İlerici Gençlik Sayı 27

36
35 yaşında iGD ne yarınlar... . Ne geçmiş tükendi, İ G D d e n T Ü M - İ GD’ ye... www.ilericigenclik.org İlerici Gençliğin Aylık Sanat, Edebiyat, Siyaset Dergisi yeni bir dünya için Ocak-Şubat 2011 Sayı: 27

description

İlerici Gençlik Sayı 27

Transcript of İlerici Gençlik Sayı 27

Page 1: İlerici Gençlik Sayı 27

35yaşındaiGD

ne yarınlar....Ne geçmiş tükendi,İGD’den TÜ M-İGD’ye...

www.ilericigenclik.org

EKİM-KASIM 2009 Sayı: 20-21İlerici Gençliğin Aylık Sanat, Edebiyat, Siyaset Dergisi Ağustos 2007 Sayı: 14

yeni bir dünya için

Ocak-Şubat 2011 Sayı: 27

Page 2: İlerici Gençlik Sayı 27

2 Yeni yılda, yeni yaşımızla, İleri...

3 İnsansız evler, evsiz insanlar4 Sağlıkta eşitsizliğe bir ek

daha “Aile Hekimliği”6 Haldan da haberin olsun!6 Bir katil, bir çocuk, bir Hrant!7 Sobe8 Ocak mıdır? Zindan mıdır?

Sermayenin kanunu mudur?9 MİGROS’ta sendikalı olmak10 İşçi haberleri11 Ücretsiz kölelik, stajyerlik 12 Nasıl bir üniversite?13 Bu öğrencilere neler oluyor?15 Liseli arkadaşlarımızla

söyleşi yaptık16 Eylem, düşünce ve dil17 Uyutulan köylü uyutan AKP18 Geçmişten öğreniyoruz,

geleceği yazacağız20 Kadınlar vardır, Kadınlar her

yerde20 TÜYAP İstanbul Kitap

Fuarı’ndan izlenimler21 TÜM-İGD’den haberler25 Dünyadan haberler27 Kadın İş Türküleri (Women’s

Work Songs)28 Frida Kahlo ve Diego

Rivera’nın eserleri ilk kez İstanbul’da

29 Kültürlerin kol kola girdiği antik kent: Ani

30 Düş dünyası ve sol söylem31 Görünmeyen yüz32 “Gözü halkta, kulağı

toplumda” bir yazar: Rıfat Ilgaz

34 Korkocak bir şey yok! Dinleniyor, izleniyor ve her şeyiniz kaydediliyor...

Merhaba,

Yeni bir yıla girerken 27. sayımızla yine karşı-nızdayız. Geçen yıllarda da olduğu gibi bu yıla da girerken birçok acıyı, gözyaşını, sevinci ge-ride bırakıyoruz. Ve her yıla girerken, savaşlar-dan, acılardan, felaketlerden uzak bir yıl olma-sını; insanlığa barış, sevgi, dostluk, mutluluk ve umut getirmesini diliyoruz. Ancak biliyoruz ki, kimileri zenginlik içinde başkalarını ezerek yaşarken, kimilerimiz de sokaklarda soğukta titreyerek, evine götüreceği ekmeği düşünerek, evsiz, aç, susuz, hasta, yoksul, ilaç parası bula-madan geçirecek. Bu yıl da olduğu gibi.

Bir yılı geride bırakıyoruz; zamlar, işten atma-lar, polis copları, biber gazları vs. ile. Neler ya-şanmadı ki bu yıl ülkemizde ve dünyada. İşçi-lerimiz her gün biraz daha ezildi, madenlerde göçük altında kaldılar. Kadına yönelik şiddet her yıl olduğu gibi bu yıl da devam etti. Kürt olduğu için öğrenciler katledildi. Anadilde eğitim isteyen, özgür üniversite isteyen genç-ler polis şiddetine maruz kaldı. Fransa’da işçi sınıfı ayaklandı. Yoksulluk arttı, şiddet arttı…

Bu sayıdaGörüşmediğimiz bu zaman dilimi belki de hiç olmadığı kadar yoğun geçti. Hem ülkemizin gündemi hem de dünya gündemi oldukça yo-ğundu. Wikileaks belgeleri dünya gündemin-de geniş bir yer alırken, biz dünyadaki önemli diğer gelişmelere yer verdik. Özellikle birkaç ülkeden dikkat çeken son durumları aktardık.

İngiltere’de tam da Çocuk Hakları Haftası’nda yaşanan, göçmen çocukların tarım işçisi olarak çalıştırılması dikkatimizi çekti. İngiltere’de çocuklar çalıştırılırken bizim ülkemizde “taş atan çocuklar” gerçeği vardı. Onlar Terörle Mücadele Kapsamı’nda yargılanan çocukları-mız. Çocuklarımızla ilgili taleplerimiz karşılık buldu ve TMK’da bazı değişiklikleri öngören 6008 sayılı kanun kabul edildi. Ancak kısa bir süre sonra ülkemizin siyasi bir cinayeti olan Dink cinayeti davasından yargılanan Ogün Samast “taş atan çocuklar” yasasından yarar-landırılarak ödüllendirildi. Sayımızda bu ko-nuları da değerlendirdik.

TEKEL direnişiyle girdiğimiz bu yılı yine işçi direnişçileriyle bitiriyoruz. Göçük altında ka-

lan Şilili madencileri izledik, biraz sevinç biraz hüzünle. Sevinçliydik insana verilen değeri görüyorduk. Hüzünlüydük Zonguldak’ta hâlâ göçük altında kalan işçilerimiz vardı.

Aile hekimliği uygulamasının getirileri, ula-şıma ve ete getirilen zamlar, ücretsiz kölelik “stajyerlik”, konut sorunu vs. dergimizin ko-nuları arasında yer aldı. Kültür-Sanat bölümü-müzde 100 yaşına giren edebiyatımızın koca çınarı Rıfat Ilgaz’a yer verdik. Rıfat Ilgaz ile tüm baskılara rağmen kalemin daha da güçlü olduğunu öğrendik. Kapadokya’nın ardından Anadolu’yu dergimize taşımaya devam ettik.

Gençlik ayakta!En önemli gelişmeler de gençlik cephesinde yaşandı. 6 Kasım’da 12 Eylül’ün ürünü YÖK’e karşı gençler alandaydı. Türkiye’nin çeşitli yer-lerinde üniversitelerde öğrenciler, okullarına gelen Başbakanı, bakanları ve milletvekillerini protesto ettiler. Uzun süre gündemden düşme-yen eylemeler şiddetle bastırıldı. Bu eylemler ve değerlendirmelere biz de gündemimizde geniş yer verdik. Görüldüğü gibi ülkemiz gençliği ayakta! Sadece ülkemiz gençliği değil, dünya gençliği de ayakta. Gençliğin önü baskılarla kapatılmaya çalışılıyor. Ancak bir çağlayanın önünü kesmek mümkün değildir. Önüne sette kurulsa, yıkıp geçer, karşısına çıkanı boğarak.

İGD 35 YaşındaÜlkemiz gençliği açısından bir yığın gelişme-lerin yaşandığı bu dönemde İGD’nin 35. yılına giriyoruz. Yolumuz işçi sınıfının yoludur diyen İGD, çıktığı dönemden bu yana işçi sınıfının öncü konumunu aklından hiç çıkarmadı. Bu sa-yımızda işçi, köylü, öğrenci gençliğin sosyalist yığın örgütü olan İGD’den TÜM-İGD’ye kadar tarihsel önemine değindik.

Şanlı Ekim Devrimi’nin her geçen gün ülke-miz ve dünya açısından önemi artarken, 35. yaşımızda geçmişimizden dersler çıkararak, geleceği de yazmak için ilerici gençler üzerine düşen görevi biliyor. Bu yeni yılda, yeni yaşı-mızla “Gençlik Devrim İstiyor” şiarıyla emeğin yolunda hep daha “ileri” yürüyeceğiz.

Yeni yılın; yeni atılımlar, yeni umutlar, yeni başlangıçlar getirmesi dileğiyle…

Yeni yılda, yeni yaşımızla,ileri. .

....BU SAYIDA

Dergi Yazı KuruluAyşe BAZİKİ

Fethiye KABATAŞİlkin SARI

Şener ATAŞTayibe ÖNEL

Yetgül KARAÇELİK

Dergi TasarımıDeniz ÖZMANHamdi AKÇAY

Eytişim Basın Yayın Reklam Sanat Hizmetleri San. ve Tic Ltd. Şti. adına sahibi ve sorumlu yazı işleri müdürü: Onur BALCIAnkara: Adakale Sk. Özkazanç Apt. No:18 K:5 D:10 Kızılay / Çankaya Telefon: 0312 435 89 42İstanbul: Sıraselviler Cd. Billurcu Sk. Ocaklı Han. No: 3/6 Beyoğlu/İstanbul Telefon/Faks: (0212) 245 28 11İzmir: Caner Kuşçu İrtibat Telefonu: 0554 851 36 63Kastamonu: Ulaş Yıldız İrtibat Telefonu: 0534 710 52 82Mersin: Aydın Bozan İrtibat Telefonu: 0555 764 98 76E-Posta: [email protected] Web: www.ilericigenclik.orgISSN: 977-1303-7910-01 / Baskı: Avcı Ofset/ Davutpaşa Cad. İpek İş Merkezi No: 13 Topkapı - İstanbul/ Türü: Yerel Süreli YayınHesap No: Onur Balcı, TC. Ziraat Bankası Beyoğlu Şubesi 0456 52122602 5001IBAN: TR08 0001 0004 5652 1226 0250 01

2

Page 3: İlerici Gençlik Sayı 27

İnsan var olduğundan beri soğuk, vahşi hay-vanlar gibi doğa şartlarından korunmak için barınmak durumunda kalmıştır. İlk zamanlar mağaraları bu amaçla kullanan insanlık son-raları çadırlar, barakalar ve evler inşa etmiştir. Sağlık, beslenme gibi en temel insani ihtiyaçla-rımızdan olan barınma, günümüzde kapitalist-lerin büyük karlar elde ettiği sektörlerden biri olmuş durumda.Kamu arazileri, yeşil alanlar, sit alanları inşaat şirketlerine peşkeş çekiliyor. İşçi ve emekçile-rin yoğun biçimde yaşadığı gecekondu semtler görüntü kirliliği (çarpık kentleşme) gerekçe-siyle yıkılıyor. Yıkılan evlerin yerine süper lüks apartmanlar, havuzlu villalar yapılıyor. Evleri yıkılan insanlara ise ipotekli kredilerle (mortga-ge) bu evleri alabilecekleri söyleniyor. Gecekon-duda yaşayan bir insanın aylık gelirini tahmin edebilirsiniz. Ancak yaşamını sürdürebileceği asgari ücretle emekçilerin bu evlerde oturması imkânsız. Evlerinden vaatlerle ve hatta çoğu za-man zorla çıkartılan insanlar çaresiz kent mer-kezlerinden uzakta yeni yerleşim yerleri bulmak zorunda kalıyorlar, bulamayanlar ise sokakta

yaşıyor. Tabii ne kadar yaşanabilirse… Sistem, var olan konut sorununu bu yollarla çözeceğini iddia etse de, gerçekler bu yöntemle insanların evsiz bırakıldığını gösteriyor.

Çevremizdeki gözle görülür çelişkilerSokaktan yükselen çekiç sesleri yeni binaların habercisi… Ya yapılan bunca boş binaya rağmen, onca insanın sokakta yaşatılmasına ne demeli? Gecekondu semtlerinden gökyüzünü delercesine çıkan gökdelenler, asla oturamayacağı binaları yaparken ölen inşaat işçileri... Her ay dört duvara bir çatıya verdiğimiz belimizi büken kiralar ve yurtlarda git gide zorlaşan koşullar... Sokakta her gün gördüğümüz ve yaşadığımız çelişkiler bun-lar. Toplumun büyük çoğunluğunun yaşadığı ve barınma sorunu rant kapısı olmaktan çıkmadığı sürece yaşayacağı çelişkiler…Barınma sorunu da, açlık, güvencesizlik, eği-timsizlik gibi kapitalizmin doğal sorunlarından biridir. Çünkü kapitalizm bir kesimi lüks içinde yaşatırken, insanlığın büyük çoğunluğunu po-sası çıkıncaya kadar sömürmektedir. Onlar hem insanları karınlarını bile zor doyuracakları üc-retlerle çalışmaya mahkûm edecek, hem de daha fazla para elde etmek için ev yapmaya devam edecekler. Dolayısıyla evi alacak durumu olma-yan işçiler, işsizler, yoksullar sokağa itilecek.

Ya bizim çözümümüz…Biz sosyalistler, insanın bütün temel ihtiyaç-larının devlet tarafından ücretsiz karşılanma-sı gerektiğini düşünüyoruz. Çünkü işçiler ve emekçiler; yapıları, giysileri, yiyecekleri, sana-yiyi, aslında yaşamın her alanını yaratan bir değer üretmekteyken, yaşamlarını insanca ko-şullarda idame ettirecek ücreti alamıyorsa; öy-

leyse devlet tüm bu ihtiyaçları ücretsiz olarak karşılamakla yükümlüdür. Bunun da kapitalist sistemde hiçbir zaman olmayacağını, sermaye sahiplerinin ucunda para olmayan bir iş yap-mayacaklarını çok iyi biliyoruz. Bu nedenle özel mülkiyetin ortadan kaldırıldığı, üretim araçla-rının kapitalistlerin elinden alınarak toplumun malı haline geldiği sosyalist bir sistem istiyoruz. Sosyalizmde evler, aynı ilk çıkış amacında oldu-ğu gibi insanları öncelikle doğa koşullarından korumak ve ikincil olarak sosyalleşebilecekleri, insan odaklı yaşam alanları yaratmak için inşa edilecek. Peki, daha önceki sosyalizm deneyim-lerinde barınma sorunu nasıl çözülmüş derse-niz, gelin Sovyetler Birliği deneyimine bir göz atalım.1917 Ekim Devrimi’nden kısa bir süre sonra, ba-rınma ve alt yapı sorunu büyük oranda çözül-müştür. Kendi eşitlikçi kültürünü oluşturan işçi sınıfı şehirlerini de buna uygun kurmaya başla-dı. Binlerce kişinin birlikte yaşayabileceği, sos-yal aktivitelerin ve temel ihtiyaçlarının içinde bulunduğu çok bloklu doğayla uyumlu yapılar inşa edildi. Moskova’da Stalin döneminde inşa edilen Stalin’in 7 kız kardeşi adıyla anılan bina, Moskova metrosu, Vysotniye Zdaniye apart-man sarayı ve daha birçok yapı buna örnektir.Sovyet deneyimi bize gösterdi ki işçi sınıfının iktidarda olduğu bir dünyada sokaklarda yatan, yurt paralarını denkleştirmeye çalışan öğren-ciler ve evleri yıkılmasın diye iş makinelerinin önüne atlayan insanlar olmayacak. Sosyalizm-de, para için değil, insanların insanca koşul-larda yaşaması için evler inşa edilecek. Bizim sokaklarımızdan insanın, paylaşımın, yaşamın binaları yükselecek.

∎Gamze ÇETİNER

İnsansız evler, evsiz insanlar

3

Page 4: İlerici Gençlik Sayı 27

Türkiye’de sağlık hizmetleri “Sağlıkta Dönü-şüm” programıyla bir dizi değişikliğe uğradı. Sağlıkta dönüşüm üç ana hattan oluşuyor. Bunlar; Aile Hekimliği, Genel Sağlık Sigor-tası, Özerk Hastaneler. Bu uygulamalardan aile hekimliğine 30 Aralık 2010 tarihi itiba-riyle Türkiye’nin tüm illerinde geçilecek. Aile hekimliği uygulaması ilk olarak 2005 yılında Düzce’nin pilot il olarak seçilmesiyle uygula-maya geçildi. Son olarak 01 Kasım 2010 tari-hinde İstanbul’da da uygulama başlatıldı.

Ülkemizde “Sağlıkta Dö-nüşüm” projesi kap-samında birinci basamak sağlık hizmetlerinde uy-gulanmaya başla-nan Aile Hekim-liği uygulamasına bir göz atalım. Genel Sağlık Si-gortası ve Özerk Hastaneler uygula-malarını dergimizin önceki sayılarında iş-lemiştik.

Halk sağlığı nereden nereye?Aile hekimliği birinci basa-mak sağlık hizmetlerinde geçerli olacak bir sistemdir. Konu birinci basamak yani halk sağlığı olunca önce-likle birkaç konuyu hatır-lamak gerek. Halk sağ-lığı koruyucu sağlık hizmetlerini esas alan yani aile ve bireylerin sağlık tarama, araştırma, bağışıklama, sağlığı koruma ve geliştirmeyi esas alan bir sis-temdir. Aileyi temel alan bu doğrultuda da toplum sağlığını koruyan ve geliştiren bir sistemdir. Ancak ülkemizde koruyucu sağlık hizmetleri geliştirilmemiş hatta uygulan-mamıştır. Sadece hizmetten yararlanan de-ğil hizmeti veren personelde de sağlık algısı değişmiştir. Hekim ve diğer sağlık hizmeti veren personelin eğitimi tanı ve tedavilere yönelik olarak verilmektedir. Hekimlerin büyük bir bölümü asıl işlevlerinin hasta mu-ayene etmek ve tedavi etmek, hemşireler ise kendilerini yalnızca hasta bakımı veren bir mesleğin üyeleri olarak görürler. Bu durum sadece ülkemizin değil kapitalist bütün ülke-lerin gerçeğidir. Bu gerçeğin kaynağı birinci basamaktan önce ikinci basamak sağlık ku-ruluşlarına öncelik verilmesidir. Koruyucu sağlık hizmetlerine önem verilmemiş, sınırlı

kaynakların neredeyse tamamı hastanelerin kurulup işletilmesine ayrılmıştır. Böylece, “sağlık” denildiğinde “hastalık” kavramı akla gelir olmuştur.

Kapitalizm; koruyucu sağlık hizmeti düşmanıBu uygulamalar ışığında sağlığın korunması ve geliştirilmesi gerçekleşmemiş bu-nun yerine, salgın hastalık-lar, çevre kaynaklı

h a s t a l ı k l a r, kronik hastalıklar, teda-

vide geç kalınmış hastalıklar ortaya çıkmış, bağışıklama, gebe ve çocuk kontrolleri, iş sağlığı, okul sağlığı gibi hizmetler yetersiz gerçekleşmiştir. Koruyucu hekimlik sağlık anlayışı terk edilmiştir. Koruyucu sağlık hiz-metlerinin kapitalist sistemde tercih edilme-mesinin nedeni rant ve kâr kapılarının kapalı olmasıdır. Koruyucu hekimlik sağlıkta bölge-sel, ekonomik, sosyal, etnik farkları ortadan kaldıran herkese eşit, ulaşılabilir sağlık hiz-meti vermektedir. Hastalıkların gelişimini önler, katılımcı sağlık anlayışını benimser. Bu anlayış sayesinde toplum sağlığı gelişir ve hastalıkların önüne geçilerek sağlık kavramı hayat bulur. Ancak kapitalist sistem tedavi edici sağlık sistemini tercih etmektedir. Kapi-talist sistem hastalıkları fırsat bilerek sağlığın satın alınmasını öngörmektedir. Parası ola-

nın tedavi olmasını, hastalıkların tedavileri-ni pahalı olarak satılmasını hedeflemektedir. İşte sağlıkta dönüşüm de kapitalist sistemin normlarına tam olarak uygun bir projedir. Hastanelerin özelleşmesi, sağlık sigortasının parası olana yapılması gibi net uygulamaları içermektedir. Ancak bu da yetmedi ve sağlık ocaklarının da özelleşmesini sağlayacak olan “Aile Hekimliği” uygulamasına geçildi.

Nedir Aile Hekimliği?Aile hekimliğini yasadaki

maddelerle inceleyelim. Sağlık Bakanlığı’nın ya-

sada belirtmiş olduğu aile hekimliği tanı-

mı: “her ailenin bir bütün olduğu, aile bireylerinin yaş ve hastalık gözet-meksizin birlikte incelenmesi ge-rektiği görüşün-den hareketle geliştirilmiş bir sağlık hizmeti

anlayışı ya da biçi-midir. Bu modelde,

aile hekimi bütün aile bireylerini ta-nır, ailenin yaşam biçimini, konutunu, çalışma ortamını ve sağlık sorunlarını

yakından bilir. Ai-lenin bütün bireyleri

aynı kurumdan ya da hekimden ko-ruyucu ve tedavi hizmeti görürler.

Bu he- kim, genellikle bir pratisyen hekim ya da genel pratisyen gibi çalışan bir uzman hekimdir. Bu uzman, ‘Aile Hekimliği’ uzmanı da olabilir.”

Türkiye’de uygulanması öngörülen aile he-kimliği modelinin nasıl olması gerektiği 1989 yılından bu yana Sağlık Bakanlığı tarafından düzenlenen birçok toplantıda ve iç görüşme-lerde tartışılmıştı. Bu tartışmalar 24 Kasım 2004 tarihinde kabul edilen 5258 sayılı “Aile Hekimliği pilot Uygulaması hakkında Ka-nun” ile son buldu. Bu kanun ve buna bağlı olarak yayımlanan iki yönetmelik, hüküme-tin ülkemizde uygulamayı düşündüğü aile hekimliği modelinin nasıl olacağını tanımla-maktaydı.

5N 1K ile Aile Hekimliği!Sistemin temel birimi “Aile Sağlığı Merkezi”dir; bu birim bir aile hekimi ile bir

Sağlıkta eşitsizliğe bir ek daha “Aile Hekimliği”

4

Page 5: İlerici Gençlik Sayı 27

aile sağlığı elemanından (hemşire/ebe) oluş-maktadır; hekim birimin başı ve hemşire/ebe hekime bağlı çalışanlardır. Hekim çalı-şacağı hemşire veya ebeyi seçecektir. Bir he-kim birden fazla personelle çalışmak isterse ücretini kendisi ödeyecektir. Ülkede yaşayan herkes, bir aile hekimini seçecektir; ailede-ki her birey farklı bir hekimi seçebilir. An-cak aile hekiminizi değiştirmek için kayıtlı olduğunuz hekimde en az üç ay kalmanız gerekmektedir. Bunun yanında kişiler he-kimlerini seçerken, hekimler de hastalarını seçebileceklerdir. Yani kronik hastalığı olan, bakımı zor olan hastaların tercih edilmemesi ya da göz ardı edilmesi sonucu çıkabilecek-tir. Hekimlerin çalışma yerleri isteklerine göre belirlenecektir. Yani gelişimi geri kalmış bölgesel farklılıkların ortaya çıktığı yerlerde hekim sıkıntısı yaşanacaktır. Kent merkezle-rindekiler hekimlerini seçebilecekken, kırsal bölgelerdekiler hekimlerini seçemeyecekler-dir. İl Sağlık Müdürlüğü, her köyü en yakın ve listesinde yeterli kişi kayıtlı bulunmayan bir aile hekimine bağlayacak ve köy halkı o hekimden hizmet alacaktır. Hekim ve perso-nel sıkıntısı yaşanan bu bölgelerdeki eşitsizli-ğin artması olasıdır.

Kim daha çok mağdur?Aile hekimliğine geçmek için doktorlar yaklaşık 10 günlük bir hizmet içi eğitimden geçirilmektedir. Birinci basamak hizmetle-rini gerçekleştirecek olan hekimler uzman-lık alanlarına bakılmaksızın göreve getiri-lecektir. Hekimlerin hastalara yapacakları müdahaleler kendi eğitimlerine göre farklı olacaktır. Hekimlerin görevleri standart değildir ve kendi eğitimlerine göre farklılık gösterir. Aile hekimi olarak çalışan bir pra-tisyen hekim ile aile hekimliği uzmanı ya da başka dalda uzman olduğu halde aile heki-mi olarak çalışmayı tercih eden hekimlerin tıbbi yetkileri farklı olacaktır.

Bir hekime en az bin ve en fazla 4 bin kişi kayıtlı olacaktır. Hekimlere ödemeler “ka-pitasyon” sistemine göre yapılacaktır. Belir-lenmiş görevlerin dışında iş yapan hekimle-re iş başına ayrıca ücret ödenecektir. Bu da demek oluyor ki bir aile hekimine çalıştığı bölgenin koşullarına ve kendisine bağlı kişi sayısına göre 3 bin 500 ile 11 bin TL aylık ücret ödenecektir. Bu da 2005 yılı Sağlık Bakanlığı’nın cari bütçesine denk gelmek-tedir. Sistemin pahalılığı bu doğrultuda or-taya çıkmaktadır. Ayrıca iş başına ödenecek ücret sistemi, sağlık hizmetlerinde personel arasında dengesiz ücret dağılımına, hekim-lerin ücretin yüksek olduğu işlere ağırlıklı olarak yönelmesine, sağlık sisteminin pa-halılaşmasına yol açacaktır.

Bir özlük hakkı gaspı da Aile Hekimliği’ndenAile hekimliği sistemi ayrıca çalışanların öz-lük haklarını da gasp etmektedir. Sağlık gibi kamu hizmetlerinde çalışanların kadrolu ve güvenceli çalışmaları esas alınmalıdır. Ancak sağlıkta dönüşümle birlikte çalışanlar 4/B kapsamında sözleşmeli olarak çalıştırılmak-tadır. Sözleşmeli çalışan personel performans sistemine göre ücretlendirilmekte ve kaliteli hizmet anlayışı böylece rekabetçi, daha yük-sek ücret alabilmek için sorumsuz hizmet anlayışına dönüşmektedir. Sözleşmeli olarak çalışan personelin görevinden herhangi bir nedenle ayrılması sonucunda hizmet aksa-yacaktır ya da kalan diğer personelin iş yükü artacaktır. Bu da işgücü dengesizliği yarata-caktır. Aile hekimliği sisteminde her hekim ve yardımcı personel (ebe, hemşire) sadece kendilerine kayıtlı kişilerden sorumludurlar ve bunlar dışında ki hiçbir işle ilgilenmeye-cekleri belirtilmiştir. Bu da sağlık çalışanla-rı arasındaki ekip anlayışını yok etmektedir. Sağlık felsefesi gereğince ekip anlayışı esastır ve hizmetin en olumlu yürütülmesi için vaz-geçilmez bir unsurdur. Ayrıca hemşirenin sistem içerisinde sadece hekime bağlı çalışan olarak görülmesi, sağlık anlayışı üzerinde olumsuz etkiler yaratacaktır. Kendi bağımsız meslek anlayışı kaybolacaktır.

Uygulama gereğince farklı bir yerde herhan-gi bir nedenle geçici olarak bulunan bir kişi, bulunduğu yerde ki aile hekimliğine baş-vurabilecektir. Gerekli personel bölgedeki nüfusa göre belirlenmektedir. Ancak yılın belirli dönemlerinde aşırı yoğunluk yaşanan bölgelerde (tatil bölgeleri gibi...) bu hizmetin karşılanması oldukça güç olacak ya da ger-çekleştirilemeyecektir.

Sağlık hakkımız özelleştirme mağduru!Aile hekimliği mevzuatında yer alan en önemli ve özelleştirmenin kanıtı olan mad-de ise birinci basamak kuruluşlarının dev-redilmesidir. Aile sağlığı merkezlerinin il özel idarelerince yönetileceği belirtilmiş ve il özel idaresinin kararına göre kamu veya özel kurumlara devredilebilecektir ibaresi yer almıştır. Bu demek oluyor ki halkın en temel sağlık hizmetleri özel kuruluşların denetimine ve yönetimine devredilecektir. Devlet tarafından birebir denetlenmesi ve karşılanması gereken sağlık hizmetleri böy-lece tamamen özel kuruluşlara peşkeş çe-kilecektir. Bu durum sağlık hizmetlerinin denetlenmesini de güçleştirecektir. Çünkü sağlık hizmetlerinin il özel idaresince dev-rettiği kurum, başka bir kuruma devrede-

bilecektir. Bu durum sağlık hizmetlerinin denetlenmesini, kalitesini düşürecektir.

Tedavi edici değil, koruyucu sağlıkUygulanan aile hekimliği modelinin tedavi ağırlıklı olduğu bir gerçektir. Bu hekimlerin köyleri ziyaret edeceği, gezici hizmet verece-ği, hekime başvurmayan ve asıl risk altındaki toplumlara erişebileceği gibi öngörülerde bu-lunmak gerçekçi değildir. Aile hekimliğinin pilot uygulamalarında görülmüştür ki ko-ruyucu hizmetler büyük ölçüde ihmal edil-miştir. Nitekim şimdiye kadarki pilot uygu-lamalarda başta aile planlaması, aşılamalar, gebe ve çocuk izlemeleri olmak üzere kişiye yönelik koruyucu hizmetlerin bariz şekilde gerilediği görülmüştür. Oysa birinci basamak sağlık hizmetlerinde koruyucu sağlık esastır.

Peki, nasıl bir sağlık sistemi?Aile hekimliği uygulamasının genel değerlen-dirmesi ana hatlarıyla bu tür olumsuzlukları içermektedir. İlerici, insanı esas alan sağlık sistemi herkese eşit, parasız ve ulaşılabilir ol-malıdır. Çünkü sağlık haktır ve hiçbir neden ve koşuldan ötürü bu hak satılamaz, devredi-lemez ve sorumsuzca kullanılamaz. Koşulla-rı bizden tamamen farklı olan Batı ve Kuzey Avrupa ülkelerinin sadece isim olarak benzeri olan aile hekimliği ülkemiz koşullarına ve sağ-lık hakkı anlayışına ters düşmektedir. Hükü-met aile hekimliği uygulaması ile sağlığın ko-runması ve geliştirilmesinin gerçekleşeceğini iddia etmektedir. Ancak gördüğümüz gibi bu gerçekleşmeyecektir.

Aile hekimliğini düşünürken sağlıkta dönü-şüm uygulamalarına bütünüyle bakılmalıdır. Genel Sağlık Sigortası ile emekliliğin, sağlık hizmetlerinin, kadınların, gebelerin ve sağlık hizmetinden yararlananlara sağlıklarını na-sıl satın aldıklarının ve mezarda nasıl emekli olacaklarına ilişkin bir uygulamaydı. Ayrıca özerk (yani özel) hastaneler uygulaması has-taneleri orta vadede planlanan özel kurumlar haline getirmenin farklı bir yoluydu. AKP hükümeti yıllardır Merkez Bankası, IMF gibi sömürücülerin piyasalaştırmaya çalıştığı sağ-lık sistemini adeta istedikleri düzeye getirmiş bulunuyor. Genel Sağlık Sigortası’na, Özerk Hastanelere dün de hayır dedik bugün de ha-yır diyoruz. Aile hekimliğine de aynı uygu-lamanın parçası ve devamı olduğu için hayır diyoruz. Sağlıkta göz boyayan dönüşümler, reformlar değil, ihtiyacımız olan köklü bir sistem değişikliğidir. İnsanca yaşamak için en temel hakkımız olan sağlık hakkımızı kimse-ye peşkeş çekmeyeceğiz. Bir kez daha haykırı-yoruz “Herkese eşit, parasız, ulaşılabilir sağlık hizmeti! Sağlık haktır, satılamaz!”

