezun oldu. Yüksek lisans (1999) ve doktorasını (2005) İngiltere’de Manchester Üniversitesi Uluslararası Siyaset Merkezi’nde uluslararası ekonomi politik alanında tamamladı. Doktora tezi 2006 yılında Neoliberal Globalisation and Institutional Reform: The Political Economy of Development Planning in Turkey başlığıyla New York’ta Nova Science Publishers tarafından yayımlandı. 2011’de İstanbul’da Küre Yayınları tarafından yayımlanan Kalkınmacı Modernlik: Küresel Ekonomi Politik ve Türkiye adlı kitabın yazarıdır. İngiltere’de Manchester, Birmingham ve Huddersfield Üniversiteleri’nde; Türkiye’de ise Balıkesir, Maltepe, Fatih, Yıldız Teknik ve İstanbul Şehir Üniversiteleri’nde öğretim üyesi olarak uluslararası ilişkiler ve uluslararası ekonomi politik dersleri vermiştir. Doç. Dr. Ünay uluslararası ekonomi politik, kalkınma siyaseti, dış politika-ekonomi ilişkileri, ekonomik diplomasi ve Ortadoğu ile Doğu Asya ekonomi politiği konularına yoğunlaşmaktadır.

15 Akademik Perspektif – Ocak 2015

16 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Zulmün Adı : ‘Doğu Türkistan’

Furkan Gürsoy*

Doğu Türkistan. Bu isim yıllardır Çin komünizm rejiminin istilası altında devam eden soykırım ve zulmün adreslerinden birisidir. M.Ö 300 yılından beri Türk yurdu olan bu topraklar şuan da Çin Halk Cumhuriyeti işgali ve en önemlisi asimilasyonu altında. Kendilerine uygulanan her türlü baskı, işkence ve terör karşısında, iman ve şereflerinden aldıkları güçle onurlu bir şekilde var olabilme mücadelesi veren, Müslüman ve Türk kardeşlerimizin yaşadığı coğrafyadır doğu Türkistan.

Doğu Türkistan. Bu isim yıllardır Çin komünizm rejiminin istilası altında devam eden soykırım ve zulmün adreslerinden birisidir. M.Ö 300 yılından beri Türk yurdu olan bu topraklar şuan da Çin Halk Cumhuriyeti işgali ve en önemlisi asimilasyonu altında. Kendilerine uygulanan her türlü baskı, işkence ve terör karşısında, iman ve şereflerinden aldıkları güçle onurlu bir şekilde var olabilme mücadelesi veren, Müslüman ve Türk kardeşlerimizin yaşadığı coğrafyadır doğu Türkistan. Doğu Türkistan, Büyük Türkistan’ın bir parçasıdır. Büyük Türkistan’ın doğusunda ve Asya kıtasının tam ortasında bulunmaktadır. Güneyde, Pakistan, Hindistan, Keşmir ve Tibet; güneybatı ve

batıda Afganistan ve Batı Türkistan, kuzeyde Sibirya, doğu ve kuzeydoğuda Çin ve Moğolistan ile sınırdır. 1.8 milyon kilometrelik bir yüz ölçümüne sahip ve Türkiye’den 2.5 kat daha büyük olan Doğu Türkistan Çin’in beşte birini oluşturmaktadır. Sözde özerk bir cumhuriyete sahip olsa da Çin’in baskıcı politikaları ile yıllardır zulüm altındadır. 1933 ve 1944 yıllarında iki cumhuriyet olarak kurulan Doğu Türkistan bölgesi, 1949’da Çin Halk Cumhuriyeti tarafından işgal edilmiş, 5 Temmuz 1955’te resmi olarak Çin’in otonom bölgesi olmuş, ‘Sincan Özerk Bölgesi ‘ olarak adlandırılmış ve başkenti Urimçi olmuştur.

17 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Toplam nüfusu 20 milyona yakın olan Doğu Türkistan’da, 2000 yılındaki nüfus sayımı sonuçlarına göre yüzde 45’lik bir oranla Uygur Türkleri çoğunluğu oluşturmaktadır. Ancak bu oran 1950’lerde yapılan nüfus sayımın da yüzde 80 civarındadır. Çin’in uyguladığı asimilasyon hareketleri, en fazla 2 çocuk sınırlaması ve zorla kürtaj yaptırma olayları, göç politikaları sonucunda bölgedeki nüfus dengesi devamlı değişmektedir. Uygur lehçesinin okullar da yasaklanarak Çincenin zorunlu hale getirilmesi, Urimçi’de 5 Temmuz 2009 tarihinde yapılan protestolar sonucunda çıkan olaylarda binlerce Doğu Türkistanlı kardeşimizin şehit edilmesi, geçtiğimiz ramazanda gerçekleştirilen oruç tutma yasakları, 18 yaşından küçük çocukların ve memurların camilere gitme yasakları vs. Çin zulmü ve asimilasyonunun ne derece üst seviyede olduğunu gözler önüne sermektedir. Doğu Türkistan coğrafi ve stratejik olarak Çin için büyük öneme sahiptir. Bilindiği gibi coğrafi olarak Çin’in Batı ile iletişiminin arasında iki engel vardır. Bunlar; 500 km uzunluğundaki dev Taklamakan Çölü ve Çin sınırını boydan boya kaplayan Çin Seddi’dir. Doğu Türkistan ise Çin’in, çölün ilerisinde ve setin arkasında kalan tek toprağıdır ve bu yönüyle çinin batıya açılan kapısı niteliğindedir. Çinin söz konusu bölgeden ne pahasına olursa olsun vazgeçememesinin ardında, bölgenin stratejik ve coğrafi konumunun yanı sıra, sahip olduğu zengin yer altı rezervleri de büyük önem arz etmektedir. Doğu Türkistan Çin için kaybedilmemesi gereken önemli bir hammadde kaynağı niteliğindedir. Jeopolitik araştırmalar 130 kaynakta 300 milyon ton petrol ve 220 milyar metre küp doğal gaz bulunduğunu belirtmektedir. En değerli uranyum yataklarına ve 600 milyon

ton kömür rezervlerine sahiptir ve sekiz madenden çıkarılmaktadır. Bu nedenle Çin ekonomisinin en önemli ham madde kaynaklarından birisini oluşturmaktadır. Doğu Türkistan sahip olduğu bu zengin kaynakları Çin’e transfer edilmekte ve bu doğal kaynakların kullanımı her yönüyle Çin merkezi yönetimi tarafından denetim altında tutulmaktadır. Bu kaynakların gerçek sahipleri olan Müslüman Türk halkı ise fakirliğe ve açlığa mahkum edilmektedir. Urimçi ve çevresinde bulunan fabrikalarda çalışan Türk sayısı, Çinli sayısına göre çok az miktarlarda olduğu için halk işsizlikle de uğraşmak zorunda kalmaktadır. Doğu Türkistan’daki kardeşlerimiz Çin zulmüne maruz kalırken, dünya barışını ve huzurunu sağlama iddiasıyla kurulan uluslararası örgütler kendi varlık sebeplerine aykırı olarak bu vakayı görmezden gelmekte ve çözüm yolları bulamamaktadırlar. Dünya kamuoyu ise üç maymunu oynamakta ve bu zulüm karşısında seslerini çıkar(a)mamaktadırlar. Uluslararası örgütlerden birisi ve en büyüğü olan Birleşmiş Milletler insanlığın sorunlarının eşitlik, adalet ve barış ilkeleriyle çözümü sağlama iddiasıyla kurulmuştur. Ancak mazlum ve mağdur milletlerin yanında olmaktansa bağımsız güçlü devletlerin yanında olmuş, bu devletlerin izin verdiği nispette tasdikleme makamı olmaktan ileriye geçememiştir. Birleşmiş Milletler kendisini sorgulayıp bu olgudan vazgeçmeli ve kuruluş amacına layıkıyla hizmet etmelidir. Çin devletinin yöneticileri ‘insanlık idealinin’ inatla uzağında durmakta, en barbar çağlarda dahi görülmemiş zulüm ve soykırımlarla, bağımsız bir devletin topraklarında işgalini devam ettirmektedir. Bağımsız hükümeti, bayrağı ve anayasası olan ‘doğu Türkistan cumhuriyeti’ Çin işgalinden kurtulup tekrar bağımsız bir

18 Akademik Perspektif – Ocak 2015

devlet olduğu takdirde doğu Türkistan’ın asıl sahipleri Türkler huzur ve refah içerisinde yaşabileceklerdir. * Furkan Gürsoy, Atatürk Üniversitesi, Kamu Yönetimi

Kaynakça: Hür Doğu Türkistan Sempozyumu, S.11-113 Doğu Türkistan Sorunu Nedir?– Türk Hukuk Enstitüsü. Doğu Türkistanda Çin Zulmü Sürüyor http://Www.Trthaber.Com/Haber/Dunya/Dogu-Turkistanda-Cin-Zulmu-Suruyor-139020.Html. Gerçek Soykırım: Doğu Türkistan – Ülkü Ocakları Eğitim Kültür Vakfı Genel Merkezi.

19 Akademik Perspektif – Ocak 2015

20 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Prof. Dr. Tarık Oğuzlu Röportajı

Röportaj: Berat Oğuz Şenyerli

Sosyal, Ekonomik ve Politik Araştırmalar Merkezi Başkanı Prof. Dr. Tarık Oğuzlu: “Özellikle Batı dünyasının 2008 den beri yaşamakta olduğu ekonomik kriz dikkate alındığında, Çin’in bölgesinde daha iddialı bir dış politika takip etmeye başladığı, askeri modernizasyon sürecini hızlandırdığı ve komşusu olan ülkeleri çok fazla Amerika odaklı stratejiler takip etmemeleri gerektiği konusunda uyarmakta olduğunu görmekteyiz. ”

Dünya’da gelişmekte olan ülkelerin kendilerini nerede konumlayacakları hususunda ciddi tartışmalar yaptıklarını biliyoruz. Çin’in bu konumdaki ülkeler için özel bir stratejisi var mı? Bunu iktisadi, kültürel perspektifte nasıl değerlendirebiliriz? Çin, kendini konumlandırma stratejisi bağlamında ikili bir tutum izlemektedir. Bir yandan gelişmekte ve kalkınmakta olan bir ülke profili çizilirken diğer yandan da ABD ile birlikte dünyanın iki başat aktöründen biri olduğu vurgusu yapılmaktadır. Çin hali hazırda, ABD’den sonra dünyanın ikinci büyük ekonomisidir ve Çin aynı zamanda birçok devletin, en başta büyük küresel oyuncular olmak üzere, en büyük ticaret ortağıdır. Çin’in dünya gücü olması stratejisinde ekonomik gelişme, öncelikli bir yere sahiptir. Zenginleşmeye paralel

olarak güçlü bir orduya sahip olma ondan sonra gelmektedir. Nihayetinde de önce kendi bölgesinde sonra da küresel ölçekte hâkimiyet kurma, uzak hedef olarak görülmektedir. Çin her anlamda küresel bir aktör olana kadar, kalkınmacı olan, ülke imajını korumaya özen gösterecektir. Bu şekilde, küresel sorumluluklar altına girmenin olası maliyetini azaltmaya çalışmakta ve temel ilgi ve enerjisini ülke içi sorunların çözülmesine ayırabilmektedir. Çin Halk Cumhuriyeti dış politikasında ‘’barışçı dış politika’’ prensibini görüyoruz. Türkiye’nin ‘’Komşularla Sıfır Sorun’’ politikasının bir benzeri olarak değerlendirebileceğimiz bir anlayış olarak bu politikanın, Çin’in etkin kriz alanlarında politika üretmemesi ve aktif rol almamasını da göz önünde

21 Akademik Perspektif – Ocak 2015

bulundurarak; gelecek 20 yılda nasıl bir değişim göstereceğini öngörüyorsunuz? Çok doğru bir tespit bu. Aslında Çin’in uzun zamandır uygulamakta olduğu ‘barışçı kalkınma/yükselme’ dış politika yaklaşımı 2002-2011 yılları arasında Türkiye’nin takip ettiği ‘Komşularla Sıfır Sorun’ odaklı dış politika yaklaşımına ilham kaynağı olmuştur. Buradaki temel dürtü jeopolitik ve stratejiktir. İçerideki kalkınma sürecinin aksamadan devam edebilmesi ve yine içerideki toplumsal ve politik sorunların çözülebilmesi için dışarıda istikrarlı bir ortamın yaratılması önemlidir. Bölge barışına ve istikrarına destek vermek, bunu da komşularla kurulacak sıkı ve karşılıklı bağımlılık odaklı yöntemlerle yapmaya çalışmak, son kertede ülke içi menfaatler düşünülerek benimsenmiş bir yaklaşımdır. Çin’in bu yaklaşımı uzun vadede ne kadar sürdürülebilir olduğu tartışmalıdır. Örneğin son üç dört senedir, özellikle de Batı dünyasının 2008 den beri yaşamakta olduğu ekonomik kriz dikkate alındığında, Çin’in bölgesinde daha iddialı bir dış politika takip etmeye başladığı, askeri modernizasyon sürecini hızlandırdığı ve komşusu olan ülkeleri çok fazla Amerika odaklı stratejiler takip etmemeleri gerektiği konusunda uyarmakta olduğunu görmekteyiz. Çin’in aşırı iddialı bir dış politika söylemini benimsemeye başladığı, bunun da hem bölge ülkelerini hem de en önemli küresel aktör olan ABD’yi rahatsız ettiği görülmektedir. Hâlbuki hem bölge ülkelerinin hem de başta ABD olmak üzere diğer başat küresel aktörlerin temel önceliği Çin’i mevcut uluslararası siteme entegre ederek onu ehlileştirmektir. Bu sayede Çin’in mevcut sistemi sahiplenmesi ve ortaya çıkacak sorunların çözülmesinde elini taşın altına koyarak daha fazla sorumluluk almaya başlaması hedeflenmektedir. Bütün beklentileri Çinli

liderlerin şu noktaya gelmesidir: Çin yükselişini mevcut sisteme ve sistemdeki aktörlerle kurduğu karşılıklı bağımlılık odaklı ilişkilere borçludur. Aksi takdirde, Çin’i çevrelemek ve dengelemek odaklı dış politik yaklaşımlar başta ABD olmak üzere diğer aktörlerin Çin’e yönelik yaklaşımlarında daha fazla ön plana çıkacaktır. Obama yönetimindeki ABD’nin Çin’e karşı izlemekte olduğu “çevreleme + sisteme entegre etme” odaklı dış politikanın ileride Çin’i daha fazla küresel sorumluluk almaya iteceği yönünde tahminde bulunmak şu an için kehanetten öteye geçemeyecektir. Geçmişte yükselen güçlerin sistemdeki mevcut güçlerle çatıştıkları sıklıkla görülmüştür. Kanaatimce, Çin maddi güç imkânlarındaki artışlara paralel olarak, hem bölge hem de dünya siyasetinde daha fazla söz söylemek isteyecek, ama liberal dünya düzeninin temel kurum ve değerlerini devrimsel anlamda değiştirmeye çalışmak yerine kendi liderliği altında alternatif uluslararası kurumlar ve değerler sistematiği oluşturmaya çalışacaktır. Bunu yapması da son derece normaldir. Anormal olacak olan, mevcut başat aktörlerin Çin’in yükselişini mevcut sistem içerinde Çin’e daha fazla yer ve yetki vererek absorbe etmek yerine, Çin’i köseye sıkıştırmaya çalışmaları ve onu alternatif çıkış yolları aramaya zorlamaları olacaktır. Türkiye’nin 2011’de diyalog ortağı statüsüne başvurmasıyla başlayan Şangay İşbirliği Örgütü macerası; 2012 yılında başvurunun onaylanması, 2013 yılında Almatı’da bir mutabakat zaptının imzalanmasıyla resmileşti. Türkiye’nin bu hamlesini; yılardır mensubu olduğu Batı Bloğuna bir blöf olarak mı yoksa çok boyutlu dış politikanın gereği olarak mı yaptığı hususunda fikirlerinizi bizimle paylaşır mısınız?

22 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Şangay İşbirliği Örgütünün Türkiye için Batı bloğunun bir alternatifi olduğuna inanmıyorum. Çok boyutlu ve çok yönlü dış politika yaklaşımın doğal bir uzantısı olduğu kanaatindeyim. Aksi yönde bir niyetin ve arzunun Türkiye’nin ulusal çıkarlarına hizmet edeceğini zannetmiyorum. Türkiye’nin uzun geçmişe dayanan tarihsel konumlanışı hep Batı içinde ve Batıyla birlikte olmuştur. Türkiye’nin stratejik tarihinin akışı hep Doğudan Batıya olmuştur. Bu bizim körü körüne bir Batıcılık fikrini savunduğumuz anlamına gelmemelidir. Kendi koruyarak Batı içinde yer almak olasıdır. Bunun en başarılı örneğini Japonya vermiştir. Batılı kurumlar içinde yer alıp, Batılı ülkelerin dış ve güvenlik politikalarını yönlendirmeye çalışmak, Batının dışında yer alıp Batının ‘diğerlerinden’ birisi olmaktan daha iyidir. Türkiye’nin uzun yıllardır yaşamakta olduğu toplumsal dönüşüm sureci Batılı değerlerle daha uyumludur. Rusya ve Çin’in sundukları değerler ilk basta cazip görünse de, örneğin aşırı egemenlikçi yaklaşım, devleti toplumun önünde konumlandıran bakış acısı, güvenliğe reel politik perspektiften bakma, askeri güç imkânlarını her şeyin önünde konumlandırma, devletlerin etki alanları olduğu inancı, devletlerin birbirlerini iç işlerine karışmamaları gerektiği prensibi, bireyleri farklılıklarıyla kabul etmekten ziyade onları ait oldukları toplumun organik hareket eden doğal unsurları olarak görme eğilimi, çoğulcu liberal demokrasi yerine çoğunlukçu otoriter yönetim anlayışı, vesaire; uzun vadede Türkiye vatandaşları kendilerini Batı dünyası içinde daha rahat hissedecekleridir. Bu, Türkiye’nin Doğunun yükselen güçleriyle iliksilerini geliştirmemesi anlamına asla gelmemelidir. Tam aksine, Türkiye’nin Batı dünyası içindeki pazarlık gücü onun yükselen

Doğulu aktörlerle geliştireceği yakın ilişkilere paralel olarak artacaktır. Türkiye’nin başkanlığında 2015 yılında Antalya’da gerçekleşecek G20 zirvesine birçok dünya lideri katılacak. Çin devlet başkanı Xi Jinping de G20 dolayısıyla Türkiye’ye bir ziyarette bulunacak. Bu zirvenin ve ikili ilişkilerin Çin-Türkiye ilişkilerinde nasıl bir yansıması olacağını düşünüyorsunuz? Olumlu olacağını düşünüyorum. Bu zirve Türkiye’nin dünya liginde daha fazla görünürlük kazanmasında önemlidir. Türkiye’nin Çin’e yaklaşımı ki şu ana kadar temelde ekonomik motivasyonlara dayanmıştır. Türkiye Doğu Türkistan’daki etnik Türklerin yasadıkları sorunların Çin ile olan ilişkilerini olumsuz yönde etkilememesine özen göstermektedir. Türkiye’yi ziyaret eden Çinli turistlerin sayısındaki artış, Türkiye’nin Çin’deki yatırımlarının artması, Çin ile savunma sanayi alanında yaşanan işbirliği, önemlidir. Çin maddi güç imkânlarındaki artışa paralel olarak Türkiye’nin yakın bölgesine, özellikle de Ortadoğu’ya, daha fazla ilgi duymaya başlamıştır. Çin’in bu ilgisinde Ortadoğu’daki petrol ve doğalgazın Çin’in ekonomik kalkınmasındaki önemi en başat unsurdur. Çin kendisiyle işbirliği içinde olan bir Türkiye ile Ortadoğu ve Kuzey Afrika bölgelerine daha kolay açılabilir. Çin Halk Cumhuriyeti veya Çinlilerin tabiriyle Orta Ülke’nin toprak mevcudiyetinin %14’lük bir kısmı ekilir-biçilir bir potansiyele sahip. Çin Devleti ‘’tarım’’ yapma iddiasıyla Dünya’nın bir çok yerinde toprak kiralıyor. Bu toprak kiralamalarını nasıl analiz etmek gerekir, sadece tarım amaçlı bir politika güdüldüğü söylenebilir mi?

23 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Çin, devasa nüfuzunu beslemek zorunda. Bunun için de ekilebilir alanların olması hayati önemde. Çin’i ülke dışında tarım amaçlı toprak kiralamalarına gidiyor. Kanaatimce bunu Çin’in yayılmacı arzularının bir yansıması olarak görmemek gerekir. Çin’in kendi de sömürgeleştirilmiş bir ülkeydi. Sömürgeleşmeden ve aşağılanmadan çok çeken bir ülke olarak, Çin’in küresel hâkimiyet yarışında benzer bir yol izleyeceğini düşünmüyorum. Çin’in gelişmekte, az gelişmiş ve fakir olan ülkelere yapmış olduğu kalkınma yardımları devasa boyutlarda. Çin’in bu ülkelerin doğal kaynaklarına, bunlar arasında petrol, doğalgaz ve ekilebilir tarım arazisi başta gelmekte, olan ihtiyacı çok fazla. Ayrıca unutmamak gerekir ki Çin’in izlemekte olduğu küresel kalkınma stratejisi “birlikte kalkınma” odaklı bir yaklaşım. Çin’in başka ülkelerin fakirliği üzerinde yükselemez. Çinli liderler bunu çok iyi anlamış olacaklar ki, tarihi ipek yolunu tekrardan diriltmeye ve ihtiyacı olanlara ciddi kalkınma yardımları yapmaya başlıyorlar. Çin bu ülkelerle geliştirdi ilişkilerde onlara altından kalkması zor şartlar dayatmıyor. Bu bağlamda batili ülkelerin benimsemiş oldukları ‘conditionality’ anlayışının uzağında yer alıyor. Çin’in dış ülkelere ‘değerler’ ihraç etme gibi bir politikası yok. Bu çok önemli. Bundan dolayı birçok ülke Çin’in yükselişini kendileri için tehdit görmekten öte, onunla çok kolay karşılıklı ekonomik ilişkiler geliştirebiliyor. Çin-Rusya ilişkilerini enerji arzı odağında değerlendirmek gerekirse, son zamanlarda yapılan ikili enerji anlaşmaları hakkında neler söyleyebilirsiniz? Rusya’nın Çin’e olan ihtiyacı, Çin’in Rusya’ya olan ihtiyacından çok daha fazla. Rusya-Çin ikili ilişkisinde güçlü olan ülke

Çin. Çin’in pazarlık gücü Rusya’dan daha fazla. 400 milyar dolarlık tarihi doğalgaz anlaşmanın Rusya’dan çok Çin’in tercihlerini ve beklentilerini yansıttığı noktasında uzmanlar arasında bir görüş birliği var. Çin Rusya’nın Batıyla olan kavgasında, Rusya’nın yalnızlığını ve kuşatılmışlığını kendi lehine kullanmaya çalışıyor. Ayrıca iki ülke arasında Orta Asya bölgesinde adı çok açıkça konulmamış bir jeopolitik rekabet var. Çin bu bölgenin doğalgaz ve petrolüne doğrudan ulaşmaya çalışıyor. Rusya ise bu kaynakların kendi üzerinden dünya pazarlarına erişimini garanti altına almaya çalışıyor. Çin Batı ile olan stratejik rekabetinde Rusya’yı yedeğinde tutmaya çalışıyor. Rusya ise Batı dünyasından izole edilmişliğini Çin’e yaklaşarak kapatmaya çalışıyor. Buradan uzun vadeli, ortak değerler temelli bir birliktelik çıkmaz. Uluslararası Antalya Üniversitesi’nde Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde Prof. Dr. olarak görev yapan Tarık Oğuzlu, Doçentlik derecesini 2008 yılında, doktora derecesini Uluslararası İlişkiler alanında Bilkent Üniversitesi’nden 2003 yılında, aynı alandaki yüksek lisans derecelerinden ilkini 1998 yılında Bilkent Üniversitesi, ikinci yüksek lisans derecesini de 2000 yılında London School of Economics’den almıştır. Dr. Oğuzlu 2004-2012 yılları arasında Bilkent Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde öğretim üyesi olarak çalışmış ve Uluslararası İlişkiler Teorileri, Uluslararası Politika, Dış Politika Analizi, Türkiye-Avrupa Birliği ilişkileri, Avrupa Birliği dış ve güvenlik politikaları ve Türk Dış Politikası dersleri vermiştir. Prof.Dr. Oğuzlu’nun dış politika analizleri düzenli olarak Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) ve Sosyal, Ekonomik ve Politik Araştırmalar Merkezi (SEPAM) tarafından yayınlanmaktadır.

