GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi...

214
İS VIAY İL HAKKİ BALTACIOĞLU GÖKALP YENİ MATBAA I S T A N B U L-1966

Transcript of GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi...

Page 1: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

İS VI AY İL HAKKİ BALTACIOĞLU

G Ö K A L P

Y E N İ M A T B A A

I S T A N B U L - 1 9 6 6

Page 2: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz
Page 3: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Diyarbakır’ı Tanıtma ve Turizm Derneği Yayınlan No:

GÖKALP TAKIMI, I I . Dizi No: 4

Page 4: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

ZİYA GÖKALP

Page 5: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz
Page 6: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

G Ö K A L P

GÖKALP! SENİN EN BÜYÜK ESERİN , TÜRK ULUSU

NUN ULULUĞUNA İNANMANDIR.

TÜRK ULUSU OLMASAYDI, SEN, SEN OLMAZDIN

SEN DE OLMASAYDIN, TÜRK ULUSU KENDİN İ BULA­

MAZDI.

SENİ GÖKALP YAPAN, ŞU İK İ İNANCINDIR: KÜL

TÜRCÜLÜK İLE UYGARLIK.

SEN OLMASAYDIN, BEN DE, BEN OLMAZDIM.

BU KİTABI SANA OLAN BORCUMU ÖDEM EK İÇİN

YAZDIM.

BANA BU KİTABI YAZDIRANLARIN İY İL İĞ İN İ HİÇ

UNUTMAYACAĞIM.

BALTACIOĞLU

Page 7: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz
Page 8: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

I

GÖKALP’IN K İŞ İL İĞ İ

Gökalp da, birtakım büyük adamlar gibi, yanlış anlaşıl­

m ıştır. Onun birtakım düşünceleri gibi, birtakım davranışla'

rı da elenip eleştirilmiştir. Büyük adamların oluşlarını., işleri­

n i incelerken dikkat edilmesi gerekli olan önemli noktalardan

biri, onları bütün yanlışlardan, aksaklıklardan arınmış ideal

yaratıklara benzetmemektir. İkincisi, onların içinde yaşadık­

ları çevrenin gerçekleri, gerekirlikleri dışında düşünmemek­

tir. Gökalp da içinde olmak üzere, tarih boyunca gelip geçen

büyük adamların büyüklükleri, yoklukları, eksiklikleri ile de

ğil, varlıkları, başarıları ile ölçülür.

Gökalp’m bazı düşüncelerini doğru bulmayan birtakım

aydınlar, bu düşüncelere karşı direnmişlerdir. 1949 yılında

Muallim ler B irliği’n in Üniversite Konferans salonunda düzen

lediği Ziya Gökalp konulu tartışmalı toplantıda, Nizamettin

Âli Sav’ın 11 Kasım 1949 günlü Cumhuriyet Gazetesinde çıkan

yazısı üzerinde durulmuş, tartışmalar yapılmıştır. Bu tar­

tışmaların konusu Sav’m yazısındaki şu sözlerdir:

«Bergson ve Durkheim, bizzat sistem sahipleri değiller­

dir. Bergson, felsefe kitaplarında orijinal felsefesinden bah-

solunan filozoflar arasında görülmez:. Durkheim, ibir sos­

yolo ji sistemi tesis edeyim derken, genç yaşında ölerek ese­

r in i yarıda bırakmıştır. Tatlı dille yazmasını bilen bu iki

frenk düşünücüsünü meczederek hangi sistem halitası çıka­

rılabilirdi? Onun için, Ziya Gökalp’ta eklektik bilgi çoktur.»

Yine Sav’m bu yazısında tartışmaya sebep olan ikinci

b ir düşünce de şudur: «Gözlerimizin önünde bugün Batı

Page 9: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

8 Z İ Y A G Ö K A L P

Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Y irm i beş yıl

önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo­

ruz ki, Gökalp- bu hali görseydi ona karşı duracaktı.»

Bu ik i anlayışı ileri süren insanın Bergson ile Em ile

Durkheim’i kendine göre bir anlayışı var. Bu anlayışa göre,

Amerikalıların Descarte’tan sonra, Fransa’nın en büyük fey­

lesofu olarak tanıdıkları Henri Bergson’un sistemi yoktur,

Sistemi olmayınca da felsefesi yoktur. Yine bu yazara göre,

Auguste Comte’dan sonra gelen, sosyoloji bilimine, hele bu

bilim in metodolojisine eserleri ile o kadar çok yararlı olan

Emile Durkheim ’in da sistemi yoktur. Yazarın bu «Sistem»

sözünden ne anladığını anlamak elimizde değil. Kendi an­

layışımıza göre, Henri Bergson’un berçsomsme admı taşıyan

bir felsefe sistemi vardır. Ancak, Em ile Durkheim’a gelince

onun sistemi nasıl olabilir ki, o bir feylesof değil, bir sos*

yolog, bir bilgindir. Bilimde, felsefe terimi anlamıyla, sistem

olur mu? Anlaşılabilen şu: Yazar sistem sözünü felsefe teri

m i olarak değil, söz olarak kullanıyor, düzgünlük, birlik,

bütünlük anlamında kullanıyor.

«Kültür» ile «Medeniyet» kelimeleri yazı dilinde sık sık

kullanılan, ancak, «Gelenek» ile «Görenek» kelimeleri gibi,

anlamları doğru olarak bilinmiyen kelimelerdendir. İşte

onun için, milletçe kalkınmaktan, ilerlemekten söz açılınca.

((Avrupa’nın kültürünü almalıyız,» deriz. Gökalp, eserlerinde

bu iki kelimenin anlamını tam, kesin olarak açıklamıştır.

K ültür ile medeniyet hem sosyal, hem de psikolojik tabiat­

ları bakım ından apayrı iki gerçektir. Biribirlerine karıştı­

rılmamak gerekmektedr. Kültür, değer yargılarının topudur,

Medeniyet ise, gerçek yargılarının topudur. Avrupalı m illet­

lerin ortak bir medeniyetleri vardır. Ancak, kültürleri ayrı­

dır; Japonların bugünkü mdeniyetleri . Avrupalılarmkidir.

Ancak, kültürleri, dinleri, ahlâkları, dilleri, sanatları apayrı­

dır. Biz de Avrupa’n ın dinini, ahlâkım, dilini, sanatını değil,

yalnız medeniyetini, demek tekniğini alacağız, o kadar. Bu­

nu yapmak elinizdedir. Bunu yapmış olan milletler vardır.

Page 10: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 9-

Sav’m anlayışına göre, Batı kü ltürü ile Batı medeniyeti

bir tümdür. Tüm olarak da ülkemize girmektedir. Sav, Batı

medeniyeti, Batı kültüründen ayrılmaz, birini almca ötekini

almamak olmaz, demek istiyor. B u düşünüş de doğru değil­

dir. Yanlışlığın nedeni de hep kültür, medeniyet kelimele-

rine verilen yanlış anlamdan ileri geliyor.

Gökalp’m düşüncelerine karşı direnenler arasında Pe-

yami Safa da vardır. Onun da. bir iki yazısı üzerinde durma­

lıyız.

«Evvelâ Gökalp’m sosyolojisi doğrudan doğruya Durk-

heim sosyolojisidir ve bergsonizmle alâkası hiç (hiç m i hiç)

yoktur. Fakat biz olduğunu farzedelim, hayretimiz gene ek­

silmez. Sistem hakikatin mutlak b ir ölçüsü müdür? Sistem

sahibi olmayan bazı feylesofların modern düşünce üzerinde,

onlardan fazla tesir yaptıklarına az misal m i vardır? Durk-

heim, hele metafizik düşünceyi yeniden kuran ve bütün eser­

leri arasında Kant’dan beri eşi belki de hiç görülmemiş b ir

insicam bulunduğu için, zamanım ızın bir tek veya en büyük

felsefe sistemini vücuda getirdiğinde kimsenin şüphesi ol­

mayan Bergson sisteminden mahrum bir feylesof gibi na

sil görülür?» (*)

Ziya Gökalp, bir bilgin m idir, değil m idir? Ziya Gökalp

için şimdiye kadar yazılan yazılarda sırası gelip-de bu soru­

nun karşılığı verilmiştr. Bu karşılıklar hemen hemen şu ol­

muştur: «Ziya Gökalp, büyük bir ilim adamı, büyük bir sos­

yologdur.» Bu karşılıklar arasında pek azı bunun tersidir.

Bunlar arasında da dikkati en çok çeken, hattâ şaşırtıcı ola­

nı, Peyami iSafa’nmkidir. Çok zeki, çok bilgili b ir insan olar.

Peyami Safa, 25 Birinciteşrin 1941 günlü, 12 sayılı Çmaraltı

Dergisinde yazdığı «Ziya Gökalp’m Milliyetçiliği» adlı yazı­

sında şunları söylüyor:

«İlim objektiftir. Hâdiseler arasındaki münasebetleri in

çelerken, tahlil ve terkiplerine hiçbir sübjektif temayülün

(*) Peyami Safa, Gökalp Meselesi, Ulus, 14 Kasım 1949

Page 11: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

10 Z İ Y A G Ö K A L P

müdahalesini istemez. H iç değilse, elinden geldiği kadar

böyle olmak ilm in şaşmaz prensibidir. Bir ilim olmak hay­

siyeti ile sosoyloji de cemiyet hâdiselerine ait gerçeklikleri

ne iseler öylece anlamaktan ve kabul etmekten başka hiçbir

idealin emrinde değildir. Ne siyasî, ne m illî.

«Gökalp’m inandığı ve istidlallerine temel olarak aldığı

Durkheim sosyolojisi de, neticelerinden başkalarının çıkar­

dıkları manalara lâkayıttır. Ne istikbali haber verir, ne de

milletlere istikamet gösterir. Bu, ilim lerin değil, onların do­

nelerinden hareket eden siyasî ideolojilerin işidir.

«Gökalp, ilm in âlimden istediği objektif görüşe sahip

bir sosyolog değildi. Sosyolojide kendine has ve orijinal h iç­

bir çalışması ve buluşu yoktur. Gökalp, Durkheim sosyoloji­

sin in verimlerini Türk tarihine ve Türk cemiyetine tatbik

ederek ondan m illî ve siyasî istikametler çıkaran bir ideolog­

dur. Gökalp’ı b ir sosyoloji âlim i gibi anlamaya kalktığımız

anda, önümüze çıkan adam Durkheim ’m alellâde bir müterci­

m inden başka birşey olmaz. Fakat Gökalp’ı bu sosyolojinin

verimlerinden Türk dünyasına, hattâ garp- dünyasına ait

istikametleri bulup çıkarmış bir Cihan telâkkisinin kâşifi gi­

b i anladığımız anda karşılaştığımız adam görünüşünün ufuk­

ları ilm in çerçevesini kat kat aşan ve hocası Durkheim'ı fer­

sah fersalı geride bırakan büyük bir mürşit ve müjdecidir.

Gökalp, bugün doğumuna şahit olduğumuz dünyayı çeyrek

asır evvel gördü ve müjdeledi. Bu dünya milliyet dünyası­

dır.» (*).

Şimdi Peyami’nin, Gökalp için ondört yıl sonra yazdığı

«İk i Ziya Gökalp» başlıklı yazısı üzerinde duralım. Bu yazı­

n ın bazı parçalarını buraya alıyorum.

«Eserlerinde biri milliyetçi, b iri de telifçi, iki Ziya Gö-

kalp görünür. Milliyetçi Ziya Gökalp, zamanında yaşayan üç

fik ir cereyanından «islâmiyetçilikten, garpçılıktan, Türkçü-

*> Peyami Safa, Doğan dünyanın müjdecisi, Ziya Gökalp, Çı-

naraltı, Sayı: 12.

Page 12: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 11

lükten» yalnız üçüncüsüne kumanda etti. İttihadı İslamcıla­

ra muarızdı. Bunun için ne Sebilürreşad, ne de içtihad mec­

muasıyla bağdaşabildi. Yalnız Türk Yurdu’nda yazar ve yal

nız Türk Ocağı’nda konuşurdu. Bu Ziya Gökalp’a bakarsa­

nız onu din ve medeniyet fikirlerine karşı, yalnız millet, fik­

riyle cephe almış görürsünüz. Fakat bu milliyetçi Ziya Gök-

alp’m yanında bir de telifçi Ziya Gökalp vardır. «Türkleş­

mek, İslâmlaşmak, muasırlarşnıak» adlı kitabında, bu üç ke­

limenin temsil ettiği üç cereyanı telife çalışmıştır. Bu kitap,

gençliğe üç kıble gösterir: B iri Turan, biri Mekke, biri de Av­

rupa. Bu kitabında Ziya Gökalp, öteki eserlerinde reddettiği

bütün fikirleri kafrule meyyal görünür. Hilafetçidir, garpçı­

dır, Türkçüdür. «Milliyetçi» ve «Telifçi» iki Ziya Gökajp ara­

sındaki bu tezad neden ileri geliyor? Bu iki adamın hangisi

daha samimîdir?» (*).

Peyami Safa'nm bu yazısına göre, milliyetçi Ziya. Gökalp

samimî insandır, ilim adamıdır, mefkûrecidir. Telifçi Ziya

Gökalp, bir ilim adamı değildir, sadece bir politikacıdır, n i­

çin politikacıdır, niçin telifçidir? Çünkü İslâmlaşmaktan söz

açmıştır. Hayır, doğru değil. Dinsiz milliyet yoktur, olamaz

da. D in de, d il gibi, sanat gibi, m illiyetin kurucu etkenlerin­

den biridir. Onun için, eğer Gökalp bir yanlışlık yapmışsa, bu

yanlışlık onun bilim anlayışında değil, politika davranışın­

da olabilir. Peyami Safa, sözleri arasında şunu da söylüyor:

«Hakikatta Ziya Gökalp ne hilafetçi, ne de medeniyetçidir.

Ziya. Gökalp, milliyetçidir. »Ziya Gökalp’ı milliyetçi olarak

tanımak için dinciliği gibi medeniyetçiliğini de yoğumsamak

zorunda mıyız? Bilime, hele sosyoloji gib henüz doğmakta

olan poztif bilime bu kadar sarılan bir insana medeniyetçi

değil denilebilir m i? Medeniyetçi olmayan bir insanın m illi­

yet gibi güç gerçekleri bu kadar geniş kavraması elinde m i­

dir?

(*> Peyami Safa, İki Ziya Gökalp, Bilgi Dergisi, Sayı: 90 - 91.

Page 13: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

12 Z İ Y A G Ö K A L P

Çok yakından, çok iyi tanıdığım, fik ir adamı olarak da

çok beğendiğim Peyami Safa’m n bu yamuk düşüncelerini

öğrenince hiç şaşmadım. Onun Gökalp’m kişiliğinde görmek

istediği ikizliğin kendi kşiliğinde nasıl yaşadığını çok iyi b i­

lirim . Bu olay da gösteriyor ki, bir ülkede büyük adamların

yetişmesi ne kadar güç ise, yetişen büyük adamların, hattâ

değerler tarafından doğru olarak tanınması da o kadar güç­

tür. Halil N imetullah Göktürk de 2 Aralık 1949 günlü Ak­

şam gazetesinde Sav’m Gökalp’m kültür ile medeniyet an­

layışına karşı olan düşüncelerini doğru bulmuyor. Bu güzel

yazının biı parçasını okuyalım:

«Bu sözlerden anlaşılıyor ki, yazarın felsefe konusu üze­

rindeki bilgisi eksiktir. Ziya Gökalp’m Bergson ve Durkhe-

im ’dan nasıl etkin olduğu düşüncesini bir yana bırakarak

Bergson felsefe kiatplarında orijinal bir sistem ortaya koy­

muş filozoflardan sayılır. Durkheim ise genç yaşında değil,

yaşı hayli ilerlemiş olduğu halde ölmüştür. Ondan, filozof

olmadığı için, zaten bir sistem beklenemezdi. Fakat sosyolo­

ji anlamında en verimli çalışmalarda, bulunmuş bir bilgin­

dir.»

«Yazıda: Lâkin aklî bilim ler disiplinin en şümullüsü

olan sosyolojide sistem kurmağa zaman istiyor» sözü de

felsefe görüşü bakım ından yerinde b ir düşünce sayılmaz.

Sosyoloji «aklî bilim ler» kümesine değil, «Tabiî Bilimler»

kümesine ayrılır. Sistem ise felsefede olur, bilimde değil.»

«Yazıda: Ziay Gökalp’a göre cemiyetin iki safhası var­

dır. Kültür safhası, medeniyet safhası. Bunlar bir levhanın

iki tarafı gibidir ve biribirinden ayrıdır. Ona göre, kültür bir

vadide, medeniyet başka bir vadide inkişaf eder. Bir mllet

beğendiği b ir medeniyeti alabilir. Lâkin o medeniyetin sa­

hiplerinin taşıdığı kültürü alamaz. Türkler Batı’dan medeni­

yet alacaklardır, kültür alamıyacaklardır. Zira Gökalp’a gö­

re, kültürüm üzü biz kendimiz tesis edeceğiz. Bunun için ge­

rilere doğru «araştırmalar» yapacağız. Dört başı mamur bir

Page 14: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 13

Türk milleti o zaman 'belirecektir.» denildikten sonra: «kül­

tür ve medeniyeti ik i kimya elemanı gibi aykırı tutmanın

im kân ı var m ıdır? Bunlar tek ve bütün olan sosyal hayatı

insanın kavramasını kolaylaştırmak için başvurulmuş tahlil

usulünün icbar ettiği ik i bakış tarzı değil m idir? Muvakkat

bir anlama metodunu daim î bir realite — Ziya Gökalp’in ta­

biriyle— şeniyet saymak doğru mudur? Halbuki cemiyet bö­

lüm kabul etmez, dinamik bir varlıktır. Cemiyetteki medeni­

yet onun kü ltürü üzerine şiddetle müessir olduğu gibi kültü­

rün baskısı da medeniyet üzerine tesir etmektedir.» denili­

yor. Herhangi incelemede «her şeyin hakkını vermek» en

başta gelen bir ilke olduğundan Ziya Gökalp’m doğru gördü­

ğü konularla görmediği konuları biribirmden ayırmak için

onun düşüncelerini incelerken bu ilkeyi gözönünde bulun­

durmak gerektir. Bugün Türk varlığına ilişik herhangi konu

ele alınırken düşüneceğimiz tek amaç ortaya konan görüşle­

rin «büyük Türk devrimi»ne olan yaklaşma derecesi, ona

doğru ne kadar yürümüş olması, onun gerçekleşmesine doğ­

ru olan yardımı bakım ından incelenmesidir.»

«İşte bu bakımdan Ziya Gökalp’m düşüncelerini incele­

meğe başlayınca, onun en kuvvetli tarafının «medeniyet» ile

«Kültür»ü biribirinden ayırması olduğunu görürüz. Medeni­

yet «Milletlerarası» olduğu halde K ültür «M illî»dir derken

b ir gerçekliği ortaya koymuş oluyordu. Zaten bu ayırmayı

Ziya Gökalp yapmamış olsaydı, onu bir Türkçü, Türkçülü­

ğün ülkeye doğru — daha aiçıkça— «Büyük Türk Devrimi»ne

doğru yürüyüşünde, onu bir konak saymak yerinde olmaz­

dı. Oysa k i Ziya Gökalp u lu varlığı duygusunu gözönünde en

derin b ir kılıkta duyan türkçülerden biridir. Bundan dola­

yıdır ki, onun düşünceleri üzerinde durulur, eleştirmeler ya­

pılır.

«Medeniyet ile kültürün ayrılmasına gelince, bu da «ger­

çeklik - realite»ye dayanan bir ayırmadır. Çünkü birçok ulus­

lar herhangi çağda bulunup o çağın medeniyet şekline girerek

bir medeniyette olabilirler. Fakat aralarında kültür ayrılığı

Page 15: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

14 Z İ Y A G Ö K A L P

gene kendini gösterir. Burada Ziya Gökalp’m anladığı «Me­

deniyet» ile «Kültür»ün ne demek olduklarını açıkça ortaya

koymak gerektir. Her ne kadar bunu kendisi birçok yazı­

larında anlatmak yolunu tutmuş ise de gene, kısaca, açıkla­

mak yerinde olacaktır. Tıpkı tek insanın «Benlik»i gibi top­

lum benliği de iki türlü varlıktan doğar. Biri «Dış varlığı»,

öteki '«İç Varlığı». Nasıl tek insan «Uzviyet»i ile dış varlığı­

nı, «ruhiyet»i ile iç varlığını gösteriyorsa, bunun gibi «Top­

lum» da «maddiyat»ı ile dış varlığını, «Mâneviyat»ı ile de

iç varlığını gösterir. Toplumun «Mâneviyat»ı onun yeryü-

zündeki toprak parçası bile o toprağın üzerinde topluma bü­

tün iyilikler, yararlıklar verecek ve işte — yazarın dediği gi­

bi— «tabiat ve matematik» gibi b ilim ve sanatların işlemle­

riyle ortaya koyduğu bolluk ve genişliği sağlıyacak olan araç­

lardır.

«Toplumun ‘Mâneviyat’ı ise en başta «dil» olmak üzere

aile, hukuk, ahlâk Vs. gibi kurum lar dır. Toplumdaki bu m â­

nevi varlığı yapan şeylerin topu da onun kültürüdür. Top­

lumun öz varlığı olan kültürü onun ulus varlığını gösterir.

Yoksa, kültürün yokluğu ile ulus varlığı da ortadan kalkar.

N itekim bugün hangi toplumu ele alsak onun kültürünü

öbürlerinden ayrı olarak görürüz (1). Bundan, dolayı bugün

ulus varlığı, kısaca, «Kültür birliği bulunan bir toplum» d i­

ye tanımlanıyor. Bugün meselâ b ir Fransız kü ltürü vardır,

öte yanda bir de Alman kültürü vardır. Bir çağın medeniye­

tini taşıyan bu iki toplum bu kültür ayrılığı ile kendi öz var­

lıklarını yaşarlar ki ayrı ayrı birer ulus oldukları da bundan

ileri gelir. Fakat böyle olmakla bugünkü medeniyeti yaşıyan

büyük insanlık âleminde kendi yüksek yerlerini kaybetmiş

(1) Kültür kelimesinin bir de bir kimsenin «genel bilgisi» yahut

bir «bilimde derin bilgisi» olmak mânasına gelmesi vardır ki, meselâ «kültürlü adam» dediğimiz vakit bu mânada söy­lemiş oluruz. Burada kültürün bu mânada olmadığı mey­

dandadır.»

Page 16: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 15

olmaklar. Tersine, kendi ulus varlıklarında, yâni kültürlerin­

de, ne kadar ilerlerse o kadar çağdaş medeniyeti edinmiş, o

kadar insanlık âlemini de ilerletmiş olurlar (2).

Peyami Safa’nın Gökalp’m kişiliğini ikiye ayıran düşün­

celerini andıran bir yazı da, Tahsin Demiray'm yayınladığı­

dır. Bu. yazının da bir parçasını buraya alıyorum:

«Bir Ziya Gökalp vardır ki şâirdir, bilgindir, mütesav-

vıftır —kendi tâbiri— vecit adamıdır. Bu zat DiyarbakIrlI

Ziya Beydir. 1876 dan 1909 a kadar, 33 yıl, kendi kendisini

yetiştirmiştir. Meşrutiyet inkılâbında, 1909 yılı sonlarına doğ­

ru, Diyarbakır'dan Selânik’e dâvet edilen bu Ziya Bey, orada

Cemiyetin — yâni partinin— Merkezi Umumîsine seçilmiş ve

bu suretle Şarktan Garba geçmiştir.

«Diğer bir Ziya Bey vardır ki, Selanik’te Gökalp olmuş,

İttihat ve Terakki’nin ideolojisini kurmuştur. 1910 da Se­

lanik'te b ir fikir yıldızı olarak yükselmiye başlayan bu Ziya

Gökalp, kurduğu ideolojisinin mümessilliğini bizzat yapmış,

tatbîkçîleri ise delikanlı paşalar olmuştur. O, bunların her

birine m itolojik adlar vermiş ve en atılganına Deli Dumrul’

luğu tevcih etmiştir.»

Talisin Demiray, Gökalp’m kişiliğini böyle ikiye ayırdık­

tan sonra, yazısını bitirirken şunları da söylüyor:

«Bugün artık ister istemez türkçü Ziya. Gökalp ile to­

taliterlere ideoloji yapmış Ziya Göaklp’ı ayırmak, bunlardan

birincisini aziz bir hatıra olarak saklarken, İkincisini aman­

sız bir şekilde fikriyatımızdan sürüp çıkarmak gibi insana

eza veren b ir mevkideyiz.»

Gökalp'ın sosyoloji anlayışını metodlu bir çalışma ile in ­

celediğimiz zaman, totaliter rejime hizmet etmiş bir fikirci

olarak anlamak elde değildir. Nitekim, «fert yok, cemiyet

(2) îmsanı tek varlık olarak gösteren uzviyet ile rulıiyetin bir­birleri üzerine etkide ve tepkide bulundukları gibi medeni­

yet ile kültürün de birbirleri üzerinde etkide ve tepkide bu­

lundukları şüphesizdir.»

Page 17: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

.16 Z İ Y A G Ö K A L P

var» sözü onun toplum anlayışından koparılır, köksüz bir

dal parçası gibi ele alınacak olursa, bu söz, fert gerçeğini yo-

ğumsayan, bütün insan varlığını toplumdan ibaret sanan

. bir ideologun yamuk inancı gibi anlaşılabilir. Gökalp’ı böyle

anlamak doğru mudur? Gökalp, niçin böyle söylemiştir? So­

ru yerindedir. Buna karşılık vermek doğru olur. Gökalp’tan

önceki fikir hayatımızı b ir düşünün. Hele bu hayatta top­

lum gerçeğine ayrılan bilinç, bilgi, bilim , felsefe payının kı­

sırlığını, hattâ yokluğunu da bir düşünün. İşte Gökalp’m bu

sözü fertten, onun organik, biyolojik güçlerinden başka bir

şey tanımıyan, hem materyalist, hem de individüalist inanç­

ların baskısı altında kalan insanların çevresinde sosyolog bir

sanatçı yönünden söylenmiş, paradoksal bir sözdür. Her pa­

radoksal söz gibi, aykırı olamkla birlikte yine de bir gerçek

payı taşımaktadır. Kaldı ki, Gökalp toplum içinde «var» san­

dığım ız ferdiyetlerin şahsiyetlerden başka bir şey olmadığı­

n ı bizde ilk açıklıyan adamdır. O şahsiyet ki, can ile vicdanın

toplum etkisi altında kaynaşmasından meydana gelmiş sos

yo - psikolojik bir varlıktır.

