I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

150
. I. DÜNYA SAVAŞI’NDA OSMANLI ORDUSUNDAKİ GÖNÜLLÜ TARÎKAT ALAYLARI Engin ÖNCÜOĞLU Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı, Eğitimde Ölçme ve Değerlendirme Bilim Dalı için öngördüğü YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak hazırlanmıştır. Ankara, 2004

Transcript of I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

Page 1: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

.

I. DÜNYA SAVAŞI’NDA OSMANLI ORDUSUNDAKİ GÖNÜLLÜ TARÎKAT ALAYLARI

Engin ÖNCÜOĞLU

Hacettepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü

Lisansüstü Eğitim, Öğretim ve Sınav Yönetmeliğinin Eğitim Bilimleri Anabilim Dalı, Eğitimde Ölçme ve Değerlendirme Bilim Dalı için öngördüğü

YÜKSEK LİSANS TEZİ olarak hazırlanmıştır.

Ankara, 2004

Page 2: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

1996-1997 yıllarında, Harbiye Askerî Müzesi’nde içmimar-asteğmen olarak

görev yaparken, teşhir edilen objelerin etiketlerini hazırlıyordum. Sıra Kâdirî ve Rifâî

sancaklarına geldiğinde, I. Dünya Savaşı’na ait bu parçalara daha dikkatli bakmıştım.

Sancakların ikisi de son derece iyi korunmuş ve zarif objelerdi. Ancak Rifâî

sancağındaki kanla basılmış parmak izleri, o izlerin sahiplerinin artık hayatta

olmadıkları düşünüldükçe, çok daha büyük bir etki yaratıyordu. Bir müddet sonra,

müzenin kütüphânesindeki Harp Mecmuası fasiküllerini karıştırırken, gönüllülere ait

fotoğrafları gördüğümde, daha da heyecanlanmış ve sancaklara bir kez daha

bakmak istemiştim. Ama tarîkat mensûblarına ait bu sancaklar, teşhirden

kaldırılmıştı. İşte beni bu mütevazı çalışmaya sevk eden, o sancakları bir daha

görememiş olmanın yarattığı hüzündür. Ümit ederim ki bu ‘hüzün’, tarih bilimin

gerektirdiği ciddiyet, sabır ve dikkati göstermekten beni alıkoymamıştır. Zîrâ, tüm bu

çalışma boyunca, ihtiyacım olan her türlü desteği gösterenlere, vefâ borcum da

bakîdir.

Prof. Dr. Mehmet Öz, bu tezin olgunlaşması ve teknik aksaklıklarının

düzeltilmesi için büyük emek sarfetmiştir; fakat hocamın anlayışı, güleryüzü ve

sebâtı, en az meslekî bilgisi ve ciddiyeti kadar, bana örnek olmuştur. Doç. Dr.

Mehmet Özden, yüksek lisans eğitimim boyunca samimiyeti, bilgisi ve kütüphânesi ile

bana destek vermiş ve çalışmamın daha iyi bir seviyeye gelmesi için bizzat çaba

göstermiştir. Bu araştırmanın, göz önünde olmayan, fakat oldukça büyük bir yükünü

de, başta sevgili ağabeyim Enis Öncüoğlu olmak üzere, tüm Öncüoğlu Mimarlık

çalışanları taşımışlardır. Gösterdikleri müsâmaha ve anlayış, muhakkak ki, her türlü

takdirin fevkindedir. Sevgili hocam Müjgan Cunbur da, tanıştığımızdan beri, büyük bir

fedakârlık ve sabırla, bana sadece eski Türkçe öğretmemiş; fıtratındaki azîm, tevazu

ve inançla, necîb değerlerin hayatta nasıl tatbîk edildiğini de göstermiştir.

Himmet ve lûtuflarının karşısında, hissettiğim şükür ve gösterdiğim gayret elbette ki; kifâyetsizdir. Üstümdeki tüm bu emeğe lâyık olabilmek niyâzıyla... İ’tizâr ederim.

Page 3: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

KISALTMALAR

SKSÜD Süleymâniye Kütüphânesi, Süheyl Ünver Defteri

ATASE Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı

BOA Başbakanlık Osmanlı Arşivleri

C. Cilt

S. Sayı

s. Sayfa

Çev. Çeviren

Ed. Editör

öl. Ölüm Tarihi

Tas. Tasavvuf

OA Osmanlı Ansiklopedisi

BDHTH Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi

Page 4: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

İÇİNDEKİLER

I. GİRİŞ ............................................................................................................................................1 I.I. Konu ve Amaç.........................................................................................................................2 I.II. Araştırmanın Sınırları.............................................................................................................4 I.III.Kaynek ve Araştırmalar.........................................................................................................5

II. OSMANLI’DA “DİN Ü DEVLET”.............................................................................................7 II.I. Ribat, Cihad, Gazâ ve Fetih: Lûgat ü’l-Harp......................................................................7 II.II. Harp Edenler..........................................................................................................................9 II.II.a. Anadolu Fütûhatı.................................................................................................9 II.II.b. Sanâdid-i Bektâşiyan: Yeniçeri.........................................................................11 II.III. Zikredenler...........................................................................................................................13 II.III.a. Semah Edenler................................................................................................13 II.III.b. Semâ Edenler..................................................................................................14 II.III.c. İsyân Edenler...................................................................................................16 II.IV. Değişenler...........................................................................................................................17 II.IV.a. Bî-Dîn ü Bî-Mezhep: Yeniçeri..........................................................................18 II.IV.b. Dervişân ve Ordû-yi Hümâyun Meşâyihi.........................................................20

III. ONDOKUZUNCU YÜZYILDA ORDU ve TARÎKAT........................................................24 III.I. Yeni Kullar, Yeni Paşalar, Yeni Kurallar..........................................................................25 III.II. Tarîkat ve Değişim.............................................................................................................29 III.II.a. Ülfet edilmeyen Bektâşilik................................................................................30 III.II.b. Reşâdetlü Mevlevîler........................................................................................32

IV. İKTİDAR ve HARB-İ UMÛMÎ.................................................................................................35 IV.I. İktidar...................................................................................................................................35 IV.II. Harb-ı Umûmî.....................................................................................................................41

V. BAŞKA DİYARLAR, BAŞKA DERVİŞLER.......................................................................46

VI. TARÎKAT ve CİHAD-I EKBER..............................................................................................51 VI.I. Mevlevî Alayı’nın Kuruluşu...............................................................................................52 VI.I.a. Dervişânın Orduya İntisabı...............................................................................55 VI.I.b. Moral ve Propaganda Malzemesi Olarak Mevlevî Alayı...................................62 VI.II. Şahısların Kimliği, Alayın Kimliği....................................................................................68 VI.II.a. Veled Çelebi....................................................................................................69 VI.II.b. Abdülbâki Efendi..............................................................................................71 VI.II.c. Ahmed Remzi Dede.........................................................................................72 VI.II.d. Şemseddîn Efendi...........................................................................................74 VI.II.e. Hayrullah Efendi..............................................................................................74 VI.II.f. Nazîf Efendi......................................................................................................75 VI.II.g. Hacı İbrahim Hakkı Efendi................................................................................75 VI.II.h. Diğerleri............................................................................................................76 VI.III. Mücâhidîn-i Bektaşiyye Alayı.........................................................................................78

VII. ORDUNUN DERVİŞÂNI.........................................................................................................81 VII.I. Komuta, 4. Ordu ve Sina Cephesi..................................................................................82 VII.II. 43. Tümene Bağlı Mevlevî Alayı.....................................................................................91

VIII. SONUÇ....................................................................................................................................105

KAYNAKÇA.....................................................................................................................................113

EKLER..............................................................................................................................................124

Page 5: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

1

I. GİRİŞ

İbn Haldun tarih bilimini anlatırken, “bu ilmi anlama hususunda âlimler ve

cahiller birbirine eşit olurlar” demişti. (1982:200) Zîrâ, İbn Haldun’a göre, tarihi “asîl ve

hikmette soylu” bir ilim haline getirip esâtirden tefrik eden, “düşünmek, araştırmak ve

olan şeylerin sebeplerini bulmak” yolunda derinleşebilme becerisi idi. Yaklaşık beş

yüz sene sonra John Tosh da, geçmişe ilişkin mitler yaratılmasının, geçmişten bir

şeyler öğrenme çabasıyla bağdaşmayacağını (1997:22) yazmış ve İbn Haldun’dan

bu yana öneminden hiç birşey yitirmeyen bu konunun tekrar altını çizmişti. Tarih

boyunca, ideolojilerin1 temel yapı taşlarından olan mitler,2 tarihçinin “gerçek

tarafından yönlendirilmek” (Pirenne 1983:7) amacını gölgeleyebilmiştir. Daha

olguların seçim safhasında müdahil olan tarihçinin (Arendt 1996:71) mutlak

nesnelliğinden elbette ki, söz edilemez. Ancak, öznelliği kabul etmek de, tarih

yazımına bir kısırlık değil; tarihçilere çeşitli ölçek ve açılarda yorum getirme

mecburiyetini yüklemiştir. Çünkü ‘anlamak’ bilgi edinme süreci ve zihinsel işlemlerin

bir sonucudur. (Rickman 1992:75)

Türkiye’de tarîkatlar, bahsedilen mitler ve ideolojik okumalarla gölgelenmiş

unsurlardır. Tarîkatları ve faaliyetlerini anlayabilmek ve bahsedilen gölgeyi asgariye

indirebilmek için, farklı açı ve çok fazla sayıda araştırmanın ışığına ihtiyaç vardır.

1 “İdeoloji: genel olarak siyasî ya da toplumsal bir öğreti meydana getiren ve siyasî, toplumsal eylemi yönlendiren düşünce, inanç ve görüşler sistemine; bir topluma, bir döneme yada toplumsal bir sınıfa özgü inançlar bütününe; bir toplumsal durumu yansıtan düşünceler sistemine verilen ad.” şeklinde tarif edilse de; tarih içinde farklı anlamları da ihtiva etmiştir. ‘Mitlerin’ yapı taşı görevi gördüğü ideoloji tanımı; “yanlış ya da çarpıtılmış olan inançlar bütünü”nü ifade ettiği kadar; “toplumsal fenomenlerle ilgili olan, ve bilimsel bilgiyi olduğu kadar, dini hatta gündelik inançları da kapsayabilen, doğru olduğu kadar yanlış da olabilen inanç sistemi”ni kastetmektedir.(Cevizci 1997:359-360) 2 Mit/Esâtir/Söylence: Efsane. Doğal olayları, dünyanın yaradılışını, doğal varlıkların meydana gelişini, şekil değiştirmesini zaman zaman gerçekten uzaklaşarak anlatan hikâye ya da masala verilen ad. Kozmogonik ya da kozmolojik süreçlerle ilgili olan, belli bir doğruluk payı olmakla birlikte, olgusal bir temeli bulunmayan, sembolik tarzda ifade edilmiş hakikat. Olağanüstü olayları, insanüstü güçleri konu alan, doğal olayları doğaüstü güçlerle açıklayan tasarım ya da öykü.(Cevizci 1997:628)

Page 6: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

2

I.I. Konu ve Amaç

29 Ekim 1923 tarihinde Türkiye Büyük Millet Meclisi, cumhuriyeti ilan ettiğinde,

selefi olan Osmanlı İmparatorluğu’nun çok uluslu yapısını milliyetçiliğe ve geleneğini

de modernizme tahvîle karar vermişti. Bu anlayış doğrultusunda, 30 Kasım 1925

tarihinde, tekke ve zâviyeler kapatılmış ve mensuplarının faaliyetleri de

yasaklanmıştı. Geleneği bu şekilde kesintiye ve deformasyona uğrayan tarîkatların,

muhtevası ve tarihine ait düalist okumalar, o günden itibaren keskinleşmiş ve birbirine

zıt yaklaşımlar (ideolojilerin güdümünde) kendi mitlerini oluşturmuşlardır. Ancak, bu

süreci 30 Kasım 1925 tarihi ile başlatmak da doğru değildir. Zîrâ, İslâmiyet çatısı

altında, farklı inanç, değer ve davranış biçimlerini benimsemiş tarîkat mensupları;

sosyal hayatın içinde de olsalar, münzevî de yaşasalar; müspet veya menfî toplumun

dikkat çeken unsurlarıydılar. (Ay 2004:2)

Bu çalışmanın konusu, I. Dünya Savaşı’na gönüllü olarak katılan tarîkat

mensupları ve özellikle, ordunun kayıtlı, resmî bir tümeni olan ‘Mevlevî Alayı’dır1.

Batmakta olan bir imparatorluktan, doğmakta olan bir devlete geçiş döneminde;

Osmanlı modernleşmesinin, “Doğu mitosları ile Batı’nın ütopyaları arasındaki trajik

çatışmasına” (Işın 2002:227) dair ipuçlarını barındıran bu oluşum; farklı yönleriyle

incelenebilecek unsurlara sahiptir:

Osmanlı İmparatorluğu’nun Batı’ya, yönelişi, daha 18. yüzyıl başlarında, askerî

müesseseler ve askerî tekniklerin ithali açmazı ile başlamıştı. (Mardin 2000:10)

Merkezine orduyu alan bu kaygı, Osmanlı askerini Batı’yla tanıştırmakla kalmadı;

aynı zamanda Avrupa menşeli kadroların Osmanlı Ordusu’nda, hem eğitici, hem de

komutan olarak görev yapmalarına da imkân sağladı. Bu kadrolar içinde en etkili ve

uzun süreli olanlar, kuşkusuz Alman Ordusu’ndan teşkîl edilenlerdi. Bu işbirliği öyle

1 Mevlevî Alayı, farklı kaynaklarda ‘tabur’, ‘tümen’ gibi adlandırılsa da genel kabul görmüş sıfat ‘alay’ olduğundan –özel durumlar haricinde- bu şekilde belirtilecektir.

Page 7: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

3

bir safhaya gelmişti ki; Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’na, neredeyse, Alman

komutasında girmişti1. (Ortaylı 1998:103-125)

Tasavvuf hayatı da, 1839 tarihinde ilan edilen Tanzîmât fermanıyla, yeni bir

evreye girmişti. “İmdâd-ı rûhâniyyet-i Cenâb-ı Peygamberîye tevessül ve istinâd”

(Kaya 2001a:449) ibaresinin yazılı olduğu bir metnin; tasavvuf ve tarîkatlara karşı

menfî bir tavrı olduğu söylenemezdi. Fakat Tanzîmât vesilesiyle, Osmanlı fikir

hayatına giren Batı düşüncesi, aydınların geleneksel kurumlarını da tekrar

tartışmalarına sebep olmuş ve yeni terminolojilerle, farklı saflar belirmişti. “İlga” ile

“ıslah” seçeneklerinin dile getirildiği bu zamanlarda; tekkelerin önce malî, sonra idarî

özerkliğine müdahale edilmiş ve nihayet; II. Meşrutiyet Döneminde, “tekkelerin

kapatılması, tarîkatların yasaklanması” dahi gündeme gelmişti. (Kara M. 2002:30-66)

Bilinmelidir ki; Osmanlı İmparatorluğu için modernizm, herşeyden önce; tehdit

altındaki güvenliğini tekrar kazanma yolu idi. Bu yolda Osmanlı aydını, “geleneği

dönüştürerek, Batı modern evreni karşısında kendi toplumunu ayakta tutmak”

(Türköne 2003:153) gibi bir misyonu üstlenmişti. Kimi zaman bu misyon; iç

dinamikleri ile değil, ama Batı’nın müdahaleleri ile düzenlenen değişim sürecinde;

modernizm kadar iktidarı da meşrulaştırmak formülünü benimsemişti. (Çetin 2004:14)

I. Dünya Savaşı’nda, Almanlarla müttefik ve ‘oldukça pozitivist’ (Özlem

2002:459) Osmanlı Ordusu’ndaki tarîkat mensupları da, bu formülün ne denli çok

bileşeni olduğunu kanıtlayan bir modeldir. Toplum yeni bir kültür ve şuûr kazanırken,

modernizmden doğan boşlukları doldurma görevini (Çetin 2004:19) üstlenen, -nüvesi

gelenekte- tarîkatları, ‘muhafazakâr’ veya ‘yenilikçi’ diye tasnif etmenin güçlüğü bu

modelde açıkça görülmektedir. Bu sebeplerledir ki; Mevlevî Alayı’na dair yapılacak

çalışmalar; ordu ve tarîkat ekseninin dışına taşan, zihniyet değişiminin izlenebileceği

bir yöntemi benimsemelidir. İmparatorluğun son yüzyılında, resmî veya sivil, tüm

1 İstanbul’daki Avusturya-Macaristan askeri ataşesi Pamiakowski, I. Dünya Savaşı başında Osmanlı Ordusu’nda kırkı aşkın Alman subayının görevli olduğunu ve sadece subay müşavir sayısının değil, sipariş edilen silah ve malzeme sayısının da arttığını bildiriyordu. (Ortaylı 1998:121)

Page 8: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

4

kurumlar bu değişime farklı tepkiler göstermiş, ancak hiçbiri kayıtsız kalmamıştır. Bu

tepkileri anlamaya çalışmak; o dönemi yorumlayabilmek kadar; geçmişten günümüze

çeşitli ideolojilerin yarattığı farklı mitleri kavrayabilmek için de gerekli bir çabadır.

I.II. Araştırmanın Sınırları

Osmanlı İmparatorluğu’nun son dönemi, iktidarla birlikte, halkın da tüm

imkânlarını seferber ettiği bir varoluş ve değişim çabasıdır. Sadece hudutlarının değil,

fakat siyasî ve felsefî düzeninin de, etki altında kaldığı bu döneme dair yapılacak her

çalışmanın perspektifi, çok geniş bir sahayı kapsamalıdır. Tarîkatların I. Dünya

Savaşı’nda bıraktıkları izler için de durum aynıdır. Bu izlerin her birini, tüm yönleriyle

tarif etmek, çalışmanın kapsamını çok genişleteceği için, ancak farklı dallardaki

uzmanların yer aldığı kolektif bir çaba ile gerçekleşebilir. Bu sebeple, Mevlevî

Alayı’nın ordu içindeki faaliyetleri üzerine odaklanan bu çalışmada, esas olarak

iktidarla olan ilişkiler ve alınan mesuliyet anlaşılmaya çalışılmıştır. Münferit veya milis

olarak savaşan tarîkat mensupları, konumuzla, ancak dolaylı olarak ilgilidir. Zîrâ

‘resmî tümen’ ile ‘milis kuvvet’ farklılığının zihinsel arka planını anlamaya çalışmak bu

metinde öncelikli hedef olmuştur.

Zihinsel arka planı anlayabilmek için, mezkûr alayın içinde ve oluşumunda

etkili olan simaların kişisel altyapılarını araştırmak kadar, bu karakterlerin ilişkili

oldukları kurumların tarih ve gelişimine de bakmak gerekir. Özellikle Osmanlı

Devleti’nin kuruluş aşamasında vuku’ bulan hadiseler, şartlar ve amaçları

sergileyebilmek, incelediğimiz dönemdeki faktörlerin temellerini anlamak ve tartmak

için çok önemlidir. Ayrıca, imparatorluk coğrafyasında ve halifelik sıfatı altında

şekillenen oluşumların nüvesini sadece mahallî tarih ve gelenekte aramak, o

zamanlar hâkim olan cihanşümûl perspektifi algılamaya engeldir. Bu engeli

kaldırabilmek için, İslâm dünyasındaki benzeri hareketlerin (Martin 1988), odaktaki

konuyla ilişkisinin değerlendirilmesi lâzımdır.

Page 9: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

5

Kurumlar için belli bir politikadan söz edilebilse de, bireyler için bu her zaman

mümkün değildir. Tarîkat ve ordu içindeki bireylerden, geleneği korumaya çalışanlarla

dönüştürmeye çalışanlar, siyasetlerini farklı zeminler üzerinde temellendirmiş

olmalarına rağmen, aynı istikamette hareket etmişlerdi. Farklılık ve müşterekler içinde

bir araya gelen bu insanların, mensup olduğu kurumlar, yürüdükleri yolun sınırlarını

belirlemiş olsalar da, menzilleri göstermemişlerdir. Dolayısıyla, istikameti görmek için

yaşanan dönemin öncesine bakmak şarttır. Fakat, sürekli değişimin olduğu ve yeni

parametrelerin eklendiği, I. Dünya Savaşı sonrasındaki safhalar ise, genel ve gerekli

olan noktalarda çalışmaya dahil edilip, bu noktaların belirlediği koordinatlar da

çalışmanın sınırlarını oluşturmuştur.

Mevlevî Alayı’nın resmî faaliyetleri de, dikkatle tetkîk edilmesi gereken bir

başka unsurdur. Derlenecek bilgi, hem ordu, hem de tarîkatın ordu içindeki etkinliğine

dair verileri içerdiği için; amaçlananlarla yapılanları mukayese edebilecek ölçüdür.

Resmî evrak, hâtırât ve ikinci el kaynaklar arasında kurulacak denge, bilgiyi

mitleştirmeden yorumlamamıza yardımcı olacaktır.

I.III. Kaynak ve Araştırmalar

Genelkurmay Askerî Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı, yakın tarihe ait çok

fazla miktarda vesikayı kullanıcıların hizmetine sunmuştur. I. Dünya Savaşı

kataloglarında zikredilen “43. Tümen Mevlâna Alayı”na ait yazışmalar, kayıtlar ve

harp cerîdeleri, Başbakanlık Osmanlı Arşivleri’ndeki belgelerle birlikte; döneme ait

birinci el kaynaklardır.

Devrin gazeteleri ve yazarlarının görüşleri, Mevlevî Alayı’nın farklı toplum

kesimleri tarafından nasıl algılandığını belgelemekle kalmayıp; bu metinleri kaleme

alanlar veya yayınlayan kurumların tarihleri de birer kaynak haline dönüşmüşlerdir.

Page 10: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

6

Kurumların tarihi, mensuplarına ait biyografi çalışmaları ve benzeri diğer

araştırmalar -konuyla bağlantıları nispetinde- faydalı ikinci el kaynaklardır. Fakat

Süheyl Ünver’in Süleymaniye Kütüphanesi’ndeki 59 numaralı defteri; gerek içerdiği

bilgilerin tekliği ve gerekse birinci el kaynak veya kişilerden derlenmiş olmaları

hasebiyle çok fazla ehemmiyet arz etmektedir.

I. Dünya Savaşı’na katılan dervişler hakkında popüler ve akademik çalışmalar,

fazla sayıda olmamakla beraber, mevcuttur. 1994 yılından itibaren Nuri Köstüklü,

Mevlevîler’in, Balkan ve I. Dünya Savaşlarındaki faaliyetlerini konu alan makaleler

yayımlamıştır. (Köstüklü 1996,2000,2002) Bu makaleler, Mevlevîlerin bakış açısını ve

Mevlânâ Müzesi Arşivi’ni temel alan, ma’lûmât açısından zengin ve konu hakkında

geniş bir birikimi yansıtan çalışmalardır. Hülya Küçük’ün 2001 yılında Leiden

Üniversitesi Türkoloji bölümünde tamamladığı doktora tezinin Türkçe’ye çevrilmiş ve

basılmış hali olan Kurtuluş Savaşı’nda Bektaşiler (2003) adlı kitap ise, Bektaşîleri

merkeze almış, fakat diğer tarîkatları da bu merkezden ele alıp incelemiştir. Bu

zengin çalışmada, belgeler, notlar, mektuplar ve benzeri diğer kaynakların yanı sıra

mülâkatlar da verimli bir şekilde kullanılmıştır. Sezai Küçük’ün Mevlevîliğin Son

Yüzyılı adlı eseri dönemin zihniyetini anlamak, son dönem Mevlevîlerini tespit

edebilmek ve faaliyet alanlarını belirleyebilmek için elimizdeki en zengin

çalışmalardan biridir. (2003) Aldülbâki Gölpınarlı’nın, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik

adlı eseri ise (1983) tüm bu zikredilen çalışmalara da kaynaklık etmiş, mühim bir

başka eserdir. Akademik nitelik taşımayan, fakat kıymetli bilgiler içeren bir makale ise

1953 yılında, Yeni Tarih Dünyası dergisinde, Resuhi Baykara tarafından kaleme

alınmıştır (Baykara 1953). Akademik bir çalışma olmayan Kadir Mısıroğlu’nun

Kurtuluş Savaşında Sarıklı Mücâhidler adlı kitabı da (1992), zengin vesîka ve bilgi

içeriğine rağmen, ideolojik yaklaşımı nedeniyle bu birikimi gölgelemektedir. 1

1 Bu kitabın 31. sayfasında yer alan bir fotoğraf ve altındaki bilgilendirme yazısı, ideolojik okuma ve mit yaratma konusuna iyi bir emsal teşkîl etmektedir: Mevlevîlerle aynı fotoğraf karesinde görülen Mustafa Kemal Paşa’nın başındaki bariz kalpak; Mevlevî sikkesi addedilmiş ve bu maksatlı kabulden sonra geçmişe ve geleceğe mâtuf yorumlarla okuyucu yönlendirilmeye çalışılmıştır. Farklı ideolojide bir yaklaşım da Baki Öz’ün “Kurtuluş Savaşında Alevi-Bektaşiler” adlı kitabında görülebilinir. (1989) Öz, Mustafa Kemâl Paşa’nın hayat tarzından başka geçerli hiçbir delîl öne sürmeden onun Bektaşî olduğunu iddia etmekte ve yine hiçbir kaynak göstermeden, Millî Mücadele için Mustafa Kemâl Paşa’nın Hacı Bektaş Dergâhı’ndan malî destek aldığını yazmaktadır. Küçük, kitabının sonuç kısmında Öz’e ait önemli hataları listelemiştir (Küçük H. 2003:201-202).

Page 11: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

7

II. OSMANLI’DA “DİN Ü DEVLET”

İslâm toplumlarında, siyasî müesseselerin teşekkül ve gelişimini takîp

edebilmek için, bu yapı üzerinde büyük etkisi olan, dinî kavramları da dikkate almak

lâzımdır. Zîrâ, siyasî yapının temellerinde de bu kavramların izdüşümleri vardır ve

strüktürü doğru değerlendirebilmek için bu terminolojiyi bilmek şarttır.

II.I. Ribat, Cihad, Gazâ ve Fetih: Lûgat ü’l-Harp

Kur’ân-ı Kerîm’de “Ey imân edenler! Sabredin; (düşman karşısında) sebat

gösterin; (cihad için) hazırlıklı ve uyanık bulunun ve Allah’tan korkun ki başarıya

erişebilesiniz.” (Âl-i İmrân:200) deniyor. Bu âyetteki ‘râbitû’ emri ‘birbirinize rabt

olunuz, kenetleniniz’ gibi manâlar içermektedir1. Ayrıca Enfâl Sûresi’nin 60. âyetinde

“Onlara (düşmanlara) karşı gücünüz yettiği kadar kuvvet ve cihad için bağlanıp

beslenen atlar hazırlayın.” derken, yine Arapça ‘ribât’ kelimesi kullanılmaktadır: Yani,

meâl daha da açılacak olursa; “atlarınızın bulunduğu ribâtlarınızı tahkim ediniz”

denilmektedir. Görülüyor ki, İslâmiyet’in ilk dönemlerinde, cihad için gerekli binek

hayvanlarının toplandığı, istihkâm edilmiş mevziîleri anlatmak üzere kullanılan tâbir

dinî ve askerî esaslı bir manâ kazanmış (Aslanapa 1993:734) ve ilerleyen

zamanlarda bu kelime tasavvufî bir veçheye de bürünmüş ve ‘tekke’ ile eşanlamlı

olarak kullanılmıştır. (Kara M. 1984:5)

Arapça ‘tâkat, meşakkat ve zahmet’ manâsındaki ‘cahd’ kökünden gelen cihad;

maddî ve mânevî bütün kuvvetleri, yüksek gâyeye ermek için, iyi niyet ile Allah

yolunda kullanmak demektir. ‘Cihad’ temel olarak ikiye ayrılmıştır. İnsanın nefsi ile

olan mücadelesini sistemleştiren, cihâd-ı ekber ve Allah’ın birliğini, İslâmiyet’i yaymak

amaçlı, harp şeklinde îfâ edilen cihâd-ı sagîr. Peygamberin, ahlâkî-dinî bir otorite

1 ‘Ribat’ kelimesi ‘bağ’, ‘ip’ mânâsına geldiği gibi, ‘sağlam yapı’, ‘konak, han’, ‘tekke’ de demektir. Nitekim bu meâlde ‘hazırlıklı ve uyanık bulunun’ ibaresi ‘ribat’ kelimesini karşılamak için kullanılmışsa da; başka meâllerde ‘nöbet bekleyiniz’ şeklinde de tercüme edilmiştir.

Page 12: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

8

kimliğiyle ‘cihâd-ı ekber’de ve siyasî-dinî otorite kimliğiyle de (Dabaşi 1995:83-116)

‘cihad-ı sagîr’de etrafındakilere liderlik ettiği bilinmektedir. Cihad her iki manâsıyla da

İslâmiyet’in ilk dönemlerinden itibaren etkili olmuştur. (Tyan 1983:164-171)

Gazâ, 1334 yılında tanzîm edilmiş Arapça bir lûgatta ‘gazvat’; sefer, savaş ve

talan eden mânasında kullanılmıştır. (Tekin 1993:10-11) Arap geleneğinde yeri olan

‘gazve’, düşman kabilenin mallarını (özellikle develerini) ele geçirmek amaçlı

harekâtlardır. Peygamberin de katılmış olduğu gazâlar, kabilelerin kendilerini idâme

edebilmek amacıyla yaptıkları, çöl hayat şartlarının dayattığı mahallî çözümlerdir

(Delcambre 2001:84). İslâm dünyasında ‘gazâ’ ve ‘cihad’ kelimeleri birbirlerinden

farklı mânâlar içerseler de, son devirlerde her ikisi eş anlamlı addedilmiş ve ‘gazâ’,

‘gâzî’ kelimeleri ‘cihad’, ‘mücahit’ kelimelerinin yerlerine ikâme edilmiştir. XII. yüzyılda

kaleme alınmış Farsça metinlere göre ise; ‘cihad’ın işgâl altındaki İslâm topraklarını

müdâfaa için yapılan savaşlara işaret ettiğini ve ‘gazâ’nın da başka topraklarda yer

alan savaşlar için kullanıldığını söyleyebiliriz. (Tekin 1993:12-13)

Arapça ‘feth’ kelimesinin çoğulu olan fütûhat; ‘zaferler, fethedilen, zaptedilen

memleketler’ demektir. İslâmiyet’in ilk çağlarında bu kavramın ne ifade ettiğini

anlamak için ise, Ebu Hayyân et-Tevhîdî’nin Kitâbül’l İmtâ ve’l Mu’ânasa’sındaki

satırlar ufuk açıcıdır:

“Onların büyüklüğünün davet ile nasıl başladığını, onların davetinin din

ile nasıl yayıldığını, onların dininin peygamberlik ile nasıl güçlü olduğunu,

onların peygamberliğinin şeriat ile nasıl fetihlere ulaştığını, onların

şeriatının halifelik ile nasıl desteklendiğini ve onların halifeliğinin dinî ve

dünyevî siyaset ile nasıl geliştiğini gördünüz.” (Lewis 2001:71)

Metinden de anlaşıldığı gibi, ilk dönem Müslümanları için fütûhat, İslâm’ı

muzafferiyete taşıyan zincirin halkalarından biridir. Esas itibârıyla, siyasî başarıyı

Page 13: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

9

işaret eden bu metindeki ‘fütûhat’ın tasavvufî cephesi ise başka mânâlar ihtivâ

etmektedir:

“Fethler, açılışlar, zuhurat, tecelliyât. (Tas.) a) Kapalı olan maddî ve

manevî nimet kapılarının sâlike açılması: Rızk, ibâdet, ilim, marifet, keşf

vs. gibi. b) Gaybî kemâl halleri ile zuhur. c) Zuhurât, ikram, karşılıksız

verilen özellikle gıda maddeleri. Dervişlerin geçimi Futûh iledir.” (Uludağ

1995:195)

Peygamberin otoritesi altında, manevî ve siyasî sahada anlam bulan tüm bu

mefhumlar, peygamberden sonra da İslâm coğrafyasının siyasî kodları ve inanların

ahlâkî düstûrları olmuşlardır. Sonuç olarak, İslâm dünyasında siyasî ve dinî talep ve

icraatlar aynı kodlarla ifade edilir; iktidarlar kadar, kullar da aynı mefhumlardan güç

alır duruma gelmişlerdir.

II.II. Harp Edenler

Max Webber’e göre günlük rutinin dışına taşan her türlü talebin karşılanması

ancak ‘karizmatik’ temele dayanabilir. Tarihe bakıldığında, psikolojik, siyasî, fiziksel,

ekonomik ahlakî ve dinî bunalımların doğal önderleri, ne resmî görevliler, ne de

uzmanlaşmış kadrolar olmuştur. Bu dönemlerin önderleri, bedence ve ruhça özel

yeteneklere sahip, ‘değer yargılarından arınmış’ şahsiyetlerdir. (Weber 2002:325)

II.II.a. Anadolu Fütûhatı

Anadolu’nun, fetih, iskân ve kolonizasyonunda faâl olan şeyhler, lûgatlarında

ribat, cihad, gazâ ve fetih terimleri ile beraber, mensup oldukları topluluğun siyasî

liderliğini de üstlenmişlerdi. (Ocak 2000:64-65) Orta Asya’daki şamanist gelenekle,

Page 14: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

10

İslâmiyet’i harmanlayan dervişlerin karizmaları, cemaatlerini sevk ve idarede etkili

olmuş ve bu zümreler büyük başarı kazanmışlardı. Osmanlı Devleti’nin doğuşu için

esas olan, ananevî ‘gâzi’ fikri ise, Bizans-Selçuklu sınırlarındaki ‘uc’ cemiyet ve

kültüründe şiddetle hissedilmiş, fütûhat da nüfûs ve kolonizasyon hareketleriyle

güçlendirilmişti. (İnalcık 1996:149) Ömer Lütfi Barkan, bu yöndeki çalışmaları daha

da derinleştirerek, ‘İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeler’ adlı

meşhur makalesini yazmış; Türk akınları ile batıda zâviyeler kuran derviş tipolojisinin,

sadece muharip orduya lojistik destek sağlayan unsurlar değil, fakat siyasî nüfûzlarını

iktidardan yana kullanan, mistik yönleri ile propaganda faâliyetlerinde yer alan, üretici

ve asla ‘tufeylî’ olmayan karakterler olduklarını belgelemişti. (2003:141-191)

Aşıkpaşazâde’nin Anadolu’nun fethinde yer alan dört farklı zümre olarak kayd ettiği

Gâzîyân-ı Rûm, Ahîyân-ı Rûm, Bâciyân-ı Rûm ve Abdâlân-ı Rûm, Fuad Köprülü’nün

Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar adlı kitabında oldukça menkıbevî bir tarzda

anlatılmıştı:

“Tahta kılıçlarla kâfirlere karşı harb eden, maiyyetindeki bir avuç mürid ile

yüzbinlerce kişilik düşman ordularını ezen, kaleler alan, küfür diyarında

kılıç kuvvetiyle İslâmiyet’i yayan bu mücâhid Türk mutasavvıfları...”

(1984:253-254)

Selçuklu Devleti’nin, Moğol saldırıları karşısında siyasî iktidarını kaybetmesiyle

hareketlenen Türkmen zümreleri, Baba İlyas’ın halifelerinin önderliğinde Babaî

İsyanı’nı başlatmışlardı. Bu hareket özellikle Osmanlı Beyliği kuruluşunda çok etkili

olmuş, hatta fütûhattı da müspet yönde etkilemişti. Aynı zümre, Abdalân-ı Rûm adı

altında XIV. ve XV. yüzyıl sonlarında Bektâşîliğin ve Alevîliğin teşekkülüne de zemin

hazırlamıştı (Ocak 2000:219-220).1

1 Anadolu’nun kozmopolit ve değişken yapısı içinde Abdalân-ı Rûm’un ayrı bir tarîkat olmayıp; benzer meşrepteki tarîkatlardan müteşekkîl1 daha geniş bir zümre olduğunu kaydetmek ve Bektâşîliğin de aynı mâhiyeti arz ettiğini belirtmek gerekmektedir. (Ay 2004:20)

Page 15: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

11

Osmanlı Devleti’nin Rumeli uc bölgelerinde ortaya çıkan Bektâşîler,

Rumeli’ndeki Osmanlı gâzîlerinin pîri olan Sarı Saltuk’la1 kendilerini

özdeşleştirmişlerdi. XV. yüzyılda da, bu kez Bektâşîler, Yeniçerilerle özdeşleşmişler

(İnalcık 2003:202); böylece Osmanlı Devletinin resmî muharip gücü bir tarîkatla

aynılaşmıştı.

II.II.b. Sanâdîd-i Bektâşîyan: Yeniçeri

Bektâşîlik tarîkatı ismini Ahmed Yesevî geleneğiyle yoğrulmuş Hacı Bektâş-ı

Velî’den almıştı. Bektâşlu oymağının başı olan Hacı Bektâş-ı Velî, Babaî İsyanı’na

katılan şeyhler gibi Baba İlyas’a halife olsa da isyana katılmamış veya kaçıp izini

kaybettirmişti. 1250 yıllarından sonra, Sulucakaraöyük’te münzevî bir hayat

yaşamaya başlamış olan Hacı Bektâş-ı Velî’nin tarihî bir karaktere dönüşümü de

hayatının bu döneminde gerçekleşmişti. Geniş çaplı ve oldukça serbest yorumlu bir

İslâm propagandasına başlamış olan Hacı Bektâş-ı Velî, Ürgüp yöresindeki

Hıristiyanların ihtidâsı ve şamanist Moğollar’ın İslâmiyet’i kabul etmeleri için faâliyet

göstermiş ise de; yaşadığı zamanın iktidarının ve büyük mutasavvıflarının dikkatini

çekmemişti. XVI. yüzyılın ilk yıllarında tarîkat, Balım Sultan tarafından Haydarîliğin

içinden ayrılarak ‘Bektâşîlik’ namıyla teşekkül etmişti. (Ocak 2002b:41)

Hacı Bektâş-ı Velî’yi tarihe taşıyan, Orhan Gazi’nin onu ordusunun koruyucusu

addetmesiydi. Bu gelenek ocak var oldukça devam etmiş; kuruluş dönemi sultanları

bu tarîkata büyük ilgi göstermişlerdi. İktidarın Bektâşîlere gösterdiği teveccüh elbette

ki, keyfî değildi; Bursa’nın fethine katılan Geyikli Baba ve Abdâl Mûsâ2 gibi dervişlerin

yanı sıra, iskân ve kolonizasyonda da Bektâşî dergâhları çoğunlukta idi. Ayrıca Oruç

Tarihi’ne göre, Sultan Orhan’ın kardeşi Ali Paşa derviş hayatı sürmek ve şeyhler

1 Dervişlerin mistik neşve ve cezbesi, fütûhatla birlikte tüm topluma heyecan vermiş ve Saltuknâme gibi kahramanlık vekâyinâmeleri anonim olarak vücûda gelmiştir. Ahmet Yaşar Ocak’a göre, Saltuknâme’de bahsedilen, mücahit, bir İslâm gâzi-velîsi olan Sarı Saltuk; mistik kişiliğinin yanı sıra, içinde bulunduğu kabilenin de aşiret reisidir. (İnalcık 2003:196;Ocak 2002a:41) 2 Geyikli Baba, Baba İlyas’ın mürîdi olsa da; Abdâl Mûsâ, Hacı Bektâş-ı Velî’nin, Hatun Ana’nın müntesibi idi. (Ocak 2000:209)

Page 16: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

12

safına katılmak için iktidardan vazgeçmiş ve Yeniçeri birliklerini Hacı Bektâş-ı Velî’ye

bağlaması yönünde Sultan Orhan’a telkinde bulunmuştu. (Oruç Beğ:34)

Osmanlı Devleti kuruluş aşamasında, düzenli askerî birliklerden yoksundu.

Osman Gazi’nin muharip gücü, atlı aşiret kuvvetleriydi. Orhan Bey zamanında, Bursa

kadısı Çandarlı Kara Halil’in çalışmasında, yaya ve müsellem (atlı) denilen,

Türklerden teşkîl edilmiş, biner kişilik, gündelikle savaşan güçler meydana getirilmişti.

Savaş haricinde ise, kendilerine gösterilen toprağı işleyip, vergiden muaf olan bu

kuvvet, Kapıkulu Ocakları’nın1 teşkîline kadar elde edilen zaferlerde başlıca âmil

olmuşlardı. (Uzunçarşılı:C.I,127-128)

Nüvesi Anadolu Selçukluları ve Mısır Memlûkleri’nde mevcut olan askerî

teşkilâtın, tekâmülü (Pakalın 1993c:617) ile oluşan, Avrupa’nın ilk daimî ordusu olan

Yeniçeriler (İnalcık 2003:17), ilk defa I. Murad zamanında kullanılmıştı. II. Murad

zamanında ‘devşirme’2 sisteminin oluşturulması ile önemi artan Yeniçeri Ocağı, Hacı

Bektâş-ı Velî ile de bu dönemde ilişkilendirilmişti3. Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşunda, ilk

elli yıl içinde süratle gelişen fütûhat kadar, Osmanlı Devletinin merkezî mutlakıyet

idaresini tesîs etme fikri de amîl olmuştu. (Koçu 1964:10)

İlk dönem Osmanlı Sultanlarının Bektâşîler’den ziyâde, Ahîlerle olan

yakınlıkları dikkat çekmekteydi. (İlgürel 1993:387) Orhan Bey zamanındaki yaya

askerlere, Ahi serpuşu olarak beyaz börk giydirilmiş, hatta yençeriler de aynı serpuşu

1 Kapıkulu Askeri: Merkezdekî askerî teşkilât hakkında kullanılır bir tâbirdir. Yeniçerilerle sipahi bölükleri kapı kulu askerlerini teşkil ederlerdi. (Pakalın 1993b:173) 2 Saray hizmetleriyle bostancılıkta ve yeniçeri ocağında istihdam edilmek üzere toplanan Hıristiyan çocukları hakkında kullanılır bir tâbirdir. Bu hizmetler daha evvel esirlere gördürülürdü. Esirler Birinci Murat zamanında kurulan “acemi ocağı” namı verilen ocakta yetiştirildikleri gibi miktarları yeniçeri ve acemi ocakları kadrosundan fazla oldukları zamanlarda Türkçeyi ve Türk ve İslâm âdetlerini öğrenmek üzere ‘ikişer filori’ye Anadolu’daki Türklerin hizmetlerine verilir, sonra alınarak muhtelif hizmetlerde kullanılırlardı. Devşirme suretiyle Hıristiyan çocuklarının alınması ve bunlardan muhtelif hizmetlerle askerlik işlerinde istifade olunması esirlerin azaldığı zamanlarda duyulan zaruret sevkiyle başlanmış idi. (Pakalın 1993a:444-445) 3 Müslüman edildikten sonra, üç ilâ dört sene Türk ailelerle kalıp, Türkçe öğrenen askerler ‘ocak’a verilip ‘yeniçeri’ sayılırlardı. Yeniçeri Ocağı’nın kuruluşunun Hacı Bektâş-ı Velî’ye isnat edilmesi anakronik, ve tabiatıyla asılsız bir iddia olsa da; iktidarın, yeniçerilerin ve erken dönem tarihçilerinin bu ocağı Hacı Bektâş-ı Velî’yle ilişkilendirme çabaları, ocağa “Ocağ-ı Bektâşîyân” ve askerlerine “tâife-i Bektâşîyân” denmesi anlamlıdır.

Page 17: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

13

kullanmışlardı. Fakat, 94. Ortada1 Bektâşî Babası’nın oturduğu ordunun intisâb ettiği

manevî güç, şüphe yok ki; Hacı Bektâş-ı Velî’ninki idi. (Özcan Ab. 1994:35)

II.III. Zikredenler

Teorik olarak tasavvuf, şerîatın, tevhid tabir edilen “Allah’ın ortak kabul etmez

tekliği”ni merkezine alan; yaratılanın, yaratanın tecellîsinden ibaret olduğunu

varsayarak, kesreti izale etmeye çalışan bir mistik felsefedir (Ocak 2003:267).

Schimmel’e göre ise, mutlak aşk denilen tasavvufun kudreti, gerçek mistisizmi

zahitlikten ayırabilmesindedir. İlâhî aşk, sufînin kalbini saflaştırıp huzûr-ı ilâhîye

taşıyacağı için, kişi çekeceği tüm çile ve acıya tahammülden ziyade tevekkül etmeli,

hatta onlardan zevk almalıdır. Zîrâ, bu olgunlaşma devresi onu zamandan ve diğer

yaratılmışlardan âzâde kılar. (Schimmel 1975:4)

Mutlak aşka erişmek için nefse karşı yapılan cehd, yani cihad-ı ekber, kimi

mutasavvıfları her türlü dünyevî uğraştan alıkoymuş olabilir. Fakat tarih eserler,

insanlar ve hadiseler üzerlerindeki tesirleri değerlendirdiği için bu mizâctaki

mutasavvıflar da, arzuladıkları tevâzu içerisinde tarih sahnesinden çekilmişlerdir.

II.III.a. Semah Edenler

Osmanlı ilk dönemlerinde, cihad-ı ekber ile birlikte cihad-ı sagîri de ihmâl

etmeyen dervişlerle beraber hareket etmişti. Abdalân-ı Rûm diye adlandırılan zümre

içinden, Yeniçeri Ocağı’yla irtibâtlandırılan Bektâşîlik, Osmanlı gücünü temsîl eden ve

doğrudan sultana bağlı ordunun bir nev’i resmî inancı idi. Henüz, XVI. yüzyıl

taassubunun etkisinde olmayan Sünnî Osmanlı sultanlarının Bektâşîlerle olan yakın

1 Orta, Yeniçeri teşkîlâtında tabur yerine kullanılan tâbirdir. (Pakalın 1993b:730)

Page 18: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

14

ilişkileri ise, II. Bayezid zamanında, (Mélikoff 1993:210) Safevî Sultanı Şah İsmail

adına çıkartılan Şah Kulu ayaklanmalarına (Ocak 2002b:283-287) kadar sürmüştü.

II. Bayezid zamanı etkisini arttıran Safevî propagandası, Anadolu’daki

Türkmenleri tesîrine almış ve Şiîliğe ait bazı temayüller, ayrılıkçı unsurlar olarak

belirmişti. Şah İsmail’in mürîdlerine ve halifelerine giydirdiği on iki dilimli kızıl tac,

taraftarlarınca benimsenmiş ve onlara da Kızılbaş denmişti. Böylece, Orta Asya

kültlerini İslâmiyet’le birleştirenler (Ocak 2002b:217), Osmanlı topraklarında Kızılbaş

diye anılmış (Ocak 2002b:280-281), fakat Celalî isyanları sırasında, “dinsiz, âsî”

mânâsını kazanan Kızılbaş deyimi de, yerini ‘Alevî’ye bırakmıştı. (Mélikoff 1993:33)

Bektâşîlik ve Alevîlik, Ehl-i Beyt sevgisi etrafında şekillendikleri için genelde

birlikte değerlendirilmiş; Bektâşîliğin şehirde, Alevîliğin ise köyde etkili, fakat esas

itibarıyla aynı olduklarına dair inanış, doğru olmamakla birlikte, yaygınlaşmıştır.

Alevîlik ve Bektâşîlik arasındaki temel farklılık; Alevîlikteki ‘çelebilik1’ makamının Hz.

Ali soyundan olmaya önem gösteren Şia İslâm’ı ile örtüşmesi ve Bektâşîliğin ise

herkese açık bir tarîkat olmasıdır.2 Bu ayrılık “bel oğulları” olduklarını iddia eden

Çelebilerin, tüm Bektâşî dergâhlarındaki meşîhatta hak iddia etmeleri ile politik bir

yön de kazanmış; Osmanlı idaresinin ilk yıllarında, kendisini Hacı Bektâş-ı Velî’nin

meşru halefi sayması ve Türkmenleri kontrol altında tutmak amacı, Babagânlığa karşı

Çelebiliğin desteklenmesine sebep olmuştu (Küçük H. 2003:26-27). Fakat, XIV.

yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nde şehir hayatı geliştikçe, Sünnî İslâm sufîliğine

mensup tarikatlar da Anadolu’da etkisini arttırmaya başlamıştı. (Ay 2004:20)

II.III.b. Semâ Edenler

1 Çelebiyân Bektâşîler Hacı Bektâş-ı Velî soyundan geldiklerini ve “Bel Oğulları” olduklarını iddia ederler. Babagân Bektâşîleri ise, Hacı Bektâş-ı Velî’nin soyundan olmak iddiasını taşımadıkları gibi ‘mansıb’ prensibinin sufîliğe aykırı oluğu inancındadırlar. (Küçük H. 2003:25-26) 2 Yine aynı sebeple, kişinin cemaat içindeki manevî konumu da, Alevîlikte soya, Bektâşilikte ise tarîkat eğitimine ve bundaki başarısına dayanmaktadır. (Küçük H. 2003:27-28)

Page 19: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

15

Mevlâna Celâleddîn Rûmi’ye (öl.1273) nisbet edilen Mevlevîliğin teşkilâtı

Mevlâna’nın oğlu Sultan Veled (öl. 1312) tarafından tesîs edilmişti. Mevlâna da, Hacı

Bektâş-ı Velî gibi Orta Asya’da, 1207 yılında Belh şehrinde doğmuş; fakat ‘sultanü’l-

Ulemâ’ diye anılan Bahâüddîn Veled’in oğlu olarak çok farklı bir çevrede yetişmişti.

Moğol istilâsı sebebiyle Belh’i terk eden aile, Anadolu Selçuklu Sultanı Alâeddîn

Keykubad’ın himâyesinde Konya’ya yerleşmiş ve iktidarın yakın ilgisini görmüştü.

Medrese eğitimi alan Mevlâna’nın tasavvufa olan ilgisi babasından geçmiş ve bu

yönde başka eğitimler almışsa da, hayatındaki dönüm noktası, sert sözleriyle insanı

şoke eden, manevî silsilesi meçhul bir derviş olan, Şems-i Tebrizî ile tanışması

olmuştu. Şems’le birlikte tasavvufî coşkusunu saklayamayan bir dervişe dönüşen

Mevlâna, içindeki ilâhî aşkı zamanın ve coğrafyasının ötesine taşıyan eserler

vermişti. (Schimmel 1975:309-315;Kara 1994:67)

Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemlerinde, Bektâşîliğin Pîri Hacı Bektâş’ın

orduyla bütünleşmesi gibi, Mevlânâ’nın da Osman Gazi’ye dualar ettiği rivâyet

edilmekte, Sultan Aleaddin’in Osman Gazi’ye Mevlâna ile kılıç gönderip kuşandırdığı

(anakronizme rağmen) anlatılmaktadır. (Karateke 2004:50) Osmanlı Devleti ile

Mevlevîler arasında kurulmak istenen bağ, Yeniçerilerde olduğu gibi, serpuşlara

dayandırılmakta1, ‘çelebi’ unvânlarından yola çıkarak, adeta Safevî Devleti gibi

tasavvuf menşeli bir yapı çizilmektedir. Halbuki, tüm bu menkıbelerin ötesinde

Mevlevîlik yönetiminde hanedanlık ve iç bürokrasinde de merkezîlik anlayışı ile diğer

tarîkatlardan farklı, şehirli, yerleşik bir yapıya sahipti. Tarîkatın Mevlâna’dan bu yana

benimsediği, ‘siyasî otoriteyi meşrulaştırma’ politikası ve kendi yetkisini Selçuklu

Hanedanı ve ona bağlı olarak Mısır’daki hilâfetle ilişkilendirmesi, XIV. yüzyıldan

itibaren hakimiyetinin giderek artmasına yol açmıştı. Bu politika iki ideolojik motife

dayanmaktaydı: Şehirleşme sürecini yaşayan Türkmen toplumuna, zamanının şehir

hayatına daha uygun olan Sünnî İslâm yorumunu anlatmak ve şehir hayatına siyasî

ve dinamik bir perspektif kazandıran “gazâ” ideolojisini canlı tutmak (Işın 2002:229-

230). Şüphe yok ki; bu iki ana unsur da iktidarların gayeleri ile örtüşüyordu.

