I. dünya savaşi’nda tarikat alayları
-
Upload
engin-oncuoglu -
Category
Education
-
view
367 -
download
5
Transcript of I. dünya savaşi’nda tarikat alayları
.
I. DÜNYA SAVAŞI’NDA OSMANLI ORDUSUNDAKİ GÖNÜLLÜ TARÎKAT ALAYLARI
Engin ÖNCÜOĞLU
Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı, Eğitimde Ölçme ve Değerlendirme Bilim Dalı için öngördüğü
YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak hazırlanmıştır.
Ankara, 2004
1996-1997 yıllarında, Harbiye Askerî Müzesi’nde içmimar-asteğmen olarak
görev yaparken, teşhir edilen objelerin etiketlerini hazırlıyordum. Sıra Kâdirî ve Rifâî
sancaklarına geldiğinde, I. Dünya Savaşı’na ait bu parçalara daha dikkatli bakmıştım.
Sancakların ikisi de son derece iyi korunmuş ve zarif objelerdi. Ancak Rifâî
sancağındaki kanla basılmış parmak izleri, o izlerin sahiplerinin artık hayatta
olmadıkları düşünüldükçe, çok daha büyük bir etki yaratıyordu. Bir müddet sonra,
müzenin kütüphânesindeki Harp Mecmuası fasiküllerini karıştırırken, gönüllülere ait
fotoğrafları gördüğümde, daha da heyecanlanmış ve sancaklara bir kez daha
bakmak istemiştim. Ama tarîkat mensûblarına ait bu sancaklar, teşhirden
kaldırılmıştı. İşte beni bu mütevazı çalışmaya sevk eden, o sancakları bir daha
görememiş olmanın yarattığı hüzündür. Ümit ederim ki bu ‘hüzün’, tarih bilimin
gerektirdiği ciddiyet, sabır ve dikkati göstermekten beni alıkoymamıştır. Zîrâ, tüm bu
çalışma boyunca, ihtiyacım olan her türlü desteği gösterenlere, vefâ borcum da
bakîdir.
Prof. Dr. Mehmet Öz, bu tezin olgunlaşması ve teknik aksaklıklarının
düzeltilmesi için büyük emek sarfetmiştir; fakat hocamın anlayışı, güleryüzü ve
sebâtı, en az meslekî bilgisi ve ciddiyeti kadar, bana örnek olmuştur. Doç. Dr.
Mehmet Özden, yüksek lisans eğitimim boyunca samimiyeti, bilgisi ve kütüphânesi ile
bana destek vermiş ve çalışmamın daha iyi bir seviyeye gelmesi için bizzat çaba
göstermiştir. Bu araştırmanın, göz önünde olmayan, fakat oldukça büyük bir yükünü
de, başta sevgili ağabeyim Enis Öncüoğlu olmak üzere, tüm Öncüoğlu Mimarlık
çalışanları taşımışlardır. Gösterdikleri müsâmaha ve anlayış, muhakkak ki, her türlü
takdirin fevkindedir. Sevgili hocam Müjgan Cunbur da, tanıştığımızdan beri, büyük bir
fedakârlık ve sabırla, bana sadece eski Türkçe öğretmemiş; fıtratındaki azîm, tevazu
ve inançla, necîb değerlerin hayatta nasıl tatbîk edildiğini de göstermiştir.
Himmet ve lûtuflarının karşısında, hissettiğim şükür ve gösterdiğim gayret elbette ki; kifâyetsizdir. Üstümdeki tüm bu emeğe lâyık olabilmek niyâzıyla... İ’tizâr ederim.
KISALTMALAR
SKSÜD Süleymâniye Kütüphânesi, Süheyl Ünver Defteri
ATASE Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı
BOA Başbakanlık Osmanlı Arşivleri
C. Cilt
S. Sayı
s. Sayfa
Çev. Çeviren
Ed. Editör
öl. Ölüm Tarihi
Tas. Tasavvuf
OA Osmanlı Ansiklopedisi
BDHTH Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi
İÇİNDEKİLER
I. GİRİŞ ............................................................................................................................................1 I.I. Konu ve Amaç.........................................................................................................................2 I.II. Araştırmanın Sınırları.............................................................................................................4 I.III.Kaynek ve Araştırmalar.........................................................................................................5
II. OSMANLI’DA “DİN Ü DEVLET”.............................................................................................7 II.I. Ribat, Cihad, Gazâ ve Fetih: Lûgat ü’l-Harp......................................................................7 II.II. Harp Edenler..........................................................................................................................9 II.II.a. Anadolu Fütûhatı.................................................................................................9 II.II.b. Sanâdid-i Bektâşiyan: Yeniçeri.........................................................................11 II.III. Zikredenler...........................................................................................................................13 II.III.a. Semah Edenler................................................................................................13 II.III.b. Semâ Edenler..................................................................................................14 II.III.c. İsyân Edenler...................................................................................................16 II.IV. Değişenler...........................................................................................................................17 II.IV.a. Bî-Dîn ü Bî-Mezhep: Yeniçeri..........................................................................18 II.IV.b. Dervişân ve Ordû-yi Hümâyun Meşâyihi.........................................................20
III. ONDOKUZUNCU YÜZYILDA ORDU ve TARÎKAT........................................................24 III.I. Yeni Kullar, Yeni Paşalar, Yeni Kurallar..........................................................................25 III.II. Tarîkat ve Değişim.............................................................................................................29 III.II.a. Ülfet edilmeyen Bektâşilik................................................................................30 III.II.b. Reşâdetlü Mevlevîler........................................................................................32
IV. İKTİDAR ve HARB-İ UMÛMÎ.................................................................................................35 IV.I. İktidar...................................................................................................................................35 IV.II. Harb-ı Umûmî.....................................................................................................................41
V. BAŞKA DİYARLAR, BAŞKA DERVİŞLER.......................................................................46
VI. TARÎKAT ve CİHAD-I EKBER..............................................................................................51 VI.I. Mevlevî Alayı’nın Kuruluşu...............................................................................................52 VI.I.a. Dervişânın Orduya İntisabı...............................................................................55 VI.I.b. Moral ve Propaganda Malzemesi Olarak Mevlevî Alayı...................................62 VI.II. Şahısların Kimliği, Alayın Kimliği....................................................................................68 VI.II.a. Veled Çelebi....................................................................................................69 VI.II.b. Abdülbâki Efendi..............................................................................................71 VI.II.c. Ahmed Remzi Dede.........................................................................................72 VI.II.d. Şemseddîn Efendi...........................................................................................74 VI.II.e. Hayrullah Efendi..............................................................................................74 VI.II.f. Nazîf Efendi......................................................................................................75 VI.II.g. Hacı İbrahim Hakkı Efendi................................................................................75 VI.II.h. Diğerleri............................................................................................................76 VI.III. Mücâhidîn-i Bektaşiyye Alayı.........................................................................................78
VII. ORDUNUN DERVİŞÂNI.........................................................................................................81 VII.I. Komuta, 4. Ordu ve Sina Cephesi..................................................................................82 VII.II. 43. Tümene Bağlı Mevlevî Alayı.....................................................................................91
VIII. SONUÇ....................................................................................................................................105
KAYNAKÇA.....................................................................................................................................113
EKLER..............................................................................................................................................124
1
I. GİRİŞ
İbn Haldun tarih bilimini anlatırken, “bu ilmi anlama hususunda âlimler ve
cahiller birbirine eşit olurlar” demişti. (1982:200) Zîrâ, İbn Haldun’a göre, tarihi “asîl ve
hikmette soylu” bir ilim haline getirip esâtirden tefrik eden, “düşünmek, araştırmak ve
olan şeylerin sebeplerini bulmak” yolunda derinleşebilme becerisi idi. Yaklaşık beş
yüz sene sonra John Tosh da, geçmişe ilişkin mitler yaratılmasının, geçmişten bir
şeyler öğrenme çabasıyla bağdaşmayacağını (1997:22) yazmış ve İbn Haldun’dan
bu yana öneminden hiç birşey yitirmeyen bu konunun tekrar altını çizmişti. Tarih
boyunca, ideolojilerin1 temel yapı taşlarından olan mitler,2 tarihçinin “gerçek
tarafından yönlendirilmek” (Pirenne 1983:7) amacını gölgeleyebilmiştir. Daha
olguların seçim safhasında müdahil olan tarihçinin (Arendt 1996:71) mutlak
nesnelliğinden elbette ki, söz edilemez. Ancak, öznelliği kabul etmek de, tarih
yazımına bir kısırlık değil; tarihçilere çeşitli ölçek ve açılarda yorum getirme
mecburiyetini yüklemiştir. Çünkü ‘anlamak’ bilgi edinme süreci ve zihinsel işlemlerin
bir sonucudur. (Rickman 1992:75)
Türkiye’de tarîkatlar, bahsedilen mitler ve ideolojik okumalarla gölgelenmiş
unsurlardır. Tarîkatları ve faaliyetlerini anlayabilmek ve bahsedilen gölgeyi asgariye
indirebilmek için, farklı açı ve çok fazla sayıda araştırmanın ışığına ihtiyaç vardır.
1 “İdeoloji: genel olarak siyasî ya da toplumsal bir öğreti meydana getiren ve siyasî, toplumsal eylemi yönlendiren düşünce, inanç ve görüşler sistemine; bir topluma, bir döneme yada toplumsal bir sınıfa özgü inançlar bütününe; bir toplumsal durumu yansıtan düşünceler sistemine verilen ad.” şeklinde tarif edilse de; tarih içinde farklı anlamları da ihtiva etmiştir. ‘Mitlerin’ yapı taşı görevi gördüğü ideoloji tanımı; “yanlış ya da çarpıtılmış olan inançlar bütünü”nü ifade ettiği kadar; “toplumsal fenomenlerle ilgili olan, ve bilimsel bilgiyi olduğu kadar, dini hatta gündelik inançları da kapsayabilen, doğru olduğu kadar yanlış da olabilen inanç sistemi”ni kastetmektedir.(Cevizci 1997:359-360) 2 Mit/Esâtir/Söylence: Efsane. Doğal olayları, dünyanın yaradılışını, doğal varlıkların meydana gelişini, şekil değiştirmesini zaman zaman gerçekten uzaklaşarak anlatan hikâye ya da masala verilen ad. Kozmogonik ya da kozmolojik süreçlerle ilgili olan, belli bir doğruluk payı olmakla birlikte, olgusal bir temeli bulunmayan, sembolik tarzda ifade edilmiş hakikat. Olağanüstü olayları, insanüstü güçleri konu alan, doğal olayları doğaüstü güçlerle açıklayan tasarım ya da öykü.(Cevizci 1997:628)
2
I.I. Konu ve Amaç
29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi, cumhuriyeti ilan ettiğinde,
selefi olan Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu yapısını milliyetçiliğe ve geleneğini
de modernizme tahvîle karar vermişti. Bu anlayış doğrultusunda, 30 Kasım 1925
tarihinde, tekke ve zâviyeler kapatılmış ve mensuplarının faaliyetleri de
yasaklanmıştı. Geleneği bu şekilde kesintiye ve deformasyona uğrayan tarîkatların,
muhtevası ve tarihine ait düalist okumalar, o günden itibaren keskinleşmiş ve birbirine
zıt yaklaşımlar (ideolojilerin güdümünde) kendi mitlerini oluşturmuşlardır. Ancak, bu
süreci 30 Kasım 1925 tarihi ile başlatmak da doğru değildir. Zîrâ, İslâmiyet çatısı
altında, farklı inanç, değer ve davranış biçimlerini benimsemiş tarîkat mensupları;
sosyal hayatın içinde de olsalar, münzevî de yaşasalar; müspet veya menfî toplumun
dikkat çeken unsurlarıydılar. (Ay 2004:2)
Bu çalışmanın konusu, I. Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılan tarîkat
mensupları ve özellikle, ordunun kayıtlı, resmî bir tümeni olan ‘Mevlevî Alayı’dır1.
Batmakta olan bir imparatorluktan, doğmakta olan bir devlete geçiş döneminde;
Osmanlı modernleşmesinin, “Doğu mitosları ile Batı’nın ütopyaları arasındaki trajik
çatışmasına” (Işın 2002:227) dair ipuçlarını barındıran bu oluşum; farklı yönleriyle
incelenebilecek unsurlara sahiptir:
Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’ya, yönelişi, daha 18. yüzyıl başlarında, askerî
müesseseler ve askerî tekniklerin ithali açmazı ile başlamıştı. (Mardin 2000:10)
Merkezine orduyu alan bu kaygı, Osmanlı askerini Batı’yla tanıştırmakla kalmadı;
aynı zamanda Avrupa menşeli kadroların Osmanlı Ordusu’nda, hem eğitici, hem de
komutan olarak görev yapmalarına da imkân sağladı. Bu kadrolar içinde en etkili ve
uzun süreli olanlar, kuşkusuz Alman Ordusu’ndan teşkîl edilenlerdi. Bu işbirliği öyle
1 Mevlevî Alayı, farklı kaynaklarda ‘tabur’, ‘tümen’ gibi adlandırılsa da genel kabul görmüş sıfat ‘alay’ olduğundan –özel durumlar haricinde- bu şekilde belirtilecektir.
3
bir safhaya gelmişti ki; Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’na, neredeyse, Alman
komutasında girmişti1. (Ortaylı 1998:103-125)
Tasavvuf hayatı da, 1839 tarihinde ilan edilen Tanzîmât fermanıyla, yeni bir
evreye girmişti. “İmdâd-ı rûhâniyyet-i Cenâb-ı Peygamberîye tevessül ve istinâd”
(Kaya 2001a:449) ibaresinin yazılı olduğu bir metnin; tasavvuf ve tarîkatlara karşı
menfî bir tavrı olduğu söylenemezdi. Fakat Tanzîmât vesilesiyle, Osmanlı fikir
hayatına giren Batı düşüncesi, aydınların geleneksel kurumlarını da tekrar
tartışmalarına sebep olmuş ve yeni terminolojilerle, farklı saflar belirmişti. “İlga” ile
“ıslah” seçeneklerinin dile getirildiği bu zamanlarda; tekkelerin önce malî, sonra idarî
özerkliğine müdahale edilmiş ve nihayet; II. Meşrutiyet Döneminde, “tekkelerin
kapatılması, tarîkatların yasaklanması” dahi gündeme gelmişti. (Kara M. 2002:30-66)
Bilinmelidir ki; Osmanlı İmparatorluğu için modernizm, herşeyden önce; tehdit
altındaki güvenliğini tekrar kazanma yolu idi. Bu yolda Osmanlı aydını, “geleneği
dönüştürerek, Batı modern evreni karşısında kendi toplumunu ayakta tutmak”
(Türköne 2003:153) gibi bir misyonu üstlenmişti. Kimi zaman bu misyon; iç
dinamikleri ile değil, ama Batı’nın müdahaleleri ile düzenlenen değişim sürecinde;
modernizm kadar iktidarı da meşrulaştırmak formülünü benimsemişti. (Çetin 2004:14)
I. Dünya Savaşı’nda, Almanlarla müttefik ve ‘oldukça pozitivist’ (Özlem
2002:459) Osmanlı Ordusu’ndaki tarîkat mensupları da, bu formülün ne denli çok
bileşeni olduğunu kanıtlayan bir modeldir. Toplum yeni bir kültür ve şuûr kazanırken,
modernizmden doğan boşlukları doldurma görevini (Çetin 2004:19) üstlenen, -nüvesi
gelenekte- tarîkatları, ‘muhafazakâr’ veya ‘yenilikçi’ diye tasnif etmenin güçlüğü bu
modelde açıkça görülmektedir. Bu sebeplerledir ki; Mevlevî Alayı’na dair yapılacak
çalışmalar; ordu ve tarîkat ekseninin dışına taşan, zihniyet değişiminin izlenebileceği
bir yöntemi benimsemelidir. İmparatorluğun son yüzyılında, resmî veya sivil, tüm
1 İstanbul’daki Avusturya-Macaristan askeri ataşesi Pamiakowski, I. Dünya Savaşı başında Osmanlı Ordusu’nda kırkı aşkın Alman subayının görevli olduğunu ve sadece subay müşavir sayısının değil, sipariş edilen silah ve malzeme sayısının da arttığını bildiriyordu. (Ortaylı 1998:121)
4
kurumlar bu değişime farklı tepkiler göstermiş, ancak hiçbiri kayıtsız kalmamıştır. Bu
tepkileri anlamaya çalışmak; o dönemi yorumlayabilmek kadar; geçmişten günümüze
çeşitli ideolojilerin yarattığı farklı mitleri kavrayabilmek için de gerekli bir çabadır.
I.II. Araştırmanın Sınırları
Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi, iktidarla birlikte, halkın da tüm
imkânlarını seferber ettiği bir varoluş ve değişim çabasıdır. Sadece hudutlarının değil,
fakat siyasî ve felsefî düzeninin de, etki altında kaldığı bu döneme dair yapılacak her
çalışmanın perspektifi, çok geniş bir sahayı kapsamalıdır. Tarîkatların I. Dünya
Savaşı’nda bıraktıkları izler için de durum aynıdır. Bu izlerin her birini, tüm yönleriyle
tarif etmek, çalışmanın kapsamını çok genişleteceği için, ancak farklı dallardaki
uzmanların yer aldığı kolektif bir çaba ile gerçekleşebilir. Bu sebeple, Mevlevî
Alayı’nın ordu içindeki faaliyetleri üzerine odaklanan bu çalışmada, esas olarak
iktidarla olan ilişkiler ve alınan mesuliyet anlaşılmaya çalışılmıştır. Münferit veya milis
olarak savaşan tarîkat mensupları, konumuzla, ancak dolaylı olarak ilgilidir. Zîrâ
‘resmî tümen’ ile ‘milis kuvvet’ farklılığının zihinsel arka planını anlamaya çalışmak bu
metinde öncelikli hedef olmuştur.
Zihinsel arka planı anlayabilmek için, mezkûr alayın içinde ve oluşumunda
etkili olan simaların kişisel altyapılarını araştırmak kadar, bu karakterlerin ilişkili
oldukları kurumların tarih ve gelişimine de bakmak gerekir. Özellikle Osmanlı
Devleti’nin kuruluş aşamasında vuku’ bulan hadiseler, şartlar ve amaçları
sergileyebilmek, incelediğimiz dönemdeki faktörlerin temellerini anlamak ve tartmak
için çok önemlidir. Ayrıca, imparatorluk coğrafyasında ve halifelik sıfatı altında
şekillenen oluşumların nüvesini sadece mahallî tarih ve gelenekte aramak, o
zamanlar hâkim olan cihanşümûl perspektifi algılamaya engeldir. Bu engeli
kaldırabilmek için, İslâm dünyasındaki benzeri hareketlerin (Martin 1988), odaktaki
konuyla ilişkisinin değerlendirilmesi lâzımdır.
5
Kurumlar için belli bir politikadan söz edilebilse de, bireyler için bu her zaman
mümkün değildir. Tarîkat ve ordu içindeki bireylerden, geleneği korumaya çalışanlarla
dönüştürmeye çalışanlar, siyasetlerini farklı zeminler üzerinde temellendirmiş
olmalarına rağmen, aynı istikamette hareket etmişlerdi. Farklılık ve müşterekler içinde
bir araya gelen bu insanların, mensup olduğu kurumlar, yürüdükleri yolun sınırlarını
belirlemiş olsalar da, menzilleri göstermemişlerdir. Dolayısıyla, istikameti görmek için
yaşanan dönemin öncesine bakmak şarttır. Fakat, sürekli değişimin olduğu ve yeni
parametrelerin eklendiği, I. Dünya Savaşı sonrasındaki safhalar ise, genel ve gerekli
olan noktalarda çalışmaya dahil edilip, bu noktaların belirlediği koordinatlar da
çalışmanın sınırlarını oluşturmuştur.
Mevlevî Alayı’nın resmî faaliyetleri de, dikkatle tetkîk edilmesi gereken bir
başka unsurdur. Derlenecek bilgi, hem ordu, hem de tarîkatın ordu içindeki etkinliğine
dair verileri içerdiği için; amaçlananlarla yapılanları mukayese edebilecek ölçüdür.
Resmî evrak, hâtırât ve ikinci el kaynaklar arasında kurulacak denge, bilgiyi
mitleştirmeden yorumlamamıza yardımcı olacaktır.
I.III. Kaynak ve Araştırmalar
Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı, yakın tarihe ait çok
fazla miktarda vesikayı kullanıcıların hizmetine sunmuştur. I. Dünya Savaşı
kataloglarında zikredilen “43. Tümen Mevlâna Alayı”na ait yazışmalar, kayıtlar ve
harp cerîdeleri, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’ndeki belgelerle birlikte; döneme ait
birinci el kaynaklardır.
Devrin gazeteleri ve yazarlarının görüşleri, Mevlevî Alayı’nın farklı toplum
kesimleri tarafından nasıl algılandığını belgelemekle kalmayıp; bu metinleri kaleme
alanlar veya yayınlayan kurumların tarihleri de birer kaynak haline dönüşmüşlerdir.
6
Kurumların tarihi, mensuplarına ait biyografi çalışmaları ve benzeri diğer
araştırmalar -konuyla bağlantıları nispetinde- faydalı ikinci el kaynaklardır. Fakat
Süheyl Ünver’in Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki 59 numaralı defteri; gerek içerdiği
bilgilerin tekliği ve gerekse birinci el kaynak veya kişilerden derlenmiş olmaları
hasebiyle çok fazla ehemmiyet arz etmektedir.
I. Dünya Savaşı’na katılan dervişler hakkında popüler ve akademik çalışmalar,
fazla sayıda olmamakla beraber, mevcuttur. 1994 yılından itibaren Nuri Köstüklü,
Mevlevîler’in, Balkan ve I. Dünya Savaşlarındaki faaliyetlerini konu alan makaleler
yayımlamıştır. (Köstüklü 1996,2000,2002) Bu makaleler, Mevlevîlerin bakış açısını ve
Mevlânâ Müzesi Arşivi’ni temel alan, ma’lûmât açısından zengin ve konu hakkında
geniş bir birikimi yansıtan çalışmalardır. Hülya Küçük’ün 2001 yılında Leiden
Üniversitesi Türkoloji bölümünde tamamladığı doktora tezinin Türkçe’ye çevrilmiş ve
basılmış hali olan Kurtuluş Savaşı’nda Bektaşiler (2003) adlı kitap ise, Bektaşîleri
merkeze almış, fakat diğer tarîkatları da bu merkezden ele alıp incelemiştir. Bu
zengin çalışmada, belgeler, notlar, mektuplar ve benzeri diğer kaynakların yanı sıra
mülâkatlar da verimli bir şekilde kullanılmıştır. Sezai Küçük’ün Mevlevîliğin Son
Yüzyılı adlı eseri dönemin zihniyetini anlamak, son dönem Mevlevîlerini tespit
edebilmek ve faaliyet alanlarını belirleyebilmek için elimizdeki en zengin
çalışmalardan biridir. (2003) Aldülbâki Gölpınarlı’nın, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik
adlı eseri ise (1983) tüm bu zikredilen çalışmalara da kaynaklık etmiş, mühim bir
başka eserdir. Akademik nitelik taşımayan, fakat kıymetli bilgiler içeren bir makale ise
1953 yılında, Yeni Tarih Dünyası dergisinde, Resuhi Baykara tarafından kaleme
alınmıştır (Baykara 1953). Akademik bir çalışma olmayan Kadir Mısıroğlu’nun
Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücâhidler adlı kitabı da (1992), zengin vesîka ve bilgi
içeriğine rağmen, ideolojik yaklaşımı nedeniyle bu birikimi gölgelemektedir. 1
1 Bu kitabın 31. sayfasında yer alan bir fotoğraf ve altındaki bilgilendirme yazısı, ideolojik okuma ve mit yaratma konusuna iyi bir emsal teşkîl etmektedir: Mevlevîlerle aynı fotoğraf karesinde görülen Mustafa Kemal Paşa’nın başındaki bariz kalpak; Mevlevî sikkesi addedilmiş ve bu maksatlı kabulden sonra geçmişe ve geleceğe mâtuf yorumlarla okuyucu yönlendirilmeye çalışılmıştır. Farklı ideolojide bir yaklaşım da Baki Öz’ün “Kurtuluş Savaşında Alevi-Bektaşiler” adlı kitabında görülebilinir. (1989) Öz, Mustafa Kemâl Paşa’nın hayat tarzından başka geçerli hiçbir delîl öne sürmeden onun Bektaşî olduğunu iddia etmekte ve yine hiçbir kaynak göstermeden, Millî Mücadele için Mustafa Kemâl Paşa’nın Hacı Bektaş Dergâhı’ndan malî destek aldığını yazmaktadır. Küçük, kitabının sonuç kısmında Öz’e ait önemli hataları listelemiştir (Küçük H. 2003:201-202).
7
II. OSMANLI’DA “DİN Ü DEVLET”
İslâm toplumlarında, siyasî müesseselerin teşekkül ve gelişimini takîp
edebilmek için, bu yapı üzerinde büyük etkisi olan, dinî kavramları da dikkate almak
lâzımdır. Zîrâ, siyasî yapının temellerinde de bu kavramların izdüşümleri vardır ve
strüktürü doğru değerlendirebilmek için bu terminolojiyi bilmek şarttır.
II.I. Ribat, Cihad, Gazâ ve Fetih: Lûgat ü’l-Harp
Kur’ân-ı Kerîm’de “Ey imân edenler! Sabredin; (düşman karşısında) sebat
gösterin; (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah’tan korkun ki başarıya
erişebilesiniz.” (Âl-i İmrân:200) deniyor. Bu âyetteki ‘râbitû’ emri ‘birbirinize rabt
olunuz, kenetleniniz’ gibi manâlar içermektedir1. Ayrıca Enfâl Sûresi’nin 60. âyetinde
“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp
beslenen atlar hazırlayın.” derken, yine Arapça ‘ribât’ kelimesi kullanılmaktadır: Yani,
meâl daha da açılacak olursa; “atlarınızın bulunduğu ribâtlarınızı tahkim ediniz”
denilmektedir. Görülüyor ki, İslâmiyet’in ilk dönemlerinde, cihad için gerekli binek
hayvanlarının toplandığı, istihkâm edilmiş mevziîleri anlatmak üzere kullanılan tâbir
dinî ve askerî esaslı bir manâ kazanmış (Aslanapa 1993:734) ve ilerleyen
zamanlarda bu kelime tasavvufî bir veçheye de bürünmüş ve ‘tekke’ ile eşanlamlı
olarak kullanılmıştır. (Kara M. 1984:5)
Arapça ‘tâkat, meşakkat ve zahmet’ manâsındaki ‘cahd’ kökünden gelen cihad;
maddî ve mânevî bütün kuvvetleri, yüksek gâyeye ermek için, iyi niyet ile Allah
yolunda kullanmak demektir. ‘Cihad’ temel olarak ikiye ayrılmıştır. İnsanın nefsi ile
olan mücadelesini sistemleştiren, cihâd-ı ekber ve Allah’ın birliğini, İslâmiyet’i yaymak
amaçlı, harp şeklinde îfâ edilen cihâd-ı sagîr. Peygamberin, ahlâkî-dinî bir otorite
1 ‘Ribat’ kelimesi ‘bağ’, ‘ip’ mânâsına geldiği gibi, ‘sağlam yapı’, ‘konak, han’, ‘tekke’ de demektir. Nitekim bu meâlde ‘hazırlıklı ve uyanık bulunun’ ibaresi ‘ribat’ kelimesini karşılamak için kullanılmışsa da; başka meâllerde ‘nöbet bekleyiniz’ şeklinde de tercüme edilmiştir.
8
kimliğiyle ‘cihâd-ı ekber’de ve siyasî-dinî otorite kimliğiyle de (Dabaşi 1995:83-116)
‘cihad-ı sagîr’de etrafındakilere liderlik ettiği bilinmektedir. Cihad her iki manâsıyla da
İslâmiyet’in ilk dönemlerinden itibaren etkili olmuştur. (Tyan 1983:164-171)
Gazâ, 1334 yılında tanzîm edilmiş Arapça bir lûgatta ‘gazvat’; sefer, savaş ve
talan eden mânasında kullanılmıştır. (Tekin 1993:10-11) Arap geleneğinde yeri olan
‘gazve’, düşman kabilenin mallarını (özellikle develerini) ele geçirmek amaçlı
harekâtlardır. Peygamberin de katılmış olduğu gazâlar, kabilelerin kendilerini idâme
edebilmek amacıyla yaptıkları, çöl hayat şartlarının dayattığı mahallî çözümlerdir
(Delcambre 2001:84). İslâm dünyasında ‘gazâ’ ve ‘cihad’ kelimeleri birbirlerinden
farklı mânâlar içerseler de, son devirlerde her ikisi eş anlamlı addedilmiş ve ‘gazâ’,
‘gâzî’ kelimeleri ‘cihad’, ‘mücahit’ kelimelerinin yerlerine ikâme edilmiştir. XII. yüzyılda
kaleme alınmış Farsça metinlere göre ise; ‘cihad’ın işgâl altındaki İslâm topraklarını
müdâfaa için yapılan savaşlara işaret ettiğini ve ‘gazâ’nın da başka topraklarda yer
alan savaşlar için kullanıldığını söyleyebiliriz. (Tekin 1993:12-13)
Arapça ‘feth’ kelimesinin çoğulu olan fütûhat; ‘zaferler, fethedilen, zaptedilen
memleketler’ demektir. İslâmiyet’in ilk çağlarında bu kavramın ne ifade ettiğini
anlamak için ise, Ebu Hayyân et-Tevhîdî’nin Kitâbül’l İmtâ ve’l Mu’ânasa’sındaki
satırlar ufuk açıcıdır:
“Onların büyüklüğünün davet ile nasıl başladığını, onların davetinin din
ile nasıl yayıldığını, onların dininin peygamberlik ile nasıl güçlü olduğunu,
onların peygamberliğinin şeriat ile nasıl fetihlere ulaştığını, onların
şeriatının halifelik ile nasıl desteklendiğini ve onların halifeliğinin dinî ve
dünyevî siyaset ile nasıl geliştiğini gördünüz.” (Lewis 2001:71)
Metinden de anlaşıldığı gibi, ilk dönem Müslümanları için fütûhat, İslâm’ı
muzafferiyete taşıyan zincirin halkalarından biridir. Esas itibârıyla, siyasî başarıyı
9
işaret eden bu metindeki ‘fütûhat’ın tasavvufî cephesi ise başka mânâlar ihtivâ
etmektedir:
“Fethler, açılışlar, zuhurat, tecelliyât. (Tas.) a) Kapalı olan maddî ve
manevî nimet kapılarının sâlike açılması: Rızk, ibâdet, ilim, marifet, keşf
vs. gibi. b) Gaybî kemâl halleri ile zuhur. c) Zuhurât, ikram, karşılıksız
verilen özellikle gıda maddeleri. Dervişlerin geçimi Futûh iledir.” (Uludağ
1995:195)
Peygamberin otoritesi altında, manevî ve siyasî sahada anlam bulan tüm bu
mefhumlar, peygamberden sonra da İslâm coğrafyasının siyasî kodları ve inanların
ahlâkî düstûrları olmuşlardır. Sonuç olarak, İslâm dünyasında siyasî ve dinî talep ve
icraatlar aynı kodlarla ifade edilir; iktidarlar kadar, kullar da aynı mefhumlardan güç
alır duruma gelmişlerdir.
II.II. Harp Edenler
Max Webber’e göre günlük rutinin dışına taşan her türlü talebin karşılanması
ancak ‘karizmatik’ temele dayanabilir. Tarihe bakıldığında, psikolojik, siyasî, fiziksel,
ekonomik ahlakî ve dinî bunalımların doğal önderleri, ne resmî görevliler, ne de
uzmanlaşmış kadrolar olmuştur. Bu dönemlerin önderleri, bedence ve ruhça özel
yeteneklere sahip, ‘değer yargılarından arınmış’ şahsiyetlerdir. (Weber 2002:325)
II.II.a. Anadolu Fütûhatı
Anadolu’nun, fetih, iskân ve kolonizasyonunda faâl olan şeyhler, lûgatlarında
ribat, cihad, gazâ ve fetih terimleri ile beraber, mensup oldukları topluluğun siyasî
liderliğini de üstlenmişlerdi. (Ocak 2000:64-65) Orta Asya’daki şamanist gelenekle,
10
İslâmiyet’i harmanlayan dervişlerin karizmaları, cemaatlerini sevk ve idarede etkili
olmuş ve bu zümreler büyük başarı kazanmışlardı. Osmanlı Devleti’nin doğuşu için
esas olan, ananevî ‘gâzi’ fikri ise, Bizans-Selçuklu sınırlarındaki ‘uc’ cemiyet ve
kültüründe şiddetle hissedilmiş, fütûhat da nüfûs ve kolonizasyon hareketleriyle
güçlendirilmişti. (İnalcık 1996:149) Ömer Lütfi Barkan, bu yöndeki çalışmaları daha
da derinleştirerek, ‘İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler’ adlı
meşhur makalesini yazmış; Türk akınları ile batıda zâviyeler kuran derviş tipolojisinin,
sadece muharip orduya lojistik destek sağlayan unsurlar değil, fakat siyasî nüfûzlarını
iktidardan yana kullanan, mistik yönleri ile propaganda faâliyetlerinde yer alan, üretici
ve asla ‘tufeylî’ olmayan karakterler olduklarını belgelemişti. (2003:141-191)
Aşıkpaşazâde’nin Anadolu’nun fethinde yer alan dört farklı zümre olarak kayd ettiği
Gâzîyân-ı Rûm, Ahîyân-ı Rûm, Bâciyân-ı Rûm ve Abdâlân-ı Rûm, Fuad Köprülü’nün
Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı kitabında oldukça menkıbevî bir tarzda
anlatılmıştı:
“Tahta kılıçlarla kâfirlere karşı harb eden, maiyyetindeki bir avuç mürid ile
yüzbinlerce kişilik düşman ordularını ezen, kaleler alan, küfür diyarında
kılıç kuvvetiyle İslâmiyet’i yayan bu mücâhid Türk mutasavvıfları...”
(1984:253-254)
Selçuklu Devleti’nin, Moğol saldırıları karşısında siyasî iktidarını kaybetmesiyle
hareketlenen Türkmen zümreleri, Baba İlyas’ın halifelerinin önderliğinde Babaî
İsyanı’nı başlatmışlardı. Bu hareket özellikle Osmanlı Beyliği kuruluşunda çok etkili
olmuş, hatta fütûhattı da müspet yönde etkilemişti. Aynı zümre, Abdalân-ı Rûm adı
altında XIV. ve XV. yüzyıl sonlarında Bektâşîliğin ve Alevîliğin teşekkülüne de zemin
hazırlamıştı (Ocak 2000:219-220).1
1 Anadolu’nun kozmopolit ve değişken yapısı içinde Abdalân-ı Rûm’un ayrı bir tarîkat olmayıp; benzer meşrepteki tarîkatlardan müteşekkîl1 daha geniş bir zümre olduğunu kaydetmek ve Bektâşîliğin de aynı mâhiyeti arz ettiğini belirtmek gerekmektedir. (Ay 2004:20)
11
Osmanlı Devleti’nin Rumeli uc bölgelerinde ortaya çıkan Bektâşîler,
Rumeli’ndeki Osmanlı gâzîlerinin pîri olan Sarı Saltuk’la1 kendilerini
özdeşleştirmişlerdi. XV. yüzyılda da, bu kez Bektâşîler, Yeniçerilerle özdeşleşmişler
(İnalcık 2003:202); böylece Osmanlı Devletinin resmî muharip gücü bir tarîkatla
aynılaşmıştı.
II.II.b. Sanâdîd-i Bektâşîyan: Yeniçeri
Bektâşîlik tarîkatı ismini Ahmed Yesevî geleneğiyle yoğrulmuş Hacı Bektâş-ı
Velî’den almıştı. Bektâşlu oymağının başı olan Hacı Bektâş-ı Velî, Babaî İsyanı’na
katılan şeyhler gibi Baba İlyas’a halife olsa da isyana katılmamış veya kaçıp izini
kaybettirmişti. 1250 yıllarından sonra, Sulucakaraöyük’te münzevî bir hayat
yaşamaya başlamış olan Hacı Bektâş-ı Velî’nin tarihî bir karaktere dönüşümü de
hayatının bu döneminde gerçekleşmişti. Geniş çaplı ve oldukça serbest yorumlu bir
İslâm propagandasına başlamış olan Hacı Bektâş-ı Velî, Ürgüp yöresindeki
Hıristiyanların ihtidâsı ve şamanist Moğollar’ın İslâmiyet’i kabul etmeleri için faâliyet
göstermiş ise de; yaşadığı zamanın iktidarının ve büyük mutasavvıflarının dikkatini
çekmemişti. XVI. yüzyılın ilk yıllarında tarîkat, Balım Sultan tarafından Haydarîliğin
içinden ayrılarak ‘Bektâşîlik’ namıyla teşekkül etmişti. (Ocak 2002b:41)
Hacı Bektâş-ı Velî’yi tarihe taşıyan, Orhan Gazi’nin onu ordusunun koruyucusu
addetmesiydi. Bu gelenek ocak var oldukça devam etmiş; kuruluş dönemi sultanları
bu tarîkata büyük ilgi göstermişlerdi. İktidarın Bektâşîlere gösterdiği teveccüh elbette
ki, keyfî değildi; Bursa’nın fethine katılan Geyikli Baba ve Abdâl Mûsâ2 gibi dervişlerin
yanı sıra, iskân ve kolonizasyonda da Bektâşî dergâhları çoğunlukta idi. Ayrıca Oruç
Tarihi’ne göre, Sultan Orhan’ın kardeşi Ali Paşa derviş hayatı sürmek ve şeyhler
1 Dervişlerin mistik neşve ve cezbesi, fütûhatla birlikte tüm topluma heyecan vermiş ve Saltuknâme gibi kahramanlık vekâyinâmeleri anonim olarak vücûda gelmiştir. Ahmet Yaşar Ocak’a göre, Saltuknâme’de bahsedilen, mücahit, bir İslâm gâzi-velîsi olan Sarı Saltuk; mistik kişiliğinin yanı sıra, içinde bulunduğu kabilenin de aşiret reisidir. (İnalcık 2003:196;Ocak 2002a:41) 2 Geyikli Baba, Baba İlyas’ın mürîdi olsa da; Abdâl Mûsâ, Hacı Bektâş-ı Velî’nin, Hatun Ana’nın müntesibi idi. (Ocak 2000:209)
12
safına katılmak için iktidardan vazgeçmiş ve Yeniçeri birliklerini Hacı Bektâş-ı Velî’ye
bağlaması yönünde Sultan Orhan’a telkinde bulunmuştu. (Oruç Beğ:34)
Osmanlı Devleti kuruluş aşamasında, düzenli askerî birliklerden yoksundu.
Osman Gazi’nin muharip gücü, atlı aşiret kuvvetleriydi. Orhan Bey zamanında, Bursa
kadısı Çandarlı Kara Halil’in çalışmasında, yaya ve müsellem (atlı) denilen,
Türklerden teşkîl edilmiş, biner kişilik, gündelikle savaşan güçler meydana getirilmişti.
Savaş haricinde ise, kendilerine gösterilen toprağı işleyip, vergiden muaf olan bu
kuvvet, Kapıkulu Ocakları’nın1 teşkîline kadar elde edilen zaferlerde başlıca âmil
olmuşlardı. (Uzunçarşılı:C.I,127-128)
Nüvesi Anadolu Selçukluları ve Mısır Memlûkleri’nde mevcut olan askerî
teşkilâtın, tekâmülü (Pakalın 1993c:617) ile oluşan, Avrupa’nın ilk daimî ordusu olan
Yeniçeriler (İnalcık 2003:17), ilk defa I. Murad zamanında kullanılmıştı. II. Murad
zamanında ‘devşirme’2 sisteminin oluşturulması ile önemi artan Yeniçeri Ocağı, Hacı
Bektâş-ı Velî ile de bu dönemde ilişkilendirilmişti3. Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşunda, ilk
elli yıl içinde süratle gelişen fütûhat kadar, Osmanlı Devletinin merkezî mutlakıyet
idaresini tesîs etme fikri de amîl olmuştu. (Koçu 1964:10)
İlk dönem Osmanlı Sultanlarının Bektâşîler’den ziyâde, Ahîlerle olan
yakınlıkları dikkat çekmekteydi. (İlgürel 1993:387) Orhan Bey zamanındaki yaya
askerlere, Ahi serpuşu olarak beyaz börk giydirilmiş, hatta yençeriler de aynı serpuşu
1 Kapıkulu Askeri: Merkezdekî askerî teşkilât hakkında kullanılır bir tâbirdir. Yeniçerilerle sipahi bölükleri kapı kulu askerlerini teşkil ederlerdi. (Pakalın 1993b:173) 2 Saray hizmetleriyle bostancılıkta ve yeniçeri ocağında istihdam edilmek üzere toplanan Hıristiyan çocukları hakkında kullanılır bir tâbirdir. Bu hizmetler daha evvel esirlere gördürülürdü. Esirler Birinci Murat zamanında kurulan “acemi ocağı” namı verilen ocakta yetiştirildikleri gibi miktarları yeniçeri ve acemi ocakları kadrosundan fazla oldukları zamanlarda Türkçeyi ve Türk ve İslâm âdetlerini öğrenmek üzere ‘ikişer filori’ye Anadolu’daki Türklerin hizmetlerine verilir, sonra alınarak muhtelif hizmetlerde kullanılırlardı. Devşirme suretiyle Hıristiyan çocuklarının alınması ve bunlardan muhtelif hizmetlerle askerlik işlerinde istifade olunması esirlerin azaldığı zamanlarda duyulan zaruret sevkiyle başlanmış idi. (Pakalın 1993a:444-445) 3 Müslüman edildikten sonra, üç ilâ dört sene Türk ailelerle kalıp, Türkçe öğrenen askerler ‘ocak’a verilip ‘yeniçeri’ sayılırlardı. Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşunun Hacı Bektâş-ı Velî’ye isnat edilmesi anakronik, ve tabiatıyla asılsız bir iddia olsa da; iktidarın, yeniçerilerin ve erken dönem tarihçilerinin bu ocağı Hacı Bektâş-ı Velî’yle ilişkilendirme çabaları, ocağa “Ocağ-ı Bektâşîyân” ve askerlerine “tâife-i Bektâşîyân” denmesi anlamlıdır.
13
kullanmışlardı. Fakat, 94. Ortada1 Bektâşî Babası’nın oturduğu ordunun intisâb ettiği
manevî güç, şüphe yok ki; Hacı Bektâş-ı Velî’ninki idi. (Özcan Ab. 1994:35)
II.III. Zikredenler
Teorik olarak tasavvuf, şerîatın, tevhid tabir edilen “Allah’ın ortak kabul etmez
tekliği”ni merkezine alan; yaratılanın, yaratanın tecellîsinden ibaret olduğunu
varsayarak, kesreti izale etmeye çalışan bir mistik felsefedir (Ocak 2003:267).
Schimmel’e göre ise, mutlak aşk denilen tasavvufun kudreti, gerçek mistisizmi
zahitlikten ayırabilmesindedir. İlâhî aşk, sufînin kalbini saflaştırıp huzûr-ı ilâhîye
taşıyacağı için, kişi çekeceği tüm çile ve acıya tahammülden ziyade tevekkül etmeli,
hatta onlardan zevk almalıdır. Zîrâ, bu olgunlaşma devresi onu zamandan ve diğer
yaratılmışlardan âzâde kılar. (Schimmel 1975:4)
Mutlak aşka erişmek için nefse karşı yapılan cehd, yani cihad-ı ekber, kimi
mutasavvıfları her türlü dünyevî uğraştan alıkoymuş olabilir. Fakat tarih eserler,
insanlar ve hadiseler üzerlerindeki tesirleri değerlendirdiği için bu mizâctaki
mutasavvıflar da, arzuladıkları tevâzu içerisinde tarih sahnesinden çekilmişlerdir.
II.III.a. Semah Edenler
Osmanlı ilk dönemlerinde, cihad-ı ekber ile birlikte cihad-ı sagîri de ihmâl
etmeyen dervişlerle beraber hareket etmişti. Abdalân-ı Rûm diye adlandırılan zümre
içinden, Yeniçeri Ocağı’yla irtibâtlandırılan Bektâşîlik, Osmanlı gücünü temsîl eden ve
doğrudan sultana bağlı ordunun bir nev’i resmî inancı idi. Henüz, XVI. yüzyıl
taassubunun etkisinde olmayan Sünnî Osmanlı sultanlarının Bektâşîlerle olan yakın
1 Orta, Yeniçeri teşkîlâtında tabur yerine kullanılan tâbirdir. (Pakalın 1993b:730)
14
ilişkileri ise, II. Bayezid zamanında, (Mélikoff 1993:210) Safevî Sultanı Şah İsmail
adına çıkartılan Şah Kulu ayaklanmalarına (Ocak 2002b:283-287) kadar sürmüştü.
II. Bayezid zamanı etkisini arttıran Safevî propagandası, Anadolu’daki
Türkmenleri tesîrine almış ve Şiîliğe ait bazı temayüller, ayrılıkçı unsurlar olarak
belirmişti. Şah İsmail’in mürîdlerine ve halifelerine giydirdiği on iki dilimli kızıl tac,
taraftarlarınca benimsenmiş ve onlara da Kızılbaş denmişti. Böylece, Orta Asya
kültlerini İslâmiyet’le birleştirenler (Ocak 2002b:217), Osmanlı topraklarında Kızılbaş
diye anılmış (Ocak 2002b:280-281), fakat Celalî isyanları sırasında, “dinsiz, âsî”
mânâsını kazanan Kızılbaş deyimi de, yerini ‘Alevî’ye bırakmıştı. (Mélikoff 1993:33)
Bektâşîlik ve Alevîlik, Ehl-i Beyt sevgisi etrafında şekillendikleri için genelde
birlikte değerlendirilmiş; Bektâşîliğin şehirde, Alevîliğin ise köyde etkili, fakat esas
itibarıyla aynı olduklarına dair inanış, doğru olmamakla birlikte, yaygınlaşmıştır.
Alevîlik ve Bektâşîlik arasındaki temel farklılık; Alevîlikteki ‘çelebilik1’ makamının Hz.
Ali soyundan olmaya önem gösteren Şia İslâm’ı ile örtüşmesi ve Bektâşîliğin ise
herkese açık bir tarîkat olmasıdır.2 Bu ayrılık “bel oğulları” olduklarını iddia eden
Çelebilerin, tüm Bektâşî dergâhlarındaki meşîhatta hak iddia etmeleri ile politik bir
yön de kazanmış; Osmanlı idaresinin ilk yıllarında, kendisini Hacı Bektâş-ı Velî’nin
meşru halefi sayması ve Türkmenleri kontrol altında tutmak amacı, Babagânlığa karşı
Çelebiliğin desteklenmesine sebep olmuştu (Küçük H. 2003:26-27). Fakat, XIV.
yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nde şehir hayatı geliştikçe, Sünnî İslâm sufîliğine
mensup tarikatlar da Anadolu’da etkisini arttırmaya başlamıştı. (Ay 2004:20)
II.III.b. Semâ Edenler
1 Çelebiyân Bektâşîler Hacı Bektâş-ı Velî soyundan geldiklerini ve “Bel Oğulları” olduklarını iddia ederler. Babagân Bektâşîleri ise, Hacı Bektâş-ı Velî’nin soyundan olmak iddiasını taşımadıkları gibi ‘mansıb’ prensibinin sufîliğe aykırı oluğu inancındadırlar. (Küçük H. 2003:25-26) 2 Yine aynı sebeple, kişinin cemaat içindeki manevî konumu da, Alevîlikte soya, Bektâşilikte ise tarîkat eğitimine ve bundaki başarısına dayanmaktadır. (Küçük H. 2003:27-28)
15
Mevlâna Celâleddîn Rûmi’ye (öl.1273) nisbet edilen Mevlevîliğin teşkilâtı
Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled (öl. 1312) tarafından tesîs edilmişti. Mevlâna da, Hacı
Bektâş-ı Velî gibi Orta Asya’da, 1207 yılında Belh şehrinde doğmuş; fakat ‘sultanü’l-
Ulemâ’ diye anılan Bahâüddîn Veled’in oğlu olarak çok farklı bir çevrede yetişmişti.
Moğol istilâsı sebebiyle Belh’i terk eden aile, Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddîn
Keykubad’ın himâyesinde Konya’ya yerleşmiş ve iktidarın yakın ilgisini görmüştü.
Medrese eğitimi alan Mevlâna’nın tasavvufa olan ilgisi babasından geçmiş ve bu
yönde başka eğitimler almışsa da, hayatındaki dönüm noktası, sert sözleriyle insanı
şoke eden, manevî silsilesi meçhul bir derviş olan, Şems-i Tebrizî ile tanışması
olmuştu. Şems’le birlikte tasavvufî coşkusunu saklayamayan bir dervişe dönüşen
Mevlâna, içindeki ilâhî aşkı zamanın ve coğrafyasının ötesine taşıyan eserler
vermişti. (Schimmel 1975:309-315;Kara 1994:67)
Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemlerinde, Bektâşîliğin Pîri Hacı Bektâş’ın
orduyla bütünleşmesi gibi, Mevlânâ’nın da Osman Gazi’ye dualar ettiği rivâyet
edilmekte, Sultan Aleaddin’in Osman Gazi’ye Mevlâna ile kılıç gönderip kuşandırdığı
(anakronizme rağmen) anlatılmaktadır. (Karateke 2004:50) Osmanlı Devleti ile
Mevlevîler arasında kurulmak istenen bağ, Yeniçerilerde olduğu gibi, serpuşlara
dayandırılmakta1, ‘çelebi’ unvânlarından yola çıkarak, adeta Safevî Devleti gibi
tasavvuf menşeli bir yapı çizilmektedir. Halbuki, tüm bu menkıbelerin ötesinde
Mevlevîlik yönetiminde hanedanlık ve iç bürokrasinde de merkezîlik anlayışı ile diğer
tarîkatlardan farklı, şehirli, yerleşik bir yapıya sahipti. Tarîkatın Mevlâna’dan bu yana
benimsediği, ‘siyasî otoriteyi meşrulaştırma’ politikası ve kendi yetkisini Selçuklu
Hanedanı ve ona bağlı olarak Mısır’daki hilâfetle ilişkilendirmesi, XIV. yüzyıldan
itibaren hakimiyetinin giderek artmasına yol açmıştı. Bu politika iki ideolojik motife
dayanmaktaydı: Şehirleşme sürecini yaşayan Türkmen toplumuna, zamanının şehir
hayatına daha uygun olan Sünnî İslâm yorumunu anlatmak ve şehir hayatına siyasî
ve dinamik bir perspektif kazandıran “gazâ” ideolojisini canlı tutmak (Işın 2002:229-
230). Şüphe yok ki; bu iki ana unsur da iktidarların gayeleri ile örtüşüyordu.