24 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Çin ve Enerji Politikası

Begüm Hazal Kurt*

Çin, günümüzde ekonomik büyüme hızıyla dünyada dikkatleri en çok üstüne çeken ülkedir. Bu büyüme hızı aynı zamanda bir aktör olarak uluslararası arenada ki konumunu da belirlemektedir. Bu bağlamda, Çin’in üretim gücünde “enerjinin” rolü daha da artmaktadır. Bu çalışmada öncelikle Çin’in enerji alanında yaşadığı sorunlara değinilecek ve ardından bu konuya yönelik uyguladığı politikalardan ikisi üzerinde durulacaktır.

Günümüzde, Çin’in nüfusu 1,3 milyardır ve bunun önümüzdeki on yıl içinde 1,4 milyarı bulacağı tahmin edilmektedir.1 Artan nüfusu ve ekonomik büyümesi ile uluslararası arenada büyük bir ivme yakalayan Çin’in, bu duruma paralel olarak enerji ihtiyacı da hızla artmaktadır. Özellikle 1970’lerin sonunda ki reform ve politikalar ile ucuz işgücünün cezbettiği yerli ve yabancı yatırımların artmasıyla enerji talebi ciddi oranlarda artış göstermiştir.2 Sadece 2013’ün enerji

1 Sevim, Cenk; Çin’in Enerji Politikaları Üzerine Bir

Analiz, Erişim Tarihi: 22 Aralık 2014, http://www.diplomatikgozlem.com/TR,5085/cinin-enerji-politikalari-uzerine-bir-analiz.html 2 Bayraç, H. Naci; Küresel Enerji Politikaları ve

Türkiye: Petrol ve Doğal Gaz Kaynakları Açısından Bir Karşılaştırma, s.129, Eskişehir Osman Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 10 (1)

tüketimi 3,013 milyon ton petrol eşdeğeri3 olan Çin’in, kendi öz kaynakları bu devasa enerji tüketimi karşısında yetersiz kalmaktadır. Mevcut enerji kaynaklarının kıtlığı da tek problem değildir. Enerjide Yaşanan Problemler Enerji kaynaklarının ülke içinde dağılımında da ciddi bir sıkıntı yaşanmaktadır. Enerji kaynaklarının yoğun olduğu bölgelerden enerji tüketiminin fazla olduğu ekonomik olarak gelişmiş bölgelere transferi maliyetleri arttırmakta, aynı zamanda enerjinin çok büyük bölümünün kömürden sağlanması

3 Global Energy Statisitical Yearbook, 2014, Erişim

Tarihi: 22 Aralık 2014, https://yearbook.enerdata.net/

25 Akademik Perspektif – Ocak 2015

(Uluslararası Enerji Ajansı’na göre bu oran Çin için %70’tir.) çevre ve sağlık problemlerine yol açmakta ki bu durum uluslararası alanda da elini zayıflatmaktadır. Bunun bir sonucu da Çin’in karbondioksit salınımında ABD’yi geçerek zirveye yerleşmesidir.4 Bunun dışında, Çin’in petrol ithalatını yaptığı bölgeler kendisine coğrafi açıdan uzak bulunmakta ve ithal edilen petrolün deniz yoluyla taşınmasında problemler yaşanmaktadır. Malakka Boğazı, petrol ithalatının kilit noktasını oluşturmaktadır; ancak gemilerin çarpışması, terörizm, sızıntı gibi konular Çin’i endişeye sevk etmektedir. Ayrıca, bu noktadaki güvenliğin ABD tarafından sağlanması Çin’in enerji güvenliğini de olumsuz etkilemektedir.5 Bir diğer sorun da, Çin’in artan enerji ihtiyacının tedarikinin daha uzun zaman almasıdır.6 ABD Enerji Bilgi Yönetimi’ne (US Energy Information Administartion) göre7, Çin dünyanın ikinci büyük enerji tüketicisidir ayrıca 2020 yılında, ABD’yi geçerek petrol ve gaz ithalatında ilk sırayı alması beklenmektedir. Bunlara ek olarak, Çin uluslararası ilişkilerde elinin güçlü olması için, bu ekonomik büyümeyi devam ettirmek dolayısıyla da üretmek zorunda kalmaktadır; bu da enerjide dışa bağımlılığının artması anlamına gelmektedir. Enerji Politikaları

4 Tınmaz, Salih; Çin’in Nükleer Enerji Politikası,

Erişim Tarihi: 25 Ekim 2011, http://www.bilgesam.org/incele/842/-cin'in-nukleer-enerji-politikasi/#.VJaaxsgA 5 Kısacık, Sina, 21. Yüzyılda Çin Halk

Cumhuriyeti’nin Enerji Güvenliği Politikası, Uluslararası Politika Akademisi, Erişim Tarihi: 8 Kasım 2013, http://politikaakademisi.org/21-yuzyilda-cin-halk-cumhuriyetinin-enerji-guvenligi-politikasi/ 6 Kısacık, S.

7 US Energy Information Administration, Son

Güncelleme Tarihi: 4 Şubat 2014, http://www.eia.gov/countries/cab.cfm?fips=ch

Tüm bu sorunları aşmak için Çin bir takım politikalar geliştirmektedir: Yenilebilir enerji politikası8 ve başta Ortadoğu olmak üzere Orta Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleriyle geliştirilen ilişkiler9 bunların başındadır. Yenilebilir Enerji Pekin’in yenilebilir enerji politikası daha çok kendisine yönelik olarak ülke içindeki eksiklikleri gidermek için yapılan bir tür iç yatırım olarak da değerlendirilebilir. Her ne kadar kaynakları yetersiz kalsa da bunları çeşitlendirerek dışa olan bağımlılığını azaltmayı hedeflemektedir. Bu bağlamda, solar, rüzgar, hidroelektrik gibi yenilebilir enerji kaynaklarına Çin bir yenisini daha eklemiş ve nükleer enerjiyi de bunların arasına almıştır.10 Özellikle de Çin’in elektrik üretiminin bel kemiğini oluşturan kömürle çalışan termik santrallerin ülke ihtiyacının % 65’inden fazlasını karşılaması bu duruma dayanak oluşturmuştur. Ayrıca, kömürle çalışan bu santraller hem karbondioksit emisyonu ve sera gazı etkisini arttırmakta hem de asit yağmurlarına sebep olarak ülkeye ciddi zararlar vermektedir. Tüm bu sonuçları önlemek açısından 2005 yılında oluşturulan strateji planı enerji verimliliğini sağlamayı amaçlamaktadır. Çünkü Çin, bu açıdan AB ve ABD’nin son derece gerisinde bulunmaktadır. Bu yüzden de hedeflerinden biri sanayi alanında 2020’ye kadar üç milyon ton kömür tasarrufu yapmaktır.11 Aynı zamanda, yenilebilir enerji kaynaklarının kullanımını arttırmak için büyük miktarlarda finansal kaynak ayırmıştır. Rüzgar enerjisinde de büyük atılımlar yapmış ve dünyanın en büyük rüzgar

8 Sevim, C.

9 Kısacık, S.

10 Tınmaz, S.

11 Sevim, C.

26 Akademik Perspektif – Ocak 2015

santralinin inşasına başlamıştır.12 Nükleer enerjiyle ilgili olarak da mevcut santraller Çin’in elektrik enerjisi ihtiyacının yalnızca %2’sini karşılamaktadır13; buna karşın Çin, yeni santraller inşa ederek bu açığı hızla kapatma ihtiyacı içindedir. Yine de yapılan tüm bu yatırımlar ihtiyaç duyulan ve hızla artan enerji talebini karşılamak için yeterli değildir. Bu noktada, Çin’in enerji politikasının bir diğer ayağını oluşturan enerji kaynakları açısından zengin olan ülkelerle işbirliğini sağlamak elzem bir hale gelmektedir. Ülkelerle Geliştirilen İlişkiler Çin, petrol ve doğal gaz ithalatını karşılamak ve tek bir bölgeye bağımlı kalmamak için petrol ve gaz ihracı yapan ülkelerle ilişkilerini derinleştirme çabasına girmiştir. Ortadoğu coğrafyasında İran ve Suudi Arabistan ile olan ilişkiler bunun güzel bir örneğidir. Sadece son on yılda Arap coğrafyasıyla yapılan ticaret 12 kat artmıştır.14 Orta Asya’yla olan ilişkiler de öncelik teşkil etmektedir, çünkü bölge hem coğrafi anlamda yakın hem de hidrokarbon açısından oldukça zengindir. Bu bağlamda, doğal kaynakların çıkarılması, güvenle ülkeye aktarılması ve nükleer alandaki işbirliğinin geliştirilmesi büyük önem arz etmektedir.15 Aynı zamanda enerji alanında arz ve talep güvenliğinin sağlanması için de yeni boru hatları inşa edilmektedir. ABD’nin arka bahçesi olan Latin Amerika ülkeleriyle de geliştirilen ekonomik ilişkiler hem ticaret hacmini arttırmış hem de enerji alanında Pekin’in bölgeye girişini kolaylaştırmıştır. Çin özellikle bu bölgedeki ülkelerin kalkınma projelerine destek vererek enerji

12

Sevim, C. 13

M. Schneider, A. Froggatt, S. Thomas: World Nuclear Industry Status Report 2010-2011 s. 68-69 14

Sevim, C. 15

Kısacık , S.

politikasını sürdürmektedir.16Afrika kıtası, Pekin için petrol ayağının bir diğer önemli parçasıdır. Özellikle ekonomik açıdan zorluk çeken ancak doğal kaynaklar açısından zengin olan Cezayir, Çad, Sudan, Nijerya gibi ülkelerle geliştirilen ilişkiler bu duruma örnek teşkil edebilir ki Sudan’ın petrol ihracının ¾’ünden fazlası Pekin’e yöneliktir.17 Dolayısıyla da Çin enerji tedarik ettiği coğrafyaları çeşitlendirmekte aynı zamanda ticaret hacmini de arttırarak ekonomik kazanç sağlamaktadır. Üstelik yaptığı yatırımlarla da bu bölgelerde politik ve ekonomik olarak da etkinliğini arttırmaya çalışmaktadır. Sonuç olarak, Çin, Deng Xiaoping’in yaptığı reformlar ve izlediği politikalarla büyük bir değişim sürecine girmiş ve hızlı bir ekonomik büyüme yaşamıştır. Buna müteakiben, bu büyüme hızı ve meydana getirdiği devasa enerji ihtiyacı “enerji” ve “enerji güvenliği” ile ilgili konuları gündemin ilk sıralarına taşımış ve bu yöndeki politikalara ağırlık verilmeye başlanmıştır. 2005 yılındaki ve ardından gelen strateji planları bunun önemli bir kanıtıdır. Görünen o ki, Pekin uluslararası arena da etkinliğini devam ettirmek için Ortadoğu, Orta Asya, Afrika ve Latin Amerika ülkeleriyle ilişkilerini daha da derinleştirecek, bu bölgelerdeki ağırlığını arttırmak için politikalarını bu yönde şekillendirecek ve enerji güvenliği ile enerjinin tedarikiyle ilgili olarak daha da hassaslaşacaktır. * Begüm Hazal Kurt, Hacettepe Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler

16

Kısacık , S. 17

Kısacık , S.

27 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Çin: Yükselen Global Güç

Güney Ferhat Batı *

Çin’in 25 yıldan beri geçirmekte olduğu sosyo-ekonomik değişim sürecinin son 15 yılı, bu değişimin dünya ile bütünleşmesini sağlama dönemidir. DTÖ’ne üyeliğinin kabul edilmesi. ASEAN ve Shangai İşbirliği örgütü çeşitli bölgesel örgütlerde önemli roller üstlenmesi ile bütünleşmeyi kısmen gerçekleştirmiştir.

Çin’in tarihsel olarak içe dönük ve köylü-tarım toplumu olan yapısı, Komünist yönetiminin devam etmesine rağmen ekonomisini dışarıya açarak ve uluslararası ticaret sistemine dahil olarak gelişmesinin önünü açtı. Çin Devlet Başkanı Deng Xiaoping Çin stratejisinin genel prensiplerini şu şekilde açıklamaktadır; “Sakince izle, reaksiyon için hazırlıklı ol, sıkı dur, kabiliyetlerini sakla, zamanı iyi kullan, asla lider olmayı deneme ve başarmak için yeterli ol.” 1 Çin’in Sermaye ve Kapitalizm Süreci Devlet güdümünde ve demokrasinin denetiminde gerçekleşen yeni sermaye modeline geçişle beraber, Çin burjuvazisinin bazı katmanları sermayelerini yurtdışına çıkardılar. Birçok devletleştirme zor yoluyla değil, ödemeler yoluyla yapıldı. Yani sermayesine karşılık

belli bir faiz alan burjuvazi bu devletleştirmeler yoluyla bizzat devletten ayrıcalıklar edindi ve ‘’ Kızıl Kapitalistler ‘’ efsanesi böyle ortaya çıktı. Bürokrasi ile yakın ilişki içinde olanlara ve ülkeden kaçmayanlara müdürlükler, üst düzey yöneticilik görevleri verildi. Tüm bunlar kadar önemlisi, işçi sınıfı devletleştirmeler boyunca hiç rol almadı. Bürokrasi mutlak hakimiyetini sağlamlaştırdı, toplumsal hayatın tüm süreçlerinde baskıcı bir otorite olarak Asya toplumlarının baskıcı devlet geleneklerinin yeni bir sürdürücüsü oldu ve ulusal kalkınma sürecine zarar verebilecek her türlü işçi hareketini zorbalıkla bastırdı. Yeni sermaye modeliyle birlikte Maocu ulusal kalkınmacı perspektif gereğince ‘’ Büyük İleri Atılım ‘’ ilan edildi. Yeni atılımın amacı, ülkenin tüm ekonomik kaynaklarını üretimi arttıracak bir şekilde örgütleyip endüstriyel kalkınmayı sağlayarak ileri kapitalist ülkeleri

28 Akademik Perspektif – Ocak 2015

yakalamaktı. Bu ise işçilerin üretkenliğinin arttırılması, sömürünün derinleşmesi demekti. ‘’ Büyük İleri Atılım ‘’ sonucu yıkım oldu. 1958 – 1959 yılları arasında kıtlık sonucu 40 milyon kişi can verdi. 2 Çin kapitalizmi 1970’le beraber Marx’ın ilkel sermaye olarak adlandırdığı bir süreçle gelişmeye başladı. 1979 yılında toplanan 3. Plenum’da alınan karara göre Çin artık bir ‘’ Sosyalist Piyasa Ekonomisi‘’ oldu. Bu terim, Neo-konfüçyanizmin ‘’Zenginleşin‘’ seslenişiyle beraber tek bir gerçeğe işaret ediyordu. Yabancı yatırımlara açılan ülke, teknoloji ithalatıyla beraber sanayisini geliştirecek, devrim sonrası süreç için bürokrasinin egemenliğini sürdürmesinde zorunlu olan planlı ekonomi ve arızalı devlet mülkiyeti tasfiye edilerek sermayenin dilediği gibi at koşturmasına izin verilecek, tarımda kapitalizm inşa edilecek ve bürokrasi sahip olduğu siyasal iktidar sayesinde, polis devleti uygulamalarıyla işçi sınıfını baskı altında tutacak. Deng’e göre Çin’in sahip olduğu geri koşullar onun sosyalizme geçişini imkansız kılıyordu. Dolayısıyla kapitalizmin gelişmesi öncelikli amaçtı ve sosyalizmin inşası on yıllar belki de yüzyıllar alabilecek bir süreçti. Stalinizmin aşamalı devrim teorisi Deng Xiaoping’in yaptığı gibi mantıksal sonuçlarına varıncaya kadar götürüldüğünde işte böyle bir tablo ortaya çıkar. Çin ve ABD’nin Savunma Rekabeti Çin askeri gücünü modernize ederek ‘küresel güç’ olma yolunda hızla ilerlemektedir. Çin, güç projeksiyonu enerji güzergahlarını kontrol eden Hazar-Orta Doğu ve Tayvan-Mançurya-Malakka Boğazı-Hint Okyanusu ekseninde askeri güç kullanma kabiliyetlerini geliştirmeyi hedeflemektedir. Çin, bu bölgede rakip olarak gördüğü ABD’nin deniz ve hava gücünün teknolojik üstünlük avantajını

kısa sürede kapatabilecek arayışlar içindedir. 2007 yılı Çin’in uzay çalışmalarında patlama yılı oldu; uzaya insan gönderen 3’ncü ülke olmayı başardı ve Ay’a ilk gezgin aracını gönderdi. Çin, ABD’den bağımsız bir GPS oluşturma ve devreye sokma aşamasındadır. Çin, ABD’nin füze kalkanı projesine Tayvan’ın dahil edilmesi ile caydırıcılık döneminin biteceğinden endişe etmektedir. Çin, reaksiyon olarak yeni nesil, katı yakıtlı, çok başlıklı mobil füzeler geliştirmeye başlamıştır. Rusya’nın da füze savunmasına benzer tepkisi sonuçta ABD ile diğerleri arasındaki taarruz ve savunmaya yönelik yeni nükleer yarışı başlattı ve nükleer silahlar artık caydırıcılık değil savaş stratejilerinin bir parçası oldu. Çin’in anti-uydu silahı olarak yakın bölgeleri felç eden ‘Asalak Mikro-Uydular’ peşinde olduğu gözlenmektedir. ABD – Çin rekabeti anlatılırken, Amerikan Kartalı Çin Ejderhası’na karşı… 2006 yılında Yayınlanan Çin Ulusal Savunma Beyaz Kitabı üç aşamalı bir strateji ile silahlı kuvvetlerin bilgiye dayalı hale getirilmesini ve 21. yüzyılın ortasına kadar olan süreçte bilgiye dayalı savaşları kazanmasını öngörmekte. Bu sürecin ara aşamaları ise 2010 ve 2020 yılları olarak tasarlandı. Çin, dünyada savunma harcamalarını önemli ölçüde artıran yegane büyük güçtür. Çin savunma bütçesi ile ilgili bilgiler tartışmalıdır. 2007 için savunma bütçesi bir önceki yıla göre % 17.6 artarak 57.2 milyar dolara ulaşmışken, Amerikan kaynakları bu bütçenin 98-139 milyar dolar civarında olduğunu tahmin etmektedir. Çin savunma planlayıcılarının en büyük endişesi ABD’nin çok uzak mesafelerden oldukça isabetli bir şekilde hedeflerini vurmasıdır. Çin bir yandan silahlı kuvvetlerini modernize etme ve ABD füze savunma sistemi planına karşılık nükleer caydırıcılığını artırma

29 Akademik Perspektif – Ocak 2015

gayreti içindedir. Çin’in geleneksel nükleer stratejisi ABD’den gelecek bir nükleer tehdide karşı maksimum caydırıcılığı sağlayacak füze kabiliyetlerine sahip olmayı öngörmektedir. Yapılan değerlendirmelere göre Çin, nükleer kapasitesini MIRV teknolojisi ile geliştirmek ve 2015 yılına kadar ABD’yi vuracak termonükleer başlıklı 1.000 ICBM üretmek peşindedir. Kıtalararası balistik füze miktarının 2010’a kadar 100’ü geçmesi beklenmektedir. Çin ve ABD’nin Kıtalararası Rekabetinde Ortadoğu – Orta Asya Çin, Ortadoğu’ da üs kurma hazırlıklarına girişiyor. Orta Doğu’ya ve Afrika’ya yatırımlar yapıyor, ulaşım, enerji gibi kilit sektörlerde yurtdışına açılıyor, ekonomik gelişmesine paralel olarak da yayılmacı siyasetine uygun düşecek çapta bir askeri kuvvet oluşturmak için askeri bütçesini yılda % 20 oranında artırıyor. ABD ise Pakistan’a yaydığı Afganistan savaşı ile Hindistan gibi stratejik müttefikleriyle, Ortadoğu’da elinde tuttuğu kilit noktalarıyla Çin’i çembere almaya çalışıyor ve kendisiyle hareket etmesi için onun üzerinde baskı kuruyor. Çin ise bu dönemde ABD’yi karşısına almayı hiç istemedi. Çin’in gelecekte Orta Doğu’nun ve Orta Asya’nın kilit bölgelerini ele almak için planlar yaptığını ve ekonomik gelişimi ABD’yi kıskaca alacak ölçüye ulaştığında, buna mukabil olarak da tüm dünyaya kollarını uzatabilecek modern bir savaş gücünü tesis ettiğinde ABD’ye karşı güçlü bir konuma gelebileceğini söyleyebiliriz. Şu an içinse ABD’nin dünya emperyalist hiyerarşisinde birinci konumu, dünya ekonomisi üzerindeki ağırlığı, sahip olduğu muazzam kaynaklar, devasa savunma bütçesi siyasette belirli bir denge koşulunu yaratmış durumdadır. Şu aşamada ABD’nin yerini dolduracak bir odak bulunmadığı için gerek Çin gerekse Rusya, ABD’nin Pakistan ve Afganistan müdahalelerine

seslerini çıkaramıyor; ancak kendi aralarında ittifak yapmaktan da geri durmuyorlar. Büyük dolar rezervlerine sahip Çin de birçok bakımdan ABD ekonomisine bağımlı durumda. Dolayısıyla ABD Orta Asya planlarında Çin’i kendi istekleri doğrultusunda hareket etmeye çağırırken bu nesnel koşulların etkisiyle doğrudan planlarını yapıyor, onu işbirliğine zorluyor. Çin’in Global Sonucu Çin’in 25 yıldan beri geçirmekte olduğu sosyo-ekonomik değişim sürecinin son 15 yılı, bu değişimin dünya ile bütünleşmesini sağlama dönemidir. DTÖ’ne üyeliğinin kabul edilmesi. ASEAN ve Shangai İşbirliği örgütü çeşitli bölgesel örgütlerde önemli roller üstlenmesi ile bütünleşmeyi kısmen gerçekleştirmiştir. Dünyanın en büyük nüfuslu ve en büyük ekonomisi olan Çin’in geçirmekte olduğu dönüşüm süreci ‘’ Küresel – Global ‘’ ekonomiyi etkilemiştir. Diğer bir ifadeyle bu süreç, gelişmiş Çin için fırsatı ifade ederken, dünyanın geri kalanı için tehdit olarak nitelendirilmektedir. Bununla birlikte kapitalizmin kurumları açısından Çin’in dönüşüm sürecinde kat edeceği mesafe henüz kat ettiğinden fazladır. Çin’in yönetme yaklaşımının temel unsurları; zayıflama numarası yapmak, enerjisini saklamak, rekabette öne çıkmamak, muhalefette aşırı olmamak, diğerlerinin dikkatlerini başka alternatiflere yöneltmek ve başkalarının yutamayacağı kadar büyük ve karmaşık olduğu imajı vermektir. 3 Özetle Çin, Sun-Tzu’nun sözlerini yaklaşımının temeline koymaktadır; “Yenilmemek, kendi gücüne; yenmek, düşmanın gücüne bağlıdır. Başarı; kendi kapasiteni korurken, düşmanı yenilebilir hale getirmektedir. * Güney Ferhat Batı, Erzurum Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü , İşletme

30 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Çin Dış Politikasına Kısa Bir Bakış

Furkan Eyüboğlu*

En önemli sorun Tayvan ile olanıdır. Çin barışçıl bir yol ile “Bir ülke iki sistem” anlayışından yanadır. Fakat ABD’nin 1950 li yıllardan beri bu konuyla ilgilenmesi ve Tayvan’ a silah ve mühimmat satışında bulunması Çin’in bu anlayışını zorlaştırmaktadır.