1 “Osman ve Orhan Gazi’nin türbeleriyle, Mevlânâ gibi Hüdavendigar ünvanı olan I. Murad’ın kabrindeki Mevlevî külahı resimleri ve mezar başlarındaki Mevlevi sikkeleri, hatta yeniçerilerin ilk devirlerinde Mevlevî serpuşu taşımış bulunmaları herhalde bir anlam taşımaktadır.”.M. Duru’dan aktaran İsmet Kayaoğlu (Kayaoğlu 2002:37)

Page 20: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

16

Osmanlı nezdinde, Mevlevîlerin bu siyaseti ancak 1436 yılında, II. Murad

(öl.1451) zamanında karşılık bulmuş, fakat Fâtih Sultan Mehmet’in (öl.1481)

döneminde, tarîkatın devletle olan ilişkileri adeta dondurulmuştu. Zîrâ “çelebilik”

makamının nesebe dayanan “hanedan” temelli dinî otoritesi de, Karamanoğulları’yla

olan ilişkileri de, padişahın patrimonyal iktidar ve emperyal devlet projesi ile

uyuşmamıştı. Lâkin, II. Bayezid’in kamu anlayışı selefinden oldukça farklı idi. II.

Bayezid, yerel güç odaklarına kısmî faâliyet özgürlüğü vermekte ve hatta bu

oluşumları bir nevi ‘icra vasıtaları’ olarak kullanmakta ve bazı iktisadî ayrıcalıklar

tanımaktaydı. (Işın 2002:230-231) Ayrıca Safevî tehlikesinin belirdiği II. Bayezid

saltanatı süresince, Şiî ve konar göçer bir İslâm anlayışı yerine Ehl-i Sünnet ve şehirli

yorumu benimsemiş bir tarîkatın desteklenmesi, iktidarın politikasıyla örtüşmüştü. II.

Bayezid devrinden itibaren Mevlevîler, Osmanlı sultanlarından ve devlet

adamlarından büyük ilgi görmeye başlamışlar, padişahın Konya’da Çelebilik

makamında bulunan Hüsrev Çelebi’ye (öl. 1561) derin muhabbet duyması, o

dönemin pek çok devlet ricalinin Mevlevîliğe intisap etmesine sebep olmuştu.

(Öngören 2000:320)

II.III.c. İsyân Edenler

Görüldüğü gibi, Osmanlı Devleti’nin kuruluşunda, kendilerini İslâm terminolojisi

ile ifade eden tarîkatların organizasyonu etkiliydi. Bu organizasyonların liderleri ise,

sadece efsaneleşmiş dinî kişilikler değil, aynı zamanda siyasî dengeleri de

etkileyecek politik liderlerdi. Kuruluşun ilk zamanlarında, aynı gaye ile hareket eden

dervişler ve tarîkatlar; devlet merkezîleştikçe, otoriteye karşı bir tehdit unsuru haline

dönüşmüş ve XV. yüzyıldan itibaren, devlet sufîleri tâkîbat, denetim ve baskı altına

almaya başlamıştı.

1416 tarihinde ulemâdan bir sufî olan Şeyh Bedreddîn adına isyan çıkaran,

Yahudi muhtedîsi Torlak Kemâl ve Börklüce Mustafa, Şeyh Bedreddîn’in ‘mehdî’liği

iddiası ile beraber Müslümanlık-Hıristiyanlık-Yahudilik karışımı bir senkretizmin

Page 21: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

17

propagandasını yapmışlardı. Osmanlı Devleti’nin siyasî gücünün çok zayıflamış

olduğu Fetret Devrinden sonra vuku’ bulan ayaklanmanın nihaî hedefi ‘eşitlikçi

düzenin hakim olduğu dünya cenneti’ni yaratmaktı. (Ocak 2000:124 ve 157-158) Çok

sayıda insanın katıldığı ayaklanma güçlükle bastırılmıştı. Osmanlı vakanüvîslerinin

“torlaklar” veya “bedbaht sufîler” diye tanımladıkları elebaşları hiçbir ayrım

yapılmadan takîp edilmiş ve cezalandırılmıştı. (Balivet 2000:77-78) Ancak Şeyh

Bedreddîn’in idam fermanının, fikirlerinden dolayı “şer’an” suçlu olduğu üzerine değil

fakat, devlete karşı isyan ettiği için “örfen” ve “siyaseten” suçlu olduğu üzerine

oturtulması (Bardakçı 1999:78), devletin tasavvuf zümrelerinin etkinlik alanlarını

siyasî otoritesi ile belirlediğinin göstergesi idi.

Ancak, bu isyan Osmanlı iktidarının sufî çevrelere karşı olan hassasiyetini de

arttırmıştı. Anadolu’da kurulan üçüncü büyük tarikat olan Bayrâmîye’nin bânîsi Hacı

Bayrâm-ı Velî’nin mürîd sayısındaki artış, II. Murad’ı endişelendirmiş ve şeyhi tahkikat

için Edirne’ye getirtmişti. (Kara M. 1994:68-69) Nitekim, XVI. yüzyıldan itibaren,

Bayrâmîler gibi, Halvetîler ve Kalenderîyye’nin muhtelif şubelerini teşkîl eden

tarîkatlar da kovuşturma altındaydılar. (Ocak 2003:277)

II.IV. Değişenler

Yılmaz Öztuna’nın “taşlaşmış” diye tanımladığı XVII. ve XVIII. yüzyıllar

(Öztuna 1970:195), başka bir anlayışa göre de, “Osmanlı toplumsal kuruluşunun bir

dünya imparatorluğu olarak çözülüşü”nü (Keyder 1977:73) hazırlayan dönemi teşkîl

etmektedir. Temel olarak, XIV. yüzyılın ‘kuruluş’u, XV. yüzyılın ‘imparatorluk’ ufkunun

genişlediği ve XVI. yüzyılın da ‘klasik’ dönemi temsîl ettiği tasnîf sisteminde; XVII. ve

XVIII. yüzyıllar ancak modern çağa geçiş dönemini ifade etmektedir. Ancak

günümüzdeki bir çok tarihçi bu tasnîfe de, bahsi geçen dönemde bir atâlet

yaşandığına da karşı çıkmaktadırlar. Kemal H. Karpat’a göre; bu yüzyıllardaki

gelişmelerin giriftliği ve bu karmaşıklığı çözmeye elverişli terimlerin olmayışı, bu

yanlış değerlendirmelerin sebebidir (Karpat 1975:90). Bu doğru olmakla birlikte, XV.

yüzyıldan başlayarak, Osmanlı İmparatorluğu’nun temel kurumlarını tesîs ettiği ve bu

kurumların değişime direnç gösterecek güce de hâiz olduğunu eklemek lâzımdır. Bu

Page 22: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

18

yüzyıllardaki direncin de, değişimin de XIX. yüzyıldaki şekillenmelerin alt yapısını

oluşturduğu ve göz ardı edilemeyeceği muhakkaktır.

II.IV.a. Bî-Dîn ü bî-Mezheb: Yeniçeri

XV. yüzyılın ikinci yarısında, yeni pây-ı taht olan İstanbul’a taşınan Yeniçeri

Ocağı, belli başlı nizâmnâmelerini tesîs etmişti: Emre kesin itaat, birlik-beraberlik,

aşırılıklardan kaçınmak, İslâm’ın farzlarını yerine getirmek, devşirme, yargılama,

rütbe ve terfiî usûlleri, ordu içi hiyerarşi, hasta ve sakatların emekliliği, dış görünüş,

mücerred olunması, kışlalardan ayrılınmaması, başka meslek icra edilmemesi, idman

ve bilimle iştigâl edilmesi gibi ana başlıklar bu kurallara bağlanmıştı. (Pakalın

1993c:620-621) Ancak, nizâmnâmelerin hazırlanmış olması, uygulanabildikleri

anlamını taşımıyordu. Nitekim, ocağın yapısını güçlendirmek üzere alınan tedbir ve

kararlar, gelişen hadise ve ihtiyaçlara göre zaman zaman tekrar tanzîm edilmişti.

II. Murad devrinde çok önemli bir askerî kuvvet haline gelip, padişahın da

övgüsünü kazanmış Yeniçeriler; selefi Fâtih Sultan Mehmed’in saltanatından itibâren

iktidarı istekleri doğrultusunda yönlendirmek için isyâna başvurmaya başlamışlardı

(Yücel,Sevim 1991:5). Yeniçerilerin padişahı bile tehdît eden gücünün siyasî bir

uzantısı olmaması imkânsızdı, nitekim bu güç padişah kadar, devlet kademesinde yer

alan diğer unsurlar tarafından da kontrol edilmeye, yönlendirilmeye çalışılmıştı. XVII.

yüzyılın başlarına kadar Yeniçeri Ocakları’nın, iktidar irâdesine muhâlif hareketleri,

ocaktan ziyâde üst düzey devlet görevlilerinin hırs ve politikaları ile ilişkilendiriliyordu.

Ancak, III. Murad (öl.1595) döneminde, nizâmnâmelere aykırı bir şekilde ocağa kayıt

yapılması, bizzât ocağın bozulduğu fikrinin kabul görmesi ve ifade edilmesi için

gereken zemîni hazırlamıştı.1 Sonraki dönemlerde Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması

düşünüldüyse de, isyân ve savaşlar bu tasarıya imkân vermemiş, bilakis ocağın

nüfûsu artmış, homojen ve disiplinli yapısı iyice bozulmuştu.

1 Nizâmnâmelere aykırı kararlar, III. Murad döneminde, şehzade Mehmed’in (öl.1603) “sûr-ı hümâyûnlarında”ki oyuncuların ocağa alınmak istemeleriyle gündeme gelmişti. Yeniçeri ağası, Ferhâd Ağa’nın itirâzlarına ve kanûna rağmen bu talep gerçekleşmiş; Ferhâd Ağa azledilip, yerine başkası geçmişti. Koçibey’e göre bu olaylardan sonra “Ocağın revnak ve hüsnü git”miş, “içlerinde cârî olan kânûn batdı, herc ü merc ol”muştu. (Koçibey 1998:55-57)

Page 23: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

19

II. Osman’ın (öl. 1622) başarısız Hotin Seferi’nin dönüşünde Yeniçeri Ocağı ve

Sipâhileri kaldırıp yeni bir ordu kurma kararı, başka bir isyânın çıkmasına sebep

olmuş ve I. Mustafa’nın (öl.1623) tahta tekrar cülûsu ve II. Osman’ın 65. Orta

tarafından katledilmesi1 ile sonuçlanan hadiseler, Yeniçerilerin sadece iktidar

politikalarını değil, fakat iktidarı da belirleyecek güce eriştiklerini göstermişti.

XVII. yüzyıla gelindiğinde ise Yeniçeri Ocağı ve iktidar arasındaki uyumsuzluk,

halka da yansımıştı. Yeniçerilerin Ramazan ayında oruç ibadetine riayet etmemeleri,

tütün ve şarap içmeleri, ahlâka aykırı davranışları ve şehri haraca bağlamaları, sosyal

düzeni sarsan aşırılıklardı. IV. Murad’ın (öl.1640) otoritesini kurmak için aldığı şiddetli

tedbirlerin bir kısmı, bu düzeni tekrar sağlamak ve bu şekilde iktidarını pekiştirmek

amacını içeriyordu. XVIII. yüzyılın başlarında ocaktaki disiplinsizliğin önüne

geçilememiş, alınan tedbirler uygulamaya konamamıştı. Yüzyıl sonlarında ise devlet,

yoklama yapamayacak kadar çaresiz ve Yeniçerilerin paralarını ödeyemeyecek

derecede mâlî sıkıntı içinde idi. Bu durum bâzı Yeniçerileri esnaflığa mecbur ettiği

gibi; esnaftan ocağa girenle birlikte; iktisadî hayatta kaba kuvvet, haraç ve benzerî

uygulamalara dayanan bir Yeniçeri esnaflığı hakim olmuş, Yeniçeriler özellikle lonca

gelirlerinin denetimini ellerine geçirmişlerdi. (Kafadar 1994:474;İslâmoğlu,Keyder

1977:64)

Yeniçeri Ocağını eski satvetli haline dönüştürme umudu Avrupa karşısında

yaşanan hezimetlerle beraber, başka mecralara yönelmişti. XVII. yüzyılın sonlarında,

Yeniçeri Ocağına dokunulmamakla beraber Avrupa tarzında bir ordunun gerekliliği de

gündeme gelmiş ve ihtidâ’ eden yabancı menşe’li subayların denetiminde bazı reform

çalışmaları başlamıştı. I. Mahmud (öl.1754) zamanında Humbaracı Ahmed Paşa

tarafından gerçekleştirilmeye çalışılan reformlara2 (Muslu 2003:43) Yeniçeriler imkân

tanımadılarsa da; iktidarın istikameti belli olmuştu. III. Mustafa (öl. 1774) döneminde,

1 65. Orta, bu hadisenin ardından lağvedilmiş ve Yeniçeriler herhangi bir sebeple gülbank çektiklerinde; 65. Orta’nın sırası gelince, hep bir ağızdan, “Yok olsun” demişlerdi. Gülbank; gül sesi, yâni bülbül şakıması mânâsına gelen Farsça bir tamlama olup, Yeniçeriler her gülbank çektiklerinde, Hacı Bektâş-ı Velî ile olan bağlarını ikrâr ederlerdi. (Pakalın 1993c:620-621;Gölpınarlı 1977b:141-142) 2 Humbaracı Ahmed Paşa adını alan Fransız General Claude Alexandre Comte de Bonneval (öl.1747)

Page 24: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

20

ordunun teknik imkânlara kavuşturulması için Polonyalı bir mülteci olan Baron de

Tott’u görevlendirdiğinde, ıslahat için batıya yönelik ilk hamleyi de yapılmıştı. (ilgürel

1993:385-395)

II.IV.b. Dervişân ve Ordû-yi Hümâyun Meşâyihi

Kuruluştan itibaren etkili olan ordu, tarîkat ve saltanat üzerine müesses

nizâmın XVI. yüzyıla yaklaşırken tamamen bozulduğunu söylemek mümkün değildi.

İmparatorluğa geçmekte olan siyasî yapının, beylik ölçeğindeki politikalarla hareket

edemeyeceği aşikâr olup; kurumlarını oturtmuş bir sistem içinde, dervişlerin yavaş

yavaş savaş alanlarından çekilmesi ve disiplinli ordularla hareket edilmesi de bu

ölçekteki yapının gereği idi.

Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul kuşatmasında devrin âlim ve şeyhlerini de

sefere çağırmıştı. Başta babası II. Murad’ın tahkîk ettirdiği Hacı Bayrâm-ı Velî’nin,

Ehl-i Sünnet anlayışını benimsemiş mürîdi Akşemseddîn olmak üzere, bir çok sufî ve

âlim bu çağrıya uymuşlar (Bardakçı 1999:86); askerleri gazâ ve cihada teşvik ve

ordunun muzafferiyetine dua için görevlendirilen bu insanlara da “Ordû-yi Hümâyun

Şeyhi” tâbiri uygun görülmüştü (Pakalın 1993b:729). Bu makam, sefere çıkan

ordunun moralini yüksek tutmak yönünde şeyhlere resmî görev yüklemiş1, böylece

‘klasik dönemi’ne girmekte olan Osmanlı İmparatorluğu’nda sadece iktidara ait

kurumlar değil ama sivil kurumlar da, siyasî yapının ihtiyacına göre, tekrar

şekillenmişlerdi. Devlet içindeki yapılanma ve Sünnî teorinin siyasî alana

intıbakındaki hızlanma, Sünnî tarîkatları da Anadolu’da daha etkili duruma getirmişti.

Kuruluş aşamasında, fıkıh-tasavvuf, medrese-tekke çatışmasını yaşamamış

olan Osmanlı Devleti, yerleşik hayata geçip, şehre ait kurumlarını tesîs ettikçe bu

farklılıklar da önem arz etmeye başlamıştı. Osmanlı klasik döneminin dinî bilimler

alanındaki akımları fıkıh (hukuk) ve kelâm (teoloji), merkezî iktidar mekanizmasının

1 Kazaskerler ve kadılar, ordunun şeriata uygun hareket etmesinden; şeyhler ve dervişler ise ordunun moralinin yüksek tutulmasından sorumluydular. Şeyhler, askerleri sadece cihada teşvik etmekle değil, aynı zamanda seferin zaferle sonuçlanması için dua etmekle de görevli idiler. (Mayer 1980:54-57)

Page 25: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

21

pratik alanlarına bağlıydı. Fıkıh, imparatorluğun siyaset, yönetim ve organizasyonu ile

kelâm ise resmî ideolojisiyle doğrudan ilgili idi. Ancak, bürokrasi, ulema, sufîye ve

halk içinde, Ehl-i Sünnet dışı her türlü mezhebî ve tasavvufî eğilim,

küçümsenemeyecek derecede taraftar kazanmıştı. Öncülüğünü Şeyhü’l-İslâm İbn

Kemâl (öl. 1535) ve ardından Ebûsuûd Efendi’nin (1574) çektiği, merkeze bağlı XVI.

yüzyıl uleması, bu akımlara karşı amansız bir mücadele başlatmıştı. Ancak bu

ulemanın (özellikle Ebusuûd Efendi’nin) merkezî yönetim yanlısı ve idarî zorunluluklar

sebebiyle pragmatist bir anlayışla kaleme aldığı fetvalar, cami vaizleri ve bir kesim

taşra uleması arasında tepkiye neden olmuştu. (Ocak 1999:13-16)

Bayrâmîye tarîkatını terk edip, tasavvufa büyük eleştiriler getiren İmam Birgivî1

(öl. 1573), tasavvufla birlikte, merkeze bağlı pragmatist anlayışa da muhalif olan

akımın en önemli sîmâlarından biri idi. İmam Birgivî’nin görüşlerini benimseyip,

sufîlerle mücadeleye girmiş Kadızâde Muhammed Efendi’nin (öl. 1635) başlattığı

Kadızâde hareketi ise Osmanlı İmparatorluğu’ndaki tasavvuf aleyhindeki en önemli

hareketlerden bir başkası olmuştu.2

XVII. yüzyılda yaşamış, Halvetî tarîkatının Niyâziyye veya Mısrîyye kolunun

kurucusu, coşkun ve cezbeli şairi Niyâzî-i Mısrî (Erdoğan K. 1998:LIII) dergâhını, İbn-i

Kemâl ve Ebu Suûd Efendi’den bu yana devam etmekte olan, devletin tasavvuf

hayatı üzerindeki belirleyici rolünün ağırlaştığı, bir dönemde açmıştı. İlk aşamada

iktidarın desteğini alan şeyh; IV. Mehmed tarafından Rusya seferine katılmaya davet

edilmiş; fakat sufînin “istikrârı fi’l-mahal olması” yolundaki emir gereğince mürîdlerinin

dağıtılması ve kendisinin de Rodos’a sürülmesine karar verilmişti.3 Rodos’ta dokuz

ay kalan şeyhin bir sonraki sürgün yeri Limni olmuş ve ancak on beş yıl sonra

Bursa’ya dönebilmişti. Niyâzî-i Mısrî, II. Ahmed’in (öl. 1695) Avusturya seferine (1694)

daveti sebebiyle iki yüzden fazla mürîdini toplamış, fakat meydana gelen kalabalığın

tehlikeli sonuçlar doğurabileceğini düşünen iktidar, Niyâzî-i Mısrî’ye Bursa’da oturup

1 İbn Teymiye etkisinin açık olduğu İmam Birgivî, semâ, deveran, kabir ziyareti gibi konuların bidat olduğunu vurgulamış, İslâm’ın aslına dönmek amacıyla kaleme aldığı eserler günümüze kadar etkisini korumuştur. 2 XVII. yüzyılda son derece tutucu bir anlayışla ortaya çıkan Kadızâdeliler Hareketi’nin saray çevresinde de destek bulması tarîkatlara karşı şiddet eylemlerine dönüşmüştü (Yurdaydın 1971:128). Köprülü’nün vezir olmasıyla sona eren hareket, bir müddet sonra da ortadan kaybolmuştu. (Kayaoğlu 2002:41;Uludağ 1999:48) 3 Tuhfe’den alıntıyı yapan Kenan Erdoğan. (1998:LXXVI-LXXVII)

Page 26: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

22

hayır dua ile meşgul olması yönünde hatt-ı hümâyûn göndermişti. Padişahın hatt-ı

hümâyûnunu muhalefet eden şeyh kesin ve tavîz vermez tavrı yüzünden de tekrar

Limni’ye sürülmüştü. (Erdoğan K. 1998:LXXXV-LXXXVII)

Halvetî silsilesine merbût Niyazî-i Mısrî XVII. yüzyılda, iktidardan bağımsız ve

hatta muhalif bir tavrı benimsemişken; Halvetîliğin diğer şubelerine ve diğer

tarîkatlara mensup şeyhlerden başka anlayışla hareket edip, ‘ordu-yi hümâyun

şeyhliği’ yapan bir çok sufî olmuştu.1 Ancak Osmanlı İmparatorluğu gibi bir yapıda,

iktidarın bazı dengeleri gözetmeksizin, mutlak ve keyfî bir idaresinden de söz

edilemezdi. Osmanlı sultanları, bir çok şeyhi himâye etmiş ve bir çok tarîkata da

yakınlık göstermişti. Sultanların sefere çıkarken, bazı türbeleri (Ebû Eyyûb el-

Ensâri’nin, Seyyid Battal Gazi veya Mevlâna gibi) ziyaret etmeleri veya yanlarında

bazı şeyhleri de götürmeleri âdet haline gelmişti. (Öngören 2000:269-271)

Kuruluş sonrası Osmanlı sufîlerinin devlet ve ordu ile olan ilişkilerini, temel

olarak üç farklı tavır altında sınıflandırmak mümkündür: Niyazî-i Mısrî modelinde

görüldüğü gibi iktidarın kontrol etmekte zorlandığı ve “cihad” kavramını ve gnostik

bilgisini mensup olduğu siyasî otoritenin üstünde gören dervişler. İkinci grup ise,

faaliyetlerini ait oldukları siyasî yapının hizmetine sunmuş ve kendisini daha büyük bir

mekanizmanın parçası sayan sufîler ki, başta ordu-yi hümâyun şeyhleri bu sınıfı

oluşturuyorlardı.2 Üçüncü olarak da, iktidara karşı olanlar vardı. Bu zümreler, Şeyh

Bedreddîn örneğinde olduğu gibi, kişisel bir doktrinin (çeşitli şartlar içinde) büyük

ölçekte destek bulmasıyla oluşabildiği gibi, Safevî destekli ve Şiî anlayışını empoze

eden ve siyasî uzantıları olan bir politikanın sonucu da ortaya çıkabilirlerdi. Fakat

1 Halvetî şeyhlerinden Merkez Efendi, Kanûnî Sultan Süleyman tarafından, 1537 tarihindeki Korfu seferinin ordu-yi hümâyun şeyhliğine tayin edilmişti. (Öngören 2000:272) Aynı tarîkatın kollarından biri olan olan, Şemsîye tarîkatının pîri Ahmed Sivâsî (öl. 1597) III. Mehmed (öl. 1603) zamanında Macaristan (Eğri) Seferine aynı sıfatla katılmıştı. (Gölpınarlı 1993:423;Öztürk M. 2004:35) Moravî Yahya Efendi (öl.1770) de dergâhını, Mora seferine Anabolu (Nauplia) kalesinde inşâ’ etmişti. (Öztürk M. 2004:115) Avusturya Seferi’nin ordû-yi hümâyun şeyhi, Nazmi Efendi Tekkesi Şeyhi Abdülhalim Efendi’nin azledilip yerine el-Hâcc Mustafa Efendi (öl.1785) tâyin edilmiş ve sefer gâlibiyetle neticelendikten sonra, 1768-1773 Rus Savaşı’na da katılan ordu şeyhine gösterdiği başarılardan dolayı, Hamidiye Sancağı, Eğridir Kazası, Kabasakal Zâviyesi’nin şeyhliği ve mütevelliliği verilmişti (Öztürk M. 2004:156-157,121). Bayrâmîye tarîkatına mensup bir aileden gelen, fakat kendisi bir Mevlevî dervişi olan Şeyh Kadri Dede, dervişlerle birlikte, 1715 tarihinde yapılan Mora seferine katılmış ve İnebolu’nun fethinden sonra buraya yerleşerek irşada başlamıştı (Pala 1982:85), aynı tarîkatın şeyhlerinden Mustafa Sâkıb Efendi (öl.1735) de Çehrin Kalesi’ne düzenlenen sefere katılmıştı. Sâdî şeyhi Süleyman Sıdkî Efendi (öl.1777) ise Kırım’da Ruslara karşı cihad ilan edilince, Kırım seferine katılmıştı. Mehmed Emin Tokadî ise I. Mahmud döneminde Avusturya (Nemçe) seferine giden ordunun muzafferiyeti için duâ etmekle görevli şeyhlerden biriydi. (Muslu 2003:582) 2 Ordu şeyhleri dışında da, dervişleri ile birlikte seferlere katılan şeyhler bulunuyordu ki; bu kuvvetlerin masrafları çoğu zaman devlet, bazen de şeyhler tarafından karşılanmıştı. (Muslu 2003:579)

Page 27: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

23

esas önemli nokta, Osmanlı iktidarının bu ayaklanmalara karşı dinî dogmaları himâye

eden bir tutumdan ziyade, siyasî yapıyı gözeten bir politika ile müdahale etmeleri

olmuştu.

Yukarıda tarif edilen üç gruptan herhangi birinin, ele aldığımız ‘cihad’

geleneğinin uzağına düştüğünü iddia etmek zordur. Anadolu’da Osmanlı

hâkimiyetinde kurulmaya başlayan şehir hayatı içinde, Abdâlân-ı Rûm’un temsîl ettiği

gelenekle tamamen örtüşen bir zümreyi aramak doğru olmamakla beraber, devletin

resmî görevlileri ve faaliyetlerinin kaynağını iktidara rağmen belirleyen dervişleri

yönlendiren faktörlerin aynı olmadığını belirtmek lâzımdır.

İmparatorluk haline dönüşmüş Osmanlı’da, fütûhat için savaşan dervişlere

artık ihtiyaç yoktu. Tarîkatlar ve dervişler, toplumun yapı taşlarından biri olmakla

birlikte, yapının tüm mimarîsini oluşturan diğer elemanlarla uyum içinde ve belirlenen

sınırlar dahilinde kalmalı idiler. XVII. yüzyıla girerken bu elemanların kimisindeki

zayıflık, uyumsuzluk veya çürümenin tüm strüktürü tehdit edebileceği dahi tecrübe

edilmişti. Böylece imparatorluk siyasî ideolojisini dervişlerden ayırdı.

Page 28: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

24

III. ONDOKUZUNCU YÜZYILDA ORDU VE TARÎKAT

Edhem Eldem XVIII. yüzyılda, bir önceki veya bir sonraki yüzyıla nazaran

daha az değişimin yaşanmadığını; ancak, bu dönemde yaşanan değişimin kopukluk

içermediğini ve devamlılık arz ettiğini vurgular. (Eldem 1999:195) Daha önce de

belirtildiği gibi, imparatorluk tarihinde XVII. ve XVIII. yüzyıllar ‘geçiş dönemi’ olmaktan

ziyâde, belki de hakkı ile incelenememiş dönemlerdir. Fakat, Eldem’in de -dolaylı

olarak- vurguladığı gibi, XIX. yüzyıldaki değişim gelenekten kopuşu veya bir ikiliği de

beraberinde getirdiğinden, radikal, çarpıcı ve çok belirgindir.

Batı ile ilişkisi devam etmiş, fakat Küçük Kaynarca (1774) antlaşmasına kadar,

kendi üstünlüğünden şüpheye düşmemiş olan Osmanlı İmparatorluğu, zafiyetini fark

ettiği andan itibâren kendi kurumlarını ihyâ etmeye çalışmış, fakat aynı zamanda

Batıyı da model olarak incelemeye de başlamıştı. Geleneksel yapısındaki kimi

aksaklıkları düzeltmeye çalışan Osmanlı, yapının ıslâhı için Avrupa’dan uzmanlar da

getirtmiş, ama XIX. yüzyılda, bazı geleneksel kurumların yerine Batılı kurumları

ikame etmekten başka çıkar yol olmadığına inanmıştı. Zîrâ Osmanlı için

modernleşme, her şeyden önce ‘güvenlik’ meselesi idi. (Türköne 2003:72) Bu

sebeple, son dönem yöneticilerinden hiç biri Batıyı ve Batılılaşmayı yok saymamış,

hemen hepsi farklı formül ve politikalarla Batıya yaklaşmıştı. Ancak eksikliğin en fazla

hissedildiği askerî alan, Batılılaşmanın tatbîk edildiği öncelikli saha idi. Evvelâ teknik

uzman ve unsurların ithalâtı ile başlayan bu çabalar, Batının kurumlarına karşı en

şiddetli tepkinin askerîye içinde filizlenmesine yol açtığı gibi, sonraları Batıyı Osmanlı

toplumuna taşıyacak lokomotifi de bu kurum içinde oluşturmuştu.

XIX. yüzyıl, Osmanlı tebanın, devlet idaresinde en etkin olduğu dönemdi. Yeni

fikir ve müesseselerin yerlerini almaya başladığı bu dönemde, tarîkatlar gibi

geleneksel kurumlar da, değişimden etkilenmiş; kimi zaman tepki gösterdikleri gibi,

kimi zaman da yeniliklerin tescîl ve tasdîki için mesâî sarf etmişlerdi. Yaşanan bu

süreç, toplum içindeki bütün kurumları, ya karşı karşıya, yahut da bir araya getirmişti.

Page 29: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

25

III.I. Yeni Kullar, Yeni Paşalar, Yeni Kurallar

Osmanlı İmparatorluğu, bünyesindeki zafiyeti fark ettiği andan itibaren,

ıslahâtını iki farklı eksende değerlendirmişti: Eski nizâmı ihyâ etmek veya galip

kuvvetin müesseselerini tahlîl etmek. XVII. yüzyılın ikinci yarısından itibâren yüzünü

galip tarafa çevirmeye karar vermiş olan iktidarın, karşılaştığı direnç de onun bu

inancını yıkamamıştı. XIX. yüzyılın ilk çeyreğine gelirken, reformlara gösterilen

muhalefet, bu süreci sadece yavaşlatmış veya kısa bir süre için durdurabilmiş, fakat

yolundan döndürememişti.

III. Selim’in devleti planladığı reformları tanımlamak için kullanılan “Nizam-ı

Cedîd” tabiri, aynı zamanda kurduğu ordunun adı olmuştu. Bu ordu, Avrupa tarzında

bölük, tabur ve alaylara ayrılmış ve yine Batı tarzında eğitilmişti. Mısır seferine (1798-

1799) katılan ordunun Fransa karşısındaki başarıları, başta Yeniçeriler olmak üzere,

tüm muhâliflerini rahatsız etmiş ve 1806 yılında, Nizam-ı Cedîd askerlerinin Osmanlı-

Rus Savaşı’na katılmalarına mâni olunmuştu. Nihayet bu gerilim, 1807 yılında

Kabakçı Mustafa liderliğinde bir isyâna dönüştü ve ancak Nizam-ı Cedîd’in

kaldırılması ile durdurulabildi. (Çataltepe 1999:241-249) 1808 yılında kurulan ve II.

Mahmud’un (öl.1839) tahta çıkmasında büyük rolü olan “Sekbân-ı Cedîd” de

Yeniçerilerin baskısına dayanamamıştı. (Pakalın 1993c:149)

Yaşanan olumsuzluklar, devlet kademesindeki politikaları değiştirmemiş,

sadece zorlaştırmıştı. Nitekim II. Mahmud, Yeniçerilerin ıslâhı için, Şeyhü’l-İslâm

tarafından onaylanan Eşkinci layihasını 1826 yılının Mayıs ayında ilân ettikten üç ay

sonra, Ocağın tepkisini şiddetli bir şekilde bastırdı ve Yeniçeri Ocağı ortadan kaldırıldı

(15 Temmuz 1826). Osmanlı vak’anüvîslerinin “Vak’a-i Hayriyye” diye adlandırdığı bu

olay; askerî müdahale olmanın ötesinde, bir modernleşme hamlesi idi. Zîrâ şehir

hayatına -ve özellikle esnaf sınıfına- karışmış ve Bektaşî tarîkatının doğal bir uzantısı

addedilen Yeniçeri kovuşturmaları, kışlalarının topa tutulmaları ile bitmemiş, takîbât

sivil hayatı da etkilemişti. Tutuklulara “Yeniçeri misin yoksa Müslüman mı?” diye

sorulması ve Yeniçeri Ocağı’nın ardından “Muallem Asâkir-i Mansûre-i

Page 30: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

26

Muhammediye” isimli bir ordu teşkîl edilmesi iktidarın Yeniçeri Ocağı’nı tamamen

sistemin dışında telâkki ettiğinin göstergesi idi. (Aksan 2003:42)

III. Selim’in hazırlattığı talîmnâmelerin kullanıldığı yeni orduda, zorunlu askerlik

hizmeti, imparatorluğun ve toplumun her kesimince kabul görmedi, bu sebeple II.

Mahmud zorunlu askerliği Anadolu üzerinde odaklaştırdı. Özellikle, 1828 yılındaki

celp, Ruslara karşı bir cihâd olarak anlatılmış ve ikna edici araç olarak kullanılan dinî

içerikli sloganlar Batılılaşmakta -ve dolayısı ile laikleşmekte- olan kurumun esaslarını

gizlemişti. 1831 yılına gelindiğinde zorunlu askerlik hizmeti bir nüfus sayımına ve

Mekteb-i Ulûm-ı Harbiye’ye dayandırılmıştı. (Aksan 2003:43) 1834 yılında kurulan

Asâkir-i Redife-i Mansûre birlikleri, bedensel engeli bulunmayan her Müslüman’ın

katılmak zorunda olduğu, ulusal milis kuvveti olarak düşünülmüş ve kırsal kesimde

merkezî otoritenin hâkimiyetini sağlamakla görevlendirilmişti. (Zürcher 2003:89)

1839 yılında ilan edilen Gülhane Hatt-ı Hümâyunu ile, Osmanlı’nın Batılılaşma

ideali, askerî, hukukî ve hatta inanç sahasında resmî ifadesini bulmuş oluyordu.

İktidar orduyu Batılı mânâda tekrar tanzîm ederken sadece sınıflandırma ve usûller

gibi şeklî unsurlarla yetinmemişti. Reformları teknik meselelerin ötesinde, entelektüel

plana da taşımış olan iktidar; ‘laikleşme’ hamlesi olarak ifade edebilecek bir program

mûcibince ‘Ordu-yi Hümâyun Şeyhliği’ni de lâğv etmişti. (Pakalın 1993b:729)

Batı modelini benimsemiş Osmanlı İmparatorluğu’nda, alınan kararların

uygulamaya konulamamasındaki tek engel, muhafazakâr, tutucu reaksiyonlar değildi.

Modern anlayışta bir nüfus sayımının yapılmamış olması, askerî yükümlülüğü olan ve

celbe katılacak efrâdın tespîtini zorlaştırmıştı. Askerlik hizmetinin kanunî sürelerinden

uzun ve kayıpların çok oluşu Osmanlı tebanı silah altına girmekten alıkoyuyordu.1

Ayrıca, Osmanlı İmparatorluğu’nda askerlikten muaf olan zümrelerin sayısı hiç de az

değildi; başta kadınlar olmak üzere, Mekke ve Medine sâkinleri, dinî görevliler,

1 1897 Yunanistan ve1912 Balkan Savaşları için yürütülen celp işlemleri imparatorluğun bazı yerlerinde büyük destek bulmuş, çok sayıda gönüllü bu savaşlara katılmıştı (Zürcher 2003:95). Fakat, bu coşkunun genele şâmil olduğunu söylenemezken; savaşların uzaması ve cephelerin genişlemesi ile de heyecanın yerini ümitsizliğe bıraktığını belirtmek gerekir.

Page 31: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

27

medrese talebeleri, bir çok meslek grubu ve gayri Müslimler de askerlik

yapmayabiliyorlardı. Göçmenler ise hukukî olarak yükümlü olsalar da, çoğu halde

fiilen muaf tutulmuşlardı. Gülhane Hatt-ı Hümâyunu, 1844 tarihli ilk zorunlu askerlik

yasası ve 1871 yönetmelikleri tüm Müslümanların orduda hizmetle görevli olduklarını

açıkça belirtse de; XX. yüzyılın başlarında Osmanlı Ordusu, yerleşik Müslümanlardan

oluşan ve bu nüfusunun yüzde sekseninden fazlasını köylülerin teşkîl ettiği bir

kuvvetti. Çünkü o dönemlerde gayri Müslimlerin askere alınmaları, sadece

Osmanlının zihinsel yapısına aykırı değil; aynı zamanda Hıristiyan köylülerin ordu

üzerindeki maddî yük ve dinî bakımdan senkretik yapının Müslüman askerler

üzerlerindeki moral bozucu tesîri ile de imkânsızdı. (Zürcher 2003:95-99)

Böylece, 1856 yılında hazırlanan Islâhât Fermânı’nda belirtilen “kâffe-i tebaa-i

şâhâhane”nin eşitliği (Kaya 2001b:451) ve dolayısı ile gayri Müslimlerin de celp ve

kur’aya tâbi’ oluşu hakkı ile uygulanamamıştı. 1909 yılına kadar gayri Müslimler için

teorik bir seçenek olan askerî hizmet, genellikle sıhhiye subaylığında îfâ edilmişti.

Lâkin, 1908 yılında iktidara gelen ve “ittihad-ı anâsır” fikrine büyük önem veren İttihâd

ve Terakkî, askerlik kanunu değiştirerek, Temmuz 1909 tarihinde askerlik hizmetini

tüm Osmanlı tebaa için mecbur kılınmıştı. Bu uygulamaların başka bir sonucu da,

askerlikten muaf olan bazı zümrelerin, muafiyet statülerini yitirmeleri idi. (Zürcher

2003:100-101)

1836 yılından evvel ordudaki ‘modernleşme’ politikası, kimi ihtidâ etmiş,

muhtelif milletlerden subaylarla elde edilmeye çalışılmıştı. III. Selim zamanında Türk

topçu birliklerini denetleyen Prusyalı albay Von Goetze ile başlayan Prusya ve

Osmanlı Ordusu arasındaki ilişki, II. Mahmud zamanında Prusya’dan istenen askerî

heyetle farklı bir konum almış ve Osmanlı Ordusu’nun yabancı subaylar tarafından

eğitim faaliyetleri başlamıştı. Ancak, Almanlar bu eğitimi bir tehdit unsuru olarak

görmediği gibi, ihtiyaçları doğrultusunda yönlendirebilecek bir müttefik oluşturma

şansı olarak addetmişlerdi. Alman ekonomisi, Osmanlı Devleti’nin askerî ihtiyaçlarını

karşılanmak gibi bir menfaati amaçlamış, Alman subayları da şahsî menfaat ve

rütbelere ulaşabilmeyi ummuştu. Osmanlı İmparatorluğu ise Alman ittifâkı ile

uluslararası etkinlik kazanabilmeyi umut etmişti. (Ortaylı 1998:103-106)

Page 32: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

28

Son dönem Osmanlı Ordusu’nda hâkim olan Alman tarzı, yayınlanan dört

binden fazla broşür, Almanya’ya yollanan genç subayların eğitimi ile pekişmişti.

Ordudaki eğitim eskiye nazaran büyük bir ilerleme kaydetmiş olsa da; Almanya’daki

eğitimlerini ordu ve politikadaki kariyerleri için kullanan Enver Paşa (öl.1922) gibi

subaylar da ortaya çıkmıştı. Alman tarzını benimsemiş genç kuşak, Fransız usûllerine

daha yakın olan yaşlı üstlerini hakîr de görse, Fransa’dan ithal ettiği idealleri vaz’

etmekteydi. Osmanlı Ordusu içindeki Alman subaylarınsa, ıslahâttaki etkilerinden

ziyade, tepeden bakan tavırları ve kolaylıkla kavuştukları rütbeler de huzursuzluk

yaratmış, ordunun hiyerarşisini zedelemişti. (Morean 1999;Ortaylı 1998:103-119)

Tanzîmât Fermânı’ndan sonra Osmanlı Ordusu’nda sadece askerî işlem ve

birliklerin sınıflandırılması gibi konularda değil, fakat disiplin ve şeklî unsurlarda da

birçok yenilik yapılmıştı. Bu yeniliklerin kimi doğrudan disiplini tesîs etmeyi

amaçlarken, kimi de, ordudaki aidiyet fikrini pekiştirmeyi ve emir komuta zincirini

güçlendirmeyi hedeflemişti.1 Yeni Osmanlı Ordusu, Alman Ordusu’nun strüktür ve

mantığında inşa edilmişti; çok akademi, sınıf eğitim okulları (topçu, süvari, piyade,

muhabere ve istihkâm dahil), teknik merkezler ve er eğitim alayları vardı. Askerlerin

temel eğitimi çok zordu ve son derece sıkı bir disiplin altında yürütülüyordu. (Erickson

2003:23-24)

Modern anlamda ordunun teşkîlât ve eğitim siteminde yapılan reformlar,

subayların görevlerini standartlaştırmış; malî ve idarî görev yetkilerini de askerî alanla

sınırlamıştı. Osmanlı subayları yurt içinde ve yurt dışında aldıkları eğitim sonucunda,

1 Yapılan reformlardan bazıları şunlardı:

- Subaylar için, tayının kaldırılıp maaşın arttırılması, - Bir askerî gazetenin kurulması (Orduya dair bütün bilgiler bu gazetede olacak, ancak gizli ve acil bildiriler telgrafla

bildirilecekti.). Bu askerî gazetenin ilk sayısındaki görev talimatına göre: 1. Subaylar birbirine selam verecek. 2. Askerler subaylara selam verecek. Astın üste selam vermesi kabul edilmeyecek. 3. Askerî subaylar kıyafetlerine son derece büyük önem verecekler. 4. Kıyafetleri kural dışı olan askerlerin subayları bu durumdan mesul olacak. 5. Kurallara uymayan cezalandırılacak.

- “Asker” adında askerî bir dergi kurup, ordunun modernizasyonuna katkı sağlamak, - Piyade sınıfı için yeni kurallar konulması, “Alman Tatbikat ve Atış Kuralları” tercüme ettirilmesi, - Türk Ordusunun faaliyetleri: Tatbikat, atışlar, ateşli silahlar. (Uzun yıllardan beri Osmanlı Ordusu’nda herhangi bir

hedefli atış, menzilli atış veya manevra yoktu. Harbiye Nezareti’nden çıkan emirlere göre bütün piyade taburları bundan böyle hedefli atış yapacaklar ve bütün bataryalar menzilli atış çalışmalarında bulunacaklardı. Şimdiye kadar karargâhlarından hiç çıkmayan askerler tatbikatlara katılmaya başladılar.)

Page 33: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

29

sadece askerî unsurların değil, modern siyasî fikirlerin de etkisinde kalmışlardı.

Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmakta olduğu dönemde bu subaylar, hürriyet, eşitlik

ve vatan sevgisi ve devlet şuuru gibi değerleri Batı dünyasında ifade edildiği tarzda

benimsemişler ve Osmanlı Ordusu siyasîleşmeye başlamıştı. (Türkmen 2001:5)

III.II. Tarîkat ve Değişim

Şeyhlerin dervişler üzerindeki etkisi, iktidarların bu kişi ve kurumlara karşı

daima hassas davranmasına sebep olmuştu. Ancak tüm bu dikkate rağmen, XIX.

yüzyıla kadar tasavvufî hayat özerkliğini koruyabilmiş, tarîkatların faaliyet alanlarını

sınırlayan tek metin, sahip oldukları vakfiyenin şartları ve tek otorite de tekkelerde

görev yapan şeyhlerin irâdesi olmuştu. Tanzîmât’la birlikte kurulmaya çalışan idarî

sistem içinde böyle imtiyaz ve özerklikler, amaçlanan prensiplerle uyuşmamıştı. Bu

yüzden tasavvufî hayata bazı müdahaleler yapıldı. (Kara M. 2002:30)

Ordu-yi Hümâyûn Şeyhliği Tanzîmât’tan sonra kaldırılmışsa da, ordu dinî

kurumlarını tamamen lâğv etmemişti; ‘tabur imamları’ ve ‘alay müftüleri’

imparatorluğun sonuna kadar görev yapmışlardı. Askerlere dinî görevlerini

öğretmekle mesûl imamlar terfî edince alay müftüsü olur ve teşrîfatta binbaşıdan

önce gelirlerdi. (Pakalın 1993c:149) XIX. yüzyılda, ordu-yi hümâyûn şeyhliğinin tekrar

ve sınırlı bir sorumluluklar içinde düzenlenmesi, iktidarın tarîkatlara karşı olmadığını,

ancak bir takım tedbîrlerle bu kurumların sosyal işlevlerini zamanın ihtiyaçlarına göre

tekrar düzenleyebileceklerine duydukları inancı gösteriyordu. Ancak Tanzîmât’la

birlikte Osmanlı zihniyetinde gerçekleşmeye başlayan köklü değişim, tarîkatları

çağdışı addeden, güçlü bir muhalefetin de ortaya çıkmasına da imkân tanımıştı.1

XVII. ve XVIII. yüzyılın mâlî buhranını atlatmak ve devlet gelirlerini kontrol

altına almak için alınan tedbîrlerden biri de vakıfların “Evkaf-ı Hümâyun Nezâreti”ne

1 Bu dönemde başlayan ıslâh veya ilga tartışmalarının resmî kanalı, Türkiye Cumhuriyeti’nin aldığı tekke ve zâviyelerin kaldırılması kararına dek de açık kalmıştı.

Page 34: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

30

bağlanması idi.1 1811 yılındaki fermâna göre, tekke vakıfları da bu kuruma bağlanmış

ve şeyh atamalarında Şeyhü’l-İslâmlığa bilgi verilmesi gibi sınırlayıcı bir çok

uygulama zorunlu hale getirilmişti. 1866 yılında Şeyhü’l-İslâm Refîk Efendi’nin

gayretleri ile kurulan ve Şeyhü’l-İslâmlığa bağlı olan Meclis-i Meşâyih, tekkelerin

idâresine devletin müdahalesi esasına dayanmıştı. (Kara M. 1985:983-985)

XIX. yüzyılın ilk yarısı, askerî ve siyasî ehemmiyetini kaybeden ve Şi’îliğe

meyleden Bektâşîliğin yerine Ehl-i Sünnetten târikat anlayışına sahip olan Nakşîlik2

ikâme edilmiş, saray erkânı ile, yüksek tabaka arasında da, Mevlevîlik hâkim olmuş

ve son devir padişahları umûmiyetle Mevlevîliğe veya Nakşîliğe bağlanmışlardı.

(Ülken 1995:198-199)

III.II.a. Ülfet Edilmeyen Bektâşîlik

XIX. yüzyılda, tasavvufî alanda yapılan reformların belki de ilki Yeniçeri

Ocağına bağlı olarak Bektaşî Dergâhlarının da kapatılması idi. 8 Temmuz 1826

tarihinde padişahın da bizzât izlediği ve Şeyhü’l-İslâm Kadızâde Tâhir Efendi’nin

başkanlığında diğer tarîkat temsîlcilerinin de hazır bulunduğu toplantıda alınan

kapatma kararının tek sebebi Yeniçerilerin bu tarîkatla olan bağları ve bu dergâhtaki

nüfûzları veya zor kullanarak bazı tekkeleri işgâl etmiş olmaları değildi. (Yücer

2003:467) Suraiya Faroqhi’ye göre Bektaşî tekkelerinin kapatılması, vakıflara

merkezce el konulmasının da bir provası idi. Ulemânın kuvvetli bir muhalefet

göstermemesi de3, bu siyâsetin daha geniş ölçekte uygulanabileceğine dair yönetime

fikir vermişti. Hatta ulemâ iktidarın sert tedbîrleri içeren programına destek vermiş,

iktidar da yetkilerini arttırdığı ulemânın cevâz verdiği şekilde hareket etmişti. (Faroqhi

2003:164,173)

1 Mehmet Genç de, uzun savaş yılları sonrası XVII. yüzyıl sonlarında yaşanmaya başlayan iktisadî buhrân ve durgunluğun sonraki dönemlerde Osmanlı İmparatorluğu’nun başarısızlığının âmilleri olabileceğini belirtmiştir. (Genç 2002:217-222) 2 I. Dünya Savaşı’nda, Nakşibendî tarîkatı mensûplarının, tarîkatlarının ismiyle ma’rûf bir organizasyon içinde yer aldıkları bilinmediği için; XIX. yüzyıl Nakşibendîliği bu çalışma içinde sadece gerekli noktalarda incelenecektir. 3 Şeyhlere Bektâşîlik hakkındaki rey ve görüşleri sorulduğunda, şeyhler “...O tayfayla ülfetimiz olmadığından hallerini bilemeyiz.” demişlerdi. (Kara M. 1990:208)

Page 35: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

31

Alınan kararlar gereğince, mâzîsi altmış seneden geriye giden tekkelerin

“turûk-u saire meşîhâtına” devredilmesi (ki bu tarîkatlar Yesevîliğin bir kolu addedilen

ve Sünnî doktrine sıkı sıkıya bağlı Nakşibendîlik ve kimi zaman da Halvetîlik idi),

altmış yıldan daha genç olan tekkelerin yıkılması, baba ve mürîdân “tashîh-i i’tikâd”

edinceye kadar çeşitli mahallere sürülmeleri emredilmişti. Bu kararlar sonucunda

Yeniçeri isyânına katıldıkları sabit olan bazı şeyhler idam edilmiş, postnişînlik yapan

diğerleri ise ulemânın çok olduğu bölgelere sürülmüşlerdi. (Yücer 2003:467-469)

Fakat ne sürgünler, ne de tekkelere atanan Sünnî şeyhler Bektaşîlik tarîkatını

iktidarın istediği çizgiye getirememişti. Tekkede görev yapan Nakşî şeyhlerin

otoriteleri, günlük ibadetleri icra etmek ve alınan kararları tasdîk etmekle sınırlı kaldığı

gibi, kimi zaman Bektaşîlerin takıyye yapmalarına da müsait zemîn hazırlamıştı.

Ayrıca ilerleyen zamanla tarîkat üzerindeki baskılar azalmış, hatta bazı baba ve

tekkeler Meclis-i Meşâyih tarafından tanınır da hâle gelmişti. (Küçük H. 2003:35-38)

Tüm bu gelişmeler tarîkatın sosyal yapısında da belli başlı değişikliklere yol

açmıştı; oldukça serbest görüşlü ve Sünnî anlayışın dışında hareket eden Bektâşîler,

yeraltına çekilmiş ve bu durum onları iktidara muhâlif zümreler ve gizli diğer

cemiyetlerle yakınlaştırmıştı.1 Bektâşî tarîkatının tekrar kuvvet bulması, II. Meşrutiyet

döneminde İttihâd ve Terakkî’nin, Bektâşî ve Melâmîlerin saltanata olan

kırgınlıklarından istifâde etmek istemeleri ve onları desteklemeleri neticesinde vukû

bulmuştu (Gündüz 1997:19).2 Elbet, II. Abdülhamid’in (öl. 1918) hal’ edilmesi ve daha

liberal bir idarenin kurulmasını isteyenlerin Bektâşîliğe sempati duymaları bu

hareketin Bektaşîliğin doktrininden beslendiği mânâsına gelmiyordu. (Ramsaur

1957:113) Tekrar etmek gerekirse, XIX. yüzyılda, modernleşme politikalarına kimse

yüz çevirmemiş; ancak problemleri farklı formüllerle çözmeye çalışmışlardı.