1 “Osman ve Orhan Gazi’nin türbeleriyle, Mevlânâ gibi Hüdavendigar ünvanı olan I. Murad’ın kabrindeki Mevlevî külahı resimleri ve mezar başlarındaki Mevlevi sikkeleri, hatta yeniçerilerin ilk devirlerinde Mevlevî serpuşu taşımış bulunmaları herhalde bir anlam taşımaktadır.”.M. Duru’dan aktaran İsmet Kayaoğlu (Kayaoğlu 2002:37)
16
Osmanlı nezdinde, Mevlevîlerin bu siyaseti ancak 1436 yılında, II. Murad
(öl.1451) zamanında karşılık bulmuş, fakat Fâtih Sultan Mehmet’in (öl.1481)
döneminde, tarîkatın devletle olan ilişkileri adeta dondurulmuştu. Zîrâ “çelebilik”
makamının nesebe dayanan “hanedan” temelli dinî otoritesi de, Karamanoğulları’yla
olan ilişkileri de, padişahın patrimonyal iktidar ve emperyal devlet projesi ile
uyuşmamıştı. Lâkin, II. Bayezid’in kamu anlayışı selefinden oldukça farklı idi. II.
Bayezid, yerel güç odaklarına kısmî faâliyet özgürlüğü vermekte ve hatta bu
oluşumları bir nevi ‘icra vasıtaları’ olarak kullanmakta ve bazı iktisadî ayrıcalıklar
tanımaktaydı. (Işın 2002:230-231) Ayrıca Safevî tehlikesinin belirdiği II. Bayezid
saltanatı süresince, Şiî ve konar göçer bir İslâm anlayışı yerine Ehl-i Sünnet ve şehirli
yorumu benimsemiş bir tarîkatın desteklenmesi, iktidarın politikasıyla örtüşmüştü. II.
Bayezid devrinden itibaren Mevlevîler, Osmanlı sultanlarından ve devlet
adamlarından büyük ilgi görmeye başlamışlar, padişahın Konya’da Çelebilik
makamında bulunan Hüsrev Çelebi’ye (öl. 1561) derin muhabbet duyması, o
dönemin pek çok devlet ricalinin Mevlevîliğe intisap etmesine sebep olmuştu.
(Öngören 2000:320)
II.III.c. İsyân Edenler
Görüldüğü gibi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda, kendilerini İslâm terminolojisi
ile ifade eden tarîkatların organizasyonu etkiliydi. Bu organizasyonların liderleri ise,
sadece efsaneleşmiş dinî kişilikler değil, aynı zamanda siyasî dengeleri de
etkileyecek politik liderlerdi. Kuruluşun ilk zamanlarında, aynı gaye ile hareket eden
dervişler ve tarîkatlar; devlet merkezîleştikçe, otoriteye karşı bir tehdit unsuru haline
dönüşmüş ve XV. yüzyıldan itibaren, devlet sufîleri tâkîbat, denetim ve baskı altına
almaya başlamıştı.
1416 tarihinde ulemâdan bir sufî olan Şeyh Bedreddîn adına isyan çıkaran,
Yahudi muhtedîsi Torlak Kemâl ve Börklüce Mustafa, Şeyh Bedreddîn’in ‘mehdî’liği
iddiası ile beraber Müslümanlık-Hıristiyanlık-Yahudilik karışımı bir senkretizmin
17
propagandasını yapmışlardı. Osmanlı Devleti’nin siyasî gücünün çok zayıflamış
olduğu Fetret Devrinden sonra vuku’ bulan ayaklanmanın nihaî hedefi ‘eşitlikçi
düzenin hakim olduğu dünya cenneti’ni yaratmaktı. (Ocak 2000:124 ve 157-158) Çok
sayıda insanın katıldığı ayaklanma güçlükle bastırılmıştı. Osmanlı vakanüvîslerinin
“torlaklar” veya “bedbaht sufîler” diye tanımladıkları elebaşları hiçbir ayrım
yapılmadan takîp edilmiş ve cezalandırılmıştı. (Balivet 2000:77-78) Ancak Şeyh
Bedreddîn’in idam fermanının, fikirlerinden dolayı “şer’an” suçlu olduğu üzerine değil
fakat, devlete karşı isyan ettiği için “örfen” ve “siyaseten” suçlu olduğu üzerine
oturtulması (Bardakçı 1999:78), devletin tasavvuf zümrelerinin etkinlik alanlarını
siyasî otoritesi ile belirlediğinin göstergesi idi.
Ancak, bu isyan Osmanlı iktidarının sufî çevrelere karşı olan hassasiyetini de
arttırmıştı. Anadolu’da kurulan üçüncü büyük tarikat olan Bayrâmîye’nin bânîsi Hacı
Bayrâm-ı Velî’nin mürîd sayısındaki artış, II. Murad’ı endişelendirmiş ve şeyhi tahkikat
için Edirne’ye getirtmişti. (Kara M. 1994:68-69) Nitekim, XVI. yüzyıldan itibaren,
Bayrâmîler gibi, Halvetîler ve Kalenderîyye’nin muhtelif şubelerini teşkîl eden
tarîkatlar da kovuşturma altındaydılar. (Ocak 2003:277)
II.IV. Değişenler
Yılmaz Öztuna’nın “taşlaşmış” diye tanımladığı XVII. ve XVIII. yüzyıllar
(Öztuna 1970:195), başka bir anlayışa göre de, “Osmanlı toplumsal kuruluşunun bir
dünya imparatorluğu olarak çözülüşü”nü (Keyder 1977:73) hazırlayan dönemi teşkîl
etmektedir. Temel olarak, XIV. yüzyılın ‘kuruluş’u, XV. yüzyılın ‘imparatorluk’ ufkunun
genişlediği ve XVI. yüzyılın da ‘klasik’ dönemi temsîl ettiği tasnîf sisteminde; XVII. ve
XVIII. yüzyıllar ancak modern çağa geçiş dönemini ifade etmektedir. Ancak
günümüzdeki bir çok tarihçi bu tasnîfe de, bahsi geçen dönemde bir atâlet
yaşandığına da karşı çıkmaktadırlar. Kemal H. Karpat’a göre; bu yüzyıllardaki
gelişmelerin giriftliği ve bu karmaşıklığı çözmeye elverişli terimlerin olmayışı, bu
yanlış değerlendirmelerin sebebidir (Karpat 1975:90). Bu doğru olmakla birlikte, XV.
yüzyıldan başlayarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun temel kurumlarını tesîs ettiği ve bu
kurumların değişime direnç gösterecek güce de hâiz olduğunu eklemek lâzımdır. Bu
18
yüzyıllardaki direncin de, değişimin de XIX. yüzyıldaki şekillenmelerin alt yapısını
oluşturduğu ve göz ardı edilemeyeceği muhakkaktır.
II.IV.a. Bî-Dîn ü bî-Mezheb: Yeniçeri
XV. yüzyılın ikinci yarısında, yeni pây-ı taht olan İstanbul’a taşınan Yeniçeri
Ocağı, belli başlı nizâmnâmelerini tesîs etmişti: Emre kesin itaat, birlik-beraberlik,
aşırılıklardan kaçınmak, İslâm’ın farzlarını yerine getirmek, devşirme, yargılama,
rütbe ve terfiî usûlleri, ordu içi hiyerarşi, hasta ve sakatların emekliliği, dış görünüş,
mücerred olunması, kışlalardan ayrılınmaması, başka meslek icra edilmemesi, idman
ve bilimle iştigâl edilmesi gibi ana başlıklar bu kurallara bağlanmıştı. (Pakalın
1993c:620-621) Ancak, nizâmnâmelerin hazırlanmış olması, uygulanabildikleri
anlamını taşımıyordu. Nitekim, ocağın yapısını güçlendirmek üzere alınan tedbir ve
kararlar, gelişen hadise ve ihtiyaçlara göre zaman zaman tekrar tanzîm edilmişti.
II. Murad devrinde çok önemli bir askerî kuvvet haline gelip, padişahın da
övgüsünü kazanmış Yeniçeriler; selefi Fâtih Sultan Mehmed’in saltanatından itibâren
iktidarı istekleri doğrultusunda yönlendirmek için isyâna başvurmaya başlamışlardı
(Yücel,Sevim 1991:5). Yeniçerilerin padişahı bile tehdît eden gücünün siyasî bir
uzantısı olmaması imkânsızdı, nitekim bu güç padişah kadar, devlet kademesinde yer
alan diğer unsurlar tarafından da kontrol edilmeye, yönlendirilmeye çalışılmıştı. XVII.
yüzyılın başlarına kadar Yeniçeri Ocakları’nın, iktidar irâdesine muhâlif hareketleri,
ocaktan ziyâde üst düzey devlet görevlilerinin hırs ve politikaları ile ilişkilendiriliyordu.
Ancak, III. Murad (öl.1595) döneminde, nizâmnâmelere aykırı bir şekilde ocağa kayıt
yapılması, bizzât ocağın bozulduğu fikrinin kabul görmesi ve ifade edilmesi için
gereken zemîni hazırlamıştı.1 Sonraki dönemlerde Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması
düşünüldüyse de, isyân ve savaşlar bu tasarıya imkân vermemiş, bilakis ocağın
nüfûsu artmış, homojen ve disiplinli yapısı iyice bozulmuştu.
1 Nizâmnâmelere aykırı kararlar, III. Murad döneminde, şehzade Mehmed’in (öl.1603) “sûr-ı hümâyûnlarında”ki oyuncuların ocağa alınmak istemeleriyle gündeme gelmişti. Yeniçeri ağası, Ferhâd Ağa’nın itirâzlarına ve kanûna rağmen bu talep gerçekleşmiş; Ferhâd Ağa azledilip, yerine başkası geçmişti. Koçibey’e göre bu olaylardan sonra “Ocağın revnak ve hüsnü git”miş, “içlerinde cârî olan kânûn batdı, herc ü merc ol”muştu. (Koçibey 1998:55-57)
19
II. Osman’ın (öl. 1622) başarısız Hotin Seferi’nin dönüşünde Yeniçeri Ocağı ve
Sipâhileri kaldırıp yeni bir ordu kurma kararı, başka bir isyânın çıkmasına sebep
olmuş ve I. Mustafa’nın (öl.1623) tahta tekrar cülûsu ve II. Osman’ın 65. Orta
tarafından katledilmesi1 ile sonuçlanan hadiseler, Yeniçerilerin sadece iktidar
politikalarını değil, fakat iktidarı da belirleyecek güce eriştiklerini göstermişti.
XVII. yüzyıla gelindiğinde ise Yeniçeri Ocağı ve iktidar arasındaki uyumsuzluk,
halka da yansımıştı. Yeniçerilerin Ramazan ayında oruç ibadetine riayet etmemeleri,
tütün ve şarap içmeleri, ahlâka aykırı davranışları ve şehri haraca bağlamaları, sosyal
düzeni sarsan aşırılıklardı. IV. Murad’ın (öl.1640) otoritesini kurmak için aldığı şiddetli
tedbirlerin bir kısmı, bu düzeni tekrar sağlamak ve bu şekilde iktidarını pekiştirmek
amacını içeriyordu. XVIII. yüzyılın başlarında ocaktaki disiplinsizliğin önüne
geçilememiş, alınan tedbirler uygulamaya konamamıştı. Yüzyıl sonlarında ise devlet,
yoklama yapamayacak kadar çaresiz ve Yeniçerilerin paralarını ödeyemeyecek
derecede mâlî sıkıntı içinde idi. Bu durum bâzı Yeniçerileri esnaflığa mecbur ettiği
gibi; esnaftan ocağa girenle birlikte; iktisadî hayatta kaba kuvvet, haraç ve benzerî
uygulamalara dayanan bir Yeniçeri esnaflığı hakim olmuş, Yeniçeriler özellikle lonca
gelirlerinin denetimini ellerine geçirmişlerdi. (Kafadar 1994:474;İslâmoğlu,Keyder
1977:64)
Yeniçeri Ocağını eski satvetli haline dönüştürme umudu Avrupa karşısında
yaşanan hezimetlerle beraber, başka mecralara yönelmişti. XVII. yüzyılın sonlarında,
Yeniçeri Ocağına dokunulmamakla beraber Avrupa tarzında bir ordunun gerekliliği de
gündeme gelmiş ve ihtidâ’ eden yabancı menşe’li subayların denetiminde bazı reform
çalışmaları başlamıştı. I. Mahmud (öl.1754) zamanında Humbaracı Ahmed Paşa
tarafından gerçekleştirilmeye çalışılan reformlara2 (Muslu 2003:43) Yeniçeriler imkân
tanımadılarsa da; iktidarın istikameti belli olmuştu. III. Mustafa (öl. 1774) döneminde,
1 65. Orta, bu hadisenin ardından lağvedilmiş ve Yeniçeriler herhangi bir sebeple gülbank çektiklerinde; 65. Orta’nın sırası gelince, hep bir ağızdan, “Yok olsun” demişlerdi. Gülbank; gül sesi, yâni bülbül şakıması mânâsına gelen Farsça bir tamlama olup, Yeniçeriler her gülbank çektiklerinde, Hacı Bektâş-ı Velî ile olan bağlarını ikrâr ederlerdi. (Pakalın 1993c:620-621;Gölpınarlı 1977b:141-142) 2 Humbaracı Ahmed Paşa adını alan Fransız General Claude Alexandre Comte de Bonneval (öl.1747)
20
ordunun teknik imkânlara kavuşturulması için Polonyalı bir mülteci olan Baron de
Tott’u görevlendirdiğinde, ıslahat için batıya yönelik ilk hamleyi de yapılmıştı. (ilgürel
1993:385-395)
II.IV.b. Dervişân ve Ordû-yi Hümâyun Meşâyihi
Kuruluştan itibaren etkili olan ordu, tarîkat ve saltanat üzerine müesses
nizâmın XVI. yüzyıla yaklaşırken tamamen bozulduğunu söylemek mümkün değildi.
İmparatorluğa geçmekte olan siyasî yapının, beylik ölçeğindeki politikalarla hareket
edemeyeceği aşikâr olup; kurumlarını oturtmuş bir sistem içinde, dervişlerin yavaş
yavaş savaş alanlarından çekilmesi ve disiplinli ordularla hareket edilmesi de bu
ölçekteki yapının gereği idi.
Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul kuşatmasında devrin âlim ve şeyhlerini de
sefere çağırmıştı. Başta babası II. Murad’ın tahkîk ettirdiği Hacı Bayrâm-ı Velî’nin,
Ehl-i Sünnet anlayışını benimsemiş mürîdi Akşemseddîn olmak üzere, bir çok sufî ve
âlim bu çağrıya uymuşlar (Bardakçı 1999:86); askerleri gazâ ve cihada teşvik ve
ordunun muzafferiyetine dua için görevlendirilen bu insanlara da “Ordû-yi Hümâyun
Şeyhi” tâbiri uygun görülmüştü (Pakalın 1993b:729). Bu makam, sefere çıkan
ordunun moralini yüksek tutmak yönünde şeyhlere resmî görev yüklemiş1, böylece
‘klasik dönemi’ne girmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nda sadece iktidara ait
kurumlar değil ama sivil kurumlar da, siyasî yapının ihtiyacına göre, tekrar
şekillenmişlerdi. Devlet içindeki yapılanma ve Sünnî teorinin siyasî alana
intıbakındaki hızlanma, Sünnî tarîkatları da Anadolu’da daha etkili duruma getirmişti.
Kuruluş aşamasında, fıkıh-tasavvuf, medrese-tekke çatışmasını yaşamamış
olan Osmanlı Devleti, yerleşik hayata geçip, şehre ait kurumlarını tesîs ettikçe bu
farklılıklar da önem arz etmeye başlamıştı. Osmanlı klasik döneminin dinî bilimler
alanındaki akımları fıkıh (hukuk) ve kelâm (teoloji), merkezî iktidar mekanizmasının
1 Kazaskerler ve kadılar, ordunun şeriata uygun hareket etmesinden; şeyhler ve dervişler ise ordunun moralinin yüksek tutulmasından sorumluydular. Şeyhler, askerleri sadece cihada teşvik etmekle değil, aynı zamanda seferin zaferle sonuçlanması için dua etmekle de görevli idiler. (Mayer 1980:54-57)
21
pratik alanlarına bağlıydı. Fıkıh, imparatorluğun siyaset, yönetim ve organizasyonu ile
kelâm ise resmî ideolojisiyle doğrudan ilgili idi. Ancak, bürokrasi, ulema, sufîye ve
halk içinde, Ehl-i Sünnet dışı her türlü mezhebî ve tasavvufî eğilim,
küçümsenemeyecek derecede taraftar kazanmıştı. Öncülüğünü Şeyhü’l-İslâm İbn
Kemâl (öl. 1535) ve ardından Ebûsuûd Efendi’nin (1574) çektiği, merkeze bağlı XVI.
yüzyıl uleması, bu akımlara karşı amansız bir mücadele başlatmıştı. Ancak bu
ulemanın (özellikle Ebusuûd Efendi’nin) merkezî yönetim yanlısı ve idarî zorunluluklar
sebebiyle pragmatist bir anlayışla kaleme aldığı fetvalar, cami vaizleri ve bir kesim
taşra uleması arasında tepkiye neden olmuştu. (Ocak 1999:13-16)
Bayrâmîye tarîkatını terk edip, tasavvufa büyük eleştiriler getiren İmam Birgivî1
(öl. 1573), tasavvufla birlikte, merkeze bağlı pragmatist anlayışa da muhalif olan
akımın en önemli sîmâlarından biri idi. İmam Birgivî’nin görüşlerini benimseyip,
sufîlerle mücadeleye girmiş Kadızâde Muhammed Efendi’nin (öl. 1635) başlattığı
Kadızâde hareketi ise Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tasavvuf aleyhindeki en önemli
hareketlerden bir başkası olmuştu.2
XVII. yüzyılda yaşamış, Halvetî tarîkatının Niyâziyye veya Mısrîyye kolunun
kurucusu, coşkun ve cezbeli şairi Niyâzî-i Mısrî (Erdoğan K. 1998:LIII) dergâhını, İbn-i
Kemâl ve Ebu Suûd Efendi’den bu yana devam etmekte olan, devletin tasavvuf
hayatı üzerindeki belirleyici rolünün ağırlaştığı, bir dönemde açmıştı. İlk aşamada
iktidarın desteğini alan şeyh; IV. Mehmed tarafından Rusya seferine katılmaya davet
edilmiş; fakat sufînin “istikrârı fi’l-mahal olması” yolundaki emir gereğince mürîdlerinin
dağıtılması ve kendisinin de Rodos’a sürülmesine karar verilmişti.3 Rodos’ta dokuz
ay kalan şeyhin bir sonraki sürgün yeri Limni olmuş ve ancak on beş yıl sonra
Bursa’ya dönebilmişti. Niyâzî-i Mısrî, II. Ahmed’in (öl. 1695) Avusturya seferine (1694)
daveti sebebiyle iki yüzden fazla mürîdini toplamış, fakat meydana gelen kalabalığın
tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini düşünen iktidar, Niyâzî-i Mısrî’ye Bursa’da oturup
1 İbn Teymiye etkisinin açık olduğu İmam Birgivî, semâ, deveran, kabir ziyareti gibi konuların bidat olduğunu vurgulamış, İslâm’ın aslına dönmek amacıyla kaleme aldığı eserler günümüze kadar etkisini korumuştur. 2 XVII. yüzyılda son derece tutucu bir anlayışla ortaya çıkan Kadızâdeliler Hareketi’nin saray çevresinde de destek bulması tarîkatlara karşı şiddet eylemlerine dönüşmüştü (Yurdaydın 1971:128). Köprülü’nün vezir olmasıyla sona eren hareket, bir müddet sonra da ortadan kaybolmuştu. (Kayaoğlu 2002:41;Uludağ 1999:48) 3 Tuhfe’den alıntıyı yapan Kenan Erdoğan. (1998:LXXVI-LXXVII)
22
hayır dua ile meşgul olması yönünde hatt-ı hümâyûn göndermişti. Padişahın hatt-ı
hümâyûnunu muhalefet eden şeyh kesin ve tavîz vermez tavrı yüzünden de tekrar
Limni’ye sürülmüştü. (Erdoğan K. 1998:LXXXV-LXXXVII)
Halvetî silsilesine merbût Niyazî-i Mısrî XVII. yüzyılda, iktidardan bağımsız ve
hatta muhalif bir tavrı benimsemişken; Halvetîliğin diğer şubelerine ve diğer
tarîkatlara mensup şeyhlerden başka anlayışla hareket edip, ‘ordu-yi hümâyun
şeyhliği’ yapan bir çok sufî olmuştu.1 Ancak Osmanlı İmparatorluğu gibi bir yapıda,
iktidarın bazı dengeleri gözetmeksizin, mutlak ve keyfî bir idaresinden de söz
edilemezdi. Osmanlı sultanları, bir çok şeyhi himâye etmiş ve bir çok tarîkata da
yakınlık göstermişti. Sultanların sefere çıkarken, bazı türbeleri (Ebû Eyyûb el-
Ensâri’nin, Seyyid Battal Gazi veya Mevlâna gibi) ziyaret etmeleri veya yanlarında
bazı şeyhleri de götürmeleri âdet haline gelmişti. (Öngören 2000:269-271)
Kuruluş sonrası Osmanlı sufîlerinin devlet ve ordu ile olan ilişkilerini, temel
olarak üç farklı tavır altında sınıflandırmak mümkündür: Niyazî-i Mısrî modelinde
görüldüğü gibi iktidarın kontrol etmekte zorlandığı ve “cihad” kavramını ve gnostik
bilgisini mensup olduğu siyasî otoritenin üstünde gören dervişler. İkinci grup ise,
faaliyetlerini ait oldukları siyasî yapının hizmetine sunmuş ve kendisini daha büyük bir
mekanizmanın parçası sayan sufîler ki, başta ordu-yi hümâyun şeyhleri bu sınıfı
oluşturuyorlardı.2 Üçüncü olarak da, iktidara karşı olanlar vardı. Bu zümreler, Şeyh
Bedreddîn örneğinde olduğu gibi, kişisel bir doktrinin (çeşitli şartlar içinde) büyük
ölçekte destek bulmasıyla oluşabildiği gibi, Safevî destekli ve Şiî anlayışını empoze
eden ve siyasî uzantıları olan bir politikanın sonucu da ortaya çıkabilirlerdi. Fakat
1 Halvetî şeyhlerinden Merkez Efendi, Kanûnî Sultan Süleyman tarafından, 1537 tarihindeki Korfu seferinin ordu-yi hümâyun şeyhliğine tayin edilmişti. (Öngören 2000:272) Aynı tarîkatın kollarından biri olan olan, Şemsîye tarîkatının pîri Ahmed Sivâsî (öl. 1597) III. Mehmed (öl. 1603) zamanında Macaristan (Eğri) Seferine aynı sıfatla katılmıştı. (Gölpınarlı 1993:423;Öztürk M. 2004:35) Moravî Yahya Efendi (öl.1770) de dergâhını, Mora seferine Anabolu (Nauplia) kalesinde inşâ’ etmişti. (Öztürk M. 2004:115) Avusturya Seferi’nin ordû-yi hümâyun şeyhi, Nazmi Efendi Tekkesi Şeyhi Abdülhalim Efendi’nin azledilip yerine el-Hâcc Mustafa Efendi (öl.1785) tâyin edilmiş ve sefer gâlibiyetle neticelendikten sonra, 1768-1773 Rus Savaşı’na da katılan ordu şeyhine gösterdiği başarılardan dolayı, Hamidiye Sancağı, Eğridir Kazası, Kabasakal Zâviyesi’nin şeyhliği ve mütevelliliği verilmişti (Öztürk M. 2004:156-157,121). Bayrâmîye tarîkatına mensup bir aileden gelen, fakat kendisi bir Mevlevî dervişi olan Şeyh Kadri Dede, dervişlerle birlikte, 1715 tarihinde yapılan Mora seferine katılmış ve İnebolu’nun fethinden sonra buraya yerleşerek irşada başlamıştı (Pala 1982:85), aynı tarîkatın şeyhlerinden Mustafa Sâkıb Efendi (öl.1735) de Çehrin Kalesi’ne düzenlenen sefere katılmıştı. Sâdî şeyhi Süleyman Sıdkî Efendi (öl.1777) ise Kırım’da Ruslara karşı cihad ilan edilince, Kırım seferine katılmıştı. Mehmed Emin Tokadî ise I. Mahmud döneminde Avusturya (Nemçe) seferine giden ordunun muzafferiyeti için duâ etmekle görevli şeyhlerden biriydi. (Muslu 2003:582) 2 Ordu şeyhleri dışında da, dervişleri ile birlikte seferlere katılan şeyhler bulunuyordu ki; bu kuvvetlerin masrafları çoğu zaman devlet, bazen de şeyhler tarafından karşılanmıştı. (Muslu 2003:579)
23
esas önemli nokta, Osmanlı iktidarının bu ayaklanmalara karşı dinî dogmaları himâye
eden bir tutumdan ziyade, siyasî yapıyı gözeten bir politika ile müdahale etmeleri
olmuştu.
Yukarıda tarif edilen üç gruptan herhangi birinin, ele aldığımız ‘cihad’
geleneğinin uzağına düştüğünü iddia etmek zordur. Anadolu’da Osmanlı
hâkimiyetinde kurulmaya başlayan şehir hayatı içinde, Abdâlân-ı Rûm’un temsîl ettiği
gelenekle tamamen örtüşen bir zümreyi aramak doğru olmamakla beraber, devletin
resmî görevlileri ve faaliyetlerinin kaynağını iktidara rağmen belirleyen dervişleri
yönlendiren faktörlerin aynı olmadığını belirtmek lâzımdır.
İmparatorluk haline dönüşmüş Osmanlı’da, fütûhat için savaşan dervişlere
artık ihtiyaç yoktu. Tarîkatlar ve dervişler, toplumun yapı taşlarından biri olmakla
birlikte, yapının tüm mimarîsini oluşturan diğer elemanlarla uyum içinde ve belirlenen
sınırlar dahilinde kalmalı idiler. XVII. yüzyıla girerken bu elemanların kimisindeki
zayıflık, uyumsuzluk veya çürümenin tüm strüktürü tehdit edebileceği dahi tecrübe
edilmişti. Böylece imparatorluk siyasî ideolojisini dervişlerden ayırdı.
24
III. ONDOKUZUNCU YÜZYILDA ORDU VE TARÎKAT
Edhem Eldem XVIII. yüzyılda, bir önceki veya bir sonraki yüzyıla nazaran
daha az değişimin yaşanmadığını; ancak, bu dönemde yaşanan değişimin kopukluk
içermediğini ve devamlılık arz ettiğini vurgular. (Eldem 1999:195) Daha önce de
belirtildiği gibi, imparatorluk tarihinde XVII. ve XVIII. yüzyıllar ‘geçiş dönemi’ olmaktan
ziyâde, belki de hakkı ile incelenememiş dönemlerdir. Fakat, Eldem’in de -dolaylı
olarak- vurguladığı gibi, XIX. yüzyıldaki değişim gelenekten kopuşu veya bir ikiliği de
beraberinde getirdiğinden, radikal, çarpıcı ve çok belirgindir.
Batı ile ilişkisi devam etmiş, fakat Küçük Kaynarca (1774) antlaşmasına kadar,
kendi üstünlüğünden şüpheye düşmemiş olan Osmanlı İmparatorluğu, zafiyetini fark
ettiği andan itibâren kendi kurumlarını ihyâ etmeye çalışmış, fakat aynı zamanda
Batıyı da model olarak incelemeye de başlamıştı. Geleneksel yapısındaki kimi
aksaklıkları düzeltmeye çalışan Osmanlı, yapının ıslâhı için Avrupa’dan uzmanlar da
getirtmiş, ama XIX. yüzyılda, bazı geleneksel kurumların yerine Batılı kurumları
ikame etmekten başka çıkar yol olmadığına inanmıştı. Zîrâ Osmanlı için
modernleşme, her şeyden önce ‘güvenlik’ meselesi idi. (Türköne 2003:72) Bu
sebeple, son dönem yöneticilerinden hiç biri Batıyı ve Batılılaşmayı yok saymamış,
hemen hepsi farklı formül ve politikalarla Batıya yaklaşmıştı. Ancak eksikliğin en fazla
hissedildiği askerî alan, Batılılaşmanın tatbîk edildiği öncelikli saha idi. Evvelâ teknik
uzman ve unsurların ithalâtı ile başlayan bu çabalar, Batının kurumlarına karşı en
şiddetli tepkinin askerîye içinde filizlenmesine yol açtığı gibi, sonraları Batıyı Osmanlı
toplumuna taşıyacak lokomotifi de bu kurum içinde oluşturmuştu.
XIX. yüzyıl, Osmanlı tebanın, devlet idaresinde en etkin olduğu dönemdi. Yeni
fikir ve müesseselerin yerlerini almaya başladığı bu dönemde, tarîkatlar gibi
geleneksel kurumlar da, değişimden etkilenmiş; kimi zaman tepki gösterdikleri gibi,
kimi zaman da yeniliklerin tescîl ve tasdîki için mesâî sarf etmişlerdi. Yaşanan bu
süreç, toplum içindeki bütün kurumları, ya karşı karşıya, yahut da bir araya getirmişti.
25
III.I. Yeni Kullar, Yeni Paşalar, Yeni Kurallar
Osmanlı İmparatorluğu, bünyesindeki zafiyeti fark ettiği andan itibaren,
ıslahâtını iki farklı eksende değerlendirmişti: Eski nizâmı ihyâ etmek veya galip
kuvvetin müesseselerini tahlîl etmek. XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibâren yüzünü
galip tarafa çevirmeye karar vermiş olan iktidarın, karşılaştığı direnç de onun bu
inancını yıkamamıştı. XIX. yüzyılın ilk çeyreğine gelirken, reformlara gösterilen
muhalefet, bu süreci sadece yavaşlatmış veya kısa bir süre için durdurabilmiş, fakat
yolundan döndürememişti.
III. Selim’in devleti planladığı reformları tanımlamak için kullanılan “Nizam-ı
Cedîd” tabiri, aynı zamanda kurduğu ordunun adı olmuştu. Bu ordu, Avrupa tarzında
bölük, tabur ve alaylara ayrılmış ve yine Batı tarzında eğitilmişti. Mısır seferine (1798-
1799) katılan ordunun Fransa karşısındaki başarıları, başta Yeniçeriler olmak üzere,
tüm muhâliflerini rahatsız etmiş ve 1806 yılında, Nizam-ı Cedîd askerlerinin Osmanlı-
Rus Savaşı’na katılmalarına mâni olunmuştu. Nihayet bu gerilim, 1807 yılında
Kabakçı Mustafa liderliğinde bir isyâna dönüştü ve ancak Nizam-ı Cedîd’in
kaldırılması ile durdurulabildi. (Çataltepe 1999:241-249) 1808 yılında kurulan ve II.
Mahmud’un (öl.1839) tahta çıkmasında büyük rolü olan “Sekbân-ı Cedîd” de
Yeniçerilerin baskısına dayanamamıştı. (Pakalın 1993c:149)
Yaşanan olumsuzluklar, devlet kademesindeki politikaları değiştirmemiş,
sadece zorlaştırmıştı. Nitekim II. Mahmud, Yeniçerilerin ıslâhı için, Şeyhü’l-İslâm
tarafından onaylanan Eşkinci layihasını 1826 yılının Mayıs ayında ilân ettikten üç ay
sonra, Ocağın tepkisini şiddetli bir şekilde bastırdı ve Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırıldı
(15 Temmuz 1826). Osmanlı vak’anüvîslerinin “Vak’a-i Hayriyye” diye adlandırdığı bu
olay; askerî müdahale olmanın ötesinde, bir modernleşme hamlesi idi. Zîrâ şehir
hayatına -ve özellikle esnaf sınıfına- karışmış ve Bektaşî tarîkatının doğal bir uzantısı
addedilen Yeniçeri kovuşturmaları, kışlalarının topa tutulmaları ile bitmemiş, takîbât
sivil hayatı da etkilemişti. Tutuklulara “Yeniçeri misin yoksa Müslüman mı?” diye
sorulması ve Yeniçeri Ocağı’nın ardından “Muallem Asâkir-i Mansûre-i
26
Muhammediye” isimli bir ordu teşkîl edilmesi iktidarın Yeniçeri Ocağı’nı tamamen
sistemin dışında telâkki ettiğinin göstergesi idi. (Aksan 2003:42)
III. Selim’in hazırlattığı talîmnâmelerin kullanıldığı yeni orduda, zorunlu askerlik
hizmeti, imparatorluğun ve toplumun her kesimince kabul görmedi, bu sebeple II.
Mahmud zorunlu askerliği Anadolu üzerinde odaklaştırdı. Özellikle, 1828 yılındaki
celp, Ruslara karşı bir cihâd olarak anlatılmış ve ikna edici araç olarak kullanılan dinî
içerikli sloganlar Batılılaşmakta -ve dolayısı ile laikleşmekte- olan kurumun esaslarını
gizlemişti. 1831 yılına gelindiğinde zorunlu askerlik hizmeti bir nüfus sayımına ve
Mekteb-i Ulûm-ı Harbiye’ye dayandırılmıştı. (Aksan 2003:43) 1834 yılında kurulan
Asâkir-i Redife-i Mansûre birlikleri, bedensel engeli bulunmayan her Müslüman’ın
katılmak zorunda olduğu, ulusal milis kuvveti olarak düşünülmüş ve kırsal kesimde
merkezî otoritenin hâkimiyetini sağlamakla görevlendirilmişti. (Zürcher 2003:89)
1839 yılında ilan edilen Gülhane Hatt-ı Hümâyunu ile, Osmanlı’nın Batılılaşma
ideali, askerî, hukukî ve hatta inanç sahasında resmî ifadesini bulmuş oluyordu.
İktidar orduyu Batılı mânâda tekrar tanzîm ederken sadece sınıflandırma ve usûller
gibi şeklî unsurlarla yetinmemişti. Reformları teknik meselelerin ötesinde, entelektüel
plana da taşımış olan iktidar; ‘laikleşme’ hamlesi olarak ifade edebilecek bir program
mûcibince ‘Ordu-yi Hümâyun Şeyhliği’ni de lâğv etmişti. (Pakalın 1993b:729)
Batı modelini benimsemiş Osmanlı İmparatorluğu’nda, alınan kararların
uygulamaya konulamamasındaki tek engel, muhafazakâr, tutucu reaksiyonlar değildi.
Modern anlayışta bir nüfus sayımının yapılmamış olması, askerî yükümlülüğü olan ve
celbe katılacak efrâdın tespîtini zorlaştırmıştı. Askerlik hizmetinin kanunî sürelerinden
uzun ve kayıpların çok oluşu Osmanlı tebanı silah altına girmekten alıkoyuyordu.1
Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nda askerlikten muaf olan zümrelerin sayısı hiç de az
değildi; başta kadınlar olmak üzere, Mekke ve Medine sâkinleri, dinî görevliler,
1 1897 Yunanistan ve1912 Balkan Savaşları için yürütülen celp işlemleri imparatorluğun bazı yerlerinde büyük destek bulmuş, çok sayıda gönüllü bu savaşlara katılmıştı (Zürcher 2003:95). Fakat, bu coşkunun genele şâmil olduğunu söylenemezken; savaşların uzaması ve cephelerin genişlemesi ile de heyecanın yerini ümitsizliğe bıraktığını belirtmek gerekir.
27
medrese talebeleri, bir çok meslek grubu ve gayri Müslimler de askerlik
yapmayabiliyorlardı. Göçmenler ise hukukî olarak yükümlü olsalar da, çoğu halde
fiilen muaf tutulmuşlardı. Gülhane Hatt-ı Hümâyunu, 1844 tarihli ilk zorunlu askerlik
yasası ve 1871 yönetmelikleri tüm Müslümanların orduda hizmetle görevli olduklarını
açıkça belirtse de; XX. yüzyılın başlarında Osmanlı Ordusu, yerleşik Müslümanlardan
oluşan ve bu nüfusunun yüzde sekseninden fazlasını köylülerin teşkîl ettiği bir
kuvvetti. Çünkü o dönemlerde gayri Müslimlerin askere alınmaları, sadece
Osmanlının zihinsel yapısına aykırı değil; aynı zamanda Hıristiyan köylülerin ordu
üzerindeki maddî yük ve dinî bakımdan senkretik yapının Müslüman askerler
üzerlerindeki moral bozucu tesîri ile de imkânsızdı. (Zürcher 2003:95-99)
Böylece, 1856 yılında hazırlanan Islâhât Fermânı’nda belirtilen “kâffe-i tebaa-i
şâhâhane”nin eşitliği (Kaya 2001b:451) ve dolayısı ile gayri Müslimlerin de celp ve
kur’aya tâbi’ oluşu hakkı ile uygulanamamıştı. 1909 yılına kadar gayri Müslimler için
teorik bir seçenek olan askerî hizmet, genellikle sıhhiye subaylığında îfâ edilmişti.
Lâkin, 1908 yılında iktidara gelen ve “ittihad-ı anâsır” fikrine büyük önem veren İttihâd
ve Terakkî, askerlik kanunu değiştirerek, Temmuz 1909 tarihinde askerlik hizmetini
tüm Osmanlı tebaa için mecbur kılınmıştı. Bu uygulamaların başka bir sonucu da,
askerlikten muaf olan bazı zümrelerin, muafiyet statülerini yitirmeleri idi. (Zürcher
2003:100-101)
1836 yılından evvel ordudaki ‘modernleşme’ politikası, kimi ihtidâ etmiş,
muhtelif milletlerden subaylarla elde edilmeye çalışılmıştı. III. Selim zamanında Türk
topçu birliklerini denetleyen Prusyalı albay Von Goetze ile başlayan Prusya ve
Osmanlı Ordusu arasındaki ilişki, II. Mahmud zamanında Prusya’dan istenen askerî
heyetle farklı bir konum almış ve Osmanlı Ordusu’nun yabancı subaylar tarafından
eğitim faaliyetleri başlamıştı. Ancak, Almanlar bu eğitimi bir tehdit unsuru olarak
görmediği gibi, ihtiyaçları doğrultusunda yönlendirebilecek bir müttefik oluşturma
şansı olarak addetmişlerdi. Alman ekonomisi, Osmanlı Devleti’nin askerî ihtiyaçlarını
karşılanmak gibi bir menfaati amaçlamış, Alman subayları da şahsî menfaat ve
rütbelere ulaşabilmeyi ummuştu. Osmanlı İmparatorluğu ise Alman ittifâkı ile
uluslararası etkinlik kazanabilmeyi umut etmişti. (Ortaylı 1998:103-106)
28
Son dönem Osmanlı Ordusu’nda hâkim olan Alman tarzı, yayınlanan dört
binden fazla broşür, Almanya’ya yollanan genç subayların eğitimi ile pekişmişti.
Ordudaki eğitim eskiye nazaran büyük bir ilerleme kaydetmiş olsa da; Almanya’daki
eğitimlerini ordu ve politikadaki kariyerleri için kullanan Enver Paşa (öl.1922) gibi
subaylar da ortaya çıkmıştı. Alman tarzını benimsemiş genç kuşak, Fransız usûllerine
daha yakın olan yaşlı üstlerini hakîr de görse, Fransa’dan ithal ettiği idealleri vaz’
etmekteydi. Osmanlı Ordusu içindeki Alman subaylarınsa, ıslahâttaki etkilerinden
ziyade, tepeden bakan tavırları ve kolaylıkla kavuştukları rütbeler de huzursuzluk
yaratmış, ordunun hiyerarşisini zedelemişti. (Morean 1999;Ortaylı 1998:103-119)
Tanzîmât Fermânı’ndan sonra Osmanlı Ordusu’nda sadece askerî işlem ve
birliklerin sınıflandırılması gibi konularda değil, fakat disiplin ve şeklî unsurlarda da
birçok yenilik yapılmıştı. Bu yeniliklerin kimi doğrudan disiplini tesîs etmeyi
amaçlarken, kimi de, ordudaki aidiyet fikrini pekiştirmeyi ve emir komuta zincirini
güçlendirmeyi hedeflemişti.1 Yeni Osmanlı Ordusu, Alman Ordusu’nun strüktür ve
mantığında inşa edilmişti; çok akademi, sınıf eğitim okulları (topçu, süvari, piyade,
muhabere ve istihkâm dahil), teknik merkezler ve er eğitim alayları vardı. Askerlerin
temel eğitimi çok zordu ve son derece sıkı bir disiplin altında yürütülüyordu. (Erickson
2003:23-24)
Modern anlamda ordunun teşkîlât ve eğitim siteminde yapılan reformlar,
subayların görevlerini standartlaştırmış; malî ve idarî görev yetkilerini de askerî alanla
sınırlamıştı. Osmanlı subayları yurt içinde ve yurt dışında aldıkları eğitim sonucunda,
1 Yapılan reformlardan bazıları şunlardı:
- Subaylar için, tayının kaldırılıp maaşın arttırılması, - Bir askerî gazetenin kurulması (Orduya dair bütün bilgiler bu gazetede olacak, ancak gizli ve acil bildiriler telgrafla
bildirilecekti.). Bu askerî gazetenin ilk sayısındaki görev talimatına göre: 1. Subaylar birbirine selam verecek. 2. Askerler subaylara selam verecek. Astın üste selam vermesi kabul edilmeyecek. 3. Askerî subaylar kıyafetlerine son derece büyük önem verecekler. 4. Kıyafetleri kural dışı olan askerlerin subayları bu durumdan mesul olacak. 5. Kurallara uymayan cezalandırılacak.
- “Asker” adında askerî bir dergi kurup, ordunun modernizasyonuna katkı sağlamak, - Piyade sınıfı için yeni kurallar konulması, “Alman Tatbikat ve Atış Kuralları” tercüme ettirilmesi, - Türk Ordusunun faaliyetleri: Tatbikat, atışlar, ateşli silahlar. (Uzun yıllardan beri Osmanlı Ordusu’nda herhangi bir
hedefli atış, menzilli atış veya manevra yoktu. Harbiye Nezareti’nden çıkan emirlere göre bütün piyade taburları bundan böyle hedefli atış yapacaklar ve bütün bataryalar menzilli atış çalışmalarında bulunacaklardı. Şimdiye kadar karargâhlarından hiç çıkmayan askerler tatbikatlara katılmaya başladılar.)
29
sadece askerî unsurların değil, modern siyasî fikirlerin de etkisinde kalmışlardı.
Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmakta olduğu dönemde bu subaylar, hürriyet, eşitlik
ve vatan sevgisi ve devlet şuuru gibi değerleri Batı dünyasında ifade edildiği tarzda
benimsemişler ve Osmanlı Ordusu siyasîleşmeye başlamıştı. (Türkmen 2001:5)
III.II. Tarîkat ve Değişim
Şeyhlerin dervişler üzerindeki etkisi, iktidarların bu kişi ve kurumlara karşı
daima hassas davranmasına sebep olmuştu. Ancak tüm bu dikkate rağmen, XIX.
yüzyıla kadar tasavvufî hayat özerkliğini koruyabilmiş, tarîkatların faaliyet alanlarını
sınırlayan tek metin, sahip oldukları vakfiyenin şartları ve tek otorite de tekkelerde
görev yapan şeyhlerin irâdesi olmuştu. Tanzîmât’la birlikte kurulmaya çalışan idarî
sistem içinde böyle imtiyaz ve özerklikler, amaçlanan prensiplerle uyuşmamıştı. Bu
yüzden tasavvufî hayata bazı müdahaleler yapıldı. (Kara M. 2002:30)
Ordu-yi Hümâyûn Şeyhliği Tanzîmât’tan sonra kaldırılmışsa da, ordu dinî
kurumlarını tamamen lâğv etmemişti; ‘tabur imamları’ ve ‘alay müftüleri’
imparatorluğun sonuna kadar görev yapmışlardı. Askerlere dinî görevlerini
öğretmekle mesûl imamlar terfî edince alay müftüsü olur ve teşrîfatta binbaşıdan
önce gelirlerdi. (Pakalın 1993c:149) XIX. yüzyılda, ordu-yi hümâyûn şeyhliğinin tekrar
ve sınırlı bir sorumluluklar içinde düzenlenmesi, iktidarın tarîkatlara karşı olmadığını,
ancak bir takım tedbîrlerle bu kurumların sosyal işlevlerini zamanın ihtiyaçlarına göre
tekrar düzenleyebileceklerine duydukları inancı gösteriyordu. Ancak Tanzîmât’la
birlikte Osmanlı zihniyetinde gerçekleşmeye başlayan köklü değişim, tarîkatları
çağdışı addeden, güçlü bir muhalefetin de ortaya çıkmasına da imkân tanımıştı.1
XVII. ve XVIII. yüzyılın mâlî buhranını atlatmak ve devlet gelirlerini kontrol
altına almak için alınan tedbîrlerden biri de vakıfların “Evkaf-ı Hümâyun Nezâreti”ne
1 Bu dönemde başlayan ıslâh veya ilga tartışmalarının resmî kanalı, Türkiye Cumhuriyeti’nin aldığı tekke ve zâviyelerin kaldırılması kararına dek de açık kalmıştı.
30
bağlanması idi.1 1811 yılındaki fermâna göre, tekke vakıfları da bu kuruma bağlanmış
ve şeyh atamalarında Şeyhü’l-İslâmlığa bilgi verilmesi gibi sınırlayıcı bir çok
uygulama zorunlu hale getirilmişti. 1866 yılında Şeyhü’l-İslâm Refîk Efendi’nin
gayretleri ile kurulan ve Şeyhü’l-İslâmlığa bağlı olan Meclis-i Meşâyih, tekkelerin
idâresine devletin müdahalesi esasına dayanmıştı. (Kara M. 1985:983-985)
XIX. yüzyılın ilk yarısı, askerî ve siyasî ehemmiyetini kaybeden ve Şi’îliğe
meyleden Bektâşîliğin yerine Ehl-i Sünnetten târikat anlayışına sahip olan Nakşîlik2
ikâme edilmiş, saray erkânı ile, yüksek tabaka arasında da, Mevlevîlik hâkim olmuş
ve son devir padişahları umûmiyetle Mevlevîliğe veya Nakşîliğe bağlanmışlardı.
(Ülken 1995:198-199)
III.II.a. Ülfet Edilmeyen Bektâşîlik
XIX. yüzyılda, tasavvufî alanda yapılan reformların belki de ilki Yeniçeri
Ocağına bağlı olarak Bektaşî Dergâhlarının da kapatılması idi. 8 Temmuz 1826
tarihinde padişahın da bizzât izlediği ve Şeyhü’l-İslâm Kadızâde Tâhir Efendi’nin
başkanlığında diğer tarîkat temsîlcilerinin de hazır bulunduğu toplantıda alınan
kapatma kararının tek sebebi Yeniçerilerin bu tarîkatla olan bağları ve bu dergâhtaki
nüfûzları veya zor kullanarak bazı tekkeleri işgâl etmiş olmaları değildi. (Yücer
2003:467) Suraiya Faroqhi’ye göre Bektaşî tekkelerinin kapatılması, vakıflara
merkezce el konulmasının da bir provası idi. Ulemânın kuvvetli bir muhalefet
göstermemesi de3, bu siyâsetin daha geniş ölçekte uygulanabileceğine dair yönetime
fikir vermişti. Hatta ulemâ iktidarın sert tedbîrleri içeren programına destek vermiş,
iktidar da yetkilerini arttırdığı ulemânın cevâz verdiği şekilde hareket etmişti. (Faroqhi
2003:164,173)
1 Mehmet Genç de, uzun savaş yılları sonrası XVII. yüzyıl sonlarında yaşanmaya başlayan iktisadî buhrân ve durgunluğun sonraki dönemlerde Osmanlı İmparatorluğu’nun başarısızlığının âmilleri olabileceğini belirtmiştir. (Genç 2002:217-222) 2 I. Dünya Savaşı’nda, Nakşibendî tarîkatı mensûplarının, tarîkatlarının ismiyle ma’rûf bir organizasyon içinde yer aldıkları bilinmediği için; XIX. yüzyıl Nakşibendîliği bu çalışma içinde sadece gerekli noktalarda incelenecektir. 3 Şeyhlere Bektâşîlik hakkındaki rey ve görüşleri sorulduğunda, şeyhler “...O tayfayla ülfetimiz olmadığından hallerini bilemeyiz.” demişlerdi. (Kara M. 1990:208)
31
Alınan kararlar gereğince, mâzîsi altmış seneden geriye giden tekkelerin
“turûk-u saire meşîhâtına” devredilmesi (ki bu tarîkatlar Yesevîliğin bir kolu addedilen
ve Sünnî doktrine sıkı sıkıya bağlı Nakşibendîlik ve kimi zaman da Halvetîlik idi),
altmış yıldan daha genç olan tekkelerin yıkılması, baba ve mürîdân “tashîh-i i’tikâd”
edinceye kadar çeşitli mahallere sürülmeleri emredilmişti. Bu kararlar sonucunda
Yeniçeri isyânına katıldıkları sabit olan bazı şeyhler idam edilmiş, postnişînlik yapan
diğerleri ise ulemânın çok olduğu bölgelere sürülmüşlerdi. (Yücer 2003:467-469)
Fakat ne sürgünler, ne de tekkelere atanan Sünnî şeyhler Bektaşîlik tarîkatını
iktidarın istediği çizgiye getirememişti. Tekkede görev yapan Nakşî şeyhlerin
otoriteleri, günlük ibadetleri icra etmek ve alınan kararları tasdîk etmekle sınırlı kaldığı
gibi, kimi zaman Bektaşîlerin takıyye yapmalarına da müsait zemîn hazırlamıştı.
Ayrıca ilerleyen zamanla tarîkat üzerindeki baskılar azalmış, hatta bazı baba ve
tekkeler Meclis-i Meşâyih tarafından tanınır da hâle gelmişti. (Küçük H. 2003:35-38)
Tüm bu gelişmeler tarîkatın sosyal yapısında da belli başlı değişikliklere yol
açmıştı; oldukça serbest görüşlü ve Sünnî anlayışın dışında hareket eden Bektâşîler,
yeraltına çekilmiş ve bu durum onları iktidara muhâlif zümreler ve gizli diğer
cemiyetlerle yakınlaştırmıştı.1 Bektâşî tarîkatının tekrar kuvvet bulması, II. Meşrutiyet
döneminde İttihâd ve Terakkî’nin, Bektâşî ve Melâmîlerin saltanata olan
kırgınlıklarından istifâde etmek istemeleri ve onları desteklemeleri neticesinde vukû
bulmuştu (Gündüz 1997:19).2 Elbet, II. Abdülhamid’in (öl. 1918) hal’ edilmesi ve daha
liberal bir idarenin kurulmasını isteyenlerin Bektâşîliğe sempati duymaları bu
hareketin Bektaşîliğin doktrininden beslendiği mânâsına gelmiyordu. (Ramsaur
1957:113) Tekrar etmek gerekirse, XIX. yüzyılda, modernleşme politikalarına kimse
yüz çevirmemiş; ancak problemleri farklı formüllerle çözmeye çalışmışlardı.