Yazar, Gökalp’m politikacılık yapmasını da doğru bul­

mamaktadır. Şu sözleri söylemektedir: «Bugün artık, isteı

istemez, Türkçü Ziya Gökalp ile totaliterlere ideoloji yapmış

Ziya Gökalp’ı ayırmak, bunlardan birincisini a.ziz bir hatıra

olarak saklarken, İkincisini amansız bir şekilde fikriyatımız

dan sürüp çıkarmak gibi insana eza veren bir mevkideyiz.»

Böyle bir eleştirme yapılırken bir şeye çok dikkat etmek

gerekiyor. Gökalp’m Türkiye tarihindeki hizmeti ne türlü

b ir hizmet olmuştur? Bu hizmet bir bilim hizmeti m idir, b iı

ihtilâlcilik midir, bir devrimcilik m idir, hangisi? Gökalp, b iı

çok bilginler gibi, yalnız bilim yapmakla kalmamıştır. O,

.sosyologdur. Ancak, Durkheim gibi b ilim sınırları içinde ka­

lan bir sosyolog değildir. Bir ihtilâlci de değildir. İhtilâlci

olarak yaratılmış da değildir. O, yalnız bir devrimcidir. Bu

devrimciliğ fikirle, bilimle, çevresi insanlarının ülküsü ile

Page 18: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 17

;yaprnak .istemiştir. Bunu da yapmıştır. Yalnız, Gökalp bunu

yapmak için imparatorluğu yıkıp onun yerine demokrasi re­

jim in i koyacak, Cumhuriyeti ilân edecek bir ihtilâlci, bir

Atatürk değildi. Bütün yaptıklarını sözle, kalemle yapmıştı,

Bunun için, çevresindeki olup bittüerle anlaşmak zorunda

id i. O, bu uysallıklarının verimini almış olan mutlu bir in­

sandır. Gökalp’ı düşünürken onu içinde yaşadığı şartlarla

birlikte düşünmek doğru olur. Besbelli ki bir sosyolog, bir

bilim adamı olan Gökalp, «Cemiyet yok, fert var» demek is­

teyen bir toplumda «fert yok, cemiyet var» demek zorunda

kalmıştır. Böyle diyerek de fertlerin üstünde, fertleri yönel­

ten sosyal gereğin varlığını, üstünlüğünü daha kolay tanı-

tabilmiştir.

Ziya Gökalp’ı hiç tanımazdım. Birinci Dünya Savaşı se­

ferberliğine yakın günlerde idi. Süleyman Nesip, yani Süley­

man Paşazade Sami Beyle İstanbul’da, Em inönü’nde bir

kahvaltıcı dükkânına girmiştik. Gökalp da. orada kahvaltı edi­

yormuş. Sami Bey bizi tanıştırdı. Görüşmeye başladık. Ogiin

benim üzerimde yaptığı etki ağır başlı bir insanınki idi. Çok

ağır davranıyor, çok ağır konuşuyordu. Ancak, insanı hiç sık­

mıyordu. Kültür problemleri üzerinde durmuştuk. Birçok­

ları gibi ideolog değildi. Fouille’yi, Durkheim’ı tanıyan bir

insandı. Sözleri bana Durkheim ’ın Les Regles de la Metlimle

Sociologique adlı kitabını hatırlatıyordu. Kafaca uyuşmuş

gibiydik. Bu tanışma bende onun kişiliğine karşı büyük bir

.sevgi, saygı yarattı. Kendisi ile bir daha görüşememiştim.

Y ıl 1911. Maarif Nezareti beni İstanbul Üniversitesi Ede­

biyat Fakültesi, Terbiye Profesörlüğü ile görevlendiriyor.

F: 2

Page 19: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

18 Z İ Y A G Ö K A L P

Gökalp da o günlerde bu Fakülteye profesör oluyor. Bu bu ­

luşma bizi birbirimize pek yaklaştırmadı. Görüşmelerimiz

hep resmî kalıyordu. Edebiyat Fakültesi m üdürünün odasın­

da, Meclisi Müderrisinde buluşmaktan, hemen hemen selâm­

laşmaktan ibaret kalıyordu. Yakın arkadaşlığımız yoktu.

O günlerde Edebiyat Fakültesinde bir kalkınma devın-

tisi başlamıştı. Bunun için dünya b ilim adamlarından yarar­

lanmak isteniyordu. Ben yabancı profesörlerin getirilmesi

düşüncesini sonuna kadar savunanlardan biriyim. Tartışma

sürüp gidiyordu. Öyle bir an oldu k i heyecanlı heyecanlı şu

sözleri söylemekten kendimi alamadım.

— Ben getirilecek bir yabancı profesör için kürsüm ü

terketmiye hazırım, dedim. Ben bu sözü söyler söylemez rah­

metli Ağaoğlu Ahmet irkilir gibi oldu:

— Ne demek? Sen kürsünü işgal etmiye kendini selâhi-

yetli görmüyor musun? dedi.

Çok sevdiğim, çok saydığım, bu insanı daha fazla üzme­

mek için:

— Tabiî, gelecek olan insanın herhangi bir terbiyeci de­

ğil, ilim adamı olması şart, dedim.

Görüşmeler sonunda Avrupa’dan, Amerika’dan profe­

sörler getirilmesine karar verildi. Profesörlerin hangi ders­

lere nerelerden getirilecği konuşulacağı sırada Birinci Dün­

ya Savaşı başlamıştı. Onun için, profsörler yalnız Almanya’­

dan getirilecekti.

Bu arada Edebiyat Fakültesine tecrübi psikoloji ile tec-

rübî Pedagoji için Profesör getirilmesi de karar altına alındı.

Burada Gökalp şöyle b ir teklifte bulundu:

— Getirilecek olan mütehassıs tecrübî psikloji ile tac-

rübî pedagoji profesörü olacaktır. Bu konular terbiye hâd i­

sesinin psikolojik cephesini aydınlatabilir. Halbuki terbiye­

nin bir de içtimai cephesi vardır. Terbiye her şeyden önce

İçtimaî bir hâdisedir. Onun için, içtimaiyat metodlarıyla in ­

celenmesi zarurîdir. Fakültedeki terbiye derslerinin ikiye

Page 20: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 19

ayrılması doğru olur. B ir kısmı terbiye ruhiyatı bir kısmı da

terbiye içtimaiyatı olarak. Aramızda terbiyevî içtimaiyat ile

en çok uğraşan İsmail Hakkı Beydir. Terbiyevî içtimaiyat

dersinin kendisine verilmesini teklf edyorum. Gökalp’m bu

teklfi hemen kabul edildi. Bu dersi kürsümden atılmcaya ka­

dar yıllarca verdim.

Yıl 1915. Günün birinde Maarif Nazırı Dr. Nazım, se­

ninle görüşmek istiyor dediler. Maarif Nezaretine gittim. Dr.

Nâzım bana şu sözleri söyledi:

— Tedrisa.tı Taliye Müdiri Umumîliği münhal. Bu vazi

feyi sizin kabul etmenizi rica ediyorum. Bu, sizin Darülfü­

nundaki hocalığınıza m âni olmıyacak.

Bu teklif en aşağı bir güveni anlatıyordu. Ancak, beni

hiç sevindirmedi. Hükümet, İdare işlerine karşı hep çekin­

genlik, b ir soy mukavemet taşırım. Dr. Nâzım ’a şunları de­

dim:

— Teşekkür ederim. Ancak, ben derslerimle uğraşmak­

tayım. Bu ikinci b ir vazifeyi nasıl kabul edeyim? Onun için

beni mazur görün.

Dr. Nâzım, samimîliğime inandı. Telaş edercesine:

— Yok... Ne olursa olsun, bu b ir vatan işidir. Size ihti­

yacımız var. Beni yalnız bırakmayın. Bana yardım edin. Siz­

den bunu rica ediyorum, dedi.

Düşünmek için üç gün izin istedim. Fakülte arkadaşla­

rım la da temaslarda bulundum. Sonunda kabul ettim. Son­

radan öğrendim. İttihat ve Terakki Umumî Merkezinde an­

ket yapılmış, en çok oy ben kazanmışım. Bu işde de Gökalp’

m rolü büyük olmuş.

Günün birinde, Edebiyat medresesi m üdürünün odasın-,

Page 21: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

20 Z İ Y A G Ö K A L P

da oturuyoruz. Müderrislerin hemen hepsi orada idiler.

Meclisi Müderrisin toplanacaktı. Yahya Kemal ayakta, m ü­

derrislerle ayrı ayrı görüşüyordu. Bu arada «İsmail Hakkı

Bey» sözünü söylediğini işitiyordum. Fakültede İsmail Hak­

kı adlı iki müderris vardı. Biri İzm irli İsmail Hakkı, biri de

bendim. Ancak, İzm irli İsmail Hakkı’dan söz açılınca sade

İzm irli derler, adını söylemezlerdi. Adı geçen İsmail Hakkı

ben olacaktım. Ancak, adımın ne münasebetle söylendiğini

anlıyamıyordum. Sonra öğrendim. Eldebiyat Fakültesine de­

kan seçilecekti. Ben, Gökalp yönünden aday gösterilmişim.

Yahya Kemal, ilgililere bunu haber vermekte imiş. Şaşa

kaldım. Dekan seçildim. Bir ikinci defa yine seçildim. Bu

seçilmeler hep Gökalp’m isteği ile olmuştu.

Y ıl 1920. İsmail Safa, Maarif Vekili. Müsteşar arıyor.

Gökalp’a kim i müsteşar yapabileceğini soruyor. Gökalp:

— İsmail Hakkı Beyi, diyor.

İsmail Safa, bu konu üzerinde tekrar tekra.r duruyor.

Gökalp da her defasında beni ileri sürüyor. O zaman İsmail

Safa soruyor: '

— Onun üzerinde niçin bu kadar çok duruyorsunuz?

diyor?

Gökalp’ın karşılığı şu oluyor:

— Nasıl durmam? Memlekete binlerce adam yetiştir­

miş. Ondan iyi Maarif Müsteşarı olur mu? diyor.

Olandan bitenden benim haberim yok. Günün birinde

Maarif Vekilinin imzası ile bir tezkere geliyor. Maarif Ve­

kâleti Müsteşarlığına tayinim iradei Âlyeye iktiran ettiği b il­

diriliyor. Şaşa kaldım. Fakültede kürsüm var. Hem de Fa­

kültenin dekanlığını yapıyorum. Üstelik idare işlerinden hoş­

lanmam. Ne yapmalıydım? Fakülte arkadaşlarıma durumu

açıkladım.

Page 22: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 21

— Benim burada kalmamı m ı isterseniz, yoksa Maariî

Vekâleti Müsteşarlığına gitmemi m i, dedim.

Tabiî, burada kalmanı isteriz, dediler. Karar verdiler. Ve­

kâlete yazılan tezkerede Fakülteden ayrılması Müderrisler

Meclisince uygun görülmemiştir denildi. İsmail Safa çok

üzülmüş. Ancak, gönderdiği karşılı ktezkerede Fakülte Mec­

lisinin kararı uygun görülmüştür, diyerek dürüstlüğünü bir

kere daha, göstermişti.

Birinci Cihan Savaşma yakın günlerde İstanbul’da Bin-

birdirek’te M illî Talim ve Terbiye Cemiyeti adıyla bir Ce­

miyet kurmuştuk. Ben bu cemyetin genel sekreteri bulunu­

yordum. Cemiyet bir kültür dergisi çıkarıyor, halka konfe­

ranslar veriyor, ayrıca ilim , milliyet konuları üzerinde o za­

man «münazara» adını verdiğimiz tartışmalı toplantılar ya­

pıyordu. Cemiyet ayrıca Şemsülmekatip adlı özel okulu ko­

ruyor, bu okulda benim pedagoji denemelerimi yapmamı

sağlıyordu. Cemiyetin göz hekimi Esat Paşa gibi değer ta­

nır, yurtsever bir insanın başkanlığında olması ayrıca Ede­

biyatı Cedide şairleri arasında Süleyman Nesip diye anılan

Süleyman Paşa Zade Sami Bey gibi, yorulmak bilmiyen bir

fikir, sanat adamının kurucular arasında bulunması da bu

cemiyetin verimini arttırıyordu.

Günün birinde M illî Talim ve Terbiye Cemiyetinde o za­

mana kadar üzerinde hiç durulmamış olan din terbiyesi ko­

nusunu ele almıştık. Münazara yapacaktık. Gazetelerle ilân

ettik. Konferans salonu dolmuştu. Gelenler arasında Gökalp

da bulunuyordu. Dinleyenler arasında söz alanlar, konuşan­

lar vardı. Sıra Gökalp’a gelmişti. Masa başına geldi. Konuş­

maya başladı. Sözleri arasında kimseyi incitecek söz yoktu.

Dinleyiciler arasında bulunan rahmetli Trabzon mebusu

Şükrü Bey, birden bire yerinden fırladı. «Sen dine hakaret

ediyorsun.» diye Gökalp’m üzerine yürüdü, fîükrü Beyi önle­

Page 23: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

22 Z İ Y A G Ö K A L P

diler. Bu durumda yapılacak şey ne idi? Hemen yerimden fır­

ladım. Yüksek sesle heyecan içinde şunları söyledim:

— Burası politika ile hiçbir alâkası olmayan, m iili bir

cemiyettir. Burada herkes kendi düşüncesini hiç çekinme­

den, apaçık söyleyebilir, Söylenen sözler arasında anlaşılma­

yanlar varsa sorulabilir. Söylenenleri kendi kanaatine uygun

bulmayanlar kendi kanaatlarını açıklıyabilir. Söylenenleri

yanlış bulanlar da bu yanlışları düzeltmek istiyorlarsa dü­

zeltebilirler. Biz böyle bir toplantıda konuşanlara konuşma

hürriyeti tanımayacak bir millet değiliz. Türk milletiyiz. H ür­

riyetin güzel şey olduğunu biliyoruz.

Ortalık yatışmıştı. Bütün bu olanlar bitenler sırasında h i­

tabet masasının tam karşısında oturmakta olan Gökalp hiç

yerinden kımıldamamış, söylenenleri dinlemişti. Ben sözümü

bitirince o söz aldı. Masanın başına geldi. Her zamanki gibi

ağır ağır şu sözleri söyledi:

— Mevzu din mevzuudur. Mukaddes mevzu. Böyle bir

mevzu konuşulurken bir insanın heyecan duymasını pek ta­

biî görürüm. M illî harsım ızın temeli olan din terbiyesi üze­

rinde bu gibi konuşmaların hayırlı neticeler vereceğine, va­

tanımıza büyük faideler temin edeceğine inanıyorum.

Gökalp böyle konuştuktan sonra yerine oturmuştu. Mü­

nazara tam bir olgunlukla sürüp gitmişti.

Günün.birinde de yine M illî Talim ve Terbiye Cemiyetin­

de Gökalp’la konuşuyoruz. O aralık rahmetli Nüzhet. Sabit be­

n i ziyarete gelmişti. İk i dostumu biribiriııe tanıştırdım. Nüz­

het Sabit çok zeki,, ateşli bir gençti. Yalnız kendince uygun

bulmadığı bir şey oldu m u hemen itiraz eder, konusunu, so­

nuna kadar tartışırdı. Gökalp'la tanışır tanışmaz tenkitlerine

başladı. Bir aralık şu sözleri söyleyiverdi:

— Siz ilim adamısınız, Darülfünun müderrisisiniz. Poli­

tikaya girmeniz, politika ile uğraşmanız doğru mu?

Page 24: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 23

Bu sözleri Gökalp’ı azarlar gibi söylüyordu. Gökalp ise

h iç gücenmiyor, aynı esenlikle, ağır ağır cevap veriyordu. Ben

tanıdığım insanlar arasında onun kadar genlik, genişlik sahibi

insan görmedim. Besbelli ki, onun bu durumu yalnız m iza­

cın ın değil, hem de karakterinin eseri idi. Üstelik insan ruhu­

n u da çok iyi tanıyordu.

Kafamda yine Gökalp’m bü im işlerindeki genliğini, ge­

nişliğini apaçık gösteren bir olayın daha anısı var. Onu. da

h iç unutamıyorum. İsmail Safa’nm Maarif Vekilliği zamanın­

da Ankara’da Heyeti İlmiyenin toplantısmdayız. Gökalp ile

birlikte Komisyonda çalışıyoruz. Aramızda bir tartışma ol­

du. Bu münasebetle bana şunu söyledi:

— Ben burada vaktiyle senin Muallim Mecmuası’nda be­

n im düşüncelerime karşı ileri sürdüğün düşüncelerin müda­

faasını yapıyorum. Yine de sen bana itiraz ediyorsun!

Vaktiyle yaptığımız tartışma yeni toplumlarda terbiyenin

gayesi konusunda idi. Ben o zaman müstahsil yetiştirmek

amacını ileri sürüyordum. Gökalp da buna karşı düşündükle­

rin i söylüyordu. Onun bu tartışmayı hatırlatmasında beni

inandırm ak isteği olduğunu sezmiştim. Ancak, inancımdan

^vazgeçmiyordum. Bir nükte yaparak işi sonuçlandırmak is­

tedim:

— Ben, o günkü anlayışla kalmadım, bir hayli ilerledim,

dedim.

Bu sözüm hoşuna gitti, güldü. Gökalp dünyanın en sa­

bırlı, en dayanıklı insanlarındandı. Küsmek, kızmak, çekin­

mek nedir bilmezdi.

Gökalp’m hayatında ibr de intihar olayı vardır. Bu inti­

har olayını açıklamaya uğraşanlar arasında Dr. Tevetlioğlu’

Page 25: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

24 Z İ Y A G Ö K A L P

nun bu konu ile ilintili olarak verdiği bilgiyi önemli buluyo-

yorum. Yazılarından bir parçasını buraya alıyorum:

«İşte Ziya’nm tasavvufa, daldığı bu devirde Diyarbakır5

in ve bütün memleketin durumu ona büsbütün ızdırap ve­

riyordu. Başta Diyarbakır’ın Ermenileri olmak üzere, ken­

dilerinin Türk olmadığını bilen azınlıklar İmparatorluğun

boyunduruğundan kurtulmak maksadıyla ateşli bir milliyet­

çilik ruhiyle kaynaşıyorlardı. Rusya’dan, İngiltere’den teşvik

göıerek, türklüğün. kuyusunu kazmaya çalışıyorlardı.

«Bu hakikat, Ziya’da m illî şuurun biran önce olgunlaş­

masına sebep teşkil etmişse de bu fesat kaynayan cemiyette

türkün durumu çevresinden, ailesinden, mektebinden ve

mınleketinden, Şark’tan ve Garp’ten gelen birbirine aykırı

tesirler onu intihara götürecek kadar acıydı.

«Bu büyük dâvaları hal im kânını nefsinde bulamayan

genç şuurunu karışmış ve kendisini ağır bir ruh işkencesi al­

tında buluyordu. Bu buhranlı ânını kendisi şöyle anlatıyor:

«Ben neyim? Sadece bir makine mi? Fakat, bu makinenin

bir zembereğe ihtiyacı var. Bu zemberek nerede? Kâinatta..

Eğer bu doğru ise insanın bir hayvandan, tabiat kanunları­

nın bir esirinden farkı yok. Benim gönlüm buna razı değil­

di. O zaman geçirdiğim buhran beni çok zayıflattı. Adeta

bir iskelet gibiydim. Ne vücutça bir hastalığım, ne de İçtimaî

bir endişem vardı. Bütün ızdıraplarım ın kaynağı felsefî dü-

şüncelerimdi. Eğer büyük hakikati keşfetmiş olsaydım kur­

tulacaktım.» (*)

Gökalp’ın değer tanıma işinde ne kadar cömert oldu­

ğunu gösteren olaylardan biri de şudur: Birinci Cihan Sava­

şı içindeyiz. Maarif Nezareti yine Gökalp'm etkisi ile Sul-

tanahmet’de Taşmektep’de bir Terbiye Encümeni kurdu.

Aramızda Gökalp, Mustafa Sâtığ, Sekip Tunç, İbrahim Alâ-

(*) Dr. Tevetûğlu, Türk Milliyetçiliğinin kurucusu Siya Gö-

kalp (Zafer Gazetesi) 3].10.1951

Page 26: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 25

attın Gövsa, İhsan Sungu da bulunuyordu. Gökalp ile Mus­

tafa Sâtığ daha, önce Hüseyin Rağıp’m Muallim Mecmuası’n

daki yazılarıyla bir hayli çekişmişler di. Böyle olmakla b ir­

likte, Gökalp, Komisyon Başkanlığına Mustafa Sâtığ Beyin

seçilmesini teklif etmişti. Komisyon için aday listesi hazır­

layıp Maarif Nezaretine vermiş olan Gökalp’a sormuştum:

— Komisyon azalan arasına İbrahim Alâattin Beyi niçin

koydunuz, dedim.

Bana şunu dedi:

— Şiirlerinde salika var. İstikbalde kıymetli bir şah­

siyet olabilir. Onun için seçtik.

Ben, Gökalp’m bu değer tanıyıcılığı karşısında saygı

duymuştum,

Şimdi biraz da «Gökalp’ı doğru olarak nasıl anlayabili­

riz?» sorusuna karşılık vermeye çalışalım Burada Gökalp’m

yakın dostu sayı M. Nermin’in, Gökalp için yazdığıb ir yazıdan

dikkate değer bir parçayı alıyorum:

«Fakat Ziya Gökalp, yalnız Durkheim ’ı okumakla kal­

mamıştır. Yazdığı yazılar, dikkatle okununca, kendi fikir di­

siplinini geliştirmek maksadıyla, başka alanlara ne kadar ya­

yıldığı anlaşılır. Bu fikiı disiplini mücadelesinde Ziya’nın

bütün dikkati Türk toplumunun aradığı ideolojide toplan­

maktadır. Ona göre ideoloji, devlet ve cemiyet ihtiyaçlarını

dile getirmelidir. Biz bundan şu mânayı çıkarabiliriz. İdeo­

lo ji bir milletin kültür hasretinden başka birşey değildir ve

ana fik ir olarak sosyal haya,tımızda dinamik b ir rol oynama­

lıdır. Ana fikiıler, idealler olduğu gibi kalabilirler, ama za­

manın renklerini belirtmedikçe tesirlerini de gösteremezler.

Onun için bir zamanlar turahcı Ziya Gökalp, daha sonraki

Türkiyeci Ziya Gökalp olabilmiştir.

«Ziya Gökalp’m yazılarında bugün konusunu kaybetmiş

şeyler olabilir. Fakat, onu bu yazılara göre hükümleridir-

Page 27: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

26 Z İ Y A G Ö K A L P

mek yanlıştır. Ziya, bir bakımdan eskimişse başka bir ba­

kımdan da tam mânasiyle genç kalmıştır. Onun ilk fikir ve

mücadele arkadaşlarından biri olduğumuz için yazılarına gi-

remiyen Ziya’yı daha yakından tanıyoruz. Bu Ziya, büyük

ölçüde bir devrimcidir. Yurdumuzda sosyal değerleri, ide­

âlleri hayatımızın kutsal, dinamik kudretleri gibi düşünen

ve onun mantığını hazırlayan odur. Bu mantığın en yüksek

konusu da topluluk vecdidir. Vecdini unutmuş gönüllere ye­

n i bir vecdin alevini sunmak ufak biı iş değildir. Ziya Gö­

kalp yalnız bu hamlesiyle, başlı başına bir hayat görüşü ça­

ğı açmış sayılabilir. Böyle bir hamle ise her şahsiyete, türk

kültür tarihi içinde, devamlı bir gençlikle yaşamak imkânla­

rını verir (*).»

«Gerçi bâzı münekkitler bu inkılâplarda Ziya Gökalp’m

yazıp söylediği fikirleri oldukça geride bırakan bir hız bul­

maktadır. Ben de bunlarla beraberim. Fakat şunu itiraf et­

memiz lâzımgelir ki, bu büyük Türk mütefekkiri yazdığı m u­

h it ve zamanda o muhitle o zamanın şartları içinde hayalin­

deki ileri Türk dünyasının bütün plânını ifşa edemezdi. Ve

bir muvazaa, rejim i olan Osmanlı Saltanatı devrinde kendi

ideolojisinin izahını b ir muvazaalı tefsir sistemine bağlamak

ıstırarında kalmıştı. Memleketimiz için, m illî irfanımız için

en büyük bedbahtlık o emsalsiz Visionnaire’in emsalsiz bir

«icra» ve «tatbik» adamı olan Atatürk devrine erişememe-

si ve bu muhtşşem devrin eşiğinde sönüp gitmiş olması­

dır.» (**)

M.Nermi’n in bu yazıları okununca, kendisinin Gökalp’:

ne kadar yakından, ne kadar doğru olarak tanıdığı anlaşılı­

yor. Böylelikle Gökalp’ın karanlıkta, kalacak gibi görünen

birtakım ruh oluşları, ruh davranımları aydınlığa çıkmış olu­

yor. Gökalp üzerine yazılan yazılar arasında en kavrayışlı

(*) M.Nermi, Yaşayan. Gökalp, Yeni İstanbul 26 Ekim 1950

(**) 26.10.941 günlü Tan gazetesinin Ziya Gökalp 17. yıldönümü

münasebetiyle» başlıklı anketinden.

Page 28: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 27

bulduklarımdan biri de rahmetli Sadri Ertem ’inkilerdir. Ya­

zılarından olan bir parçayı buraya alıyorum:

«Türk fikir tarihinin, doktrini ne şekilde mütalâa edi­

lirse edilsin, asla unutmıyacağı ve ihmal edemiyeceği b iı

adam vardır. Bu adam Ziya Gökalp’tır. Ziya Gökalp, ilim

adamı olarak, m illî filozof olarak, siyasî şahsiyet olarak, ay­

rı ayrı cepheler arzeden bir şahsiyettir. Onun bu hüviyetle­

rini ayrı ayrı mütalâa etmelidir. Onu sadece yarım asrı dol-

duramıyan bir ömrü, bir insan hayatı şeklinde tetkik eden-

ler bize sadece belki b ir bibloyografya verirler. Fakat bibli­

yografya bize hayat dekorları içinde tazatlarla dolu b ir lev­

ha hissini verir. Halbuki Ziya Göaklp, kendi varlığını yaratan

tarihin tezatlarını fikirler ve hisler halinde aksettirmiş ol­

makla beraber onun istkbale br kıymet ve ışık halinde in ti­

kal eden hüviyeti tezatsız, saf fikirler halindedir. Tezat bü­

yük adamlarda çok defa göze çarpan bir hususiyettir. Fakat

bu tezatlar büyük adamların kendi ruhî bünyelerindeki te­

şevvüşten değil, kendilerinin makes oldukları cemiyetin bün­

yesindeki tezatlar, ahenksizlikler, karışıklıklardır. Bu ba­

kımdan Tolstoy’la Ziya Gökalp, tezatlar bakım ından birbirle­

rine müşabehet arzederier.» (*)

«Gökalp, Türkçüdür, fakat Osmanlıcılara ehemmiyet

verir. Türkçüdür, fşkat is lâm hilâfetini kuvvetlendirmek is­

ter. Fakat muasır devlet diye islâm hilâfetini pıensip olarak

ileri sürer. Eğer Ziya Gökalp’ı cemiyetten tecrit eder ve ce­

miyet içindeki rollerini ayrı ayrı mütalâa etmezsek ufkumuz

sadece bu tezatlardan ibaret kalır. Halbuki Ziya Gökalp’m

maziden istikbale intikal eden hüviyeti bu tezatların üstün­

de bambaşka br ruhtur. Senelerden beri tebcil edilen Ziya

Gökalp budur. Asırlarca da adı anılacaktır.»

