Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

67
Mart 2015 | Yıl: 2 Sayı: 5 ABD ABD’nin Hipermetropi Hastalığı Dünya’daki Savunma Harcamalarında ABD’nin Payı Osmanlı Dönemi Türk- Amerikan Ticari İlişkileri Küresel Çevre Sorunları ve Amerika’nın Tavrı Röportaj: ABD-Çin İlişkileri Amerika’da Yaşayan Yahudilerin Faaliyetleri ABD’nin Küresel ‘’ Wilsonizm ‘’ İmparatorluğu Uluslararası Hukukta Ülke Kazanma Yöntemleri Akademik Perspektif Enstitüsü Yayınıdır “Hem Seviyeli Hem Keyifli”

description

Bu yeni sayımızda, yakın zamana kadar tek süper güç olarak görülen ve uzun bir süredir olduğu gibi son dönemde de uluslararası arenada en çok konuşulan ülkelerin başında gelen “Amerika Birleşik Devletleri”ni kapak konusu olarak ele alıyoruz. Konuya değişik açılardan yaklaşan makale ve röportajları sizler için bir araya getirdik. ABD’nin savunma harcamalarından ekonomik ilişkilerine kadar birçok farklı boyutu kapsayan çalışmaları derledik.

Transcript of Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

Page 1: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

1 Akademik Perspektif – Mart 2015

Mart 2015 | Yıl: 2 Sayı: 5

ABD

ABD’nin Hipermetropi Hastalığı Dünya’daki Savunma Harcamalarında ABD’nin Payı Osmanlı Dönemi Türk- Amerikan Ticari İlişkileri Küresel Çevre Sorunları ve Amerika’nın Tavrı

Röportaj: ABD-Çin İlişkileri Amerika’da Yaşayan Yahudilerin Faaliyetleri ABD’nin Küresel ‘’ Wilsonizm ‘’ İmparatorluğu Uluslararası Hukukta Ülke Kazanma Yöntemleri

Akademik Perspektif Enstitüsü Yayınıdır

“Hem Seviyeli Hem Keyifli”

Page 2: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

2 Akademik Perspektif – Mart 2015

Page 3: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

3 Akademik Perspektif – Mart 2015

Aylık Süreli Sosyal Bilimler Dergisi

KÜNYE

GENEL YAYIN YÖNETMENİ OĞUZHAN YANARIŞIK

ÜNİVERSİTE TEMSİLCİ KOORDİNATÖRÜ

SAMET ZENGİNOĞLU

EDİTÖRLER AYŞE ÖZER - CAHİT KIRAĞA - OĞUZHAN TURHAN - İBRAHİM ÖZKAN – ABDÜLHAKİM ŞEN

DİZAYN EDİTÖRÜ

YASİN DERİN

BU SAYIYA KATKIDA BULUNANLAR KÜRŞAT YALÇINKÖK - LÜTFULLAH SAYGILI - CANER AKKAYA - SELİN DURAN - MELİKE ŞENER ÇAĞLAR DIRMIKCI - YUNUS EVEDENCİ - SELÇUK ÇOLAKOĞLU - SAMET ZENGİNOĞLU - RAİF

ANIL ÖTKEN - ELİF ÖZDEMİR - GÜNEY FERHAT BATI - ÖMER FARUK BİLBAY - GÖKÇE HUBAR - YEMLİHA GEYİKLİ

REKLAM ve İLETİŞİM

[email protected]

YAYIMCI Akademik Perspektif Enstitüsü

Yazı teklifi göndermek için gerekli bilgileri dergimizin sonunda bulabilirsiniz.

*Dergimizde yayınlanan bütün makalelerin içeriklerinden yalnızca yazarları sorumludur.

Her bir makale sadece yazarının görüşünü yansıtmaktadır.

AKADEMİK PERSPEKTİF

akademikperspektif.com

Page 4: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

4 Akademik Perspektif – Mart 2015

Saygıdeğer okuyucularımız,

Öncelikle, her geçen gün büyüyen Akademik Perspektif ailesi olarak, geçtiğimiz ay yayınladığımız ücretsiz Android uygulamamızla ilgili sevindirici gelişmeleri sizlere aktarmak istiyoruz.

Uygulamamız takipçilerimizin yoğun ilgisiyle karşılaştı. Pek çok övgü ve tavsiye aldı. Bu tavsiyeler doğrultusunda, bu ayın başında uygulamamızın ikinci sürümünü yayınladık. Böylelikle daha kullanışlı ve sağlam altyapılı bir uygulama ortaya çıktı. Uygulamamıza şu linkten erişebilir ve ücretsiz olarak indirebilirsiniz:

https://play.google.com/store/apps/details?id=com.newage.akademikPerspektif

Bunun yayında mümkün olan en yakın zamanda iPhone uygulamamızı da hayata geçirmeyi planladığımız müjdesiniz siz değerli okuyucularımızla buradan paylaşmak istiyoruz.

Bu yeni sayımızda, yakın zamana kadar tek süper güç olarak görülen ve uzun bir süredir olduğu gibi son dönemde de uluslararası arenada en çok konuşulan ülkelerin başında gelen “Amerika Birleşik Devletleri”ni kapak konusu olarak ele alıyoruz. Konuya değişik açılardan yaklaşan makale ve röportajları sizler için bir araya getirdik. ABD’nin savunma harcamalarından ekonomik ilişkilerine kadar birçok farklı boyutu kapsayan çalışmaları derledik.

Bu ay da yine Türk dış politikasında ve Avrupa ile Asya’da geçtiğimiz ay meydana gelen önemli gelişmeleri sizler için derledik. “Ayın Düşünürü” köşemizde ise Macolm X’i inceledik. Bundan böyle her ay yayınlanacak olan yeni “Teori” köşemizde uluslararası ilişkilerde “Liberalizm” teorisini işledik.

Bütün sayılarımız için de yoğun şekilde makale teklifi gönderen bütün takipçi ve okuyucularımıza teşekkür ederiz. Bir sonraki kapak konumuzu “AFRİKA” olarak belirledik. Başta bu kapak konusu olmak üzere, ilgili alanlardaki meseleleri kapsayan makale tekliflerinizi bekliyoruz.

Keyifli okumalar…

Oğuzhan Yanarışık Genel Yayın Yönetmeni

AKADEMİK PERSPEKTİF’TEN

Page 5: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

5 Akademik Perspektif – Mart 2015

Dünya’daki Savunma Harcamalarında ABD’nin Payı ........................................... 7

Röportaj: ABD-Çin İlişkileri ............................................................................... 11

ABD’nin Hipermetropi Hastalığı ........................................................................ 19

Amerika’da Yaşayan Yahudilerin Faaliyetleri .................................................... 22

Osmanlı Dönemi Türk- Amerikan Ticari İlişkileri ............................................... 25

ABD’nin Küresel ‘’ Wilsonizm ‘’ İmparatorluğu ................................................. 30

Küresel Çevre Sorunları ve Amerika’nın Tavrı ................................................... 35

Uluslararası Hukukta Ülke Kazanma Yöntemleri ............................................... 43

Türkiye Dış Politikasında Geçtiğimiz Ay ............................................................ 47

Avrupa’da Geçtiğimiz Ay .................................................................................. 51

Asya'da Geçtiğimiz Ay ...................................................................................... 56

Ayın Düşünürü: Malcolm X ............................................................................... 59

Liberalizm ......................................................................................................... 63

İÇİNDEKİLER

Page 6: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

6 Akademik Perspektif – Mart 2015

Page 7: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

7 Akademik Perspektif – Mart 2015

Dünya’daki Savunma Harcamalarında ABD’nin Payı

Çağlar Dırmıkcı*

Soğuk Savaş sonrası ABD’nin hegemon güç haline gelmesi ve dünya savunma harcamalarındaki yerine değinilmiş, ABD kökenli silah şirketlerinin dünya üzerindeki ticari payına yer verilmiştir.

SSCB’nin ve Varşova Paktı’nın dağılmasıyla birlikte, yaklaşık 45 yıl süren Soğuk Savaş deneyimi sonrasında dünyanın alışık olmadığı yeni bir siyasal atmosfere giriş yaşanmıştır. Dönemin ABD Başkanı George Bush’un “Yeni Dünya Düzeni” olarak adlandırdığı bu dönem, zorlu mücadelenin sona ermesiyle ABD’yi; dünyayı siyasal, ekonomik ve askeri boyutta etkileyebilecek tek küresel güç haline getirmiştir.1

Soğuk Savaş sonrası güvenlik kavramının genişlemesi paralelinde uluslararası sistemde sıkça görülen terörizm, milliyetçi ve dini aşırılıklar, kitle imha silahlarının yayılması ve uluslararası göç gibi küresel sorunlar ile mücadele dünya stratejisinde

1 Çağrı Erhan, “ABD’nin Ulusal Güvenlik Anlayışı”, A.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi 56-4, (2001): 78-86.

önem kazanmıştır.2 Silahlanma stratejisi yeni bir olgu olmayıp her zaman uluslararası ilişkilerin önemli bir gerçeği olmuştur.3 Ancak Soğuk Savaş sonrası tehdit algısı şekil değiştirmeye başlamış ve “asimetrik tehdit” olgusunu ortaya çıkarmıştır. Dönüşüm süreci yaşayan dünya da çevresel kötüleşme, açlık ve gelir dağılımında yaşanan çatışmalar, bölgeler ve ülkeler arası yaşanan kriz, balistik füze sistemleri, siber terörizm, deniz haydutluğu, enerji güvenliği ve sınırları aşan örgütlü suç şebekeleri gibi küresel riskler; günümüz uluslararası ilişkiler ortamını ve tehdit analizlerinin teorik alt

2 Eyyub Kandemir, “ABD Başkanları G.W. Bush ve B. Obama Dönemlerinde Yayımlanan Ulusal Güvenlik Stratejilerinde İttifak Söylemleri ve S. Walt’un İttifak Teorisi”, Savunma Bilimleri Dergisi 2, (2011): 126-129 3 Tayyar Arı, Uluslararası İlişkilere Giriş (Bursa: MKM Yayınları, 2013), s.141

Page 8: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

8 Akademik Perspektif – Mart 2015

yapısını oluşturmuştur.4 Tüm bunlar silahlanma ve savunma harcamalarında değişiklikler yaratmış, başta ABD olmak üzere dünya genelinde savunma sanayisinin gelişimine hız kazandırmıştır.

Tüm bu gelişmelerle birlikte yeni güvenlik anlayışı çerçevesinde uluslararası ilişkilerde güç dengelerini belirleyen aktörlerin şekillendirmeye çalıştıkları güvenlik ortamı içerisinde savunma harcamalarının tanımlanması ve verilerin toplanması üzerine NATO, IMF ve Birleşmiş Milletler tarafından yapılan tanımlamalarda farklılıklar görülmüştür. Çoğu zamansa devletler bu harcamaları kendi çıkarları doğrultusunda tanımlamıştır.5 Ancak savunma harcamaları en genel anlamı itibariyle ülkelerin refahları pahasına egemenlik ve ulusal varlıklarının devamı için, iç ve dış güvenliğini sağlamak amacıyla milli gelirlerinden savunmasına ayırdığı pay olarak tanımlanabilir. Savunma harcamaları içeride ve dışarıda ülkeye yapılacak bir saldırının caydırılması ve saldırının gerçekleşmesi durumunda buna karşı konulması maksadıyla ayrılmıştır.6

Dünya genelinde yaşanılan bu gelişim, dünya savunma harcamalarının ekonomide sürekli artan bir grafik çizmesine neden olmuştur. Stockholm Uluslararası Barış Araştırmaları Enstitüsü (SIPRI) 2010 yılı raporunda, dünya üzerimdeki askeri harcamaların her geçen

4 Ahmet Küçükşahin, Tamer Akkan, “Değişen Güvenlik Algılamaları Işığında Tehdit ve Asimetrik Tehdit”, erişim tarihi 18.02.2015, http://vizyon21yy.com/documan/genel_konular/Milli%20Guvenlik/Strateji/Degisen_Guvenlik_Algilamalari_Isiginda_Tehdit_ve_Asimetrik_Tehdit.pdf 5 Filiz Giray, “Savunma Harcamaları ve Ekonomik Büyüme”, C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi 5, (2002): 187-188 6 Servet Çıkınlar, “Savunma Harcamaları ve Türkiye’nin Durumu” (Yüksek Lisans Tezi, S.D.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2006), s. 70.

yıl arttığını ve küresel ölçekte toplam hasılanın yaklaşık %2,7’sinin savunma harcamalarına ayrıldığını, tüm dünyada kişi başına düşen yıllık harcamanın ise 224 USD olduğunu açıklamıştır. Savunma harcamaları birçok ülkede, toplam kamu harcamaları içinde önemli bir oranda yer aldığından, bütçedeki diğer kalem harcamalarından nispi derecede daha fazla paya sahip olmuştur.7

Dünya genelinde o denli büyük bir öneme sahip olan savunma, özellikle ülkelerin ekonomilerinde önemli bir yere sahiptir. Dünya ölçeğinde yaşanan ekonomik krizlere rağmen devletlerin savunma harcamalarını azaltma konusunda isteksiz davrandıkları görülmüştür. Bu durumu SIPRI uzmanlarından Sam Perlo Freeman: “Aslında finans krizinin askeri harcamalar üzerinde neredeyse hiçbir etkisi olmadı. Bu bir paradoks gibi görülebilir ancak hükümetlerin, resesyonla mücadele için kamu harcamalarını artırmayı içeren ekonomik stratejileriyle uyumlu bir sonuç. Askeri harcamalar, ekonomiyi canlandırma paketlerinde önemli bir yer tutmasına rağmen, kesinti de yapılmadı” şeklinde yorumlamıştır.8

Küresel ölçekli savunma harcamalarının büyük bir kısmını ise tek başına ABD gerçekleştirmiştir.

7 Hamit Emrah Beriş, “Dünyada ve Türkiye’de Savunma Harcamalarının Demokratik Denetimi”, erişim tarihi 18.02.2015, http://www.sde.org.tr/userfiles/file/ORDU%20DENETIM%20ANALIZ.pdf 8 Alexander Budde, “Krize Rağmen Savunma Harcamaları Arttı”, erişim tarihi 19.02.2015, http://www.dw.de/krize-ra%C4%9Fmen-savunma-harcamalar%C4%B1-artt%C4%B1/a-5642981

Page 9: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

9 Akademik Perspektif – Mart 2015

Tablo1: 2012 yılında en yüksek harcama gerçekleştiren 15 ülkenin dünya askeri harcamalarındaki payı9

Tabloda da görülebileceği gibi, dünya savunma harcamalarında ABD’nin payı %39’luk bir kısma tekabül etmektedir. Bunu ise takiben %9,5’lik pay ile Çin takip etmiştir.

Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’ne (IISS) göre ise 2013 yılı ABD askeri harcamaları 1,75 Trilyon Dolarlık pay içerisinde 600,4 Milyar Dolar’lık bir paya sahiptir.10 Görüldüğü üzere dünya savunma harcamalarında oldukça yüksek bir paya sahip olan ABD, Uluslararası Stratejik Araştırmalar Kurumu uzmanlarından Prof. Dr. Çağrı Erhan tarafınca: “Savunma sanayi ABD ekonomisinin motoru. Savunma sektörü

9 Sam Perlo Freeman, “Trends In World Mılıtary Expendıture, 2012”, erişim tarihi 19.02.2015, http://books.sipri.org/files/FS/SIPRIFS1304.pdf 10 John Chipman, “Military Balance 2014 Press Statement”, erişim tarihi 19.02.2015, http://www.iiss.org/en/about%20us/press%20room/press%20releases/press%20releases/archive/2014-dd03/february-0abc/military-balance-2014-press-statement-52d7

ülke içi ekonominin ve politikanın belirleyicisi. ABD’nin silah harcamaları, kendisini izleyen 14 ülkenin toplamı kadardır” şeklinde yorumlamıştır.11 Ayrıca 6 Şubat 2015’te Obama yönetimi tarafından Amerika’nın Yeni Güvenlik Stratejisi açıklanmış, güvenlik başlıklı bölümde savunma gücünün geliştirilmesi, iç güvenliğin artırılması, siber güvenlik ve terörle mücadele konularına değinilmiştir.12

Tablo2: 2013 yılı Dünya Silah Üretimi Gerçekleştiren En Büyük İlk 10 Şirket (Çin Hariç)13

Tabloda da görülebileceği gibi Dünya’da savunma sanayi ihracatını gerçekleştiren en büyük on şirketin altısı ABD kökenlidir. SIPRI raporuna göre silah üretimi

11Çağrı Erhan, “ABD’nin Savunma Harcaması, 14 Ülkenin Toplamından Büyük!”, erişim tarihi 19.02.2015, http://tr.sputniknews.com/turkish.ruvr.ru/2013_01_06/ABDnin-savunma-harcamasi-14-ulkenin-toplamindan-buyuk/ 12Emine Akçadağ, “Amerika’nın Yeni Güvenlik Stratejisi”, erişim tarihi 19.02.2015, http://www.bilgesam.org/incele/2032/-amerika-nin-yeni-guvenlik-stratejisi/#.VOYVN_6sV1a 13 Sam Perlo Freeman, “SIPRI Top 100 And Recent Trends In Arms Industry”, erişim tarihi 20.02.2015, http://www.sipri.org/research/armaments/production/recent-trends-in-arms-industry

Page 10: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

10 Akademik Perspektif – Mart 2015

gerçekleştiren ABD şirketlerinden Lockheed Martin ilk sırada yer almış, daha sonra onu Boeing şirketi izlemiştir. ABD’nin silah satışlarından elde ettiği gelir ekonomik anlamda ABD ekonomisinde önemli bir paya sahiptir. Geçmişten bugüne silah satışlarında ilk sırada yer alan ABD, böylelikle silah ihracatındaki payını %78’e çıkartarak büyük bir gelir sağlamıştır.14

Sonuç olarak ABD, hem dünya ekonomisi üzerinde hem de kendi ekonomisinde savunma harcamalarında çok yüksek bir paya sahiptir. Askeri alanda ABD’nin rakibi yoktur. Bu durum birçok alanda ABD açısından avantaj sağlasa da ülkenin büyümesini hızlandıracak faaliyetlerin ihmal edilmesi pahasına gerçekleştirildiğinden ekonomik açıdan olumsuz bir durum yaratmaktadır.15 Savunma harcamalarında dünya siyasetinde hegemon bir konuma erişen ABD, sahip olduğu silah şirketleri ile dünya silah ticaretinde hem üretici konumda olması hem de %78’lik ihracatı ile dünya savunma ticaretinin de büyük bir payını üstlenmiştir. ABD tüm bunlar doğrultusunda Adam Smith’in “Savunma Zenginlikten Önemlidir” sözünü destekleyecek bir savunma stratejisi doğrultusunda ilerlemiştir.16

* Çağlar Dırmıkcı, Trakya Üniversitesi, Uluslararası Ticaret

14 Mehmet Kaya, “Dünya’nın En Büyük Satıcısı Lockheed Martin, Aselsan 82. Sırada”, erişim tarihi 19.02.2015, http://www.dunya.com/dunyanin-en-buyuk-silah-saticisi-lockheed-martin-aselsan-82-sirada-181958h.htm 15 İlhami Binali Değirmencioğlu, “Rakipsiz Kalan Güç Kendini Yok Eder: ABD İmparatorluğu”, Güvenlik Stratejileri Dergisi 6, (2007): 75. 16 Selim Başar, Serkan Künü, “Savunma Harcamalarının İktisadi Büyümeye Etkisi”, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi 10, (2012): 9.

Page 11: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

11 Akademik Perspektif – Mart 2015

Röportaj: ABD-Çin İlişkileri

Röportaj: Yunus Evedenci

Prof. Dr. Selçuk Çolakoğlu*: “Çin, kendisini ABD’yi tehdit eden bir güç olarak görmemekle beraber ABD gibi bir süper güç olmak istediğini de söylememektedir. Süper güç olmak bazı sorumlulukları da beraberinde getirdiği için Çin ABD’yi karşısına almak istememektedir. Eğer doğrudan kendi siyasi çıkarlarını ilgilendirmiyorsa Çin, ABD ile rekabet etmekten kaçınmaktadır. Çin’in bu dış politika ilkesi göz önünde bulundurulmalıdır.”

ABD-Çin ilişkileri dünya dengelerini hem siyasi hem de ekonomik olarak çok fazla etkilemektedir. Başkan Obama’nın da Çin için kullandığı “önemli ortak ve aynı zamanda bir rakip” ifadesi ilişkilerin önemini vurgulamaktadır. Çünkü bu iki büyük devletin ilişkileri ikili ilişkilerin ötesine geçmiş ve küresel boyut kazanmıştır. Geçmişten günümüze ABD-Çin ilişkilerini, ABD ve Çin’in rekabeti ve işbirliğini, ilişkilerin geleceğini ve daha birçok önemli konuyu Yıldırım Beyazıt Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesi Prof. Dr. Selçuk Çolakoğlu ile konuştuk. Polonya asıllı Amerikalı siyaset bilimci George Modelski’nin “Başat Güç” kuramına göre dünya tarihi bazı devletlerin belirli süreler boyunca başat güç konumuna yükselmeleri ve sonra bu statülerinden düşmeleri zinciri içinde

bugüne doğru akmaktadır. ABD ve Çin için bu kuramın geçerliliğinden bahsedilebilinir mi? Çin, ABD’nin “challenger”ı olabilir mi? Başat Güç kuramı ile ABD ve Çin ilişkisi arasında benzerliklerin olduğunu söyleyebiliriz. Fakat Çin’in ABD’yi tehdit etme süreci yeni başlamış bir durumdur. Dolayısıyla, belli bir kritik noktaya gelip bir kırılma anı yaşanmış değildir. Yine de, şu anda dünya dengelerine baktığımızda ABD’yi hem siyasi olarak hem de ekonomik olarak dengeleyebilecek yegâne gücün Çin olduğunu söyleyebiliriz. Ama askeri kapasite açısından baktığımızda Rusya halen ABD’den sonra ikinci önemli askeri güç olma kapasitesini sürdürmektedir. Bu tür karşılaştırmalar çok fazla yapılmasına rağmen Çin bu durumdan hoşlanmamaktadır. Kendisini ABD’yi tehdit eden bir güç olarak görmemekle beraber