1 Jön Türkler ve İttihâd ve Terakkî içinde bir çok müntesîbi bulunan tarîkâtın, masonlar tarafından da desteklendiği ve hatta aynılaştığı dahi iddia edilmiştir. (Mélikoff 1997:77-97) 2 İttihâd ve Terakkî Cemiyeti ve tarîkatlar arasında doğrudan bir bağ olmadığı halde, tarîkatları kendi saflarında tutmak gibi bir politikanın güdüldüğü söylenebilir. Baha Sait Bey’e yaptırılan ‘Alevîlik-Bektaşîlik Araştırması’ bu çabanın bilimsel yansımaları olarak algılanabilir [İttihat ve Terakki’nin Alevîlik-Bektaşîlik Araştırması, Haz. Nejat Birdoğan, Berfin Yayınları, 1994, İstanbul]. Bu devirde, İstanbul’da 14, Edirne’de 16 Bektâşî tekkesi bulunmakta idi. (Şapolyo 1964:324)
32
III.II.b. Reşâdetlü Mevlevîler
Osmanlı tarihi boyunca, Mevlevîliğin iktidarla olan ilişkileri, tarîkat doktrininin
dokunulmazlığı çerçevesinde şekillenmişti. Mevlevîliğin şehir kökenli bir tarîkat
olması, Osmanlı’nın yerleşik düzene geçme politikası ile örtüşmüş, edîp, mûsikî-şinâs
ve münevver dervişler tarîkatın entelektüel seviyesini yükseltirken, Mevlevîlik devlet
ricâli içinde de bir çok müntesîp bulmuştu.
Siyasî hayatta, XVII. yüzyıla kadar pasif kaldığını söyleyebileceğimiz
Mevlevîliğin,1 iktidara karşı belirgin bir tavır alması, (Mevlevî bir padişah olan) III.
Selim dönemindeki reformlar karşı olmuştu. III. Selim döneminde, vakıf denetimlerini
merkezîleştirmek için alınan tedbîrler, Hacı Mehmed Çelebi (öl.1815) tarafından
tasvîp edilmemişti. Kişilik bakımından reform düşüncesine açık olmakla beraber,
çelebilik makamının imtiyazlarını kaybetmemek için muhalefet eden Hacı Mehmed
Çelebi, tüm uygulamaların sebebi olarak gördüğü Nizam-ı Cedîd’in aleyhinde bir tavrı
benimsemiş (Neumann 1996:167-179) ve bu dönemde Mevlevîlik modernleşmeye
muhâlif bir figür olarak kendini göstermişti. (Holbrook 1998:198-199) Görüldüğü
üzere, bu karşı koyuş bir siyasî tercih veya ideoloji üzerine değil daha çok temsîl
edilen makamın menfaatleri üzerine bina edilmişti ki, bu durum toplumun diğer
tabakalarında vücûd bulan ve muhalefeti şekillendiren ideolojilerden tamamen farklı
ve içe kapanıktı.
Osmanlı idaresinin, Mevlevî dergâhının yönetimi, çelebilerin ta’yîn ve azilleri
gibi konulara karışmama siyâseti Çelebilik makamının reformlara muhâlefet etmesi ile
kırılmış ve iktidar da çözüm olarak, Konya Mevlânâ Âsitânesi postnişînliğinin
nüfûzunu ikinci plana iten ve iktidara yakın, reformcu şeyhleri desteklemeye
başlamıştı.2
1 XVI. yüzyılda Mevlevîlerin Şems kolu diye ayrılan ve daha çok Abdâlân-ı Rûm ile benzeşen, coşkulu zümresi, bazı bâtınî ve Alevî temâyülleri benimsemiş olsalar da, Şiî etkisinde değillerdi. Mevlevîler, XVII. yüzyılda Konya’da Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa’nın (öl. 1634) isyânında da iktidarı rahatsız edecek bir tavır takınmamıştı. (Gölpınarlı 1983:270) 2 Ferruh Çelebi (1591-1631), Ebubekir Çelebi (1638-1642) ve Kara Bostan Çelebi (1705-1711) zamanında meydana gelen olaylar hep vakıf gelirleriyle ilgilidir. (Işın 2002:231-232)
33
1746 yılında Melâmî meşrep (Gölpınarlı 1983:308), Kütahyalı Ebu Bekir
Dede’nin (öl.1775) Yenikapı Mevlevîhânesi postnişînliğine atanması ve III. Selim’in
reformlarını desteklemesiyle, Konya merkezi dışında da bir şeyh ailesinin yükselişi de
başlamıştı.1 Ebu Bekir Dede’nin halefleri de iktidar ve Konya’daki Çelebilik makamı
arasındaki anlaşmazlıkları kendileri lehinde değerlendirmişler, reformlardan yana
aldıkları tavırla, âdetâ ‘Osmanlı Modernleşmesi’nin sözcülüğünü yapmışlardı. (Işın
2002:234) Bu politika sonucunda, Mevlevîliğin merkeziyetçi yapısını temsîl eden
Konya’daki Çelebilik makamının otoritesi zedelenmiş, bu merciin -özellikle şeyh
atamalarında- yalnızca tasdîk işlevini yerine getirecek kadar siyasî nüfûzu kalmıştı.
(Işın 2001:39-40) Tanzîmât’ın getirdiği idarî reformlar sonucunda Şeyhü’l-İslâmlığa
bağlı olarak kurulan ve tarîkatları devlet denetimine sokmayı amaçlayan Meclis-i
Meşâyih’in 1868 yılındaki ilk başkanı olan Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Salahaddîn
Dede’nin yetki alanı, kendi mevlevîhânesinin de bağlı olduğu Konya Mevlânâ
Âsitânesi Postnişînliğini de kapsamıştı. Bu çelişkili iktidar sahaları, İstanbul’daki
Mevlevî ailelerinin devletin merkezî otoritesiyle kurdukları siyasî ilişkiyi çok çarpıcı bir
şekilde göstermişti. (Aydın 1998:94)
II. Abdülhamid dönemindeki baskı mevlevîhânlerde de hissedilmiş, özellikle
Yenikapı Mevlevîhânesi sıkı takîbe alınmış, (Ziya:202) Bektaşî temâyüllü olduğu iddia
edilen Konya Mevlevîhânesi Postnişîni Abdülvahid Çelebi’ye (öl.1907) de bazı
kısıtlamalar getirilmişti. (Önder 1956:3610) XIX. yüzyılda, siyâsetle yakın ilişki içinde
olan Mevlevîler, umûmiyetle,2 II. Abdülhamid iktidarına muhaliftiler. II. Meşrutiyet’in
ilânından ve Meclis-i Meb’usanın toplanmasının üzerinden bir yıl geçmeden, II.
Abdülhamid tahtan indirilmiş ve yerine Sultan Reşad geçirilmişti. Sultan Reşad’ın
cülûsunu tebrik ve padişaha kılıç kuşatmak üzere, 1909 yılı Mayıs ayı başlarında
İstanbul’a gelen, zamanın Konya Mevlevîhanesi postnişîni Abdülhalim Çelebi
(öl.1925) nezdinde 3 Mevlevîlerin iktidar gözündeki prestijlerinin arttığını resmen ilân
edilmişti.4 Mevleviliğin halk içinde ve devlet kademesindeki etkisinin farkında olan
1 Tekkelerin kapatıldığı 1925 yılına kadar Yenikapı Mevlevîhânesi’nin yönetimini Ebu Bekir Dede ailesine mensup şeyhler üstlenmiş ve hatta ailenin diğer bir kolu da Galata Mevlevîhânesi’nin yönetimine gelmişti. (Küçük S. 2003:108) 2 Halep Mevlevîhânesi Postnişîni Âmil Çelebi (öl.1920) gibi, II. Abdülhamid iktidarı ile iyi ilişkiler içinde olan şeyhler de vardı. 3 Abdülhalim Çelebi’nin, Hareket Ordusu kumandanına, destek amacıyla, çektiği telgrafta “kendisine (II. Abdülhamid) tevdi edilmiş olan Peygamber-i zîşânımızın seyfini taşımağa layık” olmadığını belirtmişti. (Karateke 2004:56;Gölpınarlı 1983:277) 4 II. Mahmud zamanında kılıç kuşanma merâsiminin imtiyazını ele geçirdikleri iddia edilen Mevlevîler, padişahın Bektaşî-Yeniçeri karşıtı politikalarının ‘simgesel’ bir unsuru olmuşlardı. Bektaşîliğin ordu üzerindeki bütün yetki, imkân ve moral
34
İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri, fikir ve politikalarının yaygınlaşıp, benimsenmesi için -
kimi tarîkatlar gibi- Mevleviliği de bir vasıta telâkki etmişler ve bu hususta belli bir
ölçüde de başarılı olmuşlardı. Ancak siyasî anlamdaki bu izafî başarı, tarîkat içindeki
anlaşmazlıkları ve menfaat kavgalarını iyice bilemişti.1 Tarîkatların faaliyetleri
yasaklanmadan evvel, Konya Mevlâna Dergâhı’nın postnişînliği defalarca Veled
Çelebi ve Abdülhalim Çelebi arasında gidip gelmişti. Bu mücadele ise, ‘manevî bir
makama’ liyâkat prensibindense iktidarla ilişkili, beşeri bir sahada sürmüştü.2
Mevlevîlik tarîkatının merkezî yapısının bozulması ve iktidarla işbirliği içindeki
diğer şeyhlerin etkisinin artması, bu tarîkatı modernleşmeci siyâsetin odağına
yerleştirmişti. Özellikle Tanzîmât sonrası, İstanbul merkezli Mevlevîlik aşamalı bir
şekilde Osmanlı Anayasacı akımların siyasî çizgisini izlemiş, mensupları doğrudan bu
hareketlerin içinde yer almış, İttihâd ve Terakkî ile kurulan yakın ilişki sonucunda,
(Parlatır 2002:234) başta Türkçülük ideolojisi olmak üzere, Batıcı düşünce ekolleri
Mevlevîlik bünyesinde taraftar bulmuştu. Tarîkatın üst tabakasındaki bu dönüşümün,
Cumhuriyet idealini benimsemiş bir eliti ön plana çıkarttığını söylemek de
mümkündür. (Işın 2002:233)
kaynağı olma ile ilgili faaliyetleri Mevlevîliğe geçmiş ve tarîkatın ordudaki temsîlcisi olan şeyhe “mareşallik” unvânı verilmişti. (Kara M. 1990:210) Ancak, V. Mehmed Reşad dışında hiçbir padişaha da bir çelebinin kılıç kuşattığına dair resmî bir veri de yoktur. Sadece, IV. Murad’a kılıcını Üsküdarlı Şeyh Aziz Mahmud Hüdaî’nin kuşattığını (1623) bilinmektedir. Sultan Vahidettin’in kılıç kuşanma merasiminde de Abdülhalim Çelebi’nin adı geçmiş, ancak büyük bir ihtimâlle, II. Abdülhamid hakkındaki yazışmaları bu kez onu görevden uzaklaştırmış, bu görev Trablusgarb’da İtalyan işgaline karşı çıkan “devletlû” Şeyh Ahmed Sünûsî Paşa’ya (öl.1933) verilmişti. (Karateke 2004:56-59). Osmanlı sultanlarından II. Süleyman, II. Ahmed, II. Mustafa, III. Ahmed, I. Mahmud, III. Mustafa, III. Selim, II. Mahmud, V. Murad, V. Mehmed (Reşad) törenle kılıç kuşanmışlardır. Törenlerde, her zaman olmamakla birlikte Şeyhü’l-İslâm, nakibu’l-eşraf, silahdar ve yeniçeri ağası hazır bulunmuşlardır. (Gölpınarlı 1983:276) 1 II. Meşrutiyet başlarında, Konya Dergâh’ı postnişini Abdulhalim Çelebi’ye (öl.1925), önce II. Abdülhamid’i hal için telgraf çektirilmiş, sonra iktidar İttihat ve Terakki’ye geçtiğinde, kendisi azledilerek yerine, İttihatcılara (Türkçülere) yakın olduğu bilinen Veled Çelebi tayin edilmişti. Veled Çelebi’nin dokuz yıl süren şeyhliğine rağmen Abdulhalim Çelebi, Meşihat Riyasetine ve otoritelere ısrarla redd-i hak talebinde bulunmuş ve tekrar postişînliğe tayin edilmişti. (Gölpınarlı 1983:260-264) 2 ‘Veled Çelebi İzbudak’ın ünas soydan Çelebi olması’ argümanı etrafında büyüyen bu tartışmalar İttihat ve Terakki’nin I. Dünya Savaşı sonrası iktidardan düşüp, Hürriyet ve İtilâf Partisinin iktidara gelmesiyle, vakıf gelirlerinin de içinde olduğu daha farklı mecralara taşınmıştı. (Gölpınarlı 1983:262-263
35
IV. İKTİDAR ve HARB-İ UMÛMÎ
I. Dünya Savaşı’nda görev alan Osmanlı Ordusu ve ona bağlı kurumların
faaliyetlerini tahlîl edebilmek için, XIX. yüzyıl boyunca değişen, keskinleşen ve
gerilen politik yapıya dair bazı parametreleri gözönüne almak gerekir.
IV.I. İktidar
Osmanlı İmparatorluğu Batı’yı eklektik bir anlayışla algılıyordu. (Mardin
2000:17) Askerî alanda yapılan reformlar genellikle teknik ve idarî sahada idi. Ancak
Batı tekniğini oluşturan medeniyet, Batı’ya hâkim düşünce akımlarından bu kadar
kesin çizgilerle ayrılamayacağından; reformların devletin öngördüğünden farklı
şekilde topluma yansımaya başlayan sonuçları, iktidarı rahatsız etmişti. Batı
medeniyetini anlayabilmek ümîdi ile yetiştirilen yeni kuşağın, bu medeniyetten ithal
ettiği fikirler devlet adamlarına göre sorumsuz ve tehlikeli idi. Ayrıca
gerçekleştirilmeye çalışılan reform hareketleri, ne iç barışı sağlayabilmiş, ne de dış
tehditleri bertaraf edebilmişti. 1821 yılında patlak veren Yunan isyânı, 1825 yılında
ancak Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa tarafından bastırılmıştı. 1827
yılında İngiliz, Fransız ve Rus donanmalarının Navarin’de Osmanlı donanmasını yok
etmeleri sonrası Rusya’nın başlattığı savaşta, Edirne ve Erzurum işgal edilmiş; 1829
yılında imzalanan barış antlaşması ile bağımsız Yunanistan kurulmuştu. 1830-1839
yılları arasında Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın isyanı ise ancak Mısır’a özerk bir statü
verilmesi ile durdurulabilmişti.
Abdülmecîd’in saltanatının ilk yılında ilân ettiği Tanzîmât Fermânı da
imparatorluğu tehdit eden tehlikeleri durdurmaya yetmemişti. 1849 yılında Rusya’dan
Osmanlı topraklarına sığınan mültecilerin yarattığı sorun ve Rusya’nın Osmanlı
tebaanı himâye hakkı olduğunu iddia etmesi ile yükselen gerilim, 1853 yılında
savaşa dönüşmüştü. Avrupa’daki güçler dengesini bozacak bu aşamada, Fransa ve
İngiltere, Rusya aleyhinde Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında yer almışlar ve 1856
36
yılında imzalan Paris Antlaşması ile Kırım Savaşı son bulmuştu. Paris Antlaşması’nın
imzalanmasından bir hafta önce ilân edilen Islâhat Fermânı (18 Şubat 1856) ile
Osmanlı İmparatorluğu, gayr-ı Müslim tebaaya yeni haklar vermiş, ancak buna
rağmen, XIX. yüzyılın ortalarından itibâren milliyetçi/ayrılıkçı unsurlar
hareketlenmeye başlamıştı. Gerçekten de XIX. yüzyılın ilk yarısı verilen haklar,
Osmanlı tebaanda devlet siyasetine yönelik bir ilgi doğmasına sebep olmuştu. 1865
yılında “Yeni Osmanlılar” adı ile kurulan ve mutlakıyet idaresini meşrutiyet idaresine
çevirmeyi amaçlayan “inkılap cemiyeti”, gibi teşkîlatlar, reform için iktidarın dayattığı
değil, ama iktidara rağmen, sivil inisiyatifle hayata geçen hareketlerdi. Bu durum da,
Batı medeniyetini yakalamak arzusundaki iktidarın, kabul edemediği yeni, bir çelişkiyi
doğurmuştu. (Ülken 2001:56-60)
1869 yılında açılmış olan Süveyş Kanalı ise, imparatorluğun jeo-politik
önemini arttırmış ve Avrupalı devletlerin bu imparatorluk üzerindeki hâkimiyetlerini
güçlendirebilmek için farklı politikalar geliştirmesine sebep olmuştu.1 Abdülazîz
zamanında (1861) patlak veren Girit İsyanı (1866-1868), başka bölgeleri de etkisine
almış, Balkanlardaki ayaklanma (1875) sonucunda da, Berlin’de toplanan bir
konferans Osmanlı İmparatorluğu’na nota vermişti. Avrupa Osmanlı aleyhinde etkili
bir kamuoyu oluşurken, imparatorluğun Müslüman tebaa arasında da hükûmete
karşı protesto eylemleri atrmıştı. 29 Mayıs 1876 tarihinde, Abdülazîz tahttan indirilmiş
ve yerine (tahta sadece üç ay kalacak olan) V. Murad geçmiş ve o da Meşrutiyet
tartışmaları ile birlikte tahtını II. Abdülhamid’e terk etmişti. (Dumont 1995:131)
Kişilik bakımından Batı medeniyetine hiç de yabancı olmayan, hatta Batı
estetiğini oldukça benimsemiş, fakat seleflerine nazaran Müslüman yaşayışını çok
1 Sömürgeciliğin Batı dünyasında sistemli bir devlet politikası haline dönüşmesinden sonra Avrupa, önemli olan coğrafî bölgelerde tasarruf hakkını da eline almak istemişti. Deniz taşımacılığının önemi, sömürgeler ve Avrupa arasındaki denizyollarını meydana getirmiş; 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla, Britanya – Cebelitarık – Süveyş - Bab’ül Mendep - Hind Denizi ve Singapur üzerinden Büyük Okyanus’a uzanan güzergah; dört yüz milyon nüfusun barındığı Hint Okyanusu havzasını İngiltere’ye bağlayan en kısa yol olmuştu. 25 Haziran 1888 tarihinde imzalanan ve Süveyş Kanalı’nın her ahval ve şeraitte serbest geçişe açık olacağını içeren İstanbul Mukavelesi’ne ihtiyâtî şerh koyan İngiltere, sükûn ve intizamı temin için girdiği Mısır’daki, mevkiîni korumayı amaçlamıştı. Almanya’nın ‘emperyalist’ bir güç haline geliyor olması ise; İngiltere ve Fransa ittifakının doğmasına sebep olmuş ve Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında İngiltere, ‘emniyet’ gerekçesiyle Süveyş Kanalı’nı Alman ve Avusturya-Macaristan gemilerinin geçişine kapamış ve Almanların taciz ateşiyle İngiliz gemilerini tehdit edip uzaklaştırılmaları, kanalın Avrupa’nın büyük güçleri arasında ne önemli bir statüde olduğunu göstermişti. (Çelik 1999:3-10)
37
daha belirgin bir şekilde ortaya koyan II. Abdülhamid, 31 Ağustos 1876 günü tahta
çıkmıştı. II. Abdülhamid imparatorluğun dizginlerini eline aldığında, Avrupa enerjisini
Osmanlı İmparatorluğunu güçler dengesini bozmayacak şekilde eritmek üzere
seferber etmişti.1 Devlet ise sadece dış sorunlarla değil; ayrıca ekonomik sıkıntılar ve
azınlıkların ayrılıkçı mücadeleleri ile de baş etmek zorunda idi. XIX. yüzyılın
başından beri Rusya tehlikesi ile karşı karşıya olan imparatorluk, bir yandan Batı
medeniyetini kendine adapte etmeye çalışmış, diğer taraftan da tüm Müslümanlara
hâkim bir “hilâfet”2 müessesesi ile Batı’yı tehdit edebilecek bir kuvveti hayata geçirme
çabasına girmişti.3
II. Abdülhamid’in cülûsunun ilk yılında hazırlanan Kanûn-ı Esasî ve ilân edilen
Meşrutiyet (23 Aralık 1876), 27 Nisan 1877 tarihinde Rusya’nın savaş ilân etmesi (93
Harbi) üzerine, süresiz olarak kaldırılmıştı (13 Şubat 1878). Gerçekten de, 93
Harbi’nin sonuçları son derece vahim olmuş, Ruslar Edirne’yi işgal etmiş, Çatalca’ya
kadar ilerleyen kuvvetler İstanbul’u dahi tehdit eder bir konuma ulaşmışlardı. Rusya-
İngiltere ittifâkı Ayastefanos Antlaşması’nı (3 Mart 1878) kaçınılmaz hale getirmiş ve
Balkanlar’daki Slav ulusları bağımsızlıklarını kazandıkları gibi, Osmanlı
hâkimiyetindeki üç ayrı noktada (Yunanistan, Arnavutluk ve Bosna-Hersek) yeni bir
savaşın gerekçesi de hazırlamıştı.(Sakaoğlu 1993:467) Bu durum II. Abdülhamid
muhaliflerini cesaretlendirmiş; zamanla teşkîlâtlı, fikrî yapısını oluşturmuş, güçlü bir
muhalefet hayat bulmuştu. 13 Temmuz 1878 tarihinde imzalan Berlin Antlaşması ile
imparatorluğun çözülmesi hızlanmış, buna karşılık muhalefetin yükselen sesini
kontrol altında tutabilmek için hafiyelik ve jurnal örgütleri kurulmuştu. 1889 yılında
kurulan “İttihâd-ı Osmanî” adlı örgüt; Osmanlı’nın parçalanmasını önlemek, Batı’nın
baskılarına karşı onlar kadar güçlenip, direnç gösterebilmek ve bu amaçla Avrupa
müdahalelerine son verip bir Osmanlılık kimliği (İttihad-ı Anâsır) teşkîl etmeyi
hedeflemişti. 1895 yılında adını “Osmanlı İttihâd ve Terakkî Cemiyeti” olarak
değiştiren teşkîlat, 1896 yılında II. Abdülhamid’e karşı başarısız bir darbe girişiminde
1 Avrupa devletlerinin, yok olmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasına dair siyasetlerini ifade eden “Doğu Sorunu” terimi ilk defa 1815 yılında Viyana Kongresi’nde dile getirilmişti. (Karal 1983:203-204) 2 Pan-İslâmist politikaya göre, Müslümanlara siyasî kimliklerini veren İslâmiyet, onları ‘millet/nation’ haline sokup, seferber edebilecek ve ‘aynı milletin’ üyelerinden oluşan bu güç; eski satvetine kavuşabilecekti. Bu zihniyete göre; İslâmiyet Batılı milliyetçi ideolojiler gibi bir ideolojiye dönüşmekteydi. (Türköne 2003:357) 3 II. Abdülhamid için “hilâfe”nin otoritesi altındaki tek bir İslâm ümmeti, Batıya karşı “ismi olup da cismi olmayan” fakat Batıyı her an tehdit edebilecek bir siyasî kuvvetti. (Osmanoğlu 1986:230-231)
38
bulunmuş ve cemiyetin ileri gelenleri yurt dışına kaçmış veya yakalanarak sürgüne
gönderilmişti. Yurt dışında da “Jön Türk Kongreleri” düzenleyen muhaliflerin öncelikli
amacı Kanûn-ı Esâsî’yi tekrar hayata geçirmekse de; katılımcıları bir araya toplayan
II. Abdülhamid’e karşı duyulan tepki idi. Bu kongrelerden çıkan bir diğer karar da,
amaçlanan hedeflere ordu desteği olmadan ulaşılamayacağı fikri idi.1
XX. yüzyılın hemen ilk yıllarında alevlenen Makedonya sorunu, yörede görevli
subayların İttihâd ve Terakkî’ye daha büyük bir inançla sarılmasına ve
Makedonya’nın cemiyetin en etkili merkezi olmasına yol açmıştı. (Georgeon
1995a:212) Nitekim, iktidara karşı gizli bir muhalefet yapan İttihâd ve Terakkî
politikası kısa zamanda ordu merkezli bir isyâna dönüşmüş, ve bastırılamayan
hareket; 23 Temmuz 1908 tarihinde Manastır’da meşrutiyeti ilân etmişti. Rumeli’nden
gelen talepler üzerine II.Abdülhamid de, aynı günün gecesi meşrutiyeti ilân etmek
zorunda kalmıştı. (Akşin 1985a:840)2
Meşrutiyeti takip eden aylarda, Avusturya’nın Bosna-Herseki (5 Ekim 1908) ve
Yunanistan’ın Girit’i (6 Ekim 1908) ilhâkı, Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilân etmesi (5
Ekim 1908), coşkunun yerini çaresizliğe terk etmesine sebep olmuştu. Rejim
değişikliği ile yaşanan istikrarsızlık diğer güçler tarafından değerlendirilmiş ve yeni
idare, birkaç ay içinde, II. Abdülhamid’in saltanatı süresince kaybettiğinden daha
fazla toprak kaybetmişti. “İttihâd-ı Anâsır” ve “İttihâd-ı Osmanî” sloganları ile
siyasetini şekillendiren Jön Türkler için bu gelişmeler, şüphe yok ki; beklenmedik
sonuçlardı.
17 Aralık 1908 tarihinde açılan Meclis-i Meb’ûsân bekleneni vermemiş ve
İttihâd ve Terakkî’ye karşı şiddetli bir muhalefet başlamıştı. Gerginleşen siyasî
1 1906 yılında Ahmet Rıza Bey, “Askerin Ödev ve Sorumluluğu!” adlı bir kitap kaleme almış ve bu kitapta, Osmanlı İmparatorluğu’nun askerî sahadaki ölçek ve zihniyet değişimini açıkça ortaya koymuştu. Müellife göre, fetihten savunmaya, gazâdan vatanperverliğe geçmiş Osmanlı subayı, sahip olduğu niteliklerle, elbette ki, siyasete de yön vermeli ve mesûliyet almalıydı. Böylelikle, sürgündeki Jön Türklerin muhalefet görevi subaylara yüklenmişti. (Georgeon 1995a:209-210) 2 II. Meşrutiyet’in ilânında etkili olan temel kuvvet mektepli subaylar ve onların kurdukları “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” idi. Bu cemiyetin kurulduğu zamanlarda ne “İttihâd ve Terakkî” ile, ne de “Osmanlı Terakkî ve İtthâd Cemiyeti” ile organik bir bağı vardı. Ancak meşrutiyetin ilânından sonra zorlu bir iktidar mücadelesine girecek ‘yeni’ İttihâd ve Terakkî, kadrolarını bu cemiyetlerden teşkîl etmişti. (Akşin 1985a:841)
39
ortamda, memnuniyetsizlik en etkili ifadesini dinî çerçeve içinde bulmuştu. 13 Nisan
1909 tarihinde İstanbul’da çıkan ayaklanma (31 Mart Vak’ası), muhalefetin İttihâd ve
Terakkî’ye karşı düzenlendiği ve başarıya ulaşamamış bir askerî hükûmet darbesi idi.
(Akşin 1985b:1424) Olaylar, Rumeli’nden gelen Hareket Ordusu ile bastırılabilmiş ve
ayaklanmanın planlayıcılarından biri olmamakla birlikte, II. Abdülhamid tahttan hal’ ve
Selanik’e sürgün edilmiş ve tahta V. Mehmed Reşad geçirilmişti (27 Nisan 1909).
(Georgeon 1995b:226)
II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi, İttihâd ve Terakkî’ye Batı’dan beklediği
desteği sağlamadığı gibi, Osmanlı tebaa içinde hedeflediği birliği de elde
edememişti. Arnavutluk İsyânı (1910), İtalyanların Trablusgarp’ı ve -Rum işbirliği ile-
On İki Ada’yı işgali (1912) gibi olaylar, hem Meclis-i Meb’ûsânın feshedilmesine (18
Ocak 1912) sebep olmuş ve hemen sonrasında da kabine ile birlikte İttihâd ve
Terakkî iktidarının da sonunu getirmişti. Aynı yılın Nisan ayı içinde yapılan gayr-ı
demokratik bir seçimle -neredeyse- tüm meclisi ele geçiren İttihâd ve Terakkî bu
güçle merkezini Selanik’ten İstanbul’a taşımıştı. Fakat, partinin dürüstlükten uzak,
demokrasi ile bağdaşmayan tutumu ordu içinde bir muhalefetin oluşmasına zemîn
hazırlamıştı.1 24 Nisan - 20 Mayıs 1912 tarihlerinde İtalyanlar’ın On İki Ada’yı işgal
etmeleri ile zirveye tırmanan istikrarsızlık, İttihâd ve Terakkî iktidarının sonunu
getirmiş ve 22 Temmuz 1912 tarihinde Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın sadrazamlığında
yeni bir hükûmet kurulmuştu. 8 Ekim 1912 tarihindeki Balkan Harbi ise Osmanlı
toplumunda büyük bir coşku ile göğüslenmiş, fakat Bulgar Ordusu’nun Çatalca
önüne kadar ilerlemesi; başlangıçtaki metânetin yerini toplu göçlere, ekonomik
darboğaza, hastalığa, açlığa ve ümitsizliğe bırakmasına sebep olmuştu. Çatalca
Ateşkes Antlaşması (3 Aralık 1912) ardından; Selânik’in Yunan Ordusu’na teslim
edilmesi, Kosova’daki Sırp zaferi, Arnavutların bağımsızlıklarını ilân etmesi gibi -
Osmanlı Devleti açısından- bir çok olumsuz gelişmenin önüne geçmek isteyen İttihâd
ve Terakkî’nin Enver Paşa’sı, emrindeki subaylarla birlikte, 23 Ocak 1913 tarihinde
1Ordunun gücünü, imparatorluğun savunmasından ziyâde, İttihâd ve Terakkî’nin siyasetinden tarafa koymasına duyulan tepki, İttihâd ve Terakkî mensuplarınca ciddiye alınmamış, hatta cemiyet kimi zabitlerin Masonluk’a kaydolmalarına imkân tanıyarak, kontrolünü arttırma yoluna gitmişti. Ahmet Muhtar Paşa’nın sadârete geçmesini takip eden günlerde ortaya çıkan “Halâskârân-ı Zabitan” grubu, askerin siyasete karışmamasını sağlamak için kurulmuş; amaçları İttihâd ve Terakkî iktidarına son verip, serbest seçimler yapıp, Kanûn-ı Esâsî’yi tekrar yürürlüğe koymayı amaçlamıştı. Askerlerden müteşekkîl bu hareketin sloganı “Siyaset istemeyiz” olduğu halde, grup siyasette karışmış ve hatta siyaseti yönlendirecek girişimlerde de bulunmuştu. (Birinci 1990:166-173)
40
Bâb-ı Âli’yi basmış, Kâmil Paşa’nın istifasını alarak, padişaha sunmuştu. Mahmut
Şevket Paşa’yı sadârete getiren İttihâd ve Terakki, eskisinden çok daha güçlü bir
şekilde devletin başına geçmişti. Bu güç, Mahmut Şevket Paşa’nın, 11 Haziran 1913
tarihinde, sûikasta uğramasıyla birlikte, büyük bir baskı rejimi olarak kendini
göstermiş ve yeni rejim Enver, Talât ve Cemal Paşalar’ın egemenliğinde, 1918 yılına
kadar hiçbir gevşeme göstermeden devam etmişti. (Lewis 2000:224)
“İttihâd-ı Osmanî” idealinin gerçeklikten ne kadar uzak olduğu, II. Meşrutiyet’in
ilânından sonraki birkaç ay içinde belli olmuştu: Balkan eyaletlerinin elden çıkması,
31 Mart Vak’ası sonrası Adana’da Ermeniler’e karşı vuku’ bulan hadiselerle tecrübe
edilmiş bu gerçek, küçülen imparatorluk coğrafyasındaki nüfus değişimi sonucu
(Georgeon 1995a:174-175) bambaşka bir manzara da arz etmeye başlamıştı. Etnik
ve dinî farklılıkların, geçmişteki dönemlere göre çok azaldığı imparatorlukta, Jön
Türkler yeni ideolojileri benimsemeye başlamışlar, hâkim olan Türk unsuruna
dayanan milliyetçilik fikri, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura veya Tekin Alp gibi
entelektüellerin çabaları ile yükselmiş ve I. Dünya Savaşı arefesinde “İttihâd-ı
Osmanî” sloganı sadece siyaset gereği va’z edilir olmuştu. Türk milliyetçiliğinin siyasî
doktrin haline dönüşmesi ise, I. Dünya Savaşı’nın kanlı ve uzak cephelerinde pişip,
Çanakkale Muharebeleri sonrası “vatan” fikrinin pekişmesi ile mümkün olabilmişti.
3 Ocak 1914 tarihinde mîrlivâ (tuğgeneral) rütbesi ile Harbiye Nâzırlığı’na
atanan Enver Paşa, padişahın “başkumandan”lık yetkisini vekâleten almış (3
Ağustos 1914) ve 11 Kasım 1914 tarihinde Almanya ve Avusturya-Macaristan
İmparatorlukları ile Üçlü İttifâk Antlaşmasının imzalamıştı. Bu ittifâkla birlikte I. Dünya
Savaşı’na doğru giden yola girilmiş, nitekim Rusya’nın savaş ilânından (4 Kasım
1914) on gün sonra Osmanlı İmparatorluğu da “Cihâd-ı Ekber”le1 dört yıl sürecek
savaşa fiilen iştirâk etmişti.
IV.II. Harb-i Umûmî
1 Bu şartlar içinde kastedilen “cihâd-ı ekber” elbetteki İslâmî terminoloji bakımından “cihâd-ı sagîr”in karşılığı idi. (Bkz. s.7)
41
Avrupa’nın, İslâm topraklarının büyük çoğunluğu üzerindeki emperyalist ve
sömürgeci gücüne karşı direnç, son bağımsız Müslüman devleti olan Osmanlı
İmparatorluğu’nun birleştiriciliğinde kabul görmüş ve bu iddia 1876 tarihinde Kanûn-ı
Esâsî’de de dile getirilmişti. (Lewis 1992:77-79) Ancak, Meşrutiyetle birlikte ülkenin
siyâseti ile ilgilenmeye başlayan Osmanlı tebaa için ‘vatan’ ve ‘millet’, bir Osmanlı-
İslâm vatanı idi. ‘İttihâd-i Osmanî’ klasik tarihî bir ‘tortu’ değil; -on dokuzuncu yüzyılın
şartları içinde- modern bürokrasinin yarattığı her türlü dinî ve etnik gruptan
Osmanlı’nın mensup olduğu seçkin bir sınıfın ideolojisi iken; milliyetçilik, Fransız
ekolünün hâkim olduğu (ve, Trablusgarb Savaşı, Balkan Fâciası gibi hadiselerle
‘nazarî’ olmaktan ziyâde tecrübe edilmiş) ve öğrenilmiş bir mefhumdu. (Ortaylı
2002)1 Ancak XIX. yüzyıl sona ererken, Avrupalı devletler “hasta adamın”
yaşamasının kendi güç dengelerine bir fayda sağlamadığına kanâat getirmiş ve
Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmaya karar vermişlerdi. İngilizlerin, Almanların
aleyhinde Ruslarla anlaşmaları da Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya arasında
zarurî bir ittifâk doğmasına sebep olmuştu.
II. Abdülhamid zamanından beri hâkim olan Alman yanlısı dış politika, Jön
Türklerin iktidara gelmesi ile, (onları destekleyen) İngiltere yönünde değişememişti. I.
Dünya Savaşı arefesinde uluslararası politikada gelinen son nokta, Almanya ile iş
birliğini mecbur kılmış ve 14 Aralık 1913 tarihinde, Liman von Sanders liderliğinde,
yeni bir askerî heyet İstanbul’a ayak basmıştı. Osmanlı Devleti, 2 Ağustos 1914
tarihinde de Alman askerî ittifâk antlaşmasını imzalamış ve hemen bir gün sonra da
silahlı tarafsızlıkla beraber seferberlik ilân etmişti. (Türkmen 2001:4) Nitekim, 28
Temmuz günü Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’a savaş ilân etmesinin hemen
ardından, Almanya da Rusya’ya (1 Ağustos) ve Fransa’ya (3 Ağustos) savaş ilân
etmiş ve 4 Ağustos 1914 tarihinde de İngiltere’nin Almanya’ya savaş ilân etmesi ile I.
Dünya Savaşı başlamıştı. (Özkan 1985:1374)
10 Ağustos 1914 tarihinde İngiliz ve Fransız filolarından kaçmakta olan, Amiral
Wilhelm A. T. Souchon komutasındaki Goben ve Breslau adlı kruvazörler, Osmanlı
1 Osmanlı İmparatorluğu, Balkan savaşları’nın sonunda topraklarının yüzde 32.7 ve nüfusunun yüzde 20’sini kaybetmişti. (Erickson 2003:38)
42
Hükûmetinin bilgisi dışında, Enver Paşa’nın özel izni ile, Çanakkale Boğazı’ndan
geçerek imparatorluğa sığınmışlardı. Tarafsızlık antlaşmasına uydurabilmek için de
gemilerin satın alındığı ilân edilmişti. İsimleri “Yavuz” ve “Midilli” olarak değiştirilen
kruvazörlere Türk bayrağı çekilmişse de, Alman amiral bayrağı indirilmemiş ve gemi
mürettebâtı da değiştirilememişti. Amiral Souchon’un Osmanlı Donanması birinci
komutanlığına atanması ile Osmanlı İmparatorluğu ve Almanya arasında müttefik
olarak savaşma planlarının devlet kademesinde kararlaştırıldığı belli olmuştu. 29
Ekim 1914 tarihinde Karadeniz’e açılan ve on bir parçadan oluşan bu deniz kuvveti,
Odesa, Sivastapol ve Novrosiski limanlarını bombalayarak Osmanlı Devleti’ni fiilen
savaşa sokmuştu. 1 Kasım günü Rusların Osmanlı doğu sınırlarından taarruza
geçmesi ve 3 Kasım günü de İngiliz ve Fransız donanmalarının Çanakkale
Boğazı’ndaki tabyaları bombardıman etmesi üzerine, Osmanlı İmparatorluğu resmen
harp ilân etmiş (11 Kasım 1914) ve birçok cephede sürecek ve imparatorluğun
maddî, manevi imkânlarını hızla tüketecek bir dönem başlamış olmuştu.
Almanya’nın, Osmanlı İmparatorluğu’nu bir an evvel savaşa sokma çabasının
çok rasyonel sebepleri vardı. Almanlar, Rus ve İngiliz kuvvetlerini bağlamak ve İslâm
ihtilâlini1 gerçekleştirerek Kafkasya’da Rusya’ya karşı, Mısır’da İngiltere’ye karşı
Müslümanlar’dan oluşan cepheler açarak Doğu Avrupa’daki itilâf kuvvetlerin
baskısını hafifletmeyi amaçlamışlardı. (Şahin 1997:184-185) Süveyş Kanalı üzerine
yapılacak sefer, sadece İngiliz gücünün bir kısmını buraya raptetmekle kalmayacak,
kanalın kapanması halinde İngilizler büyük bir lojistik destekten de mahrum
olacaklardı. Halifenin manevi otoritesinin, sömürge Müslümanlarını İngiltere ve
Fransa aleyhinde harekete geçireceğini ön gören bu stratejik politikanın, Almanlara
hiçbir maliyet getirmeden İtilâf Devletleri için muazzam sonuçlar doğuran bir problem
yaratacağı aşikârdı. (Erickson 2003:63) Tüm bu avantajlarla beraber, Osmanlı
İmparatorluğu’nun uzun zamandan beri, silah ve cephane ihtiyaçlarını Almanya’dan
1 Osmanlı sultanları halifelik makamını ‘siyasî’ bir güç olarak kullanmayı, ilk defa Küçük Kaynarca Antlaşması’nda (1774) gündeme getirmişlerdi. Daha önce, III. Ahmed 1727 tarihinde, Afgan Hükümdarı Eşref Han ile imzaladığı antlaşmada da kendisini “bütün Müslümanların hâlifesi” olarak nitelemiş (Özcan Az. 1999:467) ancak Pan-İslâmizm’in politik sahadaki keşfi uluslararası bir antlaşma olan Küçük Kaynarca ile olmuştu. (Lee 1999:363) Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu, Kırım Tatarları üzerindeki siyasî hâkimiyetini, ‘dinî’ hâkimiyete tevîl etmek istemişti. (Kara İ. 1998:60) I. Dünya Savaşı’nda, sömürge Müslümanlarını itilâf devletlerine karşı ayaklandırmayı amaçlayan plan da halifenin manevî otoritesine dayanmakta idi. 14 Kasım 1914 tarihinde Padişahın ilân ettiği “Cihâd-ı Ekber” Osmanlı Merkez Karargâhı’nın Kurmay Başkanı Bronsart paşa tarafından teklîf edilmiş ve Başkumandan Vekîli Enver Paşa tarafından kabul görmüştü. (Karabekir 1995:384-385)
43
karşılıyor olması, endüstrilerine de büyük bir potansiyel sağlıyordu. (Ortaylı
1998:119-121) I. Dünya Savaşı başladığında ise, Alman askerî uzmanları artık
imparatorluğun fiilî komutanları olmuş ve Osmanlı İmparatorluğu savaşa -neredeyse-
Alman komutasında girmişti. (Ortaylı 1998:125)
Osmanlı İmparatorluğu ise, I. Dünya Savaşı’na girdiğine, yorgun bir ordu ve
tüm imkânsızlıklara rağmen ümitsiz değildi. Enver Paşa’nın ihtiraslarının beslediği
hayal gücü, Kafkaslar üzerinde Pan-Turanizm1 politikasını hedefliyordu. Cemal Paşa
ise Enver Paşa’nın erken terfî’ne karşılık, “Mısır Fatihi” veya “Hidiv” olmanın
getireceği politik imtiyâzı düşünüyordu. Tüm bunlar savaşa girmek için yeterli
sebepler olmasalar da, kaçınılmaz olan I. Dünya Savaşı’nın kazanıldığı takdirde,
Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu cendereyi kırma ihtimâli de çok
yüksekti.
Fakat, Osmanlı subayları, cephelerden hedefledikleri amaçlara ulaşamadan
ayrılmışlardı. Doğu cephesindeki bozgun ve Rus işgali, ancak Bolşevik Devrimi’nin
(1917) gerçekleşmesi ile durdurulabilmişti. Irak cephesinde yerli halk Osmanlı
Ordusu’nun karşısında yer alırken, Osmanlı Ordusu’ndaki Arap erlerin bir çoğunun
silahlarını bırakması Osmanlı siperlerinin düşmesine sebep olmuştu. Lojistik destek
ve Bölge haritasından dahi mahrum olan Osmanlı kuvvetleri, Rus taarruzları ile de
bölününce, İngiliz ilerleyişi durdurulamamış ve 11 Mart 1917 tarihinde Bağdat
düşmüş, 3 Kasım 1918 tarihindeki mütarekeden sonra da Musul kaybedilmişti.
İngilizler tarafından, daha savaş başlamadan önce de taarruzu düşünülen
Çanakkale, I. Dünya Savaşı esnâsında savaşı neticelendirebilecek bir cephe haline
gelmişti. 19 Şubat 1915 tarihinde Osmanlı tabyalarına yapılan top atışları ile başlaya
savaş, her iki tarafta da büyük kayıplara yol açmış, Osmanlıların olağanüstü
fedakârlıklarla savundukları boğazları, İtilâf Devletleri 8/9 Ocak 1916 tarihinde tahliye
1 Ali Suavi’nin Türkleri hem Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucu etnik öğesi, hem de Orta Asya halklarını kapsayan bir ırk olarak tanımlaması ile başlayan entelektüel hareket, Anadolu halkının Türklüğünü vurgulamış ve Türklerin İslâmiyet öncesi siyasî, sosyal ve kültürel geçmişlerini ortaya çıkartmayı amaçlamıştı. Balkan Savaşları sonrası “İttihâd-i Osmanî” politikasının geçerliliğini yitirmesi ile İttihâd ve Terakki ileri gelenlerinin benimsediği ideoloji, Enver Paşa’nın siyasî faaliyetlerinde en belirleyici motivasyon figürü olmuştu. Turancılık, Enver Paşa “Büyük Devrimci Turan Orduları Kumandanı” sıfatı ile büyük Türkistan’ı kurtarma amacı ile 1922 tarihinde cephede vurulana kadar vazgeçmediği bir ülküyü temsîl etmişti. (Özdoğan 2002:394-398
44
etmişlerdi. 14 Kasım 1914 tarihinde ilân edilen “Cihâd-ı Ekber”in Osmanlı
İmparatorluğu ve Almanya’ya beklediği siyasî avantajı sağlayamadığı da, en acı
şekilde Hicaz Cephesi’nde tecrübe edilmişti. 10 Temmuz 1910 tarihinde yayınladığı
bildiri ile Osmanlı İmparatorluğu’na resmen isyan eden Mekke Şerifi Hüseyin’e
rağmen, Medine’de Fahreddin Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu, savaşın
sonuna kadar direnmiş fakat, 1 Ekim 1918 tarihinde Haşimî bölükleri Şam’a girmiş ve
Mondros Mütarekesi’nin imzalanması ile Osmanlı İmparatorluğu savaştan çekilmişti.
İtilâf Devletlerinin Çanakkale’den çekilmeleri ile birlikte, morali ve eğitimi yüksek
Osmanlı birlikleri serbest kalmışlardı. Bu birliklerin Kafkas Cephesi’ni takviye etmeleri
düşünülürken; Enver Paşa, savaşın Avrupa cephelerinde neticeleneceğine dair
inançla askerleri Galiçya’ya (Temmuz 1916), Romanya’ya (Eylül 1916) ve
Makedonya’ya (Eylül 1916) göndermişti. (Özkan 1985:1378) Bu cephelerde kısmî
başarılar sağlayan Osmanlı askerleri, harekâtların sona ermesi ile başka cephelere
dağılmışlardı. Jeo-politik önemi olan bir başka cephe ise, Mevlevî Alayı’nın görev
aldığı ve ileride daha etraflı bir şekilde anlatılacak olan, Sina cephesi idi.
I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Ordusu’nun performansının olumlu
yönlerini altı başlığa toplayan Erickson, öncelikle, ordunun sayısal dezavantaja
rağmen muharebe etkinliğini nüfûs ve imkânlarının fevkinde kullanıldığını zikreder.
Ayrıca, tüm savaş boyunca Osmanlılardan oluşan birliklerin diğer birliklerden manevi
ve teknik bakımdan üstünlük sağladıklarını belirten yazar; üçüncü olarak, Osmanlı
askerinin son derece olumsuz şartlarda bile kendisini idâme kabiliyetini
göstermesinin dengesiz bir biçimde ‘destek birlikleri’ ile yüklenmesine mâni olduğunu
belirtir. Ordunun strateji ve harekâta ilişkin seviyede hızla, yeniden örgütlenebilmesi
dördüncü bir özellik olarak kendini göstermiş ve Osmanlı Ordusu’nda ortaya çıkan,
Mustafa Kemal Paşa, Esat Paşa, Şevki Paşa, İzzet Paşa, Halil Paşa, Fevzi Paşa ve
Vehip Paşa gibi komutanların geniş bir düşünce kapasitesi ve harekete geçme
iradesine sahip olmaları beşinci olumlu özellik olarak zikredilmiştir. Nihayetinde,
Osmanlı İmparatorluğu’nun her ahvâlde sadık bir müttefik olduğu da aynı eserde
belirtilmektedir. (Erickson 2003:283-284)
Bilançonun eksi hanesinde ise; Balkan Savaşları’ndan bitkin bir şekilde çıkmış
ordunun, büyük güçlerle savaş riskini içeren politikalara alet edilmesi ilk sıradadır.
45
İkinci önemli husus Enver Paşa’nın stratejisi, taarruz planları ve politikalarında
ihtirasını, iyimserliğiyle harmanlayıp yanlış sonuçlara ulaşmasıdır. Bu politikaların
neticesinde, Harbiye Nezâreti de öncelikli cepheleri belirlemekte başarısızlığa
uğramıştır. Gerek Enver ve gerekse Cemal Paşalar’ın İstanbul’daki idârî görevlerini
bırakarak, muharebe komutanı olarak daha faâl görev alma eğilimleri ve
beraberlerinde Alman danışmanlarını götürmeleri, kritik bir dönemde ‘Harbiye
Nezaret-i Celilesi’nde liderlik kapasitesini zayıflatmıştır. (Erickson 2003:77) I. Dünya
Savaşı’nda Osmanlı Ordusu, yaşlı subayların tasfiye edildiği, onların yerine iktidarın
politik çizgisine daha yakın ve güvenilir genç subayların görevlendirildiği bir güçtü.
Kıdemli ve tecrübeli subayların tasfiyesinin menfî tesirlerini genç subayların
getirdikleri canlılıkla (Erickson 2003:79) dengelemeye çalışan orduda, bu
istikrarsızlık tüm savaş boyunca devam etmiş ve Enver Paşa her kademeden
komutanların azli ve tayininde tutarsız ve ‘deneysel’ davranmıştır. (Erickson 2003:82)
Tüm bunlarla beraber, tüm savaş boyunca hedefleri gerçekleştirmekten uzak ‘lojistik’
imkânsızlıklar da görmezden gelinmiştir. (Erickson 2003:284-285)
46
V. BAŞKA DİYARLAR, BAŞKA DERVİŞLER
İslâm dünyası XVIII. yüzyılın son yıllarında, değiştirilemez sandığı sınırlarının
Avrupa medeniyeti tarafından tehdit edildiğini tecrübe etmeye başlamıştı. Büyük bir
Müslümân topluluğunun gayr-ı Müslim idare altına girmesi, ilk defa 1830 yılında
Fransızların Cezayir’i işgali ile yaşanmıştı. Daha sonraları, 1881 yılında Tunus, 1912
yılında da Fas aynı akıbete uğramıştı. 1870 sonlarında İngilizler tarafından yarı
sömürge haline getirilen Mısır, 1880 yılında bağımsızlığını kaybetmiş, İngilizler on yıl
sonra da Sudan’ı işgal etmişlerdi. XIX. yüzyıl boyunca batı dünyasının
sömürgeleştirme faaliyetleri hızını yitirmeden devam etmiş, fakat bu dönemde
sömürge yayılmacılığının karakteri Müslümanlarca doğru tahlîl edilememişti. Yeni bir
Haçlı Seferi ile karşı karşıya olduğunu sana İslâm aleminin imkânları güçlü bir direniş
gösterecek kabiliyette değildi. Siyasî otoritenin çöktüğü yerlerdeki direniş, “cihâd”
bayrağı altında örgütlenmişti: Dervişler, şerifler (Peygamber soyundan geldiğini iddia
eden kişiler), her türlü reformcular, mehdîler mensup oldukları cemaatlerin yeniden
yapılanması için “Îmânın kaynaklarına dönüş ve Hz. Muhammed geleneklerinin
hayata tatbîk edilmesi” düstûrları çerçevesinde seslerini duyurmaya başlamışlardı.