1 Jön Türkler ve İttihâd ve Terakkî içinde bir çok müntesîbi bulunan tarîkâtın, masonlar tarafından da desteklendiği ve hatta aynılaştığı dahi iddia edilmiştir. (Mélikoff 1997:77-97) 2 İttihâd ve Terakkî Cemiyeti ve tarîkatlar arasında doğrudan bir bağ olmadığı halde, tarîkatları kendi saflarında tutmak gibi bir politikanın güdüldüğü söylenebilir. Baha Sait Bey’e yaptırılan ‘Alevîlik-Bektaşîlik Araştırması’ bu çabanın bilimsel yansımaları olarak algılanabilir [İttihat ve Terakki’nin Alevîlik-Bektaşîlik Araştırması, Haz. Nejat Birdoğan, Berfin Yayınları, 1994, İstanbul]. Bu devirde, İstanbul’da 14, Edirne’de 16 Bektâşî tekkesi bulunmakta idi. (Şapolyo 1964:324)

Page 36: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

32

III.II.b. Reşâdetlü Mevlevîler

Osmanlı tarihi boyunca, Mevlevîliğin iktidarla olan ilişkileri, tarîkat doktrininin

dokunulmazlığı çerçevesinde şekillenmişti. Mevlevîliğin şehir kökenli bir tarîkat

olması, Osmanlı’nın yerleşik düzene geçme politikası ile örtüşmüş, edîp, mûsikî-şinâs

ve münevver dervişler tarîkatın entelektüel seviyesini yükseltirken, Mevlevîlik devlet

ricâli içinde de bir çok müntesîp bulmuştu.

Siyasî hayatta, XVII. yüzyıla kadar pasif kaldığını söyleyebileceğimiz

Mevlevîliğin,1 iktidara karşı belirgin bir tavır alması, (Mevlevî bir padişah olan) III.

Selim dönemindeki reformlar karşı olmuştu. III. Selim döneminde, vakıf denetimlerini

merkezîleştirmek için alınan tedbîrler, Hacı Mehmed Çelebi (öl.1815) tarafından

tasvîp edilmemişti. Kişilik bakımından reform düşüncesine açık olmakla beraber,

çelebilik makamının imtiyazlarını kaybetmemek için muhalefet eden Hacı Mehmed

Çelebi, tüm uygulamaların sebebi olarak gördüğü Nizam-ı Cedîd’in aleyhinde bir tavrı

benimsemiş (Neumann 1996:167-179) ve bu dönemde Mevlevîlik modernleşmeye

muhâlif bir figür olarak kendini göstermişti. (Holbrook 1998:198-199) Görüldüğü

üzere, bu karşı koyuş bir siyasî tercih veya ideoloji üzerine değil daha çok temsîl

edilen makamın menfaatleri üzerine bina edilmişti ki, bu durum toplumun diğer

tabakalarında vücûd bulan ve muhalefeti şekillendiren ideolojilerden tamamen farklı

ve içe kapanıktı.

Osmanlı idaresinin, Mevlevî dergâhının yönetimi, çelebilerin ta’yîn ve azilleri

gibi konulara karışmama siyâseti Çelebilik makamının reformlara muhâlefet etmesi ile

kırılmış ve iktidar da çözüm olarak, Konya Mevlânâ Âsitânesi postnişînliğinin

nüfûzunu ikinci plana iten ve iktidara yakın, reformcu şeyhleri desteklemeye

başlamıştı.2

1 XVI. yüzyılda Mevlevîlerin Şems kolu diye ayrılan ve daha çok Abdâlân-ı Rûm ile benzeşen, coşkulu zümresi, bazı bâtınî ve Alevî temâyülleri benimsemiş olsalar da, Şiî etkisinde değillerdi. Mevlevîler, XVII. yüzyılda Konya’da Erzurum Beylerbeyi Abaza Mehmed Paşa’nın (öl. 1634) isyânında da iktidarı rahatsız edecek bir tavır takınmamıştı. (Gölpınarlı 1983:270) 2 Ferruh Çelebi (1591-1631), Ebubekir Çelebi (1638-1642) ve Kara Bostan Çelebi (1705-1711) zamanında meydana gelen olaylar hep vakıf gelirleriyle ilgilidir. (Işın 2002:231-232)

Page 37: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

33

1746 yılında Melâmî meşrep (Gölpınarlı 1983:308), Kütahyalı Ebu Bekir

Dede’nin (öl.1775) Yenikapı Mevlevîhânesi postnişînliğine atanması ve III. Selim’in

reformlarını desteklemesiyle, Konya merkezi dışında da bir şeyh ailesinin yükselişi de

başlamıştı.1 Ebu Bekir Dede’nin halefleri de iktidar ve Konya’daki Çelebilik makamı

arasındaki anlaşmazlıkları kendileri lehinde değerlendirmişler, reformlardan yana

aldıkları tavırla, âdetâ ‘Osmanlı Modernleşmesi’nin sözcülüğünü yapmışlardı. (Işın

2002:234) Bu politika sonucunda, Mevlevîliğin merkeziyetçi yapısını temsîl eden

Konya’daki Çelebilik makamının otoritesi zedelenmiş, bu merciin -özellikle şeyh

atamalarında- yalnızca tasdîk işlevini yerine getirecek kadar siyasî nüfûzu kalmıştı.

(Işın 2001:39-40) Tanzîmât’ın getirdiği idarî reformlar sonucunda Şeyhü’l-İslâmlığa

bağlı olarak kurulan ve tarîkatları devlet denetimine sokmayı amaçlayan Meclis-i

Meşâyih’in 1868 yılındaki ilk başkanı olan Yenikapı Mevlevîhânesi şeyhi Salahaddîn

Dede’nin yetki alanı, kendi mevlevîhânesinin de bağlı olduğu Konya Mevlânâ

Âsitânesi Postnişînliğini de kapsamıştı. Bu çelişkili iktidar sahaları, İstanbul’daki

Mevlevî ailelerinin devletin merkezî otoritesiyle kurdukları siyasî ilişkiyi çok çarpıcı bir

şekilde göstermişti. (Aydın 1998:94)

II. Abdülhamid dönemindeki baskı mevlevîhânlerde de hissedilmiş, özellikle

Yenikapı Mevlevîhânesi sıkı takîbe alınmış, (Ziya:202) Bektaşî temâyüllü olduğu iddia

edilen Konya Mevlevîhânesi Postnişîni Abdülvahid Çelebi’ye (öl.1907) de bazı

kısıtlamalar getirilmişti. (Önder 1956:3610) XIX. yüzyılda, siyâsetle yakın ilişki içinde

olan Mevlevîler, umûmiyetle,2 II. Abdülhamid iktidarına muhaliftiler. II. Meşrutiyet’in

ilânından ve Meclis-i Meb’usanın toplanmasının üzerinden bir yıl geçmeden, II.

Abdülhamid tahtan indirilmiş ve yerine Sultan Reşad geçirilmişti. Sultan Reşad’ın

cülûsunu tebrik ve padişaha kılıç kuşatmak üzere, 1909 yılı Mayıs ayı başlarında

İstanbul’a gelen, zamanın Konya Mevlevîhanesi postnişîni Abdülhalim Çelebi

(öl.1925) nezdinde 3 Mevlevîlerin iktidar gözündeki prestijlerinin arttığını resmen ilân

edilmişti.4 Mevleviliğin halk içinde ve devlet kademesindeki etkisinin farkında olan

1 Tekkelerin kapatıldığı 1925 yılına kadar Yenikapı Mevlevîhânesi’nin yönetimini Ebu Bekir Dede ailesine mensup şeyhler üstlenmiş ve hatta ailenin diğer bir kolu da Galata Mevlevîhânesi’nin yönetimine gelmişti. (Küçük S. 2003:108) 2 Halep Mevlevîhânesi Postnişîni Âmil Çelebi (öl.1920) gibi, II. Abdülhamid iktidarı ile iyi ilişkiler içinde olan şeyhler de vardı. 3 Abdülhalim Çelebi’nin, Hareket Ordusu kumandanına, destek amacıyla, çektiği telgrafta “kendisine (II. Abdülhamid) tevdi edilmiş olan Peygamber-i zîşânımızın seyfini taşımağa layık” olmadığını belirtmişti. (Karateke 2004:56;Gölpınarlı 1983:277) 4 II. Mahmud zamanında kılıç kuşanma merâsiminin imtiyazını ele geçirdikleri iddia edilen Mevlevîler, padişahın Bektaşî-Yeniçeri karşıtı politikalarının ‘simgesel’ bir unsuru olmuşlardı. Bektaşîliğin ordu üzerindeki bütün yetki, imkân ve moral

Page 38: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

34

İttihâd ve Terakkî ileri gelenleri, fikir ve politikalarının yaygınlaşıp, benimsenmesi için -

kimi tarîkatlar gibi- Mevleviliği de bir vasıta telâkki etmişler ve bu hususta belli bir

ölçüde de başarılı olmuşlardı. Ancak siyasî anlamdaki bu izafî başarı, tarîkat içindeki

anlaşmazlıkları ve menfaat kavgalarını iyice bilemişti.1 Tarîkatların faaliyetleri

yasaklanmadan evvel, Konya Mevlâna Dergâhı’nın postnişînliği defalarca Veled

Çelebi ve Abdülhalim Çelebi arasında gidip gelmişti. Bu mücadele ise, ‘manevî bir

makama’ liyâkat prensibindense iktidarla ilişkili, beşeri bir sahada sürmüştü.2

Mevlevîlik tarîkatının merkezî yapısının bozulması ve iktidarla işbirliği içindeki

diğer şeyhlerin etkisinin artması, bu tarîkatı modernleşmeci siyâsetin odağına

yerleştirmişti. Özellikle Tanzîmât sonrası, İstanbul merkezli Mevlevîlik aşamalı bir

şekilde Osmanlı Anayasacı akımların siyasî çizgisini izlemiş, mensupları doğrudan bu

hareketlerin içinde yer almış, İttihâd ve Terakkî ile kurulan yakın ilişki sonucunda,

(Parlatır 2002:234) başta Türkçülük ideolojisi olmak üzere, Batıcı düşünce ekolleri

Mevlevîlik bünyesinde taraftar bulmuştu. Tarîkatın üst tabakasındaki bu dönüşümün,

Cumhuriyet idealini benimsemiş bir eliti ön plana çıkarttığını söylemek de

mümkündür. (Işın 2002:233)

kaynağı olma ile ilgili faaliyetleri Mevlevîliğe geçmiş ve tarîkatın ordudaki temsîlcisi olan şeyhe “mareşallik” unvânı verilmişti. (Kara M. 1990:210) Ancak, V. Mehmed Reşad dışında hiçbir padişaha da bir çelebinin kılıç kuşattığına dair resmî bir veri de yoktur. Sadece, IV. Murad’a kılıcını Üsküdarlı Şeyh Aziz Mahmud Hüdaî’nin kuşattığını (1623) bilinmektedir. Sultan Vahidettin’in kılıç kuşanma merasiminde de Abdülhalim Çelebi’nin adı geçmiş, ancak büyük bir ihtimâlle, II. Abdülhamid hakkındaki yazışmaları bu kez onu görevden uzaklaştırmış, bu görev Trablusgarb’da İtalyan işgaline karşı çıkan “devletlû” Şeyh Ahmed Sünûsî Paşa’ya (öl.1933) verilmişti. (Karateke 2004:56-59). Osmanlı sultanlarından II. Süleyman, II. Ahmed, II. Mustafa, III. Ahmed, I. Mahmud, III. Mustafa, III. Selim, II. Mahmud, V. Murad, V. Mehmed (Reşad) törenle kılıç kuşanmışlardır. Törenlerde, her zaman olmamakla birlikte Şeyhü’l-İslâm, nakibu’l-eşraf, silahdar ve yeniçeri ağası hazır bulunmuşlardır. (Gölpınarlı 1983:276) 1 II. Meşrutiyet başlarında, Konya Dergâh’ı postnişini Abdulhalim Çelebi’ye (öl.1925), önce II. Abdülhamid’i hal için telgraf çektirilmiş, sonra iktidar İttihat ve Terakki’ye geçtiğinde, kendisi azledilerek yerine, İttihatcılara (Türkçülere) yakın olduğu bilinen Veled Çelebi tayin edilmişti. Veled Çelebi’nin dokuz yıl süren şeyhliğine rağmen Abdulhalim Çelebi, Meşihat Riyasetine ve otoritelere ısrarla redd-i hak talebinde bulunmuş ve tekrar postişînliğe tayin edilmişti. (Gölpınarlı 1983:260-264) 2 ‘Veled Çelebi İzbudak’ın ünas soydan Çelebi olması’ argümanı etrafında büyüyen bu tartışmalar İttihat ve Terakki’nin I. Dünya Savaşı sonrası iktidardan düşüp, Hürriyet ve İtilâf Partisinin iktidara gelmesiyle, vakıf gelirlerinin de içinde olduğu daha farklı mecralara taşınmıştı. (Gölpınarlı 1983:262-263

Page 39: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

35

IV. İKTİDAR ve HARB-İ UMÛMÎ

I. Dünya Savaşı’nda görev alan Osmanlı Ordusu ve ona bağlı kurumların

faaliyetlerini tahlîl edebilmek için, XIX. yüzyıl boyunca değişen, keskinleşen ve

gerilen politik yapıya dair bazı parametreleri gözönüne almak gerekir.

IV.I. İktidar

Osmanlı İmparatorluğu Batı’yı eklektik bir anlayışla algılıyordu. (Mardin

2000:17) Askerî alanda yapılan reformlar genellikle teknik ve idarî sahada idi. Ancak

Batı tekniğini oluşturan medeniyet, Batı’ya hâkim düşünce akımlarından bu kadar

kesin çizgilerle ayrılamayacağından; reformların devletin öngördüğünden farklı

şekilde topluma yansımaya başlayan sonuçları, iktidarı rahatsız etmişti. Batı

medeniyetini anlayabilmek ümîdi ile yetiştirilen yeni kuşağın, bu medeniyetten ithal

ettiği fikirler devlet adamlarına göre sorumsuz ve tehlikeli idi. Ayrıca

gerçekleştirilmeye çalışılan reform hareketleri, ne iç barışı sağlayabilmiş, ne de dış

tehditleri bertaraf edebilmişti. 1821 yılında patlak veren Yunan isyânı, 1825 yılında

ancak Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın oğlu İbrahim Paşa tarafından bastırılmıştı. 1827

yılında İngiliz, Fransız ve Rus donanmalarının Navarin’de Osmanlı donanmasını yok

etmeleri sonrası Rusya’nın başlattığı savaşta, Edirne ve Erzurum işgal edilmiş; 1829

yılında imzalanan barış antlaşması ile bağımsız Yunanistan kurulmuştu. 1830-1839

yılları arasında Kavalalı Mehmed Ali Paşa’nın isyanı ise ancak Mısır’a özerk bir statü

verilmesi ile durdurulabilmişti.

Abdülmecîd’in saltanatının ilk yılında ilân ettiği Tanzîmât Fermânı da

imparatorluğu tehdit eden tehlikeleri durdurmaya yetmemişti. 1849 yılında Rusya’dan

Osmanlı topraklarına sığınan mültecilerin yarattığı sorun ve Rusya’nın Osmanlı

tebaanı himâye hakkı olduğunu iddia etmesi ile yükselen gerilim, 1853 yılında

savaşa dönüşmüştü. Avrupa’daki güçler dengesini bozacak bu aşamada, Fransa ve

İngiltere, Rusya aleyhinde Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında yer almışlar ve 1856

Page 40: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

36

yılında imzalan Paris Antlaşması ile Kırım Savaşı son bulmuştu. Paris Antlaşması’nın

imzalanmasından bir hafta önce ilân edilen Islâhat Fermânı (18 Şubat 1856) ile

Osmanlı İmparatorluğu, gayr-ı Müslim tebaaya yeni haklar vermiş, ancak buna

rağmen, XIX. yüzyılın ortalarından itibâren milliyetçi/ayrılıkçı unsurlar

hareketlenmeye başlamıştı. Gerçekten de XIX. yüzyılın ilk yarısı verilen haklar,

Osmanlı tebaanda devlet siyasetine yönelik bir ilgi doğmasına sebep olmuştu. 1865

yılında “Yeni Osmanlılar” adı ile kurulan ve mutlakıyet idaresini meşrutiyet idaresine

çevirmeyi amaçlayan “inkılap cemiyeti”, gibi teşkîlatlar, reform için iktidarın dayattığı

değil, ama iktidara rağmen, sivil inisiyatifle hayata geçen hareketlerdi. Bu durum da,

Batı medeniyetini yakalamak arzusundaki iktidarın, kabul edemediği yeni, bir çelişkiyi

doğurmuştu. (Ülken 2001:56-60)

1869 yılında açılmış olan Süveyş Kanalı ise, imparatorluğun jeo-politik

önemini arttırmış ve Avrupalı devletlerin bu imparatorluk üzerindeki hâkimiyetlerini

güçlendirebilmek için farklı politikalar geliştirmesine sebep olmuştu.1 Abdülazîz

zamanında (1861) patlak veren Girit İsyanı (1866-1868), başka bölgeleri de etkisine

almış, Balkanlardaki ayaklanma (1875) sonucunda da, Berlin’de toplanan bir

konferans Osmanlı İmparatorluğu’na nota vermişti. Avrupa Osmanlı aleyhinde etkili

bir kamuoyu oluşurken, imparatorluğun Müslüman tebaa arasında da hükûmete

karşı protesto eylemleri atrmıştı. 29 Mayıs 1876 tarihinde, Abdülazîz tahttan indirilmiş

ve yerine (tahta sadece üç ay kalacak olan) V. Murad geçmiş ve o da Meşrutiyet

tartışmaları ile birlikte tahtını II. Abdülhamid’e terk etmişti. (Dumont 1995:131)

Kişilik bakımından Batı medeniyetine hiç de yabancı olmayan, hatta Batı

estetiğini oldukça benimsemiş, fakat seleflerine nazaran Müslüman yaşayışını çok

1 Sömürgeciliğin Batı dünyasında sistemli bir devlet politikası haline dönüşmesinden sonra Avrupa, önemli olan coğrafî bölgelerde tasarruf hakkını da eline almak istemişti. Deniz taşımacılığının önemi, sömürgeler ve Avrupa arasındaki denizyollarını meydana getirmiş; 1869 yılında Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla, Britanya – Cebelitarık – Süveyş - Bab’ül Mendep - Hind Denizi ve Singapur üzerinden Büyük Okyanus’a uzanan güzergah; dört yüz milyon nüfusun barındığı Hint Okyanusu havzasını İngiltere’ye bağlayan en kısa yol olmuştu. 25 Haziran 1888 tarihinde imzalanan ve Süveyş Kanalı’nın her ahval ve şeraitte serbest geçişe açık olacağını içeren İstanbul Mukavelesi’ne ihtiyâtî şerh koyan İngiltere, sükûn ve intizamı temin için girdiği Mısır’daki, mevkiîni korumayı amaçlamıştı. Almanya’nın ‘emperyalist’ bir güç haline geliyor olması ise; İngiltere ve Fransa ittifakının doğmasına sebep olmuş ve Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında İngiltere, ‘emniyet’ gerekçesiyle Süveyş Kanalı’nı Alman ve Avusturya-Macaristan gemilerinin geçişine kapamış ve Almanların taciz ateşiyle İngiliz gemilerini tehdit edip uzaklaştırılmaları, kanalın Avrupa’nın büyük güçleri arasında ne önemli bir statüde olduğunu göstermişti. (Çelik 1999:3-10)

Page 41: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

37

daha belirgin bir şekilde ortaya koyan II. Abdülhamid, 31 Ağustos 1876 günü tahta

çıkmıştı. II. Abdülhamid imparatorluğun dizginlerini eline aldığında, Avrupa enerjisini

Osmanlı İmparatorluğunu güçler dengesini bozmayacak şekilde eritmek üzere

seferber etmişti.1 Devlet ise sadece dış sorunlarla değil; ayrıca ekonomik sıkıntılar ve

azınlıkların ayrılıkçı mücadeleleri ile de baş etmek zorunda idi. XIX. yüzyılın

başından beri Rusya tehlikesi ile karşı karşıya olan imparatorluk, bir yandan Batı

medeniyetini kendine adapte etmeye çalışmış, diğer taraftan da tüm Müslümanlara

hâkim bir “hilâfet”2 müessesesi ile Batı’yı tehdit edebilecek bir kuvveti hayata geçirme

çabasına girmişti.3

II. Abdülhamid’in cülûsunun ilk yılında hazırlanan Kanûn-ı Esasî ve ilân edilen

Meşrutiyet (23 Aralık 1876), 27 Nisan 1877 tarihinde Rusya’nın savaş ilân etmesi (93

Harbi) üzerine, süresiz olarak kaldırılmıştı (13 Şubat 1878). Gerçekten de, 93

Harbi’nin sonuçları son derece vahim olmuş, Ruslar Edirne’yi işgal etmiş, Çatalca’ya

kadar ilerleyen kuvvetler İstanbul’u dahi tehdit eder bir konuma ulaşmışlardı. Rusya-

İngiltere ittifâkı Ayastefanos Antlaşması’nı (3 Mart 1878) kaçınılmaz hale getirmiş ve

Balkanlar’daki Slav ulusları bağımsızlıklarını kazandıkları gibi, Osmanlı

hâkimiyetindeki üç ayrı noktada (Yunanistan, Arnavutluk ve Bosna-Hersek) yeni bir

savaşın gerekçesi de hazırlamıştı.(Sakaoğlu 1993:467) Bu durum II. Abdülhamid

muhaliflerini cesaretlendirmiş; zamanla teşkîlâtlı, fikrî yapısını oluşturmuş, güçlü bir

muhalefet hayat bulmuştu. 13 Temmuz 1878 tarihinde imzalan Berlin Antlaşması ile

imparatorluğun çözülmesi hızlanmış, buna karşılık muhalefetin yükselen sesini

kontrol altında tutabilmek için hafiyelik ve jurnal örgütleri kurulmuştu. 1889 yılında

kurulan “İttihâd-ı Osmanî” adlı örgüt; Osmanlı’nın parçalanmasını önlemek, Batı’nın

baskılarına karşı onlar kadar güçlenip, direnç gösterebilmek ve bu amaçla Avrupa

müdahalelerine son verip bir Osmanlılık kimliği (İttihad-ı Anâsır) teşkîl etmeyi

hedeflemişti. 1895 yılında adını “Osmanlı İttihâd ve Terakkî Cemiyeti” olarak

değiştiren teşkîlat, 1896 yılında II. Abdülhamid’e karşı başarısız bir darbe girişiminde

1 Avrupa devletlerinin, yok olmakta olan Osmanlı İmparatorluğu’nun paylaşılmasına dair siyasetlerini ifade eden “Doğu Sorunu” terimi ilk defa 1815 yılında Viyana Kongresi’nde dile getirilmişti. (Karal 1983:203-204) 2 Pan-İslâmist politikaya göre, Müslümanlara siyasî kimliklerini veren İslâmiyet, onları ‘millet/nation’ haline sokup, seferber edebilecek ve ‘aynı milletin’ üyelerinden oluşan bu güç; eski satvetine kavuşabilecekti. Bu zihniyete göre; İslâmiyet Batılı milliyetçi ideolojiler gibi bir ideolojiye dönüşmekteydi. (Türköne 2003:357) 3 II. Abdülhamid için “hilâfe”nin otoritesi altındaki tek bir İslâm ümmeti, Batıya karşı “ismi olup da cismi olmayan” fakat Batıyı her an tehdit edebilecek bir siyasî kuvvetti. (Osmanoğlu 1986:230-231)

Page 42: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

38

bulunmuş ve cemiyetin ileri gelenleri yurt dışına kaçmış veya yakalanarak sürgüne

gönderilmişti. Yurt dışında da “Jön Türk Kongreleri” düzenleyen muhaliflerin öncelikli

amacı Kanûn-ı Esâsî’yi tekrar hayata geçirmekse de; katılımcıları bir araya toplayan

II. Abdülhamid’e karşı duyulan tepki idi. Bu kongrelerden çıkan bir diğer karar da,

amaçlanan hedeflere ordu desteği olmadan ulaşılamayacağı fikri idi.1

XX. yüzyılın hemen ilk yıllarında alevlenen Makedonya sorunu, yörede görevli

subayların İttihâd ve Terakkî’ye daha büyük bir inançla sarılmasına ve

Makedonya’nın cemiyetin en etkili merkezi olmasına yol açmıştı. (Georgeon

1995a:212) Nitekim, iktidara karşı gizli bir muhalefet yapan İttihâd ve Terakkî

politikası kısa zamanda ordu merkezli bir isyâna dönüşmüş, ve bastırılamayan

hareket; 23 Temmuz 1908 tarihinde Manastır’da meşrutiyeti ilân etmişti. Rumeli’nden

gelen talepler üzerine II.Abdülhamid de, aynı günün gecesi meşrutiyeti ilân etmek

zorunda kalmıştı. (Akşin 1985a:840)2

Meşrutiyeti takip eden aylarda, Avusturya’nın Bosna-Herseki (5 Ekim 1908) ve

Yunanistan’ın Girit’i (6 Ekim 1908) ilhâkı, Bulgaristan’ın bağımsızlığını ilân etmesi (5

Ekim 1908), coşkunun yerini çaresizliğe terk etmesine sebep olmuştu. Rejim

değişikliği ile yaşanan istikrarsızlık diğer güçler tarafından değerlendirilmiş ve yeni

idare, birkaç ay içinde, II. Abdülhamid’in saltanatı süresince kaybettiğinden daha

fazla toprak kaybetmişti. “İttihâd-ı Anâsır” ve “İttihâd-ı Osmanî” sloganları ile

siyasetini şekillendiren Jön Türkler için bu gelişmeler, şüphe yok ki; beklenmedik

sonuçlardı.

17 Aralık 1908 tarihinde açılan Meclis-i Meb’ûsân bekleneni vermemiş ve

İttihâd ve Terakkî’ye karşı şiddetli bir muhalefet başlamıştı. Gerginleşen siyasî

1 1906 yılında Ahmet Rıza Bey, “Askerin Ödev ve Sorumluluğu!” adlı bir kitap kaleme almış ve bu kitapta, Osmanlı İmparatorluğu’nun askerî sahadaki ölçek ve zihniyet değişimini açıkça ortaya koymuştu. Müellife göre, fetihten savunmaya, gazâdan vatanperverliğe geçmiş Osmanlı subayı, sahip olduğu niteliklerle, elbette ki, siyasete de yön vermeli ve mesûliyet almalıydı. Böylelikle, sürgündeki Jön Türklerin muhalefet görevi subaylara yüklenmişti. (Georgeon 1995a:209-210) 2 II. Meşrutiyet’in ilânında etkili olan temel kuvvet mektepli subaylar ve onların kurdukları “Osmanlı Hürriyet Cemiyeti” idi. Bu cemiyetin kurulduğu zamanlarda ne “İttihâd ve Terakkî” ile, ne de “Osmanlı Terakkî ve İtthâd Cemiyeti” ile organik bir bağı vardı. Ancak meşrutiyetin ilânından sonra zorlu bir iktidar mücadelesine girecek ‘yeni’ İttihâd ve Terakkî, kadrolarını bu cemiyetlerden teşkîl etmişti. (Akşin 1985a:841)

Page 43: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

39

ortamda, memnuniyetsizlik en etkili ifadesini dinî çerçeve içinde bulmuştu. 13 Nisan

1909 tarihinde İstanbul’da çıkan ayaklanma (31 Mart Vak’ası), muhalefetin İttihâd ve

Terakkî’ye karşı düzenlendiği ve başarıya ulaşamamış bir askerî hükûmet darbesi idi.

(Akşin 1985b:1424) Olaylar, Rumeli’nden gelen Hareket Ordusu ile bastırılabilmiş ve

ayaklanmanın planlayıcılarından biri olmamakla birlikte, II. Abdülhamid tahttan hal’ ve

Selanik’e sürgün edilmiş ve tahta V. Mehmed Reşad geçirilmişti (27 Nisan 1909).

(Georgeon 1995b:226)

II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesi, İttihâd ve Terakkî’ye Batı’dan beklediği

desteği sağlamadığı gibi, Osmanlı tebaa içinde hedeflediği birliği de elde

edememişti. Arnavutluk İsyânı (1910), İtalyanların Trablusgarp’ı ve -Rum işbirliği ile-

On İki Ada’yı işgali (1912) gibi olaylar, hem Meclis-i Meb’ûsânın feshedilmesine (18

Ocak 1912) sebep olmuş ve hemen sonrasında da kabine ile birlikte İttihâd ve

Terakkî iktidarının da sonunu getirmişti. Aynı yılın Nisan ayı içinde yapılan gayr-ı

demokratik bir seçimle -neredeyse- tüm meclisi ele geçiren İttihâd ve Terakkî bu

güçle merkezini Selanik’ten İstanbul’a taşımıştı. Fakat, partinin dürüstlükten uzak,

demokrasi ile bağdaşmayan tutumu ordu içinde bir muhalefetin oluşmasına zemîn

hazırlamıştı.1 24 Nisan - 20 Mayıs 1912 tarihlerinde İtalyanlar’ın On İki Ada’yı işgal

etmeleri ile zirveye tırmanan istikrarsızlık, İttihâd ve Terakkî iktidarının sonunu

getirmiş ve 22 Temmuz 1912 tarihinde Gazi Ahmet Muhtar Paşa’nın sadrazamlığında

yeni bir hükûmet kurulmuştu. 8 Ekim 1912 tarihindeki Balkan Harbi ise Osmanlı

toplumunda büyük bir coşku ile göğüslenmiş, fakat Bulgar Ordusu’nun Çatalca

önüne kadar ilerlemesi; başlangıçtaki metânetin yerini toplu göçlere, ekonomik

darboğaza, hastalığa, açlığa ve ümitsizliğe bırakmasına sebep olmuştu. Çatalca

Ateşkes Antlaşması (3 Aralık 1912) ardından; Selânik’in Yunan Ordusu’na teslim

edilmesi, Kosova’daki Sırp zaferi, Arnavutların bağımsızlıklarını ilân etmesi gibi -

Osmanlı Devleti açısından- bir çok olumsuz gelişmenin önüne geçmek isteyen İttihâd

ve Terakkî’nin Enver Paşa’sı, emrindeki subaylarla birlikte, 23 Ocak 1913 tarihinde

1Ordunun gücünü, imparatorluğun savunmasından ziyâde, İttihâd ve Terakkî’nin siyasetinden tarafa koymasına duyulan tepki, İttihâd ve Terakkî mensuplarınca ciddiye alınmamış, hatta cemiyet kimi zabitlerin Masonluk’a kaydolmalarına imkân tanıyarak, kontrolünü arttırma yoluna gitmişti. Ahmet Muhtar Paşa’nın sadârete geçmesini takip eden günlerde ortaya çıkan “Halâskârân-ı Zabitan” grubu, askerin siyasete karışmamasını sağlamak için kurulmuş; amaçları İttihâd ve Terakkî iktidarına son verip, serbest seçimler yapıp, Kanûn-ı Esâsî’yi tekrar yürürlüğe koymayı amaçlamıştı. Askerlerden müteşekkîl bu hareketin sloganı “Siyaset istemeyiz” olduğu halde, grup siyasette karışmış ve hatta siyaseti yönlendirecek girişimlerde de bulunmuştu. (Birinci 1990:166-173)

Page 44: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

40

Bâb-ı Âli’yi basmış, Kâmil Paşa’nın istifasını alarak, padişaha sunmuştu. Mahmut

Şevket Paşa’yı sadârete getiren İttihâd ve Terakki, eskisinden çok daha güçlü bir

şekilde devletin başına geçmişti. Bu güç, Mahmut Şevket Paşa’nın, 11 Haziran 1913

tarihinde, sûikasta uğramasıyla birlikte, büyük bir baskı rejimi olarak kendini

göstermiş ve yeni rejim Enver, Talât ve Cemal Paşalar’ın egemenliğinde, 1918 yılına

kadar hiçbir gevşeme göstermeden devam etmişti. (Lewis 2000:224)

“İttihâd-ı Osmanî” idealinin gerçeklikten ne kadar uzak olduğu, II. Meşrutiyet’in

ilânından sonraki birkaç ay içinde belli olmuştu: Balkan eyaletlerinin elden çıkması,

31 Mart Vak’ası sonrası Adana’da Ermeniler’e karşı vuku’ bulan hadiselerle tecrübe

edilmiş bu gerçek, küçülen imparatorluk coğrafyasındaki nüfus değişimi sonucu

(Georgeon 1995a:174-175) bambaşka bir manzara da arz etmeye başlamıştı. Etnik

ve dinî farklılıkların, geçmişteki dönemlere göre çok azaldığı imparatorlukta, Jön

Türkler yeni ideolojileri benimsemeye başlamışlar, hâkim olan Türk unsuruna

dayanan milliyetçilik fikri, Ziya Gökalp, Yusuf Akçura veya Tekin Alp gibi

entelektüellerin çabaları ile yükselmiş ve I. Dünya Savaşı arefesinde “İttihâd-ı

Osmanî” sloganı sadece siyaset gereği va’z edilir olmuştu. Türk milliyetçiliğinin siyasî

doktrin haline dönüşmesi ise, I. Dünya Savaşı’nın kanlı ve uzak cephelerinde pişip,

Çanakkale Muharebeleri sonrası “vatan” fikrinin pekişmesi ile mümkün olabilmişti.

3 Ocak 1914 tarihinde mîrlivâ (tuğgeneral) rütbesi ile Harbiye Nâzırlığı’na

atanan Enver Paşa, padişahın “başkumandan”lık yetkisini vekâleten almış (3

Ağustos 1914) ve 11 Kasım 1914 tarihinde Almanya ve Avusturya-Macaristan

İmparatorlukları ile Üçlü İttifâk Antlaşmasının imzalamıştı. Bu ittifâkla birlikte I. Dünya

Savaşı’na doğru giden yola girilmiş, nitekim Rusya’nın savaş ilânından (4 Kasım

1914) on gün sonra Osmanlı İmparatorluğu da “Cihâd-ı Ekber”le1 dört yıl sürecek

savaşa fiilen iştirâk etmişti.

IV.II. Harb-i Umûmî

1 Bu şartlar içinde kastedilen “cihâd-ı ekber” elbetteki İslâmî terminoloji bakımından “cihâd-ı sagîr”in karşılığı idi. (Bkz. s.7)

Page 45: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

41

Avrupa’nın, İslâm topraklarının büyük çoğunluğu üzerindeki emperyalist ve

sömürgeci gücüne karşı direnç, son bağımsız Müslüman devleti olan Osmanlı

İmparatorluğu’nun birleştiriciliğinde kabul görmüş ve bu iddia 1876 tarihinde Kanûn-ı

Esâsî’de de dile getirilmişti. (Lewis 1992:77-79) Ancak, Meşrutiyetle birlikte ülkenin

siyâseti ile ilgilenmeye başlayan Osmanlı tebaa için ‘vatan’ ve ‘millet’, bir Osmanlı-

İslâm vatanı idi. ‘İttihâd-i Osmanî’ klasik tarihî bir ‘tortu’ değil; -on dokuzuncu yüzyılın

şartları içinde- modern bürokrasinin yarattığı her türlü dinî ve etnik gruptan

Osmanlı’nın mensup olduğu seçkin bir sınıfın ideolojisi iken; milliyetçilik, Fransız

ekolünün hâkim olduğu (ve, Trablusgarb Savaşı, Balkan Fâciası gibi hadiselerle

‘nazarî’ olmaktan ziyâde tecrübe edilmiş) ve öğrenilmiş bir mefhumdu. (Ortaylı

2002)1 Ancak XIX. yüzyıl sona ererken, Avrupalı devletler “hasta adamın”

yaşamasının kendi güç dengelerine bir fayda sağlamadığına kanâat getirmiş ve

Osmanlı İmparatorluğu’nu paylaşmaya karar vermişlerdi. İngilizlerin, Almanların

aleyhinde Ruslarla anlaşmaları da Osmanlı İmparatorluğu ile Almanya arasında

zarurî bir ittifâk doğmasına sebep olmuştu.

II. Abdülhamid zamanından beri hâkim olan Alman yanlısı dış politika, Jön

Türklerin iktidara gelmesi ile, (onları destekleyen) İngiltere yönünde değişememişti. I.

Dünya Savaşı arefesinde uluslararası politikada gelinen son nokta, Almanya ile iş

birliğini mecbur kılmış ve 14 Aralık 1913 tarihinde, Liman von Sanders liderliğinde,

yeni bir askerî heyet İstanbul’a ayak basmıştı. Osmanlı Devleti, 2 Ağustos 1914

tarihinde de Alman askerî ittifâk antlaşmasını imzalamış ve hemen bir gün sonra da

silahlı tarafsızlıkla beraber seferberlik ilân etmişti. (Türkmen 2001:4) Nitekim, 28

Temmuz günü Avusturya-Macaristan’ın Sırbistan’a savaş ilân etmesinin hemen

ardından, Almanya da Rusya’ya (1 Ağustos) ve Fransa’ya (3 Ağustos) savaş ilân

etmiş ve 4 Ağustos 1914 tarihinde de İngiltere’nin Almanya’ya savaş ilân etmesi ile I.

Dünya Savaşı başlamıştı. (Özkan 1985:1374)

10 Ağustos 1914 tarihinde İngiliz ve Fransız filolarından kaçmakta olan, Amiral

Wilhelm A. T. Souchon komutasındaki Goben ve Breslau adlı kruvazörler, Osmanlı

1 Osmanlı İmparatorluğu, Balkan savaşları’nın sonunda topraklarının yüzde 32.7 ve nüfusunun yüzde 20’sini kaybetmişti. (Erickson 2003:38)

Page 46: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

42

Hükûmetinin bilgisi dışında, Enver Paşa’nın özel izni ile, Çanakkale Boğazı’ndan

geçerek imparatorluğa sığınmışlardı. Tarafsızlık antlaşmasına uydurabilmek için de

gemilerin satın alındığı ilân edilmişti. İsimleri “Yavuz” ve “Midilli” olarak değiştirilen

kruvazörlere Türk bayrağı çekilmişse de, Alman amiral bayrağı indirilmemiş ve gemi

mürettebâtı da değiştirilememişti. Amiral Souchon’un Osmanlı Donanması birinci

komutanlığına atanması ile Osmanlı İmparatorluğu ve Almanya arasında müttefik

olarak savaşma planlarının devlet kademesinde kararlaştırıldığı belli olmuştu. 29

Ekim 1914 tarihinde Karadeniz’e açılan ve on bir parçadan oluşan bu deniz kuvveti,

Odesa, Sivastapol ve Novrosiski limanlarını bombalayarak Osmanlı Devleti’ni fiilen

savaşa sokmuştu. 1 Kasım günü Rusların Osmanlı doğu sınırlarından taarruza

geçmesi ve 3 Kasım günü de İngiliz ve Fransız donanmalarının Çanakkale

Boğazı’ndaki tabyaları bombardıman etmesi üzerine, Osmanlı İmparatorluğu resmen

harp ilân etmiş (11 Kasım 1914) ve birçok cephede sürecek ve imparatorluğun

maddî, manevi imkânlarını hızla tüketecek bir dönem başlamış olmuştu.

Almanya’nın, Osmanlı İmparatorluğu’nu bir an evvel savaşa sokma çabasının

çok rasyonel sebepleri vardı. Almanlar, Rus ve İngiliz kuvvetlerini bağlamak ve İslâm

ihtilâlini1 gerçekleştirerek Kafkasya’da Rusya’ya karşı, Mısır’da İngiltere’ye karşı

Müslümanlar’dan oluşan cepheler açarak Doğu Avrupa’daki itilâf kuvvetlerin

baskısını hafifletmeyi amaçlamışlardı. (Şahin 1997:184-185) Süveyş Kanalı üzerine

yapılacak sefer, sadece İngiliz gücünün bir kısmını buraya raptetmekle kalmayacak,

kanalın kapanması halinde İngilizler büyük bir lojistik destekten de mahrum

olacaklardı. Halifenin manevi otoritesinin, sömürge Müslümanlarını İngiltere ve

Fransa aleyhinde harekete geçireceğini ön gören bu stratejik politikanın, Almanlara

hiçbir maliyet getirmeden İtilâf Devletleri için muazzam sonuçlar doğuran bir problem

yaratacağı aşikârdı. (Erickson 2003:63) Tüm bu avantajlarla beraber, Osmanlı

İmparatorluğu’nun uzun zamandan beri, silah ve cephane ihtiyaçlarını Almanya’dan

1 Osmanlı sultanları halifelik makamını ‘siyasî’ bir güç olarak kullanmayı, ilk defa Küçük Kaynarca Antlaşması’nda (1774) gündeme getirmişlerdi. Daha önce, III. Ahmed 1727 tarihinde, Afgan Hükümdarı Eşref Han ile imzaladığı antlaşmada da kendisini “bütün Müslümanların hâlifesi” olarak nitelemiş (Özcan Az. 1999:467) ancak Pan-İslâmizm’in politik sahadaki keşfi uluslararası bir antlaşma olan Küçük Kaynarca ile olmuştu. (Lee 1999:363) Küçük Kaynarca Antlaşması ile Osmanlı İmparatorluğu, Kırım Tatarları üzerindeki siyasî hâkimiyetini, ‘dinî’ hâkimiyete tevîl etmek istemişti. (Kara İ. 1998:60) I. Dünya Savaşı’nda, sömürge Müslümanlarını itilâf devletlerine karşı ayaklandırmayı amaçlayan plan da halifenin manevî otoritesine dayanmakta idi. 14 Kasım 1914 tarihinde Padişahın ilân ettiği “Cihâd-ı Ekber” Osmanlı Merkez Karargâhı’nın Kurmay Başkanı Bronsart paşa tarafından teklîf edilmiş ve Başkumandan Vekîli Enver Paşa tarafından kabul görmüştü. (Karabekir 1995:384-385)

Page 47: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

43

karşılıyor olması, endüstrilerine de büyük bir potansiyel sağlıyordu. (Ortaylı

1998:119-121) I. Dünya Savaşı başladığında ise, Alman askerî uzmanları artık

imparatorluğun fiilî komutanları olmuş ve Osmanlı İmparatorluğu savaşa -neredeyse-

Alman komutasında girmişti. (Ortaylı 1998:125)

Osmanlı İmparatorluğu ise, I. Dünya Savaşı’na girdiğine, yorgun bir ordu ve

tüm imkânsızlıklara rağmen ümitsiz değildi. Enver Paşa’nın ihtiraslarının beslediği

hayal gücü, Kafkaslar üzerinde Pan-Turanizm1 politikasını hedefliyordu. Cemal Paşa

ise Enver Paşa’nın erken terfî’ne karşılık, “Mısır Fatihi” veya “Hidiv” olmanın

getireceği politik imtiyâzı düşünüyordu. Tüm bunlar savaşa girmek için yeterli

sebepler olmasalar da, kaçınılmaz olan I. Dünya Savaşı’nın kazanıldığı takdirde,

Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu cendereyi kırma ihtimâli de çok

yüksekti.

Fakat, Osmanlı subayları, cephelerden hedefledikleri amaçlara ulaşamadan

ayrılmışlardı. Doğu cephesindeki bozgun ve Rus işgali, ancak Bolşevik Devrimi’nin

(1917) gerçekleşmesi ile durdurulabilmişti. Irak cephesinde yerli halk Osmanlı

Ordusu’nun karşısında yer alırken, Osmanlı Ordusu’ndaki Arap erlerin bir çoğunun

silahlarını bırakması Osmanlı siperlerinin düşmesine sebep olmuştu. Lojistik destek

ve Bölge haritasından dahi mahrum olan Osmanlı kuvvetleri, Rus taarruzları ile de

bölününce, İngiliz ilerleyişi durdurulamamış ve 11 Mart 1917 tarihinde Bağdat

düşmüş, 3 Kasım 1918 tarihindeki mütarekeden sonra da Musul kaybedilmişti.

İngilizler tarafından, daha savaş başlamadan önce de taarruzu düşünülen

Çanakkale, I. Dünya Savaşı esnâsında savaşı neticelendirebilecek bir cephe haline

gelmişti. 19 Şubat 1915 tarihinde Osmanlı tabyalarına yapılan top atışları ile başlaya

savaş, her iki tarafta da büyük kayıplara yol açmış, Osmanlıların olağanüstü

fedakârlıklarla savundukları boğazları, İtilâf Devletleri 8/9 Ocak 1916 tarihinde tahliye

1 Ali Suavi’nin Türkleri hem Osmanlı İmparatorluğu’nun kurucu etnik öğesi, hem de Orta Asya halklarını kapsayan bir ırk olarak tanımlaması ile başlayan entelektüel hareket, Anadolu halkının Türklüğünü vurgulamış ve Türklerin İslâmiyet öncesi siyasî, sosyal ve kültürel geçmişlerini ortaya çıkartmayı amaçlamıştı. Balkan Savaşları sonrası “İttihâd-i Osmanî” politikasının geçerliliğini yitirmesi ile İttihâd ve Terakki ileri gelenlerinin benimsediği ideoloji, Enver Paşa’nın siyasî faaliyetlerinde en belirleyici motivasyon figürü olmuştu. Turancılık, Enver Paşa “Büyük Devrimci Turan Orduları Kumandanı” sıfatı ile büyük Türkistan’ı kurtarma amacı ile 1922 tarihinde cephede vurulana kadar vazgeçmediği bir ülküyü temsîl etmişti. (Özdoğan 2002:394-398

Page 48: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

44

etmişlerdi. 14 Kasım 1914 tarihinde ilân edilen “Cihâd-ı Ekber”in Osmanlı

İmparatorluğu ve Almanya’ya beklediği siyasî avantajı sağlayamadığı da, en acı

şekilde Hicaz Cephesi’nde tecrübe edilmişti. 10 Temmuz 1910 tarihinde yayınladığı

bildiri ile Osmanlı İmparatorluğu’na resmen isyan eden Mekke Şerifi Hüseyin’e

rağmen, Medine’de Fahreddin Paşa komutasındaki Osmanlı Ordusu, savaşın

sonuna kadar direnmiş fakat, 1 Ekim 1918 tarihinde Haşimî bölükleri Şam’a girmiş ve

Mondros Mütarekesi’nin imzalanması ile Osmanlı İmparatorluğu savaştan çekilmişti.

İtilâf Devletlerinin Çanakkale’den çekilmeleri ile birlikte, morali ve eğitimi yüksek

Osmanlı birlikleri serbest kalmışlardı. Bu birliklerin Kafkas Cephesi’ni takviye etmeleri

düşünülürken; Enver Paşa, savaşın Avrupa cephelerinde neticeleneceğine dair

inançla askerleri Galiçya’ya (Temmuz 1916), Romanya’ya (Eylül 1916) ve

Makedonya’ya (Eylül 1916) göndermişti. (Özkan 1985:1378) Bu cephelerde kısmî

başarılar sağlayan Osmanlı askerleri, harekâtların sona ermesi ile başka cephelere

dağılmışlardı. Jeo-politik önemi olan bir başka cephe ise, Mevlevî Alayı’nın görev

aldığı ve ileride daha etraflı bir şekilde anlatılacak olan, Sina cephesi idi.

I. Dünya Savaşı boyunca Osmanlı Ordusu’nun performansının olumlu

yönlerini altı başlığa toplayan Erickson, öncelikle, ordunun sayısal dezavantaja

rağmen muharebe etkinliğini nüfûs ve imkânlarının fevkinde kullanıldığını zikreder.

Ayrıca, tüm savaş boyunca Osmanlılardan oluşan birliklerin diğer birliklerden manevi

ve teknik bakımdan üstünlük sağladıklarını belirten yazar; üçüncü olarak, Osmanlı

askerinin son derece olumsuz şartlarda bile kendisini idâme kabiliyetini

göstermesinin dengesiz bir biçimde ‘destek birlikleri’ ile yüklenmesine mâni olduğunu

belirtir. Ordunun strateji ve harekâta ilişkin seviyede hızla, yeniden örgütlenebilmesi

dördüncü bir özellik olarak kendini göstermiş ve Osmanlı Ordusu’nda ortaya çıkan,

Mustafa Kemal Paşa, Esat Paşa, Şevki Paşa, İzzet Paşa, Halil Paşa, Fevzi Paşa ve

Vehip Paşa gibi komutanların geniş bir düşünce kapasitesi ve harekete geçme

iradesine sahip olmaları beşinci olumlu özellik olarak zikredilmiştir. Nihayetinde,

Osmanlı İmparatorluğu’nun her ahvâlde sadık bir müttefik olduğu da aynı eserde

belirtilmektedir. (Erickson 2003:283-284)

Bilançonun eksi hanesinde ise; Balkan Savaşları’ndan bitkin bir şekilde çıkmış

ordunun, büyük güçlerle savaş riskini içeren politikalara alet edilmesi ilk sıradadır.

Page 49: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

45

İkinci önemli husus Enver Paşa’nın stratejisi, taarruz planları ve politikalarında

ihtirasını, iyimserliğiyle harmanlayıp yanlış sonuçlara ulaşmasıdır. Bu politikaların

neticesinde, Harbiye Nezâreti de öncelikli cepheleri belirlemekte başarısızlığa

uğramıştır. Gerek Enver ve gerekse Cemal Paşalar’ın İstanbul’daki idârî görevlerini

bırakarak, muharebe komutanı olarak daha faâl görev alma eğilimleri ve

beraberlerinde Alman danışmanlarını götürmeleri, kritik bir dönemde ‘Harbiye

Nezaret-i Celilesi’nde liderlik kapasitesini zayıflatmıştır. (Erickson 2003:77) I. Dünya

Savaşı’nda Osmanlı Ordusu, yaşlı subayların tasfiye edildiği, onların yerine iktidarın

politik çizgisine daha yakın ve güvenilir genç subayların görevlendirildiği bir güçtü.

Kıdemli ve tecrübeli subayların tasfiyesinin menfî tesirlerini genç subayların

getirdikleri canlılıkla (Erickson 2003:79) dengelemeye çalışan orduda, bu

istikrarsızlık tüm savaş boyunca devam etmiş ve Enver Paşa her kademeden

komutanların azli ve tayininde tutarsız ve ‘deneysel’ davranmıştır. (Erickson 2003:82)

Tüm bunlarla beraber, tüm savaş boyunca hedefleri gerçekleştirmekten uzak ‘lojistik’

imkânsızlıklar da görmezden gelinmiştir. (Erickson 2003:284-285)

Page 50: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

46

V. BAŞKA DİYARLAR, BAŞKA DERVİŞLER

İslâm dünyası XVIII. yüzyılın son yıllarında, değiştirilemez sandığı sınırlarının

Avrupa medeniyeti tarafından tehdit edildiğini tecrübe etmeye başlamıştı. Büyük bir

Müslümân topluluğunun gayr-ı Müslim idare altına girmesi, ilk defa 1830 yılında

Fransızların Cezayir’i işgali ile yaşanmıştı. Daha sonraları, 1881 yılında Tunus, 1912

yılında da Fas aynı akıbete uğramıştı. 1870 sonlarında İngilizler tarafından yarı

sömürge haline getirilen Mısır, 1880 yılında bağımsızlığını kaybetmiş, İngilizler on yıl

sonra da Sudan’ı işgal etmişlerdi. XIX. yüzyıl boyunca batı dünyasının

sömürgeleştirme faaliyetleri hızını yitirmeden devam etmiş, fakat bu dönemde

sömürge yayılmacılığının karakteri Müslümanlarca doğru tahlîl edilememişti. Yeni bir

Haçlı Seferi ile karşı karşıya olduğunu sana İslâm aleminin imkânları güçlü bir direniş

gösterecek kabiliyette değildi. Siyasî otoritenin çöktüğü yerlerdeki direniş, “cihâd”

bayrağı altında örgütlenmişti: Dervişler, şerifler (Peygamber soyundan geldiğini iddia

eden kişiler), her türlü reformcular, mehdîler mensup oldukları cemaatlerin yeniden

yapılanması için “Îmânın kaynaklarına dönüş ve Hz. Muhammed geleneklerinin

hayata tatbîk edilmesi” düstûrları çerçevesinde seslerini duyurmaya başlamışlardı.