1 Ocak 1912 de milliyetçiler binlerce yıllık hanedan serüvenine son verdi ve Çin Cumhuriyetini kurdu. 21-30 Eylül tarihleri arasında Çin Halk Siyasi Dayanışma Konferansının birinci toplantısı yapıldı. Toplantıya çeşitli partiler, halk örgütleri vs. katıldı ve geçici bir anayasa görevi gören Ortak Program hazırlandı. 1 Ekim 1949 da Mao’ nun başkanlığını yaptığı Merkez, Halk Hükümet Konseyi seçti ve Zhou Enlai’yi Hükümet İdare Konseyinin Başbakanı ve aynı zamanda Dış İşleri Bakanı olarak atadı. Mao, Beijing’in Tiannanmen Meydanında Çin Halk Cumhuriyetinin kurulduğunu resmen ilan etti. Çin Dış Politikasına Genel Bakış Çin Halk Cumhuriyeti dünyada çok hızlı bir şekilde yükselen ekonomik gücüne rağmen, askeri ve siyasi alanda bir süper güç olmadığının farkındadır. Barış içinde ve

hep bir arada yaşama politikasını amaçlayan ve bu amacı somutlaştırma yolunda istifini bozmayan Çin Halk Cumhuriyeti, yaptığı konferanslarla, anlaşmalarla ve komşu ülkelere sundukları teklif paketleriyle bunu doğrulamaktadır. Çin, barış içinde yaşamanın beş temel koşula dayandığını savunmaktadır. Bunlar; Diğer ülkelerin egemenlik ve toprak bütünlüklerine saygı, karşılıklı anlaşmaya dayalı olarak saldırmazlık, başka ülkelerin iç işlerine karışmama, eşitlik ve karşılıklı fayda. Çin komşu ülkelerle olan sınır tartışmalarına da barışçıl bir yoldan yaklaşmaktadır. Karşılıklı mutabakat ve görüşmelerle bu sorunları barışçıl bir şekilde çözüme kavuşturmayı amaçlamaktadır. 1960 lı yıllarda Burma, Nepal, Moğolistan ve Afganistan ile olan sınır tartışmalarını çözümlemiştir. Vietnam

31 Akademik Perspektif – Ocak 2015

ile Beibu ( Tokin ) Körfezinin sınırıları için 2000 yılında bir anlaşma imzalamış, yine 2000 li yıllarda Kazakistan, Kırgızistan ve Tacikistan’la olan sınır tartışmalarına son vermiştir. Son olarak ise Hindistan ile arasındaki anlaşmazlığın çözüme kavuşturulması için bir anlaşma paketi sunmuştur. En önemli sorun Tayvan ile olanıdır. Çin barışçıl bir yol ile “Bir ülke iki sistem” anlayışından yanadır. Fakat ABD’nin 1950 li yıllardan beri bu konuyla ilgilenmesi ve Tayvan’ a silah ve mühimmat satışında bulunması Çin’in bu anlayışını zorlaştırmaktadır. Ancak ABD, Tayvan Boğazındaki dengeyi sağlamak için silah satışını ve asker desteğini gerekli bulmaktadır. Çin Halk Cumhuriyeti, Somali açıkları ve Aden Körfezine 3 gemiden oluşan bir de filo göndermiştir. Bunun sebebi her ne kadar Çin’in mamullerinin ve hammaddelerinin %40 ının buradan geçmesi olsa da; Çin Çağdaş Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Kıdemli Araştırmacısı Le Wei bu gelişmeyi, Çin’in artan iktisadi ve askeri gücü ile birlikte dünya barışı ve güvenliğinin sağlanması konusunda büyük bir rol oynamak istediğine dair uluslararası topluma verilmiş güçlü bir mesaj olarak nitelendirmiştir. Çin Halk Cumhuriyeti ilk diplomatik ilişkileri 1956 Mayısında Cemal Abdulnasır önderliğindeki Mısır ile olmuştur. Mısır’ı Ağustos 1956 da Suriye, Eylül 1956 da Yemen ve Ağustos 1958 de Irak takip etmiştir. 20 Yıllık Temassızlığın Son Bulması ABD Başkanı Richard Nixon’ un 21-28 Şubat 1972 yılındaki ziyareti 20 yıllık ABD – Çin temassızlığını sona erdirmiştir. 28 Şubatta ABD Başkanı Nixon ile Çin lideri

Mao Tse-Tung Shangai Ortak Bildirisini yayınladı. Bildirinin imzalanmasından sonra ABD, Tayvan konusundaki fikrini değiştirmiştir. Tayvan’ın Çinin bir toprak parçası olduğunu kabul etmiştir. Fakat Reagan yönetimi zamanında askeri destek ve mühimmat yardımı yapılması sorunun tekrar ortaya çıkmasına sebep olmuştur.1995 yılına gelindiğinde soruna hala bir çözüm bulunamamıştır. Bunun üzerine iki ülke arasında sorun göz ardı edilerek ilişkilere devam edilmiştir. Dünyanın ekonomik bakımdan en hızlı kalkınan ve büyüyen ülkesi Çin, gerekli malzeme ve hammaddenin salt çoğunluğunu Afrika’dan sağlamaktadır. Fakat bunu dostane ve barışçıl bir şekilde devam ettirmektedir. Avrupa devletlerinin yaptığı gibi sömürü değil, karşılıklı çıkar şeklinde sağlanmaktadır. Bu sebeple Afrika ülkeleriyle stratejik işbirliği yürütülmektedir. 2000 yılında kurulan ve her 3 yılda bir toplanan Çin Afrika İşbirliği Formu ( FOCAC) ile bu süreç resmiyet kazanmıştır.2006 yılında 48 Afrika ülkesinin katılımıyla gerçekleşen Çin Afrika İşbirliği Formu’ nda taraflar “siyasi eşitlik” kavramını sürekli vurgulamışlardır. Çin, Afrika ülkelerinde alt yapı çalışmalarına, eğitim ve sağlık konularına büyük destek vermektedir. Dolayısıyla Afrika halkının Avrupa ülkelerine nazaran Çin Halk Cumhuriyeti’ ne biraz daha ılımlı yaklaşdığı söylenebilir. Çin ve Rus İişkileri Fahir Armanoğlu 21. Yy ın en büyük hadisesini, 1917 Bolşevik İhtilali ve 1949 da Çin’in komünistlerin eline geçmesiyle 2 komünist devin ortaya çıkışı olarak değerlendirir. Soğuk Savaş döneminde iki ülke arasında sorunlar olmasına rağmen 1993 de iki ülke arasında hızlı bir etkileşim

32 Akademik Perspektif – Ocak 2015

olmuştur. 1993 de Çin, Rusya’ nın ikinci ortağı konumunda olmuştur. Rusya’ nın Çin’e silah satımı artmış, ticari anlaşmalar artmış, bununla da kalmayıp uluslararası platformlarda birbirlerini destekler olmuşlar ve ortak hareket etmeye başlamışlardır. 1990 ların ikinci yarısından sonra Primakov’un Dış İşleri Bakanlığına atanmasıyla iki ülke arasındaki ilişkiler hem askeri hem de iktisadi bağlamda daha da hızlanmıştır. 1997 ye gelindiğinde uluslararası alandaki tek kutupluluğa ve ABD hegemonyasına karşı “Çok kutuplu uluslararası için bildiri” yi her iki ülke hazırlayıp imzalamıştır. Hatta 1998 de dönemin başbakanı Primakov, Rusya, Çin ve Hindistan dan oluşacak bir stratejik bir üçgenden dahi bahsetmiştir. En gözle görülür ilerleme 1999 da Boris Yeltsin’in devlet başkanlığını Vladimir Putin’e bırakmasıyla gerçekleşmiştir. 2000 yılında Duşanbe’de toplanan Şangay Zirvesinde Vladimir Putin’in “ Çin bizim tüm alanlarda stratejik ortağımızdır” demesinin ardından, 16 Temmuz 2001 de “İyi Komşuluk İyi Ortaklık” anlaşması imzalanmış ve devlet başkanlarının birbirlerini ziyareti belli bir düzen aralığına konulmuştur. Çin 1990 lar boyunca Rusya’dan her yıl 1 milyar dolar değerinde savunma malzemesi alırken, 1992-2006 dönemleri arasında bu rakam 25 milyar doları bulmuştur. 1998-2005 yılları arasında Asya coğrafyasına en çok silah satan ülke Rusya olmuştur. Rusya’nın en önemli silah alıcılarından olan Çin bu rakamı 2005 yılında 4 milyar dolara çıkarmıştır. Fakat bu tarihten itibaren Rusya’nın Çin’e olan silah ve savunma malzemesi olan satışları giderek düşüşe geçmiştir. Çin, Rusya’dan edindiği silah, savunma malzemesi ve teknolojisiyle Asya ve dünya silah endüstrisinde önemli bir yer edinmeye başlamıştır. SIPRI ( Stockholm

Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü ) 2011 verilerine göre Çin’in 2007-2011 yılları arasında silah ihracatını %95 arttırdığını açıklamıştır. Yani Çin, Rusya’dan aldığı askeri teknoloji ve bilgiler sayesinde uluslararası alanda silah endüstrisine hızlı bir giriş yapmıştır. Yine SIPRI’ nin 2008-2012 yılları arasında, dünyanın silahlanma raporunda Çin büyük bir atılım ile 5 yıl içerisinde dünyaya silah satışını %162 arttırarak en fazla silah ihraç eden 5 ülke arasına girmeyi başarmış ve küresel alanda da %5 lik bir paya sahip olmuştur. Çin devlet televizyonu CCTV, “ Rusya ile 10 yıl aradan sonra büyük çaplı silah satışı konusunda anlaşıldığını hatırlattı”. Bu habere göre Çin Devlet Başkanı Xi Jinping ‘in Moskova ziyaretinde bankacılık ve enerji alanlarından, Rus Tavşanı yetiştirileceğine kadar 9 anlaşma imzalandı. Bunlardan biride 24 adet beşinci nesil savaş uçağı SU-35 in alımı. Bu uçakların Çin hava savunma kabiliyetini önemli derecede arttırması amaçlanıyor. Ayrıca 2013 Mart ayı başında Çin 12’nci Ulusal Halk Kongresi’ nde, 2013 bütçesinde askeri harcamaların %10,7 arttırılması kararlaştırılmıştır. Böylece Çinin askeri harcamaları 89 milyar euroya ulaştı. Çin-Rus ilişkilerini özetlemek gerekirse, birbirilerini uluslararası platformlarda destekleyen, yine bölgesel durumlarda ortak karar alan ( Suriye, İran vs. gibi konular ), askeri ve iktisadi konularda birbirilerine yakın ilişki kuran en yakın ortaklar olduklarını söyleyebiliriz. Moskova ve Pekin’in bu denli düzenli ve iyi ilişki kurmaları, Avrupalı devletlerin gözlerini onlara çevirmelerine sebep olmaktadır. * Furkan Eyüboğlu, Sakarya Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler

33 Akademik Perspektif – Ocak 2015

34 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Küresel Güney ve BRICS Ülkeleri

Sevgi Araz*

Selçuk Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı Doç. Dr. Metin Aksoy: "Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üye olma arzusu tamamen bir dış politikadan ibarettir. Türkiye bu güne kadar gerçek anlamda bir Avrupa Birliği süreci veya siyaseti yürütememiştir. Türkiye’nin gerçek anlamda bir Avrupa Birliği üyelik siyaseti izleme süreci çok eskilere dayanmaz.”

Uluslararası sistemde dünyanın bir kısmının önce keşiflerle daha sonra da diğer bir kısmı sömürerek zenginleştiği gerçeği, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra sömürgelerin bağımsızlıklarını kazanmaları üzerine her ne kadar önemini yitirmiş olsa da; bugünün güçlü ülkeleri açıkça uygulamasalar bile ekonomik olarak hala sömürgeciliği kendi çıkarları doğrultusunda sürdürmektedirler. Sömürgecilik bir ülkenin bağımsız olamaması ve daha güçlü bir ülke tarafından ekonomik çıkarlar için kullanılmasıdır. Sömürgecilik aynı zamanda ırkçılığı da beraberinde getirmiş, ırkların üstünlüğü fikriyle uzun yıllar boyunca desteklenmiş, sömürülen ülkenin insanı sömüren ülkenin en aşağı vatandaşından bile aşağıda görülmüştür. Hem ahlaka hem de insanların doğuştan sahip olduğu eşitlik kuralına aykırı olan sömürgecilik, sömürülen ırkların bilinçaltında hala etkisini sürdüren bir aşağılanmışlık hissi

bırakmıştır. Bugün Afrika topraklarındaki Üçüncü Dünya devletlerinin, Batı’nın bu toprakları bölüşmek için masa üzerinde rastgele çizdiği sınırları değiştirmemeleri, sanayileşmiş ve kendini Birinci Dünya olarak adlandıran Batı ve komünist İkinci Dünya dışında kalan, gelişmemiş Üçüncü Dünya ülkelerinin bilinçaltında saklanan geri kalmışlık ve aşağılanmışlık hissinin bir örneğidir. Üçüncü Dünya, gelişmiş Batı ve komünist İkinci Dünya dışında kalan, nispeten daha az gelişmiş, çoğu siyasi ve ekonomik olarak zayıf ve genel olarak GSYİH’nın 1.000 dolardan daha az olduğu ülkelerdir. Her ne kadar Üçüncü Dünya ismi Alfred Sauvy tarafından 1952’de ortaya atılmış ve kendine yer edinmişse de çoğu kişi bu terimden hoşlanmamış ve Sovyetler Birliği’nin yıkılması ile ortada İkinci Dünya diye bir şeyin kalmaması üzerine ABD bu ülkeleri ‘Küresel Güney’ olarak adlandırmaya başlamıştır. Ancak gerçekte,

35 Akademik Perspektif – Ocak 2015

başarısız ülkeleri de barındırmasının yanı sıra Küresel Güney ülkelerinin birçoğu bugün yükselen, Güney-Güney ticareti yapan, ekonomik bakımdan büyük bir potansiyele sahip olan ve 2050’li yıllarda uluslararası ekonomik düzene yön verecek ülkelerdir. Bugün gelişmekte olan ülkelerin ekonomik büyüme hızı, Batılı devletlerin büyüme hızından daha fazladır. Çünkü eski sanayiye sahip ülkelerin teknolojiyi icat etmeleri gerekirken, gelişmekte olan ülkeler icat edilmiş teknolojiyi ithal edip sahip oldukları ucuz iş gücünü kullanarak ekonomik büyümelerini hızlandırmıştır. 2001’de Goldman Sachs ekonomisti Jim O’Neil’in Building Better Global Economic BRICs adlı eserinde bu ülkeleri ‘BRIC’ kısaltmasıyla tanımlamıştır. BRIC ülkeleri Brezilya, Rusya, Hindistan (India) ve Çin (China) ülkelerinden oluşmaktadır. BRIC kısaltması bu ülkelerin ekonomilerini ifade etmek için kullanılmaktadır. Sözü edilen 4 ülke, Rusya’nın çağrısı ile Yekaterinburg’da 2009 yılında yapılan ilk Zirve ile BRIC’i bir topluluktan uluslararası bir organizasyona dönüştürmüştür. 2011’de ise Çin’de yapılan 3. Zirve’de Güney Afrika (South Africa) bahsi geçen 4 ülkeye katılmış, BRIC adı BRICS olarak değiştirilmiştir. BRICS ülkelerinin her birinin ekonomik olarak farklı özellikleri vardır. Örneğin Brezilya bir tarım ülkesi olup en çok ihracatı Çin’e yaparken, Çin BRICS ülkelerinin imalathanesi olup dışarıdan hammadde ithal etmek durumundadır. Aynı zamanda içeride ürettiği ürünleri dışarıya satan, ekonomisi ihraç yönlü çalışan bir ülkedir ve sanayi bakımından diğer üyelerle karşılaştırıldığında daha ileridedir. Rusya enerji (doğalgaz ve petrol) alanında, Güney Afrika maden bakımından zengindir. Hindistan ise hizmet sektöründe gelişmiş olup yazılım alanında en önde gelen ülkelerdendir. Bu durum adı geçen ülkeleri kendi alanlarında diğer BRICS ülkelerinden ileriye taşımaktadır. Herbir

üye ekonomik alanda farklı şekilde etkinliğini sürdürürken, Çin ve Hindistan BRICS ülkeleri arasında en önemli yeri almaktadır. ABD Ulusal İstihbarat Konseyi’nin raporuna göre 2030’a gelindiğinde –her ne kadar nasıl olacağı bilinmese de- uluslararası sistem değişmiş olacaktır. Şu anda ABD eskisi kadar baskın bir güç değildir. Ancak Çin de ABD ile mücadele edebilecek güce sahip değildir. Ayrıca 2050 yılına gelindiğinde ABD her ne kadar en güçlü ülke konumunda olacak olsa da bu gücü Çin ve Hindistan ile paylaşacaktır. Brezilya ise dördüncü ekonomik güç olarak Japonya’nın yerine geçecektir. Yani uluslararası sisteme çok kutupluluk hakim olacaktır. Şu durumda asıl merak konusu BRICS’in değişen sistemdeki rolünün ne olacağıdır. Ayrıca dünya gücü olma yolunda ilerleyen iki güç, Çin ve Hindistan’ın da uluslararası alandaki yeri gelecekteki sistem için bir ipucu olacaktır. 2013’te Afrika’da yapılan Zirve’de BRICS’in sadece diyalog platformu değil, dünya ekonomisi ve politikasında önemli bir yere sahip olan bir mekanizma olması gerektiği kararına karşın bugün BRICS uluslararası sistemi düzenleyecek güce sahip değildir. Ayrıca ortada şöyle bir soru da vardır: BRICS ortaya çıkan yeni güçlerin kolektif çıkarını gözeten bir kurum mu, yoksa üye devletlerin kendi bireysel çıkarlarını elde etmek amacıyla kullandığı bir araç mı? Esasen BRICS ülkeleri Batı menşeili modernleşmeye sırt çevirmiş olmalarına rağmen uluslararası düzende köklü değişiklikler yapmak ya da küresel sorunları Batı tarzından uzak bir şekilde çözüme kavuşturmak gibi bir girişimde bulunmamıştır. BRICS ülkelerinin başta gelen amacı ekonomik, ticari ve yatırım işbirliğini geliştirip derinleştirmektir. Aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerin söz hakkını kullanabileceği barışçıl ve çok taraflı bir uluslararası ortam, yenilenebilir

36 Akademik Perspektif – Ocak 2015

enerji kaynaklarının gelişimini desteklemek, iklim değişikliğine karşı önlem almak, bütün terörist hareketleri kınamak ve uluslararası kurumların reformu BRICS ülkelerinin ortak amaç ve isteklerindendir. BRICS içinde ise üye ülkeler kendi ekonomik, politik ve sosyal gelişim yolunu belirleme hakkında sahiptir. Sorunların çözümlenmesi sürecinde ülkelerin egemenliğine, bağımsızlığına ve toprak bütünlüğüne saygı duyulur. Ayrıca her bir BRICS ülkesinin kendine has çıkarları vardır. Kısaca, şimdilik BRICS, üye devletlerin bireysel amaçlarını gerçekleştirmek için kullandıkları bir araç olsa da 2050’ye gelindiğinde BRICS üye ülkelerin kolektif çıkarını gözeten bir kurum olarak dönüşecektir. Ancak bunun için üye ülkeler birbirine bağlı olmalı ve ekonomik açıdan birbirini tamamlayıcı olup organizasyon dışındaki herhangi bir ülkeye bağımlı olmamalıdır. Aynı zamanda kurumsal olarak bir vizyon geliştirmeli ve üye ülkeler adımlarını bu vizyon çerçevesinde atmalı. İlerleyen tarihlerde kurum içinde de rekabet söz konusu olacak, Çin ve Hindistan bu rekabet ortamının baş aktörleri olacaktır. Bunun sinyallerini Çin’in Hindistan’ın BM Güvenlik Konseyi’nde koltuk sahibi olmasına destek vermemesinde görebiliriz. BRICS ülkelerinin farklı ekonomik alanlarda ileride olması üye ekonomilerinin bribirini tamamlayıcı olmasını sağlarken, sosyal ve politik farklılıklarsa BRICS için bir tehdit durumu oluşturmaktadır. Politik olarak Çin ve Rusya’da otoriter ancak ayakları yere sağlam basan bir yönetim varken, Hindistan, Güney Afrika ve Brezilya kağıt üzerinde de olsa daha demokratik yöntemlerle yönetilmektedir. Sosyal bakımdan ise Rusya Ortodoks, Çin Konfüçyüsçü, Hindistan Hindu, Brezilya ise Katolik bir toplum yapısına sahipken, Güney Afrika’da mezhep saptaması yoktur. Eğer ileride Türkiye BRICS

ülkelerine katılmak isterse Müslüman bir ülke olması engel teşkil etmeyecektir. Zira BRICS kendi içinde bile dinsel, sosyal ve politik çeşitliliği barındırmaktadır. Ancak dinsel ya da sosyal olmasa da kurumun belli bir ideasının ve ülkelerin ortak ve sağlam bir amacının olmaması üye ülkelerin ortak değerler etrafında toplanmasını ve kurumsal bir kimlik inşa etmesini zorlaştırmakta, aynı zamanda organizasyon dışında kalan rakip ülkelerin eline de koz vermektedir. Özellikle Hindistan kendini diğer BRICS ülkelerine göre daha liberal olarak görmektedir. Hindistan Batı ile ilişkileri derinleştirmeye Çin kadar mesafeli durmamaktadır. Ayrıca Brezilya da Latin Amerika ve ABD arasında köprü olmayı istemektedir. Bu da ABD’nin BRICS ülkelerinin bu özelliklerini kullanıp değişen uluslararası ortamda kendi pozisyonunu sürdüreceğini göstermektedir. Ancak ABD’ye rağmen BRICS ülkeleri öncelikle uluslararası alanda ağırlığını koymalı ve ilerleyen tarihlerde ‘Batıcı’ uluslararası sistemin düzenini tekrar gözden geçirmeye kendini muktedir görmelidir. Zira her ne kadar çok kutuplu bir sistemin ayak sesleri duyulsa da BRICS ülkeleri sahip oldukları gücü kullanmalı, uluslararası alanda iddialarda bulunmalı ve yüzlerini Batı’dan çok gelişmekte olan Türkiye gibi ülkelere çevirmelidir. Çok kutuplu bir sisteme doğru giden uluslararası ortamda E7 (Emerging 7) konsepti bazı kurumlarca önemsenmekte ve yükselen 7 ülkenin (Türkiye, Rusya, Çin, Endonezya, Hindistan, Meksika, Brezilya) 2050’ye kadar G7 ülkelerinden %75 daha geniş olması beklenmektedir. Bu yüzden Türkiye de bu öngörüyü dikkate alıp ekonomik ilişkilerini bu görüşe göre düzenlemeli, kendine güvenerek Batı’dan tam olarak kopmadan BRICS ülkelerine (Özellikle Çin’e) Rusya ile olduğu gibi daha da yakınlaşmalıdır. Yukarıda bahsedildiği gibi ABD’nin uluslararası garantörlüğü

37 Akademik Perspektif – Ocak 2015

önemini kaybetmiş, gelişmekte olan ülkeler umut verici şekilde yükselmeye başlamıştır. Ayrıca Türkiye’nin Avrupa Birliği hayali gerçekleşse bile AB tarafından belirlenen derogasyonlar sebebiyle tam bir entegrasyon sağlanamayacağı açıkça görülmektedir. Bu bakımdan Türkiye Batı ile olan gerek ekonomik gerekse politik ve kültürel bağını gevşetmeli ve yükselen güçlerle ekonomi ve politika alanlarında işbirliğine gidip çok kutuplu uluslararası ortamda kendi yerini sağlamlaştırmalıdır. * Sevgi Araz, Erciyes Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler

KAYNAKÇA BRICS Research Group,New Delhi Summit 2012, Newdesk Communications Ltd., London, 2012. ss. 34-36. European Parliement Policy Department, The Role of BRICS In The Developing World, April 2012, 23-28. Kakönen, Jyrki, BRICS As A New Global Communication Order, IAMCR 2013 Conference Dublin University of Tampere/ Tallin University, 25-29 June 2013. Roskin, M. G. ve N. O. Berry, Ululslararası İlişkiler: Uİ’nin Yeni Dünyası, Çev. Özlem Şimşek, Adres Yayınları, Ankara, 2014. ss. 157-166, 170-171, 252-253. http://politikaakademisi.org/bric-ulkeleri/, *Erişim Tarihi: 04/12/2014].

38 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Çin Ekonomisindeki Komünizm Rüzgârı

Ayşen Kamil*

Dünya ekonomi tarihinde bugüne kadar hiçbir ülke Çin ekonomisi kadar süratle büyümemiştir. (Yiğin, 2009) Genel olarak bakılırsa Çin’in ekonomik başarısı; büyük ölçüde yüksek tasarruf ve yatırım oranlarına, dinamik ticarete, yatırım ve sanayi politikalarına, stratejik planlamaya, enflasyonun ve kamu açıklarının kontrolüne ağırlık veren makro ekonomik politikalara dayanmaktadır. Günümüzde Çin ekonomik açıdan Amerika Birleşik Devletleri’nin (ABD) karşısında yeni bir denge unsuru olarak rol almaktadır. Peki Çin ne tur bir politika izleyerek bunu başardı?