Page 12: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

12 Akademik Perspektif – Mart 2015

ABD gibi bir süper güç olmak istediğini de söylememektedir. Süper güç olmak bazı sorumlulukları da beraberinde getirdiği için Çin ABD’yi karşısına almak istememektedir. Eğer doğrudan kendi siyasi çıkarlarını ilgilendirmiyorsa Çin, ABD ile rekabet etmekten kaçınmaktadır. Çin’in bu dış politika ilkesi göz önünde bulundurulmalıdır. Çin, kendi hayat sahası dışında ABD ile uzlaşma yoluna gitmektedir ya da bazı durumlarda geri planda kalıp Rusya ile işbirliği yapmaktadır. Suriye krizi ya da diğer uluslararası krizlerde Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi oylamalarına baktığımızda Çin’in Rusya’nın siyasi konumunu desteklediğini görebiliriz. Aslında, 90’lı yıllardan itibaren Çin ve Rusya arasında büyük bir işbirliği mekanizması vardır. Çin, siyaseten Rusya’nın durumunu ve uluslararası alandaki Batı karşıtı söylemini desteklemekte ve ekonomik olarak da Rusya’ya bu anlamda katkı sağlamaktadır. Dolayısıyla, Çin’in tüm yönleri ile ABD’yi tehdit eden veya onla rekabet eden bir güç olduğunu söyleyemeyiz. Ancak, gidişatın bu yönde olduğunu söyleyebiliriz. ÇİN’İN SİYASİ KAPASİTESİ VE ASKERİ GÜCÜ ABD İLE YARIŞAMAZ Ekonomik olarak hızlı ve istikrarlı büyümesine karşın Çin’in dünya siyasetindeki konumu ve etki alanı geleceğin başat gücü olma yolunda ilerleyen bir ülke için yetersiz kalmaktadır. Çin’in, günümüz süper gücü ABD gibi dünyada siyasi otorite kuramamasının nedenleri nelerdir? Çin ekonomik olarak yükselmesine rağmen hala bağımsız bir ekonomik düzen kurmuş değildir. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD öncülüğünde kurulan uluslararası ekonomik sistemin bir parçası haline gelmiş durumdadır. Bu sistem içerisinde çok önemli bir aktör olmasına rağmen bu

sistemin parametrelerini yeniden kuracak kapasiteye ulaşmış değildir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan ve Soğuk Savaş sonrasında yeniden kurgulanan uluslararası siyasi sistemin sahibi kim olarak baktığımızda muhakkak ki karşımıza ABD çıkmaktadır. Aynı zamanda, ABD’nin kurduğu bir ittifaklar zinciri bulunmaktadır. Her şeyden önce NATO hala varlığını ettirmektedir. Yine, ABD’nin Batı Avrupa ülkeleri ve Avrupa Birliği ile yakın ekonomik ilişkileri mevcuttur. Aynı şeklide, ABD’nin Asyalı ülkelerle ekonomik, siyasi ve hatta askeri işbirliği devam etmektedir. Dolayısıyla, bu yönüyle baktığımızda Çin’in siyasi gücünün ve kapasitesinin ABD ile yarışacak konumda olmadığını ve henüz o noktaya ulaşmadığı görmekteyiz. Bu bir süreç meselesidir. Daha önce de belirttiğim gibi Çin ABD’yi tehdit etmek ve onunla rekabete girmek istememektedir. Kendi hayat sahası dışındaki konularda ABD ile uzlaşma yoluna gitmekte ya da Rusya ile işbirliği yapmayı tercih etmektedir. Özellikle, Deng Xiaoping döneminde ortaya konulan politika gereği Çin uluslararası ilişkilerde düşük profil izlemeyi özellikle tercih etmektedir. Çünkü Çin çok büyük bir ülke, çok büyük bir nüfus potansiyeli var ve ekonomik olarak hızla kalkınması sürmektedir. Çin, diğer komşu ülkelerin ve diğer büyük güçlerin kendisini tehdit olarak algılamaması için düşük profilli bir politika izlemektedir ve genel olarak baktığımızda uluslararası sistemde ittifaklarla ve işbirliğiyle yol almaya çalışmaktadır. Bu açıdan baktığımızda Çin her yönüyle meydan okuyan bir güç değil, kendi hayati çıkarlarını korumaya çalışan ve bunun ötesinde işbirliği ile mesafe almaya çalışan bir güç konumundadır. John Mearsheimer’a göre Çin yükselişini barışçı yollardan devam ettirmeyecektir ve saldırgan bir tutum izleyecektir. Bununla birlikte Mearsheimer, Ukrayna

Page 13: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

13 Akademik Perspektif – Mart 2015

konusunda da Batı’yı suçlayıp Putin’i desteklemektedir. Çünkü Rusya’nın Batı’ya kazandırılması gereken bir değer olduğunu savunurken asıl hedefin Çin olduğunu vurgulamaktadır. Rusya, ABD için stratejik bir ortak iken Çin ABD’nin düşmanı mıdır? Uluslararası sistemde realistlerin özellikle son dönem okumalarına baktığımızda ülkelerin potansiyellerinden hareket ederek Rusya’da ekonomik olarak 2000 yılı sonrası Putin dönemindeki 15 yıllık süreçte petrol ve doğalgaz gelirlerinin artmasıyla birlikte refahın arttığı ve kalkınma hızının yükseldiğini; ancak diğer taraftan Rusya’nın artık bir büyüme ve genişleme eğiliminde olmadığını görmekteyiz. Realistler, Rusya’da nüfus potansiyelinin hala yeterince gelişmediğini, insan sermayesinin gerilediğini, hatta nüfusun azaldığını ve gelişme dinamiklerine baktığımızda 20. yüzyıldaki bir Rusya’nın olmadığını söylemektedirler. Yine aynı şekilde, Rusya için yeni başarılar elde etmekten daha ziyade eldekini koruma fikrinin daha önemli olduğunu, Sovyetler Birliği zamanındaki eski Sovyet devletleri ve doğu bloku ülkeleri üzerindeki kontrolünü ve nüfuzunu sürdürmek istediğini, bunun da ötesinde dünya genelindeki sosyalist ülkelerle ve üçüncü dünya ülkeleri ile yeniden sıcak ilişkiler kurma hayali peşinde koştuğunu; fakat bunu gerçekleştirecek kapasitesinin olmadığını öngörmektedirler. Bu anlamda, Rusya’nın yakın çevresi dışında Batı’nın çıkarlarını tehdit edebilecek bir kapasiteye sahip olmadığını, gerileyen bir güç olduğunu ve bu ölçüde Rusya’nın da Batı içine çekilmesi ile birlikte Avrupa’ya entegre edilmesi gerektiği yönünde görüşler vardır. Burada da aslında Rusya’nın en büyük kaygısının Çin olduğu, özellikle Rus uzak doğusunda artan Çin ekonomik nüfuzunu ve Çinli göçmen sayısının Rusya’nın için bir tehdit olduğunu

belirtmektedirler. Dolayısıyla, orta ve uzun vadede bakıldığında esas tehdidin Çin’den geldiğini, Çin’in sürekli olarak büyüdüğünü, askeri kapasitesini geliştirdiğini, siyasi nüfuzunu artırdığını ve uzun vadeli olarak Çin’in bir tehdit olarak algılanıp dengelemesi gerektiğini söylemektedirler. Realistlerin ülkelerin potansiyellerinden hareketle oluşturdukları yaklaşımları bir ölçüde gerçekçi olabilir. Ancak, diğer taraftan daha önce Varşova Paktı veya Sovyetler Birliği üyesi bazı devletler şu an NATO ve AB üyesidir. Bunlar açısından ise farklı bir tablo vardır. Yani, bu devletler için birincil dereceden tehdit Rusya’dır. Bu ülkeler için Çin coğrafik olarak çok uzakta ve onunla yakın ekonomik ilişkiler geliştirilebilir. Romanya, Polonya veya Baltık ülkelerini bu argümanlarla teskin etmek zor olacaktır. Aynı zamanda, Rusya tarafından bu ülkelerin güvenliğine yönelik bir takım tehditlerin oluşması NATO’nun caydırıcılığına zarar verebilir. Çünkü bugün Baltık ülkeleri, Polonya ve Romanya NATO üyesidir. Romanya ve Polonya için o kadar yakın tehdit olmasa da özellikle Baltık ülkeleri açısından Rus tehdit çok daha hissedilir bir boyuttadır. Dolayısıyla, bu ülkelerin güvenlik kaygıları karşılanmadığı zaman hem NATO’nun güvenlik örgütü olması hem de AB’nin örgüt olarak dayanışması sorgulanabilir. Burada orta yol olarak kısa vadeli çıkarlar ile uzun vadeli çıkarlar birbirine eklemlenmelidir. Ukrayna krizini de görmezden gelerek sadece Çin’e odaklanmak mümkün değildir. Çünkü bu durum diğer küçük ülkeler açısından sıkıntı olabilir. ÇİN’İN BASKIN POLİTİKALARI ENDİŞELERİ KÖRÜKLEMEKTEDİR Çin, 2000’li yıllardan itibaren ekonomisin gelişimine, enerji kaynaklarında çeşitliliğe ve yeni bir düşman edinmeden dostlar kazanmaya önem vermiştir. Ancak,

Page 14: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

14 Akademik Perspektif – Mart 2015

Güney Çin Denizi’nde sular durulmamaktadır. Çin, Güney Çin Denizi’nde hâkimiyet hakkının büyük oranda kendisine ait olduğunu iddia etse de Brune, Malezya, Tayvan, Filipinler ve Vietnam gibi ülkeler buna itiraz ediyor. Bu bölgede, Çin’in ABD ile çıkarları ne ölçüde çatışmaktadır? ABD, Çin’in kontrol çabasına nasıl karşılık vermektedir? Çin ekonomik anlamda başarılar elde ettikçe ve siyasi güveni arttıkça daha baskın ve belirleyici dış politika izlemesinin görüldüğü ilk yerler yakın çevresidir. Güney Çin Denizi de bunlardan biridir. Güney Çin Denizi çok büyük bir alan ve bu bölgede çok sayıda ada mevcuttur. Derin deniz aramalarının mümkün olması ile birlikte teknolojik olarak burada petrol ve doğalgaz yataklarının olduğu tahmin edilmektedir. Aynı zamanda, burası stratejik olarak çok önemlidir. Çin’in ve diğer bölge ülkelerinin tüm ticaret ve deniz trafiği burada işlemektedir. Dolayısıyla burayı kim kontrol ederse bölgesel denklemde daha önemli bir konuma gelecektir. Çin, Güney Çin Denizi üzerinde tarihsel haklarının olduğunu, büyük potansiyeli olan bir ülke olarak Güney Çin Denizi’nin tüm uluslararası deniz alanının kendi egemenliğinde bulunduğunu ve buradaki adalarının egemenliğinin de kendine ait olduğunu iddia etmektedir. Bu durum uluslararası deniz hukuku yaklaşımına aykırıdır. Normalde, ada ve deniz alanları tartışması olabilir ama burada kesişen sınır alanları sorun olmakla beraber ülkeler eşit mesafe kuralına göre 200 mile kadar bu deniz alanını paylaşmaları gerekir. Bu boyutu ile baktığımızda Çin tüm Güney Çin Denizi ülkelerini tehdit etmektedir. Bu da Çin’in son dönemde artan özgüveni ile alakalı bir durumdur. Özellikle, Filipinler, Vietnam ve yine belli ölçülerde Endonezya, Malezya ve Brune ile Çin’in çıkarları çatışmaktadır. Güney Çin Denizi’ndeki sorunun bir

benzeri de Japonya ile Senkaku adalarının bulunduğu Doğu Çin Denizi’nde yaşanmaktadır. Dolayısıyla, Çin’in çok belirleyici ve baskın bir politika izlemesi Çin’den endişe duyan ülkelerin endişelerini körüklemektedir. Bu durumun bir de iç politikaya dönük yönü var. Çin, Komünist Parti tarafından yönetilmektedir. Hala sosyalist sistem resmi olarak var ama diğer taraftan içerideki toplumsal talepleri kontrol etme açısından ideolojik olarak Çin’in milliyetçiliği daha güçlü bir argüman olarak kullandığını görmekteyiz. Bu yönüyle baktığımızda, Güney Çin Denizi sorunu, Doğu Çin Denizi sorunu ya da diğer ülkelerle sınır anlaşmazlıkları sorunu genel olarak Çin’den duyulan endişeleri artırmaktadır. Çin, Sovyet döneminden kalma sınır sorunlarını Kazakistan, Kırgızistan, Tajikistan ve son olarak Rusya ile Amur Havzası’nda onlardan biraz taviz kopararak veya bazı toprakları alarak kendi lehine çözmüştü; ancak, Güney Çin Denizi sorunu, Japonya ile Doğu Çin Denizi sorununu ve diğer Güney Doğu Asya ülkeleri ile sorunların kolay çözülemeyeceği anlaşılmaktadır. Bu da Çin’den gelen tehdit algılamalarını körükleyecek ve Çin’e karşı ittifakları artıracaktır. Özellikle, bölge devletlerinin talebi ABD’nin kendilerine destek olmasıdır. ABD, şimdiye kadar doğrudan müdahil olmasa da bazı konular da bölge ülkelerini destekler konumdadır. Japonya ve Çin arasındaki uyuşmazlıkta da kesin bir görüş beyan etmese de burada biraz daha Japonya’nın lehine gelişmeleri takip edeceği çok da sürpriz olmayacaktır. Kısacası, bölgedeki sorunlar eğer başarılı bir şekilde yürütülmezse buraya ABD’nin müdahale etmesi için de meşru bir zemin oluşmuş olacaktır. Çünkü bu ülkeler Çin’i tek başına dengeleyemeyecekleri için ABD’nin yardımını arayacaklardır. Bu da ABD için bölgeye müdahale etme ve askeri açıdan varlığını artırma fırsatı oluşturacaktır.

Page 15: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

15 Akademik Perspektif – Mart 2015

ABD, Çin’in yükselişi ile birlikte Asya-Pasifik bölgesindeki ülkeler üzerindeki hâkimiyetini kaybetmek istememektedir. Güç dengelerini sağlama konusunda ABD’nin bölgedeki müttefiklerinin rolü ve önemi nedir? Çin’in yükselişine karşı son dönemde Asya-Pasifik bölgesinde ABD merkezli olarak ittifak zinciri kurulmaya çalışılmaktadır. Özellikle bir tarafta Japonya diğer tarafta Hindistan ve Avustralya bulunmaktadır. Son dönemde 2000’li yıllarda özellikle ABD-Hindistan ilişkilerinin çok önemli ölçüde geliştiğini söyleyebiliriz. ABD Avustralya ile de askeri üs anlaşması yaptı. Aynı zamanda ABD’nin Filipinler ile yakın askeri ilişkiler kurmaktadır. Son dönem yaptığı bir anlaşma ile ABD Filipinler’de yeni bir askeri üs kurmayacak ama mevcut Filipinler askeri üslerini kullanabilecektir. Daha ilginç olanı ise özellikle Vietnam ve ABD arasında 90’lı yıllardan itibaren çok sıcak ilişkiler başlamış olmasıdır. Şu an mevcut olan iyi ilişkiler yakın zamanda belki bir stratejik işbirliğine doğru da gidebilir. Burada Çin’in adını doğrudan telaffuz etmeden Çin’e karşı bir dengeleme ve güvenlik zinciri oluşturma politikası izlenmektedir. Bu aşamada ön plana çıkan nispeten büyük ülkeler Japonya, Hindistan ve Avustralya’dır. Filipinler ve Vietnam ise bu zincirin içinde yer almak için gönüllü ülkelerdir. ABD, Endonezya’yı da Çin’e karşı oluşturulacak bir ittifak zinciri içerisine dahil etmek istemekte fakat Endonezya Çin ile ABD arasında yaşanacak rekabette arada kalmak istemediği için bu konuda isteksiz davranmaktadır. Çin ise bu durumu aşmak için ekonomik yolları kullanmaya çalışmaktadır. Aşağı yukarı Asya’daki tüm ülkelerin birinci derecede ticaret ortağı şu an Çin’dir. Çin bu ekonomik ilişkileri kullanarak bu ittifak zincirini daha etkisiz hale getirmeye çalışmaktadır. Bunun

şekillenmesi aşamasının nasıl olduğunu önümüzdeki günlerde daha net göreceğiz. Burada önemle belirtmek gerekir ki bu ittifak zincirinin altında derin bir rekabetle beraber ekonomik işbirliği var. Yani soğuk savaş dönemindeki gibi kutuplaşmadan, düşmanca söylemden ve doğruca restleşmeden bahsedemeyiz. Bir taraftan ekonomik işbirliği devam ederken diğer taraftan siyasi anlamda ve güvenlik politikaları açısından karşılıklı uzun vadeli ve rekabete dayalı adımlar atılmaktadır. NE BAĞIMSIZLIK NE ENTEGRASYON Çin, ABD’nin askeri gücünden, özellikle füze savunma sisteminden ve Tayvan’a olan desteğinden, endişe duymaktadır. ABD, Irak, Kosova veya Afganistan müdahalelerinde sıcak çatışmalara girmiştir. Aynı durum Çin ile Tayvan, Sincan Uygur veya Tibet’te söz konusu olabilir mi? Çin, uluslararası sistemde ülkelerin toprak bütünlüğüne, egemenliğine ve bağımsızlığına önem veren bir politika izlemektedir. Dolayısıyla, bu gerekçelerle ülkelerin içişlerine karışılmasına ve uluslararası müdahaleye çok sert tepkiler vermektedir. Bu durum biraz kendi iç sorunları, özellikle Sincan Uygur özerk bölgesi, Tibet ve bir ölçüde Tayvan, yüzünden olmaktadır. 1999’daki Kosova müdahalesine Rusya ile birlikte Çin çok büyük tepki vermişti. Bu anlamda Çin NATO’nun Kosova’ya müdahale etmesine ve Kosova’nın bağımsızlığını ilan etmesine karşı çıkmıştı. Hala Çin ve Rusya’nın muhalefeti dolayısıyla Kosova Birleşmiş Milletler üyesi olmuş durumda değildir. Yine aynı şekilde Suriye’deki Esad rejimine karşı yapılan müdahaleye de Çin ve Rusya karşı çıktılar. Rusya’nın bu konuda biraz değişken ve kendi ile çelişen tutumları var. Yani, bir taraftan Kosova’ya, Suriye’ye veya Libya’ya doğrudan müdahale edilmesini

Page 16: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

16 Akademik Perspektif – Mart 2015

istemezken Abhazya ve Güney Osetya’ya müdahale etmekte ya da Kırım’ı ilhak edebilmektedir. Dolayısıyla, Rusya bu açıdan kendi ile tutarlı bir politikaya sahip değil. Kendi ulusal çıkarlarına göre hareket ettiği görüntüsü var. Ama Çin prensip olarak bu tür müdahalelerin tümüne karşı ve bunu tutumunu açıkça sergilemektedir. Bu konuda Çin gayet istikrarlı bir politikaya sahiptir. Çin Sincan Uygur özerk bölgesini ve Tibet’i fiilen kontrol etmekte fakat buralara insan hakları koruma yükümlülüğü ve benzeri çerçevelerde müdahale edilmesine karşı çıkmaktadır. Zaten Çin’in insan hakları algısının diğer Batılı ülkelerden çok daha farklı olduğunu da söylemekte yarar var. Diğer taraftan Çin fiilen kontrol edemediği Tayvan’ı da kendi parçası olarak görmektedir. Bu anlamda, Tayvan’ın bağımsızlığına gidecek yolda başka ülkelerden destek verilmesini istememekle beraber Tayvan’ı ilhak etmeye kalktığında da başka ülkelerin buna itiraz etmesini istememektedir. Burada Tayvan Çin’in birincil endişe kaynağıdır. Sincan Uygur ve Tibet de Çin’in diğer endişe kaynağıdır. İç toplumsal olayları tetikleme noktasında geçtiğimiz yıl meydana gelen Hong Kong gösterileri de Çin’in endişelerini artırmıştır. Sincan Uygur ya da Tibet konusunda ABD’nin müdahale etmesi gibi bir durum söz konusu değildir. ABD, dolaylı olarak insan hakları kuruluşları vasıtasıyla siyasi anlamda müdahil olabilir; ama, askeri olarak ABD’nin müdahalesi söz konusu değildir. Tayvan konusunda ise Çin’in Tayvan’ı zorla ilhak etme teşebbüsüne karşı ABD en büyük güçtür. 1996’da Tayvan Boğazı Bunalımı sırasında ABD açıkça Tayvan’ı desteklemiştir. Dolayısıyla, ABD şu an Çin’in Tayvan’ı fiilen askeri olarak ilhak etmesinde en büyük engeldir. Çin bundan endişe ettiği için daha uzun vadeye yayarak ve ekonomik araçlar kullanarak entegrasyonu savunmaktadır. Buradaki bağımsızlık yanlısı hareketlerin zaman

içerisinde birleşmeye doğru dönmesini beklemektedir. Ancak, Hong Kong gösterileri Tayvan’ın entegrasyonu konusunda Çin’in beklentilerini düşürmüş durumdadır. Tayvan konusunda hem ABD’nin hem Çin’in hem Tayvan’ı yakından takip eden Japonya’nın hem de Tayvanlıların uzlaştığı nokta mevcut durumun devamlılığının sağlanmasıdır, ne bağımsızlık ne de entegrasyon. Ara bir formül olarak statükonun devam ettirilmesi, hiçbir askeri ve zorlayıcı müdahalenin olmaması konusunda bir uzlaşma var ve bu uzlaşma devam edecek gibi görünüyor. ABD - Çin ilişkilerinde “G2 (Group of Two)” ve “Chimerica” gibi kavramlar ortaya atılmıştır. Bu gibi kavramların iki ülke arasındaki ekonomik ve siyasal ilişkilerdeki rolü ne olmuştur? Ne kadar gerçekçidir ve ne ölçüde benimsenmiştir? G2, G20’den esinlenerek oluşturulmuştur. Ekonomik ve finansal konulara çözüm bulmak için bir araya gelen dünyanın önce gelen 20 ekonomisinin yerine önde gelen bu iki ülke G2 altında değerlendirilmiştir. Bu daha çok Amerikalı uzmanlar tarafından ortaya atılmıştır. Çin ise bunu reddetmiştir. Çin kendini G2 kavramına dahil olarak nitelememekle beraber böyle bir niyetinin de olmadığını ve Sovyetler Birliği gibi ABD’nin karşısına dikilecek bir süper güç konumunda bulunmadığını açıklamıştır. Ancak, diğer taraftan Çin artık küresel sorunlarda özellikle ekonomik konularda birincil derecede aktör konumundadır. ABD ile birebir kıyaslanmaktadır. Çin-AB zirveleri, Çin-Afrika zirveleri, Çin-ASEAN toplantıları yapılmaktadır. Bu anlamda Çin kendi başına bağımsız bir güç haline gelmiş durumdadır. Dolayısıyla, bu yönüyle bakıldığında Soğuk Savaş dönemindeki ABD-Sovyetler Birliği kutuplaşması yok ancak Çin önemli bir aktördür.

Page 17: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

17 Akademik Perspektif – Mart 2015

*Prof. Dr. Selçuk Çolakoğlu kimdir? Prof. Dr. Selçuk Çolakoğlu, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler bölümünden mezun oldu. Yüksek Lisansını Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) Uluslararası İlişkiler bölümünde tamamladı. Doktora derecesini 2003 yılında Ankara Üniversitesi Uluslararası İlişkiler bölümünden aldı. 1999–2001 yılları arasında Güney Kore’nin Başkenti Seul’de bulunan Hankuk Yabancı Araştırmalar Üniversitesi (HUFS) Türkoloji bölümünde öğretim görevlisi olarak çalıştı. 2008 yılında uluslararası ilişkiler doçenti

oldu. Adnan Menderes Üniversitesi (ADÜ) Nazilli İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölüm Başkanı(2008-2012) ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürü(2011-2012) olarak görev yaptı. 2013 yılında Profesör unvanı aldı. Halen Yıldırım Beyazıt Üniversitesi (YBÜ) Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü öğretim üyesidir. Ayrıca Dışişleri Bakanlığı Stratejik Araştırmalar Merkezi’nde (SAM) danışmanlık yapmaktadır.

Page 18: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

18 Akademik Perspektif – Mart 2015

Page 19: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

19 Akademik Perspektif – Mart 2015

ABD’nin Hipermetropi Hastalığı

Samet Zenginoğlu *

Amerika Birleşik Devletleri, dışlama ve ötekileştirme üzerine kurgulanmış bir yapıya sahiptir. Bu ifadeyi teyit edecek olay ve gelişmelere dair ülkenin tarihine bakmak yeterli olacaktır. Yine son süreçte, Ferguson olayları ve Chapel Hill katliamı kurgunun değişmediğini ve gerek siyaset gerekse de medya alanında ayrımcı bakışın ve çifte standart yaklaşımının devam ettiğini gözler önüne sermektedir.