(Merad 1993:19-20;Martin 1998:14)
Son dönemlerde canlandırılmaya çalışılan hilafet ve pan-İslâmizm, Osmanlı
İmparatorluğu için siyasî bir tehdit aracı olmaktan öteye gidemediyse de, Müslüman
dünyasında farklı bir siyâsî idrakin doğması için gerekli altyapıyı sağlamıştı. Osmanlı
İmparatorluğu’nun himâyesindeki İslâm birliği fikri İslâm dünyasındaki bir çok dinî
lider tarafından dikkatle takîp edilmekteydi.1 (Ansari 1992:78)
XIX. yüzyılın son çeyreğinde İslâm Güneydoğu Asya’sı büyük bir dinî uyanışa
sahne olmuştu. Hacc faaliyetlerinin, bu bölgedeki İslâmî şekillenmede, rolü o denli
büyüktü ki, sömürgecileri tedbîr almaya zorlamıştı. Zîrâ, “İttihâd-ı İslâm” ve
tasavvufun etkisinin giderek arttığı bu topraklarda, Nakşibendîlik ve Kâdirîlik başta
1 II. Abdülhamid’in çok dikkatli bir şekilde inşâ’ etmeye çalıştığı bu politikada, İslâm dünyasının sûfileri de yer almaktaydı. (Hourani 2000:369)
47
olmak üzere bir çok tarîkatın etkisi artmıştı.1 Tarîkatlar (Özelilkle Borneolu şeyh Hatib
Sambas ve mürîdlerinden oluşan Kâdirîyye) 1888 yılnda, Banten ve Batı Java’da
Hollandalılara karşı devrimci hareketin temelini oluşturmuşlardı. 1850 yılından
itibâren Osmanlı Devleti ile ilişkilerini tekrar düzenleyen Açe Sumatra Devleti
Hollandalı sömürgecilere karşı savaş açtığında da, topraklarını Osmanlı mülkü ilân
etmişti.2 (Martin 1988:15)
Neredeyse kurulduğu dönemden beri siyasî bir geleneğe de sahip olan
Nakşibendîliğin,3 gayr-ı Müslim hakîmiyetine karşı mücadelesi bu güne kadar devam
etmiştir. Hindistan’ın kuzey batı sınırlarında Seyyid İsmail Şahid’in cihâd hareketi,
Orta Asya’da çeşitli Rus işgallerine karşı direniş, Çin’de öncülük edilen isyanlar ve
Afgan cihâdında Nakşibendî tarîkatının etkisi bilinmektedir. (Algar 1993b:50)
Tarîkatın Kuzey Kafkasya - Dağıstan ve Çeçenistan’daki mücadelesi de, Mevlâna
Halîd’in direktifleriyle yönlendirilmiş ve XVIII. yüzyılın sonunda başlayan cihâd
hareketinin içinden, Şeyh Şamil ve Uzun Hacı gibi ‘lejand’ tarihî kişilikler çıkmıştı.
1940 yıllarına kadar etkisi devam eden hareket, zamanla “Sovyet karşıtı” bir veçheye
de bürünmüş, Nakşîliğin yönlendirdiğini bu direnişlerde, kimi zaman Kâdirilik tarîkatı
da anılmıştı. (Algar 1993b:247-248)
Hindistan’da merkezî hükûmet zafiyeti, İngiliz ve Fransızlara müdahale imkânı
tanımış ve 1850 yılında kadar, bütün Hindistan doğrudan veya dolaylı olarak İngiliz
hakîmiyeti altına girmişti. Ancak, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibâren kaydedilen
dinî gelişmeler, siyasî alanda da etkisini göstermişti. İsmail Şehid ve mürîdi Seyyid
Ahmed Barlevî, “Cihâd”ın ameli ve nazarî yönlerini işlemişler, Seyyid Ahmed 1810
tarihinde Patan emîri Emîr Han’a katılarak gerilla savaşında bir hayli eğitim görmüş
ve tecrübe kazanmıştı. Sihlere karşı cihâd ilân eden Seyyid Ahmed, İngiliz sömürge
yönetiminden de destek almıştı. Ancak, İngiliz ordusundaki Müslüman Hint
1 Sumatra’nın ilk Nakşbendîleri’nden Şeyh İsmail Minangkabawi, hacc dönüşü beraberinde bir Osmanlı Sancağı getirmişti.(Algar 1993a) 2 Bu ‘ilân’, şüphe yok ki, Açe Sumatra Devleti’nin politik bir kararı idi ve beklenen sonucu da vermemişti. (Roff 1997:67) 3 Bahaeddîn Nakşibend’in 1347’ye kadar Çağatay Hanlığı’nda hükûm süren Gazan Bey olduğu iddia edilen Halil Ata ile olan ilişkisi, tarîkatın tarihi boyunca taşıdığı siyasî kimliğin şekillenmesinde büyük rol oynamıştır. Ancak XV. yüzyılda, İmam Rabbanî olarak da tanınan Ahmed Sırhindî’nin Ekber Şah’a karşı başlattığı mücadelenin siyasî etkisi çok daha güçlü ve etkileyici olmuştur. (Işın 1994:32)
48
askerlerinden kuzeybatı sınırından kaçıp, İngilizlere karşı saldırılar düzenleyen
mücahidlere katıldıkları için yapılan yargılamada, Seyyid Ahmed ve onun Hintli
takîpçilerinin saldırılarla olan bağlantısı ortaya çıkmıştı. (Rızvı 1997:335-355) 1919
yılına gelindiğinde, Sind’deki Kâdirî ve Nakşî tarîkatlarına mensup şeyhler arasında
bir ittifak doğmuş ve pan-İslâmizm1 fikri etrafında birleşen şeyhlerin nüfûzu İngiliz
yetkililerini kaygılandırmıştı. (Ansari 1992:83)
Fransız işgali altıdaki Cezayir’de, direnişin en önemli isimlerinden biri Kâdirî
şeyhi olan Emîr Abdülkâdir olmuştu.2 Kâdirîliğin Muhtariye kolunun ve Nakşibendî
tarîkatı şeyhi Halid Şehrazurî’nin etkisi altındaki şeyh, güney-batı Cezayir’deki Ticanî
tarîkatı ile de savaşmıştı. 1847 yılına kadar Fransız idaresine karşı gerilla savaşı
veren Abdülkâdir’in yenilgisi, direniş hareketini dağılma noktasına getirmişti. 1871
yılında doğu Cezayir’de kabilelerin ayaklanmasında ise Rahmaniyye tarîkatı ve
Osmanlı’nın önemli rolü olmuştu. Bu hadiseden sonra Fransızlar Cezayir’deki
tarîkatlara kuşku ile yaklaşmışlar ve tarîkatlar arası rekabeti kendi menfaatleri
doğrultusunda kullanmaya çalışmışlardı. (Martin 1988:55-86;Hourani 2000:365-368)
Ticanî şeyhi olan el-Hac Ömer, XIX. yüzyılın ikinci yarısı, yoğun bir şekilde
Fransızlarla çarpışmıştı. Tarîkat bağlılığı ve disiplinini ordusuna taşımış olan şeyhin,
mürîdleri üzerindeki etkisi, Fransız gözlemcilerin raporlarına konu olmuştu. Gine,
Senegal ve Mali’nin bulunduğu Batı Afrika havzasında savaşmış olan Ömer,
Bambara, Segu, Masina ve Karta devletleri fethetmiş ve gayr-ı Müslim yerlilerle karşı
da mücadele etmişti. 1864 yılında, taşıdığı barut fıçısını ateşlemiş ve bir intihar
saldırısı sonucu hayatını kaybetmiş olan şeyhin kurduğu devlet, 1893 yılında
Fransızlar tarafından istila edilinceye kadar, oğulları tarafından sürdürülmüştü.
(Martin 1988:91-129)
1 İslâm birliği fikrinin sadece Osmanlı liderliğine matuf bir ideoloji olmadığını unutmamak gerekir. 2 Osmanlı yönetimi babası ile ilgili bir meseleden dolayı Abdülkâdir’e mesafeli yaklaşmışsa da, 1840 yılından itibâren şeyhin “halife” sıfatına binâen, Abdülmecid’ten yardım talep ettiği fakat olumlu bir yanıt alamadığı bilinmektedir. (Martin 1988:79-80)
49
Batı Afrika kıyısındaki bir başka siyasî ve mutasavvıf lider ise Ma’al-Aynen el-
Kalkamî idi. Kâdirî tarîkatının Moritanya’daki en büyük şeyhi olan Kalkamî, Fransa’ya
karşı başlattığı direnişe ömrünün yarısını ve bir çok oğlunu feda etmişti. Kalkamî,
Moritanya ve Fas’da millîyetçiliğin gelişimini hızlandıran liderlerden biri olarak
anılmışsa da, onun mücadelesi Mağrib millîyetçiliği anlayışından önceki anti-
emperyalist kurtuluş mücadelesi dönemi temsîl etmekteydi. 1908 yılında Pan-
İslâmizm fikrini siyasî programının bir parçası olarak benimsemiş olan Kalkamî,
Osmanlı İmparatorluğu ile de yakın ilişkiler kurma gayretinde olmuştu.1 (Martin
1988:165-195)
XIX. yüzyıldan önce çok az sayıda Avrupalı’nın ilgilendiği Somali, 1840
yıllarından sonra, Afrika Körfezi’nin siyasî etkinlik kazanması ile İngiliz, Fransız ve en
son İtalyanların dikkatini çekmişti. Kasıtlı olarak Osmanlı haklarının görülmezden
gelindiği bu havzadaki dinî hareketlenme de, Avrupalıların bölgeye girmesi ile,
hızlanmıştı. 1880 yıllarından sonra, burada Ahmediye ve Rifâîye gibi tarîkatlara
rastlansa da, en güçlü tarîkat Kâdirîlikti. Ancak 1890 yıllarının başında Malikî
mezhebine mensup, Sudanlı Muhammed ibnî Salih el-Reşid tarafından kurulan
Salihîye tarîkatı, Kâdirîlik tarîkatının tam karşısında yer almaktaydı. Salih Reşid’in
halifesi olan Seyyid Muhammed Abdullah Hasan, Somali bölgesinde “Deli Molla” diye
anılan ve İnglizlerle, Fransızlara karşı yirmi yıl mücadele etmiş bir dinî liderdi. Somali
millî kahramanı sayılan Abdullah Hasan her ne kadar “ülkesinin babası” olarak
tanımlansa da, asla lâik ve millîyetçi bir lider değildi. (Martin 1988:229-233)
Sünûsî tarîkatı XVIII. yüzyılın sonunda, Mısır’da sûfî dirilişle başlayan ıslahatçı
çabanın uzantısı idi. Doktrin açısından geleneksel sûfîzm ve Vehhabîlik arasındaki
orta yolu temsîl eden tarîkat, Osmanlı İmparatorluğu ile temaslarına da II.
Abdülhamid zamanı başlamıştı. Tarîkat, imparatorluk tarafından himaye edilmek
fikrini benimsememişse de, Osmanlılarla daima iyi geçinmişti.2 (Martin 1988:131)
1 Kakkamî 1895 yılında, Osmanlı İmparatorluğu için şunları yazmıştı: “İlâhî maksat, ancak Osmanlı Devleti’nin seçkin sultanlarınca gerçekleştirildi. Çünkü onlar, yöneticilerin en kudretlisiydi. Onlardan Mehdî ve Hz. İsa’nın zuhuruna kadar ümmet çapında bir devlet olmayacak. İngilizler ve Fransızlarla savaşacaklar. Yedi iklimde örgütlenmek için gerekli uzun ele, en kuvvetli devlete sahipler. Bunların hiçbiri onlardan önceki herhangi bir devlete bahşedilmemiştir.” (Martin 1988:192) 2 Sultan Vahdeddîn’in cülûsunda, kılıç kuşatma görevi Şeyh Ahmed eş-Şerif es-Sünûsî’ye verilmişti.(Karateke 2004:59)
50
1902 ve 1932 yılları arası tarîkatın liderliğini üstlenen Şeyh Ahmed eş-Şerif es-
Sünûsi, Kuzey Afrika ve özellikle Libya’da Fransız ve İtalyanlara karşı başlatılmış
olan direnişin başına geçtiğinde, tarîkat oldukça güç kaybetmişti. (Martin 1988:131-
163) Yine de, I. Dünya Savaşı’nda ilân edilen “Cihâd-ı Ekber”e destek veren
Sünûsîler, Mısır’ın batı cephesini tehdît etmiş ve 1916 yılının başlarında İngilizler bu
hattı savunmak için üç karma tugay görevlendirmişlerdi. (Erden 2003:228)
XIX. yüzyıl İslâm dünyasında, tarîkat şeyhlerinin yönlendirdiği siyasî ve askerî
hareketler, cemaatlerini ve inançlarını korumayı hedeflemişti. Sömürgeciliği “haçlı
seferi” gibi telakkî eden Müslümanlar, içine düştükleri durumu da dinî bozulma ve
ahlâkî gevşekliklerinin bedeli olarak addetmişlerdi. Bu durumdan kurtulma çabası,
düşünce sahasında canlanma ve Müslüman topluluklar arasında da ciddî bir
sirkülasyon meydana getirmişti. İslâm coğrafyasındaki sosyo-kültürel yapının
çeşitliliği ve dinin taşındığı kanallar, bu yörelerdeki tarîkatların yapısını da belirlemişti.
Kafkaslar’da Nakşibendîlik, Afrika’da Kâdirîlik gibi tarikatlarının faâl olmaların
sebepleri toplumun sahip olduğu alt yapı ile ilgili idi. Değişik coğrafyalarda, aynı
tarîkatın, apayrı bir şekilde tezahür etmesi normaldi. İstanbul’daki bir Kâdirî şeyhi ile
Afrika’daki bir Kâdirî şeyhi arasındaki ciddî farklılıklar bulunabilirdi. Afrika’da “mehdî”
fikrinin kitleleri sevk etmek için yeterli olması, Kafkaslarda Nakşîliğin Halidî koluna
mensup şeyhlerin efsaneleşmesi ve bu şeyhlerin hemen hepsinin siyasî otoriteyi de
devralması, Osmanlı’da yüzyıllardır hakîm olan devlet geleneğine karşılık diğer
coğrafyalarda benzerî bir siyâsî yapının olmamasından kaynaklanmakta idi.1 Bu
direniş hareketlerinin dikkat çeken bir başka noktası da, millîyetçi bir ideoloji
taşımamalarına rağmen, zamanla millîyetçi bir mânâ kazanmış olmalarıydı.
Sömürgelere karşı ayaklanan dervişler, “cihâd” bayrağının altında toplanıp, genellikle
muhafazakâr bir din anlayışı uygulamış ve hatta dayatmışlarsa da, zamanla millîyetçi
ideolojinin sahip çıktığı isimler olmuşlardı. Sömürgecilere karşı kendilerini ancak, dinî
kimlikleri ile tarifleyebilen dervişler, şüphe yok ki, Tanzîmât’tan bu yana batının felsefî
ve siyasî akımlarından haberdâr ve yüzyıllardır kesintisiz devam eden bir geleneğin
içindeki dervişlerden çok daha az araca sahipti.
1 Sosyal ve coğrafî çevrenin tarîkat (ve savaşçı dervişler) üzerindeki tesîrinin çok canlı ve başarılı bir kompozisyonu, tarihe ve farklı kültürlere son derece dikkatli ve meraklı, çizgi roman sanatçısı Hugo Pratt’ın Etiyopyalılar adlı eserinde resmedilmiştir. Bu eserdeki Cush adlı karakter Somali’deki Seyyid Muhammed Abdullah Hasan’ın mürîdidir. (Pratt 2004)
51
VI. TARÎKAT VE CİHÂD-I EKBER
Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’na girdikten üç gün sonra “Cihâd-ı
Ekber” ilânı ile (14 Ekim 1914) İtilâf Devletleri’nin sömürgesi olan Müslümanları bu
devletlere karşı ayaklandırmayı ve bu ordulardaki Müslüman askerleri de kendisi ile
beraber müttefikleri Almanya ve Avusturya-Macaristan’a karşı savaştan da
alıkoymayı düşünmüştü. Ancak II. Abdülhamid sonrası geri plana itilmiş olan Pan-
İslâmizm siyaseti, İttihâd ve Terakki’nin fazlası ile pozitivist bir tablo çizmiş olması ve
güçlenen milliyetçilik akımı, halifenin bu denli etkili bir güce sahip olabilmesini
imkânsız kılmıştı. Almanya’nın teklifi ile gündeme gelen “Cihâd-ı Ekber” ilân
edilmeden önce Osmanlı basınında çıkan ‘Cihâd’, ‘İttihâd-i İslâm’ konulu makaleler
de, Şeyhü’l-İslâm Mustafa Hayri Efendi’nin verdiği fetvalar da (Karabekir 1995:451-
453), bu açığı kapamaktan çok uzak, zayıf atılımlardı. Osmanlı Türk askerlerinin
cepheye gitmeleri için bir cihâd ilânına ihtiyaç olmadığı gibi, gayri Türk ve Osmanlı
İmparatorluğu dışındaki Müslüman unsurlar da cihâd çağrısına, beklenen nisbette
destek vermemişlerdi.
Cihâd-ı Ekber Beyânnâmesi Türkçe ve Arapça olmak üzere iki farklı lisânda
hazırlanmış ve bunlar farklı mantık silsilesi ile oluşturulmuşlardı. Türkçe hazırlanan
metin, evvela Rus tehlikesinden bahsederken, Arapça nüsha, Tevbe Sûresi’nin 14.
ayeti1 ile başlamış ve ‘cihâd’ emrini hatırlattıktan sonra dünya Müslümanlarının bu
görevi yerine getirmediklerine dikkat çekmişti. Daha sonra her iki metinde de varolan
gelişmeler ve bunların İslâm dünyası üzerine ne gibi tesîrleri olabileceği konusunda
bir bilgilendirme yapılmış ve Türkçe metinde, askerlikten muaf olan zümrelerin dahi
malları ve bedenleri ile cihâda katılmaları istenip seferberlik vurgulanırken, Arapça
fetvada İslâm dünyasının Osmanlı Devleti’nden başka dayanağı olmadığı belirtilmişti.
(Karabekir 1995:453-464)
1 “Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.”
52
Bu iki fetvanın yapılarındaki farklılık, Osmanlı Devleti’nin (ve tabiî ki, Almanya
ve Avusturya-Macaristan’ın da) tebaa ve Müslümanlar üzerinde neyi hedeflediklerini
açıkça gösteriyordu. Dünya üzerindeki Müslümanların sadakatini ve Osmanlı Devleti
saffında savaşmalarını telkîn eden Arapça metin, İtilâf Devletleri’ne yönelik bir
politika gözetilerek hazırlanmıştı. Bununla beraber, Türkçe metin de, Osmanlı
Devleti’nin güvenliğinin tehlike altında olduğunu ve hürriyet için her Müslüman’ın
üstüne görevler düştüğünü ve bu yolda seferberlik ilân edildiğini vurgulamış ve
ordunun gücünü arttırmayı amaçlamıştı.
VI.I. Mevlevî Alayı’nın Kuruluşu
2004 yılının Nisan ayında yayınlanan Toplumsal Tarih dergisinin odaklandığı
mesele 31 Mart Vak’asıdır.1 Altı farklı makale ile işlenen konu, görsel malzeme ile de
desteklenmiştir. Bu fotoğraflardan biri “Hareket Ordusu’ndaki Rumeli gönüllülerinden
ikisi”ni göstermektedir (Ek 1). Bu gönüllülerden birisi, başındaki Mevlevî sikkesi ve
üstündeki üniforma ile dikkat çekmektedir.
Mevlevî Alayları üzerine ilk akademik araştırmayı yapmış olan Nuri Köstüklü
de, çalışmalarını I. Dünya Savaşı’nda ihdâs edilen alayla başlatmamış;
Mevlevîhânelerin Balkan Savaşları’ndan itibâren üstlendikleri sorumlulukları
vurgulamıştır. Gerçekten de Mevlevîler, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde
dikkat çekecek kadar siyaset ve iktidarla ilişkilidirler. Kütahyalı Ebu Bekir Dede’nin
Yenikapı Mevlevîhânesi postnişînliğine atanması ile başlayan süreç, Abdülhalim
Çelebi’nin II. Abdülhamid’i tahkir eden bir telgraf çekmesi ve V. Mehmed Reşad’a
kılıç kuşandıracak imtiyazı kazandığı noktaya kadar gelmiştir.
Ancak gönüllü olarak savaşa katılan ilk Mevlevîler de I. Dünya Savaşı’ndaki
Mevlevî Alayı değildir. Bursa Mevlevî Dergâhı şeyhi Salih Dede, Konya Mevlâna
1 Toplumsal Tarih, C.XX, S.124, 2004, İstanbul
53
Dergâhı şeyhi Mehmed Saîd Hemdem Çelebi’ye vekâleten 1865-1866 tarihindeki
Rusya Harbi’ne iştirâk etmişti. (Küçük S. 2003:63-64) Salih Dede’nin önderlik ettiği
yirmi bir kişilik Mevlevî grubu (Gölpınarlı 1983:175) ile birlikte Eşrefzâde Dergâhı
postnişîni Fahreddîn Efendi1 ve Enârî Dergâhı Şeyhi Şerafeddîn Efendi2 ve olduğu
halde İstanbul’a gelmiş ve sonra Tuna nehri civârında harbe katılmışlardı.3 Farklı
tarîkatlardan şeyh ve dervişlerden oluşan bu gönüllü alayı, teşekkülünde I. Dünya
Savaşı’ndaki Mevlevî Alayı’na benzemekteydi.
Daha Balkan Harbi başlamadan önce, Girit’te artan gerilim ve uygulanan
baskı karşısında, adadaki Müslümanları himâye etmeye çalışan ve asimilâsyona
direnen Hanya Mevlevîhânesi şeyhi Mehmed Şemseddîn Efendi (öl.1924) olmuştu.
(Köstüklü 2000:1134) 1880 yılında kurulmuş olan mevlevîhânenin ikinci ve son şeyhi
olan Mehmed Şemseddîn Efendi, dergâhın postnişînliği ile beraber Girit müftülüğü
görevini de yerine getirmişti. Dergâhın bânisi olan Süleyman Şemsî Dede’nin
(öl.1886) oğullarından Hüseyin Ârif Efendi de, dergâh bünyesinde açılan özel
Rüşdiye Mektebi’nde müdürlük ve muallimlik görevleri üstlenmekle kalmamış;
siyasetle de ilgilenip, İttihâd ve Terakki’nin çalışmalarına da katılmıştı. (Küçük S.
2003:310)
Konya Mevlânâ Âsitânesi kütüphânesindeki belgelere göre, Balkan Savaşı
zamanında hastane olarak kullanılmak için, iki defa Harbiye Nezareti emrine verilen
Yenikapı Mevlevîhânesi’nin tren yoluna yakın olması bu görevin verilmesindeki
önemli sebeplerden biri idi. Ayrıca tabîb Mevlevîler hizmete çağırılmış, Hilâl-i Ahmer
ve benzer resmî kurumlardan tıbbî edevât ve ilaç temînine çalışılmış ve bu işleri
organize etmek için Galata Mevlevîhânesi’nde bir komisyon kurulacağı yine bu
belgelerde belirtilmişti. Konya Mevlânâ Âsitânesi postnişîni Veled Çelebi, Galata
Mevlevîhânesi şeyhine hitâben çektiği telgrafta, hükûmetle uyum içinde çalışmaları
ve izinsiz iş yapmamaları konusunda uyarıda bulunmuş ve ihtiyaçlar konusunda her
1 Kâdîri tarikâtının Eşrefî kolunadan Fahreddîn Efendi, savaşa beş on dervişle ile katılmıştı. (Şemseddin 1997: 109) 2 Halvetîliğin Mısrî kolundan Şerafeddîn Efendi, savaşa iki yüz elli kadar dervişle katılmıştı. (Şemdeddin 1997: 172) 3 Yâdigâr-ı Şemsî’de aktarıldığına göre; Tuna Nehri’nin donması ile köprüye ihtiyaç kalmadığını gören Rus kuvvetleri, uygun bir noktadan ilerlemeye başlamış ve savunma da yetersiz kalmıştı. Bunun üzerine kumandan “Aman Şeyh Efendi, himmet zamânı işte bu demdir” deyince, dervişân bir çadırda İsm-i Celâl okumaya başlar ve “nâr-ı İsm-i Celâl, müncemis olan buzları” eritir. (Şemseddin 1997:505)
54
türlü yardıma hazır olduklarını belirtmişti. İmparatorluğun buhranlı dönemlerinde
Konya merkez, İstanbul dergâhları ve hükûmetin nasıl bir uyum içinde olduklarını
göstermesi bakımından, bu belgeler ve son dönem şeyhleri dikkate şayandı.
(Göyünç 1987:104;Özönder 1998:167-168)
İstanbul Mevlevî dergâhlarının başlatıp, Konya merkezin de sahip çıktığı bu
girişimler zamanla diğer mevlevîhânelerce de benimsenmiş ve dergâhlarda mutâd
hale gelmiş -zafer için- duâ ve zikirlerin ötesine geçilmişti. Bursa Mevlevî şeyhi
Mehmed Şemseddîn 6 Kasım 1912 tarihinde Konya merkez dergâhına ilettiği
mâruzatda Bursa’daki Mevlevî dervişlerinin gönüllü olarak savaşa katılmak üzere
devamlı mürâcaatta bulunduklarını yazmıştı. Ankara mevlevîhânesi ise redif
taburuna bir at hediye etmiş ve Galata Mevlevîhânesi’ne de para yardımında
bulunmuştu. Ankara ile beraber, Çankırı, Amasya, Kıbrıs, Hanya, Urfa, Şam
mevlevîhaneleri de maddi yardımda bulunmuşlardı. (Köstüklü 2000:1135-1136)
Kıbrıs da Girit gibi, Yunanistan’ın bağımsızlığını ilân etmesi (13 Ocak 1922) ve
Trablusgarp yenilgisinden (29 Eylül 1911) sonra, Müslümanlara karşı baskı ve
asimilâsyon hareketlerinin çok şiddetli olduğu bir bölge idi. Balkan Harbi sırasında
Kıbrıs Türkleri’ne yönelik gösteriler şiddet eylemlerine dönüşünce Kıbrıs
Mevlevîhânesi de, Hanya Mevlevîhânesi gibi, hâmîyâne bir tavır benimsemişti.
Dergâhın şeyhi Mehmed Celâledîn Dede 25 Kasım 1912 tarihinde Konya merkeze
yolladığı raporda “din ve devletin selâmeti için” buhar-i şerif okuyup, zikir çektiklerini
yazmıştı. Fakat mevlevîhânenin, faaliyetleri bu çerçevede kısıtlı değildi. Daha önce
de belirtildiği gibi, maddi yardımlara katılan dergâh, aynı zamanda istihbarat
bilgilerini de derleyip merkeze iletiyordu. Şeyh 18 Aralık 1912 tarihinde yazdığı bir
raporda ise, mevlevîhânenin faaliyetlerini belirtmiş ve Balkan Savaşı sonrası
Kıbrıs’taki Müslüman ahalinin geleceğine dair duyduğu kaygıyı, sebepleri ile birlikte
açıklamıştı. Merkez de bu raporu Sadârete bildirip, gerekli teşebbüsün yapılmasını
talep etmişti. (Köstüklü 1996:347-362)
55
Bu noktada şu hususu vurgulamak gerekmektedir, Osmanlı İmparatorluğu’nun
içine düştüğü durum karşısında teşkîlâtçı yapısını imparatorluğun menfaatleri
doğrultusunda seferber eden tarîkatın, merkezi de iktidarla uyum içinde çalışmıştı.
Gerçekten de Tanzîmât’la birlikte siyasetle iç içe geçmiş olan Mevlevîliğin bu
gelişimini, sadece Yeniçeriliğin kaldırılışından sonra Bektaşîliğin zayıflaması ile
başlayan bir safha olarak algılamamak gerekir. Mevlevîliğin sahip olduğu dinamizm,
XIX. yüzyılda gerçekleşen reformlarla, tarîkatın geleneğinde var olan entelektüel
birikim, teşkîlat ve bürokrasinin etkili hale geçebilecek imkânı bulabilmesi ile
açıklanabilir.1
VI.I.a. Dervişânın Orduya İntisâbı
Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’na, Balkan hezimetinin yarattığı
kompleks ve ümitsizlikle girmişti. İttihâd-i Osmanî idealinin gerçekleşmekten uzak bir
hayâl olduğu, Anadolu’nun nüfûs yapısını bile etkileyecek göçler ve kaybedilen
topraklarla, saklanamayacak hale gelmişti. Hükûmet tüm bu olumsuzlukların etkisini
asgariye indirebilmek için güçlü ittifâklara girmenin yanısıra, halkın maneviyâtını da
yükseltecek tedbîrler almaya çalışmıştı. Seferberlik çağrısı ile asker sayısını Rusya
gibi nüfûsu kalabalık devletlerle baş edebilecek bir seviyeye çıkartmayı amaçlayan
Osmanlı, ilân edilen “Cihâd-ı Mukaddes”le de sadece sömürge altındaki
Müslümanları ayaklandırmayı değil, aynı zamanda kendi topraklarındaki dinî
heyecanı da değerlendirmeyi planlamıştı.2
Resuhi Baykara’ya göre, “Mücahidîn-i Mevleviye Alayı” da “halkın
maneviyâtını takviye için” teşkîl edilmişti. (1953:107) Cemal Paşa’nın hatıralarına
göre, kendi telkîni ile ihdâs edilen birlik, (Cemal 2001:175) alayın kumandanı olan
Veled Çelebi’nin ifadesine göre de Mevlevî bir padişah olan V. Mehmed Reşad’ın
arzusu ile meydana getirilmişti. (İzbudak 1946:54) Fakat daha önce belirtildiği gibi,
1 Başta Mevlâna Müzesi Arşivi olmak üzere, imparatorluğa ait birçok arşive Mevlevîlik üzerine tasnif edilmiş evrak bulunmaktadır. Bu zenginlik, bahsedilen bürokrasi geleneğin kalıntısıdır. Nitekim, Mevlevîlik araştırmalarının bu denli zengin olmasının ardında yatan bir sebep de budur. Günümüze bu denli sağlam bir arşiv bırakamamış tarîkatların faaliyetlerini anlamamız ise nispeten çok daha zordur. 2 I. Dünya Savaşı’nda psikolojiyi temel alan teknikler de bilinçli bir şekilde kullanılmıştı.(Sarısaman 1999)
56
31 Mart Vak’ası sırasında dahi Mevlevî sikkesini taşıyan askerler, Balkan Savaşına
gönüllü katılmak isteyen dervişler ve İttihâd ve Terakki’ye yakın bir şeyh kadrosu ile
Mevlevîler zaten uzun zamandır reformların ve iktidar politikalarının içinde bilfi’l yer
almaktaydı.
Gerçekten de, Konya Mevlâna Dergâhı postnişîni Veled Çelebi, Cihâd-ı Ekber
ilânından hemen sonra Konya’da gönüllü toplamaya başlamıştı. 14 Aralık 1914
tarihinde Konya ulemâsının ileri gelenlerinden 12 kişi gönüllü olmuş ve Bursa
Mevlevîhânesi’nde de çalışmalar başlamıştı. (Polat 1991:58-59) Sultan Reşad’ın
alay bayrağı ve kılıç göndermesi ile resmîyet kazanan bu teşebbüsler, (İzbudak
1946:55) sadece Mevlevîleri etkisine almamış, başka tarîkatlardan ve muhîbb
olanlardan da alaya katılanlar olmuştu.1 Dervişler, nefer, onbaşı, çavuş; şeyhler de
muhtelif rütbelerde subay olmuşlar, Veled Çelebi de alay kumandanı olarak tayîn
edilmişti.2 (Baykara 1953:107)
Fakat, alayın oluşturulmasındaki bürokratik muamele yukarıda özetlenen
kadar kolay olmamış, Harbiye Nezâreti ile çeşitli makamlar arasında birçok yazışma
yapılmıştı. Zîrâ, Osmanlı Ordusu hem insan gücüne ihtiyaç duyuyor, hem de iaşe ve
teçhizat sıkıntısının üstesinden gelmeye çalışıyordu. Cemal Paşa daha 1914 yılında,
“Gerek Balkan Harbi’nde, gerek bu seferberlikteki tecrübelerime göre, gönüllüler
faydadan çok, zarar vermektedirler... eğitim ve disiplinden yoksun olan bu
gönüllülerin hali, kıtalar üzerinde kötü bir etki yapıyor. İaşeleri için pek çok erzaka
ihtiyaç oluyor. Özellikle orduya bir yük teşkîl ediyor.” diye yazmıştı. (BDHTH 1979:78)
Hiçbir şekilde özellikle Mevlevî Alayı’nı hedef almayan bu tesbît, aynı zamanda
büyük bir gerçeği de yansıtıyordu.
1 Resuhi Baykara’nın makalesine (1953: 107) göre bu alaya katılan herkese Mevlevî sikkesi giydirilmişti. Ancak Rıfaîlerin ve Kâdirîlerin kendilerine has tacları taşıdıkları da fotoğraflarla sabittir. Bununla beraber, Mevlevîlerin organize ettikleri gönüllü alaylarının hareket ettikleri merkezlerdeki derviş ve muhîbblerin ekseriyete uymuş olabileceği de düşünülebilinir. 2 Görülmektedir ki; Mevlevî Alayı’ndaki rütbeler, tarîkat içindeki silsile gözetilerek tevdî’ edilmişti. Ordu, tarîkat içindeki hiyerarşiyi bozmamış, fakat kendi terminolojisi ile tekrar tariflemişti.
57
21 Aralık 1914 tarihinde Veled Çelebi “Teşkîline müsaade buyrulan gönüllü
tabur tedâriki hakkında muktezî zevatın azîmet ve avdetlerinde vesika i’tâına
müsaade” talebi ile Harbiye Nezaretine telgraf çekmişti.1 Fakat ordu içindeki
bürokrasinin dikkate alması gereken birçok mevzuat vardı. 5 Ocak 1915 tarihinde
Harbiye Nezaretine, Meclis-i Meşayıh tarafından yollanan bir yazıda “gönüllü
taburuna iltihâk arzusunda bulunan ve yerlerinde vesîka olunan”ların kayıt edilip,
edilmemesi hususunda bir tereddüt yaşandığı ve yol gösterilmesi istenmekteydi.2
Doğan tereddüttün muhtemel sebebi, Mevlevî Alayı’nın yarattığı heyecanın, gönüllü
kayıtlarını ve bu konudaki mevzuatın detaylarını çoğaltması idi.
30 Ocak 1915 tarihinde Dahiliye Nezareti’nden Harbiye Nezareti’ne hitâben
yazılmış bir başka belgede, askerlikle yükümlü fakat bu seferberlikte göreve
çağrılmamış “muhîbbân-ı Mevlevîyenin” gönüllü taburuna kabûlüne müsaade edildiği
ve taburda görevli memûrların maaşları hakkında Mevlevî gönüllü taburu
komisyonunca verilen dilekçeye dikkat çekilmişti.3 Kendi imkânlarını ve ilerisini
düşünerek seferberlik programı hazırlamış olan ordunun, gönüllü kayıtlarını da
kontrol altında tutması ve ileriye matûf bir gücü de yedekte bulundurması
gerekiyordu. Ama Mevlevî Alayı’nın oluşturduğu coşku, bir çok insanı cezb etmiş ve
bu alayda görev yapmayı tercih eden bir zümre oluşmuştu.
Evkaf Nezaretinden, Harbiye Nezaretine 3 Şubat 1915 tarihinde yazılan bir
yazıda; “mezkûr tabura iltihâk etmek üzere... vesika ibrazıyla me’zûniyyet talebinde”
bulunanlardan bazıların zaten “hizmet-i mukaddes-i askeriyelerini îfâya mecbur”
oldukları belirtilmekteydi. Aynı yazıda bu tabura “ne gibi esnân erbâbında
bulunanların kayd-u kabûl olduğuna dair nezaretçe malûmat olmadığı” hatırlatılıp, bu
sebeple müracaatların nasıl değerlendirileceğinde tereddüt edildiği, fakat “Dâhil-i
Celîle-i Askeriyece takarrür etmiş olan esas ve muamelâta müracaat-ı vâkıâca
düstûr” olacağı açıklanmaktaydı.4 Görülüyor ki, hizmetle yükümlü, seferberlik emrini
almış olanların Mevlevî Alayı’nda görev yapmak istemeleri ‘ahz-ı asker şuabatında’
1 ATASE, KOL:BDH, KLS:1993, DOS:151, A:1-66, D:155, F:1 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:1993, DOS:151, A:1-66, D:155, F:1-15 3 ATASE, KOL:BDH, KLS:1993, DOS:151, A:1-66, D:155, F:1-22 4 ATASE, KOL:BDH, KLS:1993, DOS:151, A:1-66, D:155, F:1-24
58
tereddüte sebep olmuştu. Ayrıca, Bursa’da Dağıstan gönüllü taburunun teşkîli
sırasında Harbiye Nezaretinden Merkez Kumandanlığına yazılmış ve Teşkîlât-ı
Mahsusanın da dikkatine gönderilen bir yazıda;1 “çete efrâdından ve ihtimâl ki
Mevlevîye gönüllülerinden birçoklarının” işlemleri tamamlanmadan ‘azîmet’ istedikleri
belirtilmiş, “azîmetlerinden malûmat alınamayanların davete icâbet etmemiş efrâd
muamelesini” tâbi tutulmaları uygun görülmüş ve kayıtların dikkatle tutulması
konusunun altı çizilmişti.2 Demek ki, Mücâhidîn-i Bektaşiyye Alayı’nda olduğu gibi,
Mevlevî Alayı’nı da sû-i isti’mâl etmek isteyenler olmuştu.3 Fakat Mevlevî Alayı’nın
Osmanlı Ordusu’nun resmî bir birimi olmasına binâen bu tarz girişimlerin daha sıkı
takîp edildiği bellidir. Nitekim, 15 Şubat 1915 tarihinde 7. Kolordu-yi Hümâyun Ahz-ı
Asker Heyeti’nden Ordu Riyaseti Dairesine gönderilen muhtırada, Mevlevî tarîkatına
mensup olmayan bir muhîbbin, gönüllü kaydına Karahisar Şubesi’nce izin verilmediği
ve sıhhiye bölüğüne sevk edildiğini, fakat Karahisar postnişîninin (Celâleddîn Çelebi)
müracaatı ile gönüllü taburuna ‘imam’ olarak nakledildiği arz edilmişti.4 Aynı evrakın
altındaki “Muhîbbândan da arzu edenlerin Mevlevî gönüllü taburuna verilmesi
kararlaştırılmıştı. Yapılan muamele muvaffıktır.” ibâresi, Mevlevî Alayı’ndaki neferlerin
de Osmanlı Ordusu’nun mutâd bürokrasisine tâbi olduklarını ve denetlendiklerini
göstermektedir. (Ek 2)
Görülüyor ki, ordu, Mevlevî Alayı’na katılacak gönüllülerin kayıtlarında titiz
davranmakla beraber, süratle başlamış ve hızla yayılmış bu organizasyon karşısında
hazırlıksız da yakalanmıştı. Seferberlik, Balkan yenilgisi sonrası gelen göçler, bu
muhacirlerden celbe tâbi olanlar ve bir çok cephede başlayan savaş; Osmanlı
bürokrasisinin kabiliyetini arttırmış, fakat bu kabiliyetin fevkinde bir yükü de
beraberinde getirmişti. Ordu, alınan kararları gönüllü toplanan merkezlere aktarmaya
çalışıp, buralardan gelen soruları tetkîk ederken, aynı şehirlerde dervişlerin yarattığı
coşkudan bahsetmek de mümkündür. Bu sebeple, alayın milis bir güç gibi etraftan
adam topladığını veya yaratılan coşku sonucu her isteyenin alaya katılabildiğini
düşünmemek lâzımdır. Muhakkak ki, bu teşebbüs talep yaratmış ve halkı da
heyecanlandırmıştır, fakat alayın teşkîli ordunun denetiminde olmuştur.
1 Yazının tarihi 2 Mart 1915. 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:2181, DOS:8, A:1-105, D:8, F:106 3 Bkz. s.84 4 ATASE, KOL:BDH, KLS:1993, DOS:151, A:1-66, D:151, F:1-8
59
Süheyl Ünver’in Süleymâniye Kütüphânesi koleksiyonunda bulunan, Edirne
Mevlevîhânesi üzerine hazırlamış olduğu 59 numaralı defter, bu alay hakkındaki çok
önemli bilgileri ihtivâ etmektedir. Defterdeki bilgilere göre alayın toplamı 1016 ilâ
1026 kişi arasındadır.1 (SKSÜD:8) (Ek 3) Toplam 47 mevlevîhânenin katıldığı alayda,
“taraf-ı sâire meşâyihi”nden de 8 kişi gözükmektedir. Harbiye nezareti tarafından
görevlendiren “sıhhiye efradı”nın mevcûdu ise 20 kişi olarak kayıt edilmiştir.
(SKSÜD:8)
Alay kumandanı olan Veled Çelebi, Konya’da mukîm olduğu için alayın
sancağını teslîm etme görevi, İstanbul’daki kapı çuhadarı (umûm vekîli) Yenikapı
Mevlevîhânesi Şeyhi Abdülbaki Efendiye verilmişti. İstanbul’dan alaya katılanlar
Yavuz Sultan Selim’in türbesini ziyâret ve Harbiye Nezareti önünde yapılan merâsim
ve duaları müteâkib, Abdülbaki Efendi riyasetinde Konya’ya hareket etmişti. (Baykara
1953:108) Hafız İbrahim’in 26 Ocak 1915 tarihinde kaleme aldığı ve Sebîlü’r-Reşad
gazetesinde yayınladığı makale (Ek 4)bu alayı çok coşkulu bir şekilde
resmetmektedir:
“...Cihan muallây-ı İslâm’ın fîrûzan bir mihr-i irfân ve feyzâkîni olan
Hazret-i Mevlanâ’nın sehhâr ve ilâhî nevâ nây-ı nâlân-ı aşkından
iktibâs-ı zerrât ve cez’abât eyleyen Mevlevî gönüllülerinin, bugün
gulgulât-ı tekbîr ve tehlîl ile titretüb inlettikleri pây-i taht caddeleri meşyi
imkânsız kılacak derecede bir cem-i gafîr ile dolup taşmıştır.
1 Köstüklü alayın nüfûsu konusunda temkînli olmak gerektiğini, zira gönüllü birliği olduğu için zaman zaman azalma ve çoğalmalar olabileceğini belirtmiştir. (Köstüklü 2002:221) Ancak XIX. yüzyıl sonlarında Osmanlı Ordusu’ndaki resmî bir birimde böyle keyfî hareket edilmesi, gerek ordunun disiplini ve gerekse geliştirdiği bürokrasi itibârı ile gayet zordur. Fakat Ünver’in defterindeki rakamlara yine de temkînli yaklaşmak lâzımdır. Zîrâ Ünver’in bu rakamları nasıl ve hangi kaynaktan derlediği meçhûl olmakla birlikte, gönüllü olmak için başvuran herkesin talebinin kabûl edildiği de şüphelidir. Son olarak, aynı belgede bazı eklemelerin, düzeltmelerin de yapıldığını ve Ünverin verdiği rakamların toplamının, kendi toplamını tutmadığı görülmektedir. Nitekim Köstüklü de makalelerinde toplamı 1023 olarak vermekte, fakat kendi yaptığı toplamada 1026 rakamını bulmaktadır. Köstüklü’nün Ünver’den naklettiği listede de farklılıklar mevcuttur. Ünver, Manisa Mevlevîhânesinden katılanların sayısını 10 kişi olarak verirken, Köstüklü’de bu rakam 15, Erzincan’dan katılanlar için Ünver 27 kişi demekte iken, Köstüklü’nün listesinde bu rakam 32 kişidir. (Köstüklü 2002:221-222)
60
Ben bu gün aynı emel-i itilâ ile müteheyyic bütün bir ruh kesilen
dar-ül hilâfenin nâ-mesbuk şevk ve tahâliki karşısında server-i du-
cihanın çeharyar-ı güzinin, hulefa ve selâtin-i izamımızın tarih-i satvet
ve mefharetimizdeki müebbet ve lâyemut menkıbelerinin şahid-i vukuû
olan müstesna günleri iştiyak ve heyecanla anarak sevindim.
Makarr-ı hilafet ve saltanattan Nîl-i mübarekin reyyan kıldığı
diyar-ı muazzeze-i İslâm’a doğru zemzemedâr bir cuy-ı bâr-ı hamâset
şeklinde akub gidecek, o hıtta-ı mütehassireye yaklaştıkça tezyîd-i
azamet ve mehâbet edecek bu kevkebe-i muvahidînin, hûb-u ilâhiye
tecelligâh olan kulûb-u mütehassisede husûle getirdiği tesir-i gaşy-
âveri duymak, tasavvur edebilmek kilometrelerce uzayan rehgüzarı
baştan başa kat’ ve müşahede eylemek gerek idi.
Fariza-i mukaddese-i cihâdı, halife-i zîşânımızın ihsan buyurdukları
rayet-i celîlenin mütemevvic saye-i gulgûnunda şad ve handan edaya
azm eden, sikkepûş mücahidler zümresi, bugün cennet makkar-ı fatih-i
Mısr, Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nin türbe-i şerifesini ziyaretle
ruh-u pür fütûhuna arz-ı tahiyyât ettiler. Sevgili padişahımız efendimiz
hazretlerinin ve yüzbinlerce din kardeşlerinini, samimi, hayırlı dualarını
alarak enbiya ve evliya mehdine İslâm matlahına müteveccihen
şehrimizden müfarekât eylediler. Hakk onlara ve düşmanlarımızla
arslanlar gibi çarpışan merd ihvanımıza selâmet ve muvaffakiyet ihsan
buyursun. Amin.” (Hafız 1330:117)
Harbiye Nezareti tarafından, askerî müşavir sıfatıyla Kolağası Hüseyin Hüsnü
ve Kıdemli Yüzbaşı Doktor Behçet ve Eczacı Zühdî Beyler’in de iştirâk ettiği alayın
bayraktârı da Ankara Mevlevî Şeyhi Mustafa Nureddîn Dede idi. (İzbudak 1946:54-
55) İstanbul’dan yola çıkan alay, uğranılan istasyonlarda da benzer bir coşku ile
karşılanmış ve yol boyunca diğer tekke ve zâviyelerden de alaya katılmak isteyenler
olmuştu. İzmit istasyonundaki karşılama töreninin ardından Afyon’a gelen gönüllüler,
61
bir-iki gün misafir edilmişti. Afyon Mevlevî Dergâhı’nda mukabele ve âyîn
düzenlenmiş, fakat kalabalık yüzünden semâzenler sıra ile semâ etmişlerdi. Topluluk
merasimden sonra hükûmet binası önüne gitmiş ve burada da bir tören icra edilmişti.
Büyük bir katılımın olduğu bu törende müftü Hüseyin Efendi’nin sekiz yaşındaki oğlu
“Mevlevî Taburunu teşkîl eyledi Sultan Reşad”1 (Ek 5) mısralarıyla başlayan şiiri
okumuştu. Afyon’dan da bir çok iştirâkın olduğu alay, 8 Şubat 1915 günü Akşehir’de
Veled Çelebi’nin oğlu Arif Çelebi, Ateşbaz Veli Şeyhi Yakup Dede Efendi ve belediye
meclisi üyelerinden Moytabzâde Rifat Çelebi Efendi tarafından karşılanmış ve aynı
günün gecesi Konya’ya varmıştı. (Köstüklü 2002:215)
Takîp eden günlerde, diğer dergâhların şeyhleri de maiyyetleri ile beraber
Konya’ya gelmişler ve aynı coşku ile karşılanmışlardı. O dönem Konya’da çıkmakta
olan Babalık gazetesi2 de Mevlevî Alayı’na büyük ilgi göstermiş ve gelişmeleri halka
duyurmuştu.
Nuri Köstüklü, alayın Konya’daki faaliyetleri ve Şam hazırlığının seyri
hakkında Babalık Gazetesi’nden bir çok bilgiyi neşretmiştir. Çalışmalar, diğer
dergâhlardan gelenlerin yerleştirilmesi ve Harbiye Nezaretinden malzeme
gönderilmesi ile başlamıştı. Konya Valisi Azmi Bey’in girişimleri ile başlayan yardım
kampanyası da rağbet görmüş ve civar kazalardan para yardımı veya at bağışları
yapılmıştı. Lojistik ihtiyaçlarını tamamlamaya çalışan alay için 19 Şubat akşamı da
İttihâd ve Terakki ve Müdâfaa-i Millîye Cemiyetleri tarafından bir ziyafet verilmiş;
yemeğe eşraf, devlet erkânı ve alaydaki bazı şeyhler katılmıştı. (Köstüklü 2002:216-
217)
1 Bu şiir Nuri Köstüklü’nün makalesinde on dize iken (Köstüklü 2002: 226), Ceride-i Sufîyye’de yirmi dize olarak yer almaktadır. İki nüshadaki farklılıkların muhtelif sebepleri olabilir; on dizelik nüsha sekiz yaşındaki bir çocuğun ezberlemesi için kısaltılmış veya şiir daha sonradan genişletilmiş olabilir. Ekler bölümünde yirmi dizelik biçimi yer almaktadır. 2 Babalık Gazetesi: Yusuf Mazhar tarafından 23.Aralık.1910 tarihinde Konya’da haftalık olarak çıkan, zaman zaman haftada 2 gün yayınlanan gazete. 11.Haziran.1917-30.Ekim.1918 tarihleri arasında, adını ‘Türk Sözü’ olarak değiştirmiş; sonra tekrar ‘Babalık’ adıyla yayımını sürdürmüştü. 1919 yılında, haftada 2 gün, 2 büyük sayfa olarak yayınlanmaya devam etti. Günde 1000-1200 sayı basıyordu. (Önder 1999:1293-1296)
62
26 Şubat 1915 tarihinde Konya’dan yola çıkacak alay için büyük hazırlıklar
yapılmıştı. Cuma namazı sonrası, Mevlâna Dergâhı mescîdine konan sancak
duâlarla çıkarılmış ve dergâh önünde toplanmış olan Nizâmiye askerleri, jandarma,
öğrenciler ve halk olduğu halde Adîl Çelebi tarafından duâ ve gülbank-ı Mevlevî
okunmuştu. Daha sonra bayrakları ve flamaları ile Sultani Mektebi, Darü’lmuallimîn
ve diğer okul öğrencileri, asker, polis ve jandarma müfrezeleri, askerî ve sanayi
mızıkları, teberdârân, gönüllü bölükleri ve halk kışlaya kadar gitmişti. Burada askerî
heyet tarafından karşılanan alay ve beraberindekilere, Giridli Vak’a-nüvîs Hayreddîn
Bey hamâsî bir konuşma yapmış ve mezkûr alayın istîlâ edilmiş “Diyâr-ı Yusuf” için
vücûdlarını sedd edeceklerini söylemişti. Konuşmanın sonunda, askerler ve subaylar
adına sancak-ı şerîfi öpüp vedalaşan Hayreddîn Bey, daha sonra Hükûmet önünde
yapılan merasimde de aynı minvâlde bir şiiri (Ek 6)okumuştu. Şiirin okunmasından
sonra tüm devlet ricâlinin de bulunduğu bir kalabalıkla istasyona gidilmişti.