4000 yıllık tarihi olan Çin Halk Cumhuriyeti, aslında milattan sonra 1200 yıllara kadar batı Avrupa ekonomilerinden daha ileriydi. Fakat bu ilerleme 1200-1500 yılları arasında yerini duraklamaya bırakırken, Batı Avrupa hızlı bir ekonomik gelişme göstermiştir. Benzer bir ekonomik duraklama 19. yüzyıl boyunca da devam etmiştir. 1912 yılında da Hanedanlık rejimi son bulmuş ve yerine Çin Cumhuriyeti kurulmuştur. 1919-1949 yılları yeni demokrat devrim öncesi dönemi kapsar ve Rusya’da Ekim 1917’de gerçekleşen sosyalist devrimin etkisini Çin de hissetmiştir. Kızıl evrimin etkisiyle Çinli aydınlar sosyalizmi savunmaya başlarlar ve bu da birkaç yıl sonra 4 Mayıs 1919 Hareketi’ni doğurmuştur. Bu hareket emperyalizme ve feodalizme karşı olan

büyük bir potansiyeli ortaya koymuştur. Bundan iki yıl sonra, daha ileri bir ideoloji olan komünist gruplar Shangay’da ulusal bir kongre düzenleyip Mao Zedong ’in önderliğinde Çin Komünist Partisini kurmuşlardır (Yiğin, 2009). Mao’nun liderlik ettiği bu mücadele dönemi (1921-1949) büyük vakaları içerir. Bu yıllar içinde Çin de dört büyük savaş olmuştur: mahalli diktatörlere karsı yapılan savaş, çiftçi devrimi savaşı, Japonya’ya karşı yapılan direniş ve 1945-1949 yılları arasındaki kurtuluş savaşı. İkinci dünya savaşı sırasında Japonya’nın işgali altında kalan ülke, savaş sonrası bu esaretten kurtulur ve hatta ABD’nin desteği ile Mao Japonya’dan Tayvan adasını geri almayı başarır. Bunun neticesinde 11 Ekim1949’ta tek parti yönetimine bağlı Çin Halk

39 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Cumhuriyeti (People's Republic of China) kurulmuş olur ve Mao Zedong’ta yeni kurulan bu devletin ilk cumhurbaşkanı olmuştur. 1949 dönemi sonrası Mao Rusya’dan yardım isteyip eli boş dönünce tek başına mücadeleye etmeye başlar (Yiğin, 2009) ve kalkınma planları olarak hızlı toprak reformları gerçekleştirir. Feodal yapıyı kaldırıp arazileri çiftçiye dağıtır. Mao Zedong, Batı dünyasının gelişmişlik düzeyini yakalayabilmek için 1958 yılında “Büyük Atılım Hareketi” (Great Leap Forward) ile Çin’i bir gecede bir sanayi toplumu düzeyine getirmeye teşebbüs etmiştir ve bunun için 900 milyon köylüyü zorla devlete ait çiftliklere gönderir. Ülkede ne kadar hurda varsa hepsini çeliğe dönüştürür. Bu olay tam bir insanlık dramına dönüşür ve "1959 Çin Kıtlığı" olarak tarihe geçen olay gerçekleşir ve 50 milyon insan açlıktan ölür (Gülboy, 2001). 1966 ve 1968 yılları arasında ise kapitalist yola dönülmemesi için "Kültür Devrimi" hayata geçirilmiştir. Dünyayı sarsan bu siyasi Kültür Devrimi sıradan bir sorun değil, başlı başına Marksist devrim teorisinin sosyalizm sorunları arasından biridir. Bu devrim Çin de başta Komünist Partisinin üst yönetimindekilere olmak üzere amacı burjuvalaşan bu yapının düzeltilmesi için gerçekleştirilmiştir. 1969 yılında sona eren kültür devriminin yarattığı siyasi gerginlik 1976’da Mao ölünceye kadar devam etmiştir. Mao’nun ölümünden sonra iyi bir lider olan Deng Xiaoping yönetimi ele almıştır.1978 yılında başa geçen Deng Xiaoping, Çin ekonomisini piyasa ekonomisiyle tanıştırır ve komünist partisini ve prensiplerini de aynen korur. Aslında bir nevi bugünkü Çin ekonomisinin temellerini bu siyasi liderle atılmıştır. Daha sonra 1989’da komünist partinin güçten düşmesini istemeyenler Tiananmen Meydanın da toplanan

demokrasi taraftarı silahsız öğrencilere kanlı bir cevap vererek 200 den fazla insanı öldürür. Bu olaya diğer devletler şiddetle karşı çıkarak Çin’i protesto etmişlerdir. Bu Tiananmen olayından sonra ülke içinde demokrasi umudu sönmüş demektir. Çin için kırılan dönüm noktalarından biridir. Bu olaylardan sonra yine de Deng Xiaoping reformlara devam etmiş. Sanayi, inşaat, teknoloji ve ulaştırma alanlarında batı devletlerinden gelen yatırımı ülkesine çekmeyi başarabilmiştir. Genellikle Türkiye’nin de bugünlerde uyguladığı yap-işlet-devret modeli ile Çin de inanılmaz yatırımları üzerine çekmiştir. Fakat Çin de reformlar Türkiye’ye oranla daha kısıtlı ve yavaş yapılmıştır. Komünist ekonomik sistemin en önemli mirası ise GuanXi Sistemi’dir. Çin bu sistemi kendi ülkesindeki yabancı yatırımcıları da uyma zorunluluğuna sokmuştur. Bu sistem üretim ve uzmanlaşmaya dayalı ticari sistem ilişkisidir. Bu sistemle hükümet daireleri ve firma sahipleri arasında bir iletişim sağlanmış, hammadde ve diğer kaynakların dağılımı kontrol edilebilir hale getirilmiştir. Bu yüzden diğer yatırımcılar da enerji kullanımı için buna uymak zorundadırlar. Gördüğümüz üzere Çin’in ekonomik yapısı çok farklıdır. Komünist düzenin temelleri üzerine kurulmuş bir piyasa ekonomisi hakim olmuştur. Çin bürokrasisi tek parça beton bir duvar gibidir. Hiçbir sorunun çözümü yoktur. Bu sitemin şöyle bir de olumsuz yanı vardır ki; Çin asıllı yatırımcılar başka ülkelerde bile olsa tanıdık vasıtası ile diğer yabancı yatırımcılara karşı daha ucuz bir maliyet sağlar ve bu da diğer yabancı yatırımcıları daha az çeker. Asıl Çin’in dış ticaret açılımı 2001 yılında Dünya Ticaret Örgütü’ne üye olarak başlar. Böylece Çin politikalarında değişiklikler yapmaya ve tavizler vermeye başlar ve küresel ekonomi pazarına girerek dünya

40 Akademik Perspektif – Ocak 2015

ekonomisinde en iyi ekonomiye sahip ülkeler arasında ilk 10’a girer. Tabi bu da bazı olumsuz durumları doğurur. Örneğin; işçi gücünün ucuz ve çok olmasından dolayı diğer yabancı yatırımcıların bu durumu kendi lehlerine çevirerek kendileri daha çok kazanırken Çinli işçilerin daha çok çalışarak şartlarının kötüleşmesine sebep olur. Ayrıca yatırımcılar yatırımlarını kıyı kentlere yaptığı için kıyı kentlerle iç kesimler arasında büyük gelir farklılıkları yaratmaktadır (Yavuz, 2005). Çin’in ekonomisinin küreselleşmede ilk adımını kendi bölge ülkeleri ile atmıştır. Çin’in kalkınması küresel piyasanın büyüklüğünü genişletecektir. Adam Smith’in de belirttiği gibi ekonomi ne kadar büyük olursa, emeğin uzmanlaşmasının ölçüsü de o denli fazla olacaktır. Çin’in de bu konuda katkıları elbette büyük olacaktır. Bu yüzdendir ki, Çinin gelecekte serbest piyasa pazarını Asya’ya çekeceği beklenmektedir. Fakat bazı zayıf olduğu noktaları da vardır. Çin’in verimsiz devlet kuruluşları ve sorunlu kredi nedenleriyle zayıf durumda olan finans sektörü Çin’de döviz ve para akışında sorunlar çıkartmaktadır. Ayrıca Çin’in kısa bir süre içinde sahip olduğu petrol rezervleri tükeneceği bilinmektedir. Bu yüzden de 2020 yılında petrol ihtiyacının yüzde 70’ini dışardan karşılamak zorunda kalacak ve bu yüzde dış politikasında bu konu önemli bir konudur. Çin’in en başarılı

olduğu ürünler ise tekstil, konfeksiyon ve elektronik ürünlerdir. Sonuç olarak Çin ilk başta komünist temellerle kurulan fakat daha sonra piyasa ekonomisine doğru kayan siyasi şekli ile yönetim yapısında büyük bir değişiklik yapmış. Bu kadar geriden başlamış bir ülkenin günümüzde en iyi ülkeler arasında yer alması ve gelecekte diğer ülkeleri kendi pazar bölgesine çekme beklentisi içerisine sokması bahsedilmesi gereken büyük bir başarıdır. Çin herkes dünyanın en kalabalık ülkelerinden biridir. Bu yüzden ülkenin geliri ne kadar fazla olsa da kişi başına düşen milli gelir açısından çok yüksek değildir. Yine de diğer ülkeler arasında belli bir ağırlığı vardır. Türkiye ile ilişkisi ise tekstil alanında rekabet içerisindedirler. Ucuz iş gücünden dolayı Çin bu konuda yine üstün konumdadır. Çin zaten bu ucuz işgücü sayesinde birçok alanda rekabet etme avantajını elde edebilmektedir. Yani 2000’li yıllarda sahneye çıkan yeni süper güç Çin ile işbirliği yapmak hem Çin hem de dünya ülkeleri açısından yadsınamazdır. Çin her ülke tarafından ekonomik ve siyasi olarak ciddi biçimde izlenmelidir ve politika oluşturulması ve uygulamasında dikkate alınmalıdır. Türkiye’de en hızlı şekilde bu sürecin içinde daha çok yer almalı ve bu süreci hızlandıracak politik hamleler yaparak kendi yolunu belirlemelidir (Yiğin, 2009).

Kaynakça Gülboy, B. (2001). Çin'in Gölgesinde Uzak Doğu Asya, İstanbul: Bağlam Yayıncılık. Yavuz, H. B. (2005). Geçiş Ekonomileri, Gelişmekte Olan Ülkeler ve Türkiye, Adana.

Yiğin, S. (2009). Çin Ekonomisi ve Dış Ticaret İlişkileri, Çukurova Üniversitesi, Adana.

* Ayşen Kamil, Çukurova Üniversitesi, İktisat (İngilizce)

41 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Prof. Dr. Engin Deniz Akarlı Röportajı

Röportaj: Beyza Akatürk

Geçtiğimiz günlerde tarih alanında Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nü alan Prof. Dr. Engin Akarlı ile hayatı ve ülkemizde tarihçilik üzerine kısa bir sohbet yaptık. Hocamız hem tarih öğrencilerine öğütlerde bulundu hem de Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Büyük Ödülü’nün ülkemiz için öneminden söz etti.

“Kemal Tahir, “O konuları okuyan çok, yine de memleketimizde ne iktisat ne siyaset doğru dürüst işliyor. Bence sen niye böyle oldu diye meraklanıp işin evveliyatına bak!” dedi. Kemal Karpat hocamız da teşvik ve yardım etti. Profesyonel tarihçi olmaya doğru emeklemeye başladım.” Öncelikle doğduğunuz yere ve ailenize kısaca değinebilir miyiz? Bildiğim kadarıyla bir ağabeyiniz var, hatta eğitiminize İstanbul’da devam etmeniz konusunda sizi hırslandıran veya isteklendiren diyelim, ağabeyinizdi sanırım? Evet, benden bir yaş büyük bir ağabeyim var, Hüseyin. İkiz gibi büyüdük ama onu her zaman ağabey olarak saydım, hem aldığımız aile terbiyesi gereği hem de gerçekten iyi ve müşfik bir ağabey olduğu

için. Ön teker arka teker hesabı, onun geçtiği başarılı yolları ben de izlemeye özendim, izledim. Üniversitede kalplerimiz değil ama seçtiğimiz yollar ayrılmaya başladı. O başarılı bir mühendis oldu, fabrikalar kurdu, yönetti. Ben sosyal bilimlere, oradan tarihçiliğe heves ettim. Aslında lisansınız iş idaresi ve iktisat üzerine fakat sonra akademik hayatınıza tarih üzerinden devam ediyorsunuz. Nedir sizi tarihe yönlendiren? Etkilendiğiniz ve/veya örnek aldığınız biri oldu mu? Bazı konuları insan çocukluğundan beri sever, merak eder, çabuk kavrar. Tarih benim için öyle bir konu. Daha çocukluğumda, annemin babası, rahmetli Mahmut dedem, bir dizine beni ötekine de ağabeyimi oturtur, son Osmanlı yıllarında

42 Akademik Perspektif – Ocak 2015

bulunduğu cepheleri, bir gemici ve alaylı bir bahriye zabiti olarak dolaştığı yerleri ve anılarını anlatırdı. Ağabeyim bir süre sonra sıkılır, bahçede oynamak için kaçardı. Ben dedemin ağzının içine düşmüş gibi dinlerdim. Bazen insanın çocukluğu geleceğinden haberler taşıyor. İşte ağabeyim mühendis oldu, ben de tarihçi! Fakat bizde iyi talebeler tarihçi olmaya özendirilmezler. Konuya merakımı görüp beni sonradan tarihçiliğe soyunmaya teşvik edenler Kemal Tahir ve Kemal Karpat’tır. Eğitimimi, iktisadi siyaset (ekonomi-politik) alanında sürdürmeyi düşünüyordum. Kemal Tahir, “O konuları okuyan çok, yine de memleketimizde ne iktisat ne siyaset doğru dürüst işliyor. Bence sen niye böyle oldu diye meraklanıp işin evveliyatına bak!” dedi. Kemal Karpat hocamız da teşvik ve yardım etti. Profesyonel tarihçi olmaya doğru emeklemeye başladım. Bir konuşmanızda; tarihçinin yaşadığı devrin, tarihçinin çalışmaları üzerinde etkisi olduğundan ve bu nedenle bir tarihçinin aynı zamanda yaşadığı devrin insanı da olduğundan söz etmiştiniz. Peki, sizin hayatınızda çalışmalarınıza yön veren önemli olaylar nelerdir, kısaca söz edebilir miyiz? 1960’daki askeri darbe ve onu izleyen yeni siyasi düzenlemeler, Türkiye’de yeni bir dönem başlattı. Bir süre çok canlı bir siyasi ortam ve kültürel ve fikri tartışmalar içinde yaşadık. Benim kuşağım, siyasete gözümüzü bu ortamda açtık. 1971 askeri müdahalesi, siyasi hayatta daralmalara yol açtı. Kültür ve düşün hayatını belli şablonlar içine sıkıştırma çabaları arttı. 1980 darbesi, aynı baskıların çok daha sert bir şekilde yapılmasını kolaylaştırdı. Devlet tahakkümü daha kurumsallaştı ve sanki tabii bir durummuş gibi içselleştirilmesi zihinlere işlendi. Biliyorsunuz, 1997

Ocağında yine bir askeri müdahale yaşadık. Bütün bu askeri müdahaleler Türkiye’de herkesi bir şekilde etkiledi. Herkes aynı biçimde etkilenmedi ama darbeler herkeste iz bıraktı. Kendi hesabıma, bu darbelerin evveliyatını, sebeplerini, sonuçlarını, farklı izlerini anlamak, beni bir aydın ve tarihçi olarak devamlı meşgul eden en önemli saik oldu. Bir noktadan sonra (ki demokrasinin nasıl güzel bir rejim olduğuna yakından şahit olduğum 1965 seçimleri bu açıdan benim için önemlidir), her çeşit askeri darbe ve darbe sempatizanlığına fiilen karşı çıktığımı ve bu yüzden bazı bedeller ödediğimi de eklemeliyim. Fakat benim esas uğraşım, dediğim gibi, darbeleri ve darbeciliği kolaylaştıran ortamların ve zihin alışkanlıklarının nasıl oluştuğunu anlamaya çalışmak oldu. Tarih bilgisinin böylesi alışkanlıkların edinilmesinde nasıl kullanılabildiğini de gördüm. Tarihçilerin yaptıkları işe daha eleştirel, dikkatli ve bilinçli yaklaşmalarının önemini daha iyi kavradım. Yazdığım her yazıda, yaptığım her konuşmada, verdiğim her derste hala aynı kaygıları, çabayı ve dikkati görmek mümkündür, sanırım. Türkiye’de tarih araştırmacılığı, tarihçilik ne kadar önemlidir? Gerek toplumumuzda gerek okullarda yeteri kadar önem veriliyor mu sizce? Tarihçiliğe önem veriliyor verilmeye de, eleştiriye oldukça kapalı, kamplaşmaya eğilimli, katı pozisyonlara yatkın bir tarihçilik anlayışı fazlasıyla yaygın. Belki tarih bilgisinin uzun süre, otoriter bir yaklaşımla, memleketimizin insanlarında ortak bir hafıza ve böylece ortak bir kimlik duygusu oluşması için kullanılmış olmasından ötürü böyle oluyor. Geçmişten ne hatırlayalım, ne unutalım, hatırlayacaklarımızı hangi duygu ve

43 Akademik Perspektif – Ocak 2015

yorumlarla yoğuralım... bunlar standartlaştırılıp daha küçük yaştan çocuklara belletilmiş. Ne idiğimize ve ne olmak istediğimize herkesi inandırmak için “tarih” şahit gösterilmiş. Ona göre de deliller aranmış yorumlar geliştirilmiş. Dahası siyasi farklılaşmalar ve polemikler de hemen tarih yorumlarına yansımış, yansıyor, aynı sekter yaklaşımla. Hemen her çağdaş toplumda tarihçilik ortak kimlik inşasına hizmet eder. Bunu biliyoruz. Benimsenen pozisyonların, hangi sorularla kaynaklara yaklaşılacağını ve delillerin yorumlanmasını da etkilediğini biliyoruz. Yani çok da anormal bir durum yok ortada. Ama şu hususlar sıkıntı yaratabilir (ve bizde yaratıyor): (a) Tarih bilgisi delil gösterilerek inşa edilmeye çalışılan kimlik ya da ideal vatandaş tipi yeterince esnek olmadığından kimi yurttaşları dışarıda bırakıyorsa ve/veya zaman içinde değişen şartlara uyum sağlayamayarak inandırıcılığını yitiriyor, kendi kendinin altını oyuyorsa, o zaman bir sıkıntı vardır . (b) Her kimlik projesi ve bu anlamda her tarih yorumu bazı davranışları bir erdem sayarak öne çıkarır. Yani, normatif bir değerler temeli yaratır. Bu bakımdan, bir tarih yorumunda neyin erdem sayıldığı ve neyin sayılmadığının o tarih yorumunun telkiniyle nasıl bir insan yetişeceği üstünde etkisi vardır. Şimdi kendimize soralım. İlk ve orta öğrenimde aldığımız tarih eğitimi ışığında, bize nasıl bir vatandaş olmamız telkin edilmiş? Çizilen vatandaş tablosu, çevremizde gördüğümüz bildiğimiz insanların hepsini kapsayıcı mahiyette mi? Tarihte bu topraklarda yaşamış olan yurttaşlarımızın hangilerini kapsıyor hangilerini dışlıyor? Kapsadığı kadarıyla ortaya nasıl bir insan ve insan ilişkileri

tablosu veya anlayışı çıkıyor? Dışladıklarının ne anlamı var; nasıl bir insanlık anlayışı ima ediyor? Geçmişin hikayeleri elbette salt basma kalıp vatandaş yetiştirmek için söylenmiyor. Geçmişin bilgisi anlamında tarih, insanların, insanlığın hafızası mahiyetinde. Hafızamız ne kadar zenginse ve bu zenginliği kavrayıp değerlendirmekte ne kadar cesur ve mahir isek, o kadar da akıllı ve olgun insanlar olma şansımız var. Bu bakımdan, tarih bilgisini irfana açılan bir kapı sayan ve bu topraklarda öteden beri yaygın olan görüşleri yabana atmamak gerekir. Bir de tarih, neticede insanlar hakkında. İnsanlar ilginç yaratıklar. Şairin dediği gibi korkak, hakim ve cesurdurlar; çelişkilerle doludurlar... Toprak ile nefes arasında bocalar dururlar. Ama neticede (bence) iyiyi güzeli özlerler, ararlar. Maceraları, destanları güzel, heyecanlı hikayelerdir. Tarihin çağlar boyunca ilgi çekmesi işte insanların bu hikayelerini bulup dile getirmesindendir. Ama tarihçiliğin standart vatandaş yetiştirmeye yönelik tarafı bizde ağır bastığı için, tarih dersleri de fazla ilgi görmüyor. Tarih tarih diye her yıl aynı vurgular ve hikayeler okunuyor. Belki bu tekrarlar sayesinde anlatılanlar insanın beyninin en ince kıvrımlarına bile sinip mutlak doğru hükmünü kazanıyor. Ama neticede öğrencileri bıktırabiliyor. Bir sıkıntı daha var. Anneler babalar, çocuklarının (özellikle de oğullarının) eğitiminden çok meslek edinmelerini arzu ediyorlar, tercihen de iyi kazanç getirecek meslekler. Tarihçilik böyle bir iş değil. Onun için yakınları, iyi öğrencilerin tarihe yönelmesini özendirmiyorlar. Oysa mesela Amerika’da lisans eğitimi düzeyinde tarih fevkalade parlak öğrencileri çekebiliyor,

44 Akademik Perspektif – Ocak 2015

çünkü eğitimin o düzeyinde tarih bilgisinin vatandaş yetiştirmekten daha başka boyutları öne çıkıyor. Gençlerin temel eğitimine ve kültürlerine esaslı katkısı olacak bir konu olarak algılanıyor ve öyle de öğretiliyor. Bu durum, eski, tanınmış, itibarı yüksek üniversitelerde özellikle belirgin. Mamafih, bizde de artık tarih bilgisinin farklı boyutları gittikçe daha ziyade takdir ediliyor –gibi. Son zamanlarda sayıları epey artan tarihi filim ve diziler ile belgesel tarih programlarının ve yarı akademik yarı popüler tarih dergilerinin bu gelişmeye katkısı var. Belki bizde de öğrenciler artık tarih derslerini daha bir severek alıp şevkle takip eder hale gelmekteler. Geçtiğimiz günlerde Cumhurbaşkanlığı Kültür ve Sanat Özel ödülünü aldınız, öncelikle tekrar tebrik ederim. Cumhurbaşkanımız da uzun uzun bu ödüllerin ülkemiz için ne kadar önemli olduğuna değindi, peki siz bu ödülleri ve toplumsal alandaki önemini nasıl değerlendiriyorsunuz? Önce tebriğinize teşekkür ederim. Böyle ödüller önemli tabii. Bir kere, popüler sanatlar dışındaki kültür ve sanat dalları ile uğraşanlar, işlerini çoğunlukla maddi bir karşılık beklemeden yaparlar. Bunlar içinde hiç değilse bir kısmının manevi değeri yüksek bir ödülle ödüllendirilmeleri onca emeğin, fedakarlığın bir takdir gördüğünü ifade eder. Yeter ki özveriye, katkıya, uluslararası platformları da kale alacak şekilde başarı ve etkiye tutarlı olarak önem verilsin. Kurumsal başarıya da bir ödül ayrılmasını ben ayrıca önemli buluyorum. Çünkü kurumsal destek olmadan özellikle araştırma ağırlıklı konularda ve bazı sanat dallarında tek tek insanların

başarı şansı mahduttur. Bu açıdan kurumsallaşmayı özendirmek yararlıdır. Son olarak, hem bir eğitimci hem de tarihçi olarak tarih öğrencilerine önerileriniz nelerdir? Salt Tarih Bölümü öğrencileri değil, üniversitemizde verilen tarih içerikli dersleri alan bütün öğrenciler benim gözümde “tarih” öğrencisi. Bu dersleri angarya kabul ediyorlarsa bir daha düşünsünler. Bir kere bu dersler, güzel veriliyorsa, insana bir zaman duygusu kazandırır. Zaman duygusuna sahip bir insan, içinde yaşadığı çevreyi daha kolay anlar ve geleceği de daha kolay tahayyül eder. Sonra, başka zaman ve mekanlarda yaşayanların tecrübeleri hakkında fikir sahibi olmak, adeta bir yolculuk gibidir. İnsanın kendi köyünden, mahallesinden, hatta kentinden hiç çıkmadığını düşünün. Ufku dar, anlayışı sınırlı olmaz mı? Oysa, başka diyarları görmek, başka insanları tanımak olgunluğa açılan bir kapıdır. Bu hemen hemen her kültürde vurgulanan bir temadır, davettir. Tarih dersleri, hakkıyla veriliyorsa, sizi başka zamanlara götüren güzel bir yolculuktur. Böyle bir fırsat olarak görüp değerlendirin. Tarih bölümü öğrencilerimize gelince, ilk aklıma gelen husus şu: Hangi işi tutarsanız tutun, başarı için aşk lazımdır. Tarihçilik gibi parlak kazanç vadetmeyen işlerde bu işe yürekten severek sarılmak büsbütün önemli olur. Eğer tarihçiliğe hasb el-kader ve hele kerhen soyunmuş iseniz, ya bir an önce bu işin güzel taraflarını görüp işinize şevkle sahip çıkın, ya da kendinize başka bir iş bulun. Tarihçilik mesleklerin en güzellerindendir. İnsanlığın en eski meşgalelerinden biri olması da bundandır. Ama insan kendini bu işe sevgi ve sabırla veremezse, o zaman yürümez.