O ) Sadri Ertem, Ziya Gökalp, Şevket Beysaııoğlu, «Z.Gökalp

için yazılanlar - Söylenenler» 1964.Adı geçen eser.

Page 29: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

28 Z İ Y A G Ö K A L P

«Bugün onu tetkik ederken, onun uzviyeti gibi' fâni olan

taraflarını, yâni cemiyetin çöken kaybolan kısımlarım , değil,

yaşayan ve devam eden ve yarın da devam edecek, ve bir kıy­

met ifade edecek olan fikirlerini gözönünde tutmak lâzım ­

dır. Bunun için Ziya Gökalp’ı siyaset adamı olarak ayrı ay­

rı mütalâ etmelidir.» (*)

İnsan bu satırları okuyunca, rahmetli .Sadri Ertem'deki

toplum, gerçek konusunu kavrayış gücünü görüyoı. Ertem

Gökalp’ı incelerken bir, bütün, canlı olan hayat konusunu

parçalamaktan çekiniyor. Gerçeği gerçek olarak, bütünlüğü

ile, canlılığı ile kavramaya çalışıyor.

M.Nermi’de, Sadri Ertem ’de, daha önce, Halil Nimetul-

lah Öztürk’de bulduğumuz anlayış genliğini, genişliğini rah­

metli Hakkr Suha Gezgin’in şu yazısında da bulacağız:

«Her fikirde, her düşüncede, hattâ bunları terkip tek­

nesinde yoğurarak usulleştiren büyük hamlelerde bile za­

manın tesiri inkâr, edilemez.

«Ziya’yı parça parça alanların değer hükümlerinde düş­

tükleri dalâlet bu yüzdendir. Halbuki o bir bütündür. Ziya’ya

o cephesinden bakınca, zamandan nasıl ayrılarak çağ çağ

yürüdüğünü ve canlılığım muhafaza ettiğini görürüz.

«O, Batı’mn filozoflarını da, Doğu’nun mütefekkirlerini

de okumuş, hazmetmişti. Fakat Ziya’ya hiçbirinin kopyesi

diyemeyiz. İlim ve felsefe onda heyecanla renklenir. Dün­

yanın en büyük sosyoloğu sayılan Durkheim ile Ziya’yi kar­

şılaştırınız. Sosyolojinin katılıktan nasıl kurtulduğunu, bu

bilgi şubesine ne sıcak bir kan dolaşımı girdiğini sezersiniz.

«Ziya'da ilim ve felsefe âdeta sanat vecdiyle karışmış

ve ısınmıştır. Yapılan inkılâpların hepsinde onun dehasından

kopmuş tohumlar görülür. Bu toprağa gerçekten aydın olan­

ların hangisi zaman zaman:

«Ah, şimdi de bir Ziya Gökalp’ım ız olsaydı,» dememiş­

(*> Sadri Ertem, Ziya Gökalp. Adı geçen eser.

Page 30: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 29

tir? Hasreti çekilen, çağ çağ vücudunun ihtiyacı duyulan

adam, mazi olmayan varlıktır.

«Sonra Ziya’da kudret yalnız deha şeklinde görünmüş

değildi. O, faziletle ahlâkın da en yüksek örneği, tapılacak

b ir seciye mihrabı idi. Onun tabiri ile mefkûre, Ziya’nm ka­

fası kadar ruhunu da akıllara sığmaz bir hızla işleten ilâhı

b ir çağlayandı. Binlerce akümülatörü kudretle, enerjiyle dol­

duran bir çağlayan.

«Bugün kutup vazifesini görerek genç zekâları etrafına

toplayan, onları hamle mertebelerine çıkaran böyle bir şah­

siyetten mahrumuz. Onun her yaş dönümünü daha büyük

acılar/ daha derin endişelerle karşılayışımızın bir sebebi de

işte budur. Ziya’sız Türk vatanı gerçekten ziyası z kalı­

yor.» (*)

Kadiıcan Kaflı da, «Ziya Gökalp ve Atatürk» başlıkh

bir yazısında geniş bir inceleme konusu olması gereken bir

kültür tarihi konusu üzerinde duruyor:

«Hakikat şudur , ki, Türkiye Cumhuriyetinin yaratılma­

sında rol oynayan Atatürk ve Ziya Gökalp arasında yalnız

kader bakım ından değil, fikir ve gaye itibariyle de tam bir

b irlik vardı. Onlar pek fazla görüşmüş olmaksızın birbirleri­

n i -tamamladılar.

«Ziya Gökalp, henüz Atatürk bir yüksek subayken ve

memleket çapında, dünya çapında bir inkılâp yaratacağı tah­

m in edilmezken, Türk inkılâbının esaslarını koymuştu. Din

ile devletin ayrılması, Türkçenin sadeleştirilmesi, Medenî

Kanun, garplılaşmak, kadın hukuku ve kadının İçtimaî ha­

yatta erkek kadar rol sahibi olması gibi meseleleri Ziya, Gö­

kalp Cumhuriyetin ilânından en az on sene evvel tesbit et­

m iş bulunuyirdu. Yalnız, Cumhuriyetten bahsetmiyordu,

Çünkü o devrin havası içinde buna im kân yoktu.

(*) Hakkı Süha Gezgin, Ziya Gökalp, Vakit, 2(5 Ekim 1950

Page 31: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

30 Z İ Y A G Ö K A L P

«Bir kaç gün evvel bu büyük fikir ve inkılâp adamının

yirm i altıncı ölüm yıldönümü idi. Hürmetle andık. Dün onu

daha az tanıyorduk. Bugün değerinin ne yüksek olduğunu

daha iyi anlıyoruz.

Türk inkılâbının esaslarını Ziya Gökalp koydu. Tatbika­

tını Atatürk başardı. Yaşadıkları müddetçe kalpleri aynı ga­

ye ile çarpan bu iki m illî kahramanın hatıraları bir gün be­

raber anılacaktır.» (*)

(*) Kadircan Kaflı, Ziya Gökalp ve Atatürk, Yeni Sabah, 28 Ekim 1950.

Page 32: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

I I

BİLÎM — SOSYOLOJİ — FELSEFE ANLAYIŞI

Gökalp, birtakım bilgisizlerin dediği gibi, bu ülkeye hiç

b ir yeni bilgi 'getirmemiş*, yalnız b ilim adamlarının hamal­

lığını etmiş b ir insan değildir. Onun bilim anlayışını açıkla­

yan bir tek yazısı bile, kafalarda devrim yapabilecek bir

niteliktedir. Bundan elli altmış yıl önce, bu ülkede manevî

bilim lerin var olduğunu, ne olduğunu Gökalp gibi anlayan,

yazan, yayan bir tek insan var mıydı?

Gökalp’m bilim kişiliğini incelediğimiz zaman bu kişilik­

te bulduğumuz en büyük özellik, objektiflik ile kesinliktir.

Bu iki özellik, O ’nun bütün eserlerinde vardır. Gökalp, bu

şartlar içinde birçok bilim terimleri yapmış, birçok sosyal

olgu tanımları yaratmıştır. Bu terimler, bu tanımlar dünya

sosyoloji sözlüklerinde yoktur.

Gökalp, Yeni Mecmua’da yazdığı bir yazıda (*) ilim ­

den ne anlaşılması gerektiğini sonuna kadar açıklar. Ona gö­

re, dört türlü ilim anlayışı vardır: İskolastiklerin alnayışı,

monistlerin anlayışı, pragmatizm, plüralzim. İskolastiklere

göre bilim , evvelce hissen kabul edilimş hakikatları aklın is­

tidlal oyunlarıyla isbat etmektir. Pragmatistlere göre, amelî

b ir faideyi intaç eden her fikir hakikattir. Monistlere göre,

b ilim bir tektir, o da maddiyattan, yahut hayatiyattan ibaret­

tir. Pluralistlere göre dört türlü şeniyet vardır: Madde, ha-

(*) Ziya Gökalp, Muhtelif ilim Telâkkileri (Yeni Mecmua, sa­

yı 4s6-).

Page 33: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

32 Z İ Y A G Ö K A L P

yat, ruh, cemiyet. Dört türlü de bilim vardır. Bu dört şeni-

yet birbirinden ayrıdır.

Burada Gökalp’m dikkatini çeken bir anlayışı ruh olay­

larını organik, hem de sosyal gerçeklerden apayrı bir gerçek

olarak anlamasıdır. Ben burada Roberty’nin anlayışına ka­

tılıyorum. Bu anlayışa göre, psikolojik olaylar ik i türlüdür:

Organik kaynaklı olan ruh olguları, sosyal kaynaklı olan ruh

olguları. Birincisi Biyo - Psikilojidir, İkincisi Sosyo - Psikolo­

jidir, Gökalp bilim leri böyle dörde böldükten sonra bu b i­

lim lerin metodolojileri üzerinde de duruyor. Bu metodoloji

kuralları, şunlardır: Bu dört türlü şeniyetin kendine özgü

olguları vardır. Bu olgular öteki şeniyetlerin olgularından

kesin olarak ayrıdırlar. Bu dört türlü şeniyetten berbirinin

olguları yine o soydan olan olgularla açıklanabilir. Her şe­

niyetin kendine göre konuları vardır. Buna muayyeniyet (De-

terminisme) gerekirlik denir. Bu dört türlü şeniyetten her

birin in kendine göre b ir mütekkâsı ( substratıım) vardır.

Cansız maddelerinki kimyevî bünye, canlı maddelerinki uz-

vî bünye, ferdî ruhunki dımagî bünye, İçtimaî vicdanınki İçti­

m aî bünyedir. Her nev’i hadiselerin ilk sebepleri özel bün­

yedeki değişikliklerdir.

Gökalp’m sosyal olguları incelemek için kullandığı me-

tod Emile Durkheim ’m meydana getirdiği objektif, nesnel

metodtur. Durkheim bu metodu Les Regles de İa M-ethode

Sociolojique adlı eserinde açıklamıştır. Bu metodun baş­

lıca kuralları şunlardır:

a — Kafayı objektif, nesnel bir metodla incelemeler

yaparak edinilmiş olmayan, öndünierden kurtarmak.

b — Sosyal olguların ana karakterlerini taşıyan objek­

tif, nesnel tanım larını yapmak.

c — Sosyal olguları, özel karakterlerine göre bölüm le­

re ayırmak.

d — Sosyal olguları yine sosyal olgularla nedenlemek.

İşte Gökalp, Durkheim ’m bu kurallarını olduğu gibi, bü-

Page 34: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 33

yük bir titizlikle uygulamıştır. Bu kuralları uygulamakla bir­

likte birtakım yeni procede’ler, yöntemler de kullanmıştır.

Ş im di artık Gökalp’m sosyolojisi üzerinde duralım.

Gökalp sosyoloji b ilim inin metodolojisi üzerinde durdu­

ğu gibi, m illî sosyoloji metodolojisi üzerinde de durmuştuı.

İttihat ve Terakki Cemiyeti yönünden yayınlanmış olan ge­

nelgelerinden «Millî İçtimaiyatın Usulü» başlığını taşımakta

olan yazısından sosyoloji b ilim in in metodolojisini açıklayan

parçayı buraya alıyorum:

«Um um medeniyetleri ve harsları mukayese ederek ce­

miyetlerin ve müesseselerin tâbi olduğu tabiî kanunları ari­

yan mücerret ilme «mukayeseli içtimaiyat» . denilir. Yalnız

bir millete ait harsın mensup olduğu medeniyetlerden ne su­

retle temayüz ederek nasıl hususî bir renk aldığını ve kendi

şahsiyeti dairesinde nasıl tekâmül ettiğini arayan marifete

de «m illî içtimaiyat» denilir.

«Mukayeseli içtimaiyat tamamiyle şeyî olabildiği için

«müsbet bir ilim» mahiyetindedir. M illî içtimaiyat az çok nef-

sîlikten kurtulamadığı için ötekine ne kadar kuvvetli istinat

ederse etsin, daima bir sanat hükmünde kalır.

«Mukayeseli içtimaiyatın şubeleri olan mukayeseli dim­

yat, mukayeseli ahlâk, mukayeseli hukuk, mukayeseli lisani­

yat, mukayeseli iktisat, mukayeseli bediiyat da birer ilimdir.

Gerek bunların, gerek um um medeniyetler ile harsların m u­

kayesesiyle iştigal eden «umum î içtimaiyat» ise İçtimaî ilim ­

lerin en mücerret ve en umumîsidir. Fakat m illî içtimaiyat

gibi onun şubeleri olan m illî diniyat, m illî ahlâk, m illî hu­

kuk, m illî iktisat., m illî lisaniyat, m illî bediiyat da sanat ma­

hiyetindedir. Mücerret olmayıp müşahhas oldukları için

bunlara «M illî Marifetler» nam ı da verilebilir.» (*)

(*) Gökalp’ın ittihat ve Terakki Cemiyeti yönünden yayınlan­

mış'olan bir genelgesinden alınmıştır.

Page 35: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

34 Z İY A G Ö K A L P

Gökalp Yeni Mecmua’da çıkan «İhtilât ve İçtima» baş­

lıklı, özlü bir yazısında toplum yaşayışındaki ihtilât ile İçti­

maî fizik olgulardaki ihtilât, içtima örnekleri ile açıkladık­

tan sonra şunları diyor:

«İhtilât 'hali yalnız iki kişi arasında vukubulmaz. Birçok

fertlerden mürekkep -büyük bir heyette de bu hal görülebi­

lir. Ekseriya salonlar, mesireler bu haldedir. İh tilât halinde

iken ruhlarda hâkim olan his, «Tefaihüroülük», yahut «hot-

pesentlik» diye tercüme edebileceğimiz vanite’dir. İhtilâtı

içtimadsn ayıran en bâriz alâmet, birincinin fertleri hotpe-

sentliğe sevketmesi, İkincinin ise, bilâkis, bu histen tecrit

edilmesidir. İçtima halinde insanlar ferdiyetlerini tamamiyle

unuturlar, ruhlarını ihtilât zamanında mevcut olmayan lâtif

bir heyecan istilâ eder ki buna vecit (entfoausiasme) diyo­

ruz. Bu vecit hangi fikri bir hâle gibi kuşatırsa ona bir mef­

kure mahiyeti verir. Bu anda artık ben, sen yoğuz, yalnız

mefkûre suretinde ruhumuzda uyanan yeni temayüllerimiz

vardır. Bu temayüller eski temayüllerimize hiç benzemez.

Çünkü eski temayüllerimiz nefsimize tapmak esasına müste­

nit olduğu halde, bu yeni temayüller ferdiyetimizden mefkû-

relere samimî ibadetler, hakikî fedakârlıklar ister.

.Gökalp’m fert ile cemiyet kaynaşmasını sonuna kadar

açıklayan şu sözleri üzerinde de duralım:

«Maddiyata, teşbih caizse, diyebiliriz ki İçtimaî cüzü

fertlerin tecemmuu yalnız hükm î b ir ihtilât, suretinde olma­

mış, kimyevî imtizaçlar bu cüzü fertleri mürekkep zerrelere

ifna ederek meydanda yalnız bu zerrelerle bunların ihtilât

hâli kalmıştır. Nasıl ki hayatî hücreler de, maner’ler müstes­

na olmak üzere, muhtelif şekil ve keyfiyette uzviyetler teşkil

etmişler ve mevcudiyetlerini bu İçtimaî mevcudiyetlere tâbi

eylemişlerdir.» (* *)

(**) Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak,

(Hars zümresi, medeniyet zümresi).

Page 36: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 35

Bu sözlerden anlaşılan şudur: Fertlerin bir araya gelip

bir toplum meydana getirmeleri, bu fertlerin karışmasiyle ol­

muyor, kaynaşmasiyle oluyor. Simide olduğu gibi, suyu mey­

dana getiren oksijenle hidrojenin karışması değil, kaynaş­

masıdır. Su, bu iki tekin bir karması değil, belki oksijeninki-

lerden, hidrojeninkilerden apayrı, kendine göre özellikleri

olan, yepyeni bir varlıktır. Bu kaynaşma sonunda kaynaşan­

lar artık teklik özelliklerini yitirmişlerdir. Bu yaratıcılık

yalnız nesnelerde, fizik, simi alanında değil, biyoloji, top­

lum âleminde de vardır.

Gökalp’m yaptığı b ilim hizmetlerinden biri de birçokla­

rınca tek kaynaklı şanılan insan ruhunun iki kaynaklı oldu­

ğunu belirtmesidir. İnsanın ruh varlığı bireyliği ile kişiliğin­

den meydana geliyor. Birey psikolojisinin kaynağı organizma,-

dir. Buna «Bilinç» diyoruz. Kişi psikolojisinin kaynağı top­

lumdur. Buna, da «Duyunç» diyoruz. İnsan hem soyunun,

hem de tarihinin örnekçisidir. Bireylik olmayınca kişilik de

olamıyor. Oysa ki kişilik olmayınca bireylik olabiliyor. Bu

anlayışı sonuna kadar açıklayan Gökalp’m yazısından birkaç

parçayı alıyorum.

«Hayatın kanunu elemden kaçmak, hazzı aramaktır

derler. Bu kanun doğru olurdu, eğer haz ile elemin muhtelif

nevileri tefrik edilseydi. Haz ile elem bize ya maddî varlık­

lardan, yahut mefkürelerden gelir. Meselâ açlık, susuzluk gi­

bi elemler, vücudumuzla bir takım maddî varlıkların noksan

olmasından doğar. Halbuki dinî, ahlâkî, siyasî, bediî elem­

ler birtakım mefkurelerimizin, tatm in edilmemesinden hu­

sule gelir. Açlık, susuzluk gibi elemler izale edilmedikleri

surette ferdiyetimiz tehlikede kalır. Bunlar vücudumuzda

başlayan maddî bir eksikliğin, maddî b ir bozgunluğun ha­

bercileridir. Yemekten, içmekten duyduğumuz hazlar da yi­

ne uzviyetimizde başlayan bir kuvvetlenmenin, bir canlan­

manın müjdecileridir.

«Halbuki mefkurelerimizin tatm in edilmemesinden do-

Page 37: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

36 Z İ Y A G Ö K A L P

ğan elemler izale edilmediği zaman ferdiyetimiz hiç b irNteh-

İke karşısında kalmaz, Çünkü ferdiyetimiz, maddî varlıklar­

dan müteşekkil olduğu için, ancak maddî varlıklardan zarar

yahut faide görebilir. Mefkurelerin, yani manevî varlıkların

ona doğrudan doğruya hiç bir tesiri yoktur. Fakat, bizim bu

ferdiyetimizden başka bir de mefkûrelerimizden vücuda gel­

miş bir şahsiyetimiz, var. İşte mefkûrelerimizden doğan elem­

ler bu şahsiyetin tehlikede olduğunu haber verir. Mefkure­

lerin tatmin edilmesinden husule gelen hazlar da yine bu

şahsiyetin tekâmülüne tercüman oluyor. O halde bu nevi

hazlara ve elemlere «şahsî hazlar ve elemler» diyebiliriz.

«Ferdiyet ve şahsiyetin ikisi de birer temayüller sistemi­

dir. İkisi de elemlerden kaçar, hazlar arar. Fakat, birincisi

maddî elemlerden kaçarak maddî hazları arar. İkincisi ise

manevî elemlerden kaçarak manevî hazları arar.»

«Görülüyor k i «elemden kaçmak, hazzı aramak» ferdî

hayat gibi şahsî hayatın da nazımıdır. Fakat, ferdî hayattaki

haz ve elem ile şahsî hayattaki haz ve elemin keyfiyetleri,

tabiattaki haz ve elem i.le şahsî hayatta,ki haz ve elemin key­

fiyetleri, tabiatları tamamiyle başkadır. Lezzetlilerin (He-

donisme), yahut intifacıların (Utilitarisme) zannettikleri gi­

bi, şahsî hazlar ve elemler ferdî hazlara ve elemlere irca edi­

lemez. Şahsî temayüllerin menşei ferdî temayüllerin menşe-

inden büsbütün ayrıdır.

«Ferdî temayüller bize nevimizin telkinleri mahiyetin­

dedir. Şahsî temayüllerimiz ise cemiyetimizin ilhamları hük­

mündedir. Demek oluyor ki iki nevi benliğimiz de msütakil

surette bizim kendi malım ız değildir. Yediğimiz’, içtiğimiz,'

tenasül arzusunu hissettiğiniz zaman, zahirde biz kendi fer­

diyetimizi idameye çalışıyoruz. Hakikatte ise, haberimiz ol­

madan, nevimizin idamesine hizmet ediyoruz. Dinî, ahlâkî,

siyasî, bediî mefkureler peşinde koştuğumuz zamanda da

yine zahirde biz kendi şahsiyetimizin temayüllerine tâ,bi olu.

yoruz. Hakikatte ise, haberimiz olmadan, cemiyetimizin in ­

tizam, yahut terakkisine hizmet ediyoruz.

Page 38: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 37

«Ferdiyet ve şahsiyet ruhun iki muhtelif sistem dahi­

linde vücuda gelmiş ik i muhtelf teşkilâtıdır. Ferdiyet siste­

m inin merkezi nevin fertlere mevdu hır müdrikesi hükmün­

de olan «Şuur» dur. Şahsiyet sisteminin merkezi ise, cemi­

yetin şahıslara mevdu bir müdrikesi mahiyetinde olan «vic­

dan» dır. Hayvanlar yalnız nevilerinin mümessilleri oldukla­

rı için yalnız ferdiyetleri, yani şuurları vardır. İnsanlar ise

hem nevilerinin, hem de cemiyetlerinin mümessilleri bulun­

dukları için aynı zamanda hem ferdyet ve şuurları, hem de

şahsiyet ve vicdanları vardır. Bunun içindir ki hayvanların

ruhundan yalnız ferdî ruhiyat ilm i bahsedebilir. İnsanların

ruhunu ise yalnız ferdî ruhiyat ihata edemez. Manevî insanı

anlamak için şahsî temayüllerden ve şahsiyet sisteminden

bahis bir de şahsî ruhiyat ilmine ihtiyaç vardır.

«Ferdiyet ile şahsiyeti bu suretlerle tarif ve tefrik ettik­

ten sonra ferdiyetçilik ile şahsiyetçilik arasındaki farkları

göstermek gayet kolaylaşır. Ferdiyetsiz bir şahsiyet tasavvur

edilemediği için şahsiyetçiler hiç b ir zaman ferdiyeti ihmal

edemezler. Ferdiyet bir temeldir ki şahsiyet ancak onun üze­

rine kurulabilir. Fakat şahsiyetsiz fertler pek çok olduğu için

ferdiyetçiler şahsiyeti ihmal edebilirler. Nasıl ki tahlillerin­

de şahsî ruhiyata mevki vermiyerek yalnız ferdî ruhiyata is­

tinat eden Fransız natüralizm i bu hale b ir misaldir. Bizim

edebiyatımız Fransa’daki bu hasta cereyanı taklide başladık­

tan sonra onu okuyan gençlerimizde fertçilik temayülleri

bâriz bir surette görülmeye başladı. Halbuki Şinasi - Kemal

devrinin edebiyatı yetiştirdiği gençlere şahsiyetçilik meylini

vermişti.» (*)

Gökalp’m bu yazısı yalnız fert ile cemiyet, yâni birey ile

toplum arasındaki tabiat ayrılıklarını göstermekle kalmıyor,

psikoloji b ilim inin tek olmadığını, iki türlü psikoloji oldu­

ğunu da gösteriyor. Bu psikolojilerden biri psikolojik olgu­

ları insan yaradılışı ile açıklayan biyo-psikolojidir. Diğeri de

(*) Ziya Gökalp, Yeni Mecmua, Sayı: 1

Page 39: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

psikolojik olguları toplum ile açıklıyan sosyo-psikolojidir

Bu iki psikolojinin ayrı psikolojiler oldukları, yüzyıllarca

anlaşılmadığı için, insanlar bu bilgisizlikleri yüzünden çok

zarar görmüşlerdir.

Gökalp’m «İçtimaî Mezhepler ve İçtimaiyat» başlıklı bir

yazısı insanı şaşırtacak kadar enginlik taşımaktadır. Bu ya­

zısı da gösteriyor ki onun bütün sosyoloji yazılarını toplayıp

yabancı dillere çevirmek yalnız Türk düşüncesini dünyaya

tanıtmak için değil, dünyayı türk düşüncesinden yararlan­

dırmak için gerekmektedir. Bunu yapmak bugünkü türklere

düşen bir insanlık borcudur.

Gökalp’a göre, Batı'da birbirine karşıt dört sosyal mez­

hep vardır: Fertçilik, sosyalizm, milliyetçilik, beynelmilliyet-

çilik. Bu mezhepler çalışma olumundadırlar. Bu mezheplerin

kendilerine göre teorileri, umdeleri vardır. Gökalp’a göre bu

döıt. mezhep toplum gerçeğindeki dört akım olarak belir-

mektedir. Görünüşte biribirinin karşıtı olan bu dört mezhep

bir tek kaynaktan, İçtimaî tesanütten, sosyal dayanışmadan

doğmaktadır. «İçtimaî tesanüt, bir zümrenin maddeten bi-

ribirinden ayrı olan fertlerini manen biribirine bağlıyarak

heyeti mecmualarını bir uzviyet haline getiren gayıi mer’î

tabıtaların mecmuu demektr.» (**)

Bu anlayışla bu dört mezhebin kaynağı ne olduğunu şöy­

le anlatıyor. Sosyalizm hars zümresindeki mekanik tesanüt­

ten doğan bir akımdır. Fertçilik de yine bu zümrenin orga­

nik dayanışmasından doğan bir akımdır. Milliyetçilik aynı

medeniyetten olan ayrı milletlerin kültürleri arasındaki et­

kilenmeden doğan bir akımdır. Beynelmilliyetçilik ise aynı

medeniyetten olan milletler arasındaki bilim , teknik gibi us

konularının ortaklama olmasından ileri gelen bir akımdır.