Askeriyenin yemek ikrâmı ertesi alkışlarla cepheye uğurlanan alaya eşraf ve resmî
makamdaki bazı kişiler Ereğli’ye kadar refakat etmişlerdi. Mevlevî gönüllüleri yol
üstündeki diğer istasyonlarda da coşku ile karşılanmışlar,1 güzergâh üstünde
bulunan Mevlevîhânelerin gönüllüleri alaya katılmış, diğerleri ise doğrudan Şam’a
hareket edip, burada biraraya gelmişlerdi. (Köstüklü 2002:217-221)
VI.I.b. Moral ve Propaganda Malzemesi Olarak Mevlevî Alayı
Bir savaşa gönüllü talebinin olması, savaş sebeplerinin halk tarafından kabûl
ve destek gördüğünü, halkın zafere olan inancını ve bir ideale karşı kendini mesûl
hisettiğini gösterir. Fakat tarihte her savaşın sebebi ve gönüllüsü olmuştur. İktidarin
idealleri ile gönüllülerin ideallerinin farklılaştığı durumlarda, gönüllüler ihtiyâtla
karşılanıken (Yukarıda zikredilmiş Niyazî-i Mısrî örneğinde olduğu gibi), bu idealler
örtüştüğünde de önemli bir güç ortaya çıkmaktadır. Mevlevî Alayları ikinci durum için
bir örnek teşkîl eder, hatta iktidarın himâyesiyle ve iktidarın bünyesinde olgunlaşmış
1 Büyük bir ihtimâlle Mevlevî gönüllüleri uğurlandıkları ve karşılandıkları her yerde aynı alâkayı görmüşlerdir. Erzincan gönüllüleri Kemah ve Harput’ta benzerî bir şekilde karşılanıp uğurlanmışlardı. Gönüllüler Şam’a varana kadar, Arapgir, Malatya, Antep, Kilis, ve Halep şehirleri ve bunlara bağlı nahiyelerde de heyecan yaratmışlardı. (Birinci 2001:20-21)
63
bir oluşumdur. Mevlevî Alayı üzerine yazılan makalelerin tümünün ortak görüşü, bu
gönüllü birliğinin moral amaçlı teşkîl edildiğidir.
Gerçekten de Mevlevî Alayı cephelerde savaşmamış, (İzbudak 1946:54) fakat
çok gösterişli bir şekilde cepheye uğurlanmıştı. Tarîkatların “Cihâd-ı Ekber” çağrısına
cevap vermesi ve Mevlevîliğin tüm teşkîlatı ile seferber olması, savaş zamanı büyük
ihtiyaç duyulan beraberlik ve fedakârlık hislerini pekiştirmişti. Bir çok dergâhın dervişi
ve muhîbblerden oluşan alay Konya veya Şam’da biraraya gelmeden önce, (büyük
bir ihtimâlle) kendi beldelerinde de heyecan ve coşkuyu arttırmıştı. Ancak Mevlevî
Alayı gibi büyük bir coğrafyayı kapsayan seferberlikte (Alayda Şam, Erzincan,
Edirne, Samsun gibi imparatorluğun birbirine çok uzak uçlarındaki dergâhlardan
dervişler vardı) yaşanan coşku, yerelliğin ötesine taşınmaya çalışılmış, alayın dinî
karakterinin yarattığı kutsallık, kimi zaman farklı mânâlar atfedilerek tekrar
tanımlanmıştı. 1914 yılında, bünyesinde mahallî birliklerden de askerler bulunan
Osmanlı Ordusu, diğer imparatorluk ordularının aksine, bu birliklerin mahallî
özellikleri yansıtması fikrine sıcak bakmıyordu. (Erickson 2003:25) Oysa ki, ordunun
kayıtlı askeri olan tarîkat mensuplarının, kendilerine has kıyafet ve hatta
seremonilerine müsaade ediyor, hatta bunları ‘pragmatist’ bir terminoloji ile ‘askerî’
bir ruha tevîl ediyordu. Mevlevî Alayı’nın Osmanlı toplumu üzerindeki etkisini iki farklı
terimle ifade etmek mümkündür. Alayın tasavvufî karakterinin yarattığı ‘moral’ etki ve
bu karaktere atfedilen yeni anlamlarla ‘propaganda’ etkisi.
Bir çeşit iletişim sistemi olan propaganda, menfî veya müsbet yönde kitleleri
etkilemek amacını güder. Ancak bu sitem, bazı sembolleri sistemli ve bilinçli bir
şekilde, amaçlanan hedef doğrultusunda tekrar tanımlar. Propagandanın özü
sembolleri -kelimeler, görsel malzeme vs.- amaç doğrultusunda yönlendirmektir.
(Giddens 1979:656) XX. yüzyılın önemli bilim dallarından biri olan ‘göstergebilim’ tüm
bu semboller dizisini oluşturan sistemi ve sembollerin/göstergelerin işaret ettiği
anlamı deşifre etmeye çalışmaktadır.1
1 Ancak gösterge mutlak bir propaganda malzemesi değildir. En basit mânâsıyla gösterge, “kendisi o şey olmadığı halde, o şeyi çağrıştırarak iletişim sağlayan her aracı”ya verilen isimdir. (Erkman 1987:10)
64
Mevlevî Alayı’nın propaganda etkisini farklı malzemelerde görmek
mümkündür. Ancak bu malzemeleri değerlendirirken, dönemin üslûbunu da dikkatli
bir şekilde tartmak lâzımdır. Aksi takdirde hem anakronik, hem ideolojik, hem de
yanlış yorumlar yapılabilinir.
Ahmed Remzi Dede’nin yazmış olduğu şiir (Ek 4) alayla birlikte, okunduğu
çevredeki insanların şevkini arttırmak amacıyla kaleme alınmış, Mevlevî tarîkatının
terminolojisi ve cihâd fikrinin vurgulandığı hamâsî bir manzûme olmakla birlikte
sistemli ve amaca yönelik bir yeni tanımlamayı içermemektedir. Alay komutanı Veled
Çelebi’nin yazdığı “Erenler Gönüllüsü” (Ek 7) (Köstüklü 2000:1142-1143) adlı şiir de
aynı gaye ve aynı mantık ile yazılmış bir başka manzûmedir; bu şiirde V. Mehmed
Reşad’a yapılan övgüleri de dönemin edebî anlayışı ve savaşa giden gönüllülerin
hâlet-i rûhiyesi ile ilişkilendirmek lâzımdır. Bu üslûp üzerinden, propagandaya dair
neticeler değil, ancak edebî, sosyolojik veya başka bir konu çerçevesinde tarihî
tahlîller yapılabilir.
Fakat Giridli Vak’a-nüvîs Hayreddîn Bey’in okuduğu şiir (Ek 6) hamâsî
vurgusunun ötesinde, ele alınan konuya dair malzemeleri içermektedir. Yedinci
dörtlükte alay kumandanı Veled Çelebi’ye atfedilen kudsiyet ve ilâhî bir gücün
vasıtası olduğu yolundaki ifadeler, ‘döneme hakîm edebî anlayış’ gibi bir tartışmaya
açık olsa da “İttihâd, her zaman ziyâ-bâr ol” dizesi İttihâd ve Terakki politikalarına
atıfta bulanan bir mânâ taşımaktadır.1
Osmanlı’nın modernleşme hamlelerinden biri de, yapılan icraatların topluma
iletilmesi, dikkat çekilmek istenilen konularda bir kamuoyu oluşturulması hususunda
tanıtım ve propaganda işlevini görecek Harb Mecmuası’nın yayımlanması olmuştu.
1 Nuri Köstüklü şiirin ilk dörtlüğündeki “iman duygusu”, “mazi ve ati” (pes ü pîş) bahsinin “tarih şuuru” ve “alperen” felsefesini işlediğini iddia etmektedir. Ancak şiirin ilk üç dörtlüğünde tarîkatlara dair bir atıf yoktur. Daha açık bir ifade ile, ilk üç kıta, I. Dünya Savaşı’na katılmış başka mahiyetteki bir gönüllü birliğini de şevklendirebilecek, tüm Müslüman Osmanlı tebaa tarafından paylaşılan değerler üzerine kurulmuştur. Şiirde özellikle bu alaya hitâb eden ilk sesleniş dördüncü kıt’a ile birlikte başlamaktadır.
65
Dört farklı sayısında Mevlevî Alayı’na ait fotoğrafların1 yayınlandığı dergideki
bilgilendirme notları, genelde basit açıklamalardan ibaretti. Ama Rifâîlerin “burhan”2
gösterdiği fotoğraftaki açıklama, tasavvufî sembolleri askerî terminoloji ile
yorumlamıştı: “Gönüllü Teşkilâtından Rufai Alayı’3 askeri ta’lîmden sonra ölümü
istihfâf eden tarikat ta’lîmi yaparken” denilen nottaki “istihfaf” kelimesi, bir çok
tarîkatta farklı şekilde icra edilen “burhan” merasiminin esasından uzak bir mânâya
sahipti. Ancak, Rifâîlerin vücûdlarına sapladıkları tığlar veya hançerlerle açtıkları
kesikler gibi, insanın muhakemesi ve soğukkanlılığını hedef alan “burhan”, savaşın
barındığı şiddet içinde “ölümü istihfâf” olarak çok daha etkili bir mânâ kazanabilir.
Kerametin, ölümü (veya ölüm korkusunu) yeneceğine ve düşman karşısında bir
avantaja sebep olacağına inandırmayı amaçlayan bu not, bilgilendirmekten ziyâde
okuyucuyu etkilemeyi amaçlamıştı.
Mevlevî Alayı’nın propaganda malzemesi olarak kullanıldığına dair inanç, o
dönemde de mevcuttu. Refik Halid, kendisine has üslûbu ve güzel Türkçe’si ile,
İttihâd ve Terakki yönetimini eleştirdiği, “Devenin Derdi” adlı denemesinin bir
bölümünde; alayın teşkîlinin “nümayiş ve menfaatlerine vasıta ve âlet olarak”
kullanıldığını esprili bir şekilde anlatmıştı. (Karay :82-87) Yazar, Mevlevî Alayı’na
karşı olmaktan ziyâde, alay fikrinin iktidarla olan rabıtasından rahatsızdı. İktidarın
‘sebeplerine’ inanmamış olan müzmin muhalif, propaganda malzemesini eleştirerek,
kitlelerin üzerindeki etkiyi yıkmayı amaçlamıştı.
Mevlevî Alayı’na muhalefet, sadece iktidarla olan yakınlığından oluşmamıştı.
Mevlevîlerin Cihâd-ı Mukaddes ilânından sonra seferberliğe iştirak ettiklerinde,
1 Bkz. Ek - 8, Ek - 9, Ek – 10, Ek - 11 2 Rıfâîlerin “burhan” göstermelerinin tasavvuf kültüründeki mânâsına dair Yayhyâ Âgâh b. Sâlih el-İstanbulî şöyle yazmıştır: “Hz. Pîr Seyyid Ahmed Rifâî, müridleri ile birlikte Hac’dan sonra Hz. Nebî’yi zîyaret için Medîne’ye doğru yola çıktı. Ravza’ya varınca, Hz. Resûl’ün merkadi önündeki pencereye geldiğinde, Meddü’l-Yed Risâlesi’nde yazılan beyit ile ‘Ey atam! Benim seyyid olduğumu kabul etmiyorlar” dedi. Ravza-ı Mutahhara’dan Resûlullah’ın eli zuhûr etti ve “evlâdım” sesi işitildi. Müridleri de bunu görüp işittiler. İstiğrak ve vecd hâline dalan müridlerin kimisi kendisini taşa çarptı, kimisi taş ile kendisini dövdü, kimisi harp âletleri ile kendisine vurdu... Daha pek çok haller göründü. O zamandan bu zaman kadar Hz. Rifâî’ye bağlı olanlarda bu hal görülür” (Yahyâ 2002:167-168) 3 Her ne kadar alay, Mevlevî Alayı olarak anılsa da, farklı tarîkatlardan derviş ve şeyhlerin de bu alaya iştirak ettikleri bilinmektedir. Kadîrî Bölüğü diye anılan birim Genelkurmay’ın hazırladığı resmî tarih kitaplarında da, Ali Fuad Erden’in hatıralarında da zikredilmekte, (BDHTH 1979:396;Erden 2003:211) fakat Rifâîler ayrıca belirtilmemektedir. Eldeki belgelerle bu sınıflandırmaların nasıl teşkîl edildiği üzerine yorumda bulunmak âfâkî olacaktır, fakat Harp Mecmuası’ndaki fotoğraflarda da, Rifâîler ‘Alay’ olarak zikredilmiştir.
66
cemaatler ve şahıslar arasındaki anlaşmazlıkların bir tarafa itilerek, “dosta düşmana
karşı memleket meselelerinde, tek-bir vücûd” haline geldikleri (Özönder 1997:169)
iddia edilse de, Veled Çelebi’nin selefi Abdülhalim Çelebi’nin1 müsvedde halindeki
mektubu (Ek 12, 12a) tablonun bu kadar olumlu olmadığını göstermeye kâfidir.
Tarîkat içindeki iktidar mücadelesinde, iktidarın kaybetmiş olan şeyh, alayı bambaşka
bir şekilde tanımlamış ve karşı-propagandasını yapmıştır.
“... zât-ı şâhâneye, hakkımda bir takım iftira tertib ederek bilâ
hükm-i şer’i ve kanûnî, emsâli şimdiye kadar mesbuk olmadığı halde
dâîleri makamımdan azlettirmişler ve yerime kendisine hiçbir gûnâ
taalûku olmıyan ve cem’iyetlerine intisab ettiği sonradan anlaşılan
Veled Efendi’yi tâyin etmişlerdir. Cem’iyyet-i ittihâdiyye, öyle kanuna,
târîh-i siyâsî-i devlete, an’anâta vâkıf kimseler olmayıp bir takım serseri
güruhundan ibaret bulunmasından kendilerine muvâfakat eden her kim
olur ise olsun ihyâ ve muhâlefet edeni imhâ eder birer baldırı çıplak
olmalarından dâîlerinin an’anâtım nazar-ı itibarlarından uzak kaçmış,
Veled Efendi’yi kendileriyle hem-fikir ve ayâr bulmalarından ve bir
devre-i hak ve hakıykatin geleceğini idrâk edememiş bulunduklarından
bu suretle mûmâ ileyhi tayin edivermişlerdir. Muhârebe-i mecnûnâneye
iştirâkimizde Veled Çelebi’ye bir alay tedarük ve ismine gönüllü Mevlevî
alayı tesmiyesiyle Mısır’ı fethetmek üzere Şam’a ve Filistin’e gitmesi
emredilmiş, mûmâ ileyh de bunların hâlis kardaşlarından
bulunmasından heman bu emirlerini infâz ile mâhud alayı tedarük ile
Şam ve Filistin’e kadar giderek firarî Cemal Paşa’nın orada bil’umum
mezâlimine iştirâk ettiği cümlenin malûmu bulunmuştur.
1 Son dönem Konya Mevlâna Dergâhı Çelebileri’nden olan Abdülhalim Çelebi’nin çok inişli-çıkışlı ve tavrının kolay kolay tayîn edilemeyeceği muğlaklıkta bir hayatı olmuştur; 1907 yılında vefat eden Abdülvahid Çelebi’nin yerine geçen Abdülhalim Çelebi, 31 Mart hadisesinde padişahı tenkît ettiği için ‘çelebi’ ünvânından mahrum edilmiştir. II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra, İttihâd ve Terakki Cemiyeti Konya Mevlâna Dergâhı’na Abdülhalim Çelebi’yi değil; Necib Çelebi’nin oğlu Veled Çelebi’yi atamıştır. Bu makam, 1918 senesinde ‘çelebi’ ünvanını tekrar alan Abdülhalim Çelebi ile Veled Çelebi arasında, tekke ve zaviyeler kapatılana değin, devamlı gidip gelmiştir. Konya Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nde olan Abdülhalim Çelebi aynı zamanda birinci dönem T.B.M.M üyesidir. Fakat Hülya Küçük’ün T. Gökbilgin’den aktardığına göre (2003:82) Abdülhalim Çelebi, milletvekili olmadan önce İtalyanlar’la işbirliği yapmış ve hatta bir çok Konyalı’yı da bu yöne sevk etmiştir. 1919 yılında Veled Çelebi’nin şeyhlikten azledilmesiyle tekrar posta geçen Abdülhalim Çelebi, 1920 yılında vuku’ bulan Konya ayaklanmasındaki tutumu sebebiyle, bu kez de, postunu Kastamonu Mevlevîhânesi Şeyhi Amil Çelebi’ye terk etmiştir. “Milli Mücadele karşıtları lehine casusluk yapmak suçundan” yapılan soruşturma sonucunda suçsuz bulunup tekrar görevine iade edilen Abdülhalim Çelebi, “vatan savunmasında gösterdiği yararlılıklar” dolayısı ile İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilmiş ve 1925 yılında İstanbul’da vefat etmiştir. (2003:82-93,218-219)
67
Tarîkat-i aliyye-i Mevlevîyyemizin üss-ül esâsı, öyle kılıçlar
takarak adam öldürmek içün muhârebâta iştirâk etmek olmayıp bil’akis
âlem-i insâniyyete bilâ tefrıyk-ı cins-ü mezheb, ilmî ve insanî hidmet
etmek olup, Veled Efendi ise öyle tarıykden yetişme bir adam olmayıp
jurnalcılık mesleği olan matbuat sansürlüğünden yetişme bir adam
olmasından tarıykımızın bu esasını hiç bir vakit bilememiş, şimdiye
kadar Mevlevîlerin hiçbir muhârebeye iştirâk etmemiş olduğunu
teferrüs edememesinden mâhud alayı tedarük ile esâs-ı ahkâm-ı
tarıykımızı bütün kâinât nazarından zîr-u zeber etmiştir. ...”1 (Gölpınarlı
1983:179)
Veled Çelebi’nin iktidarla olan ilişkisi I. Dünya Savaşı sonrası İttihâd ve Terakki
aleyhindeki gelişmelerle birlikte şikâyet unsuru olmuştu. Dahiliye Nezâreti Kalem-i
Mahsus Müdüriyetine ait bir evrakta Veled Çelebi Efendi’nin İttihâdçı olduğu ve
değiştirilmesi gerekliliği, hakaretâmîz bir üslûpla ifade edilmişti.2 Hiciv ustası ve
argoyu çok seven şair Neyzen Tevfik, Mevlevî Alayı’nı yerdiği dörtlükte, diğer
muhalifler gibi İttihâd ve Terakki cephesinden bir eleştiri değil, doğrudan şeyhleri
hedef alan bir üslûbu benimsemişti:
“Kalmadı beyninde ashâb-ı tarîkin ihtilâf,
Ehl-i Hakk’ı birbirine toplayıp berkittiler.
Şeyh Bâkî rehber oldu bu sefer de hepsine;
İbn Süfyân'ı ziyâret-çün ta Şam'a gittiler.”
(Tevfik 1994:160)
1 Abdülbâki Gölpınarlı’ya göre bu mektup İngiltere işgâl kumandanlığına yazılmıştır. Kurşun kalemle yazılmış sureti Rüsûhî Baykara’dan alan yazar, mektubun temize çekilip verildiği konusunda kesin bir bilgiye sahip değildir. Fakat, Veled Çelebi’nin azledlip yeriene Abdülhalim Çelebi’nin tayîn edilmesinde mektubun tesîri olduğunu düşünmektedir. (Gölpınarlı 1983:180) 2 BOA, DH KMS 51-1, 2, 1337.C.26
68
Görülüyor ki, Mevlevî Alayı’na getirilen eleştirilerin odak noktasında İttihâd ve
Terakki vardı. ‘Moral’ ve ‘propaganda’ amaçlı kullanılmış alayın, odağındaki bu unsur,
değişen şartlarla birlikte olumsuz bir anlam kazanmış ve alayın karşı-propagandası
için belirleyici olmuştu.
VI.II. Şahısların Kimliği, Alayın Kimliği
Son dönem Rifâî şeyhlerinden Ken’an Rifâî1 tarîkata girmenin mânâsını şu
şekilde açıklamıştı “...iş tarîkate girmekte değil, insan bulmaktır. Halbuki bâzıları,
tarîkata girmekte zannederler. Tarîkat, tarîk-i Muhammedî’dir.” (Gürsoy 2003:38) Bu
tarife göre esas farklılık, tarîkatlar arasında değil, şeyhlerin vasıfları etrafında
belirmekteydi. Tarîkatlar arasındaki farkın, ibadet ve zâhirdeki şekli unsurlar olduğu,
fakat gayenin birliğini vurgulayan bu ifade, dönemin tasavvuf çevreleri içinde de
kabul edilmiş olsa gerektir. Dervişlerin intisâb ettiği şeyhten farklı bir mürşide
bağlanması oldukça sık rastlanan, bir şeyhin mensup olduğu tarîkatla birlikte, bir
başkasının da icazetini taşıması normal addedilen bir durumdu. Tasavvufun sosyal
boyutunun barındırdığı bu elastik sınırlar, şeyhler ve tarîkatlar arası yakınlaşmalara
da imkân sağlamıştı.
Mehmed Celâleddîn Dede’nin (öl.1908) cenazesi Yenikapı Mevlevîhânesi’nde,
Topkapı İmamı Ethem Efendi tarafından yıkanmıştı. Bu esnâda, Bahariye Dergâhı
Şeyhi Hüseyin Fahreddîn, Veled Çelebi, Sümbül Sinan ve Merkez Musa Muslihiddîn
Dergâhları Şeyhleri Kutbettin ve Ahmed Efendiler’le beraber, dervişler ve muhîbbler
ism-i celâl okumuşlardı. Daha sonra tabut, Koca Mustafa Paşa Dergâhı’na getirilmiş
ve haberi geç alan, meşayıh reisi Tophâne Kadirîhâne Şeyhi Ahmed Efendi de
merasime burada katılmıştı. Cenaze namazı da, Südlüce Sadî Dergâhı Şeyhi Elif
Efendi tarafından kıldırılmıştı. (Ziya:215-217)
1917 yılında Sivas Mevlevîhânesi’nin tamiri gerçekleşememiş ve Kösedere-i
Zımmî mahallesinde bulunan dergâh, Sıvas’ta bulunan Ali Baba Zâviyesi’ne
1 Mevlevî Alayı’na iştirak etmemiştir.
69
taşınmıştı. Tekkeler kapatılıncaya kadar Kadirî-Mevlevî Dergâhı olarak görev yapmış
yapının hazîresindeki Mevlevî kabirleri bu yakınlığı tescîl etmişti. (Küçük S.
2003:250)
Tüm bu bilgiler, ilk başta bahsedilen hususu tasdîk etmektedir: İslâm tarîkatları
arasındaki farklılık -umûmiyetle- doktrinde değil, sosyal şartlar çerçevesinde
şekillenmektedir. Dikkat edilmesi gereken bu nokta, Mevlevî Alayları’nın teşkîlindeki
parametrelerden birini daha iyi algılamayı kolaylaştırmaktadır. Mevlevî Alayı,
homojen bir topluluk değildi, farklı tarîkatlar ve hatta derviş olmayanlar bile bu alaya
mensuptu. Cihâd ve vatan sevgisi, elbette ki alayın sahip olduğu ruhun çok kuvvetli
bir yanını temsîl ediyordu, ancak onları biraraya getiren tek etken de değildi. Alayın
ileri gelenlerinin siyasî fikirleri de, inançları kadar onları birbirine yakınlaştırmıştı.
Alayın saf bir cihâd ve vatanperverlik duygusu ile tesîs edildiğini öne sürmek, ona
iştirâk etmemiş diğer tarîkat, derviş ve muhîbbânı zann altında bırakmakla kalmaz,
alayın siyasî veçhesini görmemize de mâni olur.
VI.II.a. Veled Çelebi
Veled Çelebi’nin liderliğinde teşkîl edilen alay, İttihâd ve Terakki ile uyumlu,
milliyetçi bir dünya görüşünü temsîl etmekteydi. Alayın ileri gelenlerini bir araya
getiren siyâsî ideal de (umûmiyetle) bu idi. Bu girişimin Mevlevîlik tarîkatı çatısı
altında tesîs edilmesi ise, başta Veled Çelebi’nin iktidara yakınlığı, tarîkat teşkîlatının
kuvveti ve Mevlevîliğin Sünnî tarîkatlar içinde daha ‘liberal’ ve ‘modern’ bir anlayışı
sahiplenmiş olmasıydı.
Veled Çelebi, Charles Bourdel’in 1912 yılında yayımlanan “İlim ve Felsefe”
adlı kitabı üzerine yazmış olduğu makalede; bir milletin ‘felâh’ı için, o milletin
kendisini bilmesi demek ‘millîyetçiliğin’, diğer bütün milletlerinkine tercih etmesi
gerektiğini yazmıştı. Veled Çelebi’nin milliyetçiliği din, ahlâk ve âdetler üzerine
müesses bir ideoloji (İzbudak 1979:6) olmakla birlikte, muhakkak ki etnik bir bilince
de haizdi. Modernizmi samimîyetle benimsemiş olan Veled Çelebi, Mevlevîliği de
70
aynı perspektifle değerlendirmiş ve kimi tarîkat mensuplarınca “münkir softa” diye
nitelendirilmişti. Memuriyeti sırasında görevinin gerektirdiği resmî kıyafeti giyince
muhalefetle karşılaşan Veled Çelebi, etrafına şöyle seslenmişti:
“Efendim her kavmin bir elbisesi var, bizim Çelebiyanın
giydiğimiz elbise nedir? Tarikati Aliyemizin resmi Elfi nemet, Tennure,
Destegül, hırkası mıdır. Belki zamanı kadimde aynen Konyalıların
umumen giydikleri elbise yalnız başımızda bir fahrı Mevlânâ vardır ki o
da Cenabı Mevlânâ’nın gaybubeti Hazreti Şems’ten sonra başına
giydiği Tebriz külâhıdır. Ne biz Konyalı elbisesi giymekle Çelebilikten
çıkarız, ne de Azarbaycan ve Tebriz ciheti ahalisi elyevm Mevlevi gibi
külâh giymekle Mevlevi olurlar.” (İzbudak 1946:20)
1869 yılında Konya’da doğan Mevlevî Alayı’nın kumandanı, Konya ve
Medine’de eğitim görmüştü. 1885 yılında Konya’da memuriyete başlayan Veled
Çelebi, gazetecilik ve öğretmenlik yapmış, ayrıca ‘Türk Derneği’nin kurucuları
arasında yer almıştı. İstanbul’da ikâmet ettiği sırada İttihâd ve Terakki’nin faal bir
üyesi olan Veled Çelebi, II. Abdülhamid aleyhindeki gizli faaliyetlere de katılmış bir
Türkçü idi. İttihâd ve Terakki iktidara gelip, Veled Çelebi Konya Mevlânâ Dergâhı
postnişîni olduğunda, Sultan Veled Medresesi’ni ilkokula, Karatay Medresesi’ni
ortaokula çevirmeyi planlayacak kadar reformcu olan şeyhin bu tasarısı,
muhafazakâr çevrenin baskısı sebebi ile gerçekleşememişti. Türk adıyla anılan
bütün Türk Kavimleri’nin geçmişini ve o günkü durumunu öğrenmeyi, öğretmeyi, Türk
tarihiyle birlikte dillerini ve edebiyatını, etnografyasını, Türk ülkelerini, eski ve yeni
coğrafyasını araştırıp ortaya çıkarmayı, bunları bütün dünyaya tanıtmayı ve özellikle
dilin açık, sade ve güzel bir bilim dili olduğunu kanıtlamayı ve dilin imlâsını
incelemeyi meslek edinmiş olan Veled Çelebi, aydınlar arasında “Vavlı Türk” nâmıyla
biliniyordu. (Korucuoğlu 1994:10,56;Parlatır 2002:235;İzbudak 1946:69)
71
Cumhuriyet döneminde de Türkçülük çalışmalarına devam eden Veled Çelebi,
bir müddet Kastamonu milletvekîlliği de yapmıştı.1 Veled Çelebi’nin kaleme aldığı
hatıraları yayımlanmıştır. Bu kitabın 1946 yılında Türkiye Yayınevi’nce yapılan
baskısı 72 sayfa iken, Mevlevî Alayı’na ayrılan kısım ancak, yarım sayfa kadardır
(İzbudak 1946:54-55) ve Türkçülük çalışmaları veya Mevlânâ Dergâhı’nda yapmak
istediği yenilikleri anlatırken kullandığı heyecan dolu üslûbtan yoksundur. Ayrıca
Veled Çelebi’nin İbnülemin Mahmet Kemal İnal’a göderdiği “tercemei hal”inde de
Mevlevî Alayı’ndan hiç bahsedilmemiştir. (İnal 1988d:1976-1979) İttihâd ve
Terakki’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun batışından mesûl tutulması, 4. Ordu’nun
başarı gösterememiş olması ve I. Dünya Savaşı sonrası dayatılan şartlar Veled
Çelebi’nin bu konuya pek değinmemesine sebep olmuş olabilir.
VI.II.b. Abdülbâkî Efendi
Mevlevî Alayı’na en fazla iştirâk Yenikapı’daki dergâhtan olmuştu. II.
Abdülhamid zamanında çok sıkı kontrole marûz kalan Yenikapı Mevlevîhânesi,
gerçekten de Meşrutiyet fikrinin tartışıldığı ve birçok muhalifin toplandığı bir
merkezdi. Dergâhın I. Dünya Savaşı zamanındaki şeyhi Abdülbâki Efendi de
(öl.1935) II. Abdülhamid zamanı hissedilen baskı içinde büyümüştü. 1903 yılından
itibâren babasının yerine vekâleten bakmaya başlayan Abdülbâki Efendi, ancak V.
Mehmed Reşad’ın tahta çıkması ile, yirmi beş yaşında, dergâhın şeyhliğine
geçebilmiş, daha sonra da 1909 yılında Meclis-i Meşâyîh üyeliğine de getirilmişti.
(Erdoğan M. 2003:33-44;Özönder 1998:166)
V. Mehmed Reşad ile çok yakın olan Abdülbâki Efendi, I. Dünya Savaşı’na
girilmesine karşı idi ve padişahı da bu konuda uyarmıştı. Fakat seferberlik ilânı,
savaşın başlaması, “Cihâd-ı Ekber” fetvası sonrası kurulan alayada binbaşı rütbesi
ve komutan vekîli görevi ile yer alan şeyh, İstanbul’daki törende de yazdığı manzûm
bir şiiri okumuştu. (Erdoğan M. 2003:33-51) (Ek 13) Yenikapı Mevlevîhânesi’nin
1 Veled Çelebi yenilikçi tavrını hayatının sonuna dek korumuştu. Tekke ve zaviyeler kapatılırken, tarîkatların bu uygulamayı hak ettiklerini inanmış, şapka kanunu sonrası da “Dokunma Hoca Şapkama” adlı bir şiir yazmıştı. (Kara 2002:104-105)
72
sahip olduğu entelektüel seviyenin açıkça görüldüğü bu şiir, son derece etkili, sanatlı
ve amaca uygun yazılmıştı. Tüm şiir boyunca Mevlevî tarîkatının sembolleri, ‘gazâ’
fikri ile harmanlanmış ve bütünde ilâhi bir nitelik resmedilmişti. Sanat değerinin yanı
sıra, bu şiirde ilgi çekici bir başka husus da, ‘propaganda’ malzemesi olabilecek
‘sembollere’ itibâr etmemiş olması idi.
Mevlevî Alayı ile Şam’a kadar giden şeyh, hastalığı sebebi ile geri dönmek
zorunda kalmıştı. Abdülbâki Efendi’nin savaş günleri hakkında fazla bir bilgi
bulunmamakla beraber, Harbiye Nezareti tarafından padişah adına verilmiş takdir
belgesinde şunlar yazmaktadır:
“Bin üç yüz otuz iki ve üç seneleri harbinde tarîkat-ı aliyye-i
Mevleviyye müntesibîninden alay teşkîliyle dördüncü orduya sevk ve
i’zâm husûsunda sa’y u gayret göstermiş olduğunuzdan dolayı nâm-ı
akdes-i hümâyûn-ı hazret-i pâdişâhiye olarak zât-ı vâlâlarına harb
medhiyyesi verildi.
Umûr-ı Harbiyye Nâzırı
1332”
(Erdoğan M. 2003:52)
Cumhuriyet döneminde tarîkat faaliyetlerinin yasaklanması, tekkelerin de
kapatılıp, vakıflarına el konmasına sebep olmuştu. Yeni düzenleme ile geçim
sıkıntısına düşen Abdülbâki Efendi, bir süre Kütüphâneleri Tasnîf Komisyonunda
bulunmuş, bir süre de Türk Ocağı müdürlüğü yapmıştı. Halk Fırkası memurluğu ve
Dârülfünûn’da Farsça hocalığı da yapmış olan şeyh 1933 tarihindeki üniversite
reformu ile kadro dışı bırakılmış ve tekrar geçim sıkıntısına düşmüştü. Son olarak
Mariköy Bezezyan İdadîsi’nde edebiyat öğretmenliği yapan şeyh, burada ancak iki
ay çalıştıktan sonra vefat etmiştir. (Erdoğan M. 2003:65-68:İnal 1988d:2244-2245)
73
VI.II.c. Ahmed Remzi Dede
Alaya 28 gönüllü (SKSÜD:8) ile katılan Ahmed Remzi Dede (öl.1944), 1872
tarihinde Kayseri Mevlevîhânesi’nde doğmuştu. Mevlevi terbiyesi ile büyüyen Ahmet
Remzi Dede sıbyan mektebini ve Rüştüye’yi bitirmiş, özel dersler almış ve 1892
yılında İstanbul’a giderek ve Yenikapı Mevlevîhânesi Şeyhi Ahmed Celâleddîn
Dede’ye intsâb etmişti. Bir sene sonra Kayseri’ye dönüp İdâdî’de muallimlik yapan
Remzi Dede, meşrutiyetin ilânından sonra, Konya’ya gitmiş ve Veled Çelebi’nin isteği
üzerine burada kalmıştı (İnal 1988c:1427). Önce, vekâleten Kütahya Ergûniye
Mevlevîhânesi’ne; 1909 yılıda da asâleten, Kastamonu Mevlevîhânesi’ne şeyh tayin
edilen Remzi Dede, 1913 yılında Halep Mevlevîhânesi’nde vuku bulan olayları
tahkikat için buraya gönderilmişti. Aynı yıl buranın şeyhliğine getirilen Remzi Dede,
mevlevîhâneyi de tekrar faal hale getirmişti. Remzi Dede, savaş sırasında tekkenin
camiîni ve semahânesini, ordunun erzak ve mühimmat deposu olarak kullandırmış
(Küçük S. 2002:298) ve alaydaki dervişler sebebi ile dergâhda fazla derviş
kalmamıştı (Küçük S. 2003:278). Alayda din ve ahlâk dersleri veren Ahmed Remzi
Dede’ye üstün gayreti dolayısıyla 4. Ordu Kumandanlığı’nın emriyle Harbiye Nazırı
Enver Paşa’nın imzasını taşıyan harp madalyası beratı ve nişanı verilmişti.
(Mazıoğlu 1986:243-244;Haksever 2002:178)
Remzi Dede, I. Dünya Savaşı’nın başında Cemâl Paşa’ya hitâben yazdığı
şiirde oldukça coşkulu ve ümitli idi. Ailesi ile birlikte Şam’da bulunan Remzi Dede,
1915 yılının Eylül ayında geldiğinde ise tamamen bedbîn ve şikâyetçi idi. (Ek 14) I.
Dünya Savaşı sırasında bile tedris faaliyetlerine ara vermemiş olan Remzi Dede,
Şam’da kaldığı dönem içerisinde, Ümeyye Camiî’nde Mesnevî okutmuştu. (Haksever
2002:58) Halep’te de bulunan Remzi Dede, Veled Çelebi’nin ziyarete gelen bir
paşanın eteğini öpmesinden rahatsız olmuş ve “Mevlânâ’nın soyundan gelen
birisinin böyle eğilmesi, etek öpmesi bize yakışmaz. Dervişin selamı yalnızca başıyla
olur.” demişti. (Haksever 2002:70) Remzi Dede Halep’in işgali üzerine İstanbul’a
dönmüş ve 1919 yılında Üsküdar Mevlevîhânesi postnişînliğine getirilmiş ve aynı
sene hemşehrileri tarafından Kayseri’den milletvekili seçilmiş, fakat bu görevi kabul
etmemiş ve istifa etmişti. Aynı durum 1921 yılında tekrarlandığında da, Mustafa
74
Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta “müktesebât-ı ilmiyyem mebûslukla kâbil-i telif
değildir.” demiş ve yine affını istemişti. (Mazıoğlu 1986:244)
VI.II.d. Şemseddîn Efendi
Bursa’daki Mevlevîhâne, devlet kademesinde yer alan, akıl danışılan
şeyhlerinin yanı sıra, Nakşî ve Mevlevî kollarından gelen aile bireylerinin idâresinde,
herhangi bir taassup eğilimine rastlanmayan bir dergâh idi. Bursa Mevlevîhânesi’nin
son şeyhi olan Mehmet Şemseddîn Dede (öl.1931) 1854 yılında Bursa’da doğmuştu.
Altı yaşında neseb yoluyla dergâha şeyh olan Şemseddîn Dede, rüştüne erene
kadar yerine Konya Çelebisi tarafından çeşitli aşçıbaşılarlar vükelâ kılınmıştı. 1859-
1925 yılları arasında postnişînlik makamında bulunan Şemseddîn Dede, Mevlevî
Alayı’na katılmak üzere 67 dervişiyle beraber (SKSÜD:8) Konya’ya gitmiş, fakat
şeyhlerin en kıdemlisi ve yaşlısı olması sebebiyle, Veled Çelebi tarafından çelebiliğe
vekâlet etmesi uygun görülüp, Bursa’ya geri gönderilmişti. (Demirağ 2002;Mehmed
1997:513)
Tarîkat faaliyetlerinin yasaklanmasından sonra tekkenin bir kısmı askerî
kışlaya çevrilmiş, kendilerine ait olan harem kısmı ise ailede kalmıştı. Eşinin hastalığı
sebebi ile İstanbul’a giden Şemseddin Dede burada vefat etmiş, Bursa’da
mevlevîhânenin karşısındaki harem dairesi bahçesine defedilmişti. (Şemseddin
1997:514-151)
VI.II.e Hayrullah Efendi
75
Son dönem Mevlevîleri içinde farklı bir meşrebi temsîl ettiği iddia edilen Tire
Mevlevîhânesi şehyi Hayrullah Dede, hem Mevlevî, hem de Kâdirî tarîkatlarından
halifelik icazeti almıştı. Mevlevî olması sebebi ile Mesnevî okumuş ve okutmaya da
mezûn olan bu şeyhe, Abdülbâki Göpınarlı tarafından Melâmilik isnâd edilmiştir.
Yazara göre, melâmet hilafetini de Mevlevî tarîkatındaki şeyhi olan Eskişehirli Hacı
Hasan Dede’den alan Hayrullah Efendi mürîdlerinin hemen hepsini de Melâmî
yapmıştı. Ayrıca, şahsî mühründe “Tire Mevlevîhânesi şeyhi Hayrullah Baba” yazılı
olduğu ve ne Mevlevîlikte, ne de Melâmîlikte “baba” tabirinin kullanılmadığı için
Hayrullah Efendi’nin Bektaşî babalığı da olabileceğini belirtmişti. (Gölpınarlı
1992:315) Hayrullah Efendi 46 kişilik maiyeti ile alaydaki kalabalık gruplardan birinin
başında idi.
VI.II.f Nazîf Efendi
Fahreddîn Dede’nin oğlu ve Bahâriye Dergâhı’nın son şeyhi olan Nazîf Efendi
(öl.1918) hakkında fazla bir bilgi olmamakla beraber, dergâhın son dönem Mevlevîlik
tarihinde önemli bir yeri vardı. Maçka’daki dergâh askerî kışlaya tahsîs edilen alan
içinde kalınca yıkılmış (1874) ve Hüseyin Fahreddîn Dede 1878 yılında Bahâriye’de
yeni dergâh inşa edilmişti. Alay kumandanı Veled Çelebi de 1889 yılında İstanbul’a
geldiğinde burada ikâmet etmiş ve adeta bir sanat, tasavvuf ve fikir merkezi olan bu
tekkede bir çok Mevlevî mensupu ile tanışmıştı. Ehl-i Beyt sevgisini temeline alan
tasavvuf anlayışının hakîm olduğu dergâh, Bektâşî-Melâmî meşrep Mevlevîlerin
merkezi olmuştu. (Küçük S. 2003:156-160;Gölpınarlı 1983:211)
Ayrıca I. Dünya Savaşı yıllarında, Osmanlı Ordusu I. Kolordusunda görevli
Alman subaylara Bahariye Mevlevîhânesi’nin selamlık dairesi karargâh olarak tahsîs
edilmişti. Aynı bölgedeki Taşlıburun Tekkesi’ne de cephane taburunun 3. bölüğü
yerleştirilmişti. (Işın 1993:137)
76
VI.II.g. Hacı İbrahim Hakkı Efendi
Mevlevî Alayı’nda yer alan Erzincan Mevlevîhânesi postnişîni İbrahim Hakkı
(öl.1924), Kemah’ın Müşşekrek köyünde, 1859 yılında dünyaya gelmiş ve yedi sekiz
yaşında iken, hocası el-Hacc Feyzullah Efendi ile tahsiline başlamıştı. Arapça ve
Farsça bilen İbrahim Hakkı bir çok defa Hacc’a gitmiş ve bu yolculuklar esnâsında
eğitimini çok yönlü bir şekilde ilerletmişti. 1901 yılında, metruk bir halde bulunan
Erzincan Mevlevîhânesi’nin ihya ve imârına memur edilen şeyh, dergâhın bitişiğinde
yedi odalı bir Darü’l-Mesnevî, Kemah’a da on üç odalı bir medrese yaptırmıştı. 1911
senesinin ilk aylarında ise “tertîp eylediği risâle Şemsü’l-İrşad li-Sultan Reşad ile
Meşrutiyet-i idare aleyhinde bir çok telkînat-ı müheyyicede bulunduğu” gerekçesiyle
Kemah’a sürgün edilmişti. Şeyhin iktidara muhalif olması ve sürgün edilmesi mevkîini
tehdit etmiş olsa da, farklı tarîkatların şeyhleri, ulema ve eşrafın İbrahim Hakkı lehine
Dahiliye Nezaretiyle yazışmaları sonucunda postunu koruyabilmişti. İbrahim Hakkı,
“Cihâd-ı Ekber” ilânından sonra, kendi rızasıyla cihâd davetine katılmış ve
yaşadıklarını “Tuhfetü’r-Reşad fi Fezailic-Cihâd”1 isimli bir risâle ile anlatmıştı. 1915
yılında, Mevlevî Gönüllüleri ile Kanal Seferine katılmak üzere hareket ettiğinde ise,
şeyhin altı yaşındaki oğlu da sağ elinde kılıç, sol elinde Sancağ-ı Resûl olduğu
halde, naatlar ve tekbirler eşliğinde kalabalık bir cemaat tarafından yolcu edilmişti.
(Birinci 2001:15-21)
Ali Birinci’nin aktardığına göre, şeyhin Kanal Seferi’nde yaptıkları hakkında
bilinen yegâne şey, sürülmesine sebep olan “Şemsü’l-İrşâd li-Sultan Reşad”ın
yeniden basıldığıdır. Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasından on bir ay önce vefat eden
şeyh (Birinci 2001:21) heyecanlı, cerbezeli ve V. Mehmed Reşad ve meşrutiyet
idâresine muhalif oluşu ile alayın önde gelen diğer şeyhlerinden çok daha farklı bir
konumda idi.
1 Ali Birinci’nin aktardığına göre “11 sayfalık risâlenin basıldığı yer ve senesi üzerinde kayıtlı değildir. Harf şekline bakılırsa Şam ve Halep’te basılmış olmalıdır. İçinde Cennetü’l-Mücahidin adıyla Arapça (s.8) ve Türkçe (s.9) iki kısım bulunmaktadır. Fiatı bir kuruştur.” (Birinci 2001:20)
77
VI.II.h. Diğerleri
Mevcûd bilgiler, Mevlevî Alayı’na katılan şeyhlerin hepsi hakkında etraflı bir
çalışma yapamaya imkân vermemektedir. Mevlevî tarîkatına mensup olmayan
şeyhlerden ancak ikisinin1 ismi belli olmakla beraber, bu şahıslar hakkında başka bir
malûmata da rastlanamamıştır. Ayrıca Süheyl Ünver’in listesindeki bazı isimler, bahsi
geçen dergâhların şeyhleri değil, belki vekîlleri olmaları sebebi ile Mevlevîlik tarihinde
yeterince incelenmemişlerdir. Alayda ismi geçen şahıslar hakkında derlenen bilgiler,
genellikle konu ile doğrudan ilgili olmamakla birlikte, bazı ortak noktaları da
barındırmaktadırlar. Bu noktaları ve ilgi çekici unsurları atlamadan, genel bir tabloyu
çizebilmek, konuyu anlamak ve metnin bütünlüğü açısından daha sağlıklı bir
yöntemdir.
XIX. yüzyılın sonlarına doğru hemen hemen bütün mevlevîhânelerde iki
problem öne çıkmaktaydı. Öncelikle, vakıf gelirlerinin olmayışı veya yetersiz oluşu
sebebi ile bakımsız kalan dergâhların imâr ve tamir işleri gündeme gelmişti.2 Merkez
dergâhların yönetim ve imâr işlerini denetlemeye çalışmış ve başta Ahmed Remzi
Dede olmak üzere, bazı dervişler dergâhları teftişe gitmişlerdi. Denetimler sonucu
yetersizliğine veya ihmâline karar verilen şeyhlerin3 yerine başkaları tayîn edilmişse
de, bu tayînler her zaman hoş karşılanmamıştı. İkinci problem ise, dergâhların
yönetimi ve “ber mûceb-i nizâm” prensibinin merkezden yapılan tayînlerle çatışması
sonucu ortaya çıkmıştı.4 Bu çatışmanın belki de en şiddetlisi de Veled Çelebi ve
Abdülhalim Çelebi arasında vuku’ bulmuştu.
1 Uşakiyye tarîkatı şeyhi Şerafeddîn ve Rifâîye tarîkatı şeyhlerinden Hasan Hilmi Efendi. (Köstüklü 2002:217) 2 Mehmed Reşid Çelebi’nin şeyhi olduğu Sıvas Mevlevîhânesi, diğer dergâhların aksine artan geliri ile neredeyse bir istisnadır. (Küçük S. 2003:247-250) Ayntab Mevlevîhânesi ise kendi geliri ile geçindiği için, Konya merkezin denetim ve otoritesine karşı oldukça lâkayd bir tavır içerisindedir. (Küçük S. 2003:271-272) 3 1909 yılında, babası Hasan Hüsnü Dede’nin vefatıyla, Eskişehir Mevlevîhânesi şeyhliğine geçen Mehmed Şemseddin Efendi’nin, kifayetsizliği ve dergâh içindeki kötü tutumu azline sebep olmuş ve yerine Bahaeddîn Dede şeyh olmuştu. Mehmed Şemseddin Efendi ise birkaç yıl sonra Mevlevî Taburuyla Kanal Harekatı’na katılmış ve 20 Şubat 1915 tarihinde Şam’da vefat etmişti. (Küçük S. 2003:220-221;Ünver 1964:30-39) 4 Gelibolu Dergâhı şeyhi Burhaneddîn Efendi, şeyhliğini alabilmek için Mısır’daki Mevlevî şayhinin oğlu Ahmed Celâleddîn Dede ile rekabet etmek zorunda kalmıştı. Celâleddîn Dede, Gelibolu’nun şeyhliği için bir çok yola baş vurmuş ise de, tekke ve zaviyelerin yasaklanmasına kadar, Burhaneddîn Efendi postta oturmuştu. (Küçük S. 2003:227-228)
78
Ayrıca Mevlevîler içinde, daha önce de belirtildiği gibi, II. Abdülhamid’e karşı
olan ve ‘hürriyet’ mücadelesinde İzmir Mevlevîhânesi şeyhi Nuri Dede gibi isimler de
vardı. (Gölpınarlı 1983:273)
VI.III. Mücâhidîn-i Bektaşiyye Alayı
Osmanlı toplumunda Cihad-ı Ekber ilânına cevap veren ve imparatorluğun
savunmasında gönüllü olarak yer alan, tasavvuf menşe’li teşkîlâtlardan birisi, Kafkas
Cephesi’ndeki Mücâhidîn-i Bektaşiyye Alayı idi. Muhtemelen Mevlevî Alayları’nın
teşkîlinden sonra kurulan Mücahidîn-i Bektaşiyye, milis bir güç olarak çarpışmış1 ve
Mevlevî Alaylarından çok daha farklı bir mahiyet arz etmişti. Yeniçeri Ocağı’nın
kaldırılması ile beraber baskı altına girmiş olan Bektaşîlik, İttihâd ve Terakki
zamanında iktidara tekrar yakınlaşmıştı. Ancak, yönetimin diğer tarîkat şeyhleri ile
paylaşılması2 ve tarîkatın varlığını uzun bir müddet gizlice sürdürmek zorunda
kalması gibi olumsuzluklar kimi tekkelerin orijinal yapısını bozmuş ve Bektaşîliğin
merkezîleşmesini, bürokrasisini oluşturmasını engellemişti. Mevlevîlik ise şehirli
yapısı, güçlü bürokrasisi ve iktidara yakınlığı ile diğer tarîkatlara nazaran çok daha
etkili idi. Bu sebeple, Bektaşîlik, son dönem politikasında Mevlevîler kadar resmî bir
etkiye sahip olamamış ve rekabet içinde olduğu Mevlevîliğe karşı Mücahidîn-i
Bektaşiyye Alayı gibi alternatif çözümler üretmek zorunda kalmıştı. Fakat,
Mücahidîn-i Bektaşiyye Alayı, tarihî konjonktürde Bektaşîlik geleneğinin dışında da
değildi. Mevlevîliğin şehirli yapısına mukabil Gâziyân-ı Rûm çizgisinin devamı olan
Bektaşîlik, askerî hayatla daima yakından ilişkili olmuştu. (Tanman 1994:179)
1 Gerek ATASE arşivindeki I. Dünya Savaşı kataloglarında, gerekse Genelkurmay tarafından yayınlanan, Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi adlı resmî tarih kitaplarında bu kuvvetten bahsedilmemektedir. 2 Bkz. s.42
79
Mehmet Ali Balaban’ın hazırladığı Balaban Aşireti Soy Seceresi adlı
çalışmada Cemâleddîn Çelebi’nin başında olduğu bu alayın önce Gelibolu’da, sonra
da Kafkaslar’da çarpıştığı belirtilmiştir.(Balaban 1998:125)1 Mücâhidîn-i
Bektaşiyye’nin Gelibolu’da bulunduğuna dair Mehmet Ali Balaban bir kaynak
göstermemekle beraber; Kafkas Cephesi’ne gönderildiklerini Veled Çelebi İzbudak
da yazmıştır. (İzbudak 1946:54)
Hacı Bektaş Tekkesi’nin son şeyhi Veliyyeddîn Çelebi (öl.1940), 1922 yılında
T.B.M.M.’ni ziyareti esnasında yayınladığı beyannâmede “Birâderim merhûm Çelebi
Cemâleddîn Efendi’nin 331 senesinde yedi bini mütecâviz efrâddan mürekkeb
‘Mücâhidîn-i Bektâşiyye’ nâmı altında teşkîl etmiş olduğu bir alay ile Harb-ı Umûmiye
iştirâk ve vazîfe-i mukaddese-i vataniyyesini îfâ eylediği herkesin malûmudur.”
demişti (Küçük H. 2003:290-291). Veliyyeddin Çelebi’nin aktardığına göre;
Cemâleddîn Çelebi, Tunceli’ye kadar Alevîlerin yaşadığı yerleri dolaşarak onları bu
alaya katılmaya teşvik etmişti.2 Hülya Küçük’ün İzzettin Ulusoy’la yaptığı mülâkata
göre, bu çağrı o kadar etkili olmuştu ki, alay Kafkas Cephesi’ne giderken, erkek
kılığına girmiş bir çok kadın da mezkûr alaya iştirâk etmişti.