45 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Tarihi severek seçmiş olan öğrencilerimize gelince, onlara şunu vadedebilirim: İşinizi ciddiyetle yaptığınız sürece sevginiz eksilmeyecek, aksine artacaktır. Ortak hafıza kurma işlerinde bile çalışabilirsiniz. Sorguculuğu elden bırakmaz ama bir yandan da iyiye ve güzele bağlılığınızın zayıflamasına izin vermezseniz, çok fark etmez. O işte bile hayırlı katkılarınız olur. Esasen, meraklarınız, yeni merakların kapısını açar. Çok para kazanmasanız da zevkle, şevkle çalışır ve akranlarınızdan gittikçe daha sakin, daha olgun, daha gün görmüş insanlar haline geldiğinizi görürsünüz. O zaman, ne güzel, iyi ki tarihçi olmuşum dersiniz. Hele bir de iyi öğrencileriniz olursa, demeyin keyfinize.

Prof. Dr. Engin Deniz Akarlı, Lisans eğitimini, İş İdaresi ve İktisat dallarında, Robert Kolej Yüksek Okulları’nda 1968 yılında tamamladı. 1972 yılında University of Wisconsin’de Güney Doğu Avrupa Tarihi üzerine ve 1973’te de Princeton Üniversitesi’nde Orta Doğu Tarihi üzerinde yüksek lisans derecelerini aldı. Orta Doğu Tarihi Doktorasını da Princeton Üniversitesi’nde tamamladı (1976). Onlarca makaleye imza atmış, birçok projede ve kitapta yer almış olan Akarlı, halen İstanbul Şehir Üniversitesi’nde İnsan ve Toplum Bilimleri fakültesi dekanı olarak görev yapıyor.

46 Akademik Perspektif – Ocak 2015

47 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Doç. Dr. Özcan Sezer ile Osmanlı’dan Günümüze Yerel Yönetimler Üzerine

Röportaj: Emre Amir

Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanı Doç. Dr. Özcan Sezer: “Yerel demokrasi geleneği, Fransa’da ve Avrupa’da komün geleneğinden geliyor. Yani, küçük küçük yerel grupların kendi kararlarını verme kabiliyetinden. Osmanlı İmparatorluğu bu geleneğe sahip değildi. Dolayısıyla, bir anda modern anlamda belediyenin getirilmesi, Osmanlı’da çok karşılık bulmamıştır.”

Osmanlı İmparatorluğu, çok uluslu yapısı ve geniş topraklarıyla hüküm süren bir devletti. Böyle bir yapıda halka hizmet süreci hakkında, yani İmparatorluk’taki yerel yönetimler hakkında bilgi verir misiniz? Osmanlı Devleti merkeziyetçi bir devletti. Her ne kadar eyalet anlayışı benimsenmiş olsa da, merkeziyetçi yapıya sahip bir devletti. Ama ilginçtir, Osmanlı İmparatorluğu aslında yerinden yönetime de ağırlık veren bir devlettir, bu bağlamda bir gelenek oluşmuştu halkın kendi kendini yönetmesi noktasıında. Bu geleneğe şöyle bakabiliriz; örneğin yerel işler, o dönemde baktığımız zaman yerel hizmetler, tabi ki halkın kendisi tarafından esnaf, zanaatkârlar dediğimiz bir sistem tarafından ortaklaşa yürütülüyordu. Örneğin kadı, Osmanlı’da hizmetlerin

yürütülmesinde merkezi bir role sahipti. Yani şöyle diyebiliriz, çok fazla çapı geniş olmayan yerel hizmetleri halk, kendi kendine gerçekleştiriyordu. Kadı burada önemli role sahipti. Alt yapı hizmetlerinden diğer denetim noktasına kadar bir çok hizmet, kadı tarafından planlanmakta ve denetlenmekteydi. Yerel halk da bu hizmetlere katılıyordu. Ama modern anlamda belediyecilik sisteminin Osmanlı’da oluşmadığını görüyoruz. Bunun en önemli nedeni, Osmanlı’da bu tür hizmetlerin Vakıflar tarafından yerine getirilmesidir. Vakıflar, Osmanlı’da yerel hizmetlerin görülmesinde çok önemli işlevler üstlenmişti. İmparatorluk’ta ilk belediyecilik fikri nasıl oluşmuştu? Özellikle Fransa etkisindeki aydınlar bağlamında değerlendirecek olursak…

48 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Osmanlı Devleti, vergi toplama açısından baktığımızda özellikle gerileme döneminde çok sıkıntılar yaşamaktaydı. Maliyesinde büyük bozulmalar söz konusuydu. Ancak belediye ile ilgili olguya geldiğimiz zaman şunu görüyoruz; Osmanlı’da modern anlamda bir belediyecilik yoktu. Ama ticaret ve sanayiinin gelişmiş olduğu Avrupa’ya baktığımızda, bu ihtiyaçtan kaynaklanan bir belediyecilik anlayışının yavaş yavaş gelişmeye başladığını görüyoruz. Osmanlı bu gelişmenin gerisindeydi. Çünkü, İmparatorluğun kendi kendini yönetme geleneği vardı. Her ne kadar merkeziyetçi bir yapıya sahip olsa da… Günlük yerel hizmetler halk ve vakıflar tarafından karşılanıyordu. İmarethaneler, içme suyu şebekeleri gibi bir takım kurumlar, bunlar vakıflar tarafından gerçekleştiriyordu. Ama ticaret ve sanayii Avrupa’da gelişmeye başladı ve özellikle İstanbul tabi bu noktada önemli hale geldi. Özellikle yabancıların ticari hayatta aktif rol üstlendikleri ve İstanbul’da ticaretin, 1800’lü yılların başından itibaren yavaş yavaş geliştiğini görüyoruz. Çeşitli antlaşmalar da var bu dönemde mesela, Balta limanı ticaret antlaşması gibi. Osmanlı’ya dış ülkelerden çok ürünler geliyor. Tabi bu ticari hayatı ve faaliyetleri artırıyor. Bunun akabinde, buraya gelen insanlar için bir takım yerel hizmetler olması gerekiyor ki, onların ihtiyaçları karşılanabilsin. Osmanlı’da bu ihtiyaçları karşılayacak bir mekanizma yoktur. O yüzden bu ihtiyaca binaen, belediyelerin kurulması gündeme gelmiştir. Tabi burada nasıl belediye kursak diye düşünülmüştür ve özellikle Batı’ya gönderilen aydınların, orada gördükleri belediye modelleri üzerinde daha çok durulmuştur. Peki, bu belediye kurma girişimi nasıl neticelenmiştir?

1855 yılında Galata’da ilk belediye kuruluyor. 6. Daire-i Belediye ismi veriliyor buna. Peki nerden esinleniliyor? Özellikle bizim Tanzimat döneminde Fransa’ya giden aydınlarımız, Fransa’daki modern belediyecilik anlayışını görüyorlar. Yerel hizmetlerin, kamu hizmetlerinin belediyeler tarafından sunulduğu görülüyor. O zaman bu hizmetler çok çeşitli değil tabi ama ticaret ve sanayiinin gerektirdiği hizmetler, alt yapı hizmetleri ve çevreyle ilgili hizmetler, bu dönemde de sunulmaya başlıyor. Osmanlı Aydınları Fransa’da bunları görüyorlar. Daha sonra yurda dönen aydınlar, Osmanlı’da bu modeli öneriyorlar ve Padişah tarafından bu öneri kabul ediliyor. Böylece ilk uygulama İstanbul’da, Galata semtinde gerçekleşiyor. Özellikle neden Galata, ona da dikkat etmemiz gerekiyor. Galata’da ticaret ve sanayiinin daha fazla geliştiği, yabancı ülkelerden insanların çok olduğu bir yerdir. Bunların ihtiyaçlarını karşılamak için, yerel hizmetlerin gereği gibi karşılanabilmesi için belediye teşkilatı kurulması gündeme gelmiştir. Bir başarısızlık söz konusu zannediyorum? Evet, tabi bu belediye çok başarılı olamadı. Biliyorsunuz, yerel demokrasi fikri belediyelerde önemlidir. Bunu halkın benimsemesi lazım özellikle. Vatandaş katılımı esastır. Ama Osmanlı’ya biraz yabancıydı bu model ve bizim kendi geleneğimizden gelen bir model değildi. Yerel demokrasi geleneği, Fransa’da ve Avrupa’da komün geleneğinden geliyor. Yani, küçük küçük yerel grupların kendi kararlarını verme kabiliyetinden. Osmanlı, bu geleneğe sahip değildi. Dolayısıyla, bir anda modern anlamda belediyenin getirilmesi, Osmanlı’da açıkçası çok karşılık bulmamıştır. Zaten bu anlamda baktığımızda, Şehremini dediğimiz belediye idaresinin başındaki kişi, şuan ki belediye başkanı konumundaki kişinin halk

49 Akademik Perspektif – Ocak 2015

tarafından değil de Padişah tarafından atanması, yine merkeziyetçi yapının devamı niteliğindeydi dolayısıyla bu yapı benimsenemedi ve Osmanlı’da çok karşılık bulmadı açıkçası. Tanzimat döneminden, Cumhuriyet dönemine gelecek olursak, Atatürk dönemi belediyeciliği için neler söyleyebilirsiniz? Tanzimat’tan sonra ilk belediyecilik deneyimi gerçekleştirildi. Galata belediyesini örnek verdim. Daha sonra İstanbul’un çeşitli semtlerinde de bu belediyecilik uygulamaları yaygınlaştırıldı ama mali kaynakların yetersizliğinden ve halkın benimsememesinden dolayı çokta başarılı olamadı. Tabi sonraki süreçte, Osmanlı Devleti uzun süren savaşlar içerisine girdi. Birinci Dünya savaşı ve Kurtuluş Savaş ile birlikte, artık bu dönemde, yerel hizmetlerin, belediyecilik anlayışının ve yerel hizmetlerin kesildiği dönemlerdir. Yeni bir ulus inşası gerçekleşti. 23 Nisan 1920’de meclis kuruldu. Daha sonra Mustafa Kemal’in önderliğinde, yeni Türk devleti kuruldu. Tabi, yeni Türk devletinin ilk anayasası olan 1921 Anayasası, yerel yönetimlere oldukça ağırlık vermiştir. 1921 Anayasası, Savaş koşullarının anayasasıdır. Kurtuluş Savaşı devam ederken, oluşturulan bir mecliste kararlar alınmış, meclis hükümeti sistemi orada benimsenmiş ve kararlar meclis tarafından alınmıştır. Güçler birliği modeli var. Dolayısıyla, kararların meclis içerisinde alınması, meşveret (danışma) ilkesi diyoruz. Bu modelin, 1921 Anayasası’nda yerelde de uygulanması düşünülmüştür. O yüzden, yerinden yönetime ağırlık verilmiştir. 1921 Anayasası’nda yerel yönetimler öngörülmüş ve düzenlenmiştir. Hatta burada şûrâlar var, yerel meclisler diyoruz biz bunlara. Yerel meclislerin kendi kendini yönetmesi öngörülmüştür. Tabi 1921

Anayasası, savaş koşullarının ürünü bir anayasadır. 1924 Anayasası’na geçildiğinde, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi yönünde bir eğilim yok. Biraz daha merkezi yönetim güçlendirilmiş ve özellikle Atatürk dönemi sonlarına doğru, yerelleşmeden çok merkezileşme çabalarını görüyoruz. Tek parti dönemi de olduğu için, yerel anlamda da demokrasinin tam olarak işletilemediği bir dönemdir. Böylece şimdiki yerel yönetim sistemimizin çekirdeklerinin, Mustafa Kemal Atatürk döneminde atıldığını görüyoruz. Anayasal olarak baktığımızda, 21’e göre 24’te, yerinden yönetim anlayışına göre geriye gidiş görülüyor. Atatürk vefat ettikten sonraki dönem ve Menderes dönemini kapsam içine alacak olursak, hem demokrasi hem de yerel yönetimler bağlamında ne gibi farklılıklar vardır? Tek parti dönemi, belli bir süre içerisinde hem belediyeleri hem merkezi yönetimi yönetmiştir. Tabi bu farklılıkların olmadığı bir dönemdir. Yerelde olsun, merkezde olsun, siyasi parti anlamında tercihin olmadığı bir dönemdir. Tek parti döneminde belediyeler, merkezi yönetimin bir uzantısı, parçası gibi algılanmıştır. Çok partili hayata geçişle birlikte, belediyelerin fonksiyonları ve yapılarında da değişim olmuştur. Alternatif olduğu için belediyelerin bir kısmı, Demokrat Parti’ye geçmiştir. Tercih o yönde kullanılmıştır. Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle birlikte, belediyelerin fonksiyonlarında ve işlevlerinde bir artış meydana geliyor. Merkezi yönetimin uzantısı gibi görünmesi devam etse de, belediyenin işlevlerinde çok büyük bir artış oluyor. Kentleşme oranı yükseliyor ve kentlere yoğun göç var. Bu belediyeler üzerinde baskı yaratıyor ve belediyeleri işlevlerinde, fonksiyonlarında bir artış yaşanıyor. O süreç günümüze kadar, 80’li

50 Akademik Perspektif – Ocak 2015

yıllara kadar geliyor ve sonra tabi çok çeşitli düzenlemeler var. 1982 Anayasası, yerel yönetimler üzerinde idari vesayeti öngörüyor. Bu hususta düşünceleriniz nelerdir? Vesayet olmalı mı? Yerel yönetimlerin mantığında özerk olması yatıyor. Yerel yönetimlerin özerkliği deyince, iki tür özerklikten bahsediyoruz. İdari ve mali anlamda özerkliktir. 1982 Anayasası, merkezi yönetimin, yerel yönetimler üzerindeki vesayetini arttırmıştır. Ancak daha sonraki çıkarılan yasalarla birlikte, yerel yönetimlerin özerkliğini sağlama anlamında olumlu gelişmeler gerçekleştirilmiştir. Şu andaki Anayasamızın 127. Maddesine baktığımızda, bu maddenin mutlaka değişmesi lazım. Çünkü yerel yönetimlerin özerkliğinin önündeki en büyük engeldir. Yerel yönetimlerin tam anlamıyla özerk olmasının önündeki engeldir. Bunun kaldırılması, değiştirilmesi gerekiyor. Çünkü çoğu zaman kamuoyunda dile getirildiği gibi, yapılan yasal düzenlemelerin Anayasaya aykırılık teşkil ettiği ifade ediliyor. 82 Anayasamız, “il, belediye ve köy halkının, mahalli ve müşterek nitelikteki ihtiyaçlarını karşılamak üzere, karar organları seçmenler tarafından seçilerek oluşturulan kamu tüzel kişileridir” şeklinde belirtiyor. Ama yerel yönetimlerin özerkliğini biz kanunlardan anlıyoruz. Mesela, en son çıkan kanunlarda idari ve mali özerkliğe sahip olduğu vurgulanıyor. Ama Anayasamız, tabi ki ağır bir vesayet yönetimini koymuş durumda, bu vesayet belki kanunlarla bir miktar hafifletilmiş durumda diyebilirim. Büyükşehir Belediye sınırlarının, ilin tamamını kapsadığı yönündeki

değişiklikle ilçe belediyesi ile büyükşehir belediyesinin farklı partilerden olması sonucu, aralarında çeşitli anlaşmazlıklar oluşturdu. Buna örnek olarak Ankara Büyükşehir Belediyesi ile Çankaya Belediyesi arasındaki, kamuoyunun da yakından bildiği anlaşmazlıkları gösterebiliriz. Bu konuda neler söylersiniz? 5216 sayılı Büyükşehir Belediye yasasında, 2012 yılında bir değişiklik yapıldı. Bu yasa, 6360 sayılı yasadır. Bu yasayı biz kamuoyunda “bütün şehir yasası” diye biliyoruz. Yani, Büyükşehir’in görev alanı tüm ilin sınırlarına yaygınlaştırıldı. Önceden 16 il vardı, 13 il de 6360 sayılı yasayla büyükşehir belediyesi oldu ve son olarak Ordu’nun da eklenmesiyle, 30 Büyükşehir Belediyesi oldu. Ve büyükşehir belediyesinin sınırları genişletildi, tüm ilin mülki sınırları haline gelmiş oldu. Tabi, özellikle eskiden kurulan Ankara-İstanbul büyükşehir belediyelerine baktığımız zaman şunu görüyoruz, yönetimler arası ilişkilerde bir takım sorunlar var. 5216 sayılı kanun, bunu bir miktar gidermeye çalıştı. Ama büyükşehir ile ilçe belediyelerinin koordinasyon, uyum içerisinde çalışması gerekiyor. Proje ve programlarını buna göre yapması gerekiyor. Burada, büyükşehir belediyesinin, ilçe belediyeleri üzerinde yetkileri arttırıldı. Mesela, ilçe belediyesinin bir imar uygulama planını, büyükşehir belediyesi veto edebiliyor, böyle bir vesayet yetkisi var. Ama farklı siyasi partiler olduğu zaman, anlaşmazlıklar çıkabiliyor. Bunlar yargıya taşınıyor ve yargıdan uzun zaman cevap alınamıyor. Bu süreç sonuçta halka zarar veriyor. O yüzden, büyükşehir ve ilçe belediyeleri arasında uyumun sağlanması lazım. Her zaman büyükşehir belediye başkanı ve ilçe belediye başkanı aynı siyasi yelpazede olmayabilir. Bunun ilkelerinin daha açık ve net bir şekilde mutlaka yasal

51 Akademik Perspektif – Ocak 2015

düzenlemeyle belirlemek gerekir. Aksi taktirde, büyükşehir belediyesinin insiyatifine bırakılırsa, burada ilçe belediyeleri zarar görecektir. Tabi ilçe belediyelerinin de zaman zaman işi yokuşa sürdüklerini de görebiliriz. Mesela, büyükşehir belediyesi ile uyum içerisinde çalışması gereken konularda bu uyumu bozduklarını görebiliriz. Bu olayın tek taraflı olmadığını, iki taraflı olduğunu da ifade etmek gerekiyor. Avrupa Yerel Yönetimler özerklik şartına gelecek olursak, bu şart bize neyi anlatıyor? Ve AK Parti dönemi kapsamında, bu şartın uygulanması ne derece mümkün olmuştur? Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı, yerel yönetimin özerk olmasını gerektiren bir takım maddelerden oluşuyor. Türkiye bu şartı 1988’de imzalamıştır ancak 1992’de meclisten geçebilmiştir. Ancak, imzaladığı bu şartın bazı maddelerine çekince koymuştur. Bu çekincelerin sayısı oldukça fazlaydı ancak zamanla bunlar giderildi. Tabi en çok Adalet ve Kalkınma Partisi döneminde bu çekinceler giderildi. Mesela, 2004 ve 2005’teki yerel yönetim yasalarıyla birlikte bu çekincelerin bir kısmı giderildi. Birkaç örnek vermek gerekirse, yerel yönetimlerin idari ve mali açıdan özerk olduğu konusunda bir kanun düzenlemesi var. Yerel yönetimlerin birlik kurarken izin istemesi şartı konusundaki çekince kaldırıldı. Mesela, yerel yönetimler kendi iç yapılarını kendileri belirleyemiyordu. Ama şimdi iç yapılarını belirlerken, şu anda daha esnek hareket edebiliyorlar. Yurtdışı kuruluşlarla işbirliği yapmada çekinceler vardı. Bu çekinceler de giderildi. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartına yine çekincelerimiz devam ediyor ama bir çok çekincenin 2004 ve 2005’teki yasalarla giderildiği biliniyor. İdari ve mali özerklikten bahsettiniz.

Ülkemizde bazı kesimlerce, siyasi özerklik de tartışılır oldu. Buradan da federal bir yapı mevzu bahis oluyor. Sizce Türkiye’nin gelecek yıllarda federal bir yapıya geçmesi mümkün müdür? Biz yerel yönetimin idari ve mali özerkliğini kabul ediyoruz. Yani, tüzel kişiliğe sahip bir birimin, halka hizmet verirken idari ve mali açıdan özerk olması gerekir. Kendi harcamalarını kendisi yapabilmesi, gelirlerini kendisi toplayabilmesi, özerkliğin bir gereğidir. Yerel demokrasinin de aynı zamanda bir gereği olarak kabul edilir. Ancak, siyasal özerklik olgusu biraz daha farklıdır, bu tamamen üniter devlet yapısına terstir. Çünkü Türkiye üniter bir devlettir ve şu anda 1982 Anayasası’na göre, “Türkiye Devleti, ülkesi ve milletiyle bölünmez bir bütündür” ibaresi yer alır. Ancak siyasal özerklik, bu üniter yapıyı bozacak bir unsurdur. Dolayısıyla Türkiye’nin, belediyelere siyasal anlamda da özerklik vermesi demek, üniter yapıdan ayrılması anlamına gelir, bu da federal yapıya geçiş için de bir zemin hazırlar. Ancak bunun olabilmesi, Anayasal olarak şu anda Türkiye’de mümkün değildir. Çünkü Anayasamız, üniter bir devlet kurgusuyla oluşturulmuştur. Bu Anayasanın ilk 3 maddesi de değiştirilemez. Dolayısıyla, siyasal özerkliğin hukuken belediyelere verilmesi mümkün değildir. Ancak, fiiliyatta böyle bir şeye girişilirse, siyasal özerklik anlamında baktığımızda, bunun tabi yapılması doğru değildir. Belediyelerin tamamen siyasal anlamda özerk olması, kendi politika kararlarını verebilmesi, merkezi yönetiminin hiçbir şekilde vesayeti olmaması anlamına gelir ki, bu onların bağımsızlıklarını gösterir. Bu şu an için zaten mümkün değildir. Fiiliyatta bir takım şeyler olabilmektedir. Kamuoyunda, medyada bazen duyuyoruz. Bu nokta da merkezi yönetimin gerekli önlemleri ve tedbirleri alması gerekiyor. Belediyeler

52 Akademik Perspektif – Ocak 2015

sonuç olarak yerel demokrasilerin birimleridir. Halkın katılımını sağlayan kuruluşlardır. Ama bizim anayasal sistemimiz içerisinde olan kuruluşlardır. Bunu akıldan hiçbir zaman çıkarmamak gerekir. Doç. Dr. Özcan Sezer 1976 tarihinde Zonguldak’ta doğdu. İlk ve orta öğrenimini doğduğu şehirde tamamladı. 1998 yılında Abant İzzet Baysal Üniversitesi, Kamu Yönetimi bölümünden mezun oldu. Aynı Üniversite’de Yüksek Lisansını tamamladı (2001). 2002-2008 yılları arasında Gazi Üniversitesi’nde Doktorasını tamamlayan Özcan Sezer, 2009-2014 arasında

Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi’nde Yrd. Doç. Dr. olarak görevini sürdürdü. 2014 yılında Yerel yönetimler, Kent ve çevre politikası üzerine Doçentlik ünvanını aldı. Halen, Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölüm Başkanlığını yürüten SEZER, aynı zamanda Dekan Yardımcılığı görevini de sürdürmektedir. Ulusal ve uluslar arası dergilerde çok sayıda makaleleri yayınlandı. Son iki yılda verdiği dersler: Yönetim Bilimi, Anayasa Hukuku, Kamu İdarelerinde Stratejik Planlama ve Yönetim, Hukuk Devleti ve Kamu Mali Yönetimi, İdare Hukuku.

53 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Farklı Boyutlarıyla Oryantalizm ve Tarihe Yansımaları

Elif Özdemir*

Oryantalizm ile ilgili günümüze kadar farklı türde birçok tanım yapılmıştır. Peki, nedir bu Oryantalizm? Rönesans’tan bu yana var olan Oryantalizm, sadece masumane bir araştırma bilimi midir? Yoksa Batı’nın kendini dev aynasında gösterip Doğu’yu aşağılayan kasıtlı ideolojik bir disiplin midir? Bu konu günümüzde halen tartışılmaktadır.