∎ Ecem KORKMAZ

5

Page 6: İlerici Gençlik Sayı 27

Kış ayları işçinin, emekçinin dert ayı. Yakacak, giyecek dertleri derken, hayat bu kadar yoksul sürerken, art arda gelen zamlar. Ekmeğe, ete bir de ulaşıma gelen zamlar. Emekçinin her günü; akşam evde ne pişecek, bu soğukta çocuk oku-la nasıl gidecek, okul harcı nasıl ödenecek, kı-zın paltosu yok nasıl alınacak, kira geliyor nasıl denkleştirilecek, bütün bunların hesaplarıyla geçiyor. Bugün güneş mi doğmuş, enflasyon mu düşmüş, yılbaşı mı geliyor nerede nasıl kutlaya-yım, işçinin emekçinin derdi de gündemi de bu değil. Bu ülkenin işçisi, emekçisi, köylüsü, öğ-rencisi de kadını da yoksul. Birileri bütün bu-narı bilmesine rağmen hâlâ ekonomik krizlerin bedelini yoksul halka ödetiyor. Çünkü bu sistem yoksulun daha da yoksullaştırılması, zenginin de daha da zengin olması üzerine kurulmuş. Dev-let de bu anlayışı devam ettiren bir mekanizma olarak varlığını sürdürmekte. Yapılan zamlar da devletin kime hizmet ettiğini gösteriyor.

Hâl Böyleyken Yeni Zamlar GeldiSon yapılan et, ekmek ve ulaşım zamlarından sonra halk sabah uyandığında ne televizyon iz-lemek ne de gazete okumak istiyor. Çünkü her

gün farklı bir zam haberiyle karşılaşmaktan korkuyor.

Bunun en güzel örneği İzmir’de yaşandı. İstanbul’da yaşanan ulaşım zammının şoku atlatılmadan İzmir’de de halk ulaşıma yapılan zamların haberiyle uyandı. İstanbul’da ulaşımı kolaylaştırdığı için getirilen metrobüs ücretle-rine hukuka aykırı bir şekilde yapılan zammın ardından bir de karmaşık bir ücret tarifesi geti-rildi. Ücret tarifesi üç durak gidenler için tek bi-let, üç duraktan sonrası için çift bilet alınmak-ta. Bu enteresan tarifenin yanı sıra metrobüste paralı geçişin kaldırılıp yerine daha fazla kâr elde edebilmek için tek kullanımlık akbiller ge-tirildi. Bu uygulamayla metrobüs ücreti 1.50 TL yerine 2.50 TL olarak değişti. Yapılan bir önce-ki zamlara mahkemenin iptal kararına rağmen aynı oranlar halka tekrar dayatıldı.

Yoksul ekmek olmadan doymaz. Makarnanın, pilavın yanında da doymak için ekmek yer. Sofrada bu kadar önemli yer tutan ekmeğe de göz koydular. Yüzde15’lik zam geldi. Yapılan bu zam sanki hiçbir şey değilmiş gibi yetkililer; “En fazla yüzde 15 zam yapılacak.” dedi. Emek-

çiler evlerine zam gelme-den önce ekmeği zor götü-rürken şimdi ne yapacaklar?

Kurban Bayramı yoksul halk için senede bir gün et yenilen günü ifade etmektedir. Çünkü sene içerisinde zengin kesim dışında et yiyebi-len kalmadı. Bunun tek sebebi dünyanın en pa-halı etini tüketmemizden kaynaklanıyor. Zam-ları geri çekmek yerine çözümü ithal et almakta buldu. Sonuç değişmedi. Yine olan emekçiye oldu. Devlet emekçilerin maaşlarına yaptığı zammın daha fazlasını, ekmeğe, ete, ulaşıma uygulayarak geri alıyor.

Krizin bizi teğet geçmediğini hepimiz biliyoruz. Ancak bunu ülkenin başbakanı kabul etmedi ve çeşitli bahanelerle her şeye zam getirildi. Bu getirilen zamlar ne ilkti ne de son olacak; bizler bu sistemle yönetildiğimiz sürece çarkı döndü-rebilmek için emekçilere yüklenecekler. Bu çark karşısında emekçilerin cevabı örgütlü mücadele olacak. Örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez!

∎ Bekir CERİT

Haldan da haberin olsun!

Bir katil, bir çocuk, bir Hrant!Son yıllarda gündemimi-

zi sıkça kurcalayan bir meseleydi “taş atan çocuk”larımız. Onlar çocuktular ve yetiş-kinlere bile ağır gelen Terörle Mücadele Ka-

nunu (TMK) kapsa-mında yargılanıyorlardı.

Toplum vicdanının en sertleşmiş kesimleri bile bu

konuya bir çözüm talebinde bulunuyordu. Ni-hayet geçtiğimiz aylarda talepler karşılık buldu ve TMK’da bazı değişiklikleri öngören 6008 sa-yılı kanun kabul edildi.Yapılan değişiklik ile TMK hükümlerinin ço-cuklara uygulanması önüne bir engel çekilmiş oldu. Artık 9 yaşındaki çocukların terör suçlusu olarak yargılanmayacağını bilmek, çocukların yetişkin gibi yükümlü sayılmayacağının resmi kabülü yüreklerimize su serpti. Fakat değişik-liğin kabûlünden kısa bir süre sonra değişikli-ğe dayanarak alınan bir karar kamuoyumuzda tepkilere yol açtı.

Faşizme inat kardeşimsin HRANT!Hrant Dink, bir yazar, bir aydın, bir Ermeni, bir insandı. İnsan olduğu için, insanlığın değerle-rini yükselttiği için kardeşimizdi. Ona baktığı-mızda bir milleti değil bir kardeşi görüyorduk o da bize bir millete bakar gibi değil bir kardeşe bakar gibi bakıyordu. Onun sözlerini duyan, okuyan bizler onunla karşı karşıya gelmemiş olsak bile onunlaydık. Bu birliktelik o siyasi bir cinayete kurban gidene kadar sürdü.

19 Ocak 2007’de yazılarından, mücadeleciliğin-den, Ermeni kimliğinden ötürü uzun zamandır onu tehdit eden güçlerin bir tetikçisi eliyle Genel Yayın Yönetmeni olduğu Agos Gazetesi önünde kurşunlanarak öldürüldü. Katili o dönem 17 ya-şında olan, geçmişi uyuşturucu, kavga, şiddet-ten ibaret bir genç olan Ogün Samast’tı.

Katile ceza yerine ödül!İlerleyen günlerde edinilen bilgiler Samast’ın cinayeti işlerken tek başına olmadığı yardımcı, azmettirici, planlayıcı kişilerin bulunduğunu ortaya çıkardı. Bu kişilerden Yasin Hayal ve Erhan Tuncel tutuklanırken cinayetin kilit nok-taları olayın üzerinden 3 yıl geçmesine rağmen karanlıkta kaldı. Üstelik katiller bazı bölgelerde kahraman ilan edildi, silahı tutan eller bayrak önünde gururla fotoğraf çektirdi ve 2000’li yıl-ların önemli siyasi cinayetlerinden birini işle-yen katil ve azmettiricileri “taş atan çocuklar” yasasından yararlandırılarak ödüllendirildi.Hrant Dink Cinayeti Davası’nın 15. duruşma-sında İstanbul 14. Ağır Ceza Mahkemesi ‘taş atan çocuklar yasası’ olarak bilinen kanun de-ğişikliği sebebiyle katil Ogün Samast’ın dosya-sını Dink cinayetinden ayırarak İstanbul Çocuk Ağır Ceza Mahkemesi’ne gönderdi.

Hrant için, Adalet İçin!Samast’ın dosyasının çocuk mahkemesine ak-tarılmasını gayet normal bulanlar olabilir fakat bu noktada davanın kritikliğini hatırlatmak gerekir. Hrant Dink cinayeti önemli bir siya-si cinayettir. Hrant Dink basit bir tartışmanın ardından değil, fikirlerini insanlara açmasının ardından yüzlerce tehdit mektubu almış ve teh-

dit eden çevrelerce öldürtülmüştür. Ayrıca 5395 sayılı Çocuk Koruma Kanunu’nun 17/3. Mad-desi “Davaların birlikte yürütülmesinin zo-runlu görülmesi halinde, genel mahkemelerde, yargılamanın her aşamasında, mahkemelerin uygun bulması şartıyla birleştirme kararı ve-rilebilir. Bu takdirde birleştirilen davalar genel mahkemelerde görülür” denilerek yetişkinlerin ve çocukların birlikte işledikleri suçlarla ilgi-li Ağır Ceza Mahkemeleri’nde yargılanmaları mümkün kılınmaktadır. Bu davanın seyri için hayati önem taşımaktadır.Nasıl ki Ogün Samast’ın Hrant Dink’i öldürme-si siyasi bir cinayet ise Samast hakkında verilen karar da siyasi bir nitelik taşımaktadır. Yargı-nın bağımsız, özgür tavrıyla tezat oluşturmak-ta davanın seyrini etkilemektedir. Sıradan bir cinayeti tartışıyor olsaydık bu kararın yerinde olduğunu söyleyebilirdik fakat cinayetin siyasi niteliğini göz önüne aldığımızda cinayetin ay-dınlatılmasını engelleyecek her türlü karar si-yasi olacaktır. Aradan 3 yıl geçmesine rağmen Hrant Dink’in katledilmesi olayı sırlarla dolu-dur. Tetiği çeken el belli fakat tetiği çektiren el hâlâ gizlenmektedir. Ve o el bugüne kadar pek çok ilerici, devrimci, yurtsever aydını katlet-miştir. İşte bu yüzden Ogün Samast ayrı bir şe-kilde yargılanmasıyla dosya ve olay bütünlüğü zedelenmekte, olaylar arasında ilişki kurulma-sı güçlenmekte, olayın gerçek faillerinin açığa çıkması engellenmek istenmektedir. Bugün Hrant dostlarının, faşizme geçit vermeyenlerin yapması gereken şey bu karara karşı durmak ve “Hrant için Adalet” isteklerini yükseltmek ol-malıdır.

∎ Ersu HAN

Hran

t için, adalet için...

6

Page 7: İlerici Gençlik Sayı 27

Hani en keyiflimiz, en dertsizimiz, aklı bir şeye ermeyen, dünyadan haberi olmayan çocuklardır derler ya, peki hangi çocuklar bunlar; emekçi ço-cukları mı, yoksul çocukları mı... Nereli bu ço-cuklar: Filistinli mi, Afganistanlı mı, Afrikalı mı, Doğulu mu, Batılı mı... Neyle oynarlar; taşla mı, silahla mı, 50 kuruşluk mendillerle mi, sapanla mı, tırmıkla mı... Nerde bu dertsiz tasasız çocuk-lar, saklambaç mı oynuyoruz, ne zaman saydım bilmiyorum. Önüm arkam, sağım solum sobe, dedim mi peki. Öyleyse sakın şimdi çıkmayın. Beni saklandığınız yerden dinleyin.20 Kasım Dünya Çocuk Hakları Haftası. Bakın Çocuk Hakları Bildirgesi ne diyor:1. İlke:Tüm dünya çocukları bu bildirgedeki haklardan din, dil, ırk, renk, cinsiyet, milliyet, mülkiyet, siyasi, sosyal sınıf ayırımı yapılmaksızın yarar-lanmalıdır.2. İlke:Çocuklar özel olarak korunmalı, yasa ve gerekli kurumların yardımı ile fiziksel, zihinsel, ahlaki, ruhsal ve toplumsal olarak sağlıklı normal ko-şullar altında özgür ve onurunun zedelenmeye-cek şekilde yetişmesi sağlanmalıdır. Bu amaçla çıkarılacak yasalarda çocuğun en yüksek çıkar-ları gözetilmelidir.

3. İlke:Her çocuğun doğduğu anda bir adı ve bir devle-tin vatandaşı olma hakkı vardır.

4. İlke:Çocuklar sosyal güvenlikten yararlanmalı, sağ-lıklı bir biçimde büyümesi için kendisine ve an-

nesine doğum öncesi ve sonrası özel bakım ve korunma sağlanmalıdır. Çocuklara yeterli bes-lenme, barınma, dinlenme, oyun olanakları ile gerekli tıbbi bakım sağlanmalıdır.

5. İlke:Fiziksel, zihinsel ya da sosyal bakımdan özürlü çocuğa gerekli tedavi, eğitim ve bakım sağlan-malıdır.6. İlke:Çocuğun kişiliğini geliştirmesi için anlayış ve sevgiye gereksinimi vardır. Anne ve babasının bakımı ve sorumluluğu altında her durumda bir sevgi ve güvenlik ortamında yetişmelidir. Küçük yaşlarda çocuğu annesinden ayırmamak için bütün olanaklar kullanılmalıdır. Ailesi ve yeter-li maddi desteği olmayan çocuklara özel bakım sağlamak toplumun ve kurumların görevidir. Çocuk sayısı fazla olan ailelere devlet yardımı yapılmalıdır.7. İlke:Genel kültür ve yeteneklerini, bireysel karar verme gücü, ahlaki ve toplumsal sorumluluğu geliştirecek ve topluma yararlı bir üye olmasını sağlayacak eğitim hakkı verilmelidir. Bu eğitim-de sorumluluk önce ailenin olmalıdır. Eğitimin ilk aşamaları parasız ve zorunlu olmalıdır.8. İlke:Çocuk her koşulda koruma ve kurtarma olanak-larından ilk yararlananlar arasında olmalıdır.

9. İlke:Çocuklar her türlü istismar, ihmal ve sömürüye karşı korunmalı ve hiçbir şekilde ticaret konu-su olmamalıdır. Çocuk uygun bir asgari yaştan

önce çalıştırılmayacak, sağlığını ve eğitimini tehlikeye sokacak fiziksel, zihinsel ve ahlaki ge-lişmesini engelleyecek bir işe girmeye zorlanma-yacak ve izin verilmeyecektir.

10. İlke:Çocuk ırk, din ya da başka bir ayrımcılığı teşvik eden uygulamalardan korunacaktır. Anlayış, hoşgörü, insanlar arası dostluk, barış ve evren-sel kardeşlik ortamında enerji ve yeteneklerini diğer insanların hizmetine sunulması gerektiği bilinciyle yetiştirilmelidir.

Saklanmayan “köle”Size haklarınızdan bahsetmişken, İngiltere’de tam da Çocuk Hakları Haftası’nda yaşanan, medyaya yansıyan bir olaya değineceğim. Bu olay Çocuk Hakları Bildirgesi’nde yer alan mad-delerden hiçbirinin hayata geçirilmediğine, sa-dece kağıt üzerinde kaldığına bir örnek olacak. İngiltere’de bir çiftlikte göçmen çocuklar tarım işçisi olarak çalıştırılıyor. Yaşları 9 ve 15 arası olan çocuklar… Onlar işçi göçmen çocuklar. Sa-bah 7.30’dan akşam karanlığına kadar, çocuklar zorla çalıştırılıyor. Ekmek için, su için, yaşamak için kölelik koşullarında çalışan, yani köle ço-cuklar.Sizin arkadaşlarınız bunlar, mutlu çocuklar, onlar galiba saklanamamışlar. Evet, haklarınız ve arkadaşlarınıza yapılan haksızlıklar. Sesimi duyuyor musunuz dertsiz tasasız çocuklar, sizi bulacağımdan mı korkuyorsunuz. Ne düşünü-yorsunuz şimdi. Dışarı çıkmak ister misiniz? Sobe demek ister misiniz? Çünkü İngiltere deki olaylar dünyanın her yerinde yaşanıyor; çocuk-lar farklı şekillerde sömürülüyor, aç bırakılıyor, öldürülüyor. Bu arada, aramaya başladım sizi. Bulamıyorum. Yoklar mı, çıkmıyorlar sobe de-mek için. Nerede bu mutlu mesut çocuklar…Öfkeleniyor insan. Hâlâ alışamadık, hâlâ alıştı-ramadılar bizi açlığa, yoksulluğa, savaşa. Hâlâ canımızı sıkıyor bu haberler. Ve öfkemiz büyü-yor mücadelemizde. Yukarıdaki haklara ve yapı-lan haksızlıklara, hepsine: Sizler, bizler hepimiz için İlerici gençler olarak en güçlü, en mücadele-ci, en kalabalık ağızdan söylüyoruz ve Nazımla birlikte:

Ve çocuklarımız işten eveSapsarı iskelet gelir

Hani şimdi bizİnanın, güzel günler göreceğiz çocuklar

Güneşli günler göreceğizMotorları maviliklere süreceğiz çocuklar

Işıklı maviliklere süreceğizÇocuklar inanın, inanın çocuklar

Güzel günler göreceğiz güneşli günlerMotorları maviliklere süreceğiz

Ve işte o gün motorları maviliklere süreceğimiz gün, biliyoruz, çocuklar bir yerlerden çıkıp gelip sobe diyecekler. Aklı her şeye yeten, dünyadan haberi olan, dertsiz çocuklar.

∎ Fatma BAZİKİ

SOBE!

7

Page 8: İlerici Gençlik Sayı 27

“Ocak mıdır? Zindan mıdır? Sermayenin kanunu mudur?”...Güneşi yıkar,Avuçlarımızdan dökülen ter.Terimiz güneş kadar sıcak,Anlamlı ve bizim...

Sesler yükseldi farklı iki ülkeden. Öyle içli, öyle derin... Bu sesler iki ülkede de göçük altın-da kalan maden işçileri ve ailelerinin sesiydi. Bir tarafta umutlarını kaybetmiş, acı haber-le yıkılan ailelerin sesi. Tabii yalnızca bizim duyduğumuz. Diğer tarafta ise sevdiklerinin yaşadıklarını öğrenen, umutlarını yeniden sırtlayan işçi ailelerinin sesi. Yine bizim duy-duğumuz.Duyduğumuz bu seslerin yükseldiği ülkelerden biri bizim ülkemiz, diğeriyse bizden çok uzak-ta, Güney Amerika kıtasında bulunan ülkeden, Şili’den. Elbette umutlarını, sevdiklerini kay-betmiş ailelerin sesi bizim ülkemizden geldi. Peki, olaylar bu kadar benzerken, bizim maden işçilerimiz neden kurtarılamadı. Ülkemizde sık sık tekrar eden; fakat her defasında kötü sonuç-lanan bu olay üzerinde durmak istedik.Neden ülkemizde ve Şili’de yaşanan benzer olay farklı sonuçlandı. İsterseniz bu durumu anlamak için önce Şili’de Cerro San Jose ba-kır madeninde, yerin 680 metre altıda mahsur kalan 33 maden işçisine, ayları alan kurtarma çalışmalarından sonra nasıl ulaşıldığına, işçi-lerin nasıl kurtarıldığına bakalım.

Göçük Altında Kalan Şilili Madencilerin KurtarılışıŞilili yetkililer 5 Ağustos’tan beri göçük altında kalan madencilerini ,emekçilerini, kurtarma hazırlıklarına başladı.Altmış altı santimetre çapında yüzeyden sondaj kuyusu açılarak iş-çilerin dışarıya çıkarılması planlandı. 13 Ekim saat 06.00’da başlayan kurtarma çalışmaları 22 saat sürdü. - Kazadan 17 gün sonra 12 santi-metre çapındaki sondaj kuyusu ile isçilere ula-şılmıştı. -Kurtarma çalışmaları sırasında İşçi-lerin oksijen, su, yiyecek, içecek gibi bedensel ihtiyaçları konusunda gerekli önlemler alınır-ken, fizik ve ruh sağlıklarının korunmasına da özen gösterildi. Çalışmalara Amerikan Uzay ve Havacılık Dairesi (NASA) dâhil pek çok kuru-luş da teknik destek verdi.Şili’de durum böyle iken gel gelelim bizim ül-kedeki duruma...

“Zonguldak’ta Ocaktayız. Ölümlen Bir Kucaktayız”Şili’de maden işçilerinin kurtarılma çalışma-ları sürerken, bizim ülkemizde özel sektörde maden ocaklarında sekiz maden işçisi daha ha-yatını kaybetti. TMMOB’un bu süreçte yaptığı açıklamada, Türkiye’de 2010 yılı başından bu-güne kadar seksen dokuz maden emekçisinin iş kazalarında hayatını kaybettiğini belirtti. Bir de, Şili’deki kurtarma çalışmalarına bakıldı-

ğında, Zonguldak-Karadon kazasında hayatını kaybeden iki işçiye hâlâ ulaşamamasının ma-zereti olamayacağını savundu ve “Başbakan’ın olay yerinde söylediği ‘Bakanlarıma talimat verdim. Yeraltındaki işçilere ulaşılmadan olay yerinden ayrılmayacaklar’ sözünün boş olduğu ortaya çıkmıştır” dedi.Ayrıca TMMOB, bu otuz üç işçinin hayatta kalmasının tek nedeni olarak, maden ocağına kurulan sığınma odalarının olduğunu savun-du. Türkiye’de ise yalnızca birkaç maden oca-ğında sığınma odası olduğunu belirtti. Üstelik Maden Mühendisleri Odası Yönetim Kurulu Başkanı Mehmet Torun, Türkiye’de 400 ma-denden sadece 4 madende 20 işçinin, 55 saat yaşayabileceği sığınma odası olduğunu söyledi.

Üç Günde Çıkarırdık.Ülkemizde ve Şili’de meydana gelen bu benzer olayı anlatırken, Çalışma ve Sosyal Güvenlik “Bakan”ımız Ömer Dinçer’in konuyla ilgili söylediklerine değinmeden edemeyeceğiz.Dinçer katıldığı bir programda: “Zonguldak’ta

grizu patlaması ile kazaya uğradık. Şili’de ise göçük oldu. Şayet Zonguldak’ta grizu patla-ması yerine, göçük olsaydı, işçilerimizden hayatını kaybeden olmayacaktı ve işçileri sadece 3 günde çıkaracaktık. 560 metreden 3 günde çıkarırdık. Biz çok daha iyiyiz. Şim-di siz madenin bir köşesinde göçük olmuş, öbür tarafta güvenli bir yerde ayrıca bekleyen insanları görüp ‘bizde niye böyle değil’ di-yorsanız bize haksızlık ediyorsunuz. Çünkü bizim madenlerimizde işçilerimizin güvenle ve aylarca kalabilecekleri güvenli mekânlar var. Onlar geldikleri zaman zaten ona benzer yerlerde dinleniyorlar, yemeklerini yiyorlar; ama bizde insanlar hayatını kaybettiler. İki-si ayrı durumlar. Onun için Şili’de ki benzer bir durumu bizimle mukayese etmenin daha doğru olacağının kanaatindeyim.” dedi. Din-çer, Şili’de ki kurtarma çalışmalarının büyü-tüldüğünü belirtti.Evet, haklı Bakana haksızlık etmeyelim. Şili-li yetkililer otuz üç madencisini, emekçisini, kurtaracak kadar, biz ise olanaklarımız “daha iyiyken” emekçilerimizi öldürecek kadar iyiyiz.İsterseniz bakanın haklı olup olmadığına daha iyi karar vermek için, ülkemizde meydana ge-len iş kazalarının nedenleri üzerine yazılanla-ra bakalım.

Üretim Yönteminin Gereklerinin Yerine GetirilmemesiTürkiye’de maden ocaklarında meydana gelen patlamalar ve yangınların nedenleri araştırıl-dığında; genel nedenlere benzer şekilde üretim yönteminin gereklerinin tam olarak yerine getirilmemesi, üretim plan ve projesinin bu-lunmaması ve havalandırmadaki eksiklik ve aksaklıklar ilk sıralarda yer almaktadır.*

Kazalar ve Meslek HastalıklarıMaden kazaları ile meydana gelen ölümler dışında, kazalar ve meslek hastalıkları sonu-cunda sürekli iş göremez durumuna gelen ki-şilerin sayısı da oldukça fazladır. 1991 yılından itibaren maden kazaları ve meslek hastalıkları sonucunda 13087 kişi sürekli iş göremez duru-mundadır. Bu tür kayıplar ve ölümlerin eko-nomik yükü de önemli boyuttadır.*

İş Sağlığı ve Güvenliği İle İlgili Denetim ve Yaptırım YetersizlikleriKazalar ve ölümlerin nedenleri arasında hava-landırma sistemlerindeki sorunlar, kaçış yolla-rı yetersizliği, kişisel koruyucu donanımların yetersizliği gibi altyapı ve teknolojik sorunlar sayılmaktadır. Bu tür problemlerin önlenebilir olduğu ve iş sağlığı ve güvenliği ile ilgili dene-tim ve yaptırım yetersizliklerinden kaynaklan-dığı üzerinde önemle durulmaktadır.*

Sayın “Bakan”a ÖnerimizGörüldüğü üzere Bakan konuya çok uzaktan ve dar açıyla bakıyor. Şili’de ve ülkemizde ya-şanan benzer olayın farklı sonuçlanmasının nedenleri ortadadır. Bizce yapılması gereken, kazaların nedenlerinin araştırılıp gerekli ön-lemlerin alınmasıdır. Bizi anlaması için Sayın “Bakan”a önerimiz; daha geniş acıyla daha ya-kından...

Kaynak: * Madenlerde Yaşanan İş Kazaları ve Sonuçları

Üzerine Bir DeğerlendirmeTEPAV Değerlendirme Notu

Temmuz 2010

∎Hacer BAZİKİ

8

Page 9: İlerici Gençlik Sayı 27

İşsizliğin her geçen gün arttığı, işçilerin sendi-kalardan uzaklaştırılmaya çalışıldığı, insanlara ücretli kölelik sisteminin reva görüldüğü bu dö-nemde, Adana Yeni Baraj MİGROS Şubesi’nden, şarküteri bölümünde çalışan ve “peynir-zeytin” tattığı için işten çıkarılan MİGROS işçisi Aydın Yıldız ile bir söyleşi yaptık.İlerici Gençlik: İlk önce sizi tanıyalım ne kadar süredir Migros’ta çalışmaktasınız ve ne zaman-dan beri sendika mücadelesi veriyorsunuz?

Aydın: İki yıldır MİGROS içerisinde şarkü-teri reyonunda görev yapmaktayım. Yakla-şık on sekiz-on dokuz aydır da Tez-Koop-İş Sendikası’na bağlı Adana Yeni Baraj MİGROS mağaza temsilciliği yapmaktayım. Adım, Ay-dın Yıldız. Ben bu mücadeleye inandım. Haklar verilmez alınır dediler, tüylerimiz diken diken oldu yani bu yüzden yola çıktık.

İlerici Gençlik: Peki, işten çıkartılma sebebiniz tam olarak neydi? İşverenin sizi suçladığı işten çıkarılmanıza sebep olan olay neydi?Aydın: İşverenin suçlaması kendi sorumlu ol-duğum reyonda tüketebildiğim kadar peynir- zeytin tüketmem. Erzincan tulum bir üçgen yaklaşık 500 gram, siyah zeytin 450 gram, bir kalıp beyaz peynir 650 gram bu ürünleri mesai saatim içerisinde dört saatte yediğim iddiası ile tutanak tutuldu. MİGROS’un bize zorunlu kıl-dığı kural şarküterideki açık ürünlerin tadına bakmak zorunda olduğumuzdur. Bütün Türki-ye’deki şarkütörler ve market çalışanları bunu bilir. MİGROS’un tek karın ağrısı haklarımızı bayram mesaileri, diğer ücretlerimizi isteme-miz Migros’a bir acı verdi özellikle son olarak bölge çalışmasına şikâyet etmemiz, bölge çalış-masının üç gün önce teftişe gelmesi, istenilen bilgileri müfettişe verilmemesi olay oldu. Bun-

dan dolayı ceza yediler, mağazaya uyarı geldi. Tek karın ağrıları bu oldu. Zaten bu olaydan iki gün sonra iş çıkışımı verdiler.

İlerici Gençlik: Peki, işyerinizdeki işçi arkadaş-larınız bu olay hakkında ne düşünüyor size des-tek veriyorlar mı?

Aydın: Tabii, bütün arkadaşlarım beni arayıp destek olduklarını söylediler. Hatta bazı ma-ğaza müdürleri ve bazı müşteriler basın açıkla-masına gelerek destek verdiler. Bu destek beni çok mutlu etti. Bütün arkadaşlarım yanımda yer alıyor. Zaten bunu mahkemeye de yansıta-cağız. Bu olay şahitlerimizle mahkemenin fazla uzamayacağını gösteriyor. Umarım davamızı kazanırız.

İlerici Gençlik: İşveren bu baskılar dışında ne gibi baskılar uyguluyor? Siz Yeni Baraj Migros çalışanları olarak bu baskılarla ilgili neler dü-şünüyorsunuz ve bu baskılar karşısında neler yapıyorsunuz?

Aydın: Baskılar konusunda işverenin baskısı çok büyük; mağaza müdürleri, bölge müdürleri ve hatta şube müdürünün baskısı ve gelen tef-tişler çok büyük baskılar altındayız. Özellikle sendika temsilcileri çok büyük baskı görüyor. Çünkü mesailerimizi alamadığımızda temsilci-lerimiz müdür ile sorunları konuştuğunda çok büyük baskılar görüyor, müdür bunu birebir kişileştiriyordu. Bazen gece sayımları oluyor mağaza gece çalışmaları oluyor, mağaza mü-dürü o gün içinde gece çalışmasına birkaç saat kala bize bu gece çalışacaksınız diyordu. E tabii bizim de özel hayatımız var çıkıp da bunu bana söylemeye hakları yoktu. Gece çalışmasına ka-tılacaksam bile mesai hakkımı almam şartı ile 2-3 gün önce söylemesi daha doğru olur bunun

gibi sorunlar yaşıyoruz. Özellikle haftalık var-diya yapıldığında vardiyaları düzensiz bir şekil-de programlanması da çalışanlar için bir sorun. Bir başka sorun da müdürün bizi müşterilerin yanında azarlaması. Bu azarlamaya müşteriler de tepki gösteriyor ama mağaza müdürü bunla-ra kayıtsız kalıyor. Ben yaptım oldu mantığıyla yaklaşıyor. İşveren de mağaza müdürlerine des-tek oluyor. Bu olaylar biz işçilerin örgütlenme-sinde engel teşkil ediyor. Biz işçiler örgütlenme-ye çalışırken bazı işçiler ağızlarına çalınan bir parmak bala aldanıp kendilerine yabancılaşı-yor. Hâlbuki yarın başına aynı durumun gele-ceğinin farkında değiller.

İlerici Gençlik: Sendikanızdan memnun musu-nuz ve sendika bu olayla ilgili sendikanızın yap-tığı çalışmalar hakkında ne düşünüyorsunuz?