(Merad 1993:19-20;Martin 1998:14)

Son dönemlerde canlandırılmaya çalışılan hilafet ve pan-İslâmizm, Osmanlı

İmparatorluğu için siyasî bir tehdit aracı olmaktan öteye gidemediyse de, Müslüman

dünyasında farklı bir siyâsî idrakin doğması için gerekli altyapıyı sağlamıştı. Osmanlı

İmparatorluğu’nun himâyesindeki İslâm birliği fikri İslâm dünyasındaki bir çok dinî

lider tarafından dikkatle takîp edilmekteydi.1 (Ansari 1992:78)

XIX. yüzyılın son çeyreğinde İslâm Güneydoğu Asya’sı büyük bir dinî uyanışa

sahne olmuştu. Hacc faaliyetlerinin, bu bölgedeki İslâmî şekillenmede, rolü o denli

büyüktü ki, sömürgecileri tedbîr almaya zorlamıştı. Zîrâ, “İttihâd-ı İslâm” ve

tasavvufun etkisinin giderek arttığı bu topraklarda, Nakşibendîlik ve Kâdirîlik başta

1 II. Abdülhamid’in çok dikkatli bir şekilde inşâ’ etmeye çalıştığı bu politikada, İslâm dünyasının sûfileri de yer almaktaydı. (Hourani 2000:369)

Page 51: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

47

olmak üzere bir çok tarîkatın etkisi artmıştı.1 Tarîkatlar (Özelilkle Borneolu şeyh Hatib

Sambas ve mürîdlerinden oluşan Kâdirîyye) 1888 yılnda, Banten ve Batı Java’da

Hollandalılara karşı devrimci hareketin temelini oluşturmuşlardı. 1850 yılından

itibâren Osmanlı Devleti ile ilişkilerini tekrar düzenleyen Açe Sumatra Devleti

Hollandalı sömürgecilere karşı savaş açtığında da, topraklarını Osmanlı mülkü ilân

etmişti.2 (Martin 1988:15)

Neredeyse kurulduğu dönemden beri siyasî bir geleneğe de sahip olan

Nakşibendîliğin,3 gayr-ı Müslim hakîmiyetine karşı mücadelesi bu güne kadar devam

etmiştir. Hindistan’ın kuzey batı sınırlarında Seyyid İsmail Şahid’in cihâd hareketi,

Orta Asya’da çeşitli Rus işgallerine karşı direniş, Çin’de öncülük edilen isyanlar ve

Afgan cihâdında Nakşibendî tarîkatının etkisi bilinmektedir. (Algar 1993b:50)

Tarîkatın Kuzey Kafkasya - Dağıstan ve Çeçenistan’daki mücadelesi de, Mevlâna

Halîd’in direktifleriyle yönlendirilmiş ve XVIII. yüzyılın sonunda başlayan cihâd

hareketinin içinden, Şeyh Şamil ve Uzun Hacı gibi ‘lejand’ tarihî kişilikler çıkmıştı.

1940 yıllarına kadar etkisi devam eden hareket, zamanla “Sovyet karşıtı” bir veçheye

de bürünmüş, Nakşîliğin yönlendirdiğini bu direnişlerde, kimi zaman Kâdirilik tarîkatı

da anılmıştı. (Algar 1993b:247-248)

Hindistan’da merkezî hükûmet zafiyeti, İngiliz ve Fransızlara müdahale imkânı

tanımış ve 1850 yılında kadar, bütün Hindistan doğrudan veya dolaylı olarak İngiliz

hakîmiyeti altına girmişti. Ancak, XVIII. yüzyılın ikinci yarısından itibâren kaydedilen

dinî gelişmeler, siyasî alanda da etkisini göstermişti. İsmail Şehid ve mürîdi Seyyid

Ahmed Barlevî, “Cihâd”ın ameli ve nazarî yönlerini işlemişler, Seyyid Ahmed 1810

tarihinde Patan emîri Emîr Han’a katılarak gerilla savaşında bir hayli eğitim görmüş

ve tecrübe kazanmıştı. Sihlere karşı cihâd ilân eden Seyyid Ahmed, İngiliz sömürge

yönetiminden de destek almıştı. Ancak, İngiliz ordusundaki Müslüman Hint

1 Sumatra’nın ilk Nakşbendîleri’nden Şeyh İsmail Minangkabawi, hacc dönüşü beraberinde bir Osmanlı Sancağı getirmişti.(Algar 1993a) 2 Bu ‘ilân’, şüphe yok ki, Açe Sumatra Devleti’nin politik bir kararı idi ve beklenen sonucu da vermemişti. (Roff 1997:67) 3 Bahaeddîn Nakşibend’in 1347’ye kadar Çağatay Hanlığı’nda hükûm süren Gazan Bey olduğu iddia edilen Halil Ata ile olan ilişkisi, tarîkatın tarihi boyunca taşıdığı siyasî kimliğin şekillenmesinde büyük rol oynamıştır. Ancak XV. yüzyılda, İmam Rabbanî olarak da tanınan Ahmed Sırhindî’nin Ekber Şah’a karşı başlattığı mücadelenin siyasî etkisi çok daha güçlü ve etkileyici olmuştur. (Işın 1994:32)

Page 52: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

48

askerlerinden kuzeybatı sınırından kaçıp, İngilizlere karşı saldırılar düzenleyen

mücahidlere katıldıkları için yapılan yargılamada, Seyyid Ahmed ve onun Hintli

takîpçilerinin saldırılarla olan bağlantısı ortaya çıkmıştı. (Rızvı 1997:335-355) 1919

yılına gelindiğinde, Sind’deki Kâdirî ve Nakşî tarîkatlarına mensup şeyhler arasında

bir ittifak doğmuş ve pan-İslâmizm1 fikri etrafında birleşen şeyhlerin nüfûzu İngiliz

yetkililerini kaygılandırmıştı. (Ansari 1992:83)

Fransız işgali altıdaki Cezayir’de, direnişin en önemli isimlerinden biri Kâdirî

şeyhi olan Emîr Abdülkâdir olmuştu.2 Kâdirîliğin Muhtariye kolunun ve Nakşibendî

tarîkatı şeyhi Halid Şehrazurî’nin etkisi altındaki şeyh, güney-batı Cezayir’deki Ticanî

tarîkatı ile de savaşmıştı. 1847 yılına kadar Fransız idaresine karşı gerilla savaşı

veren Abdülkâdir’in yenilgisi, direniş hareketini dağılma noktasına getirmişti. 1871

yılında doğu Cezayir’de kabilelerin ayaklanmasında ise Rahmaniyye tarîkatı ve

Osmanlı’nın önemli rolü olmuştu. Bu hadiseden sonra Fransızlar Cezayir’deki

tarîkatlara kuşku ile yaklaşmışlar ve tarîkatlar arası rekabeti kendi menfaatleri

doğrultusunda kullanmaya çalışmışlardı. (Martin 1988:55-86;Hourani 2000:365-368)

Ticanî şeyhi olan el-Hac Ömer, XIX. yüzyılın ikinci yarısı, yoğun bir şekilde

Fransızlarla çarpışmıştı. Tarîkat bağlılığı ve disiplinini ordusuna taşımış olan şeyhin,

mürîdleri üzerindeki etkisi, Fransız gözlemcilerin raporlarına konu olmuştu. Gine,

Senegal ve Mali’nin bulunduğu Batı Afrika havzasında savaşmış olan Ömer,

Bambara, Segu, Masina ve Karta devletleri fethetmiş ve gayr-ı Müslim yerlilerle karşı

da mücadele etmişti. 1864 yılında, taşıdığı barut fıçısını ateşlemiş ve bir intihar

saldırısı sonucu hayatını kaybetmiş olan şeyhin kurduğu devlet, 1893 yılında

Fransızlar tarafından istila edilinceye kadar, oğulları tarafından sürdürülmüştü.

(Martin 1988:91-129)

1 İslâm birliği fikrinin sadece Osmanlı liderliğine matuf bir ideoloji olmadığını unutmamak gerekir. 2 Osmanlı yönetimi babası ile ilgili bir meseleden dolayı Abdülkâdir’e mesafeli yaklaşmışsa da, 1840 yılından itibâren şeyhin “halife” sıfatına binâen, Abdülmecid’ten yardım talep ettiği fakat olumlu bir yanıt alamadığı bilinmektedir. (Martin 1988:79-80)

Page 53: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

49

Batı Afrika kıyısındaki bir başka siyasî ve mutasavvıf lider ise Ma’al-Aynen el-

Kalkamî idi. Kâdirî tarîkatının Moritanya’daki en büyük şeyhi olan Kalkamî, Fransa’ya

karşı başlattığı direnişe ömrünün yarısını ve bir çok oğlunu feda etmişti. Kalkamî,

Moritanya ve Fas’da millîyetçiliğin gelişimini hızlandıran liderlerden biri olarak

anılmışsa da, onun mücadelesi Mağrib millîyetçiliği anlayışından önceki anti-

emperyalist kurtuluş mücadelesi dönemi temsîl etmekteydi. 1908 yılında Pan-

İslâmizm fikrini siyasî programının bir parçası olarak benimsemiş olan Kalkamî,

Osmanlı İmparatorluğu ile de yakın ilişkiler kurma gayretinde olmuştu.1 (Martin

1988:165-195)

XIX. yüzyıldan önce çok az sayıda Avrupalı’nın ilgilendiği Somali, 1840

yıllarından sonra, Afrika Körfezi’nin siyasî etkinlik kazanması ile İngiliz, Fransız ve en

son İtalyanların dikkatini çekmişti. Kasıtlı olarak Osmanlı haklarının görülmezden

gelindiği bu havzadaki dinî hareketlenme de, Avrupalıların bölgeye girmesi ile,

hızlanmıştı. 1880 yıllarından sonra, burada Ahmediye ve Rifâîye gibi tarîkatlara

rastlansa da, en güçlü tarîkat Kâdirîlikti. Ancak 1890 yıllarının başında Malikî

mezhebine mensup, Sudanlı Muhammed ibnî Salih el-Reşid tarafından kurulan

Salihîye tarîkatı, Kâdirîlik tarîkatının tam karşısında yer almaktaydı. Salih Reşid’in

halifesi olan Seyyid Muhammed Abdullah Hasan, Somali bölgesinde “Deli Molla” diye

anılan ve İnglizlerle, Fransızlara karşı yirmi yıl mücadele etmiş bir dinî liderdi. Somali

millî kahramanı sayılan Abdullah Hasan her ne kadar “ülkesinin babası” olarak

tanımlansa da, asla lâik ve millîyetçi bir lider değildi. (Martin 1988:229-233)

Sünûsî tarîkatı XVIII. yüzyılın sonunda, Mısır’da sûfî dirilişle başlayan ıslahatçı

çabanın uzantısı idi. Doktrin açısından geleneksel sûfîzm ve Vehhabîlik arasındaki

orta yolu temsîl eden tarîkat, Osmanlı İmparatorluğu ile temaslarına da II.

Abdülhamid zamanı başlamıştı. Tarîkat, imparatorluk tarafından himaye edilmek

fikrini benimsememişse de, Osmanlılarla daima iyi geçinmişti.2 (Martin 1988:131)

1 Kakkamî 1895 yılında, Osmanlı İmparatorluğu için şunları yazmıştı: “İlâhî maksat, ancak Osmanlı Devleti’nin seçkin sultanlarınca gerçekleştirildi. Çünkü onlar, yöneticilerin en kudretlisiydi. Onlardan Mehdî ve Hz. İsa’nın zuhuruna kadar ümmet çapında bir devlet olmayacak. İngilizler ve Fransızlarla savaşacaklar. Yedi iklimde örgütlenmek için gerekli uzun ele, en kuvvetli devlete sahipler. Bunların hiçbiri onlardan önceki herhangi bir devlete bahşedilmemiştir.” (Martin 1988:192) 2 Sultan Vahdeddîn’in cülûsunda, kılıç kuşatma görevi Şeyh Ahmed eş-Şerif es-Sünûsî’ye verilmişti.(Karateke 2004:59)

Page 54: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

50

1902 ve 1932 yılları arası tarîkatın liderliğini üstlenen Şeyh Ahmed eş-Şerif es-

Sünûsi, Kuzey Afrika ve özellikle Libya’da Fransız ve İtalyanlara karşı başlatılmış

olan direnişin başına geçtiğinde, tarîkat oldukça güç kaybetmişti. (Martin 1988:131-

163) Yine de, I. Dünya Savaşı’nda ilân edilen “Cihâd-ı Ekber”e destek veren

Sünûsîler, Mısır’ın batı cephesini tehdît etmiş ve 1916 yılının başlarında İngilizler bu

hattı savunmak için üç karma tugay görevlendirmişlerdi. (Erden 2003:228)

XIX. yüzyıl İslâm dünyasında, tarîkat şeyhlerinin yönlendirdiği siyasî ve askerî

hareketler, cemaatlerini ve inançlarını korumayı hedeflemişti. Sömürgeciliği “haçlı

seferi” gibi telakkî eden Müslümanlar, içine düştükleri durumu da dinî bozulma ve

ahlâkî gevşekliklerinin bedeli olarak addetmişlerdi. Bu durumdan kurtulma çabası,

düşünce sahasında canlanma ve Müslüman topluluklar arasında da ciddî bir

sirkülasyon meydana getirmişti. İslâm coğrafyasındaki sosyo-kültürel yapının

çeşitliliği ve dinin taşındığı kanallar, bu yörelerdeki tarîkatların yapısını da belirlemişti.

Kafkaslar’da Nakşibendîlik, Afrika’da Kâdirîlik gibi tarikatlarının faâl olmaların

sebepleri toplumun sahip olduğu alt yapı ile ilgili idi. Değişik coğrafyalarda, aynı

tarîkatın, apayrı bir şekilde tezahür etmesi normaldi. İstanbul’daki bir Kâdirî şeyhi ile

Afrika’daki bir Kâdirî şeyhi arasındaki ciddî farklılıklar bulunabilirdi. Afrika’da “mehdî”

fikrinin kitleleri sevk etmek için yeterli olması, Kafkaslarda Nakşîliğin Halidî koluna

mensup şeyhlerin efsaneleşmesi ve bu şeyhlerin hemen hepsinin siyasî otoriteyi de

devralması, Osmanlı’da yüzyıllardır hakîm olan devlet geleneğine karşılık diğer

coğrafyalarda benzerî bir siyâsî yapının olmamasından kaynaklanmakta idi.1 Bu

direniş hareketlerinin dikkat çeken bir başka noktası da, millîyetçi bir ideoloji

taşımamalarına rağmen, zamanla millîyetçi bir mânâ kazanmış olmalarıydı.

Sömürgelere karşı ayaklanan dervişler, “cihâd” bayrağının altında toplanıp, genellikle

muhafazakâr bir din anlayışı uygulamış ve hatta dayatmışlarsa da, zamanla millîyetçi

ideolojinin sahip çıktığı isimler olmuşlardı. Sömürgecilere karşı kendilerini ancak, dinî

kimlikleri ile tarifleyebilen dervişler, şüphe yok ki, Tanzîmât’tan bu yana batının felsefî

ve siyasî akımlarından haberdâr ve yüzyıllardır kesintisiz devam eden bir geleneğin

içindeki dervişlerden çok daha az araca sahipti.

1 Sosyal ve coğrafî çevrenin tarîkat (ve savaşçı dervişler) üzerindeki tesîrinin çok canlı ve başarılı bir kompozisyonu, tarihe ve farklı kültürlere son derece dikkatli ve meraklı, çizgi roman sanatçısı Hugo Pratt’ın Etiyopyalılar adlı eserinde resmedilmiştir. Bu eserdeki Cush adlı karakter Somali’deki Seyyid Muhammed Abdullah Hasan’ın mürîdidir. (Pratt 2004)

Page 55: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

51

VI. TARÎKAT VE CİHÂD-I EKBER

Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’na girdikten üç gün sonra “Cihâd-ı

Ekber” ilânı ile (14 Ekim 1914) İtilâf Devletleri’nin sömürgesi olan Müslümanları bu

devletlere karşı ayaklandırmayı ve bu ordulardaki Müslüman askerleri de kendisi ile

beraber müttefikleri Almanya ve Avusturya-Macaristan’a karşı savaştan da

alıkoymayı düşünmüştü. Ancak II. Abdülhamid sonrası geri plana itilmiş olan Pan-

İslâmizm siyaseti, İttihâd ve Terakki’nin fazlası ile pozitivist bir tablo çizmiş olması ve

güçlenen milliyetçilik akımı, halifenin bu denli etkili bir güce sahip olabilmesini

imkânsız kılmıştı. Almanya’nın teklifi ile gündeme gelen “Cihâd-ı Ekber” ilân

edilmeden önce Osmanlı basınında çıkan ‘Cihâd’, ‘İttihâd-i İslâm’ konulu makaleler

de, Şeyhü’l-İslâm Mustafa Hayri Efendi’nin verdiği fetvalar da (Karabekir 1995:451-

453), bu açığı kapamaktan çok uzak, zayıf atılımlardı. Osmanlı Türk askerlerinin

cepheye gitmeleri için bir cihâd ilânına ihtiyaç olmadığı gibi, gayri Türk ve Osmanlı

İmparatorluğu dışındaki Müslüman unsurlar da cihâd çağrısına, beklenen nisbette

destek vermemişlerdi.

Cihâd-ı Ekber Beyânnâmesi Türkçe ve Arapça olmak üzere iki farklı lisânda

hazırlanmış ve bunlar farklı mantık silsilesi ile oluşturulmuşlardı. Türkçe hazırlanan

metin, evvela Rus tehlikesinden bahsederken, Arapça nüsha, Tevbe Sûresi’nin 14.

ayeti1 ile başlamış ve ‘cihâd’ emrini hatırlattıktan sonra dünya Müslümanlarının bu

görevi yerine getirmediklerine dikkat çekmişti. Daha sonra her iki metinde de varolan

gelişmeler ve bunların İslâm dünyası üzerine ne gibi tesîrleri olabileceği konusunda

bir bilgilendirme yapılmış ve Türkçe metinde, askerlikten muaf olan zümrelerin dahi

malları ve bedenleri ile cihâda katılmaları istenip seferberlik vurgulanırken, Arapça

fetvada İslâm dünyasının Osmanlı Devleti’nden başka dayanağı olmadığı belirtilmişti.

(Karabekir 1995:453-464)

1 “Onlarla savaşın ki, Allah sizin ellerinizle onları cezalandırsın; onları rezil etsin; sizi onlara galip kılsın ve mümin toplumun kalplerini ferahlatsın.”

Page 56: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

52

Bu iki fetvanın yapılarındaki farklılık, Osmanlı Devleti’nin (ve tabiî ki, Almanya

ve Avusturya-Macaristan’ın da) tebaa ve Müslümanlar üzerinde neyi hedeflediklerini

açıkça gösteriyordu. Dünya üzerindeki Müslümanların sadakatini ve Osmanlı Devleti

saffında savaşmalarını telkîn eden Arapça metin, İtilâf Devletleri’ne yönelik bir

politika gözetilerek hazırlanmıştı. Bununla beraber, Türkçe metin de, Osmanlı

Devleti’nin güvenliğinin tehlike altında olduğunu ve hürriyet için her Müslüman’ın

üstüne görevler düştüğünü ve bu yolda seferberlik ilân edildiğini vurgulamış ve

ordunun gücünü arttırmayı amaçlamıştı.

VI.I. Mevlevî Alayı’nın Kuruluşu

2004 yılının Nisan ayında yayınlanan Toplumsal Tarih dergisinin odaklandığı

mesele 31 Mart Vak’asıdır.1 Altı farklı makale ile işlenen konu, görsel malzeme ile de

desteklenmiştir. Bu fotoğraflardan biri “Hareket Ordusu’ndaki Rumeli gönüllülerinden

ikisi”ni göstermektedir (Ek 1). Bu gönüllülerden birisi, başındaki Mevlevî sikkesi ve

üstündeki üniforma ile dikkat çekmektedir.

Mevlevî Alayları üzerine ilk akademik araştırmayı yapmış olan Nuri Köstüklü

de, çalışmalarını I. Dünya Savaşı’nda ihdâs edilen alayla başlatmamış;

Mevlevîhânelerin Balkan Savaşları’ndan itibâren üstlendikleri sorumlulukları

vurgulamıştır. Gerçekten de Mevlevîler, Osmanlı İmparatorluğu’nun son döneminde

dikkat çekecek kadar siyaset ve iktidarla ilişkilidirler. Kütahyalı Ebu Bekir Dede’nin

Yenikapı Mevlevîhânesi postnişînliğine atanması ile başlayan süreç, Abdülhalim

Çelebi’nin II. Abdülhamid’i tahkir eden bir telgraf çekmesi ve V. Mehmed Reşad’a

kılıç kuşandıracak imtiyazı kazandığı noktaya kadar gelmiştir.

Ancak gönüllü olarak savaşa katılan ilk Mevlevîler de I. Dünya Savaşı’ndaki

Mevlevî Alayı değildir. Bursa Mevlevî Dergâhı şeyhi Salih Dede, Konya Mevlâna

1 Toplumsal Tarih, C.XX, S.124, 2004, İstanbul

Page 57: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

53

Dergâhı şeyhi Mehmed Saîd Hemdem Çelebi’ye vekâleten 1865-1866 tarihindeki

Rusya Harbi’ne iştirâk etmişti. (Küçük S. 2003:63-64) Salih Dede’nin önderlik ettiği

yirmi bir kişilik Mevlevî grubu (Gölpınarlı 1983:175) ile birlikte Eşrefzâde Dergâhı

postnişîni Fahreddîn Efendi1 ve Enârî Dergâhı Şeyhi Şerafeddîn Efendi2 ve olduğu

halde İstanbul’a gelmiş ve sonra Tuna nehri civârında harbe katılmışlardı.3 Farklı

tarîkatlardan şeyh ve dervişlerden oluşan bu gönüllü alayı, teşekkülünde I. Dünya

Savaşı’ndaki Mevlevî Alayı’na benzemekteydi.

Daha Balkan Harbi başlamadan önce, Girit’te artan gerilim ve uygulanan

baskı karşısında, adadaki Müslümanları himâye etmeye çalışan ve asimilâsyona

direnen Hanya Mevlevîhânesi şeyhi Mehmed Şemseddîn Efendi (öl.1924) olmuştu.

(Köstüklü 2000:1134) 1880 yılında kurulmuş olan mevlevîhânenin ikinci ve son şeyhi

olan Mehmed Şemseddîn Efendi, dergâhın postnişînliği ile beraber Girit müftülüğü

görevini de yerine getirmişti. Dergâhın bânisi olan Süleyman Şemsî Dede’nin

(öl.1886) oğullarından Hüseyin Ârif Efendi de, dergâh bünyesinde açılan özel

Rüşdiye Mektebi’nde müdürlük ve muallimlik görevleri üstlenmekle kalmamış;

siyasetle de ilgilenip, İttihâd ve Terakki’nin çalışmalarına da katılmıştı. (Küçük S.

2003:310)

Konya Mevlânâ Âsitânesi kütüphânesindeki belgelere göre, Balkan Savaşı

zamanında hastane olarak kullanılmak için, iki defa Harbiye Nezareti emrine verilen

Yenikapı Mevlevîhânesi’nin tren yoluna yakın olması bu görevin verilmesindeki

önemli sebeplerden biri idi. Ayrıca tabîb Mevlevîler hizmete çağırılmış, Hilâl-i Ahmer

ve benzer resmî kurumlardan tıbbî edevât ve ilaç temînine çalışılmış ve bu işleri

organize etmek için Galata Mevlevîhânesi’nde bir komisyon kurulacağı yine bu

belgelerde belirtilmişti. Konya Mevlânâ Âsitânesi postnişîni Veled Çelebi, Galata

Mevlevîhânesi şeyhine hitâben çektiği telgrafta, hükûmetle uyum içinde çalışmaları

ve izinsiz iş yapmamaları konusunda uyarıda bulunmuş ve ihtiyaçlar konusunda her

1 Kâdîri tarikâtının Eşrefî kolunadan Fahreddîn Efendi, savaşa beş on dervişle ile katılmıştı. (Şemseddin 1997: 109) 2 Halvetîliğin Mısrî kolundan Şerafeddîn Efendi, savaşa iki yüz elli kadar dervişle katılmıştı. (Şemdeddin 1997: 172) 3 Yâdigâr-ı Şemsî’de aktarıldığına göre; Tuna Nehri’nin donması ile köprüye ihtiyaç kalmadığını gören Rus kuvvetleri, uygun bir noktadan ilerlemeye başlamış ve savunma da yetersiz kalmıştı. Bunun üzerine kumandan “Aman Şeyh Efendi, himmet zamânı işte bu demdir” deyince, dervişân bir çadırda İsm-i Celâl okumaya başlar ve “nâr-ı İsm-i Celâl, müncemis olan buzları” eritir. (Şemseddin 1997:505)

Page 58: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

54

türlü yardıma hazır olduklarını belirtmişti. İmparatorluğun buhranlı dönemlerinde

Konya merkez, İstanbul dergâhları ve hükûmetin nasıl bir uyum içinde olduklarını

göstermesi bakımından, bu belgeler ve son dönem şeyhleri dikkate şayandı.

(Göyünç 1987:104;Özönder 1998:167-168)

İstanbul Mevlevî dergâhlarının başlatıp, Konya merkezin de sahip çıktığı bu

girişimler zamanla diğer mevlevîhânelerce de benimsenmiş ve dergâhlarda mutâd

hale gelmiş -zafer için- duâ ve zikirlerin ötesine geçilmişti. Bursa Mevlevî şeyhi

Mehmed Şemseddîn 6 Kasım 1912 tarihinde Konya merkez dergâhına ilettiği

mâruzatda Bursa’daki Mevlevî dervişlerinin gönüllü olarak savaşa katılmak üzere

devamlı mürâcaatta bulunduklarını yazmıştı. Ankara mevlevîhânesi ise redif

taburuna bir at hediye etmiş ve Galata Mevlevîhânesi’ne de para yardımında

bulunmuştu. Ankara ile beraber, Çankırı, Amasya, Kıbrıs, Hanya, Urfa, Şam

mevlevîhaneleri de maddi yardımda bulunmuşlardı. (Köstüklü 2000:1135-1136)

Kıbrıs da Girit gibi, Yunanistan’ın bağımsızlığını ilân etmesi (13 Ocak 1922) ve

Trablusgarp yenilgisinden (29 Eylül 1911) sonra, Müslümanlara karşı baskı ve

asimilâsyon hareketlerinin çok şiddetli olduğu bir bölge idi. Balkan Harbi sırasında

Kıbrıs Türkleri’ne yönelik gösteriler şiddet eylemlerine dönüşünce Kıbrıs

Mevlevîhânesi de, Hanya Mevlevîhânesi gibi, hâmîyâne bir tavır benimsemişti.

Dergâhın şeyhi Mehmed Celâledîn Dede 25 Kasım 1912 tarihinde Konya merkeze

yolladığı raporda “din ve devletin selâmeti için” buhar-i şerif okuyup, zikir çektiklerini

yazmıştı. Fakat mevlevîhânenin, faaliyetleri bu çerçevede kısıtlı değildi. Daha önce

de belirtildiği gibi, maddi yardımlara katılan dergâh, aynı zamanda istihbarat

bilgilerini de derleyip merkeze iletiyordu. Şeyh 18 Aralık 1912 tarihinde yazdığı bir

raporda ise, mevlevîhânenin faaliyetlerini belirtmiş ve Balkan Savaşı sonrası

Kıbrıs’taki Müslüman ahalinin geleceğine dair duyduğu kaygıyı, sebepleri ile birlikte

açıklamıştı. Merkez de bu raporu Sadârete bildirip, gerekli teşebbüsün yapılmasını

talep etmişti. (Köstüklü 1996:347-362)

Page 59: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

55

Bu noktada şu hususu vurgulamak gerekmektedir, Osmanlı İmparatorluğu’nun

içine düştüğü durum karşısında teşkîlâtçı yapısını imparatorluğun menfaatleri

doğrultusunda seferber eden tarîkatın, merkezi de iktidarla uyum içinde çalışmıştı.

Gerçekten de Tanzîmât’la birlikte siyasetle iç içe geçmiş olan Mevlevîliğin bu

gelişimini, sadece Yeniçeriliğin kaldırılışından sonra Bektaşîliğin zayıflaması ile

başlayan bir safha olarak algılamamak gerekir. Mevlevîliğin sahip olduğu dinamizm,

XIX. yüzyılda gerçekleşen reformlarla, tarîkatın geleneğinde var olan entelektüel

birikim, teşkîlat ve bürokrasinin etkili hale geçebilecek imkânı bulabilmesi ile

açıklanabilir.1

VI.I.a. Dervişânın Orduya İntisâbı

Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya Savaşı’na, Balkan hezimetinin yarattığı

kompleks ve ümitsizlikle girmişti. İttihâd-i Osmanî idealinin gerçekleşmekten uzak bir

hayâl olduğu, Anadolu’nun nüfûs yapısını bile etkileyecek göçler ve kaybedilen

topraklarla, saklanamayacak hale gelmişti. Hükûmet tüm bu olumsuzlukların etkisini

asgariye indirebilmek için güçlü ittifâklara girmenin yanısıra, halkın maneviyâtını da

yükseltecek tedbîrler almaya çalışmıştı. Seferberlik çağrısı ile asker sayısını Rusya

gibi nüfûsu kalabalık devletlerle baş edebilecek bir seviyeye çıkartmayı amaçlayan

Osmanlı, ilân edilen “Cihâd-ı Mukaddes”le de sadece sömürge altındaki

Müslümanları ayaklandırmayı değil, aynı zamanda kendi topraklarındaki dinî

heyecanı da değerlendirmeyi planlamıştı.2

Resuhi Baykara’ya göre, “Mücahidîn-i Mevleviye Alayı” da “halkın

maneviyâtını takviye için” teşkîl edilmişti. (1953:107) Cemal Paşa’nın hatıralarına

göre, kendi telkîni ile ihdâs edilen birlik, (Cemal 2001:175) alayın kumandanı olan

Veled Çelebi’nin ifadesine göre de Mevlevî bir padişah olan V. Mehmed Reşad’ın

arzusu ile meydana getirilmişti. (İzbudak 1946:54) Fakat daha önce belirtildiği gibi,

1 Başta Mevlâna Müzesi Arşivi olmak üzere, imparatorluğa ait birçok arşive Mevlevîlik üzerine tasnif edilmiş evrak bulunmaktadır. Bu zenginlik, bahsedilen bürokrasi geleneğin kalıntısıdır. Nitekim, Mevlevîlik araştırmalarının bu denli zengin olmasının ardında yatan bir sebep de budur. Günümüze bu denli sağlam bir arşiv bırakamamış tarîkatların faaliyetlerini anlamamız ise nispeten çok daha zordur. 2 I. Dünya Savaşı’nda psikolojiyi temel alan teknikler de bilinçli bir şekilde kullanılmıştı.(Sarısaman 1999)

Page 60: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

56

31 Mart Vak’ası sırasında dahi Mevlevî sikkesini taşıyan askerler, Balkan Savaşına

gönüllü katılmak isteyen dervişler ve İttihâd ve Terakki’ye yakın bir şeyh kadrosu ile

Mevlevîler zaten uzun zamandır reformların ve iktidar politikalarının içinde bilfi’l yer

almaktaydı.

Gerçekten de, Konya Mevlâna Dergâhı postnişîni Veled Çelebi, Cihâd-ı Ekber

ilânından hemen sonra Konya’da gönüllü toplamaya başlamıştı. 14 Aralık 1914

tarihinde Konya ulemâsının ileri gelenlerinden 12 kişi gönüllü olmuş ve Bursa

Mevlevîhânesi’nde de çalışmalar başlamıştı. (Polat 1991:58-59) Sultan Reşad’ın

alay bayrağı ve kılıç göndermesi ile resmîyet kazanan bu teşebbüsler, (İzbudak

1946:55) sadece Mevlevîleri etkisine almamış, başka tarîkatlardan ve muhîbb

olanlardan da alaya katılanlar olmuştu.1 Dervişler, nefer, onbaşı, çavuş; şeyhler de

muhtelif rütbelerde subay olmuşlar, Veled Çelebi de alay kumandanı olarak tayîn

edilmişti.2 (Baykara 1953:107)

Fakat, alayın oluşturulmasındaki bürokratik muamele yukarıda özetlenen

kadar kolay olmamış, Harbiye Nezâreti ile çeşitli makamlar arasında birçok yazışma

yapılmıştı. Zîrâ, Osmanlı Ordusu hem insan gücüne ihtiyaç duyuyor, hem de iaşe ve

teçhizat sıkıntısının üstesinden gelmeye çalışıyordu. Cemal Paşa daha 1914 yılında,

“Gerek Balkan Harbi’nde, gerek bu seferberlikteki tecrübelerime göre, gönüllüler

faydadan çok, zarar vermektedirler... eğitim ve disiplinden yoksun olan bu

gönüllülerin hali, kıtalar üzerinde kötü bir etki yapıyor. İaşeleri için pek çok erzaka

ihtiyaç oluyor. Özellikle orduya bir yük teşkîl ediyor.” diye yazmıştı. (BDHTH 1979:78)

Hiçbir şekilde özellikle Mevlevî Alayı’nı hedef almayan bu tesbît, aynı zamanda

büyük bir gerçeği de yansıtıyordu.

1 Resuhi Baykara’nın makalesine (1953: 107) göre bu alaya katılan herkese Mevlevî sikkesi giydirilmişti. Ancak Rıfaîlerin ve Kâdirîlerin kendilerine has tacları taşıdıkları da fotoğraflarla sabittir. Bununla beraber, Mevlevîlerin organize ettikleri gönüllü alaylarının hareket ettikleri merkezlerdeki derviş ve muhîbblerin ekseriyete uymuş olabileceği de düşünülebilinir. 2 Görülmektedir ki; Mevlevî Alayı’ndaki rütbeler, tarîkat içindeki silsile gözetilerek tevdî’ edilmişti. Ordu, tarîkat içindeki hiyerarşiyi bozmamış, fakat kendi terminolojisi ile tekrar tariflemişti.

Page 61: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

57

21 Aralık 1914 tarihinde Veled Çelebi “Teşkîline müsaade buyrulan gönüllü

tabur tedâriki hakkında muktezî zevatın azîmet ve avdetlerinde vesika i’tâına

müsaade” talebi ile Harbiye Nezaretine telgraf çekmişti.1 Fakat ordu içindeki

bürokrasinin dikkate alması gereken birçok mevzuat vardı. 5 Ocak 1915 tarihinde

Harbiye Nezaretine, Meclis-i Meşayıh tarafından yollanan bir yazıda “gönüllü

taburuna iltihâk arzusunda bulunan ve yerlerinde vesîka olunan”ların kayıt edilip,

edilmemesi hususunda bir tereddüt yaşandığı ve yol gösterilmesi istenmekteydi.2

Doğan tereddüttün muhtemel sebebi, Mevlevî Alayı’nın yarattığı heyecanın, gönüllü

kayıtlarını ve bu konudaki mevzuatın detaylarını çoğaltması idi.

30 Ocak 1915 tarihinde Dahiliye Nezareti’nden Harbiye Nezareti’ne hitâben

yazılmış bir başka belgede, askerlikle yükümlü fakat bu seferberlikte göreve

çağrılmamış “muhîbbân-ı Mevlevîyenin” gönüllü taburuna kabûlüne müsaade edildiği

ve taburda görevli memûrların maaşları hakkında Mevlevî gönüllü taburu

komisyonunca verilen dilekçeye dikkat çekilmişti.3 Kendi imkânlarını ve ilerisini

düşünerek seferberlik programı hazırlamış olan ordunun, gönüllü kayıtlarını da

kontrol altında tutması ve ileriye matûf bir gücü de yedekte bulundurması

gerekiyordu. Ama Mevlevî Alayı’nın oluşturduğu coşku, bir çok insanı cezb etmiş ve

bu alayda görev yapmayı tercih eden bir zümre oluşmuştu.

Evkaf Nezaretinden, Harbiye Nezaretine 3 Şubat 1915 tarihinde yazılan bir

yazıda; “mezkûr tabura iltihâk etmek üzere... vesika ibrazıyla me’zûniyyet talebinde”

bulunanlardan bazıların zaten “hizmet-i mukaddes-i askeriyelerini îfâya mecbur”

oldukları belirtilmekteydi. Aynı yazıda bu tabura “ne gibi esnân erbâbında

bulunanların kayd-u kabûl olduğuna dair nezaretçe malûmat olmadığı” hatırlatılıp, bu

sebeple müracaatların nasıl değerlendirileceğinde tereddüt edildiği, fakat “Dâhil-i

Celîle-i Askeriyece takarrür etmiş olan esas ve muamelâta müracaat-ı vâkıâca

düstûr” olacağı açıklanmaktaydı.4 Görülüyor ki, hizmetle yükümlü, seferberlik emrini

almış olanların Mevlevî Alayı’nda görev yapmak istemeleri ‘ahz-ı asker şuabatında’

1 ATASE, KOL:BDH, KLS:1993, DOS:151, A:1-66, D:155, F:1 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:1993, DOS:151, A:1-66, D:155, F:1-15 3 ATASE, KOL:BDH, KLS:1993, DOS:151, A:1-66, D:155, F:1-22 4 ATASE, KOL:BDH, KLS:1993, DOS:151, A:1-66, D:155, F:1-24

Page 62: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

58

tereddüte sebep olmuştu. Ayrıca, Bursa’da Dağıstan gönüllü taburunun teşkîli

sırasında Harbiye Nezaretinden Merkez Kumandanlığına yazılmış ve Teşkîlât-ı

Mahsusanın da dikkatine gönderilen bir yazıda;1 “çete efrâdından ve ihtimâl ki

Mevlevîye gönüllülerinden birçoklarının” işlemleri tamamlanmadan ‘azîmet’ istedikleri

belirtilmiş, “azîmetlerinden malûmat alınamayanların davete icâbet etmemiş efrâd

muamelesini” tâbi tutulmaları uygun görülmüş ve kayıtların dikkatle tutulması

konusunun altı çizilmişti.2 Demek ki, Mücâhidîn-i Bektaşiyye Alayı’nda olduğu gibi,

Mevlevî Alayı’nı da sû-i isti’mâl etmek isteyenler olmuştu.3 Fakat Mevlevî Alayı’nın

Osmanlı Ordusu’nun resmî bir birimi olmasına binâen bu tarz girişimlerin daha sıkı

takîp edildiği bellidir. Nitekim, 15 Şubat 1915 tarihinde 7. Kolordu-yi Hümâyun Ahz-ı

Asker Heyeti’nden Ordu Riyaseti Dairesine gönderilen muhtırada, Mevlevî tarîkatına

mensup olmayan bir muhîbbin, gönüllü kaydına Karahisar Şubesi’nce izin verilmediği

ve sıhhiye bölüğüne sevk edildiğini, fakat Karahisar postnişîninin (Celâleddîn Çelebi)

müracaatı ile gönüllü taburuna ‘imam’ olarak nakledildiği arz edilmişti.4 Aynı evrakın

altındaki “Muhîbbândan da arzu edenlerin Mevlevî gönüllü taburuna verilmesi

kararlaştırılmıştı. Yapılan muamele muvaffıktır.” ibâresi, Mevlevî Alayı’ndaki neferlerin

de Osmanlı Ordusu’nun mutâd bürokrasisine tâbi olduklarını ve denetlendiklerini

göstermektedir. (Ek 2)

Görülüyor ki, ordu, Mevlevî Alayı’na katılacak gönüllülerin kayıtlarında titiz

davranmakla beraber, süratle başlamış ve hızla yayılmış bu organizasyon karşısında

hazırlıksız da yakalanmıştı. Seferberlik, Balkan yenilgisi sonrası gelen göçler, bu

muhacirlerden celbe tâbi olanlar ve bir çok cephede başlayan savaş; Osmanlı

bürokrasisinin kabiliyetini arttırmış, fakat bu kabiliyetin fevkinde bir yükü de

beraberinde getirmişti. Ordu, alınan kararları gönüllü toplanan merkezlere aktarmaya

çalışıp, buralardan gelen soruları tetkîk ederken, aynı şehirlerde dervişlerin yarattığı

coşkudan bahsetmek de mümkündür. Bu sebeple, alayın milis bir güç gibi etraftan

adam topladığını veya yaratılan coşku sonucu her isteyenin alaya katılabildiğini

düşünmemek lâzımdır. Muhakkak ki, bu teşebbüs talep yaratmış ve halkı da

heyecanlandırmıştır, fakat alayın teşkîli ordunun denetiminde olmuştur.

1 Yazının tarihi 2 Mart 1915. 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:2181, DOS:8, A:1-105, D:8, F:106 3 Bkz. s.84 4 ATASE, KOL:BDH, KLS:1993, DOS:151, A:1-66, D:151, F:1-8

Page 63: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

59

Süheyl Ünver’in Süleymâniye Kütüphânesi koleksiyonunda bulunan, Edirne

Mevlevîhânesi üzerine hazırlamış olduğu 59 numaralı defter, bu alay hakkındaki çok

önemli bilgileri ihtivâ etmektedir. Defterdeki bilgilere göre alayın toplamı 1016 ilâ

1026 kişi arasındadır.1 (SKSÜD:8) (Ek 3) Toplam 47 mevlevîhânenin katıldığı alayda,

“taraf-ı sâire meşâyihi”nden de 8 kişi gözükmektedir. Harbiye nezareti tarafından

görevlendiren “sıhhiye efradı”nın mevcûdu ise 20 kişi olarak kayıt edilmiştir.

(SKSÜD:8)

Alay kumandanı olan Veled Çelebi, Konya’da mukîm olduğu için alayın

sancağını teslîm etme görevi, İstanbul’daki kapı çuhadarı (umûm vekîli) Yenikapı

Mevlevîhânesi Şeyhi Abdülbaki Efendiye verilmişti. İstanbul’dan alaya katılanlar

Yavuz Sultan Selim’in türbesini ziyâret ve Harbiye Nezareti önünde yapılan merâsim

ve duaları müteâkib, Abdülbaki Efendi riyasetinde Konya’ya hareket etmişti. (Baykara

1953:108) Hafız İbrahim’in 26 Ocak 1915 tarihinde kaleme aldığı ve Sebîlü’r-Reşad

gazetesinde yayınladığı makale (Ek 4)bu alayı çok coşkulu bir şekilde

resmetmektedir:

“...Cihan muallây-ı İslâm’ın fîrûzan bir mihr-i irfân ve feyzâkîni olan

Hazret-i Mevlanâ’nın sehhâr ve ilâhî nevâ nây-ı nâlân-ı aşkından

iktibâs-ı zerrât ve cez’abât eyleyen Mevlevî gönüllülerinin, bugün

gulgulât-ı tekbîr ve tehlîl ile titretüb inlettikleri pây-i taht caddeleri meşyi

imkânsız kılacak derecede bir cem-i gafîr ile dolup taşmıştır.

1 Köstüklü alayın nüfûsu konusunda temkînli olmak gerektiğini, zira gönüllü birliği olduğu için zaman zaman azalma ve çoğalmalar olabileceğini belirtmiştir. (Köstüklü 2002:221) Ancak XIX. yüzyıl sonlarında Osmanlı Ordusu’ndaki resmî bir birimde böyle keyfî hareket edilmesi, gerek ordunun disiplini ve gerekse geliştirdiği bürokrasi itibârı ile gayet zordur. Fakat Ünver’in defterindeki rakamlara yine de temkînli yaklaşmak lâzımdır. Zîrâ Ünver’in bu rakamları nasıl ve hangi kaynaktan derlediği meçhûl olmakla birlikte, gönüllü olmak için başvuran herkesin talebinin kabûl edildiği de şüphelidir. Son olarak, aynı belgede bazı eklemelerin, düzeltmelerin de yapıldığını ve Ünverin verdiği rakamların toplamının, kendi toplamını tutmadığı görülmektedir. Nitekim Köstüklü de makalelerinde toplamı 1023 olarak vermekte, fakat kendi yaptığı toplamada 1026 rakamını bulmaktadır. Köstüklü’nün Ünver’den naklettiği listede de farklılıklar mevcuttur. Ünver, Manisa Mevlevîhânesinden katılanların sayısını 10 kişi olarak verirken, Köstüklü’de bu rakam 15, Erzincan’dan katılanlar için Ünver 27 kişi demekte iken, Köstüklü’nün listesinde bu rakam 32 kişidir. (Köstüklü 2002:221-222)

Page 64: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

60

Ben bu gün aynı emel-i itilâ ile müteheyyic bütün bir ruh kesilen

dar-ül hilâfenin nâ-mesbuk şevk ve tahâliki karşısında server-i du-

cihanın çeharyar-ı güzinin, hulefa ve selâtin-i izamımızın tarih-i satvet

ve mefharetimizdeki müebbet ve lâyemut menkıbelerinin şahid-i vukuû

olan müstesna günleri iştiyak ve heyecanla anarak sevindim.

Makarr-ı hilafet ve saltanattan Nîl-i mübarekin reyyan kıldığı

diyar-ı muazzeze-i İslâm’a doğru zemzemedâr bir cuy-ı bâr-ı hamâset

şeklinde akub gidecek, o hıtta-ı mütehassireye yaklaştıkça tezyîd-i

azamet ve mehâbet edecek bu kevkebe-i muvahidînin, hûb-u ilâhiye

tecelligâh olan kulûb-u mütehassisede husûle getirdiği tesir-i gaşy-

âveri duymak, tasavvur edebilmek kilometrelerce uzayan rehgüzarı

baştan başa kat’ ve müşahede eylemek gerek idi.

Fariza-i mukaddese-i cihâdı, halife-i zîşânımızın ihsan buyurdukları

rayet-i celîlenin mütemevvic saye-i gulgûnunda şad ve handan edaya

azm eden, sikkepûş mücahidler zümresi, bugün cennet makkar-ı fatih-i

Mısr, Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nin türbe-i şerifesini ziyaretle

ruh-u pür fütûhuna arz-ı tahiyyât ettiler. Sevgili padişahımız efendimiz

hazretlerinin ve yüzbinlerce din kardeşlerinini, samimi, hayırlı dualarını

alarak enbiya ve evliya mehdine İslâm matlahına müteveccihen

şehrimizden müfarekât eylediler. Hakk onlara ve düşmanlarımızla

arslanlar gibi çarpışan merd ihvanımıza selâmet ve muvaffakiyet ihsan

buyursun. Amin.” (Hafız 1330:117)

Harbiye Nezareti tarafından, askerî müşavir sıfatıyla Kolağası Hüseyin Hüsnü

ve Kıdemli Yüzbaşı Doktor Behçet ve Eczacı Zühdî Beyler’in de iştirâk ettiği alayın

bayraktârı da Ankara Mevlevî Şeyhi Mustafa Nureddîn Dede idi. (İzbudak 1946:54-

55) İstanbul’dan yola çıkan alay, uğranılan istasyonlarda da benzer bir coşku ile

karşılanmış ve yol boyunca diğer tekke ve zâviyelerden de alaya katılmak isteyenler

olmuştu. İzmit istasyonundaki karşılama töreninin ardından Afyon’a gelen gönüllüler,

Page 65: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

61

bir-iki gün misafir edilmişti. Afyon Mevlevî Dergâhı’nda mukabele ve âyîn

düzenlenmiş, fakat kalabalık yüzünden semâzenler sıra ile semâ etmişlerdi. Topluluk

merasimden sonra hükûmet binası önüne gitmiş ve burada da bir tören icra edilmişti.

Büyük bir katılımın olduğu bu törende müftü Hüseyin Efendi’nin sekiz yaşındaki oğlu

“Mevlevî Taburunu teşkîl eyledi Sultan Reşad”1 (Ek 5) mısralarıyla başlayan şiiri

okumuştu. Afyon’dan da bir çok iştirâkın olduğu alay, 8 Şubat 1915 günü Akşehir’de

Veled Çelebi’nin oğlu Arif Çelebi, Ateşbaz Veli Şeyhi Yakup Dede Efendi ve belediye

meclisi üyelerinden Moytabzâde Rifat Çelebi Efendi tarafından karşılanmış ve aynı

günün gecesi Konya’ya varmıştı. (Köstüklü 2002:215)

Takîp eden günlerde, diğer dergâhların şeyhleri de maiyyetleri ile beraber

Konya’ya gelmişler ve aynı coşku ile karşılanmışlardı. O dönem Konya’da çıkmakta

olan Babalık gazetesi2 de Mevlevî Alayı’na büyük ilgi göstermiş ve gelişmeleri halka

duyurmuştu.

Nuri Köstüklü, alayın Konya’daki faaliyetleri ve Şam hazırlığının seyri

hakkında Babalık Gazetesi’nden bir çok bilgiyi neşretmiştir. Çalışmalar, diğer

dergâhlardan gelenlerin yerleştirilmesi ve Harbiye Nezaretinden malzeme

gönderilmesi ile başlamıştı. Konya Valisi Azmi Bey’in girişimleri ile başlayan yardım

kampanyası da rağbet görmüş ve civar kazalardan para yardımı veya at bağışları

yapılmıştı. Lojistik ihtiyaçlarını tamamlamaya çalışan alay için 19 Şubat akşamı da

İttihâd ve Terakki ve Müdâfaa-i Millîye Cemiyetleri tarafından bir ziyafet verilmiş;

yemeğe eşraf, devlet erkânı ve alaydaki bazı şeyhler katılmıştı. (Köstüklü 2002:216-

217)

1 Bu şiir Nuri Köstüklü’nün makalesinde on dize iken (Köstüklü 2002: 226), Ceride-i Sufîyye’de yirmi dize olarak yer almaktadır. İki nüshadaki farklılıkların muhtelif sebepleri olabilir; on dizelik nüsha sekiz yaşındaki bir çocuğun ezberlemesi için kısaltılmış veya şiir daha sonradan genişletilmiş olabilir. Ekler bölümünde yirmi dizelik biçimi yer almaktadır. 2 Babalık Gazetesi: Yusuf Mazhar tarafından 23.Aralık.1910 tarihinde Konya’da haftalık olarak çıkan, zaman zaman haftada 2 gün yayınlanan gazete. 11.Haziran.1917-30.Ekim.1918 tarihleri arasında, adını ‘Türk Sözü’ olarak değiştirmiş; sonra tekrar ‘Babalık’ adıyla yayımını sürdürmüştü. 1919 yılında, haftada 2 gün, 2 büyük sayfa olarak yayınlanmaya devam etti. Günde 1000-1200 sayı basıyordu. (Önder 1999:1293-1296)

Page 66: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

62

26 Şubat 1915 tarihinde Konya’dan yola çıkacak alay için büyük hazırlıklar

yapılmıştı. Cuma namazı sonrası, Mevlâna Dergâhı mescîdine konan sancak

duâlarla çıkarılmış ve dergâh önünde toplanmış olan Nizâmiye askerleri, jandarma,

öğrenciler ve halk olduğu halde Adîl Çelebi tarafından duâ ve gülbank-ı Mevlevî

okunmuştu. Daha sonra bayrakları ve flamaları ile Sultani Mektebi, Darü’lmuallimîn

ve diğer okul öğrencileri, asker, polis ve jandarma müfrezeleri, askerî ve sanayi

mızıkları, teberdârân, gönüllü bölükleri ve halk kışlaya kadar gitmişti. Burada askerî

heyet tarafından karşılanan alay ve beraberindekilere, Giridli Vak’a-nüvîs Hayreddîn

Bey hamâsî bir konuşma yapmış ve mezkûr alayın istîlâ edilmiş “Diyâr-ı Yusuf” için

vücûdlarını sedd edeceklerini söylemişti. Konuşmanın sonunda, askerler ve subaylar

adına sancak-ı şerîfi öpüp vedalaşan Hayreddîn Bey, daha sonra Hükûmet önünde

yapılan merasimde de aynı minvâlde bir şiiri (Ek 6)okumuştu. Şiirin okunmasından

sonra tüm devlet ricâlinin de bulunduğu bir kalabalıkla istasyona gidilmişti.