Oryantalizm (Doğu bilimi) Edward Said’in tanımlamasıyla Avrupa’nın ideolojik önyargılarından oluşturulan bir Doğu imajıdır. E. Said gibi birçok düşünür değişik türde tanımlar yapmıştır Oryantalizm hakkında. Bu yazımız bu konunun derinine inmek ve çeşitli araştırmacı ve düşünürlerin görüşleri eşliğinde Oryantalizmin gayesini irdelemek ve aydınlatmak amacı taşımaktadır. Said’in Deyimiyle Sömürgeciliğin Keşif Kolu: Oryantalizm Aydınlanma Çağı’ndan itibaren gelişmeye başlayan Avrupa eski haçlı zihniyetini devam ettiriyordu. Daha açık bir ifadeyle Batı, haçlıların da emeli olan Doğu’nun zenginliklerine ulaşma gayesi taşıyordu. Coğrafi Keşifler ile başlayan, Sanayi İnkılabı ile yaygınlaşan sömürgecilik zihniyeti

haçlıların bu emellerini kendi bünyesinde sistemleştirmişti. Doğu’ya hakim olmak isteyen Batı, bu sömürgecilik faaliyetini illegal bir şekilde yapamazdı. Bu yüzden, bu durumu haklı çıkarmak için Doğu’nun kendini yönetmekten bile aciz olduğunu ve kendilerinin çok üstün olduklarını göstermeleri gerekiyordu. İşte böylece Batı bu gayesini gerçekleştirmek amacıyla bir fikir akımını ortaya çıkardı: Oryantalizmi… Oryantalizm yani E. Said’in tabiriyle “Sömürgeciliğin keşif kolu”… Madalyonun Öteki Yüzü: Misyonerlik Şunu da belirtmek gerekir ki sömürgeciliğin tek faaliyeti bu değildi. Sömürgeci zihniyetin bir başka ürünü olan misyonerlik faaliyetleri de mevcuttu. İşte bu iki akım (misyonerlik ve oryantalist akımı) birbirlerinin sırdaşı olacaktı.

54 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Misyonerlik ve Oryantalizm kendi deyimleriyle birbirlerinin can yoldaşı olmuşlardır. Buna en güzel örnek, 1842’de Boston’da kurulan American Oriental Society 68 kurucu üyesinin 16’sının American Board Örgütü’nde(Amerikan misyonerlik kurumu) aktif bir şekilde görev yapmış olmalarıdır. Misyonerin amacı ise Doğu’yu kendi içinde sindirmek yani Cemil Meriç’in ifadesiyle “Etnik bir toz” haline getirmekti. Bu sistemler oluşturulduktan sonra, Batı’nın bir de bu faaliyetlere resmi bir isim bulması gerekiyordu. Bunu ise 1815 Viyana Kongresi’nde ortaya atmıştır: Şark meselesi. Böylece sömürgecilik ve alt kolları olan Oryantalizm ve misyonerlik, bu şark meselesi dediğimiz kavram ile sistemleştirilip resmileştirilmiştir. Kısacası şark meselesi, kılıfını giydirdikleri kolonyalist yayılma ve ekonomik emperyalizm politikalarını gerçekleştirme fırsatını elde edecekleri siyasi bir oyundu. Oryantalizmde Said’e göre bu sömürge hayalini gerçekleştirmek için Batı, kendi hayali Doğusunu üretmiştir. “Ben ve diğerleri” ayrımından hareketle kendini dünyanın merkezine koyan Batı; Doğu kültürleri, medeniyetleri ve inançları etrafında başlattığı şarkiyat çalışmalarıyla kendi Doğusunu oluşturmuştur. Batı, aklı ve rasyonel düşünme yeteneği sayesinde insanlığın en ileri aşamasını temsil etmektedir. Aklını kullanma yeteneğinden yoksun olan, tarihin dışında yaşayan Doğu’nun kendi başına bu gelişmeleri gerçekleştirmesi mümkün değildir. Doğu, herkesçe bilinen şu özellikleriyle karakterize edilir: saplantı, değişememe, durağanlık. Sımsıkı bir şekilde geçmişe bağlı yaşar ve değişim düşüncesinden tiksinir. Ayrıca Batı; tembelliği, uyuşukluğu, günahkarlığı, cinselliğe düşkünlüğü ve zorbalığı temsil eden gayri medeni Doğu üzerinde söz hakkına sahiptir. Bu yüzden Said, Oryantalizmin sinsi bir oyundan başka bir şey olmadığını

ifade etmiştir. Oryantalizm böylece tarihin sayfalarında yer almış ve tarihin seyrini değiştirmiştir. Bu durumun böyle olmasında bilgili oryantalistlerin rolü büyüktür. Oryantalizmin Diğer Yüzü: Doğu’ya Hayranlık Aslında Oryantalizmin erken döneminde yaşayan oryantalistlerin tasvir ettikleri Doğu kültürü hakkında bir şey bilmedikleri, ortaya koydukları asılsız eserlerden anlaşılmaktadır. Ancak 19.yy’da Doğu’yu yakından tanıyan, Doğu dillerini ve kültürlerini en ince ayrıntısına kadar bilen oryantalistler de ortaya çıkmıştır. İlber Ortaylı’nın deyimiyle bazıları meşum karakterler olup, bazıları ise bu siyasi oyun kaygısı için değil sırf Doğu kültürüne hayran olan oryantalistlerdir. Meşum karakterlere örnek göstereceğimiz en büyük oryantalist ünlü Arabistanlı Lawrence’dır. Lawrence İngiltere’nin en iyi üniversitelerinde okumuş, Arapça, Farsça ve Türkçeye vakıf olan bir insandı. Hatta bunlarla yetinmeyip kadim tarihin kaybolmuş dilleri olan Aramca ve İbraniceye de hakimdi. İşte böyle bir filolog olan Lawrence, bu yeteneğini 1. Dünya savaşında Türklere karşı Arap bağımsızlığı için kullanmıştır. Ve buradaki nice katliama öncülük eden kilit isim olmuştur. Başka bir meşum karakter ise Snouck Hurgonje’dir. Kendisi sadece Arapçayı Farsçayı bilmekle kalmayıp Endonezya kültürüne bile vakıf olan birisiydi. Ama o da bu yeteneğini Hollanda sömürgesi olan Endonezya’daki halk ayaklanmasında Müslümanların aleyhine kullanarak göstermiştir. Ama elbette yukarıda vurguladığımız gibi bu Oryantalizm oyununa alet olmayan fakat Doğu Kültürüne hayran olup çalışmalar yapan araştırmacılar da mevcuttur.

55 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Şurası bir gerçek ki Oryantalizm, bilhassa 18 ve 19. Yüzyılda insanlığın gayreti, evine kapanması ve aşırı çalışkanlığı neticesinde ortaya çıkmış bir daldır. Radloff’un at, deve sırtında çok zor şatlarda uzak Sibirya’nın bozkırlarına dalışı, hiçbir şekilde sadece askeri bilgi ve casusluk faaliyetleriyle açıklanamaz. Merak ve saygının da çok büyük rolü vardır. Elbette George Jacop gibi bazı oryantalistler Sami dillerine olan sevgiden dolayı kendi mirasları Latince ve Yunancayı bile bir kenara itmişlerdi. Friedrich Rückert 18. Yüzyıl Almanya’sında yaşayan bir oryantalisttir. Kendisi İran edebiyatını araştırmış ve asıl önemlisi Kuran-ı Kerim’i Almancaya çevirmiştir. İran edebiyatından Hafız’ı çevirirken o dilin çeşnisini, güzelliğini verebilmek amacıyla ilk ve son defa aruz veznini Almancada kullanmıştır. Ayrıca bu şahıs kimsenin casusu falan değildir. Parayı da pek sevmediği ve ayrıca Berlin Üniversitesindeki kürsü teklifini bile şehirden nefret ettiği için reddettiği bilinmektedir. Ünlü Osmanlı tarihçisi ve İranist Joseph von Hammer de İran edebiyatını Batıya yetkiyle tanıtan bir kişiliktir. Hammer’in Doğu kültürüne derin bir saygısı vardır. O kadarki mezar taşında haç işareti yoktur. Viyana’da bulunan mezar taşı tamamen oryantal bir mezar taşıdır. Üzerinde Arapçayla “hüvelbaki” diye başlayan ve “Rahman olan Allah’ın merhametine sığınan, üç dilin tercümanı, müverrih Yusuf bin Hammer ” yazılıdır. Çağdaş ve ilmi Bizans araştırmalarının kurucularından Jacop Philip Fallmer, çok ilginç bir şekilde Osmanlı taraftarıdır. Ve Hammer’a hayrandır. 20. Yüzyılda İslam Medeniyetlerinin sadece tarihlerine değil siyasi haklarına bile hakkaniyetle yaklaşan Maxime Robinson, Claude Cohen ve Prof. Andreas Tietze gibileri de vardır. Özellikle

Ortaylı’ya Andreas Tietze’nin hazırladığı Türkçe’nin etimolojik lügatini yani kelimelerin kökenini gösteren lügatini şuanda Türkiye’de yapabilecek olan yoktur. Dolayısıyla bu insanlara casus, oryantalist yaftasını yapıştırmamak gerekir. İlber Ortaylı’nın yorumuyla “ Hiç kuşkusuz ki Türkler ve diğer alemler hakkında kötü işler yazmaya, kötü amaçlı bilgiler kullanmaya hazırlanan insanlara karşı uyanık olmalıyız. Ama bunun dışındakilere saygılı olmalıyız.” Kaynakça Akgündüz, Ahmet, Sarayda Harem, İstanbul: Hayat Yayın Grubu,2011. Çolak, İsmail, “Oryantalizm ve Şark Meselesi”, Semerkand, erişim tarihi: 12.08.2014, http://semerkanddergisi.com/sark-meselesi-ve-Oryantalizm/ Çoruk, Ali Şükür, “Oryantalizm Üzerine Notlar”, Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2007; 9(2):193-204 Danacıoğlu, Esra, “Amerikan Dokunuşu Mucizeler Yaratacaktır: Oryantalizm ve Osmanlı’da Amerikan Misyonerleri”, Toplumsal Tarih Dergisi, Oryantalizm Özel Sayısı,(119),2003: 90-94. http://tr.wikipedia.org/wiki/oryantalizm Meriç, Cemil, Bu Ülke, İstanbul: İletişim Yayınları, 1983. Ortaylı, İlber, Son İmparatorluk Osmanlı, İstanbul: Timaş Yayınları,2007. Said, Edward, Oryantalizm, Sömürgeciliğin Keşif Kolu, İstanbul: Pınar Yayınları,1991. Saygılı, Sefa, Dünyayı Aldatanlar, İstanbul: Elit-Kültür Yayınları,2012. Yıldırım, Hayri, Sömürgeci Batının Barbarlık Tarihi -2- ,İstanbul: Kumsaati Yayınları,2011.

* Elif Özdemir, Erzincan Üniversitesi, Hukuk

56 Akademik Perspektif – Ocak 2015

İç Güvenlik Sorunsalı: Emniyet Ve Jandarma Bütünleşmesi

Yakup Dalkılıç ve Doç. Dr. Ali Ayata*

Özellikle 2000'li yıllardan itibaren toplumun tüm kesimlerinde, kurumların yeniden yapılandırılmasının gerektiği fikri tartışmaya açılmış, sivilleşmenin ve demokrasiye teslim edilmiş güven ortamının tesis edilmesinin önemi üzerinde durulmuştur.

Özellikle 2000'li yıllardan itibaren toplumun tüm kesimlerinde, kurumların yeniden yapılandırılmasının gerektiği fikri tartışmaya açılmış, sivilleşmenin ve demokrasiye teslim edilmiş güven ortamının tesis edilmesinin önemi üzerinde durulmuştur. Son yıllarda Türkiye, Avrupa Birliği üyelik süreci sivilleşme hareketleri bağlamında bu mesajı doğru okumuş ve hükümet, bir politika olarak Cumhuriyet'in militarist unsurlardan ve devlet elitlerinin hegemonyasından kurtulmasını istemiş, halkın değerleriyle Cumhuriyet'in değerlerinin kaynaştırılmasının mücadelesi içine girmiştir. Cumhuriyet'in sivilleşmesinin yanında, farklı toplumsal kesimlere hizmet götüren devlet kurumlarının da sivilleşmesi zaruridir. Bu zorunluluk beraberinde çalışma alanlarının çeşitliliklerinden çok, benzer olanın birlikte

yürütülmesini gerekli kılmaktadır. İlgili tüm kuruluşların sürekli bir araya gelebilmeleri, farklı statüleri, farklı bağlantıları ve farklı mevzuatları sebebiyle konulara anında çözüm bulabilmeleri mevcut uygulamalar göz önüne alındığında mümkün olmamaktadır. Aynı konuda farklı kurumların görevli olması yazışmaları sayıca arttırmakta para, zaman ve insan gücü kaybına yol açmaktadır.1 Hizmet edilen kesimin hizmete ulaşmasında kısa, net ve makul bir yolun olması gerekmektedir. Günümüz demokratik yaşamı, darbeler sürecinin bitim noktası olarak tanımlayacağımız bir süreci ortaya

1 A. Nihat Dündar, İç Güvenlik Yönetiminde

Yeniden Yapılanma, Uluslar Arası Sempozyum: Avrupa Birliği Sürecinde Türk Polisi, Eylül 16-18 1996, (Ankara, 1996), s.70.

57 Akademik Perspektif – Ocak 2015

koymaktadır. Demokrasinin sık sık kesintiye uğraması, demokratik kültürün topluma mal olamaması, demokrasinin siyasetin dışındaki alanlarda da gözetilmesi gereken bir kültürel alışkanlık şeklinde algılanmaması, idari yapılanmanın ve mevzuatın çağdaş demokratik normlara göre revize edilememesi gibi birçok faktör zikredilebilir.2 Bu süreç içerisinde Türkiye'nin gerek kurumları ve gerekse sosyal yaşamı adına düzenlemesi gerekli olan yaptırımlarının yanında, hukuki birikimini de zamanın ruhuna uygun bir perspektiften değerlendirerek gerekli düzenlemeleri yapmakta geç kalmaması gerekmektedir. Bu bağlamda iç güvenlik sektöründe sivil gözetimin geliştirilmesinin yanında teknik ve hukuki anlamda yapılacak olan kurumsal yenilikler de iç güvenlik alanında önemli bir çalışmadır. İç güvenlik konusunda verimin arttırılması açısından JGK’nın, EGM’ ye devredilmesi ve bu bütünleşmenin tam olarak sağlanmasının ardından iç güvenlikte tek elden yönetimin sağlanması önem arz etmektedir. Türkiye'de genel iç güvenliğin sağlanması, iki farklı kolluk kuvveti tarafından gerçekleştirilmektedir. Genel kolluk kuvveti olarak görev ifa eden, Emniyet ve Jandarma Teşkilatının görev ve sorumlulukları, günümüz kanunlarında, görev yeri esasına göre tasnif edilmiştir. Emniyet Teşkilatı, (Polis) şehir merkezlerinde, Jandarma Teşkilatı (Jandarma) şehir merkezi dışında kalan alanlarda görevlerini ifa etmektedir. Güvenlik konusuyla ilgili olarak aynı türde hizmet üreten iki farklı kurumun var olması, kurumsal yapılarının tamamlanmasında, kamu hizmetinin sürdürüleceği kamu hizmet binalarının israfı, kamuya ait gider ve masrafların

2 Ali Ayata, “Türkiye Usulü Avrupa Birliğine

Yakınlaşma”, Akademik Araştırmalar Dergisi, (2009): s.35.

artması, gereksiz alt yapı giderleri, ulaşım, iletişim vb. alanlarda devletin zarar etmesine sebep olmaktadır. Bu sebeplerden dolayı kurumlar arası bütünleşme tartışmaları, Emniyet ve Jandarma Teşkilatı açısından uzun yıllardır varlığını sürdürmektedir. Kolluk kuvvetleri ortak kanunlarla hareket etmekte, kır kent ayrımı dışında yapılan işlemler birbirlerinin aynı nitelik göstermektedir. Ancak Emniyet ve Jandarma Teşkilatı, iş ve işlemlerini sürdürebilmek adına personel ihtiyaçlarını farklı yöntemlerle karşılamaktadırlar. Kolluk kuvveti görevini ifa etmekte olan kurumların personel ihtiyaçlarının çok çeşitli birimlerden karşılanması uygulamada sorunları beraberinde getirmekte, farklı eğitim yöntemleri ile yetiştirilen personel farklı tutum ve davranış sergilemektedir. Kurumlar Arasi Bütünleşme Ve İçişlerinde Güvenliğin Tek Elden Yönetimi Bilindiği ibi iç güvenlik alanı profesyonel yaklaşımları gerekli kılar. İç güvenlikle ilgili olarak pratik yöntemlerin olmaması geri dönüşü olmayan sonuçlarla karşılaşılmasına sebep olur. Yukarıda bahsetmiş olduğumuz yerindelik esasına dayalı olarak hizmetin sürdürülmesi; güvenlikle ilgili vatandaş odaklı hizmet anlayışının zaman zaman sekteye uğramasına sebep olmaktadır. Bunlar belli başlı sorunları beraberinde getirmektedir. Başlıca problem olarak 153, 155 ve 156 gibi güvenlikle ilgili olan iletişim numaralarının vatandaşta oluşturduğu karmaşık etkidir. Yaşamış olduğu bir sorunla ilgili olarak vatandaş iletişime geçmesi gerekli olan sorumluluk noktası hakkında emin olamamakta, ihbarla ilgili bilgi aktarımının net sağlanması zorlaşmaktadır. Hizmet sunulan alan noktasında, iki farklı kurumda aynı hizmeti,

58 Akademik Perspektif – Ocak 2015

vatandaşa karşı sunmaktadır, tek tip hizmet için tek bir örgüt oluşturulmalı ve görev alanlarının ayrılmasının ortaya çıkardığı anlaşmazlıklar, personelin değişik şekilde yetiştirilmesinden kaynaklanan sorunlar ve farklılıkların ortadan kaldırılması gerekmektedir.3 Kolluk görevi ifa etmekte olan kurumlarımıza ilişkin olarak, diğer bir görüş ise, Jandarma Genel Komutanlığı"nın ülke genelinde yaygınlaştırılmasıyla, teşkilat oluşumunu tamamlaması ve iç güvenlik alanında tek kurum halini almasıdır. Bu alanda hizmet sunmakta olan Jandarma Teşkilatının iki farklı emir altında tutulmasının olanaksız olmasından dolayı, birleştirilmesi ve güvenlik alanında tek bir çatı olarak tanınması gerektiğini savunulmuştur.4 Sonuç ve Değerlendirme Kolluk kuvveti olarak görev yapan ve bu alanda ortak hizmet üretmekte olan iki kurumun varlığı devlet olanaklarının israfına ve vatandaşa hizmet sunulmasında, vatandaşın karmaşaya düşmesine sebep olmaktadır. Yapılacak olan çalışmalarla; Jandarma Teşkilatının, Emniyet Teşkilatına gerekli uyumlaştırma çalışmalarının ardından devredilerek yeni bir oluşum esasına dayanılarak, çıkarılacak yeni kanunlar çerçevesinde iç güvenlik kurumunun tek elden yönetilmesi sağlanmalıdır. Zira iç güvenlik, çok katmanlı bir karar aşamasının hantallaştıracağı bir sistemdir. Kolluk kuvveti olarak görev yapmakta olan kurumlarımızın bugün uymak ve uygulamak zorunda oldukları yüzlerce kanun bulunmakta olup, bu kanunlar 3 İçişleri Bakanlığı, İdari Reform Danışma Kurulu

Raporu, İdarenin Yeniden Düzenlenmesi İlkeler ve Öneriler (Ankara: Todai Yayınları, 1972), s.78. 4 Emniyet Genel Müdürlüğü, Zabıtanın

Birleştirilmesi Hakkında Bugüne Kadar Yapılan Hazırlık ve Tekliflerin Tetkikine Dair Rapor (Ankara: Kanaat Basımevi, 1947), s.3.

kurumlarımızın çalışmalarını imkansız hale getirmektedir. Kolluk kuvvetlerimiz görevlerinin ifasını gerçekleştirmede tıkanıklık yaşamaktadır. Türkiye'nin bu dönüşümü başarıyla tamamlayabilmesi için, bugün var olan yenilik anlayışı yeterli durumdadır. Türkiye'nin yenilenmesinin, toplumsal beklentilerinin AB'nin beklentileri çerçevesinde, gerçekleştirilmesi ve bütünleşmesinin sağlanabilmesi açısından iki kolluk kuvveti kurumunun da birleştirilmesi önemlidir. Diğer bir yandan Türk toplumunun da sahip olduğu yenilik isteği, bu yönüyle eşgüdümleme çalışmalarını hem zorunlu kılmakta, hem de daha gerçekleşebilir bir nitelik göstermektedir. Türkiye'nin bulunduğu süreçten daha demokratik, ilerlemiş ve insan hakları odaklı bir yapıya kavuşabilmesi için kurumlar arası bütünleşme olanakları gözden geçirilmelidir. Bireylerin de, toplu halde yaşayanların da temel ihtiyaçları güvenliktir. Bu ihtiyaç arzu edilen şekilde karşılanmayınca diğer ihtiyaçlar, ihtiyaç olarak ortaya çıkmaz. Bu sebeple yapılacak ilk iş kişilerin can ve mal güvenliğini sağlamaktır5. Sivilleşme kavramından ayrı olarak düşünülemeyecek olan bu çalışma alanı, aynı yönde hizmet üreten kurumların ortak çatı altında toparlanmasıdır. Kurumları açısından, AB beklentileri içinde sivilleşmesini sağlaması gerekli olan Türkiye'nin iç güvenliğiyle ilgili askeri niteliği ağır basan tüm unsurları, alanında uzman olan yeniden şekillendirilmiş bir kuruma devretmesi gerekmektedir. Türkiye'nin siyasal tarihinde Jandarma Teşkilatı adına "askeriyenin vatandaşa değen eli" olarak nitelendireceğimiz bir kurumun, dönüştürülmesi, reforme edilmesi ve kanun yönünden oluşturulacak bir kurum 5 Dündar, s.70.

59 Akademik Perspektif – Ocak 2015

varlığıyla, yeni bir kurumun ortaya çıkarılması acil bir ihtiyaçtır. İşte bu ve benzeri gerekçelerle diyoruz ki; benzeri hizmetler birleştirilmeli, benzer ve işbirliği gerektiren hizmetlerin ve teşkilatların aynı makama bağlaması sağlanmalıdır.6 Son olarak; askeri nitelikte olmak, askeri unsurların ülke içinden gelecek olan tehlikelerden ziyade, ülkeyi dış tehlikelere karşı korumayı gerektirir. Nitekim Türkiye'nin siyasi tarihi içerisinde demokrasiye hançer vurmak diye nitelendireceğimiz darbe süreçlerinde yapılan baskılar uygulanan rejimler, öncesinde askeri unsurlarca yapılmış olup, ardından Jandarma kuvvetleriyle devamı ve kalıcı olması sağlanmıştır. Değim yerinde ise JGK, Genel Kurmayın sivil olana yani vatandaşa dokunan eli niteliğindedir. Askeri unsurların vatandaş üzerinde zorlayıcı nitelik olarak kullanılması demokrasi açısından kabul edilemez bir durumdur. Tüm bu çıkarımlara baktığımızda kanaatimizce askeri kimliğin, dışında demokratik niteliklerle anılması gerekli olan Türkiye’nin yapacağı çalışmalarda öncelikli olarak; Jandarma Teşkilatını, askeri bağlılık noktasında tam olarak iç güvenlik kurumu haline getirerek, kurumsal bütünleşmesinin tamamlanmasıyla İç güvenlikte birlikteliği sağlaması esastır. Değişen dünyada, gelişen Türkiye’nin bu anlamı ile başarıyı elde edeceğinden şüphemiz bulunmamaktadır. * Yakup Dalkılıç, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, Yüksek Lisans Öğrencisi. * Doç. Dr. Ali Ayata, Bilecik Şeyh Edebali Üniversitesi, Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümü, İİBF, Dekan Yardımcısı, Öğretim Görevlisi

6 Dündar, s.71.

60 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Türkiye Dış Politikasında Geçtiğimiz Ay

Hazırlayan: Caner Akkaya

01 Aralık 2014: Rusya Federasyonu Devlet Başkanı Vladimir Putin ülkesinin 10 bakanı ile birlikte, Türkiye-Rusya Üst Düzey İşbirliği Konseyi’nin 5. Toplantısı’na katılmak için Türkiye’ye bir ziyaret gerçekleştirdi. Gerçekleştirilen bu ziyaret ve görüşmeler sonucunda organize edilen basın toplantısında çeşitli konularda açıklamalar yapıldı. Türkiye topraklarında bir doğalgaz dağıtım merkezi kurulması hedeflenen ‘Güney Akım’ projesi ile ilgili olarak, Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan; "Bugüne kadar 'Güney Akım' diye geçen ama şu ana kadar şu veya bu nedenlerle engellenen süreçte de bizler bu akşam yaptığımız görüşmelerle dayanışma içerisinde, herhangi bir hukuki neticesi olmayan ama ön mutabakatla tarafların bir çalışma yapıp, süratle kısa zamanda neticelendirip bu ön mutabakatı daha sonra kesin bir mutabakata çevirmek suretiyle bir adım atacağız. Bu adımdan Türkiye olarak doğalgaz açığımızda bizler istifade edeceğimiz gibi Yunanistan

sınırında, Türkiye topraklarında bir dağıtım merkezi, bir hat oluşturmayı ve oradan talep neyse bu talebe göre o merkezden cevabın verilmesi noktasında da bir ön mutabakatımız var" dedi.1 Ayrıca, güvenlik konusunda tartışmalara açık olan ve inşasının tamamlanması halinde Türkiye’nin ilk nükleer enerji kaynağı olacak Akkuyu Nükleer Enerji Santrali2 ile ilgili detaylı bir çalışma yapıldığı açıklandı. Vladimir Putin, Türkiye’nin enerji ihtiyaçlarının karşılanması için Mavi Akım Boru Hattı’nın kapasitesinin artırılması konusunda mutabakata varıldığını bildirdi. Türkiye’nin talebi üzerine 3 milyar metreküp ilave gaz sağlanması kararlaştırıldı. Putin doğalgaz fiyatlarında indirime gidileceğini ise; "Türk ortaklarımızla enerji işbirliği ile ilgili, 1

1 http://www.dunyabulteni.net/dis-

politika/315904/erdogan-esad-rejimi-gitmeden-sonuc-alinmaz erişim tarihi: 20.12.2014 2 Bkz:

http://tr.wikipedia.org/wiki/Akkuyu_N%C3%BCkleer_Enerji_Santrali erişim tarihi: 20.12.2014

61 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Ocak itibarıyla doğalgaz fiyatlarında yüzde 6 indirim sağlayacağız. Buna yönelik görüşmelerimiz devam edecek"3 sözleriyle açıkladı. Erdoğan ve Putin, Suriye ve IŞİD konularıyla ilgili olarak ise; Suriye topraklarında bir kaos olduğu konusunda hemfikir olunduğunu fakat çözüm aşamasında fikir ayrılıklarının yaşandığını dile getirdi. Fikir ayrılıklarının yaşanması sebebiyle bu konuda çözüm yolları ile ilgili kesin açıklama yapılmadı. 01 Aralık 2014: Türkiye, uluslararası finansal istikrarın sağlanmasına ilişkin çalışmalar yapan G20 (Group of 20)’nin dönem başkanlığını devraldı. Türkiye’nin başkanlığı döneminde; güçlü, sürdürülebilir ve dengeli büyüme, altyapı yatırımları, finansal düzenlemeler, uluslararası finansal mimari, uluslararası vergi konuları, enerji, uluslararası ticaret, istihdam, iklim değişikliğinin finansmanı, kalkınma ve yoksullukla mücadele olmak üzere 11 temel tartışma konusu ele alınacak.