Geçtiğimiz yıl, 9 Ağustos tarihinde Missiouri eyaletinin Ferguson kasabasında, 18 yaşındaki silahsız siyahi genç Michael Brown, Darren Wilson isimli polis memuru tarafından öldürüldü. Brown’un öldürülmesi sebebiyle başlayan protesto gösterilerinde, bu kez Amerikan polislerinin olayları bastırma şekli gündeme geldi. Zira protestolara katılanların yanı sıra, medya çalışanlarına karşı da orantısız güç uygulandığı müşahede edildi. Gelişmeler, protestoların yeniden başlaması ve müdahalelerdeki yöntemlerin önleyici tedbirlerden öte “şiddet” içermesi ile devam etti. Bu süreç kapsamında yapılan tartışmalara bakıldığında, toplumsal bilinçaltında yer alan “düşman” algısının yeniden ortaya çıkmış olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Yerlilerin ardından,

Amerikan kimliği inşasında yeni “öteki” konumunda olan siyahilere bakışın böylesi menfi hadiselerle birlikte, tamamen ortadan kalkmadığı görülmektedir. Zira halen birçok kesim için siyahiler, öteki olarak mevcudiyetlerini devam ettirmektedirler. Öyle ki, sanık Darren Wilson için 25 Kasım 2014’te çıkan, “ceza verilmemesi” doğrultusundaki mahkeme kararı, bu görüşü destekler mahiyettedir. Son olarak, 10 Şubat tarihinde Kuzey Carolina eyaletine bağlı Chapel Hill kasabasında, Deah Barakat, Yusor Mohammed Abu-Salha ve Razan Mohammed Abu-Salha isimli üç Müslüman gencin öldürülmesi, tartışmaya farklı bir boyut getirdi. Çünkü 11 Eylül’ün sonrasında Batı’nın yeni düşmanı olarak tanımlanan İslam ve dolayısıyla Müslümanlar bu menfi hadisenin

Page 20: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

20 Akademik Perspektif – Mart 2015

içerisinde yer aldılar. Chapel Hill katliamının akabinde Amerikan medyası başta olmak üzere Batılı medya, yaşananları görmezden ve duymazdan gelmeyi tercih ettiler. Oysa hatırlanacağı üzere, Charlie Hebdo olayının ardından başta medya olmak üzere büyük bir infial oluşmuştu Batı dünyasında. Fakat öl(dürül)enlerin Müslüman olması, bütün “demokrasi”, “insan hakları”, “adalet” gibi kavramların sadece birer telaffuz vasıtası olmaktan öteye gidemediğini gösterdi. Amerika her ne kadar demokrasi odaklı söylemler geliştirmeye çalışsa da, “Amerikan demokrasisi” (burada WASP’lar kast edilmektedir) ve “Amerikan olmayanların demokrasisi” (bu eksene Siyahiler, Müslümanlar ve farklı bir bağlamda Hispanikler eklenebilir) gibi bir ayrım söz konusudur. Peki, Chapel Hill katliamı münferit bir olay olarak mı tarih sahnesinde yer alacak, yoksa yükselen İslamofobia bağlamında sosyo-kültürel eleştiri ve özeleştirilerin temel konularından birisini mi teşkil edecek? Şayet Batı medyası açısından cevap verecek olursak, münferit bir hadise olarak değerlendirilmesi daha doğru olacaktır. Burada, dikkat çekici bir nokta bulunmaktadır. Zira Müslümanlar tarafından Batı’da gerçekleştirilen menfi saldırı ya da olaylarda topyekûn dışlayıcı bir söylem geliştirilirken, aynı durum bu kez Müslümanlara karşı gerçekleştirildiğinde, adeta mümkün mertebe konunun kökenlerine, esas sebeplerine inilmemesi çabası baş göstermektedir. Oysa ifade edildiği üzere Amerikan ve diğer Batılı ülkeler açısından bilinçaltındaki “İslam” imajı basmakalıp; eleştiriye, sorguya kapalı bir biçimde oluşturulmuş durumdadır. Bununla birlikte, hem Amerika’nın hem de Avrupa’nın inatla görmezden gelmeye

çalıştığı gerçek, “öteki” olarak gördüğü insanların kendileriyle bir arada yaşıyor olmalıdır. Aynı iş yerinde çalışmaktan, aynı kasabada ya da şehirde ikamet etmeye değin bir arada yaşama ve kültürel manada olmasa da toplumsal manada bir iç içe geçmişlik söz konusu olmaktadır. Dolayısıyla, dışlayıcı söylem ve politikalar bir kenara bırakılıp, kapsayıcı teşhisler ortaya konulamadığı takdirde Amerika, kendisine zarar vermiş olacaktır. Zararı minimize edebilmek için ise çözümün temeli basit görünmektedir. Bu temeldeki teşhis, Amerika’nın hipermetropi hastalığından kurtulması gerekliliğidir. Başta Ortadoğu olmak üzere, 2001 ve 2003 süreçlerinden bu yana “insan hakları”nı ve “demokrasi”yi dilinden düşürmeyen Amerika, önce yakınındaki sorunu görmeli ve söylemde değil, pratikte, ayrımcı bir tutum sergilemeden birlikte yaşayabilmek adına gereken adımları atmalıdır. Tabiatıyla, bir “şey”i bir alan ya da coğrafyaya ihraç edebilmek için öncelikle o “şey”e sahip olunması beklenmektedir. Kanada’da bir grup aktivist, Şubat ayının başlarında, “ben Müslümanım ve terörist olmakla damgalanıyorum. Ben sana güveniyorum, sen bana güveniyor musun? O zaman sarıl bana” yazılı pankartlarla sosyal bir deney gerçekleştirdiler ve birçok kişi kendilerine sarıldı ve güvenlerini ifade ettiler. Marjinal gruplar hiçbir zaman kamuoyunu ifade etmez. Dolayısıyla Amerika’nın artık marjinal grupları kamuoyunun tamamı gibi görmekten vazgeçip, ülkesindeki Müslümanlara güvenmesi ve bizzat hak ve özgürlüklerini koruması elzem görünmektedir. Zira diğer olasılık neticelendiğinde, istenenin o sonuç olmadığı geç olmadan anlaşılacaktır.

* Samet Zenginoğlu, Süleyman Demirel Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler

Page 21: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

21 Akademik Perspektif – Mart 2015

Page 22: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

22 Akademik Perspektif – Mart 2015

Amerika’da Yaşayan Yahudilerin Faaliyetleri

Raif Anıl Ötken *

Amerika Birleşik Devletlerinde, farklı milletlerden birçok azınlık yaşar. Yahudiler; ekonomiden siyasete, eğitimden medyaya, hemen hemen her alanda söz sahibi olmaları bakımından, diğer milletlerden daha farklı bir konuma sahiptirler. Kıtadaki ilk Yahudiler Amerika Birleşik Devletleri’nin Kurulu olduğu topraklardaki Yahudi varlığı, 17. yüzyılın ortalarına kadar dayanır. Kıtanın keşfinin ardından Brezilya’ya yerleşen bir grup Yahudi, Portekizlilerin bölgeyi Hollandalılardan geri alması ile buradan sürülür. Yahudilerin bir kısmı Avrupa’ya dönerken, bir kısmı da sonradan adı ‘’New York’’ şeklinde değiştirilecek olan New Amsterdam’a göç eder. Bu göç hareketi ile bölgedeki ilk Yahudi varlığı tarihe not düşülür. Yahudiler; kıtaya ilk adımlarını attıkları andan itibaren, günümüze kadar devam edecek olan cemaatleşme çalışmalarına başlarlar. Her yıl ardı ardına gelen göç dalgaları ile sayıları katlanarak artar. Ekonomik durumlar Eski tarihlerden beri tefecilik ve faizcilik

gibi finans ağırlıklı meslekleri icra ederler. Dolayısıyla geçmişten günümüze kadar, ekonomik olarak durumları toplumun diğer kesimlerine oranla her zaman iyi olmuştur. Ekonomik bakımdan refah içinde yaşamalarının ve sermayeyi ellerinde tutmalarının, süratle organize hale gelmeleri hususunda da önemli payı vardır. [1] Yakın tarihte yapılmış bir araştırmaya göre; Amerika’nın en zengin 400 ailesinin %40’ı Yahudidir. [2] Bu istatistik çalışmaya, Rockefeller gibi ‘’gizli Yahudi’’ olduğu bilinen aileler dahil edilmemiştir. Eğitime verilen önem Toplumun diğer kesimleriyle kıyaslandıklarında, eğitim alanında oldukça başarılıdırlar. Akademik alanda söz sahibidirler. Kurdukları vakıflar ile iyi üniversiteleri kazanmış, başarılı öğrencilere burslar verirler. Kendilerine

Page 23: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

23 Akademik Perspektif – Mart 2015

sadık yazarlar, akademisyenler, sanatçılar ve siyasetçiler yetiştirirler. Ülkede lise mezunlarının üniversiteyi kazanma oranı %40 iken, Yahudi kesimde bu oran %85’i geçer.[3] Amerika’da yaşayan her 10 Yahudiden 6’sı üniversite mezunudur.[4] Yahudilerin akademik hayattaki başarılarını daha net anlayabilmemiz açısından; nüfusun %2’sini oluştururlarken, en iyi üniversitelerden biri olarak bilinen, Harvard Üniversitesi öğrencilerinin yaklaşık %30 ‘unun kendini Yahudi olarak tanımlaması dikkat çekicidir.[5] Yetiştirdikleri akademisyen, sanatçı, yazar ve bilim adamlarının çalışmaları sonucunda; Amerika Birleşik Devletleri’nin aldığı Nobel Ödülleri’nin %37’si Yahudi Amerikalılara verilmiştir. Medyada Yahudi hakimiyeti Medya kanalı ile ortalama zekâya sahip her Amerikalı’ya ulaşabilirler. Gündemi Yahudi sermayesi belirler, kendi çıkarları doğrultusunda yayın yaparlar. Amerikan halkı, ülkede olup bitenleri siyonist medyadan öğrendiğinden dolayı, ister istemez olayları siyonist pencereden yorumlar. Böylece istenilen fikirler de insanlara empoze edilmiş olur. Fox TV, The Weekly Standard, Policy Review, World Affairs, Commentary Magazine, Foreign Affairs, New York Times, Jerusalem Post, New York Sun, Wall Street Journal ve Washington Post gibi dev TV, dergi ve gazeteler Yahudi sermayesinin kontrolünde olan medya kuruluşlarından bazılarıdır. Siyasete duyulan ilgi Seçimlerde; Amerikan halkının ancak yarısı oy kullanır, Yahudilerde ise sandığa gitme oranı oldukça yüksektir. Nüfusun yalnızca %2’sini oluştururlar fakat seçimlerde sandığın %5’ini Yahudi oyları doldurur. Bu durum, siyasete toplumun diğer

kesimlerine nazaran çok daha fazla ilgili olduklarını gösterir. Sahip oldukları think tank (düşünce) kuruluşları da siyasete karşı duydukları bu ilgiyi ve özellikle dış siyasete yön verme arzularını kanıtlar niteliktedir. Foreign Policy Research Institute, Heritage Foundation, Institute for Foreign Policy Analysis ve Jewish Institute for National Security Affairs (JINSA) Yahudi kontrolünde olan bu kuruluşlardan başlıcalarıdır. Örgütsel faaliyetler Örgüt olarak hareket etmeye, organize olmaya hayati önem verirler. Sosyolog Chaim I. Waxman’ın ,‘’American Jewish Yearbook’’ adlı kitapta yazdığına göre, ülkede İsrail yanlısı 80’den fazla Yahudi kuruluş vardır. American Israel Public Affairs Committe (AIPAC), Zionist Organization of America (ZOA), American Jewish Committee (AJC) ve Anti-Defamation League (ADL) gibi son derece etkili örgütler doğrudan Yahudi kontrolünde olan kuruluşlardan bazılarıdır. [6] Amerika’da yaşayan Yahudiler geçmişten beri azınlık olmanın da getirdiği psikoloji ile birlikte hareket etmeye, organize olmaya hayati önem verirler. Yahudiler için öncelik eğitimdir. Yahudi çocukları küçük yaştan itibaren disiplinli bir eğitim sürecinden geçer. Bu süreçte en az pozitif ilimler kadar sıkı bir dini eğitim de verilir. Geleneklerinden kopmadan ve disiplini de elden bırakmadan yetişen bu çocuklar, ileride ülkenin en iyi üniversitelerini kazanır. Nüfusun %2’sini oluştururlarken, ‘’Ivy League’’ olarak bilinen Amerika’nın en iyi 10 üniversitesinde okuyan her 4 öğrenciden 1’inin Yahudi olması tesadüf değildir. [7] Akademik hayatta böylesine güçlü temsil edilmelerinden dolayı; en başarılı yazar, akademisyen ve bilim adamlarının da ekseriyetle Yahudi olması

Page 24: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

24 Akademik Perspektif – Mart 2015

kaçınılmaz bir sonuçtur. Yetiştirdikleri insanları; finans kuruluşlarında, medya organlarında, düşünce kuruluşlarında, üniversitelerinde istihdam ederler. Devletin stratejik mevkiilerine de, yine bu yetiştirdikleri eğitimli insanlar vasıtasıyla nüfuz ederler. Sahip oldukları medya kuruluşları ile gündemi Yahudiler belirler. Dolayısıyla kamuoyunu da istedikleri yönde oluştururlar. Seçim kampanyaları sırasında medyanın önemi daha da artar. İsrail konusunda koşulsuz yardım sözü alınmış adayları destekler; buna yanaşmayan adaylar hakkında ise, aşağılayıcı yayınlar yaparlar. Karapropagandanın en acımasız örneklerini sergilerler. İsrail’i herhangi bir konuda eleştirenlere karşı ‘’antisemitizm’’ suçlamaları isnat eder, ‘’neo Nazi’’ damgası vururlar. Lobi faaliyetleri ile siyasetçilere kendi çıkarları doğrultusunda yasalar çıkarttırır, İsrail devletine her yıl düzenli olarak yardım yapılmasını sağlarlar. Herhangi bir siyasi kontrollerinden çıktığında ise o kişi hakkında seçim zamanı karapropagada yapar, kamuoyu önünde küçük düşürürler. Bu yöntemle hem kongrede, hem de Beyaz Saray’da sözleri geçer. Sonuç Nüfus olarak azınlık sayılan Yahudiler, dünyada süper güç konumunda bulunan Amerika Birleşik Devletleri’ne ekonomi, medya, eğitim ve siyaset alanlarındaki hakimiyetleri sayesinde yön verir durumdadır. Ortadoğu’da Amerikan

siyaseti yanlızca ‘’İsrail’in çıkarlarına’’ endekslenmiş halde ise, bunun arkasındaki yegâne sebep Yahudi lobisidir. Yer altı ve yer üstü kaynakları neticesinde sahip olduğu ekonomik kuvvet ve 1,5 milyarı aşan nüfusu bakımından Müslümanların, Yahudilere kıyasla çok daha geniş olanaklara sahip olduğu ortadadır. Fakat günümüzde İslam alemine baktığımızda; ekonomik gücün birbirleri ile rekabette, iç çatışmalarda harcandığına, eğitime gereken önemin verilmemesi neticesinde ise dev nüfustan yeteri kadar nitelikli iş gücünün yetiştirilemediğine şahit oluyoruz. Yahudilerin 300 yıl boyunca uğraşarak Amerika’da kurdukları düzenden, şüphesiz, biz Müslümanlar için de alınacak örnekler vardır. [1] Pictorial History of Jewish People, Nathan Ausubel, sf.116 [2] Şalom, 29 Eylul 1993 [3] http://www.jbutt.com/c052302.htm (23.12.2012) [4] http://www.jewishjournal.com/ old/stats.5.5.0.htm. (23.12.2102) [5]http://www.theoccidentalobserver.net/2010/07/kevin-macdonald-jewish-overrepresentation-at-elite-universities-explained/ (16.06.2010) [6] Mearsheimer ve Walt, THE ISRAEL LOBBY AND U.S. FOREIGN POLICY, s. 40 [7]http://www.wsj.com/articles/SB102003890421804360 (29.04.2002)

* Raif Anıl Ötken, Boğaziçi Üniversitesi, Uluslararası Ticaret

Page 25: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

25 Akademik Perspektif – Mart 2015

Osmanlı Dönemi Türk- Amerikan Ticari İlişkileri Üzerine Genel Bir Değerlendirme

Elif Özdemir *

Günümüzde birtakım olayları anlayabilmek için geçmişe bakmak, geçmişte olmuş olan olayları doğru değerlendirmek gerekir. Bugün Türkiye ile dünyanın süper gücü olan ABD arasındaki ekonomik ilişkiyi daha iyi anlayabilmek ve mantıklı analizler yapmak için bu iki ülke arasındaki diplomatik ve özellikle ticari ilişkilerin başladığı yılları incelememiz doğru olacaktır. Bu makalede, sözü edilen bu diplomatik ve ticari ilişkilerin başladığı yıllarda Osmanlı- ABD ilişkileri ele alınacak, bu iki ülke arasındaki ticari ilişkiler ve çarpıcı olaylar genel bir şekilde ele alınacaktır.

Amerika Birleşik Devletleri’nin Kurulması ve Gelişmesi İşlenmemiş, bakir topraklara; yeraltı ve yerüstü kaynaklarına sahip olan Amerika kıtası Kristof Kolomb tarafından keşfedildikten kısa bir süre sonra Avrupalı devletlerin en önemli sömürge alanlarından biri olmuştur. Amerika kıtasının güneyini İspanya ve Portekiz sömürgeleştirirken Kanada’yı ve Louisiana eyaletini Fransa sömürgeleştirmiştir. İngiltere ise Kuzey Amerika’nın doğu kıyılarını ele geçirerek bu yerlerde kendi kolonilerini kurmuştur.

İşte böyle bir ortamda Amerikan Bağımsızlık Hareketi, İngiltere’nin egemen olduğu 13 kolonide başlayacaktır. İngiltere, Yedi Yıl Savaşları (1756-1763) sonucunda Fransızları mağlup edip Hindistan’ın neredeyse tamamını, Kanada’nın da bir bölümünü ele geçirmesine rağmen savaşın yıkıcı etkileri İngiltere ekonomisinde oldukça ağır bir şekilde hissedilmekteydi. İngiltere bu ekonomik sıkıntıları bertaraf etmek amacıyla başta Amerika’da bulunan 13 kolonisi olmak üzere birçok sömürgesine yeni vergiler koymuştur. Ancak bu vergiler özellikle demokrasiyi benimsemiş “Amerika Koloni Halkları” tarafından

Page 26: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

26 Akademik Perspektif – Mart 2015

büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Bu tepkiler karşısında İngiltere geri adım atmış olmasına rağmen İngiliz hükümeti bu geri adımın Birleşik Krallık için bir prestij kaybı olacağını düşünerek sömürgelerine yeni vergiler koymuştur. Bu hareketin koloni halklarının birleşerek bir dayanışma oluşturmalarına neden olduğu gayet açıktır. İşte bu şekilde koloni halkları İngiltere’ye karşı ayaklanıp bağımsızlık mücadelesini başlatmışlar ve 1776’da yayınladıkları Bağımsızlık Demeciyle birleşerek bağımsızlıklarını ilan etmişlerdir. Amerikalıların İngiltere’ye karşı sürdürdükleri bağımsızlık savaşı 1783’e kadar sürmüştür. Nihayetinde İngiltere, hem karada hem de denizde başarısız olduğu için 3 Eylül 1783 tarihli Paris Antlaşması ile Amerika Birleşik Devletleri’ni tanımak zorunda kalmıştır.1 Böylece İngilizlere karşı bağımsızlık mücadelesini kazanan ABD, özellikle 1861 yılına kadar büyük bir hızla büyümeye başlamış; Kuzey Amerika topraklarının bir kısmını para karşılığında satın alırken bir kısmını da silahlı mücadeleler sonucu kazanmıştır. 1920’lerde ABD topraklarının günümüz sınırlarına büyük ölçüde ulaştığı görülmektedir. Ayrıca ABD nüfusu 100 yılda 15 kat arttığı dönemin demografik istatistiklerinden anlaşılmaktadır.2 ABD siyasi alanda ise infirat politikasını benimsemiştir, yani kendi ekonomisini geliştirmek amacıyla kabuğuna çekilmiş ve Avrupa’nın siyasi hayatından uzak durmuştur. İnfirat politikası, 1823 senesinde ABD Başkanı J. Monroe tarafından ortaya konan Monroe Doktrini ile daha sistemli hale getirilmiştir. Ancak her ne kadar ABD, Eski Dünya siyasetine

1 Armaoğlu,20. Yüzyıl Siyasi Tarihi,(İstanbul: Timaş Yayınları, 2014), s.68-69. 2 Yavuz Güler, “Osmanlı Devleti Dönemi Türk-Amerikan İlişkileri(1795-1914)”, Gazi Üniversitesi Kırşehir Eğitim Fakültesi Dergisi 6,(2005):229.

karışmama politikası gütmüşse de birçok alanda dolaylı da olsa (özellikle Uzakdoğu’da) politik hamleler yaptığı gözden kaçmamalıdır. ABD, Açık Kapı İlkesi denen bu ilke ile kendi ekonomik ve siyasi menfaatlerine uygun diplomatik hareketlerde bulunmuştur. Sonuç olarak Monroe Doktrini ve Açık Kapı İlkesinin 1. Dünya Savaşı’na kadar ABD’nin dış politikasına yön verdiği görülmektedir.3 ABD, özellikle İç Savaşın sona ermesi ile 1865’ten itibaren muazzam bir ekonomik büyüme gerçekleştirmiştir. 1865-1898 yılları arasında buğday üretimi %256, rafineri şeker üretimi %460, kömür üretimi %800, demir yolu uzunluğu % 567 artmıştır. Ham petrol üretimi 3.000.000 varilden 55.000.000 varile, çelik üretimi ise 20.000 long tondan 9.000.000 long tona çıkmıştır.4 ABD’nin dış ticaret hacmini de muazzam şekilde genişletmesi ve özellikle uluslararası deniz ticaretinde önemli bir konuma gelmiş olması dikkat çekicidir. ABD – Osmanlı Devleti İlişkileri 1-İlk Temas: ABD ve Garp Ocakları Garp Ocakları denilen bölge, Kuzey Afrika topraklarında bulunan berberi beylikleridir.(Tunus, Cezayir, Trablusgarp, Fas) Bu beylikler yarı özerk şekilde Osmanlı Devleti’ne bağlı bulunuyordu. Ancak her ne kadar Osmanlı’ya bağımlı görünseler de Osmanlı’ya “bazen” itaat etmeleri, düzensiz vergi vermeleri, Avrupa ve Amerikalı devletler nezdinde bağımsız devlet muamelesi görmeleriyle olağan dışı bir görünüm içerisindelerdi. Osmanlı’ya yarı özerk şekilde bağlı olan bu beylikler,

3 Kenan Özkan, “Türkiye-ABD İlişkileri(1918-1923)”, (Yüksek Lisans Tezi, Anadolu Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü,2006), s.4. 4 Güler, s.230.