Askeriyenin yemek ikrâmı ertesi alkışlarla cepheye uğurlanan alaya eşraf ve resmî

makamdaki bazı kişiler Ereğli’ye kadar refakat etmişlerdi. Mevlevî gönüllüleri yol

üstündeki diğer istasyonlarda da coşku ile karşılanmışlar,1 güzergâh üstünde

bulunan Mevlevîhânelerin gönüllüleri alaya katılmış, diğerleri ise doğrudan Şam’a

hareket edip, burada biraraya gelmişlerdi. (Köstüklü 2002:217-221)

VI.I.b. Moral ve Propaganda Malzemesi Olarak Mevlevî Alayı

Bir savaşa gönüllü talebinin olması, savaş sebeplerinin halk tarafından kabûl

ve destek gördüğünü, halkın zafere olan inancını ve bir ideale karşı kendini mesûl

hisettiğini gösterir. Fakat tarihte her savaşın sebebi ve gönüllüsü olmuştur. İktidarin

idealleri ile gönüllülerin ideallerinin farklılaştığı durumlarda, gönüllüler ihtiyâtla

karşılanıken (Yukarıda zikredilmiş Niyazî-i Mısrî örneğinde olduğu gibi), bu idealler

örtüştüğünde de önemli bir güç ortaya çıkmaktadır. Mevlevî Alayları ikinci durum için

bir örnek teşkîl eder, hatta iktidarın himâyesiyle ve iktidarın bünyesinde olgunlaşmış

1 Büyük bir ihtimâlle Mevlevî gönüllüleri uğurlandıkları ve karşılandıkları her yerde aynı alâkayı görmüşlerdir. Erzincan gönüllüleri Kemah ve Harput’ta benzerî bir şekilde karşılanıp uğurlanmışlardı. Gönüllüler Şam’a varana kadar, Arapgir, Malatya, Antep, Kilis, ve Halep şehirleri ve bunlara bağlı nahiyelerde de heyecan yaratmışlardı. (Birinci 2001:20-21)

Page 67: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

63

bir oluşumdur. Mevlevî Alayı üzerine yazılan makalelerin tümünün ortak görüşü, bu

gönüllü birliğinin moral amaçlı teşkîl edildiğidir.

Gerçekten de Mevlevî Alayı cephelerde savaşmamış, (İzbudak 1946:54) fakat

çok gösterişli bir şekilde cepheye uğurlanmıştı. Tarîkatların “Cihâd-ı Ekber” çağrısına

cevap vermesi ve Mevlevîliğin tüm teşkîlatı ile seferber olması, savaş zamanı büyük

ihtiyaç duyulan beraberlik ve fedakârlık hislerini pekiştirmişti. Bir çok dergâhın dervişi

ve muhîbblerden oluşan alay Konya veya Şam’da biraraya gelmeden önce, (büyük

bir ihtimâlle) kendi beldelerinde de heyecan ve coşkuyu arttırmıştı. Ancak Mevlevî

Alayı gibi büyük bir coğrafyayı kapsayan seferberlikte (Alayda Şam, Erzincan,

Edirne, Samsun gibi imparatorluğun birbirine çok uzak uçlarındaki dergâhlardan

dervişler vardı) yaşanan coşku, yerelliğin ötesine taşınmaya çalışılmış, alayın dinî

karakterinin yarattığı kutsallık, kimi zaman farklı mânâlar atfedilerek tekrar

tanımlanmıştı. 1914 yılında, bünyesinde mahallî birliklerden de askerler bulunan

Osmanlı Ordusu, diğer imparatorluk ordularının aksine, bu birliklerin mahallî

özellikleri yansıtması fikrine sıcak bakmıyordu. (Erickson 2003:25) Oysa ki, ordunun

kayıtlı askeri olan tarîkat mensuplarının, kendilerine has kıyafet ve hatta

seremonilerine müsaade ediyor, hatta bunları ‘pragmatist’ bir terminoloji ile ‘askerî’

bir ruha tevîl ediyordu. Mevlevî Alayı’nın Osmanlı toplumu üzerindeki etkisini iki farklı

terimle ifade etmek mümkündür. Alayın tasavvufî karakterinin yarattığı ‘moral’ etki ve

bu karaktere atfedilen yeni anlamlarla ‘propaganda’ etkisi.

Bir çeşit iletişim sistemi olan propaganda, menfî veya müsbet yönde kitleleri

etkilemek amacını güder. Ancak bu sitem, bazı sembolleri sistemli ve bilinçli bir

şekilde, amaçlanan hedef doğrultusunda tekrar tanımlar. Propagandanın özü

sembolleri -kelimeler, görsel malzeme vs.- amaç doğrultusunda yönlendirmektir.

(Giddens 1979:656) XX. yüzyılın önemli bilim dallarından biri olan ‘göstergebilim’ tüm

bu semboller dizisini oluşturan sistemi ve sembollerin/göstergelerin işaret ettiği

anlamı deşifre etmeye çalışmaktadır.1

1 Ancak gösterge mutlak bir propaganda malzemesi değildir. En basit mânâsıyla gösterge, “kendisi o şey olmadığı halde, o şeyi çağrıştırarak iletişim sağlayan her aracı”ya verilen isimdir. (Erkman 1987:10)

Page 68: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

64

Mevlevî Alayı’nın propaganda etkisini farklı malzemelerde görmek

mümkündür. Ancak bu malzemeleri değerlendirirken, dönemin üslûbunu da dikkatli

bir şekilde tartmak lâzımdır. Aksi takdirde hem anakronik, hem ideolojik, hem de

yanlış yorumlar yapılabilinir.

Ahmed Remzi Dede’nin yazmış olduğu şiir (Ek 4) alayla birlikte, okunduğu

çevredeki insanların şevkini arttırmak amacıyla kaleme alınmış, Mevlevî tarîkatının

terminolojisi ve cihâd fikrinin vurgulandığı hamâsî bir manzûme olmakla birlikte

sistemli ve amaca yönelik bir yeni tanımlamayı içermemektedir. Alay komutanı Veled

Çelebi’nin yazdığı “Erenler Gönüllüsü” (Ek 7) (Köstüklü 2000:1142-1143) adlı şiir de

aynı gaye ve aynı mantık ile yazılmış bir başka manzûmedir; bu şiirde V. Mehmed

Reşad’a yapılan övgüleri de dönemin edebî anlayışı ve savaşa giden gönüllülerin

hâlet-i rûhiyesi ile ilişkilendirmek lâzımdır. Bu üslûp üzerinden, propagandaya dair

neticeler değil, ancak edebî, sosyolojik veya başka bir konu çerçevesinde tarihî

tahlîller yapılabilir.

Fakat Giridli Vak’a-nüvîs Hayreddîn Bey’in okuduğu şiir (Ek 6) hamâsî

vurgusunun ötesinde, ele alınan konuya dair malzemeleri içermektedir. Yedinci

dörtlükte alay kumandanı Veled Çelebi’ye atfedilen kudsiyet ve ilâhî bir gücün

vasıtası olduğu yolundaki ifadeler, ‘döneme hakîm edebî anlayış’ gibi bir tartışmaya

açık olsa da “İttihâd, her zaman ziyâ-bâr ol” dizesi İttihâd ve Terakki politikalarına

atıfta bulanan bir mânâ taşımaktadır.1

Osmanlı’nın modernleşme hamlelerinden biri de, yapılan icraatların topluma

iletilmesi, dikkat çekilmek istenilen konularda bir kamuoyu oluşturulması hususunda

tanıtım ve propaganda işlevini görecek Harb Mecmuası’nın yayımlanması olmuştu.

1 Nuri Köstüklü şiirin ilk dörtlüğündeki “iman duygusu”, “mazi ve ati” (pes ü pîş) bahsinin “tarih şuuru” ve “alperen” felsefesini işlediğini iddia etmektedir. Ancak şiirin ilk üç dörtlüğünde tarîkatlara dair bir atıf yoktur. Daha açık bir ifade ile, ilk üç kıta, I. Dünya Savaşı’na katılmış başka mahiyetteki bir gönüllü birliğini de şevklendirebilecek, tüm Müslüman Osmanlı tebaa tarafından paylaşılan değerler üzerine kurulmuştur. Şiirde özellikle bu alaya hitâb eden ilk sesleniş dördüncü kıt’a ile birlikte başlamaktadır.

Page 69: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

65

Dört farklı sayısında Mevlevî Alayı’na ait fotoğrafların1 yayınlandığı dergideki

bilgilendirme notları, genelde basit açıklamalardan ibaretti. Ama Rifâîlerin “burhan”2

gösterdiği fotoğraftaki açıklama, tasavvufî sembolleri askerî terminoloji ile

yorumlamıştı: “Gönüllü Teşkilâtından Rufai Alayı’3 askeri ta’lîmden sonra ölümü

istihfâf eden tarikat ta’lîmi yaparken” denilen nottaki “istihfaf” kelimesi, bir çok

tarîkatta farklı şekilde icra edilen “burhan” merasiminin esasından uzak bir mânâya

sahipti. Ancak, Rifâîlerin vücûdlarına sapladıkları tığlar veya hançerlerle açtıkları

kesikler gibi, insanın muhakemesi ve soğukkanlılığını hedef alan “burhan”, savaşın

barındığı şiddet içinde “ölümü istihfâf” olarak çok daha etkili bir mânâ kazanabilir.

Kerametin, ölümü (veya ölüm korkusunu) yeneceğine ve düşman karşısında bir

avantaja sebep olacağına inandırmayı amaçlayan bu not, bilgilendirmekten ziyâde

okuyucuyu etkilemeyi amaçlamıştı.

Mevlevî Alayı’nın propaganda malzemesi olarak kullanıldığına dair inanç, o

dönemde de mevcuttu. Refik Halid, kendisine has üslûbu ve güzel Türkçe’si ile,

İttihâd ve Terakki yönetimini eleştirdiği, “Devenin Derdi” adlı denemesinin bir

bölümünde; alayın teşkîlinin “nümayiş ve menfaatlerine vasıta ve âlet olarak”

kullanıldığını esprili bir şekilde anlatmıştı. (Karay :82-87) Yazar, Mevlevî Alayı’na

karşı olmaktan ziyâde, alay fikrinin iktidarla olan rabıtasından rahatsızdı. İktidarın

‘sebeplerine’ inanmamış olan müzmin muhalif, propaganda malzemesini eleştirerek,

kitlelerin üzerindeki etkiyi yıkmayı amaçlamıştı.

Mevlevî Alayı’na muhalefet, sadece iktidarla olan yakınlığından oluşmamıştı.

Mevlevîlerin Cihâd-ı Mukaddes ilânından sonra seferberliğe iştirak ettiklerinde,

1 Bkz. Ek - 8, Ek - 9, Ek – 10, Ek - 11 2 Rıfâîlerin “burhan” göstermelerinin tasavvuf kültüründeki mânâsına dair Yayhyâ Âgâh b. Sâlih el-İstanbulî şöyle yazmıştır: “Hz. Pîr Seyyid Ahmed Rifâî, müridleri ile birlikte Hac’dan sonra Hz. Nebî’yi zîyaret için Medîne’ye doğru yola çıktı. Ravza’ya varınca, Hz. Resûl’ün merkadi önündeki pencereye geldiğinde, Meddü’l-Yed Risâlesi’nde yazılan beyit ile ‘Ey atam! Benim seyyid olduğumu kabul etmiyorlar” dedi. Ravza-ı Mutahhara’dan Resûlullah’ın eli zuhûr etti ve “evlâdım” sesi işitildi. Müridleri de bunu görüp işittiler. İstiğrak ve vecd hâline dalan müridlerin kimisi kendisini taşa çarptı, kimisi taş ile kendisini dövdü, kimisi harp âletleri ile kendisine vurdu... Daha pek çok haller göründü. O zamandan bu zaman kadar Hz. Rifâî’ye bağlı olanlarda bu hal görülür” (Yahyâ 2002:167-168) 3 Her ne kadar alay, Mevlevî Alayı olarak anılsa da, farklı tarîkatlardan derviş ve şeyhlerin de bu alaya iştirak ettikleri bilinmektedir. Kadîrî Bölüğü diye anılan birim Genelkurmay’ın hazırladığı resmî tarih kitaplarında da, Ali Fuad Erden’in hatıralarında da zikredilmekte, (BDHTH 1979:396;Erden 2003:211) fakat Rifâîler ayrıca belirtilmemektedir. Eldeki belgelerle bu sınıflandırmaların nasıl teşkîl edildiği üzerine yorumda bulunmak âfâkî olacaktır, fakat Harp Mecmuası’ndaki fotoğraflarda da, Rifâîler ‘Alay’ olarak zikredilmiştir.

Page 70: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

66

cemaatler ve şahıslar arasındaki anlaşmazlıkların bir tarafa itilerek, “dosta düşmana

karşı memleket meselelerinde, tek-bir vücûd” haline geldikleri (Özönder 1997:169)

iddia edilse de, Veled Çelebi’nin selefi Abdülhalim Çelebi’nin1 müsvedde halindeki

mektubu (Ek 12, 12a) tablonun bu kadar olumlu olmadığını göstermeye kâfidir.

Tarîkat içindeki iktidar mücadelesinde, iktidarın kaybetmiş olan şeyh, alayı bambaşka

bir şekilde tanımlamış ve karşı-propagandasını yapmıştır.

“... zât-ı şâhâneye, hakkımda bir takım iftira tertib ederek bilâ

hükm-i şer’i ve kanûnî, emsâli şimdiye kadar mesbuk olmadığı halde

dâîleri makamımdan azlettirmişler ve yerime kendisine hiçbir gûnâ

taalûku olmıyan ve cem’iyetlerine intisab ettiği sonradan anlaşılan

Veled Efendi’yi tâyin etmişlerdir. Cem’iyyet-i ittihâdiyye, öyle kanuna,

târîh-i siyâsî-i devlete, an’anâta vâkıf kimseler olmayıp bir takım serseri

güruhundan ibaret bulunmasından kendilerine muvâfakat eden her kim

olur ise olsun ihyâ ve muhâlefet edeni imhâ eder birer baldırı çıplak

olmalarından dâîlerinin an’anâtım nazar-ı itibarlarından uzak kaçmış,

Veled Efendi’yi kendileriyle hem-fikir ve ayâr bulmalarından ve bir

devre-i hak ve hakıykatin geleceğini idrâk edememiş bulunduklarından

bu suretle mûmâ ileyhi tayin edivermişlerdir. Muhârebe-i mecnûnâneye

iştirâkimizde Veled Çelebi’ye bir alay tedarük ve ismine gönüllü Mevlevî

alayı tesmiyesiyle Mısır’ı fethetmek üzere Şam’a ve Filistin’e gitmesi

emredilmiş, mûmâ ileyh de bunların hâlis kardaşlarından

bulunmasından heman bu emirlerini infâz ile mâhud alayı tedarük ile

Şam ve Filistin’e kadar giderek firarî Cemal Paşa’nın orada bil’umum

mezâlimine iştirâk ettiği cümlenin malûmu bulunmuştur.

1 Son dönem Konya Mevlâna Dergâhı Çelebileri’nden olan Abdülhalim Çelebi’nin çok inişli-çıkışlı ve tavrının kolay kolay tayîn edilemeyeceği muğlaklıkta bir hayatı olmuştur; 1907 yılında vefat eden Abdülvahid Çelebi’nin yerine geçen Abdülhalim Çelebi, 31 Mart hadisesinde padişahı tenkît ettiği için ‘çelebi’ ünvânından mahrum edilmiştir. II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinden sonra, İttihâd ve Terakki Cemiyeti Konya Mevlâna Dergâhı’na Abdülhalim Çelebi’yi değil; Necib Çelebi’nin oğlu Veled Çelebi’yi atamıştır. Bu makam, 1918 senesinde ‘çelebi’ ünvanını tekrar alan Abdülhalim Çelebi ile Veled Çelebi arasında, tekke ve zaviyeler kapatılana değin, devamlı gidip gelmiştir. Konya Müdafaa-i Hukuk-ı Milliye Cemiyeti’nde olan Abdülhalim Çelebi aynı zamanda birinci dönem T.B.M.M üyesidir. Fakat Hülya Küçük’ün T. Gökbilgin’den aktardığına göre (2003:82) Abdülhalim Çelebi, milletvekili olmadan önce İtalyanlar’la işbirliği yapmış ve hatta bir çok Konyalı’yı da bu yöne sevk etmiştir. 1919 yılında Veled Çelebi’nin şeyhlikten azledilmesiyle tekrar posta geçen Abdülhalim Çelebi, 1920 yılında vuku’ bulan Konya ayaklanmasındaki tutumu sebebiyle, bu kez de, postunu Kastamonu Mevlevîhânesi Şeyhi Amil Çelebi’ye terk etmiştir. “Milli Mücadele karşıtları lehine casusluk yapmak suçundan” yapılan soruşturma sonucunda suçsuz bulunup tekrar görevine iade edilen Abdülhalim Çelebi, “vatan savunmasında gösterdiği yararlılıklar” dolayısı ile İstiklâl Madalyası ile ödüllendirilmiş ve 1925 yılında İstanbul’da vefat etmiştir. (2003:82-93,218-219)

Page 71: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

67

Tarîkat-i aliyye-i Mevlevîyyemizin üss-ül esâsı, öyle kılıçlar

takarak adam öldürmek içün muhârebâta iştirâk etmek olmayıp bil’akis

âlem-i insâniyyete bilâ tefrıyk-ı cins-ü mezheb, ilmî ve insanî hidmet

etmek olup, Veled Efendi ise öyle tarıykden yetişme bir adam olmayıp

jurnalcılık mesleği olan matbuat sansürlüğünden yetişme bir adam

olmasından tarıykımızın bu esasını hiç bir vakit bilememiş, şimdiye

kadar Mevlevîlerin hiçbir muhârebeye iştirâk etmemiş olduğunu

teferrüs edememesinden mâhud alayı tedarük ile esâs-ı ahkâm-ı

tarıykımızı bütün kâinât nazarından zîr-u zeber etmiştir. ...”1 (Gölpınarlı

1983:179)

Veled Çelebi’nin iktidarla olan ilişkisi I. Dünya Savaşı sonrası İttihâd ve Terakki

aleyhindeki gelişmelerle birlikte şikâyet unsuru olmuştu. Dahiliye Nezâreti Kalem-i

Mahsus Müdüriyetine ait bir evrakta Veled Çelebi Efendi’nin İttihâdçı olduğu ve

değiştirilmesi gerekliliği, hakaretâmîz bir üslûpla ifade edilmişti.2 Hiciv ustası ve

argoyu çok seven şair Neyzen Tevfik, Mevlevî Alayı’nı yerdiği dörtlükte, diğer

muhalifler gibi İttihâd ve Terakki cephesinden bir eleştiri değil, doğrudan şeyhleri

hedef alan bir üslûbu benimsemişti:

“Kalmadı beyninde ashâb-ı tarîkin ihtilâf,

Ehl-i Hakk’ı birbirine toplayıp berkittiler.

Şeyh Bâkî rehber oldu bu sefer de hepsine;

İbn Süfyân'ı ziyâret-çün ta Şam'a gittiler.”

(Tevfik 1994:160)

1 Abdülbâki Gölpınarlı’ya göre bu mektup İngiltere işgâl kumandanlığına yazılmıştır. Kurşun kalemle yazılmış sureti Rüsûhî Baykara’dan alan yazar, mektubun temize çekilip verildiği konusunda kesin bir bilgiye sahip değildir. Fakat, Veled Çelebi’nin azledlip yeriene Abdülhalim Çelebi’nin tayîn edilmesinde mektubun tesîri olduğunu düşünmektedir. (Gölpınarlı 1983:180) 2 BOA, DH KMS 51-1, 2, 1337.C.26

Page 72: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

68

Görülüyor ki, Mevlevî Alayı’na getirilen eleştirilerin odak noktasında İttihâd ve

Terakki vardı. ‘Moral’ ve ‘propaganda’ amaçlı kullanılmış alayın, odağındaki bu unsur,

değişen şartlarla birlikte olumsuz bir anlam kazanmış ve alayın karşı-propagandası

için belirleyici olmuştu.

VI.II. Şahısların Kimliği, Alayın Kimliği

Son dönem Rifâî şeyhlerinden Ken’an Rifâî1 tarîkata girmenin mânâsını şu

şekilde açıklamıştı “...iş tarîkate girmekte değil, insan bulmaktır. Halbuki bâzıları,

tarîkata girmekte zannederler. Tarîkat, tarîk-i Muhammedî’dir.” (Gürsoy 2003:38) Bu

tarife göre esas farklılık, tarîkatlar arasında değil, şeyhlerin vasıfları etrafında

belirmekteydi. Tarîkatlar arasındaki farkın, ibadet ve zâhirdeki şekli unsurlar olduğu,

fakat gayenin birliğini vurgulayan bu ifade, dönemin tasavvuf çevreleri içinde de

kabul edilmiş olsa gerektir. Dervişlerin intisâb ettiği şeyhten farklı bir mürşide

bağlanması oldukça sık rastlanan, bir şeyhin mensup olduğu tarîkatla birlikte, bir

başkasının da icazetini taşıması normal addedilen bir durumdu. Tasavvufun sosyal

boyutunun barındırdığı bu elastik sınırlar, şeyhler ve tarîkatlar arası yakınlaşmalara

da imkân sağlamıştı.

Mehmed Celâleddîn Dede’nin (öl.1908) cenazesi Yenikapı Mevlevîhânesi’nde,

Topkapı İmamı Ethem Efendi tarafından yıkanmıştı. Bu esnâda, Bahariye Dergâhı

Şeyhi Hüseyin Fahreddîn, Veled Çelebi, Sümbül Sinan ve Merkez Musa Muslihiddîn

Dergâhları Şeyhleri Kutbettin ve Ahmed Efendiler’le beraber, dervişler ve muhîbbler

ism-i celâl okumuşlardı. Daha sonra tabut, Koca Mustafa Paşa Dergâhı’na getirilmiş

ve haberi geç alan, meşayıh reisi Tophâne Kadirîhâne Şeyhi Ahmed Efendi de

merasime burada katılmıştı. Cenaze namazı da, Südlüce Sadî Dergâhı Şeyhi Elif

Efendi tarafından kıldırılmıştı. (Ziya:215-217)

1917 yılında Sivas Mevlevîhânesi’nin tamiri gerçekleşememiş ve Kösedere-i

Zımmî mahallesinde bulunan dergâh, Sıvas’ta bulunan Ali Baba Zâviyesi’ne

1 Mevlevî Alayı’na iştirak etmemiştir.

Page 73: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

69

taşınmıştı. Tekkeler kapatılıncaya kadar Kadirî-Mevlevî Dergâhı olarak görev yapmış

yapının hazîresindeki Mevlevî kabirleri bu yakınlığı tescîl etmişti. (Küçük S.

2003:250)

Tüm bu bilgiler, ilk başta bahsedilen hususu tasdîk etmektedir: İslâm tarîkatları

arasındaki farklılık -umûmiyetle- doktrinde değil, sosyal şartlar çerçevesinde

şekillenmektedir. Dikkat edilmesi gereken bu nokta, Mevlevî Alayları’nın teşkîlindeki

parametrelerden birini daha iyi algılamayı kolaylaştırmaktadır. Mevlevî Alayı,

homojen bir topluluk değildi, farklı tarîkatlar ve hatta derviş olmayanlar bile bu alaya

mensuptu. Cihâd ve vatan sevgisi, elbette ki alayın sahip olduğu ruhun çok kuvvetli

bir yanını temsîl ediyordu, ancak onları biraraya getiren tek etken de değildi. Alayın

ileri gelenlerinin siyasî fikirleri de, inançları kadar onları birbirine yakınlaştırmıştı.

Alayın saf bir cihâd ve vatanperverlik duygusu ile tesîs edildiğini öne sürmek, ona

iştirâk etmemiş diğer tarîkat, derviş ve muhîbbânı zann altında bırakmakla kalmaz,

alayın siyasî veçhesini görmemize de mâni olur.

VI.II.a. Veled Çelebi

Veled Çelebi’nin liderliğinde teşkîl edilen alay, İttihâd ve Terakki ile uyumlu,

milliyetçi bir dünya görüşünü temsîl etmekteydi. Alayın ileri gelenlerini bir araya

getiren siyâsî ideal de (umûmiyetle) bu idi. Bu girişimin Mevlevîlik tarîkatı çatısı

altında tesîs edilmesi ise, başta Veled Çelebi’nin iktidara yakınlığı, tarîkat teşkîlatının

kuvveti ve Mevlevîliğin Sünnî tarîkatlar içinde daha ‘liberal’ ve ‘modern’ bir anlayışı

sahiplenmiş olmasıydı.

Veled Çelebi, Charles Bourdel’in 1912 yılında yayımlanan “İlim ve Felsefe”

adlı kitabı üzerine yazmış olduğu makalede; bir milletin ‘felâh’ı için, o milletin

kendisini bilmesi demek ‘millîyetçiliğin’, diğer bütün milletlerinkine tercih etmesi

gerektiğini yazmıştı. Veled Çelebi’nin milliyetçiliği din, ahlâk ve âdetler üzerine

müesses bir ideoloji (İzbudak 1979:6) olmakla birlikte, muhakkak ki etnik bir bilince

de haizdi. Modernizmi samimîyetle benimsemiş olan Veled Çelebi, Mevlevîliği de

Page 74: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

70

aynı perspektifle değerlendirmiş ve kimi tarîkat mensuplarınca “münkir softa” diye

nitelendirilmişti. Memuriyeti sırasında görevinin gerektirdiği resmî kıyafeti giyince

muhalefetle karşılaşan Veled Çelebi, etrafına şöyle seslenmişti:

“Efendim her kavmin bir elbisesi var, bizim Çelebiyanın

giydiğimiz elbise nedir? Tarikati Aliyemizin resmi Elfi nemet, Tennure,

Destegül, hırkası mıdır. Belki zamanı kadimde aynen Konyalıların

umumen giydikleri elbise yalnız başımızda bir fahrı Mevlânâ vardır ki o

da Cenabı Mevlânâ’nın gaybubeti Hazreti Şems’ten sonra başına

giydiği Tebriz külâhıdır. Ne biz Konyalı elbisesi giymekle Çelebilikten

çıkarız, ne de Azarbaycan ve Tebriz ciheti ahalisi elyevm Mevlevi gibi

külâh giymekle Mevlevi olurlar.” (İzbudak 1946:20)

1869 yılında Konya’da doğan Mevlevî Alayı’nın kumandanı, Konya ve

Medine’de eğitim görmüştü. 1885 yılında Konya’da memuriyete başlayan Veled

Çelebi, gazetecilik ve öğretmenlik yapmış, ayrıca ‘Türk Derneği’nin kurucuları

arasında yer almıştı. İstanbul’da ikâmet ettiği sırada İttihâd ve Terakki’nin faal bir

üyesi olan Veled Çelebi, II. Abdülhamid aleyhindeki gizli faaliyetlere de katılmış bir

Türkçü idi. İttihâd ve Terakki iktidara gelip, Veled Çelebi Konya Mevlânâ Dergâhı

postnişîni olduğunda, Sultan Veled Medresesi’ni ilkokula, Karatay Medresesi’ni

ortaokula çevirmeyi planlayacak kadar reformcu olan şeyhin bu tasarısı,

muhafazakâr çevrenin baskısı sebebi ile gerçekleşememişti. Türk adıyla anılan

bütün Türk Kavimleri’nin geçmişini ve o günkü durumunu öğrenmeyi, öğretmeyi, Türk

tarihiyle birlikte dillerini ve edebiyatını, etnografyasını, Türk ülkelerini, eski ve yeni

coğrafyasını araştırıp ortaya çıkarmayı, bunları bütün dünyaya tanıtmayı ve özellikle

dilin açık, sade ve güzel bir bilim dili olduğunu kanıtlamayı ve dilin imlâsını

incelemeyi meslek edinmiş olan Veled Çelebi, aydınlar arasında “Vavlı Türk” nâmıyla

biliniyordu. (Korucuoğlu 1994:10,56;Parlatır 2002:235;İzbudak 1946:69)

Page 75: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

71

Cumhuriyet döneminde de Türkçülük çalışmalarına devam eden Veled Çelebi,

bir müddet Kastamonu milletvekîlliği de yapmıştı.1 Veled Çelebi’nin kaleme aldığı

hatıraları yayımlanmıştır. Bu kitabın 1946 yılında Türkiye Yayınevi’nce yapılan

baskısı 72 sayfa iken, Mevlevî Alayı’na ayrılan kısım ancak, yarım sayfa kadardır

(İzbudak 1946:54-55) ve Türkçülük çalışmaları veya Mevlânâ Dergâhı’nda yapmak

istediği yenilikleri anlatırken kullandığı heyecan dolu üslûbtan yoksundur. Ayrıca

Veled Çelebi’nin İbnülemin Mahmet Kemal İnal’a göderdiği “tercemei hal”inde de

Mevlevî Alayı’ndan hiç bahsedilmemiştir. (İnal 1988d:1976-1979) İttihâd ve

Terakki’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun batışından mesûl tutulması, 4. Ordu’nun

başarı gösterememiş olması ve I. Dünya Savaşı sonrası dayatılan şartlar Veled

Çelebi’nin bu konuya pek değinmemesine sebep olmuş olabilir.

VI.II.b. Abdülbâkî Efendi

Mevlevî Alayı’na en fazla iştirâk Yenikapı’daki dergâhtan olmuştu. II.

Abdülhamid zamanında çok sıkı kontrole marûz kalan Yenikapı Mevlevîhânesi,

gerçekten de Meşrutiyet fikrinin tartışıldığı ve birçok muhalifin toplandığı bir

merkezdi. Dergâhın I. Dünya Savaşı zamanındaki şeyhi Abdülbâki Efendi de

(öl.1935) II. Abdülhamid zamanı hissedilen baskı içinde büyümüştü. 1903 yılından

itibâren babasının yerine vekâleten bakmaya başlayan Abdülbâki Efendi, ancak V.

Mehmed Reşad’ın tahta çıkması ile, yirmi beş yaşında, dergâhın şeyhliğine

geçebilmiş, daha sonra da 1909 yılında Meclis-i Meşâyîh üyeliğine de getirilmişti.

(Erdoğan M. 2003:33-44;Özönder 1998:166)

V. Mehmed Reşad ile çok yakın olan Abdülbâki Efendi, I. Dünya Savaşı’na

girilmesine karşı idi ve padişahı da bu konuda uyarmıştı. Fakat seferberlik ilânı,

savaşın başlaması, “Cihâd-ı Ekber” fetvası sonrası kurulan alayada binbaşı rütbesi

ve komutan vekîli görevi ile yer alan şeyh, İstanbul’daki törende de yazdığı manzûm

bir şiiri okumuştu. (Erdoğan M. 2003:33-51) (Ek 13) Yenikapı Mevlevîhânesi’nin

1 Veled Çelebi yenilikçi tavrını hayatının sonuna dek korumuştu. Tekke ve zaviyeler kapatılırken, tarîkatların bu uygulamayı hak ettiklerini inanmış, şapka kanunu sonrası da “Dokunma Hoca Şapkama” adlı bir şiir yazmıştı. (Kara 2002:104-105)

Page 76: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

72

sahip olduğu entelektüel seviyenin açıkça görüldüğü bu şiir, son derece etkili, sanatlı

ve amaca uygun yazılmıştı. Tüm şiir boyunca Mevlevî tarîkatının sembolleri, ‘gazâ’

fikri ile harmanlanmış ve bütünde ilâhi bir nitelik resmedilmişti. Sanat değerinin yanı

sıra, bu şiirde ilgi çekici bir başka husus da, ‘propaganda’ malzemesi olabilecek

‘sembollere’ itibâr etmemiş olması idi.

Mevlevî Alayı ile Şam’a kadar giden şeyh, hastalığı sebebi ile geri dönmek

zorunda kalmıştı. Abdülbâki Efendi’nin savaş günleri hakkında fazla bir bilgi

bulunmamakla beraber, Harbiye Nezareti tarafından padişah adına verilmiş takdir

belgesinde şunlar yazmaktadır:

“Bin üç yüz otuz iki ve üç seneleri harbinde tarîkat-ı aliyye-i

Mevleviyye müntesibîninden alay teşkîliyle dördüncü orduya sevk ve

i’zâm husûsunda sa’y u gayret göstermiş olduğunuzdan dolayı nâm-ı

akdes-i hümâyûn-ı hazret-i pâdişâhiye olarak zât-ı vâlâlarına harb

medhiyyesi verildi.

Umûr-ı Harbiyye Nâzırı

1332”

(Erdoğan M. 2003:52)

Cumhuriyet döneminde tarîkat faaliyetlerinin yasaklanması, tekkelerin de

kapatılıp, vakıflarına el konmasına sebep olmuştu. Yeni düzenleme ile geçim

sıkıntısına düşen Abdülbâki Efendi, bir süre Kütüphâneleri Tasnîf Komisyonunda

bulunmuş, bir süre de Türk Ocağı müdürlüğü yapmıştı. Halk Fırkası memurluğu ve

Dârülfünûn’da Farsça hocalığı da yapmış olan şeyh 1933 tarihindeki üniversite

reformu ile kadro dışı bırakılmış ve tekrar geçim sıkıntısına düşmüştü. Son olarak

Mariköy Bezezyan İdadîsi’nde edebiyat öğretmenliği yapan şeyh, burada ancak iki

ay çalıştıktan sonra vefat etmiştir. (Erdoğan M. 2003:65-68:İnal 1988d:2244-2245)

Page 77: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

73

VI.II.c. Ahmed Remzi Dede

Alaya 28 gönüllü (SKSÜD:8) ile katılan Ahmed Remzi Dede (öl.1944), 1872

tarihinde Kayseri Mevlevîhânesi’nde doğmuştu. Mevlevi terbiyesi ile büyüyen Ahmet

Remzi Dede sıbyan mektebini ve Rüştüye’yi bitirmiş, özel dersler almış ve 1892

yılında İstanbul’a giderek ve Yenikapı Mevlevîhânesi Şeyhi Ahmed Celâleddîn

Dede’ye intsâb etmişti. Bir sene sonra Kayseri’ye dönüp İdâdî’de muallimlik yapan

Remzi Dede, meşrutiyetin ilânından sonra, Konya’ya gitmiş ve Veled Çelebi’nin isteği

üzerine burada kalmıştı (İnal 1988c:1427). Önce, vekâleten Kütahya Ergûniye

Mevlevîhânesi’ne; 1909 yılıda da asâleten, Kastamonu Mevlevîhânesi’ne şeyh tayin

edilen Remzi Dede, 1913 yılında Halep Mevlevîhânesi’nde vuku bulan olayları

tahkikat için buraya gönderilmişti. Aynı yıl buranın şeyhliğine getirilen Remzi Dede,

mevlevîhâneyi de tekrar faal hale getirmişti. Remzi Dede, savaş sırasında tekkenin

camiîni ve semahânesini, ordunun erzak ve mühimmat deposu olarak kullandırmış

(Küçük S. 2002:298) ve alaydaki dervişler sebebi ile dergâhda fazla derviş

kalmamıştı (Küçük S. 2003:278). Alayda din ve ahlâk dersleri veren Ahmed Remzi

Dede’ye üstün gayreti dolayısıyla 4. Ordu Kumandanlığı’nın emriyle Harbiye Nazırı

Enver Paşa’nın imzasını taşıyan harp madalyası beratı ve nişanı verilmişti.

(Mazıoğlu 1986:243-244;Haksever 2002:178)

Remzi Dede, I. Dünya Savaşı’nın başında Cemâl Paşa’ya hitâben yazdığı

şiirde oldukça coşkulu ve ümitli idi. Ailesi ile birlikte Şam’da bulunan Remzi Dede,

1915 yılının Eylül ayında geldiğinde ise tamamen bedbîn ve şikâyetçi idi. (Ek 14) I.

Dünya Savaşı sırasında bile tedris faaliyetlerine ara vermemiş olan Remzi Dede,

Şam’da kaldığı dönem içerisinde, Ümeyye Camiî’nde Mesnevî okutmuştu. (Haksever

2002:58) Halep’te de bulunan Remzi Dede, Veled Çelebi’nin ziyarete gelen bir

paşanın eteğini öpmesinden rahatsız olmuş ve “Mevlânâ’nın soyundan gelen

birisinin böyle eğilmesi, etek öpmesi bize yakışmaz. Dervişin selamı yalnızca başıyla

olur.” demişti. (Haksever 2002:70) Remzi Dede Halep’in işgali üzerine İstanbul’a

dönmüş ve 1919 yılında Üsküdar Mevlevîhânesi postnişînliğine getirilmiş ve aynı

sene hemşehrileri tarafından Kayseri’den milletvekili seçilmiş, fakat bu görevi kabul

etmemiş ve istifa etmişti. Aynı durum 1921 yılında tekrarlandığında da, Mustafa

Page 78: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

74

Kemal Paşa’ya çektiği telgrafta “müktesebât-ı ilmiyyem mebûslukla kâbil-i telif

değildir.” demiş ve yine affını istemişti. (Mazıoğlu 1986:244)

VI.II.d. Şemseddîn Efendi

Bursa’daki Mevlevîhâne, devlet kademesinde yer alan, akıl danışılan

şeyhlerinin yanı sıra, Nakşî ve Mevlevî kollarından gelen aile bireylerinin idâresinde,

herhangi bir taassup eğilimine rastlanmayan bir dergâh idi. Bursa Mevlevîhânesi’nin

son şeyhi olan Mehmet Şemseddîn Dede (öl.1931) 1854 yılında Bursa’da doğmuştu.

Altı yaşında neseb yoluyla dergâha şeyh olan Şemseddîn Dede, rüştüne erene

kadar yerine Konya Çelebisi tarafından çeşitli aşçıbaşılarlar vükelâ kılınmıştı. 1859-

1925 yılları arasında postnişînlik makamında bulunan Şemseddîn Dede, Mevlevî

Alayı’na katılmak üzere 67 dervişiyle beraber (SKSÜD:8) Konya’ya gitmiş, fakat

şeyhlerin en kıdemlisi ve yaşlısı olması sebebiyle, Veled Çelebi tarafından çelebiliğe

vekâlet etmesi uygun görülüp, Bursa’ya geri gönderilmişti. (Demirağ 2002;Mehmed

1997:513)

Tarîkat faaliyetlerinin yasaklanmasından sonra tekkenin bir kısmı askerî

kışlaya çevrilmiş, kendilerine ait olan harem kısmı ise ailede kalmıştı. Eşinin hastalığı

sebebi ile İstanbul’a giden Şemseddin Dede burada vefat etmiş, Bursa’da

mevlevîhânenin karşısındaki harem dairesi bahçesine defedilmişti. (Şemseddin

1997:514-151)

VI.II.e Hayrullah Efendi

Page 79: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

75

Son dönem Mevlevîleri içinde farklı bir meşrebi temsîl ettiği iddia edilen Tire

Mevlevîhânesi şehyi Hayrullah Dede, hem Mevlevî, hem de Kâdirî tarîkatlarından

halifelik icazeti almıştı. Mevlevî olması sebebi ile Mesnevî okumuş ve okutmaya da

mezûn olan bu şeyhe, Abdülbâki Göpınarlı tarafından Melâmilik isnâd edilmiştir.

Yazara göre, melâmet hilafetini de Mevlevî tarîkatındaki şeyhi olan Eskişehirli Hacı

Hasan Dede’den alan Hayrullah Efendi mürîdlerinin hemen hepsini de Melâmî

yapmıştı. Ayrıca, şahsî mühründe “Tire Mevlevîhânesi şeyhi Hayrullah Baba” yazılı

olduğu ve ne Mevlevîlikte, ne de Melâmîlikte “baba” tabirinin kullanılmadığı için

Hayrullah Efendi’nin Bektaşî babalığı da olabileceğini belirtmişti. (Gölpınarlı

1992:315) Hayrullah Efendi 46 kişilik maiyeti ile alaydaki kalabalık gruplardan birinin

başında idi.

VI.II.f Nazîf Efendi

Fahreddîn Dede’nin oğlu ve Bahâriye Dergâhı’nın son şeyhi olan Nazîf Efendi

(öl.1918) hakkında fazla bir bilgi olmamakla beraber, dergâhın son dönem Mevlevîlik

tarihinde önemli bir yeri vardı. Maçka’daki dergâh askerî kışlaya tahsîs edilen alan

içinde kalınca yıkılmış (1874) ve Hüseyin Fahreddîn Dede 1878 yılında Bahâriye’de

yeni dergâh inşa edilmişti. Alay kumandanı Veled Çelebi de 1889 yılında İstanbul’a

geldiğinde burada ikâmet etmiş ve adeta bir sanat, tasavvuf ve fikir merkezi olan bu

tekkede bir çok Mevlevî mensupu ile tanışmıştı. Ehl-i Beyt sevgisini temeline alan

tasavvuf anlayışının hakîm olduğu dergâh, Bektâşî-Melâmî meşrep Mevlevîlerin

merkezi olmuştu. (Küçük S. 2003:156-160;Gölpınarlı 1983:211)

Ayrıca I. Dünya Savaşı yıllarında, Osmanlı Ordusu I. Kolordusunda görevli

Alman subaylara Bahariye Mevlevîhânesi’nin selamlık dairesi karargâh olarak tahsîs

edilmişti. Aynı bölgedeki Taşlıburun Tekkesi’ne de cephane taburunun 3. bölüğü

yerleştirilmişti. (Işın 1993:137)

Page 80: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

76

VI.II.g. Hacı İbrahim Hakkı Efendi

Mevlevî Alayı’nda yer alan Erzincan Mevlevîhânesi postnişîni İbrahim Hakkı

(öl.1924), Kemah’ın Müşşekrek köyünde, 1859 yılında dünyaya gelmiş ve yedi sekiz

yaşında iken, hocası el-Hacc Feyzullah Efendi ile tahsiline başlamıştı. Arapça ve

Farsça bilen İbrahim Hakkı bir çok defa Hacc’a gitmiş ve bu yolculuklar esnâsında

eğitimini çok yönlü bir şekilde ilerletmişti. 1901 yılında, metruk bir halde bulunan

Erzincan Mevlevîhânesi’nin ihya ve imârına memur edilen şeyh, dergâhın bitişiğinde

yedi odalı bir Darü’l-Mesnevî, Kemah’a da on üç odalı bir medrese yaptırmıştı. 1911

senesinin ilk aylarında ise “tertîp eylediği risâle Şemsü’l-İrşad li-Sultan Reşad ile

Meşrutiyet-i idare aleyhinde bir çok telkînat-ı müheyyicede bulunduğu” gerekçesiyle

Kemah’a sürgün edilmişti. Şeyhin iktidara muhalif olması ve sürgün edilmesi mevkîini

tehdit etmiş olsa da, farklı tarîkatların şeyhleri, ulema ve eşrafın İbrahim Hakkı lehine

Dahiliye Nezaretiyle yazışmaları sonucunda postunu koruyabilmişti. İbrahim Hakkı,

“Cihâd-ı Ekber” ilânından sonra, kendi rızasıyla cihâd davetine katılmış ve

yaşadıklarını “Tuhfetü’r-Reşad fi Fezailic-Cihâd”1 isimli bir risâle ile anlatmıştı. 1915

yılında, Mevlevî Gönüllüleri ile Kanal Seferine katılmak üzere hareket ettiğinde ise,

şeyhin altı yaşındaki oğlu da sağ elinde kılıç, sol elinde Sancağ-ı Resûl olduğu

halde, naatlar ve tekbirler eşliğinde kalabalık bir cemaat tarafından yolcu edilmişti.

(Birinci 2001:15-21)

Ali Birinci’nin aktardığına göre, şeyhin Kanal Seferi’nde yaptıkları hakkında

bilinen yegâne şey, sürülmesine sebep olan “Şemsü’l-İrşâd li-Sultan Reşad”ın

yeniden basıldığıdır. Tekke ve Zaviyelerin kapatılmasından on bir ay önce vefat eden

şeyh (Birinci 2001:21) heyecanlı, cerbezeli ve V. Mehmed Reşad ve meşrutiyet

idâresine muhalif oluşu ile alayın önde gelen diğer şeyhlerinden çok daha farklı bir

konumda idi.

1 Ali Birinci’nin aktardığına göre “11 sayfalık risâlenin basıldığı yer ve senesi üzerinde kayıtlı değildir. Harf şekline bakılırsa Şam ve Halep’te basılmış olmalıdır. İçinde Cennetü’l-Mücahidin adıyla Arapça (s.8) ve Türkçe (s.9) iki kısım bulunmaktadır. Fiatı bir kuruştur.” (Birinci 2001:20)

Page 81: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

77

VI.II.h. Diğerleri

Mevcûd bilgiler, Mevlevî Alayı’na katılan şeyhlerin hepsi hakkında etraflı bir

çalışma yapamaya imkân vermemektedir. Mevlevî tarîkatına mensup olmayan

şeyhlerden ancak ikisinin1 ismi belli olmakla beraber, bu şahıslar hakkında başka bir

malûmata da rastlanamamıştır. Ayrıca Süheyl Ünver’in listesindeki bazı isimler, bahsi

geçen dergâhların şeyhleri değil, belki vekîlleri olmaları sebebi ile Mevlevîlik tarihinde

yeterince incelenmemişlerdir. Alayda ismi geçen şahıslar hakkında derlenen bilgiler,

genellikle konu ile doğrudan ilgili olmamakla birlikte, bazı ortak noktaları da

barındırmaktadırlar. Bu noktaları ve ilgi çekici unsurları atlamadan, genel bir tabloyu

çizebilmek, konuyu anlamak ve metnin bütünlüğü açısından daha sağlıklı bir

yöntemdir.

XIX. yüzyılın sonlarına doğru hemen hemen bütün mevlevîhânelerde iki

problem öne çıkmaktaydı. Öncelikle, vakıf gelirlerinin olmayışı veya yetersiz oluşu

sebebi ile bakımsız kalan dergâhların imâr ve tamir işleri gündeme gelmişti.2 Merkez

dergâhların yönetim ve imâr işlerini denetlemeye çalışmış ve başta Ahmed Remzi

Dede olmak üzere, bazı dervişler dergâhları teftişe gitmişlerdi. Denetimler sonucu

yetersizliğine veya ihmâline karar verilen şeyhlerin3 yerine başkaları tayîn edilmişse

de, bu tayînler her zaman hoş karşılanmamıştı. İkinci problem ise, dergâhların

yönetimi ve “ber mûceb-i nizâm” prensibinin merkezden yapılan tayînlerle çatışması

sonucu ortaya çıkmıştı.4 Bu çatışmanın belki de en şiddetlisi de Veled Çelebi ve

Abdülhalim Çelebi arasında vuku’ bulmuştu.

1 Uşakiyye tarîkatı şeyhi Şerafeddîn ve Rifâîye tarîkatı şeyhlerinden Hasan Hilmi Efendi. (Köstüklü 2002:217) 2 Mehmed Reşid Çelebi’nin şeyhi olduğu Sıvas Mevlevîhânesi, diğer dergâhların aksine artan geliri ile neredeyse bir istisnadır. (Küçük S. 2003:247-250) Ayntab Mevlevîhânesi ise kendi geliri ile geçindiği için, Konya merkezin denetim ve otoritesine karşı oldukça lâkayd bir tavır içerisindedir. (Küçük S. 2003:271-272) 3 1909 yılında, babası Hasan Hüsnü Dede’nin vefatıyla, Eskişehir Mevlevîhânesi şeyhliğine geçen Mehmed Şemseddin Efendi’nin, kifayetsizliği ve dergâh içindeki kötü tutumu azline sebep olmuş ve yerine Bahaeddîn Dede şeyh olmuştu. Mehmed Şemseddin Efendi ise birkaç yıl sonra Mevlevî Taburuyla Kanal Harekatı’na katılmış ve 20 Şubat 1915 tarihinde Şam’da vefat etmişti. (Küçük S. 2003:220-221;Ünver 1964:30-39) 4 Gelibolu Dergâhı şeyhi Burhaneddîn Efendi, şeyhliğini alabilmek için Mısır’daki Mevlevî şayhinin oğlu Ahmed Celâleddîn Dede ile rekabet etmek zorunda kalmıştı. Celâleddîn Dede, Gelibolu’nun şeyhliği için bir çok yola baş vurmuş ise de, tekke ve zaviyelerin yasaklanmasına kadar, Burhaneddîn Efendi postta oturmuştu. (Küçük S. 2003:227-228)

Page 82: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

78

Ayrıca Mevlevîler içinde, daha önce de belirtildiği gibi, II. Abdülhamid’e karşı

olan ve ‘hürriyet’ mücadelesinde İzmir Mevlevîhânesi şeyhi Nuri Dede gibi isimler de

vardı. (Gölpınarlı 1983:273)

VI.III. Mücâhidîn-i Bektaşiyye Alayı

Osmanlı toplumunda Cihad-ı Ekber ilânına cevap veren ve imparatorluğun

savunmasında gönüllü olarak yer alan, tasavvuf menşe’li teşkîlâtlardan birisi, Kafkas

Cephesi’ndeki Mücâhidîn-i Bektaşiyye Alayı idi. Muhtemelen Mevlevî Alayları’nın

teşkîlinden sonra kurulan Mücahidîn-i Bektaşiyye, milis bir güç olarak çarpışmış1 ve

Mevlevî Alaylarından çok daha farklı bir mahiyet arz etmişti. Yeniçeri Ocağı’nın

kaldırılması ile beraber baskı altına girmiş olan Bektaşîlik, İttihâd ve Terakki

zamanında iktidara tekrar yakınlaşmıştı. Ancak, yönetimin diğer tarîkat şeyhleri ile

paylaşılması2 ve tarîkatın varlığını uzun bir müddet gizlice sürdürmek zorunda

kalması gibi olumsuzluklar kimi tekkelerin orijinal yapısını bozmuş ve Bektaşîliğin

merkezîleşmesini, bürokrasisini oluşturmasını engellemişti. Mevlevîlik ise şehirli

yapısı, güçlü bürokrasisi ve iktidara yakınlığı ile diğer tarîkatlara nazaran çok daha

etkili idi. Bu sebeple, Bektaşîlik, son dönem politikasında Mevlevîler kadar resmî bir

etkiye sahip olamamış ve rekabet içinde olduğu Mevlevîliğe karşı Mücahidîn-i

Bektaşiyye Alayı gibi alternatif çözümler üretmek zorunda kalmıştı. Fakat,

Mücahidîn-i Bektaşiyye Alayı, tarihî konjonktürde Bektaşîlik geleneğinin dışında da

değildi. Mevlevîliğin şehirli yapısına mukabil Gâziyân-ı Rûm çizgisinin devamı olan

Bektaşîlik, askerî hayatla daima yakından ilişkili olmuştu. (Tanman 1994:179)

1 Gerek ATASE arşivindeki I. Dünya Savaşı kataloglarında, gerekse Genelkurmay tarafından yayınlanan, Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi adlı resmî tarih kitaplarında bu kuvvetten bahsedilmemektedir. 2 Bkz. s.42

Page 83: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

79

Mehmet Ali Balaban’ın hazırladığı Balaban Aşireti Soy Seceresi adlı

çalışmada Cemâleddîn Çelebi’nin başında olduğu bu alayın önce Gelibolu’da, sonra

da Kafkaslar’da çarpıştığı belirtilmiştir.(Balaban 1998:125)1 Mücâhidîn-i

Bektaşiyye’nin Gelibolu’da bulunduğuna dair Mehmet Ali Balaban bir kaynak

göstermemekle beraber; Kafkas Cephesi’ne gönderildiklerini Veled Çelebi İzbudak

da yazmıştır. (İzbudak 1946:54)

Hacı Bektaş Tekkesi’nin son şeyhi Veliyyeddîn Çelebi (öl.1940), 1922 yılında

T.B.M.M.’ni ziyareti esnasında yayınladığı beyannâmede “Birâderim merhûm Çelebi

Cemâleddîn Efendi’nin 331 senesinde yedi bini mütecâviz efrâddan mürekkeb

‘Mücâhidîn-i Bektâşiyye’ nâmı altında teşkîl etmiş olduğu bir alay ile Harb-ı Umûmiye

iştirâk ve vazîfe-i mukaddese-i vataniyyesini îfâ eylediği herkesin malûmudur.”

demişti (Küçük H. 2003:290-291). Veliyyeddin Çelebi’nin aktardığına göre;

Cemâleddîn Çelebi, Tunceli’ye kadar Alevîlerin yaşadığı yerleri dolaşarak onları bu

alaya katılmaya teşvik etmişti.2 Hülya Küçük’ün İzzettin Ulusoy’la yaptığı mülâkata

göre, bu çağrı o kadar etkili olmuştu ki, alay Kafkas Cephesi’ne giderken, erkek

kılığına girmiş bir çok kadın da mezkûr alaya iştirâk etmişti.