İşte bu dört akım biribirinin düşmanı olmak şöyle dursun,

b irib irin in yardımcısı, bütünleyicisidir. Bu gerçeği bir de

Gökalp’m ağzından dinleyelim:

38 Z İ Y A G Ö K A L P

(**) Ziya Gökalp, İçtimaî Mezhepler ve içtimaiyat, Yeni Mec­

mua, Sayı: 26.

Page 40: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 39

«İşte görülüyor ki beynelmilel zümrede de mihaniki ve

uzvî tesanüt mevcuttur. Beynelmilel b ir zümrenin müşterek

bir medeniyete malik olması onun m ihaniki tesanüdünü vü­

cuda getirdiği gibi, her m illetin orijinal b ir hars vücuda ge­

tirmesi de medenî zümrenin uzvî tesanüdünü mucip olur.

O halde ne iktisadiyat sahasında birib irin in zıddı gibi görü­

nen fertçilikle içtimacılık arasında tezat, ne de siyasiyat sa­

hasında. milliyetçilikle beynelmilelcilik arasında hakikî bir

tebayün mevcuttur. Bu cereyanların dördü de tesanüdün

dört muhtelif şeklinden doğmuş, dört normal cereyandır.

Bu cereyanlar arasında zahiren görünen tezatlar cereyanla­

rın kendilerinde değil, gûya onları temsile yeltenen mütena­

z ır mezheplerdir. Bir İçtimaî mezhep, İçtimaî hayatın yalnız

b ir faaliyetine istinat ederse tabiî vahidülcanip intransigeant

b ir şekil alır. İçtimaî hayatta hemâhenk bir surette doğan

■ve yaşayan bu dört türlü tesanüt beraberce ele alınarak dör­

d ü üzerine müstenit kesirülcevaip bir İçtimaî mezhep tees­

süs ederse tabiî bu da İçtimaî hayat gibi âhenktar olur. Bi­

naenaleyh tesanütten doğan bu dört İçtimaî cereyanın hep­

sini cami ve telif kâr olmak üzere tesanütçülük (Solidarisme)

namiyle yeni bir İçtimaî mezhebin de terkip1 ve telifi m üm ­

kündür.» (***)

Gökalp’a göre, m illî içtimaiyat usulünün birinci kuralı

«müşteıek noktaları aramak» tır. B ir m illetin içinde biribi-

riyle çatışan birkaç hareket bulunabilir. Bu hareketler, b ir­

çok noktalarda biribirinden ayrılmakla birlikte, bazı nokta­

larda biribirleriyle birleşebilirler. Birleşilen noktalar mille­

tin örfüne, sosyal duyuncuna uygun olan noktalar demektir.

«Meselâ memleketimizde Türkçülük, islâmcılık, asırcılık»

Ttamlariyle üç İçtimaî hareket mevcuttur. Bunlar milletimizin

mensup bulunduğu üç muhtelif medeniyetin imtizaç edemi-

yerek hâlâ biribiriyle mücadele ettiğini gösteren canlı delil-

(***) Ziya Gökalp, adı geçen eser.

Page 41: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

40 Z, İ Y A G Ö K A L P

lerdir. Bu hareketlerin üçü de ananecidir. Mamafih bu üç

zümre aynı millete mensup olduğu için aralarında mutlaka

tearüf mevcuttur. Gerek kendi aralarındaki tearüfleri, ge­

rekse başka milletlere karşı olan tenaküsleri gösterir ki. hep­

si aynı örfte müşarikdirler.

B ir m illetin içindeki zümreler muttasıl kaplardaki mâyi

gibidir! Bu mâyi nasıl muvazenet hâlinde bulunursa o züm ­

reler de daima tearüf hâlinde bulunurlar. Fakat örf vicdan­

larda gizli bir hâdise olduğu ve meydanda, tezahür eden an­

cak ananeler bulunduğu için ruhlarındaki müşabehet görül-

miyerek yalnız fikirlerindeki mübayenet görülür. Bununla

beraber, ekseriya bu üç hareketten birine mensup bazı ana­

nelerin diğer ikisi tarafından kabul ve istimal, edildiği vâki-

dir. O halde bâzı ananeler, hangi medeniyete mensup olursa

olsun, üç zümrenin müşterek esasları sırasına girmiş, yâni,

müessese ölmüş demektir.»

Ğökalp’a göre m illî sosyolojinin ikinci kuralı telif, yâni

anlaştırmadır. B ir m illetin içindeki çatışan bölükleri biribi-

riyle anlaştırmak eldedir. Bunu yapabilmek için önce bu bö­

lüklerin kültür şekilleri ile medeniyet şekillerini biribirinden

ayırmak gerektir. «Meselâ islâmcılığın medeniyetçi şekli fı-

kıhçılıktır. Halbuki islâmcı olmak için mutlaka fıkıhçı ol­

mak iktiza etmez. Fıkıh islâmiyetin ikinci asrında zuhur et­

m iş medresevî bir ananedir. İslâmiyetin en âli zamanı fık ­

h ın zuhurundan evvelki zaman olduğu gibi, asrı hazırda fık­

ha tamamiyle tâbi olmayan bir İslâm hayatının yaşanıldığmı

da görüyoruz. Sadrî islâmda fıkhı kabul etmiyen ehli hadis,

kelâmı kabul etmiyen mütekaddimin, bilâhare fıkıh ile kelâ­

m ın «kal» ı yerine «hâl» i ikame eden mütesavvıfa canlı bir

İslâm harsı yaşamışlardır. Bunlar gibi niçin bugünün örfçi-

leri de canlı bir İslâm harsı yaşamasınlar? Meselâ, Türkçü­

lüğün medeniyetçi şekli türeciliktir. Halbuki türeden evvel

bir Türk medeniyeti olduğu gibi, bizzat türe de Gültekin k i­

tabesiyle Kudatkıı B ilik ’te Cingiz’in yasasında, T im ur’un tüz-

deklerinde Fatih ve Süleyman’ın kanunnamelerinde başka:

Page 42: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 41

başka şekiller almıştır. Bundan başka Osmanlı Türklerinin

yaşadığı bugünkü harsî hayat da bütün Türkler arasında ta-

ammum ederek yeni bir Türk medeniyeti meydana getirmek­

tedir. O halde İslamcılık fıkıhçılık demek olmadığı gibi,

Türkçülük de Türecilik demek değildir. Bunun gibi, asırcı-

lığı da mutlaka Avrupacılıktan ibaret saymamalıdır. Mua­

sırlaşmak baş akşey, avrupalılaşrnak ise başka şeydir. Bu iki

meslek arasında yakınlık varsa da ayniyet yoktur. O halde

fıkıhçılık, türecilik, avrupacılık telif olunamaz. Çünkü bun­

ların üçü de ananeci ve taklitçidir. Halbuki hakikî Türkçü­

lük ve hakikî asırcılık esasen m illetin şuursuz vicdanında

mütelif bir surette yaşadıkları için şuurlu bir şekilde de te­

lif olunabilirler.» (*}

Gökalp m illî duyuncu, sosyal akımları bulup yakalamak

için üçüncü kural olarak «İstişhat» dediği tanıksamayı sağ­

lık veriyoı. Bu tanıksamayı nasıl yapmalı? Gazetelerle, der­

gilerle anquette yaparak m ı? Bunu istemiyor. Çünkü bu gibî

soruşturmalar m illî duyuncu değil, ancak, vasati enmuzeçleri,

ortalama tipleri gösterebilir. Oysa ki m illî duyunç dâhilerde

belirir. Ancak, bu kaynak da karışık olabilir. «Halbuki bu

gibi zatlar birtakım samimî dakikalarda tekellüf ve tasannua

dûçar olmaksızın bâzı sözler söylemişler ve işler yapmışlar­

dır ki m illî içtimaiyat noktai nazarından gayet kıymetlidir.

İşte bu gibi sözleri ve tarzı hareketleri vesika ittihaz etmek

tarikma «istişhat usulü» derler. Meselâ Namık Kemal'den

m illî içtimaiyat için birçok istişhatlar yapabiliriz. Onun Tan­

zimat hareketini ayniyle kabul etmemesi, 93 Kanunu Esasisi

yapılırken «Hukuku Hüküm ranînin muhafazası lüzumuna

dair» Abdülhamid’e mektup yazması m illî vicdanın tecelli­

lerinden mâduttur,

(*) Gökalp’m ittihat ve Terakki Cemiyeti Yönünden yayınlan­

mış olan genelgelerinden.

Page 43: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

42 Z İ Y A G Ö K A L P

«Büyük adamlardan başka, büyük buhranlar da istişhat

için birer vesika teşkil eder. Meselâ, 31 Mart hâdisesi hüküm ­

dara, türklüğe ve islâmiyete kıymet vermemek, «ittihadı ana­

sır» fikrine büyük bir ehemmiyet atfetmek hareketlerine kar­

şı bir m illî tezahür addolunabilir (*).

Gökalp’a göre m illî sosyolojinin dördüncü kuralı m il­

letin tipini, ürgütünü belirtmektir. «Mukayeseli içtimaiyat

cemiyeti birtakım cinslere ve her cinsi de birtakım nevilere

ayırarak İçtimaî eıımuzeçler husule getirir. Bu suretle her

millet herhangi bir İçtimaî cinsin bir nevine mensup olmak

lâzım gelir. Her İçtimaî cinse ve neva elverişli olan örfler ve

müesseseler ve bunların tâbi olduğu kanunlar m âlûm olaca­

ğı için bir milletin cinsi ve nevi taayyün edince örf ve mües­

seseler ile mensuhaları ve persindeler kolayca tefrik olu­

nabilir.» (**).

Gökalp burada toplum larm bir bölümlemesini yapıyor.

Şöyle: Toplumları üç türe ayırıyor: Sağlı (Horde), kavim

(Peuple), m illet (nation). Sağlı aşiretlerden, aşiretler kabi­

lelerden, kabileler semiyelerden, yâni klanlardan meydana

gelir. Kavim yukarıki yapı bozulup sosyal duyuncun ortam-

laşmasıyla meydana gelir. Kavim üç türlü olur: Nacili ka­

vim (Peuple aristocratique), hodşahî kavim (Peuple autoc-

ratique); hudşahî kavimler (Peuple theocratique).

Durkheim’m sosyoloji anlayışında bir nokta üzerine dik­

kati çekmek isterim. Bu sosyolog sosyal olguları (faits so-

cials) nedenleme işinde Marks gibi yalnız b ir tek olguya., eko­

nomiye yüklenmez, sosyal olgu olarak şu olguları düşünür:

Din, ahlâk, hukuk, dil, sanat, ekonomi, spekülâsyon, eğitim,

teknik, aile, delvet, sosyal morfoloji. O, bu olgulardan hiçbi­

rine yaratıcılık rolü vermez. Yalnız sosyal morfolojiyi temel

olgu olarak tanır. Açıklamalarını da ona göre yapar. Sosyal

(*) Ziya Gökalp, adı geçen eser.(**) Ziya Gökalp, adı geçen eser.

Page 44: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 43

"bir detenninizme, gerekirlik vardır. Her sosyal olgu kendin­

den önce var olan sosyal olgularla nedeni enebilir. Tarih bo­

yunca, totemcilikten kitaplı dinlere dek var olagelen din de­

ğişiklikleri sosyal morfolojiye paralel5 olarak meydana gel­

m iştir. Aşiretlerin, sitelerin, kavimci devletlerin, milletlerin

varolması da sosyal morfolojideki değişiklikle birlikte ol­

muştur. Böyle olunca sosyal evrimin nedeni sosyal morfolo­

jid ir diye düşünülebilir m i? Böyle düşünmek doğru olamaz.

Bu konu yalm bir konu değildir. Çünkü, biraz toplum fel­

sefesine girecek olursak, birtakım problemlerle karşılaşmış

olacağız. Birkere canlılar âlemine bakalım, ne göreceğiz? Bu

âlemde evrimleri var eden, bir tek organ, hayatın bir tek gö­

revi değildir. Hayat, organların görevleri de içinde olmak

üzere, parça, bölüm nedir bilmeyen bir tümdür. Bitkilerde

olsun, hayvanlarda olsun, birtek organı, birtek organın bir

tek görevini evrimin ana etkeni, yaratıcısı olarak anlamak

doğru olmaz. Toplum yaşayımında da böyle değil midir?

Sosyal evrimi meydana getiren şu bu etkem değil, sosyete­

n in tüm ü kendisi, yaşayım denilen canlı gerçektir. Durkhe-

im sosyal morfolojiyi genel olgu olarak alıyor. Doğrudur. An­

cak toplum lann genel olgusu sosyal morfolojilerinden ibaret

değildir. En ilkel toplum örneği olarak anlaşılan Avustralya’

m n iki klanlı kabilelerinde din, dil, sanat vardır. Bu üç varlık

henüz toprağa yerleşmemiş olan bu kabilelerde kurum (insti-

tution) olarak değil, birer kuvvet (force) olarak yaşamakta­

dır. Ahlâk, hukuk, spekülasyon, ekonomi, eğitim, aile, devlet

gibi kurumlar bu toplum lar toprağa yerleşip de işbölümü

başladıktan sonra doğacaklardır. Onun için, sosyal yaşayım

bir neden — sonuç zinciri değil, sadece bir oluş süresi, bir

canlılık evrimidir. Bu anlayışla, toplum olguları arasında en

ilk, en yaratıcı, en önemli olanları ayırmak gerekirse bunla­

rın sosyal morfoloji ile birlikte din, dil, sanat olduğu anlaşılır.

Burada Gökalp gibi benim de içinde bulunduğum Durk-

heim ’m sosyoloji okuluna karşı duran iki anlayışı inceliye-

lim . Gabriel Tard ile Em ile Durkheim ’in toplum anlayışında­

Page 45: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

44 Z İ Y A G Ö K A L P

ki ayrılıkları şunlardır: Tard’a göre, sosyal olayların kaynağı

tek kişiler, bireylerdir. Tard sosyal olguların taklit yoluyla

genelleştiğini ileri sürer. Onca, bu olayların kaynağı tek.

insandır. Durkheim ise bu genelleşmenin, yayılmanın nede­

nini taklitte değil, bu olguların sosyal bir nitelik taşımaların­

da buluyor. Durkheim’a göre, sosyal olgular taklit edildikle­

ri için değil, sosyallik niteliği taşıdıkları için genelleşirler.

Bu nitelik olmadıkça da taklit yoluya sosyalleşme olamaz.

Yine Durkheim’ın açıklamasına göre, teklik olgularının bas­

kısı içeriden dışarıya doğru olurken, sosyal olanlarmki dışa­

rıdan içeriye doğru olur. Durum bu olunca, Gökalp’m şu

düşüncesi pek yerinde oluyor:

«Bu tarifler gösteriyor ki, İçtimaî hayatı Durkheim hars

zümrelerinde, Tard medeniyet zümrelerinde aramıştır. D ik­

kat edilirse anlaşılır ki, ferdî hâdiseler nam ı verilen gerek yu­

karıda zikri geçen ihtiyaçlar ve gerek görmek, istemek, kok­

lamak, tatmak ve duymak gibi ihtisaslar (sensation) hayatî

ve nevî hâdiselerdir. Bunlara ferdî hâdiseler demek doğru

değildir. Bunların haricinde kalıp da «İçtimaî hâdiseler» na­

m ı alan mefhumlara gelince, bunlar da nefsî ve şeyi . mef­

hum lar diye ikiye tefrik olunabilir. Nefsî b ir mahiyeti haiz

olan itikatlar, ahlâkî vazifeler, bediî şekiller ve alelumum

mefkureler bir ahrs zümresinin telâkkileridir. Şeyî bir m a­

hiyeti hâiz olan ilm î hakikatlar, sıhhî, İktisadî ve umranî ka­

ideler, ziraî ve ticarî aliyatlar ve alelumum riyazî ve mantıkî

mefhumlar bir medeniyet zümresinin telâkkileridir. Harsı

zümreye ait tasavvurların ferdî ruhlara icra ettiği haricî taz-

yıka müeyyidiyet (Saction), medeniyet zümresine ait mefhum­

ların tâbi olduğu haricî mutabakata şeniyet (Objectivite) de­

n ilir (*).

Gerçek bu olunca, hars, medeniyet olgularının insanda

yarattığı melekelerin, yetilerin ne olduğunu Gökalp şöyle

(*) Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, muasırlaşmak

(Hars zümresi, medeniyet zümresi).

Page 46: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

açıklıyor: «Hars hâdiseleri feftte «inşaî mefhumları yfıni

kıymetleri takdir ve tasnif hizmetiyle mükellef olan» vic­

dan melekesini, medeniyet hâdiseleri ise ihbar mefhumları,

yâni hakikatları tahlil ve terkip işine memur olan akıl me­

lekesini husule getirmiştir.» (*). Gökalp tarihî maddeci­

lik, Markscılık üzerinde de titizce durmuştur. Ona göre,

markscılık da Durkheimcılık gibi, sosyal tabiatta bir anla­

yıştır. Bu bakımdan bu ik i akıl biribirine yakındır. İkisi de

sosyal olguları yine sosyal olgularla nedenlemeye çalışır. İk i­

si de nedenci (Deterministe)dir. Aralarındaki ayrılık sosyal

gerçelkeri açıklamak için ileri sürdükleri nedenleyişlerden

ileri gelmektedir. Marks’a göre, toplumun yaratıcı öğesi eko­

nomidir. Bütün öteki kurum lan vazeden odur. Din, dil, ah­

lâk, hukuk, sanat, bütün sosyal kurum lar ekonomiden do­

ğarlar, ekonominin gölgesidirler. Ekonom ik olgular neden­

lerdir. Bütün ötekiler de sonuçlardır. Durkheim ’a göre, bu

anlayış doğru değildir. Ekonom ik olguların neden olarak,

öbür sosyal olgulardan ayrılığı yoktur. Ekonomi kolgular na­

sıl sosyal gerçekler iseler, öteki sosyal olgular da öyle, sosyal

gerçeklerdir. Onun için Markscılık dilindeki «gölgedeki olay­

lar» sözü yersizdir. Durkheim’m anlayışına göre, ekonomik

olgular öbür olgular için neden olabileceği gibi, öbür olgular

da ekonomik olgular için neden olabilirler. Yine Durkheim ’a

göre, sosyal olguların kaynağı kam u görünümleri «represan-

tation Collectives» dir. Ümmetçilik, milliyetçilik, mitler, ku­

rallar, felsefeler gibi. Bunlar önce lcafalara yerleşirler, son­

ra eylemleşirler. Bu görünümler coşkun, kamu toplantıları­

n ın etkisiyle bilinçlenince de ideâl, ü lkü olurlar. Bazan da

devrim etkeni gücünü kazanılar. «Durkheim mefkûreciliği

galayanlı içtimalarla, yâni sosyoloji ile izah ediyor. Ona göre,

bütün İçtimaî hâdiseler mefkûrelerden, yahut onların hafif

dereceleri olan mâşeri tereğilerden ibarettir.»

Ş imdi bu düşünceleri Durkheim ’m, ya da Gökalp’ın ya­

zılarında okuyanlar sosyal olguların nedeni bu kamu görü-

Z İ Y A G Ö K A L P 45

(*) Ziya Gökalp, adı geçen eser.

Page 47: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

46 Z İ Y A G Ö K A L P

kümleri, idealler olduğunu görecekler, belki de Durkheim

sosyolojisini idealist, doktrinci b ir sosyoloji olduğunu sana­

caklardı. Ancak, nedenlerin de nedenî vardır. Son neden öğ­

renilince, kendinden sonrakilerin nedenler değil, sonuçlar ol­

duğu görülecektir. Gökalp’m maşerî tereğiler dediği bu ol­

guların nedeni fizik, biyolojik olamayınca., ancak maşerî yâ­

n i kamul (Collecti.f) olabilir. Çünkü bu kamu görünümleri

ne fizik âleminde, ne de biyopsikoloji âleminde vardır. Bu

görünümler olsa olsa, sosyo - psikolojik olgulardır. Öyleyse,

bunları kendi kendilerine doğmuş olgular gibi ele almayıp

toplumda olmakta olan gerçeklerin belirtileri olarak anlamak

doğru olur.

Durkheim’m represantation Collectives dediği, görünüm

ler nedir? Bunlar kamu duyuncunda doğan bilinçli idrâkler,

erişimlerdir. Din erişimi, sanat erişimi, medeniyet erişimi,

meslek erişimi, hürriyet erişimi, eşitlik erişimi gibi. Bunların

tek insan erişimi ile ilintisi yoktur. Kam u erişimleri toplu­

m un bütün teklerinde vardır, kamu duyuncunda yaşıyan b i­

linçli ruh olgularıdır Tek insanların kendi kişililkerinin ya­

rattığı gibi ortaya attığı düşüncelerin bütün kamu kişileri

yönünden benimsenmesi de bu düşüncelerin kamu düşünce­

ler, kamu görünümleri olduğunu gösterir. Kam u görünüm­

leri bilinçlenip de kamu kişilerinin kişiliğini sarınca, ideâl,

ü lkü olumuna gelmiş olur. Durkhe.im’a, Gökalp’a. göre, bü­

tün sosyal olgular sosyal görünümlerden, bunların şiddetlen­

mesiyle meydana gelen ülkülerden ibarettir.

Ben Durkheim’m Kari Marx’a karşı ekonomik olgu ile

ilintili olan düşüncelerini doğru bulmakla birlikte, kollektif,

kamul görünümler için söylediklerinin bir kısmı üzerinde bi­

raz durmak istiyorum. Bence, onun represantatiöns Collec­

tives adım verdiği olaylar doğrudan doğruya sosyal olgular

değil, belki, sosyete kaynağından gelmekle birlikte, teklerin

ruhunda beliren sosyo - psikolojik olgulardır. Eğer böyle ol­

masaydı, ülkülerin ilk, hafif şekli olan bu görünliler kişilerin

Page 48: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 47

ruh durumlarıyla anlaşarak kendilerinden bâzı şeyleri yiti­

rip bâzı şeyleri de edinemzlerdi. Bence, görünümleri de, ü l­

küleri de sosyal olgular, sosyal olguların kuvvet, kurum bö­

lümüne koymayıp ayrı bir bölüme koymak doğru olacaktır.

Bütün sosyal çevrelerde clmakta olan olguların bir kısmı

doğrudan doğruya sosyal kaynaklı, bir kısmı da hem sosyal

hem de ruh kaynaklı olan sosyo - psikolojik oluşlarıdır. Be­

nim bu noktada durmamın nedeni titizlik değil, sosyoloji

incelemelerinde metod, teknik anlayışına, verdiğim, büyük

önemdir. Gökalp da Durkheim gibi düşünüyor. Kamu görü­

nümleri, yâni ülküler, bütün sosyal olayların nedenleri olmak­

la. birlikte; kendilerinin doğması, kuvvetlenmesi, zayıflanması,

ölmesi de sosyal nedenlere bağlıdır. Bu nedenler toplum göv­

desinde meydana gelen değişimlerdir. Bu değişimler nüfusun,

işbölümünün artması, eksilmesi gibi, hep toplum gövdesi ile

ilintili olan sosyal morfoloji olaylarıdır. Gerçek bu olunca,

sosyal politikanın ödevi bu kamu görünümlerini yaratıcı kay­

nak olarak görmeyip, onu da yaratan morfolojik yapı üze­

rinde durmaktır. Böylece hem. hars, kültür birliğinden mey­

dana gelen mekanik dayanışmayı kuvvetlendirmek, hem de

teknik ayrılığından, işbölümünden meydana gelen organik

dayanışmayı kuvvetlendirmekle elde olacaktır.

Gökalp Avrupa’da birbirine zıt olan, birbiriyle çarpışan

sosyal mezheplerden dört tanesini ele alıyor. Fertçilik, sos­

yalistlik, milliyetçilik, beynelmilelcilik. Bu arada medeniyet

gerçeği üzerinde duruyor. Bu yazısında medeniyet anlayışını

açıklayan parçalarını buraya alıyorum:

«Medeniyet zümresine gelince, bunun da fertlerini b ir­

leştiren, hasisaları ile ayıran hususiyetleri vardır. Medeni­

yet zümresinin fertleri hars zümrelerinden, yâni milletten

ibarettir. Ayni medeniyete mesnup milletler arasında m üş­

terek olan hasisalar müsbet ilimler, sınaî fenler, hülâsa, zih­

n î mefhumlardır. Bu müşterek hasisalara malik olan m illet­

lerin meomuuna «medeniyet zümresi» denildiği gibi, «beynel

mileliyet» nam ı da verilir. O halde beynelmilel zümrenin

Page 49: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

48 Z İ Y A G Ö K A L P

mihaniki tesanüdü onu teşkil eden milletler arasında m üş­

terek olan zihnî mefhumların mecmuundan, yâni medeni­

yetten ibarettir.

«Beynelmilel bir zümrenin fertlerini müşabih yapan hu­

susiyetler de vardır. Yâni, bir medeniyet zümresi dahilinde

de İçtimaî bir işbölümü mevcuttur. Bu İçtimaî işbölümünün

esası her milletin orijinal bir hars ibda ederek diğer millet­

lere dinî, ahlâkî, bediî zevklerde hususî çeşniler arz etmesi­

dir. Bir medeniyet zümresini teşkil eden milletlerin ayrı ay­

rı harslara malik olması, bir hars zümresini teşkil eden ayrı

ayrı ihtisaslara malik olmasının tamamiyle aynıdır. İptidaî

bir cemiyette fertler arasında işbölüm ünün ve ihtisasın bu ­

lunmasından dolayı mevcut olan yeknesaklık nasıl bir nakısa

ise, bir medeniyet zümresi dahilinde biribirine benziyen ori­

jina l harsların bulunmaması da o zümre için o derece büyük

bir noksandır. O halde, beynelmilel b ir taazzuvun mevcut,

olabilmesi için evvel emirde m illî taazzuvların mevcut bu­

lunması lâzımdır. Bundan başka bir m illî harsın teşahhusu

içiiı diğer milletlerdeki harslarla karşılaşması lâzımdır. Çün­

kü m illî hars tezatla meydana çıkar. Demek ki beynelmilel-

liyetle milliyet arasında tearuz bulunmak şöyle dursun, şe­

dit bir telazüm vardır. Beynelmilel medeniyet m illî harsların

teatisinden meydana gelen müşterek bir irfandır. Binaena­

leyh, bu harslar ne kadar müteaddit ve zengin olursa muhas-

salası olan medeniyet de o derece yüksek olur.»

«İşte, görülüyor ki, beynelmilel zümrede de m ihaniki ve

uzvî tesanüt mevcuttur. Beynelmilel bir zümrenin müşterek

bir medeniyete malik olması onun m ihaniki tesanüdünü vü­

cuda getirdiği gibi, her m illetin orijinal b ir hars vücuda ge­

tirmesi de medenî zümrenin uzvî tesanüdünü mucip olur.