Page 27: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

27 Akademik Perspektif – Mart 2015

zamanla bağımsız hareket etmeye başlamıştı. Osmanlı bu beyliklere beylerbeyi tayin etmekle birlikte, yönetim mahalli dayılar tarafından yürütülmekteydi. Osmanlı Devleti’nin Garp Ocaklarıyla olan en önemli sorunu Akdeniz’de ticaret yapan ülkelerin ticaret gemilerinin Osmanlı tarafından kendilerine verilen bir güvence olmasına rağmen Garp Ocakları’nın korsan gemileri tarafından gasp edilmeleridir. Bununla birlikte Garp Ocakları her ne kadar bağımsız olarak hareket etseler de Osmanlı Devleti’nin zor zamanlarında Osmanlı ülkesine asker göndermişler ve birçok diplomatik olayda Osmanlı Devleti’nin yanında yer almışlardır. Ayrıca o dönemlerde yazılan belgelerde Garp Ocakları korsanlarının serbest deniz haydutları değil, üzerinde devlet yetkisi bulunan korsan oldukları anlaşılmaktadır. Fakat Osmanlı’nın yetkilerini sıklıkla ihlal ettikleri açıktır.5 Akdeniz’in Garp Ocakları’nın kontrolünde olduğu 18. yüzyılın sonlarında Akdeniz’de ticaret yapan her devlet gibi ABD de Garp Ocaklarının yağmalarından nasibini almıştır. ABD’nin birçok gemisinin o yıllarda Garp Ocakları tarafından ele geçirildiği ve gemi mürettebatının esir edildiği bilinmektedir. Bununla ilgili birçok arşiv belgeye rastlanılmaktadır. Örneğin 1803’te Mecklenburg Dükalığı reayasından Henry Smith, bir Amerikan sefinesinde Hamburg’a giderken Cezayir korsanları tarafından tutsak edilmiştir.6 Amerikan gemilerinin bu yağma ve gasplarda uğradığı zararların çoğalması ve Amerikalıların Garp Ocakları korsanları tarafından rehin alınması, ABD kamuoyunun bu soruna çözüm bulunması için yönetim üzerinde baskı kurmasına yol

5 Göknur Akçadağ, ”Kaptan William Bainbridge’in İstanbul Seyahatinin Önemi”, Tarih Dergisi 54, (2011):123-125. 6 Akçadağ, s.128.

açmıştır. Sorunun hat safhaya eriştiği 1780’li yıllarda ABD, bağımsızlığını yeni kazanmış olması itibariyle iç siyasi bünyesini sağlamlaştırmakla uğraştığından dışarıda sert politikalar izleyebilecek durumda değildi. İşte bu yüzden ABD bağımsız bir sultanlık olan Fas ile 1785’te bir vergi antlaşması imzalarken; 1795’te Cezayir, 1796’da Trablus ve 1797’de Tunus ile orijinalleri Türkçe olan antlaşmalar imzaladı. Bu antlaşmalara göre Garp Ocakları, Amerikan ticaret gemilerinin bölgede serbestçe ticaret yapmasına izin verecek, ABD hükümeti de her yıl Garp Ocakları’na vergi ödeyecekti.7 Ancak her ne kadar bu yıllarda Garp Ocakları üstün gibi gözükse de 1800’lere gelindiğinde ABD, zayıflayan Garp Ocakları ile savaşmış(Birinci Berberi Savaşı) ve Garp Ocakları’nın üstünlüğünü ortadan kaldırmıştır.8 2-Osmanlı Devleti- Amerika Birleşik Devletleri Arasındaki Ticari Antlaşmalar 1780’li yıllarda Amerikan ticaret gemileri İzmir limanına kahve, baharat, mum, rom ve pamuklu ürünler getirip; afyon ve kuru meyve götürüyorlardı. Özellikle İzmir’den Çin’e yaptıkları afyon taşımacılığından büyük karlar elde etmiş ve İngiliz tekelini kırmışlardır. Zamanla İzmir limanına gelen Amerikan ticaret gemilerinin sayısı artmıştır. Bunun üzerine Amerikan tüccarlarının Osmanlı ülkesindeki sorunlarını çözmek adına Amerikalılar, 1811’de başkanlığını David Offley’nin yapacağı İzmir Ticaret Evi’ni kurdular. Ticaret Evi görüntüsü altındaki bu kurum aslında bir konsolosluk gibi çalışıyordu. Offley bir konsolosun yerine getirmesi gereken her şeyi ifa ediyordu. Bununla birlikte 1820’lerde İzmir’de bulunan

7 Adem Kara, “Osmanlı Devleti- A.B.D. Ticari İlişkileri”, Akademik İncelemeler Dergisi 2, (2006):3 8 http://tr.wikipedia.org/wiki/Birinci_Berberi_Savaşı

Page 28: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

28 Akademik Perspektif – Mart 2015

Amerikan şirketlerinin sayısı hızla artmaya başlamıştır. Bu ticari ilişkilerin dışında 1820’lerin başından itibaren Amerikan misyonerlerin Osmanlı ülkesine geldiği ve tüm Osmanlı ülkesinde faaliyet yürüttükleri görülmektedir. ABD hükümeti hem ticari ilişkileri geliştirmek hem de Osmanlı Devletinde bulunan vatandaşlarını korumak amacıyla Osmanlı ile antlaşma yapmak için yoğun çaba harcamıştır. Ancak ABD’nin bu çabası 1821 Yunan Ayaklanmaları yüzünden yarım kalmıştır. Nihayet iki ülke arasında yeniden başlayan müzakerelerde ABD adına Andrew Jackson ve Osmanlı Devleti adına Reis-ül Küttab Muhammed Efendi katılmıştır. 8 Şubat 1830’da başlamış olan görüşmelerde anlaşmaya varılarak, 7 Mayıs 1830’da Osmanlı-ABD Seyr-i Sefain ve Ticaret Antlaşması imzalanmıştır. Dokuz maddeden oluşan bu antlaşmayla ABD’ye en ziyade müsaadeye mazhar millet sıfatı verilerek Osmanlı limanlarını ziyaret eden Amerikan tacirlerinden önce kendilerine bu statü tanınan diğer devletlerin tacirlerinden alınan gümrük ve resim isteminde bulunulmaması ve diğer ülke vatandaşlarının sahip olduğu bütün imtiyaz ve muafiyetten yararlanmaları sağlanmıştır.9 Seyr-i Sefain ve Ticaret Antlaşmasıyla birlikte ABD- Osmanlı Devleti ticari ilişkilerinin artmasına ve diplomatik bakımdan iki devletin birbirine yakınlaşmasını sağladığı görülmektedir. 1831’de iki ülke arasında 483.095 dolar düzeyindeki ticaret hacmi, 1841’de 413.938 dolar, 1851’de 739.032 dolar düzeyine ulaşmıştır. 1861-1865 yılları arasında Amerikan İç Savaşı nedeniyle ticaret hacminin daraldığı ancak 1862 yılında iki ülke arasındaki Seyr-i Sefain ve 9 Kara, s.6-7.

Ticaret Antlaşmasının yenilenmesiyle iki ülke arasındaki ticaret hacminin büyük bir hızla artarak 1869 yılında ilk kez 1.000.000 doların üstüne çıktığı, zaman zaman 5.000.000 doların üzerine çıkarak devam ettiği dönemin kayıtlarından anlaşılmaktadır.10 1862 Antlaşmasıyla birlikte ABD vatandaşları Osmanlı Devleti’nin her yerinde alım-satım yapabileceği kabul edilmiştir. Bu geniş kapitülasyonlar ile ABD, Doğu’da kendi politikasını kolaylıkla uygulama imkânı bulmuştur. Tablo: Osmanlı Devleti-ABD Ticaret Hareketi11

Yıl Osmanlı Devleti’nin ABD’den İthalatı

Osmanlı Devleti’nin ABD’ye İhracatı

Ticaret Hacmi

1832 64.722 923.629 988.351

1852 265.825 556.100 821.925

1872 1.209.443 866.719 2.076.162

1892 206.350 4.969.029

5.175.379

1912 3.798.168 19.208.926

23.007.094

Diplomatik Açıdan ABD- Osmanlı Ticari İlişkilerine Dair Bir Değerlendirme Görülüyor ki yapılan ticaret antlaşmalarıyla özellikle ABD lehine önemli gelişmeler olurken, zaman ilerledikçe bu durum Osmanlı Devleti’nin aleyhine bir durum oluşturmuştur. Çünkü bu ticaret antlaşmalarıyla önemli imtiyazlar ve kapitülasyonlar elde eden ABD, kendi ekonomik ve politik çıkarları adına misyonerlik faaliyetleri, Osmanlı Devletinde yaşayan Amerikan

10 Çağrı Erhan, “Osmanlı-ABD İlişkileri”, Osmanlı Ansiklopedisi, (Ankara: Yeni Türkiye Yayınları,1999) C:2, s. 239. 11 Orhan Köprülü, “Tarihte Türk Amerikan Münasebetleri”, Belleten 51, (1987): 935.

Page 29: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

29 Akademik Perspektif – Mart 2015

vatandaşlarının hukuki durumu ve Ermeni Sorunu gibi önemli konularda -özellikle 1874’ de imzalanan Suçluların İadesi ve Tabiiyet Anlaşması ile- Osmanlı Devleti’ni pek zor durumlara düşürmüştür.12 Bundan hareketle ABD’nin kendi çıkarları uğruna Osmanlı Devleti’nin iyi niyetini suistimal ettiği açıktır.

* Elif Özdemir, Erzincan Üniversitesi, Hukuk

12 Haluk Selvi ve Kurtuluş Demirkol, ”Osmanlı Devletinde Amerika Birleşik Devletleri Vatandaşlarının Hukuku ve Karşılaşılan Bazı Problemler”, History Studies Prof. Dr. Enver Konukçu Armağanı, (2012): 340

Page 30: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

30 Akademik Perspektif – Mart 2015

ABD’nin Küresel ‘’ Wilsonizm ‘’ İmparatorluğu

Güney Ferhat Batı *

Süper güç, uluslararası toplumun ahlak ve moral standartlarını yansıtır. Ahlaki ve siyasi sorumluluklara sahip olması nedeniyle süper güç, adalet duygusuna sahip olmalıdır. Küreselleşen dünyada, süper güç statüsü, kaynakları elde etmek ya da savaşları kazanmaktan ziyade diğer insanların kalplerini ve akıllarını kazanmak ile de alakalıdır. Amerikan zaferinin ardında yatan nedenler; özgür dünyanın lideri olma imajı, özgürlüğü desteklemesi ve baskılara karşı duruşudur.

Amerika’yı iki faktör dünya işlerine itti: Hızla büyüyen gücü ve Avrupa’nın merkez olduğu uluslararası sistemin yavaş yavaş çöküşü. İki başkan, bu değişime damgasını vurdu. Theodore Roosevelt ve Woodrow Wilson. Yalnızlık politikasından ayrılmayı karşıt felsefelere dayanarak savunmakla beraber, Amerika’nın dünya gelişmelerinde çok hayati bir rol oynaması gerektiğini her ikisi de kabul etmişti. Roosevelt, bir güç dengesinin sofistik bir analistiydi. Ulusal çıkarları bunu gerektirdiği için ve aynı zamanda Amerika’nın katılımı olmadan küresel güç dengesinin olanaksız olduğunu düşündüğü için Amerika’nın uluslararası arenada rol alması üzerinde ısrarla duruyordu. Wilson’a göre, Amerika’nın küresel rolü bir çeşit göreve dayanıyordu: Amerika’nın güç dengesi için bir yükümlülüğü yoktu; ancak kendi ilkelerini bütün dünyaya yayma görevi vardı. Bir yüzyıl geçmesine rağmen hala küresel dünyada geçerli olan ‘’ WİLSONİZM ‘’ canlılığını hep korumuştur.

Bu, ilkelere göre barış, demokrasinin yaygınlaşmasına bağlıdır; devletler de bireylerle aynı ahlaki kriterlere göre değerlendirilmelidir; ulusal çıkar ise, evrensel hukuk sistemine uymaktan ibarettir. Amerika’nın süper güç olduğunu bir cümle ile ifade edersek, ünlü filozof ‘’Platon’’nun söylediği gibi ‘’ Kendini yönet, dünyayı yönetecek gücü bulursun. ‘’ 1 ABD’nin Enerji Politikası ve Ortadoğu Enerji Havzası Amerika Birleşik Devletleri yakında dünyanın en büyük petrol ithalatçısından büyük bir küresel ihracatçıya dönüşecek. Bu, yurt içinde büyük ölçüde artan petrol keşif ve üretimiyle artan enerji etkinliği ve

1 Diplomasi, Henry Kıssınger, Bağlantı : Theodore Roosevelt veya Woodrow Wilson ( İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 7. Baskı, Kasım 2007 ) s. 21-22.

Page 31: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

31 Akademik Perspektif – Mart 2015

ABD tarafından üretilen ‘’ Kaya Gazı ‘’ doğal gaz kullanımının yaygınlaşması sebebiyle olacaktır. Enerjideki bu derin dönüşümün hem Amerikan hem de dünya ekonomisi üzerinde büyük etkileri olacağı kesin gibi, bu durum ABD’nin Orta Doğu’ya yönelik politikasını, belki de enerji bağımsızlığını etkileyecek.2 Orta Doğu, Soğuk Savaş’ın başladığı yıllardan itibaren ABD dış politikası için hayati bir bölge oldu. Bu kısmen Amerika’nın Sovyetler Birliği’ni frenlemeye yönelik dünya politikasından kaynaklanırken, bölgedeki petrol rezervleri de ABD’nin bölgeye olan ilgisi için daima büyük bir gerekçe oldu. Aslında Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu’daki mevcudiyeti, Soğuk Savaş’ın sona ermesinden itibaren geçen onlarca yılda daha da arttı. Artan enerji bağımsızlığının Amerika Birleşik Devletleri’nin Orta Doğu’daki rolünü büyük ölçüde azaltacağı öngörülse de gerçekte bu pek muhtemel değil. Bölgeden ayrılması için yapılan baskılara rağmen Amerika Birleşik Devletleri, dünya enerji piyasalarının istikrarını muhafaza etme ve dünyanın o bölgesinden gelebilecek güvenlik tehditlerine karşı koymada hayati çıkarlara sahip olmaya devam edecek. Dünyanın en büyük ekonomisi ve önde gelen enerji kullanıcısı olarak Amerika Birleşik Devletleri halen dünyada petrol fiyatının istikrarlı bir şekilde kalmasını sağlamakla, enerji politikalarına ilgili olmaya devam edeceğini göstermektedir. Amerika Birleşik Devletleri net petrol ihracatçısı olsa bile böyle olacaktır. Dünyada petrol piyasasındaki her tırmanış Amerika Birleşik Devletleri’ni etkileyecektir. Örneğin, 2 Yakın Dönem Türk Politik Tarihi, Doç.Dr. Süleyman İnan, Doç.Dr Ercan Haytoğlu, Pamukkale Üniversitesi, Soğuk Savaş Sonrası Türk Dış Politikası ‘1990 – 2015’, ( Ankara, Anı Yayıncılık, 3. Baskı, 2011 ) s. 336 – 337, Emmanuel Karagiannis, ‘’ The Turkish – Georgian Partnership and Pipeline Factor. ‘’ Vol.6, No.1, April 2004, s.20 – 21.

Amerikalı üreticiler, ülkede olduğundan daha iyi bir fiyat olduğu sürece giderek artan miktarda petrolü yurt dışına satacaklardır. Birbirine bağımlı dünyada dış ekonomilerdeki petrol fiyatlarının ani yükselişlerinden kaynaklanan sıkıntılar da Amerika Birleşik Devletleri’ni etkileyecektir. Hem Avrupa hem de Asya’da ABD’nin müttefikleri petrolü doğrudan Orta Doğu’dan ithal ederler. Bu da Amerika Birleşik Devletleri’ne petrol akışının sağlanmasında güvenlik hissesi verir. Amerika Birleşik Devletleri net petrol ithalatçısı olmasa bile Orta Doğu’da süre giden güvenlik çıkarlarına ve ekonomik çıkarlara sahip olacaktır. Amerika Birleşik Devletleri enerji bağımsızlığına doğru gitse de bunu Washington’un dünya enerji piyasaları ve bunlarla ilişkili küresel ve bölgesel güvenlik konularıyla ilgilenmeyi kesmesi takip etmeyecek. Enerji bağımsızlığı Amerika’nın ekonomi ve milli güvenliğe yönelik olarak Orta Doğu’dan kaynaklanan tehditleri ortadan kaldırmayacak. ABD’nin çekilmesi de rakiplerini bölgedeki mevcudiyetlerini arttırmaya sevk edecektir. Bu gerekçelerden dolayı, enerji bağımsızlığı ABD’nin bölgeye yönelik politikasını önemli ölçüde değiştirmeyecektir.3 ABD’nin Afrika Stratejisi ve AFRİCOM AFRİCOM’a kadar ABD-Afrika ilişkileri, ABD kıtaya James Monroe döneminde siyasi ilişkiler açısından ilgi duymaya başlamıştır. Amerikan Kolonileştirme Derneği ( American Colonosation Society ) 1820’de sayılarının 2500 civarında olduğu düşünülen köle grubunu bugün Liberya olarak bilinen ülkeye yerleştirilmiştir. Bu grubun 1847’de bağımsızlığını ilan ederek

3 ABD’nin Enerji Politikaları, http: //thenationalınterest.com/enerjipolitikaları/ , erişim tarihi 10.02.2015, s.1-4

Page 32: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

32 Akademik Perspektif – Mart 2015

özgürlük kelimesinden türetilmiş Liberya adıyla ülkelerini kurmaları ve başkentlerine ABD’nin Monroe Doktrininden esinlenerek Monrovia adını vermeleri ABD’ye bir minnet gösterisi olarak gösterilmiştir. Bu gelişmelerin ardından ABD, 1862 yılında Liberya ile imzaladığı antlaşma uyarınca ülkenin anayasal düzenini ve bağımsızlığını koruma görevini üstlenmiştir. 5 AFRICOAFRICOM, özellikle 11 Eylül sonrası terör odaklı politikalar geliştiren ABD’nin Afrika’daki çıkarlarını daha iyi ve organize bir şekilde koruyabilmek için oluşturduğu bir komutanlıktır. AFRICOM’un kurulmasına dair emir 6 Şubat 2007 tarihinde dönemin ABD başkanı Bush tarafından verilmiştir. ABD’nin yereli güçlendirme stratejisi AFRICOM’un görev sahası içinde geçerli kılınmıştır. Bu anlayışa göre AFRICOM, El Kaide tehlikesini önlemek ya da azaltmak, önemli Afrika ülkelerinin askeri ve yönetim kapasitelerini artırmak, sivil idarenin yasalara karşı saygılı davranmasını sağlamak gibi görevleri üstlenmiştir. ABD, bu komutanlık ile Afrika kıtasında modern çağda yeri olmadığı bazı kesimlerce iddia edilen bir ulus ve devlet inşası sürecine girmek zorunda kalmıştır. Bu süreçte AFRICOM aracılığıyla Afrika’daki milletlere eğitim verilmekte çeşitli sosyal yardımlar yapılmaktadır. Böylece ‘’ Fukuyama’nın ‘’ tespit ettiği gibi devletler, terörizmden uzak durarak ekonomilerini geliştirme şansı yakalayacaktır. Elbette ki bu gelişim ve değişim yukarıda da belirtildiği gibi ABD’ye uyum sağlamış ve ABD çıkarları doğrultusunda hareket edecek ülkeler için geçerlidir. 4 20. yüzyılın ilk yarısında ABD’nin bölgeye ilgisi asgari ölçekteydi. Soğuk savaşın

4 , Prof. Dr. Türkkaya Ataöv, ‘’ ABD VE AFRİKA ‘’, ABD’nin Afrika’ya Uzanan Eli: U.S. AFRİCOM, erişim tarihi 13.02.2015 s.1-2.

bitmesiyle Amerika’nın kıtaya yönelik azalan ilgisi, 1992-1994 yılları arasında Birleşmiş Milletler çerçevesinde Somali’de sürdürülebilir istikrar için gösterdiği çabalarla yeniden artmıştır. Ancak bölgeye aşina olmayan Amerikan kuvvetlerinin buradaki karmaşık dinamikleri kavramakta zorlanmasıyla birlikte verdiği kayıplar, hükümetin Mart 1994’te geri adım atmasına sebep olmuştur. Bu beklenmedik yenilgi, Amerika’nın aynı yıl Ruanda da gerçekleşen soykırıma seyirci kalmasına da yol açmıştır. Ağustos 1998�de Kenya ve Tanzanya’daki Amerikan Büyükelçiliklerine düzenlenen El Kaide saldırıları ise ilişkilerde bir dönüm noktasına işaret eder. Birdenbire ülkenin güvenlik çıkarlarının bu kıtayla yakından bağlantılı olduğunu fark eden Amerika, çoğunluğu askeri eğitim içerikli bir dizi projelerle Afrikalı ülkeleri desteklemeye çalışmıştır. ABD, 11 Eylül saldırıları ile gündeme oturan terörizmin bu karmaşık ve savunmasız kıtada sağlam bir yer edineceğinden şüphelenmekte ve bölgedeki enerji kaynaklarının stratejik önemini de göz önünde bulundurmaktadır. AFRICOM, işte bu temel amaçlar için hayata geçirilmiş bir projedir. 5 ABD ile Çin Arasında Asya – Pasifik Siyaseti “Tarih hür olanın yanındadır; hür toplumların, hür hükümetlerin, hür ekonomilerin, hür ulusların. Bu nedenle kimsenin şüphesi olmasın ki Amerika, 21. yüzyılın Asya-Pasifik’inde tüm varlığıyla yer alacaktır.” ABD Başkanı Barack Obama’nın 17 Kasım 2011’de Avustralya parlamentosuna hitaben yaptığı konuşmada sarf ettiği bu sözler, ABD dış politikasının geleceğine dair iki beklentiye, Asya-Pasifik’e daha fazla ilgi gösterileceğine ve “hür olmaya” yapılan

5 Yrd.Doç.Dr. Esra Pakin, ‘’ AFRİCOM ‘’, http://politikaakademisi.org/africom/ , erişim tarihi 18.02.2015, s.3

Page 33: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

33 Akademik Perspektif – Mart 2015

vurgudan anlaşıldığı üzere bu açılımın Çin’e karşı bölgede bir denge oluşturma amacı güdeceğine işaret ediyordu. Küresel krizden ağır hasarla çıkan, sosyal sorunları artmış, siyaseti ise hem içeride hem dışarıda yeni açmazlara girmiş bir ABD’nin Asya-Pasifik’e yönelmesi mantıklı bir tercih olabilir. Ekonomik açıdan ülkenin sadece Çin değil tüm Asya pazarlarına her zamankinden fazla ihtiyacı var. Çin’in askeri harcamalarını artırdığı, başta Güney Çin Denizi olmak üzere bölgesel güvenlik konularında sesini yükseltmeye başladığı bir dönemde, küresel düzenin halen tek egemeni olarak ABD’nin denge kurma girişimlerinde bulunması akılcı bir yaklaşıma işaret ediyor. ABD’nin Asya-Pasifik politikası büyük ölçüde bölgede bulunan müttefikleri ile bağlarını kuvvetlendirdi. Çin konusunda mümkün olduğunca dengeli ve pragmatik bir tutum izlemeye çalıştı. Asya’ya yönelik çok taraflı platformlarda daha etkin bir şekilde yer aldı. Bu çerçevede, Pasifik Okyanusu’nun iki tarafını birleştirecek bir ekonomik iş birliği ve uzun vadede serbest ticaret alanı projesi olan (ve Çin’i dışarıda bırakan) Trans-Pasifik Ortaklığı projesine öncülük etti. Çok taraflı platformlar konusunda ABD, Trans-Pasifik Ortaklığı konusundaki girişimlerine hız kazandırdı ve Çin’i de kapsayan Doğu Asya Zirvesi’ne üye oldu. İkinci olarak ise askeri alanda Asya-Pasifik’e yatırımını artırdı. Avustralya’nın kuzeyinde yer alan Darwin’de yeni bir Amerikan askeri üssü kurulması, “kıyı muharebe gemisi” olarak adlandırılan yeni kuşak yüksek teknolojili modelden ilk gemilerin Singapur’da görev yapması ve Filipinlerle askeri iş birliğinin geliştirilmesi kararlaştırıldı. Bununla beraber ABD’nin bölgedeki stratejik vizyonun, Hint Okyanusu’nu içine alacak şekilde

genişletildiğini de yapılan açıklamalardan anlıyoruz. 6 ABD ve Çin’in Asya – Pasifik rekabetinde içinde bulunduğumuz zamanı son gelişmelerle birlikte “Yeni Soğuk Savaş” dönemi olarak adlandırmamız pek de yanlış sayılmaz. Örneğin, Ukrayna meselesi ve Kırım’ın ilhakı vesilesiyle Rusya ile Çin arasında stratejik diyaloğun tazelenme süreci de başlamış oldu. Böylelikle Çin, ABD’nin Asya – Pasifik politikasına karşı hamle olarak, Asya – Pasifik denkleminde Rusya kartını her an ortaya koyabilme avantajına da sahip olmuş oldu. Buna karşılık Washington yönetimi de, Asya’da çok yönlü kurumlar tesis ederek Asya politikasını sağlam temellere oturtmak istiyor 7 Süper Güç Olmanın ve Zorunluluğunun Sonucu Amerikan idealizmi, çağdaş gerçeklerin iyi bir değerlendirmesiyle bir araya gelerek, işe yarar bir Amerikan çıkarları tanımlaması yapmak zorundadır. Amerikan dış politika çabaları, dünyanın temel uyumunun kendisini ortaya koyacağı bir son nokta olduğu gibi, ütopik görüşlerden esin almıştır. Amerikan ideallerinin gerçekleşmesi, kısmi başarıların sabırla biriktirilmesinde aranmak zorundadır. Soğuk Savaş’ın özelliklerinden olan fiziki tehdit ve düşman ideoloji artık yoktur. Yeni doğmakta olan dünya düzenine egemen olabilmek için gereksinim duyulan inançlar daha soyuttur: Gelecek hakkında ki görüşler ileri

6 , Uluslararası İlişkiler ve Dış Politika, Prof.Dr. Tayyar Arı, Kuzey-Güney İlişkileri, Uluslar arası Siyasal Sistemler, Güç Dengesi Politikası, ( Bursa, MKM Yayıncılık, 10. Baskı 2013 ) s. 154-170, 271-275, 431-440. 7 Prof.Dr. Attila Sandıklı, http://bilgesam.org/ ABD’nin Asya-Pasifik Politikası/ , erişim tarihi 15.02.2015, s.28-39.

Page 34: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

34 Akademik Perspektif – Mart 2015

sürülebilir, fakat gelecek gösterilemez; bunun gibi, olanaklarla ümit arasındaki ilişki de özünde tahminidir. Amerika’nın geçmişinin ‘’ Wilsoncu ‘’ idealleri – insanlık için barış, istikrar, gelişme ve özgürlük – sonu olmayan bir yolculukta aranmak zorundadır. Bir İspanyol atasözünde denildiği gibi : ‘’ Hey yolcu, yollar yapılmaz. Yollar, yürüyerek oluşturulur. ‘’ 8 * Güney Ferhat Batı, Erzurum Atatürk Üniversitesi, İşletme Yüksek Lisans

8 Diplomasi, Henry Kıssınger, Yeni Dünya Düzenin Yeniden Değerlendirilmesi ( İstanbul, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, 7. Baskı, Kasım 2007 ) s.781-811.