Aydın: Sendikamız bana göre elinden geleni yapmaktadır. Bana sahip çıktılar ve bir ba-sın açıklaması gerçekleştirdik. Sendikamdan memnunum, bana ve diğer üyelere sahip çıktık-ları için teşekkür ediyorum. Ben sendikanın iş-yeri temsilcisiydim benim çıkmam on beş kişiyi üzdü fakat yirmi kişiyi sendikaya kazandırdı.

İlerici Gençlik: İşyerinde sendikal örgütlenme-yi sağlayabiliyor muydunuz? İşçiler ile sendika arasında ki ilişki ne durumda?

Aydın: Ben Yeni Baraj şubede bir ateş yaktım. Alınamayan mesai ücretleri ve diğer hak gasp-larını sendika bölge çalışma şubesine şikâyet et-tikten sonra bütün arkadaşların yanan bu ateşin arkasında olacağının bu ateşi büyük bir yangına çevirip çok büyük kazanımlar elde edeceğimizi söylediler. Ama işverenin beni işten çıkarması, mağazada büyük bir suskunluk yarattı.

İlerici Gençlik: Bugünden sonra ne yapmayı düşünüyorsunuz? Hukuksal süreç başladı mı?

Aydın: İşten çıkarıldığım gün sendika avukatına gerekli yetki verilerek mahkeme süreci başlatıldı.

İlerici Gençlik: Bu hukuksal süreçte haklarınızı kazanmak için herhalde direnişe devam ede-ceksinizdir öyle mi?Aydın: Sonuna kadar arkasındayız. Bildiri da-ğıtımı, basın açıklaması, oturma eylemi ne ge-rekiyorsa yapacağız.

İlerici Gençlik: Son olarak eklemek istediğiniz bir şey var mı?

Aydın: Bütün arkadaşlıklar biter, fakat direniş arkadaşlığı asla bitmez. Buradan bu direnişe destek veren bütün arkadaşlara selam.

İlerici Gençlik: “Yolumuz işçi sınıfının yo-ludur” şiarını bulunduğu tüm alanlarda dile getiren “İlerici Gençlik” her zaman yanınızda olacaktır. Röportaj için teşekkürler.

Aydın: Ben de teşekkür ediyorum.Söyleşi:

∎ Hakan YILDIRIM

MİGROS’ta sendikalı olmak

9

Page 10: İlerici Gençlik Sayı 27

işçi haberleri

Metal işçileri sokaktaEmek sömürüsünün yoğun yaşandığı metal sektöründe geçtiğimiz aylarda Türk-Metal ile MESS (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası) arasında yapılan antlaşma işçilerin tepkisine neden oldu. Bunun üzerine Birleşik Metal-İş öncülüğünde işçilerin başta kıdem tazminatı olmak üzere saldırı altında olan tüm hakları-nın savunulması için 28 Kasım’da Gebze’de binlerce emekçinin katıldığı bir miting dü-zenlendi. Emek dostları ve sendikalar da mi-tinge destek verdi.

Birleliş Metal-İş tarafından açılan işe iade davaları, yasanın bu davaların iki ay içinde sonuçlandırılması hükmüne karşın, yaklaşık 2 yıldır devam ediyordu. Sendikalı oldukları için işten atılan Sinter Metal işçilerinin mah-kemeleri 22 Ekim’deki duruşmayla 13 Aralık 2010 tarihine ertelenmişti. Bu tarihte yapılan mahkeme sonucuna göre işten atılan işçile-rin sendikal nedenle çıkarıldıklarına ve işe iadelerine karar verdi. Böylece 2 yıldır süren Sinter işçilerinin mücadelesi kazanımla so-nuçlanmış oldu.

Metal iş kolunda yaşanan bir başka gelişme ise Karabük’te. Karabük Demir Çelik Fabrikaları 1994 yı-lında zarar ediyor gerekçesiyle kapatılmak istenince halkın büyük bir direnişiyle karşı-laştı. Bunun üzerine kapatılma yerine işçilere sembolik bir rakamla satıldı. Satış sırasında da hiçbir işçinin yüzde 1’den fazla pay sahibi olamayacağına dair bir madde getirildi. Fakat zaman içinde bu maddenin düzgün bir şekil-de işlememesi nedeniyle fabrika bir aile şirketi haline geldi. Çelik-İş sendikasının da fabrika yönetimiyle kurduğu çarpık ilişki nedeniyle,

işçiler çözümü Türk Metal Sendikası’na geç-mekte aradı. Bunu engellemek isteyen fab-rika yönetimi sendika değişikliğine giden işçileri işten çıkardı. Bunun üzerine Türk Metal Sendikası’na üye olduğu için işten çıka-rılan işçilerden 45’i açlık grevine başladı. 29 Kasım’da açlık grevine başlayan işçiler Türk Metal Sendikası yönetiminin işçileri ikna et-mesiyle sona erdi. Türk Metal Sendikası tara-fından başlatılan ve işten çıkarılan işçilerin işe iadesi için başlatılan yasal sürecin sendika tarafından takip edileceği belirtildi.

Mersin’de Akdeniz Çivi işçileri CHP’yi işgal etti

Kendi iç yönetimini değiştirerek emekten yana bir görünüm sergilemeye çalışan CHP asıl iç yüzünü geçtiğimiz günlerde Akdeniz Çivi Tel işçilerine karşı tutumuyla gösterdi. Aynı zamanda CHP Mersin Yenişehir Beledi-yesi Meclis üyesi ve fabrika sahibi olan Ser-hat Servet Dövenci ekim ayı sonunda Birleşik Metal-İş sendikasına üye olan işçileri işten attı. Bunun üzerine işçiler CHP binasını iş-gal etti. İşçilerin binayı terketmemesi üzerine Dövenci’nin talimatıyla çevik kuvvet içeriye

zor kullanarak girip 57 işçiyi gözaltına aldı. Bu da değişmek iddiasında olan CHP’nin emekten yana tutumunu gösteriyor.

Taşeronlaşmaya karşı mücadele

İzmir’in Buca Belediyesi’nde taşeron işçi ola-rak çalışan Batıgül Tunç 4 Kasım günü iş gü-vencesi, insanca bir yaşam ve yeterli ücret için bir eylem gerçekleştirdi. Bu eylemin ardından önce sürgün edilen Batıgül Tunç sonra da iş-ten atıldı. Asıl sorumluluğu taşeron firmaya atan CHP Belediyesi yeni işten çıkarmaların da söz konusu olduğunu belirtti. DESA dire-nişçisi Emine Aslan’ı örnek olarak gösteren Batıgül Tunç belediye önünde çadırlı eylem başlatacağını belirtti.

Market çalışanları kazanımlarla mücadeleye devam ediyorUzun yıllardır devam eden TESCO Kipa’nın sendikalaşma süreci Kipa patronları dava sürecini uzatmaya çalışıyor. Kipa yönetimi sigorta fişlerinin tamamını bilirkişi heyetine göndermediği için, bilirkişi raporu yazılama-dı. Bunun üzerine dava raporun tamamlan-ması için 19 Ocak 2011 tarihine ertelendi.2010 Mart ayından itibaren Carrefoursa’da devam eden toplu iş sözleşmesi görüşmele-ri işçiler lehine sonuçlandı. Buna göre daha önce 3 ikramiye alan sendikalı market çalı-şanları 4 ikramiye almaya hak kazandılar. Maaşlarında aldıkları zam yanı sıra, işçiler gıda, yakacak, izin yardımı ve bayram harç-lığı gibi sosyal haklarda da kazanım elde etti.

Hazırlayan: ∎Onur SOLAK

10

Page 11: İlerici Gençlik Sayı 27

Stajyerlik, üniversitede ya da meslek lisesinde aldığımız eğitimin teorik kısmının pratikte uygulanmasıdır. Aslında tanımını böyle ya-pınca gayet akla mantığa uygun geliyor. Hatta stajyerlik meslek elemanı olarak çalışacağınız alanı tanımak anlamında gayet gerekli bir uygulamadır diye de düşünebilirsiniz. Ancak bir zamanlar stajyer veya hâlâ stajyer olanlar, bir de bu sistemi az buçuk tanıyanlar, stajyer-liğin bu kadar masumane işlemediğini bilir-ler.

Ön lisans ve lisans bölümlerinin çoğunda son sene başlayan stajyerlik, biz öğrencilere çok önemli bir fırsat, bir lütuf gibi gösterilir. Bizler artık o çok değerli, işe yarar(!) teorik bilgilerin; mesleki hayatta nasıl karşılık bul-duğunu öğrenecek, deneyim ve tecrübe ba-kımından çok şey kazanacağızdır. Anlatılan kısmı bu kadar olsa da, anlatılmayan gerçek-ler oldukça acımasız. Stajyerlik, sermayedar-lar ve devlet için ücretsiz, sigortasız, yemeksiz ve ulaşım parası olmaksızın çalışan ücretsiz kölelik anlamına geliyor.

Evet ücretsiz çalışıyoruz! Sabah 08.30’dan akşam 17.30’a kadar diğer çalışanların yaptığı tüm işleri yapıyoruz. Meslekte çalışan emekçilerle aynı emeği har-cıyor olmamıza karşın; hiçbir ücret alma-dan, hatta ücretli çalıştırılacak emekçilere yeğlenerek; köleliğe zorlanıyoruz. Tek farkı danışarak, sorarak yapmak zorunda oluşu-muz. Sonuçta; stajyeri olduğumuz yerin çoğu işlerini karşılıksız olarak yapmış oluyoruz.

lamına geliyor. Ya da çalıştığınız yerde bir iş kazası geçirseniz çalıştığınız kurumun hiç-bir sorumluluk almaması demek oluyor. Ve belki de en önemlisi, çalışarak geçirdiğiniz bu günlerin primi yatırılmadığı için, emek-liliğinize hiçbir katkısı olmuyor.

Örneğin; sığınma evinde staj yapan bir ar-kadaşımızın; sığınma evindeki kadınlardan birinin kocası tarafından takip edilerek, ka-rısının yerini söylemesi konusunda tehdit edilmesi karşısında, o arkadaşın can güven-liğini sağlayacak hiçbir önlem yoktur. Veya bir başka örnek; sağlık çalışanlarının diğer insanlara oranla bulaşıcı hastalıklara yaka-lanma risklerinin daha yüksek olduğunu bi-liyoruz. En ufak risk karşısında güvencesiz, sigortasız bir şekilde hastanede staj yapan arkadaşlarımızın tecrübe adına ne büyük risk almak zorunda kaldıklarını görüyoruz. Bu durum aslında orada ücretli ve sigortalı çalışanların da başına gelebilecek bir olay. Ancak bizlerin ücretsiz ve sigortasız çalışı-yor olması durumu daha korumasız kılmak-tadır.

Patron-YÖK elele, öğrenciyi sömürmeye!Bu durumun altını biraz kazıyınca kapita-lizmin üniversitelerdeki ayağı YÖK’le karşı-laşıyoruz. YÖK yönetmeliğinde stajın, ‘ders uygulaması’ olarak geçmesi patronların ya-salardaki staj yönetmeliğinden kurtulma-larını ve bizleri ücretsiz, sigortasız çalıştır-malarını sağlıyor. YÖK bir kez daha sadece sermayenin kârını düşündüğünü gösteriyor bizlere. Alan memnun, satan memnun. Alan hastaneler, bakanlıklara bağlı bazı kurum-lar, özel işletmeler vs. Satan sermayeye hiz-met eden üniversiteler. Peki, alınıp satılan öğrenci ne oluyor? Birer meta mı oluyoruz? Hayır, ben meta değilim, sen değilsin, hiçbi-rimiz meta değiliz ve olmayacağız. Sermaye-nin çanağına su taşımayacağız.

Staj sömürüsüne karşı çaresiz değiliz! Öğrenciler mücadeleye!Tüm bu yaşadıklarımız karşısında yapacak çok şeyimiz var. Öncelikle bu sorunu yaşa-yanlar olarak mağdur değil güç olduğumu-zun farkına varmalıyız. Bulunduğumuz her alanda staj sömürüsüne karşı örgütlenerek, mücadele yürütmeliyiz. Emeğimizin karşı-lığını aldığımız sigortalı, güvenceli çalıştı-ğımız ve amacı üzerimizden kar elde etmek değil gerçekten mesleki eğitim olan uygula-malar talep etmeliyiz.

Staj sömürüsüne hayır!

∎ Fulya USKALELİER

Ücretsiz kölelik,

Doğal olarak, daha ucuza hatta mümkünse ücretsiz işçi çalıştırmak isteyen patronların hedefi haline geliyoruz.

Toplumun en yoksul kesimlerinden gelen, dersaneye parasızlık nedeniyle gidemeye-cek olan öğrencilerin çoğuna meslek liseleri işaret ediliyor. Buralarda hem kalifiye, ucuz iş gücü olarak yetiştiriliyorlar, hem de staj zorunluluğuyla bir kat daha sömürülüyor-lar. Koç, Sabancı ve Borusan gibi holdingler kendi adlarıyla meslek liseleri yaptırıp eleman yetiştirirken, bazı şirketler de liselerle proje anlaşması yapıyor ki karşılıksız işçi çalıştıra-bilsinler.

Örneğin; bir alışveriş merkezinde ailelerin ço-cuklarıyla ilgilenen bir arkadaşımız tüm gün boyunca bu işte çalışarak 40 TL kazanmakta-dır. Ancak daha sonra bu şirketin patronları-nın aklına ne hikmetse bu işte çalışacak sos-yal hizmet bölümünden stajyer öğrenci talep etmek gelir ve arkadaşımız işten çıkarılır. Söz konusu olan, parayla vasıfsız eleman çalıştır-mak yerine, parasız kalifiye eleman çalıştır-manın işletmeye olan yararıdır(!).

Sigortasız ve güvencesiz çalışıyoruz!Karşılıksız çalıştığımız yetmiyormuş gibi, aynı zamanda hiçbir sigortamız, güvence-miz olmadan çalışıyoruz. Sigortasız ve gü-vencesiz çalışmak demek, herhangi bir sağlık probleminiz olduğunda güvencesiz olmanız, yani bu sorunu kendi imkânlarınızla hallet-meniz, başka bir deyişle halledememeniz an-

stajyerlik!.

11

Page 12: İlerici Gençlik Sayı 27

“Bir elinde kitapları, türküleriyle geldiler. Dalga dalga aydınlık oldular. Yürüdüler karanlığın üs-tüne. Meydanları zapt ettiler yine…”

Her yıl olduğu gibi bu yıl da YÖK’ün (Yüksek Öğretim Kurumu) kuruluş tarihi olan 6 Kasım gününde ülkenin dört bir yanında YÖK’e karşı öğrenciler sokaklara çıktı. Bu yılın önceki yıl-lardan en önemli farkı ise; tüm şehirlerden öğ-rencilerin Ankara’da ortak bir mitingle seslerini duyurmasıydı. Bu birleşme öğrenci hareketi için bir umut ışığı yaktı; öğrenciler süreci birlikte örmenin coşkusuyla önceki yılların ‘alışılmış’ 6 Kasım pratiklerinin dışında bir pratik sergiledi.TÜM-İGD’li öğrenciler de YÖK protestosu için bir ay öncesinden hazırlıklarına başladı. Yur-dun dört bir yanındaki üniversitelerde erken-den emekçi üniversitesi şiarlı afişlerini yapmaya başlayan gençler; açtıkları stantlarda, dergi satı-şında, sınıflarda, kantinlerde haftalar boyunca öğrencileri ve akademisyenleri 6 Kasım protesto-suna çağırdılar.

Ve 6 Kasım 2010 günü; yürüyüş kolları ve miting alanı, Türkiye’nin çeşitli illerinden gelen binlerce gencin coşkusunu ve YÖK’e karşı duruşlarını açık şekilde gösteriyordu. Bu 6 Kasım’da bir öncekin-den daha gür çıkıyordu sesimiz; bir öncekinden daha fazla yankı getiriyordu sloganlarımız. Bir adım daha yaklaşıyoruz çünkü YÖK duvarına. Her adım atışımızda yankılanarak yükseliyor çünkü sesimiz! Üniversitelerde afişlerimizi gö-rerek kortejimize katılmak isteyenlerden, alan-da “Yolumuz işçi sınıfının yoludur!” sloganını ilerici gençlikle birlikte haykıranlara; eylemde tanıştığımız, derneğimize gelerek düşüncelerini ifade eden dostlarımızdan, omuz omuza çekilen halaylarımıza karşılığını gösteriyordu YÖK pro-testosuna verdiğimiz emek.

Eksikliklerimiz de vardı tabii. Kendimizi yeni-den ve yeniden örgütleyerek, eksiklerimizi belir-ledik ve bir sonraki YÖK protestosunda hatala-rımızı yinelemeden, örgütlenmenin bir ihtiyaç olduğunu gördük hep birlikte.Miting boyunca en çok iki temel sloganımız yankılandı sokaklarda. Biri 68 kuşağının engin denizi Harun Karadeniz yoldaşımızın söylediği, 1970’lere gelindiğinde ise vücut bulan “Yolumuz işçi sınıfının yoludur”; diğeri de “Yaşasın Emekçi Üniversitesi” sloganımız. Biz ilerici gençler için, şüphesiz birbirinden ayıramayacağız iki önemli sloganımız.Peki, neden demokratik üniversite, özgür üniver-site vs. değil de Emekçi Üniversitesi?

Bugün üniversiteler kime hizmet ediyor?YÖK kurulduğu günden bu yana hiç şüphesiz sermayeden yana oldu. Ödediğimiz kayıt para-ları, harçlar; barınma, beslenme, ulaşım, öğrenci

belgesi için ödediğimiz paralar; üniversite kam-püslerine yerleştirilen reklam panoları; kapatılan ucuz kantinlerin yerine açılan alış-veriş mer-kezleri; üniversitelerin sermaye için aslında ne kadar büyük bir pazar olduğunu gösteriyor. Bu dönem üniversite sürecini kapsarken, bunun bir de üniversite sonrası bulunuyor. Mezun olduktan sonra ataması yapılmayan birçok meslekle ilgili bölümlerin hâlâ öğrenci alması, binlerce kişi ara-sından 3-5 kişinin atanması, rekabet nedeniyle düşük ücretlerle sendikasız, sigortasız çalışma koşullarını kabul etmek zorunda kalmamız, üniversitelerin şirketlerin hizmetine sunmak üzere nitelikli iş gücü yetiştirme misyonunu da üstlendiğini gösteriyor. Kısacası, bilgiyi egemen sınıfın çıkarları doğrultusunda kullanan ve bunu da soru sormadan yerine getiren ücretli kölelere dönüştürülüyoruz.

Sadece öğrenciler değil, akademisyenler de ben-zer sorunlarla karşı karşıya. Bilimi patronlar için pazarlamayı, onların ‘girişimci’ projelerinde pi-yon olmayı reddeden değerli akademisyenleri-miz; her geçen gün işçileşiyor.

Akademik-demokratik haklarını savunan aka-demisyenler ve öğrenciler içinse; soruşturma cezaları, Özel Güvenlik Birimleri (ÖGB), kame-ralar, turnikeler, sivil ve çevik kuvvet polisleri gibi bastırma politikaları devreye sokuluyor. Son olarak YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan imzasıyla yayınlanan “özgür ve güvenli üniversite” aldat-macası da her şeyi açıklar nitelikte. Üniversitele-re sivil polis alınmasını öneren bu projeyle, okul-larda hak arayan sesleri susturmak amaçlanıyor hiç şüphesiz.

Uygulanan tüm bu politikalara baktığımızda öğ-rencilerin üzerinden para kazanılacak müşteriler olarak görülmesi, akademisyenlere sermayenin deli gömleğinin giydirilmek istenmesi, demok-ratik olmayan unsur ve yönetimlerin üniversite-lere yerleştirilmesi; üniversitelerin topluma değil, sermayedarlara hizmet eden, onları koruyan bir yapıda olduğunu gözler önüne seriyor.*

Düşlediğimiz üniversitenin adı; Emekçi ÜniversitesiÖğrencilere, akademisyenlere, üniversite emek-çilerine ve aslında toplumun tüm ezilen kesim-lerine yönelik bu kadar sistemli bir saldırının gerçekleştiği üniversitelerde, bu saldırılara karşı tüm toplumun eğitim sorununu giderecek bir üniversite modeline ihtiyaç vardır. Bu modelin adı da, Emekçi Üniversitesi’dir.

Emekçi Üniversitesi demek, sadece emekçilerden oluşan bir üniversite anlamına gelmiyor tabii. Bilimin ve onu üreten konumda olan üniversite-lerin, bir avuç sermayedarın kâr isteğine mi hiz-met edeceği, yoksa bu dünyayı emeğiyle yaratan,

toplumun büyük çoğunluğunu oluşturanlara, insanlığa mı hizmet edeceğiyle ilgili bir seçim aslında. Kısaca Emekçi Üniversitesi, “Kapitaliz-min emekçileri her geçen gün yeni yeni parçalara bölerek etkisizleştirmeye çalıştığı bu sistem kar-şısında, bilimin ve akademinin emekçilerin tara-fında saf tuttuğunun açık ilanıdır.”**

Peki, adı neden özgür üniversite, demokratik – özerk üniversite değil de Emekçi Üniversitesi? Evet, bir üniversite demokratik olmalıdır; bir üniversite özgür olmalıdır; bir üniversite aka-demik olarak özerk, mali olarak kamuya dâhil olmalıdır. Fakat sadece demokratik, özgür ya da özerk olarak tanımlanan bir üniversite mode-li, düşlediğimiz üniversite modelini tam olarak karşılamıyor. Çünkü bu tanımlar, üniversitenin kimden yana olacağını tanımlamaya yetmiyor. Sınıfsal açıdan taraflılık belirtilmediği taktirde; demokrasi, özgürlük, özerklik kavramları çok ko-lay içi boşaltılabilecek kavramlardır. Bu nedenle biz sosyalistler, en başta sorunun kökenini, emek sermaye çelişkisini görerek politik hattımızı be-lirlemek durumundayız. Bunun içindir ki, ancak toplumun büyük çoğunluğunu oluşturan emek-çilerden yana bir üniversite, gerçekten demokra-tik, özgür ve akademik olarak özerk olabilir.Bizlere düşen görev; gençliğin ekonomik, top-lumsal ve politik hakları için mücadele etmekle birlikte; işçi sınıfının yolundan ayrı düşen bir öğrenci hareketinin sonunun belirsiz olacağını bilerek yüzümüzü emekçilere dönmek olmalıdır.

Bir örgütlenme modeli olarak Emekçi ÜniversitesiKapitalist sistem “böl-parçala-yönet” taktiğini kullanarak bütün sorun alanlarını kendi mü-cadele alanlarına hapsediyor. İşçinin öğrenci sorunlarına yabancılaşmasını, öğrencinin emek-çinin, esnafın, sokaktaki insanın, kendisinin sorunlarına karşı duyarsızlaşmasını sağlayan bu sistemde bizlere, kendi alanlarımızda örgütlen-mek ve örgütlediğimiz alanları bir araya getirme sorumluluğu düşüyor.

Öğrencilerin üniversiteyi bitirdikten sonra emekçi olacağını göz önünde bulundurursak, henüz öğrenciyken emek safında yer almalarını sağlamak, sınıf mücadelesi için de olumlu ola-caktır. Bunun için öğrencilerin emek örgütleriyle bir araya gelmesini sağlayan alanlar oluşturmak gerekmektedir. Bu birlikteliğin sadece eylem za-manlarında bir araya gelmekle sınırlı bir dirsek temasından çok, en temelde organik bağlar ku-ran bir örgütlenme tarzı olması gerekir. Sendika bünyesinde, meslek derneklerine ya da meslek odalarına bağlı kurulabilecek öğrenci komis-yonlarıyla bu birliktelik sağlanabilir. Böylelikle öğrencilerin dinamizmi emek örgütlerine ha-reketlilik getirecek; emekçilerin deneyimleri ise öğrencilerin mesleki yaşamda karşılaşacakları

Nasıl bir üniversite?

12

Page 13: İlerici Gençlik Sayı 27

sorunlara karşı yürütecekleri mücadelede ön açı-cı olacaktır. Ayrıca bu örgütlenme tarzı, öğrenci taleplerinin işçi ve emekçilerin siyasal talepleri arasında yer almasını da sağlayacaktır. Bunun toplumsal bir hareketin gelişmesinde ve güçlen-mesindeki etkisini 1970’lerde somut olarak göre-biliyoruz. 1968 döneminde yükselen gençlik ha-reketi içerisinde, öğrenci gençlik mücadelesinin etkin olması, 1970’lere gelindiğinde eksikliklerin tespit edilerek öğrenci gençliğin işçi ve emekçi-lerle bağlar kurması ilerici gençlik için hiç kuş-kusuz önemli bir rehberdir.

Sonuçİnsanı içinde yaşadığı sisteme, doğaya, insanı in-sana, insanı kendisine yabancılaştıran, acizleşti-ren kapitalist eğitime karşı elimiz kolumuz bağlı değil! Hedefimiz açık! O halde, bugün YÖK’e karşı mücadele, kurmak istediğimiz Emekçi Üni-versitesi için mücadele etmektir. Mücadeleyi tüm işçi ve emekçilerle, ezilenlerle birlikte yürütmek de mücadelenin olmazsa olmazıdır. Bu nedenle acil taleplerimiz:-YÖK dağıtılmalı, üniversite ile ilgili alınan tüm kararlarda öğrencilerin, çalışanların, akademis-yenlerin söz, yetki, karar hakkı olmalıdır. Dekan ve rektör seçimlerindeki anti-demokratik uygu-lamalar kaldırılmalıdır.-Eğitim; ırkı, dili, mezhebi, cinsiyeti ne olursa ol-sun herkese eşit ve parasız verilmelidir.-Üniversiteler; bilimin, sanatın, siyasetin, edebi-yatın üretildiği, toplumun ihtiyaçlarına göre şe-killendirilen kurumlar olmalıdır.-Herkes anadilinde eğitim hakkına sahip ol-malıdır.-ÖSS, KPSS, TUS, LES gibi eşitsizliğe yol açan sınavlar kaldırılmalı, herkes yeteneği ve ilgisi yö-nünde eğitim alabilmelidir.-Sözleşmeli öğretmenlik, yetkin mühendislik gibi uygulamalara son verilmeli, mezun olan her-kese iş güvencesi verilmelidir.-Üniversiteler; işbirlikçi-kapitalist egemenlerin siyasetinden bağımsız siyaset üretebilen ku-rumlar olmalıdır.-Üniversiteler kar ve rant alanı değildir. AB uyum yasalarıyla birlikte daha fazla artan üniversite-YÖK-patron işbirliğine, Ar-Ge, KOSGEB(Küçük ve Orta Ölçekli Sanayiyi Ge-liştirme Başkanlığı) ve teknokentlerdeki bilim hırsızlığına son verilmelidir.-Üniversitelerde taşeron şirketler çıkartılma-lı, emekçiler üniversitenin kadrolu bileşeni olmalıdır.O halde, haydi genç arkadaş, sen de bu mücade-lede TÜM-İGD safında yerini al! Düşlediğimiz üniversiteyi birlikte inşa edelim!

*,** “Üniversitede Krize çare var! Hem de bu sefer çare ‘Senin’ elinde!”, İlerici Gençlik. Sayı:20-21

∎Özden ÖZGÜNEL

Bu öğrencilere neler oluyor?

Bu yazının yazıldığı tarihten yaklaşık olarak dokuz gün öncesine gideceğiz ve yaşanan olaylara biraz da dışarıdan bakıp olanı gör-meye çalışacağız. Öncelikle belirtelim ki, eğer Weber’in devlet kuramı üzerine bir araştırma yapıyorsanız ya da medyanın olayların seyri-ni yönlendirmekteki gücü üzerine örnekler arıyorsanız kalem kâğıdı hazırlayın ve bu ya-zıdan kısa notlar almaya başlayın. Yok, eğer yalnızca hayretle bir öykü dinlemek isterseniz kalemi kâğıdı bırakın ve yalnızca okuyun.

Uzunca bir süredir YÖK’te reforma gidilece-ğine yönelik açıklamalardan haberdarsınız-dır. Ancak tasarlanan değişikliklerin ufak makyaj hilelerinden öteye gitmediğini baştan belirtmek gerek. Adının, logosunun değişme-si tasarlanan kurumun, üniversiteler üstü ya-pısında ya da soruşturma, ceza, harç gibi ay-gıtlarında bir değişiklik öngörülmüyor. Yani iskelet aynı, 12 Eylül ürünü kurumun, baskıcı ve piyasacı zihniyeti aynı çalışıyor. “Senin için en iyisini ben bilirim, kararları ben veri-rim.” mantığıyla senelerdir okullarda, okulun öznelerinin görmezden gelinmesiyse cabası. Daha açık söylemek gerekirse öğrencilerin, öğretim görevlilerinin ve üniversite çalışanla-rının kendileriyle ilgili bir konuda belirlenen çerçevede hareket etmek dışında bir rolleri hatta söz hakları bile yok.

İşte durum böyleyken 4 Aralık Cumartesi günü, Dolmabahçe’de, Başbakan ve rektörler, üniversiteleri ve YÖK’ü tartışmak üzere bir araya geldi. Öğrenciler de bu toplantıya katıl-mak, kendilerini ilgilendiren bu konuyla ilgili söz söylemek istediler. Ancak ‘Başbakan fak-törü’ diyebileceğimiz bir etken devreye girdi. Muhalif seslere, eleştirilmeye dayanamayan hatta kendiyle ilgili çıkan her karikatüre dava açarak mizah dergilerindeki gülmece-

lere dahi tahammülü olmadığını kanıtlayan Başbakan, öğrencilerin toplantıya girmesine değil Dolmabahçe’ye yürümesine bile göz yummadı. Başbakanlık Ofisi tarihinin en büyük koruması altına alınmıştı. Akaretler Durağı’nda otobüsler duramadı, civarda kes-kin nişancılar vardı.

Yaşananlara gelince… Öğrenci Kolektifleri, sabah saatlerinde şehir dışından gelen oto-büslerinin durdurulmasıyla güne başladı. Kurtköy’de saatlerce bekletilen Kolektifler, darp edildi, biber gazına maruz bırakıldı, 30’dan fazla arkadaşları gözaltına alındı. Yine Yıldız Teknik Üniversitesi önünden Dolmabahçe’ye yürümek isteyen Kolektifler, Beşiktaş Meydanı’ndan öteye yürütülmedi.

Öğrenci Gençlik Sendikası Genç-Sen, Kabataş’ta buluşup Dolmabahçe’ye doğru kısa bir yürüyüş gerçekleştirmek ve Başba-kanlık Ofisi önünde oturma eylemi yapmak istedi. İçeriye temsilcilerini gönderecekleri-ni, öğrencilerin nasıl bir üniversite istediği-ne dair hazırladıkları dosyayı sunacaklarını belirttiler. Ancak polis izin vermedi. Sonra bir haftadır bir şekilde tanık olduğumuz o malum görüntüler oluştu. Polis, biber gazı ve copla saldırdı. 14 öğrenci darp edilerek gözal-tına alındı.