Mehmet Ali Balaban’ın Halil Ağazade Mehmet Ağa Gülşen ve Mehmet Ağa

oğlu Aziz (Ağa) Yılmaz’ın defterlerinden (ve bu defterlerdeki kaynaklardan) derlediği

bilgilere göre, Doğu Anadolu’da bir Alevî aşireti olan Balaban aşiretinin lideri Gülağa,

500 kişilik bir kuvvetle bu alaya katılmıştı. (1998:124) Yine bu eserdeki belgelere

göre, bahsi geçen alay ve mahalli idareler devamlı irtibat halinde ve birbirlerine

yardımcıydı. İttihâd ve Terakki mensupları, kimi zaman, alayın ileri gelenlerinden

adam talebinde bulunmakta, kimi zaman da köylüler ve mahalli idarelerin imkânları

nisbetinde iaşe sağlanmasını istemekteydi. 3. Ordu Kumandanı Vehip Paşa, 21

Mayıs 1916 tarihinde Gülağa’ya yolladığı mesajda, yapacağı taarruz için “eli silah

1Mehmet Ali Balaban bu alayın “tüm Anadolu ve Rumeli Alevi-Bektaşileri ayaklanmaya” çağırdığını yazmaktadır. Bu dönemde Bektaşîlik orijinal yapısından oldukça uzaklaşmış ve Alevîlikle aynı addediliyordu. Ancak Cemâleddîn Çelebi Bektaşîliğin Çelebiyân kolunun temsilcisi idi. (Küçük H. 2003:116-117 2 Alay kurma fikrininse Cemâleddîn Çelebi’nin kendisinden mi, yoksa V. Mehmed Reşad, Enver veya Talât Paşa’dan mı kaynaklandığı belli değildir. (Küçük H. 2003:103)

Page 84: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

80

tutan cesur ve cengaver” aşireti beklediğini yazmıştı. (1998:143-144) 19 Haziran

1916 tarihinde Binbaşı Fazlı’nın Gül Ali Bey’e çektiği telgrafta ise ‘aşiret’in düşmana

yaptığı baskın emrinin nereden alındığı ve baskının neticesi sorulmuştu. (1998:137)

30 Haziran 1916 tarihinde 29. Fırka Kumandanı Kaymakam Bahattin de, Gülağa’ya

yolladığı yazıda, maiyetlerindeki mücahitlerin mıntıka haricine vesikasız

gitmemelerini; aksi takdirde cezalandırılacaklarını beyan etmişti. (1998:140) 8

Haziran 1916 tarihinde 9. Kolordu Kumandanlığı’na ait yazıda da Osmanlı-Rus

Muharebesi’ndeki hizmetlerinden dolayı 29. Fırkaya bağlı mücahid takımından

“Balaban Aşireti Mücahidîninden Erzincan Sancağı’nın Hınzoru Karyesinden Halil

Ağazade Mehmet”in ‘muharebe madalyası’ aldığı” (1998:145) ve 6157 numaralı yazı

ile 15. Kolordu Kumandanlığı Erzurum Erkân-ı Harbiyesi’nden 15. Kolordu

Kumandan Vekîli Miralay Kazım Bey tarafından Mehmet Ağa’ya takdirnâme verildiği

belirtilmişti. (1998:156)

Bu belgeler “Mücahidîn-i Bektaşiyye”nin milis bir hareket olduğu fikrini

pekiştirmektedir. Cemâleddîn Çelebi’nin Alevî aşiret reisleri ile kurduğu ilişkiler

sonucunda oluşan güç, liderlerin dinî ve siyasî otoritesinin birlikteliğinde toplanmıştı

ve bu karakteri ile de Gâzîyân-ı Rûm çizgisine yakındı. Hareketteki ‘gönüllülerin’

kontrolü ve sorumluluğu da, hizmet ettikleri cephedeki resmî makamlardan ziyâde

tâbi’ oldukları aşiretlerin inisiyatifindeydi. Bu sebeple, Cemâleddîn Çelebi

Anadolu’daki Bektaşi ve Alevi gruplar arasında -her ne kadar- bir aracı gibiydiyse de,

bazı Alevîler ve özellikle Kürt olanları1 1915 yılında kurulan Mücâhidîn-i

Bektaşiyye’de yer almamışlardı. (Küçük H. 2003:179) Ayrıca yine Hülya Küçük’ün,

Mimar Hikmet’ten aktardığına göre, birçok asker kaçağı ve eşkıya, cezalarından

veya görevlerinden kurtulmak için bu milislere katılmakta idi. (2003:103)

Ataşkesten sonra, Mücâhidîn-i Bektaşiyye’nin ilhak için gönderildiği Doğu

Cephesindeki 3. Kolordu, İran, Azarbeycan ve Dağıstan bölgelerinde

mevkiîlendirilmişti. İngilizlerle yapılan antlaşma gereği, Türk kuvvetleri, 31 Ocak 1919

tarihinde terhis edilmiş, kalan askerler de İstanbul, Sivas-Samsun ve Van-Erzurum

1 Kürt Kökenli Nuri Dersimi, Dersim Halkı ile Çelebi arasındaki anlaşmazlılıklar yüzünden Dersimliler’in bu savaşa ve alaya katılmadıklarını söylemiştir. (Küçük H. 2003:104)

Page 85: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

81

bölgelerindeki ordu birliklerine dağıtılmıştı. (Küçük H. 2003:104) Gerek Mücâhiddîn-i

Bektaşiyye’nin içinde ve gerekse Bektaşilik tarîkatında, merkezî yapı ve bürokrasinin

çok güçlü olmayışı bu konudaki evrakın ulaşılabilirliğini zorlaştırmaktadır. Ayrıca ordu

içinde de milis bir kuvvete dair, resmî evrakın bulunması çok zordur. Bu sebeple, bu

oluşum üzerine yapılacak çalışmaların çok geniş ve tasnif edilmemiş bir materyali

taramaları, konu ile dolaylı olarak ilgisi olan materyali dahi bulup değerlendirmesi

lâzımdır.1

1 Hülya Küçük’ün Mücahiddîn-i Bektaşiyye dair ulaşabildiği iki resmi belge vardır, bunlardan biri; kendini “Erzurum’da Mücâhidîn-i Bektaşiyye Kumandanı” olarak tanıtan Cemal Çelebi tarafından Dahiliye Vekâleti’ne çekilmiş bir telgraftır ve Ankara Evkaf Müdürü’nün, kendisinin cephede çarpıştığı yıllarda maaşını kestiği yolunda bir şikâyet içermektedir. (2003: 269, 270 ) İkinci belge ise, Harbiye Nezareti’nin, “Hacı Bektaş Mücâhid Taburu”na bağlı Mustafa Oğlu Pehlivan Çavuş adlı bir askerin, bir kadının “altın fesini” zorla almasıyla ilgili bir kararını içermektedir. Belge, bu askere Sivas Divan-ı Harbince verilen üç yıl kürek ve askerî rütbelerinin sökülmesi cezasının onaylandığını, ama “müddet-i cezaiyyesinin, hizmet-i askeriyesinden mahsubuna” karar verildiği belirtilmektedir. (2003: 271)

Page 86: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

81

VII. ORDUNUN DERVİŞÂNI

4 Şubat 1915 tarihinde Harbiye Nezareti’nden Veled Çelebi’ye çekilen

telgrafta: “Mevlevi Gönüllü Taburu’na Harbiye Nezareti’nce silah verilmesi takarrür

etmiş ve iş bu tabura Şam’da veya Halep’te endaht talimi yaptırılmasına Şam’da

Dördüncü Ordu Komutanlığı vekâletine emr”1 olunduğu bildiriliyordu. Harbiye

Nezareti daha evvel 4. Ordu Kumandanlığı Vekâleti’ne yolladığı bir başka yazıda da,

Mevlevî Alayına eski silahların verileceğini, Halep veya Şam’da atış talimleri

yaptırılması gerektiğini bildirmişti.2 Mevlevî Alayı’nın görev yapacağı 4. Ordu, teşkîl

edildiğinden beri son derece tartışmalı bir konumda idi. 4. Ordu komutanın Zeki

Paşa’nın Kanal Seferi ile ilgili olumsuz raporu, kendisinin liyâkat sahibi olmadığı

fikrini doğurmuş ve yerine 2. Ordu Komutanı ve Bahriye Nâzırı Cemal Paşa tayîn

edilmişti. Cemal Paşa’nın yetkisi ise sadece 4. Ordu Komutanlığı ile kısıtlı değildi.

Suriye ve Batı Arabistan Genel Valiliği’ni de uhdesine alan Cemal Paşa’nın bölgedeki

hâkimiyeti bir ordu komutanınkinden çok daha fazla idi. (Şahin 185-186)

Toplu olarak cepheye iştirâk etmemiş olan Mevlevî gönüllüleri,3 birliklere

dağıtılmışlardı (Baykara 1953:108). Esas olarak lojistik destek kıtalarında görev

yapan Mevlevîler’in4 hangi birliklere, hangi kriterler göz önüne alınarak dağıtıldığı

belli olmamakla beraber, Kâdirî Bölüğü ve Mevlevî Taburu diye geçen kuvvetlerin

1916 yılı sonlarında 8. Kolorduya bağlı 43. Tümene verildikleri bilinmektedir (BDHTH

1979:396). Eldeki belgelerle, birliklere dağılan Mevlevîlerin faaliyetlerini tesbît

edebilmek çok zordur. Fakat 43. Tümen’e bağlı Mevlanâ Alayı’nın faaliyetlerini de

doğru şekilde değerlendirebilmek için, 4. Ordu ve Kanal Harekâtı’nın hangi şartlar

içinde şekillendiğinin ve komuta kademesinin (özellikle Cemal Paşa’nın) zihniyet

yapısının ortaya konması mecburîdir.

1 ATASE, KOL:BDH, KLS:1729, DOS:124, A:1-60, D:124, F:3-11 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:1729, DOS:124, A:1-60, D:124, F:3-12 3 ‘Mevlevîler’den kastedilen Mevlevî Alayı’nda gönüllü tüm tarîkat mensuplarıdır. 4 Veled Çelebi’nin hatıralarında, gönüllülerin savaşmadan döndükleri belirtilse de; (İzbudak 1946:55) 25 Aralık 1919 tarihinde Konya Mevlânâ Dergâhı’ndan, Konya’daki İngiliz Devlet Siyasî Mümessilliği’ne gönderilen bir yazıda, Kahire’de Türk esir kampında bulunan ve Mevlevî olan bazı askerlerin serbest bırakılmaları hususunda yardım istenmekte idi. (Köstüklü 2000:1140)

Page 87: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

82

VII.I. Komuta, 4. Ordu ve Sina Cephesi

İngilizler için Süveyş Kanalı’nın jeo-politik önemi, savaşla birlikte askerî lojistik

açıdan da değer kazanmıştı. Kanal Harekâtı, İngilizlerin asker ve malzeme

sevkıyâtında büyük bir avantaj sağlayan bu hattı kesmeyi amaçlamıştı. Ayrıca

bölgedeki Müslüman ahalinin İngiliz yönetimi ve kuvvetlerine karşı harekete

geçebileceği tasarlanmış ve bu avantajla Mısır’ı geri almanın da yolunun açılması

düşünülmüştü. Almanya ise empoze ettiği Mısır Seferi’nde, Osmanlı Kuvvetleri’nin

daha çok zâyiât vererek zayıf düşeceği ve böylece kendisine daha çok muhtaç

olacağını planlamıştı. (Şahin 1997:185) 4. Ordu’nun kurulması da Mısır Seferinin

‘gerekliliği’ ile gündeme gelmiş, Enver ve Cemal Paşaların kendi aralarındaki

rekabeti dengeleyebileceği düşünülmüştü. Enver Paşa’nın erken terfî’ne karşılık

Cemal Paşa “Mısır Fatihi” veya “Hidiv” olmanın getireceği politik imtiyâzı1 dikkate

almış ancak, bu unsur tayin edici olmaktan ziyâde, belki hızlandırıcı bir faktör

olmuştu. (Şahin 1997:185)

Tüm bu politik hesapların ötesinde ise, Liman von Sanders Paşa’nın bile

hayalî bulduğu Kanal Harekâtı; Alman Genel Kurmayınca, İngiliz kuvvetlerinin önemli

bir kısmını Orta Doğuda tutmak üzere tasarlanmıştı. (OA 1993:146) 6 Eylül 1914

tarihinde, Temel Sefer Planı resmen ve ciddî bir ölçüde değiştirilmişti. Suriye’de 4.

Orduya, 8. ve 12. Kolordulardan oluşturulacak birliklerle Mısır’a hücum emri

verilmişti. 3. Orduya bir Rus hücumuyla karşılaşılmaması halinde Ardahan ve

Batum’a doğru bir taarruz harekâtı planlanması emredilmiş ve bunun ötesinde 3.

Ordunun bir kanadının, Erzurum müstahkem şehri tarafından oluşturulan bir üsten

1 Cemal Paşa’nın I. Dünya Savaşı boyunca Suriye ve civarındaki otoritesi ve projeleri çok büyük ve kapsamlı olmuştu. Başta muhalifleri olmak üzere, birçok kişi Cemal Paşa’yı bu konuda eleştirmişti. Refik Halid Karay 1918 yılında yazdığı bir yazıda, “Şam’da, Halep’te az daha adınıza hutbe okutup, isminize para bastıracaktınız!” diye Cemal Paşa’nın tutumunu eleştirmişti. (İslamoğlu 2001). Falih Rıfkı Atay’ın yazdığı Zetindağı adlı kitapsa (Atay 1981) Cemal Paşa’nın faaliyetleri ve projelerinin ölçeği hakkında fikir veren önemli çalışmalardan biridir. Bu faaliyetlerin İstanbul’dan nasıl algılandığı ise Yahya Kemal Beyatlı’nın Siyasî ve Edebî Portreler kitabının bir bölümünde açıkça görülmektedir: “Burgaz’da bir gün Halide Edib Hanım yeni ve garip bir projeden bahsetti. Sûriye’ye gideceğini, orada çalışacağını, mektepler açacağını, benim de mutlakaa berâber gitmemi harâretli bir lisanla söyledi. Sûriye’ye gidemeyeceğimi söyledim. Çok ısrâr etti. Kabûl edemedim. Bir müddet sonra Halide Edib Hanım Sûriye’ye gitti; mektup ve kartlar göndermeği unutmadı. Bir defâ İstanbul’a döndü. Bir çok muallimleri seferber ederek Sûriye’ye götürdü; bu manzarada biraz hiffet ve gülünç bir şey vardı; Anadolu bomboş dururken, yalnız Cemal Paşa’nın muvakkat bir hükümranlığını tezyîn etmek için, bizi ve lisânımızı pek özlemeyen Sûriye’de bir maârif feyezânı, bâhusus o felaketler ortasında, bir çok insanı acı acı gülümsetiyordu.” (Beyatlı 1986:37-38)

Page 88: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

83

hareket ederek Sarıkamış bölgesindeki Rus güçlerini ezmesine karar verilmişti. Oysa

ki 1914 sonlarında Osmanlı Ordusu, tek bir taarruzu dahi yürütebilecek askerî

kaynaklardan mahrumdu. Osmanlı’nın Balkan Savaşları’nın hemen ardından çok

cepheli bir savaşa girmesi gerçekçi bir strateji değildi. Bu gerçeğin fark edilememiş

olması, Kafkaslar veya Sina’ya yapılacak stratejik taarruzların başarısını doğrudan

etkilememiş olmamakla beraber, yaşanan hezimetin büyük kayıplarla

sonuçlanmasında belirleyici olmuş olabilir. (Erickson 2003:64-65,72-73)

6 Eylül 1914 tarihinde, yeni 4. Ordu da kurulmuş ve Mısır’a hücum etmek

üzere hazırlıklarına başlamıştı. 18 Kasım tarihinde Bahriye Nazırı Cemal Paşa ise

İstanbul’dan gelmiş ve komutayı üstlenmişti. Albay von Frankenberg yeni 4.

Ordu’nun, Yarbay Freiherr von Kress de 8. Kolordunun kurmay başkanlığını

üstlenmek üzere onunla birlikte gelmişlerdi. Sina yarımadasının coğrafyası uzun

süreli askerî eylemlere veya büyük kuvvetlerin yan yana harekâtına elverişli değildi.

Ermeni tehdidi sadece 3. Ordunun değil, fakat potansiyel olarak Suriye’deki 4. Ordu

ile Mezopotamya’daki 6. Ordunun askerî durumunu etkiliyordu. (Erickson 2003:136)

Filistin’den çıkan sadece iki adet -kısmen- düzeltilmiş yol vardı. Arazi çoraktı ve

hayvanlar için hiç yem bulunmuyordu. Ordu kendini idâme etmek için gerekli herşeyi

yanında taşımak zorundaydı. İnsanların ve hayvanların büyük miktardaki su ihtiyacı

başlı başına bir sorun oluşturmaktaydı. (Erickson 2003:99) İstanbul’dan Filistin’e

birlikler ve eşya yedi defa aktarılarak getiriliyordu. (BDHTH 1979:671)1

4. Orduda birliklerin konuşu, kesin şeklini, Mısır seferi düşüncesinin doğması

ile almıştı. 4. Orduya bağlı birlikler ve gönüllü toplama karargâhları Şam’da, 8.

Kolordu karargâhı ve ona bağlı birimler de Kudüs’te toplanmışlardı. (BHDTH

1979:74) Birinci Kanal Seferinde, dinî ve siyasî etkileri ile birlikte sefer kuvvetlerini de

arttırmak üzere bazı gönüllü teşkîlatlar meydana getirilmişti. Bu gönüllüler: 270 kişi

ile Çerkes Süvari Alayı, 200 kişi ile Kürt Süvari Bölüğü, 200 kişi ile Trablusgarb

Gönüllü Müfrezesi, Cebel-i Lübnan Dûrzîlerinden 150 kişinin katıldığı Şekip Arslan

Müfrezesi, muhtelif gönüllü ve mücahitten müteşekkîl 270 kişilik Nurettin Gönüllü

1 Pozantı’dan Çamalan-Yenice karakolu, Yenice-Mamure Demiryolu, Mamure-Islahiye Dekovil, Islahiye’den tren, Riyak’da dar hat nakil.(BDHTH 1979:671)

Page 89: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

84

Müfrezesi idi. Gönüllülerden, Kürt Süvari bölüğü ile Şekip Arslan ve Nurettin

Müfrezeleri Hicaz Sefer Kuvvetlerine bağlanmışlardı. (BDHTH 1979:174)

Mısır’ı fethetmenin sağlayacağı politik ve manevî nüfuz, Cemal Paşa’nın

görev yaptığı süre boyunca aldığı her karar ve projenin cesâmetinde belirleyici

olmuştu. Karakter olarak son derece disiplinli bir asker olan Cemal Paşa, sadece

savaş stratejileri ile değil, başta Şam olmak üzere tüm havâlînin imârı için çok yönlü

bir çalışma başlatmıştı. Yapılan yol, demiryolları veya Lut Gölü’ndeki taşıt işletmeleri

nakliye için önem taşısa da; yatılı kız okulları, ziraat okulları, sulandırma kanalları için

fennî fizibilite çalışmaları ve yörenin arkeolojik envanterini belgeleyen “Suriye ve

Filistin ve Garbi Arabistan Âbidat-ı Atikası” adlı albüm, kültür ve bayındırlık ekseninde

gelişen projelerdi. (Cemal 2001:367-371) Cemal Paşa’nın bu çalışmaları askerî

otorite ile birlikte , siyasî otoritenin de iktidar sahasını kapsıyordu.

Nitekim, Falih Rıfkı Atay hatıralarında, Cemal Paşa’nın Şam’da, halifenin vekîli

ve her icraatının şeriata uygun olduğu izlenimini verme gayretinde olduğunu

kaydetmişti. (1981:50) Cemal Paşa’nın bu politikasının askerî sahadaki izdüşümünü

görmek de mümkündü. Askerlerin moralini yükseltmek ve cihâd ruhunu güçlendirmek

için Mekke’den Sancak-ı Şerif’i getirten (Şahin 1997:186) Cemal Paşa, Mısır

seferinde de, İngiliz komutası altındaki Müslümanların ve Mısırlıların, İngilizlere karşı

ayaklanacaklarını ümid etmişti. Ancak bu unsurlar, Cemal Paşa’nın beklediği gibi

ayaklanmadıkları gibi; savaş boyunca Osmanlı Ordusu’na karşı çok şiddetli bir

şekilde çarpışmışlardı.1 Batılılar savaş sonrası, Osmanlı İmparatorluğu’nun cihâd

propagandasını ‘hezimet’ olarak nitelemişlerdi; zira her ne kadar Mısır ahalisi ümmet

düstûruyla Osmanlı’yla bağlı olsa da, bu bağ onları İngiliz idaresine karşı

ayaklandıracak kadar güçlü değildi. Eğitimli ve dünyayı görmüş Mısırlılar arasında

ise ‘milliyetçilik’ fikri çok kuvvetliydi; öyle ki, bu hareketler savaş sonrası İngiliz

idaresinin işlerini de son derece zorlaştırmıştı. (Reynolds:12-22)

1 Birinci Dünya Savaşı’nda Hindistan’ın İngiliz Devletine yaptığı 1.000.000 Rupi nakdî yardımın yanısıra, 1.214.000 askeri de hizmetine verdiği bilinmektedir. (Çelik 1999:4)

Page 90: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

85

4. Ordu komutanı ve Bahriye Nâzırı Cemal Paşa idaresinde 14/15 Ocak 1915

tarihinde Birüssebi’den hareket eden 35.000 kişilik kuvvet, ayın sonunda kanalın

doğusuna varmıştı. Kanalı korumak üzere, İngilizler (100.000 asker Mısır’da olmak

üzere) 150.000 kişilik bir kuvveti bölgeye yığmışlardı. 8. Kolordu’ya bağlı 25. Tümen

2 Şubat gecesi Süveyş Kanalı’nın doğu yakasındaki hücum çıkış mevkiîne

ulaşmıştı1. 23. Tümen İsmailiye kentini tehdit eder gibi görünen bir şaşırtma harekâtı

yapıp, 10. Tümen ihtiyatta bırakıldığı halde; 25. Tümen de kanalı geçip taarruz

edeceklerdi. Ancak, planın son aşaması olan ‘kanalı geçme’ safhasında, İngiliz

gözetleme noktası tarafından fark edilen -ve amfibi operasyonu konusunda hiçbir

deneyimi olmayan- 25. Tümen askerleri paniğe kapılmışlar ve iki bölük dışındaki tüm

kuvvet dağılmıştı. Süveyş Kanalı’nın batı yakasına geçmeyi başaran iki bölük de,

şiddetli bir ateşe maruz kalmıştı. Tüm bu olumsuzluklara rağmen hücûmu

geliştirmeye çalışan Osmanlı kuvvetlerinin başarısızlığı anlaşılınca, Albay von

Kress’e on kilometre geride toplanma emri verilmişti. (Erden 2003:101-102)2 Birinci

Kanal Harekâtı’nın başarısızlığı basına ‘keşf-i taarruz’ olarak yansıtılmıştı. (Erden

2003:79)

5 Şubat 1915 tarihinde Enver Paşa, 4. Ordu Kumandanlığı’na yolladığı

telgrafta ise ‘Kanal Taarruzu’nun bütün ‘Âlem-i İslam’ üzerinde etkili olacağına dikkat

çekerek; ancak kesin bir zafer ihtimalinde taarruza cevâz verdiğini ifade etmekteydi.

Aynı zamanda gönderilen Falkenhayn’ın telgrafı da “Gücü ve araçları sınırlı olan

Osmanlı seferî kuvvetlerinin hareket üssünden gittikçe uzaklaşarak düşmanın kuvvet

kaynaklarının içine doğru dalması felakete yol açabilir. Dolayısıyla, ihtiyatlı hareket

edilmelidir.” diyordu Oysa belirtildiği gibi, 14/15 Ocak 1915 tarihinde Birüssebi’den

hareket eden Cemal Paşa ve birlikleri ayın sonunda kanalın doğusuna varmışlardı

bile. Cemal Paşa 5 Şubat 1915 tarihinde Başkumandanlık Vekâletine çektiği

telgrafta, bahsi geçen emirlerin ancak Kanal Hücûmundan avdet ederken eline

ulaştığını bildiriyordu. (Erden 2003:66)

1 8. Kolordunun emrinde piyade tümenleri ile birlikte, Mısır’da Türkleri destekleyecek ayaklanmayı başlatmak üzere silah altına alınmış, çeşitli Müslüman gruplar da seferî kuvvetle birlikte yola çıkarılmışlardı. Bu gruplar içinde; Sina Bedevîleri, Dürzîler, Kürtler, muhacirler, Suriye’dn gelen Çerkezler ve Araplar vardı. Ayrıca, askerî imamlarla birlikte Libya Trablusgarp’tan gelen 2.000 mülteci de sefere eşlik ediyordu. Kuvvetin tamamı ise 50.000 kişiydi. Ancak lojistik zafiyet sebebiyle kuvvetin toparlanması öngörülenden çok daha fazla zaman almıştı, hazırlıklar ancak Ocak 1915 tarihinde tamamlanmış ve 8. Kolordu sınıra doğru hareket etmek üzere Beytüllahim’de toplanmıştı. (Erickson 2003:100) 2 Yaklaşık 300 asker esir düşmüş, 192 şehit, 381 yaralı ve 727 kayıp ile toplam zayiat 1.300 kişiyi bulmuştu. (Erickson 2003:102)

Page 91: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

86

Süveyş Kanalı’na karşı başarısız istilâ seferinin sonrasında Suriye, Filistin ve

Sina için 1915’in geri kalanı çok hareketsiz bir yıl olmuştu. 1915 Şubatından sonra 4.

Ordu’ya bağlı 8., 10. ve 25. Piyade Tümenleri de Çanakkale Cephesine sevk edilmiş,

böylece eğitimli muharip tümenlerden yoksun kalan 4. Ordu’da, Suriye ve Halep

seyyar jandarma kıtalarıyla VI. ve VIII. Kolorduların depo taburları düzenli birliklere

dönüştürülerek yeniden üç tümen (41., 43.,1 44. Tümenler) kurulmuştu. Ayrıca,

Suriye ve Filistin bölgesinde de “Mücahidin Teşkîlâtı” teşkîl edilmişti. (Erden 2003:92)

Bu revizyonlar sonucunda Osmanlı tümenleri 50 adede ulaştıysa da, bu kuruluşların

çoğu alay seviyesine inmişti. (Erickson 2003:104)Cemal Paşa, başta Çanakkale

Cephesi olmak üzere, Kafkas ve Irak Cephelerine gönderdiği deneyimli birlikler

sonucunda gücünü yitirmişti. 4. Ordu, Mısır’daki İngiliz kuvvetlerini yerinden hareket

edemez duruma getirmek için, kanalda gidişi taciz etmek ve bir yandan da Mısır

Seferi hazırlıklarını yapmak zorunda idi. İngilizler de istikbâldeki operasyonlara

yönelik, Sina’da demiryolları ile lojistik hatları inşa etmekle yetinmişlerdi. Muharebe

olmadığı için, Cemal Paşa orduyla ilgili örgütsel konuları da çözmekle uğraşmış ve

Sina’daki kuvvetlerin komutası için “Çöl Komutanlığı” adında, kendisine bağlı

müfrezelerden müteşekkîl bir karargâh oluşturulmuştu. Birüssebi’deki bu karargâhın

komutanlığına da Albay von Kress atanmıştı. Bu karargâh iki bölüme ayrılmıştı:

harekâtın taktik cephesiyle meşgul olan Çöl Komutanlığı Genel Karargâhı ve lojistik

ulaştırmadan sorumlu Çöl Menzil Müfettişliği.2 Ayrıca 4. Ordu kıyı cephesini tahkîm

etmek ve içeride de emniyet ve asayişi korumak zorunda idi.(Erickson 2003:216-

217;Erden 2003:84)

1915 yılının Nisan - Temmuz aylarında, evvelki mevziîlerle kıyı arasında Âliye

civarında Cünye’nin 6 km. kadar doğusunda birer mevziî daha yapılmıştı. Bunlardan

sonra en son savunma Aynsofer’de yapılacaktı. Cebel-i Lübnan Müfrezesi de 43.

Tümen adını almış ve Cebel-i Lübnan’ı savunmaya me’mur edilmişti. (BDHTH

1979:289)

1 A.T.S.E. arşivindeki belgelerde Mevlâna Alayı’nın 43. Tümene bağlı olduğu belirtilmektedir. Kayıtlara göre, Mevlevî Taburu ve Kadirî Bölüğü, 1916 sonu, 1917 başlarında 43. Tümene verilmişti. (BDHTH 1979:396) 2 1915 senesinde, 4. Orduya bağlı bir çok tümen Çanakkale’ye gönderilmişti. 8., 10. ve 25. Piyade tümenleriyle birlikte; makineli tüfekleri ile birlikte sahra obüsleri de 4. Ordu’nun hizmetinden alınmış ve Suriye’de yalnız 23. ve 27. Tümenlerle sahil Jandarma kıtaları, bir de 8. ve 12. Kolordu karargâhları kalmıştı. Bu kuvvetlerde erlerin hepsi yerli, subayların çoğu da Arap idi. Ayrıca 1915 yılında Urfa ve Zeytun’daki Ermeni ayaklanmaları da 4. Ordu’nun mesuliyet sahasına giriyordu.(Erickson 2003:217;Erden 2003:87)

Page 92: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

87

İkinci Kanal Harekâtı için Başkumandanlık Vekâletine von Falkenberg’in

yolladığı 11 Şubat 1915 tarihli raporun sonunda “Kanal hücûmu esas itibarıyla yalnız

Anadolu evlatlarından mürekkep muntazam Osmanlı kuvvetleri tarafından yapılacak

ve ancak o sayede muvaffakiyet mümkün olabilecek” denmekteydi. (Erden 2003:76)

Gerçekten de, bu yıllarda Osmanlı Ordusu’ndaki gayri Türk unsurlara karşı bir

güvensizlik doğmuştu. Nitekim 8 Şubat 1915 tarihinde Dahiliye Nezaretine yazılan bir

yazıda, Balkan Muhaberesi’nde Mısır Hilâl-ı Ahmer Reisi sıfatı ile Edirne’de bulunan

Mısırlı doktor Mustafa Mora Bey’in bazı makamlar üzerinde “hüsn-i tesîr” bırakmadığı

ve “kendisine sadık ve ifâ-i vazifeye yarar bir şahıs nazarıyla bakılamayacağı, gerek

polis müdüriyet-i umûmiyesi ve gerekse merkez kumandanlığının cümleten

tahkîkatından anlaşılmış” olduğundan, Mora Bey’in 4. Orduda askerî doktor olarak

hizmet talebinin uygun görülmediği bildirilmişti.1 (Ek 15) Osmanlı Ordusu’ndaki

Müslüman Arap unsurları, askerliğe, savaş şartlarına uyumlu addedilmemişlerdi.

Yaşanan tecrübeler de, bu birliklerin gerek savunma ve gerekse taarruzda verimli

olabilecek kapasitede olmadığını göstermişti. Bu sebeplerle, Arap birliklerinin daima

1/3 oranında Türk kıt’alarıyla desteklenmeleri gerekmekteydi.2 (Şahin 1997:34)

Ancak, 1915 yılı yazında 4. Ordu kuvvetlerinin bir çoğu diğer cephelere gönderildiği

için, kalan kuvvetlerdeki erlerin ekseriyeti yerli, buna karşılık subayların çoğu da

Arap’tı. Öyle ki, Suriye’de ordu karargâhında piyade ve süvari birlikleriyle bir Mevlevi

taburu ve Bulgaristan’ın Deliorman muhacirlerinin gönüllü bir piyade bölüğünden

başka Türk kuvveti kalmamıştı. (Erden 2003:87-88)

8 Şubat 1916 tarihinde, Başkumandan Vekîli Enver Paşa’dan 4. Orduya gelen

telgrafta, birliklerin teftîş edileceği haber verilmişti. Menzîl hatlarını ve menzîl

tesîslerini teftîş eden Enver Paşa, tatbîkâtlarda ve manevralarda da yer almıştı.

Enver Paşa için ‘Çanakkale galibi’ sıfatının vurgulandığı bu teftîş gezilerinin sonunda,

Medine’de hazret-i peygamberin mezarı da ziyaret edilmişti. Cemal Paşa, o sırada

Şam’da bulunan Şerif Faysal Bey’i (Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in üçüncü oğlu),

Mevlevî Alayı kumandanı Veled Çelebi’yi, Şam, Halep, Beyrut müftülerini, Şam

nakibü’leşrafını Medine ziyaretine katılmak üzere Amman’a davet etmişti. (Atay

1 BOA, DH KMS 30, 56, 1333.Ra.23 2 I. Dünya Savaşı’nda 4. Ordu’nun ateş hattında bulunan iki yüz elli bin askerinden sadece beş-altı bin askeri Arap asıllı idi. (BDHTH 1979:83)

Page 93: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

88

1981:53-54;Erden 2003:219) (Ek 16) Bu ziyarette, Veled Çelebi’ye devlet

protokolünde yer verilmesi, Mevlevîlerin komuta kademesince tasvip edildiği ve

değer verildiğinin bir göstergesi olmakla birlikte, Çelebi’nin Mevlevî sikkesi ile resmî

geçitte yer almasının ahali üzerinde de müspet etki yaratacağı düşünülmüş olabilir.

23 Nisan 1916 tarihinde yapılan Katya baskını ile 300 dolayında İngiliz esir

alınmıştı 1916 yılının Nisan ayı sonlarında, muharebe tecrübesi olan, disiplinli

askerle sahip 3. Piyade Tümeni, Çanakkale Ordusunun ilk takviyeleri olarak Filistin’e

gelmişti. Aynı yılın Haziran ayında (Savaşın başlangıcında Osmanlı İmparatorluğu’na

bağlılıklarını belirtmiş olan.) Mekke Şerifi Hüseyin ve oğlu Faysal isyan etmiş ve

Mekke şehrini ele geçirmişlerdi (9 Temmuz 1916). 1916 yılının yazına doğru, İkinci

Kanal Seferi’nin hazırlıklarını tamamlayan 4. Ordu, bünyesindeki pek çok Alman

askeri ile birlikte tekrar kanala taarruz etmiş, fakat kuvvetlerinin yaklaşık %25’ini

kaybetmişti. İkinci Kanal Harekâtı 4 Ağustos 1916 sabahı, saat 05:15’te başlamıştı.

31. Piyade Alayı İngilizleri yerlerinde tespît etmek üzere ilerlerken, von Kress 32. ve

39. Piyade Alaylarını soldan İngilizlerin gerisine sürmüştü. Saat 14:00 sularında

İngilizler karşı taarruza geçerek, Osmanlı Ordusu’nun hücûmunu durdurmuşlardı.

Ertesi güne sarkan taarruz, İngilizlerin güçlü darbeleriyle tamamen durmuş ve 7

Ağustos günü durumun tahlilini yapan von Kress kuvvetlerini geri çekmeye

başlamıştı. Bilanço çok ağır (ölü ve yaralı bin civarındaydı) değildi. Ordunun lojistik

yetersizliğinin belirleyici olduğu harekâtın başarısızlığı sonucunda birlikler çekilmek

zorunda kalmış fakat, Almanya’nın planladığı gibi, İngiltere kanal güvenliği için

bölgeye büyük kuvvetler ayırmıştı. (Özkan 1985:1376;Erickson 2003:219)

1916 yılında Mısır’daki İngiliz İmparatorluk gücü önce Gelibolu tümenlerinin

geri dönüşü, sonra da bazı yedek süvari birliklerinin buraya getirilmesiyle ciddi

ölçüde artış gösterdi. İlerleyen İngiliz kuvveti karşısında Cemal Paşa, von Kress ile

görüşerek daha geride; Gazze ve Birrüssebi arasında bir savunma hattı oluşturmaya

karar verdi. Nihayet 1917 yılının ilkbaharında yeni savunma mevziilerinde

Kafkasya’dan 3. Süvari tümeni ve Trakya’dan da 16. Piyade tümeni ile desteklenen

Page 94: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

89

Cemal Paşa’nın emrinde, Kudüs ve uzun kıyı hattını korumak için, 18.000 kişi vardı.1

1917 yılında, Mezopotamya ve Filistin’de Osmanlı Ordusu’nun askerî gücü; sayısal

bakımdan da, kaynaklar açısından da hasımlarının çok gerisinde olmasına rağmen,

Bağdat ve Kudüs gibi önemli merkezleri elden çıkarmış olmakla birlikte, başarılı

oyalama muharebeleri ve ordu düzenin bozulmamış olması durumun felâketle

sonuçlanmamasına sebep vermişti. (Erickson 2003:222-223)

1917 yılında, Bağdat’ı geri almak maksadı ile Alman Genelkurmay Başkanı

Falkenhayn emrinde bir Ordular Grubu Karargâhı, Almanya’dan getirtildi, bu kuvvete

Asya kolu denmişti. Falkenhayn, İngilizlerin Sina Cephesi’ni takviye etmeleri üzerine,

Sina Cephesi temîn edilmeden Bağdat’a taarruzun doğru olmayacağını ileri

sürmüştü. Bu konu üzerine yapılan müzâkerelerin uzaması yıldırım birliklerinin Sina

Cephesi’ne gönderilme kararını geciktirmişti. Suriye’deki birliklerde tekrar yapılan

düzenlemelerle, Filistin Cephesindeki Türk Kuvvetleri von Kress komutasında, 8.

Ordu adını almıştı. 7. Ordu ve Asya kolunun katılması ile oluşan, Yıldırım Ordular

Grubu’nun Filistin Cephesi’nden taarruz etmesine karar verilmişti. (Belen 1967:XIV9

Cemal Paşa ise, Yıldırım Orduları Grubu’nun oluşmasına prestij ve Bağdat

Seferi’nin gereksizliği gerekçesiyle karşı çıkarak tepki göstermişti. Enver Paşa,

aradaki gerginliği yumuşatmak ve Cemal Paşa’nın izzet-i nefsini kırmamak için

Alman Cepheleri’ni teftiş amaçlı Almanya’ya davetini sağlamıştı. Cemal Paşa,

Almanya dönüşü İstanbul’da iken, prestijini koruyacak çözüm de bulunmuştu. Bu

çözüm, 16 Eylül 1917 tarihinde 4. Ordu’nun lağvedilerek; Bahriye Nazırı Cemal

Paşa, Suriye-Filistin-Hicaz ve Yemen’deki kıtaların komutanlığını, Suriye ve Batı

Arabistan Genel Komutanlığı adı altında deruhte etmesiydi. (Şahin 1997:186)

1917 yılında tüm bu hadiseler sürerken, bir yandan da İngiliz finansmanı ve

desteği ile Arap İsyanları devam etmekteydi. Cemal Paşa’nın 4. Ordu’su, Filistin

1 1917 Mayıs’ında 4. Ordu, ikisi Gazze-Birüssebi hattında bulunan beş kolordu şeklinde örgütlenmişti. Toplam personel ve malzeme sayısı ise: 174.908 asker, 36.225 hayvan, 5351 deve, 145.840 tüfek, 187 makineli tüfek ve 282 toptan oluşuyordu. Temmuz ayında ise bu güç 151.742 tüfek, 354 makineli tüfek ve 330 topla, kaydedilen en üst seviyeye çıkmıştı. (Erickson 2003:225)

Page 95: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

90

Cephesi’nin kontrolünü yitirdikten sonra, Suriye ve Batı Arabistan'ı eline aldı. Bu alan

kuzeyde Suriye’yi içine aldıktan sonra Ölü Deniz’in ve Şeria Irmağı’nın doğu kıyısına

ve nihayet güneyde Medine’ye ulaşıyordu. 4. Ordu karargâhı eski Şam kentiydi.

Cemal Paşa, 8. Kolordu karargâhını, 700 kilometreden fazla demiryolu boyunca

uzanıp yayılan korunmasıyla yükümlü kıldı. 12. Kolordu ise uzun Akdeniz kıyısı ve

Anadolu’dan Suriye’ye giden hayati ulaşım hatlarını korumakla görevliydi. 12.

Kolordu 43. Piyade tümenini Beyrut yakınlarına, 41. Piyade tümenini Antakya ve

İskenderun yakınlarına yerleştirdi. 44. Piyade Tümenini Osmaniye geçidini koruyor

ve 23. Piyade Tümeni de Adana ve Mersin’de bulunuyordu. (Erickson 2003:241-242)

1918 yılında Osmanlı ordusundaki tüm çabalara rağmen, İngilizlerin Şam’ı

almak hedefindeki hafiflemeyen baskısı artmıştı. Osmanlı Ordusu bu tehdidi bertaraf

edebilmek için elindeki muharip birliklerden bir kısmını kuzeye göndermiş ve şehrin

savunması için 24., 26. ve 53. Piyade tümenleri ile 3. Süvari Tümenini

görevlendirmişti. Fakat yorgun düşmüş bu kuvvetler Şam’ı tutamamışlar ve 1 Ekim

1918 tarihinde, Şam düşmüştü.1 8 Ekim günü Osmanlı Ordusu için durum çok

ümitsiz gözüküyordu; Yıldırım Ordular Grubu piyadesinin yanı sıra topçu parkının da

büyük bir bölümünü yitirmişti. İngilizlerin devam eden baskısı neticesinde, Yıldırım

Ordular Grubunun karargâhı Adana’ya çekildi (26 Ekim 1918) ve 30 Ekim tarihinde

yeni savunma bakanı Ahmet İzzet Paşa, Liman Paşa’yı İstanbul’a çağırıp Yıldırım

Ordular Komutanlığı’na Mustafa Kemal Paşa’yı tayîn etti. Görevi derhal devralan

Mustafa Kemal Paşa ise, stratejisini Anadolu’nun savunulması yönünde revize

etmişti. (Erickson 2003:272-273)

1 Osmanlı İmparatorluğu’nun mütareke arayışları Filistin ve Suriye’deki başarısızlıklar değildi. General Milne komutasındaki ordunun Trakya ve İstanbul’u tehdit edecek şekilde Bulgaristan’dki ilerlemesiydi. Trakya’daki kuvvetler, Filistin ve Kafkasya ve Mezopotamya’daki ihtiyaçlar doğrultusunda azalmış ve İstanbul savunmasız kalmıştı. İtilâf Devletlerinin Selanik köprübaşından çıkmaları, çözümü olmayan bir stratejik dırım yaratmıştı. 5 Ekim 1918 tarihinde Talat Paşa kabinesi bir mütareke olanağını araştırmaya karar vermişti. (Erickson 2003:275)

Page 96: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

91

VII.II. 43. Tümene Bağlı Mevlâna Alayı

4. Ordu veya Şam havzasında görev yapmış şahıslar hakkındaki çalışmalar

veya bu insanlara ait hatırat, Mevlevî Alayları’nın faaliyetlerini hakkında -dolaylı da

olsa- bilgi içerebilirler. Nitekim Cihat Yıldırım’ın 1897 doğumlu ve bir başka gönüllü

olan Abdullah Kemâl hatıralarından yola çıkarak hazırladığı yüksek lisans tezindeki

bir bölüm, Şam’daki Mevlevî Taburu’nun kendilerine tesîs edilen tekkede, sevkıyat

halindeki askerlerin iaşe, barınma ve bilgilendirilmesi ile meşgul olduklarını

göstermektedir:

“Gümüş Liyakat Madalyası almış, Abdullah Kemâl hatıralarında

Şam’daki tekke’ye dair ‘...akşam sekizde (Şam-ı Şerif’e) vasıl olduk.

Arkadaşlar eşyaları istasyon anbarına teslim itdiler. Biz doğrudan

doğruya Şam’a gitdik. Orada Mevlevî İkinci Bölüğü’ne misafir olduk.

Gice tekkede kaldık. Tekke Hamidiye Çarşısı’nın içindedir.’, diye

yazıyor. Birkaç sayfa sonra da Şam’dan sevk emirini Mevlevî Mülazım-ı

Sanisi Arif Efendi’den aldığını belirtiyor.”

Şam Mevlevîhânesi’nin, 4. Ordu emrine seferber edilmesi oldukça mantıklıydı.

Zîrâ mevlevîhâne, gerek hac yolculuğunda, gerekse diğer seyahatlerde, Mevlevîler

için âstâne olan ve bir bakıma bu bölgedeki mevlevîhânelerin merkezi kabul edilen

Halep Mevlevîhânesi’nden sonraki en önemli dergâhlardan biriydi. (Küçük S.

2003:318) 4. Ordunun merkezinde yer alan tekke, böylesine büyük bir yoğunluğu

kaldıracak imkân ve tecrübeye sahipti.

Ali Fuad Erden hatıralarında, “Seferî kuvvetlere bağlı birlikler” içinde Mevlevî

taburu ve Kâdirî bölüğü olduğunu belirtmiştir. Şam’daki Mevlevî taburu ve Kadirî

bölüğü ve Mevlevî neyzen ve mutribânı (çalgıcılar) ve Mevlevî sıhhiye bölüğü de çöle

gitmek üzere 18 Aralık 1915’te Kudüs’e doğru hareket edeceklerdi. Ali Fuad Erden,

Birinci Kuvve-i Seferiye karmasının, Mevlevîler ve Kâdirîlerle birlikte, Anadolu

Page 97: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

92

Türklerinden, Alman, Avusturyalı, Macar ve Lehler’den, Hicaz akıncılarından oluşan

‘cazip’ bir karma olduğunu yazmıştı. Ancak ‘Birinci Kuvve-i Seferiyye’ teriminin çok

da doğru bir ifade olmadığını ekleyen yazar, bu birimin Mısır Kuvay-ı Seferiyesi’nin

öncüsü olmadığını, ancak tüm ‘Kuvay-ı Seferiye’nin bu birimden ibaret olduğunu

yazmıştı. (Erden 2003:211-213)

Bu satırlardan da anlaşıldığı gibi, gönüllüler iki ayrı sınıfta değerlendirilmişti:

Öncelikle birliklerin moralini yüksek tutacak ve seferin ‘dinî’ yönünü vurgulayacak

mutribân birliği ve yine cephe gerisinde görev yapacak sıhhiye ekibi. Bu dağılım da,

eğitimleri sonrası gönüllülerin, kabiliyetleri doğrultusunda istihdâm edildiklerini

belirtmektedir.

Ali Fuad Erden 1916 yılının Nisan ayında idam hükmü yerine getirilmiş olan

Arap ihtilâlciler için kurulmuş sehpaların etrafındaki kalabalığı anlatırken, gördüğü

manzaranın en karakteristik özelliği olarak Mevlevîleri, resminin odağına

yerleştirmişti:

“Balkondan baktım: Büyük bir kalabalık; uslu, itaatli, hareketsiz

ve sessiz bir kalabalık. Bu kalabalığın ortasında bir alan. Bu alanda,

çepçevre ve yer yer sehpalarla asılı beyaz şeyler. Bunların etrafında

uzun külahlı, eski tüfekli askerler (bunlar gıra tüfekleriyle

silahlandırılmış Mevlevî taburu erleriydi ki, Şam garnizonunu

oluşturuyordu). Bu uzun külahlı, eski tüfekli askerler, bu, rengârenk

satıklı, kefiyeli, fesli, karmakarışık kıyafetteki halk, birkaç yüzyıl

öncesine ait bir manzara arzediyordu. Tarih ve çağlar içinde, geriye ve

uzaklara doğru bir sahne peyda oluvermişti: Abbasi halifelerinin son

günlerine ait bir sahne!” (Erden 2003:331)

Görülüyor ki; Şam’daki Mevlevîler 4. Ordu’nun hem güvenilen, hem de halk

üzerinde tesîri olan bir kıtâsı idi. Zaten, savaş ilerledikçe asker yokluğu çekmeye

Page 98: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

93

başlayan 4. Ordu’da Türk asıllı birliklerin önemi artmaya başlamıştı. Cemal Paşa

“Toros’tan ta Medine’ye kadar geniş bir sahada, gerek iç güvenliğin korunması ve

gerek herhangi bir düşman çıkarmasına karşı memleketin savunması için” elinde iki

Arap fırkası ile, gönüllü Mevlevî Taburu dışında güç olmadığını belirtmişti. (Cemal

2001:273) 4. Ordu, 1917 yılının ilk ayında, 12. Kolordu ve diğer birliklerin takviyesi ve

kadro eksikliğinin tamamlanması için 10.000 Türk asıllı ikmâl eri istemiş ve partiler

halinde ancak 6.000 asker sevkedilebilmişti. (BDHTH 1979:483)

Nitekim, 4. Orduya bağlı 8. Kolordunun, Cebel-i Lübnan’daki 43. Tümeninin de

ortalama tabur mevcudu 670 erdi ve hepsi Beyrut bölgesi Arapları’ndandı. 26

Haziran 1916 tarihinde, Suriye’de teşkîl edilen 43. Tümene, aynı yılın sonlarında alay

olarak verilen Mevlevî Alayı’nın (Kadirî Taburu dahil) ise 2/3’ü Türk, 1/3’ü Arap’tı.

(BDHTH 1979:484) 6 Ekim 1918 tarihinde son bulunduğu yer olan, Kilis’te lağv

edilen tümene ait harp cerîdeleri Mevlevî Alayı hakkındaki resmî bilgileri ihtiva

etmektedir. ATASE arşivindeki bu defterler 4. Ordu, VIII. Kolordu, 43. Tümen,

Mevlâna Alayı, I. Tabur ve II. Tabur Komutanlığı veya Müşavirliği başlıklarında

toplanmış olup, Mevlânâ Alayı ismini taşısa da, belirtildiği gibi,sadece gönüllülerden

müteşekkîl birimler değillerdi.

Mevlanâ Alayı I. Taburu için yaklaşık üç aylık bir harp cerîdesi bulunmakta

iken, II. Tabur içinse yaklaşık on iki aylık, dört ayrı defter tutulmuştu. Mevlanâ Alayı

Müşavirliği başlığındaki üç defterden birisi on bir aylık bir süreyi kayıt altına

almışken, diğer iki defter ise, daha belirtilen süreyi özetleyen raporlar niteliğinde

kaleme alınmıştı. Bir çizelge şeklinde hazırlanmış defterlerin sayfaları açıldığı

zaman, sağ tarafta kalan yaprakları, günlük faaliyetlerin tarih ve vasfının kaydedildiği

bölümü (Ek 17), sol tarafı ise birliklerin mevkiî, erzak, cephane ve askerlerin durumu

gibi notların kaydedildiği (Ek 17a) bölümü oluşturmaktaydı. Bu çizelgenin üstünde

uzun açıklamalar olabildiği gibi, kimi zaman açıklamaların ayrı bir kağıda yazılıp

gerekli yere yapıştırıldığı da olmuştu. Defterler umûmiyetle üç aylık dönemin

bilgilerini içermekte ve son sayfada “Mutaalât” başlığı ile kaydedilen dönem hakkında

kısa bir özet verilmekteydi. (Ek 18) Görevli subayların tutukları notlar, umûmiyetle

askerî terminoloji ve faaliyetler çerçevesinde sınıflandırılabilecek seviyede benzerlik

Page 99: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

94

%

taşımakta idi. Ancak kimi ifade farklılıkları ve günlük kayıtları tutmadaki titizlik, harp

cerîdeleri üzerinden elde edilecek matematiksel verilerin ihtiyatla ve her defterin

kendi dönemi ve kendi içinde değerlendirmesini gerektirmektedir.1

Mevlevî Alayı II. Taburuna ait ilk defter yaklaşık bir buçuk aylık bir dönemin

seyrini gösteren ve en erken olan cerîdedir. 16 Ağustos 1917 tarihi ile başlayan

defterde, rutin kışla hayatını gösteren ilk kayıt 18 Ekim 1917 tarihinde başlamaktadır.