O halde ne iktisadiyat sahasında birib irin in zıddı gibi görü­

nen fertçilikle içtimacılık arasında tezat, ne de siyasiyat sa­

hasında milliyetçilikle beynelmilelcilik arasında hakikî b iı

tebayün mevcuttur. Bu cereyanların dördü de tesanüdün dört

muhtelif şelkinden doğmuş dört normal cereyandır.

Page 50: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 49

«Beynelmilelliyetle milliyetin telifi için de müstakil har­

sa malik olan her zümrenin müstakil b ir hayata malik olma­

sı kabul edilmelidir. Beynelmilel bir zümrenin tealisi onun

dahilinde m üm kün olduğu kadar çok hars zümrelerinin mev­

cudiyeti ile ‘kaim ve bunlar içinde en ziyade orijinal olan

harslar en çok faideli olanlardır. Meselâ,. Avrupa medeniye­

ti içinde mevcut bulunan harslar, birbirine az çok yakın ol­

duğu için, yekdiğerine büsbütün yeni çelişmeler arz etmez­

ler. Her millette m illî çeşnilerden zevk almak ne kadar za­

rurî ise, haricî (exotique) çeşnileri tadmak ihtiyacı da o ka­

dar gayri kabili içtinaptır. Çünkü İçtimaî hayat daim î bir

rythme halindedir. M illî çeşnilerle haricî çeşniler arasında

daim î bir tenavup olmazsa, yeknesaklıktan bıkkınlık hasıl

olur. O halde, Avrupa medeniyeti için daha çok ecnebi, da­

ha çok irijinal harslara ihtiyaç vardır. Meselâ, inikşaf edecek

b irt ürk harsı, Avrupa medeniyetleri için gayet orijinal bir

yeni dünya suretinde görünecektir. Nasıl ki Japon harsı da

Avrupa’ya böyle yeni b ir âlem arz etmiştir. Bu iki yeni har­

sa İran, Efgan, Hint, Çin, Mısır gibi şark harslarını da ilâve

edecek olursak, Avrupa medeniyetinin daha zengin bir İçti­

m aî işbölümüne malikiyeti, daha çok nüanslı bir harslar

manzumesi mahiyetini alması temin edilmiş olacaktır. Bu

ifadeler gösteriyor ki, Avrupa medeniyeti kendi tekâmül ve

tealisini istiyorsa, bütün m illî harsların tezyidine çalışması

iktiza eder. Avrupa devletleri şimdiye kadar bu lüzumu idrâk

etmediler ve hep bunun aksine çalıştılar. Meselâ, uzun m üd­

det Lehistan harsı tazyik altında kaldı. Bugün İngilizler Al­

man harsını mahve çalışıyorlar. Halbuki Avrupa medeniye­

tine İngiliz ve Fransız harsları nasıl âlzımsa Alman, Türk,

Macar, Bulgar harsları da öyle lâzımdır. Avrupa medeniyeti

m illî b ir tesanüt olduğu gibi, m illî harslar arasında beynel­

m ilel b ir tesanüt bulunduğunu da idrâk ettiği gün bir taraf­

tan m illî hürriyeti, diğer taraftan beynelmilel adaleti kendi­

sine rehber ittihaz edecektir. M illî tesanütçülükte ferdî hür­

riyetle İçtimaî adalet nasıl biribirinin lâzım 've melzumu ise,

F: 4

Page 51: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

50 Z İ Y A G Ö K A L P

beynelmilel tesanütcülükte de lıarsî hürriyetle medenî ada­

let yekdiğerine mütelâzımdır. İşte memleketimizde bir kısım

mütefekkirler içtimaiyat ilm inden doğan bu umdeleri tesa-

nütçülük «solidarizm» ııamiyle camiğ ve telifkâr bir mefkû-

re olarak kabul ediyorlar. Bunun nazariyat ve tatbikatına

ait tetkikler peyder pek neşrolunacaktır.» (*)

Gökalp, 1917 de yazdığı, «Din, Felsefe, İlim » başlıklı ya­

zısında felsefe üzerinde duruyor, felsefenin dinle, bilimle

olan ilintisini, felsefenin ne olduğunu anlatıyor:

«İstikbalin felsefesi, ilme istinat sden, onu nazarî teces­

süs sahasında tamamladığı gibi hayatın ilim tarafından tesi­

sine im kân olmayan yüksek gayesini tayin eden nazariyeler-

den terettüp edecektir.» (**).

Gökalp’m bu yazısındaki felsefe anlayışından anlaşılan

şudur: Felsefe bilime dayanır, bilim i tamamlar. B ilim in ya-

pamadığı b ir işi de görür, hayatın amacını belirtir.

Gökalp 1918'de yazdığı bir yazıda felsefenin niçin gerekli

olduğunu da şöyle anlatıyor:

«Fenler aliyattan doğduğu gibi, felsefe de usulden tevel-,

lü t eder. Feylesoflar başkalarının bulduğu hakikatları terkip

ve tensik edenler değildir. Gerçekten feylesof olanlar haki­

kati ntaharrisi usulünü bilenler ve bunu bizzat tatbik edebi-

lenlerdir. Bugün felsefe keşfolunmuş bir sürü m alumatm

mcmuu suretinde telakki olunamaz. Felsefe bu malûmatı iâ-

yenkatı keşif ve islâh eden usullerden ibarettir. Yine anlaşı­

lıyor ki, bizde hakikî manasiyle ne felsefe, ne de feylesof var­

dır. O halde bir taraftan tarihli ve ananeli bir millet haline

girmeye, diğer taraftan da bilfiil sanayie istinat eden fenler

ibda etmeye, usullerden aleddevam feyiz alan felsefeler ya­

ratmaya çalışmalıyız. Asırn fünun ve felsefesini, fenniyat ve

(*) Ziya Gökalp, İçtimaî mezhepler ve içtimaiyat, «Yeni Mec­

mua» Sayı: 26.

(**) Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak,

(An'ane ve Kaide).

Page 52: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 51

usuliyatın m illî ve dinî ananelerimize, izah ettiğimiz surette

aşılar ve mezcedersek, muasır bir İslâm — Türk medeniyeti

hasıl olacaktır. Ve işte halk ruhunun «Kızılelma» diye aradı­

ğı bu mevlu-t vatana vasıl olduğumuz zamandır ki hakikî ma-

nasiyle harsan hür ve medeniyeten müstakil olacağız.» (*).

Gökalp’ı inceliyenlerin üzerinde uzun uzadıya duracak­

ları düşüncelerinden biri işte bu yazısıdır. Bu yazıdan anla­

şılan şudur. Felsefe bilim in bulduğu gerçekleri birleştiren

b ir düşünce değildir. O, gerçeği bilen, araştıran, bunun usu­

lünü bilen, yapan insanların işidir. Felsefe bir usuldür. Bu

anlayışla felsefe bilimden ayrılmış olmuyor. Çünkü İlcisi de

gerçeği araştırıyor, bunun usulünü Gökalp aşağıdaki sözleri

ile bu anlayışını daha çok geliştiriyor.

«Bugünkü felsefenin bu istikametine rağmen ilim ile fel­

sefenin mütekabil mevkiini tayin etmek günün meselesi ol­

maktan çıkmamıştır. H âlâ bazı alimler felsefenin mevzuunu

herhangi bir ilme .ithal etmekte, yahut öyle bir mevzu gör­

memektedirler. Hakikat itibariyle birinci şık hep tehlikelidir.

Çünkü bir ilm in mahdut bir şeniyetten çıkardığı bir kanun

ile bütün kâinatı, hayatı izah edebilmesi kabil değildir. Çün­

kü böyle bir izah mahiyeten ilm in hududunu aşması demek

olacağı gibi, bizi yanlış yola da sevkeder. Çünkü hayat ve kâ­

inat yalnız şeyî ve kısmî tetkikatla değil, um um î ve hatsî id ­

râk ile hal olunabilecek birer muammadır. Yalnız ilim bir

taraftan bunu kontrol edeceği gibi, feylesof da hatsî keşif

malzemesini .ilimden alır.» (*).

Bu yazıyı şöyle özetleyebiliriz: Bilim le gerçeği tam ola­

rak kavramak elde değildir. Çünkü bilim , gerçeğin kendisini

tam olarak tanımaz. B ilim gerçeğin parçaları üzerinde çalı­

şır. Bu kadar bir bilgi ile bütün varlığı kavramak bilim in

elinde değildir. Böyle bir iş b ilim in sınırları dışındadır. Fel­

sefe gerçeklerini bilimden almakla birlikte gerçeğin tümünü,

ancak sezgi (İntııition) ile, kavrıyabiir. Gökalp adı geçen

(*) Ziya Gökalp, Din, Felsefe, ilim (Yeni Mecmua, Sayı, 3).

Page 53: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

52 Z İ Y A G Ö K A L P

yazının yazıldığı tarihden yedi yıl kadar sonra 1923’de bası­

lan Türkçülüğün Esasları adlı kitabında aynı konu üzerinde

şöyle duruyor:

«İlim , objektif ve müsbet olduğu için beynelmileldir. B i­

naenaleyh, ilimde türkçülitk olamaz. Fakat, felsefe, ilme müs­

tenit olmakla beraber, ilm î düşünüşten başka türlü bir düşü­

nüş tarzıdır. Felsefenin objektif ve müsbet unvanlarını ala­

bilmesi, ancak bu sıfatları haiz olan ilimlere uygun olması

sayesindedir. İlm in nefyettiği hükümleri felsefe isbat edemez,

İlim in isbat ettiği hakikatları felsefe nefyedemez. Felsefe,

ilme karşı bu iki kayıt ile mukayyet olmakla beraber, buı>

larm haricinde tamamiyle hürdür. Felsefe ilimle tenakuza

düşmemek şartıyla ruhumuz için daha üm itli, daha vecitii,

da,ha. teselli verici, daha çok saadet bahşedici, büsbütün ye­

n i ve orijinal faraziyeleri ve görüşleri arayıp bulmaktır. Bir

felsefenin kıymeti bir taraftan müsbet, ilimlerle hemahenk

olmasının derecesiyle, diğer cihetten, ruhlara büyük ümitler,

vecitler, teselliler ve saadetler vermesiyle ölçülür. Demek

ki, felsefenin b ir safhası objektif, diğer safhası sübjektiftir.

Binaenaleyh felsefe ilim gibi beynelmilel Olmaya mecbur de­

ğildir. M illî de olabilir. Bundan dolayıdır ki ahlâkta, bedii­

yatta, iktisatta olduğu gibi, felsefede de türkçülük olabilir.

Felsefe maddî ihtiyaçların iktiza ve icbar etmediği münteşir,

garazsız, hasbî bir düşünüştür. Bu nevi düşünüşe speculation

:namı verilir. Biz buna türkçe «muakale» ism ini veriyo­

ruz.» (*)

Gökalp, bu düşüncesiyle herkesin, hiç değilse benim an-

lıyamayacağım bir düşünce alanına giriyor. Ona göre felsefe,

bilime dayanmak zorundadır, bilimle çatışamaz. Böyle ol­

makla birlikte bilim ol^jektif iken felsefe sübjektif oluyor,

b ilim milletlerarası iken, felsefe m illî oluyor. Ben şöyle dü­

şünüyorum: B ilim in ödevi gerçekleri olduğu gibi bildirmek­

tir. Ümit, vecit, teselli, saadet vermek değil. Öyleyse, ilm in

(*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Felsefî Türkçülük).

Page 54: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 53

gerçeklerine bu kadar bağlı olan felsefe ilmin veremedikle­

rini nasıl verebiliyor? Felsefe hem ilim gibi objektif, hem de sanat gibi sübjektif nasıl olabilir? Yoksa, felsefe ayrı iki zıt bilincin bir karması mıdır?

Aynı felsefe hem bilinci, hem milliyetçi nasıl olabilir? Önce bilimle anlaşan, sonra, ondan ayrılan felsefe nasıl olur da menfaatsiz, garazsız, hasbî bir düşünüş olabilir? Büyük fikir adamımızın bilim ile felsefe anlayışı üzerinde 1918’de yazdığı makalenin bazı kısımları onun bu iki anlayışını açık­ça gösterecektir.

«İlim, kâinattaki bütün hâdiselerin şeyî (objektif) bir usulle tetkikinden ibarettir. İlmin bütün şeniyetlere ait ke­miyetlerden bahseden kısmı, riyaziyat ilmini doğurduğu gibi doğrudan doğruya maddi, hayatî, ruhî, İçtimaî şeniyetlerden bahsed^ /ı kısımları da maddiyat, hayatiyat, ruhiyat, içtimaiyat namları verilen ilimleri vücuda getirmişlerdir.

«Bazılarına göre, felsefe, bu saydığımız beş nevi ilmin terkip ve tensikinden ibarettir. Yani felsefeyi tarif için, ona «ilimlerin ilmi, umumî ilim, ilmi kül» sıfatlarından birini vermek kâfidir. Halbuki gerçekten feylesof olanlar felsefe­nin böyle bir tarifini asla kabul etmemişlerdir. Bunlara göre,

ilimlerin mecmuu yine ilimidr. Nasıl ki su zerrelerinin husu­le getirdiği bir kitle mayi halinde kalsa da’ donarak buz ol­

sa da, yahut tebahhür ederek buğu haline gelse de yine su­dur. İlimleri de şeyî kaldıkları müddetçe ne şekilde cem ve te’lif etseniz, husule gelecek netice yine ilimden ibaret ka­lır. Felsefe ilmin herhangi bir hali ise, o halde felsefe yok demektir. Çünkü ilmin bir şubesi olan bir felsefe gerçekten felsefe değildir. Felsefe var olabilmek için ilme istinat et­mekle beraber, mutlaka ondan ayrı bir şey olmalıdır. Bugün ilme istinat etmiyen, yahut ona münakız olan bir anlayış tar­zı felsefe adını alamaz. İlmî hakikatlarm mecmuundan ibaret olan bir idrâk tarzı da «ben felsefeyim» diyemez. O halde il­

Page 55: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

54 Z İ Y A G Ö K A L P

me müstenit olduğu halde ondan ayrı bir şey olan felsefenin

mahiyeti nedir?» (*).

«İlim, eşyayı şeyi olmak itibariyle tetkik eder. İlme gö­re âlemi asgar âiemi ekberin, vicdan kâinatın, nefis şeyin

içindedir. Bundan dolayıdır ki, ilim madde ile hayatı nasıl şeyi bir usulle tetkik ediyorsa ferdî ruhla İçtimaî vicdanı da aynı surette anlamaya çalışıyor. Müsbet ruhiyatla müsbet. iç­timaiyatın teşekküle başlaması, ferdî ruhla içtimai vicdanın kâinat içinde görülmesinin bir neticesidir. O halde ilim evve­lâ şeylerin tetkikinden başlayarak bilâhare nefisleri de aynı usulle tetkik etmiş, yâni şeylerden ve nefislerden mürekkep olan alelumum varlıkları şeyî bir gözle görmeye çalışmıştır. Çünkü ilim nazarında nefisler de birer şey mahiyetindedir. Görülüyor ki, kâinatın şeyî tetkikinden çıkan ilim hakikatin yalnız bir tarafıdır. Çünkü ilim eşyayı yalnız şey noktai naza­

rından tetkik etmiş, taharrileri arasına nefis noktai nazarı­nın karışmamasına bütün kuvvetiyle çalışmış, nefsî (sub- jectif) yi şeyî (objectif) ye karıştırmamayı usulünün üssü- lesası ittihaz eylemiştir. Yalnız vicdan kâinat içinde bulunup da kâinat da vicdanın içinde olmasaydı, ilim bizim için kâfi gelebilirdi. Fakat aynı zamanda kâinat da vicdanın içindedir. Ve kâinatın vicdan içinde bulunması maddî kâinat üzerine

doğrudan doğruya müessir olmasa bile İçtimaî kâinat üze­

rine doğrudan doğruya kati ve şedit bir surette müessirdir. Cemiyetimizin mukadderatı, kâinat hakkmdaki telâkkimize

ve tehassürümüze tâbidir. Bu telâkki ve tehassüs ise kâinat hakkındaki İlmî ittilalarımızm vicdan süzgecinden geçmesiy­le husule gelmiştir.

«Demek ki ilim Âlemi Asgari Ekber’in içinde ararken, felsefe bilâkis Âlemi Ekber’i Âlemi Asgar dediğimiz canlı âyine dahilinde görür. İlim vicdanı kâinat içinde, nefsi şeyin

(*) Ziya Gökalp, Eski Türkçülük, Yeni Türkçülük, (Yeni Mec-

müa, Sayı: 42).

Page 56: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P

derununda tetkik ederken felsefe kâinatı vicdanın içinde, şeyi nefsin derununda tetkik eder.

«Hakikati halde vücut nasıl bir şeniyet ise, vicdan da bir şeniyettir. İlim, vicdanı yok farzederek meydana çıkarıyor,

yalnız vücudu tetkik ediyor. Binaenaleyh, husule gelen ne­tice eksiktir. İlmin bize gösterdiği dünya hakikî dünyanın yalnız iskeletidir. Bu kadid canlanmak için ona vicdan ade­

sesinden bakmak lâzım. İşte bu bakışa felsefe ve onun gö­rüş tarzına da kâinat telakkisi, yahut hayat telakkisi deni­lir. Schopenhawer, «dünya benim görüşümdür» mealinde «Le monde est ma reprssantation» cümlesi bu maksadı ifa­de eder. Çünkü normal bir insanın gördüğü dünya, vicdanı­nın dürbünü ile temaşa ettiği canlı bir âlemdir. Yoksa ilmin gördüğü kadit halindeki âlem değildir. O halde felsefeyi böy­le tarif edebiliriz. Felsefe ilmin, bize gösterdiği objektif

ve cansız dünyayı, sübjektif bir gözle canlı olarak görmek­tir.

«Yukarıki tetkikler, ilmin objektif, felsefenin sübjektif olduğunu gösterdi. Fakat, unutulmamalıdır ki, sübjektif olan felsefe ancak ilmin objektif hakikatlarına istinat ettiği müd­

detçe hayat hakkına maliktir. Filhakika felsefe sübjektif bir gözlükle görmektir. Fakat, felsefenin bu gözlükle baktığı âlem alelade bir âlem değil, ilmin objektif gözlükle gördüğü dünyadır. Demek ki, felsefe ilmin objektif bir gözle gördüğü

şeniyeti ikinci defa olarak sübjektif bir gözle görüyor. Bi­naenaleyh, ilmin esası objeetivisme olduğu halde, felsefenin esası objectivisme’e müstenit bir subjectivisme’dir.» (*)

Düşüncelerini bu noktaya kadar getiren. Gökalp, ferdî vicdanın ancak İıaz, elem, korku, gazap gibi, ferdî heyecanla­rı taşıyabileceğini, onun için bilinç alanının İçtimaî vicdanın- kine göre, çok dar olduğunu söylüyor. Ona göre felsefe an­cak toplum kaynağından, toplum bilinci ile doğabilecektir,

Bu anlayışını şöyle seziyor:

(* ) Ayni eser.

Page 57: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

56 Z İ Y A G Ö K A L P

«Yukarıdaki ifadelerden anlaşılıyor ki, içtimaiyattan do­ğan felsefe kâinatı bir tarafdan beynelmilel medeniyetin, di­ğer cihetten millî harsın gözlüğü ile görüyor. Bu ikilikten de felsefenin realizm ve idealizm şekilleri vücuda gelir. Me­

deniyeti teşkil eden şeniyet hükümlri yalnız zarf itibari ile İçtimaî, mazruf cihetinden büsbütün kavmîdir. O halde me­

deniyet gözlüğü ile bakan bir felsefe realist bir mahiyette kalır. Harsı teşkil eden kıymet hükümleri ise hem zarf hem de mazruf itibariyle İçtimaîdir. Binaenaleyh, hars gözlüğü ile bakan bir felsefe de idealist bir mahiyet alır.

«Aynı zamanda medeniyetçi felsefenin beynelimlel, hars- cı felsefenin millî olması da zarurîdir. Çünkü hars millî ol­duğu halde medeniyet beynelmileldir. Maamafih, cemiyet yal­nız milletten ibaret olduğu, beynelmilel zümrede hakikî bir

cemiyet mahiyeti bulunmadığı için medeniyet de ancak bir hars tarafından kabul edildikten, bir milletin hayatına gir­dikten sonra canlı bir mahiyet iktisap eder. Milletlerin ya­şamadığı bir medeniyet muallakta, temelsiz, hayatsız bir peszindeden başka bir şey değildir. Yüz seneden beri geçirdi­ğimiz buhranlar gösteriyor ki, bizde birtakım fertlerin kendi başlarına Avrupa medeniyetine girmesini millet kabul etmi­yor. Fakat Avrupa medeniyetinin millî harsımız tarafından kabul edilip de millileşen kısımları kendi millî müessesele- rimiz sırasına geçiyor. O halde medeniyet, esası itibariyle beynelmilel bir harstan müstakil olmakla beraber, her mille­tin hayatına o milletin harsına intibak etmek mecburiyetin­dedir. Bu suretle felsefenin esasen idealist olması ve fel­sefedeki realizmin ancak bu idealist esasa, istinat etmesi lâ­

zımdır.

«Bu muhakemeler gösteriyor ki, ilim beynelmilel oldu­ğu derecede felsefe de millîdir. Çünkü felsefe kâinatı bir İç­timaî vicdanın, yani bir millî harsın gözlüğü ile görmektir.

Bir feylesofun kendisine mahsus bir kâinat telakkisi, bir ha­yat telakkisi olamaz. Çünkü ferdin hususî bir harsı, milletin-

Page 58: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 57

den müstakil bir şahsiyeti yoktur. Hakikî ve müstakil bir şahsiyete malik olan, hususî bir harsın sahibi bulunan an­cak millettir.

«Mevcudat arasında hakikî bir tesanüde malik ve (tam)' mahiyetini haiz olan ne kâinat ne de insandır. Böyle bir sı­fatın lâyıkı ancak millettir. Ancak millettir ki, kendisine mah­sus bir lisana, bir dine, bir ahlâka, bir bediiyata, bir huku­ka, bir iktisadiyata, hülâsa bir harsa ve şahsiyete malik ola­bilir. Demek ki hakikî su,jet ancak milletin vicdanıdır. O halde İlmî hakikatları sübjektif bir gözle görecek de yalnız millet olabilir. Hakikî feylesoflar milletlerinin şuursuz fel­

sefesini şuurlu bir surette duyanlar ve milletten aldıkları bu

hatsleri asrın ilimleri ile hemahenk bir sistem halinde mey­dana koyanlardır.» (*)

Felsefe, yeni felsefe bilimsiz olamıyor. Felsefenin ken­disi bilim olmamakla birlikte, bilime dayanmak, bilimin verilerini içine almaık, onunla anlaşmak zorundadır. Yoksa, felsefe olmaz, ideoloji olur. Felsefenin içine aldığı bu bilim akla, ussa uygun, rationnel bir varlıktır. Bir millete özgü de­ğil, bütün milletlere mal olabilecek bir niteliktedir. Şimdi nasıl oluyor da rasyonel, uscul, milletlerarası olan bu bilim verileri ile birleşen kendisi de ister istemez uscul olmak zo­rundadır. Öyleyse, nasıl oluyor da bu felsefe sonradan millî

yani a rationnel, uscul dışı bir varlık oluşuna gelebiliyor?Benim felsefe anlayışım şudur: Bilim gerçekleri objek­

tif olarak inceler. Birtakım kanunlar bulur. Bu inceleme bi­limin konusuna göre değişir. Başlıca üç türlü gerçek vardır.. Fiziko - Şimik gerçekler, biyolojik gerçekler, sosyal gerçek­ler. Bilimin işi bu gerçekleri incelemek, bu gerçeklerin ka­nunlarını bulmaktır. Hangi bilim olursa olsun, bu inceleme­yi gerçeğin tümü üzerinde değil, yalnız olguları üzerinde ya­par: Isı, ışık, elektrik, can, içgüdü, din, ahlâk gibi. Sonra bi­lim incelediği olguların da yalnız bir evresini, bir görünüşü-

(* ) Ziya Gökalp, aynı eser.

Page 59: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

58 Z İ Y A G Ö K A L P

nü inceler. Oysa ki bütün bu bilim konuları varlıkların par­

çalarıdır: Tüm olan varlıkları değildir. Şimdi, insan akimın sorduğu sonsuz soru şudur: «Varlık nedir? Biz insanlar ne­reden geliyoruz, nereye gidiyoruz, biz neyiz?» İşte insanoğlu durmayıp bu varlığın sırlarına erişmek istiyor. Bilim bu sır­lardan açıklıyabileceğini açıklamıştır. Ancak, insan aklı, in­san ruhu, daha ötesini de istiyor. O zaman tek yol önce bili­me sormak, bilimden alacağını aldıktan sonra da bunları da içinde olmak üzere yepyeni bir varlık bilgisi meydana getir­mektir. İnsan bu işi yapmak için yine aklını çalıştıracaktır. Artık bu akıl matematikleşmiş olan akıl değil katılaşmamış olan akıl, canlı akıldır. Sanat, eserini duyan, anlayan, kendi varlığımızı duyan, anlayan akıl işte bu canlı akıldır. Bu ak­la Henri Bergson gibi İntuition, hads, sezgi diye bir ad taka­

biliriz. Ancak, bu intuition duyularmki değil, Bergson’un intuition Philosophique dediği felsefe sezgisidir, canlı akıl­dır. Böyle anlaşılan bir felsefe gerçi bilim değildir, milletten millete değişen, sübjektif bir bilgi, bir hars kolu da değil­dir. Kendi başına realist de olmaz. İdealist de olmaz, yalnız bilim gibi, kendine göre objektif olabilir.