Mehmet Ali Balaban’ın Halil Ağazade Mehmet Ağa Gülşen ve Mehmet Ağa
oğlu Aziz (Ağa) Yılmaz’ın defterlerinden (ve bu defterlerdeki kaynaklardan) derlediği
bilgilere göre, Doğu Anadolu’da bir Alevî aşireti olan Balaban aşiretinin lideri Gülağa,
500 kişilik bir kuvvetle bu alaya katılmıştı. (1998:124) Yine bu eserdeki belgelere
göre, bahsi geçen alay ve mahalli idareler devamlı irtibat halinde ve birbirlerine
yardımcıydı. İttihâd ve Terakki mensupları, kimi zaman, alayın ileri gelenlerinden
adam talebinde bulunmakta, kimi zaman da köylüler ve mahalli idarelerin imkânları
nisbetinde iaşe sağlanmasını istemekteydi. 3. Ordu Kumandanı Vehip Paşa, 21
Mayıs 1916 tarihinde Gülağa’ya yolladığı mesajda, yapacağı taarruz için “eli silah
1Mehmet Ali Balaban bu alayın “tüm Anadolu ve Rumeli Alevi-Bektaşileri ayaklanmaya” çağırdığını yazmaktadır. Bu dönemde Bektaşîlik orijinal yapısından oldukça uzaklaşmış ve Alevîlikle aynı addediliyordu. Ancak Cemâleddîn Çelebi Bektaşîliğin Çelebiyân kolunun temsilcisi idi. (Küçük H. 2003:116-117 2 Alay kurma fikrininse Cemâleddîn Çelebi’nin kendisinden mi, yoksa V. Mehmed Reşad, Enver veya Talât Paşa’dan mı kaynaklandığı belli değildir. (Küçük H. 2003:103)
80
tutan cesur ve cengaver” aşireti beklediğini yazmıştı. (1998:143-144) 19 Haziran
1916 tarihinde Binbaşı Fazlı’nın Gül Ali Bey’e çektiği telgrafta ise ‘aşiret’in düşmana
yaptığı baskın emrinin nereden alındığı ve baskının neticesi sorulmuştu. (1998:137)
30 Haziran 1916 tarihinde 29. Fırka Kumandanı Kaymakam Bahattin de, Gülağa’ya
yolladığı yazıda, maiyetlerindeki mücahitlerin mıntıka haricine vesikasız
gitmemelerini; aksi takdirde cezalandırılacaklarını beyan etmişti. (1998:140) 8
Haziran 1916 tarihinde 9. Kolordu Kumandanlığı’na ait yazıda da Osmanlı-Rus
Muharebesi’ndeki hizmetlerinden dolayı 29. Fırkaya bağlı mücahid takımından
“Balaban Aşireti Mücahidîninden Erzincan Sancağı’nın Hınzoru Karyesinden Halil
Ağazade Mehmet”in ‘muharebe madalyası’ aldığı” (1998:145) ve 6157 numaralı yazı
ile 15. Kolordu Kumandanlığı Erzurum Erkân-ı Harbiyesi’nden 15. Kolordu
Kumandan Vekîli Miralay Kazım Bey tarafından Mehmet Ağa’ya takdirnâme verildiği
belirtilmişti. (1998:156)
Bu belgeler “Mücahidîn-i Bektaşiyye”nin milis bir hareket olduğu fikrini
pekiştirmektedir. Cemâleddîn Çelebi’nin Alevî aşiret reisleri ile kurduğu ilişkiler
sonucunda oluşan güç, liderlerin dinî ve siyasî otoritesinin birlikteliğinde toplanmıştı
ve bu karakteri ile de Gâzîyân-ı Rûm çizgisine yakındı. Hareketteki ‘gönüllülerin’
kontrolü ve sorumluluğu da, hizmet ettikleri cephedeki resmî makamlardan ziyâde
tâbi’ oldukları aşiretlerin inisiyatifindeydi. Bu sebeple, Cemâleddîn Çelebi
Anadolu’daki Bektaşi ve Alevi gruplar arasında -her ne kadar- bir aracı gibiydiyse de,
bazı Alevîler ve özellikle Kürt olanları1 1915 yılında kurulan Mücâhidîn-i
Bektaşiyye’de yer almamışlardı. (Küçük H. 2003:179) Ayrıca yine Hülya Küçük’ün,
Mimar Hikmet’ten aktardığına göre, birçok asker kaçağı ve eşkıya, cezalarından
veya görevlerinden kurtulmak için bu milislere katılmakta idi. (2003:103)
Ataşkesten sonra, Mücâhidîn-i Bektaşiyye’nin ilhak için gönderildiği Doğu
Cephesindeki 3. Kolordu, İran, Azarbeycan ve Dağıstan bölgelerinde
mevkiîlendirilmişti. İngilizlerle yapılan antlaşma gereği, Türk kuvvetleri, 31 Ocak 1919
tarihinde terhis edilmiş, kalan askerler de İstanbul, Sivas-Samsun ve Van-Erzurum
1 Kürt Kökenli Nuri Dersimi, Dersim Halkı ile Çelebi arasındaki anlaşmazlılıklar yüzünden Dersimliler’in bu savaşa ve alaya katılmadıklarını söylemiştir. (Küçük H. 2003:104)
81
bölgelerindeki ordu birliklerine dağıtılmıştı. (Küçük H. 2003:104) Gerek Mücâhiddîn-i
Bektaşiyye’nin içinde ve gerekse Bektaşilik tarîkatında, merkezî yapı ve bürokrasinin
çok güçlü olmayışı bu konudaki evrakın ulaşılabilirliğini zorlaştırmaktadır. Ayrıca ordu
içinde de milis bir kuvvete dair, resmî evrakın bulunması çok zordur. Bu sebeple, bu
oluşum üzerine yapılacak çalışmaların çok geniş ve tasnif edilmemiş bir materyali
taramaları, konu ile dolaylı olarak ilgisi olan materyali dahi bulup değerlendirmesi
lâzımdır.1
1 Hülya Küçük’ün Mücahiddîn-i Bektaşiyye dair ulaşabildiği iki resmi belge vardır, bunlardan biri; kendini “Erzurum’da Mücâhidîn-i Bektaşiyye Kumandanı” olarak tanıtan Cemal Çelebi tarafından Dahiliye Vekâleti’ne çekilmiş bir telgraftır ve Ankara Evkaf Müdürü’nün, kendisinin cephede çarpıştığı yıllarda maaşını kestiği yolunda bir şikâyet içermektedir. (2003: 269, 270 ) İkinci belge ise, Harbiye Nezareti’nin, “Hacı Bektaş Mücâhid Taburu”na bağlı Mustafa Oğlu Pehlivan Çavuş adlı bir askerin, bir kadının “altın fesini” zorla almasıyla ilgili bir kararını içermektedir. Belge, bu askere Sivas Divan-ı Harbince verilen üç yıl kürek ve askerî rütbelerinin sökülmesi cezasının onaylandığını, ama “müddet-i cezaiyyesinin, hizmet-i askeriyesinden mahsubuna” karar verildiği belirtilmektedir. (2003: 271)
81
VII. ORDUNUN DERVİŞÂNI
4 Şubat 1915 tarihinde Harbiye Nezareti’nden Veled Çelebi’ye çekilen
telgrafta: “Mevlevi Gönüllü Taburu’na Harbiye Nezareti’nce silah verilmesi takarrür
etmiş ve iş bu tabura Şam’da veya Halep’te endaht talimi yaptırılmasına Şam’da
Dördüncü Ordu Komutanlığı vekâletine emr”1 olunduğu bildiriliyordu. Harbiye
Nezareti daha evvel 4. Ordu Kumandanlığı Vekâleti’ne yolladığı bir başka yazıda da,
Mevlevî Alayına eski silahların verileceğini, Halep veya Şam’da atış talimleri
yaptırılması gerektiğini bildirmişti.2 Mevlevî Alayı’nın görev yapacağı 4. Ordu, teşkîl
edildiğinden beri son derece tartışmalı bir konumda idi. 4. Ordu komutanın Zeki
Paşa’nın Kanal Seferi ile ilgili olumsuz raporu, kendisinin liyâkat sahibi olmadığı
fikrini doğurmuş ve yerine 2. Ordu Komutanı ve Bahriye Nâzırı Cemal Paşa tayîn
edilmişti. Cemal Paşa’nın yetkisi ise sadece 4. Ordu Komutanlığı ile kısıtlı değildi.
Suriye ve Batı Arabistan Genel Valiliği’ni de uhdesine alan Cemal Paşa’nın bölgedeki
hâkimiyeti bir ordu komutanınkinden çok daha fazla idi. (Şahin 185-186)
Toplu olarak cepheye iştirâk etmemiş olan Mevlevî gönüllüleri,3 birliklere
dağıtılmışlardı (Baykara 1953:108). Esas olarak lojistik destek kıtalarında görev
yapan Mevlevîler’in4 hangi birliklere, hangi kriterler göz önüne alınarak dağıtıldığı
belli olmamakla beraber, Kâdirî Bölüğü ve Mevlevî Taburu diye geçen kuvvetlerin
1916 yılı sonlarında 8. Kolorduya bağlı 43. Tümene verildikleri bilinmektedir (BDHTH
1979:396). Eldeki belgelerle, birliklere dağılan Mevlevîlerin faaliyetlerini tesbît
edebilmek çok zordur. Fakat 43. Tümen’e bağlı Mevlanâ Alayı’nın faaliyetlerini de
doğru şekilde değerlendirebilmek için, 4. Ordu ve Kanal Harekâtı’nın hangi şartlar
içinde şekillendiğinin ve komuta kademesinin (özellikle Cemal Paşa’nın) zihniyet
yapısının ortaya konması mecburîdir.
1 ATASE, KOL:BDH, KLS:1729, DOS:124, A:1-60, D:124, F:3-11 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:1729, DOS:124, A:1-60, D:124, F:3-12 3 ‘Mevlevîler’den kastedilen Mevlevî Alayı’nda gönüllü tüm tarîkat mensuplarıdır. 4 Veled Çelebi’nin hatıralarında, gönüllülerin savaşmadan döndükleri belirtilse de; (İzbudak 1946:55) 25 Aralık 1919 tarihinde Konya Mevlânâ Dergâhı’ndan, Konya’daki İngiliz Devlet Siyasî Mümessilliği’ne gönderilen bir yazıda, Kahire’de Türk esir kampında bulunan ve Mevlevî olan bazı askerlerin serbest bırakılmaları hususunda yardım istenmekte idi. (Köstüklü 2000:1140)
82
VII.I. Komuta, 4. Ordu ve Sina Cephesi
İngilizler için Süveyş Kanalı’nın jeo-politik önemi, savaşla birlikte askerî lojistik
açıdan da değer kazanmıştı. Kanal Harekâtı, İngilizlerin asker ve malzeme
sevkıyâtında büyük bir avantaj sağlayan bu hattı kesmeyi amaçlamıştı. Ayrıca
bölgedeki Müslüman ahalinin İngiliz yönetimi ve kuvvetlerine karşı harekete
geçebileceği tasarlanmış ve bu avantajla Mısır’ı geri almanın da yolunun açılması
düşünülmüştü. Almanya ise empoze ettiği Mısır Seferi’nde, Osmanlı Kuvvetleri’nin
daha çok zâyiât vererek zayıf düşeceği ve böylece kendisine daha çok muhtaç
olacağını planlamıştı. (Şahin 1997:185) 4. Ordu’nun kurulması da Mısır Seferinin
‘gerekliliği’ ile gündeme gelmiş, Enver ve Cemal Paşaların kendi aralarındaki
rekabeti dengeleyebileceği düşünülmüştü. Enver Paşa’nın erken terfî’ne karşılık
Cemal Paşa “Mısır Fatihi” veya “Hidiv” olmanın getireceği politik imtiyâzı1 dikkate
almış ancak, bu unsur tayin edici olmaktan ziyâde, belki hızlandırıcı bir faktör
olmuştu. (Şahin 1997:185)
Tüm bu politik hesapların ötesinde ise, Liman von Sanders Paşa’nın bile
hayalî bulduğu Kanal Harekâtı; Alman Genel Kurmayınca, İngiliz kuvvetlerinin önemli
bir kısmını Orta Doğuda tutmak üzere tasarlanmıştı. (OA 1993:146) 6 Eylül 1914
tarihinde, Temel Sefer Planı resmen ve ciddî bir ölçüde değiştirilmişti. Suriye’de 4.
Orduya, 8. ve 12. Kolordulardan oluşturulacak birliklerle Mısır’a hücum emri
verilmişti. 3. Orduya bir Rus hücumuyla karşılaşılmaması halinde Ardahan ve
Batum’a doğru bir taarruz harekâtı planlanması emredilmiş ve bunun ötesinde 3.
Ordunun bir kanadının, Erzurum müstahkem şehri tarafından oluşturulan bir üsten
1 Cemal Paşa’nın I. Dünya Savaşı boyunca Suriye ve civarındaki otoritesi ve projeleri çok büyük ve kapsamlı olmuştu. Başta muhalifleri olmak üzere, birçok kişi Cemal Paşa’yı bu konuda eleştirmişti. Refik Halid Karay 1918 yılında yazdığı bir yazıda, “Şam’da, Halep’te az daha adınıza hutbe okutup, isminize para bastıracaktınız!” diye Cemal Paşa’nın tutumunu eleştirmişti. (İslamoğlu 2001). Falih Rıfkı Atay’ın yazdığı Zetindağı adlı kitapsa (Atay 1981) Cemal Paşa’nın faaliyetleri ve projelerinin ölçeği hakkında fikir veren önemli çalışmalardan biridir. Bu faaliyetlerin İstanbul’dan nasıl algılandığı ise Yahya Kemal Beyatlı’nın Siyasî ve Edebî Portreler kitabının bir bölümünde açıkça görülmektedir: “Burgaz’da bir gün Halide Edib Hanım yeni ve garip bir projeden bahsetti. Sûriye’ye gideceğini, orada çalışacağını, mektepler açacağını, benim de mutlakaa berâber gitmemi harâretli bir lisanla söyledi. Sûriye’ye gidemeyeceğimi söyledim. Çok ısrâr etti. Kabûl edemedim. Bir müddet sonra Halide Edib Hanım Sûriye’ye gitti; mektup ve kartlar göndermeği unutmadı. Bir defâ İstanbul’a döndü. Bir çok muallimleri seferber ederek Sûriye’ye götürdü; bu manzarada biraz hiffet ve gülünç bir şey vardı; Anadolu bomboş dururken, yalnız Cemal Paşa’nın muvakkat bir hükümranlığını tezyîn etmek için, bizi ve lisânımızı pek özlemeyen Sûriye’de bir maârif feyezânı, bâhusus o felaketler ortasında, bir çok insanı acı acı gülümsetiyordu.” (Beyatlı 1986:37-38)
83
hareket ederek Sarıkamış bölgesindeki Rus güçlerini ezmesine karar verilmişti. Oysa
ki 1914 sonlarında Osmanlı Ordusu, tek bir taarruzu dahi yürütebilecek askerî
kaynaklardan mahrumdu. Osmanlı’nın Balkan Savaşları’nın hemen ardından çok
cepheli bir savaşa girmesi gerçekçi bir strateji değildi. Bu gerçeğin fark edilememiş
olması, Kafkaslar veya Sina’ya yapılacak stratejik taarruzların başarısını doğrudan
etkilememiş olmamakla beraber, yaşanan hezimetin büyük kayıplarla
sonuçlanmasında belirleyici olmuş olabilir. (Erickson 2003:64-65,72-73)
6 Eylül 1914 tarihinde, yeni 4. Ordu da kurulmuş ve Mısır’a hücum etmek
üzere hazırlıklarına başlamıştı. 18 Kasım tarihinde Bahriye Nazırı Cemal Paşa ise
İstanbul’dan gelmiş ve komutayı üstlenmişti. Albay von Frankenberg yeni 4.
Ordu’nun, Yarbay Freiherr von Kress de 8. Kolordunun kurmay başkanlığını
üstlenmek üzere onunla birlikte gelmişlerdi. Sina yarımadasının coğrafyası uzun
süreli askerî eylemlere veya büyük kuvvetlerin yan yana harekâtına elverişli değildi.
Ermeni tehdidi sadece 3. Ordunun değil, fakat potansiyel olarak Suriye’deki 4. Ordu
ile Mezopotamya’daki 6. Ordunun askerî durumunu etkiliyordu. (Erickson 2003:136)
Filistin’den çıkan sadece iki adet -kısmen- düzeltilmiş yol vardı. Arazi çoraktı ve
hayvanlar için hiç yem bulunmuyordu. Ordu kendini idâme etmek için gerekli herşeyi
yanında taşımak zorundaydı. İnsanların ve hayvanların büyük miktardaki su ihtiyacı
başlı başına bir sorun oluşturmaktaydı. (Erickson 2003:99) İstanbul’dan Filistin’e
birlikler ve eşya yedi defa aktarılarak getiriliyordu. (BDHTH 1979:671)1
4. Orduda birliklerin konuşu, kesin şeklini, Mısır seferi düşüncesinin doğması
ile almıştı. 4. Orduya bağlı birlikler ve gönüllü toplama karargâhları Şam’da, 8.
Kolordu karargâhı ve ona bağlı birimler de Kudüs’te toplanmışlardı. (BHDTH
1979:74) Birinci Kanal Seferinde, dinî ve siyasî etkileri ile birlikte sefer kuvvetlerini de
arttırmak üzere bazı gönüllü teşkîlatlar meydana getirilmişti. Bu gönüllüler: 270 kişi
ile Çerkes Süvari Alayı, 200 kişi ile Kürt Süvari Bölüğü, 200 kişi ile Trablusgarb
Gönüllü Müfrezesi, Cebel-i Lübnan Dûrzîlerinden 150 kişinin katıldığı Şekip Arslan
Müfrezesi, muhtelif gönüllü ve mücahitten müteşekkîl 270 kişilik Nurettin Gönüllü
1 Pozantı’dan Çamalan-Yenice karakolu, Yenice-Mamure Demiryolu, Mamure-Islahiye Dekovil, Islahiye’den tren, Riyak’da dar hat nakil.(BDHTH 1979:671)
84
Müfrezesi idi. Gönüllülerden, Kürt Süvari bölüğü ile Şekip Arslan ve Nurettin
Müfrezeleri Hicaz Sefer Kuvvetlerine bağlanmışlardı. (BDHTH 1979:174)
Mısır’ı fethetmenin sağlayacağı politik ve manevî nüfuz, Cemal Paşa’nın
görev yaptığı süre boyunca aldığı her karar ve projenin cesâmetinde belirleyici
olmuştu. Karakter olarak son derece disiplinli bir asker olan Cemal Paşa, sadece
savaş stratejileri ile değil, başta Şam olmak üzere tüm havâlînin imârı için çok yönlü
bir çalışma başlatmıştı. Yapılan yol, demiryolları veya Lut Gölü’ndeki taşıt işletmeleri
nakliye için önem taşısa da; yatılı kız okulları, ziraat okulları, sulandırma kanalları için
fennî fizibilite çalışmaları ve yörenin arkeolojik envanterini belgeleyen “Suriye ve
Filistin ve Garbi Arabistan Âbidat-ı Atikası” adlı albüm, kültür ve bayındırlık ekseninde
gelişen projelerdi. (Cemal 2001:367-371) Cemal Paşa’nın bu çalışmaları askerî
otorite ile birlikte , siyasî otoritenin de iktidar sahasını kapsıyordu.
Nitekim, Falih Rıfkı Atay hatıralarında, Cemal Paşa’nın Şam’da, halifenin vekîli
ve her icraatının şeriata uygun olduğu izlenimini verme gayretinde olduğunu
kaydetmişti. (1981:50) Cemal Paşa’nın bu politikasının askerî sahadaki izdüşümünü
görmek de mümkündü. Askerlerin moralini yükseltmek ve cihâd ruhunu güçlendirmek
için Mekke’den Sancak-ı Şerif’i getirten (Şahin 1997:186) Cemal Paşa, Mısır
seferinde de, İngiliz komutası altındaki Müslümanların ve Mısırlıların, İngilizlere karşı
ayaklanacaklarını ümid etmişti. Ancak bu unsurlar, Cemal Paşa’nın beklediği gibi
ayaklanmadıkları gibi; savaş boyunca Osmanlı Ordusu’na karşı çok şiddetli bir
şekilde çarpışmışlardı.1 Batılılar savaş sonrası, Osmanlı İmparatorluğu’nun cihâd
propagandasını ‘hezimet’ olarak nitelemişlerdi; zira her ne kadar Mısır ahalisi ümmet
düstûruyla Osmanlı’yla bağlı olsa da, bu bağ onları İngiliz idaresine karşı
ayaklandıracak kadar güçlü değildi. Eğitimli ve dünyayı görmüş Mısırlılar arasında
ise ‘milliyetçilik’ fikri çok kuvvetliydi; öyle ki, bu hareketler savaş sonrası İngiliz
idaresinin işlerini de son derece zorlaştırmıştı. (Reynolds:12-22)
1 Birinci Dünya Savaşı’nda Hindistan’ın İngiliz Devletine yaptığı 1.000.000 Rupi nakdî yardımın yanısıra, 1.214.000 askeri de hizmetine verdiği bilinmektedir. (Çelik 1999:4)
85
4. Ordu komutanı ve Bahriye Nâzırı Cemal Paşa idaresinde 14/15 Ocak 1915
tarihinde Birüssebi’den hareket eden 35.000 kişilik kuvvet, ayın sonunda kanalın
doğusuna varmıştı. Kanalı korumak üzere, İngilizler (100.000 asker Mısır’da olmak
üzere) 150.000 kişilik bir kuvveti bölgeye yığmışlardı. 8. Kolordu’ya bağlı 25. Tümen
2 Şubat gecesi Süveyş Kanalı’nın doğu yakasındaki hücum çıkış mevkiîne
ulaşmıştı1. 23. Tümen İsmailiye kentini tehdit eder gibi görünen bir şaşırtma harekâtı
yapıp, 10. Tümen ihtiyatta bırakıldığı halde; 25. Tümen de kanalı geçip taarruz
edeceklerdi. Ancak, planın son aşaması olan ‘kanalı geçme’ safhasında, İngiliz
gözetleme noktası tarafından fark edilen -ve amfibi operasyonu konusunda hiçbir
deneyimi olmayan- 25. Tümen askerleri paniğe kapılmışlar ve iki bölük dışındaki tüm
kuvvet dağılmıştı. Süveyş Kanalı’nın batı yakasına geçmeyi başaran iki bölük de,
şiddetli bir ateşe maruz kalmıştı. Tüm bu olumsuzluklara rağmen hücûmu
geliştirmeye çalışan Osmanlı kuvvetlerinin başarısızlığı anlaşılınca, Albay von
Kress’e on kilometre geride toplanma emri verilmişti. (Erden 2003:101-102)2 Birinci
Kanal Harekâtı’nın başarısızlığı basına ‘keşf-i taarruz’ olarak yansıtılmıştı. (Erden
2003:79)
5 Şubat 1915 tarihinde Enver Paşa, 4. Ordu Kumandanlığı’na yolladığı
telgrafta ise ‘Kanal Taarruzu’nun bütün ‘Âlem-i İslam’ üzerinde etkili olacağına dikkat
çekerek; ancak kesin bir zafer ihtimalinde taarruza cevâz verdiğini ifade etmekteydi.
Aynı zamanda gönderilen Falkenhayn’ın telgrafı da “Gücü ve araçları sınırlı olan
Osmanlı seferî kuvvetlerinin hareket üssünden gittikçe uzaklaşarak düşmanın kuvvet
kaynaklarının içine doğru dalması felakete yol açabilir. Dolayısıyla, ihtiyatlı hareket
edilmelidir.” diyordu Oysa belirtildiği gibi, 14/15 Ocak 1915 tarihinde Birüssebi’den
hareket eden Cemal Paşa ve birlikleri ayın sonunda kanalın doğusuna varmışlardı
bile. Cemal Paşa 5 Şubat 1915 tarihinde Başkumandanlık Vekâletine çektiği
telgrafta, bahsi geçen emirlerin ancak Kanal Hücûmundan avdet ederken eline
ulaştığını bildiriyordu. (Erden 2003:66)
1 8. Kolordunun emrinde piyade tümenleri ile birlikte, Mısır’da Türkleri destekleyecek ayaklanmayı başlatmak üzere silah altına alınmış, çeşitli Müslüman gruplar da seferî kuvvetle birlikte yola çıkarılmışlardı. Bu gruplar içinde; Sina Bedevîleri, Dürzîler, Kürtler, muhacirler, Suriye’dn gelen Çerkezler ve Araplar vardı. Ayrıca, askerî imamlarla birlikte Libya Trablusgarp’tan gelen 2.000 mülteci de sefere eşlik ediyordu. Kuvvetin tamamı ise 50.000 kişiydi. Ancak lojistik zafiyet sebebiyle kuvvetin toparlanması öngörülenden çok daha fazla zaman almıştı, hazırlıklar ancak Ocak 1915 tarihinde tamamlanmış ve 8. Kolordu sınıra doğru hareket etmek üzere Beytüllahim’de toplanmıştı. (Erickson 2003:100) 2 Yaklaşık 300 asker esir düşmüş, 192 şehit, 381 yaralı ve 727 kayıp ile toplam zayiat 1.300 kişiyi bulmuştu. (Erickson 2003:102)
86
Süveyş Kanalı’na karşı başarısız istilâ seferinin sonrasında Suriye, Filistin ve
Sina için 1915’in geri kalanı çok hareketsiz bir yıl olmuştu. 1915 Şubatından sonra 4.
Ordu’ya bağlı 8., 10. ve 25. Piyade Tümenleri de Çanakkale Cephesine sevk edilmiş,
böylece eğitimli muharip tümenlerden yoksun kalan 4. Ordu’da, Suriye ve Halep
seyyar jandarma kıtalarıyla VI. ve VIII. Kolorduların depo taburları düzenli birliklere
dönüştürülerek yeniden üç tümen (41., 43.,1 44. Tümenler) kurulmuştu. Ayrıca,
Suriye ve Filistin bölgesinde de “Mücahidin Teşkîlâtı” teşkîl edilmişti. (Erden 2003:92)
Bu revizyonlar sonucunda Osmanlı tümenleri 50 adede ulaştıysa da, bu kuruluşların
çoğu alay seviyesine inmişti. (Erickson 2003:104)Cemal Paşa, başta Çanakkale
Cephesi olmak üzere, Kafkas ve Irak Cephelerine gönderdiği deneyimli birlikler
sonucunda gücünü yitirmişti. 4. Ordu, Mısır’daki İngiliz kuvvetlerini yerinden hareket
edemez duruma getirmek için, kanalda gidişi taciz etmek ve bir yandan da Mısır
Seferi hazırlıklarını yapmak zorunda idi. İngilizler de istikbâldeki operasyonlara
yönelik, Sina’da demiryolları ile lojistik hatları inşa etmekle yetinmişlerdi. Muharebe
olmadığı için, Cemal Paşa orduyla ilgili örgütsel konuları da çözmekle uğraşmış ve
Sina’daki kuvvetlerin komutası için “Çöl Komutanlığı” adında, kendisine bağlı
müfrezelerden müteşekkîl bir karargâh oluşturulmuştu. Birüssebi’deki bu karargâhın
komutanlığına da Albay von Kress atanmıştı. Bu karargâh iki bölüme ayrılmıştı:
harekâtın taktik cephesiyle meşgul olan Çöl Komutanlığı Genel Karargâhı ve lojistik
ulaştırmadan sorumlu Çöl Menzil Müfettişliği.2 Ayrıca 4. Ordu kıyı cephesini tahkîm
etmek ve içeride de emniyet ve asayişi korumak zorunda idi.(Erickson 2003:216-
217;Erden 2003:84)
1915 yılının Nisan - Temmuz aylarında, evvelki mevziîlerle kıyı arasında Âliye
civarında Cünye’nin 6 km. kadar doğusunda birer mevziî daha yapılmıştı. Bunlardan
sonra en son savunma Aynsofer’de yapılacaktı. Cebel-i Lübnan Müfrezesi de 43.
Tümen adını almış ve Cebel-i Lübnan’ı savunmaya me’mur edilmişti. (BDHTH
1979:289)
1 A.T.S.E. arşivindeki belgelerde Mevlâna Alayı’nın 43. Tümene bağlı olduğu belirtilmektedir. Kayıtlara göre, Mevlevî Taburu ve Kadirî Bölüğü, 1916 sonu, 1917 başlarında 43. Tümene verilmişti. (BDHTH 1979:396) 2 1915 senesinde, 4. Orduya bağlı bir çok tümen Çanakkale’ye gönderilmişti. 8., 10. ve 25. Piyade tümenleriyle birlikte; makineli tüfekleri ile birlikte sahra obüsleri de 4. Ordu’nun hizmetinden alınmış ve Suriye’de yalnız 23. ve 27. Tümenlerle sahil Jandarma kıtaları, bir de 8. ve 12. Kolordu karargâhları kalmıştı. Bu kuvvetlerde erlerin hepsi yerli, subayların çoğu da Arap idi. Ayrıca 1915 yılında Urfa ve Zeytun’daki Ermeni ayaklanmaları da 4. Ordu’nun mesuliyet sahasına giriyordu.(Erickson 2003:217;Erden 2003:87)
87
İkinci Kanal Harekâtı için Başkumandanlık Vekâletine von Falkenberg’in
yolladığı 11 Şubat 1915 tarihli raporun sonunda “Kanal hücûmu esas itibarıyla yalnız
Anadolu evlatlarından mürekkep muntazam Osmanlı kuvvetleri tarafından yapılacak
ve ancak o sayede muvaffakiyet mümkün olabilecek” denmekteydi. (Erden 2003:76)
Gerçekten de, bu yıllarda Osmanlı Ordusu’ndaki gayri Türk unsurlara karşı bir
güvensizlik doğmuştu. Nitekim 8 Şubat 1915 tarihinde Dahiliye Nezaretine yazılan bir
yazıda, Balkan Muhaberesi’nde Mısır Hilâl-ı Ahmer Reisi sıfatı ile Edirne’de bulunan
Mısırlı doktor Mustafa Mora Bey’in bazı makamlar üzerinde “hüsn-i tesîr” bırakmadığı
ve “kendisine sadık ve ifâ-i vazifeye yarar bir şahıs nazarıyla bakılamayacağı, gerek
polis müdüriyet-i umûmiyesi ve gerekse merkez kumandanlığının cümleten
tahkîkatından anlaşılmış” olduğundan, Mora Bey’in 4. Orduda askerî doktor olarak
hizmet talebinin uygun görülmediği bildirilmişti.1 (Ek 15) Osmanlı Ordusu’ndaki
Müslüman Arap unsurları, askerliğe, savaş şartlarına uyumlu addedilmemişlerdi.
Yaşanan tecrübeler de, bu birliklerin gerek savunma ve gerekse taarruzda verimli
olabilecek kapasitede olmadığını göstermişti. Bu sebeplerle, Arap birliklerinin daima
1/3 oranında Türk kıt’alarıyla desteklenmeleri gerekmekteydi.2 (Şahin 1997:34)
Ancak, 1915 yılı yazında 4. Ordu kuvvetlerinin bir çoğu diğer cephelere gönderildiği
için, kalan kuvvetlerdeki erlerin ekseriyeti yerli, buna karşılık subayların çoğu da
Arap’tı. Öyle ki, Suriye’de ordu karargâhında piyade ve süvari birlikleriyle bir Mevlevi
taburu ve Bulgaristan’ın Deliorman muhacirlerinin gönüllü bir piyade bölüğünden
başka Türk kuvveti kalmamıştı. (Erden 2003:87-88)
8 Şubat 1916 tarihinde, Başkumandan Vekîli Enver Paşa’dan 4. Orduya gelen
telgrafta, birliklerin teftîş edileceği haber verilmişti. Menzîl hatlarını ve menzîl
tesîslerini teftîş eden Enver Paşa, tatbîkâtlarda ve manevralarda da yer almıştı.
Enver Paşa için ‘Çanakkale galibi’ sıfatının vurgulandığı bu teftîş gezilerinin sonunda,
Medine’de hazret-i peygamberin mezarı da ziyaret edilmişti. Cemal Paşa, o sırada
Şam’da bulunan Şerif Faysal Bey’i (Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in üçüncü oğlu),
Mevlevî Alayı kumandanı Veled Çelebi’yi, Şam, Halep, Beyrut müftülerini, Şam
nakibü’leşrafını Medine ziyaretine katılmak üzere Amman’a davet etmişti. (Atay
1 BOA, DH KMS 30, 56, 1333.Ra.23 2 I. Dünya Savaşı’nda 4. Ordu’nun ateş hattında bulunan iki yüz elli bin askerinden sadece beş-altı bin askeri Arap asıllı idi. (BDHTH 1979:83)
88
1981:53-54;Erden 2003:219) (Ek 16) Bu ziyarette, Veled Çelebi’ye devlet
protokolünde yer verilmesi, Mevlevîlerin komuta kademesince tasvip edildiği ve
değer verildiğinin bir göstergesi olmakla birlikte, Çelebi’nin Mevlevî sikkesi ile resmî
geçitte yer almasının ahali üzerinde de müspet etki yaratacağı düşünülmüş olabilir.
23 Nisan 1916 tarihinde yapılan Katya baskını ile 300 dolayında İngiliz esir
alınmıştı 1916 yılının Nisan ayı sonlarında, muharebe tecrübesi olan, disiplinli
askerle sahip 3. Piyade Tümeni, Çanakkale Ordusunun ilk takviyeleri olarak Filistin’e
gelmişti. Aynı yılın Haziran ayında (Savaşın başlangıcında Osmanlı İmparatorluğu’na
bağlılıklarını belirtmiş olan.) Mekke Şerifi Hüseyin ve oğlu Faysal isyan etmiş ve
Mekke şehrini ele geçirmişlerdi (9 Temmuz 1916). 1916 yılının yazına doğru, İkinci
Kanal Seferi’nin hazırlıklarını tamamlayan 4. Ordu, bünyesindeki pek çok Alman
askeri ile birlikte tekrar kanala taarruz etmiş, fakat kuvvetlerinin yaklaşık %25’ini
kaybetmişti. İkinci Kanal Harekâtı 4 Ağustos 1916 sabahı, saat 05:15’te başlamıştı.
31. Piyade Alayı İngilizleri yerlerinde tespît etmek üzere ilerlerken, von Kress 32. ve
39. Piyade Alaylarını soldan İngilizlerin gerisine sürmüştü. Saat 14:00 sularında
İngilizler karşı taarruza geçerek, Osmanlı Ordusu’nun hücûmunu durdurmuşlardı.
Ertesi güne sarkan taarruz, İngilizlerin güçlü darbeleriyle tamamen durmuş ve 7
Ağustos günü durumun tahlilini yapan von Kress kuvvetlerini geri çekmeye
başlamıştı. Bilanço çok ağır (ölü ve yaralı bin civarındaydı) değildi. Ordunun lojistik
yetersizliğinin belirleyici olduğu harekâtın başarısızlığı sonucunda birlikler çekilmek
zorunda kalmış fakat, Almanya’nın planladığı gibi, İngiltere kanal güvenliği için
bölgeye büyük kuvvetler ayırmıştı. (Özkan 1985:1376;Erickson 2003:219)
1916 yılında Mısır’daki İngiliz İmparatorluk gücü önce Gelibolu tümenlerinin
geri dönüşü, sonra da bazı yedek süvari birliklerinin buraya getirilmesiyle ciddi
ölçüde artış gösterdi. İlerleyen İngiliz kuvveti karşısında Cemal Paşa, von Kress ile
görüşerek daha geride; Gazze ve Birrüssebi arasında bir savunma hattı oluşturmaya
karar verdi. Nihayet 1917 yılının ilkbaharında yeni savunma mevziilerinde
Kafkasya’dan 3. Süvari tümeni ve Trakya’dan da 16. Piyade tümeni ile desteklenen
89
Cemal Paşa’nın emrinde, Kudüs ve uzun kıyı hattını korumak için, 18.000 kişi vardı.1
1917 yılında, Mezopotamya ve Filistin’de Osmanlı Ordusu’nun askerî gücü; sayısal
bakımdan da, kaynaklar açısından da hasımlarının çok gerisinde olmasına rağmen,
Bağdat ve Kudüs gibi önemli merkezleri elden çıkarmış olmakla birlikte, başarılı
oyalama muharebeleri ve ordu düzenin bozulmamış olması durumun felâketle
sonuçlanmamasına sebep vermişti. (Erickson 2003:222-223)
1917 yılında, Bağdat’ı geri almak maksadı ile Alman Genelkurmay Başkanı
Falkenhayn emrinde bir Ordular Grubu Karargâhı, Almanya’dan getirtildi, bu kuvvete
Asya kolu denmişti. Falkenhayn, İngilizlerin Sina Cephesi’ni takviye etmeleri üzerine,
Sina Cephesi temîn edilmeden Bağdat’a taarruzun doğru olmayacağını ileri
sürmüştü. Bu konu üzerine yapılan müzâkerelerin uzaması yıldırım birliklerinin Sina
Cephesi’ne gönderilme kararını geciktirmişti. Suriye’deki birliklerde tekrar yapılan
düzenlemelerle, Filistin Cephesindeki Türk Kuvvetleri von Kress komutasında, 8.
Ordu adını almıştı. 7. Ordu ve Asya kolunun katılması ile oluşan, Yıldırım Ordular
Grubu’nun Filistin Cephesi’nden taarruz etmesine karar verilmişti. (Belen 1967:XIV9
Cemal Paşa ise, Yıldırım Orduları Grubu’nun oluşmasına prestij ve Bağdat
Seferi’nin gereksizliği gerekçesiyle karşı çıkarak tepki göstermişti. Enver Paşa,
aradaki gerginliği yumuşatmak ve Cemal Paşa’nın izzet-i nefsini kırmamak için
Alman Cepheleri’ni teftiş amaçlı Almanya’ya davetini sağlamıştı. Cemal Paşa,
Almanya dönüşü İstanbul’da iken, prestijini koruyacak çözüm de bulunmuştu. Bu
çözüm, 16 Eylül 1917 tarihinde 4. Ordu’nun lağvedilerek; Bahriye Nazırı Cemal
Paşa, Suriye-Filistin-Hicaz ve Yemen’deki kıtaların komutanlığını, Suriye ve Batı
Arabistan Genel Komutanlığı adı altında deruhte etmesiydi. (Şahin 1997:186)
1917 yılında tüm bu hadiseler sürerken, bir yandan da İngiliz finansmanı ve
desteği ile Arap İsyanları devam etmekteydi. Cemal Paşa’nın 4. Ordu’su, Filistin
1 1917 Mayıs’ında 4. Ordu, ikisi Gazze-Birüssebi hattında bulunan beş kolordu şeklinde örgütlenmişti. Toplam personel ve malzeme sayısı ise: 174.908 asker, 36.225 hayvan, 5351 deve, 145.840 tüfek, 187 makineli tüfek ve 282 toptan oluşuyordu. Temmuz ayında ise bu güç 151.742 tüfek, 354 makineli tüfek ve 330 topla, kaydedilen en üst seviyeye çıkmıştı. (Erickson 2003:225)
90
Cephesi’nin kontrolünü yitirdikten sonra, Suriye ve Batı Arabistan'ı eline aldı. Bu alan
kuzeyde Suriye’yi içine aldıktan sonra Ölü Deniz’in ve Şeria Irmağı’nın doğu kıyısına
ve nihayet güneyde Medine’ye ulaşıyordu. 4. Ordu karargâhı eski Şam kentiydi.
Cemal Paşa, 8. Kolordu karargâhını, 700 kilometreden fazla demiryolu boyunca
uzanıp yayılan korunmasıyla yükümlü kıldı. 12. Kolordu ise uzun Akdeniz kıyısı ve
Anadolu’dan Suriye’ye giden hayati ulaşım hatlarını korumakla görevliydi. 12.
Kolordu 43. Piyade tümenini Beyrut yakınlarına, 41. Piyade tümenini Antakya ve
İskenderun yakınlarına yerleştirdi. 44. Piyade Tümenini Osmaniye geçidini koruyor
ve 23. Piyade Tümeni de Adana ve Mersin’de bulunuyordu. (Erickson 2003:241-242)
1918 yılında Osmanlı ordusundaki tüm çabalara rağmen, İngilizlerin Şam’ı
almak hedefindeki hafiflemeyen baskısı artmıştı. Osmanlı Ordusu bu tehdidi bertaraf
edebilmek için elindeki muharip birliklerden bir kısmını kuzeye göndermiş ve şehrin
savunması için 24., 26. ve 53. Piyade tümenleri ile 3. Süvari Tümenini
görevlendirmişti. Fakat yorgun düşmüş bu kuvvetler Şam’ı tutamamışlar ve 1 Ekim
1918 tarihinde, Şam düşmüştü.1 8 Ekim günü Osmanlı Ordusu için durum çok
ümitsiz gözüküyordu; Yıldırım Ordular Grubu piyadesinin yanı sıra topçu parkının da
büyük bir bölümünü yitirmişti. İngilizlerin devam eden baskısı neticesinde, Yıldırım
Ordular Grubunun karargâhı Adana’ya çekildi (26 Ekim 1918) ve 30 Ekim tarihinde
yeni savunma bakanı Ahmet İzzet Paşa, Liman Paşa’yı İstanbul’a çağırıp Yıldırım
Ordular Komutanlığı’na Mustafa Kemal Paşa’yı tayîn etti. Görevi derhal devralan
Mustafa Kemal Paşa ise, stratejisini Anadolu’nun savunulması yönünde revize
etmişti. (Erickson 2003:272-273)
1 Osmanlı İmparatorluğu’nun mütareke arayışları Filistin ve Suriye’deki başarısızlıklar değildi. General Milne komutasındaki ordunun Trakya ve İstanbul’u tehdit edecek şekilde Bulgaristan’dki ilerlemesiydi. Trakya’daki kuvvetler, Filistin ve Kafkasya ve Mezopotamya’daki ihtiyaçlar doğrultusunda azalmış ve İstanbul savunmasız kalmıştı. İtilâf Devletlerinin Selanik köprübaşından çıkmaları, çözümü olmayan bir stratejik dırım yaratmıştı. 5 Ekim 1918 tarihinde Talat Paşa kabinesi bir mütareke olanağını araştırmaya karar vermişti. (Erickson 2003:275)
91
VII.II. 43. Tümene Bağlı Mevlâna Alayı
4. Ordu veya Şam havzasında görev yapmış şahıslar hakkındaki çalışmalar
veya bu insanlara ait hatırat, Mevlevî Alayları’nın faaliyetlerini hakkında -dolaylı da
olsa- bilgi içerebilirler. Nitekim Cihat Yıldırım’ın 1897 doğumlu ve bir başka gönüllü
olan Abdullah Kemâl hatıralarından yola çıkarak hazırladığı yüksek lisans tezindeki
bir bölüm, Şam’daki Mevlevî Taburu’nun kendilerine tesîs edilen tekkede, sevkıyat
halindeki askerlerin iaşe, barınma ve bilgilendirilmesi ile meşgul olduklarını
göstermektedir:
“Gümüş Liyakat Madalyası almış, Abdullah Kemâl hatıralarında
Şam’daki tekke’ye dair ‘...akşam sekizde (Şam-ı Şerif’e) vasıl olduk.
Arkadaşlar eşyaları istasyon anbarına teslim itdiler. Biz doğrudan
doğruya Şam’a gitdik. Orada Mevlevî İkinci Bölüğü’ne misafir olduk.
Gice tekkede kaldık. Tekke Hamidiye Çarşısı’nın içindedir.’, diye
yazıyor. Birkaç sayfa sonra da Şam’dan sevk emirini Mevlevî Mülazım-ı
Sanisi Arif Efendi’den aldığını belirtiyor.”
Şam Mevlevîhânesi’nin, 4. Ordu emrine seferber edilmesi oldukça mantıklıydı.
Zîrâ mevlevîhâne, gerek hac yolculuğunda, gerekse diğer seyahatlerde, Mevlevîler
için âstâne olan ve bir bakıma bu bölgedeki mevlevîhânelerin merkezi kabul edilen
Halep Mevlevîhânesi’nden sonraki en önemli dergâhlardan biriydi. (Küçük S.
2003:318) 4. Ordunun merkezinde yer alan tekke, böylesine büyük bir yoğunluğu
kaldıracak imkân ve tecrübeye sahipti.
Ali Fuad Erden hatıralarında, “Seferî kuvvetlere bağlı birlikler” içinde Mevlevî
taburu ve Kâdirî bölüğü olduğunu belirtmiştir. Şam’daki Mevlevî taburu ve Kadirî
bölüğü ve Mevlevî neyzen ve mutribânı (çalgıcılar) ve Mevlevî sıhhiye bölüğü de çöle
gitmek üzere 18 Aralık 1915’te Kudüs’e doğru hareket edeceklerdi. Ali Fuad Erden,
Birinci Kuvve-i Seferiye karmasının, Mevlevîler ve Kâdirîlerle birlikte, Anadolu
92
Türklerinden, Alman, Avusturyalı, Macar ve Lehler’den, Hicaz akıncılarından oluşan
‘cazip’ bir karma olduğunu yazmıştı. Ancak ‘Birinci Kuvve-i Seferiyye’ teriminin çok
da doğru bir ifade olmadığını ekleyen yazar, bu birimin Mısır Kuvay-ı Seferiyesi’nin
öncüsü olmadığını, ancak tüm ‘Kuvay-ı Seferiye’nin bu birimden ibaret olduğunu
yazmıştı. (Erden 2003:211-213)
Bu satırlardan da anlaşıldığı gibi, gönüllüler iki ayrı sınıfta değerlendirilmişti:
Öncelikle birliklerin moralini yüksek tutacak ve seferin ‘dinî’ yönünü vurgulayacak
mutribân birliği ve yine cephe gerisinde görev yapacak sıhhiye ekibi. Bu dağılım da,
eğitimleri sonrası gönüllülerin, kabiliyetleri doğrultusunda istihdâm edildiklerini
belirtmektedir.
Ali Fuad Erden 1916 yılının Nisan ayında idam hükmü yerine getirilmiş olan
Arap ihtilâlciler için kurulmuş sehpaların etrafındaki kalabalığı anlatırken, gördüğü
manzaranın en karakteristik özelliği olarak Mevlevîleri, resminin odağına
yerleştirmişti:
“Balkondan baktım: Büyük bir kalabalık; uslu, itaatli, hareketsiz
ve sessiz bir kalabalık. Bu kalabalığın ortasında bir alan. Bu alanda,
çepçevre ve yer yer sehpalarla asılı beyaz şeyler. Bunların etrafında
uzun külahlı, eski tüfekli askerler (bunlar gıra tüfekleriyle
silahlandırılmış Mevlevî taburu erleriydi ki, Şam garnizonunu
oluşturuyordu). Bu uzun külahlı, eski tüfekli askerler, bu, rengârenk
satıklı, kefiyeli, fesli, karmakarışık kıyafetteki halk, birkaç yüzyıl
öncesine ait bir manzara arzediyordu. Tarih ve çağlar içinde, geriye ve
uzaklara doğru bir sahne peyda oluvermişti: Abbasi halifelerinin son
günlerine ait bir sahne!” (Erden 2003:331)
Görülüyor ki; Şam’daki Mevlevîler 4. Ordu’nun hem güvenilen, hem de halk
üzerinde tesîri olan bir kıtâsı idi. Zaten, savaş ilerledikçe asker yokluğu çekmeye
93
başlayan 4. Ordu’da Türk asıllı birliklerin önemi artmaya başlamıştı. Cemal Paşa
“Toros’tan ta Medine’ye kadar geniş bir sahada, gerek iç güvenliğin korunması ve
gerek herhangi bir düşman çıkarmasına karşı memleketin savunması için” elinde iki
Arap fırkası ile, gönüllü Mevlevî Taburu dışında güç olmadığını belirtmişti. (Cemal
2001:273) 4. Ordu, 1917 yılının ilk ayında, 12. Kolordu ve diğer birliklerin takviyesi ve
kadro eksikliğinin tamamlanması için 10.000 Türk asıllı ikmâl eri istemiş ve partiler
halinde ancak 6.000 asker sevkedilebilmişti. (BDHTH 1979:483)
Nitekim, 4. Orduya bağlı 8. Kolordunun, Cebel-i Lübnan’daki 43. Tümeninin de
ortalama tabur mevcudu 670 erdi ve hepsi Beyrut bölgesi Arapları’ndandı. 26
Haziran 1916 tarihinde, Suriye’de teşkîl edilen 43. Tümene, aynı yılın sonlarında alay
olarak verilen Mevlevî Alayı’nın (Kadirî Taburu dahil) ise 2/3’ü Türk, 1/3’ü Arap’tı.