13

Page 14: İlerici Gençlik Sayı 27

Olaylar medyada geniş yer buldu. Televizyon haberlerinde uzun uzun çatışma görüntüleri gösterildi. Akşam, Posta, Hürriyet, Milliyet, Vatan, Cumhuriyet, Birgün, Radikal, Ev-rensel, Güneş, Ortadoğu, Yeniçağ gazeteleri ertesi gün haberi manşetten girdi. Saldırıyı haksız, şiddeti aşırı bulduklarını yazdılar. Erdoğan’ın ileri demokrasi söylemleri ti’ye alındı, eleştirildi. Bu esnada Habertürk, Sa-bah, Zaman, Samanyolu, Akit olanları yok saydı, haber değeri görmedi. Taraf gazetesi küçük harflerle üzerinde durdu.5 Aralık Pazar akşamı Dolmabahçe’deki futbol taraftarlarının birbirine girmesi ve 5 kişinin bıçaklanmasına rağmen polisin müdahale et-memesinin üzerine “Öğrenciye dayak, orantısız güç, protesto yasal bir hak değil midir?, protes-toları hazmedemediler” gibi başlıklar kalınlaş-tı. Emniyet açıklamalarında öğrenciden şiddet gördüğünü, mecbur kaldığını iddia etti. Daha da ilginci Emniyet Müdür Yardımcısı Mehmet Altınok’un Radikal Yazarı Cüneyt Özdemir’le yaptığı iddia edilen telefon görüşmesi: “O gö-rüntüleri biz de istemiyoruz ama bir kişi ken-dini yere atınca birkaç kişinin birden tutup kaldırması gerekiyor. Mecbur kalıyoruz.” Sonra haberler daha da büyüdü. Genç-Sen üyesi bir kadın öğrencinin polis darbesi sonucu bebeğini kaybettiği basına yansıdı. Haber yalanlanmaya çalışıldı. AKP iyice köşeye sıkıştı, soğuk terler dökmeye başladı. Panik halinde ardı ardına öğ-rencileri haksız gerekçelerle suçlamaya çalıştı, ama istediğine ulaşamadı.

Genç-Sen temsilcileri bu esnada TBMM’ye gir-di, birçok televizyon programına katıldı, rö-portajlar verdi. Medya olayları “öğrencilere çok dayak atıldı” üzerinden haberleştirmeye devam ederken, Genç-Sen, YÖK’e neden karşı oldukla-rını, nasıl bir eğitim, nasıl bir üniversite istedik-lerini anlatmaya çalıştı. AKP’nin asıl çekincesi de aslında bunların dile getirilmesindeydi.

Yumurtalı protesto ve sonrası8 Aralık Çarşamba günü, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’ne anayasa konulu bir panele konuşmacı olarak, CHP Genel Sekrete-ri Süheyl Batum ve TBMM Anayasa Komisyo-nu Başkanı AKPli Burhan Kuzu geldi. Süheyl Batum’un konuşması sırasında söz alan öğren-ciler, pek çok ilde CHP yönetiminde bulunan patronların işyerlerindeki işçileri işten attığını ve Ankara Yenimahalle’de gecekondu halkı-nın CHPli belediye tarafından evleri yıkılarak sokağa atıldığını söylediler, cevap almak iste-diler. Süheyl Batum, “Bu söylediklerinizi ben hiç duymadım ve sizi muhattap almıyorum.” dedi. Bunun üzerine konuşması öğrenciler tarafından engellendi, Batum salonu terk etti. Batum’un ardından Kuzu da öğrencilerin yo-ğun tepkisiyle karşılaştı. Öğrenci Kolektifleri Burhan Kuzu’yu yumurta yağmuruna tuttu. AKPli Burhan Kuzu okuldan çıkarken, yu-murta atan öğrencilere “Bu kadar beyinsiz öğ-renci grubunu bir arada görüyoruz. O yumur-taları atacaklarına yeseler, beyinlerine daha iyi gelir.” diyerek, hakaret etti.İşte bu yumurta olayının ardından rüzgâr tersten estirilmeye başlandı. Öğrenciler bir anda saldırgan ve tehlikeli ilan edildi. Tele-vizyonlarda öğrencileri nasıl rehabilite etmek gerektiği konusunda fikirler yürütülmeye baş-landı. Hükümet çevreleri “Birileri düğmeye bastı”, “Gençleri sokağa çıkarmak için 12 Eylül öncesindeki gibi oyunlar oynanıyor” içerikli açıklamalar yapmaya başladı.Genç-Sen’li öğrencilerin daha önce katıldıkla-rı eylemlerden fotoğraflar, emniyetin arşivle-rinden çıkarılarak Zaman, Star, Samanyolu ve Akit’te yayınlandı. Genç-Sen üyeleri “kadrolu eylemci” olarak hedef gösterildi. Yüzleri kapalı fotoğraflarla eşleştirilerek, herhangi bir doğ-ruluk payı olmaksızın yasadışı bir şekilde afi-şe edildi. Yıldız Teknik Üniversitesi Genç-Sen Şube Meclisi’nde alınan karar ise olay oldu. Yıldız’da kapı önünde bir yıldır devam eden direnişin büyütülmesine ilişkin karar, “Provo-katif eylem planlıyorlar!” denilerek yansıtıldı. Yetmedi, öğrenciler başörtü yasakçısı olmak-la, Ergenekoncu olmakla itham edildi. Darbe yanlısı oldukları vurgulandı. Bunların öğrenci eylemi olmadığı, amaçlarının başka olduğu üs-tüne basa basa dillendirildi. Akit Gazetesi’nde 9 Aralık tarihli Hasan Karakaya’nın yazdığı “Bunlar gösterici mi, ‘Sarıkız’ çocukları mı?” başlıklı yazıyı mutlaka okuyun. Toplama bir karalama yazısı olarak iddiaların hepsini içe-riyor.

AKP kararlı: “Durmak yok, yola devam!”AKP kolay yolu seçiyor. Uzun süredir geniş-lettiği bir çemberin ağzını açıp, bir çevreyi daha oraya ekleyiveriyor. Ergenekon kapsa-mında orducu çevrelere döndürdüğü okun

ucunu bakın kimlere çeviriyor. İnternette www.olay53.com linkli bir sitede yaşanan-larla ilgili yayınlanan bir haberin ‘Her taşın altından çıkıyorlar’ başlıklı kısmında şunlar yazıyor:“DİSK ve KESK’in de destek verdiği Genç-Sen, son dönemde provokatif eylemlerini arttırma-sıyla dikkat çekiyor. Özellikle başörtüsü soru-nunun fiilen çözülmesinin ardından YÖK ve öğrenci harçları karşıtı eylemler yapan Genç-Sen, Devlet Bakanı Egemen Bağış, Anaya-sa Mahkemesi Başkanı Haşim Kılıç ve YÖK Başkanı Yusuf Ziya Özcan’a yumurtalı saldırı düzenlenmesinde rol almıştı. Genç-Sen’i kim-lerin desteklediği ve bu kadar eylemin hangi olanaklarla yapıldığı sorgulanırken, özellikle bu provokatif eylemlere CHP ve kartel medya-sının destek vermesi dikkat çekiyor.”

Nereye?Süreç devam ediyor, belki siz bu yazıyı okur-ken birçok yeni gelişme vuku bulmuş ya da buluyor olacak. Saldırılar, baskılar, sindirme çalışmaları devam edecek. Tarihsel deneyim-ler bize bunu söylüyor. Aslında gençlik bugün böylesi ağır bir süreçten geçerken bu coğraf-yada yaşayanlara da belli insanlık görevleri düşüyor. Olaylar yaşanırken peşin yargılara varmadan, olanı olduğu gibi izleyebilmesi ge-rekiyor herkesin. Yapmak zor değil, internet artık çok yaygın, her türlü iletişim aracına ulaşımımız rahat. Videolara, yapılan açıkla-malara erişmek çok kolay. Ve gerçek gün yüzü gibi açıkta aslında. Ama bir dostumuzun de-diği gibi “Yalan ne kadar büyükse, inananı o kadar çok oluyor.”

İlerici gençliğe yine büyük roller düşüyor. Sa-kinliği yitirmeden mücadeleye devam etmek gerekiyor. “Suya düşmüş bir kibrit çöpü gibi savrulmaktansa, haydi suyun akışını değiş-tirmeye.” demiştik geçen sayımızda. Bu sayı onu yinelemiş olalım. Çünkü kitlelere erişe-bilen, örgütlenebilen, büyüyebilen gençlik, bütün bu top atışı karşısında sapasağlam ka-lacak, sözünü söyleyebilecektir.

∎Deniz ÖZMAN

14

Page 15: İlerici Gençlik Sayı 27

İlerici Liseliler olarak liseli ve dersaneli arkadaş-larımızla liselerdeki sorunlar ve eğitim sistemi üzerine söyleşi yaptık. Zorunlu din dersinden sınav sistemine, okul formalarından çeteleşme ve şiddet olaylarına kadar birçok soru sorduk. Sorularımızı cevaplayan arkadaşlarımız da eğitim sisteminin hatalarını söylediler bizlere. Katkı sunan tüm arkadaşlarımıza teşekkür edi-yoruz.

İlerici Liseliler: Hangi okulda okuyorsunuz?Ebru: Türk Kızılayı Kartal Lisesi’de okuyorum.Mehmet: Süleyman Demirel Lisesi’den yeni mezun oldum.Tuğçe: Manisa Anadolu Lisesi’nde okuyorum.

İlerici Liseliler: Bize biraz kendinizden bahse-der misiniz?Ebru: ÖSS’ye hazırlanıyorum, okul ve dershane zor olsa da devam ediyorum.Mehmet: Ben de arkadaşlarım gibi ÖSS’ye ha-zırlanıyorum, müzikle ilgileniyorum.Tuğçe: Genelde arkadaş ortamlarında vakit geçiriyorum, kitap okurum; polisiye, gerilim, felsefe, siyasi kitaplar okuyorum. Müzik dinli-yorum, bir de filmler tabii onlar vazgeçilmezim.

İlerici Liseliler: Okul kıyafetlerinden memnun musunuz?Mehmet: Hiç memnun değilim, gereksiz bir şey sayılabilir.Tuğçe: Hayır değilim, parası olmayanlar ezil-mesin diye yapıldığı söyleniyor; ama benim tek bir kıyafetim olsa ben yine giderim. Tamamen gençliğin özentiliği yüzünden oluyor, bize bunu aşılayan da onlardır.

İlerici Liseliler: Zorunlu olarak girdiğiniz ders var mı?Ebru: Zorunlu dersler bir var. Bunlardan biri din dersi. Zorunlu olmasını istemiyorum. Mehmet: Din dersi görmek istemiyorum, zo-runlu olmamalıdır.

İlerici Liseliler: Peki, gündemde din dersinin Aleviler üzerinde asimilasyona neden olduğu

konuşuluyor, bu konu hakkında görüşlerinizi öğrenebilir miyiz?Tuğçe: Evet, şahsen ben Alevi değilim; ama onlar için zorunlu olması kötü. Bence din der-si ilkokuldan kesinlikle kaldırılmalı, o yaştaki çocuğun aklı ermez; ama lisede seçmeli olabilir.

İlerici Liseliler: Okulunuzu ne olarak görüyor-sunuz?Ebru: Eğitim öğretim yeri.Mehmet: Eğitim kurumu ama bundan uzakla-şıyor.Tuğçe: Bana bir şey öğretmeyen, sonra da öğret-mediklerini sorgulayan bir yer.

İlerici Liseliler: Okulunuzda şiddet olaylarıyla karşılaşıyor musunuz?Mehmet: Aslında çok olmuyor, bir iki olay ya-şadık.Tuğçe: Hayır anadolu lisesi olmasının bir avan-tajı olsa gerek, ama başka liselerdeki olaylarda kulağıma gelmiyor değil.

İlerici Liseliler: Okulunuzdaki eğitim size yeter-li geliyor mu?Ebru: Hayır yeterli değil. İstediğim bölümde okuyamıyorum.Mehmet: Yeterli gelmiyor, memnun değilim. İs-tediğim gibi bir şey yapamayacağım için meslek seçimi bize bırakılmalı. Sınıflar olmamalı, in-sanlar orta okuldan itibaren ilgili olduğu ders-leri almalı böyle daha başarılı olunur.

İlerici Liseliler: Bunun için dershaneden yardım alacak mısınız?Tuğçe: Dersahaneden destek alıyorum zaten, öyle bir sınav sistemi var ki ülkemizde; okulda hem öğretmeye hem pratik yapmaya zaman yok. Kalabalık sınıflarda her öğrencinin sorula-rı dinlenmeye çalışılıyor fakat bu fazla gerçek-leşemiyor.

İlerici Liseliler: Okulunuzun hayatınızdaki yeri nedir?Ebru: Gidip geliyorum sadece.Mehmet: Bir kayıptı bana hiçbir şey kazan-dırmadı.

Tuğçe: Zamanımı en çok geçirdiğim yer. Haya-tımın büyük kısmını kaplıyor olabildiğince sev-meye çalışıyorum okulumu.

İlerici Liseliler: Kendinizi yarış atı olarak görü-yor musunuz?Ebru: Ben görmesem de çevremdekiler görüyor.Mehmet: Hayır kesinlikle ama ortada bir yarış var.

İlerici Liseliler: Ailenizden baskı görüyor mu-sunuz?Tuğçe: Evet fazlasıyla hem de. Örneğin ders-lerimi benden çok merak ediyorlar.Ne kadar çalısamda yetinmiyorlar haftanın belirli günle-rinde gerçekleştirdiğim hobilerimden mahrum kalıyorum bundan dolayı bütün ailelere sesle-niyorum. Hayatımızı ders çalışmak üstüne ku-ramayız. Ders çalışmak hayatımızın bir parçası sadece.

İlerici Liseliler: Son olarak KPSS kopya skandalı yaşandı bildiğimiz üzere bunun hakkında neler düşündüğünüzü öğrenebilir miyiz?Ebru: İmkanı olan herkes yapar.Mehmet: Haksızlıktı bu ve altında dönen olay-lar devlete olan güvenimizi sarstı.Tuğçe: Gerekli güvenlik önlemleri alınmamış, böyle önemli bir sınav yapıyorsunuz insanlar dershanelere gidiyor tonlarca para harcıyor, za-manla yarışıyorlar sınav için sonra sizin güven-lik konusundaki eksikleriniz yüzünden tekrar sınava giriyor insanlar buna kısaca rezalet de-rim.

İlerici Liseliler: Bizim sorularımız bitti, sizin bi-zimle paylaşmak istediğiniz birşey var mı?Ebru: Hayır yok teşekkürler.Mehmet: Hayır teşekkürler, zaman ayırdığınız için sağ olun.Tuğçe: Hayır yok teşekkürler.

İlerici Liseliler: Biz teşekkür ederiz.

Söyleşi: ∎ Emrecan ARAZ ∎Hasan DOĞAN

∎Nuran KALKAN

Liseli arkadaşlarımızla söyleşi yaptık

15

Page 16: İlerici Gençlik Sayı 27

Dil, en temelde insanların birbirini anlama aracıdır. İki insan arasında sözlü, yazılı ya da bedensel iletişim kurmaya yarayan belki de en ilkel ama aynı zamanda en karmaşık araç-tır. İlk çağlarda doğadaki seslerin taklit edil-mesi yoluyla, birlikte iş yaparken kullanılan simgelerin dilin kökenini oluşturduğu kabul edilir. Hem ortaya çıkışına hem de bugünkü yerine baktığımızda; dilin varoluşu toplum-larla mümkündür diyebiliriz; yani dil top-lumsallığın, birlikte yaşayışın bir ürünüdür.

Dil vasıtasıyla insanların yaşantılarını, dene-yim ve fikirlerini nesilden nesile aktardığı-nı düşünürsek; günümüzde konuştuğumuz dilin, binlerce yıllık insanlık tarihinin tüm birikimlerini ve aynı zamanda içinde bulu-nulan zamanın ekonomik, kültürel, sosyal yapısını yansıttığını söylemek çok da yanlış olmayacaktır. Afrika’da konuşulan bir dil-de Şeker Bayramı kavramı yoktur çünkü orada böyle bir inanış yoktur. Aynı şekilde Türkçe’de de “Woodoo”nun karşılığı yoktur, çünkü bizim kültürümüzde böyle bir inanış yoktur. Yani dilin de insan gibi koşullara, za-mana ve mekâna göre değişen, gelişen canlı bir olgu olduğunu belirtelim.

Dil ile düşünce arasında hiç kuşkusuz doğru-dan ilişki vardır. Bu ilişki, birbirlerini karşı-lıklı etkiler şekilde gelişmektedir. Bir insan düşüncelerini ifade ettikçe dili gelişir; dili ne kadar iyi kullanabilirse düşünce sistemi de o kadar gelişir.

Dil ve örtük propagandaPeki, insan yaşamında böylesi bir öneme sahip olan dilin, günümüzde yalnızca bir iletişim kurma aracı olarak kullanıldığını söyleyebilir miyiz? Ne yazık ki hayır. Dil bugün, sıradan bir insan için salt bir iletişim aracı olsa da, iktidar sahipleri için istenilen davranışı edin-dirme araçlarından biridir. Baskıyı, korkuyu sürdürme ve yeniden üretme yollarından bi-ridir. Dil, insan beynine direkt mesajlar bıra-kan bir silah olduğu içindir ki; iktidardakiler, yani sermayedarlar, medya, hükümet, polis, asker ve tüm devlet kurumları, dili ustalıkla kullanmasını bilirler. Mesela ‘patron’ sözcü-ğünü duyunca aklınıza ne geliyor? Peki ya eş anlamlısı olan ‘işveren’ sözcüğünü duyunca? Patron derseniz, kişinin tek görevi çalıştığı-nız yerin sahibi olmasıdır; oysa işvereni tercih ederseniz sahip olmasının yanı sıra insanlara iş veren, yani ekmek veren olduğu mesajını da verirsiniz. Böylece insanların bilinçaltın-da patrona karşı olmamaya yönelik bir algı oluşturursunuz, çünkü o karnınızı doyur-maktadır! Burjuva televizyon haberciliğinde sık karşılaştığımız bir örnek daha, bir eylem haberinin sonunda neredeyse istisnasız “Ey-lemciler olaysız dağıldı.” ya da “Provokatör

Eylem, düşünce ve dileylemciler” ibaresini duyarsınız. Bu sözcüklerin tercih edilmesinin sebe-bi, çıkan olayların sorumlusu olarak eylemcileri göstermek, böylelikle in-sanları eylem yapan kişilerden uzak-laştırmaktır. Dile yedirilen bu örtük propaganda yoluyla düzene uygun bireyler yaratma süreci pekiştirilir.

Dilde ataerkiAynı diğer tüm toplumsal süreçlerin dile yansıdığı gibi, ataerki de ortaya çıkışıyla beraber dilde yerini almış-tır. Bir iktidar dili olan ataerkil dil, kendini kökenini unutma üzerine; yani annenin bedenini unutma üze-rine temellenmiştir.

Toplumda sık kullanılan küfürleri ve argo kelimeleri bir düşünün; hepsin-de kadın edilgen ‘nesne’ konumunda, saldırılan, ezilen, aşağılanandır. Di-rek erkeği hedef alan küfürlerde bile dolaylı bir biçimde kadınlık aşağı-lanmaktadır. “Sağlıklı”(!) (yani heteroseksü-el) erkekler içinse herhangi bir küfre rastlaya-mazsınız. Ya da yaygın atasözleri ve deyimleri düşünün: “Kadının sırtından sopayı, karnın-dan sıpayı eksik etmeyeceksin”, “Saçı uzun, aklı kısa olmak”, “Yuvayı dişi kuş yapar”, “Karı var ev yapar, karı var ev yıkar” ve daha niceleri… Kadın olmak çoğu zaman namus-suz olmak, değersiz mal olmak, aptal olmakla eş tutulur. Kadına yönelik şiddeti besleyen bu sözcük ve deyimlerin dışında da, dilde kadı-nın yeri yoktur. Birine kızınca kullanılan “Bi-raz adam ol” cümlesi ile anlatmak istediğiniz her ne kadar onurlu, dürüst bir insan olması gerektiği ise de; ‘adam’lık ile ‘onur’ arasında kurduğunuz bu doğru orantıyla, ‘adam’ dı-şındakileri, yani kadınları onursuz ilan eder ve ataerkil zihniyeti bir güzel sürdürürsünüz. Evli bir çiftten söz edildiğinde adam ve eşi vardır. Bilimadamı vardır, biliminsanının kadın olabileceği ihtimali yoktur. Özellikle tek tanrılı dinlerde tanrı figürü çoğu zaman erkektir, devlet “baba”dır…

Dildeki bu ataerki yalnızca erkekleri değil, kadınları da etkisi altına almaktadır. Aynı küfürleri ve deyimleri kadınlar da yer yer kullanırlar; ancak genellikle bunu onayladık-larından değil, kendi cinsiyetlerinin aşağıla-nabilir olduğu düşüncesiyle yetiştirildiklerin-den, gayri ihtiyari bunu yaparlar.

Aileden, çevreden, okullardan ve diğer tüm sosyal ortamlardan bu dili duyarak yetişen bireyler, neticede ataerkil rol modellerini be-nimser. Artık kadını hegemonyasına alma güdüsü içerisinde olan erkekler ve bunu ka-bullenmeye hazır kadınlar vardır.

Yeni yaşam, yeni dilŞüphesiz, ilk önce eylem vardı, dilden, düşün-ceden de önce. İnsanlık yaşantıları sonucu düşünmeyi ve bunu dil ile ifade etmeyi başar-dı. Ancak artık eylemin dile olan etkisi kadar; dilin eyleme olan etkisinden de söz etmek ge-rekmektedir. Çünkü başta eylemin sonucu olarak ortaya çıkan dil; sonrasında eylemin nedeni de olur. Bu sebepten ötürü değişmek, dili de değiştirmek gerekir.

Öncelikle erkek egemen kapitalizmin bizle-re yapıştırdığı rolleri sorgulamak ve baskıcı, ezici, yok sayıcı her türden davranış ve dü-şüncemizden sıyrılmak zorundayız. Bununla birlikte düşüncelerimiz ve davranışlarımız-daki değişimi, dile de yansıtmalı, iktidarın kullandığı tahakküm dilini her yönüyle red-detmeliyiz.

Yüzyılların sömürü, ezme ve ötekileştirme diline karşın; toplumcu, eşitlikçi ve kendi dı-şındakileri yok saymayan, ‘insan’ın dilini ya-ratmalıyız. Kuracağımız yeni dünya ve yeni yaşamın, yeni dilini de bugünden konuşma-lıyız. Bizim dilimizde, yani büyük insanlığın dilinde, kadınlara küfreden, diğer milletleri ezen, yalana inandıran sözler yok.

İnsanlığın dili, kardeş;insanlığın dili eşit;insanlığın dili özgür…

∎ Tuba ENGEL

16

Page 17: İlerici Gençlik Sayı 27

AKP’nin tarım ve hayvancılık politikası tam bir fiyasko. Milyonlarca köylümüz, çiftçimiz uygulanan yanlış politikalarla perişan olmakta. Üreten köylümüz, işçimiz zarar etmiştir. Üretici korumasız bırakılıp insafsızca, piyasa çarkları arasında ezilmeye mahkum edilmekte. Türkiye bir tarım ülkesi olmasına rağmen özellikle AKP iktidarı döneminde biz çiftçiler hep mağdur edildik. En son açıklanan buğday taban fiyat-ları çiftçimizin köylümüzün ne kadar mağdur edildiğini açıkça ortaya koymaktadır. 2009 yılı Haziran, Temmuz, Ağustos ayları için ekmeklik buğdayın alım fiyatı AKP hükümeti tarafından 1 kg buğday 50 kuruş olarak açıklanmıştır. Çift-çinin kullandığı mazot, ilaç ve gübre fiyatların-daki artış göz önüne alınırsa verilen taban fiyat tatmin edici olmaktan son derece uzak olduğu görülecektir. Bu haliyle çiftçi kardeşlerimiz 1 kg buğday satacak 1 bardak çay içemeyecek, 3 kg süt satıp 2.5 litre gazoz alamayacak duruma düşürülmüştür.

AKP hükümeti çiftçinin sorunlarını görmez-den geliyor. Çiftçinin üretim gücü kalmadı. Ge-liri masrafını kurtarmıyor. Üretim giderlerinin fiyat artışı, mahsul fiyatlarının artışının çok önünde. Temel üretim girdisi gübre, mazot, ilaç ve tohuma para yetiştiremiyor. Türkiye’yi besle-yen çiftçinin kendisi aç. Tarımın her sahasında durum bu. Çiftçilerimiz, bankalara karşı borç batağı içindedir. Bu borcu ödeyebilmek için arabasını, evini, tarlasını satmaya başlamıştır. Borçlu çiftçi hasattan sonra malı acele satma baskısı altındadır. Piyasa simsarları bunu bilir ve nazlı alıcı durumundadır. Bu durumda çiftçi acele satmaya mahkum piyasa hakimdir. Çift-çi malını yok pahasına satmaya mahkum hale getirilmektedir. IMF ve Dünya Bankası baskısı ile 1999 yılında başlatılan ve AKP hükümetinin de inatla devam ettirdiği politikalar hayvan-cılıktan, bitkisel üretime, tarımın her çeşidini perişan etti.

Tarımda IMF’nin Yeni Sesi : AKPIMF ve Dünya Bankası programlarının uy-guladıkları ülkelerde tarımı yıkıma uğrattığı, özellikle küçük üretici köylüleri yoksullaştır-dığı ve giderek tasfiye ettiği bu programların gerçekte emperyalist tekellerin ve uluslararası mali sermayenin işine yaradığı görülmekte-dir. Türkiye’de tarıma ayrılan alan yaklaşık 27 milyon hektardır. Bu alan ülke topraklarının % 36’sını oluşturur. Ancak AKP iktidarı dö-neminde toplam tarım alanı 2.1 milyon hektar azalırken 2 milyondan fazla çiftçi de tarımdan kopmuştur. AKP iktidarındaki 2002-2010 dö-neminde nüfusumuzun 4 milyon arttığı dikkat çekilerek, hayvan varlığının 4.5 milyon azaldı-ğı; kırmızı et tüketiminin 10 bin ton düştüğü ifade edildi. Bir Avrupalı’nın yılda ortalama 75 kg et tüketirken bir Türk vatandaşının yılda 7 kg kırmızı et tükettiği bilinmektedir. 2002 yı-

lında Türkiye’nin büyükbaş ve küçükbaş hay-van varlığı toplamı 41 milyon 879 iken bu sayı bugün 37 milyon 689 bine düştü.Türkiyede hayvancılığı bitiren, ülkeye ithal et getiren politikalar, ithal et kararıyla hayvancılı-ğı ve sütçülüğü tamamen yok edecek. Et ve hay-van ithalatı meseleyi kısa vadede çözse de orta vadede hayvancılığı ve besiciliği öldürür. Bu iş pirinç ithal ederek pirincin fiyatını düşürmeye benzemez. 2010’da etin kilosu 30 TL’ye kadar çıkmıştır. 1989’da 550 bin ton olan et üretimi 2009’da 450 bin tona düştü. Nüfus artıyor, ih-tiyaç artıyor, hayvan sayısı azalıyor ve tarım geriliyor gittikçe köylü, çiftçi işçi bataklığa sü-rükleniyor. Krizi ne köylü ne de işçi yaratmadı ki krizin borcunu onlar ödesin.Yakın zamanlarda yasal ve dolaylı süt tozu it-halatı sebebiyle hayvanların birçoğu kesildi, süt açığı ortaya çıktı. Kapitalizmin çelişkileri ve plansız ekonomisi kapitalizmin AKP olarak isim değiştirdiği, bu hükümette kendisini tüm çıplaklığıyla ortaya koymaktadır. Tarımsal des-tekleme kurumları ya yok edilmiş ya da işlev-lerini yitirmiştir. TEKEL yok edildi TSF yok edildi, EBK küçültüldü, SEK yok edildi, FİSKO-BİRLİK, TARİŞ gibi tarım satış kooperatifleri-nin içleri boşaltılarak işlevsiz hale getirildi.AKP tarım ve hayvancılığın geliştiğinden bah-sediyor bu AKP’nin halka söylediği kocaman bir yalandır. Bunu anlatmaya denizler dolusu mürekkep yetmez. Kent ve kır ayrımı, kafa-kol emeği ayrımı, kırdan kente göç, hızlı nüfus artı-şı ve plansız şehirleşme tarımsal gelişmenin sa-nayinin gerisinde kalması, ücretli kölelik zulum ve zorbalık hep kapitalizmin ve onun Türkiye-deki yandaşı AKP’nin başının altından çıkma-mış mıdır?Türkiye bir tarım ülkesiydi. Ama insanlar bü-yük şehirlerde depolandı. İnsanlar toprak-tan koparıldı bunun sebebi de tabi ki plansız, neoliberal, yanlış ekonomik politikalardır. Türkiye’de her şeyi ithalattan bekleyen tüketici bir toplum yaratılmak isteniyor. Üstelik sebze-

lerin tohumunu bile ithalata bağladık. Eskiden köylümüz domatesi yediği zaman toprağa düşen çekirdeği yeniden biterdi, artık birmiyorlar. Ta-rım ülkesi olan Türkiye’de fiyatları tavan yaptı. Kavurmamız, sucuğumuz kebabımız bize lüks oldu.Bunca gerçekler karşısında köylümüz uyutu-luyor ve oyalanıyor ama köylü kesim bunun farkında dahi varamıyor. AKP bazı aldatmacı reformlarla köylü kendine bağlayarak iktidarını pekiştiriyor. Köylü ve çiftçi kesime oldun, kö-mür, para, beyaz eşya vs. dağıtarak köylüye rüş-vet veriyor ve köylüyü kendine bağlıyor; bunda özellikle dini kullanıyor. İslam’ın “şükürcülük”, “kadercilik” gibi kavramları AKP elinde kapta-lizme hizmet etmenin aracı oluyor. Bir başba-kan dert yanan çiftçisine “ananı al da git” derse bakanları “gözünüzü toprak doyursun” diyorsa bunda AKP’nin köylüye ve çiftçiye nasıl yaklaş-tığını her halde anlamışızdır.Köylümüz ve çiftçimiz aç, perişan ve yoksul-luk içindedir. Başkan ve bakanlar özel uçakla yurtdışı seyhaatlara giderken köylümüz mazot alamadığı için tarlasına dahi gidememektedir. Çiftçilik ve hayvancılık yapan köylülerimiz işçi-lerimiz et yiyemezken baştakiler (egemen sınıf) eti beğenmez oldu. Üreten köylü, işçi emekçidir. Ama birikim ve sermaye hep belli bir sınıfındır. Üreten kesim kendi emeğinin ürününe yaban-cılaşmıştır ve onun kölesi olmuştur. Türkiye, emperyalist devletlerin pazarı durumunda. AKP ise bundan gayet hoşnut. Terazinin denge-si bozuk, para, insandan ağır gelmektedir. İnsan hiçbir şey para herşeydir. Paran kadar özgürsün ve eşitsin. Paran kadar yaşarsın! İşte kapitalizm ve AKP gerçeği temelde budur. Köylümüz, iş-çimiz, emekçimiz ve gençlik ancak kapitalizmi tarihin çöplüğüne attığı zaman bu yukarda say-dığımız sıkıntılardan kurtulacaktır.