Benim anladığım felsefe, bilim olmayan, ancak, bilimin akılla yaptığı denemeleri sezgi ile yapıp sürdüren, yaratıcı bir sentezdir. Bu anlayıştaki felsefe bir hars, kültür değil, bir medeniyet, bir teknik konusudur. Onun için, milletlera­

rası bir çalışmadır. Onun için ben bilimin objektif olan veri­lerini içinde taşıyan felsefeyi Gökalp gibi sübjektif bir dü­

şünce olarak almıyorum, içinde taşıdığı bilim verilerinin zen­

ginliği oranında objektif oluşlu bir speculation, olarak alı­

yorum.Öyle sanıyorum ki, Gökalp’m felsefe anlayışında/ sübjek­

tifliğe büyük yer vermesi felsefenin bilim gibi deneme ile meydana gelemeyip bilim verilerini birliğe, bütünlüğe erişti­ren canlı bir zekâ ile meydana gelmiş olmasıdır. Bence bizi bu alanda esenliğe kavuşturacak olan yol yine bilim, akıl yo­lu olacaktır. Bilimlerin yaptığı hypnotese’leri, varsayımları

Page 60: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 59

bir düşünelim. Bunlar da bir soy felsefedir. Varsayım ku­runtu ile var olmaz. Yaratıcı muhayyile ile var olabilir. Var­

sayım yapan bilgin önce bütün pozitif olan verileri toplar. Sonra yeni olan olayı açıklamak için bu veriler içinde olmak üzere henüz karanlıkta kalan oluşu aydınlatmaya çalışır. İş-

te doğa kanunlarını ilkin sezmek için bilimin kullandığı ya­ratıcı muhayyileyi felsefe de bu kanunların sentezi demek olan tüm anlayışı yaratmak için kullanmaktadır. Gökalp, bir

de halkın felsefesinden söz açıyor. Şöyle diyor:

«Maamafih türklerin felsefece geri kalmaları yalnız yük­sek felsefe noktai nazarından doğru olabilir. Halk felsefesi

noktaî nazarından Türkler bütün milletlerden daha yüksek­tirler. Rostand adlı bir Fransız feylesofu diyor ki: «Bir ku­

mandan için karşısındaki düşman ordusunun ne kadar as­keri, ne kadar silâh ve mühimmatı olduğunu bilmek çok fay­dalıdır. Fakat onun için bunlardan daha çok faydalı bir şey daha vardır ki, o da karaısmdki düşman ordusunun felsefe­sini bilmektir.» (*)

Apaçık görülüyor ki, buradaki felsefe sözü ülkü, mane­vî kuvvet anlamında kullanılmıştır. Yoksa, Gökalp’ın anladı­ğı halk felsefesi anlamında değil. Zaten Gökalp.m şu sözleri de bu anlayışının doğru olduğunu göstermektedir: «Filhaki­ka iki ordu ve iki millet birbiriyle savaşırken, birisinin galip, diğerinin mağlûp olmasını intaç eden en başlıca amiller iki tarafın felsefeleridir. Ferdî hayatı vatanın istiklâlinden, şah­sî menfaatini namus ve vazifeden daha kıymetli gören bir ordu mutlaka mağlûp olur. Bunun aksi bir felsefeye malik

olan ordu ise mutlaka galebe çalar.» (**)

Bu sözler de gösteriyor ki, Gökalp’m Türk halkında var­

dır dediği felsefe, felsefe değil, ahlâk ülküsü, yurt aşkı, yiğti-

lik gibi değerlerdir.

(*) Ziya Gökalp, adı geçen eser.(**) Ziya Gökalp, adı geçen eser.

Page 61: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

III

DİN ANLAYIŞI

Gökalp’m sosyolog olarak üzerinde durmadığı sosyete problemi yok gibidir. Ancak, o her konudan çok, metod, din, ahlâk konuları üzerinde durmuştur. Bundan bütün sosyal ko­nulara eşit değer vermediği, bunlar arasında din gibi birtakı­mına, üstün değer verdiği seziliyor. İşte, Küçük Mecmua’da «Dine Doğru» başlıklı yazısında sosyal olguları, aşağıdan yu­karıya doğru şöyle sıralıyor: Ekonomi, bilim, sanat, ahlâk, din. Bu sıraya göre, ekonomi en alt katta, din en üst katta­dır. Gökalp’m bu anlayışı çok doğrudur. Çünkü din, dil gibi, sanat gibi, toplumları yaratan, yaşatan kamu kuvvetlerinden biridir. Hattâ, Emile Durkheim’m anlayışına göre, din top-

lumlarm ilk yaratıcısıdır, ana kuvvettir. Din, dil, sanat, bu

üç kuvvet, etnografyanın bildirdiği en ilkel toplumlarda bile vardır. Hem de en diri, en kaplayıcı olarak vardır. Sosyolog­ların institution, kurum adını verdikleri sosyal varlıklar ise, ancak, toplum toprağa yerleşip de sosyal işbölümü meydana geldikten sonra doğabiliyorlar. Yeryüzünde dinsiz, dilsiz, sa- natsız toplum olmadığı gibi, bunlarsız ne bilim, ne ekonomi, ne teknik, hiçbir sosyal kurum olamıyor, kültür kalkınması, medeniyet gelişmesi de olamıyor. Onun için, din denilen var­lığı tapmaklara kapanmış insanlardan, törenlerden ibaret sanmak dar bir anlayıştan başka bir şey değildir. Din, her şeyden önce, bir bilinçaltı varlığıdır. Böyle bir varlık olarak

onun sinmediği, esinlemediği dil eseri, sanat eseri, ahlâk ese­ri yoktur. En orijinal olan sanat eserlerinden tutun da in-

Page 62: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 61

san jestlerine, insan pozlarına kadar duyuncu taşman top­lum varlığı, kamu varlığı odur. Biz insanlar hep bu kutsal varlığın bilerek, bilmiyerek etkisi altında yaşıyoruz. Öyle ki, dinsiz adam olarak onun varlığını yoğumsamak istesek bile, yine de onu bilinçsiz olarak yaşar dururuz. Sosyalleş­mek, milîleşmek için, her şeyden önce dinlileşmek gerektir. İşte onun için Gökalp, üç prensibi arasına İslâmlaşmayı da almıştır.

Gökalp’m din anlayışını iyice kavramak için gençliğinde geçirdiği ruh buhranının evrelerini öğrenmek gerekmekte- dir. Tasvir Gazetesinde çıkan Fikret Karakoyunlu imzalı ya­zıdan bu konuyu çok iyi aydınlatan kısımları olduğu gibi

alıyorum:

«Din mefhumunun hakikî hikmet ve felsefesini lâyıkıy- la kavramadan, sadece müeyyidelerini terazi ve köprü gibi maddî hâdiselerle izaha kalkışan bazı basit, bilgisiz kimsele­

rin serapa şeklî din telâkkisiyle alkı selimin mantıkî anlayış tarzı arasındaki uçurum önünde elbette ki, Gökalp’m arayıcı ve sorucu zihni bir müddet için duraklayıp kalacaktır. Ni­tekim Ziya’nm müstesna idrâki ilim ve mantıkla tezat halin­de bulunan bâtıl itikatları olduğu gibi kabule icbar ve ikna edilememiştir.

«Ziya Gökalp’m bu ilk tabiî derinleştirme arzusu o za­manın bâzı dar düşüncelileri tarafından dine saygısızlık ad­dedilmiş ve kendisine —tamamen haksız olarak— münkir diyenler bulunmuştur.

«Filhakika, Gökalp ve muakıplerinin tahkiki ve makul

din telâkkisiyle bazı kimselerin sadece biatlerden ibaret olan din anlayışı arasında bugün de farklar vardır. Bu fark dinin ilk zuhurundaki salim vasıflarıyla hurafeler karıştıktan son­ra aldığı münakaşalı şekiller arasında da göze çarpar. Hakikî ilim gibi hakikî dinin de zaman zaman tatbikattaki şeklin üs­

tünde kalması mümkündür.

«Ziya Gökalp gençliğinde karanlık bulduğu noktalar için

Page 63: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

62 Z İ Y A G Ö K A L P

tasavvufun bir irşat meşalesi vazifesini görüp görmiyeceğini denemiye koyulmuş, bu sebeple de meşhur İslâm klâsikleri­ni tetkik etmiştir. Amcası Hasip Efendinin tavsiyesi ile Ga­zali, Bestanî, İbnürrüşt, İbnisinâ gibi büyük mütesavvıflarla

tanışmış ve bunların anlayışlı din felsefesinde teselli edici, mûnis bir hüviyet bulmuştur.

«Asena’nm dediği gibi, Gazalî’nin mucizeler gösteren bir peygamber dahi olsa, bir kimsenin akıl ve mantıktan uzaklaşarak meselâ (2 + 2 = 5) olduğunu mücerret iddia ve ısrar etmesine tahammül edemiyeceğini söyliyecek kadar te­fekkür ve derinleştirme hürriyetinde ileri gitmesi Gökalp’m cesaretini arttırmış ve bu vadideki münakaşaların da daha ateşli ve bilgili olmak imkânını vermiştir.

«Gençliğinde Ziya Gökalp’a münkir diyecek kadar geri­ye gidenler dar kabiliyetlerinin basit ölçüsüyle Ziya’nm ha- rikulâde keskin zekâ ve idrakini tartmıya ve değerlendirme­ye muvaffak olamıyanlardır. Buna mukabil, Gökalp, Diyarba­kır’da derunî şüphe ve tahkik arzularını tabiî ve hoş karşı­

layarak münakaşalarına vukufla iştirak ve zaman zaman il­zam eden Hacı İzzet Efendi gibi fıtrî mütefekkirlerle de kar­şı karşıya, gelmek bahtiyarlığına erişmiştir.

«Filhakika Ziya Gökalp’ın ilk şüphelerini tasavvufun ve ilmin ışığı altında damla damla erittikten sonra bidatsız,

hurafesiz bir dinin insanlık için zarurî ve faydalı olduğuna kanaat getirdiği ve çocukluk arkadaşı Asena’nın tabiriyle de «bir imanı hakikî ile mütedeyyin bulunduğu» şüphe gö­türmez. 3 Temmuz 338 tarihli Küçük Mecmua’da çıkan «Di­ne Doğru» adlı yazısı bu ciheti tam. bir sarahatla tebarüz

ettirmektedir. Gökalp, bu zamanda dinin beşer evlâdı için

bir zaruret olduğu fikrini ileri sürer.

«Filhakika, Allah’a tevekkül'eden bir lâhza ümitten mah­rum, bir dakika bedbin olmaz. Bir filozof diyor ki: «Ağaçla­rın kıymetleri yemişlerinden anlaşılır.» O halde, bu kadar

Page 64: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 63

tatlı yemişler veren böyle bir ağaca lâkayıt kalmak büyük

bir gaflet değil midir?«Dine Doğru» adlı yazı kül halinde tetkik edildiği zaman

Ziya’nın bidatsız ve hurafesiz, tertemiz, vecdî bir inancı kas-

dettiği anlaşılır.«Gökalp’m insanlar için faydalı gördüğü vecdî din umu­

mî cemiyet hayatını idare için konulmuş her türlü siyaset, iktisat ve pozitif hukuk kaidelerinin tamamen üstünde kal­ması lâzımgelen/ferdi ve vicdanî itikattan ve bunun serbesti- sinden ibarettir. Ziya Gökalp tevekkül tabiriyle de hiçbir za­man bu kelimenin tatbikattaki miskinlik ve tembellik ma­nasını kasdetmemîştir.

((Hakikî tevekkül herhangi bir işde beşer takat ve idra­kiyle yapılabilecek her şey yapıldıktan ve maddî her türlü tedbirler alındıktan sonra, kalbin derunî bir itminan ve gü­ven vecdi içinde mabut mefhumuna bağlanmasıdır.

((Hayatta huzur için maddî her şeyin üstünde duran böy­le derunî ve vicdanî bir inanca ihtiyaç vardır.» (*)

Kendisini tanımadığım Karakoyunlu'nun bu yazısını ta­da tada okudum. Gökalp için yazdıkları hep doğru. Gökalp'’ m din anlayışını anlamak için bu yazıda geçen sözlerini oku­mak yeter. Gökalp türktü, müslümandı. Ancak, ormn müs- lümanlığı ağızdan kapma., kulaktan dolma bir müslümanlık olamazdı. Çünkü o herhangi bir fikir adamı değildi, rnetod

sahibi bir bilim adamı idi. Hem de bilimi bir çokları gibi okumuyor, yaratıyordu. Onun yaşadığı şartlar içinde yaşayan bir insanın bir din bunaltısı geçirmesi de olağandı. Ancak, Gökalp, İslâm dininin kaynağı olan Kıır’an’a, dinin kendisi­ne bağlanarak bütün uydurma, yapma inançlardan kendini kurtarmıştı. Gökalp’m «Dine Doğru» yazısında üzerinde dur­duğu din eğitimi konusu bence kişilik psikolojisinin büyük bir dikkatle incelemek zorunda olduğu karanlık konulardan

(*) Fikret Karakoyunlu, Ziya Gökalp ve itikat Mefhumu (Tas­

vir, 5 Eylül 1945.1.

Page 65: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

biridir. Bu kitabımın eğitimle ilintili olan son bölümünde bu konu üzerinde duracağım. Gökalp, din sosyolojisi üzerinde -durmakla kalmamış, milletinin dini olan İslâm dinini ince­lemiş, bu incelemede çok ileri gitmiştir. İslâm dini üzerinde­ki bilimli çalışmaları kendisine gelinceye kadar kimse yö­nünden yapılmamıştır. Din üzerinde yaptığı incelemeler o ka­dar yerinde, o kadar ilgi çekicidir ki, günün birinde türk aydınları milletçe ilk kalkınmanın dinle olabileceğine ina­nacak olurlarsa, hem de bu kalkınmayı yapmak isteyecek

olurlarsa, Gökalp’m yazılarını okumakla, onun dine verdiği önemi anlamakla işe başlıyacaklardır.

Bütün bu söylediklerim doğru olmakla birlikte, Gökalp’ m ümmet anlayışına, halifeliği savunmasına ilişkin olan dü­rsün çeler ine katılamam. Bu konuyu ele alıp, onun değerin: küçültmeye çabalamak da ahlâklı bir adamın yapacağı bir iş değildir. İnsanlar eksiklikleri, aksaklıkları ile eleştirilmelidir. Ancak, erdemleri ile de değerlendirilmelidir. Tarihin büyük adamları arasında günahkârlar da vardır. İnsan tüm olarak ölçülmelidir.

Gökalp’m din konusu üzerindeki araştırmaları genel düşüncelerden ibaret değildir. İslâm dininin inançları üze­

rinde de açıklayıcı, aydınlatıcı düşünceleri de taşımaktadır, Buraya «Fetva» ile «Kaza» konuları üzerindeki düşünceleri­

ni açıklayan yazısından bir parça alıyorum.«Birçok ananelerin esasen dinî bir mahiyeti haiz olma­

dıkları halde dinin esaslarından addedilmesi, bir taraftan dinle örfün, diğer taraftan dinle aklın, birbirine muhalif gö­rünmesini intaç edebilirdi. İşte hakikî islâmiyeti bilmeyen

bazı muallimlerin akla, yahut örfe muhalif ananeleri dine mensup göstermeleri gençlerin zihnini şaşırtan en büyük

âmil olmuştur.«Halbuki İslâm dini akla, yahut örfe uymayan hüküm­

leri kabul etmemeyi kendisine esas ittihaz etmiştir. İslâm di­

ni şeniyet hükümlerinden bahseden ilme «kelâm» kıymet

hükümlerinden bahseden ilme «Fıkıh» namlarını ver­

miştir. Kelâmın esası olarak şu kaideyi görürüz: «Bir

64 Z İ Y A G Ö K A L P

Page 66: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 65

itikat meselesinde akıl ile nakil tearuz ederse, nakil akla gö­re tevil olunur». Demek ki İslâmiyet itikatlarda yani şeniyet bükümlerinde aklı hâkim addediyor. Zahirde akla uymaz gi­bi görünen âyetlerde hâdiselerin akla muvafık bir surtte te­vilini istiyor. Fıkıhta ise İmamı Yusuf’a istinat eden bu esas­

lı kaideyi görürüz. «Örften mütevellit naslarda itibar örfe­dir.» Demek ki İslâmiyet amelî ahkâmda, yani hüsnü kübh

hükümlerinde örfü hâkim addediyor. Hüsn ve kubh hü­kümleri, bugünkü ıstılaha göre, kıymet hükümleri demektir.

Müsbet içtimaiyat ilmine göre de kıymet hükümlerinde hâ­kim örftür.

«İslâmiyetin bu hakikatta içtimaiyatla birleşmesi dini­miz için gayet ehemmiyetli bir mazhariyettir ki, örfün bu

sahadaki hâkimiyetini müeyyid olmak üzere Kur’an’ı Kerim’ de, «Örfü emrediniz,» , «Mârufu emir, münkeri mehyediniz» suretindeki kat’î emirlerin mevcudiyetini görüyoruz.

«İslâmiyetin bu iki kaidesi bize gösteriyor ki, bu din yalnız bugünkü akıl ile örfe muvafık olmakla kalmıyor, bel­ki kıyamete kadar vücuda gelecek her türlü İçtimaî hayatla­rın doğuracağı müsbet ilimler ve İçtimaî örferle hemâhenk kalacağını da. temin etmiştir.. Hiçbir din İslâmiyet kadar bü­

tün zamanlara ve bütün milletler kabili tatbik değildir. Çün­kü şeniyet hükümlerinde zamanın akimı, kıymet hükümlerin­de ise milletlerin örfünü esas olarak kabul eden yalnız islâ- Tniyettir. Katolik dini bu iki kaideyi kabul etmediği için bıı asrın medeniyeti ile itilâf edemedi. Buda dini budistlerin asri­

leşmelerine kat’î bir surette mani olmaktadır. Halbuki is- lâmiyette yukarıda izah ettiğimiz veçhile «zamanın tegayyu- riyle ahlâkın tegayyuru» kabil olduğundan müslüman mil­

letlerin asrileşmesine hiçbir mâni yoktur.» (*)Gökalp kelâm ile fıkhın ayrılığını bir noktadan daha

aydınlatıyor. Toplumdaki eylemlerin iki türlü müeyyidesi

yani sağlarca sı vardır. Biri mânevî vicdanî olan. Buna «di-

(*) Ziya Gökalp, Türkçülük nedir? (Yeni Mecmua, Sayı: 29).

F: 5

Page 67: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

66 Z İ Y A G Ö K A L P

yanî kuvveî müeyyide» diyor. Biri de mahkemelerin verdiği yargılar. îki türlü de inzibat memuru vardır. Müf tiler ile kadılar. Bu yargıların diyanî olanları din, kazanı olanları ise şeriattır. Böylece, İslâm fıkhı ile İslâm hukukundan ibaret iki bilim meydana gelmiştir. Fıkıh dört temel üzerine ku­rulmuştur. Kitap, sünnet, kıyas, icmaı ümmet. İslâm huku­

kuna gelince, bu da nas, örf, icma, ülülemirden ibarettir.

Böylece, İslâm ümmetinin vicdan işlerini din yönetecek, maddî işlerini de şeriat düzenliyecek demektir. Gökalp, İs- lâmiyetin doğru bir gözle görülmesini istiyor. Aydınlarımız, fikir adamlarımız islâm dinini alışıldığı gibi değil, olduğu gibi, bütün gerçekliği ile duymaya, anlamaya başladıkları gün artık gençlik âleminde din buhranı, din bunaltısı diye bir şey kalmıyacaktır. Gökalp din hastalığına, el koymuştur. Çök doğru düşünmüştür. Bakın, daha ne diyor:

«Çünkü İslâm dini ve beynelmilel olan akıl ile, ne de millî olan örf ile hiçbir vakit ihtilâf halini alamaz. Avrupa’ da asırlardan beri çalışıldığı halde halledilememiş olan ni- zai ilim ve din meselesi bizim dinimizde ilk günden beri halledilmiştir.» (*) Şimdi Gökalp’m ümmet anlayışı üze­rinde duralım.

«ümmet aynı dine mensup fertlerin mecmuu demektir.. Meselâ hristiyanlarm mecmuu bir ümmettir, yahudilerin mecmuu bir ümmettir, müslümanlarm mecmuu bir ümmet­tir. Demek ki yeryüzünde rte kadar din varsa, o kadar da ümmet mevcuttur. Görülüyor ki, ümmette mevcut olan ha­yat yalnız dindir. Halbuki millette din müşterek olduğu gibi, bundan başka lisan, ahlâk, hukuk, siyaset, güzel sanatlar, iktisat, ilim, felsefe, fen de müşterektir. Bir ümmetin içinde lisanlar, ahlâklar, hukukî, siyasî teşkilâtlar, bediî zevkler, İktisadî uzviyetler, terbiyevî müesseseler ayrı olabilir. Bir mîlletin içinde ise din gibi bütün bu saydığımız hayatların

(*) Ziya Gökalp, H ilâfetin hakikî mahiyeti, (Küçük Mecmua.

Sayı: 24).

Page 68: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z t Y A G Ö K A L P

da müşterek ve müttahit olması lâzımdır. Bir cemiyetteki dinî, ahlâkî, hukukî, siyasî, bediî, iktisadi, terbiyevî hayatla­

rın mecmuuna «Hars» namı verilir. Hars bütün İçtimaî ha­yatları ihtiva eden câmi bir kelimedir. O halde milleti tarif için «aynı harsa mensup fertlerin mecmuu» demek kâfidir. Bu tariflerden anlaşılıyor ki, cemiyet namını verdiğimiz: bü­

tün İçtimaî hayatları müşterek olan zümre ümmet değil, mil­lettir. Ümmet, ekseriya birçok cemiyetleri, yâni birçok mil­letleri muhtevi olan bir camiadır. Bundan dolayıdır ki, ek­seriya ümmet beynelmileldir. Zaten beynelmileliyet iptida ümmt halinde başlar. Beynelmilel müesseseler bidayette yal­

nız dinî mtiesseselerdir. Kurunu Vustada Avrupa, beynelmile-

liyeti hristiyan ümmetinden ibaretti. Oradaki beynelmilel mü­esseseler de kiliseye ait müesseseler e münhasırdı. O zaman

Avrupa'da millete ait teşkilâtlarla ümmete ait teşkilâtlar bi- ribirinden tamamiyle ayrılmamıştı. Bizde de yakın bir za­mana kadar bu iki nevi teşkilâtlar biribirine karışıktı. İçti­maî tekâmül, işlerin taksimini, işlerin taksimi de ciheti ca­miaları ayrı ayrı olan zümrelerin biribirinden temeyyüz et­

mesini iktiza ettiğinden son zamanlarda, Avrupa’da olduğu gibi, bizde de millet teşkilâtıyla ümmet teşkilâtı biribirinden ayrılmaya başladı.»

Gökalp hangi sosyoloji konusunu eline alırsa alsın, ön­ce onu bilim metodlarıyla inceliyor. Konusunu bilimle ay­dınlattıktan sonra, bununla da yetinmiyor, uygulama alanı­

na gidiyor. Din konusunda da böyle. Din türkçülüğünün ne olabileceğini anlatıyor:

«Dinî Türkçülük» din kitaplarının ve hutbelerle vâız- larm türkçe olması demektir. Bir millet dinî kitaplarını oku­yup anlıyamazsa, tabiîdir ki, dininin hakikî mahiyetini öğ­renemez. Hatiplerin, vaizlerin ne söylediklerini anlamadığı surette ibadetlerden hiçbir zevk alamaz. İmamı Âzam Hazr

retleri, hattâ namazdaki sûrelerin bile millî lisanda okunma­sının câiz olduğunu beyan buyurmuşlardır. Çünkü ibadet­

Page 69: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

68 Z İ Y A G Ö K A L P

ten alınacak vecit ancak okunan duaların tamamiyle anlaşıl­masına bağlıdır. Türklerin namazdan aldıkları ulvî zevkin bir kısmı da yine ana diliyle ve terennüm olunan İlâhilerdir. Bilhassa teravih namazlarını canlandıran âmil şiir ile musi­kiyi câmi olan türkçe ilahilerdir. Ramazanda, ve sair zaman­

larda, türkçe irad olunan vaazlar da halkta dinî duygular ve heyecanlar uyandıran bir âmildir.» (*)

Gökalp, çok doğru düşünüyor. Din işi, Allah’ın kitabında buyurduğu gibi, her şeyden önce, bir gönül işidir. Gönül gö­zü yamuk olanlar din gerçeğini göremezler. Dini kendine esin kaynağı edinen sanatlar doğrudan doğruya bu içe ses­lenen sanatlardır. Tarih gösteriyor ki, Batı’da kalkınma de­mokrasi ile, endüstri ile, hattâ okullarla başlamamış, başta din olmak üzere dille sanatla başlamıştır. XVI. ncı yüzyılda Luther İnciPi ana diline çeviriyor, böylelikle halk arasında yayılan İncil dili millî edebiyatı doğuruyor, millî edebiyat po­litikayı etkiliyor, millî devlet doğuyor. Millî devlet ekonomi­yi etkiliyor, endüstri doğuyor, endüstri kişilik, özgürlük kül­

türünü meydana getiriyor, bu kültür de demokrasi rejimini yaratıyor. Öyleyse, milletçe kalkınmaya demokrasi ile, en­düstri ile değil, dinle başlanacaktır. Dinle kalkınma da din

kitabının ana diline çevrilmesi ile olacaktır. Kalkınma ağa­cını başaşağı dikmemelidir.

îşte ben Gökalp ile bir düşüncede olduğum içindir ki, bundan onbeş yıl önce, din kitabımızı ana dilimize çevirme- ya başlamıştım. Çevirdim, sekizbin tane bastırdım. Gerçi şimdi elimde kalmamıştır. Ancak, Türkiye’nin otuz milyon­luk nüfusuna göre bu yayılma hiç demektir. Daha, çok acı olan milletçe kalkınma, yolu, yoldamı ne olduğunu türk ay­dınlarınca henüz anlaşılmamış olmasıdır. Bu durumda üzül­

mekten başka yapılacak iş kalmıyor.Gökalp, dinî türkçülükten söz açınca, Süleyman Çelebi'-

nin Mevlid’ini anması da ayrıca dikkati çekiyor. Bakın, ne

(*) Ziya Gökalp, adı geçen eser, (D in î Türkçülük)

Page 70: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 69

diyor: «Türklerin en ziyade vecit aldıkları ve zevk duyduk­ları bir âyin daha vardır ki, o da Mevlid-i Şerif kıraatinden ibarettir. Şiir ile musikiyi ve canlı vakaları cem’eden bu âyin dinî bir bidat sûretinde sonradan hadis olmakla bera­ber en canlı âyinler arasına, geçmiştir.»

Gökalp’ın düşünceleri arasında en çok eleştirilen, doğru bulunmayan düşünce hilâfet düşüncesidir. Önce onun hilâ­fetten ne anladığını kendi yazılarını okuyarak öğrenebiliriz. Gökalp’m ümmet, hilâfet anlayışını gösteren bir yazısı 1918’ de basılan Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak adlı eserinin «Türkçülüğün başına gelenler» başlıklı bölümünde

ümmet ülküsünü şöyle açıklamaktadır: «Türkçülerin millet mefkûresi türklükse, ümmet mefkûresi de İslâmlıktır. Ben­ce, Türkçülerin ayrıca bir ümmet, programları da olmalı ve başlıca esasları da. şunlar bulunmalıdır:

«(1) Bütün İslâm kavimleri arasında müşterek olan Arap hurufunu bilâ tagayyür muhafaza etmek,

«(2) Bütün İslâm kavimlerde ilim ıstılahlarının müşte­rek bir hale getirilmesi için İslâm ümmeti arasında ıstılah

kongreleri inikat ettirmek ve ıstılahları türkçeden, arabı-

den ve kısmen de farisîden yapmak (Bu gayenin vücuda

getirilmesi için Paris’de Türk, Mısırlı, Hintli ve İranlı tale­beler arasında bir ittifak hasıl olmuştu.)