Periyodik olarak, talîm, temizlik, silah ve teçhizatın bakımı, teftîş ve hayvanların

kontrolünün yapıldığı görülen defterde, tatbîkat senaryoları da yazılmıştır. 19 ve 20

Eylül günlerinde Zahle’deki yol inşaatına elli asker yollayan taburun, rutinin dışına

çıkan bir başka günü de bayram öncesi temizlik ve onu izleyen iki gün “merasîm-i

îdıyye”de bulunulmasıdır. Aynı ayın sonunda otuz üç asker de Hicâz muhafazasında

istihdâm edilmek üzere yola çıkarılmıştır. 2

Mevlevî Alayı II. Taburunun bu harp cerîdesindeki faaliyetlerini başlıklar

halinde sınıflandırırsak, ortaya çıkan tablo aşağıdaki gibidir:

0102030405060708090

100

TA

LÎM

TE

MİZ

LİK

BA

KIM

TA

TB

ÎKA

T

MU

HA

FIZ

LIK

NA

KLİ

YE

İNŞ

AA

T

KA

YIT

SIZ

DİĞ

ER

43. Tümen Mevlanâ Alayı II. Taburu (16 Ağustos 1917 - 30 Eylül 1917)

1 Harp Cerîdelerinden, Mevlevî Alayı II. Taburuna ait defterlerden hiç birinde “şâyân bir vukuat olmadığı” yönünde bir açıklama yoktur; ‘talîm, temizlik veya bakım’ diyebileceğimiz faaliyetler tek tek belirtilmiştir. Ancak, Mevlevî Alayı Müşavirliği başlığı altında tutulan harp cerîdesinde en çok yapılan açıklama, “şayan-ı kayd” bir vukuatın olmadığı yönündedir. Bu sebeple 1917 yılında tutulan II. Tabura ait defterlerle Müşavirliğe ait defterleri mukayese ederken, doğrudan başlıkları karşılaştırmak geçekçi sonuçlar vermeyebilr. 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-1)155, F:1-9

Page 100: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

95

%

Umûmiyetle, haftanın beş günü “endaht, mübareze, müselles teşkîli” gibi

talîmler yapan tabur, bir gün “teharet ve nezafetle” ilgilenmekte, bir gün de tüfekçi

ustası ve tabur doktoru tarafından yapılan “eslah ve teçhizat yoklaması, bit

muayenesi”na tabî olmaktadır.

Mevlevî Alayı II. Tabura ait ikinci defter, aynı minvâlde fakat daha düzenli

tutulmuştur ve kayıt edilmemiş gün sayısı oldukça azdır. Sahil muhafızlığında

bulunan Mevlevî taburlarının faal olarak görev aldıklarının belirtildiği cerîdede,

askerlerin hareket tarzı da açıklanmıştır.1 Sevkıyât, muhafaza görevleri de alan

taburun, görev etaplarını açıklayan bir başka notta Şam’dan alınacak tüfeklerin

Kâdirî Taburu’ndan temîn edileceğinden bahsedilmektedir.2 Bu deftere ait tablo da şu

şekildedir:

0102030405060708090

100

TA

LÎM

TE

MİZ

LİK

BA

KIM

TA

TB

ÎKA

T

MU

HA

FIZ

LIK

NA

KLİ

YE

İNŞ

AA

T

KA

YIT

SIZ

DİĞ

ER

43. Tümen Mevlanâ Alayı II. Taburu (01 Ekim 1917 - 31 Aralık 1917)

Tablodan da anlaşıldığı gibi, Ağustos 1918 tarihinden Aralık ayına kadar,

taburun günlük yaşayışında dikkat çekecek bir farklılık yoktur. Tablolar arasındaki en

büyük değişiklik, kaydı tutulmamış günlerinden kaynaklanmaktadır. Ekim ve Aralık

1 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-2)155, F:1-8 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-2)155, F:1-14

Page 101: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

96

aylarını içeren defterin sonunda, 43. Fırka II. Mevlevî Taburu kumandanı Mehmed

Emin1 yazdığı “Mütalaât” yazısında, II. Tabura ait askerî hayat etraflıca özetlenmiştir:

“Mütalaât

Aliye, 13.12.33

1. Bugüne kadar efradın sıhhatine umûmiyet itibarıyla şüpheli vuku’at

görülmemiştir.

2. Havaların pek fazla soğuk ve yağmurlu olması itibarıyla talîm ve

terbiye ve tedrîsat koğuşlarında yapılıyordu. Ancak birkaç defa arazi

tatbîkatına gidebilindi.

3. İaşe iyi derecede idi. Fırka iaşesini Riyak’tan temin etmesi ve

vesait-i nakliyenin yalnız trene bırakılması ve şu sırada pek fazla

olması yüzünden fırka erzakına lüzûmu kadar vagonun tahsîsi pek

müşkül olduğuna nazaran, kaloriyi teşkil edecek kuru sebze

bulunamadığından pekmez ve üzümle telafî ediliyordu.

4. Hayvanâta arpa vermek müşkil bir hal aldı. Arpanın fıkdânı

yüzünden bi’lmecburiye [kerresine] denilen [burçak] verildi. Bazen

[darı - mısır buğday] verilmişse de, bu yönde hayvanâtı ikmâl

edememesi, samanın Riyak havalisinden Seydâsûr(?)

mıntıkasından hayvanâtı pek kuvvetten düşürmeye muvaffak

olmuştur.

Sabunsuzluk yüzünden çamaşır o kadar iyi bir halde

yıkanamadıysa da sık sık teharet ve nezafetle itina edilerek imsâk-ı

saireye meydan verilmemiştir. Ve harîcden sabun mübayaasıyla

ihtiyaç temîn ediyordu. Haftada iki defa.

5. Ders-i endaht ve bomba talîmleri yapılmıştır.

1 Mevlevî Taburu’ndaki Samsun Mevlevîhânesi Postnişîninin adı da Mehmed Emin’dir. Ancak Mevlevî şeyhinin tabur komutanı olduğunu destekleyecek başka bir bilgi de yoktur.

Page 102: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

97

6. Taburun bir bölüğü, ____ müfreze ve bölükler mevcudunun azlığı ve

fırka merkezini teşkil eden Aliye’de hidemat-ı dahiliyenin fazlalılığı

itibarıyla efrad biraz fazla yorulmaya mecbur olmuştu.

43 Fırka 2 Mevlevi Taburu Kumandanı,

Mehmed Emin”1 (Ek 18)

1 Ocak tarihi ile başlayan harp cerîdesinin başlığında, 31 Mart 1918 tarihine

kadar olan bir dönemi kapsadığı belirtilmişse de bu defterdeki en son kayıt, 24 Ocak

günü yazılmıştır. Bu yazıda, “Mevlevî Taburu nâmına vürûd” edecek dört makineli

tüfeğin Riyak’a vardığı ve dolayısı ile nakliyesi için gereken mevzuattan ve nakliye

için muhafızların görevlendirilmesi konusunda Mevlevî Alayı Müşavirliğine bilgi

verildiğinden bahsedilmektedir. Tabur komutanı Mehmet Emin bahsi geçen tüfeklerle

8. Makineli Bölüğünü teşkîl edileceğini de aynı sayfaya yazmıştır.2

Bu defterin “Mütalaât” kısmı bir önceki dönemden daha kısa ve benzerdir.

Fakat bu dönemin bir öncekine nazaran en büyük farklılığı, kışın gelişi ile insan ve

hayvan iaşesinin “pek müşkilât kesb ettiği”, fiyatların çok arttığı ve gerekli kalorinin,

beslenmenin sağlanamadığı yönünde yazılanlardır3.

II. Tabura ait son defter 1 Nisan 1918 ile 31 Haziran 1918 tarihleri arasında

tutulmuştur. 5 Mayıs’a kadar Aliye Konaklarda ikâmet eden tabur, daha sonra Beyrut

Konaklarına geçmiştir. Bu üç aylık döneme ait kayıtlar oldukça düzgün olup, sadece

yedi gün atlanmıştır. Talîm, temizlik ve bakım gibi rutin işlerin yanısıra, siper hazırlığı,

tahkîmât, yol inşaatı, nakliye ve muhafızlık gibi görevlerin de yoğunlaştığı bu dönem,

havaların düzelmeye ve ordunun da gerilemeye başladığı aylardır. Bu döneme dair

oldukça kısa olan “Mütalaât”ta, diğerleri gibi, şüphe verici bir hastalığın yaşanmadığı,

fakat yetersiz beslenmeden dolayı, hayvanlar da ve insanlarda zafiyet doğduğu

1 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-2)155, F:1-15 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-3)155, F:1-6 3 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-3)155, F:1-14

Page 103: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

98

%

belirtilmektedir. Havaların düzelmesi ile birlikte, talîm, atış gibi faaliyetlerin de

dışarıda yapılabildiği yazılmıştır.1 Bu dönemdeki rutin dışı faaliyetler sadece lojistik

amaçlı da değildir; 26 Nisan 1918 günü, padişahın tahta geçişine dair bir merasim de

(dokuz saat önceden) yapılmıştır.2 6 Mayıs 1918 tarihinde Erkân-ı Harbiye Reisi

tarafından teftîş edilen bölükler3, yaklaşık iki hafta sonra da Cemal Paşa tarafından

teftîş edilmiş (22 Mayıs) ve Cemal Paşa “-Teşekkür ederim, çiçek gibi. Tabiriyle

taburu takdîr buyurmuşlardır.”4 Bu döneme ait bir farklı bir faaliyet de, Haziran

başında vuk’u bulan “İzahat Müsabakası”dır. “Bölükler zabitânı ve iyi izahat eden

efrad”ın katılması düşünülen müsabaka, kötü hava koşulları sebebi ile 1 Haziran

günü yapılamadıysa da, ertesi gün yapılmıştır.5 24 Haziran’da aşı olan bölüklere

istirahat izni verilmiştir. Bu cerîdedeki faaliyetlerin dökümü yapıldığı zaman “Diğer”

başlığı altında toplananlar; “izahat müsabakaları”, aşı sonrası verilen dinlenme ve

padişahın tahta çıkışını kutlamak gibi hadislerdir. II. Tabura ait dört cerîde içinde

“Diğer” yüzdesinin en fazla olduğu bu defterde dahi “Talîm”, “Temizlik” ve “Bakım”

yüzdeleri çok daha baskındır.

0

10

20

30

40

50

60

70

80

90

100

TA

LÎM

TE

MİZ

LİK

BA

KIM

TA

TB

ÎKA

T

MU

HA

FIZ

LIK

NA

KLİ

YE

İNŞ

AA

T

KA

YIT

SIZ

DİĞ

ER

43. Tümen Mevlanâ Alayı II. Taburu (01 Nisan 1918 - 30 Haziran 1918)

1 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-4)155, F:1-29 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-4)155, F:1-8 3 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-4)155, F:1-12 4 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-4)155, F:1-16 5 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329, A:7-7460, D:(H-4)155, F:1-19

Page 104: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

99

II. Tabura ait defterler ve mütalaât incelendiğinde iki husus oldukça göze

çarpar: İlk özelik, ordunun talîm, temizlik ve bakım dönüşümlü bir programı devam

ettirme gayretidir. Modern ordunun disiplin anlayışı ile şekillenen ve askere bu hayat

tarzının mesuliyetini yükleyen mantık, diğer özellikle de bağlantılıdır. İaşelerde kalori

hesabı, “izahat müsabakası” ve aşı sonrası istirahate dikkat eden ordunun askerlere

olan yaklaşımı, en az kendi talep ettiği kadar moderndir.

Mevlanâ Alayı I. Taburu’na ait tek cerîde ise, 29 Eylül 1917 ve 31 Aralık 1917

tarihleri arasında tutulmuştur. Zahle ve Riyak Kışlalarında eğitilen I. Tabur, II. Tabura

nazaran, daha fazla muhafızlık ve nakliye görevleri almıştır. Ayrıca bu defterde

“Şayan nazır bir vakıa olmamıştır” kalıbında bir ifade de yer almaktadır. Tablolarda

“Rutin” başlığında gösterilen bu günlerin, boş geçirilmediği muhakkaktır. Zîrâ “Şayan

bir vuku’at olmadığı tabur talîmiyle iştigal edilmiştir.” şeklindeki açıklama da

göstermektedir ki, bölüklerin takîp ettikleri bir kışla düzeni vardır. Kışlanın içindeki ve

civardaki inşaat işleri görevlendirilen askerler ihtiyaca ve talebe göre birlikler halinde

görevlendirilmişlerdir. Suriye Vilayeti Kumandanlığı Telgraf Müfettişliği emrine otuz

asker gönderilmiş ve bu askerler telgraf tahsîsinde istihdam edilmişlerdir.1 43. Tümen

26 Kasım 1917 tarihinde, üç subay ve yüz dört askerin sevki talebinde bulunmuş,

birlik 28 Kasım’da yola çıkmıştır. Birliğin ayrılmasından hemen iki gün sonra Zahle

“nekahethânesi”ne varan yüz elli beş askerin “istirahatı temîn” edilmiştir.2 Daha önce

de belirtildiği gibi, 4. Ordunun lojistik desteği, nakliye hatları zayıf durumda idi. Cemal

Paşa, göreve geldiği andan itibâren, bu zorluğun üstesinden gelmek için şiddetli ve

kimi zaman acımasız3 bir gayret sarfetmişti. Mevlevî gönüllülerinin 4. Ordu’nun bu

zafiyetini gidermek yolunda görevlendirildikleri, harp cerîdelerinde açıkça

görülmektedir. İnşaat, nakliye, muhafızlık gibi görevler üstlenen gönüllüler,

kışlalarında da sevkıyat halindeki askerlerin iaşe, istirahat ve bakımları ile de

ilgilenmekteydiler. Kolordu emri ile Riyak’a hareket eden tabur, burada çadırlarda

kalmış ve 18 Aralık tarihinden itibaren, Riyak’daki nokta kumandanlığı emrinde çok

yoğun bir şekilde cephane muhafızlığı ve vagon tahliyesi için çalışmıştır. Aşağı

1 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329(H-1), A:7-7460, D:329(H-1), F:1-10 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329(H-1), A:7-7460, D:329(H-1), F:1-11 3 Yol inşaatlarında çalışan mühendisleri, motive etmek için ‘idam cezası’ ile tehdit ettiği anlatılmaktadır. (Erden 2003:113-114)

Page 105: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

100

%

tabloda görülen, “Muhafızlık” ve “Nakliye” başlıklarındaki değerler bu iki haftalık

yoğun çalışmanın sonucudur.

0

10

20

30

40

50

60

70

80

90

100

TA

LÎM

TE

MİZ

LİK

BA

KIM

TA

TB

ÎKA

T

MU

HA

FIZ

LIK

NA

KLİ

YE

İNŞ

AA

T

KA

YIT

SIZ

DİĞ

ER

RU

TİN

43. Tümen Mevlanâ Alayı I. Taburu (29 Eylül 1917 - 31 Aralık 1917)

Mevlevî Alayı Müşavirliğine ait defter yaklaşık on aylık bir dönemin kayıtlarını

içermekle birlikte, bu notların yaklaşık %36’sı “vuku’at yoktur” açıklamasından

ibarettir. Ancak “43. Fırka Kumandanlığı, Erkân-ı Harp” Halid’in ilk sayfalarda Mevlevî

Alayı Taburlarına dair verdiği bilgiler dikkat çekicidir. 14 Şubat 1917 tarihinde

yazılmış notta “Mevlevî Alayı nâmı tahtında Humus’dan gelen Mevlevî Taburun’nun”

138. Alay ve III. Tabur’la alay teşkîlinin kolordu kumandanlığının 1 Şubat 1917 tarihli

emirleri gereğince olduğu belirtilmekte ve Mevlevî Alayı I. Taburunun o an için

Şam’da kalmasının uygun görüldüğü eklenmektedir. Ertesi güne ait notta ise,

Zahle’de bulunan Mevlevî II. Taburunun iltihâkıyla teşkîl edilen alayın I. Taburunun 4.

Bölüğünün Halep’le Islahiye arasında Here Dere Köprüsünü muhafızlığında ve II.

Taburun 8. Bölüğünün de Tartus’ta sahil muhafızlığı ile görevlendirildiği

belirtilmektedir.1 Müşavirliğe ait bu defterde, on iki gün için tek satırlık bir açıklama

yapılırken, görev tarifleri etraflıca rapor edilmiştir. 27, 28 Şubat 1917 tarihinde, 43.

Tümen’den gelen şifreli bir telefonda, düşmanın Beyrut Limanı’na yaklaşmakta

olduğu ve “Beyrut sahiline ihrac-ı hareketin vuku’a geleceği tahakkuk edildiğinden,

1 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329(H-1), A:7-7460, D:329(H-1), F:1-1

Page 106: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

101

%

alayın iki taburuyla hemen hareket etmesi”nin bildirildiği ve buna karşılık, “der-akab

içtima mahalinde” toplanıldığı ve hareket edildiği kaydedilmektedir.1 43. Tümenin

verdiği emirlerin dikkatlice kaydedildiği cerîde de, bölük teşkîlleri, sevkıyat ilgili

bilgiler ve askerlerin lojistik destek kıt’alarındaki görevleri tarif edilmiştir. Bu tariflerde,

işin tarihi, yeri, gerekli asker sayısı ve işin vasfını genellikle kaydedilmiştir. Bu kayıtlar

da göstermektedir ki; gönüllüler bölüklere ayrılmış ve ihtiyaca göre farklı kıt’alarda

istihdam edilmişlerdir.

0

10

20

30

40

50

60

70

80

90

100

TA

LÎM

TE

MİZ

LİK

BA

KIM

TA

TB

ÎKA

T

MU

HA

FIZ

LIK

NA

KLİ

YE

İNŞ

AA

T

KA

YIT

SIZ

DİĞ

ER

RU

TİN

43. Tümen Mevlanâ Müşâvirliği (14 Şubat 1917 - 31 Aralık 1917)

Mevlanâ Alayı Müşavirliğine ait bir başka defter ise, “Mevlevî Alayı’nın

kuruluşu ve Zahle, Aliye bölgesindeki safahâtı” gösteren cerîdedir. 1917 yılının Aralık

ayında kaleme alınmış olan kısım şöyledir:

“333 Kanûn-ı evvel, Zahle

Aliye’de bulunan 43. Fırkaya mensup Mevlevî Alayı’nın merkezi

Zahle’de bulunuyor idi.

1 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329(H-1), A:7-7460, D:329(H-1), F:1-2

Page 107: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

102

Bu alay, iki taburla, bir makineli tüfenk bölüğünden ibaret iken,

vürûdumdan evvel makineli tüfenk bölüğü Maân cihetine sevk

olunduğundan, alay ve birinci tabur merkezleri Mezec’de(?), ikinci tabur

Aliye’de bulunuyordu. Birinci taburun bir bölüğü Riyak istasyonunda

hem muhafız ve hem de ihtiyacı tahmil vazifesinde istihdam

olunuyordu. İkinci taburun bir bölüğü de Ba’albek civarında hat

muhafazasında bulunuyordu. Birinci tabur talim ve terbiye ile iştigal ve

ara sıra takip iştigaliyle me’mur ediliyordu.”1

Bu raporda, Mevlevî Alayı’ndaki askerlerin bildiğimiz görevleri dışında, kimi

zaman asayişi temîn amacı ile, takîp görevi de aldıkları belirtilmiştir. Aynı defterde,

asayişle ilgili bu göreve ait daha teferruatlı bir açıklama da yer almaktadır:

“334 Mayıs, Aliye

334 senesi Mayısı’nda fırkanın da emriyle Zahle’de bulunan alay

merkeziyle birinci tabur, Aliye’ye ve Aliye’de bulunan ikinci tabur da

Beyrut’a(?) yerleştirildiler ve Ba’albek’te bulunan bölükle Riyak’ta

bulunan bölük taburlarına iltihak eylediler. Bu esnada birinci taburdan,

ikinci bölüğe karîb bir kuvvet Ba’albek civarında şakî-i meşhur Kasım

Melleah’ın(?) takîbe me’muren gönderildi. Taburlara birer makineli

tüfenkle ve alaya keza bir makineli tüfenk bölüğü ile ilâve edilmişti...

...Yeni teşkîl edilen alayın makineli tüfenk bölüğü fırka emriyle

Trablusşam Muhafaza Kumandanlığı emrine ve Birinci Taburun

makineli tüfenk bölüğünden iki takımı dahi Kasım Mellah’ın takîbiyle

me’mur müfrezeye iltihâk edildi...”2

1 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329(H-2), A:7-7460, D:329(H-1), F:1-1 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329(H-2), A:7-7460, D:329(H-1), F:1-1

Page 108: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

103

43. Tümen Mevlâna Alayı Müşavirliği’ne ait son defter ise, 1918 yılının

Ağustos ve Ekim ayları içindeki “safahâtı” gösteren rapordur. Bu cerîdede, “çekilme

ve Arap istiklâli ve hükûmetinin ilânı” anlatılmıştır. 06 Ekim 1918 tarihli yazı, Mevlevî

Alayı’nın çekiliş halinde teşkîlatını nasıl muhafaza ettiğini anlatmaktadır. Eylül

sonlarına doğru, 43. Tümenin emri ile, eğitim halindeki taburlarla diğer birlikler

Ba’albek takîb müfrezesine iltihak edip, alay merkezi olan Aliye’ye hareket

ettirilmişlerdi. Binbaşı Mustafa ve Erkân-ı Harp Bahaeddîn Bey’in idaresinde Aliye’de

toplanan birlikler, burada asayişi sağlayacak tedbirler almakla birlikte, çekilmek için

43. Tümen’den emir beklemekte idiler. Binbaşı Mustafa’nın “mesmuatına nazaran”,

daha sonra 43. Tümene katılan Bahaeddîn Bey, Ba’albek ve Humus civarında geri

çekilirken intihar eylemişti.1

Aynı raporun, “Arap istiklâlli”ne ait bölümü , “334 Teşrîn-i evvelde Aliye’de

hükûmet-i Arabiyye ilân-ı istiklâl eyledi ve binlerce muhsin ahâlî nümayişler icra’

eyledi.” diye başlamaktadır. Aynı gün, çekilme konusunda görüş bildirmesi için fırka

kumandanlığıyla telefonda görüşülmüş, fakat kumandanlık fırka eşyalarının sevki

sağlanana kadar kalınmasını emretmiştir. Bahsi geçen eşyanın nakliye için gerekli

vasıtanın bulunmadığı arzedilmiş, fakat fırka demiryoluyla nakliyenin

gerçekleşmesini emretmiştir. Demiryollu güvenliğinin olmadığı ve trenlerin hareket

etmediği tekrar bildirilmiş ve lüzûmlu eşyaların develer üstünde taşınabileceği ve

Aliye’deki askerlerin de fırka kumandanlığına katılmak yönündeki talebi bildirilmiştir.

Fırka ile yapılan bu görüşmeler ve Aliye’de nakliyeyi yapacak askerin azlığı, önemli

bir gecikmeye sebep vermiş ve “mevcûd olan zabitân ve efradın esaretine sebep

olmuştur.”2

Harp Cerîdelerine genel bir bakış, Mevlevî Alayı’nın 4. Ordu içindeki, askerî

faaliyetleri hakkında oldukça bilgi vericidir. Devamlı surette eğitimle iştigal eden

birlikler, esas olarak, lojistik ihtiyaca cevap verecek insan gücünü barındırmaktaydı.

Alayın birlikleri sabit olmayıp, Zahle, Ba’albek, Riyak ve Aliye civarlarında muhafızlık,

nakliye ve inşa işleri ile uğraştıkları gibi, bulundukları bölgenin asayişinden de

1 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329(H-3), A:7-7460, D:329(H-3), F:1-1 2 ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:329(H-3), A:7-7460, D:329(H-3), F:1-1

Page 109: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

104

sorumlu olmuşlardı. Gönüllü fikrine karşı son derece ihtiyatlı olan Cemal Paşa’nın

bile teveccühünü kazanan Mevlevî Alayı’nın, Osmanlı Ordusu’nun I. Dünya Savaşı

esnasında uygulamak istediği disiplin ve standartları tatbîk ettiği görülmektedir.

Savaş ve bulundukları coğrafî koşullar göz önüne alındığında, ön cephelerdeki

askerle nazaran çok daha iyi şartlar içinde olan gönüllülerde, kış mevsiminde

yaşanan beslenme sorunları dışında, başka önemli bir hastalık görülmemişti.1 Harp

cerîdelerinin kayıt ettiği dönem boyunca, askerî kuralların dışına çıkmamış olan

gönüllülerin, çekilme sırasında yaşanan karışıklık içinde dahi düzenli bir ordunun

gereklerini yerine getirdiği görülmektedir. Cerîdelerde, gönüllülerin askerî faaliyetleri

dışında herhangi bir konu yer almamaktadır. Harp Mecmuası’ndaki, Rifaî tarîkatının

“burhan” göstermesi gibi tarîkat merasimlerinin, gönüllü birliklerinin resmî

faaliyetlerinin dışında tutulduğu varsayılabilinir. Cerîdelerde, askerlerin derviş kimliği

hiçbir şekilde ihsas edilmezken, ordu içindeki dinî hizmetlerin tabur imamları ve alay

müftüleri vasıtası ile birlikte yapılan tören ve ibadetlerle sağlandığı bilinmektedir.

(BDHTH 1979:688) Bu bilgiler göstermektedir ki; Mevlevî Alayı’nın 4. Ordu içindeki

tüm faaliyetleri komuta kademesinin çizdiği çerçevenin içindedir ve bu çerçeve

herhangi bir gönüllüden taleb ettiğinden daha fazlasını da talep etmemektedir.

1 Abdülbâki Gölpınarlı’nın aktardığı gibi, gönüllülerden bir kısmı hastalanıp ölmüşse de (1983:178), bu kayıpların sebebi tüm birliği etkisine alan salgınlar veya çarpışmalar değildi.

Page 110: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

105

V. SONUÇ

Fazlur Rahman, ‘cihad-ı sagîr’ ve ‘fetih’ kavramlarını son derece isabetli bir

şekilde açıklamaktadır: “Kılıçla yayılan İslâm dini değildir. Kur’an’ın emrettiği Allah’ın

düzenini yeryüzünde tesis edebilmek için İslâm’ın ‘siyâsî alanları’ kılıçla

genişletilmiştir.” (Rahman 2000a:11) Dikkat çekilen espri İslâmiyet ile İslâm dinine

mensup olanların takîp ettikleri politikaların aynı olmadığını, vâzıh bir şekilde ortaya

koymaktadır. Bu ayrılığın farkında olmak, din ve tarih çalışmalarında yapılacak

yorumlar için, nîrengî noktasını teşkîl etmelidir.

İslâm tarihinde, “cihad” başlığı altında vuku’ bulmuş bir çok savaş, bahsedilen

siyasî kaygılarla gerçekleştirilmiştir. Bu noktada, savaşlara cihad niteliği kazandıran

unsurlarla beraber, siyasî sonuçlara da dikkat etmek gerekir. Şüphe yok ki; bu

değerlendirmeler, “cihad”ın gerçekliği üzerine kesin veya ölçülebilir bir sonuca

ulaşmak niyeti ile değil, fakat sosyal yapıyı tanımlayabilmek amacıyla için ortaya

konmalıdır.

Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında teşekkül etmiş tarîkat alayları da,

“cihad” kavramı etrafında o dönemin sosyal yapısındaki önemli bir değişikliği

göstermektedir. Zîrâ, XVIII. ve XIX. yüzyıl İslâm dünyası, sömürgeciliğe karşı

direnişini “cihad” fikri etrafında oluştururken, Osmanlı İmparatorluğu ise

“modernleşerek” Batı’nın karşısında durabileceğine inanmıştı. İmparatorluktaki bu

farklılık tabiî ki, siyasî, tarihî ve kültürel geçmişinin beraberinde getirdiği bir birikimin

tezahürü idi. Bu birikim imparatorluktaki, geleneksel müesseseleri de etkilemiş,

tarîkatlar da aynı şuurla hareket etmişlerdi.

Osmanlı Devletinin kuruluş aşamasında “Kolonizatör Dervişler” diye

tanımlanan zümreler ile Mevlevi Alayları arasında bir bağ kurarken de tarihî birikimi

göze alarak, temkinli olmak lâzımdır. Zîrâ tarih boyunca “cihad”, tüm Müslüman

toplumlarda ‘siyâsî alanın’ genişletilmesi yönünde belirleyici bir faktör olmuştur. Daha

Page 111: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

106

önce de belirtildiği gibi, bu faktörün ardındaki unsurları belirlemeye çalışmak ise,

sosyal yapıyı çok daha doğru bir şekilde ortaya çıkarabilecektir.

Kolonizatör Dervişler, Osmanlı siyasî yapısının tam olarak te’sis etmediği bir

dönemde fetih hareketlerine katılmışlardır. Bu dervişlerin “cihad” hareketlerini

besleyen sosyal faktörler üç grup altında incelenebilir:

Öncelikle bu dervişlerin, mensup oldukları cemaatlerin sadece dinî değil siyasî

liderleri olduklarına dikkat edilmelidir. Aşiret yapısının hâkim olduğu bu dönemde,

iskân sorununu çözecek merci’, yine aşiretin kendisidir. Daha doğru bir ifade ile, XIV.

yüzyıl Anadolu coğrafyasında fütûhât, yurt edinebilmenin en geçerli yollarından biridir.

Kuruluş döneminde dervişlerin fetih hareketlerinin, Osmanlı hedefleri ile örtüşmesi ise

her iki taraf için de avantajlı bir durum yaratmıştır.

İkinci önemli nokta, bu dervişlerin muharip orduya lojistik destek sağlayacak

birimler olmalarıdır. Bizans-Selçuklu sınırlarındaki “uc” cemiyet ve kültürü, merkezin

sınırlarla rabıtasını kurmuş tekkeler (veya ‘ribatlar’) merkezî iktidarın siyasî uzantıları

haline dönüşmüşlerdir. Tekkelerin birbirleri ile olan bağlantıları ve verdikleri hizmetler

ise devletin bazı sosyal fonksiyonlarını da yerine getirmiştir.

Kolonizatör Dervişlerin en önemli fonksiyonlarından bir diğeri ise, asimilâsyon

faaliyetleridir. Şamanist gelenekle, İslâmî yapıyı sahip oldukları ‘karizma’ ile

harmanlayan dervişler, bulundukları bölgede İslâmiyet’in yayılmasında büyük rol

oynamışlardır. Unutmamak gerekir ki, modern anlamda milliyetçiliğin var olmadığı bu

dönemde, dervişlerin İslâmiyet’i yaymaları, bulundukları bölgeyi Türkleştirmeleri

demektir.

Mevlevî Alaylarını, bu faktörler çerçevesinde, Kolonizatör Dervişlerle

mukayese ettiğimizde, bazı dikkat çeken noktalarla karşılaşmaktayız. Ancak,

Page 112: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

107

aralarında yaklaşık altı yüz yıllık bir zaman farkı olan iki oluşumu anakronizme

saplanmadan mukayese etmek oldukça zordur. Bu sebeple, yapılan mukayese

‘benzerlik’ veya ‘farklılık’ arayışından ziyâde, ‘sebepler’ üzerine yoğunlaşmalıdır:

İlk olarak, değişen ve merkezîleşen siyâsî yapı içinde Mevlevî Alayı’ndaki

şeyhlerin herhangi bir siyâsî hâkimiyetinden söz edilemez. Şeyhin dinî otoritesi, aşiret

reisi gibi ‘siyasî iradeyi’ de kapsamamaktadır. Bu açıdan bakıldığı zaman, kuruluş

zamanı ile tam bir zıtlıktan dahi söz edilebilir. Zîrâ, ‘Kolonizatör Dervişler’ mensup

oldukları cemaatin sürekliliği ve varolması için, fetih hareketlerinde bulunmak zorunda

iken, gönüllü alayındaki şeyhleri seferber eden faktörler çok daha farklıdır: Mevlevîler

bu savaşa hükûmetin politikalarına karşı duydukları inanç sebebi ile girmişler ve esas

olarak da moral desteği sağlamayı amaçlamışlardı.

İkinci noktadaki “muharip orduya lojistik destek” benzerliği ise, özünde çarpıcı

bir zıtlığı da barındırmaktadır. Kuruluş döneminde Kolonizatör Dervişlerin “uc”

noktalarda siyasî otoriteye ait bazı sosyal fonksiyonları üstlenerek, merkezî iktidarın

otoritesini bulunduğu bölgelere taşımasına karşılık; Mevlevî gönüllüleri merkezî

otoritenin hâkim olduğu yerlerde görev yapmışlar ve iktidara ait fonksiyonları icra

etmektense, iktidarın talep ettiği görevleri yerine getirmişlerdir. Daha da açılacak

olursa, kuruluş döneminde tarîkatların icra ettikleri faaliyetlerle devlet siyâsî otoritesini

tanımlamış; I. Dünya Savaşı’nda ise, Mevlevî Alayları Osmanlı Ordusu içinde

kendilerini tanımlamışlardır.

Üçüncü farlılık ise, temelde ve çok belirgindir. ‘Kolonizatör Dervişler’,

fethettikleri bölgelerde asimilâsyon faaliyetlerini gerçekleştirmişlerdir. Osmanlı

toprakları dahilinde görev yapan Mevlevî gönüllülerinin asimilâsyon faaliyetleri

yürütmesi ise ancak ‘absürd’ olabilir. Fakat, anakronizm ve absürdlük barındırmayan

nokta, Mevlevî Alayı’nın Araplara karşı ‘Türklüğü’ temsîl etmesidir. Bu açıdan

Page 113: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

108

bakıldığı zaman, ‘Kolonizatör Dervişler’ kozmopolit ve kucaklayıcı bir simge iken,

diğeri milliyetçi ve dışlayıcıdır.1

‘Kolonizatör Dervişler’in fonksiyonlarını Mücâhidîn-i Bektaşiyye Alayı ile

mukayese ettiğimiz zaman, varacağımız sonuçlar daha benzer olacaktır. Mücâhidîn-i

Bektaşiyye Alayı, kuruluş dönemlerindeki Abdalân-ı Rûm hareketleri gibi, bir aşiret

organizasyonu olarak teşkîl edilmiştir. Milis bir kuvvet olarak görev yapan bu alay,

Mevlevî Alayı’na nazaran görev sahasını çok daha özgür bir şekilde belirlemiş ve

kendisini Osmanlı Ordusu içinde, resmî bir birim olarak tarifleme ihtiyacı duymamıştır.

Osmanlı Ordusu’nun resmî bir alayı olmayan Mücâhidîn-i Bektaşiyye, tabiî ki

herhangi bir şekilde de ‘dışlayıcı’ veya ‘kucaklayıcı’ anlayışı da temsîl etmez.

Anadolu’daki Kürt Alevîlerin bu alayda yer almamaları ise, aşiret reisi olan şeyhlerinin

dinî otoritelerinin yanı sıra siyâsî otoriteye de sahip olduğunu göstermektedir.

Aynı mukayeseyi, diğer ülkelerdeki Müslüman dervişler için de yapacak

olursak; onların da mensup oldukları cemaatin siyasî liderliğini de üstlendikleri gibi

yürüttükleri faaliyetler de cemaatlerini ‘yaşatma’ çabasını yansıtmaktadır. Ayrıca bu

dervişlerin, tarîkat yapısı içinde siyasî otoriteyi güçlendirdiklerini (hatta yarattıklarını)

ve millîyetçilikten de uzak olduklarını görmek mümkündür.

İslâm dünyasında dinî liderler etrafında şekillenen her türlü direniş hareketi

‘Kolonizatör Dervişler’in faaliyetlerini hatırlatmaktadır. Ancak, Osmanlı İmparatorluğu

gibi mücessem ve müesses bir siyasî yapının son döneminde teşkîl edilmiş iki farklı

gönüllü alayı, başka ip uçlarını da içermektedir. Anadolu’daki Bektaşi ve Alevi gruplar

arasında kurulan alayın kökenleri, hâlâ kuruluş dönemindeki aşiret, konar-göçer

yapıya benzer değerleri barındırmaktadır. Bu şartlar diğer Müslüman ülkelerdeki

sosyal şartlar ile de benzerlik göstermektedir. Ayrıca, diğer Müslümanlar ‘Osmanlı

İmparatorluğu’ gibi, direnişlerini idare edebilecek bir otoriteden de mahrumdurlar. Bu

şartlar, Osmanlı Devleti’nin kuruluş dönemiyle büyük benzerlik arzetmektedir. Oysa

1 Mevlevî Alayı’nın “milliyetçi ve dışlayıcı” olmadığını, I. Dünya Savaşı’nda, 4. Ordu içinde, bu değerleri “temsîl” ettiğinin altını tekrar çizmek gerekir.

Page 114: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

109

ki, şehirli -ve dolayısıyla-, istikbâl ve iradesini siyasî iktidardan ayrı düşünemeyen

Mevlevîlik kendisini devlet referansı ile tanımlamayı ve onun çizdiği çerçeve içinde

görev almayı tercih etmiştir

Görülüyor ki, gönüllü alaylarının teşkîlinde sosyal şartlar (en az gelenekler

kadar) büyük rol oynamaktadır. XIX. yüzyılın son yarısında İslâm dünyasındaki

dinamizm dikkate alındığında, Osmanlı İmparatorluğu’nda teşkîl edilen tarîkat

alaylarının nüvesini ‘Kolonizatör Dervişler’de aramak kadar, Kafkaslarda faal olan

Nakşibendilîğin Halidî kolunda veya Kuzey Afrika’da Sünûsîlik’te de aramak

gerekmektedir. Kuruluş dönemindeki tarîkat etkinliğine benzer bir yapılanma, asırlar

sonra Somali’de görülebilirken; aynı yüzyıl içinde Halidîlik, neredeyse tüm

Kafkaslardaki direnişi örgütlemekte, fakat Osmanlı İmparatorluğu’ndaki iki büyük

tarîkat cepheye dervişlerini yolladığı halde, bu tarîkat kendi adıyla bir kuvvet

oluşturmamaktadır. Ancak, Halidîliğin Osmanlı İmparatorluğu’ndaki bu tavrı, herhangi

bir atalet göstergesi değil; devletle beraber, tarîkatın da içinde bulunduğu sosyal

şartların bir neticesidir.

XIX. yüzyılda, Mevlevîlik Tarîkatının ve dolayısı ile Mevlevî Alayı’nın

teşkîlindeki sosyal şartlar değerlendirildiği zaman, ‘gelenek’ başlığının dışında kalan

açıklamalar yapmak da mümkündür. Tanzîmâtın ilânı ile beraber, Osmanlı

toplumundaki en önemli değişikliklerden birisi de, devlet politikalarını halkın da takîp

edebileceği araçların ve entelektüel koşulların yerleşmiş olmasıdır. XIX. yüzyılının

Osmanlı insanına kazandırdığı bu idrak, vatandaşlık bilincini de beraberinde

getirmiştir. Mevlevîlik tarîkatı ise sahip olduğu gelenek ve kültürel mirasla, Osmanlı

toplumundaki yenilik ve politikaların en yakından takîp edildiği, bunlarla ilgili fikirler

üretilen ‘sivîl’ merkezlerden biridir. Bu yüzyılın başlarında kaldırılan Yeniçerilik ve ona

bağlı olarak yasaklanan Bektaşîlik, Mevlevîliğin ‘siyasî alanı’nın genişlemesine sebep

olmuştur. İktidarın da, yenilikçi dergâhlara sağladığı nüfûz; Mevlevîlikte

modernleşmeci siyâseti benimseyen bir yapının güçlenmesine sebep olmuştu.

Özellikle Tanzîmât sonrası İstanbul merkezli Mevlevîlik, Meşrutiyet yanlısı, İttihâd ve

Terakkî ile yakın bağları bulunan ve Türkçülük ideolojisi başta olmak üzere, Batılı

düşünce akımlarını benimsemiş bir çizgide idi. “Cihad-ı Mukaddes” ilân edildiğinde

Page 115: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

110

de, bu doktrinini gündeme taşıyan şartlar dinî gereklilikler (şeriat) olamktan ziyade,

İttihat ve Terakki’nin Tanzîmât çerçevesinde gelişen, Batılılaşma ve modernleşme

politikalarının bir sonucuydu. Daha açık bir ifade ile, Mevlevî Alayı’nı teşkîlinde

“Allah’ın tayin ettiği bir savaş” (Lewis 1992:113) fikrinden ziyade “milliyetçilik” ve

“vatanperverlik” ideallerinden kuvvet alan, bu anlayışla hareket eden “modern” bir

ideolojiyi görmek mümkündü.

Mevlevî Alayı, modernleşmekte olan Osmanlı Ordusu içinde, milliyetçilik

ideolojisi ile teşekkül etmiş, “cihad” kavramını da bu merkezden bakarak tanımlamış

bir modernleşme hamlesi idi. Türkiye Cumhuriyetinin, dünyanın tek laik İslâm ülkesi

olma vasfını taşıması, Cumhuriyetin getirdiği laiklik prensibinin değil, XIX. yüzyıldan

beri yaşanan tecrübelerin ürünü olmuştur. Cumhuriyetin geliştirdiği ve uyguladığı

laiklik anlayışının dünyadaki benzersizliğinin, çok fazla kendine özgü olmasının

sebebi de bu tarihi tecrübenin mirasıdır. (Türköne 2003:359-361) Mevlevî Alayı’nın I.

Dünya Savaşı’nda orduya ‘intisâbı’ da yaşanmış bu özgün tecrübelerden biridir. Alayı,

görev yaptığı dönemin diğer gönüllüleri ile karşılaştırdığımız zaman, tarîkat

sikkelerinin dışında ayırt edici bir unsur göremeyiz. Tarîkatların kendilerine has

törenleri ise, dönemin Osmanlı Ordusu için sadece propagandaya yönelik bir anlam

taşımakta ve yine ordu tarafından tanımlanmaktadır. Özetlenecek olursa, I. Dünya

Savaşı’nda Mevlevî Alayı’nın resmî olmayan herhangi bir anlayışı temsîl ettiğini veya

dile getirdiği iddia etmek oldukça zordur.

Mevlevî Alayı hakkında altı çizilmesi gereken bir diğer husus da, Nuri

Köstüklü’nün dikkat çektiği bir mübâlâğadır. Ahmet Avanas’a göre “Mevlevî gönüllüleri

yalnız Mısır Cephesi’nde” savaşmamışlar “Filistin ve Suriye’de de binlerce Mevlevî

vatan uğruna şehit düşmüştür.” (Avanas 1988:15) Elimizdeki belgeler, bu ifade ve

rakamların gerçeklerden çok uzak olduğunu açıkça göstermektedir. Yapılan bir

araştırmaya göre I. Dünya Savaşı’nda Filistin Cephesi’nde, hayatını kaybedenlerin

Konyalıların sayısı ancak üç kişidir (Göktepe 1993:74).

Page 116: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

111

Benzeri bir mübâlâğadan Cemal Paşa da hatıralarında bahsetmektedir:

“İngiliz Generali Murray resmi raporunda bizim kayıplarımızı

8.000 yaralı ve şehit olarak gösteriyor ki, Gazze’de bulunan bütün

kuvvetimiz, hatta aşçı, hastabakıcılar ve seyis gibi muharip olmayan

kimseler bile hesaba katılsa, yine bu miktara çıkamayacağından,

General Murray’ın bu rakamı nereden çıkarmış olduğunu bir türlü

anlayamıyordum.” (Cemal 2001:216)

Farklı konularda, benzer bir mantıkla kaleme alınmış bu iki ifadeyi tahlîl

ettiğimiz zaman, General Murray’ın verdiği rakamların şahsî veya İngiliz ordusunun

menfaatlerini gözeterek, yanlış istihbarat sonucu veya kamuoyunu yanıltmayı

hedefleyerek ortaya çıktığını iddia etmek mümkündür. Ancak, olayların üzerinden

yaklaşık yetmiş sene geçtikten sonra hazırlanan bir metindeki rakamlar, ‘geçmişe

ilişkin mitler’ yaratılmasından başka bir amca hizmet etmemektedir. Daha da vahim

bir sonucu ise, tarihî gerçeklerin kendi ‘ölçeğinde’ değerlendirilmesine de fırsat

tanımamasıdır.

Tüm Osmanlı tarihi boyunca tarîkatların icra ettikleri çok önemli sosyal

fonksiyonlar vardır. Tarîkat mensuplarının I. Dünya Savaşı’na gönüllü iştirak etmeleri,

cephelerde bilfiil savaşmamalarına rağmen, imparatorluktaki zihniyet değişimine dair

önemli izler taşıyan bir girişimdir. Unutmamak lâzımdır ki; cephede yapılan

kahramanlıklar savaşın kazanılmasına imkân verse de, toplumun entelektüel yapısı

ve değerler sisteminde yapılan değişimler çok daha uzun vadeli sonuçlar doğurabilir.

Ayrıca bir yapıya, sahip olduğu ölçeğin ve strüktürünün dışında mânâlar yüklemek, o

yapıyı sadece deforme etmekle kalmayacak; aynı zamanda esas icra ettiği vazifeyi

de gölgeleyecektir.

I. Dünya Savaşı tarihi ise, Türkler için ikili bir etkiyi barındırmaktadır. Balkan

Harbi sonrası yaşanan bozgun, fakirlik ve göçler Türk insanını derinden sarsmıştır.

Page 117: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

112

Özellikle, Çanakkale savunmasında imkânlarının elverdiğinin bile üstünde

fedakârlıklarda bulunan Osmanlılar, millet olma ve vatanın kutsallığı ideallerini ‘tatbikî’

olarak tecrübe etmişlerdir. Ayrıca, Osmanlı tebaa içindeki gayr-ı Türk unsurların

beklenen desteği vermemesi, özellikle Hicaz ve Suriye Cephesi’nde yaşananlar,

“ümmet” idealinin yerini “millîyetçilik” ideolojisine terk etmesine sebep olmuştur.

Ancak, Osmanlı toplumunda “vatan” ve “millet” kavramını pekiştiren, yaşananlar

zorluklar mıdır, yoksa XIX. yüzyıldan beri Türk fikir hayatına girmiş olan bu

kavramların verdiği güçle mi bu zorlukların üstesinden gelinmiştir?

Mevlevî Alayı’na XIX. yüzyılda yaşanan büyük değişimin yaratığı dinamiklerle

bakıldığında, tüm Osmanlı İmparatorluğu’nda hâkim olmaya başlayan ideallerden

soyutlanamayacağı bellidir. Tabiî ki, bu idealleri ve yönetimi paylaşan vatandaşların,

üstlendikleri bazı sorumluluklar da vardır. Bu sorumluluklar, imparatorluktaki bir çok

unsur gibi Mevlevîler tarafından da benimsenmiş ve dervişler ‘vatandaşlık görevlerini’

îfâ etmişlerdir. Bu bilincin kaynaklarını XIX. yüzyılın “milliyetçilik” ideolojisinde aramak

kadar, İslâmiyet’in Müslümanlara telkîn ettiği değerlerde de aramak kabil, fakat

değişimi reddedip, yüzyıllar öncesine bakmak gerçekçi gözükmemektedir.