Dönem başkanlığının devralınması sebebiyle açıklama yapan Başbakan Yardımcısı Ali Babacan; G20 ülkelerin dünya ticaretinin yüzde 75'ini, ekonomisinin yüzde 80'ini ve nüfusun üçte ikisini oluşturduğunu belirterek, 2015 döneminde Türkiye'nin mevcut gündem tartışmalarının yanı sıra yeni tartışma alanlarında da öncü olacağını belirtti. Bu konuları ise; "Kapsayıcılık (inclusivity), uygulama (implementation) ve yatırım (investment); bundan sonra kısaca İngilizce kelime anlamlarından yola çıkarak 3i diyeceğimiz üç kelime, Türkiye'nin dönem başkanlığını anlatan üç kelime olacak...Bu üç özel başlıkta KOBİ'lerin yanı

3 http://www.dunyabulteni.net/dis-

politika/315904/erdogan-esad-rejimi-gitmeden-sonuc-alinmaz erişim tarihi: 20.12.2014

sıra az gelişmiş, geliri düşük G20 üyesi olmayan ülkelere de dikkat çekeceğiz."4 sözleriyle ifade etti. 06 Aralık 2014: Başbakan Ahmet Davutoğlu, Türkiye-Yunanistan Yüksek Düzeyli İşbirliği Konseyi Toplantısı için 9 bakan ile birlikte Yunanistan ziyaretinde bulundu. Yapılan görüşmeler sonrasında, hükümetler tarafından ortak bildiri yayınlandı. Bu bildiriye göre; Taraflar, enerji alanında, bilhassa doğalgaz boru hatları ve elektrik enterkonneksiyon5 ağları konusunda ikili ve bölgesel işbirliğini daha da geliştirilmeyi hedeflemektedir. Turizm alanında; işbirliğinin her iki ülke için büyük önem taşıdığı belirtilerek, ortak projeler üzerinde çalışılmasının ve önemli deniz aşırı pazarların hedeflenmesinin güçlü bir şekilde teşvik edilmesi gerektiğine dikkat çekilerek, şu ifadelere yer verildi:

"Her iki ülke ayrıca, basitleştirilmiş giriş uygulamaları altında belirli Türk sahil bölgelerinden doğu Ege’deki yedi Yunan adasına kısa süreli kalış öngören turist ziyaretlerini kolaylaştırmayı amaçlayan Türk-Yunan Projesi'nin (1 Nisan 2014-31 Ekim 2014) sonuçlarını memnuniyetle karşılamaktadır. Taraflar, zor ve karmaşık sorunlar yaratan yasadışı göçle mücadele ve Türk-Yunan Geri Kabul Protokolü’nün etkili, etken ve süratli uygulanmasının teminine yönelik çabaların artırılması hususundaki mutabakatlarını yinelemektedir. Her iki ülke ayrıca karşılıklı yetkili makamları arasındaki işbirliğini geliştirerek, insan ticareti ve organize

4

http://www.cnnturk.com/haber/ekonomi/genel/turkiye-g20-donem-baskanligini-devraldi erişim tarihi: 20.12.2014 5 Enterkonneksiyon: İletim ve dağıtım sistemlerinin

toplamından oluşan ulusal elektrik sisteminin diğer bir ülkeye ait elektrik sistemine bağlanması

62 Akademik Perspektif – Ocak 2015

suçlarla mücadele çerçevesindeki çabalarının artırılması hususunda anlaşmaktadır. Her iki taraf, Türk-Yunan ve Türkiye-AB ilişkilerine olumlu etkileri olacak Türkiye-AB Geri Kabul Anlaşması'nın imzalanması (16 Aralık 2013) ve yürürlüğe girmesi (1 Ekim 2014) ile Vize Serbestisi Diyalogu’nun başlatılmasını memnuniyetle karşılamaktadır."6

Terörle mücadele konusunda ise; Uluslararası işbirliğinin, tüm şekilleri ve tezahürleriyle terörizm belasıyla mücadelede tesirli olduğuna dikkat çekilen bildiride, "Bu amaçla, iki ülke Suriye ve Irak’taki durumdan kaynaklanan terörist tehditle mücadeleye yönelik küresel koalisyon çerçevesi de dahil olmak üzere, geniş bölgenin istikrarı için bu büyük sınamaya karşılık verilmesi amacıyla işbirliğinin artırılması yönündeki kararlılıklarını yinelemektedir"7 ifadesi kullanıldı.

08 Aralık 2014: Ahmet Davutoğlu, Türkiye-Polonya ilişkilerinin 600. Yılı Kapanış Etkinliği kapsamında Varşova'ya bir ziyaret gerçekleştirdi.

Etkinlik kapsamında konuşma yapan Polonya Başbakanı Eva Kopacz; turizm konusunda vatandaşlarını Türkiye için teşvik ettiklerini belirtti. Polonyalı turistler için Türkiye'nin sadece yaz turizmi için değil kış turizmi için de iyi bir tercih olacağını söyleyerek. ‘’Giden vatandaşlarımız ülkenize para bırakacak’’8 dedi.

6 http://www.aa.com.tr/tr/turkiye/431602--

iliskiler-daha-da-gelistirililecek erişim tarihi: 20.12.2014 7 http://www.aa.com.tr/tr/turkiye/431602--

iliskiler-daha-da-gelistirililecek erişim tarihi: 20.12.2014 8 http://www.milliyet.com.tr/turkiye-ile-polonya-

arasinda-gundem-1981343/ erişim tarihi: 20.12.2014

Polonya Başbakanı’nın bir diğer değindiği nokta Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne üyeliği oldu, bu konuda Türkiye’ye desteklerini; Türkiye'nin AB üyeliğine destek vermeyi sürdüreceğiz ve Türkiye'nin AB'deki Büyükelçisi olacağız’’ sözleriyle açıkladı.

Davutoğlu ise konuşmasında; ‘’Polonya ile gerçekleştirilen temaslar sonucunda vizeleri kaldırma kararı aldık’’9 açıklamasında bulundu. Ayrıca, Polonya'dan THY seferlerinin arttırılması ve AB'nin Şengen vize uygulamasının kaldırılmasına destek konusunda söz aldıklarını belirtti.

19 Aralık 2014: Türkiye ile Hırvatistan arasında ‘’Avrupa Birliği konularında işbirliği yapılmasına yönelik mutabakat zaptı10’’ imzalandı. Buna göre; Türkiye'nin AB üyelik sürecinde mevzuat uyumu ile idari ve kurumsal kapasitenin geliştirilmesi amacıyla iki ülke arasında işbirliği ve tecrübe paylaşımı, düzenli istişareler yapılmasını, ayrıca uzman değişimi ve ortak eğitim programları düzenlenmesini öngörülüyor.

Hırvatistan Başbakan Birinci Yardımcısı ve Dış ve Avrupa İşleri Bakanı Pusiç; "Bu belge, hem ilişkilerimizi ve hem de ülkelerimizdeki Avrupa standartlarını ilerletmeye ilişkin birlikte çalışmak konusundaki ortak temayülümüzün işaretidir"11 şeklinde konuştu. Ayrıca Türkiye’nin AB üyeliği sürecini desteklediğini dile getirdi.

9 http://www.milliyet.com.tr/turkiye-ile-polonya-

arasinda-gundem-1981343/ erişim tarihi: 20.12.2014 10

Mutabakat zaptı: İki ülke arasında karşılıklı olarak eğitim, kültür, spor, ekonomi ve hukuk alanlarında yapılacak programlar ile bunlara ilişkin uygulamaların onaylandığı ön anlaşma. (Türk Dil Kurumu güncel sözlük) 11

http://www.dunyabulteni.net/dis-politika/317443/turkiye-ile-hirvatistandan-ab-anlasmasi erişim tarihi: 24.12.2014

63 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Avrupa’da Geçtiğimiz Ay

Hazırlayan: Selin Duran

4 Aralık 2014: UEFA Uluslar Ligi Başlıyor UEFA, Ukrayna'dan tek taraflı bağımsızlık ilan ederek Rusya'ya bağlanma anlaşması imzalayan Kırım yönetimine bağlı 3 futbol takımının, yeni yıldan itibaren Rusya Futbol Birliği (RFS) tarafından düzenlenen karşılaşmalarda yer almasını yasakladı. UEFA'dan yapılan yazılı açıklamada, İsviçre'nin Nyon şehrinde yapılan yönetim kurulu toplantısında alınan karar gereği, Kırım yönetimine bağlı SKChF Sevastopol, Zhemchuzhina Yalta ve Tavria Simferopol takımlarının 1 Ocak 2015 tarihinden itibaren RFS tarafından düzenlenen futbol organizasyonlarında yer alması yasaklandı. Açıklamada ayrıca, RFS'nin UEFA ve Ukrayna'nın onayı olmadan "özel bölge" olarak ilan ettikleri Kırım'da herhangi bir futbol müsabakası düzenleyemeyeceği bildirildi. Diğer yandan, UEFA'nın Kırım'da futbolun gelişmesine yardımcı olmak için finansal destek sağlayacağı da belirtildi. RFS, Ukrayna'dan tek taraflı bağımsızlığını ilan eden Kırım yarımadasının SKChF Sevastopol, Zhemchuzhina Yalta ve Tavria Simferopol takımlarının bu sezon kendi

liglerine dahil edildiğini açıklamıştı. Ukrayna Futbol Federasyonu ise Ukrayna'nın kendi bölgesi olarak iddia ettiği bir bölgede Rusya'nın böyle bir hakka sahip olamayacağını savunarak UEFA'ya itirazda bulunmuştu. Öte yandan UEFA Yönetim Kurulu toplantısında, daha önce hayata geçirileceği açıklanan Uluslar Ligi'nin formatı ve takviminin onaylandığı duyuruldu. Futbolda milli maçlara ilginin artırılmasının amaçlandığı Uluslar Ligi'nin ilki, 2018 yılının Eylül ile Kasım ayları arasında düzenlenecek. UEFA'ya üye 54 ülkenin 4 kümeye ayrılacağı ligde, kulüp müsabakalarında olduğu gibi düşme ve çıkma heyecanı da yaşanacak. Bu arada, elemeler vasıtasıyla Avrupa Şampiyonası'na kalamayan ülkeler arasından dördü, Uluslar Ligi'ndeki play-off maçları sonrasında turnuvaya katılabilecek. 15 Aralık 2014: İspanya’dan Esad’a Çağrı Avrupa Birliği Dışişleri Bakanları toplantısı için Belçika’nın başkenti Brüksel’de bulunan İspanya Dışişleri Bakanı Jose

64 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Manuel Garcia-Margallo düzenlediği basın toplantısında, Suriye’de devam eden iç savaşı durdurmak için Esad’ın da yer alacağı bir barış görüşmesinin artık şart olduğunu söyledi. İspanyol Dışişleri Bakanı Maragallo, toplantıda üye ülke bakanlarına Suriye’de barışın sağlanması açısından Esad rejiminin önemine değindiklerini belirterek bu konuda tüm ülkelerden olmasa bile çoğundan destek aldıklarını savundu. Maragallo, Esad’in barış görüşmelerine katılabileceğini ancak, Suriye’nin gelecekteki inşasında yer almasını sakıncalı bulduklarını ifade etti. Suriye sorununa askeri açıdan çözüm bulunamadığını vurgulayan İspanyol Bakan, "Madem askerler çözüm olamıyor o zaman bırakın bu konuya siyasi çözüm bulalım, Esad bu sorunun önemli ve yasal bir parçasıdır, nüfusun yüzde 11’inin yasal temsilcisidir, yıllardır bu ülkenin hem askeri hem de siyasi kontrolünü elinde bulundurmuş kişidir" dedi. Jose Manuel Garcia-Margallo, AB’nin Irak’da Saddam rejimine karşı yaptığı hatayı Suriye’de Esad rejimine karşı yapmaması gerektiğini ileri sürerek, "Üç buçuk yıldır Esad’ın gitmesi için savaş halindeyiz, görünen o ki ufukta da bir barış görünmüyor, bu savaşın devem etmesi sadece IŞİD’e yaradı" diye konuştu. 15 Aralık 2014: İngilizlerin %42’si AB’den Ayrılmak İstiyor İngiltere'de yapılan bir kamuoyu araştırması, halkın yüzde 42'sinin ülkenin Avrupa Birliği üyeliğinden ayrılması gerektiğini düşündüğünü ortaya koydu. OnePoll adlı araştırma şirketinin ITV televizyon kanalı için olası bir AB üyeliği referandumuna ilişkin 2 bin kişiyle yaptığı anketin sonucuna göre, katılanların yüzde 42'si İngiltere'nin AB'den ayrılmasını isterken, yüzde 31 üyeliğin devam etmesi gerektiğini söyledi. Ankette ayrıca katılımcılara, AB ülkelerinden İngiltere'ye gelen göçmen sayısına yönelik uygulanmak

istenen kısıtlama da soruldu. Çıkan sonuca göre, ankete katılanların yüzde 60'ının AB'den gelen göçmen sayısına getirilecek olası bir sınırlamaya destek verdiği ortaya çıkarken, katılımcıların yaklaşık yüzde 25'i AB'den gelerek İngiltere'ye yerleşmek isteyen göçmenlerin sayısına herhangi bir kısıtlama getirilmeden uygulamanın bütünüyle engellenmesi gerektiğini savundu. Öte yandan, ankete katılanların yüzde 61'i, İngiliz vatandaşlarının diğer AB ülkelerinde serbestçe iş arayarak, yaşayabilmeleri gerektiğini dile getirdi. İngiltere'nin Muhafazakar Partili Başbakanı David Cameron gelecek yıl mayıs ayında yapılacak genel seçimi kazanması halinde, AB ile ilişkilerde müzakereler yürütülmesini ve bu müzakerelerin sonunda 2017 yılına kadar İngiltere'nin 1973 yılından bu yana sürdürdüğü AB üyeliğiyle ilgili referanduma gidilmesini istiyor. AB'nin reforma ihtiyacı olduğunu savunan Cameron, yürütülecek müzakere konularından birinin de serbest dolaşıma ve göçe sınırlama getirilmesi olması gerektiğini ifade ediyor. 18 Aralık 2014: Ukrayna: Avrupa’nın En Güçlü Ordusunu Kuracağız Ukrayna Milli Güvenlik Kurulu Sekreteri Alexander Turçinov, Rusya ile olası bir savaşa karşı Avrupa'nın en güçlü ordusunu kurmak istediklerini söyledi. Ukrayna’da AB yanlısı Cumhurbaşkanı Petro Poroşenko’nun atadığı Milli Güvenlik Kurulu’nun yeni sekreteri Alexander Turçinov, Rusya’ya karşı olası bir savaş için Avrupa’nın en güçlü ordusunu kurmak istediklerini söyledi. Deutsche Welle'de yer alan habere göre, Ukrayna’nın mevcut ekonomik sorunlarında bakmaksızın vurucu gücü yüksek bir orduya ihtiyacı olduğunu söyleyen Turçinov, örnek olarak Rusya’nın ilhak ettiği Kırım yarımadasının geri

65 Akademik Perspektif – Ocak 2015

alınmasını Rusya ile olası bir savaş nedeni saydı. Turçinov, Ukrayna ordusunun, ülkenin doğusunda Rusya yanlısı ayrılıkçıların kontrolündeki bölgeleri de kurtaracağını söyledi. Meclis eski başkanı olan ve şahinler cephesinde yer alan Turçinov, muharip birliklere ek olarak 100.000 yedeğin askere alınacağını da belirterek, “Savaşımız, Kırım Özerk Cumhuriyeti dahil Ukrayna’nın tüm bölgeleri kurtarılana kadar sürecek” diye konuştu. Ukrayna yönetimi diğer yandan tarafsızlık statüsünü terk etmeye hazırlanıyor. Devlet Başkanı Petro Poroşenko, Polonya ziyareti sırasında yaptığı açıklamada Ukrayna’ya döndükten sonra ülkesinin tarafsızlık statüsünün sona erdirilmesi için meclise başvuracağını bildirdi. Ukrayna’nın Avrupa ile bütünleşme çabalarını vurgulayan Poroşenko, Kırım’ın ilhakı ve Ukrayna’nın doğusundaki ayrılıkçılar nedeniyle Rusya’yı eleştirerek, uygulamada savaş hali içinde bulunduklarını kaydetti. Bağlantısızlar Grubu’nda gözlemci ülke olarak yer alan Ukrayna, NATO’ya üye olmak istiyor. Ukraynalı yetkililer, bu şekilde milyarlarca euroluk mali yardım, askeri destek ve Batı’dan silah yardımı gelmesini umuyor. 19 Aralık 2014: AB’de Obezite Engel Sayıldı Avrupa Birliği Adalet Divanı, obezitenin sebep olduğu ayrımcılığı önlemek amacıyla, obezlerin engelli yasalarından yararlanabileceği kararına vardı. Obezitenin bir sakatlık belirtisi olmadığını, ancak obezlerin iş göremeyecek duruma ulaşmaları halinde engelliler statüsünde değerlendirileceği vurgulandı. Eşit çalışma koşullarını sağlamlaştırmak isteyen Avrupa Birliği, obez çalışanların işten çıkarılmasının önüne geçmeye çalışıyor. Konu, 158 kilo ağırlığındaki Danimarkalı çocuk bakıcısı Karsten Kaltoft’un obez olduğu için işten

kovulmasıyla gündeme geldi. Kaltoft, bakıcılığını üstlendiği çocukların ayakkabısını bağlamak için eğilememesi nedeniyle kovulduğu ve ayrımcılığa uğradığı gerekçesiyle şikayette bulundu. Danimarkalı adam, konuyla ilgili olarak işverenine dava açtı. Davanın da açılması ile yetkililer harekete geçti. 23 Aralık 2014: Avrupa Piyasaları Yunanistan’ı Kaygıyla İzliyor Avrupa piyasaları, Yunanistan iç politikasını yeniden kaygıyla izlemeye başladı. Yunanistan'da cumhurbaşkanlığı seçimleri bir iktidar mücadelesinin aracına dönüştü. Mevcut hükümet, cumhurbaşkanı adayını seçtiremezse ülke genel seçimlere gidecek. Ancak genel seçimlerde, kurtarma programına karşı olmasıyla bilinen Syriza iktidara gelebilir. Uzmanlar meselenin, Euro Bölgesi'nde devlet tahvili alınmasına çok yaklaşıldığı bir dönemde Yunanistan sorununun, Avrupa Merkez Bankası (AMB) politikası üzerindeki olası etkileri olduğuna dikkat çekiyor. AMB Başkanı Mario Draghi'nin devlet tahvili alım programını gelecek yıl açıklayacağına yönelik spekülasyonlar artıyor. Ancak Yunanistan nedeniyle devlet tahvili alımının ertelenmesi, Avrupa hisselerinde rallinin başlamadan bitmesine yol açabilir. Avrupa hisse senetlerinde volatilite beklentileri aralık ayında yükseldi. Yüzde 27 tırmanan volatilite endeksi Vstoxx, son iki yılın en büyük yükselişini yaşadı. Yunanistan Başbakanı Antonis Samaras, mecliste geçen hafta ve bugün yapılan ilk iki turda adayını seçtiremedi. Yunanistan cumhurbaşkanının ilk ve ikinci turda seçilmesi için meclisin üçte ikisinin desteği gerekiyordu. Toplam üç kez yapılacak oylamada cumhurbaşkanı seçilmezse ülke genel seçimlere gidecek. İktidar partisinin cumhurbaşkanını seçtirememesi muhalefetteki Syriza partisini

66 Akademik Perspektif – Ocak 2015

güçlendirecek. Syriza, Yunanistan'ın borçlarının silinmesini savunuyor. Olası genel seçimlerde, Yunanistan'ı kurtarma planını destekleyen politikacıların kaybedeceği kaygısıyla Yunan borsası dibe vurdu. Bu ay başında yüzde 20 gerileyen Yunanistan’ın ase endeksi, 1987'den beri en büyük haftalık düşüşünü yaşadı. 26 Aralık 2014: İngiliz Times Gazetesine Göre Yılın Kişisi Merkel İngiliz Times gazetesi, Almanya Başbakanı Angela Merkel'i yılın kişisi seçti. "Tehlikeli adamlarla dolu dünyada ihtiyacımız olan kadın" başlığıyla Merkel'i yılın kişisi seçtiğini duyuran gazete, Angela Merkel'in özellikle Ukrayna krizi sırasında Avrupa'nın istikrarı için oynadığı önemli role dikkati çekti. Gazete ayrıca Merkel'in Batı ile Rusya arasındaki diyalogda etkin rolüne vurgu yaptı. Haberde, "Soğuk Savaş'tan sonra doğu-batı ilişkilerinin testten geçtiği en tehlikeli jeopolitik krizde, Merkel vazgeçilemez bir siyasi güç olduğunu gösterdi. Soğukkanlılığıyla tanınan Almanya Başbakanı, azmini Kasım ayında yapılan G20 Zirvesi'nde Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin ile gece geç saatlerde yaptığı bire bir görüşmelerde ispatladı. Merkel, batının gerçek ve mücadeleye değecek değerlerine daha çok odaklanılmasına yardımcı oldu. Merkel “Avrupa'nın en önde gelen siyasetçisi ve dünyanın en güçlü kadını" yorumuna yer verildi. Gazete geçen yıl da yılın kişisi olarak Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin'i seçmişti. ABD'nin Time dergisi ise 10 Aralık'ta, Ebola ile mücadele eden doktor ve hemşireleri "bu yılın kişisi" olarak açıklamıştı. Time dergisinin "yılın kişisi" listesinde Ebola savaşçılarının ardından Ferguson protestocuları, Rusya Devlet Başkanı Vladimir Putin, Çinli girişimci Jack Ma ve Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) Başkanı Mesut Barzani yer almıştı.