«(3) Bütün islâm kavimlerinde müşterek bir terbiye

teessüsü için terbiye kongreleri inikat ettirmek,

«(4) Bütün islâm kavimler in müftü teşkilâtları arasın­

da daimî bir irtibat vücuda getirmek,

«(5) İslâm ümmetinin timsali olan (Hilâl) in kutsiyeti­

ni muhafaza etmek.

«Bu umdelerden anlaşılıyor ki, türkçülük aynı zaman­

da islâmcılıktır. Yalnız türkçüler islâm ümmetçisi olmak suretiyle kendilerini «islâm milliyetçilerimden ayırt ederler.

Page 71: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

70 Z İ Y A G Ö K A L P

Çünkü İslâm kavimlerine milliyet duygusunu nefyeden böy­le gayri tabiî bir ittihadı bugün ne türkler ve Araplar, ne

Hintliler ve AfganlIlar, ne Berberîler ve Farlsar kabul ede­bilirler. Türkler millî mefkurelerini kuvvetlendirmek için

dindaş ve vatandaşları olan hiçbir kavme karşı «Millî kin» telkinine yeltenmediler. İslâm ümmetçiliğini anlamamış olan Abdullah Nedim’lerin, Fraşerli Naim’lerin bu hatâlı yoluna gitmediler.

«İhtimal ki, Mısır’da ve Arnavutluk’da hristiyan mısırlı ve arnavutlarm mevcudiyeti ve müşareketi bu yanlış hareke­te sebebiyet vermişti. Türklerin hepsi İslâm olduğu için türk- çüler hiçbir zaman İslâm ümmetçiliğine mugayir bir his beslemeyeceklerdir. Aynı zamanda türkçüler, muasırlaşmak zaruretini de anladıkları için gayri müslim kavimler hak­kında. bu medeniyet asrının icap ettiği ihtiramkâr vaziyeti

muhafaza edeceklerdir.» (*)Gökalp, 1922 de yazdığı bir yazıda millet ile ümmet ger­

çeklerini biribirinden ayırdıktan sonra hilâfet konusu üze­rinde duruyor. Ümmetin dinî başkanı olan halifenin görevi ümmetin dinî hayatını ilâya çalışmak olduğunu söylüyor. Ona yöre, Hilâfetin doğması peygamberin ölümü ile sonuç­lanan hastalığı sırasında namazlarda imamlık görevini Ebu- bekir’e vermesiyle başlar. Gökalp şunları diyor: 7

«Hazreti Peygamberin hali hayatında yalnız bir imam vardı ki, hazreti peygamberin zâti mübareklerinden ibaretti. İmamın bu vahdeti ümmetin ittihadına en vazıh bir timsal­di. Sonraları mescitler ve camilerle beraber imamlar da ço­ğaldı. Bu kesret ümmetin vahdetini nazarlardan gizlemeye bir sebep olabilirdi. Hilâfet makamının tesisiyle bu mah­zurun önüne geçilmiş oldu. Halife imamı ekber, imamlar imamı demektir. İmamlar çoğaldıktan sonra, bunların cüm- leten bir imamı ekbere iktida etmeleri ünimetteki vahdeti

(*) Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak,

(Hara zümresi, medeniyet zümresi).

Page 72: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 71

yine bariz bir surette meydana çıkardı. O zamandanberi İs­lâm ümmeti kendi varlığını, kendi vahdetini, kendi tesanü-

dünti bu imamı ekberin, yani halifenin vahdetimde mütecel- li görür. İslâm ümmetinin vahdetine timsal olan bu maka­

mı bir milletin hususî siyasetine bulaştırarak o siyasetin be­şerî ve gayrî kabili içtinap hatalarıyla şaibedar etmek nasıl caiz olabilir? (*).

Gökalp, 1339 (1923) de Doğru Yol adlı 15 sayfalık bir broşür yayınlıyor. Bu broşürün kapağında «Hâkimiyeti Mil­liye ve umdelerin tasnif, tahlil ve tefsiri» diye bir not da var­dır. Bu eser Ankara Matbuat ve İstihbarat Matbaasında ba­sılmıştır. Müdafaai Hukuk Fırkası Halk Fırkası adını alın­ca, programını ilân ediyor. Bu program dokuz, umdede özet­lenmiştir. Gökalp, bu umdelerin dokuz değil, otuz sekiz ol­duğunu söyledikten sonra bunlar arasında en çok siyasî um­delerle dinî umde üzerinde duruyor. Hilâfet konusu ile ilin­tili olan «Dinî Umde» başlıklı kısmını kendisinin hilâfet an­layışı bakımından önemli bulduğum için buraya olduğu gibi alıyorum:

«İstinatgahı Türkiye Büyük Millet Meclisi olan makamı hilâfet beynelislâm bir makamı muallâdır.» İslâm dininde bütün namazlar cemaatla eda olunur. Cemaatin bir imamı -vardır ki, cemaati terkip eden bütün fertler ona iktida eder­

ler. Bu suretle imam cemaatin timsali olmuş olur. Cemaatin fertleri arasındaki tesanüt imamın şahsında tecelli eder.

«Her imamın kendi cemaatini namaz esnasında birleş­tirerek birçok ruhlardan tek bir ruh meydana getirmesinden küçük bir tesanüt husule gelir. İslâmiyette bundan başka bir de büyük bir tesanüt vardır ki, bütün ümmeti tek bir ruh haline getirir. Bunun şekli de bütün imamların manevî bir surette bir imamı ekbere iktida eylemesidir. İşte bu imamlar imamına «Halife» nâmı verilir. O halde namaz kılınırken yal­nız gözümüzün önündeki cemaatın imamda temerküz eden

(* ) H ilâfetin hakık’ mâhiyeti (Küçük Mecmua, sayı: 24).

Page 73: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

72 Z İ Y A G Ö K A L P

ruhî vahdetini görmekle iktifa edememeliyiz. Bilmeyiz ki, bu cemaattan başak milyonlarca cemaatlar da aynı zamanda bir ümmet halinde birleşmişlerdir. Bu birleşme bütün ümmetin büyük imam etrafında, yani halifenin çevresinde birleşmesiy­le husule gelir. Demek ki, küçük imamlar, küçük cemaatları temerküz ettirerek küçük tesanütler vücuda getirdiği gibi, büyük imam da bütün ümmeti temerküz ettirerek İslâm âle­mindeki umumî tesanüdü husule getirmiştir. Bundan dola­yıdır ki, bütün islâm âlemi halife meselesinde alâkadardır.

Yeryüzünde bir hilâfet makamı bulunmazsa islâm âlemi ken­disini imamsız kalmış bir teşbih gibi dağılmış, perişan gö­rür.

«Bu ifadelerden anlaşılıyor ki, mutlaka islâm ümmetinin

başında halife namı verilen şahsî bir timsalin bulunması lâ­zımdır. Fakat bu yüksek makamı hangi müslüman millet kendi içinden bir şahsiyet seçerek vücuda getirebilir? Di­nen halifenin gayri müslim hiçbir devlete tabi olmaması şart olduğundan, halifeyi içinden doğuracak milletin mutlaka kuvvetli bir orduya ve tam bir istiklâle malik olan mücahit bir islâm milleti olması lâzımdır. Birçok asırlardan beri bu

şartları haiz olan millet yalnız yeni Türkiye’dir. Buna bina­en Türkiye Büyük Millet Meclisi bizzat halife hazretlerini in­tihap ederek kendisini bu muazzez ve muhterem makama is- tinatgâh yapmıştır.» (*)

İşte bütün bu açık, kesin sözler gösteriyor ki Gökalp’ın ayrı zamanlarda, ayrı yayın organlarında hilâfet konusu üze­rinde durması bir uysallık isteğiyle olmamıştır, bu konudaki anlayışının eseri olmuştur. Öbür yandan, Gökalp’m kalkın­ma ilkeleri olarak savunduğu ilkeler şulnardır: Türkleşmek, İslâmlaşmak, muasırlaşmak. İnsan bu üç ilke üzerinde du­runca .kendi kendine şu soruyu soruyor:

— Neden Türkleşmek, muasırlaşmak diye iki ilke değil

(*) Ziya Gökalp, Doğru Yol (Ankara Matbuat ve istihbarat

Matbaası 1339).

Page 74: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 73

de, İslâmlaşmak ile ibrlikte, üç ilke? İslâmlaşmak ilkesi Türkleşmek ilkesinden ayrı olarak düşünülebilir mi? Dinsiz milliyet olur mu? Milliyet ilkesi dinleşme ilkesi dışında, ay­rı olarak, düşünülebilir mi?

Ben bu sorunun karşılığını ötedenberi arar dururum. En son şuna inandım ki, Gökalp dini, milletlerin temel varlığı olarak özümsemekle birlikte, onu millîleşmeden, muasırlaş­madan ayrı tabiatta, bir ilke olarak anlamaktadır. Onun için

İslâmlaşmak ilkesini, türkleşmek ilkesi ile birleştirmernek- tedir. Gökalp’m ümmete, ümmet birliğine, hilâfete verdiği

büyük değer de bundan ileri gelmektedir. Birinci Cüıan »Sa­vaşında. Türkiyenin araplardan gördüğü kötülükler, ümmet devri için tabiî olan , bu anlayışının, millet devri için doğru olmadığını göstermiştir. Ancak, Gökalp gibi büyük bir bilim adamını bu gibi aksaklıklarla, biraz da olsa, değersizlemek değer tanımak nedir, bilmemektir.

Şimdi Gökalp’ı bir bilim adamı olarak tanıyan, onu seven bir insan bu satırları okuduktan sonra bu sevgi duygusunun mantığı ile düşünecektir. Böyle bir durum da olağandır. Böyle bir insan Gökalp’ın bu düşüncelerini gerçeklere uygun bulamayınca ne diyebilecektir? Bence, Gökalp gibi büyük bir bilim adamını hilâfet konusundaki samimî kanısı ile ölç­mek, doğru bir davranış değildir. Gökalp’m din, politika ger­çeklerine hiç uymayan bu düşüncelerinin psikolojik nedenle­

rini aramak doğru olur. Bizim gibi 1922 de yaşamış olan Gö­

kalp da çok iyi biliyordu ki, dünya müslümanlarmın gözün­de Osmanlı halifesinin bir değeri yoktu. Birinci Cihan Sava­şında halife yönünden çıkarılan Cihat fetvalarının araplar hintliler üzerinde etkisi olmamıştır. Bu savaş günlerinde araplardan iyilik değil, hep kötülük görmüştük. Gökalp da

bunları biliyordu.

Bu konu üzerine 1934 de Yeni Adam’da yazdığım bir

yazıyı buraya alıyorum:

«Ziya Gökalp, Türk tarihinin tanıdığı en değerli kafa-

Page 75: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

74 Z İ Y A G Ö K A L P

lardan biridir. Her büyük adamın eserinde olduğu gibi, Gö- kalp’mkinde de ölen ve ölmiyen parçalar vardır. Gökalp Meşrutiyet Türkiyesi içinde çalışmış bir düşünücüdür. O

devrin kozmopolitliği İslâm birleşmeciliği hilafetçiliği ese­rinde izler bırakmaktan geri kalmamıştır. Fakat buna karşı Gökalp'da ölmeyen unsurlar, gidişler ve sonlar da vardır. Türkçülük, ilimcilik, idealcilik gibi. Kendinden evvel dok­

torların, riyaziyecilerin, kelâmcıların, ruhiyatçıların, herbi- ri bir noktadan gördükleri ölçüye vurdukları hayat realite­sini o, en son içtimaiyat zekâsıyla, bire ve bütüne götürmek istiyordu. Gerçi bunu yaparken yalnız ilim adamı gibi öz ilim fikirleri saçmıyordu, bunları azçok günün, tarihin ren-

giyle boyuyor, bir bakıma, pratik adamı gibi işliyordu. Za­manla hükümlerini göze çarpmıyacak bir incelikle yumuşak­lıkla değiştiriyordu. Fakat ne olursa olsun, Gökalp türk olan sentez zekâsını gösteriyor, fikir gençliği için iyi örnek

işini görüyordu.» (*)

{*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Ziya Gökalp, Yeni Adam, sayı: 44

Page 76: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

IV

DİL ANLAYIŞI

Gökalp, herhangi hir sosyolog da değildir. Metod sahibi, kendine göre görüşleri, buluşları olan büyük bir sosyolog­dur. Günün birinde sosyoloji tarihi ile uğraşanlar bu bilimin doğuş, oluş tarihini yazacak olurlarsa Türk sosyolojisinin doğuş, oluş tarihi üzerinde de duracaklardır. O zaman onun Türk sosyolojisindeki, hem de dünya sosyoloji tarihindeki yerinin ne kadar yüksek olduğunu göreceklerdir. İşte bilgin değeri bu olan Gökalp, din sosyolojisi gibi dil sosyolojisi üzerinde de uzun uzadıya durmuştur. Onun Türk dili için aç­tığı bilim yolu çok geniştir. O, bu yolda ömrü yettiği kadar yürümüştür, ilerlemiştir. İlerlemenin gerisini kendisinden Sonra gelecek olan dilcelere bırakmıştır. Hem de bir milliyet borcu olarak bırakmıştır, şimdi Gökalp’m Türk diline yap­tığı hizmetler üzerinde biraz duralım.

Ziya Gökalp, türkçülüğü, türk dili incelemelerini Tür­

kiye’de ele alan ilk adam değildir. Son yüzyıl içinde Cevdet Paşa gibi türkçenin sarfı üzerine kitap yazan, Şıpka kahra­manı Süleyman Paşa gibi Sarfı Türkî diye eser veren, Türk şairi Mehmed Emin gibi «Ben bir Türküm, dinim cinsim ulu­dur» diyen Türk dilcileri, Türk şairleri, Necip Asım, İzmirli Türkçü Necip gibi dil yazarları gelmiş geçmiştir. Ancak Gökalp’a gelinceye kadar hiçibr fikir adamı dil bilimi, dil türkçülüğü, dil devrimi üzerinde Gökalp kadar metodlu ça­lışmalar yapamamıştır.

Gökalp’m Türk dilini sadeleştirme hareketi 1911’de Se­lanik’te çıkan Genç Kalemler’deki yazıları ile başlar. 1918’de

Page 77: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

76 Z İ Y A G Ö K A L P

basılan Türkçülüğün Esasları adlı kitabında da son şeklini bulur. Bugünkü dil devrimi, başta Atatürk olmak üzere, onun yolunda ilerleyenlerin eseridir. Gökalp dil konusu üzerinde niçin bu lcadar çok durmaktadır? Çünkü o, dilin, din gibi, milliyetin yaratıcı etkenlerinden biri olduğuna inanmıştır. Yalnız şu yazı parçası bile onun dili nasıl anladığını göster­meye yeter:

«İnsan en samimî, en derunî duygularını ilk terbiye za­manında alır. Daha beşikte iken, işittiği ninnilerle ana. dili­nin tesiri altında kalır. Bundan dolayıdır ki, en çok sevdi­ğimiz lisan anadilimizdir. Ruhlarımıza vecit veren, bütün di­nî, ahlâkî, bediî duygularımızı bu lisan vasıtasiyle almışız. Zaten ruhumuzun İçtimaî hisleri bu dinî, ahlâkî, bediî duy­gulardan ibaret değil midir?» (*)

Gökalp’m dil kalkınmasında ileri sürdüğü gerçeklerden biri millî dilin osmanlıca olmayıp tür kg e olduğu, bu türkçe- nin de İstanbul’daki konuşma dili olduğudur. Bu anlayışın

tabiî sonucu osmanlı dili olan yazı dilini unutmak olacaktır. Gökalp’tan sonra yazı türkçesinin hep bu yolda ilerlediği gö­rülmektedir.

Gökalp halkın yabancı dillerden kelime almasındaki özel­likler üzerine de dikkati çekiyor. Bu. alış yansıma yoluyla değil, özümseme yoluyla oluyor. Halk aldığı yabancı kelime­leri anlamdaşlarından ayırarak, bu kelimelerin hem söyle­nişini hem de anlamını değiştirerek alıyor. Farisîde parça anlamına gelen «pâre» kelimesini «para» anlamına getirmesi

gibi.Gökalp «tasfiyeci» dediği dil devrimcilerine karşıdır.

Tasfiyeciler türle kökünden gelmiyen kelimelere türk demez­ler. Gökalp şöyle diyor:

«Tasfiyecilere göre, bir kelimenin türk olabilmesi için onun aslen bir türk cezrinden gelmesi lâzımdır. Buna bina­en «kitap, kalem, abdest, namaz, mektep, câmi, minare,

(*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Türkçülük Nedir?)

Page 78: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 77

imam, ders» gibi arap veya acem cezirlerinden gelmiş olan kelimeler halkın lisanına girmiş olduklarına bakılmıyarak türkçeden atılmalı ve bunların yerine ya unutulmuş olan es­ki türkçe kelimeleri ihya, yahut çağataycada, özbekçede, ta- tarcada, kırgızcada ilh. bulabileceğimiz aslen türk cezrinden kelimeleri terviç veyahut türkçede yeni edatlar ve terkip usulleri icat ederek bunlar vasıtasiyle yeni türkçe kelimeler ibda edilip ikame kılınmalıdır.» (*)

Gökalp’m tasfiyecilere karşı davranışı yerindedir. An­cak, örnek olarak verdiği kelimeler üzerinde biraz durmanın gerekli olduğunu düşünüyorum. Bu kelimeler arasında «a.b- dest, namaz, cami, minare, imam» kelimeleri türkçe olma­makla birlikte din terimleri olarak halk diline yerleşmiştir, canlı kelimelerdir. Bunarın günün birinde değişeceklerini de

■sanmıyorum. «Kitap, kalem, mektep, ders» kelimelerini ge­lince, bunların bir kısmı teknik, bir kısmı da pedagoji te­rimleridir. Bunlar hem değişebilirler, hem de değiştirilme­leri doğru olur. Bunlar arasında «mektep» kelimesi «okul» kelimesi ile değiştirilmek istenmiş ise de hiç de başarılı ol­

mamıştır.Gökalp Osmanlıcadaki «yayı nisbet» dediğimiz edat üze­

rinde de durmuştur, «tabiî» kelimesinin sonundaki «î» gibi

bu küçük edat için şunları söylemektedir:«Bu gibi suretlerle «ye» edatının istimalini azaltmakla

beraber, maatteessüf en esaslı umdemize ve kaidemize mu­halif olarak, birçok ıstılahlarda bu edatı kabul etmek ızt'ı- rarındayız.» (**)

Benim yazarlık hayatını 1903 Meşrutiyet devrinden üç dört yıl kadar önce başlar. O tarihten beri osmanlıca deni­len yapma dilden kurtulmak için çabalardım. Terkipleri at­mak, imlayı değiştirmek, hal kdili kullanmak benim için bü-

(*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Türkçüler ve fesahat-

-çılar).(**) Ayni eser, (Sığalar, edatlar, terkipler).

Page 79: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

78 Z İ Y A G Ö K A L P

yük tatlardan, biri idi. Türk Dil Kurumunda Terim Kolu başkanı olarak yaptığım denemeler, araştırmalar bana şu kanıyı vermiştir: Türkçe klâsik bir dildir. Çünkü en üregen en açık bir dildir. Estetik değeri çok yüksek olan bir dildir. Böyle olunca türkçenin yaratmıyaeağı, insan bilincinin kav­ramayacağı düşünce yoktur. Çalışmalarım sonunda şu kanı­yı elde ettim. Nisbet edatı olan «î» edatı için Gökalp’ın da istediği gibi concessioıı yapmak zorunda değiliz. Bu edatın görevini türk dili ile yapmak elimizdedir. Bunun için şu ger­çeği görmek gerekiyor. Türk dilindeki bütün nisbet şekille­ri, frenkçede, arapçada olduğu gibi, bir . tek, ya da bir iki edatla yapılmış değildir. Türk dili bu görevini türlü gövde yaratımlariyle yapmaktadır. Bu görevi yapan ekler arasında «sel, sal» ekleri frenkçenin «igue» ekine, arapçanm «î» ekine en çok benziyendir. Ancak, üretme gücü enaz olandır, kısır­dır. Nitekim türkçede bu nisbet edatının kullanıldığı keli­meler beş, on taneden çok değildir. Hepsi de iki hecelidir: «Kumsal, uysal» gibi. Öyleyse, yapılacak iş türkçe kelime­

leri nisbet edatı bakımından iyice incelemek, türk dilinin nisbet görevini şimdiye kadar nasıl sağlamış olduğunu or­taya koymaktır. Bu konu ile ilintili olarak üretme şekilleri bir de grafiğini yapacak olursak en çok verimli olan yolun hangisi olduğu meydana çıkacaktır. Böylelikle yaratma işin­

de büyük bir başarı sağlanmış olacaktır.Gökalp’a göre osnıanlıca hasta bir dildir. Bunun iki ne­

deni vardır. Biri osmanlı edebiyatının türk diline soktuğu yabancı kelimelerdir. Biri de birçok kelimelerin eksikliği­

dir. «O halde lisanımızm tam bir tedavisi bu eksik kelime­lerin aranıp bulunmasıyla ve lisanî uzviyetimizde yerli ye­rine konulmasıyla kaimdir. İşte yeni türkçenin müsbet ga­

yesi bundan ibarettir.» (*)Gökalp’a göre yazı dilinde iki türlü eksik vardır. Millî

tâbirlerle beynelmilel kelimeler. Birinciler halk dilinden,.

(*) Ayni eser, (Yeni türkçenin harslaştırılması ve tetozibi).

Page 80: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 7 S'

halk eserlerinden derlenecek. İkinciler beynelmilel kelime­lerdir. Bunlar için de öııce konuşma dilinde kelimeler ara­nacak, bulunmazsa yeni kelimeler yaratılacak. Burada Gö­kalp yine arap, acem dillerine başvurmak istiyor: «Arziyat, hayatiyat, ruhiyat» gibi. Bugün (yat) edatıyla bütün yeni ilimlere kolayca isimler takabiliriz. Asuriyat, Mısriyat, Cu~ mudiyat ilh.»

Gökalp kitabının bu bölümünde yabancı dillerden oldu­ğu gibi alınacak kelimelerle teknik terimler sözlükleri üze­

rinde de duruyor. Gökalp’ın din anlayışında bulduğumuz, ümmetçiliği dil anlayışında da buluruz. Gökalp türkçeye dı­

şardan giren kelimelerin şu kaynaklardan geldiklerini söy­lüyor:

1 — Ecnebi kelimeler, 2 — Arapça, acemce kelimeler,. 3 — Türkçe ibda yahut, terviç olunan kelimeler. Birincileri yabancı sayıyor. Bunların yerine arapçadan, farisîden bul­mayı sağlık veriyor. Arapçadan, farisîden alıp yabancı keli­meleri benimsemenin doğru olacağını göstermek için hıristi- yan milletlerin bilim terimlerini yunancadan, lâtinceden al­mış olduklarını örnek olarak gösteriyor. Onun için din te­rimlerinde ümmet birliğinden ayrılmıyan islâm milletlerinin bilim terimlerinde de elbirliği etmelerini, bu terimleri arap­çadan, acemceden alarak birliği, bütünlüğü kazanmalarını,,

sözlükler çıkarmalarını istiyor.

Gökalp’m bu dil ümmetçiliğini yaptığı Türkleşmek, İs­lâmlaşmak, Muasırlaşmak adlı kitabının basıldığı tarih 191S dir. Bundan sonra 1923’te basılan Türkçülüğün Esasları adlı kitabın «Lisanî türkçülüğün umdeleri» başlıklı bölümünde

de şu sözler vardır:«Yeni ıstılahlar aranacağı zaman iptida halk lisanındaki

kelimeler arasında aramak, bulunmadığı takdirde türkçenin kıyası edatlrıyla ve kıyası terkip ve tasrif usulleriyle yeni ke­limeler ibda- etmek, buna da imkân bulunmadığı surette arapça ve acemce terkipsiz olmak şartıyla yeni kelimeler ka­

Page 81: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P

bul etmek ve bazı devirlerin ve mesleklerin hususî ahvalini

.gösteren kelimelerle tekniklere ait alet isimlerini ecnebi li­sanında naynen almak.»

Gökalp bu yazısında İslâm milletleri arasında ıstılah bir­liğinden hiç söz açmamıştır. Öyle sanıyorum ki yukarıda adı geçen ileri sürdüğü dil ümmetçiliğinden vaz geçmiştir. Yal­nız halk dilinde karşılığı bulunmıyan, türkçenin kıyası edat­

ları ile terkip, tasrif usulleriyle yeni kelimeler yaratılamaz­

sa, ancak o zaman arapçaya, acemceye baş vurulmasını doğ­ru bulduğunu açıklamıştır.

Görülüyor ki Gökalp bir dil tasfiyecisidir. Ancak, onun tasfiyeciliği Atatürk’le başlıyan, Türk Dil Kurumu ile sürüp gitmekte olan tasfiyeciliğin tıpkısı değildir. Nitekim Gökalp terim yaparken «yât» ekinin kullanılmasını istemiştir. Ata­

türk dilde evrimci değil, devrimci idi. Bu devrimin ancak özcülük adı verilen bir dil ihtilâli ile başlıyacağını sezmişti. .Bu da ancak Gökalp’m açtığı dü türkçülüğü yolunda ilerle­mekle olabilmiştir. Ben türk dü devriminin büyük bir dev­rim olduğuna, kültürce kalkınmadaki rolünün büyük oldu­ğuna inanıyorum. Türk dil devriminde benim dikkatimi çe­ken bir aksama olduğunu da görüyorum. Düşündüklerimi bundan önce Türk Dil Kurumu yönetim kurulunun bir top­

lantısında açıklamış bulunuyorum. Bu açıklamadan sonra benden bu konuda istenilen rapor Türk Dili dergisinin 149,

sayısında basılmıştır.

Dil deyince hatıra bir kelime yığını gelir. Bu kelimelerin dağınık parçalar olmadıklarını, biribirine bağlı olduklarını da düşünürüz. Cümlenin de bir kelime toplamı olduğunu da düşünürüz. Kelime düşüncesi her şeyden önce bir kalıp dü­

şüncesidir. Onun için dil deyince her şeyden önce, fizik var­lıklar gibi pozitif bir varlık hatıra gelir. Dilin anatomik, fiz­yolojik varlıklarından hiç şüphe etmeyiz. Gramer, sentaks, etimoloji incelemesine verdiğimiz üstün önem bu anlayışı­mızın bir belirtisidir. Dil üzerine edindiğimiz öndün düşün-

Page 82: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 81

çelerden sıyrılıp da dilin kendisini canlı olarak inceleyecek

olursak, onun yalnız akılla, mantıkla kavranabilecek gibi sa­de rationnel bir varlık olmadığını, onun bir de psikolojik, estetik bir varlık taşıdığını göreceğiz. Dilin bu varlığı öteki varlığı gibi, bilinçli bir varlık değil, bilinçsiz bir varlıktır. Bu gizli varlık artistler yönünden kullanılınca sözleri ile şairli­ği, edipliği, deklanasyonu, gürlemi ile hatipliği, aksiyonlar]

ile tiyatro, gösteri sanatını yaşatır. Bütün bu sanatlar, Eros’- tan zekâ, metafizik, ahlâk, din, insan kişiliğine kadar, bütün değerleri taşıyabilir. Dil karmaşık, gizli bir varlıktır.