Page 35: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

35 Akademik Perspektif – Mart 2015

Küresel Çevre Sorunları ve Amerika’nın Tavrı

Ömer Faruk Bilbay*

Sanayi devrimin ve küreselleşmenin etkisiyle çevre sorunları çeyrek yüzyılın tartışılan konularından biri haline gelmiştir. Sorunların kaynağının tespiti ve çözümü noktasında yerel ve küresel anlamda faaliyetler yürütülmekte ve uluslararası anlaşmalar imzalanmaktadır. Fakat çevre sorunları karşısında her ülke aynı tutumu sergilememekte ve kendi gerekçelerine uygun politikalar izlemektedirler. Bu doğrultuda bu çalışma Amerika’nın çevre sorunlarındaki yerini ve tutumunu ve izlediği politikayı ortaya koymayı amaçlamaktadır.

Çevrenin, doğadaki tüm canlıların yaşam alanı olduğu kadar insanların hayatları boyunca içinde bulundukları, fiziki, biyolojik, sosyal, ekonomik, kültürel ve siyasal ilişkilerini karşılıklı bir etkileşim içinde sürdürdükleri ortam olması sebebiyle önemsenmesi ve korunması gerekmektedir.

Fakat çevre, tarihsel süreç içerisinde, tabii şartlar elverdikçe ondan faydalanan ve gelişen teknolojiye birlikte onu şekillendirme gücüne sahip olan insanoğlundan hak ettiği önemi ve saygıyı görememiştir. Bu durum çevrenin sömürülmesine ve çevre sorunlarının giderek artmasına neden olmuştur. Özellikle sanayi devrimi sonrası yaşanan

hızlı nüfus artışı, köyden kente doğru artan göç, çarpık kentleşme, tarımsal, evsel ve sanayi kaynaklı kirlilik, küresel iklim değişikliği sonucu meydana gelen yağış rejimi düzensizlikleri, yer altı kaynaklarının tüketimi, doğal kaynakların sömürülmesi, ormanların sürdürülebilirlik esası gözetilmeden yok edilmesi gibi birçok sorun çevre sorununu, son çeyrek yüzyılın en fazla tartışılan konularından biri haline getirmiştir.

Sorunların giderek canlı hayatını daha da tehdit eder hale gelmesi yerel, bölgesel, ulusal ve uluslararası kuruluşları, sorunların çözümü noktasında bir takım politik arayış içinde olmak zorunda bırakmıştır. Bu bağlamda yerel ve küresel

Page 36: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

36 Akademik Perspektif – Mart 2015

boyutta kongre, sempozyum, panel ve konferanslar düzenlenmiş ve sorunlara çözümler aranmıştır. Fakat çevre sorunları dünyanın her yerinde farklılık gösterdiği gibi bu sorunların kaynağı ve çözümü de ülkelere ve toplumlara göre değişebilmektedir. Ülkelerin gelişmişlik düzeylerine göre yapılan sınıflandırmada gelişmemiş, gelişmekte olan ve gelişmiş ülkelerde çevre sorunlarının faklı boyutlarda ve oranda giderek artış gösterdiği gözlenmiştir. Sorunların çözümü noktasında ülkelerin gerekli sorumluluğu üstlenmesi beklenmiştir. Fakat her ülke kendine ait bir takım gerekçeler sunarak sorunun çözülmesi yönünde bir eylemden kaçınmış veya gerekli hassasiyeti göstermemiştir. Öyle ki gelişmemiş ülkeler çevre sorunları karşında maddi imkânların yetersizliğini, gelişmekte olan ülkeler ekonomik kalkınmaya yönelik önceliklerin gerekliliğini, gelişmiş ülkeler ise yaşam standartlarının devamını öne sürerek çevre sorunlarının çözüme kavuşturulması ve çevrenin korunmasına yönelik uluslararası düzenlemelere taraf olmayı kabul etmemişlerdir.

Ülkelerin taraf olmayı kabul etmemeleri ve uluslararası bir yaptırımın olmayışı nedeniyle başta ABD olmak üzere Çin, Hindistan gibi milyarlık nüfuslarıyla hızla büyüyen ülkeler çevreyi kirletmeye ve doğal kaynakları aşırı şekilde sömürmeye devam etmektedirler. Gerek nüfusları gerekse gelişmiş sanayileriyle dünyanın baş kirleticileri olmayı sürdüren bu ülkelerin çevre konusundaki bu tutumu diğer ülkeleri etkilemekte ve uluslararası anlaşmalara taraf olmama gerekçesi olarak ABD, Çin ve Hindistan gibi ülkelerin sorunlar karşısındaki tutumlarını sunmaktadırlar. Bu açıdan ABD’nin küresel çevre sorunlarındaki yeri ve tutumu ise özel olarak incelenmeye değerdir. ABD 320 milyon nüfusuyla dünya nüfusunun % 5’ni oluştururken tüm dünya sera gazı

salınımının %25’ini tek başına elinde bulundurmaktadır. Bu denli yüksek miktarda kirletici olmasını rağmen, gelişmiş ülkelerin sera gazı salınımlarını 1990 yılına göre % 5,2 azaltmalarını öngörüp atmosferdeki sera gazı yoğunluğunun, iklime tehlikeli etki yapmayacak seviyelerde dengede kalmasını sağlamaya yönelik hazırlanan Kyoto Protokolüne hala taraf olmamıştır. ABD’nin bu tutumu nedeniyle anlaşmaya taraf olan diğer ülkeler Kyoto Protokolünün geleceği ve yaptırımlarının etkinliği konusunda endişelenirken Kanada, ABD’nin bir takım gerekçeler sunarak anlaşmaya taraf olmamasına tepki olarak 2011 yılında anlaşmadan çekilmiştir. Ayıca ABD’de ekonominin büyük ölçüde sanayi ve teknolojiye dayanması sorunların diğer kaynağını oluşturmaktadır. Öyle ki hızla büyüyen sanayinin artan enerji ihtiyacını karşılamak amacıyla okyanus ve denizlerde yapılan petrol arama amaçlı sondajlar, okyanus ve denizlerin doğal dengesinin sürdürülebilirliğine büyük zarar vermektedir. Bu duruma örnek ise 2010 yılında Meksika körfezinde yaşanan çevre felaketi olmuştur. 2010 yılında Meksika körfezinde BP şirketi tarafından yürütülen petrol çıkartma çalışmaları sırasında bir kuyuda patlama gelmiş ve 3,5 aylık süre zarfında denize 780 milyon litre (780 bin ton) yani yaklaşık 5 milyon varil ham petrol akmıştır. Bu olayın meydana gelmesinden sonra 3 ay içinde sadece bölgeden 3 bin 613 ölü hayvan toplanmıştır. Yaşanan bu çevre felaketinden sorumlu olan şirketler ve ABD yetkilileri ise üzgün olduklarını ve tazminatın sağlanacağını söylemekten öteye gidememişlerdir. Yıllık ortalama kârının 15 milyar Euro olduğu bu şirketten bu çevre felaketinden dolayı sadece 7,8 milyar dolar tazminat istenmesi ise olayın diğer boyutunu oluşturmaktadır. Ayrıca su kaynaklarının giderek azaldığı ve küresel iklim değişikliği sonucu tedbir alınmaması

Page 37: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

37 Akademik Perspektif – Mart 2015

halinde gelecekte ciddi sorunların meydana geleceği Birleşmiş Milletler raporlarınca ortaya konmasına rağmen ABD’de su kaynaklarının aşırı kullanımı sorunu hala devam etmektedir. Bu durumun meydana gelmesinde şüphesiz yüksek yaşam standartlarının devam ettirilme alışkanlığı ve su kaynaklarının tasarrufuna yönelik politikaların yetersizliği olmaktadır. Dünya sağlık örgütünün verilerine göre Afrika’da bir insanın yeme, içme, kullanma ve temizlik amaçlı su ihtiyacı ortalama 25 litre olurken ABD ’de bu miktar 360 litre veya üstünde olmaktadır. Yüksek yaşam standartlarını azaltmak yerine doğal kaynakları aşırı şekilde sömürmeye devam eden ABD’nin gelecekte artan bu su ihtiyacını karşılayamayacağı ve ciddi sorunlarla karşı karşıya kalacağı ortadadır.

Sonuç olarak ABD kendince birtakım gerekçeler sunarak küresel çevre sorunlarının baş aktörü olmaya devam etmektedir. Sorunların çözümü noktasında uluslararası anlaşmalara taraf olmamakta ve yaptırımlara uymamaktadır. Dünyada en fazla sera gazı salınımını yaparak havayı; kimya sanayisindeki faaliyetlerle su ve toprak kaynaklarını kirletmekte ve bu yönüyle insanlığı tehdit eden politikasını sürdürmektedir. ABD’nin meydana getirdiği çevre sorunlarının faturasını bu durumun daha az sorumlusu olan ülke ve

toplumlar ödemek zorunda bırakılmaktadır. Ayrıca ABD’nin çevre sorunları karşısındaki bu tutum ve politikası, sadece insanları değil, en az insanlar kadar sağlıklı bir çevrede yaşamayı hak eden canlıları da etkilemektir. Bu açıdan acilen ABD başta BM olmak üzere diğer çevreci uluslararası kuruluşlarında da desteğiyle çevre konusunda izlediği politikaları değiştirmek zorunda bırakılmalı ve uluslararası anlaşmalara taraf olmaya zorlanmalıdır. Aksi takdirde insanlığı ve diğer canlıları çözümü pek mümkün olmayan küresel çevre sorunları beklemektedir.

Kaynaklar BİLBAY, Ömer Faruk (2014). Türkiye’de Su Kaynakları Kullanımına İlişkin İdari ve Toplumsal Sorunlar ve Çözüm Önerileri: Fırat Nehri Örneği, Mustafa Kemal Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Hatay, s: 1-5. Bünyamin Salman, “Yılında Amerika’nın En Büyük Çevre Felaketi Oldu.” Erişim Tar. 18.02.2015 https://bunyms.wordpress.com Amerika’nın Sesi, “Su Sıkıntısı Tüm Dünya İçin Tehdit” Erişim Tarihi: 19.02.2015 http://www.amerikaninsesi.com Ntvmsnbc ve Ajanslar: “BP'den çevre felaketine 8 milyar dolar tazminat” Erişim Tarihi:19.02.2015 http://www.ntv.com.tr/arsiv/id/25327355 Vuslat Derneği, “Su Kuyusu” Erişim Tarihi: 20.02.2015 http://www.vuslat.org.tr/sayfa.asp?kid=450

* Ömer Faruk Bilbay, Mustafa Kemal Üniversitesi, Kamu Yönetimi

Page 38: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

38 Akademik Perspektif – Mart 2015

Türkiye’nin Misafirperverliği ve Suriye’nin Akıbeti

Gökçe Hubar *

2011 yılından bu yana Türkiye’ye sığınan Suriyeliler pek çok araştırmaya konu olmuştur. Metnin ilk bölümlerinde mevzuattaki sıkıntılar, Suriyeli vatandaşların statüsü, akıbeti ve finansman meseleleri kısaca ele alınacak, sonuç bölümünde ise önerilere yer verilecektir.

Suriye Arap Cumhuriyetinin güneyinde yer alan Dera ilinde Mart 2011’de başlayan ve ülke geneline yayılan Beşar Esed karşıtı barışçıl protesto hareketi, otoriter rejim güçleri tarafından kanlı bir şekilde bastırılmaya çalışıldı. Bunun üzerine muhalifler ve rejim güçleri arasındaki gerilim hiç olmadığı kadar tırmandı ve son dört senede en az 200.000 masum insan hayatını kaybetti. Milyonlarca Suriyeli ülke içinde yer değiştirdi ya da başka ülkelere göç etti. Çareyi Türkiye gibi komşu ülkelere sığınmakta bulan Suriye vatandaşlarının akıbeti yıllardır pek çok araştırmaya konu oluyor. Suriyelilerin durumunun ele alınacağı bu metinde öncelikle Türkiye’deki Suriyeli vatandaşların statüsü, finansmanı ve mevzuattaki sıkıntılar kısaca özetlenecek, sonuç bölümünde ise öngörü ve önerilere yer verilecektir.

1.Mülteciliğin Tanımı ve Türkiye’deki Suriyelilerin Statüsü Mülteci Kime Denir? Mültecilerin hukuki statüsü iki anlaşma ile tanımlanmıştır. Bunlar; Mültecilerin Hukuki Statüsüne İlişkin 1951 Cenevre Sözleşmesi1 ve 1967 protokolüdür. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği’ni kuran 1951 Cenevre Sözleşmesi bir mülteciyi; ”Irkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak

1 http://www.unhcr.org.tr/uploads/root/sozlesme.pdf (Erişim tarihi 17.02.2015)

Page 39: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

39 Akademik Perspektif – Mart 2015

istemeyen her şahıs” olarak tanımlıyor. “Sığınmacı”, mültecilik statüsü başvurusu henüz sonuçlanmamış olan şahıs iken “mülteci”, sığınma başvurusu kabul edilen şahıstır. Türkiye’deki Suriyelilerin Statüsü Türkiye’ye sığınan Suriyeliler için “mülteci” kelimesini kullanmak yanlış olur. Bunun hukuki gerekçesi şudur: Türkiye, 1951 Sözleşmesine koyduğu coğrafi sınırlama çekincesi gereğince, Avrupa Konseyine üye olmayan ülkelerden gelen yabancılara “mülteci” değil, “sığınmacı” statüsü verebilmektedir. Ülkemizde ikamet etmekte olan “bütün” Suriyelilerin sığınmacı statüsü için başvuruda bulunmadığı dikkate alınacak olursa, genel olarak Suriyeliler için “geçici koruma” altındaki şahıslar tabiri kullanılabilir. Öte yandan binlerce Suriyelinin, Suriye’ye bir daha hiç geri dönmeyi düşünmediği ve Türkiye’de kalıcı olmayı hedeflediği biliniyor. Bu yüzden medyada “sığınmacı” tabiri de sıklıkla kullanılıyor. Bazı üst düzey yetkililer ise “misafirlerimiz” ya da “Suriyeli kardeşlerimiz” tabirlerini tercih ediyor. Muhtemelen bu kucaklama içgüdüsü, yüzyıllar boyunca Anadolu’da, Balkanlarda, Kafkaslarda, Ortadoğu’da kök salmış kadim kültürleri miras alan Türkiye Cumhuriyeti devletinin zor durumda olan ve zulüm gören insanlara yardım eli uzatmak istemesinin bir gelenek hâline gelmiş olmasından kaynaklanıyor. Her ne kadar bazı ülkeler Türkiye’yi mezhepçilikle itham etmiş olsalar da, aslında Türkiye ırk veya din ayrımı yapmaksızın sığınan herkese “açık kapı politikası” uyguladı. Giriş yapan her Suriyeliye geçici koruma statüsünün verilmesi, bu politikanın bir tezahürüydü.

2.Türkiye’deki Sığınmacıların Miktarı ve Finansmanı Sığınmacı Miktarı Başbakanlık AFAD ve Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği verileri, Türkiye’deki toplam Suriyeli sayısının 1.622.8392 olduğunu belirtiyor. 31 Aralık 2014 tarihinde güncellenen veriye göre, Suriyelilerin 1.552.839’unun kayıtlı olduğu, yaklaşık 70.000 kadarının ise kaydolmayı beklediği anlaşılıyor. Avrupa Birliği ülkelerinde ikamet etmesine müsaade edilen toplam Suriyeli sığınmacı sayısı yalnızca 150.000 civarında iken; yalnızca Türkiye’de bu sayı, kayıt dışı olanları da hesaba katarsak, yaklaşık iki milyondur. Özellikle 2014 yılının ikinci yarısında, Türk yetkililerin, o zamana dek kayıt yaptırmamış yüz binlerce Suriyeliyi cesaretlendirdiği ve resmiyet konusunda geçmiş yıllardan daha dikkatli davrandıkları söylenebilir. Sığınmacıların Finansmanı 18 Aralık 2014 tarihinde Başbakanlık AFAD tarafından düzenlenmiş olan Suriye İnsani Yardım Çalışmaları Değerlendirme Toplantısında3 Suriyeli misafirler için harcanan miktarın 5 milyar dolara yaklaştığı belirtilmişti. AFAD Başkanı Fuat Oktay "ABD gerçek rakamlara baktığımızda birinci sırada. İkinci sırada İngiltere var. Biz üçüncü sıradayız. Ama bunu toplam milli gelir içerisinde kıyasladığımızda bizimle ABD arasındaki fark 7 kat. Yani biz 7 kat daha cömertiz" açıklamasını yapmıştı. AFAD’ın 10 Ekim 2014 tarihli raporuna göre uluslararası

2 http://data.unhcr.org/syrianrefugees/country.php?id=224 (Son güncelleme 31.12.2014) 3 http://www.byegm.gov.tr/turkce/duyuru/turkiye-suriyeli-misafirlere-5-milyar-dolarlik-yardimda-bulundu/73767 (Erişim tarihi 17.02.2015)

Page 40: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

40 Akademik Perspektif – Mart 2015

kamuoyu, ülkemizde bulunan Suriyeliler için yalnızca 245 milyon4 ABD doları katkıda bulunmuştur. Ürdün ve Lübnan’a yapılan uluslararası yardımlar, Türkiye’ye yapılan yardımlardan çok daha fazla olmuştur. 2014 Suriye-Bölgesel Müdahale Planı’nın hazırladığı verilerine göre, 1.900.057.9335 dolarlık fonun yalnızca 1.858.600 doları Türkiye’ye verilmiştir. Bütün bu rakamlar bize, Suriye’den kaçmak zorunda kalan milyonlarca insanın yarısından fazlasına Türkiye’nin sahip çıktığını, ancak uluslararası yardımlardan en az yararlanan taraf olduğunu ispat ediyor. 29 Ağustos 2014’te, BM Mülteciler Yüksek Komiseri Antonio Guterres, “Suriye krizi günümüzün en büyük insani aciliyeti hâline gelmiştir. Ama dünya, sığınmacıların ve onlara ev sahipliği yapan ülkelerin ihtiyaçlarına cevap vermekte başarısız olmaktadır6” şeklinde konuşmuştur. Bu tespit, isim vermeden de olsa, zengin ülkelerin duyarsızlığını ortaya koyduğu için, çok haklı bir tespittir. 3.Türkiye’deki İç Mevzuat ve Uygulamadaki Sorunlar 1994’te Bakanlar Kurulu kararıyla kabul edilen ve 2006’da değiştirilen “Türkiye’ye İltica Eden veya Başka Bir Ülkeye İltica Etmek Üzere Türkiye’den İkamet İzni Talep Eden Münferit Yabancılar ile Topluca Sığınma Amacıyla Sınırlarımıza Gelen Yabancılara ve Olabilecek Nüfus Hareketlerine Uygulanacak Usul ve Esaslar” hakkındaki yönetmelik, bugünün

4 https://www.afad.gov.tr/TR/HaberDetay.aspx?IcerikID=3124&ID=12 (Erişim tarihi 17.02.2015) 5 http://data.unhcr.org/syrianrefugees/download.php?id=7239 (Erişim tarihi 17.02.2015) 6 http://www.middleeaststar.com/index.php/sid/225225113 (Erişim tarihi 17.02.2015)

şartlarına yanıt veremiyor. Yönetmeliğin beşinci maddesine göre, ikamet izni talep eden bütün yabancıların kimliklerinin valilik tarafından tespit edilmesi, fotoğraflarının çekilmesi, parmak izlerinin alınması ve bir mülakata tâbi tutulmaları gerekiyor. Oysa uygulamada aksaklıklar yaşanıyor. Bu aksaklıkların bir kısmı, asayişi sağlamakla yetkilendirilen bazı kişilerin, görevlerini kötüye kullanmalarından kaynaklanıyor. Türkiye’de bazı güvenlik görevlilerinin hükümetten değil, başka yerlerden talimat alır gibi hareket ettikleri, hatta para karşılığında Suriyeli muhalifleri, Beşar Esed’e ihbar ettikleri ortaya çıkabiliyor. Belli ki, Esed’in Türkiye’ye yerleştirmiş olduğu casusları tespit etse bile, sessiz kalmayı ve hatta onlarla işbirliği yapmayı tercih eden kişiler de var. Örneğin, Sultanahmet’teki intihar saldırısı çok rahatlıkla önlenebilecekken, saldırganın, yabancı istihbarat örgütleriyle bağlantıları olan birtakım kişiler tarafından kullanılıp atılmasına kasıtlı olarak izin verilmiş olabilir. Bunun kaçınılmaz bir sonucu olarak da, Beşar Esed’in gönderdiği casuslar, kendilerini Esed rejiminden kaçmış Suriyeli sığınmacılar gibi göstererek, Türkiye’de rahat rahat ikamet edebiliyor, istihbarat toplayabiliyorlar. SONUÇ NİYETİNE: Ocak 2015 tarihli TESEV ve ORSAM’ın hazırlamış olduğu “Suriyeli Sığınmacıların Türkiye’ye Etkileri” başlıklı rapor7 Suriyeli çocuk işçilerin yaygınlaştığına, kaçak işletmelerin haksız rekabet oluşturduğuna, çarpık yapılaşmanın arttığına, Suriyeli kadınlarla çok eşli evliliklerin yapıldığına, etnik ve mezhepsel kutuplaşmanın derinleştiğine dikkat çekiyor. “Entegrasyon süreci başarılı yönetilmesi durumunda uzun vadede

7 http://www.tesev.org.tr/assets/publications/file/09012015104258.pdf (Erişim tarihi 17.02.2015)

Page 41: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

41 Akademik Perspektif – Mart 2015

toplumsal zenginliğe, çok kültürlü yapının gelişmesine katkı sağlayacaktır” tespitinde bulunuluyor. Raporda; Suriyelilerin kayıt altına alınması, eğitim ve sağlık imkânlarının iyileştirilmesi, yeni imar alanlarının açılması, uluslararası yardım alınması, Suriyelilere çalışma izni verilmesi, dilenciliğin önlenmesi, kadın ve çocuk istismarının engellenmesi, asayiş tedbirleri alınması ve Türkiye kamuoyundaki Suriyeli algısının iyileştirilmesi gibi öneriler yer alıyor. Genç ve dinamik bir nüfusa sahip olan, ancak bu potansiyeli yeterince kullanamayan, üniversite mezunu nitelikli gençlerin bir bölümünün işsizlikle boğuştuğu Türkiye; Suriyelilerin gıda, sağlık, eğitim ve barınma masraflarının çoğunu kendi bütçesinden ödediği için kendi vatandaşlarına karşı çok zor durumda kalıyor. Türkiye’yi otoriterlikle itham eden, kendilerinin ise insan hakları ve demokrasi şampiyonu olduğunu düşünen pek çok Avrupa ülkesi, mazlumlara yardım konusunda ne yazık ki

sınıfta kalmış gibi gözüküyor. Kendi güvenliklerini ilgilendiren hususlarda çabucak kararlar alıp uygulayabilen Batılı ülkeler, çeşitli stratejik sebeplerden dolayı, Suriye’de dört senedir akan kanı durdurmaya yönelik ciddi bir çalışma yürütmüyorlar. Tıpkı baba Hafız Esed’in Hama’da on binlerce muhalifin üstüne ateş saçtığında yalnızca kınanması (ama bazı ülkeler tarafından sessizce alkışlanması) gibi, oğul Beşar Esed de, kendi halkına karşı defalarca silah kullanma emri verdiği halde, üstelik bununla gurur duyduğu halde, yalnızca kınanıyor. Bir zalim ile başka bir zalim arasında bir tercih yaparsak, bir zalimi seçmiş oluruz. DAEŞ (ya da IŞİD, İD) ile Beşar Esed arasında Esed’i tercih etmek, işte böyle bir seçimde bulunmak manasına geliyor. Bunun vahim bedelini en çok, masum siviller ödüyor.