∎Mehmet ÇADIR

Uyutulan köylü uyutan AKP

17

Page 18: İlerici Gençlik Sayı 27

“Her şeyde aşırıya kaçmaktır gençlik” M.Ö 400’lü yıllarda yaşamış olan Aristoteles’e ait bu cümle ilk bakışta gençliği tehlikeli ve başa çı-kılamaz gösteriyor. Diğer taraftan da yaklaşık 2400 yıl önce söylenen bu cümle bize o zaman-lar bile gençliğe verilen önemi gösteriyor. Top-lumun en dinamik kesimini temsil eden genç-liğin gücünün farkında olan Aristoteles aslında bize bu cümlesiyle sosyal olaylarda gençliğin ne kadar etkin olduğunun altını çiziyor.Aradan yüzyıllar geçti ve bu süreçte birçok tarihsel değişiklik yaşandı. Üretim ilişkileri değişti. Beraberinde burjuvaziyle birlikte işçi sınıfı doğdu. Sömürülenlerin adı değişti ama merkezinde her zaman emekçi gençliği barın-dırdı. Kölelerin en güçlüleri gençlerdi, kralların en iyi askerleri gençlerden oluşuyordu, burjuva-ziye en çok kazancı genç işçiler sağlıyordu...Tarih boyunca sömürünün devamlılığını is-teyen egemenler gençliğin enerjisini kendi çı-karları doğrultusunda kullanmak için bütün baskı araçlarını da buna göre şekillendirdi. Gü-nümüzde de bu durum değişmiş degil. Medya, spor, eğitim vs... gibi alanların toplumu ileriye taşıması beklenirken bugün her biri birer sö-mürü aracı haline geldi. Özgür düşünceli, sağlıklı bireyler yaratması ge-reken spor, özellikle futbol ile sermayenin elin-de gençleri uyuşturmak için kullandığı bir araç haline geldi. Gençliği sürü psikolojisine sokarak halk için spora değil, amacı sermayeye hizmet etmek olan “endüstriyel spora” yönlendirdi. Araştıran, sorgulayan özgür iradesini ifade edebilen genç beyinler yetiştirmesi gereken eği-tim kurumları bugün aksine öğrencilerine so-ruşturmalar açıyor, onları okullarından uzak-laştırıyor, “biz” değil “ben” demeyi öğretiyor. Gençliği toplumun çıkarları için hareket etmeyi değil “her koyun kendi bacağından asılır” de-yişiyle bireyci olmayı öğretiyor. Staj adı altında meslek liselerindeki öğrencilerden, tıp fakülte-lerinde son sınıf öğrecisi intörnlere kadar her yaş kuşağındaki öğrenciyi piyasaya ücretsiz işçi olarak pazarlıyor.

Hala başta Kürt illerinde olmak üzere bin bir zorlukla çamur içinde okuluna gitmek duru-munda kalan, kendi dilinde eğitim göremeyen gençler varken, televizyonlar lüks arabalarla okula giden, geçinme, barınma, ulaşım gibi sorunları olmayan gençlik dizileriyle gençliğin sorunlarını görmezden geliyor. Arkadaşlık ve paylaşma olgusunun yerine değer yargılarının parayla ölçüldüğü bir yaşam tarzı özendiriliyor. İktidarının emperyalist işgallere sessiz kaldı-ğı, kadınların televizyonda reklam malzemesi, evde hizmetçi, iş yerinde ucuz işgücü olarak kullanıldığı, eğitimin sadece parası olanın ya-rarlanabildiği, emekçi çoçuklarının yaz ayla-rında çalışarak üniversite masraflarını ancak karşılayabildiği, meslek liselerinin piyasaya ucuz işgücü verdiği, uygulanan politikalarla çiftçiliğin ailesini geçindiremez hale geldiği, taşeronlaşmanın işsizlik tehlikesinin her geçen gün arttığı, kamuya ait kurumların parababala-rına peşkeş çekildiği bir ülkede yaşıyoruz. Peki bütün bunlar yaşanırken kendini toplu-mun en enerjik kesimi olarak tanımlayan genç-liğe ne gibi görevler düşüyor? Sorunun cevabı aslında kendi içersinde saklı. Toplumun bütün katmanlarına yayılmış gençler bu yığınsallığı-nı örgütlü bir güç haline getirebilirler ki bunun örneğini biliyoruz.

Yolumuz işçi sınıfının yoludur!Bu topraklar Cumhuriyet tarihinin ilk dö-nemlerinde greve çıkan genç işçileri, 2. Dünya Savaşın’da anti-faşist örgütlenme için bildiri dağıtan İlerici Gençler Birliği’ni, 6. Filo’yu deni-ze atan gençlerden Harun Karadeniz’i ve Vedat Demircioğlu’nu gördü. İlerleyen yıllarda işçi sınıfının yükselen ha-vasını kendi dinamikleriyle birleştiren İlerici Gençler Derneği (İGD) birçok eylem gerçekleş-tirdi. Genç işçileriyle sendikalarda en ön safta yerini aldı. Grev çadırlarında işçilerle beraber olmayı görev bildi. Dünya gençlerinin koordi-nasyonunu sağlayan Dünya Demokratik Genç-lik Federasyonu’nun (DDGF) Türkiye’deki ilk

temsilcisi oldu. Antiemperyalist savaşlarda di-renen halkların yanında olmayı bildi. Afganis-tan, Şili, Nikaragua ve birçok halkın özgürlük mücadelesini kendi mücadelesi olarak gördü. İGD o dönemde kendini diğer gençlik örgütle-rinden söylemleri ve eylemleriyle farklı bir yere koymayı bildi. İşçi sınıfının öncü konumunu aklından asla çıkarmadı. “Yolumuz işçi sını-fının yoludur” sloganı o yıllarda gençliğin işçi sınıfı ile olan bağlaşıklığının bir ifadesi oldu. Gençliğin özgürlük mücadelesinin ancak işçi sınıfı öncülüğünde anlam ifade ettiğinin hep bilincinde oldu.Darbenin ayak seslerinin duyulduğu, faşizm tehditinin yükseldiği bir dönemde mücadele-den hiçbir ödün vermedi. 6 Kasım 1979 yılında sıkı yönetim tarafından kapatılan İGD, çalış-malarında hız kesmedi. Kapatıldığında 100’den fazla şubesi olan İGD eylemleriyle mücadelenin okullarda, tarlalarda ve fabrikalarda devam et-tiğini gösterdi. 1980 faşist darbesinin getirdiği koşullarda da İGD yine mücadele bayrağını bı-rakmadı. Faşist darbe yönetiminde halka zorla kabul ettirilen 1982 anayasasına karşı propa-ganda yürüttü. Ne var ki darbenin yapamadı-ğını sosyalist ülkelerde yaşanan karşı devrim süreci yaptı. SSCB’nin çözülmesiyle başlayan süreç tüm işçi sınıfımızı etkilediği gibi ilerici gençliği de olumsuz etkiledi. 1990’lar dağınık ve eskisine göre sesinin daha cılız çıktığı bir dö-nem oldu. Ancak “aydınlığın en yakın olduğu an karanlığın en koyu olduğu zamandır” diyen ilerici gençler karanlığın “Devrimci Sosyalist Gençler” adıyla aştı. Dağınık giden çalışmalar adım adım yeniden disipline olarak kısa bir süre sonra “İlerici Gençlik Türkiye Koordinas-yonu” adını aldı.

Gençlik devrim istiyor!Her fırtınadan önce bir sessizlik olur. İGD’nin sessizliğini de bu şekilde yorumlayabiliriz. Ka-pitalizm sürdükçe, genç işçiler, köylüler, öğren-

Geçmişten öğreniyoruz, geleceği yazacağız!

18

Page 19: İlerici Gençlik Sayı 27

ciler var oldukça gençlik de mücadeleye devam edecektir. 2002 Haziran ayında “Ne geçmiş tükenir, ne yarınlar” başlığıyla İlerici Gençlik Dergisi’nin yayına başlaması da bunun bir kanı-tı. Hemen ardından da “yolumuz işçi sınıfının yoludur” diyen Tüm İlerici Geçlik Derneği’nin faaliyetine başlaması gençliğin niyetini gözler önüne serer. “Gündüzlerinde sömürülmeyen gecelerinde aç yatılmayan” güzel günleri göre-bilmek için TÜM-İGD bayrağı devraldı.İşte Tüm İlerici Gençlik Derneği geçmişle kur-duğu bu bağlar üzerinde inşa edilmiştir. İşçi sınıfının öncülüğünü asla aklından çıkarmaz. Gençliğin sorunlarına bu sistem içersinde ancak yama yapılabileceğinin farkında olan TÜM-İGD toplumsal devrimin zorunluluğunun altını çizer. O nedenle her fırsatta “Gençlik devrim is-tiyor!” sloganıyla gençliğin devrime olan inancı-nı ve ihtiyacını dile getirir. TÜM-İGD gençliğin gündelik hayatından yani genç olmasından kaynaklı kendine has sorunla-rı olduğunu ve tüm bu sorunların dar bir parti örgütlenmesi içinde çözümlenmesinin gerçekçi olmadığını savunur. Bazı sosyalist grupların savunduğu örgütsel bağımlılığı öne çıkartan “komsomol” tarzı örgütlenmelerin gençliğin geniş kitlelerine ulaşmayı engelleyen ve günü-müz gerçeklerine uymayan bir yol olarak görür. TÜM-İGD gençliğin öğrenci, köylü ve işçi olarak toplumun her alanında var olduğunun farkın-dadır. Bu nedenle de kendini gençliğin sosyalist yığın örgütü olarak tanımlar. Yığın örgütü olmak fikrinden ayrılamayacağını iddia ettiğimiz “de-mokratik merkeziyetçilik” ilkesiyle ötgütlenme-sini yürütür. Yetkisini söz, karar ve sorumluluğu ile bizzat üyelerinin elinde bulundurur.TÜM-İGD birçok gençlik örgütünden farklı ola-rak gençliğin işçi sınıfı ile birlikte özel bir anlam taşıdığını savunur. Geçmişte de gördüğümüz bazı gençlik örgütleri ne yazık ki işçi sınıfının önemini kavrayamamış, tek başlarına yürüme-yi seçmişlerdir. Aslında 15-16 Haziran 1970 di-renişi ve yakın tarihimizden örnek verebilece-ğimiz birçok işçi hareketi emekçiler iktidarının ancak işçi sınıfı öncülüğünde elde edilebilece-ğini; gençliğin özgürlük yolunun sınıfla birlikte açılacağını defalarca göz önüne sermiştir. Ama ne yazık ki kendini sol veya devrimci olarak ad-

landıran bazı gençlik örgütleri bu söylemleri de-vam ettirme ısrarlılığını gösteriyor. Bazıları ise söylem olarak bu yanlışı terketmiş görünseler de pratikte hala aynı hataları devam ettiriyor. TÜM-İGD kapitalizm var olduğu sürece sömü-rünün de devam edeceğinin bilincinde. İktidar-daki sermaye temsilcilerinin isimlerinin değiş-mesinin sadece göstermelik olduğunu, ezilenler için bu gibi değişikliğin sadece kısmi kazançlar anlamına geldiğini de bilir. Elbette ki bu kazanç-ları da önemser. O nedenle TÜM-İGD eleştiri-lerini sadece bugünün iktidarlarına değil tüm sermaye sınıfına ve ezenlere yöneltir. İktidarı eleştirirken asıl sorunun “sistemde” olduğunu aklından çıkarmaz. TÜM-İGD sistemin apolitik, -veya mümkünse- politik görünen ama bir şeyleri değiştirmek için enerjisi olmayan bir nesil yetiştirmek istediğinin farkındadır. 12 Eylül 1980 darbesiyle toplumda açmak istedikleri boşluğun bilincindedir. Sisteme elini taşın altına koymadan eleştirmenin hiçbir fayda getirmeyeceğinin farkındadır.İlerici Gençler Derneğin’den Tüm İlerici Genç-lik Derneği’ne 35. yaşımıza yaklaştığımız şu günlerde yürüyeceğimiz yolun uzunluğunun farkındayız. Ancak “mücadeleye devam etme-nin zaferin teminatı” olduğunun bilincindeyiz. Gelenekten geleceğe işçi sınıfının ve emeğin yo-lunda yürüyoruz.

Gençlere yalan söylemek yanlıştır.Yalanların doğru olduğunu göstermek yanlıştır.

Tanrı’nın gökyüzünde oturduğunu, ve yeryüzünde

İşlerin yolunda gittiğini söylemek yanlıştır.Gençler anlar ne demek istediğinizi.

Gençler halktır.Güçlüklerin sayısız olduğunu söyleyin onlara,

Yalnız gelecek günleri değil, Bırakın da

Yaşadıkları günleri açıkça görsünler.Engeller vardır deyin,

Kötülükler vardır.Varsa var, ne yapalım.

Mutlu olamazlar ki değerini bil-meyenler mutluluğun.

Rastladığınız kusurları bağışlamayıntekrarlanırlar sonra, çoğalırlar,

ve ilerde çocuklarımız, öğrencilerimizbağışladık diye o kusurları, bizi bağışlamazlar.

Yevgeni Yevtuşenko (Rusya 1933)çeviren: Ülkü Tamer

19

Page 20: İlerici Gençlik Sayı 27

“…suskunduk ve bekledikyaşandı seyrettiksonunda yeter dedikbir daha susmayacağızkadınlar vardır, kadınlar vardırkadınlar her yerde…”

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddete Karşı Ulusla-rarası Mücadele ve Dayanışma Günü nedeniyle Ankara’da ve İstanbul’da TÜM-İGD’li kadınlar “kadına yönelik şiddete hayır” dedi.

Ankara’da Kadınlar Şiddete Karşı Yağmur Çamur Demeden Sokaklardaydı25 Kasım günü Ankara Kadın Platformu’nun örgütlediği bir yürüyüş gerçekleştirildi. Yağan sağanak yağmura rağmen kadınlar şiddete karşı Sakarya Cadde’sinde tek yürek oldu.İlerici kadınların da dövizleri ve kızıl bandana-larıyla katıldıkları eyleme “Yasta değil isyanda-yız, kadına yönelik şiddete karşı sokaklardayız!” pankartı açtı. Kadınlar, yürüyüş öncesinde plat-form komitesinden bir ekiple kadınların talep-

Kadınlar vardır,lerini içeren bir dosyayı Başbakanlığa gönderdi. Ardından Sakarya Caddesi’ne doğru yürüdüler.Alana gelindikten sonra okunan basın met-ninde; kadın cinayetlerinin önceki yıllara göre yüzde 1400 arttığı, medyanın tecavüzü meşru-laştırıp kahkaha malzemesi haline getirdiği be-lirtildi. Güvencesiz, sigortasız, taşeron çalışma-ya son diyen, tacize tecavüze hayır diyen, barış ve özgürlük isteyen kadınlar, bir kez daha ata-erkil kapitalist sistemin şiddetine karşı birlikte mücadele edeceklerini vurguladılar. Kadınlar devletin ataerkilliğini, kadın hakları konusun-daki ikiyüzlülüğünü de teşhir etti. ‘Kadın ve Aileden Sorumlu Devlet Bakanı’ Selma Aliye KAVAF’ın kadınlara yönelik saldırılara kar-şı sessiz kaldığı vurgulandı. Ayrıca 19 Aralık 2000’de yapılan cezaevi operasyonlarında diri diri yakılan Bayrampaşa Cezaevi’ndeki tutuk-lu kadınların görüntülerinin unutulmadığı, sorumluların yargılanması istendi. Paşabahçe Devlet Hastanesi işçisi Türkan ALBAYRAK’ın güvencesiz, sendikasız, taşeron çalıştırmaya karşı tek başına verdiği direnişi de belirten ka-dınlar; “Türkan’ın zaferi hepimizin zaferidir, mücadele etmeden kazanamayacağımızı bize bir kez daha göstermiştir.” denildi.

İstanbullu İlerici Kadınlardan 25 Kasım Etkinliği28 Kasım’da İstanbul’da ilerici kadınlar “25 Ka-sım, Kadına Yönelik Şiddete Karşı Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü” kapsamında bir etkinlik gerçekleştirdi.TÜM-İGD Genel Merkezi’nde “Kadınım ben” adlı bir skeçle başlayan etkinlikte skecin sonun-

da Ahmet Arif ’in “Anadolu” adlı şiirinin bir bö-lümü hep bir ağızdan okundu. Ardından kısaca 25 Kasım’ın tarihçesinden değinildi ve progra-mın akışı sunuldu. Etkinlik, “Neden=KADIN?” ve “Şiddetin meşrulaştırılması ve medya” konu-larının ele alındığı panelle devam etti. “Neden=KADIN?” başlığı altında önce şiddetin tanımını, kadınlara yönelik şiddet çeşitlerini ve şiddetin kaynağının ne olduğunu anlatıldı. Ardından Türkiye ve dünya çapında kadına yö-nelik şiddet ile ilgili bazı araştırmaları aktarıl-dı. Yapılan araştırmalara bakıldığında kadına yönelik şiddetin her yıl arttığını ve sanıklardan ancak üçte birinin cezalandırıldığını, cezalan-dırılanların da “haksız tahrik” indiriminden yararlanarak hafif cezalar aldıklarını belirtildi. Toplumun her kesiminde, devlet kontrolüyle de şiddetin asıl kaynağının kadın olarak görüldü-ğünü vurguladı.

Bu yıl otuzuncusu düzenlenen TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’nda Tüm İlerici Gençlik Derneği olarak ilk kez masamızı açtık. 215. masada 2-7 Kasım tarihleri arasında dergimizin tanıtımını ve satışını yapıp, çalışmalarımız hakkında bilgi verdik.Standımıza birçok siyasal görüşten gelen ki-şilerin yanı sıra, iktidarın ve sermayedarların zulmüne uğrayan, baskı gören, sömürülen in-sanlarla görüşme imkânımız oldu. İşten atılan işsizler, bilimsel-anadilde eğitim görmek iste-yen üniversiteliler, ellerine zar zor harçlık geçen ya da işten artırdığı paralarla okul müdürleri-nin “bağış” adı altında soyularak okumaya ça-lışan emekçi çocuğu liseliler, çalıştığı işyerinde sosyal güvencesi olmayan ya da özlük hakları sürekli savsaklanan işçilerle yaptığımız sohbet-lerde, her geçen gün daha da çürüyen sisteme karşı birlikte hareket etmenin ve örgütlenme-nin üzerine konuştuk. Okuduğumuz kitapları paylaştık, sıcak çaylarımızı yudumladık. Ve her defasında birbirimize aktardığımız fikir-ler, tecrübeler işçi, öğrenci ve köylü gençliğin TÜM-İGD’yi daha da büyütmesi gerektiğini gösteriyordu. Özellikle genç emekçilerimizin sorunlarına TÜYAP organizasyonunun mesaisi

TÜYAP İstanbul Kitap Fuarı’ndan izlenimlerher defasında aşıyor, ilerici gençliğin aldığı so-rumluluğunun tam da bu Türkiye koşullarında ne ifade ettiğini gösteriyordu. Bu sorumluluk işçi sınıfının kültürüyle yoğrulan ve yolu işçi sınıfının yolu olan bizlerin, hepimizin sistemin dayattığı çözümsüz ve yozlaşmış kültürüne inat bir mücadele odağı olmamız gerektirdiği anla-tıyordu.Fuarda, her geçen gün düşen alım-gücünün somut bir yansımasını da görmüş olduk. Ülke-mizde kitap okumak bir lüks olarak konumu-nu koruyor. Özellikle liseliler bu halden çok muzdariptiler. Kitap alamamanın ve istedikleri kitabı okuyamamanın sıkıntısını yaşıyorlardı. Sadece liseliler mi? Birçok ücretli çalışanında, kasaplarda etleri izlemesi gibi izlediklerini gör-dük kitapları. Bu da onları kitaba ulaşmanın başka yönlerine itiyordu. Birçok insanımızın torbalarında bol bol kitap tanıtım broşürleri varken, kitap olmaması üzücüydü.Kitap fuarında çalışan emekçiler yoğun me-saiden bıkmış gözüküyorlardı. Özel Güvenlik hizmetlileri ise alışılagelmişliğin dışında bizler-le çok sıcak ilişkiler kurdular. Temizlik işçileri fırıl fırıl çalışmaktan bitap düşmüşlerdi. Ezici bir kısmı taşeron işçiydi. İş koşulları hakkında

konuşmaktan çekindiler fakat her hallerinden belliydi sıkıntılı oldukları. Geçici personellerin çokluğu dikkat çekiyordu.Bu beş günlük süreçte olabildiğince meramımı-zı anlatmaya çalıştık. Ülkemizin güzel insanla-rıyla, o “gündüzünde sömürülen, gecesinde aç yatan” insanlarıyla bu kumpastan nasıl çıkarız sorusunu cevaplamaya çalıştık. İlerici gençler, her yerde sözünü söylemeye hazır. Gençliğin sorunlarını çözmenin yolunun, gençliğin oldu-ğu her yerde olmaktan geçtiğini biliyor İlerici Gençler.

∎Mehmet ŞAFAK

Kadınlar her yerde…

20

Page 21: İlerici Gençlik Sayı 27

Elektrik, Gaz, Su ve Baraj Çalışan-ları Sendikası (Enerji-Sen)’nın 2.

Olağan Genel Kurulu 30-31 Ekim 2010 tarihlerinde gerçekleştirildi.

Kongrede yönetim kurulu adına söz alan Kamil Kartal, enerji sektörünün durumu-

na değinerek Enerji-Sen’in işçi, memur, teknisyen, mühendis, kadrolu ya da taşe-ron tüm enerji emekçilerini kapsayan bir mücadele hattını benimsediğini belirtti.

Konuşmaların ardından BDP Genel Merkezi, Petrol-İş Genel Merkezi ve

TÜM-İGD ve Spor-Sen adına yollanan mesajlar okundu. Geçtiğimiz haftalar-

da kuruluş kongresini gerçekleştiren Spor-Sen de yönetim kurulu üyelerinin

katılımı ve gönderdiği mesajla kongreye destek oldu. TÜM-İGD’li gençler yolla-dıkları mesajda “yolumuz işçi sınıfının yoludur” diyen İlerici Gençliğin Enerji-

Sen’in yanında olduğunu belirttiler.

Ankara sokaklarını 78 gün boyunca direniş ve mücadele alanına çeviren, kararlılıkla mücadelelerine devam eden tekel işçileri, 16 Eylül’de 4-C’nin iptali için anayasa mahkemesine başvurdu.Güvencesiz Çalışmaya Karşı İşçi Bir-liği Derneğini (GÜÇDER) kuran ve üyesi olan bir grup tekel işçisi, 4-C’nin iptali için mahkemeye dilek-çe vererek, basın açıklaması yaptı.Basın açıklamasında, ‘İş kaybı’ tazmi-nat sürelerinin dolduğunu ve telafisi edilmesi güç bir duruma gelindiğini,

4 Şubatta tekel işçilerine destek verdiği ve daya-nışma grevine katıldığı için işten atılan, Tubitak işçisi Aynur Çamalan, işe iade davasını kazandı. Bunun üzerine Aynur Çamalan Tubitak önünde bir basın açıklaması gerçekleştirerek, bu direniş ile asıl kazananın kendisi değil, işçi sınıfının olduğununu belirtti.

Adana Migros AŞ’de, MİGROS Yeni Baraj Şubesi’nde çalışan ve sendika temsilcisi olan Aydın Yıldız, hak arama mücadelesi verdiği ve sendikal faaliyet yürüt-tüğü için işten atıldı.Tez- Koop -İş sen-dikası Adana Şubesi tarafından, işten atılan Aydın Yıldız için basın açıklaması gerçekleştirildi. TÜM- İGD’nin de içinde yer aldığı birçok devrimci ve demokrat kitle örgütleri de eyleme destek verdi.Sendika temsilcisi açıklamada, Aydın Yıldız’ın işten çıkarılma nedeninin hakkını aradığı için gerçekleştiğini ifade ederek, bu duruma sessiz kalma-yacaklarını, Aydın Yıldız’ın işe alınma-sı gerektiğini ve üyelerinin haklarını sonuna kadar koruyacaklarını belirtti.

Mersinde Akdeniz çivi fabrikasında sendikalı oldukları gerekçesi ile işten

çıkarılan işçiler 27 ekimde direnişe başladı. Bunun üzerine fabrika pat-ronu, krizi bahane ederek sendikalı

oldukları için 90 işçiyi işten çıkardı.İşçilerin sendikalarına sahip çıkma-sı üzerine, sendikalı işçi çalıştırmak

istemeyen işyeri sahibi işyerini başka bir yere taşıdı ve şirketinde adını de-ğiştirdi. İşçiler bu durum karşısında

fabrika önünde direnişe geçtiler.Mersin Emek ve Barış Platformu, aynı gün basın açıklaması gerçekleştirerek,

yaşananları kınadıklarını CHP yöneti-mine duyurdular. Basın açıklamasına

TÜM- İGD’nin de yer aldığı ilerici, devrimci, demokrat kurumlar, KESK’e ve

DİSK’e bağlı sendikalar da destek verdi.

Dev Sağlık-İş’te örgütlü olan sosyal hizmet emekçileri, 26 Kasım’da İs-

tanbul İl Sosyal Hizmetler Müdürlü-ğü önünde taşeron çalıştırılmaya karşı

bir basın açıklaması gerçekleştirdi.TÜM- İGD’nin de yer aldığı basın açıklama-sına, Birlik Dayanışma Hareketi, Spor-Sen ve Sosyoloji Mezunları Derneği de destek verdi.

Yapılan basın açıklamasında, Sosyal Hiz-metler ve Çocuk Esirgeme Kurumu’nun

(SHÇEK) sosyal devlet anlayışını yok saydığı-nı, devletin sosyal görevi

olan sosyal hizmetlerin özel ya da tüzel kişi-lere devredilmemesi,

taşeronlaştırılmaması gerektiği ifade edildi.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı

İş Müfettişliği’ne yap-tıkları başvuru ile tüm

çalışanların geriye dönük bütün özlük haklarını da kapsayacak şekilde

kadrolu personel statüsüne geçirilmesi kararı verilmesine rağmen, SHÇEK’in bu kararı

görmezden geldiği belirtildi. Sosyal hizmet emekçilerinin bunun görmezden gelinmesine

seyirci kalmayacağı ve haklarını almak için her türlü hukuki yola başvuracağı ifade edildi.

Spor Emekçile-ri Sendikası’nın

(Spor-Sen) kuruluş kongresi 25 Eylül’de Kadıköy’deki Genel Merkezi’nde yapıldı.

“Gün spor alanında mü-cadele günü” diyerek yola çıkan Spor-Sen, genel ku-rulu ile kuruluş amacının

spor emekçilerini ulus-lararası işçi sınıfının bir parçası yapma

ilkesinin olduğu, spor alanı spor patron-larının ve spor baronlarının insafına terk

edilmeyeceği, spor emekçilerinin örgüt-lenmesinin yükseltilmesi ve bunun tüm

emek güçlerinin önünde görev olarak dur-duğunun belirtildi. Kongrede TÜM-İGD

Genel Merkezi’nin Spor-Sen’in kuruluş kongresini selamlayan mesajı da okundu.

TEKEL işçileri Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu

Adana MİGROS’ta hakkını arayan işçi işten atıldı

TUBİTAK İşçisi Aynur Çalaman işe iade davasını kazandı

Spor Emekçileri Sendikası kuruldu

Sosyal Hizmet Emekçilerinden anayasal

hakları için basın açıklaması

Mersin’de Akdeniz Çivi işçileri direniyor!

Enerji-Sen 2.Olağan Genel Kurulu gerçekleşti

21

’den haberler

Page 22: İlerici Gençlik Sayı 27

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde 15 Ekim’de günü bir öğrenciye faşistler tarafından üniversite kapısı önünde satırla saldırıldı. Olaya müdahale edip arkadaşlarını kurtarmak isteyen öğrencilere biber gazıyla müda-hele edilip, direnenler gözaltına alınırken faşist saldırganlar açıkça korundu.

Mersin Üniversitesi’nde 21 Ekim’de gerçekleşti-rilen rektörlük seçimi sırasında öğrencile-rin seçim salonuna girişi engellenirken, sivil polislerin oy kullanmaya girmesine öğrencilerin tepki göstermesi üzeri-ne polisler öğrencilere saldırdılar. Bir polis öğrencilere silah çekerek tehtidler savurdu. Öğrencilerin örgütlü tepkisiyle polislerin püskürtülmesinin ardından okuldan toplu çıkış gerçekleştirildi.

İki yıldır çalışma yürüten SES Ankara Şube Öğrenci Komisyonu üniversi-

teye yeni kayıt yaptıran öğrencilerle tanışırken, daha önce tanıştığı öğ-

rencilerle de 21 Ekim Perşembe günü SES Ankara Şube’de bir araya geldi.

25 Ekim’de Yıldız Teknik Üniversitesi

yönetimi tarafından 26 öğrenciye soruşturma açılmasının ardından

öğrencilerin ihtiyati tedbir adı altında okula girişleri yasaklandı. So-

ruşturma terörü YTÜ Beşiktaş Kampüsü önünde gerçekleştirilen basın açıklama-

sıyla protesto edildi. TÜM-İGD’li öğren-ciler de destekçi olarak basın açıklama-

sında yerlerini aldılar. Tepkilerin üzerine YTÜ yönetimi geri adım attı. 28 Ekim’de soruşturma terörüne maruz kalan öğren-ciler üniversitelerine tekrar giriş yaptılar.

Asliye Ceza Mahkemesi’nde 5 Kasım’da görülen son davada, “Üniversiteler, özgür düşüncenin yuvası olmalıdır” diyen Baş-bakanın ne kadar samimi olduğu ortaya çıktı. İstanbul Teknik Üniversitesi’nde (İTÜ) iki yıl önce Başbakan Erdoğan’ı protesto eden 1’i TÜM-İGD’li 17’si Öğrenci Kollektifli 18 öğrenci 1 yıl 3’er ay hapis cezasına çarptırıldı. Hükmün açıklanması geriye bırakıldı. Bu durum-da, öğrenciler beş yıl içerisinde katıldık-ları bir eylem nedeniyle aynı suçtan ceza alırsa iki karardan birden hapis yatacak.