Avrupa’da Irkçılık Almanya'da Neo-Nazi'lerin kalesi olan Dresden'de, Batı'nın İslamlaşması'na karşı bir hareket olarak ortaya çıkan PEGIDA hareketi, halkı sokağa döktü. Ertesi gün, başka bir grup da Pegida'ya karşı sokağa döküldü. Almanya’da, İslam ve göçmen karşıtı gösteriler giderek hız kazanıyor. Almanya'nın Dresden kentinde "Batı’nın İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar" (Pegida) adlı hareketin çağrısı üzerine her hafta pazartesi akşamları kent merkezinde toplanan göstericiler, Almanya Başbakanının göçmen politikalarını yuhaladı. Yabancı düşmanlığı ve İslam karşıtlığı yaparak haftalardır eylem düzenleyen Batının İslamlaşmasına Karşı Vatansever Avrupalılar (Pegida) oluşumuna karşı binlerce Alman sokağa inerek Pegida aleyhine gösteriler düzenledi. Pegida’nın çıkış kenti olan Dresden’de bir taraftan Pegida taraftarları 17 bin 500 kişi ile eylem yaparken, ayni anda Dresden’de 4 bin 500 kişi Pegida’ya karşı eylem yaptı. Yetkililer, İslam karşıtı protesto gösterilerine 17 bin 500 kişinin katıldığını duyurdu. Pegida üyeleri, kentin Semperoper Opera Salonu önünde toplanarak İslam ve göçmen karşıtı dövizler taşıdı. Taşınan pankartlar arasında “Kendi Almanya’mızı özledik”, “Göçmenlerin sosyal refahımızdan yararlanmasını durdur” sloganları dikkat çekti. Protestoya katılanlar daha sonra Noel şarkıları söyledi. Münih kentindeyse Pegida hareketine karşı 12 bin kişi sokağa çıktı. Pegida’nın ırkçı ve göçmen karşıtı olduğunu belirten pankartlar taşıyan insanlar, Almanya’da bu tür akımların tehlikeli olduğunu düşündükleri için karşıt gösteri düzenlediklerini dile getirdi. İslam karşıtlığı üzerinden Avrupa'da yükselişe geçen aşırı sağ, eylemlerini saldırıya dönüştürdü. Saldırının son örnekleri ise, AB ülkeleri İsveç ve Avusturya'da gerçekleşti. İsveç'in Eskilstuna kentinde bir

67 Akademik Perspektif – Ocak 2015

cami kundaklandı. Dün öğle saatlerinde gerçekleştirilen saldırı sırasında camide 15-20 kişi bulunuyordu. Bir binanın giriş katında bulunan camide çıkan yangına itfaiye ekipleri müdahale etti. Yangında 5 kişi yaralanırken, polis olayı soruşturuyor. Avusturya'nın başkenti Viyana'da ise, bir caminin kapısına domuz organları asıldı. Türk İslam Birliği'ne bağlı Kocatepe Camii'ne sabah namazı kılmaya gidenler, kapıya asılmış domuz burnu ve

işkembesiyle karşılaştı. Cemaat durumu polise bildirdi. Türk İslam Birliği'nden bir yetkili, "Bu saldırı, sadece Müslümanlara değil, insanlığa yönelik bir saldırıdır. Müslümanlar olarak serinkanlı duruşumuzu koruyacağız" dedi. Ramazan bayramında da, Viyana'daki Eyüp Sultan İmam Hatip Lisesi inşaatına 5 domuz kafası konulmuş, Tirol eyaletine bağlı Telfs kentindeki Eyüp Sultan Cami'nin duvarlarına da "Nazi" işareti çizilmişti.

68 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Amerika'da Geçtiğimiz Ay

Hazırlayan: Furkan Burcu Aksoy

1 Aralık 2014: Yılın en karlı satışlarının yapıldığı gün olarak bilinen ‘ Kara Cuma’ günü ABD’de yaklaşık 9.1 Milyar dolar harcandı. Ancak bu harcamaların geçen seneki rakamları geçmesi beklenirken 9.8 milyar dolardan 9.1 Milyara düşmesi söz konusu oldu ancak uzmanlara göre bu rakamlar sadece mağaza alışverişini kapsadığı online satışlar dahil edildiğinde bu rakamların daha fazla olduğunu belirtti. Bu durum değişen hayat standartlarının da göstergesi haline geldi.

1 Aralık 2014: Ağustos ayında ABD’nin Ferguson kasabasında yaşayan siyahi Michael Brown isimli şahsın beyaz bir polis tarafından uygulanan şiddet sonucu ölmesi üzerine başlayan protestolar sonucu bugün Başkan Obama bir açıklamada bulundu. Bu yaşanan olayların sadece Ferguson kasabasını ilgilendirmediği bütün ABD’yi ilgilendirdiğini açıkladı. Hukuksal açıdan polis faaliyetleri ve kullanılan etkinliklerin toplum tarafından sıkı ilişki içerisinde

olması gerektiğini bu ilişkinin toplumun güvenini sağlayacak şekilde düzeltileceğini belirtti. Bu yapılandırma için 3 yıl içinde toplumsal polis faaliyetleri girişimleri için kullanılmak üzere vücut uyarı kameralarının kullanımının arttırılacağı bunun içinde 263 milyon dolar bütçe ayrılacağı açıklandı.

2 Aralık 2014: Bugün Başkan Ebola için önemli bir adım olan aşının gelişimine katkı sağlayan bilim adamlarını ulusal sağlık kuruluşunda ziyaret etti. Esas olarak Başkan Obama ABD’nin Ebola ile savaşta öncülük ettiğini ve bu gelişmeler sonucu ilk defa aşıda bu kadar aşama kaydedildiğini belirtti.

3 Aralık 2014: Bugün erken saatlerde Başkan Obama İşadamları ile yuvarlak masa toplantısında buluştu. Ülkenin öncü şirketlerinin CEO’larının katıldığı toplantıda ekonominin şuan nerede olduğunu ve nasıl ilerlediği değerlendirildi. Ayrıca ekonomide ne gibi zorluklar ve fırsatlar

69 Akademik Perspektif – Ocak 2015

olabileceğinin de üzerinde duruldu.

4 Aralık 2014: Başkan Obama yönetime geldiğinden bu yana eğitim seviyesinin arttırılmasını hedeflerinin arasına almıştı. Başkan Obama bu hedefin ABD’nin güçlü bir ekonomisinin ve orta sınıfının oluşturacağına inandığını belirtmiştir. Bu hedef doğrultusunda birçok önemli girişimde bulunulmuştur. Ocak ayınca ise 140 üniversite öğrencisinin başkanlığında Beyaz Sarayda bir zirve gerçekleştirilmişti. Bugün ise benzeri bir zirve gerçekleştirilmiştir. Bu zirveye Başkan Obama ve eşi katılmıştır. Başkan Obama ve eşinin katılacağı zirvede eğitimin geliştirilebilmesi için neler yapılabileceği hakkında detaylı görüşmeler yapılmış ve bütçe konusu konuşulmuştur.

5 Aralık 2014: ABD Savunma Bakanı Chuck Hagel’ın istifa etmesi sonrasında Başkan Obama bugün eski bakan yardımcısı Ashton Carter’ı aday olarak gösterdi. Carter’ın göreve başlayabilmesi için senato tarafından onay alması gerekmektedir.

7 Aralık 2014: Başkan Obama ve eşi bugün 37.si düzenlenen Kennedy Center Honor resepsiyonuna ev sahipliği yaptı. Bu senenin onur ödülleri Şarkıcı Al Green, Aktör ve fil yapımcısı Tom Hanks, Balerin Patricia McBride, Şarkıcı ve söz yazarı Sting ve Komedyen Lily Tomlin’e verildi.

8 Aralık 2014: Bugün bilgisayar bilimleri eğitim haftasının ilk günü. Bugüne özel olarak Başkan Obama yaklaşık 30 ortaöğretim öğrencisini Beyaz Sarayda ağırlardı. Öğrencilerle birlikte kolları sıvayarak ‘Hour of Code’ isimli kodlama saatinde basit programlama derslerine eşlik etti. Böylelikle Başkan Obama kod yazmaya uğraşan ilk başkan oldu.

9 Aralık 2014: Başkan Obama Amerika’nın inanılmaz yenilik,enerji ve bağlılık dolu üst düzey yönetici işgüçlerini ödüllendirdi.

Başkan Obama bu görevlilerin hayatın her köşesinden kamu görevlerini gururla sürdürmek için gelen kişiler olduğunu vurguladı.

13 Aralık 2014: Başkan Obama ABD’nin özgürlük, refah ve güvenliğini korumak için kendilerini feda eden kadın ve erkek üniformalılara teşekkürlerini iletti. Bu vesile ile Obama New Jeysey’deki askeri bir birliği ziyaret etti ve tekrar tekrar minnetlerini iletti.

17 Aralık 2014: Beyaz Saray'dan yapılan açıklamayla birlikte bugün Başkan Obama’nın ülkedeki federal kurumların birçoğunu 30 Eylül 2015'e kadar finanse edecek 1,1 trilyon dolarlık bütçe tasarısını onayladığı öğrenildi. Söz konusu bütçe tasarısı Kongre'de şiddetli tartışmalara neden olmasına karşın Obama'nın imzasıyla yürürlüğe giren bütçe ile birlikte hükümetin kapanma tehlikesini de ortadan kalkmış oldu.

17 Aralık 2014: ABD başkanı Obama bugün sürpriz bir açıklama ile birlikte 50 yıl sonra Küba ile ilişkilerin normalleştirilmesi sürecine girilmesi gerektiğini açıkladı. Amerika’nın çıkarlarına aykırı olarak Küba ile olan ilişkilerin zamanı geçmiş bir ilişki yaklaşımı olarak değerlendirdi. Böylelikle ABD’nin Küba’ya dostluk elini uzatacağını vurguladı.

18 Aralık 2014: ABD Başkanı Obama ve Küba Devlet Başkanı Raul Castro yaklaşık olarak 9 dakika süren bir görüşmede bulundular. Konuşmanın sonunda her iki tarafta eşit bir şekilde diplomatik ilişkilerin yeniden kurulması konusunda anlaşmaya vardıklarını açıkladılar.

ORTA ve GÜNEY AMERİKA HABERLERİ

1 Aralık 2014: Uruguay’da yapılan seçimler sonucu solcu aday Tabare Vazquez’in %50’den fazla oy alarak seçimleri

70 Akademik Perspektif – Ocak 2015

kazandığı öğrenildi. Sonuçların açıklanmasının ardından binlerce kişi sokağa çıkarak kutlama yaptı. Vazquez sosyal harcamalar ı arttırmayı ve ekonominin daha iyi hala getirileceğini vaat ediyor.

12 Aralık 2014: ABD’nin Hip Hop projesi ile ABDli girişimcilerin Kübalı müzisyen ve rapçileri teşvik ederek hükümeti protesto etmeyi amaçladığı öğrenildi. Ancak yapılan açıklamalara göre proje başarısız oldu.

12 Aralık 2014: Brezilya’nın Sao Pauo kentinde evsizler için açılan Facebook sayfası ile sokakta kalmış kişilerin çoğu tekrar ailesine kavuşurken, bazıları ise bu sayfa sayesinde yeni bir hayata başladı. Sayfa 18 yaşındaki gazetecilik öğrencisi Vinicius Lima ve 21 yaşındaki sinema öğrencisi Andre Soler tarafından açıldı. Gençler bu sayfa ile farkındalık yaratarak, insanların evsizlere tutumlarının değişmesini sağladılar.

20 Aralık 2014: ABD Başkanı Obama’nın adımı ile tekrar diplomatik ilişkilerin normalleşmesi yönünde adımlar atılmasının ardından Küba Devlet Başkanı Raul Castro birkaç açıklamada bulundu. Özellikle vurguladığı nokta ise Havana’nın siyasal sisteminde değişikliğe gidilmeyeceği oldu. Bu konuya da ABD’nin saygı göstereceğine inandığını belirtti.

22 Aralık 2014: bazı Arjantinli avukatların iddialarına göre Arjantin’de Sandra adında orangutan Buenos Aires hayvanat bahçesinde yasadışı yollarla tutuluyordu. Avukatlar Sandra’ya yasal haklar tanınmasını talep etmişlerdi. Ancak mahkemede Sandra’nın ‘kişi’ ya da ‘şey’ olduğuna dair tartışmalar söz konusuydu. Son olarak mahkeme Sandra’ya insanların sahip olduğu bazı temel hukuki hakların verilmesi hükmetti ve böylelikle tartışmalar sona ermiş oldu.

71 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Ayın Düşünürü: Konfüçyüs

Hazırlayan: Melike Şener

Çin’in büyük bilginlerinden biri olan Konfüçyüs, M.Ö. 21 Ağustos 551 tarihinde, Kuzey Çin’in şimdiki Shandong eyaletinin Lu şehrinde, Kong ailesinden Shu-Liang He’nin ikinci oğlu olarak dünyaya gelmiştir. Asıl adı Qui, lakabı ise Zhonngni’dir. Kong soyadıdır. Çin’de meşhur olan ismi Kong-Fuzi veya Kung-Fu-Tzu’dur. Fuzi, üstad, bilge, öğretmen, filozof anlamına gelir. Konfüçyüs’ün isminin anlamı da Bilge-Filozof Kong demektir. Çin tarihçileri onun hayatındaki olaylarla ilgili en küçük ve en önemsiz rivayetleri bile kaydettiklerinden hayat hikayesi hakkındaki bilgiler geniş ve karışıktır. Ailesi ve soyu hakkındaki bilgiler sonraki kaynaklara dayandığından kesinlik taşımamaktadır. Soyu, çocukluğu ve gençliği ile ilgili ilk açık bilgileri Szema Chi’en’in (M.Ö. 145-86) Shiki adlı tarihi hatıralarından öğrenmekteyiz. Kaynaklarda soyu ve gençliği ile ilgili çeşitli rivayetler ve anlatımlar bulunmaktadır. Bir rivayete göre fakir, fakat saygın bir aristokrat aileden gelmektedir. Kendisine isnat olunan Lun Yu adlı eserinde bizzat

kendisi, çocukluğunun büyük sıkıntılar içinde geçtiğini belirtmektedir. Konfüçyüs hakkında Çin’de yeni yapılan araştırmalar, onun annesinden ve dedesinden (annesinin babasından) ders aldığını ortaya koymaktadır. Annesi Yan Zheng, bilge bir aile olan Yan Xiang ailesine mensuptur. Altı yaşına gelince annesi Yan Zheng’den yazı yazmayı öğrenmiş, dokuz yaşında okula başlamış, on üç yaşına geldiğinde annesinin ona öğreteceği bir şey kalmayınca onu dedesinin (annesinin babası) yanına göndermiştir. Konfüçyüs on sekiz yaşında iken dedesi ölmüştür. M.Ö. 539 yılından itibaren ölünceye kadar bir bilge olan dedesinden altı yıl süreli özel eğitim almıştır. Bu süre içinde ondan, altı marifet (sanat-hüner) diye adlandırılan, töre (tarihi gelenek ve görenekler), müzik, ok ve yay kullanma, araba sürme, yazı yazma ve hesap yapmayı öğrenmiştir. Dedesinin ölüm döşeğinde kızına: “Bu çocuğunun bilgisinin genişliği benim bilgimi aştı. Ondan büyük bir adam olacak.” dediği rivayet edilmiştir.

72 Akademik Perspektif – Ocak 2015

Bununla birlikte O’nun, düzenli bir öğretimin dışında, karşılaştığı herkesten ve okuduğu her şeyden bir şeyler öğrenmiş olması muhtemeldir. Öğrenmeye merakı dolayısıyla iyi bir öğrenim görmüş, elde ettiği bilgilere herkes hayran kalmıştır. Aldığı eğitim ile ilgili bizzat kendisi şöyle demektedir: “On beş yaşında kendimi öğrenmeye verdim, otuz yaşında irademe sahip olabildim, kırk yaşında şüphelerden uzaklaştım, elli yaşında göğün emrini öğrendim, altmış yaşında sezgi yoluyla her şeyi kavradım, yetmiş yaşında doğru olan şeylere zarar vermeden kalbimin isteklerini yerine getirebildim.” Konfüçyüs, M.Ö. 532-502 yılları arasında devlet kademelerinde çeşitli görevlerde bulunmuştur. Bir süre devlet parkları ve tahıl ambarlarında bekçilik yaparak geçimini sağlamıştır. Lu Derebeyliğinde büyük mevkiler aldığı, siyasal hayatta büyük roller oynadığı ve Adalet Bakanlığına kadar yükseldiği rivayet edilmektedir. Devlet memuriyetinden ayrıldıktan sonra kendisine sadık öğrencileri ile ülkenin her tarafını dolaşarak dersler vermiştir. Çin’de yaptığı bu seyahatler on üç yıl sürmüş ve bu seyahatler kendisine çok taraftar sağlamıştır. Daha sonra öğrenci yetiştirmeye başlamış ve başarılı bir öğretmen olarak tanınmıştır. Çin tarihi kaynaklarında da ülkesinin ilk serbest öğretmeni olarak anılmaktadır. Özel bir okul kurmuş, M.Ö. 522 den itibaren yirmi dokuz yıl öğretmenliğini yaptığı bu okulda özel dersler vermiştir. Öğretmenliği süresince 3000 öğrenci yetiştirdiği rivayet edilmektedir. Kendisinden altı sanat diye adlandırılan Töre, Müzik, Okçuluk, Araba Kullanmak, Yazı Yazmak ve Hesap Yapmak ilimlerini tam olarak tedris etmiş olan 72 öğrencisinden14 sadece 22’sinin Lun Yu’da –Konuşmalar- adı geçmektedir. Konfüçyüs, M.Ö. 479 yılında Chiu-Fu’da

ölmüştür. Öğrencileri mezarının yanına bir kulübe inşa ederek mezarı başında üç yıla yakın bir süre matem tutmuşlar, daha sonra onun hayatta uygulayamadığı prensiplerini onun izinden giderek gerçekleştirmeye çalışmışlardır. Ölümünden sonra şöhreti her yere yayılmış ve adına tapınaklar yapılmıştır. Mezarı halen ziyarete açıktır. Konfüçyüs’ün gayesi ideal insanlardan meydana gelen ideal bir toplum oluşturmaktı. Ona göre ideal insan akıllı, cesur, kibar, müzik ve törenlere bağlı; hırslı olmayan mütevazı bir kimse, yani Chün-tzu’dur. Chüntzu aynı zamanda asil olmayan, fakat kültürlü yetişen bir asilzâde demektir. Chün-tzu, edebi manada “hükümdar oğlu” anlamına geliyor ve asaleti ifade ediyorsa da, Konfüçyüs bu kelimeye kendine göre anlam vermiştir. Konfüçyüs’ün tasarlamış olduğu ideal insan ve ideal toplum fikri onu, ideal bir hükümet düşüncesine sevk etmiştir. Çünkü zamanında iyi bir hükümet mevcut değildi, halk ıstırap içindeydi. Onun idealindeki hükümet, bütün insanların fıtraten iyi olduğunu kabul eden ve halkın güvenini kazanan bir hükümetti. Ona göre halkın güvenini kazanmayan bir hükümet uzun süre ayakta kalamazdı. Aynı zamanda, korku ile yönetilen devleti değil, hükümdarla tebaası arasında karşılıklı anlaşma bulunan ortak bir iradeyi savunmuştur. Bu noktada onun, modern demokrasi teorileriyle hem fikir olduğu söylenmiştir. Ayrıca, ideal bir toplum kurmada, halkı esas almış ve onların yetiştirilmesini, refah ve saadete kavuşturulmasını istemiştir. Konfüçyüs’ün etkisi, öğrencisi Tseng-Tzu, erkek torunu Tzu-Ssu, en büyük takipçisi Mensiyüs ve Hsün-Tzu’un öğretileri sayesinde, ölümünden kısa süre sonra artmaya başlamıştır. Kısa ömürlü Ch’in hanedanlığı döneminde geçici bir

73 Akademik Perspektif – Ocak 2015

unutulmuşluktan sonra o, Han hanedanlığı döneminde (M.Ö. 206-M.S.225) meşhur olmuş; ahlâkî ve politik etkileri de giderek artmaya başlamıştır. Hatta dönemde onu tanrılaştırma teşebbüsleri bile olmuştur. Böylece, yeni bir din ortaya koymayı düşünmediği halde, Lu’nun prensi onun onuruna bir mabet inşa etmiş ve onun adına kurbanlar sunulmaya başlanmıştır. Bu durum, Konfüçyüsçülüğün bir din olarak başlangıcı sayılmıştır. Daha sonra Konfüçyüs’ün öğretileri, imparatorluk törenleri ve imparator tarafından Gök’e yapılan ibadetle irtibatlandırılmaya başlanmıştır. Çin yönetimine bağlı bütün bölgelerde Konfüçyüs’e de ibadet edilmesi emredilmiştir. Böylece Konfüçyüsçülük, Çin’in resmî ve millî dini haline getirilmiştir. Konfüçyüsçülüğün millî din olarak kabul edilmesinde, imparatorun, kendisinin “Göğün Oğlu” olduğu şeklindeki tasavvurunu dinin merkezine daha fazla yerleştirmesi etkili olmuştur. Han hanedanlığı döneminden itibaren, pek çok aile tarafından riayet edilen atalarla ilgili törenler bilgin sınıfının resmi kültü haline gelmiştir. Konfüçyüs’e ibadet de, atalara tapınmanın bir uzantısı, özel bir tatbik şekli olarak telakki edilmiştir. Çünkü başlangıçta Konfüçyüs’e kendi torunları tarafından, alışılmış olduğu şekilde tapınılmış; daha sonra Han hanedanları tarafından mezarı başında kurbanlar sunulmaya başlanmıştır. M.Ö 125’te ona, imparatorlara verilen şeref ve paye verilmiş; M.S.1’de Dük adı verilmiş; 492’de kendisine, “Saygı değer Ni, iyi yetişmiş Bilge” ünvanlıyla hitap edilmiştir. 609’da her eğitim yerinde onun adına bir mabed yapılması emredilmiş ve “En Büyük Muallim”; 659’da “K’ung, eski Muallim, gerçek Bilge” ünvanı verilmiş; 739’da Prens denilmiştir. İmparator Yuan Tsung (M.S.713-776), ona “İyi Yetişmiş Bilge Kral”

ünvanını vermiştir. Cheng Tsung (1068-1086) onu, “imparator” unvanına yükseltmiştir. 1308’de “Kusursuz Büyük İnsan ve En Büyük Bilge” unvanına layık görülmüştür. Nihayet 1906’da İmparatoriçe Dowager, Gök’e sunulan kurbanların aynısının Konfüçyüs’e de sunulacağına dair ferman yayınlamıştır. Konfüçyüs’ün adına mabetler inşa etme geleneği bu asrın başlarına kadar devam etmiştir. Ayrıca, 1912’ye kadar imparator onun şerefine, ilkbahar ve sonbaharda olmak üzere, yılda iki defa kurban sunmuştur. 1382’den itibaren Konfüçyüs’ün heykel ve tasvirleri kaldırıldıktan sonra, onların yerini onun tabletleri almıştır. Onun tabletleri yanına, dört arkadaşının, yani Konfüçyüs’ün gözde talebesi Yen Hui, Mensiyüs, Yseng Ts’an ve Orta Yol Doktrinin yazarı Tzu Ssu’nun tabletleri de konmuştur. Ayrıca mabetlerde Çin’in büyük bilgelerine de yer ayrılmıştır. İlkbahar ve sonbahar ortasında, Konfüçyüs adına yılda iki defa, bilim adamı ve öğrencilerle birlikte, her bölgeden sivil ve askeri görevlilerin katıldığı büyük festivaller düzenlenmiştir. Dini törenle yapılan müzik ve dans eşliğinde ona takdimeler sunulmuş, dualar yapılmıştır. Ayrıca dolunay ve hilalde olmak üzere ona, bir ayda iki defa takdimeler sunulmuştur. Sunulan takdimeler arasında tütsü, hububat, bir fincan şarap, öküz, koyun vb. hayvanlardan biri yer alırdı. Müzik başlar başlamaz Konfüçyüs’ün ruhunun oraya geleceğine inanılırdı. Yaklaşık iki bin yıl boyunca Konfüçyüsçülük, Çin idaresinde teoride kaldığı, yani üstadın düstur ve düşüncelerine dayandığı sürece en üstün konumdaydı. Bununla birlikte Konfüçyüsçülük asla bir devlet dini, özel bir inanç haline gelememiş; bu konuda yapılan teşebbüsler başarısızlıkla

74 Akademik Perspektif – Ocak 2015

sonuçlanmıştır. Fakat Konfüçyüsçülüğün Orta Yol Doktrini’nin, Yeni Çin’in pek çok düşüncesinde fark edilebileceği belirtilmiştir. Konfüçyüsçülüğün etkisi Çin’de, komünizm ihtilalinden sonra da devam etmiş, Çinlilerin hayat ve düşüncesi üzerinde en büyük etkiye sahip olmuştur. Nihayet 1934’te, Konfüçyüs’ün doğum günü olan 27 Ağustos, ulusal tatil günü olarak ilan edilmiştir.

KAYNAKLAR: Güç Ahmet, Konfüçyüs ve Konfüçyüsçülük, Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Cilt:10, Sayı:2, 2001, ss 43-65. Fettahoğlu Dr. Selahattin, Konfüçyüs ve Öğretisi, Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İlahiyat dergisi.

75 Akademik Perspektif – Ocak 2015