* Gökçe Hubar, Paris 1 Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler ve Avrupa Çalışmaları Master programı(Mezun)

Page 42: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

42 Akademik Perspektif – Mart 2015

Page 43: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

43 Akademik Perspektif – Mart 2015

Uluslararası Hukukta Ülke Kazanma Yöntemleri

Yemliha Geyikli *

Uluslararası hukukun başlangıç noktası ve en önemli kişisi olarak kabul edilen devletin kurucu unsuru devletin ülkesidir. Devletin ülkesi üç farklı yerden oluşmaktadır: Kara ülkesi, deniz ülkesi ve hava sahası. Bu yerlerin diğer devletlerin ya da uluslararası alanlardan ayrılmasını sağlayan sınırlar coğrafi özellikler dikkate alınarak belirlenebilir, bu antlaşma yöntemiyle olabileceği gibi devletlerin anlaşamaması halinde mahkeme veya üçüncü bir tarafa intikal ettirilmesi yoluyla gerçekleştirilebilir. Ülke sınırlarının belirlenmesi kara, deniz veya hava ülkesi olmasına bağlı olarak farklı yöntemlerle sağlanmaktadır.

Uluslararası hukukta ülke kavramını tanımlarken öncelikle uluslararası hukukta kişilik kavramının açıklanması gerekmektedir. Bir hukuk düzeninde kişi sayılabilmek için söz konusu düzende kendisine hak ehliyeti tanınması gerekmektedir. Uluslararası hukukta kişilik kavramı, iç hukuktaki tanımından uzaklaşarak farklı bir ölçütte değerlendirilmiştir. Uluslararası hukukta kişilik, uluslararası hukukun oluşmaya başladığı dönemlerde devlet ve uluslararası örgütler çerçevesinde düzenlenmiştir, iç hukukta hukuk kişisi olan insanlar uluslararası hukuk bakımından bir hukuk kişisi kabul edilmemiştir. *Ancak son yıllarda savaş suçları, insan hakları ihlalleri gibi suçlarda uluslararası yargılama faaliyeti yürütülebilmesi, günümüzde gerçek kişilerin de uluslararası hukuk kişisi kabul

edilebildiğini göstermektedir. Sonuç olarak uluslararası hukukun kişilerini devletler, uluslararası örgütler ve gerçek kişiler oluşturmaktadır. Uluslararası hukukun başlangıç noktası ve en önemli kişisi olarak kabul edilen devletin kurucu unsuru devletin ülkesidir. Devletin ülkesi üç farklı yerden oluşmaktadır: Kara ülkesi, deniz ülkesi ve hava sahası. Bu yerlerin diğer devletlerin ya da uluslararası alanlardan ayrılmasını sağlayan sınırlar coğrafi özellikler dikkate alınarak belirlenebilir, bu antlaşma yöntemiyle olabileceği gibi devletlerin anlaşamaması halinde mahkeme veya üçüncü bir tarafa intikal ettirilmesi yoluyla gerçekleştirilebilir. Ülke sınırlarının belirlenmesi kara, deniz veya hava ülkesi olmasına bağlı olarak farklı yöntemlerle sağlanmaktadır.

Page 44: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

44 Akademik Perspektif – Mart 2015

Ülkelerin kazanılmasında, kaybedilmesinde veya sınırların belirlenmesinde rol oynayan ‘münhasır egemenlik’ uluslararası alanda söz konusu devletin oluşmasında da çok önemlidir. Siyasal teşkilatın varlığı dahi devlet sayılmasını sağlamaz. Örneğin 1948 yılında kurulan İsrail devletinin 1967 yılında gasp ettiği yerler sınırlarını oluşturmamaktadır. Ülkenin kazanılması ve kaybedilmesi, söz konusu ülkenin bir devletin egemenliği altında olup olmamasına göre değişebilir. İşgal, arazi oluşumu, zamanaşımı, fetih, ilhak, yargı kararları ve devir ülkelerin kazanılması ve kaybedilmesinde başlıca unsurlardır. İşgal, hiç kimseye ait olmayan ülkenin (terra nullius) bir devlet tarafından kazanılmasıdır.** İşgal yoluyla ülke kazanılması ancak sahipsiz bir toprak parçası üzerinde egemenliğe tabi kılma niyet ve iradesiyle egemenliğin kurulması ile mümkün olabilir. Egemenliğin kurulması ve kullanılması, bu amaçla yapılan fiil ve işlemlerin (devletin söz konusu ülkede yasama, yürütme, yargı faaliyetinde bulunması) niteliğine göre belirlenir.*** Tarihsel sürece bakıldığında yeni bir coğrafi alan keşfeden kişi öncelikli olarak oranın sahibi sayılmış bu yüzden keşif ayrı bir toprak kazanma yolu olarak kabul edilmiştir.1493 yılında Papa’nın Inter Coetera emri ile keşfedilmiş ve ileride keşfedilecek yerlerin iki Katolik devlet (İspanya, Portekiz) arasında paylaştırıldığı görülmektedir. Tarihsel süreç ilerledikçe sahipsiz toprakların azalması etkin kontrolün sağlanması yönünde bir yaklaşım ortaya koymuştur. Arazi oluşumu, çok nadir görülen bir durum olup doğal ve coğrafi nedenlerden dolayı devletin kendi ülkesi içerisinde bir yeri ülkesine katmasıdır.

Zamanaşımı, işgalden farklı olarak bir ülkenin egemenliğinde bulunan veya uluslararası bir yerde bulunan alanlar için geçerli bir kazanma yöntemidir. İşgalden farklı olarak sahipsiz değil sahibi olan bir yerde geçerlidir. Zamanaşımı ile ülke kazanmak için egemenliğin uzun süreli ve çekişmesiz olması gereklidir nitekim Palmas Adası davasında hâkim, ada üzerindeki Hollanda egemenliğine İspanyolların itiraz etmediğini vurgulamıştır. Fetih, uluslararası alanda kuvvet kullanma yasağının kabul edilmesi ile geçerliliğini yitirmiş bir ülke kazanma yöntemidir. Ayrıca uluslararası anlaşmalar ile fetih yoluyla kazanılan toprakların diğer devletlerce meşru sayılması yasaklanmıştır.( BMAD’nın 1971 tarihli Namibya konusundaki açıklaması, Güvenlik Konseyi’nin 1983 tarihli 541 sayılı Kıbrıs kararı, 1970 BM Şartı uyarınca Devletlerarasında Dostane İlişkiler ve İşbirliği ile İlgili Milletlerarası Hukuk Konusundaki Bildiri ) İlhak yoluyla ülke edinmede ise bir devletin tek taraflı olarak başka bir devlete ait ülkenin tamamını veya bir kısmını ele geçirmesidir. Bu yöntemde savaşın olup olmaması önemli değildir. İlhak da fetih gibi günümüzde geçerliliğini yitirmiş bir yöntemdir. Rusya’nın Kırımı 18 Mart 2014 ‘te yapılan bir anlaşmayla ilhak etmiştir kuvvet kullanarak veya kuvvet kullanma tehdidiyle yapılan anlaşmalar geçersiz olduğundan dolayı başta Ukrayna olmak üzere birçok devlet bu duruma karşı çıkmıştır. Yargı kararları ile ülke kazanabilmenin mümkün olması ilgili devletlerin mahkemenin veya hakem sıfatını taşıyan merciinin yetkili oldukları konusunda fikir birliğine varmış olmaları gereklidir.Bu konuda El Salvador-Honduras Davası

Page 45: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

45 Akademik Perspektif – Mart 2015

(1992) ve Libya-Çad Davası (1994) kararları örnek gösterilebilir. Devir, bir devletin egemenliğe sahip olduğu bir ülke parçasından başka bir devlet lehine vazgeçmesi yoluyla ülke kazanma biçimidir. İki tarafında bu yönde bir iradesi olduğu için ilhaktan farklıdır. Devirle birlikte o ülkenin vatandaşlığı devralan ülkenin vatandaşlığını kazanırlar. Lozan Antlaşması ve Ankara Antlaşmaları (Türkiye), Minsk ve Alma Ata anlaşmaları(SSCB) , Bratislava Antlaşması (Çekoslavakya) birer devir örneğidir. Fransa1803’te Loussiana’yı, Rusya 1867’de

Alaska’yı bedel karşılığında ABD’ye devretmiştir. Kaynakça ACER, Yücel, KAYA, İbrahim, Uluslararası Hukuk İngilizce Özetli Ders Kitabı, Legal Yayınları, İstanbul, 2012,syf.99,135,136,137 SUR, Melda, Uluslararası Hukukun Esasları, Beta Yayınları, İstanbul, 2011 BMAD 2012 tarihli Pulau Ligitan üzerindeki egemenlik davası kararı

* Yemliha Geyikli, İstanbul Üniversitesi, Hukuk

Page 46: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

46 Akademik Perspektif – Mart 2015

Page 47: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

47 Akademik Perspektif – Mart 2015

Türkiye Dış Politikasında Geçtiğimiz Ay

Hazırlayan: Caner Akkaya

4 Şubat 2015: Türkiye ile Mısır arasında, iki ülke ilişkilerinin ne kadar gergin olduğunu gösteren açıklamalara karşılıklı olarak devam ediliyor. Geçtiğimiz günlerde Mısır’da yaşanan ölümlere, Türkiye tarafından tepki verilmişti. Bunun üzerine Mısır Dışişleri Bakanlığı açıklamada bulundu. Açıklamada; Türkiye’nin, Müslüman Kardeşler yapılanması üzerinde etkili olduğu, bu durumun Mısır Hükümeti’ni rahatsız ettiği yönünde söylemler yer aldı. Türkiye tarafından gelen eleştirilere, yine eleştirel bir tutumla karşılık verilen açıklamada, Türkiye’nin Mısır’da yaşananları eleştirme hakkı bulunmadığı, Türkiye’den örnekler verilerek dile getirildi. Türkiye’de gazetecilerin tarafsız bir şekilde yargılanmadan tutuklandığı ve sosyal medya sitelerine sansür uygulandığı yönünde açıklamalara yer verildi. Ayrıca, Türkiye’de halk protestolarına orantısız güç kullanıldığı yönünde bir söylem de açıklama da yer aldı.

Açıklamanın sonunda ise; Türkiye’de yapılan tahrik yayınlarını BM şartını ve uluslararası hukuku ihlal edecek, düşmanca davranış olarak gördükleri dile getirildi. Konu ile ilgili olarak, Türkiye tarafına resmi bir uyarı yapılacağı kaydedildi. 5 Şubat 2015: 4 Şubat 2015 tarihinde Mısır Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan Türkiye hakkındaki açıklamaya, Türkiye’den cevap gecikmedi. Türkiye Cumhuriyeti Dışişleri Bakanlığı sözcüsü Tanju Bilgiç, Mısır’ın açıklamalarıyla ilgili bir soruya yanıt verdi. Bilgiç yanıtında; “Mısır’ın açıklamaları, devlet yönetimi anlayışı silah-baskı-zulüm üçgenine dayanan Mısır darbe yöneticilerinin traji-komik çabalarından bir yenisini teşkil etmektedir.” dedi. Mısır’da yaşanan ölümlerle ilgili konuşan Bilgiç, “Mısır'da 2013 Temmuz'unda yapılan darbe sonrasında siyasi kararlarla verilen toplu idam cezalarının sayısı 1000'e varmaktadır. Tabiatıyla bu gidişatın tasvip

Page 48: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

48 Akademik Perspektif – Mart 2015

edilmesi mümkün değildir. Halkın belirli bir kesimini keyfi kararlarla cezalandırarak ve baskı altına alarak toplumsal barış ve siyasi istikrar sağlanamaz. Mısır'daki baskı rejiminin hukuku ve insan haklarını hiçe sayan, vicdanlara sığmayan uygulamaları pek çok ülke ve uluslararası kuruluş tarafından da kınanmaktadır. Son 183 idam kararı da diğerleri gibi uluslararası toplumun tepkisine yol açmıştır.” diyerek, Türkiye’nin tepkisinin normal olduğunu vurguladı. Ayrıca tepkilerin yalnızca Türkiye’den olmadığını belirten sözcü, Mısır’ın Türkiye’yi hedef almasının bir acziyet belirtisi olduğunu, dolayısıyla açıklamaları ciddiye almadıklarını dile getirdi. 6 Şubat 2015: Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, Almanya’da katılacağı programı, İsrail yetkilileri katılacağı için iptal ederek, İsrail ile ilişkilerin hangi boyutta olduğunu gösterdi. Berlin Büyükelçiliği’nde Batı Avrupa Başkonsolosları toplantısının ardından düzenlenen basın toplantısında konuşan Mevlüt Çavuşoğlu, Münih Güvenlik Konferansı’na neden katılmadığını açıkladı. Çavuşoğlu açıklamasında, konferansa davetin Başbakan Ahmet Davutoğlu'na da geldiğini ancak seçim öncesi ve ülke gündemi yoğunluğu nedeniyle Davutoğlu'nun katılamayacağını bildirdiğini, ifade etti. Çavuşoğlu açıklamalarına, “Ben konferansa katılacaktım ama Ortadoğu oturumunda İsrailli temsilcileri sonradan koydukları için katılmama kararı aldık. Fakat Almanya ile ilişkilerimiz sadece Münih Konferansıyla sınırlı değil. Konferans, esasen ikili ilişkilerimizi ilgilendiren bir konu değil, uluslararası bir konferans. O nedenle bu Almanya'ya yönelik bir tavır da değil.” sözleriyle son noktayı koydu.

12 Şubat 2015: Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu, AB’nin Rusya’ya uyguladığı ambargolara uymak zorunda olunmadığını söyledi. Çavuşoğlu, Almanya'da yayımlanan haftalık Die Zeit gazetesine yaptığı açıklamada; AB'nin Rusya'ya uyguladığı ekonomik yaptırımlara Türkiye'nin katılmamasına ilişkin, “Bu ambargolara uyma gerekliliği görmedik. Bu konuda bir yükümlülüğümüz de bulunmamaktadır. Türkiye kendi kararlarını kendisi vermektedir” dedi. Dışişleri Bakanı ayrıca; Rusya'nın Türkiye için önemli bir ticaret ortağı olduğuna dikkat çekerek “Bu nedenle yaptırımlara katılmıyoruz. Gerektiği takdirde kendi tedbirlerimizi alacağız. AB’nin yaptırımlarına katılmak gibi bir yükümlülüğümüz bulunmamaktadır.” açıklamasında bulundu. Çavuşoğlu kendisine yöneltilen “Türkiye, Kiev düştüğünde mi harekete geçecek?” sorusuna ise; “Neden AB kendi yaptırımlarını tutarlı bir şekilde uygulamıyor? Neden Rusya ile işler dolaylı bir şekilde devam ediyor? Rusya’ya karşı hangi yaptırımlara gerçekten uyuluyor? Özür dilerim ama İran ile kim en çok ticareti yapıyor? Almanya ve diğer Avrupa ülkeleri Rusya’nın gaz sevkiyatından vazgeçebilir mi? Gerçekçi olalım, her ülke kendi çıkarlarını da gözetmek durumundadır. Kısaca, bu ambargolara uyma gerekliliği görmedik.” şeklinde cevap verdi. 12 Şubat 2015: Avrupa Birliği Bakanı ve Başmüzakereci Volkan Bozkır, 14 Aralık operasyonunda AB’nin tutumu nedeniyle büyük hayal kırıklığına uğradığını dile getirdi. Düşünce Kuruluşu Avrupa Politika Çalışmaları Merkezi ve MÜSİAD'ın

Page 49: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

49 Akademik Perspektif – Mart 2015

ortaklaşa düzenlediği "Türkiye&AB: Yeni Meydan Okumalar ve Yeni Fırsatlar" toplantısında konuşan Bozkır, 14 Aralık günü operasyondan saatler sonra Avrupa’dan ardı ardına açıklamalar geldiğini dile getirdi. Bu açıklamalardan dolayı derin hayal kırıklığı yaşadığını vurguladı. Bu duruma sebep olarak ise; bir bakan olarak kendisiyle konuşulmadığını, dikkate alınmadığı söyledi. Bakan Bozkır, AB Komisyonu'nun genişleme ve komşuluk politikasından sorumlu üyesi Johannes Hahn'ın kendisini 15 Aralık akşamı telefonla aradığını ve “Türkiye'de ne oluyor” diye sorduğunu, bunun üzerine kendisinin “Açıklamanı yaptın şimdi bana soruyorsun” dediğini anlattı. Bunun üzerine ise; Hahn'ın, “Bunu neden yaptınız? Pazartesi (8 Aralık'ta) Türkiye'deydim. Pazar bunu yapıyorsunuz” dediğini, kendisinin ise “Yargının ne yapacağını bilmeyiz. Bizim bir sözümüz olamaz. Yargının ne zaman harekete geçeceğine karar veremeyiz. Eğer bu imkanım olsaydı Noel'de yapardım, sen de benimle konuşmak yerine kayak yapardın” cevabını verdiğini söyleyerek, AB ile iletişimde ne kadar zorlandıklarını, sitemkar bir şekilde dile getirdi. 17 Şubat 2015: Türkiye, Yemen’deki Türkiye Büyükelçilik faaliyetlerini durdurma kararı aldı. Yemen’de Husiler’in iktidarı ele geçirmesinin ardından, ülkede ciddi iç savaş tehlikesiyle karşı karşıya kalınması Türkiye’yi harekete geçirdi. Türkiye daha önce Ortadoğu büyükelçiliklerinde meydana gelen olumsuzlukları göz önünde bulundurarak, Yemen’deki büyükelçilik faaliyetlerini durdurdu. Yemen’de bulunan ve ülkeden ayrılmak isteyen Türkiye vatandaşları farklı seferlerle tahliye edildi. Büyükelçilik görevlileri de, son durum

değerlendirmelerinden sonra bulundukları görev yerinden ayrılarak Türkiye’ye döndü. Dışişleri Bakanlığı ise; Yemen’e ilişkin seyahat uyarısını yineledi. Türkiye vatandaşlarının zorunlu olmadıkça Yemen’de kalmamaları istendi. Ayrıca yine zorunlu olmadıkça bu ülkeye seyahat edilmemesi konusunda tekrar bir uyarı açıklamasında bulunuldu. 18 Şubat 2015: Türkiye ile Pakistan arasında bir dizi anlaşma yapıldı. Başbakan Ahmet Davutoğlu, Türkiye ile Pakistan arasında dördüncüsü gerçekleştirilen Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi'ne katılmak için Pakistan’a bir ziyaret gerçekleştirdi. Bahsi geçen ziyaret sırasında iki ülke arasında yeni iş birlikleri de meydana geldi. Geçmişte var olan 40 anlaşmaya ek olarak, 11 anlaşma metni daha imzalandı. Davutoğlu ile Pakistan Başbakanı Navaz Şerif’in imzaladığı 11 yeni anlaşma metni, birbirinden farklı başlıklar içeriyor. Bu başlıklar; sanayi ve ticaret, bilimsel çalışmalar ve akreditasyon çalışmalarıyla ilgili kurumlar arasında işbirliği öngörüyor. Bunların yanı sıra, petrol ve gaz geliştirme çalışmaları ile fikri mülkiyet hakları konusunda da ilgili kurumların koordineli çalışması kararları alındı. Ayrıca, iki ülke arasında yatırım için tanıtımların artırılması söz konusu. 19 Şubat 2015: Türkiye, Kosova’ya AB, NATO ve AK desteği vereceğini açıkladı. Türkiye ziyaretinde bulunan Kosova Dışişleri Bakanı Hashım Thaçı, Türkiye Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuşoğlu ile görüştü. İki bakan görüşme sonrası bir basın toplantısı düzenledi. Toplantıda Çavuşoğlu, “NATO ve AB misyonlarındaki mevcudiyetimizle Kosova halkına hizmet etmeyi sürdürüyoruz.”

Page 50: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

50 Akademik Perspektif – Mart 2015

dedi. Kosova’nın özellikle Avrupa Komisyonu üyeliği için desteklendiğini ise, “Kosova’nın Avrupa Konseyi'ne üye olması gerektiğini ve bu konuyu Avrupa Konseyi Genel Sekreteri Thorbjorn Jagland'a ilettik” sözleriyle dile getirdi. Ayrıca Kosova’nın kalkınması için, Yunus Emre Enstitüsü Kültür Merkezi’nin önemli bir görev üstlendiğini ifade etti. Buna ek olarak, TİKA’nın 460 civarında proje ile toplam 100 milyon dolarlık destek sağladığını söyledi. 19 Şubat 2015: Türkiye ile ABD arasında “eğit-donat” anlaşması imzalandı. Türkiye ile ABD arasında bir süredir müzakere edilen, Suriyeli muhaliflere

yönelik “eğit-donat” mutabakatı imzalandı. Dışişleri Bakanlığı Müsteşarı Feridun Sinirlioğlu ve ABD'nin Ankara Büyükelçisi John Bass tarafından imzalanan mutabakat iki ülkenin coğrafya da kimi konularda ortak hareket ettiğini gösterdi. EXPO 2016 toplantısı sonrasında konuyla ilgili açıklama yapan Dışişleri Bakanı Mevlüt Çavuoğlu ise, “Buradaki güçler 114 ülke Tarafından tanınıyor. Bu güçler hem DEAŞ (IŞİD) ve arazideki diğer unsurlarla mücadele edecek hem de rejim unsurlarıyla mücadele edecek.” sözleriyle, mutabakatın hedeflerini ortaya koymuş oldu

Page 51: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

51 Akademik Perspektif – Mart 2015

Avrupa’da Geçtiğimiz Ay

Hazırlayan: Selin Duran

04 Şubat 2015: Çipras: “Çözüm bulma

konusunda umutluyum”

Şüphesiz ki geçtiğimiz ayın en çok konuşulan ismi Yunanistan genel seçimlerini kazanan genç lider Aleksis Çipras oldu. Gerek kurduğu kabine ile gerekse ekonomik krize getirdiği yaklaşım ile tüm dünyanın dikkati çekti. Göreve gelir gelmez bütçe görüşmelerine başlayan Çipras Avrupa Birliği ülkeleri arasında büyük tartışmalara neden oldu. Başbakanlık görevine gelmesinin ardından ilk kez Brüksel’i ziyaret eden Yunanistan’ın yeni Başbakanı Aleksis Çipras Avrupa kurumlarının başkanları ile bir araya geldi. Temaslarının ardından açıklamalarda bulunan Çipras ekonomik sıkıntılara Avrupa Birliği kuralları kapsamında çözüm bulacaklarını söyledi: “Ortak geleceğimiz için, sürdürülebilir ve tüm taraflar açısından kabul edilebilir bir çözüm bulmak için elimizden geleni yapacağımız konusunda umutluyum. Avrupa tarihinin anlaşmazlıklarla dolu olduğunu biliyorum ancak sonuç itibari ile

anlaşma sağlanıyor.” Avrupa Parlamentosu (AP) Başkan Yardımcısı Dimitrios Papadimoulis Yunanistan’ın izole edilmediğini söyledi: “Seçimlerin ardından kimse Yunanistan’ın Euro Bölgesi’nden çıkıp çıkmama konusunu açmadı. Yunan hükümeti izole edilmedi. Amaç Almanya karşıtı ittifak kurmak değil. Amaç Euro Bölgesi’nin ve Yunanistan’ın büyümesini sağlayacak anlaşmalar etrafında toplanmak.” Ayrıca konu ile ilgili “Brüksel’de yapılan görüşmeler sırasında troyka konusunun açılmadığı belirtiliyor. Borç yükünün yeniden yapılandırılması için çalışılıyor.

05 Şubat 2015: Avrupa Birliği Euro Bölgesi Büyüme Tahminlerini Yükseltti

Avrupa Komisyonu’nun kış ekonomik tahminler raporu yayınlandı. AB Komisyonu, Euro Bölgesi’nin 2015 büyüme tahminini yüzde 1,1’den 1,3’e, 2016 büyüme tahminini ise yüzde 1,7’den 1,9’a yükseltti. Euro’nun değer kaybetmesi ve petrol fiyatlarının düşmesi Euro

Page 52: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

52 Akademik Perspektif – Mart 2015

Bölgesi’nde bu yıl ekonomiyi rahatlatması bekleniyor. Avrupa Komisyonu’nun ekonomi ve mali işlerden sorumlu üyesi Pierre Moscovici istihdam yaratmak için daha yapılması gereken çok şey var dedi: “İstihdam yaratmak ve Avrupa Birliği ve Euro Bölgesi’nde yatırımları artırmak için daha yapılacak çok şey var. Bu Yüzden Avrupa’daki bütün aktörler ekonomiyi güçlendirmek için elinde bulunan bütün imkanları kullanmalı.” Avrupa Komisyonu’nun ekonomi ve mali işlerden sorumlu üyesi Pierre Moscovici troykanın dayattığı kemer sıkma önlemlerinden kurtulmaya çalışan Yunanistan’ın sorunları Avrupa Birliği kuralları çerçevesinde çözmesi gerektiğini belirtti: “Anlaşmalar bir önceki hükümetle yapıldı. Ülke adına yapıldı. Bu yüzden Avrupa’daki partnerlerin özellikle alacaklıların taahhütlere sadık kalınmasını istemesi çok doğal.” 2014 yılında beklentiler doğrultusunda yüzde 1,5 büyüyerek son 3 yılın en güçlü büyümesini gerçekleştiren Almanya Euro Bölgesi’nin en güçlü ekonomisi olmaya devam ediyor.