Marmara Üniversitesi İletişim Fakültesi’nde (MİLEF) 15 Ekim’de bir öğrenciye satır-larla saldırmalarının ardından provo-kasyon girişimlerini sürdüren faşistler 12 Kasım’da fakültenin içinde bir öğren-ciye bıçakla saldırdı. Olayın ardından kolluk kuvvetleri okulun içine girerek bir grup faşisti gözaltına almak zorun-da kalırken MİLEF’te tüm sınavlar iptal edilerek, okula giriş-çıkış yasaklandı.

Marmara Üniversitesi’nde faşist saldırı!

Mersin Üniversitesi’nde polis öğrencilere silah çekti

SES Ankara Şube Öğrenci Komisyonu tanışma toplantısı düzenledi

YTÜ’de soruşturma terörü

Başbakanı protesto eden 18 İTÜ’lüye hapis cezası

Hayatta birçok sorunla baş başa kalıyoruz. Ba-rınma, sağlık, işsizlik bunlardan birkaçı. Ba-rınma sorunu çekiyoruz. Çünkü kira ücretleri almış başını gidiyor. Sağlık sorunu çekiyoruz. Çünkü birçoğumuzun sağlık güvencesi yok ya da sağlık güvencesi veren işyerleri yok. İşsizlik sorunu çekiyoruz; çünkü bizi kriz aldatma-calarıyla oyalayıp ucuz iş gücü haline getiren acımasız bir sistemin mağdurlarıyız. Biz gençler için var olan bu sorunların en başında ise eğitim sorunu yer alıyor. Eğitim hakkı herkesin yasal hakkı iken şimdi bu hak sadece parası olana veriliyor. “Paran yoksa okuma arkadaşım, memleketin ucuz iş gücü-ne de ihtiyacı var!” deniyor. Okullar, dersha-neler tamamen rant alanı haline getiriliyor, öğrenciler müşteri olarak görülüyor. Yıl sonla-rında dershanelerin hepsi zengin öğrencilerin başarılarıyla övünüp duruyor. Özel okullarda eğitim gören öğrenciler hafta sonları en pahalı dershanelerde eğitim görüyor, okul çıkışların-da saati dudak uçuklatan ücretlere özel ders alıyor ve sınav sonunda en iyi üniversiteleri kazanma olanağına sahip oluyor. Kazanama-salar da onlar için hiçbir sorun yok, özel üni-versitelerin kapıları onlara ardına kadar açık nasıl olsa. Sonra da dershane müdürleri kar-şımıza çıkıp “Siz de gelin siz de kazanın.” di-yor. Peki, hangimizin ailesi bizi özel okullara gönderebilecek maddi güce sahip, hangimizin ailesi dershanelere milyarlar verebiliyor ki?

Gençlerin ölüm kalım savaşıYarış bizi 12-13 yaşında, çocukluğumuzun en güzel dönemlerinde yakalıyor. Okullar bizleri isimlerini duyurmak için, ailelerimiz ise iyi bir eğitim almamız, yarınımızın garanti altında olması ve yan komşuların çocuklarının başa-rılarını kıskandıkları için yarıştırıyor. Küçük kalpler, küçük bedenler hayatı tamamen sına-va endeksli yaşıyor. Sokakta, parkta, bahçede yaşıtlarımızla oyun oynamak zaman kaybı olarak görülüyor ve yasaklanıyor. Yıl sonun-da da tek tek ortaya çıkıyor sınava hazırlanıp üstün başarı sergileyemeyen okul arkadaşları-mızın, sıra arkadaşlarımızın intihar mektup-ları. Soğuk ve cansız bedenlerinin yanında, şu sözler yazılıyor: “Kazanamadım! Özür di-lerim!” Hayatı çocukluğumuzu yaşayamadan tek bir amaç uğruna yaşamak, daha doğrusu yaşadığımız hayattan tat alamadan, mutlu ola-madan, hayata veda etmek, ne acı. Peki, sınava hazırlıkta kaç can daha böyle erkenden veda edecek hayata?Sınavı kazanıp hayata devam edebilen arka-daşlarımız da var tabii. Kimisi en başında bırakmak zorunda kalan, kazandıkları halde maddi zorluklardan dolayı üniversitelerine gi-demeyen arkadaşlarımız. Aylarını verip sınavı kurtuluş olarak gören arkadaşlarımız da git-tikleri yerde türlü türlü sorunla karşılaşıyorlar. Okula kayıt parası adı altında alınan “har(a)ç”lar dudak uçuklatıyor. Devlet yurdu çıkma-yan arkadaşlarımız ya ev tutmak zorunda ya

da özel yurda kayıt yapmak zorunda. Ailele-rimizden uzak yaşamak zaten bizi hayli zorlu-yorken birde parasızlık çekiyoruz. Ailelerimiz oradan buradan aldıkları borç paralarla bizi okutmaya çalışıyor. Peki, bu kadar emeğin karşılığını alabiliyor muyuz? HAYIR… Me-zun olduktan sonra elimizde bir diplomayla bu sefer kapı kapı iş arıyoruz ve diplomalı işsiz kervanında bizim için ayrılan yeri alıyoruz. Peki ya har(a)çları ve yurt paralarını ödeyebil-mek için gece yarılarına kadar çalışıp otobüs-lerde yurtlarına korka korka giden arkadaşla-rımız için ne denilebilir? Kim verecek SBS’de düşük puan aldığı için kendini kapı koluna asan 14 yaşındaki Yalçın’ın hesabını? Kim verecek ÖSS sınavını kazanamayınca kendisini 4. katın penceresin-den atan Seren’in hesabını? Merak etmeyin!Biz bu haksız gidişin farkında olup, bu siste-me en gür sesimizle dur diyebildikçe, elbet bir gün onlar da hesap verecek. Bu süreçte bize düşen görev ise sıra arkadaşlarımızın, kardeş-lerimizin, ağabeylerimizin, ablalarımızın ölü-müne sebep olan, en yakın arkadaşımızı bize düşman yapan bu sınavı ortadan kaldırmak. Eşit, bilimsel, parasız ve anadilde eğitim, daha sağlıklı bir yaşam için omuz omuza olup ka-tillerin-katillerimizin karşısına dimdik çıkıp hesap sormaktır.

∎Ruhat KESKİN

∎Okur Mektubu:

MİLEF’de faşist saldırılar devam ediyor

22

’den haberler

Page 23: İlerici Gençlik Sayı 27

Ankara’da 6 Kasım’da yapılacak olan YÖK protestosuna bir ay kala çalışmalarını hız-landıran ilerici gençler okulları, mahalleleri afişleriyle donattı. 6 Kasım gündemiyle çıkan İlerici Gençlik Dergisi sokak sokak okurla-rıyla buluşturuldu. Öğrencilerle YÖK üzeri-ne sohbetler eden ilerici öğrenciler, YÖK’süz, kapılarının emekçi çocuklarına ardına kadar açık olduğu bir üniversite için tüm öğrencileri 6 Kasım’da Ankara’ya çağırdı.

İstanbul Üniversitesi’nden ilerici öğrenci-ler 12 Ekim’de İstanbul Üniversitesi Merkez Kampüsü’nü ve Fen-Edebiyat Fakültesi’ni “YÖK’ü Yıkacağız! Çözüm: Emekçi Üniversi-tesi” şiarlı afişleri asıldı.

Hacettepe Üniversitesi’nde 15 Ekim’de afişle-me çalışması gerçekleştiren ilerici öğrenciler 18 Ekim’de İlerici Gençlik Dergisi’ni öğren-cilerle buluşturdular. Dergi satışı sırasında yapılan ajitasyonlarla YÖK deşifre edilirken öğrenciler 6 Kasım eylemine çağrıldı.

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler, İleti-şim, Hukuk ve Eğitim Bilimleri Fakültele-ri 18 Ekim’de “YÖK’ü Yıkacağız! Çözüm: Emekçi Üniversitesi” afişleri asıldı. İletişim Fakültesi’nde açılan dergi standa öğrencile-rin ilgisi yoğundu. Öğrencilerle YÖK, Emekçi Üniversitesi, 6 Kasım mitingi hakkında uzun sohbetler gerçekleştirildi.

İlerici öğrenciler 19 Ekim’de İstanbul Üniversitesi’ni 6 Kasım’da Ankara’ya çağrılı afişleri ve yazılamaları yapıldı. 20 Ekim’de İs-tanbul Üniversitesi’nde açılan İlerici Gençlik standıyla dergi İstanbul Üniversitesi öğrenci-leriyle buluştu.

Genç-Sen’in imzacısı olduğu bir eylemle 6 Ka-sım mitingine çağrı yapıldı.

3 Kasım’da Ankara’da Sakarya Meydanı’nda aralarında TÜM-İGD’li öğrencilerin de bu-lunduğu ilerici, devrimci, yurtsever kurumlar tarafından 6 Kasım mitingine çağrı yapmak amacıyla bir basın açıklamasıyla gerçekleşti-rildi.

Mitingten önceki gün tüm illerdeki ileri-ci gençler için oldukça yoğun geçti. 5 Kasım günü İstanbul’da, Mersin’de TÜM-İGD’li öğ-rencilerinde örgütleyicisi ve katılımcısı oldu-ğu çağrı eylemleri gerçekleştirilirken, İzmir sokakları ve Ege Üniversitesi “YÖK’ü Yıkaca-ğız! Çözüm: Emekçi Üniversitesi” şiarlı afiş-lerle donatıldı.

6 Kasım Cumartesi günü TÜM-İGD’nin de aralarında olduğu binlerce gencin katılımıyla Ankara’da Sakarya Meydanı’nda coşkulu bir miting düzenlendi. Tek ses tek yumruk haline gelen miting alanında binlerce genç haykırdı: “YÖK’e Hayır”. İlerici Gençlik’in sesi Güneş-li Dünya’nın sahne aldığı miting örgütlü bir halkı hiçbir kuvvet yenemez ezgisiyle sona erdirildi.

Yaklaşık bir yıldır soruşturma ve cezalara karşı direnişin sürdüğü Yıldız Teknik Üniver-sitesi (YTÜ) önünde 21 Ekim’de aralarında TÜM-İGD’li öğrencilerinde bulunduğu ileri-ci, devrimci, yurtsever kurumlar tarafından soruşturma ve cezalara karşı bir basın açıkla-ması yapılarak 6 Kasım’daki Ankara mitingi-ne çağrı yapıldı.

Yıldız ve Kabataş sokakları 22 Ekim sabahı “YÖK’ü Yıkacağız! Çözüm: Emekçi Üniversi-tesi” şiarlı afişlerle donatıldı. Aynı gün İstan-bul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi ve Hacet-tepe Üniversitesi Beytepe Kampüsü’nde İlerici Gençlik dergi standı açıldı.

TÜM-İGD Genel Merkezi’nde 24 Ekim’de panel düzenlendi. İlerici gençler YÖK’ü ve çö-züm olarak sundukları Emekçi Üniversitesi’ni tartıştı. YÖK’ün Milli ideolojiyle sıkı sıkı do-nanmış askeri bir düzen aygıtı olduğunu belir-terek çözümün Emekçi Üniversitesi olduğunu açıkladılar. Aynı gün İlerici Gençlik dergisi-nin son sayısı Ankara’da Kızılay sokaklarında halkla buluşturuldu. Konur Sokak’ta açılan dergi stanttında 6 Kasım eylemine çağrı ya-pıldı.

Okullarda öğrencilerle yapılan konuşmalar, basın açıklamaları ve düzenlenen panelle 6 Kasım hazırlıklarını yükselten İstanbul’daki İlerici Gençler 25 Ekim’de Kadıköy sokakla-rını 6 Kasım afişlerini astılar. Mersin’de ise TÜM-İGD’li öğrencilerinde bileşeni olduğu YÖK Karşıtı Birlik tarafından YÖK’e ve okul-daki polis baskısına karşı bir basın açıklaması gerçekleştirildi.

Ankara Üniversitesi Cebeci Kampüsü’nde YÖK protestoları, 27 Ekim’de aralarında TÜM-İGD’li öğrencilerin de bulunduğu ile-rici, devrimci, demokrat kurumlar tarafından gerçekleştirilen basın açıklamasıyla devam etti.

İlerici gençler 2 Kasım’da İzmir-Buca sokakla-rına, Ankara-Kızılay sokaklarına ve faşist bas-kının yoğunlaştığı Marmara Üniversitesi’ne Emekçi Üniversitesi afişleri asıldı. Aynı gün Hacettepe Üniversitesi’nde TÜM-İGD ve

“YÖK’ü yıkacağız! Çözüm: Emekçi Üniversitesi”TÜM-İGD’li öğrenciler:

23

’den haberler

Page 24: İlerici Gençlik Sayı 27

Sayın Ece Temelkuran,Sizin de yakından takip ettiğiniz gibi, geçti-ğimiz hafta içerisinde Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde AKP ve CHP temsilcilerine yönelik olarak gerçekleştirilen protestolar kamuoyunda tartışılmaya devam ediliyor. Özellikle iktidara yakın basın yayın kuruluşlarınca, farklı muhalif gençlik grupla-rının isimlerinin birbiriyle ve olaylarla ilintili olmayan bir şekilde gelişi güzel kullanıldığını görmekteyiz. Kimi zaman art niyet kimi za-man da cehalet ürünü bu gibi yorumlara tek tek açıklama getirmenin genelde faydasız ol-duğunu düşünenlerdeniz.

Belli ki AKP iktidarı tarafından, gençliğe yönelik olarak, kasten, sapla samanın iç içe geçirileceği yeni bir cadı avına zemin hazır-lanıyor. Buraya kadar pek de şaşılacak bir durum yok aslında. Ancak 11 Aralık 2010 Cumartesi günü Haber Türk Gazetesi’nde yayınlanan ve bir bölümünde derneğimiz TÜM-İGD’nin adından da bahsedilen yazını-zı okuduktan sonra konu hakkında birkaç söz söyleme ihtiyacı hissettik. Çünkü bizler için siz; inandıklarını korkusuzca söyleyebilen, F Tipi Hapishane zulmünden, TEKEL işçileri-nin onurlu direnişine, Paşabahçe direnişçisi Türkan Albayrak’tan, YÖK’e karşı girişilen öğrenci protestolarına kadar pek çok farklı konuda bugüne kadar kaleminizle hep emek-çilere ve gençlere tercüman olmuş “genç” bir yazarsınız.

Yazıya dönecek olursak: “Yumurtaları bol bulamaç atanlar Kolektif öğrencileriydi ama Süheyl Batum’u konuşturmayanlar TÜM-İGD diye bir öğrenci örgütlenmesi. Hatta kendi internet sitelerinde açıklamaları var. Süheyl Batum’a yaptıkları konuşturmama protesto-su sırasında Öğrenci Kolektifleri’nin salonu terk ettiğini bile yazmışlar.” demektesiniz. İlk bakışta doğru gibi gözüken ancak yazının bütünüyle bir arada değerlendirdiğinde alt-tan alta da olsa muhalif gençler arasında bir “ötekileştirmeye” neden olabilecek (Burada ayrım kelimesini kulanmak istemedik çünkü elbetteki ayrılıklarımız/farklılıklarımız var!) ve kimi “maddi hataları” içeren bu cümleye değinmek istedik. Biraz da bu vesileyle birkaç

noktaya daha açıklama getirmek niyetinde-yiz. Ama, değerlendirmeye geçmeden önce, TÜM-İGD’nin bir “öğrenci” örgütlenmesi olmadığını, “işçi, köylü ve öğrenci gençliğin sosyalist yığın örgütü” olmayı hedefleyen bir dernek olduğunu belirtelim. Mevcut öğrenci oluşumları arasında ön plana çıkan görüntü-müz budur.

Gençlik “neyi protesto” ediyor?Bilindiği gibi çarşamba günü SBF toplantı salonunda ilk olarak Süheyl Batum’un konuş-ması vardı. Süheyl Batum orada “CHP Genel Sekreteri” sıfatıyla bulunmaktaydı. İşte pro-testo da tam bu noktada başlamaktaydı. Be-lirtmek isteriz ki, kendisinin öğrencisi olup derslerine girmiş ya da daha önce katılımcısı olduğu çeşitli akademik konferanslara, panel-lerde bulunmuş arkadaşlarımız da var. Yani -bizim açımızdan- tepki bir kişiye değil temsil edilen siyasal duruşun kendisineydi! Tepki-nin sebebi, en başta, CHP’nin ana muhalefet partisi olmasına rağmen tıpkı iktidar partisi gibi eğitimde özelleştirme ve piyasalaştırma çabalarını eleştirmemesi; baskıcı YÖK düze-nine karşı tutarlı bir muhalefet getirmemesi-dir. Dahası CHP yıllardır açıktan bu politika-lara ortak olmaya devam etmektedir ve salonu dolduran öğrenciler bu gerçeğe işaret etmiş-lerdir. Tabii ki bu “gerçek”, şu anda iktidarda bulunan muktedirlerle, muhalefette olanlara eşit şekilde dağılmamaktadır; biz bunun da bilincindeyiz.

İlginç gelebilir ama Batum konuşurken ona sözlü olarak cevap veren öğrenci arkadaşların hiçbiri derneğimiz üyesi değil. Kısaca, yazı-nızda ön plan çıktığı şekliyle ortada Batum’a yönelik TÜM-İGD’lilerin organize ettiği bir protesto gösterisi yok. Dahası ortada önceden ve özel olarak planlanmış, hazırlıklı bir ey-lem değil; genel ve birikmiş bir tepkinin dışa vurumu var. İşte, Batum’u protesto eden ve o gün salonda bulunan farklı gençlik örgütleri-ne üye veya bağımsız çok sayıdaki gencin or-tak paydası da bu düşünce olmuştur.

Diğer yandan, daha sonraki saatlerde kürsüye çıkan AKP milletvekili Burhan Kuzu’ya yöne-lik olarak gerçekleştirilen bir diğer protesto

ise Öğrenci Kollektifleri’nden arkadaşlarımı-zın özgün eylemidir. Bolca yumurtanın atıl-dığı bu eylem Kollektifçi arkadaşların kendi bağımsız eylemi olmakla birlikte bizce yuka-rıda bahsettiğimiz haklı ve meşru tepkinin farklı dille ifadesinden başka bir şey değildir. Gençler Mülkiye’nin onlarca yıllık onurlu ge-leneğine uymuşlar; iktidarıyla, muhalefetiyle “sermayenin” üniversiteler politikasını bir kez daha teşhir etmişlerdir. Yaşananlar özetle bundan ibarettir.

Gençleri “bir kahve içmeye gelmiş” misafir görenler kaybedecek!Kısaca gençliğin derdi üniversiteyi “karlı ti-carethane”, öğrenciyi de “yağlı müşteri” gören zihniyetledir. Bizim yayınlarımızda zaman zaman yinelediğimiz bir şey var: “Üniversi-tesine sahip çıkamayan bir gençlik ülkesine ve geleceğine de sahip çıkamayacaktır.” Sonuç olarak, ilerici gençler olarak ister iktidarda isterse muhalefette olsun üniversitelerimizi YÖK’ün kışla nizamı içerisinde birer ticaret-haneye dönüştürmek isteyen veya bu politika-lara doğrudan veya dolaylı destek veren “ser-mayenin tüm temsilcilerini” farklı dozlarda da olsa eleştirmeye devam edeceğiz. Üstelik sadece eleştirmekle kalmak gibi bir niyetimiz de yok. Hani Başbakan rektörlerle üniversite-lerin geleceğini konuşurken orada bulunmak isteyen öğrencilere “biz sizi davet ettik mi?” diyebiliyor ya; işte biz de bu memlekette işçi-siyle, öğrencisiyle, köylüsüyle gençlerin “misa-fir” değil; gerçek “evsahipleri” olduğunu kabul ettirene kadar mücadelemize devam edeceğiz. O yüzden iktidar sahiplerinin biz gençlere yö-nelik kimi zaman tatlı dil, güler yüz arkasına gizlenmiş övgülerine de; işlerine gelmeyince ortaya attıkları zorba tehditlerine de karnımız yeterince tok!

Sayın Temelkuran,Derneğimiz hemen tüm kademelerinde ka-dınların ön planda olduğu, 5 kişilik yönetim kurulunun 4’ünü kadınların oluşturduğu öz-gün bir gençlik kuruluşudur. Kapitalizmin bu acımasız koşullarında bile, yeni bir insan tipi yaratmayı amaçlayan çeşitli çalışmalarımızı uygun bir fırsatta sizinle yüz yüze de konuş-mayı umut ediyoruz.

Sizin Ortadoğu’dan Latin Amerika’ya ka-dar geniş bir yelpazede yazmakta olduğunuz “bizden” öyküleri, köşe yazılarını hep zevkle okuduk ve bundan sonra da okumaya devam edeceğimizi bilmenizi isteriz. Ancak kamuo-yunun ve en başta da sizi takip eden arkadaş-larımızın yanlış bilgilenmemesi için kaleme aldığımız bu mektubu bilginize sunarız.

Saygıyla.

TÜM-İGD’li gençlerden Ece Temelkuran’a

Süheyl Batum

Burhan Kuzu

24

’den haberler

Page 25: İlerici Gençlik Sayı 27

Son zamanlarda yaşanan ekonomik krizler, depremler, felaketler silsilesi ve bir de Ekim Devrimi’nin yıldönümü olması dünya günde-mini gittikçe yoğunlaştırdı. Özellikle dikkat çeken birkaç ülkeden son durumları aktarı-yoruz.

İşçi sınıfı ayakta!..

Tarihinde sosyalizm ve devrim adına birçok yaşanmışlığı olan bir ülkede işçi sınıfı ve öğ-renciler el ele bir kazanım mücadelesinde ba-rikatlarının arkasına geçti ve onurlu bir hak savaşımı verdi. Ülke bütçesini zorladığı iddia edilen emeklilik sistemini değiştirmek yanlısı olan Fransız Hükümeti’ne karşı süreklilik ka-zanmış olan grevler uyuyan canavarı yeniden uyandırdı.

2008 yılında batan bankaları kurtarmak için iki hafta içerisinde 120 milyar avroyu heba eden ve 2009 yılında bütçe açığının 32 mil-yar avro olduğunu belirten Fransız hükümeti, zenginleri daha fazla zenginleştirmenin fatu-rasını işçilerden, emekçilerden, daha doğma-mış olan çocuklardan çıkarmak istercesine emeklilik yaşını yukarıya çekmek üzere bir reform tasarısı hazırlamış ve meclise sun-muştu. Tabii içeriğine bakıldığında korkunç derecede sosyal adaletsizlik içerdiği, özellikle kadınlar için, gözden kaçmamaktadır.

Bunun üzerine Fransa’da toplam da 7 genel grev gerçekleştirildi. Bu grevlere milyonlar-ca işçi, emekçi, öğrenci destek verdi. Okullar tatil edildi, patronlar isyan etme noktasına geldi. Fransız Hükümeti yine çareyi şiddet-te, faşizmde buldu. Binlerce emekçi ve öğ-renci gözaltına alındı, polisten şiddet gördü. 10 gün sürmüş olan 7. grevde tren yollarının

Dünyada neler oluyor?yarısından çoğu, hava yollarının yarısına ya-kını, okulların dörtte biri, temizlik işçilerinin çoğu, petrol şirketlerinde çalışan işçilerin yüzde 90’dan fazlası Fransa’da hayatı durdur-du.

Bütün bu başarılı eylemlere, grevlere rağmen alevini sonuna kadar koruyamayıp güçlü halk muhalefetinin zayıflamasıyla hükümet tasa-rıyı meclisten geçirmiş ve cumhurbaşkanlı-ğınca onaylanmıştır. Bu süreç egemenlere ve tüm dünyaya işçi sınıfının gücünün ne kadar korkutucu ve etkileyici olduğunu gösterdi. Sonuç egemenler için kesinlikle bir galibiyet değil aksine bir şok etkisi, bir korku halidir; Sosyalizm ateşinin güçlü bir kıvılcımıdır.

Yunanistan’da son durum...Süreklilik kazanmış olan eylemlilik sürecinin ardından Yunanistan’a baktığımızda Komü-nist Parti’nin (KP) basın açıklamaları, eylem-leri ve organize ettiği genel grevlerinde büyük ölçüde başarılı olduğunu hep beraber gördük. Fakat anarşistlerin saldırgan tutumları ve medyaya sanki komünistlerin de bu tutuma sahipmiş gibi gösterilmesi açıkçası KP’nin ey-lemlerinde yavaşlamaya neden oldu. Başarılı bir şekilde başlamış ve bir süre devam etmiş olan süreç net bir şekilde beklediğimiz sonu-ca varamadı.

Her şeye rağmen 7 Kasım yapılmış olan yerel seçimleri incelediğimizde; Halkın yüzde 45’i sandığa gitmemiş, oy kullananların yüzde 10’u geçersiz oy kullanmış, KP oylarını yüzde 7’lerden yüzde 15’lere taşımış, iktidar partisi (PASOK) bir milyon, muhalefetteki Yeni De-mokrasi Partisi 600 bin civarında bir oy kay-bına uğramıştır.

Yunanistan basınına baktığımızda bütün medya organları bu verilerin bir ikaz an-lamına geldiğini ve sonucu ‘Papandreu ile IMF-AB programının bitişinin başlangıcı’ şeklinde yorumladığını görüyoruz. Kısacası seçimlerden çıkan sonucu özetlersek Yuna-nistan halkı da devrimci saflarda yoğunlaş-mış ve geleceğe dair umut verici bir manzara sunmuştur.

Sadece işçiler değil öğrenciler de haklarını istiyorAvrupa’daki hak gasplarına karşı sadece iş-çiler değil öğrenciler de sokaklara çıkarak tepki gösteriyor. Fransa’da emeklilik yaşı ile ilgili düzenlemeye karşı lise ve üniversite öğ-rencileri de işçilerin yanında yerini alırken İngiltere’de üniversite harçlarını 3 kat art-tırmayı öngören zamlara karşılık 10 Kasım 2010’da 50 bin öğrenci Londra sokaklarına akın etti. Muhafazakâr Parti binasını hedef alan öğrenciler birçok üniversiteyi işgal ede-rek, hükümete göz dağı verdi.

Sadece Fransa ve İngiltere’de değil İtalya’da da öğrenciler sokakları zapt etti. Ekim ay-larında başlanan hükümetin eğitimin özel-leştirilmesini ve bütçe kısıtlamasına gitmeyi öngördüğü yasa tasarısının son oylaması 30 Kasım 2010’da yapıldı. Yaklaşık 300 bin öğ-renci yasa tasarısının geri çekilmesi için Pisa Kulesi, Kolezyum (Roma) ve Mole Kulesi (To-rino) başta olmak üzere Milano, Roma, Flo-ransa, Torino, Perugia, Napoli, Catania, Sa-

25

Dünyadan haberler

Page 26: İlerici Gençlik Sayı 27

Rusya Komünist Partisi’nin teşebbüsüyle Moskova’nın en ünlü caddesi Tverskaya’da düzenlenen sokak yürüyüşüne yaklaşık 50 bin kişi katılırken, Lenin ve Stalin posterleriyle Sovyet dönemini hatırlatan eylem, Karl Marx heykeli önünde (Kızıl Meydan’da) düzenlenen mitingle devam etti.

Mitingde konuşma yapan KP lideri Gennadiy Zyuganov, Bolşevik Devrimi’nin bütün dünya için öneminin gittikçe arttığından ve özellik-le gençlerin devrimci duygularının pratikte de yer bulmaya başladığından bahsetti. Aynı zamanda Kızıl Meydan’da bir de 1941’de Nazi Almanyası’na karşı düzenlenen seferin can-landırılması yapıldı.

Moskova’nın yeni Belediye Başkanı Sergey Sobyanin de; “Kızıl Meydan’da gerçekleşen tören tüm dünyaya Moskova’nın hâlâ canlı olduğunu ve düşmanlarını alt etmeye hazır olduğunu gösteriyor.” dedi.

∎ Yücel AKTÜRK

lerno ve Palermo’daki 15’ten fazla üniversiteyi öğretim görevlileri ile birlikte işgal ederek, ya-nıt verdiler. Portekiz, İrlanda ve Hollanda’da da öğrenciler hükümetlerin eğitim politika-ları ve kayıt paralarına yapılan zamlara karşı sokaklarda.

Felaketler ülkesi: Endonezya

Birkaç gün içerisinde art arda gelen deprem, tsunami ve volkan patlamaları ile karşı kar-şıya kalmış olan Endonezya’da yetersiz kalan yardımlardan dolayı hala bulunamamış yüz-lerce insan var. Rakamsal olarak baktığımız-da, tsunaminin ardından 468 ev tamamen yıkılmış, 200 nüfuslu bir köy adeta haritadan silinmiş, 338 kişi yaşamını yitirmiş, deprem-den dolayı 343 kişi hayatını kaybetmiş, volkan patlamasının ardından ise 30 kişi ölmüştür. Tabii cesedine bile ulaşılamayan binlerce in-sanı da unutmamak gerekir.

Böylesi felaketlerin yaşanmış olduğu ülkede aslında deprem kuşağında ve aktif yanardağ-ları var. Bunların bu kadar net biliniyor olma-sına rağmen hükümet tarafından alınmayan önlemler, ilk felaketten günlerce sonra ancak gelebilen ama yetersizliği besbelli yardım ge-milerinin yanında bir de Temsilciler Meclisi Başkanı Marzuki Ali, deniz kıyısında yaşa-yanların tahliye edilmesi gerektiğini ve “dal-galardan korkanlar deniz kıyısında yaşama-malı” gibi böylesi bir açıklama yapmıştır. Bu olayların daha yarası kapanmamışken ABD Başkanı Barack Obama da Endonezya’nın kalkınmakta olan bir ülkenin demokrasi ve çeşitliliği bir arada nasıl barındırdığının ör-

neği olması gerektiği gibi yüz kızar-tıcı bir tutum sergilemiştir.

HaitiOcak ayında yaşanan ve 220 bin in-sanın hayatını kaybettiği depremin ardından ortaya çıkan kolera salgını Haiti’de ölüm saçıyor.

Çok sayıda kişinin ölümüne, binler-ce kişinin evsiz kalmasına, yaklaşık 50 bin kişinin tahliyesine neden olan Tomas Kasırgası’nın ardından daha da kötü bir durum alan salgının en büyük kaynağının Haiti’nin merke-zini ikiye ayıran Artibonite nehri olduğu belirtiliyor. Bu durum kar-şısında yetersiz hastane imkânları sebebiyle Haitililer tedavi olabilmek için kuyrukta bekliyor. Doktorlar da hastalar arasında seçim yapmak zorunda kaldıklarını ve genellikle çocukları öncelikle tedavi ettiklerini söylüyorlar.