Page 118: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

113

KAYNAKÇA

AKBAYAR, Nuri. Osmanlı, Yer Adları Sözlüğü, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 2001

AKSAN, Virginia H. “18. Yüzyıl Sonlarında Osmanlı’da Zorunlu Askerlik Stratejileri”, Devletin

Silâhlanması -Ortadoğu’da ve Orta Asya’da Zorunlu Askerlik (1775-1925)-, Der. Erik Jan Zürcher,

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2003

AKŞİN, Sina. “İttihat ve Terakki”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları,

C.V, İstanbul, 1985b

AKŞİN, Sina. “Jön Türkler”, Tanzimat’tan Cumhuriyete Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, C.III,

İstanbul, 1985a

ALBAYRAK, Sadık. Son Devir Osmanlı Uleması, C.V, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kültür İşleri

Daire Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 1996

ALGAR, Hamid. “Nakşbendî Tarîkatının Siyasî Boyutları -II-”, İlim ve Sanat, S.34, İstanbul,1993a

ALGAR, Hamid. “Nakşbendî Tarîkatının Siyasî Boyutları -III-”, İlim ve Sanat, S.35-36, İstanbul, 1993b

ANSARI, Sarah F. D. Sufi Saints and State Power, Cambridge University Press, Melksham, 1992

ARENDT, Hannah. Geçmişle Gelecek Arasında, İletişim Yayınları, Çev. Sina Şener, İstanbul, 1996

ASLANPA, Oktay. “Ribat” Maddesi, Millî Eğitim Bakanlığı İslâm Ansiklopedisi, C.IX, Millî Eğitim

Basımevi, 1993, İstanbul

AŞKAR, Mustafa. Tasavvuf Tarihi Literatürü, Kültür Bakanlığı, Ankara, 2001

ATAY, Falih Rıfkı. Zeytindağı, Bateş Atatürk Dizisi, İstanbul, 1981

AVANAS, Ahmet. Milli Mücadele’de Konya, Atatürk Araştırmaları Merkezi, Ankara, 1988

AY, Resul. XII-XV. Yüzyıllarda, Anadolu’da Derviş ve Toplum: Tarihsel Bir Tipoloji Denemesi,

Hacettepe Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Tarih Anabilim Dalı, basılmamış doktora tezi,

Ankara, 2004

AYDIN, Bilgin. “Osmanlı Devleti’nde Tekkeler Reformu ve Meclis-i Meşayıh’in Şeyhü’l-İslâmlık’a Bağlı

Olarak Kuruluş Faaliyetleri ve Arşivi”, İstanbul Araştırmaları, S.7, İstanbul, 1998

AYKAN, Recep. Kur’an Fihristi, Pınar Yayınları, İstanbul, 2000

Page 119: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

114

BALABAN, Mehmet Ali. Balaban Aşireti Soy Seceresi, yazarın kendi yayını, 1998

BALIVET, Michel. Şeyh Bedreddin -Tasavvuf ve İsyan-, Tarih Vakfı Yurt yayınları, İstanbul, 2000

BARDAKÇI, Mehmet Necmettin. “Osmanlı Devleti’nin İmparatorluğa Geçiş Sürecinde Tasavvuf ve

Tarikatlar”, İslâmiyât, C.II, S.4, Ankara, 1999

BARKAN, Ömer Lütfi. “İstilâ Devirlerinin Kolonizatör Türk Dervişleri ve Zaviyeleri”, Tasavvuf Kitabı,

Haz. Cemil Çiftçi, Kitabevi, İstanbul, 2003

BAYKARA, Resuhi. “Birinci Harbi Umumîde Mücahidin-i Mevleviye Alayı”, Yeni Tarih Dünyası, C.I,

S.3, İstanbul, 1953

BDHTH. Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi –Sina Filistin Cephesi, Harbin Başlangıcından İkinci

Gazze Muharebesi Sonuna Kadar, C.IV, I. Ksm., T.C. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüt

Başkanlığı, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 1979

BDHTHa. Birinci Dünya Harbinde Türk Harbi -Çanakkale Cephesi Harekâtı, 1inci, 2inci ve 3üncü

Kitapların Özetlenmiş Tarihi-, C.V, Genelkurmay Basımevi, Ankara, 2002

BELEN, Fahri. Birinci Cihan Harbinde Türk Harbi -1918 Yılı Hareketleri-, C.V, Genelkurmay Basımevi,

Ankara, 1967

BEYOĞLU, Süleyman. “Millî Mücadele ve Özbekler Tekkesi”,

http://www.uzbekistanerk.org/Erkinfo180603_2tr.htm

BİRDOĞAN, Nejat (Haz.) İttihat ve Terakki’nin Alevîlik-Bektaşîlik Araştırması, Berfin Yayınları, İstanbul

1994

BİRİNCİ, Ali. Hürriyet ve İtilâf Fırkası, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1990

BİRİNCİ, Ali. Tarihin Gölgesinde, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2001

BOZ, Ekrem. Adım Adım Çanakkale Savaş Alanları, Olay Gazetesi, Çanakkale, 1998

CEMAL Paşa. Hatıralar -İttihat ve Terakki, I. Dünya Savaşı Anıları-, Türkiye İş Bankası Kültür

Yayınları, İstanbul, 2001

CEVİZCİ, Ahmet. Felsefe Sözlüğü, “İdeoloji” maddesi, Ekin Yayınları, İstanbul, 1997

Page 120: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

115

ÇATALTEPE, Sipahi. “III. Selim Devri Askerî Islahâtı Nizam-ı Cedîd Ordusu”, Osmanlı, C.VII, Yeni

Türkiye yayınları, Ankara, 1999

ÇATALTEPE, Sipahi. “Osmanlı İmparatorluğunda Yenileşme Hareketlerine Askerî Açıdan Bir Bakış”,

Türk Yurdu, C.XIX-XX, S.148-149, Ankara, 2000

ÇELİK, Cemil. Birinci Dünya Savaşında Sina Filistin Cephesinde Birinci Kanal Seferi, Afyon Kocatepe

Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü’nde hazırlanan basılmamış yüksek lisans tezi, Afyon, 1999

ÇETİN, Halis. “Gelenek ve Değişim Arasında Kriz: Türk Modernleşmesi”, Doğu Batı, S.25, Ankara,

2004

ÇOKER, Fahri. “Tanzîmât ve Ordudaki Yenilikler”, Tanzîmât’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi,

C.V, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985

DABAŞİ, Hamid. İslâm’da Otorite, Çev. Süleyman E. Gündüz, İnsan Yay., 1995, İstanbul

DELCAMBRE, Anne-Marie. Allah’ın Resulü Hz. Muhammed, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2001

DEMİRAĞ, Banu. “Mevlevihaneden Açılan Pencere”, Birinci Uluslararası Mevlânâ, Mesnevî ve

Mevlevihaneler Sempozyum Bildirileri, Manisa, 2002

DEVELLIOĞLU, Ferit. Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Aydın Kitabevi Yayınları, Ankara, 1997

DUMONT, Paul. “Tanzimat Dönemi (1839-1878)”, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Ed. Robert Mantran,

Çev. Server Tanilli, C. II, Cem Yayınevi, İstanbul, 1995

EBÜZZİYA Tevfik. Yeni Osmanlılar Tarihi, C.I, Kervan Yayınları, 1973

ECER, Ahmet Vehbi. Tarihte Vehhabi Hareketi ve Etkileri, Avrasya Stratejik Araştırmalar Merkezi

Yayınları, Ankara, 2001

EDİRNELİ Oruç Beğ. Oruç Beğ Tarihi, Haz. Atsız, Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, tarihsiz

ELDEM, Edhem. “18. Yüzyıl ve Değişim”, Cogito -Osmanlılar Özel Sayısı-, S.19, İstanbul, 1999

EMECEN, Feridun M. İlk Osmanlılar ve Batı Anadolu Beylikler Dünyası, Kitabevi Yayınları, İstanbul,

2001

ERDEN, Ali Fuad. Birinci Dünya Harbinde Suriye Hatıraları, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2003

Page 121: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

116

ERDOĞAN, Kenan. Niyâzî-i Mısrî Dîvânı, Akçağ Yayınları, Ankara, 1998

ERDOĞAN, Mustafa. Abdülbâki Baykara Dede, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2003

ERICKSON, Edward. J. Size Ölmeyi Emrediyorum, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003

ERKMAN, Fatma. Göstergebilime Giriş, Alan Yayıncılık, İstanbul, 1987

FALLS, Cyrıl. “World War I: Turkish Campaigns” Maddesi, Encylopedia Americana, C.29, Americana

Corporation, Philipines, 1979

FAROQHI, Suraiya. Anadolu’da Bektaşilik, Çev. Nasuh Barın, Simurg Yayınları, İstanbul, 2003

GENÇ, Mehmet. Osmanlı İmparatorluğunda Devlet ve Ekonomi, Ötüken Yayınları, İstanbul, 2002

GEORGEON, François ve Paul Dumont. “Bir İmparatorluğun Ölümü (1908-1923)”, Osmanlı

İmparatorluğu Tarihi, Ed. Robert Mantran, Çev. Server Tanilli, Cem Yayınevi, İstanbul, 1995b

GEORGEON, François. “Son Canlanış (1878-1908)”, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Ed. Robert

Mantran, Çev. Server Tanilli, Cem Yayınevi, İstanbul, 1995a

GIDDENS, Jackson A. “Propadanda” Maddesi, Encylopedia Americana, C.22, Americana Corporation,

Philipines, 1979

GÖKTEPE, Cihat. Birinci Dünya Harbi’nde Konya’dan Şehid Olanlar Üzerine Bir İnceleme, Konya

Selçuk Üniversitesi, basılmamış yükseklisans tezi, 1993

GÖLPINARLI, Abdülbâki. “Şemsîyye” Maddesi, İslâm Ansiklopedisi, C.XI, Millî Eğitim Bakanlığı

Yayınları, İstanbul, 1993

GÖLPINARLI, Abdülbaki. Melâmilik ve Melâmîler, Gri Yayın, İstanbul, 1992

GÖLPINARLI, Abdülbâki. Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkılap ve Aka Kitapevleri, İstanbul, 1983

GÖLPINARLI, Abdülbâki. Tasavvuf’tan Dilimize Geçen Deyimler ve Atasözleri, İnkılap ve Aka

Kitbevleri, İstanbul, 1977b

GÖYÜNÇ, Nejat. “Mevlâna Müzesi Arşivi”, II. Millî Mevlâna Kongresi -Tebliğler-, Selçuk Üniversitesi

Basımevi, Konya, 1987

GÜNDÜZ, İrfan. “Yeniçeri Ocağı’nın İlgasından Sonra Meydana Gelen Bazı Tasavvufî Gelişmeler”,

İLAM Araştırma Dergisi, C.II, S.1, İstanbul, 1997

GÜNDÜZ, İrfan. Osmanlılarda Devlet/Tekke Münasebetleri, Seha Neşriyat, İstanbul, 1989

Page 122: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

117

GÜRSOY, Gülmisal. Zerredeki Okyanus, yazarın kendi yayını, İstanbul, 2003

HAFIZ İbrahim. “Cihad Hatıralarından: Bir Ketibe-i İclâl, Mevlevî Gönüllüleri”, Sebîlü’r-Reşad, C.13,

S.327, İstanbul, 5 Şubat 1330, 3 Rebî-ül-âhır 1333

HAKSEVER, Ahmed Cahid. Son Dönem Osmanlı Mevlevilerinden Ahmet Remzi Akyürek, Kültür

Bakanlığı Yayınları, Ankara, 2002

HOLBROOK, Victoria R. Aşkın Okunmaz Kıyıları –Türk Modernitesi ve Mistik Romans-, Çev. Erol

Köroğlu - Engin Kılıç, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998

HOLT, P. M. Ann K. S. Lambton, Bernard Lewis (Ed.), “Mısır ve Bereketli Hilal’de Osmanlı Devletinin

Son Devirleri”, Çev. Kasım Turhan, İslâm Tarihi -Kültür ve Medeniyeti-, İstanbul, 1997

HOURANİ, Albert. Arap Halklarının Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000

IŞIN, Ekrem. “İstanbul’da Mevlevî Şeyh Aileleri ve Mevlevîliğin Bir İmparatorluk Tarikatı Olarak

Örgütlenmesi”, Birinci Uluslararası Mevlânâ Mesnevî ve Mevlevihânler Sempozyumu Bildirileri”,

Manisa, 2001

IŞIN, Ekrem. “İstanbul’un Mistik Tarihinde Beşiktaş/Bahariye Mevlevîhânesi”, İstanbul, S.6, İstanbul,

1993

IŞIN, Ekrem. “Modernleşme Çağında Mevlevîlik: Siyâset, İdeoloji ve Örgütlenme”, X. Milli Mevlâna

Kongresi -Tebliğler-, Selçuk Üniversitesi, Konya, 2002

IŞIN, Ekrem. “Nakşibendîlik” Maddesi, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.VI, Kültür Bakanlığı

ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, İstanbul, 1994

İbn HALDUN. Mukaddime, Haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul,1982

İLGÜREN, Mücteba. “Yeniçeriler” Maddesi, İslâm Ansiklopedisi, C.XIII, Millî Eğitim Bakanlığı Yayınları,

İstanbul, 1993

İNAL, İbnülemin Mahmut Kemal. Son Asır Türk Şairleri, C.1, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1988a

İNAL, İbnülemin Mahmut Kemal. Son Asır Türk Şairleri, C.2, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1988b

İNAL, İbnülemin Mahmut Kemal. Son Asır Türk Şairleri, C.3, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1988c

İNAL, İbnülemin Mahmut Kemal. Son Asır Türk Şairleri, C.4, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1988d

İNALCIK, Halil. Osmanlı İmparatorluğu Klâsik Çağ, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 2003

İNALCIK, Halil. Osmanlı İmparatorluğu -Toplum ve Ekonomi-, Eren Yayıncılık, İstanbul, 1996

İZBUDAK, Veled Çelebi. “Müslümanlık ve Müslümanlar”, Nesil, C.3, S.5, İstanbul, 1979

Page 123: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

118

İZBUDAK, Veled Çelebi. Hatıralarım, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1946

KAFADAR, Cemal. “Yeniçeriler” Maddesi, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.XII, Kültür

Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, İstanbul, 1994

KARA, İsmail. Biraz Yakın Tarih Biraz Uzak Hurafe, Kitabevi, İstanbul, 1998

KARA, Mustafa. “Derviş ve Savaş”, Mâvera, C.8, S.96, İstanbul, 1984

KARA, Mustafa. “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Tasavvuf ve Tarîkatlar”, Tanzimat’tan Cumhuriyete

Türkiye Ansiklopedisi, C.IV, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985

KARA, Mustafa. Din, Tekkeler ve Zaviyeler, Dergâh Yayınları, Ankara, 1990

KARA, Mustafa. Metinlerle Günümüz Tasavvuf Hareketleri, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2002

KARA, Mustafa. Tasavvuf Ve Tarikatlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994

KARABEKİR, Kâzım. Birinci Cihan Harbine Nasıl Girdik, C.II, Emre Yayınları, İstanbul, 1995

KARAL, Enver Ziya. Osmanlı Tarihi, C.V, Türk Tarih Kurumu Yayınları, Ankara, 1983

KARATEKE, Hakan T. Padişahım Çok Yaşa, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2004

KARAY, Refik Halid. Guguklu Saat, Semih Lûtfi Kitapevi, İstanbul, tarihsiz

KARPAT, Kemal H. Ottoman State and its Place in the World History, Lieden, 1975

KAYA, Muharrem (Haz.). “Islahât Fermânı”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce –Tanzîmât ve

Meşrutiyet’in Birikimi-, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001b

KAYA, Muharrem (Haz.). “Tanzîmât Fermanı”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce –Tanzîmât ve

Meşrutiyet’in Birikimi-, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001a

KAYAOĞLU, İsmet. “Sultan-Mevlevî İlişkilerine Genel Bir Bakış”, X. Milli Mevlâna Kongresi, Selçuk

Üniversitesi, Konya, 2002

KEYDER Çağlar ve Huri İslâmoğlu. “Osmanlı Tarihi Nasıl Yazılmalı? Bir Öneri”, Toplum ve Bilim, S.1,

İstanbul, 1977

KOÇİBEY. Koçibey Risâlesi, Haz. Yılmaz Kurt, Akçağ Yayınları, Ankara, 1998

KOÇU, Reşad Ekrem. Yeniçeriler, Koçu Yayınları, İstanbul, 1964

KORUCUOĞLU, Nevin. Veled Çelebi İzbudak, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1994

Page 124: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

119

KÖPRÜLÜ, Fuad. Osmanlı Devleti’nin Kuruluşu, Türk tarih Kurumu, Ankara, 1999

KÖPRÜLÜ, Fuad. Türk Edebiyatında İlk Mutasavvıflar, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları, Ankara,

1984

KÖSTÜKLÜ, Nuri. “Balkan ve I. Dünya Harplerinde Mevlevîhâneler”, XII. Türk Tarih Kongresi

Ayrıbasım, Türk Tarih Kurumu Basımevi, Ankara, 2000

KÖSTÜKLÜ, Nuri. “Vatan Savunmasında Gönül Erleri: Mücâhidîn-i Mevleviye Alayı”, X. Millî Mevlana

Kongresi -Tebliğler-, Konya, Selçuk Üniversitesi, Konya, 2002

KÖSTÜKLÜ, Nüri. “ Balkan Harbi Sırasında Kıbrıs Türkleri’ne Yapılan Baskılar ve Kıbrıs

Mevlevihanesi’nin Faaliyetleri”, Kıbrıs Araştırmaları Dergisi, Gazimagusa, 1996

Kurân-ı Kerîm ve Açıklamalı Meâli, Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, 1997

KÜÇÜK, Hülya. Kurtuluş Savaşı’nda Bektâşiler, Kitap Yayınevi, İstanbul, 2003

KÜÇÜK, Sezai. “Manisa Mevlevîhânesi”, Manisa Araştırmaları, T.C. Celal Bayar Üniversitesi, Manisa,

2002b

KÜÇÜK, Sezai. “Suriye’de İki Mevlevihane: Halep ve Şam Mevlevihaneleri”, Birinci Uluslararası

Mevlânâ, Mesnevî ve Mevlevîhaneler Sempezyum Bildirileri , T.C. Celal Bayar Üniversitesi, Manisa,

2002a

KÜÇÜK, Sezai. Mevlevîliğin Son Yüzyılı, Simurg Yayınları, İstanbul, 2003

LEE, Hee Soo. “II. Abdülhamid ve Doğu Asya’daki Pan-İslamist Siyaseti”, Osmanlı, C.II, Yeni Türkiye

Yayınları, Ankara, 1999

LEWIS, Bernard. İslâm’ın Siyasal Dili, Çev. Fatih Taşar, Rey yayıncılık, Kayseri, 1992

LEWIS, Bernard. Modern Türkiye’nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2000

LEWIS, Bernard. Tarihte Araplar, Çev. Hakkı Dursun Yıldız, Anka Yayınları, İstanbul, 2001

MÉLIKOFF, Iréne. “1826’dan Sonra Bektaşîler Tarîkatı”, Tuttum Aynayı Yüzümü Ali Göründü Gözüme,

Çev. İlhan Cem Erseven, Ant Yayınları, İstanbul, 1997

MÉLIKOFF, Iréne. Uyur İdik Uyardılar, Çev. Turan Alptekin, Cem Yayınevi, İstanbul, 1993

MARDİN, Şerif. “Yeni Osmanlı Düşüncesi”, Tanzimat ve Meşrutiyet’in Birikimi, Ed. Tanıl Bora, Murat

Gültekin, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001

MARDİN, Şerif. Türk Modernleşmesi, Der. Mümtaz’er Türköne – Tuncay Önder, iletişim Yayınları,

İstanbul, 2000

MARTIN, B.G. Sömürgeciliğe Karşı Afrikada Sufi Direniş, Çev. Fatih Tatlıoğlu, İnsan Yayınları,

İstanbul, 1988

Page 125: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

120

MAYER, Hans Georg. “İctimâî Tarih Açısından Osmanlı Devleti’nde Ulemâ-Meşâyih Münâsebetleri”,

Çev. Hüseyin Zamantılı, Kubbealtı Akademi Mecmuası,C.IX, S.IV, İstanbul, 1980

MAZIOĞLU, Hasibe. “Ahmed Remzi Akyürek -Remzi Dede-”, Milli Mevlâna Kongresi -Tebliğler-,

Konya, 1986

MERAD, Ali. Çağdaş İslam, Çev.Cüneyt Akalın, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993

MOREAN, Odile. “Fransız Belgelerinin Işığında 1908 Jön Türk Devrimi ve Askerî Reformları”, XII. Türk

Tarih Kongresi -Kongreye Sunulan Bildiriler-, III. Cilt, Ankara, 1999

MUSLU, Ramazan. Osmanlı Toplumunda Tasavvuf -18. yüzyıl-, İnsan Yayınları, İstanbul, 2003

NASRULLAH, Binbaşı M. Kolağası M. Rüşdü, Mülazım M. Eşref, Osmanlı Atlası -XX. Yüzyıl Başları-,

Haz. Rahmi Tekin, Yaşar Baş, Osmanlı Araştırmaları Vakfı, İstanbul, 2003

NEUMANN, Christoph K. “19. Yüzyıla Girerken Konya Mevlevî Asitanasi ile Devlet Arasındaki İlişkiler”,

II. Milletlerarası Osmanlı Devleti’nde Mevlevîhaneler Kongresi -Tebliğler-, Konya, 1996

OA. Osmanlı Ansiklopedisi, “Siyasi Tarih:V. Mehmed Reşad 1909-1918”, C.VII, Ağaç Yayıncılık,

İstanbul, 1993

OCAK, Ahmet Yaşar. “Klasik Dönem Osmanlı Toplumsal Hayatında Dinî Akımlara Kısa Bir Bakış”,

İslâmiyât, C.II, S.4, Ankara, 1999

OCAK, Ahmet Yaşar. Babaîler İsyanı, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2000

OCAK, Ahmet Yaşar. Sarı Saltık, Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2002a

OCAK, Ahmet Yaşar. Tasavvuf, Sufîler ve Tarikatlar, Tekkeler, Osmanlı Uygarlığı, C.I, Kültür

Bakanlığı, İstanbul, 2003

OCAK, Ahmet Yaşar. Türk Sufîliğine Bakışlar, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002b

ORTAYLI, İlber. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Milliyetçilik -En Kalıcı Miras-“, XIII. Türk Tarih Kongresi,

C.III, Ankara, 2002

ORTAYLI, İlber. İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İletişim Yayınları, İstanbul, 1999

ORTAYLI, İlber. Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İletişim Yayınları, İstanbul, 1998

OSMANOĞLU, Ayşe. Babam Sultan Abdülhamit: Hatıralarım, Selçuk Yayınları, Ankara, 1986

ÖNDER, Mehmet. “Milli Mücadeleye Destek Veren Bir Anadolu Gazetesi, Babalık (Konya)”, XII. Türk

Tarih Kongresi -Kongreye Sunulan Bildiriler-, IV. Cilt, Ankara, 1999

ÖNDER, Mehmet. “Son Çelebiler”, Resimli Tarih Mecmuası, C.6, S.61, İstanbul, 1956

Page 126: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

121

ÖNGÖREN, Reşat. Osmanlılar’da Tasavvuf: Anadolu’da Sûfiler, Devlet ve Ulema (XVI. Yüzyıl), İz

Yayıncılık, İstanbul, 2000

ÖZ, Baki. Kurtuluş Savaşında Alevi-Bektaşiler, Cumhuriyet Yayınları, İstanbul, 1989

ÖZCAN, Abdülkadir. “Osmanlılar’da Askerî Teşkilat”, Osmanlı Ansiklopedisi, C.IV, Ağaç Yayıncılık,

İstanbul, 1994

ÖZCAN, Azmi. “Osmanlılar ve Hilâfet”, Osmanlı, C.VII, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999

ÖZDOĞAN, Günay Göksu. “Dünyada ve Türkiye’de Turancılık”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce -

Milliyetçilik-, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002

ÖZKAN, Cemal. “Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Savaşlar ve Antlaşmalar”, Tanzimat’tan Cumhuriyete

Türkiye Ansiklopedisi, İletişim Yayınları, C.V, İstanbul, 1985

ÖZLEM, Doğan. “Türkiye’de Pozitivizm ve Siyaset”, Modern Türkiye’de Siyasî Düşünce –

Modernleşme ve Batıcılık-, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002

ÖZÖNDER, Hasan. “Yangınlarla Kaybettiğimiz Yenikapı Mevlevîhânesi”, IX. Milli Mevlâna Kongresi -

Tebliğler- Selçuk Üniversitesi Basımevi, Konya, 1998

ÖZTUNA, Yılmaz. Resimlerle Türkiye Tarihi, Hayat Yayınları, İstanbul, 1970

ÖZTÜRK, Mehmet Cemal. Cerrahilik, Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2004

PAKALIN, Mehmet Zeki. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.I, Millî Eğitim Bakanlığı

Yayınları, İstanbul, 1993a

PAKALIN, Mehmet Zeki. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.II, Millî Eğitim Bakanlığı

Yayınları, İstanbul, 1993b

PAKALIN, Mehmet Zeki. Osmanlı Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, C.III, Millî Eğitim Bakanlığı

Yayınları, İstanbul, 1993c

PALA, İskender. “Kadri Dede (Şeyh)” Maddesi, Türk Dili Edebiyatı Ansiklopedisi, C.V, Dergâh

Yayınları, İstanbul, 1982

PARLATIR, İsmail. “Mevlana Soyundan Gelen ve Konya Mevlevîhanesinde Yetişen Veled Çelebi ve

Onun Türk Dili Sözlüğü”, Birinci Uluslar arası Mevlânâ ve Mevlevîhaneler Sempozyumu Bildirileri,

Manisa, 2002

Page 127: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

122

PETROSYAN, Irina. “Osmanlı İmparatorluğu’nda Askeri Reformlar Konusunda İlk Girişim: XVI.

Yüzyılın Sonu İle VXII. Yüzyılın Başında Yeniçeri Ocağı”, Osmanlı, C.VI, Yeni Türkiye yayınları,

Ankara, 1999

PIRENNE, Henri. Ortaçağ Avrupası’nın Ekonomik ve Sosyal Tarihi, Çev. Uygur Kocabaşoğlu, Alan

Yayıncılık, İstanbul, 1983

POLAT, Nazım H. Müdafaa-i Milliye Cemiyeti, Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara, 1991

PRATT, Hugo. Corto Maltese -Etiyopyalılar- (Çizgiroman), Çev.Mehmet Emin Özcan, Dost Kitabevi

Yayınları, Ankara, 2004

RAHMAN, Fazlur. Ana Konularıyla Kur’an, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2000a

RAHMAN, Fazlur. İslâm, Çev. Mehmet Dağ, Mehmet Aydın, Ankara Okulu Yayınları, Ankara, 2000b

RAMSAUR, E.E. The Young Turks: Prelude to the Revolution of 1908, Princeton, New Jersey, 1957

REYNOLDS, Francis J. - Churchill, Allen L. (Ed.) “Failure of Holy War Propaganda”, The Story of the

Great War -History of the European War from Official Sources-, V.III, P.F. Colier & Son, New York,

[c1916]

RICKMAN, H. P. Anlama ve İnsan Bilimleri, Çev. M. Dağ, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1992

RIZVI, S. A. A. “Geleneksel Toplumun Çözülüşü”, Çev. Salih Şimşek, İslâm Tarihi -Kültür ve

Medeniyeti-, C.II, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1997

ROFF, William R. “Ondokuzuncu Yüzyılda Güneydoğu Asya’da İslâm”, Çev. Hürrem Yılmaz, İslâm

Tarihi -Kültür ve Medeniyeti-, C.III, Kitabevi Yayınları, İstanbul, 1997

SAKAOĞLU, Necdet. “Ayastefanos Antlaşması” Maddesi, Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, C.I,

Kültür Bakanlığı ve Tarih Vakfı Ortak Yayını, İstanbul, 1993

SAKAOĞLU, Necdet. Bu Mülkün Sultanları, Oğlak Yayınları, İstanbul, 2000

SARISAMAN, Sadık. Birinci Dünya Savaşı’nda Türk Cephelerinde Beyannamelerle Psikolojik Harp,

Genelkurmay Basım Evi, Ankara, 1999

SCHIMMEL, Annemarie. Mystical Dimansions Of Islam, The University of North Caroline Press,

Chapel Hill, 1975

SKSÜD, Süheyl Ünver. Edirne Mevlevîhânesi, Süleymâniye Kütüphânesi, Defter No:59

Page 128: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

123

Şaban Bıyıklı, Dergâh Edebiyat Sanat Kültür Dergisi, C.VII, S.75, İstanbul, 1996c

ŞAHİN, Seyit. Birinci Dünya Harbinde Dördüncü Ordu Faaliyetleri, Selçuk Üniversitesi, Atatürk İlke ve

İnkılâp Tarihi’nde Hazırlanan basılmamış doktora tezi, Konya, 1997

ŞAPOLYO, Enver Behnan. Mezhepler ve Tarîkatlar Tarihi, Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1964

ŞEMSEDDİN, Mehmed. Bursa Dergâhları -Yâdigâr-ı Şemsî-, Haz. Mustafa Kara, Kadir Altansoy,

Uludağ Yayınları, Bursa, 1997

ŞİBAY, Halim Sabit. “Cihâd” Maddesi, Millî Eğitim Bakanlığı İslâm Ansiklopedisi, C.III, Millî Eğitim

Basımevi, İstanbul, 1993

TANMAN, Baha. “İstanbul Mevlevîhâneleri”, Osmanlı Araştırmaları, S.XIV, Enderun Kitabevi, İstanbul,

1994

TEKİN, Şinasi. “Türk Dünyasında Gazâ ve Cihâd Kavramları Üzerine Düşünceler”, Tarih ve Toplum,

C.19, S.109, İletişim Yayınları, İstanbul, 1993

TEVFİK, Neyzen. Azab-ı Mukaddes, Ayyıldız Yayınları, Ankara, 1994

TOSH, John. Tarihin Peşinde, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, Çev. Özden Arıkan, İstanbul, 1997

TÜRKMEN, Zekeriya. “Mütareke Döneminde Ordunun Durumu ve Yeniden Yapılanması (1918-1920),

Türk Tarih Kurumu, Ankara, 2001

TÜRKÖNE, Mümtaz’er. Türk Modernleşmesi, Lotus Yayınevi, Ankara, 2003

TYAN, E. “Djhad” Maddesi, The Encyclopedia of Islam, C.II, E.J. Brill, Lieden, 1983

ULUDAĞ, Süleyman. “Futûh-Futûhât” Maddesi, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Marifet Yayınları,

İstanbul, 1995

ULUDAĞ, Süleyman. “Tasavvuf Karşıtı Akımlar ve İbn Teymiyye’nin Tasavvuf Felsefesi”, İslamiyât,

C.II., S.3, Ankara, 1999

UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı. Osmanlı Tarihi, C.I, Türk tarih Kurumu Yayınları, 7. Baskı

ÜLKEN, Hilmi Ziya. İslam Düşüncesi: Türk Düşüncesi Tarihi Araştırmalarına Giriş, Haz. Gülseren

Ülken, Sait Maden, ÜLKEN Yayınları, İstanbul, 1995

ÜLKEN, Hilmi Ziya. Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Ülken Yayınları, İstanbul, 2001

Page 129: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

124

ÜNVER, Süheyl. “Osmanlı İmparatorluğu Mevlevihaneleri Son Şeyhleri”, Mevlâna Güldestesi, Turizm

Derneği, Konya, 1964

WEBER, Max. Sosyoloji Yazıları, Çev. Taha Parla, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002

YAHYÂ Âgah b. Sâlih el-İstabunlî, Tarikat Kıyafetlerinde Sembolizm, Ocak Yayıncılık, İstanbul, 2002

YAŞAR, Yücel ve Ali Sevim. Klasik Dönem Üç Hükümdar -Fâtih, Yavuz, Kanûnî-, Türk Tarih Kurumu,

Ankara, 1991

YILDIRIM, Cihat. Abdullah Kemâl Hatıratına Göre 1914 – 1918 Arası Osmanlı Devleti’nin Askerî,

Siyasî ve Sosyal Durumuna Dair Bazı Düşünceler, Konya Selçuk Üniversitesi, basılmamış yüksek

lisans tezi, Konya, 1992

YILMAZ, H.K. “Esad Erbili” Maddesi, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, C.XI, Ankara, 1995

YURDAYDIN, Hüseyin G. İslâm Tarihi Dersleri, Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara, 1971

YÜCER, Hür Mahmut. Osmanlı Toplumunda Tasavvuf (19. Yüzyıl), İnsan Yayınları, İstanbul, 2003

ZİYA, Mehmet. Yenikapı Mevlevihanesi, Haz. Yavuz Senemoğlu, Tercüman 1001 Temel Eser,

İstanbul, tarihsiz

ZÜRCHER, Erik Jan. “Teoride ve Pratikte Osmanlı Zorunlu Askerlik Sistem (1844-1918)”, Devletin

Silâhlanması -Ortadoğu’da ve Orta Asya’da Zorunlu Askerlik (1775-1925)-, Der. Zürcher, Erik Jan

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları, İstanbul, 2003

Page 130: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

1

EK - 1

Hareket Ordusundaki Rumeli gönüllülerinden ikisi.

(Sacit Kutlu arşivinden Toplumsal Tarih dergisi iktibâs etmiştir.)

Page 131: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

2

EK - 2

ATASE, KOL:BDH, KLS:1993, DOS:151, A:1-66, D:151, F:1-8

Page 132: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

3

EK – 2a

-muhtıra-

Birinci Kolordu-yu Hümâyûn

Ahz-ı Asker Heyet-i Riyâseti

Numero: 2656

Ordu Dairesi Riyâseti’ne,

Taife-i mevleviyyeden olmak üzere teşkîl edilecek olan gönüllü taburuna dahil olacaklar henüz silah altına

alınmamış mükellef ve gayr-i mükelleflerden icrâsı icab edüp, bunun silah altına alınması bulunanlara teşmîl

edilmemesine dâire-i âlîlerince 10 Kanunuevvel 330 tarih ve 431 numerolu i’lâmı iktizasından olmakla, ol vechiyle

11 Mah tarih ve 1860 numeralu telgraflar Konya kalemine tebliğ edilmişti, 13 Kanunievvel 330 tarih ve ikmal, 479,

6590 numaralı emr-i nezaret penâhî 14 Mah tarih ve 1879 numerolu telgrafla Konya, Eskişehir ve kalemleriyle

ta’mîmen tebliğ edildi. 21 Kanunisâni 330 tarih ve 319 numerolu tezkere üzerine de kezâlik üç kaleme 21 mah

tarih ve 2529 numaralı telgrafla tebligat îfâ edilmiş ve 31.11.330 tarih ve 1906 numerolu son muhtıra mûcibince

dahi Eskişehir kalemine te’kiden telgrafla tebligat îfâ kılınmıştır, bundan başka kolordudan telâkkî edilmiş emir

mûcibince mevleviler taburuna iktiza eden hayvanâtın da mümkün olduğu derecede i’tâ’sı da vaktiyle Konya ve

Eskişehir kalemlerine yazılmıştır. Bir de taif-i mevleviden olmayup, muhibbân bulunmasından Karahisar

Şubesi’nce gönüllü kaydına müsaade olunmayarak sıhıyye bölüğüne sevk edilen ve ba’dü şikâyet olan 301

numaralı bir nefer, imam münasebetiyle Karahisar Postnişîni Efendi tarafından vaki’ olan müracaat üzerine

kolorduya yazılarak, orduca merkumun gönüllü taburuna imam olarak nakline müsaade olunmuştur. Ve merkum

tabura bil-iltihak hareket dahi etmiştir. Min’el’aleyh şikâyet-i vakıa’, taife-i mevleviyyeden olmayup, muhibbândan

olanların dahi talep edilmiş ve şuâbatça emr-i hilâfına hareket edilmemesinden ileri gelerek mesele Çelebi Efendi

Hazretleri’ne kadar aks etmiş ve müşârün-ileyh tarafından müracaat-ı ahireye sebep olmuştur. Ahz-ı askerce

telakkî edilen emirler vakt-i zamanıyla vazifedârâne tebliğ ve ahkâm-i icrâ ettirilmiş olduğu maruzuyla berây-ı

malumat takdim kılındı.

2 Şubat 330

Nur-i Osmanî’den

7. Kolordu-yu Hûmâyun

Ahz-ı Asker Heyeti

(Damga)

Muhibbânlar da arzu edenlerin mevlevi gönüllü taburuna verilmesi kararlaştırılmıştı. Yapılan muamele muvaffıktır.

Hıfz.

Page 133: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

4

EK - 3

Süheyl Ünver, Edirne Mevlevîhânesi, Süleymâniye Kütüphânesi, Defter No: 59

Page 134: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

5

EK - 3a Mevlevî Taburu Erkânı: Kanûn-ı evvel 330 da Şam’da Cihad-ı Ekbere iştirâk eden Mevlevî dergâhları postnişînleri cedveli

Maiyyeti

1 Konya Mevlânâ postnişîni Reşadetlü Çelebi Efendi 110

2 Karahisar postnişîni Celâleddîn Çelebi Efendi 63

3 Manisa postnişîni Celâleddîn Efendi 10

4 Halep postnişîni Ahmed Remzi Efendi 28

5 Bursa postnişîni Şemseddîn Efendi 67

6 Yenikapı postnişîni Abdülbâki Efendi 138

7 Kasımpaşa postnişîni Seyfeddîn Efendi 5

8 Gelibolu postnişîni Burhaneddîn Efendi 7

9 Kastamonu postnişîni Amil Çelebi Efendi 29

10 Edirne postnişîni Salahaddîn Efendi 38

11 Ankara postnişîni Nuri Efendi 25

12 Denizli postnişîni Hasan Ali efendi 11

13 Tire postnişîni Hayrullah Efendi 46

14 İzmir postnişîni Nuri Efendi 40 Şeyhi İzmir’de ölür

15 Eskişehir postnişîni Şemseddîn Efendi 15 Şeyhi Şam’da ölür

16 Bahariye postnişîni Nazîf Efendi 9 Şeyhi vefat etti

17 Aydın postnişîni Sakıb Efendi 2

18 Bilecik postnişîni Bahareddîn Efendi 2

19 Karaman postnişîni Veled Çelebi Efendi 9 Karaman şeyhi vefat etmiştir

20 Beyşehir postnişîni Arif Çelebi Efendi 4

21 Sıvas postnişîni Reşid Çelebi 15 Şeyhi vefat etmiştir

22 Ayntab postnişîni İsmail Hakkı Çelebi Efendi 9

23 Kilis postnişîni Ahmed Sabuhî Efendi 31

24 Erzincan postnişîni Hacı İbrahim Hakkı Efendi 27

25 Samsun postnişîni Hacı Mehmed Emin Efendi 38

26 Maraş postnişîni Selim Efendi 13

27 Antak/l(?)ya postnişîni Mehmed Şah Efendi 8

27 Çankırı Mevlevîhânesi şeyhi Hasîb Efendi 33 -Mükerrer-

28 Tokad postnişîni Hadi Efendi 31

29 Üsküdar postnişîni Ferruh Çelebi Efendi 4

30 Muğla postnişîni Cemâleddîn Efendi 13

31 Burdur postnişîni Fehmi Efendi 2 Şeyhi vefat etmiştir

32 Amasya postnişîni Hüsameddîn Efendi 2

33 Kütahya postnişîni Sakıb Efendi 11

34 Lazkiye postnişîni Ragıb Efendi 1

34 Çorum postnişîni Hüsameddîn Efendi 5

35 Eğridir postnişîni Osman Nuri Efendi 2 Şeyhi vefat etmiştir

36 Kayseri postnişîni Hüsameddîn Efendi 3

37 Urfa postnişîni Hüsameddîn Efendi 5 Şeyhi vefat etmiştir

38 Trablusşam postnişîni Şefîk Efendi 3

39 Humus postnişîni Abdürrahim(?) Kamil Efendi 4 Şeyhi vefat etmiştir

40 Niğde postnişîni Hüsameddîn Efendi 10

41 Kudüs postnişîni Adil Efendi 5

42 Galata postnişîni Ahmed Efendi 9

43 Islâhıye postnişîni İştirâk eden 10

44 Taraf-ı sâire meşayıhı 8

Haydarpaşa’da iştirâk eden sıhhiye efradı 20

45 Şam-ı Şerif Mevlevîhânesi şeyhi Said Efendi 32

46 Ulukışla Mevlevîhânesi şeyhi Said(?) Efendi 4

Page 135: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

6

EK – 4

Hafız İbrahim, “Cihad Hatıralarından: Bir Ketibe-i İclâl, Mevlevî Gönüllüleri”,

Sebîlü’r-Reşad, C.13, S.327, 5 Şubat 1330, 3 Rebî-ül-âhır 1333, İstanbul, s.117

Page 136: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

7

EK – 4a

MEVLEVİ GÖNÜLLÜLERİ

13/Kanûnisani/1330

Hava, Fasl-ı rebiî’n son günlerindeki kadar cîd-u ruhperver; yed-i ulyayı sâniîn icad ve ikâd eylediği neyyir-i

âlemtâb açık, nilgûn semayı feyz-i rahmetten afak-ı şehre furuğlar ibtisamlar serpiyor. Acı, tatlı binlerce şü’un ve

vekaia sahne-i ceryan olmuş olan Bab-ı Ali Caddesi evvelki günkü gibi yine cûşân ve huruşân bir mevkib-i zafer-i

mevudun bank-i uluhiyyeti-i kâvi’nine makes.

Güzergâhtaki umumi, hususi bi’lcümle mebânı... dükkânlar, ticarethaneler, allı beyazlı necm-i hilâl ile pirayedâr

bayraklarla donatılmış.

Cihan muallay-ı İslâm’ın firûzan bir mihr-i irfan ve feyzakîni olan Hazret-i Mevlanâ’nın sehhar ve ilahi neva nây-ı

nalan-ı aşkından iktibas-ı zerrat ve cezabat eyleyen mevlevi gönüllülerinin, bugün gulgulat-ı tekbir ve tehil ile

titretüb inlettikleri pay-i taht caddeleri meşyî imkansız kılacak derecede bir cem-i gafîr ile dolup taşmıştır.

Ben bu gün aynı emel-i itilâ ile müteheyyic bütün bir ruh kesilen dar-ül hilâfenin nâ-mesbuk şevk ve tahâliki

karşısında server-i du-cihanın çeharyar-ı güzinin, hulefa ve selâtin-i izamımızın tarih-i satvet ve mefharetimizdeki

müebbet ve lâyemut menkıbelerinin şahid-i vukuû olan müstesna günleri iştiyak ve heyecanla anarak sevindim.

Makarr-ı hilafet ve saltanattan Nîl-i mübarekin reyyan kıldığı diyar-ı muazzeze-i İslâm’a doğru zemzemedâr bir

cuy-ı bâr-ı hamaset şeklinde akub gidecek, o hıtta-ı mütehassireye yaklaştıkça tezyîd-i azamet ve mehabet

edecek bu kevkebe-i muvahidînin, hub-u ilahiye tecelligâh olan kulub-u mütehassisede husule getirdiği tesir-i

gaşyâveri duymak, tasavvur edebilmek kilometrelerce uzayan rehgüzarı baştan başa kat’ ve müşahede eylemek

gerek idi.

Fariza-i mukaddese-i cihadı, halife-i zinşânımızın ihsan buyurdukları rayet-i celilenin mütemevvic saye-i

gulgûnunda şad ve handan edaya azm eden, sikkepûş mücahidler zümresi, bugün cennet makkar-ı fatih-i Mısr,

Yavuz Sultan Selim Han Hazretleri’nin türbe-i şerifesini ziyaretle ruh-u pür fütuhuna arz-ı tahiyyat ettiler. Sevgili

padişahımız efendimiz hazretlerinin ve yüzbinlerce din kardeşlerinini, samimi, hayırlı dualarını alarak enbiya ve

evliya mehdine İslam matlahına mütevvechen şehrimizden müfarekât eylediler. Ve düşmanlarımıla arslanlar gibi

çarpışan mert ihvanımıza muvaffakiyet ihsan buyursun. Amin.

Hafız İbrahim

Beşiktaş

Page 137: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

8

EK - 5

Mevlevî taburu teşkil eyledi Sultan Reşad

Feyz-i Mollâ dâd-res Allah u a’lem bir-reşâd

Avn-ı Hakk’la eyleriz meydân-ı harbde biz cihad

Cünd-i Mevlânâ’yı mansur eyle yâ Rabbe’l-İbâd

Salikân-ı Mevlevî meydân-ı harbe hû sala

Cânişîn-i Hazret-i Moll’ya farzdır iktidâ

İşte hâzırdır gelin aşk ile meydân-ı vefâ

Cünd-i Mevlânâ’yı mansur eyle yâ Rabbe’l-İbâd

Pîrimiz pîşuvâmız Hazret-i Molla Celâl

Kahır-ı a’dâ-yı dîniz zikrimiz İsm-i Celâl

Azmimiz düşman ile savlete etmektir cidâl

Cünd-i Mevlânâ’yı mansur eyle yâ Rabbe’l-İbâd

Hâlık-i kalp-i adûddur fahrimiz serde külâh

Top gibi Gülbang-ı Hû a’damızı ayler tebâh

Emr-i hayr-ı harbe sevk etti bizi çün padişah

Cünd-i Mevlânâ’yı mansur eyle yâ Rabbe’l-İbâd

Velvele-endâz-ı âfâkda çoğu nây kudûm

Dehşetinden târ u mâr olsa gerek a’da umûm

Allah Allah Hû diye düşmâna ettik de hücûm

Cünd-i Mevlânâ’yı mansur eyle yâ Rabbe’l-İbâd

Ahmet Cahid Haksever, Ceride-i Sufîyye’den nakletmiştir.

(Ahmet Remzi Akyürek, Ceride-i Sufîyye, 11 Şubat 1330, S.108, s.145)

Ahmet Cahid Haksever, Son Dönem Osmanlı Mevlevilerinden Ahmet Remzi Akyürek,

T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002, Ankara, s.59

Page 138: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

9

EK - 6

İşte pîş-i celilinizde durur

Eser-i bâhir-i hamiyetiniz

Ki eder kalb-i mü’mini tehziz

Lafzatullah ile bu şanlı tabur

Suretâ bir tabursa da ma’nen

Bir cihan bülendi zî-kudret

Pes u pîşinde şevket ü nusret

Bahr-i umman gibi telâtum-zen

Böyle bir hey’et ü haşem olarak

Seyl ü a’dâya zâil ü kahir

Olacak avn-i hazret-i nâsır

Rehnümâ-yı celâdet-i mutlak

İftihar etseniz sezâ-yı hazret

Bu esed kalbi ceyş-i sâkin ile

Bu rehâ-kâr cünd-i bâtın ile

Hazret-i pîrden alır kuvvet

Ey ehali-i Konya Lütfunuza

Ederiz arz-ı minnet ve şükran

Hiss-i mühimmat ..... şu an

Aşk-ı milliniz âşikâr bize

Biz de isbat-ı aşk-ı dîn ederiz

Kanımızla vatan cihadına

Bu gazâ-yı zafer mefâdında (?)

Ki bize Nur-ı (?) şan saçar şeksiz

Önümüzde Livâ-yı nusret-zâd

Mürşid-i kâmilim cenab-ı Veled

Şübhesiz bizlere avn-i Rabb-ı samed

Düşman rû-siyâh olur berbâd

Nûr-ı feyyaz “Ahmed ı Mahmûd”

Rûh-ı tâbende-i “Celaleddin”

Feyz-i şevket resâ-yı dîn-i mubîn

Eder elbette ümmeti mes’ud

Elvedâ’ elvedâ! emin olunuz

Şevk-i dîn ü vatanla çarpışırız

Lûtf-ı rabb-i nasîre muntazırız

Galibiyet bizim metîn olunuz

Geliniz cümleten duâ edelim

Padişah zafer karînimize

Vatan-ı dil-rubâya, dinimize

Öyle şâdân u şen olup gidelim

Padişahım celaletinle yaşa

Ordu, millet, vatan ile (?) var ol

İttihad, her zaman ziyâ-bâr ol

Dîn-i İslâm şerafetinle yaşa

Nuri Köstüklü, “Vatan savunmasında Gönül Erleri: “Mücâhidîn-i Mevleviye Alayı”, X. Millî Mevlâna Kongresi -Tebliğler-,

Selçuk Üniversitesi, 2002, Konya, s.218-219

Page 139: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

10

EK - 7

Tanrının askerleri

Erenler gönüllüsü

Molla Hünkâr erleri

Erenler gönüllüsü

Düşmüşler cümle yola

Bakmazlar sağa sola

Nasib olmaz her kula

Erenler gönüllüsü

Bunlar cünûdu’llahtır

Bunlar işe âğâhdır

Nücûm u Şems ü Mâhdır

Erenler gönüllüsü

Hazreti Sultan Reşad

Eyledi bize imdâd

Odur ihyâu’l-ibâd

Erenler gönüllüsü

Bize bahş etti alem

O Sultân-ı muazzam

Yine oldu mükerrem

Erenler gönüllüsü

Alemler âlihi

Külah püşân sipâhî

Tutdu bu kutsî râhı

Erenler gönüllüsü

Allah dedikçe birden

Ses gelir gökden yerden

Öcün alır kâfirden

Erenler gönüllüsü

Çalınsın nây ü kudüm

Anlasın ehl-i rüsûm

Toplansın bi’i-umum

Erenler gönüllüsü

Bugün bize Mevlânâ

Eyledi hep h’u salâ

Dedi cümle âmennâ

Erenler gönüllüsü

Çokdan ikrar vermişler

Bunlar Hakk’a ermişler

Uzun yola girmişler

Erenler gönüllüsü

Hakdan Hakka giderler

Hakdan gayri nîderler

Gönüller feth ederler

Erenler gönüllüsü

Ezelden uyanıkdır

Yürekleri yanıkdır

Takdire inanıkdır

Erenler gönüllüsü

Önlerinde Mevlânâ

Hulefâsı cemî’an

Kılmış âna efendi

Erenler gönüllüsü

Şam’a kılmışlar sefer

Şems hakkı isterler

Elbet murâda ererler

Erenler gönüllüsü

Ulu Ârif Arslanı

Gezüb mülk-i Osmânı

Uyandırdı cihânı

Erenler gönüllüsü

Sonra Sultan Dîvânî

Yanında çelebiyânı

Mısr’n oldu revânı

Erenler gönüllüsü

Kelâmın kes ey Veled

Bilindi sırr-ı ahad

Oldu Hakdan müeyyen

Erenler gönüllüsü

Nuri Köstüklü, “Balkan ve I. Dünya Harplerinde Mevlevîhânler”, XII. Türk Tarih Kongresi Ayrıbasım, Türk Tarih Kurumu,

2000, Ankara, s.1142-1143

Page 140: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

11

EK - 8

“Sîneleri harb aşkıyla yanan tarîkat-ı âlîyeden Mevlevî Gönüllü Taburu’nun Kâdirî

Bölüğü kol nizâmında cihada azîmeti.”

(Harp Mecmuası, Yıl:1,S.5, Şubat 1331, Rebiulâhır 1334,s.70)

EK - 9

“Mevlevî Gönüllü Taburu Kâdirî Bölüğü hareketten evvel silah çatarak hal-i

istirahatde.”

(Harp Mecmuası, Yıl:1,S.5, Şubat 1331, Rebiulâhır 1334,s.70)

Page 141: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

12

EK - 10

“Dördüncü Ordu Gönüllü Mevlevî Alayı’nda nişan talîmi.”

(Harp Mecmuası, Yıl:1,S.10, Haziran 1332, Şâban 1334, s.148)

EK - 11

“Gönüllü Teşkilâtından Rufai Alayı’ askerî talîmden sonra ölümü istihfâf eden tarîkat

talîmi yaparken.”

(Harp Mecmuası, Yıl:1S.9,Mayıs 1332, Receb 1334, s.133

Page 142: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

13

EK - 12

Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkılap ve Aka Kitapevleri, 1983, İstanbul, ekler

Page 143: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

14

EK - 12a

Abdülbâki Gölpınarlı, Mevlânâ’dan Sonra Mevlevîlik, İnkılap ve Aka Kitapevleri, 1983, İstanbul, ekler

Page 144: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

15

EK – 13

Gavze-i kübra için a’lâ-yı illiyyînden

Rûh-ı Mevlânâ-yı Rûmî cezbedâr olmuş gelir

Toplanmış ervâh-ı pîrânı nesîm-i arştan

Semt-i bâlâdan zemîne feyzbâr olmuş gelir

Hep murîdânın alıp çıkmış gazâ-yı ekbere

Sûy-ı rezme şevk ile Hayder-vekâr olmuş gelir

Eylemiş gûyâ tecessüm girmiş asker şekline

Pişvâ-yı ceyş-i ebrâr-ı kibâr olmuş gelir

Çarh-ı atlâstan kesilmiş sikke ve tennûresi

Bir nihâl-i sidre elde destvâr olmuş gelir

Cedd-i pâki Hazret-i Sıddîk ile hem-azm olup

Bir alem çekmiş guzâta destbâr olmuş gelir.

Enfâs-ı Bâkî ve şairin defterinde bulunmayan şiirin, bilinen kısmı sadece yukarıdaki

bölümdür.

Mustafa Erdoğan, Abdülbâkî Baykara Dede, Dergâh Yayınları, 2003, İstanbul, s.50-51

Page 145: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

16

EK - 14

1

Mısır ordusu kumandanı olup

Geldi bu Suriye’ye devlet gibi

Hazret-i Ahmet Cemal Paşa’dır ol

Emr ü nehyi zübde-i hikmet gibi

Şam’ı kıldı himmeti cennet-meşâm

Bak şu cadde sanat-ı kudret gibi

Mevlevî dergâhı da tamirine

Muntazırdı tâlib-i himmet gibi

Yıktı yaptı eskisinden dil-nişîn

Oldu tekye gülşen-i vahdet gibi

2

Çoluk çocuk böyle gurbet ellerde

Perişan kaldılar yetmez mi yâ Rab

Şöhret ü şanımız gezer illerde İnsanın

gücüne gitmez mi yâ Rab

Halep, Şam, Kayseri olduk perişan

Her birimiz bir yerde ağlaşır her an

Hulâsâ yok mudur acaba imkân

Çektiğimiz mihnet yetmez mi yâ Rab

Her şeyde bilirim hikmetin vardır

Ne çare insanız gönlümüz dardır

Pirimiz büyüktür Molla Hünkâr’dır

Bize bir gün imdad etmez mi yâ Rab

Ahmet Cahid Haksever, Son Dönem Osmanlı Mevlevilerinden Ahmet Remzi Akyürek,

T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, 2002, Ankara, s.60-61

Page 146: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

17

EK - 15

BOA, DH KMS 30, 56, 1333.Ra.23

EK - 16

“Medine-i Münevvere’de baş kumandan vekili ile Dördüncü Ordu kumandanı büyük

bir merasim-i diniyye ile ravza-i mutahhara-ı şerîf târikiyle.”

(Harp Mecmuası, Yıl:1,S.7, Mart 1332, Cümadelâhire 1334,s.100)

Veled Çelebi

Page 147: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

18

EK - 17

ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:H-2, A:7-7460, D:329, F:1-1

Page 148: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

19

EK - 17a

ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:H-2, A:7-7460, D:329, F:1-1

Page 149: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

20

EK - 18

ATASE, KOL:BDH, KLS:5596, DOS:H-2, A:7-7460, D:329, F:1-15

Page 150: I. dünya savaşi’nda tarikat alayları

21

EK - 19

(Harp Mecmuası, Yıl: 2, Sayı: 19, Mayıs 1333, Şubat 1335)

(Harp Mecmuası, Yıl: 2, Sayı: 19, Mayıs 1333, Şubat 1335)