09 Şubat 2015: Avrupa Birliği Rusya’ya Yeni Yaptırımlarını Erteledi

Ukrayna krizini görüşmek için Brüksel’de toplanan Avrupa Birliği dışişleri bakanları Rusya’ya yeni yaptırımlar getirilmesi konusunu erteledi. ‘Süren müzakerelere şans verilmesi’ için yaptırım kararının açıklanması 16 Şubat’a ertelendi. Avrupa Birliği Dış İlişkiler Yüksek Temsilcisi Federica Mogherini diplomatik çabalara öncelik verdiklerini belirtti: “Diplomatik çabalara yer vererek başarılı olunması için her şeyi yapmaya çalışıyoruz. Hep birlikte, birlik ve beraberlik içinde yaptırımların hayata geçirilmesini 16 Şubat’a kadar erteleme kararı aldık. Bu girişime şans vermenin görevimiz olduğunu düşünüyoruz.” Avrupa Birliği dönem başkanlığını yürüten Litvanya

Dışişleri Bakanı Linas Linkevicius kimsenin savaş istemediğini söyledi: “Hepimiz diplomatik çözüm bulunmasını bekliyoruz. Kimse savaş istemiyor. Ancak bölgedeki gelişmeleri görmek gerekiyor. Rus yetkililerin bir tek kelimesine güvenemeyiz. Bölgede kanıt olmadıkça bir şey ifade etmiyor.” Kara listeye 19 kişinin ve 9 şirketin daha eklenmesi bekleniyor. Bu da seyahat yasağı ve Avrupa ülkelerindeki mal varlıklarının dondurulması anlamına geliyor. Şu anda kara listede 132 kişi ve 28 şirket bulunuyor.

11 Şubat 2015: Avrupa Parlamentosu Yolcu Kayıt Sistemini Onaylayacak mı?

Terörle mücadele kapsamında üye ülkelerin baskısına maruz kalan Avrupa Parlamentosu yılsonuna kadar yolcu kayıt sistemine yönelik direktifi onaylayacağını belirtti. Ancak Avrupa milletvekilleri veri koruma kurallarının iyileştirilmesini istiyor. Üye ülkeler arasında bu konuda görüş ayrılıkları bulunuyor. İngiliz Avrupa milletvekili Timothy Kirkhope vatandaşların koruma altına alınması gerektiğini söyledi: “Avrupa Birliği Yolcu Kayıt Sisteminin uygulanması gerektiğine yönelik en büyük sebep ortak kuralların olması ve vatandaşların koruma altına alınması. Eğer Avrupa’da ortak bir sistem kuramazsak, elimizde 28 ulusal sistem olursa, kaotik bir durumla karşı karşıya kalırız. Bu durumdan kim faydalanacak? Teröristler.” Avrupa Parlamentosu Liberal Grup Başkanı Guy Verhofstadt daha etkili bir şekilde terörle mücadele etmek için önerilerde bulundu. Verhofstadt terör ile ilgili bilgilerin inceleneceği bir kurumun kurulması gerektiğini söyledi: “Önerimiz, Europol’un yanı sıra Eurintel’in de kurulması. Böylece Avrupa çapında terör saldırıları ile ilgili bilgiler bir araya getirilip incelenebilir.”

Page 53: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

53 Akademik Perspektif – Mart 2015

12 Şubat 2015: Avrupa Liderler Zirvesi’ne Yunanistan Damgasını Vurdu

Yeni Yunanistan Başbakanı Aleksis Çipras iplerin iyice gerildiği bir ortamda ilk kez Avrupa Birliği liderler zirvesine katıldı. Avrupa Birliği liderler zirvesi öncesinde düzenlenen Eurogrup toplantısından Atina için yeni bir kredi anlaşması çıkmadı. Yine de zirvenin odağında Yunanistan vardı. Başbakan Aleksis Çipras hep birlikte sorunlara çözüm bulunacağını söyledi: “Kemer sıkma önlemlerinin açtığı yaralara, Avrupa Birliği’nde yaşanan insanlık dramına ve Avrupa Birliği’nde ekonomik büyüme sağlanması için hep birlikte sürdürülebilir bir çözüm bulacağımızdan eminim.” Yunanistan başbakanı uluslararası kurtarma paketinin süresini uzatmayacağını belirtiyor. Ancak Avrupalı liderlerin çoğu başka bir seçenek göremiyor: Finlandiya Başbakanı Alexander Stubb taahütlerin yerine getirilmesi gerektiğini söyledi: “Son 5 yıl içerisinde Yunanistan’ı Euro Bölgesi’nde tutmak için elimizden gelen her şeyi yapmaya çalıştık. Buna devam ediyoruz. Ancak taahütler yerine getirilmeli, bu konuda geri adım atılamaz.” Siyasi uzman Janis Emmanouilidis Yunanistan’ın diğer ülkeler ile kıyaslanamayacağını ve birçok konunun açıklığa kavuşturulması gerektiğini söyledi: “Sonuç itibariyle anlaşmaya varılacak. Bu Pazartesi günü olabilir. Ancak bu nihai anlaşma olmaz zira birçok konuya açıklık getirilmesi gerekiyor. Bu geçiş sürecinde teknik konuları konuşmak için zaman kazanmak gerekiyor. Bu yaza kadar uzayabilir.” Eurogroup toplantısı öncesinde açıklama yapan Avrupa Komisyonu, bu hafta toplantılardan sonuç çıkmasını beklemediklerini belirtmişti.

19 Şubat 2015: Almanya Yunanistan’ın Teklifini Reddetti

Almanya Yunanistan’ın borç anlaşmasını 6 ay uzatma talebini sağlam bir çözüm sunmadığı gerekçesiyle reddetti. Alman Maliye Bakanı Wolfgang Schauble “Yunanistan’ın teklifi çözüm değil. Euro Bölgesi’nin kriterleri ile uyuşmuyor” ifadesini kullandı. Cuma günü konu ile ilgili Eurogrup toplantısı yapılacak. Avrupa Birliği Yunanistan’a kredi anlaşması için Cuma gününe kadar süre tanımıştı. Almanya teklife sıcak bakmazken Avrupa Komisyonu Yunanistan’ın talebinde olumlu sinyaller gördüğünü ifade etti: “Avrupa Komisyonu Başkanı Jean-Claude Juncker Euro Bölgesi Başkanı Dijsselbloem ve YunanistanBaşbakanı Aleksis Çipras ile bütün gece yoğun görüşmelerde bulundu. Juncker bu mektubu, Euro Bölgesi’nin tamamında finansal istikrarın çıkarına olacak mantıklı bir uzlaşmaya giden yolu açabilecek, olumlu bir adım olarak görmektedir.” Yunanistan’ın borç anlaşmasının uzatılması için Euro Bölgesi’ne resmen sunduğu başvuruda, kredilerin troyka tarafından denetlenmesinin kabulü dahil birçok ödün veriliyor. Yunanistan’ın kurtarma programının süresi ise 28 Şubat’ta doluyor.

23 Şubat 2015: Avrupa Birliği Rusya ve Macaristan’ın Nükleer Santral Anlaşmasını Mercek Altına Aldı

AvrupaKomisyonu Macaristan ile Rusya arasında imzalanan nükleer anlaşmayı Avrupa Birliği kurallarını ihlal edebileceği gerekçesi ile mercek altına aldı. Macaristan’ın veto ya da para cezası ile karşı karşıya kalabileceği belirtiliyor. Avrupa Komisyonu, anlaşmanın yasal çerçevesini incelemeye başladı. Proje Rusya’nın Macaristan’daki Paks nükleer güç santraline iki enerji ünitesinin

Page 54: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

54 Akademik Perspektif – Mart 2015

eklenmesini öngörüyor. Proje Macaristan tarafından bir Rus kamu nükleer enerji şirketine verildi. Ancak Avrupa Komisyonu anlaşmanın Avrupa Birliği kurallarına uymayabileceğini belirtti: “Paks Nükleer Güç Santralinin genişletilmesine yönelik bu anlaşmanın İhale yapılmadan imzalanması Avrupa Komisyonu’nun dikkatini çekti. Yetkililer dosyayı mercek altına aldı. Macar yetkililer ile konuya açıklık getirmeye çalışıyoruz.” Rusya’nın 12 milyar euroluk projenin yüzde 80’ini finanse etmesi bekleniyor. Macaristan’ın çalışır vaziyetteki tek nükleer güç santrali olan Paks, ülkenin enerji üretiminin yüzde 50’sini karşılıyor. Rusya ve Macaristan, Paks nükleer güç santraline 1.200 megavat kapasiteli iki yeni enerji ünitesi eklenmesini öngören anlaşmayı Aralık 2014’te imzalamıştı.

19 Şubat 2015: Avrupa Birliği Göçmen Kurtarma Operasyonunu Yıl Sonuna Kadar Uzattı

Avrupa Komisyonu İtalya açıklarındaki göçmen kurtarma operasyonunu yılsonuna kadar uzatma kararı aldı. Avrupa Birliği, İtalya’nın Mare Nostrum operasyonuna son vermesinin ardından Triton adlı bir operasyon başlatmıştı. Avrupa Komisyonu İtalya’ya yaklaşık 14 milyon Euro ek yardım sağlayacaklarını açıkladı. Avrupa Komisyonu’nun içişlerden sorumlu üyesi Dimitris Avramopoulos İtalya’nın yalnız olmadığını söyledi: “İtalya yalnız değil. Avrupa İtalya’yı destekliyor. Avrupa siyasi ve mali destek sağlıyor.” Triton operasyonu Avrupa Birliği üyesi ülkelerden gelen katkılarla yürütülüyor. Operasyonun küçük bir bölgede yürütülmesi sebebi ile eleştirilere maruz kalan Triton’un, sadece birkaç ay sürmesi bekleniyordu. Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği, Avrupa Birliği’ne farklı bir yaklaşım benimseme çağrısında bulunmuştu. Uluslararası Af

Örgütü de operasyonu eleştirenler arasında bulunuyor.

25 Şubat 2015: Avrupa Birliği Rus Gazına Bağımlılıktan Kurtulmak İçin Çare Arıyor

Avrupa Komisyonu yeni enerji paketini açıkladı. Amaç ise arz kaynaklarının çeşitlendirilmesi. Avrupa Birliği enerjisinin %55’ini ithal ediyor. Avrupa’nın doğalgazının %30’u Rusya’dan sağlanıyor. İklim ve Enerjiden Sorumlu AB Komiseri Miguel Arias Cañete birçok ülkeyle bağlantıların güçlendirileceğini söyledi: “Güney koridorlarına öncelik vererek Gaz tedarikçilerini çeşitlendireceğiz. Azerbaycan ve Türkmenistan ile bağlarımızı güçlendireceğiz. Aynı şekilde Cezayir, iber yarımadası ve Fransız toprakları ile da sıkı ilişkiler içersinde olacağız.” AB geçtiğimiz Ekim ayında, karbondioksit emisyonunu 2030 yılına kadar yüzde 40 azaltma kararı almıştı. Enerji tasarrufunda ve yenilenebilir enerjide 2030 yılına kadar en az yüzde 27 oranının yakalanması hedefleniyor. Bazı sivil toplum kuruluşları yetkilileri olaylara daha geniş bakılması gerektiğini belirtiyor: “Hedef yüzde 40 olursa, Rusya’dan, Ortadoğu’dan daha az doğalgaz ve petrol ithal etmek durumunda kalınır. Evlerdeki ısı yalıtım ile birlikte insanların gelir düzeyi yükselir.” AB, Aralık ayında Paris’te toplanacak Birleşmiş Milletler iklim değişikliği konferansları öncesinde elini güçlendirerek katılımcıları bağlayıcı hedefler belirlemeye zorlamayı hedefliyor.

25 Şubat 2015: Avrupa Birliği Fransa’ya İki Yıl Ek Süre Tanıdı

Avrupa Komisyonu Fransa’ya bütçe açığı konusunda yüzde üçlük hedefe ulaşmak için iki yıl süre tanıdı. Avrupa Komisyonu Fransa’dan yapısal reform konusunda kapsamlı ve detaylı bir program bekliyor. Programın Nisan ayında Avrupa

Page 55: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

55 Akademik Perspektif – Mart 2015

Komisyonu’na sunulması gerekiyor. AB Komisyonu’nun ekonomik ve parasal işlerden sorumlu üyesi Pierre Moscovici çabaların sürmesi gerektiğini söyledi: “Belli bir durumdan dolayı yaptırım gerektiğinde bunun uygulanması gerekiyor. Şimdi durum farklı. Ancak aynı zamanda çabalara devam edilmesi gerektiğini belirtiyoruz. Önümüzdeki iki yıl çok önemli, amaç rekabetin artırılması ise reformların uygulanması önemli. Dış

ticaret açığı hala devasa. Çabalar sürdürülmeli.” 2014’te Fransa’nın bütçe açığının gayrisafi milli hasılaya oranı yüzde 4,3 idi. Bu yıl da Fransa’nın bütçe açığının gayrisafi milli hasılaya oranı yüzde 3’ün üzerinde olması bekleniyor. Brüksel bütçe açığı konusunda Avrupa kriterlerinden uzaklaşan Belçika ve İtalya’yı da cezalandırmayacak.

Page 56: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

56 Akademik Perspektif – Mart 2015

Asya'da Geçtiğimiz Ay

Hazırlayan: Lütfullah Saygılı

1 Şubat 2015 Hong Kong'da geçen yıl 79 gün süren hükümet karşıtı gösterilerin üzerinden bir buçuk ay geçmesinin ardından binlerce kişi yeniden meydanlara çıktı. Bölgede demokrasi yanlısı protestoların sembolü sarı şemsiyenin kullanıldığı gösteride, protestocuların, yürüyüşlerini, oturma ve işgal eylemine dönüştürmemesi için yaklaşık 2 bin polis memuru görev yaptı. Çin'in, Hong Kong halkının 2017'de yapılması planlanan seçimde kendi liderlerini seçebileceğini, ancak adayların Pekin yönetimine bağlı geniş temsili bir komite tarafından belirleneceğini açıklamasının ardından bölgede eylül ayında başlayan "tam demokrasi" yanlısı gösteriler 3 aya yakın sürmüştü. 2 Şubat 2015 Pakistan'da 150 öğrencinin ölümüne neden olan okul baskınından sonra ülkenin kuzey bölgesinde ki okullarda öğretmenlere silah taşıma yetkisi verildi. Bazı öğretmenler

uygulamaya karşı çıkarken, özellikle kadın öğretmenler silah almayı kabul ediyor. Bu kapsamda gönüllü olan öğretmenlere ordu tarafından görevlendirilen eğitmenler tarafından silah talimi veriliyor. 2 Şubat 2015 Rusya’da devlet ile kilise her geçen gün bir birine daha çok yakınlaşıyor. Ortodoks Patriği Kiril, göreve başlamasının altıncı yılında düzenlenen ayinden sonra yaptığı açıklamalarda, devlet ile kilise arasındaki yakınlaşmanın gayet doğal olduğunu savunan Patrik Kiril, "Kiliseleri gettolara kapatamazsınız. Evet, şimdilerde bizim kilisemiz devlet yönetimine daha önceki dönemden daha yakın. Çünkü Rus Ortodoks kilisesi toplumda daha etkindir. Gittikçe toplumda ve devlet organlarında çalışanlar arasında bizim inancımızı kabul edenlerin sayısı artmaktadır" dedi. 3 Şubat 2015 Rusya, Çin ve Hindistan'ın dışişleri bakanları Pekin'de üçlü bir zirve gerçekleştirdi. Zirvede küresel ve bölgesel konular ele alınırken, üç ülke arasındaki işbirliği de masaya yatırıldı. Üç ülke

Page 57: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

57 Akademik Perspektif – Mart 2015

bakanlarının Pekin'de düzenlediği zirvede yeni bir ipek yolu konusunda mutabakata varıldığı bildirildi. 5 Şubat 2015 Tayvan'ın başkenti Taipei' de TransAsia Havayolları'na ait iç hat seferi yapan ATR-72 tipi yolcu uçağı, havalandıktan kısa süre sonra bir köprüye çarparak Keelung nehrine düştü.53 yolcu ve 5 mürettebatın bulunduğu uçakta 30 un üzerinde kişi hayatını kaybetti. Temmuz ayında yine TransAsia Havayolları'na ait bir uçak Tayvan'ın Penghu Takımadaları yakınında fırtına nedeniyle düşmüş, kazada 48 kişi hayatını kaybetmişti. 9 Şubat 2015 Doğu Türkistan’ın Urumçi şehrinde bütün camilerin imamları bir meydanda toplanarak toplu halde dans etmeleri için zorlandı. Üniversite öğrencilerinin de katıldığı “medeniyet gösterisi” adı verilen etkinliklerde imamlar “ülke barışı gönüllere huzur veriyor” diye slogan attı. Ayrıca burada yapılan konuşmalarda gençlerden, camilerden uzak durması istendi. Uygur imamların dans etmek zorunda kaldığı etkinlikte memurlara da “Maaşımızı Allah değil, Çin Komünist Partisi veriyor” şeklinde sloganlar attırıldı. Öğretmenlere ise; öğrencilerini dinden uzak tutacaklarına ve çocukların dini eğitim almasına engel olacaklarına dair yemin ettirildi. 9 Şubat 2015 Çinli yetkililer Pakistan'da altı nükleer proje yürüttüklerini doğruladı. Çin ve Pakistan arasındaki sivil nükleer işbirliğinin artarak devam edeceği, Çin’in Pakistan‘a daha fazla nükleer reaktör ihraç edeceği kaydediliyor. Ayrıca Pakistan Planlama ve Kalkınma Bakanı İhsan İkbal, 23 Mart ta Pakistan Milli gününe katılmayı planlayan Çin

Devlet Başkanı Şi Cinping'in ziyareti sırasında bu iki ülke arasında 45 milyar dolarlık ticari koridor projesi başlatılacağını ve 2015’in Pakistan ve Çin arasındaki ekonomik işbirliğinin ivme kazandığı bir yıl olacağını belirtti. Ticari koridorun 34 milyar dolarlık kısmını, enerji yatırımlarının oluşturacağı belirtiliyor. 11 Şubat 2015 Myanmar'ın en büyük kenti Yangon'da yüzlerce milliyetçi Budist, hükümetin Rohingya Müslümanlarının anayasal referandumda oy kullanmasına imkan sağlayan kararını protesto etti. Myanmar parlamentosu, ülkede göçmen sayılanlara verilen ve beyaz kart olarak da bilinen kimliklerin sahiplerinin, anayasa değişikliği referandumunda oy kullanabilmelerini sağlayan yasayı şubat başında onaylamıştı. Bangladeş'ten gelen göçmenler olarak görülen ve 1982'de kabul edilen yasayla vatandaşlık haklarını kaybeden Rohingya Müslümanları beyaz kart sahiplerinin üçte ikisini oluşturuyor. 15 Şubat 2015 Pakistan mahkemesinden eski Pakistan Devlet Başkanı Pervez Müşerref'in milletvekili seçimlerinde aday olmasına yasak geldi. Mahkeme, Müşerref'in Pakistan Anayasası'nı ihlal ettiği ve 2007 yılında yüksek mahkeme üyelerini tutuklattığı gerekçesiyle suçlu bulunduğunu ve seçimlerde aday olmasının uygun olmadığını açıkladı. 17 Şubat 2015 Doğu Türkistan'ın Hoten şehrinde Çin'in su vermemesi sebebiyle 1 milyon insan hastalık tehlikesiyle karşı karşıya. Doğu Türkistan'ın Hoten bölgesinde Çin işgal yönetiminin iki sene önce uygulamaya koyduğu tasarruf projesi nedeniyle 1 milyondan fazla insan temiz sudan mahrum şekilde yaşıyor. Ayrıca Şehre suyun 1995'teki nüfus rakamlarına göre verildiği ve bu sebeple su sıkıntısının her geçen gün arttığı belirtiliyor. Şehir

Page 58: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

58 Akademik Perspektif – Mart 2015

sakinlerinden alınan bilgiye göre 2 milyon nüfusa sahip şehirde sadece 750 binlik bir nüfus suya sahip olabilirken susuzluk sebebiyle salgın hastalıklar da artıyor. Dünya Uygur Kongresi'nden yapılan açıklamada da Hoten şehrinde susuzluk sorununun ciddi boyutlara ulaştığı ve işgalci Çin yönetiminin bu konuda gerekli adımları atmayarak şehir halkını cezalandırdığı ifade edildi. 20 Şubat 2015 Petrol fiyatlarının düşmesine rağmen, Rusya Asya'daki petrol pazarında etkisini artırmayı başarırken dünyanın en büyük petrol ihracatçısı olan Suudi Arabistan'ınsa Asya pazarındaki etkisinin azaldığı belirtiliyor. Bloomberg ajansı, fiyatların düştüğü bir dönemde uluslararası petrol piyasasında devam eden "pazar payını büyütme" savaşını mercek altına aldı. Buna göre, Rusya Asya'ya petrol satışını artırıyor. Dünyanın ikinci en büyük petrol üreticisi Rusya; Çin, Japonya ve Güney Kore'ye satışları geçtiğimiz yıl yüzde 25 artırdı. 23 Şubat 2015 Japonya’da 2011 depreminde ciddi bir şekilde hasar gören Fukuşima Nükleer santralinden Atlas Okyanusu'na radyoaktif madde sızıntısı olduğu bildirildi. Santral operatörlerine göre sızıntı neticesinde oluşan radyoaktivite seviyesi normalden 70 seviye daha yüksek olduğu belirlendi. Nükleer enerji santrallerin çalışmasını kontrol eden TEPCO, merkezi atık suları inceledikten sonra Fukuşima santralinde

yeni hasar olmadığını açıklasa da santralden denize su akışı durduruldu. 26 Şubat 2015 Pakistan Hava Yolları (PIA), Bangladeş'te, personellerinin takip edilmesi ve uçaklarında arama yapılmasının ardından Dakka uçuşunu protesto amaçlı iptal etti. PIA sözcüsü, Bangladeş istihbaratı tarafından Dakka ofisi müdürünün evine sahte para kaçakçılığı şüphesiyle baskın düzenlediğini ayrıca Bangladeş hükümetinin, birkaç aydır tüm PIA personelini sahte para ve altın kaçakçılığı şüphesiyle takip altına aldığını ve bu yaşanan olayları protesto etmek adına Dakka Uçuşunu bir güne mahsus olmak üzere iptal ettiklerini belirtti. 27 Şubat 2015 Endonezya'nın güneyinde 7 büyüklüğünde deprem meydana geldi. ABD Jeolojik Araştırmalar Merkezi, depremin merkez üssünün Nebe kentinin 132 kilometre kuzeyindeki Flores denizi olduğunu tespit etti. Depremin derinliği, denizin yüzeyinden 547 kilometre olarak ölçüldü. Endonezya Meteoroloji ve Jeoloji Kurumu’ndan yapılan açıklamada, bölgede tsunami tehlikesinin olmadığını ve depremin derinliği fazla olduğundan Nebe kasabasında herhangi bir can ve mal kaybının yaşanmadığını belirtildi.