Özellikle depremin ardından kurulan toplu yaşam bölgelerin hızla yayılan salgına yönelik Kızıl Haç’ın yaptığı açıklamaya göre hastalığa neden olan Vibrio Cholerae bakterisi tahmin-lere göre yaklaşık 200 bin insanı tehdit ediyor.

Rusya’da Ekim Devrimi kutlamalarıSon on yıldır Rusya devletince resmi bayram statüsünden çıkarılmış olan Lenin önderli-ğindeki şanlı Ekim Devrimi kutlamaları bu yıl da Komünist Parti ve sol görüşlü yapılar tarafından kutlandı.

26

Dünyadan haberler

Page 27: İlerici Gençlik Sayı 27

“Direniş silahlarının başın-da elbet emekleri var, ve bir de dillerinden düşürmedikleri şarkıları diyebiliriz… Kadın-lar iş türkülerinde direnişleri-ni, isyanlarını, kavgalarını ve mücadelelerini dile getiriyorlar. Türkü sözlerinde yaşamlarını, kaygılarını, umutlarını, eleştiri-lerini bir bir sayıyor, teker teker ortaya döküyorlar.”

İşlerin ruhu, ritmi ve somut aşamaları ile il-gili unsurları içeren ve çalışırken söylenen melodilere “kadın iş türküsü” adı veriliyor. Kadın iş türküleri Türkiye’de daha çok tarım-sal üretimle hayvancılık ve küçük atölye tarzı üretim yapan kadınların çalışırken söylediği mani ve deyişlerden oluşuyor.

Araştırmacı Filiz Bingölçe, kadınların çalışır-ken söyledikleri şarkı, türkü ve manileri “Ka-dın İş Türküleri” adlı belgeselinde derledi. 30 dakikalık olna belgeselde, Türkiye’nin Anka-ra, Adana, Rize, Trabzon, Artvin, Çanakka-le, Balıkesir, Konya, Mersin, Muğla, Antalya,

Kars, Ardahan, Burdur, Afyon, Kastamo-nu, Kayseri, Samsun ve Giresun illerinde çalışan, 36 kadın yer alıyor.

Kadınların yaşamdaki direnişlerinden, eleştirilerinden izler taşıyorKadınlar çalışır… Dünyanın her yerinde bu böyle. Nüfusun yüzde 51’ini oluşturan kadınlar dünyadaki işlerin “dörtte üç”ünü yapıyorlar… Bunca çalışmaya karşılık al-dıkları gelir oranı “onda bir”i geçmiyor, tapusunu edindikleri mülkiyet oranı ise yalnızca “yüzde bir”de kalıyor. Bu dün-yasal bir gerçeklik… Türkiye’de de aynen geçerli olan haksız bir gerçeklik.

Evet kadınlar çok çalışıyor, çok yoruluyor, genellikle çok sömürülüyor… Ancak direndikleri, hiçbir acının altında ezilmemek için gay-ret ettikleri, yaşama sevinç-lerini kaybetmedikleri de bir başka gerçek.

Her iş gününde ve Türkiye’nin her yerinde ya-şanan ancak pek de duyulur hale gelmeyen bir olgu ola-rak “Kadın İş Türküleri” ka-dınların yaşamdaki direniş-lerinden, eleştirilerinden ve

mizah duygularından da güçlü izler taşıyor.

Yönetmenin görüşü“Kadın İş Türküleri belgeselini çekerken eki-bim ve ben Anadolu’nun değişik yerlerinde çalışan 36 kadınla uzun sohbetler gerçekleş-tirdik, 40 derece güneşin altında birlikte ter döktük ve neşeli molalarda şarkılar türküler maniler söyledik. Hayat zordu, monotondu ve az ücretli işlerin başında tutsak olduğunun tüm kadınlar farkındaydı. Ama özgürleştik-leri anlar yok muydu? Elbette var. Birlikte eğ-lenilen, dans edilen ve şarkı söylenen anlarda onların da bizim de tüm ağırlıklardan kurtul-duğumuz oldu.”

“Belgesele başladığım gün elimde bir senar-yom yoktu. Kadınlar çalışacak, çalışırken maniler türküler söyleyecek, ben de çekecek-tim. Öyle de oldu! Ama onlar üstüne bir de hikayeler anlattılar, dans ettiler, aklıma ha-yalime gelmeyen orijinal bestelerle hayalimi genişlettiler.”

“Her şey kendiliğinden gelişti. Kimi kez elektrik, su ve hatta yol olmayan yaylalarda kadınların hikayelerini şarkılar ve danslarla

anlatışlarını kaydettik, kimi kez de bir kentin göbeğindeki atölyede kıyasıya eleştirilerini.”

“Kadınlarla hem çalışıp hem eğlenerek ge-çirdiğim günler bana çok değerli bir belgesel oluşturma şansı sağlamakla kalmadı, kolektif kadın bedeni ve emeğine duyduğum saygıyı bir kat daha artırdı. Bu belgeselin yönetmen-liğine girişmeden önce uzun yıllar kadın dili ve kültürü üzerine çalışmış biri olarak hep kadının eleştirel dilinin çok kuvvetli ve her alana kök salmış olduğunu düşünmüştüm. Ama kadın yaratıcılığı benim hayal ettiğim-den de daha çeşitli alanlarda kendini göster-di.”

“Sonuçta ortaya çıkan, onlar için söyleyen ya da söyleten bir belgeselden daha çok söyle-yenleri dinleyen ve onların türkülerine kulak veren bir belgesel oldu.” Diyen Bingölçe’nin belgeselinin ilk gösterimi önümüzdeki gün-lerde İstanbul’da gerçekleştirilecek

Filiz Lütfiye Bingölçe 1965 yılında Aşkale’de doğdu. Ankara Üni-versitesi, İletişim Fakültesi Rd.Tv.Bölümü-nü bitirdi. 1989- 2005 yılları arasında çeşitli basın kuruluşlarında muhabir, editör, yayın yönetmeni olarak görev yaptı. Halen AltÜst Yayınlarının yayın direktörü olarak çalışı-yor. Kadın İş Türküleri belgeseli, kadınların çalışırken söyledikleri mani ve türküler ara-cılığıyla çalışan kadınları konu edinmektedir. Yönetmenin ilk belgesel çalışmasıdır.

Kaynak: www.kadinisturkuleri.com

(Women’s Work Songs)Kadın Is Türküleri,.

27

Page 28: İlerici Gençlik Sayı 27

Frida Kahlo ve Diego Rivera’nın eserleri, Türkiye’de ilk kez sergilenecek. İstanbul, Suna ve İnan Kıraç Vakfı Pera Müzes’nde 23 Aralık’ta sanatseverlerle buluşacak.

Jacquesve Natasha Gelman’ın koleksiyonunda yer alan, Meksika’nın ulusal kültür varlıkları envanterine kayıtlı ve Meksika dışında çok az sayıda sergilenen çiftin en önemli eserle-rinden oluşan 40 yapıt, 20 Mart 2011’e kadar ziyarete açık kalacak.

Merak edenler içinFrida Kahlo (6 Temmuz 1907- 13 Temmuz 1954)Meksikalı kadın ressam Magdalena Carmen Frida Kahlo Calderon, yaşamı boyunca çek-tiği fiziksel acıların tersine tüm resimlerinde yaşama sevincini, mücadeleyi, direnmeyi ve halkına duyduğu sevgiyi yansıttı. Resimlerin-de kendi portresini Meksikalı köylü bir kadı-nın kıyafetiyle ya da örneğin bir işçinin tu-

lumuyla işler. Frida, hiç tartışmasız yirminci yüzyılın en önemli Meksikalı ressamlarından biridir.

Hastalıklar onun hayatı boyunca hiç peşini bırakmaz. Küçükken geçirdiği çocuk felcinin ardından ona kalan; hafif topallayan bir ba-caktır. Buna bir de, on dokuz yaşında geçirdi-ği korkunç otobüs kazası eklenir. Artık hayatı korseler, hastaneler ve doktorlar arasında ge-çecek; bu en sonunda sağ bacağının kesilme-sine kadar böyle sürüp gidecekti. Renkli ve ilginç yaşamını akciğer yetmezliğinden yitir-diğinde, bir gün önce yaptığı son tablosunun adı “Yaşasın Hayat”tır.

Yaşamının büyük bir bölümünü yatakta başının üstünde duran, “gündüzlerinin ve gecelerinin celladı” olarak tanımladığı bir aynaya bakarak geçirdiği için sürekli oto-portre çizmiştir. Resimlerindeki ustalık, Pab-lo Picasso’ya bile “Biz onun gibi insan yüzleri çizmeyi bilmiyoruz” dedirtmiştir.

Diego Rivera ( 8 Aralık 1886- 24 Kasım 1957)Özellikle duvar resimleriyle ünlü Meksikalı ressam. Meksikalı ressam Frida Kahlo’nun ko-

cası. Latin Amerika’da ve ABD’de fresk sanatı-nı yeniden canlandırdı. Duvar resmi yapmaya genç yaşta başlayan Ri-vera, Meksiko’da San Carlos Güzel Sanatlar Akademisi öğrencisiy-ken, öğrenci eylemine katıldığı için okuldan atıldı. Öğrenimini sür-dürmek için İspanya’ya giden Rivera, daha son-ra Paris’e yerleşti. Orada Pablo Picasso ve Ame-deo Modigliani gibi sanatçılarla dost oldu. 1920’de Rönesans döne-mi fresklerini incelemek üzere İtalya’ya geziye

çıktı. İtalya’da gördüklerinden çok etkilenen Rivera, ülkesinde uygulamak için taslaklarını çizdi.

Frida Kahlo’nun kocası olan Diego Rivera, özellikle duvar resimleriyle ünlü Meksika-lı ressamdır. Latin Amerika’da ve ABD’de fresk sanatını yeniden canlandırdı. Duvar resmi yapmaya genç yaşta başlayan Rivera, Meksiko’da San Carlos Güzel Sanatlar Aka-demisi öğrencisiyken bir öğrenci eylemine katıldığı için okuldan atıldı. Öğrenimini sür-dürmek için İspanya’ya giden Rivera, daha sonra Paris’e yerleşti. Orada Pablo Picasso ve Amedeo Modigliani gibi sanatçılarla dost oldu. 1920’de Rönesans dönemi fresklerini in-celemek üzere İtalya’ya geziye çıktı. İtalya’da gördüklerinden çok etkilenen Rivera, ülke-sinde uygulamak için taslaklarını çizdi.

1921’de Reform yanlısı Alvero Obregon’un devlet başkanı seçilmesi üzerine Meksika’ya döndü. Yakın geçmişteki Meksika Devrimi’nin umutlarını ve eylemlerini dile getiren siyasi ve toplumsal içerikli bir dizi duvar resmi yaptı. ABD’de Detroit’te Detroit Sanat Enstitüsü ve New York kentindeki Roc-kefeller Merkezi için de duvar resimleri yapan Rivera’nın resimleri o günlerde siyasi içerik-lerinden dolayı yoğun tartışmalarla karşılaş-tı. Fresklerin çarpıcı renkleri, cesur, yalın ve anıtsal üslubu ABD’de ve Latin Amerika’da fresk sanatını yeniden canlandırdı.

Kaynaklar: wikipedia.org

Petrol-iş Kadın Dergisi

Frida Kahlo ve Diego Rivera’nın eserleriilk kez İstanbul’da

28

Page 29: İlerici Gençlik Sayı 27

kellelerini getiriyormuş. Yine böyle Türk bir aile var. Ani’nin ileri gelenlerinden Odabaşı-oğlu, oğlunu evlendirecek, evlendiremiyor. İlk gece hakkı olarak gelinini Kıllı Orhan’a ver-mek istemiyor. Gizlice kaçarlar Ani’den. Kralın adamları bunları bulur, getirirler Kralın yanı-na. Gence: ‘Buyruğa karşı geldin, herkese ibret olsun.’ diyerek çıkarır darağacına. Son isteğini sorar gence. O da: ‘Ey dağlar taşlar, ey bin yıllık Ani, bu adaletsizliği, bu haksızlığı görüyor ve yerinde duruyorsan, söyleyeceğim bir şey yok. Yıkılsın bu Ani.’ der ve altındaki sandalyeye tekme vururken bir deprem olur. Her yer yerle bir olur. Hikâye bu ya Tanrı bu feryadı duymuş, depremle burayı yerle bir etmiştir. Bu arada Kıllı Orhan’ı da ejderhaya çevirmiştir…” Reh-ber devam ediyor anlatmaya: “Kars’ta ejderha çok önemlidir. Fırtına çıktığında ejderha yine kuyruğunu indirdi derler. Perdelerde, örtülerde ejderha figürüne çok rastlanır.”

∎ Tayibe ÖNEL

ilk yerleşim yerlerinden biri. Hatta bir dönem baş-kentlik yapmış Ermenilere. Ama atalarının inşa ettiği, yaşadığı şehri sadece uzak-tan görebiliyor, gelip geze-miyorlar. Ani Harabeleri’nde; Tigran Honents Kilisesi, planı haç şeklinde olan Büyük Ka-tedral (Sultan Alparslan’ın Ani’ye gelmesinden son-ra camiye çevrilmiş ve ilk fetih namazı kılınmış. Bu nedenle Katedral’e Fet-hiye Camii de deniyor.), Anadolu’da inşa edilen ilk Türk Camisi de yine Ani’de: Ebul Manucehr Camii, İpek Yolu Köprüsü (Bu köprü karşı kı-yıyla ulaşımı sağlamak amacıyla nehir üstünde onuncu yüzyılda Bağratlı Krallığı dönemin-de yapılmış. Ancak günümüze sadece köprü ayakları kalmış. Ayrıca İpek Yolu Köprüsü Türklerin Anadolu’ya geçtikleri köprü.), Baki-reler Manastırı, Kız Kalesi, Polatoğlu (Abuk-hamrents) Kilisesi, Gagik Kilisesi (Bu kilisenin tıpatıp kopyasının Ermenistan’da da olduğu

söyleniyor.), Arak Elots Kilisesi (1031 yılında inşa edilen kilise 1064 yılında Selçuk Türkleri tarafından kervansaray haline getirilmiş.), Zer-düşt tapınağının kalıntıları bulunuyor. Yirmi dört uygarlığa ev sahipliği yapan bu antik kent-te Türkler, Ermeniler, Gürcüler, farklı kültürler, yüzyıllarca yaşamış bu topraklarda kardeşçe. Kars’ta bir söz var: “Ani bir dünya ama dünya bir Ani değil.”

“Yıkılsın bu Ani”Rehberimiz, Ani’nin yıkılış öyküsünü anlatıyor: “Vaktiyle Ani’de Türkler tarafından ‘Kıl-lı Orhan’ diye adlandırılan çok zalim bir kral yaşarmış. Onun zalimliği yüzünden genç ku-şaklar evlenemez hale gelmiş. Çünkü her evlenen çiftin ilk gecesini kendisiyle geçirmesini şart koşmuş. İnsanlar evlenmek için İran’a, Kafkasya’ya kaçma-ya başlamış. Kralın adamları kaçanların peşinden giderek

Kars’a 42 km. uzaklıktaki Ocaklı Köyü sınırları içinde yer alan Ani Harabeleri Türkiye-Erme-nistan sınırını ayıran Arpaçay nehrinin batı yakasında Türkiye sınırları içerisindeki bir an-tik şehir. Burada Gürcü, Pers, Ermeni, Roma, Bizans, Selçuklu kültürleri yeni sentezlere ulaş-mışlar. Buradaki kilise, cami, kervansaray, Zer-düşt tapınağı gibi yapılar yıkık dökük olmaları-na karşın inceliklerini koruyorlar. Ermenistan size o kadar yakın ki elinizi atsanız tutacaksı-nız… Unutulmuş, zamana terk edilmiş Ani sizi bekliyor… “Ani’nin önemi nedir?” diye sorulursa, yanıtı bu konularda kafa yormuş bir yazara, Tekin Sönmez’e bırakalım: “Urartu, Huri paganizmi-nin, Zerdüşizmin, erken Hıristiyanlık ruhani-liğinin, Musevi hazaraların, Avşar Türklerinin, tengrici şaman Oğuz boylarının, İslami Türk-menlerin, mazdeist Perslerin, Budist mongol-ların, kısaca Orta Asya, Sibirya mongol-tonguz şamanizmine kadar arkaik evrelere uzayan bü-tün yollar Ani’den geçmiş…” Tekin’e göre, Gür-cü, Pers, Ermeni, Roma, Bizans, Selçuklu kül-türleri yeni sentezlere burada ulaşmışlar. Ani, en yüksek kent uygarlığına bağımsız Gregoryen Prenslikleri döneminde ulaşmış…Antik kent yirmi dört uygarlığa ev sahipliği yapmış. Savaşlarla, depremlerle ölesiye yıpran-mış. Tüm unutulmuşluğuna ve zamana terk edilmişliğine rağmen inadına ayakta kalmak için direniyor Ani. Ani’de ilk yerleşim Urartulara ait. Ocaklı Köyü de Urartu mezarlığının üstüne kurulmuş. De-rede vadi boyunca mağaralar bulunuyor. İn-sanlar 1955’e kadar bu mağaralarda yaşamış. Öğrendiğimize göre, Adnan Menderes “yıkın bu gâvurların evini” deyince onlar da taşınarak Ocaklı Köyü’nü kurmuşlar.Türkiye-Ermenistan arasında doğal bir sınır olmuş Arpaçay. Ermeni taş ocakları rahatlıkla görülebiliyor. Nehrin öteki tarafında araçlar gidip geliyor. Şimdi şurası tam yanı başınızda-ki yer Ermenistan mı oluyor? Öğreniyoruz ki, Ermeniler Ani’yi izleyebilmek için tur düzenli-yorlarmış. Ani’yi uzaktan izleyip gidiyorlarmış. Ermenistan’ı görmenin sevinci yerini hüzne bı-rakıyor. Oysa koşarak karşıya geçebilecekmiş-siniz gibi geliyor, ama yasak... Ani, Ermenilerin

Kültürlerin kol kola girdiği antik kent: Ani

29

Page 30: İlerici Gençlik Sayı 27

Kadın saçlarını savura savura yürüyor. Tüm er-keklerin gözü onda. Kimi önündeki direğe çar-pıyor, kimi elinde ne varsa düşüyor. İşte şampu-anın gücü. Kadının hiçbir derdi kalmamıştır, mutludur… Orta yaşlarda bir kadın ve cildinde kırışıklıklar. Mucizevî kremi yüzüne sürer. Kı-rışıklıklar gider genç kız gibidir. “Gerginlikti”, “yorgunluktu” eser kalmamıştır, hele geçim sı-kıntısı. Öyle bir şey zaten yoktur ki!

Sinekkaydı tıraşını olmuş, takım elbisesini giy-miş, kravatını takmış genç bir adam iş yerin-de… Etrafında mini etekli kadınlar. Güler yüz-lü patronu –tıpkı babası-, onu yaptığı işlerden dolayı kutlar. Böyle bir dünyada ne grev vardır, ne sendika, ne maaş derdi, ne de ücret artışı gibi sorunlar.

Bu dünyada tıklım tıklım bir otobüse binilmez, metrobüse ya da metroya… Son model …. mar-ka lüks otomobiller vardır.

Emeklilik hayali gören bir çift. Siz düşünmeyin bir banka sizin emeklilik hayallerinizi gerçek-leştiriyor. Siz emekli olun yeter, gerisi onların işi. Hangi ülkenin hangi adasına gitmek istersen emekli olduğunda yerin hazır.

Artık ay sonunu getirme sorunu diye de bir şey yok. Her türlü kredi, yatırım planı, emeklilik hallolmuştur. Zaten bırakın canım, faturaları-nızı da onlar ödüyor. Bunalım, işten çıkarılma, işsizlik, evsizlik diye bir şey kalmamıştır or-tada. Yeni kredi kartı sayesinde her şey önüne serilmiştir. Artık kaygı maygı yoktur. Mucizevî kartı sayesinde istediği yere gider, istediğini alır hem de cebinden beş para çıkmadan.

Bebekler, kullanılan bezler sayesinde artık mı-şıl mışıl uyur. Kullanılan mamalar sayesinde de sağlıklı büyür. Gülerler, hoplarlar, zıplarlar. Bu çocuklar hiç ağlamaz, hiç bitlenmez, hiçbir hastalığa da yakalanmazlar. İşte mutlulukta bunlardır.

Böyle bir dünya işte. Düşler dünyası. Hepimiz bu dünyayı yakından biliyoruz. Reklam dünya-sına hoş geldiniz.

Her yer; sağımız, solumuz, önümüz, arkamız reklam. Otobüs beklerken, gazete okurken, tele-vizyon izlerken reklamlara maruz kalıyoruz. Ne kadar kaçmaya çalışsak da her yerden karşımıza çıkıyorlar. Kimisi kısa film tadında olan bu rek-lamlar muhteşem bir kurguyla bize sunuluyor.

Çektiği her fotoğraf tartışma konusu olan dün-yaca ünlü reklam fotoğrafçısı Oliviero Toscani, reklama karşı dava açmak istediğini söylüyor. Hangi suçlamalarla mı? Dev boyutlu paraları boşa harcama suçu, toplumsal yararsızlık suçu, yalancılık suçu, akla karşı işlenen suç, çaktır-

madan inandırma suçu, saçma ve boş şeylere tapındırma suçu, dışlama ve ırkçılık suçu, sivil barışa karşı işlenen suç, dile karşı işlenen suç, yaratıcılığa karşı işlenen suç ve yağma suçlamasıy-la. Bu suçlamalardan bazılarına deği-nelim.

Toplumsal yararsızlık suçu: Toscani, reklamlarda neden egzoz gazlarının yarattığı hava kirliliğini –ozon taba-kasının delinmesini-, giderek artan otomobil sayısının yarattığı büyük toplumsal sorunlara hiç değinmedik-lerini soruyor. Çünkü diyor, trafik kazazedeleri can çekişirken satış devam etmelidir. Reklam dünyası düşünmeyi ve halkı aydınlatmayı hiç mi hiç istemiyor.

Dışlama ve ırkçılık suçu: Toscani burada Hitler dönemini örnek gösteriyor. Hitler propagan-dasının grafik bir simgeyle nasıl sunulduğunu söylüyor. Bu kaygı uyandırıcı, seçmeci ve ırkçı düş dünyasının reklamla hala varlığını sürdür-düğünü söylüyor. Diyor ki, bugün bir reklam-da yoksulları, göçmenleri, kazaya uğramışla-rı, başkaldıranları, işsizleri, büyük toplumsal sorunları, bir bunalımı, deri hastalarını, çevre yıkımını, uyuşturucu bağımlılarını, gençlik patlamalarını göremezsiniz.

Yağma suçu: Bir film çıkmaya görsün, bir dü-şünce akımı giderek yerleşmeye, bir güncel olay kişileri sarsmaya, bir sanatçı bir atılım yapma-ya görsün, reklamcılar o saat üzerine atılırlar. Feministler 70’li yıllarda yankı mı yapmış? Hemen … markalı herhangi bir şey kadını öz-gürlüğe kavuşturur. Toscani’ye göre reklam,

düşünce akımlarını, müzik akımlarını, basını, sinemayı mikroplardan (?) arındırarak ve tüm içeriğini boşaltarak yağmalamayı bir uzmanlık olanı olarak benimsemiştir.

Yaşasın peynir devrimi!Son zamanlarda sosyal sorumluluk projesi kapsamında yapılan reklamlar var. “Karde-len” örneğin. Kardelenler okumalı tabi, diyecek bir söz yok. Peki, ya okuyup da öğretmen olan Kardelen’in durumu ne? Bundan söz eden yok. Hepimiz biliriz malum firmanın “kirlenmek güzeldir” reklamı. Gerçekten güzel bir reklam.

Bu reklam sosyal sorumluluk projesi haline ge-tirildi. Yoksul semtlerde çocuklarla görüşüldü, fotoğraflandı, onların yaptığı resimlerin ve gö-rüşlerin yer aldığı kataloglar çıkarıldı. Buradan bakınca ne de güzel işler yapıldı. Ancak rek-lamın cinsiyetçi yanı vardı. Kirlenmek güzel-di ve yıkayan anne olmalıydı. Kadının evdeki konumu aynıydı. Ve zaten tüm bunlar şovun parçasıydı. Bu tür örnekleri çoğaltmak müm-kün. Asıl değinmek istediğimiz şey reklamlarda son dönemlerde karşılaştığımız “sol söylemler”. Tüketim toplumu artık tüketmiyor. Bu ekono-mik bunalım döneminde neden tüketmeli ki? “Alın-verin ekonomiye can verin” reklamları da sökmüyor. Böyle olunca da farklı yollar arayı-şına giren reklam dünyası halka inebilmek için ya da kavramların içini boşaltmak için sol söy-lemlere başvuruyor. “Devrim” kelimesinin nasıl istismar edildiğini, yozlaştırıldığını, içinin bo-şaltılmaya çalışıldığını görüyoruz reklamlarda.

Son zamanlarda reklamlarda dönen “peynir devrimini” hepimiz biliyoruz. Peynirde devrim yapılmış! Peynirler, “Yaşasın peynir devrimi”, “Yaşasın peynir kardeşliği”, “Demokratik sofra-lar istiyoruz”, “Peynirde açılım istiyoruz”, “lez-zete özgürlük”, “ hepimiz peyniriz”, “hep aynı hep aynı nereye kadar”, gibi döviz ve pankart-larla yürüyorlar. Fonda da “peynir devriminin marşı!” çalıyor. Peynir devriminin manifestosu ise şöyle başlıyor: “Biz burada bugün, o veya bu lezzette, renkte ya da şekilde peynirler ola-rak değil, her biri değişik karakterde, ayrı birer lezzet olarak, sofraları tekdüzelikten kurtarmak amacıyla sesimizi yükseltiyoruz ve peynir dev-rimini müjdeliyoruz…”

Bu reklamın kampanyası “yaşasın peynir devri-mi” başlığıyla burjuva basında da haber olarak yer aldı. “Devrim” kelimesi yıllarca halka kötü gösterildi. Devrim, korkulması gereken kelime, devrimci ise topa tutulması gereken başı ezilme-si gereken kişiydi. Öyle ki, 80 Darbesi’nin ardın-dan devrim kelimesi yerine aynı anlama gelen “inkılâp” kelimesi getirildi. İnsanların hakkını aramaması için, susması için elinden geleni ar-dına koymayan bu zihniyet, hakkını arayanları “devrim” diyenleri hep kötü gösterdi. Peki, şim-

Düş dünyası ve sol söylem

30

Page 31: İlerici Gençlik Sayı 27

Muş doğunun göbeği. Soğuk kasvetli şehri uzak, bir sorsan neredesin diye, dünyanın en gereksiz yeri diye. NEDEN? Nedeni kışı, in-sanı; ama gel gör de ovasını suyunu hele hele karpuzunu yememişse yabancı, eh eh hele o güzel dağlarının havasını uzun uzun kıvrılıp sallanan kavak ağaçlarının altında aşkını taze-lememişse fakirin açın halini görmezden gele-bilmişse diyeceği bu işte, bu şehir gereksiz diye.Ben Muş’un kendisini değil de cevherini an-latayım, Vartomu. Eski adıyla “gımgım” ner-den geliyor adı biliyor musunuz, anlatayım o zaman. Goşgarbaba Dağı var en tepesinde Varto’nun. Bingöl dağlarının ortasında tek ba-şına padişah. Yaklaşık bin metre yüksekliğin-de, çıktığın zaman kendisinden önce sesi güm güm diye gelir, adı da buradan gelme.Varto, Doğu’nun küçük İstanbul’u. Renk renk insanları, kargaları, kavakları... Bingöl ve Şera-fettin Dağları’nın ortasında kalmış, siyasetin içinden yaşayıp hayatını siyasete göre biçim-lendiren ilçesi. Muş’un sağındadır. Gittikçe Varto’ya bir dağa çıkarcasına yüksele yüksele gidersiniz. En sonunda ulaştığınızda ufak iki çarşısını görürsünüz. Aşağı ve yukarı çarşı. Aşağı çarşı aynı renk insanlar. Peçeli kadınlar, kapalı kızlar, kapalı mekanlar... Düşünceleri de öyle sanırsınız, konuşmaktan korkarsınız. Yu-karı çarşısı, özellikle belirtmem lazım. Gülü-yorum şu an, nasıl böyle küçük yerde bu kadar farklılık olur diye. Ayrı dünya. Eğer mevsim yaz ise, herhangi bir yaz şehrinin sıcağına göre giyinmiş kızları, jöleli, parfümlü erkekleri gö-rürsünüz.

Aslında meşhurluğu yaptığı siyaseti, okuttuğu gençleri ve dağları, meşhurluğu kendisi. Erme-niler yaşamış sürgünden önce buralarda. Çok çalışkan millet oldukları söylenir hâlâ. Maden-cilik yapmışlar. Her ilkbaharı gören kazmasını eline alır başlar aramaya. Böyle bir esprisi var bizimkilerin. Karakoyunlular yaşamış mesela, her yerde kendilerinden izler bırakırcasına.Yaylaları meşhur. Annemle çıkardık hep. Hiç sıkılmazdım dağlarda, dağların güneşi doğu-ruşuna her zaman büyük bir hayranlığım var-dı, bu da benimle ilgili bir şey işte. Her sabah güneş benimle doğsun isterdim. Yaylalarda ka-dınlar olurdu hep, çocuklarıyla tabii. Bağırırlar hep sabah sabah “ane ane” diye. Ben de uyanır-dım onların şen sesine. İşler yapılırdı bütüün gün. Akşam olup güneşi batırdılar mı, başlardı en yaşlıları söylemeye. Birkaç genç kalkıp oy-narız söylenen şarkılarla, dahada öyle...

di bu korkulması gereken kelime nasıl oluyor da iyi bir şey olarak sunuluyor. Yani aslında onlar da “devrim”in gerekli olduğunu mu düşünüyor? İnsanların buradan çıkarması gereken sonuç “devrimlerin” iyi bir şey olduğu mu? “Kapita-lizm kendini asacak ipi bile satar” durumuyla mı karşı karşıyayız: “Devrim” yapılması iyidir. Bu reklam tamamen sol söylemlerin ayaklar al-tına alınmaya çalışıldığı bir reklamdır.

Toscani’nin “yağma suçunda” bahsettiği du-rumda işte bu. Bir düşünce yerleşmeye başla-dı mı, atla üstüne “bunu nasıl değiştirip, içini boşaltıp, pazarlarım” de. Toplumda yerleşmeye başlayan bir düşünce “Yaşasın halkların kardeş-liği” bir bakıyoruz “peynir kardeşliği” olmuş!