(BDHTH 1979:484) 6 Ekim 1918 tarihinde son bulunduğu yer olan, Kilis’te lağv
edilen tümene ait harp cerîdeleri Mevlevî Alayı hakkındaki resmî bilgileri ihtiva
etmektedir. ATASE arşivindeki bu defterler 4. Ordu, VIII. Kolordu, 43. Tümen,
Mevlâna Alayı, I. Tabur ve II. Tabur Komutanlığı veya Müşavirliği başlıklarında
toplanmış olup, Mevlânâ Alayı ismini taşısa da, belirtildiği gibi,sadece gönüllülerden
müteşekkîl birimler değillerdi.
Mevlanâ Alayı I. Taburu için yaklaşık üç aylık bir harp cerîdesi bulunmakta
iken, II. Tabur içinse yaklaşık on iki aylık, dört ayrı defter tutulmuştu. Mevlanâ Alayı
Müşavirliği başlığındaki üç defterden birisi on bir aylık bir süreyi kayıt altına
almışken, diğer iki defter ise, daha belirtilen süreyi özetleyen raporlar niteliğinde
kaleme alınmıştı. Bir çizelge şeklinde hazırlanmış defterlerin sayfaları açıldığı
zaman, sağ tarafta kalan yaprakları, günlük faaliyetlerin tarih ve vasfının kaydedildiği
bölümü (Ek 17), sol tarafı ise birliklerin mevkiî, erzak, cephane ve askerlerin durumu
gibi notların kaydedildiği (Ek 17a) bölümü oluşturmaktaydı. Bu çizelgenin üstünde
uzun açıklamalar olabildiği gibi, kimi zaman açıklamaların ayrı bir kağıda yazılıp
gerekli yere yapıştırıldığı da olmuştu. Defterler umûmiyetle üç aylık dönemin
bilgilerini içermekte ve son sayfada “Mutaalât” başlığı ile kaydedilen dönem hakkında
kısa bir özet verilmekteydi. (Ek 18) Görevli subayların tutukları notlar, umûmiyetle
askerî terminoloji ve faaliyetler çerçevesinde sınıflandırılabilecek seviyede benzerlik
94
%
taşımakta idi. Ancak kimi ifade farklılıkları ve günlük kayıtları tutmadaki titizlik, harp
cerîdeleri üzerinden elde edilecek matematiksel verilerin ihtiyatla ve her defterin
kendi dönemi ve kendi içinde değerlendirmesini gerektirmektedir.1
Mevlevî Alayı II. Taburuna ait ilk defter yaklaşık bir buçuk aylık bir dönemin
seyrini gösteren ve en erken olan cerîdedir. 16 Ağustos 1917 tarihi ile başlayan
defterde, rutin kışla hayatını gösteren ilk kayıt 18 Ekim 1917 tarihinde başlamaktadır.
Periyodik olarak, talîm, temizlik, silah ve teçhizatın bakımı, teftîş ve hayvanların
kontrolünün yapıldığı görülen defterde, tatbîkat senaryoları da yazılmıştır. 19 ve 20
Eylül günlerinde Zahle’deki yol inşaatına elli asker yollayan taburun, rutinin dışına
çıkan bir başka günü de bayram öncesi temizlik ve onu izleyen iki gün “merasîm-i
îdıyye”de bulunulmasıdır. Aynı ayın sonunda otuz üç asker de Hicâz muhafazasında
istihdâm edilmek üzere yola çıkarılmıştır. 2
Mevlevî Alayı II. Taburunun bu harp cerîdesindeki faaliyetlerini başlıklar
halinde sınıflandırırsak, ortaya çıkan tablo aşağıdaki gibidir:
0102030405060708090
100
TA
LÎM
TE
MİZ
LİK
BA
KIM
TA
TB
ÎKA
T
MU
HA
FIZ
LIK
NA
KLİ
YE
İNŞ
AA
T
KA
YIT
SIZ
DİĞ
ER
43. Tümen Mevlanâ Alayı II. Taburu (16 Ağustos 1917 - 30 Eylül 1917)
1 Harp Cerîdelerinden, Mevlevî Alayı II. Taburuna ait defterlerden hiç birinde “şâyân bir vukuat olmadığı” yönünde bir açıklama yoktur; ‘talîm, temizlik veya bakım’ diyebileceğimiz faaliyetler tek tek belirtilmiştir. Ancak, Mevlevî Alayı Müşavirliği başlığı altında tutulan harp cerîdesinde en çok yapılan açıklama, “şayan-ı kayd” bir vukuatın olmadığı yönündedir. Bu sebeple 1917 yılında tutulan II. Tabura ait defterlerle Müşavirliğe ait defterleri mukayese ederken, doğrudan başlıkları karşılaştırmak geçekçi sonuçlar vermeyebilr. 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-1)155, F:1-9
95
%
Umûmiyetle, haftanın beş günü “endaht, mübareze, müselles teşkîli” gibi
talîmler yapan tabur, bir gün “teharet ve nezafetle” ilgilenmekte, bir gün de tüfekçi
ustası ve tabur doktoru tarafından yapılan “eslah ve teçhizat yoklaması, bit
muayenesi”na tabî olmaktadır.
Mevlevî Alayı II. Tabura ait ikinci defter, aynı minvâlde fakat daha düzenli
tutulmuştur ve kayıt edilmemiş gün sayısı oldukça azdır. Sahil muhafızlığında
bulunan Mevlevî taburlarının faal olarak görev aldıklarının belirtildiği cerîdede,
askerlerin hareket tarzı da açıklanmıştır.1 Sevkıyât, muhafaza görevleri de alan
taburun, görev etaplarını açıklayan bir başka notta Şam’dan alınacak tüfeklerin
Kâdirî Taburu’ndan temîn edileceğinden bahsedilmektedir.2 Bu deftere ait tablo da şu
şekildedir:
0102030405060708090
100
TA
LÎM
TE
MİZ
LİK
BA
KIM
TA
TB
ÎKA
T
MU
HA
FIZ
LIK
NA
KLİ
YE
İNŞ
AA
T
KA
YIT
SIZ
DİĞ
ER
43. Tümen Mevlanâ Alayı II. Taburu (01 Ekim 1917 - 31 Aralık 1917)
Tablodan da anlaşıldığı gibi, Ağustos 1918 tarihinden Aralık ayına kadar,
taburun günlük yaşayışında dikkat çekecek bir farklılık yoktur. Tablolar arasındaki en
büyük değişiklik, kaydı tutulmamış günlerinden kaynaklanmaktadır. Ekim ve Aralık
1 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-2)155, F:1-8 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-2)155, F:1-14
96
aylarını içeren defterin sonunda, 43. Fırka II. Mevlevî Taburu kumandanı Mehmed
Emin1 yazdığı “Mütalaât” yazısında, II. Tabura ait askerî hayat etraflıca özetlenmiştir:
“Mütalaât
Aliye, 13.12.33
1. Bugüne kadar efradın sıhhatine umûmiyet itibarıyla şüpheli vuku’at
görülmemiştir.
2. Havaların pek fazla soğuk ve yağmurlu olması itibarıyla talîm ve
terbiye ve tedrîsat koğuşlarında yapılıyordu. Ancak birkaç defa arazi
tatbîkatına gidebilindi.
3. İaşe iyi derecede idi. Fırka iaşesini Riyak’tan temin etmesi ve
vesait-i nakliyenin yalnız trene bırakılması ve şu sırada pek fazla
olması yüzünden fırka erzakına lüzûmu kadar vagonun tahsîsi pek
müşkül olduğuna nazaran, kaloriyi teşkil edecek kuru sebze
bulunamadığından pekmez ve üzümle telafî ediliyordu.
4. Hayvanâta arpa vermek müşkil bir hal aldı. Arpanın fıkdânı
yüzünden bi’lmecburiye [kerresine] denilen [burçak] verildi. Bazen
[darı - mısır buğday] verilmişse de, bu yönde hayvanâtı ikmâl
edememesi, samanın Riyak havalisinden Seydâsûr(?)
mıntıkasından hayvanâtı pek kuvvetten düşürmeye muvaffak
olmuştur.
Sabunsuzluk yüzünden çamaşır o kadar iyi bir halde
yıkanamadıysa da sık sık teharet ve nezafetle itina edilerek imsâk-ı
saireye meydan verilmemiştir. Ve harîcden sabun mübayaasıyla
ihtiyaç temîn ediyordu. Haftada iki defa.
5. Ders-i endaht ve bomba talîmleri yapılmıştır.
1 Mevlevî Taburu’ndaki Samsun Mevlevîhânesi Postnişîninin adı da Mehmed Emin’dir. Ancak Mevlevî şeyhinin tabur komutanı olduğunu destekleyecek başka bir bilgi de yoktur.
97
6. Taburun bir bölüğü, ____ müfreze ve bölükler mevcudunun azlığı ve
fırka merkezini teşkil eden Aliye’de hidemat-ı dahiliyenin fazlalılığı
itibarıyla efrad biraz fazla yorulmaya mecbur olmuştu.
43 Fırka 2 Mevlevi Taburu Kumandanı,
Mehmed Emin”1 (Ek 18)
1 Ocak tarihi ile başlayan harp cerîdesinin başlığında, 31 Mart 1918 tarihine
kadar olan bir dönemi kapsadığı belirtilmişse de bu defterdeki en son kayıt, 24 Ocak
günü yazılmıştır. Bu yazıda, “Mevlevî Taburu nâmına vürûd” edecek dört makineli
tüfeğin Riyak’a vardığı ve dolayısı ile nakliyesi için gereken mevzuattan ve nakliye
için muhafızların görevlendirilmesi konusunda Mevlevî Alayı Müşavirliğine bilgi
verildiğinden bahsedilmektedir. Tabur komutanı Mehmet Emin bahsi geçen tüfeklerle
8. Makineli Bölüğünü teşkîl edileceğini de aynı sayfaya yazmıştır.2
Bu defterin “Mütalaât” kısmı bir önceki dönemden daha kısa ve benzerdir.
Fakat bu dönemin bir öncekine nazaran en büyük farklılığı, kışın gelişi ile insan ve
hayvan iaşesinin “pek müşkilât kesb ettiği”, fiyatların çok arttığı ve gerekli kalorinin,
beslenmenin sağlanamadığı yönünde yazılanlardır3.
II. Tabura ait son defter 1 Nisan 1918 ile 31 Haziran 1918 tarihleri arasında
tutulmuştur. 5 Mayıs’a kadar Aliye Konaklarda ikâmet eden tabur, daha sonra Beyrut
Konaklarına geçmiştir. Bu üç aylık döneme ait kayıtlar oldukça düzgün olup, sadece
yedi gün atlanmıştır. Talîm, temizlik ve bakım gibi rutin işlerin yanısıra, siper hazırlığı,
tahkîmât, yol inşaatı, nakliye ve muhafızlık gibi görevlerin de yoğunlaştığı bu dönem,
havaların düzelmeye ve ordunun da gerilemeye başladığı aylardır. Bu döneme dair
oldukça kısa olan “Mütalaât”ta, diğerleri gibi, şüphe verici bir hastalığın yaşanmadığı,
fakat yetersiz beslenmeden dolayı, hayvanlar da ve insanlarda zafiyet doğduğu
1 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-2)155, F:1-15 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-3)155, F:1-6 3 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-3)155, F:1-14
98
%
belirtilmektedir. Havaların düzelmesi ile birlikte, talîm, atış gibi faaliyetlerin de
dışarıda yapılabildiği yazılmıştır.1 Bu dönemdeki rutin dışı faaliyetler sadece lojistik
amaçlı da değildir; 26 Nisan 1918 günü, padişahın tahta geçişine dair bir merasim de
(dokuz saat önceden) yapılmıştır.2 6 Mayıs 1918 tarihinde Erkân-ı Harbiye Reisi
tarafından teftîş edilen bölükler3, yaklaşık iki hafta sonra da Cemal Paşa tarafından
teftîş edilmiş (22 Mayıs) ve Cemal Paşa “-Teşekkür ederim, çiçek gibi. Tabiriyle
taburu takdîr buyurmuşlardır.”4 Bu döneme ait bir farklı bir faaliyet de, Haziran
başında vuk’u bulan “İzahat Müsabakası”dır. “Bölükler zabitânı ve iyi izahat eden
efrad”ın katılması düşünülen müsabaka, kötü hava koşulları sebebi ile 1 Haziran
günü yapılamadıysa da, ertesi gün yapılmıştır.5 24 Haziran’da aşı olan bölüklere
istirahat izni verilmiştir. Bu cerîdedeki faaliyetlerin dökümü yapıldığı zaman “Diğer”
başlığı altında toplananlar; “izahat müsabakaları”, aşı sonrası verilen dinlenme ve
padişahın tahta çıkışını kutlamak gibi hadislerdir. II. Tabura ait dört cerîde içinde
“Diğer” yüzdesinin en fazla olduğu bu defterde dahi “Talîm”, “Temizlik” ve “Bakım”
yüzdeleri çok daha baskındır.
0
10
20
30
40
50
60
70
80
90
100
TA
LÎM
TE
MİZ
LİK
BA
KIM
TA
TB
ÎKA
T
MU
HA
FIZ
LIK
NA
KLİ
YE
İNŞ
AA
T
KA
YIT
SIZ
DİĞ
ER
43. Tümen Mevlanâ Alayı II. Taburu (01 Nisan 1918 - 30 Haziran 1918)
1 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-4)155, F:1-29 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-4)155, F:1-8 3 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-4)155, F:1-12 4 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-4)155, F:1-16 5 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-4)155, F:1-19
99
II. Tabura ait defterler ve mütalaât incelendiğinde iki husus oldukça göze
çarpar: İlk özelik, ordunun talîm, temizlik ve bakım dönüşümlü bir programı devam
ettirme gayretidir. Modern ordunun disiplin anlayışı ile şekillenen ve askere bu hayat
tarzının mesuliyetini yükleyen mantık, diğer özellikle de bağlantılıdır. İaşelerde kalori
hesabı, “izahat müsabakası” ve aşı sonrası istirahate dikkat eden ordunun askerlere
olan yaklaşımı, en az kendi talep ettiği kadar moderndir.
Mevlanâ Alayı I. Taburu’na ait tek cerîde ise, 29 Eylül 1917 ve 31 Aralık 1917
tarihleri arasında tutulmuştur. Zahle ve Riyak Kışlalarında eğitilen I. Tabur, II. Tabura
nazaran, daha fazla muhafızlık ve nakliye görevleri almıştır. Ayrıca bu defterde
“Şayan nazır bir vakıa olmamıştır” kalıbında bir ifade de yer almaktadır. Tablolarda
“Rutin” başlığında gösterilen bu günlerin, boş geçirilmediği muhakkaktır. Zîrâ “Şayan
bir vuku’at olmadığı tabur talîmiyle iştigal edilmiştir.” şeklindeki açıklama da
göstermektedir ki, bölüklerin takîp ettikleri bir kışla düzeni vardır. Kışlanın içindeki ve
civardaki inşaat işleri görevlendirilen askerler ihtiyaca ve talebe göre birlikler halinde
görevlendirilmişlerdir. Suriye Vilayeti Kumandanlığı Telgraf Müfettişliği emrine otuz
asker gönderilmiş ve bu askerler telgraf tahsîsinde istihdam edilmişlerdir.1 43. Tümen
26 Kasım 1917 tarihinde, üç subay ve yüz dört askerin sevki talebinde bulunmuş,
birlik 28 Kasım’da yola çıkmıştır. Birliğin ayrılmasından hemen iki gün sonra Zahle
“nekahethânesi”ne varan yüz elli beş askerin “istirahatı temîn” edilmiştir.2 Daha önce
de belirtildiği gibi, 4. Ordunun lojistik desteği, nakliye hatları zayıf durumda idi. Cemal
Paşa, göreve geldiği andan itibâren, bu zorluğun üstesinden gelmek için şiddetli ve
kimi zaman acımasız3 bir gayret sarfetmişti. Mevlevî gönüllülerinin 4. Ordu’nun bu
zafiyetini gidermek yolunda görevlendirildikleri, harp cerîdelerinde açıkça
görülmektedir. İnşaat, nakliye, muhafızlık gibi görevler üstlenen gönüllüler,
kışlalarında da sevkıyat halindeki askerlerin iaşe, istirahat ve bakımları ile de
ilgilenmekteydiler. Kolordu emri ile Riyak’a hareket eden tabur, burada çadırlarda
kalmış ve 18 Aralık tarihinden itibaren, Riyak’daki nokta kumandanlığı emrinde çok
yoğun bir şekilde cephane muhafızlığı ve vagon tahliyesi için çalışmıştır. Aşağı
1 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329(H-1), A:7-7460, D:329(H-1), F:1-10 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329(H-1), A:7-7460, D:329(H-1), F:1-11 3 Yol inşaatlarında çalışan mühendisleri, motive etmek için ‘idam cezası’ ile tehdit ettiği anlatılmaktadır. (Erden 2003:113-114)
100
%
tabloda görülen, “Muhafızlık” ve “Nakliye” başlıklarındaki değerler bu iki haftalık
yoğun çalışmanın sonucudur.
0
10
20
30
40
50
60
70
80
90
100
TA
LÎM
TE
MİZ
LİK
BA
KIM
TA
TB
ÎKA
T
MU
HA
FIZ
LIK
NA
KLİ
YE
İNŞ
AA
T
KA
YIT
SIZ
DİĞ
ER
RU
TİN
43. Tümen Mevlanâ Alayı I. Taburu (29 Eylül 1917 - 31 Aralık 1917)
Mevlevî Alayı Müşavirliğine ait defter yaklaşık on aylık bir dönemin kayıtlarını
içermekle birlikte, bu notların yaklaşık %36’sı “vuku’at yoktur” açıklamasından
ibarettir. Ancak “43. Fırka Kumandanlığı, Erkân-ı Harp” Halid’in ilk sayfalarda Mevlevî
Alayı Taburlarına dair verdiği bilgiler dikkat çekicidir. 14 Şubat 1917 tarihinde
yazılmış notta “Mevlevî Alayı nâmı tahtında Humus’dan gelen Mevlevî Taburun’nun”
138. Alay ve III. Tabur’la alay teşkîlinin kolordu kumandanlığının 1 Şubat 1917 tarihli
emirleri gereğince olduğu belirtilmekte ve Mevlevî Alayı I. Taburunun o an için
Şam’da kalmasının uygun görüldüğü eklenmektedir. Ertesi güne ait notta ise,
Zahle’de bulunan Mevlevî II. Taburunun iltihâkıyla teşkîl edilen alayın I. Taburunun 4.
Bölüğünün Halep’le Islahiye arasında Here Dere Köprüsünü muhafızlığında ve II.
Taburun 8. Bölüğünün de Tartus’ta sahil muhafızlığı ile görevlendirildiği
belirtilmektedir.1 Müşavirliğe ait bu defterde, on iki gün için tek satırlık bir açıklama
yapılırken, görev tarifleri etraflıca rapor edilmiştir. 27, 28 Şubat 1917 tarihinde, 43.
Tümen’den gelen şifreli bir telefonda, düşmanın Beyrut Limanı’na yaklaşmakta
olduğu ve “Beyrut sahiline ihrac-ı hareketin vuku’a geleceği tahakkuk edildiğinden,
1 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329(H-1), A:7-7460, D:329(H-1), F:1-1
101
%
alayın iki taburuyla hemen hareket etmesi”nin bildirildiği ve buna karşılık, “der-akab
içtima mahalinde” toplanıldığı ve hareket edildiği kaydedilmektedir.1 43. Tümenin
verdiği emirlerin dikkatlice kaydedildiği cerîde de, bölük teşkîlleri, sevkıyat ilgili
bilgiler ve askerlerin lojistik destek kıt’alarındaki görevleri tarif edilmiştir. Bu tariflerde,
işin tarihi, yeri, gerekli asker sayısı ve işin vasfını genellikle kaydedilmiştir. Bu kayıtlar
da göstermektedir ki; gönüllüler bölüklere ayrılmış ve ihtiyaca göre farklı kıt’alarda
istihdam edilmişlerdir.
0
10
20
30
40
50
60
70
80
90
100
TA
LÎM
TE
MİZ
LİK
BA
KIM
TA
TB
ÎKA
T
MU
HA
FIZ
LIK
NA
KLİ
YE
İNŞ
AA
T
KA
YIT
SIZ
DİĞ
ER
RU
TİN
43. Tümen Mevlanâ Müşâvirliği (14 Şubat 1917 - 31 Aralık 1917)
Mevlanâ Alayı Müşavirliğine ait bir başka defter ise, “Mevlevî Alayı’nın
kuruluşu ve Zahle, Aliye bölgesindeki safahâtı” gösteren cerîdedir. 1917 yılının Aralık
ayında kaleme alınmış olan kısım şöyledir:
“333 Kanûn-ı evvel, Zahle
Aliye’de bulunan 43. Fırkaya mensup Mevlevî Alayı’nın merkezi
Zahle’de bulunuyor idi.
1 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329(H-1), A:7-7460, D:329(H-1), F:1-2
102
Bu alay, iki taburla, bir makineli tüfenk bölüğünden ibaret iken,
vürûdumdan evvel makineli tüfenk bölüğü Maân cihetine sevk
olunduğundan, alay ve birinci tabur merkezleri Mezec’de(?), ikinci tabur
Aliye’de bulunuyordu. Birinci taburun bir bölüğü Riyak istasyonunda
hem muhafız ve hem de ihtiyacı tahmil vazifesinde istihdam
olunuyordu. İkinci taburun bir bölüğü de Ba’albek civarında hat
muhafazasında bulunuyordu. Birinci tabur talim ve terbiye ile iştigal ve
ara sıra takip iştigaliyle me’mur ediliyordu.”1
Bu raporda, Mevlevî Alayı’ndaki askerlerin bildiğimiz görevleri dışında, kimi
zaman asayişi temîn amacı ile, takîp görevi de aldıkları belirtilmiştir. Aynı defterde,
asayişle ilgili bu göreve ait daha teferruatlı bir açıklama da yer almaktadır:
“334 Mayıs, Aliye
334 senesi Mayısı’nda fırkanın da emriyle Zahle’de bulunan alay
merkeziyle birinci tabur, Aliye’ye ve Aliye’de bulunan ikinci tabur da
Beyrut’a(?) yerleştirildiler ve Ba’albek’te bulunan bölükle Riyak’ta
bulunan bölük taburlarına iltihak eylediler. Bu esnada birinci taburdan,
ikinci bölüğe karîb bir kuvvet Ba’albek civarında şakî-i meşhur Kasım
Melleah’ın(?) takîbe me’muren gönderildi. Taburlara birer makineli
tüfenkle ve alaya keza bir makineli tüfenk bölüğü ile ilâve edilmişti...
...Yeni teşkîl edilen alayın makineli tüfenk bölüğü fırka emriyle
Trablusşam Muhafaza Kumandanlığı emrine ve Birinci Taburun
makineli tüfenk bölüğünden iki takımı dahi Kasım Mellah’ın takîbiyle
me’mur müfrezeye iltihâk edildi...”2
1 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329(H-2), A:7-7460, D:329(H-1), F:1-1 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329(H-2), A:7-7460, D:329(H-1), F:1-1
103
43. Tümen Mevlâna Alayı Müşavirliği’ne ait son defter ise, 1918 yılının
Ağustos ve Ekim ayları içindeki “safahâtı” gösteren rapordur. Bu cerîdede, “çekilme
ve Arap istiklâli ve hükûmetinin ilânı” anlatılmıştır. 06 Ekim 1918 tarihli yazı, Mevlevî
Alayı’nın çekiliş halinde teşkîlatını nasıl muhafaza ettiğini anlatmaktadır. Eylül
sonlarına doğru, 43. Tümenin emri ile, eğitim halindeki taburlarla diğer birlikler
Ba’albek takîb müfrezesine iltihak edip, alay merkezi olan Aliye’ye hareket
ettirilmişlerdi. Binbaşı Mustafa ve Erkân-ı Harp Bahaeddîn Bey’in idaresinde Aliye’de
toplanan birlikler, burada asayişi sağlayacak tedbirler almakla birlikte, çekilmek için
43. Tümen’den emir beklemekte idiler. Binbaşı Mustafa’nın “mesmuatına nazaran”,
daha sonra 43. Tümene katılan Bahaeddîn Bey, Ba’albek ve Humus civarında geri
çekilirken intihar eylemişti.1
Aynı raporun, “Arap istiklâlli”ne ait bölümü , “334 Teşrîn-i evvelde Aliye’de
hükûmet-i Arabiyye ilân-ı istiklâl eyledi ve binlerce muhsin ahâlî nümayişler icra’
eyledi.” diye başlamaktadır. Aynı gün, çekilme konusunda görüş bildirmesi için fırka
kumandanlığıyla telefonda görüşülmüş, fakat kumandanlık fırka eşyalarının sevki
sağlanana kadar kalınmasını emretmiştir. Bahsi geçen eşyanın nakliye için gerekli
vasıtanın bulunmadığı arzedilmiş, fakat fırka demiryoluyla nakliyenin
gerçekleşmesini emretmiştir. Demiryollu güvenliğinin olmadığı ve trenlerin hareket
etmediği tekrar bildirilmiş ve lüzûmlu eşyaların develer üstünde taşınabileceği ve
Aliye’deki askerlerin de fırka kumandanlığına katılmak yönündeki talebi bildirilmiştir.
Fırka ile yapılan bu görüşmeler ve Aliye’de nakliyeyi yapacak askerin azlığı, önemli
bir gecikmeye sebep vermiş ve “mevcûd olan zabitân ve efradın esaretine sebep
olmuştur.”2
Harp Cerîdelerine genel bir bakış, Mevlevî Alayı’nın 4. Ordu içindeki, askerî
faaliyetleri hakkında oldukça bilgi vericidir. Devamlı surette eğitimle iştigal eden
birlikler, esas olarak, lojistik ihtiyaca cevap verecek insan gücünü barındırmaktaydı.
Alayın birlikleri sabit olmayıp, Zahle, Ba’albek, Riyak ve Aliye civarlarında muhafızlık,
nakliye ve inşa işleri ile uğraştıkları gibi, bulundukları bölgenin asayişinden de
1 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329(H-3), A:7-7460, D:329(H-3), F:1-1 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329(H-3), A:7-7460, D:329(H-3), F:1-1
104
sorumlu olmuşlardı. Gönüllü fikrine karşı son derece ihtiyatlı olan Cemal Paşa’nın
bile teveccühünü kazanan Mevlevî Alayı’nın, Osmanlı Ordusu’nun I. Dünya Savaşı
esnasında uygulamak istediği disiplin ve standartları tatbîk ettiği görülmektedir.
Savaş ve bulundukları coğrafî koşullar göz önüne alındığında, ön cephelerdeki
askerle nazaran çok daha iyi şartlar içinde olan gönüllülerde, kış mevsiminde
yaşanan beslenme sorunları dışında, başka önemli bir hastalık görülmemişti.1 Harp
cerîdelerinin kayıt ettiği dönem boyunca, askerî kuralların dışına çıkmamış olan
gönüllülerin, çekilme sırasında yaşanan karışıklık içinde dahi düzenli bir ordunun
gereklerini yerine getirdiği görülmektedir. Cerîdelerde, gönüllülerin askerî faaliyetleri
dışında herhangi bir konu yer almamaktadır. Harp Mecmuası’ndaki, Rifaî tarîkatının
“burhan” göstermesi gibi tarîkat merasimlerinin, gönüllü birliklerinin resmî
faaliyetlerinin dışında tutulduğu varsayılabilinir. Cerîdelerde, askerlerin derviş kimliği
hiçbir şekilde ihsas edilmezken, ordu içindeki dinî hizmetlerin tabur imamları ve alay
müftüleri vasıtası ile birlikte yapılan tören ve ibadetlerle sağlandığı bilinmektedir.
(BDHTH 1979:688) Bu bilgiler göstermektedir ki; Mevlevî Alayı’nın 4. Ordu içindeki
tüm faaliyetleri komuta kademesinin çizdiği çerçevenin içindedir ve bu çerçeve
herhangi bir gönüllüden taleb ettiğinden daha fazlasını da talep etmemektedir.
1 Abdülbâki Gölpınarlı’nın aktardığı gibi, gönüllülerden bir kısmı hastalanıp ölmüşse de (1983:178), bu kayıpların sebebi tüm birliği etkisine alan salgınlar veya çarpışmalar değildi.
105
V. SONUÇ
Fazlur Rahman, ‘cihad-ı sagîr’ ve ‘fetih’ kavramlarını son derece isabetli bir
şekilde açıklamaktadır: “Kılıçla yayılan İslâm dini değildir. Kur’an’ın emrettiği Allah’ın
düzenini yeryüzünde tesis edebilmek için İslâm’ın ‘siyâsî alanları’ kılıçla
genişletilmiştir.” (Rahman 2000a:11) Dikkat çekilen espri İslâmiyet ile İslâm dinine
mensup olanların takîp ettikleri politikaların aynı olmadığını, vâzıh bir şekilde ortaya
koymaktadır. Bu ayrılığın farkında olmak, din ve tarih çalışmalarında yapılacak
yorumlar için, nîrengî noktasını teşkîl etmelidir.
İslâm tarihinde, “cihad” başlığı altında vuku’ bulmuş bir çok savaş, bahsedilen
siyasî kaygılarla gerçekleştirilmiştir. Bu noktada, savaşlara cihad niteliği kazandıran
unsurlarla beraber, siyasî sonuçlara da dikkat etmek gerekir. Şüphe yok ki; bu
değerlendirmeler, “cihad”ın gerçekliği üzerine kesin veya ölçülebilir bir sonuca
ulaşmak niyeti ile değil, fakat sosyal yapıyı tanımlayabilmek amacıyla için ortaya
konmalıdır.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında teşekkül etmiş tarîkat alayları da,
“cihad” kavramı etrafında o dönemin sosyal yapısındaki önemli bir değişikliği
göstermektedir. Zîrâ, XVIII. ve XIX. yüzyıl İslâm dünyası, sömürgeciliğe karşı
direnişini “cihad” fikri etrafında oluştururken, Osmanlı İmparatorluğu ise
“modernleşerek” Batı’nın karşısında durabileceğine inanmıştı. İmparatorluktaki bu
farklılık tabiî ki, siyasî, tarihî ve kültürel geçmişinin beraberinde getirdiği bir birikimin
tezahürü idi. Bu birikim imparatorluktaki, geleneksel müesseseleri de etkilemiş,
tarîkatlar da aynı şuurla hareket etmişlerdi.
Osmanlı Devletinin kuruluş aşamasında “Kolonizatör Dervişler” diye
tanımlanan zümreler ile Mevlevi Alayları arasında bir bağ kurarken de tarihî birikimi
göze alarak, temkinli olmak lâzımdır. Zîrâ tarih boyunca “cihad”, tüm Müslüman
toplumlarda ‘siyâsî alanın’ genişletilmesi yönünde belirleyici bir faktör olmuştur. Daha
106
önce de belirtildiği gibi, bu faktörün ardındaki unsurları belirlemeye çalışmak ise,
sosyal yapıyı çok daha doğru bir şekilde ortaya çıkarabilecektir.
Kolonizatör Dervişler, Osmanlı siyasî yapısının tam olarak te’sis etmediği bir
dönemde fetih hareketlerine katılmışlardır. Bu dervişlerin “cihad” hareketlerini
besleyen sosyal faktörler üç grup altında incelenebilir:
Öncelikle bu dervişlerin, mensup oldukları cemaatlerin sadece dinî değil siyasî
liderleri olduklarına dikkat edilmelidir. Aşiret yapısının hâkim olduğu bu dönemde,
iskân sorununu çözecek merci’, yine aşiretin kendisidir. Daha doğru bir ifade ile, XIV.
yüzyıl Anadolu coğrafyasında fütûhât, yurt edinebilmenin en geçerli yollarından biridir.
Kuruluş döneminde dervişlerin fetih hareketlerinin, Osmanlı hedefleri ile örtüşmesi ise
her iki taraf için de avantajlı bir durum yaratmıştır.
İkinci önemli nokta, bu dervişlerin muharip orduya lojistik destek sağlayacak
birimler olmalarıdır. Bizans-Selçuklu sınırlarındaki “uc” cemiyet ve kültürü, merkezin
sınırlarla rabıtasını kurmuş tekkeler (veya ‘ribatlar’) merkezî iktidarın siyasî uzantıları
haline dönüşmüşlerdir. Tekkelerin birbirleri ile olan bağlantıları ve verdikleri hizmetler
ise devletin bazı sosyal fonksiyonlarını da yerine getirmiştir.
Kolonizatör Dervişlerin en önemli fonksiyonlarından bir diğeri ise, asimilâsyon
faaliyetleridir. Şamanist gelenekle, İslâmî yapıyı sahip oldukları ‘karizma’ ile
harmanlayan dervişler, bulundukları bölgede İslâmiyet’in yayılmasında büyük rol
oynamışlardır. Unutmamak gerekir ki, modern anlamda milliyetçiliğin var olmadığı bu
dönemde, dervişlerin İslâmiyet’i yaymaları, bulundukları bölgeyi Türkleştirmeleri
demektir.
Mevlevî Alaylarını, bu faktörler çerçevesinde, Kolonizatör Dervişlerle
mukayese ettiğimizde, bazı dikkat çeken noktalarla karşılaşmaktayız. Ancak,
107
aralarında yaklaşık altı yüz yıllık bir zaman farkı olan iki oluşumu anakronizme
saplanmadan mukayese etmek oldukça zordur. Bu sebeple, yapılan mukayese
‘benzerlik’ veya ‘farklılık’ arayışından ziyâde, ‘sebepler’ üzerine yoğunlaşmalıdır:
İlk olarak, değişen ve merkezîleşen siyâsî yapı içinde Mevlevî Alayı’ndaki
şeyhlerin herhangi bir siyâsî hâkimiyetinden söz edilemez. Şeyhin dinî otoritesi, aşiret
reisi gibi ‘siyasî iradeyi’ de kapsamamaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman, kuruluş
zamanı ile tam bir zıtlıktan dahi söz edilebilir. Zîrâ, ‘Kolonizatör Dervişler’ mensup
oldukları cemaatin sürekliliği ve varolması için, fetih hareketlerinde bulunmak zorunda
iken, gönüllü alayındaki şeyhleri seferber eden faktörler çok daha farklıdır: Mevlevîler
bu savaşa hükûmetin politikalarına karşı duydukları inanç sebebi ile girmişler ve esas
olarak da moral desteği sağlamayı amaçlamışlardı.
İkinci noktadaki “muharip orduya lojistik destek” benzerliği ise, özünde çarpıcı
bir zıtlığı da barındırmaktadır. Kuruluş döneminde Kolonizatör Dervişlerin “uc”
noktalarda siyasî otoriteye ait bazı sosyal fonksiyonları üstlenerek, merkezî iktidarın
otoritesini bulunduğu bölgelere taşımasına karşılık; Mevlevî gönüllüleri merkezî
otoritenin hâkim olduğu yerlerde görev yapmışlar ve iktidara ait fonksiyonları icra
etmektense, iktidarın talep ettiği görevleri yerine getirmişlerdir. Daha da açılacak
olursa, kuruluş döneminde tarîkatların icra ettikleri faaliyetlerle devlet siyâsî otoritesini
tanımlamış; I. Dünya Savaşı’nda ise, Mevlevî Alayları Osmanlı Ordusu içinde
kendilerini tanımlamışlardır.
Üçüncü farlılık ise, temelde ve çok belirgindir. ‘Kolonizatör Dervişler’,
fethettikleri bölgelerde asimilâsyon faaliyetlerini gerçekleştirmişlerdir. Osmanlı
toprakları dahilinde görev yapan Mevlevî gönüllülerinin asimilâsyon faaliyetleri
yürütmesi ise ancak ‘absürd’ olabilir. Fakat, anakronizm ve absürdlük barındırmayan
nokta, Mevlevî Alayı’nın Araplara karşı ‘Türklüğü’ temsîl etmesidir. Bu açıdan
108
bakıldığı zaman, ‘Kolonizatör Dervişler’ kozmopolit ve kucaklayıcı bir simge iken,
diğeri milliyetçi ve dışlayıcıdır.1
‘Kolonizatör Dervişler’in fonksiyonlarını Mücâhidîn-i Bektaşiyye Alayı ile
mukayese ettiğimiz zaman, varacağımız sonuçlar daha benzer olacaktır. Mücâhidîn-i
Bektaşiyye Alayı, kuruluş dönemlerindeki Abdalân-ı Rûm hareketleri gibi, bir aşiret
organizasyonu olarak teşkîl edilmiştir. Milis bir kuvvet olarak görev yapan bu alay,
Mevlevî Alayı’na nazaran görev sahasını çok daha özgür bir şekilde belirlemiş ve
kendisini Osmanlı Ordusu içinde, resmî bir birim olarak tarifleme ihtiyacı duymamıştır.
Osmanlı Ordusu’nun resmî bir alayı olmayan Mücâhidîn-i Bektaşiyye, tabiî ki
herhangi bir şekilde de ‘dışlayıcı’ veya ‘kucaklayıcı’ anlayışı da temsîl etmez.
Anadolu’daki Kürt Alevîlerin bu alayda yer almamaları ise, aşiret reisi olan şeyhlerinin
dinî otoritelerinin yanı sıra siyâsî otoriteye de sahip olduğunu göstermektedir.
Aynı mukayeseyi, diğer ülkelerdeki Müslüman dervişler için de yapacak
olursak; onların da mensup oldukları cemaatin siyasî liderliğini de üstlendikleri gibi
yürüttükleri faaliyetler de cemaatlerini ‘yaşatma’ çabasını yansıtmaktadır. Ayrıca bu
dervişlerin, tarîkat yapısı içinde siyasî otoriteyi güçlendirdiklerini (hatta yarattıklarını)
ve millîyetçilikten de uzak olduklarını görmek mümkündür.
İslâm dünyasında dinî liderler etrafında şekillenen her türlü direniş hareketi
‘Kolonizatör Dervişler’in faaliyetlerini hatırlatmaktadır. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu
gibi mücessem ve müesses bir siyasî yapının son döneminde teşkîl edilmiş iki farklı
gönüllü alayı, başka ip uçlarını da içermektedir. Anadolu’daki Bektaşi ve Alevi gruplar
arasında kurulan alayın kökenleri, hâlâ kuruluş dönemindeki aşiret, konar-göçer
yapıya benzer değerleri barındırmaktadır. Bu şartlar diğer Müslüman ülkelerdeki
sosyal şartlar ile de benzerlik göstermektedir. Ayrıca, diğer Müslümanlar ‘Osmanlı
İmparatorluğu’ gibi, direnişlerini idare edebilecek bir otoriteden de mahrumdurlar. Bu
şartlar, Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemiyle büyük benzerlik arzetmektedir. Oysa
1 Mevlevî Alayı’nın “milliyetçi ve dışlayıcı” olmadığını, I. Dünya Savaşı’nda, 4. Ordu içinde, bu değerleri “temsîl” ettiğinin altını tekrar çizmek gerekir.
109
ki, şehirli -ve dolayısıyla-, istikbâl ve iradesini siyasî iktidardan ayrı düşünemeyen
Mevlevîlik kendisini devlet referansı ile tanımlamayı ve onun çizdiği çerçeve içinde
görev almayı tercih etmiştir
Görülüyor ki, gönüllü alaylarının teşkîlinde sosyal şartlar (en az gelenekler
kadar) büyük rol oynamaktadır. XIX. yüzyılın son yarısında İslâm dünyasındaki
dinamizm dikkate alındığında, Osmanlı İmparatorluğu’nda teşkîl edilen tarîkat
alaylarının nüvesini ‘Kolonizatör Dervişler’de aramak kadar, Kafkaslarda faal olan
Nakşibendilîğin Halidî kolunda veya Kuzey Afrika’da Sünûsîlik’te de aramak
gerekmektedir. Kuruluş dönemindeki tarîkat etkinliğine benzer bir yapılanma, asırlar
sonra Somali’de görülebilirken; aynı yüzyıl içinde Halidîlik, neredeyse tüm
Kafkaslardaki direnişi örgütlemekte, fakat Osmanlı İmparatorluğu’ndaki iki büyük
tarîkat cepheye dervişlerini yolladığı halde, bu tarîkat kendi adıyla bir kuvvet
oluşturmamaktadır. Ancak, Halidîliğin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bu tavrı, herhangi
bir atalet göstergesi değil; devletle beraber, tarîkatın da içinde bulunduğu sosyal
şartların bir neticesidir.
XIX. yüzyılda, Mevlevîlik Tarîkatının ve dolayısı ile Mevlevî Alayı’nın
teşkîlindeki sosyal şartlar değerlendirildiği zaman, ‘gelenek’ başlığının dışında kalan
açıklamalar yapmak da mümkündür. Tanzîmâtın ilânı ile beraber, Osmanlı
toplumundaki en önemli değişikliklerden birisi de, devlet politikalarını halkın da takîp
edebileceği araçların ve entelektüel koşulların yerleşmiş olmasıdır. XIX. yüzyılının
Osmanlı insanına kazandırdığı bu idrak, vatandaşlık bilincini de beraberinde
getirmiştir. Mevlevîlik tarîkatı ise sahip olduğu gelenek ve kültürel mirasla, Osmanlı
toplumundaki yenilik ve politikaların en yakından takîp edildiği, bunlarla ilgili fikirler
üretilen ‘sivîl’ merkezlerden biridir. Bu yüzyılın başlarında kaldırılan Yeniçerilik ve ona
bağlı olarak yasaklanan Bektaşîlik, Mevlevîliğin ‘siyasî alanı’nın genişlemesine sebep
olmuştur. İktidarın da, yenilikçi dergâhlara sağladığı nüfûz; Mevlevîlikte
modernleşmeci siyâseti benimseyen bir yapının güçlenmesine sebep olmuştu.
Özellikle Tanzîmât sonrası İstanbul merkezli Mevlevîlik, Meşrutiyet yanlısı, İttihâd ve
Terakkî ile yakın bağları bulunan ve Türkçülük ideolojisi başta olmak üzere, Batılı
düşünce akımlarını benimsemiş bir çizgide idi. “Cihad-ı Mukaddes” ilân edildiğinde
110
de, bu doktrinini gündeme taşıyan şartlar dinî gereklilikler (şeriat) olamktan ziyade,
İttihat ve Terakki’nin Tanzîmât çerçevesinde gelişen, Batılılaşma ve modernleşme
politikalarının bir sonucuydu. Daha açık bir ifade ile, Mevlevî Alayı’nı teşkîlinde
“Allah’ın tayin ettiği bir savaş” (Lewis 1992:113) fikrinden ziyade “milliyetçilik” ve
“vatanperverlik” ideallerinden kuvvet alan, bu anlayışla hareket eden “modern” bir
ideolojiyi görmek mümkündü.
Mevlevî Alayı, modernleşmekte olan Osmanlı Ordusu içinde, milliyetçilik
ideolojisi ile teşekkül etmiş, “cihad” kavramını da bu merkezden bakarak tanımlamış
bir modernleşme hamlesi idi. Türkiye Cumhuriyetinin, dünyanın tek laik İslâm ülkesi
olma vasfını taşıması, Cumhuriyetin getirdiği laiklik prensibinin değil, XIX. yüzyıldan
beri yaşanan tecrübelerin ürünü olmuştur. Cumhuriyetin geliştirdiği ve uyguladığı
laiklik anlayışının dünyadaki benzersizliğinin, çok fazla kendine özgü olmasının
sebebi de bu tarihi tecrübenin mirasıdır. (Türköne 2003:359-361) Mevlevî Alayı’nın I.
Dünya Savaşı’nda orduya ‘intisâbı’ da yaşanmış bu özgün tecrübelerden biridir. Alayı,
görev yaptığı dönemin diğer gönüllüleri ile karşılaştırdığımız zaman, tarîkat
sikkelerinin dışında ayırt edici bir unsur göremeyiz. Tarîkatların kendilerine has
törenleri ise, dönemin Osmanlı Ordusu için sadece propagandaya yönelik bir anlam
taşımakta ve yine ordu tarafından tanımlanmaktadır. Özetlenecek olursa, I. Dünya
Savaşı’nda Mevlevî Alayı’nın resmî olmayan herhangi bir anlayışı temsîl ettiğini veya
dile getirdiği iddia etmek oldukça zordur.
Mevlevî Alayı hakkında altı çizilmesi gereken bir diğer husus da, Nuri
Köstüklü’nün dikkat çektiği bir mübâlâğadır. Ahmet Avanas’a göre “Mevlevî gönüllüleri
yalnız Mısır Cephesi’nde” savaşmamışlar “Filistin ve Suriye’de de binlerce Mevlevî
vatan uğruna şehit düşmüştür.” (Avanas 1988:15) Elimizdeki belgeler, bu ifade ve
rakamların gerçeklerden çok uzak olduğunu açıkça göstermektedir. Yapılan bir
araştırmaya göre I. Dünya Savaşı’nda Filistin Cephesi’nde, hayatını kaybedenlerin
Konyalıların sayısı ancak üç kişidir (Göktepe 1993:74).
111
Benzeri bir mübâlâğadan Cemal Paşa da hatıralarında bahsetmektedir:
“İngiliz Generali Murray resmi raporunda bizim kayıplarımızı
8.000 yaralı ve şehit olarak gösteriyor ki, Gazze’de bulunan bütün
kuvvetimiz, hatta aşçı, hastabakıcılar ve seyis gibi muharip olmayan
kimseler bile hesaba katılsa, yine bu miktara çıkamayacağından,
General Murray’ın bu rakamı nereden çıkarmış olduğunu bir türlü
anlayamıyordum.” (Cemal 2001:216)
Farklı konularda, benzer bir mantıkla kaleme alınmış bu iki ifadeyi tahlîl
ettiğimiz zaman, General Murray’ın verdiği rakamların şahsî veya İngiliz ordusunun
menfaatlerini gözeterek, yanlış istihbarat sonucu veya kamuoyunu yanıltmayı
hedefleyerek ortaya çıktığını iddia etmek mümkündür. Ancak, olayların üzerinden
yaklaşık yetmiş sene geçtikten sonra hazırlanan bir metindeki rakamlar, ‘geçmişe
ilişkin mitler’ yaratılmasından başka bir amca hizmet etmemektedir. Daha da vahim
bir sonucu ise, tarihî gerçeklerin kendi ‘ölçeğinde’ değerlendirilmesine de fırsat
tanımamasıdır.
Tüm Osmanlı tarihi boyunca tarîkatların icra ettikleri çok önemli sosyal
fonksiyonlar vardır. Tarîkat mensuplarının I. Dünya Savaşı’na gönüllü iştirak etmeleri,
cephelerde bilfiil savaşmamalarına rağmen, imparatorluktaki zihniyet değişimine dair
önemli izler taşıyan bir girişimdir. Unutmamak lâzımdır ki; cephede yapılan
kahramanlıklar savaşın kazanılmasına imkân verse de, toplumun entelektüel yapısı
ve değerler sisteminde yapılan değişimler çok daha uzun vadeli sonuçlar doğurabilir.
Ayrıca bir yapıya, sahip olduğu ölçeğin ve strüktürünün dışında mânâlar yüklemek, o
yapıyı sadece deforme etmekle kalmayacak; aynı zamanda esas icra ettiği vazifeyi
de gölgeleyecektir.
I. Dünya Savaşı tarihi ise, Türkler için ikili bir etkiyi barındırmaktadır. Balkan
Harbi sonrası yaşanan bozgun, fakirlik ve göçler Türk insanını derinden sarsmıştır.
112
Özellikle, Çanakkale savunmasında imkânlarının elverdiğinin bile üstünde
fedakârlıklarda bulunan Osmanlılar, millet olma ve vatanın kutsallığı ideallerini ‘tatbikî’
olarak tecrübe etmişlerdir. Ayrıca, Osmanlı tebaa içindeki gayr-ı Türk unsurların
beklenen desteği vermemesi, özellikle Hicaz ve Suriye Cephesi’nde yaşananlar,
“ümmet” idealinin yerini “millîyetçilik” ideolojisine terk etmesine sebep olmuştur.
Ancak, Osmanlı toplumunda “vatan” ve “millet” kavramını pekiştiren, yaşananlar
zorluklar mıdır, yoksa XIX. yüzyıldan beri Türk fikir hayatına girmiş olan bu
kavramların verdiği güçle mi bu zorlukların üstesinden gelinmiştir?
Mevlevî Alayı’na XIX. yüzyılda yaşanan büyük değişimin yaratığı dinamiklerle
bakıldığında, tüm Osmanlı İmparatorluğu’nda hâkim olmaya başlayan ideallerden
soyutlanamayacağı bellidir. Tabiî ki, bu idealleri ve yönetimi paylaşan vatandaşların,
üstlendikleri bazı sorumluluklar da vardır. Bu sorumluluklar, imparatorluktaki bir çok
unsur gibi Mevlevîler tarafından da benimsenmiş ve dervişler ‘vatandaşlık görevlerini’
îfâ etmişlerdir. Bu bilincin kaynaklarını XIX. yüzyılın “milliyetçilik” ideolojisinde aramak
kadar, İslâmiyet’in Müslümanlara telkîn ettiği değerlerde de aramak kabil, fakat
değişimi reddedip, yüzyıllar öncesine bakmak gerçekçi gözükmemektedir.