Page 59: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

59 Akademik Perspektif – Mart 2015

Ayın Düşünürü: Malcolm X

Hazırlayan: Melike Şener

Dergimizin, Amerika’nın ele alındığı bu sayısında ayın düşünürü olarak da Malcolm X’i başta kendim tanımaya ve sonrasında siz değerli okurlarımıza tanıtmaya karar verdim. Malcolm X’i çeşitli sıfatlarla niteleyebiliriz fakat “insan hakları savunucusu” ona en çok yakışanıdır. 40 yıllık hayatında kendini ne pahasına olursa olsun hakikate ulaşmaya adamış bir düşünce ve aksiyon adamıdır Malcolm X. Hayatını üç safhaya ayrılmıştır; gerçek ismi Malcolm Little’dır daha sonra X soyadını alır ve son olarak Mekke’de Hac ziyaretinden sonra El-Hac Malik El-Şahbaz adıyla hayatının sonuna kadar yaşar. Malcolm Little Dönemi 19 Mayıs 1925’de Nebraska’da yedi çocuklu siyahi bir ailenin dördüncü çocuğu olarak dünyaya gelmiştir. Babası Baptist bir vaizdir, o dönemlerde Hristiyan olan siyahların bulunduğu mezhep, Trinid adlı ünlü Pan-Afrikanist Marcus Garvey’in kurduğu Dünya Zenci Hareketi’nin de destekçilerinin arasında olması Malcolm X’in hayatında siyahi bilince yönelik ilk

adımdı. Babasının içinde bulunduğu pozisyondan dolayı Malcolm küçük yaştayken beyazlar tarafından evleri kundaklandı ve sık sık evlerini değiştirmek zorunda kaldılar, Milwauke ve Lansing’e taşındılar. Bir hatırası şöyle kaleme alınmış; bir gece babası ve annesi tartıştıktan sonra, babası evi terk edip gitti, annesi arkasından seslenmiş ancak babası onu dinlememişti. Babası o gece bir suikasta uğramış, adamlar ölünceye kadar dövdükten sonra, gelip geçen arabalar ezsin diye yolun ortasına atmışlar, polisler gece yarısı evden gelip annesini almışlar ve babasının vücudunu yarısı ezik, bazı kemikleri kırılmış, ölü vaziyette bulmuşlardı. Bu olaydan sonra aileyi daha da zor günler bekliyordu yedi çocuk ve anneleri tek başına kalmışlardı. Annesi ne işi bulursa çalışıp para kazanmaya çalışıyordu fakat hiçbir şekilde yetmiyordu. Malcolm okula başlamıştı, geceleri o da para kazanmak için çalışıyordu. Aile Refah Kurumu Malcolm’un ailesine her geldiğinde annesinin çocuklarına bakamayacağını

Page 60: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

60 Akademik Perspektif – Mart 2015

iyice anladılar ve aileyi dağıtma kararı aldılar. Çocuklar ya çocuk esirgeme kurumuna ya da evlatlık isteyen aile varsa oralara gideceklerdi. Malcolm’u durumu iyi bir aile aldı diğer kardeşleri de farklı yerlere dağıtıldılar. Anneleri ise psikolojik olarak çok yıprandığı için akıl hastanesine yatırıldı. Okulda yaptığı bir yaramazlıktan ötürü okuldan atıldı ve ailesinden mahkeme kararıyla alındı ıslah evine teslim edildi. Okulu da değişmiştir böylelikle Mason’da bir ortaokula devam etmeye başladı aynı zamanda bakım evi ona çalışması için iş bulmuştu hem okuyor hem çalışıyordu ve bu okulda dersleri de iyiydi. Özelikle İngilizce hocasını çok seviyordu hocası bir gün herkese ne olmak istiyorsunuz diye sorunca sıra Malcolm’a geldiğinde; avukat istiyorum cevabını verdi ardından öğretmeni ona: “Biraz gerçekçi olmalısın, sen bir zencisin. Bunun için doğru düşünmen lazım. Niçin bir marangoz olmayı düşünmüyorsun?” demişti. Islah evinden ayrılmasının ardından Boston’daki ablasının yanına gitti ve orada çeşitli işlerde çalışmaya başladı en sonunda demir yollarına kalıcı olarak çalışmaya başladı. Demir yollarında çalışırken trenle New York’a gidip geliyordu. New York’u özellikle de Harlem’ i çok sevmişti. Burası zencilerin mekânıydı. Malcolm artık hayatını burada sürdürmeye karar vermişti. 17 yaşındayken şikâyetler üzerine demir yollarındaki işinden atıldı. Sonra Harlem’de bir barda işe başladı. Burası; dümencilerin, hırsızların, esrar satıcılarının ve fahişe pazarlayanların takıldığı, Harlem’in birkaç barından birisiydi. Kendisi de esrarlı sigara satmaya başladı ve ciddi paralar kazanmaya başladı polis peşindeydi ve bundan dolayı sürekli iş değiştiriyordu bir süre sonra kendi çetesini kurmuş, hırsızlıklara da başlamıştı. Çok geçmeden iki dedektif tarafından yakalandı ve bir arkadaşıyla birlikte hapse atıldı. Hapiste uyuşturucudan uzak kaldığı

için çok zorlandığı zamanlarda İncil’e ve Tanrı’ya küfürler ettiğinden dolayı ona “iblis” diyorlardı. Malcolm X Dönemi Bir gün kardeşinin Malcolm’a gönderdiği mektupta kendisinin İslam cemaatine katıldığından bahsediyordu ve ardından Allah’ı anlatıyordu kardeşine. “Allah’ın 360 derece ilmi olduğunu, bu ilmin bütün ilimleri kuşattığını, şeytanın ise sadece 33 derece ilmi olduğunu ve buna da masonluk dendiğini söyledi. Sonra Tanrının Amerika’ya indiğini, Elijah adındaki bir zata siyah adam suretinde göründüğünden söz etti. Ayrıca şeytanın da bir insan olduğunu ve bütün beyazların şeytan olduğunu söyledi. Kafası karışmaya başlamıştı Malcolm’un, sürekli sorular soruyordu kendi kendine. Yeni geldiği hapishanede büyük bir kütüphanenin olması onu gecelerce süren okumalara sevk etti, buradaki ortam eski ortamından farklıydı mektep olacaktı ona adeta. Kardeşinin anlatımlarıyla kalbi değişmeye başladı ve İslam’ı seçti. “Onun İslam’ı seçmesi aynı en azından Amerikalı beyazlara bir tepkiydi; Çünkü Elijah Muhammed daha çok ırkçıydı.” Hapisteyken Elijah ile sürekli mektuplaşıyorlardı ve Malcolm liderini göreceği günü bekliyordu. Hapisten tahliye olduktan sonra bir süre Detroit’teki kardeşiyle kalmaya başlar. Bir gün Chicago’da Eljah Muhammet’in konuşmasına gitmeye karar verirler kardeşiyle, Malcolm çok heyecanlıdır çünkü mektuplaştığı kişiyle karşılaşacaktır. O gün Eljah la akşam yemeği yerlerken X soyadını kullanmalarını öğütlemişti onlara ve ardından şöyle devam eder: “Afrika’dayken ailelerin sahip oldukları soyadlarını simgelemektedir “X”. Şimdiki soyadları: köleler, efendilerinin soyadlarını kullandığından, kendilerine ait değildi. “X” Matematikte bilinmeyenin simgesidir. Bir gün gelip Allah’a dönünceye değin ve

Page 61: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

61 Akademik Perspektif – Mart 2015

kendi ağzından bize kutsal isim verinceye kadar bu X’i kullanacaklardı. Artık ismi Malcolm X olmuştu. Cemaatle bağı güçlenmişti bir yandan çalışıp bir yandan da konuşmalara katılıyordu. Eljah Muhammed, Malcolm X’e “senin daha çok ünlü olmanı istiyorum. Çünkü sen ünlendikçe ben daha çok tanınıyorum ve cemaatimize katılım çoğalıyor. ”demişti. Üniversitelerde, mabetlerde, TV ve radyolarda konuşmalar yapıyordu. Bu sıralarda aynı cemaat için çalışan Betty X ile evlendi. Gazetelerde Eljah hakkında çıkan haberler Malcolm’u çok üzmüştü ve dedikleri ve yaptıkları çelişiyordu Eljah’ın. O sırada gelişen John F. Kennedy bir suikastı hakkında vekillerin konuşması yasak olduğu halde Malcolm konuşma yapınca 90 gün konuşma cezası aldı, mabetten uzaklaştırıldı ve Eljah’ın adamları tarafından tehditler alıyordu. El-Hac Malik El-Şahbaz Dönemi Karışık bir dönemin ardından Malcolm Hacca gitmeye karar verdi önce Mısır’a sonra da Mekke’ye geçti. Bu ziyaret Malcolm da birçok şeyin yeniden yazılmasına vesile olacaktı. Mekke’den hanımına yazdığı mektupta: “İnanamayacaksın ama tenleri beyazdan daha beyaz olan insanlarla aynı bardaktan su içtim ve aynı tabaktan yemek yedim. Hepimiz bir kardeştik. Ben artık ırkçı bir Müslüman değilim. Gerçek peygamberimiz olan Hz. Muhammed ırkçılığı yasaklamıştır.” diye yazıyordu. Daha öncesinden İslam adına öğrendiklerinin ne kadar da gerçekten uzak olduğunu gören Malcolm, dini Mekke’de öğrenmeye başlamıştı ve ismini El-Hac Malik El-Şahbaz olarak değiştirdi. Amerika’ya geri döndüğünde basına ırkçılığı bıraktığını, kendisinin yeni bir örgüt kuracağını, beyazların bu örgüte katılabileceklerini açıkladı. Malcolm X’in yaptığı açıklama

Amerika kamuoyunun dikkatlerini üzerine çekti. İslam dini, belki de ilk olarak, Amerikan basınında evrensel ve geniş boyutlarda yer buldu. Irkçılığı bırakması Eljah Muhammed ve çeşitli siyah kuruluşlar tarafından doğru bulunmadı. Malcolm X artık birçok tehditler almaya başlamıştı. Nereye gitse takip ediliyordu. Etrafındaki kişilere artık kendi sonunun geldiğini söylemekten çekinmiyordu. Ailesi bir yerde, kendisi de güvenliği için değişik otellerde kalıyordu. Doğduğu andan beri karşılaştıkları adaletsizlere, zulümlere farklı şekillerde farklı grupların içinde tepkisini göstermişti. Irkçılığa ırkçılıkla karşı çıkıyordu, fakat El- Hac El-Şahbaz artık başka şeyler söylüyordu. Herkesi davet ediyordu, ırkçılığa karşı çıkıyor, İslam esaslarıyla insanları evrensel kardeşliğe ve barışa çağırıyordu. Evi gece kundaklanıyor ama o yine de yetişmesi gereken konferansına gidiyordu. Biliyordu her an birileri canını almak için karşısına çıkabilirdi ve bunu da çekinmeden söylüyordu her yerde. 21 Şubat 1965 Pazar günü bir eğlence salonunda bir konferans vardı,400 sandalye kurulmuş, salon hazır hale getirilmiş, herkes yerini almıştı. Malcolm X’in eşi de dört çocuğuyla birlikte en önde yerini almıştı. Malcolm X takdim edildikten sonra kürsüye doğru yürüdü ve “Esselamu aleyküm” dedi; salondakiler hep birlikte: “ve aleyküm selam” dedikten sonra salonun bir yerinde bir karışıklık çıktı. Herkes dikkatini tam oraya çevirmişken birkaç kişi Malcolm’a ateş açtılar. Hemen hastaneye gitmek üzere yola koyuldular fakat kurşunlar kritik yerlere denk geldiği için kurtarılamadı yolda hayatını kaybetti. Malcolm’un unutulmayan sözlerinden birkaçını paylaşmak istiyorum: “Ben bir ırkçı değilim. Her türlü ırkçılığa, her türlü ayrımcılığa karşıyım. Ben

Page 62: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

62 Akademik Perspektif – Mart 2015

insanlara ve insanların renklerinden bağımsız saygı duyulması gerektiğine inanırım.” “Ben gerçeğin peşindeyim, kimin söylediği önemli değil. Ben adaletin peşindeyim, kim için veya kime karşı olduğu önemli değil.” “Bir insan özgürlüğe doğru dürüst önem verdiğinde, güneşin altında, o özgürlüğü elde etmek için yapmayacağı hiçbir şey yoktur. Ne zaman birinin özgürlük istediğini söylediğini duyduğunuzda, ama sonraki nefesinde onu almak için ne yapmayacağını veya onu almak yolunda yapılmasına inanmadıklarını anlatacaksa, o

kişi özgürlüğe inanmıyordur. Özgürlüğe inanan bir adam özgürlüğünü elde etmek veya onu muhafaza etmek için güneşin altında her şeyi yapacaktır.” Kaynaklar: Malcolm X- Alex Halley- İnsan Yayınları, Çeviren Yaşar Kaplan, Baskı, İstanbul, 2008. Çağa İz Bırakan Önderler Malcolm X, “İnsan Hakları Mücadelesi”, Recep Şentürk, İlke Yayıncılık, 5. Baskı, İstanbul, 2012.

Page 63: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

63 Akademik Perspektif – Mart 2015

Liberalizm

Hazırlayan: Kürşat Yalçınkök

Avrupa aydınlanmasının en önemli iki felsefi ürününden biri olan liberalizm tüm modern endüstriyel toplumların üzerinde çok büyük bir etkiye sahiptir. Gerek ekonomi felsefesinde gerekse siyaset felsefesinde devlet, toplum ve birey arasındaki tüm ilişkilerde bireyin hak ve özgürlüklerini öne çıkaran; her bireyin vicdan, inanç ve düşünce özgürlüğünün tanınması gerektiğini savunan ekonomik ve siyasal nazariye olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda liberalizm; devletin ekonomiye müdahalesinin en alt düzeye çekilmesi gerektiğini, daha ideal olanın ise devletin bireyler, sınıflar ve uluslar arasındaki ekonomik ilişkilere hiçbir şekilde karışmaması olduğunu öne süren somut anlatımını "Bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" "Laiseez faire laisez passer” savsözünde bulmuştur. Liberalizmin felsefi kökenleri Locke, Hume, Smiht, Mill, Bentham, Spencer, Constant gibi düşünürlerin görüşleriyle şekillenmiştir. John Locke, liberalizmin öncüsü olarak kabul edilir. Devletin amacının özgürlüğü güvence altına almak olduğu, devletin kaynağının ve

meşruiyetinin toplum sözleşmesinde aranması gerektiği, iktidarın bireysel kabulü amaçlamak zorunda olduğunu belirten görüşleriyle liberal düşüncenin kuruluşuna katkıda bulunmuştur. David Hume aklın bireysel fayda peşinde koştuğu, kendiliğinden oluşan düzenin en adil düzen olduğu ve devletin buna asla karışmaması gerektiği, faydacılık ve özgürlüğün insanın doğası olduğunu savunmuştur. Adam Smith, insanlar çıkarları peşinde koşarak toplumsal çıkarı artırdığı doğal düzenin özgür düzen olduğu, devletin iç ve dış güvenlik görevleri dışında hiçbir şeye karışmaması gerektiğini, Jeremy Bentham ‘ın devletin amacının bireysel çıkarları artırmak olduğu ve J.S.Mill in devleti ve ahlakı, hazzın belirlediğini, en büyük hazzın özgürlük olduğunu, devletinde amacının bu hazzı maksimize etmek olduğunu söylemesi liberal düşüncenin gelişmesini sağlamıştır. Herbert Spencer, en uygun olanın ayakta kalmasını sağladığı için sosyal ayıklanmayı “laissez faire” i bireyi savunarak liberalizme katkıda bulunmuştur. Benjamin Constant, basında, dinde, ekonomide, mülkiyette kısaca her şeyde azami özgürlüğü savunmuş

Page 64: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

64 Akademik Perspektif – Mart 2015

liberalizm ile doğrudan katılımımı birleştirmeye çalışmıştır. Alexis de Tocquoville de liberalizm ile demokrasiyi özdeşleştirip birinin olmazsa olmaz şartı olarak göstermiş, tarihin amacının özgürlük ve eşitliği gerçekleştirmek olduğunu savunarak liberalizmin günümüzde anlaşılan temel ilkelerinin belirginleşmesine katkıda bulunmuştur Liberal düşünürler, gerek her toplum ve kültürün kendi sonunu kendi içinde taşıdığı düşüncesine gerekse siyasal ve toplumsal kuruluşların insanı daha iyiye doğru dönüştürme gibi bir amaç taşımaları gerektiği görüşüne karşı çıkarlar. Örneğin dış siyasette liberal anlayış, Richard Cobden tarafından “meşru çıkarların doğal uyumu” olarak tanımlanır. Nitekim, liberallerin çoğu ulusal otonomiye inanmakla birlikte güçlü milliyetçiliğin toleranslı bir Avrupai bir bakış açısıyla birleştirebileceğini savunmaktadır. Liberal felsefecilere göre, maddi olsun manevî olsun her kişinin kendi amaçları vardır ve bu amaçlar başkalarınınkiyle doğal olarak uyum içinde olmadığından bireylerin amaçları uğruna neleri yapabilecekleri ile başkalarının amaçlarını hangi bakımlardan göz önüne almaları gerektiğini belirleyen kurallar belirlenmelidir. Bu bağlamda siyaset felsefesinin yapması gereken, bir yandan bireylerin ayrı ayrı isteklerine yanıt veren, bir yandan da toplumu güvence altına alan bir yaşam biçimi tasarlamaktır. Klasik liberal düşünce, eşitlik, rasyonellik, özgürlük ve mülkiyet kavramları üzerine inşa edilmiştir. Liberalizme göre, tüm insanlar eşit yaratılmışlardır ve yaşama hakkı, özgür olma ve mutluluğunu sürdürme hakkı gibi birtakım dokunulmaz haklarla donatılmışlardır. aynakların ve zenginliğin eşit dağıtıldığı anlamına gelmeyen fırsat eşitliği kavramı, XIX. yüzyıl liberalizminin birinci temel kuralını oluşturmuştur.

Liberalizmin ikinci kuralı bireyin doğal gereksinimlerini rasyonel yollarla karşılama ve isteme kapasitesine sahip olduğu ilkesidir. Doğru ve ahlaksal eylemin akla dayanacağını öngören yaklaşıma rasyonalizm denmiştir. Liberalizme göre kişi çevresinde olup biten fiziksel ve toplumsal gerçekleri kavrayacak kapasiteye sahiptir. Dolayısıyla birey kendini geliştirme yetisine sahiptir ve kendine güvenen ve bu kapasiteye sahip olan insana, kendi mutluluğunu arama hak ve özgürlüğü tanınmalıdır. Üçüncü ilke, bireyin temel alınması ve özgürleştirilmesidir. Toplumsal politikanın amacı bireyin özgürlüğünü ve özerkliğini genişletmektir. En iyi toplum, bireye daha fazla özgürlük tanıyan toplumdur. Liberalizmin dördüncü ilkesi özel mülkiyetin önemidir. Özel mülkiyet sayesinde birey özel amaçlarına ulaşabilir. Bu durum bireyi çalışmaya teşvik eder ve çalışması sayesinde birey sadece kendisinin değil, aynı zamanda toplumun zenginleşmesini de sağlar. Liberalizm uluslararası ilişkiler disiplininde pek çok teorinin dayanağını oluşturmuştur. I. Dünya Savaşı sonrası dönemde savaşların yıkımından oldukça fazla zarar gören devletlerin savaş ve çatışmaları önleme çabası liberalizmin uluslararası ilişkileri açıklamaya yönelen bir teori olarak ortaya çıkmasına sebep olmuştur. İki savaş arası dönemde barışın sağlanamaması ve daha büyük bir yıkımla sonuçlanan ikinci dünya savaşının patlak vermesi barış çabalarını daha da artırmıştır. Bu anlamda, 1980’lerde realizme alternatif olarak öne çıkan en önemli teori neo-liberalizm olmuştur. Neo-liberaller, kendilerinden önceki liberallerden birçok noktada ayrılmışlardır. Neo-liberalizmin temel özelliklerine baktığımız zaman, öncelikle barış ve işbirliğini analiz etmesi karşımıza

Page 65: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

65 Akademik Perspektif – Mart 2015

çıkmaktadır. Neo-liberalizm uluslararası ilişkileri birim düzeyinde analiz etmektedir. Bununla birlikte neo-liberaller, birim düzeyindeki nedenlerin sistem düzeyindeki sonuçlarıyla ilgilenmektedirler. Liberalizmin temel ilkesi olan demokrasi, neo-liberalizmin de en temel ilkesi olmaya devam etmektedir. Neo-liberallere göre, liberal demokratik devletler arasında işbirliği mümkündür. Bununla birlikte, devletleri karşılıklı olarak işbirliğine razı edecek çok sayıda faktör bulunmaktadır. Devletleri işbirliğine götüren nedenlerin başında uluslararası örgütler, uluslararası hukuk, devletlerin rasyonel davranması gibi etkenler vardır. Neo-liberaller, realistlerden farklı olarak devletlerin uluslararası ilişkilerin tek aktörü olmasa bile en önemli aktörü olmaya devam ettiklerini düşünmektedirler. Aynı zamanda neo-liberalizme göre devletler rasyonel aktörlerdir. Ancak neo-liberaller devletten başka aktörlerin de varlığını kabul etmektedirler. Neo-liberallere göre, uluslararası ilişkilerde devletlerden başka birey, uluslararası örgütler, baskı grupları gibi birçok aktör vardır. Batı dünyasında 1970’lerin ortalarından itibaren neo-liberal fikirlerin ve politikaların yeniden gündeme gelmesinin Türkiye’nin düşünce ve siyaset dünyasına etkisi 1980’li yıllarda gerçekleşmiştir. 1974’te F. A. Hayek’in 1976’da ise Milton Friedman’ın Nobel Ekonomi Ödülü’nü kazanmaları Batıda bu dönüşümü sembolize eden olaylar olmuştur. Türkiye’de ise, neo-liberalizmin izleri kendisini önce 1980’lerin başlarından itibaren iktisat politikaları alanında göstermiş, entelektüel alandaki yansımaları ise 1990’larda gelmiştir.

Liberalizm sınırlı devlet sınırsız özgür toplum ilkesini savunur. Çünkü; size her şeyi verebilecek kadar güçlü bir iktidar sizden her şeyi alabilecek kadar güçlü bir iktidardır. Liberalizmin Temel Kavramları - Bireyin Önceliği: Liberalizmin bireyin, her türden sosyal ve siyasal yapıdan önce geldiğine ilişkin inancı, birey anlayışının sıklıkla “soyut bireycilik” olarak tanımlanmasına yol açar. Bu durumda liberal kuramcılar açısından devlet kadar toplum da nominal bir değerdir. Başka bir deyişle, devlet de toplum da ancak tek tek bireylerin özgür iradeleriyle bir arada bulunuşlarıyla açıklanabilir. - Evrensel İnsan Hakları: Devletin, siyasal toplumun ve iktidarın varlık nedeni insanların sahip olduğu haklarının ve özgürlüklerinin korunmasıdır. Devlet, iktidar ve toplumun yararı için kurulmuştur. - Serbest Piyasa: Ürünün fiyatının alıcı ve satıcının karşılıklı olarak anlaşmasıyla belirlendiği, arz ve talebine hükümet tarafından müdahale yapılmayan bir piyasadır - Serbest Ticaret: İthalatın ve ihracatın genelde devletin müdahalesi olmadan yürütülmesini öngören ekonomi politikasıdır. - Sınırlı Devlet Müdahalesi: Devletin müdahale gücünün artışı, özgürlükler için bir tehdit unsuru oluşturduğundan, -anayasallık, hukukun üstünlüğü, kuvvetler ayrılığı, muhalefet ve basın özgürlüğünün tanınması, direnme hakkı gibi yapılarla- devletin etkinlik alanını sınırlandırmak. - Akılcılık: Bireyin amaçlarına ulaşabilmesi için kullanacağı yolları kendisinden daha iyi

Page 66: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

66 Akademik Perspektif – Mart 2015

kimsenin bilemeyeceği düşüncesidir. Bir liberal için herkes kendi amaçları doğrultusunda rasyonel davranabilme yetisine sahiptir ve kendi mutluluğunu nasıl sağlayabileceğini başkalarından iyi bilir. Her bireysel seçim bu varsayımdan ötürü rasyonel kabul edilir ve bundan ötürü de dokunulmaz nitelik kazanır. - İlerlemecilik, gelişme - Modernizm - Hukukun üstünlüğü-hukuk devleti/üstünlerin hukuku değil - Seküler ahlak

- Doğal durum ve uyum - Teşebbüs hürriyeti Kaynakça Heywood, Andrew,’’Global Politics’’, Palgrave Foundation, 2011. Erdoğan, Mustafa, ‘’Liberalizm ve Türkiye’de Liberal Eğilimler’’, 2007. Atilla Yayla, ‘’Liberalizm’’, Ankara: Liberte Yayınları, 2011 W. Kegley, Charles, ‘‘World Politics Trend And Transformation’’, 2010-2011 Edition. J. H. Hexter, ’’The Traditions of the Western World’’, 1988. Çakmak, Haydar, ‘‘Uluslararası İlişkiler’’, Platin Yayınları, 2007.

Page 67: Akademik perspektif - Mart 2015 - ABD

67 Akademik Perspektif – Mart 2015