Sadece peynirde devrim yapılmıyor tabii. Kredi kartında da var devrim. Bir de kısa bir süre önce medyada radikal bir devrim yaşandı, ona de-ğinmeden de olmaz. Doğan Grubuna bağlı olan Radikal Gazetesi, diğer burjuva gazetelerinde yer almayan haberlere yer veriyor. Bu özelliğiyle sola yakın bir gazete olarak görenlerde var. An-cak bunu yaparken ki amacı “peynir devrimin-den” farklı değil. Amaç, muhalefeti de bir şekil-de kendine bağlayarak muhalif sesi susturmak. Referans Gazetesi ile birleşen gazete önce birçok çalışanı işten çıkardı. Ardından yeni yönetim kuruldu ve yönetimde sadece iki kadın yer aldı. Bunun ardından “Medyada Radikal Devrim” sloganıyla 17 Ekim’de çıkan gazete 1917 Ekim Devrimi’ne de üstü kapalı gönderme yaptı. Bak-tığımızda ise yapılan devrimin sadece boyutun-da olduğunu gördük.

Soğuk savaş yıllarında devrimden bahsetmek, Marks okumak, Che tişörtü giymek takip edil-me nedeniyken, SSCB’nin ardından yasaklanan kavramların içi boşaltılmaya başlandı. Che ti-şörtleri gibi. Şimdi her yerde Che figürlerinin kullanıldığını görüyoruz, anahtarlıklar, kolye-ler vs. Türkiye’de kavramların içini boşaltmaya “solcu dizilerle” başladı. Şimdi de reklamlarda “devrim” söylemlerini bonkörce kullanarak bu yönteme başvuruyor.

Siyaseti demiştim, anlatmadan geçmemek la-zım. 70’leri, 80’leri, 90’ları, en içlerinde, deyim yerindeyse iliklerine kadar yaşamış memleket buraları. Bir hikâye biliyorum. Üç fidanlardan biri Hüseyin olmalı. Köyümüze gelip bir dü-ğünün halayına girmiş. Düğününde oynadığı kişinin şu anda Hüseyin yaşında bir oğlu var, oğlunun oğlu var.Her evden biri konuşur, Alevi’si, Kürt’ü meş-hurdur buraların. Kız alıp verme yok araların-da. Anlaşamazlar da. Hep birbirlerini suçlar-lar. 80’ler 90’lar sanki kendi yarattıklarıymış gibi. Birbirlerini destekleyip kollamaları gere-kirken.22 yaşındayım bunlara üzülüp duruyorum. Hiçbir şeyi kökten değiştiremiyoruz belki de bu yüzden. Neyse... Varto’nun çok çok anlatı-lacak yeri var. Koğ Tepesi var mesela. Güneşin yılda iki kere tüm yüzüyle doğduğu. Bu yerde şenlikler düzenlenir adına. Bunun yanında Varto kalesi, adı Hazırbaba. Hazırbaba’nın da Goşgarbaba’nın kardeşi olduğu söylenir. Onun da ayrı hikâyesi var. Golasar Bingöl Dağı dağ-larında açılan kardeleni, yankılanan silah ses-leri.

Unutmadan90’larda jandarmaların evleri basmaları, ya-taklardan insanları kaldırmaları, suçluymuş gibi o insanları azarlamaları... Ne bekliyorlar, bunları yaşattıkları insanlardan. Eğitim soru-nunun, sağlık sorununun, güvenlik sorunu-nun, temel hak ve hürriyetliklerini koruyama-dıkları insanlardan ne bekliyorlar?Çok şeyi var Varto’nun, Doğu’nun Türkiye’nin her kesiminde yaşayıp görmezden gelinen in-sanları... Biliyorum, biliyoruz. Unutturulmaya çalıştırılan yerler buraları. Ama yine biliyo-rum yine biliyoruz…Hani kışın, bilmiyorum sizin oralarda da var mı? Bir ekmek serpiştirildiğinde, kışın orta-sında soğukta da olsan, hele bizim oraların soğuklukları, onlarca serçe birikir o ekmeğin başına. Bir umuttur o ekmek, onlar için o anda.İşte benim için de okuyan gençliğim, ağlayan geçmişim ve ben, kendim bir umuttur. Bu gü-zel memleketin bu unutturulmaya çalışılan şehrime.

∎Dilber KAYA

Oliviero Toscani kimdir?Çektiği reklam fotoğraflarıyla dünyanın gündeminde olan bir isim. Fotoğrafları çok tartışıldı, kimi ülkelerde yasaklandı. Fotoğraflarında yoksulluk, açlık, ırkçı-lık, savaş, Aids ve uyuşturucu gibi konu-lara değindi. Özellikle siyah-beyaz ırkı yan yana kullandı. Toscani, reklam için insanların acılarını kullandığı gerekçe-siyle çok eleştirildi. Toscani ise kendini şöyle savundu, ben reklamı araç olarak kullandım.

∎ Tayibe ÖNEL

Görünmeyen yüz

31

Page 32: İlerici Gençlik Sayı 27

“Edebiyatımızın koca çınarı” bu cümleyle başlar hayatını kaybetmiş bütün yazarların ardından yazılan yazılar. Ama aslında ne ka-dardır ki “koca çınar” olmayı hak eden yazar-lar? Halkının yaşadığı zulümlere, açlıklara, acılara, çınar olmuş kaç yazar var ülkemizde? Bu soruya birkaç isim söyleyip cevap verecek-siniz biliyorum ve yine biliyorum ki saydığı-nız isimler içinde Rıfat Ilgaz da olacak.

“Koca çınar” Rıfat Ilgaz 1911 yılında Kastamonu’nun Cide ilçesinde dünyaya gelir. Annesine göre doğum tarihi “derin kar”dadır. Yani 1910 yılının Şubat ayı. Öğre-nim hayatına Kastamonu’da başlayan Ilgaz, Ankara Gazi Eğitim Enstitüsü’nü 1938’de bitirir. Adapazarı’nda Türkçe öğretmenliği görevine başlayan Ilgaz’ın bir ömür sürecek edebiyat yaşamı 1940’da Gığır, Oluş, Ulus, Güneş, Yücel, Varlık, Hamle ve Yeni İnsan-lık dergilerinde şiirlerinin yayımlanması ile başlar. 1942’ye gelindiğinde Ömer Faruk Top-rak ile Yürüyüş dergisini çıkarırlar. Yürüyüş Dergisi’nde Orhan Kemal, Sait Faik, Cahit Irgat, A. Kadir ve dergide İbrahim Sabri kod adını kullanan Nazım Hikmet gibi şair ve ya-zarlarla çalışır. 1943 yılında şiirleri çok ilgi gören ilk kitabı “Yarenlik” yayınlanır. Bunu bir yıl sonra yayınlanan “Sınıf” adlı kitabı iz-ler. Ne var ki bu kitap sıkıyönetim kararı ile toplatılır ve bu Rıfat Ilgaz’ın devletle ilk ama son olmayacak karşı karşıya gelişi olacaktır.

1947 yılının Şubat ayında Sabahattin Ali, Aziz Nesin ve Mim Uykusuz ile politik mizahı te-mel alan Markopaşa dergisini çıkarır. Mizah olsa da politik olan her şeye karşı duran dev-let Markopaşa dergisini yasakladı fakat dergi kadrosunda ki yazarların boğun eğmeye hiç niyeti yoktu. Bunun üzerine Markopaşa, Ma-lumpaşa, Merhumpaşa, Hür Markopaşa gibi isimlerle sistemin sorunlarını mizah yoluyla anlatmaya devam etti.

1940’lı yıllar 2. Dünya Savaşı’nın tüm çir-kinliği ile devam ettiği yıllardır. Türkiye halkları dünya halkları gibi savaşın getirdiği acıyı, yoksulluğu iliklerine kadar hissederler. Bu dönemde devlet solcu avı başlatmış, ırkçı

dergilerde solcuların adı çarşaf çarşaf verile-rek yakalanıp işkence görmeleri sağlanmıştır. Bu dönemi Rufat Ilgaz “Karartma Geceleri “ kitabıyla anlatır. Aynı isimle 1990 yılında Yu-suf Kurçenli tarafından sinemaya aktarılan kitapta 2.Dünya Savaşı yıllarında hava karar-masından itibaren evlerde ve işyerlerinde ya-pılan karartmalar anlatılsa da özünde İsmet İnönü döneminde ülkede yaşanan baskıcı dü-zeni anlatmak istemiştir. Yani Rıfat Ilgaz’ın bizlere anlatmak istediği kentin ışıklarının karartılması değildir sadece. İnsanların ya-şamlarının karartılmasını da imlemek iste-miştir, yazar.

Rıfat Ilgaz’ın hem ülkesinde hem de dünyada tanınmasını sağlayan en ünlü eseri hepimizin bildiği “Hababam Sınıfı”. Öğretmenlik hayatı boyunca eğitim sisteminde tanık olduğu çar-pıklığı bu kitabında dile getirir Ilgaz. Kitap İngiltere’de ders kitabı olarak okutulurken, Japonya’da tiyatro oyunu sergilenirken, kendi ülkesinde içi boşaltılmış, zengin öğrencilerin şımarıklığını gösteren eser olarak yansıtılır beyazperdeye.

Rıfat Ilgaz bütün yaşamı boyunca halkından, barıştan, kardeşlikten yana kullandı kalemi-ni. Bundan dolayı yasaklandı kitapları, bun-dan dolayı iş bulamadı gazetelerde, bundan dolayı yazdığı yazıları imzasız yayımlamak zorunda kaldı. Ülkesinde yaşanan sorunlara gözlerini kapatan bir aydın olmadı o –ki, aynı acıları halkı gibi kendi de yaşadı-. Sanatını kan emicilerin hizmetine sokmadı asla. Ken-di deyimi ile “gözü halkta, kulağı toplumda” bir aydın olmayı görev bildi kendine. Sivas katliamının acısına dayanamayan duyarlılığı 7 Temmuz 1993 günü aramızdan ayrılmasına neden oldu.

Rıfat Ilgaz’ın 100. doğum gününü yaşıyoruz bu sene. Her aydın sanatçıya yaptıkları gibi devlet ve onun yöneticisi burjuvazi bir aydı-nı daha halkından koparmaya çalışıyor. Rıfat Ilgaz’ın 100. doğum günü sebebiyle yıllarca yasakladıkları kitaplarını bir kez daha basa-caklarını duyuruyorlar, Kültür Bakanı Rıfat Ilgaz hakkında onu öven ama içi boş cümle-ler sarf ediyor. Peki, ne oldu da hatırladılar? Rıfat Ilgaz’ı n eserlerini yasaklayan zihniyet değişti de o yüzden mi tekrar yayınlamaya karar verdiler eserlerini? Tabi ki hayır. Zih-niyet değişmedi. Sadece Rıfat Ilgaz ve onun gibi aydın sanatçıları işçi sınıfından, emekçi halktan koparmak için başka yollara başvu-ruyor. Onların eselerinin içini boşaltarak su-nuyor bizlere. Komünist şair Nazım Hikmet’i aşk şairi gibi gösterip tekrar vatandaşlığa ge-çirme ikiyüzlülüğü yapanlar şimdi de Rıfat Ilgaz’ı sadece mizah yazarı gibi göstermeye çalışıyorlar. Ama bizler biliyoruz ki ne Nazım Hikmet sadece aşk şairiydi, ne de Rıfat Ilgaz sadece mizah yazarı. Nazım Hikmet, Rıfat Il-gaz, Ruhi Su, Sabahattin Ali ve daha birçok aydın sanatçı eserlerini, fabrikada makineye kolunu kaptıran Mehmet, namus adı altında katledilen Sakine, Kürt olduğu için öldürülen Şerzan okula gönderilmeyen Ayşe, harç pa-rasını ödemek için çalıştığı inşaattan düşüp ölen Ömer, grev meydanlarında hakları için mücadele eden işçiler için verdiler.

Onlar sanatçı duyarlılığının farkında olan kişilerdi. Onların hala işçi sınıfının mücade-lesinde yaşamasının en önemli sebebi de bu. Devlet ve onun güdümlü medyası sanatçıla-rımızı bizim ellerimizden almak için uğraşsa da biz mücadelemize onları katarak, güneşi ellerimizde tutana kadar devam edeceğiz. Ne demişti Rıfat öğretmen bize son şiirinde;

“Elim birine değsinIsıtayım üşüdüyse,Boşa gitmesin son sıcaklığım…”

“Gözü halkta, kulağı toplumda” bir yazar: Rıfat Ilgaz

32

Page 33: İlerici Gençlik Sayı 27

Çocuklarım

Sizi yoklama defterinden öğrenmedimHaylaz çocuklarımSınıfın en devamsızınıBir sinema dönüşü tanıdımKoltuğunda satılmamış gazetelerDumanlı bir salondaKendime göre karşılarken akşamıNane şekeri uzattı en tembelinizGötürmek istedi küfesindeElimdeki ıspanak demetiniEn dalgını sınıfınÇoğunuz semtine uğramaz oldu okulunPalto ayakkabı yüzündenKiminiz limon satar Balıkpazarı’ndaKiminiz Tahtakale’de çaycılık ederBiz inceleyeduralım aç tavuk hesabıTereyağındaki vitaminiKalorisini taze yumurtanınKarşılıklı neler öğrenmedik sınıftaÇevresini ölçtük dünyanınHesapladık yıldızların uzaklığınıOrta Asya’dan konuştukLaf kıtlığındaBirlikte neler düşünmedikBurnumuzun dibindekini görmedenBulutlara mı karışmadıkGüz rüzgârlarında dökülmüşHasta yapraklara mı üzülmedikSerçelere mi acımadık kış günlerinde Kendimizi unutarak

Rıfat ILGAZ

Nazım Hikmet’in çok beğendiği gelecek vaat eden şairler arasındadır Rıfat Ilgaz. Nazım’la aynı cezaevinde yatan Orhan Kemal: “Nazım “kendi sesini bul” diye ba-ğırdı. Rıfat Ilgaz’dan, Celal Sılay’dan ör-nekler gösterdi...” Server Tanilli’ye göre de Nazım Hikmet’in arkasından, Türkiye’de insan manzaralarını Rıfat Ilgaz’dan daha hünerli sürdüren ve zenginleştiren bir baş-ka şair çıkmadı. Can Yücel’e göre “Ilgaz Anadolu’nun yüce bir dağı”, Attila İlhan’a göre de Fedailer Mangası’nın başta gelen şa-irlerinden biridir. Yaşar Kemal’in ise “Böy-lesine büyük ustalarımızın kadrini ancak seng-i musallada biliriz” dediği yakın dos-tudur. Edebiyatımızın koca çınarıdır o.

Rıfat Ilgaz anısına doğumunun 100. yılına özel bir belgesel film hazırlanıyor. Belge-selin yönetmenliğini Önder Uygun, danış-manlığını ise Rıfat Ilgaz’ın oğlu Aydın Ilgaz yapıyor.

Uygun, 7 Mayıs 2011’de –nüfusa göre do-ğum günü- galası yapılacak olan, 40 kişinin dönem tanıklığı yaptığı belgesel ile ilgili olarak yazarın hayatını özetleyen şu cüm-leleri söylüyor. “Kendi deyimiyle onun iki yeri vardı bu dünyada: “Hapishaneler ve

Sarı yazma ve CideHalkın sorunlarını dile getiren Rıfat Il-gaz bu nedenle halkı tarafından da çok sevildi. Öyle ki, 15 yıldır Cide’de Tem-muz ayının ikinci haftasında “Cide Rıfat Ilgaz Sarı yazma Kültür ve Sanat Festivali” ile anılıyor. Cide’nin ayrı bir önemi vardı ya-zar için. “Cide, doğduğum eşsiz ve benzer-siz memleket…” dediği topraklarda “sarı yazma” adlı romanını yazdı. Sarı Yazma, Rıfat Ilgaz’ın kendi yaşam öyküsünü anlat-tığı romanı. Rıfat Ilgaz doğduğu ve yaşamı-nın ilk yıllarını geçirdiği Cide’ye geri döner ve yaşadıklarını anlatan bu romanı yazar. Ilgaz’ın Cide’ye gitmesi bir kaçış değil aksi-ne yaşamına geri dönüş yaparak sorunların üstüne gitmektir. Sarı yazma, aynı zaman-da o dönemki kuşağın öyküsüdür. “Sarı yazma” adını ise Kara-deniz kadınlarına ithaf ediyor yazar. Bu nedenle Cide’deki festivalde Ka-radeniz kadınları sarı yazmalarını takarlar.

hastaneler.” Bu iki yaşam evinde gözünü toplumdan, kulağını halktan hiç ayırma-yan, artarak gelen her zorluğa daha kuvvetli direnen onurlu bir insanın nasıl olması ge-rektiğini öğrendim. 1980 darbesinde gözle-ri bağlı 70 yaşındaki bu adamın sokaklarda sergilenişini anlattılar dönem tanıkları. O bunları hep göğüsledi. Anladım o vakit yazının gücünü. Tankla, topla, baskıyla da gelseler; zindanlarda çürütmeye de kalksa-lar, yazdıklarını da yaksalar, kimse uğraş-masın boşuna kalem kılıçtan keskindir.”

“100 yıllık çınar Rıfat Ilgaz” belgeseli*

1980 Darbesi1974 yılında emekli olan Rıfat Ilgaz, Cide’ye yerleşti. 1980 Darbesi’de Cide’de bulunan Rıfat Ilgaz sürekli tehditler alyordu. Öyle ki, oturduğu evin karşısındaki binaya Rı-fat Ilgaz evden atılmadığı takdirde evin taranacağına dair not bile asılmıştı. 28 Mayıs 1981 gecesi Yıldız Karayel romanını yazmakta olan Rıfat Ilgaz gözaltına alındı. Gözleri bağlanarak, zincirlenerek merkeze kadar yürütülen yazar, Kastamonu Et Balık Kurumu mezbahasından bozma hapishane-ye kondu. Doktor muayenesi isteyen yazar hastalığını kanıtlayınca jandarma tarafın-dan Ballıdağ Sanatoryumu’na yatırıldı. Rı-fat Ilgaz genel sorgunun ardından serbest bıra-kıldı.

*Milliyet-Sanat

∎ Selin ÇALIŞKAN

33

Page 34: İlerici Gençlik Sayı 27

“Tabii benim demek istediğim şudur: Eğer yanlış işiniz yoksa, yasal olmayan hiçbir işi-niz yoksa dinlenmekten korkmayın, istediğiniz kadar konuşun.”1

Ne kadar içimizi ferahlatan bir başlık değil mi? Fakat durum tam da bundan ibaret. Tele-fonla görüşürken, internette yazışırken ya da bilgi belge yollarken, herhangi bir yerde otu-rup arkadaşlarınızla sohbet ederken dinlene-bilir, kaydedilebilir ve izlenebilirsiniz. Bunun “hukuki” alt yapısı hazırlanmış ve tıkır tıkır çalışmakta. Özel hayatın mahremiyeti ayak-lar altında. İşte böyle “ileri demokrasi”yle yönetilen bir ülkede yaşıyoruz. Ve malumun ilamını şudur ki, bu ülkede herkes bir suçu olmasa da gözalınta!

Anayasamızın 22. maddesi şöyle diyor:

“Herkes, haberleşme hürriyetine sahiptir. Ha-berleşmenin gizliliği esastır.Millî güvenlik, kamu düzeni, suç işlenmesinin önlenmesi, genel sağlık ve genel ahlâkın korun-ması veya başkalarının hak ve özgürlüklerinin korunması sebeplerinden biri veya birkaçına bağlı olarak usulüne göre verilmiş hâkim ka-rarı olmadıkça; yine bu sebeplere bağlı olarak gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de kanunla yetkili kılınmış merciin yazılı emri bulunmadıkça; haberleşme engellenemez ve gizliliğine dokunulamaz. Yetkili merciin kararı yirmidört saat içinde görevli hâkimin onayına sunulur. Hâkim, kararını kırksekiz saat içinde açıklar; aksi halde, karar kendiliğinden kalkar.

İstisnaların uygulanacağı kamu kurum ve kuruluşları kanunda belirtilir.”

Koyulaştırmalar bize ait. Dana-nın kuyruğu aslında bu koyu-laştırmalarda kopuyor. Halbuki anayasamızın 22. maddesindeki ilk cümle ne kadar net değil mi? Fakat sonrası büyük bir çelişkiye dönüşüyor. Yıllarca kolluk kuv-vetleri ve diğer çeşitli kurumlar suç unsuru yaratmakta zorlanı-yorlardı. Sonrasında bu dinleme, izleme yani özel hayata müda-hele ve gözaltında olma durumu işte yukarıdaki çelişki üzerinden kanunlaştırıldı ve uygulanmaya başladı.

Geçmişten günümüze ilerici-devrimci ku-rumların yönetici ve üyeleri artan bir ivmeyle izleme, dinleme olanaklarıyla, daha suç tes-piti olmadan ve suçlamanın ne olduğunu bil-meden gözaltına alınıyordu ve yıllarca psiko-lojik ve fiziki şiddete mağrur kalıyordu. Fakat bu kamuoyunda fazla yer almıyordu. Gerçi halkımız medyanın sansürü ve tercihleriy-le bu durumu bir şekilde duymuyor duysa da “teröristler yakalandı” başlıklarıyla takip ediyordu. Meclisteki AKP-CHP-MHP’nin oluşturduğu iktidar koalisyonunun bozulma-sıyla, kendi aralarında pasta payı kavgasına girdiklerinde olay daha da netleşmeye başla-dı. Yıllardır ilericilere, devrimcilere yönlen-dirilen bu psikolojik savaş ve artan şiddetin bir kısmı özellikle son yıllardaki Ergenekon davası süreciyle şekil değiştirdi ve halkımız “telekulak”, “dinleme ve izleme” meselelerine aşina oldu.

Özel hayata sızma ve haberleşme özgürlüğüne yasal kılıflarBazılarınız suçluları tespit etmek için kişileri dinlemenin bir sakıncasını görmeyebilir. O zaman işin boyutunun nerelere vardığını gös-teren bir örnek vereceğim sadece. Çünkü son yollarda toplu, çoklu dinleme ve izlemelerin haddi hesabı kalmadı.

Örnekten önce şunu belirtmekte fayda var. Dinlemelerin çoğu “gecikmesinde sakınca bulunan hallerde de” yapılıyor. Şipşak onay-lar alınıp potansiyel suçlu yurttaşlarımız din-lenebiliyor. Gecikmesinde sakınca bulunan haller tam bir hukuksal muamma. Yazımızın konusundan çıkmamak için bu konuyu pas geçiyorum.

5 yıl öncesinde Vatan Gazetesi’nde 1 Hazi-ran Günü yayımlanan “Türkiye’yi Sarsacak Belge” haberinde “İstisnaların uygulanaca-ğı kamu kurum ve kuruluşları” arasında yer alan MİT, 8 Nisan-30 Mayıs 2005 arasında, Türkiye’de telekom hizmeti veren bütün şir-

ketlerin telefon üzerinden gerçekleşen ileti-şimlerin dökümlerini istediği ortaya çıkmış-tı. Diyarbakır 6. Ceza Mahkemesi bu isteği olumlu karşılamış ve yukarıdaki tarihler ara-sında tüm Türkiye’nin kaydının tutulmasına olanak sağlanmıştı.2 Kişilerin tekil bilgilerin-den yola çıkarak telekom şirketleri için profil çalışması yapan uzmanlar, bu tür bilgilerin farklı veritabanlarıyla bir araya getirilmesi halinde, total bir fişlemenin ortaya çıkacağını söylemişti.3 Bu dönemde hukukçular bu giri-şimin yasal olmadığını ve yapılanın yasadışı olduğunu vurgulamışlardı. Kamuoyundan gelen tepkiler de çoğalmıştı. Bunun üzerine iktidar, bu gelişmeler sonrasında gerekirse yeni yasal düzenleme yapılabileceğini belir-tilmiş ve nitekim izleyen dönemde 5397 sayılı yasa çıkarılmıştı. İşin tuhaf yanı 5397 sayılı yasa telefon izlemeyi hem daha kolay hale ge-tirmiş hem de daha fazlasıyla siyasi iktidarın keyfiyetine bırakmıştı. Hemen akabinde din-leme, izleme takibi tek bir çatı altında topla-narak Bilgi Teknolojileri ve İletişim Kurumu bünyesinde Telekomünikasyon Bilgi Başkan-lığı (TİB) kuruldu.

korkacak bir sey yok dinleniyor, izleniyor ve her seyiniz kaydediliyor...!, ,

34

Page 35: İlerici Gençlik Sayı 27

Telefon konuşmalarımız, e-posta yazışmala-rımız, internette ziyaret ettiğimiz siteler, kre-di kartıyla yaptığımız alışverişler, görüntülü ya da yazılı anlık görüşmelerimiz, seyahat-larımız sürekli olarak izleniyor ve egemenler düşüncelerine uymayan görüşleri yasaklama, kapatma, karartma yoluna gidiyor. Sokağa çıktığımızda kameralarla donatılmış cadde-lerde, yaptığımız her hareketi izleyerek kayıt altına alanlar, çıkarttıkları yasalarla iste-dikleri an bizi gerekli gördükleri kurumlara fişleme yetkisi veriyor ve tüm bunları bizim aleyhimize kullanabileceğini ayan beyan söy-lüyor.

Bilgi İktidardırGeorge Orwell’in “Bin Dokuz Yüz Seksen Dört” adlı romanında geleceğin dünyasının “oligarşik kollektivitizm”le tanımlanabile-cek bir diktatörlükler dünyası olduğunu be-timler. Ana karakter Winston, Okyanusya devletinde yaşamaktadır. Devletin temel üç sloganından biri “Bilgi İktidardır” önerme-sidir. Betimlediği dünyada bütün yurttaşlar “tele ekran” adı verilen alet yardımıyla iz-lenir. Tele ekran hem verici hem alıcı işlevi-ni görüyor, aynı anda hem yayın, hem kayıt yapabiliyordur. Düşünce Polisi, bu alet sa-yesinde herkesin ne dediğini ve ne yaptığını

sürekli izleyebilir. Böylelikle yut-taşlar sürekli devletin birebir takibi altında yaşıyor ve devletin istediği gibi davranıyordu. Günümüz dün-yası ve ülkemizde de şu an böyle. Zaten ABD merkezli olarak dinleme, izleme aygıtları tüm dünyada güçlü yasal kurumlar haline getirilmekte-dir. Böylece insanlık kontrol altında tutulmaya çalışılmakta.

Kapitalizm izleyerek ve dinleyerek gelişiyorSadece temel özgürlüklerimizin bas-kı altı tutulması ve özel hayatımızın tüm detayları bilmediğimiz kişi ve kurumlarca bilinmesi kabul edile-mez bir durumken, her geçen gün artan izleme-dinleme aygıtlarını bu kurumlar tarafından ticari çıkarlar içinde kullanılıyor.

Bazı mağazalar, optik tanıma sis-temleri ile müşterilerinin hareket-lerini, hangi reyonda ne kadar durduklarını analiz edebiliyor. Bu analizlerinin sonucunda pazarlama stratejileri geliştirebiliyor, hatta kameraların optik tanımlama sistemleri sa-yesinde, müşterilerin yüz ifadeleri de değer-lendiriliyor.

Ayrıca hatırlatmakta fayda var. İlerici Gençlik Dergisi’nin 26. sayısının 30-31 sayfalarında-ki “Ne biri, herkes sizi gözetliyor” yazısında internet teknolojilerindeki bilgi hırsızlığının ve sosyal ağlar ve girdiğimiz web sitelerinin nasıl bu amaca hizmet ettiği gayet açıklayıcı anlatıyordu.

Peki ne yapacağız?Hepimiz biliyoruz ki ülkemizde hukuktan bahsetmek çok zor. Öyle ki neyin suç, neyin yasal olduğunu anlamak samanlıkta iğne aramaktan daha zorlaştı. Bunun sebebi kendi koyduğu kurallara bile uymayan, kanunla-rı keyfince yorumlayan iktidarlardır. Daha geçenlerde yaşadığımız örnek bunun apaçık kanıtıdır. En temel hakkımız olan “Toplantı ve Gösteri Yürüyüşleri Kanunu” çerçevesinde üniversitelerine gelen başbakana gösteri dü-zenleyen öğrencilere hapis cezası verildi. 18 öğrenciden biri de TÜM-İGD’li bir arkadaşı-mız. Protesto etmek bu ülkede hapis cezasına varan yaptırımlara sebep oluyor. Bu yüzden “benim yasadışı bir şeyim yok” deseniz bile dikkatli olmak zorundasınız. Özellikle ileri-cilere yönelik baskının yükseldiği ülkemizde, temel hak ve özgürlüklerimiz için yaptığımız mücadeleler, eylemler, örgütlenmeler iktidar-lar tarafından baskı altına alınmaya ve yoke-

dilmeye çalışılıyor. Bu yüzden kullandığımız her teknolojik aygıtta kişisel ve örgütsel bil-giler bulundurmamak, iletişim esnasında bu bilgileri vermemek, yüzyüze görüşmek en sağlıklı adım. Mümkün olduğunca tüm ha-berleşmemizi güvendiğimiz ortamlarda yap-malı ve ağzımızdan çıkan tüm sözlerin, tüm paylaştığımız yazıların-belgelerin, kendimiz-le beraber bir çok kişiyi kapsadığını ve bunun sorumluluğunu taşıdığımızı unutmayalım.

Karşımızda yığınla örneği duran, meşru ol-mayan yollarla mimiklerimizin bile kaydını tutan bir sistem var. Kendi kimliğimiz ve top-lumsal mücadelemiz özgürlüğümüzü belirler ve öncelikli mirasımızdır. Bu miras kendini bilmez, baskıcı, sömürgeci zihniyetin peşkeş çekeceği ve aleyhimize kullanacağı ya da si-vil beslemelerine karşı kışkırtıcı bilgilerdir. Eğer ciddi bir sorumluluk olan, bize ait olan her şeyi bu kuşatılmış dünyada dikkatli kul-lanmazsak, özgürlüğümüz de tamamen yok olacak demektir.

1 TC Ulaştırma Bakanı Binali Yıldırım, TBMM. Genel Kurul Tutanağı. 23. Dönem 3. Yasama Yılı. 50. Birleşim 28/Ocak /2009

Çarşamba2 Kemal Göktaş, Vatan Gazetesi,

1.06.2005 “Türkiye’yi Sarsacak Belge”3 Konuyla ilgili daha fazla bilgi: http://www.bianet.org/bianet/insan-haklari/61869-

total-fisleme

∎Mehmet ŞAFAK

35

Page 36: İlerici Gençlik Sayı 27

2 TL.KDV Dahil

ISSN: 977-1303-7910-01

GENÇLİK DEVRİM İSTİYOR!

İGD’DENİGD’DENTÜM-İGD’YETÜM-İGD’YE

YOLUMUZİŞÇİSINIFININYOLUDUR!

YOLUMUZİŞÇİSINIFININYOLUDUR!

GENÇLİK DEVRİM İSTİYOR!