113
KAYNAKÇA
AKBAYAR, Nuri. Osmanlı, Yer Adları Sözlüğü, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2001
AKSAN, Virginia H. “18. Yüzyıl Sonlarında Osmanlı’da Zorunlu Askerlik Stratejileri”, Devletin
Silâhlanması -Ortadoğu’da ve Orta Asya’da Zorunlu Askerlik (1775-1925)-, Der. Erik Jan Zürcher,
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2003
AKŞİN, Sina. “İttihat ve Terakki”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları,
C.V, İstanbul, 1985b
AKŞİN, Sina. “Jön Türkler”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, C.III,
İstanbul, 1985a
ALBAYRAK, Sadık. Son Devir Osmanlı Uleması, C.V, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri
Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 1996
ALGAR, Hamid. “Nakşbendî Tarîkatının Siyasî Boyutları -II-”, İlim ve Sanat, S.34, İstanbul,1993a
ALGAR, Hamid. “Nakşbendî Tarîkatının Siyasî Boyutları -III-”, İlim ve Sanat, S.35-36, İstanbul, 1993b
ANSARI, Sarah F. D. Sufi Saints and State Power, Cambridge University Press, Melksham, 1992
ARENDT, Hannah. Geçmişle Gelecek Arasında, İletişim Yayınları, Çev. Sina Şener, İstanbul, 1996
ASLANPA, Oktay. “Ribat” Maddesi, Millî Eğitim Bakanlığı İslâm Ansiklopedisi, C.IX, Millî Eğitim
Basımevi, 1993, İstanbul
AŞKAR, Mustafa. Tasavvuf Tarihi Literatürü, Kültür Bakanlığı, Ankara, 2001
ATAY, Falih Rıfkı. Zeytindağı, Bateş Atatürk Dizisi, İstanbul, 1981
AVANAS, Ahmet. Milli Mücadele’de Konya, Atatürk Araştırmaları Merkezi, Ankara, 1988
AY, Resul. XII-XV. Yüzyıllarda, Anadolu’da Derviş ve Toplum: Tarihsel Bir Tipoloji Denemesi,
Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, basılmamış doktora tezi,
Ankara, 2004
AYDIN, Bilgin. “Osmanlı Devleti’nde Tekkeler Reformu ve Meclis-i Meşayıh’in Şeyhü’l-İslâmlık’a Bağlı
Olarak Kuruluş Faaliyetleri ve Arşivi”, İstanbul Araştırmaları, S.7, İstanbul, 1998
AYKAN, Recep. Kur’an Fihristi, Pınar Yayınları, İstanbul, 2000
114
BALABAN, Mehmet Ali. Balaban Aşireti Soy Seceresi, yazarın kendi yayını, 1998
BALIVET, Michel. Şeyh Bedreddin -Tasavvuf ve İsyan-, Tarih Vakfı Yurt yayınları, İstanbul, 2000
BARDAKÇI, Mehmet Necmettin. “Osmanlı Devleti’nin İmparatorluğa Geçiş Sürecinde Tasavvuf ve
Tarikatlar”, İslâmiyât, C.II, S.4, Ankara, 1999
BARKAN, Ömer Lütfi. “İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeleri”, Tasavvuf Kitabı,
Haz. Cemil Çiftçi, Kitabevi, İstanbul, 2003
BAYKARA, Resuhi. “Birinci Harbi Umumîde Mücahidin-i Mevleviye Alayı”, Yeni Tarih Dünyası, C.I,
S.3, İstanbul, 1953
BDHTH. Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi –Sina Filistin Cephesi, Harbin Başlangıcından İkinci
Gazze Muharebesi Sonuna Kadar, C.IV, I. Ksm., T.C. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt
Başkanlığı, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1979
BDHTHa. Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi -Çanakkale Cephesi Harekâtı, 1inci, 2inci ve 3üncü
Kitapların Özetlenmiş Tarihi-, C.V, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2002
BELEN, Fahri. Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi -1918 Yılı Hareketleri-, C.V, Genelkurmay Basımevi,
Ankara, 1967
BEYOĞLU, Süleyman. “Millî Mücadele ve Özbekler Tekkesi”,
http://www.uzbekistanerk.org/Erkinfo180603_2tr.htm
BİRDOĞAN, Nejat (Haz.) İttihat ve Terakki’nin Alevîlik-Bektaşîlik Araştırması, Berfin Yayınları, İstanbul
1994
BİRİNCİ, Ali. Hürriyet ve İtilâf Fırkası, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1990
BİRİNCİ, Ali. Tarihin Gölgesinde, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2001
BOZ, Ekrem. Adım Adım Çanakkale Savaş Alanları, Olay Gazetesi, Çanakkale, 1998
CEMAL Paşa. Hatıralar -İttihat ve Terakki, I. Dünya Savaşı Anıları-, Türkiye İş Bankası Kültür
Yayınları, İstanbul, 2001
CEVİZCİ, Ahmet. Felsefe Sözlüğü, “İdeoloji” maddesi, Ekin Yayınları, İstanbul, 1997
115
ÇATALTEPE, Sipahi. “III. Selim Devri Askerî Islahâtı Nizam-ı Cedîd Ordusu”, Osmanlı, C.VII, Yeni
Türkiye yayınları, Ankara, 1999
ÇATALTEPE, Sipahi. “Osmanlı İmparatorluğunda Yenileşme Hareketlerine Askerî Açıdan Bir Bakış”,
Türk Yurdu, C.XIX-XX, S.148-149, Ankara, 2000
ÇELİK, Cemil. Birinci Dünya Savaşında Sina Filistin Cephesinde Birinci Kanal Seferi, Afyon Kocatepe
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde hazırlanan basılmamış yüksek lisans tezi, Afyon, 1999
ÇETİN, Halis. “Gelenek ve Değişim Arasında Kriz: Türk Modernleşmesi”, Doğu Batı, S.25, Ankara,
2004
ÇOKER, Fahri. “Tanzîmât ve Ordudaki Yenilikler”, Tanzîmât’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi,
C.V, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985
DABAŞİ, Hamid. İslâm’da Otorite, Çev. Süleyman E. Gündüz, İnsan Yay., 1995, İstanbul
DELCAMBRE, Anne-Marie. Allah’ın Resulü Hz. Muhammed, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001
DEMİRAĞ, Banu. “Mevlevihaneden Açılan Pencere”, Birinci Uluslararası Mevlânâ, Mesnevî ve
Mevlevihaneler Sempozyum Bildirileri, Manisa, 2002
DEVELLIOĞLU, Ferit. Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara, 1997
DUMONT, Paul. “Tanzimat Dönemi (1839-1878)”, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Ed. Robert Mantran,
Çev. Server Tanilli, C. II, Cem Yayınevi, İstanbul, 1995
EBÜZZİYA Tevfik. Yeni Osmanlılar Tarihi, C.I, Kervan Yayınları, 1973
ECER, Ahmet Vehbi. Tarihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi
Yayınları, Ankara, 2001
EDİRNELİ Oruç Beğ. Oruç Beğ Tarihi, Haz. Atsız, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, tarihsiz
ELDEM, Edhem. “18. Yüzyıl ve Değişim”, Cogito -Osmanlılar Özel Sayısı-, S.19, İstanbul, 1999
EMECEN, Feridun M. İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, Kitabevi Yayınları, İstanbul,
2001
ERDEN, Ali Fuad. Birinci Dünya Harbinde Suriye Hatıraları, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2003
116
ERDOĞAN, Kenan. Niyâzî-i Mısrî Dîvânı, Akçağ Yayınları, Ankara, 1998
ERDOĞAN, Mustafa. Abdülbâki Baykara Dede, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2003
ERICKSON, Edward. J. Size Ölmeyi Emrediyorum, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003
ERKMAN, Fatma. Göstergebilime Giriş, Alan Yayıncılık, İstanbul, 1987
FALLS, Cyrıl. “World War I: Turkish Campaigns” Maddesi, Encylopedia Americana, C.29, Americana
Corporation, Philipines, 1979
FAROQHI, Suraiya. Anadolu’da Bektaşilik, Çev. Nasuh Barın, Simurg Yayınları, İstanbul, 2003
GENÇ, Mehmet. Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2002
GEORGEON, François ve Paul Dumont. “Bir İmparatorluğun Ölümü (1908-1923)”, Osmanlı
İmparatorluğu Tarihi, Ed. Robert Mantran, Çev. Server Tanilli, Cem Yayınevi, İstanbul, 1995b
GEORGEON, François. “Son Canlanış (1878-1908)”, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Ed. Robert
Mantran, Çev. Server Tanilli, Cem Yayınevi, İstanbul, 1995a
GIDDENS, Jackson A. “Propadanda” Maddesi, Encylopedia Americana, C.22, Americana Corporation,
Philipines, 1979
GÖKTEPE, Cihat. Birinci Dünya Harbi’nde Konya’dan Şehid Olanlar Üzerine Bir İnceleme, Konya
Selçuk Üniversitesi, basılmamış yükseklisans tezi, 1993
GÖLPINARLI, Abdülbâki. “Şemsîyye” Maddesi, İslâm Ansiklopedisi, C.XI, Millî Eğitim Bakanlığı
Yayınları, İstanbul, 1993
GÖLPINARLI, Abdülbaki. Melâmilik ve Melâmîler, Gri Yayın, İstanbul, 1992
GÖLPINARLI, Abdülbâki. Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkılap ve Aka Kitapevleri, İstanbul, 1983
GÖLPINARLI, Abdülbâki. Tasavvuf’tan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İnkılap ve Aka
Kitbevleri, İstanbul, 1977b
GÖYÜNÇ, Nejat. “Mevlâna Müzesi Arşivi”, II. Millî Mevlâna Kongresi -Tebliğler-, Selçuk Üniversitesi
Basımevi, Konya, 1987
GÜNDÜZ, İrfan. “Yeniçeri Ocağı’nın İlgasından Sonra Meydana Gelen Bazı Tasavvufî Gelişmeler”,
İLAM Araştırma Dergisi, C.II, S.1, İstanbul, 1997
GÜNDÜZ, İrfan. Osmanlılarda Devlet/Tekke Münasebetleri, Seha Neşriyat, İstanbul, 1989
117
GÜRSOY, Gülmisal. Zerredeki Okyanus, yazarın kendi yayını, İstanbul, 2003
HAFIZ İbrahim. “Cihad Hatıralarından: Bir Ketibe-i İclâl, Mevlevî Gönüllüleri”, Sebîlü’r-Reşad, C.13,
S.327, İstanbul, 5 Şubat 1330, 3 Rebî-ül-âhır 1333
HAKSEVER, Ahmed Cahid. Son Dönem Osmanlı Mevlevilerinden Ahmet Remzi Akyürek, Kültür
Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002
HOLBROOK, Victoria R. Aşkın Okunmaz Kıyıları –Türk Modernitesi ve Mistik Romans-, Çev. Erol
Köroğlu - Engin Kılıç, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998
HOLT, P. M. Ann K. S. Lambton, Bernard Lewis (Ed.), “Mısır ve Bereketli Hilal’de Osmanlı Devletinin
Son Devirleri”, Çev. Kasım Turhan, İslâm Tarihi -Kültür ve Medeniyeti-, İstanbul, 1997
HOURANİ, Albert. Arap Halklarının Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000
IŞIN, Ekrem. “İstanbul’da Mevlevî Şeyh Aileleri ve Mevlevîliğin Bir İmparatorluk Tarikatı Olarak
Örgütlenmesi”, Birinci Uluslararası Mevlânâ Mesnevî ve Mevlevihânler Sempozyumu Bildirileri”,
Manisa, 2001
IŞIN, Ekrem. “İstanbul’un Mistik Tarihinde Beşiktaş/Bahariye Mevlevîhânesi”, İstanbul, S.6, İstanbul,
1993
IŞIN, Ekrem. “Modernleşme Çağında Mevlevîlik: Siyâset, İdeoloji ve Örgütlenme”, X. Milli Mevlâna
Kongresi -Tebliğler-, Selçuk Üniversitesi, Konya, 2002
IŞIN, Ekrem. “Nakşibendîlik” Maddesi, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.VI, Kültür Bakanlığı
ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, İstanbul, 1994
İbn HALDUN. Mukaddime, Haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul,1982
İLGÜREN, Mücteba. “Yeniçeriler” Maddesi, İslâm Ansiklopedisi, C.XIII, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları,
İstanbul, 1993
İNAL, İbnülemin Mahmut Kemal. Son Asır Türk Şairleri, C.1, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1988a
İNAL, İbnülemin Mahmut Kemal. Son Asır Türk Şairleri, C.2, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1988b
İNAL, İbnülemin Mahmut Kemal. Son Asır Türk Şairleri, C.3, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1988c
İNAL, İbnülemin Mahmut Kemal. Son Asır Türk Şairleri, C.4, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1988d
İNALCIK, Halil. Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003
İNALCIK, Halil. Osmanlı İmparatorluğu -Toplum ve Ekonomi-, Eren Yayıncılık, İstanbul, 1996
İZBUDAK, Veled Çelebi. “Müslümanlık ve Müslümanlar”, Nesil, C.3, S.5, İstanbul, 1979
118
İZBUDAK, Veled Çelebi. Hatıralarım, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1946
KAFADAR, Cemal. “Yeniçeriler” Maddesi, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.XII, Kültür
Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, İstanbul, 1994
KARA, İsmail. Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe, Kitabevi, İstanbul, 1998
KARA, Mustafa. “Derviş ve Savaş”, Mâvera, C.8, S.96, İstanbul, 1984
KARA, Mustafa. “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Tasavvuf ve Tarîkatlar”, Tanzimat’tan Cumhuriyete
Türkiye Ansiklopedisi, C.IV, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985
KARA, Mustafa. Din, Tekkeler ve Zaviyeler, Dergâh Yayınları, Ankara, 1990
KARA, Mustafa. Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2002
KARA, Mustafa. Tasavvuf Ve Tarikatlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994
KARABEKİR, Kâzım. Birinci Cihan Harbine Nasıl Girdik, C.II, Emre Yayınları, İstanbul, 1995
KARAL, Enver Ziya. Osmanlı Tarihi, C.V, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1983
KARATEKE, Hakan T. Padişahım Çok Yaşa, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2004
KARAY, Refik Halid. Guguklu Saat, Semih Lûtfi Kitapevi, İstanbul, tarihsiz
KARPAT, Kemal H. Ottoman State and its Place in the World History, Lieden, 1975
KAYA, Muharrem (Haz.). “Islahât Fermânı”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce –Tanzîmât ve
Meşrutiyet’in Birikimi-, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001b
KAYA, Muharrem (Haz.). “Tanzîmât Fermanı”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce –Tanzîmât ve
Meşrutiyet’in Birikimi-, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001a
KAYAOĞLU, İsmet. “Sultan-Mevlevî İlişkilerine Genel Bir Bakış”, X. Milli Mevlâna Kongresi, Selçuk
Üniversitesi, Konya, 2002
KEYDER Çağlar ve Huri İslâmoğlu. “Osmanlı Tarihi Nasıl Yazılmalı? Bir Öneri”, Toplum ve Bilim, S.1,
İstanbul, 1977
KOÇİBEY. Koçibey Risâlesi, Haz. Yılmaz Kurt, Akçağ Yayınları, Ankara, 1998
KOÇU, Reşad Ekrem. Yeniçeriler, Koçu Yayınları, İstanbul, 1964
KORUCUOĞLU, Nevin. Veled Çelebi İzbudak, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1994
119
KÖPRÜLÜ, Fuad. Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Türk tarih Kurumu, Ankara, 1999
KÖPRÜLÜ, Fuad. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara,
1984
KÖSTÜKLÜ, Nuri. “Balkan ve I. Dünya Harplerinde Mevlevîhâneler”, XII. Türk Tarih Kongresi
Ayrıbasım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2000
KÖSTÜKLÜ, Nuri. “Vatan Savunmasında Gönül Erleri: Mücâhidîn-i Mevleviye Alayı”, X. Millî Mevlana
Kongresi -Tebliğler-, Konya, Selçuk Üniversitesi, Konya, 2002
KÖSTÜKLÜ, Nüri. “ Balkan Harbi Sırasında Kıbrıs Türkleri’ne Yapılan Baskılar ve Kıbrıs
Mevlevihanesi’nin Faaliyetleri”, Kıbrıs Araştırmaları Dergisi, Gazimagusa, 1996
Kurân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, 1997
KÜÇÜK, Hülya. Kurtuluş Savaşı’nda Bektâşiler, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003
KÜÇÜK, Sezai. “Manisa Mevlevîhânesi”, Manisa Araştırmaları, T.C. Celal Bayar Üniversitesi, Manisa,
2002b
KÜÇÜK, Sezai. “Suriye’de İki Mevlevihane: Halep ve Şam Mevlevihaneleri”, Birinci Uluslararası
Mevlânâ, Mesnevî ve Mevlevîhaneler Sempezyum Bildirileri , T.C. Celal Bayar Üniversitesi, Manisa,
2002a
KÜÇÜK, Sezai. Mevlevîliğin Son Yüzyılı, Simurg Yayınları, İstanbul, 2003
LEE, Hee Soo. “II. Abdülhamid ve Doğu Asya’daki Pan-İslamist Siyaseti”, Osmanlı, C.II, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara, 1999
LEWIS, Bernard. İslâm’ın Siyasal Dili, Çev. Fatih Taşar, Rey yayıncılık, Kayseri, 1992
LEWIS, Bernard. Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2000
LEWIS, Bernard. Tarihte Araplar, Çev. Hakkı Dursun Yıldız, Anka Yayınları, İstanbul, 2001
MÉLIKOFF, Iréne. “1826’dan Sonra Bektaşîler Tarîkatı”, Tuttum Aynayı Yüzümü Ali Göründü Gözüme,
Çev. İlhan Cem Erseven, Ant Yayınları, İstanbul, 1997
MÉLIKOFF, Iréne. Uyur İdik Uyardılar, Çev. Turan Alptekin, Cem Yayınevi, İstanbul, 1993
MARDİN, Şerif. “Yeni Osmanlı Düşüncesi”, Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, Ed. Tanıl Bora, Murat
Gültekin, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001
MARDİN, Şerif. Türk Modernleşmesi, Der. Mümtaz’er Türköne – Tuncay Önder, iletişim Yayınları,
İstanbul, 2000
MARTIN, B.G. Sömürgeciliğe Karşı Afrikada Sufi Direniş, Çev. Fatih Tatlıoğlu, İnsan Yayınları,
İstanbul, 1988
120
MAYER, Hans Georg. “İctimâî Tarih Açısından Osmanlı Devleti’nde Ulemâ-Meşâyih Münâsebetleri”,
Çev. Hüseyin Zamantılı, Kubbealtı Akademi Mecmuası,C.IX, S.IV, İstanbul, 1980
MAZIOĞLU, Hasibe. “Ahmed Remzi Akyürek -Remzi Dede-”, Milli Mevlâna Kongresi -Tebliğler-,
Konya, 1986
MERAD, Ali. Çağdaş İslam, Çev.Cüneyt Akalın, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993
MOREAN, Odile. “Fransız Belgelerinin Işığında 1908 Jön Türk Devrimi ve Askerî Reformları”, XII. Türk
Tarih Kongresi -Kongreye Sunulan Bildiriler-, III. Cilt, Ankara, 1999
MUSLU, Ramazan. Osmanlı Toplumunda Tasavvuf -18. yüzyıl-, İnsan Yayınları, İstanbul, 2003
NASRULLAH, Binbaşı M. Kolağası M. Rüşdü, Mülazım M. Eşref, Osmanlı Atlası -XX. Yüzyıl Başları-,
Haz. Rahmi Tekin, Yaşar Baş, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2003
NEUMANN, Christoph K. “19. Yüzyıla Girerken Konya Mevlevî Asitanasi ile Devlet Arasındaki İlişkiler”,
II. Milletlerarası Osmanlı Devleti’nde Mevlevîhaneler Kongresi -Tebliğler-, Konya, 1996
OA. Osmanlı Ansiklopedisi, “Siyasi Tarih:V. Mehmed Reşad 1909-1918”, C.VII, Ağaç Yayıncılık,
İstanbul, 1993
OCAK, Ahmet Yaşar. “Klasik Dönem Osmanlı Toplumsal Hayatında Dinî Akımlara Kısa Bir Bakış”,
İslâmiyât, C.II, S.4, Ankara, 1999
OCAK, Ahmet Yaşar. Babaîler İsyanı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2000
OCAK, Ahmet Yaşar. Sarı Saltık, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2002a
OCAK, Ahmet Yaşar. Tasavvuf, Sufîler ve Tarikatlar, Tekkeler, Osmanlı Uygarlığı, C.I, Kültür
Bakanlığı, İstanbul, 2003
OCAK, Ahmet Yaşar. Türk Sufîliğine Bakışlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002b
ORTAYLI, İlber. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Milliyetçilik -En Kalıcı Miras-“, XIII. Türk Tarih Kongresi,
C.III, Ankara, 2002
ORTAYLI, İlber. İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999
ORTAYLI, İlber. Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998
OSMANOĞLU, Ayşe. Babam Sultan Abdülhamit: Hatıralarım, Selçuk Yayınları, Ankara, 1986
ÖNDER, Mehmet. “Milli Mücadeleye Destek Veren Bir Anadolu Gazetesi, Babalık (Konya)”, XII. Türk
Tarih Kongresi -Kongreye Sunulan Bildiriler-, IV. Cilt, Ankara, 1999
ÖNDER, Mehmet. “Son Çelebiler”, Resimli Tarih Mecmuası, C.6, S.61, İstanbul, 1956
121
ÖNGÖREN, Reşat. Osmanlılar’da Tasavvuf: Anadolu’da Sûfiler, Devlet ve Ulema (XVI. Yüzyıl), İz
Yayıncılık, İstanbul, 2000
ÖZ, Baki. Kurtuluş Savaşında Alevi-Bektaşiler, Cumhuriyet Yayınları, İstanbul, 1989
ÖZCAN, Abdülkadir. “Osmanlılar’da Askerî Teşkilat”, Osmanlı Ansiklopedisi, C.IV, Ağaç Yayıncılık,
İstanbul, 1994
ÖZCAN, Azmi. “Osmanlılar ve Hilâfet”, Osmanlı, C.VII, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999
ÖZDOĞAN, Günay Göksu. “Dünyada ve Türkiye’de Turancılık”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce -
Milliyetçilik-, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002
ÖZKAN, Cemal. “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Savaşlar ve Antlaşmalar”, Tanzimat’tan Cumhuriyete
Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, C.V, İstanbul, 1985
ÖZLEM, Doğan. “Türkiye’de Pozitivizm ve Siyaset”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce –
Modernleşme ve Batıcılık-, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002
ÖZÖNDER, Hasan. “Yangınlarla Kaybettiğimiz Yenikapı Mevlevîhânesi”, IX. Milli Mevlâna Kongresi -
Tebliğler- Selçuk Üniversitesi Basımevi, Konya, 1998
ÖZTUNA, Yılmaz. Resimlerle Türkiye Tarihi, Hayat Yayınları, İstanbul, 1970
ÖZTÜRK, Mehmet Cemal. Cerrahilik, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2004
PAKALIN, Mehmet Zeki. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.I, Millî Eğitim Bakanlığı
Yayınları, İstanbul, 1993a
PAKALIN, Mehmet Zeki. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.II, Millî Eğitim Bakanlığı
Yayınları, İstanbul, 1993b
PAKALIN, Mehmet Zeki. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.III, Millî Eğitim Bakanlığı
Yayınları, İstanbul, 1993c
PALA, İskender. “Kadri Dede (Şeyh)” Maddesi, Türk Dili Edebiyatı Ansiklopedisi, C.V, Dergâh
Yayınları, İstanbul, 1982
PARLATIR, İsmail. “Mevlana Soyundan Gelen ve Konya Mevlevîhanesinde Yetişen Veled Çelebi ve
Onun Türk Dili Sözlüğü”, Birinci Uluslar arası Mevlânâ ve Mevlevîhaneler Sempozyumu Bildirileri,
Manisa, 2002
122
PETROSYAN, Irina. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Askeri Reformlar Konusunda İlk Girişim: XVI.
Yüzyılın Sonu İle VXII. Yüzyılın Başında Yeniçeri Ocağı”, Osmanlı, C.VI, Yeni Türkiye yayınları,
Ankara, 1999
PIRENNE, Henri. Ortaçağ Avrupası’nın Ekonomik ve Sosyal Tarihi, Çev. Uygur Kocabaşoğlu, Alan
Yayıncılık, İstanbul, 1983
POLAT, Nazım H. Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991
PRATT, Hugo. Corto Maltese -Etiyopyalılar- (Çizgiroman), Çev.Mehmet Emin Özcan, Dost Kitabevi
Yayınları, Ankara, 2004
RAHMAN, Fazlur. Ana Konularıyla Kur’an, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2000a
RAHMAN, Fazlur. İslâm, Çev. Mehmet Dağ, Mehmet Aydın, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2000b
RAMSAUR, E.E. The Young Turks: Prelude to the Revolution of 1908, Princeton, New Jersey, 1957
REYNOLDS, Francis J. - Churchill, Allen L. (Ed.) “Failure of Holy War Propaganda”, The Story of the
Great War -History of the European War from Official Sources-, V.III, P.F. Colier & Son, New York,
[c1916]
RICKMAN, H. P. Anlama ve İnsan Bilimleri, Çev. M. Dağ, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1992
RIZVI, S. A. A. “Geleneksel Toplumun Çözülüşü”, Çev. Salih Şimşek, İslâm Tarihi -Kültür ve
Medeniyeti-, C.II, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1997
ROFF, William R. “Ondokuzuncu Yüzyılda Güneydoğu Asya’da İslâm”, Çev. Hürrem Yılmaz, İslâm
Tarihi -Kültür ve Medeniyeti-, C.III, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1997
SAKAOĞLU, Necdet. “Ayastefanos Antlaşması” Maddesi, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.I,
Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, İstanbul, 1993
SAKAOĞLU, Necdet. Bu Mülkün Sultanları, Oğlak Yayınları, İstanbul, 2000
SARISAMAN, Sadık. Birinci Dünya Savaşı’nda Türk Cephelerinde Beyannamelerle Psikolojik Harp,
Genelkurmay Basım Evi, Ankara, 1999
SCHIMMEL, Annemarie. Mystical Dimansions Of Islam, The University of North Caroline Press,
Chapel Hill, 1975
SKSÜD, Süheyl Ünver. Edirne Mevlevîhânesi, Süleymâniye Kütüphânesi, Defter No:59
123
Şaban Bıyıklı, Dergâh Edebiyat Sanat Kültür Dergisi, C.VII, S.75, İstanbul, 1996c
ŞAHİN, Seyit. Birinci Dünya Harbinde Dördüncü Ordu Faaliyetleri, Selçuk Üniversitesi, Atatürk İlke ve
İnkılâp Tarihi’nde Hazırlanan basılmamış doktora tezi, Konya, 1997
ŞAPOLYO, Enver Behnan. Mezhepler ve Tarîkatlar Tarihi, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1964
ŞEMSEDDİN, Mehmed. Bursa Dergâhları -Yâdigâr-ı Şemsî-, Haz. Mustafa Kara, Kadir Altansoy,
Uludağ Yayınları, Bursa, 1997
ŞİBAY, Halim Sabit. “Cihâd” Maddesi, Millî Eğitim Bakanlığı İslâm Ansiklopedisi, C.III, Millî Eğitim
Basımevi, İstanbul, 1993
TANMAN, Baha. “İstanbul Mevlevîhâneleri”, Osmanlı Araştırmaları, S.XIV, Enderun Kitabevi, İstanbul,
1994
TEKİN, Şinasi. “Türk Dünyasında Gazâ ve Cihâd Kavramları Üzerine Düşünceler”, Tarih ve Toplum,
C.19, S.109, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993
TEVFİK, Neyzen. Azab-ı Mukaddes, Ayyıldız Yayınları, Ankara, 1994
TOSH, John. Tarihin Peşinde, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Çev. Özden Arıkan, İstanbul, 1997
TÜRKMEN, Zekeriya. “Mütareke Döneminde Ordunun Durumu ve Yeniden Yapılanması (1918-1920),
Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2001
TÜRKÖNE, Mümtaz’er. Türk Modernleşmesi, Lotus Yayınevi, Ankara, 2003
TYAN, E. “Djhad” Maddesi, The Encyclopedia of Islam, C.II, E.J. Brill, Lieden, 1983
ULUDAĞ, Süleyman. “Futûh-Futûhât” Maddesi, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları,
İstanbul, 1995
ULUDAĞ, Süleyman. “Tasavvuf Karşıtı Akımlar ve İbn Teymiyye’nin Tasavvuf Felsefesi”, İslamiyât,
C.II., S.3, Ankara, 1999
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı. Osmanlı Tarihi, C.I, Türk tarih Kurumu Yayınları, 7. Baskı
ÜLKEN, Hilmi Ziya. İslam Düşüncesi: Türk Düşüncesi Tarihi Araştırmalarına Giriş, Haz. Gülseren
Ülken, Sait Maden, ÜLKEN Yayınları, İstanbul, 1995
ÜLKEN, Hilmi Ziya. Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, İstanbul, 2001
124
ÜNVER, Süheyl. “Osmanlı İmparatorluğu Mevlevihaneleri Son Şeyhleri”, Mevlâna Güldestesi, Turizm
Derneği, Konya, 1964
WEBER, Max. Sosyoloji Yazıları, Çev. Taha Parla, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002
YAHYÂ Âgah b. Sâlih el-İstabunlî, Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, Ocak Yayıncılık, İstanbul, 2002
YAŞAR, Yücel ve Ali Sevim. Klasik Dönem Üç Hükümdar -Fâtih, Yavuz, Kanûnî-, Türk Tarih Kurumu,
Ankara, 1991
YILDIRIM, Cihat. Abdullah Kemâl Hatıratına Göre 1914 – 1918 Arası Osmanlı Devleti’nin Askerî,
Siyasî ve Sosyal Durumuna Dair Bazı Düşünceler, Konya Selçuk Üniversitesi, basılmamış yüksek
lisans tezi, Konya, 1992
YILMAZ, H.K. “Esad Erbili” Maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XI, Ankara, 1995
YURDAYDIN, Hüseyin G. İslâm Tarihi Dersleri, Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1971
YÜCER, Hür Mahmut. Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19. Yüzyıl), İnsan Yayınları, İstanbul, 2003
ZİYA, Mehmet. Yenikapı Mevlevihanesi, Haz. Yavuz Senemoğlu, Tercüman 1001 Temel Eser,
İstanbul, tarihsiz
ZÜRCHER, Erik Jan. “Teoride ve Pratikte Osmanlı Zorunlu Askerlik Sistem (1844-1918)”, Devletin
Silâhlanması -Ortadoğu’da ve Orta Asya’da Zorunlu Askerlik (1775-1925)-, Der. Zürcher, Erik Jan
İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2003
1
EK - 1
Hareket Ordusundaki Rumeli gönüllülerinden ikisi.
(Sacit Kutlu arşivinden Toplumsal Tarih dergisi iktibâs etmiştir.)
2
EK - 2
ATASE, KOL:BDH, KLS:1993, DOS:151, A:1-66, D:151, F:1-8
3
EK – 2a
-muhtıra-
Birinci Kolordu-yu Hümâyûn
Ahz-ı Asker Heyet-i Riyâseti
Numero: 2656
Ordu Dairesi Riyâseti’ne,
Taife-i mevleviyyeden olmak üzere teşkîl edilecek olan gönüllü taburuna dahil olacaklar henüz silah altına
alınmamış mükellef ve gayr-i mükelleflerden icrâsı icab edüp, bunun silah altına alınması bulunanlara teşmîl
edilmemesine dâire-i âlîlerince 10 Kanunuevvel 330 tarih ve 431 numerolu i’lâmı iktizasından olmakla, ol vechiyle
11 Mah tarih ve 1860 numeralu telgraflar Konya kalemine tebliğ edilmişti, 13 Kanunievvel 330 tarih ve ikmal, 479,
6590 numaralı emr-i nezaret penâhî 14 Mah tarih ve 1879 numerolu telgrafla Konya, Eskişehir ve kalemleriyle
ta’mîmen tebliğ edildi. 21 Kanunisâni 330 tarih ve 319 numerolu tezkere üzerine de kezâlik üç kaleme 21 mah
tarih ve 2529 numaralı telgrafla tebligat îfâ edilmiş ve 31.11.330 tarih ve 1906 numerolu son muhtıra mûcibince
dahi Eskişehir kalemine te’kiden telgrafla tebligat îfâ kılınmıştır, bundan başka kolordudan telâkkî edilmiş emir
mûcibince mevleviler taburuna iktiza eden hayvanâtın da mümkün olduğu derecede i’tâ’sı da vaktiyle Konya ve
Eskişehir kalemlerine yazılmıştır. Bir de taif-i mevleviden olmayup, muhibbân bulunmasından Karahisar
Şubesi’nce gönüllü kaydına müsaade olunmayarak sıhıyye bölüğüne sevk edilen ve ba’dü şikâyet olan 301
numaralı bir nefer, imam münasebetiyle Karahisar Postnişîni Efendi tarafından vaki’ olan müracaat üzerine
kolorduya yazılarak, orduca merkumun gönüllü taburuna imam olarak nakline müsaade olunmuştur. Ve merkum
tabura bil-iltihak hareket dahi etmiştir. Min’el’aleyh şikâyet-i vakıa’, taife-i mevleviyyeden olmayup, muhibbândan
olanların dahi talep edilmiş ve şuâbatça emr-i hilâfına hareket edilmemesinden ileri gelerek mesele Çelebi Efendi
Hazretleri’ne kadar aks etmiş ve müşârün-ileyh tarafından müracaat-ı ahireye sebep olmuştur. Ahz-ı askerce
telakkî edilen emirler vakt-i zamanıyla vazifedârâne tebliğ ve ahkâm-i icrâ ettirilmiş olduğu maruzuyla berây-ı
malumat takdim kılındı.
2 Şubat 330
Nur-i Osmanî’den
7. Kolordu-yu Hûmâyun
Ahz-ı Asker Heyeti
(Damga)
Muhibbânlar da arzu edenlerin mevlevi gönüllü taburuna verilmesi kararlaştırılmıştı. Yapılan muamele muvaffıktır.
Hıfz.
4
EK - 3
Süheyl Ünver, Edirne Mevlevîhânesi, Süleymâniye Kütüphânesi, Defter No: 59
5
EK - 3a Mevlevî Taburu Erkânı: Kanûn-ı evvel 330 da Şam’da Cihad-ı Ekbere iştirâk eden Mevlevî dergâhları postnişînleri cedveli
Maiyyeti
1 Konya Mevlânâ postnişîni Reşadetlü Çelebi Efendi 110
2 Karahisar postnişîni Celâleddîn Çelebi Efendi 63
3 Manisa postnişîni Celâleddîn Efendi 10
4 Halep postnişîni Ahmed Remzi Efendi 28
5 Bursa postnişîni Şemseddîn Efendi 67
6 Yenikapı postnişîni Abdülbâki Efendi 138
7 Kasımpaşa postnişîni Seyfeddîn Efendi 5
8 Gelibolu postnişîni Burhaneddîn Efendi 7
9 Kastamonu postnişîni Amil Çelebi Efendi 29
10 Edirne postnişîni Salahaddîn Efendi 38
11 Ankara postnişîni Nuri Efendi 25
12 Denizli postnişîni Hasan Ali efendi 11
13 Tire postnişîni Hayrullah Efendi 46
14 İzmir postnişîni Nuri Efendi 40 Şeyhi İzmir’de ölür
15 Eskişehir postnişîni Şemseddîn Efendi 15 Şeyhi Şam’da ölür
16 Bahariye postnişîni Nazîf Efendi 9 Şeyhi vefat etti
17 Aydın postnişîni Sakıb Efendi 2
18 Bilecik postnişîni Bahareddîn Efendi 2
19 Karaman postnişîni Veled Çelebi Efendi 9 Karaman şeyhi vefat etmiştir
20 Beyşehir postnişîni Arif Çelebi Efendi 4
21 Sıvas postnişîni Reşid Çelebi 15 Şeyhi vefat etmiştir
22 Ayntab postnişîni İsmail Hakkı Çelebi Efendi 9
23 Kilis postnişîni Ahmed Sabuhî Efendi 31
24 Erzincan postnişîni Hacı İbrahim Hakkı Efendi 27
25 Samsun postnişîni Hacı Mehmed Emin Efendi 38
26 Maraş postnişîni Selim Efendi 13
27 Antak/l(?)ya postnişîni Mehmed Şah Efendi 8
27 Çankırı Mevlevîhânesi şeyhi Hasîb Efendi 33 -Mükerrer-
28 Tokad postnişîni Hadi Efendi 31
29 Üsküdar postnişîni Ferruh Çelebi Efendi 4
30 Muğla postnişîni Cemâleddîn Efendi 13
31 Burdur postnişîni Fehmi Efendi 2 Şeyhi vefat etmiştir
32 Amasya postnişîni Hüsameddîn Efendi 2
33 Kütahya postnişîni Sakıb Efendi 11
34 Lazkiye postnişîni Ragıb Efendi 1
34 Çorum postnişîni Hüsameddîn Efendi 5
35 Eğridir postnişîni Osman Nuri Efendi 2 Şeyhi vefat etmiştir
36 Kayseri postnişîni Hüsameddîn Efendi 3
37 Urfa postnişîni Hüsameddîn Efendi 5 Şeyhi vefat etmiştir
38 Trablusşam postnişîni Şefîk Efendi 3
39 Humus postnişîni Abdürrahim(?) Kamil Efendi 4 Şeyhi vefat etmiştir
40 Niğde postnişîni Hüsameddîn Efendi 10
41 Kudüs postnişîni Adil Efendi 5
42 Galata postnişîni Ahmed Efendi 9
43 Islâhıye postnişîni İştirâk eden 10
44 Taraf-ı sâire meşayıhı 8
Haydarpaşa’da iştirâk eden sıhhiye efradı 20
45 Şam-ı Şerif Mevlevîhânesi şeyhi Said Efendi 32
46 Ulukışla Mevlevîhânesi şeyhi Said(?) Efendi 4
6
EK – 4
Hafız İbrahim, “Cihad Hatıralarından: Bir Ketibe-i İclâl, Mevlevî Gönüllüleri”,
Sebîlü’r-Reşad, C.13, S.327, 5 Şubat 1330, 3 Rebî-ül-âhır 1333, İstanbul, s.117
7
EK – 4a
MEVLEVİ GÖNÜLLÜLERİ
13/Kanûnisani/1330
Hava, Fasl-ı rebiî’n son günlerindeki kadar cîd-u ruhperver; yed-i ulyayı sâniîn icad ve ikâd eylediği neyyir-i
âlemtâb açık, nilgûn semayı feyz-i rahmetten afak-ı şehre furuğlar ibtisamlar serpiyor. Acı, tatlı binlerce şü’un ve
vekaia sahne-i ceryan olmuş olan Bab-ı Ali Caddesi evvelki günkü gibi yine cûşân ve huruşân bir mevkib-i zafer-i
mevudun bank-i uluhiyyeti-i kâvi’nine makes.
Güzergâhtaki umumi, hususi bi’lcümle mebânı... dükkânlar, ticarethaneler, allı beyazlı necm-i hilâl ile pirayedâr
bayraklarla donatılmış.
Cihan muallay-ı İslâm’ın firûzan bir mihr-i irfan ve feyzakîni olan Hazret-i Mevlanâ’nın sehhar ve ilahi neva nây-ı
nalan-ı aşkından iktibas-ı zerrat ve cezabat eyleyen mevlevi gönüllülerinin, bugün gulgulat-ı tekbir ve tehil ile
titretüb inlettikleri pay-i taht caddeleri meşyî imkansız kılacak derecede bir cem-i gafîr ile dolup taşmıştır.
Ben bu gün aynı emel-i itilâ ile müteheyyic bütün bir ruh kesilen dar-ül hilâfenin nâ-mesbuk şevk ve tahâliki
karşısında server-i du-cihanın çeharyar-ı güzinin, hulefa ve selâtin-i izamımızın tarih-i satvet ve mefharetimizdeki
müebbet ve lâyemut menkıbelerinin şahid-i vukuû olan müstesna günleri iştiyak ve heyecanla anarak sevindim.
Makarr-ı hilafet ve saltanattan Nîl-i mübarekin reyyan kıldığı diyar-ı muazzeze-i İslâm’a doğru zemzemedâr bir
cuy-ı bâr-ı hamaset şeklinde akub gidecek, o hıtta-ı mütehassireye yaklaştıkça tezyîd-i azamet ve mehabet
edecek bu kevkebe-i muvahidînin, hub-u ilahiye tecelligâh olan kulub-u mütehassisede husule getirdiği tesir-i
gaşyâveri duymak, tasavvur edebilmek kilometrelerce uzayan rehgüzarı baştan başa kat’ ve müşahede eylemek
gerek idi.
Fariza-i mukaddese-i cihadı, halife-i zinşânımızın ihsan buyurdukları rayet-i celilenin mütemevvic saye-i
gulgûnunda şad ve handan edaya azm eden, sikkepûş mücahidler zümresi, bugün cennet makkar-ı fatih-i Mısr,
Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nin türbe-i şerifesini ziyaretle ruh-u pür fütuhuna arz-ı tahiyyat ettiler. Sevgili
padişahımız efendimiz hazretlerinin ve yüzbinlerce din kardeşlerinini, samimi, hayırlı dualarını alarak enbiya ve
evliya mehdine İslam matlahına mütevvechen şehrimizden müfarekât eylediler. Ve düşmanlarımıla arslanlar gibi
çarpışan mert ihvanımıza muvaffakiyet ihsan buyursun. Amin.
Hafız İbrahim
Beşiktaş
8
EK - 5
Mevlevî taburu teşkil eyledi Sultan Reşad
Feyz-i Mollâ dâd-res Allah u a’lem bir-reşâd
Avn-ı Hakk’la eyleriz meydân-ı harbde biz cihad
Cünd-i Mevlânâ’yı mansur eyle yâ Rabbe’l-İbâd
Salikân-ı Mevlevî meydân-ı harbe hû sala
Cânişîn-i Hazret-i Moll’ya farzdır iktidâ
İşte hâzırdır gelin aşk ile meydân-ı vefâ
Cünd-i Mevlânâ’yı mansur eyle yâ Rabbe’l-İbâd
Pîrimiz pîşuvâmız Hazret-i Molla Celâl
Kahır-ı a’dâ-yı dîniz zikrimiz İsm-i Celâl
Azmimiz düşman ile savlete etmektir cidâl
Cünd-i Mevlânâ’yı mansur eyle yâ Rabbe’l-İbâd
Hâlık-i kalp-i adûddur fahrimiz serde külâh
Top gibi Gülbang-ı Hû a’damızı ayler tebâh
Emr-i hayr-ı harbe sevk etti bizi çün padişah
Cünd-i Mevlânâ’yı mansur eyle yâ Rabbe’l-İbâd
Velvele-endâz-ı âfâkda çoğu nây kudûm
Dehşetinden târ u mâr olsa gerek a’da umûm
Allah Allah Hû diye düşmâna ettik de hücûm
Cünd-i Mevlânâ’yı mansur eyle yâ Rabbe’l-İbâd
Ahmet Cahid Haksever, Ceride-i Sufîyye’den nakletmiştir.
(Ahmet Remzi Akyürek, Ceride-i Sufîyye, 11 Şubat 1330, S.108, s.145)
Ahmet Cahid Haksever, Son Dönem Osmanlı Mevlevilerinden Ahmet Remzi Akyürek,
T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002, Ankara, s.59
9
EK - 6
İşte pîş-i celilinizde durur
Eser-i bâhir-i hamiyetiniz
Ki eder kalb-i mü’mini tehziz
Lafzatullah ile bu şanlı tabur
Suretâ bir tabursa da ma’nen
Bir cihan bülendi zî-kudret
Pes u pîşinde şevket ü nusret
Bahr-i umman gibi telâtum-zen
Böyle bir hey’et ü haşem olarak
Seyl ü a’dâya zâil ü kahir
Olacak avn-i hazret-i nâsır
Rehnümâ-yı celâdet-i mutlak
İftihar etseniz sezâ-yı hazret
Bu esed kalbi ceyş-i sâkin ile
Bu rehâ-kâr cünd-i bâtın ile
Hazret-i pîrden alır kuvvet
Ey ehali-i Konya Lütfunuza
Ederiz arz-ı minnet ve şükran
Hiss-i mühimmat ..... şu an
Aşk-ı milliniz âşikâr bize
Biz de isbat-ı aşk-ı dîn ederiz
Kanımızla vatan cihadına
Bu gazâ-yı zafer mefâdında (?)
Ki bize Nur-ı (?) şan saçar şeksiz
Önümüzde Livâ-yı nusret-zâd
Mürşid-i kâmilim cenab-ı Veled
Şübhesiz bizlere avn-i Rabb-ı samed
Düşman rû-siyâh olur berbâd
Nûr-ı feyyaz “Ahmed ı Mahmûd”
Rûh-ı tâbende-i “Celaleddin”
Feyz-i şevket resâ-yı dîn-i mubîn
Eder elbette ümmeti mes’ud
Elvedâ’ elvedâ! emin olunuz
Şevk-i dîn ü vatanla çarpışırız
Lûtf-ı rabb-i nasîre muntazırız
Galibiyet bizim metîn olunuz
Geliniz cümleten duâ edelim
Padişah zafer karînimize
Vatan-ı dil-rubâya, dinimize
Öyle şâdân u şen olup gidelim
Padişahım celaletinle yaşa
Ordu, millet, vatan ile (?) var ol
İttihad, her zaman ziyâ-bâr ol
Dîn-i İslâm şerafetinle yaşa
Nuri Köstüklü, “Vatan savunmasında Gönül Erleri: “Mücâhidîn-i Mevleviye Alayı”, X. Millî Mevlâna Kongresi -Tebliğler-,
Selçuk Üniversitesi, 2002, Konya, s.218-219
10
EK - 7
Tanrının askerleri
Erenler gönüllüsü
Molla Hünkâr erleri
Erenler gönüllüsü
Düşmüşler cümle yola
Bakmazlar sağa sola
Nasib olmaz her kula
Erenler gönüllüsü
Bunlar cünûdu’llahtır
Bunlar işe âğâhdır
Nücûm u Şems ü Mâhdır
Erenler gönüllüsü
Hazreti Sultan Reşad
Eyledi bize imdâd
Odur ihyâu’l-ibâd
Erenler gönüllüsü
Bize bahş etti alem
O Sultân-ı muazzam
Yine oldu mükerrem
Erenler gönüllüsü
Alemler âlihi
Külah püşân sipâhî
Tutdu bu kutsî râhı
Erenler gönüllüsü
Allah dedikçe birden
Ses gelir gökden yerden
Öcün alır kâfirden
Erenler gönüllüsü
Çalınsın nây ü kudüm
Anlasın ehl-i rüsûm
Toplansın bi’i-umum
Erenler gönüllüsü
Bugün bize Mevlânâ
Eyledi hep h’u salâ
Dedi cümle âmennâ
Erenler gönüllüsü
Çokdan ikrar vermişler
Bunlar Hakk’a ermişler
Uzun yola girmişler
Erenler gönüllüsü
Hakdan Hakka giderler
Hakdan gayri nîderler
Gönüller feth ederler
Erenler gönüllüsü
Ezelden uyanıkdır
Yürekleri yanıkdır
Takdire inanıkdır
Erenler gönüllüsü
Önlerinde Mevlânâ
Hulefâsı cemî’an
Kılmış âna efendi
Erenler gönüllüsü
Şam’a kılmışlar sefer
Şems hakkı isterler
Elbet murâda ererler
Erenler gönüllüsü
Ulu Ârif Arslanı
Gezüb mülk-i Osmânı
Uyandırdı cihânı
Erenler gönüllüsü
Sonra Sultan Dîvânî
Yanında çelebiyânı
Mısr’n oldu revânı
Erenler gönüllüsü
Kelâmın kes ey Veled
Bilindi sırr-ı ahad
Oldu Hakdan müeyyen
Erenler gönüllüsü
Nuri Köstüklü, “Balkan ve I. Dünya Harplerinde Mevlevîhânler”, XII. Türk Tarih Kongresi Ayrıbasım, Türk Tarih Kurumu,
2000, Ankara, s.1142-1143
11
EK - 8
“Sîneleri harb aşkıyla yanan tarîkat-ı âlîyeden Mevlevî Gönüllü Taburu’nun Kâdirî
Bölüğü kol nizâmında cihada azîmeti.”
(Harp Mecmuası, Yıl:1,S.5, Şubat 1331, Rebiulâhır 1334,s.70)
EK - 9
“Mevlevî Gönüllü Taburu Kâdirî Bölüğü hareketten evvel silah çatarak hal-i
istirahatde.”
(Harp Mecmuası, Yıl:1,S.5, Şubat 1331, Rebiulâhır 1334,s.70)
12
EK - 10
“Dördüncü Ordu Gönüllü Mevlevî Alayı’nda nişan talîmi.”
(Harp Mecmuası, Yıl:1,S.10, Haziran 1332, Şâban 1334, s.148)
EK - 11
“Gönüllü Teşkilâtından Rufai Alayı’ askerî talîmden sonra ölümü istihfâf eden tarîkat
talîmi yaparken.”
(Harp Mecmuası, Yıl:1S.9,Mayıs 1332, Receb 1334, s.133
13
EK - 12
Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkılap ve Aka Kitapevleri, 1983, İstanbul, ekler
14
EK - 12a
Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkılap ve Aka Kitapevleri, 1983, İstanbul, ekler
15
EK – 13
Gavze-i kübra için a’lâ-yı illiyyînden
Rûh-ı Mevlânâ-yı Rûmî cezbedâr olmuş gelir
Toplanmış ervâh-ı pîrânı nesîm-i arştan
Semt-i bâlâdan zemîne feyzbâr olmuş gelir
Hep murîdânın alıp çıkmış gazâ-yı ekbere
Sûy-ı rezme şevk ile Hayder-vekâr olmuş gelir
Eylemiş gûyâ tecessüm girmiş asker şekline
Pişvâ-yı ceyş-i ebrâr-ı kibâr olmuş gelir
Çarh-ı atlâstan kesilmiş sikke ve tennûresi
Bir nihâl-i sidre elde destvâr olmuş gelir
Cedd-i pâki Hazret-i Sıddîk ile hem-azm olup
Bir alem çekmiş guzâta destbâr olmuş gelir.
Enfâs-ı Bâkî ve şairin defterinde bulunmayan şiirin, bilinen kısmı sadece yukarıdaki
bölümdür.
Mustafa Erdoğan, Abdülbâkî Baykara Dede, Dergâh Yayınları, 2003, İstanbul, s.50-51
16
EK - 14
1
Mısır ordusu kumandanı olup
Geldi bu Suriye’ye devlet gibi
Hazret-i Ahmet Cemal Paşa’dır ol
Emr ü nehyi zübde-i hikmet gibi
Şam’ı kıldı himmeti cennet-meşâm
Bak şu cadde sanat-ı kudret gibi
Mevlevî dergâhı da tamirine
Muntazırdı tâlib-i himmet gibi
Yıktı yaptı eskisinden dil-nişîn
Oldu tekye gülşen-i vahdet gibi
2
Çoluk çocuk böyle gurbet ellerde
Perişan kaldılar yetmez mi yâ Rab
Şöhret ü şanımız gezer illerde İnsanın
gücüne gitmez mi yâ Rab
Halep, Şam, Kayseri olduk perişan
Her birimiz bir yerde ağlaşır her an
Hulâsâ yok mudur acaba imkân
Çektiğimiz mihnet yetmez mi yâ Rab
Her şeyde bilirim hikmetin vardır
Ne çare insanız gönlümüz dardır
Pirimiz büyüktür Molla Hünkâr’dır
Bize bir gün imdad etmez mi yâ Rab
Ahmet Cahid Haksever, Son Dönem Osmanlı Mevlevilerinden Ahmet Remzi Akyürek,
T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002, Ankara, s.60-61
17
EK - 15
BOA, DH KMS 30, 56, 1333.Ra.23
EK - 16
“Medine-i Münevvere’de baş kumandan vekili ile Dördüncü Ordu kumandanı büyük
bir merasim-i diniyye ile ravza-i mutahhara-ı şerîf târikiyle.”
(Harp Mecmuası, Yıl:1,S.7, Mart 1332, Cümadelâhire 1334,s.100)
Veled Çelebi
18
EK - 17
ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:H-2, A:7-7460, D:329, F:1-1
19
EK - 17a
ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:H-2, A:7-7460, D:329, F:1-1
20
EK - 18
ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:H-2, A:7-7460, D:329, F:1-15
21
EK - 19
(Harp Mecmuası, Yıl: 2, Sayı: 19, Mayıs 1333, Şubat 1335)
(Harp Mecmuası, Yıl: 2, Sayı: 19, Mayıs 1333, Şubat 1335)