Dil, çok defa sanıldığı gibi yalnız edebiyat gibi güzel sa­

natlarda kapanmış aristokratik bir sanat kolu da değildir. Dil, edebiyat da dahil türlü fırsatlarla, türlü kılıklarda insan yaşayımmm her yönünü, her yüzünü saran, kaplayan, büyü­leyen bir kamu gücüdür.

Dilin, din gibi, sanat gibi, milliyetin kurucu etkenlerin­den biri olması bundan ileri geliyor. Dil, milliyet gelenekle­rinin üç taşıyıcısından biridr. İlkel toplumlarda din gibi, sa­nat gibi kurum olmadan önce, yaygın bir kuvvet, olarak dil vardır. Toplumlar elinle, dille, sanatla doğarlar, dinle, dille, sanatla yaşarlar; dinle, dille, sanatla ölürler. Bunlar arasın­da ölmeksizin yaşıyanlar eksiksiz, ağmansız, bir dine, dile,

sanata kulluk edenlerdir.

Dilde akıl gözü ile değil, gönül gözü ile de görülebilecek

-canlı gerçekler vardır. Dilin tarih boyunca değişmeyen ger­çeklerinden birisi de işte bu iç varlığıdır. Buna şimdilik di­lin estetiği diyebiliriz. Bir örnek bu düşüncenin doğruluğu­nu gösterir. Divan edebiyatında yüze yakın Mevlid olduğunu edebiyatçılardan öğrenmiştim. Bunlar arasında bugüne ka­

dar yaşıyan, bir dinî, millî bir tören varlığı kazanan yalnız Süleyman Çelebi’nin Mevlid’idir. Bu ulu başarının gizi ne olabilir? Besbelli ki türk ruhu ile bu denli kaynaşmanın ne­deni kelime özlülüğü değil, zevk, gelenek türklüğüdür. Sü­leyman Çelebi’nin osmanlıcasmda türk halkının anlamadığı

P: 6

Page 83: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

82 Z İ Y A G Ö K A L P

birçok yabancı kelimeler olmasına karşı anlaşılmıyan, sezil- miyen cümle yok gibidir. Mevlid örneği de gösteriyor ki dil­de türkçülük dış işi değil, iç işi, kalıp işi değil, ruh işidir. Milliyetin kökü gönüllerdedir.

Son günlerde gazetelerde okudum. İngiliz film şirketle­rinden biri Amerika’da çevrilmek üzere bir film yapıyor. Film Amerika’da çevriliyor. Ancak, amerikalılar ingilizlerin İngilizcesinden bir şey anlamıyorlar. Film amerikan İngiliz­

cesi ile hazırlanmak üzere geri çevriliyor. Bu olay da göste­riyor ki aynı ırktan, >aynı dili konuşan, ancak tarihî, millî gelenekleri ayrı olan milletler milliyetçe ayrı oluyorlar.

Bütün bu sözleri söylemekteki amacım Gökalp’m açtığı

yoldan daha ileri gidebileceğimizi göstermektir. Biz türkler de bütün ileri milletler gibi dil gerçeğine ışık saldıkça ken­di milliyetimize o kadar kavuşmuş olacağız.

Page 84: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

V

SANAT ANLAYIŞI

Gökalp’m bilim adamı olarak sanata verdiği önem pek büyüktür. Onun sosyolojisinde sanat, din ile, dil ile birlikte, milliyetin yaratıcı etkenlerinden biridir. Gökalp’ta benim

çok beğendiğim bir anlayış da sanatı bir çoklarının sandığı gibi aristokrasiden aristokrasiye kalan bir lüks kalıtı olarak değil, en uygun, en singin bir halk işi bir kamu işi olarak anlaşılmasıdır. Bakın, şu kısa yazısında Türk sanatı için ne diyor:

«Eski Türklerde bediî zevk çok yüksekti. Turfan’da keş­fedilen mermer heykeller hiç de Yunan heykellerinden aşağı değildir. Tulunîlerle akşidîlerin, Selçuk Türklerinin, Havar- zim türklerinin, ilhanîlerin, Timurîlerin, OsmanlIların, Akko- yunlu ve Karakoyunlu türklerinin Mısır’da, Irak’ta, Suriye’de, Anadolu’da, İran’da, Türkistan’da, Hint’te, Efganistan’da yap­tıkları camiler, saraylar, türbeler, köprüler, çeşmeler dünya­nın en güzel eserlerini teşkil eder.» (*)

Gökalp OsmanlIların ilk devrinde harsçı edebiyatın me­

deniyetçi edebiyata nasıl karşı koyduğunu şöyle anlatıyor:«Tekkeliler Yunus Emre’nin peyrevleri oldukları için

gerek şiirde ve gerek nesirde harsçılık yapıyorlar, medrese­liler ise arap ve acem üstadlarının tesiri altında bulunduk­ları için medeniyetçiliğe meylediyorlar. Şiirde tekke edebi­yatı Divan edebiyatına karşı harsçı bir edebiyatın misali ol­duğu gibi, nesirde de meselâ tekke mahsulü olan Âşık Paşa­zade tarihi medrese semeresi bulunan tâc-üt-tevarih karşı­sında Türkçü edebiyatın bir âbidesi mahiyetindedir. Mama­fih o zamanlardaki Türkçü edebiyatı yalnız bu tekke edebi-

(*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Bediî Türkçülük.

Page 85: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

84 Z İ Y A G Ö K A L P

yatından ibaret sanmıyalım. Millî edebiyat tekke şiirlerin­den ve nesirlerinden başka âşık destanlarında, âşık garip, Şah İsmail, Köroğlu gibi âşık hikâyelerinde, halk masalla­rıyla darbı mesellerinde, mâni ve türkülerinde de gittikçe

kuvvetlenen bir hızla devam ediyordu. Mamafih bu devirde türkçü edebiyatı yalnız tekkelilere, âşıklara ve halka münha­sır sanmak da doğru değildir. Sultan Muradı Sâni’nin sarih emirler vererek Kâbıısnâme’yi Mercimek Ahmet’e açık bir

türkçe ile tercüme ettirmesi o zamanlardaki sarayın da hâlâ Osman Gazi çığırında sebat ettiğini gösterir.» (*)

«Halk edebiyatı ne gibi şeylerdir? Evvelâ masallar, fık­ralar, efsaneler, menkıbeler, üstureler, saniyen darbı mesel­ler, bilmeceler, salisen mâniler, koşmalar, destanlar, İlâhi­

ler.Âşık Kerem, Şah İsmail, Köroğlu gibi hikâyelerle cenk-

nameler, Hamisen, Yunus Emre, Kaygusuz, Karacaoğlan, 'Dertli gibi tekke ve saz şairleri, sadisen Karagöz ve Nasret­tin Hoca gibi canlı1 edebiyatlar.» (**)

Gökalp’a göre Türkiye’de türkçülük akımından önce iki hars vardır. Biri aydınlarınki, biri de halkmki. Aydınlarınki yabancı, halkmki ise millî idi. İki türlü dil vardı. Biri ay­dınların kullandığı Osmanlıca, biri de halkın söylediği Türk­çe. İki türlü vezin vardı. Biri aruz vezni, biri hece vezni. İki türlü musiki vardı. Biri OsmanlI musikisi, biri Türk musiki­

si. İki türlü edebiyat vardı. Biri Osmanlı edebiyatı, biri de halk edebiyatı. İki türlü nekregûluk (Humour) vardı. Bir

yanda Nasrettin Hoca, İncili Çavuş, Bekrî Mustafa, Bekta- şiler, bir yanda da Kâni, Sürurî gibi Divan, Osmanlı mizah­çıları. Tiyatro da iki türlü idi. Karagözle Ortaoyunu, halk tiyatrosu, biri de Avrupa tiyatrosu olan sahne tiyatrosu idi.

Gökalp Türkçülüğün esasları adlı eserinde dilimizdeki,

musikimizdeki ikilik üzerinde durduktan sonra şöyle diyor:

(*) Ziya Gökalp Hars ve Medeniyet (Yeni Mecmua, Sayı: 60).(**) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Edebiyatımızın tahriş

ve tehzibi).

Page 86: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 85

«Edebiyatımızda da aynı ikilik mevcuttur. Türk edebi­yatı halkın darbı meselleriyle bilmecelerinden, halk masal­larıyla halk konuşmalarından, destanlarından, halk cenkna-

meleriyle menkıbelerinden, tekkelerin İlâhileriyle nefeslerin­den, halkın nekregûyane fıkralarından ve halk temaşasından ibarettir. Darbımeseller doğrudan doğruya halkın hikmetle­ridir. Bilmeceleri de vücuda getiren halktır. Halk masalları

da fertler tarafından düzülmemiştir. Bunlar türkün esatir devrelerinden başlıyarak ananevi bir surette zamanımıza kadar gelen peri masalları ile dev masallarıdır. Dede Korkut Kitabındaki masllar da ozandan ozana şifahî bir surette in­tikal ederek ancak birkaç asır evvel yazılmıştır. Şah İsmail,

Âşık Kerem, Âşık Garip, Köroğlu kitapları da vaktiyle halk tarafından yazılmış halk masallarıdır. Türk tarihinde ve et­nografyasındaki üstureler, lejantlar, efsaneler de türk ede­biyatının unsurlarıdır. Cenknameler ve dinî menkıbelere ge­lince, bunlar halk edebiyatının İslâmî devresine mahsus mahsulleridir. Halk şairlerinin koşmalarıyla destanları, mâ­nileri ile türküleri de yukarıda saydığımız eserler gibi, türk halkının samimî eserleridir. Bunlar da usulle, taklitle yapıl­mamışlardır. Âşık Ömer, Dertli, Karacaoğlan’lar gibi şâirler halkın sevgili şairleridir. Tekkeler de birer halk mabedi ol­duğu için, buralarda doğan İlâhilerle nefesler de halk edebi­yatına, binaenaleyh türk edebiyatına dahildir. Yunus Emre

ve Kaygusuzla Bektaşi şairleri bu zümreye dahildir. OsmanlI edebiyatı ise masal yerine ferdî hikâyelerle romanlardan, koşma ve destan yerine taklitle yapılmış gazellerle alafranga manzumelerden mürekkeptir. Osmanlı şairlerinden her biri mutlaka acem devrinde bir acem şairiyle, Fransız devrinde

bir -f ran,sız şairi ile mütenazırdır. Fuzulî ile Nedim bile bu hususta müstesna değillerdir. Bu cihetle Osmanlı edipleri ile şairlerinden hiçbiri orijinal değildir, hepsi mukallittir. Hep­sinin eserleri bediî ilhamdan değil, zihnî hünerverlikten doğ­muştur. Meselâ nekregûluk (Humour ) noktai nazarından bu

ik zümreyi mukayese ebelim: Nasrettin Hoca ve İncili Ça-

Page 87: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

86 Z İ Y A G Ö K A L P

vuş, Bekrî Mustafa ve Bektaşi babaları halkın nekregûları- dır. Kâni ile Sürurî ise Osmanlı Divanının mizahçılarıdır. Ta­biî nekrelikle sun’î mizah arasındaki fark bu karşılaştırma

ile meydana çıkar.»

«Mamafih, bu İçtimaî ikilikler yalnız fikrî faaliyetlere mahsustu. O zamanlar elişi yalmz avama mahsus sayıldığın­

dan, hars sınıfı tekniklerin bütün nevilerinden uzak duru­yordu. Bu sebeple mimarlık, hattatlık, hakkâklık, mücellit­lik, tezhipçilik, marangozluk, demircilik, boyacılık, halıcılık, çulhacılık, ressamlık, nakkaşlık gibi amelî tekniklerin yalnız bir şekli vardı. O da halk tekniği idi. Demek ki umumiyetle yüksek bir bediîliği haiz olan bu sanatlara münhasıran türk sanatı namını verebiliriz. Bunlar Osmanlı medeniyetinin un-' surları değil, türk harsının unsurlarıydı.» (*)

Türk bilgi trihinde anlamları biribirine karıştırılan iki kelime, daha- doğrusu, iki terim vardır. Kültürle medeniyet, Gökalp bu iki terimi daha ilk günlerde biribirinden kesin olarak ayırmıştır. Yine Gökalp’m doğru olarak anlaşılması için tekrardan hiç usanmadığı bir konuda avrupalılaşma ko­nusudur. Onun anlayışıyla avrupalılaşmak Avrupanın kültü­rünü almak değil, yalnız medeniyetini yani tekniğini almak­

tır. Aşağıdaki sözleriyle bu konu üzerinde durmaktadır.

«Şairlerimiz Homer’den başlıyarak bütün Avrupa şiirle­rini okusunlar. Onlardaki bütün güzelliklerin sırrını arama­ya çalışsınlar. Bunlar hepsi iyi. Fakat, Garp edebiyatından yalnız usuller ve fenniyeler almakla iktifa etsinler. Bize baş­ka milletlerin zevklerini, meşreplerini getirmeye sakın uğ­raşmasınlar. Şiirlerimizin Avrupa sanatından alacakları ter­biye yalnız fennî (Techmque) bir terbiye olmalıdır. Zevki terbiyeyi, yabancılardan değil, milletimizden ve milletimiz içinde en çok millî kalan halkımızdan almaya çalışma­

lıdır.» (**)

(*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Hars ve Medeniyet)•(**) Ziya Gökalp, Hars ve Medeniyet (Yeni Mecmua, Sayı: 60)

Page 88: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 87

Gökalp sanattan, değerden, milliyetten söz açınca musi­

kiyi de unutmuyor. Çünkü melodilerin millî değerler olduğu­

nu biliyor. Onun için dil gibi musikinin de millî olmasını is­tiyor. Musikinin millîleşmesi, yenileşmesi için ne yapmak ge­rektiğini söylüyor.

«Şarkta havassa mahsus olmak üzere bir dümtek musi­kisi vardır. Farabî bu musiki fennini Bizans’tan alarak arap- çaya nakletti. Bu musiki arabın, acemin, türkün havas sını­fına girmekle beraber, halkın derin tabakalarına inemedi. Yalnız, havas tabakasına münhasır kaldı. Bundan dolayıdır ki müslüman milletler mimaride olduğu kadar bu şark mu­sikisinde de orijinal bir şahsiyet gösteremediler. Türkün îıalk tabakası eski Aksayı Şark medeniyetinde ibda ettiği melodileri devam ettirerek millî bir halk musikisi vücuda getirdi. Arapların, acemlerin halk kısmı da eski melodilerin­de devam ettiler. Bu sebeple şark musikisi şarkın hiçbir mil­letinde millî musiki mahiyetini alamadı. Bu musikiye İslâm musikisi demlememesine başka bir sebep daha vardır. Bu musiki müslüman milletlerden başka Ortodoks milletlerin, eraıenilerin, yahudilerin de mabetlerinde terennüm edilmek­

tedir.» (*)Ben Gökalp’m bütün söylediklerini doğru buluyorum.

Müzikle kalkınmanın, ancak onun dediği gibi, olacağına da inanırım. Benim alaturka musiki denilen musikiye karşı ayak direnmem 1912’de yazdığım Talim ve Terbiyede İnkılâp adlı

ilk pedagoji eserimle başlar. Bu kitapta şu satırlar vardır:«Musiki deyince mahalle mekteplerinde okutulan İlâhi­

lerimizi, oturduğu yerde kımıldayamıyan, bağırtan, güfte­siyle, bestesiyle, bütün varlığıyla, daha, küçük yaşta iken ata­leti ,esareti, miskin kanaati, aczi telkin eden, çocukların kal­bini ölümle, mezarla titreten, sakat musikiyi anlamayınız, canlı, hareketli, ahlâkî, medenî musikiyi kastediyorum.»

Gökalp bütün kültür konuları üzerindeki çalışmalarm-

{*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Garba Doğru.)

Page 89: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

88 Z İ Y A G Ö K A L P

da olduğu gibi, musiki konusunda da devrimcilik sınırlarına kadar varıyor. Millî musikinin nasıl yaratılabileceğini de söylüyor. Düşündüğü şudur:

«Bugün işte şu üç musikinin karşısındayız: Şark musi­kisi, garp musikisi, halk musikisi. Acaba, bunlardan hangisi

bizim için millîdir? Şark musikisinin hem hasta, hem de gayri millî olduğunu gördük. Halk musikisi harsımızın, garp

musikisi de yeni medeniyetimizin musikileri olduğu için her ikisi de bize yabancı değildir. O halde, millî musikimiz, mem­leketimizdeki halk musikisiyle garp musikisinin imtizacından, doğacaktır. Halk musikimiz bize birçok melodiler vermiştir. Bunları toplar ve garp musikisi usulünce armonize edersek hem millî, hem de avrupaî bir musikiye malik oluruz. Bu vazifeyi ifa edecek olanlar arasında türk ocaklarının musiki

heyetleri de dahildir. İşte türkçülüğün musiki sahasındaki programı esas itibariyle bundan ibaret olup bundan ötesi millî musikarlarımıza aittir.» (*)

«Millî musikimizi ibda için de bir taraftan Avrupa’nın fenniyatmı öğrenmek, diğer cihetten dağlarda ve köylerde terennüm edilen halk türkülerinin seslerini toplamak lâzım­dır. Ancak, bu, suretlerle Avrupa medeniyeti içinde türk şi­iri, türk romanı, türk musikisi yapabiliriz.» (**)

1926'da. Maarif Vekâleti Sanayii Nefise Encümenini An­kara’da toplantıya çağırıyor. Konu okullardaki musiki öğ­

retimidir. Encümen toplanıyor. Kararını veriyor. Encüme­nin kararma göre alaturka musiki okullardan kaldırılmalı­dır. Encümenin düşüncesi Türkiye’de ilk defa ortaya atılmış bir düşünce değildi. Çünkü karar tarihi olan 1926 dan on yıl önce Almanya’da müzik tahsilini bitirip gelen rahmetli

Musa Süreyya İstanbul Darülmualliminde verdiği bir konfe­ransta bu düşünceyi ilk olarak ileri sürmüştür. Ona. göre, mil­lî musiki garp tekniği ile türk melodilerinin kaynaşmasm-

(*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Millî Musiki)(**) Ziya Gökalp, Hars ve Medeniyet (Yeni Mecmua, Sayı: 60)..

Page 90: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 89

dan meydana gelecektir. Bu anlayış o devir için ileri bir an­layıştı. Gökalp da böyle düşünüyordu.

Ben Şark musikisi, garp musikisi konusunda millî mu­sikinin yaratılması işinde garp musikisi tekniğinin kullanıl­

ması gerektiği düşüncesinde Gökalp’la birleşiyorum. Beni bu işde çok düşündüren nokta millî musikinin yaratılması ile ilintili olan psikoloji anlayışıdır. Ben armonizasyon düşün­

cesini doğru bulmakla birlikte, bu işin yalın bir teknik işi olarak anlaşılacağından korkuyordum. Bu işin hem de bir yaratma, işi olduğunu ileri sürüyordum. Yine 1926’da yazdı­ğım yazılarda rahmetli musikişinas Rauf Yekta ile yaptığım münakaşalarda ileri sürdüğüm ana düşünce şu idi: «Milliyet bir hilkattir. Milliyet asrî teknikle mücehhez olan ve türk- ten başka bir şey olmıyan sanatkâr ruhunun meydana, çıkar­

dığı sırlı heyecandır» (*). Yine bir yazımda şunu diyordum: «Milliyet duygusunun menşei tarihî malûmatımız değil, can­lı olarak yaşadığımız bir hayatın ilhamlarıdır. Milliyet top- lanmıyacak yalnız yaratılacaktır.» (**).

Encümen kararı basında geniş tepkiler yapmıtşı. Hattâ

İzmir'den yazılan bir yazıda beni vatansızlıkla suçlandıran- lar bile olmuştu. O tarihte bu karar üzerine ne düşündüğü­mü soran bir gazeteciye şu karşılığı veriyordum: «Siyasetin­de, adliyesinde, içtimai varlığının hemen bütün tecellilerin­de bu kadar büyük bir inkılâp yapan türk milleti musiki ha­

yatını vustaî ruhların insiyakına terkedemezdi.»

Gazeteci se'lâhiyet konusundan da söz açmıştı. Böylelik­le musikişinas olmadığımız için bizi yetkisiz görenlerin sal­dırılarına karşı ne diyeceğimizi öğrenmek istiyordu. Kendi­sine şu açıklamayı yapmıştım: «Eğer musikişinastan maksat

musiki eserleri vücuda getiren sanatkâr demekse, o, zaten hatsî ve amelî bir ferttir. Kıymet hükümlerine mevzu ola­cak eserler yaratabilir. Lâkin, bu mana ile musikişinas bir

(*) Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Sanat, S. 154.

r**) Adı geçen eser, S. 165.

Page 91: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

30 Z İ Y A G Ö K A L P

mütefekkir değildir. Yok, eğer musikişinastan maksat müzik eserlerini tenkit eden kimse demekse onun da görgü zaviye­si mahduttur. Eserler hakkında kıymet hükümleri verebilir. Fakat kıymet hükümlerinin tekâmülünü İlmî surette tetkik etmek bir münekkidin selâhiyeti haricindedir. Çünkü b'ır milletin tekâmülünde, bir milletin musiki itibariyle beynel­milel vaziyetinde, musiki denilen sanat müessesesinin beşerî tekâmülünde asıl İlmî ve küllî hükümleri verebilecek olanlar

ne musiki sanatkârları, hattâ ne de musiki münekkitleridir.

Bunlar musiki mütefekkirleri, yani musiiknin mukayeseli tarihini yapan içtimaiyatçılardır.»

Gökalp bütün eserlerinde, sırası geldikçe, türk halkını,

türk kültürünü övmekte, bu kültürü yaratan türkleri sanat­çı bir millet olarak görmektedir. Bütün millî duygularımız­dan sıyrılarak, bir yabancı gibi, en objektif bir metot ile türk milletinin kültürünü inceleyecek olursak, ne göreceğiz? Bu kültürün en yüksek, en yaratıcı bir kültür olduğunu gö­receğiz. O zaman şaşıp kalacağız. Burada örnek olarak tiyat­ro, karagöz, hattatlık, mimarlık sanatlarını ele alacağım. Bu sanatlara türklüğünü, veren estetik ilkelerin, neler oldulka- Tinı aklımın erdiği, dilimin döndüğü kadar açıklamaya çalı­şacağım. Amacım, Gökalp’m bu konudaki düşüncelerinin sübjektif düşünceler olmadığını, gerçeklere uygun düşünce­ler olduğunu göstermektir. Böylelikle onun herhangi düşü- nücü değil, çok kuvvetli sanat sezgisi taşıyan bir bilim ada­mı olduğu anlaşılmış olacaktır.

X lX ’uncu yüzyılın ortalarında. Batı’da birtakım tiyatro ihtilâlcileri baş kaldırmışlar, edebî tiyatroya karşı ayak dire- mişlerdir. Meyerhold, Adolf Apia, Gordon Graig, George Pi- toeff bunlar arasında bulunuyorlardı. Bu ihtilâlciler tiyatro­yu edebiyatın kulluğundan, köleliğinden kurtarmak için el­lerinden geleni yapıyorlardı. Tiyatro ihtilâlcilerinin ana. dü­

şüncesi şu idi: «Tiyatro kanunlarını artık edebiyatta arama­malıdır. Sahnede aramalıdır.» Bu tiyatro öncülerinin yap­tıkları denemeler bizim tiyatro geleneklerimizi andırır gibi-

Page 92: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 91

■ dir. Ancak, ortaya koydukları bütün yenilikler sağlam bir ti­

yatro felsefesine dayanmadığı için ortaya koydukları yeni­likler yine de aksıyordu. Tiyatro, eskilerin sandığı gibi ede­biyat, sanatlardan biri değildir. X IX ’un.cu yüzyıl tiyatro ih­tilâlcilerinin sandığı gibi, bir sahne sanatı da değildir. Tiyat­ro doğrudan doğruya bir Action, eylem sanatdır. Edebiyat- sız, sahnesiz, dekorsuz, süflörsüz de tiyatro olabiliyor. An­cak aksiyonsuz tiyatro olamıyor. Ne gariptir ki insanlar ak­siyondan çok aktöre, aktörden çok piyese, piyesten çok ta piyes yazarına önem verirler. Oysa ki piyessiz aksiyon olabi­leceği gibi, aksiyonsuz aktör de olabilir. Ancak böyle bir ak­tör yalnız «oynar» ama yaratamaz. Aktör rolünü «oynayan» adam değil bu rolün anlattığı insan kişiliğini kendi benliğin­

de bulup rol süresince yaşıyan adamdır. Onun için, tiyatro, konularını ne edebiyatta, ne de sahnede aramamalı, aktörün aksiyonunda aramalıdır. Öyleyse tiyatro, aktör denilen yara­tıcının meydana getirdiği bir aksiyon sanatından başka bir şey değildir. Aktör her defasında rol değiştirmek, kendi ki­şiliğinden sıyrılıp, kahramanın kişiliğine girmek zorundadır.

Onun için her kişilik değiştirme işi aktörün üzerinde bir şok etkisi yapar. Onu sarsar. Gerçek aktörlerin ömrü kısa olur. Rahmetli Küçük Kemal ile rahmetli Muvahhit gibi.

Batı tiyatro estetikçileri henüz tiyatro problemini çö- zümliyememişlerdir. İl kproblem «Tiyatro nasıl olmalıdır?» değil, «tiyatro nedir?» problemidir. Batı Tiyatro düşünürleri bu soruya henüz doğru bir karşılık verememişlerdir. Bu karşı­

lık verilmedikçe de tiyatro sanatını doğruya ulaştırmak kim­senin elinde olmıyacaktır. Öyleyse her şeyden önce «tiyatro nedir?» sorusuna karşılığını vermiye çabalıyalım.

Balkan savaşı mütarekesinin ardında- İstanbul’da Fın­dıklı’da Şemsülmekâtip adlı özel okulda, daha sonraları

Halkevlerinde yaptığım sürekli denemelerden edindiğim ka­

nıyı bir tez halinde yayınladım, (*)• Ne kadar yanlış anlaşı-

(*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu Tiyatro 1941 (Yeni Adam Ya­

yınlarından).

Page 93: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

92 Z İ Y A G Ö K A L P

lırsa anlaşılsın, ben tabiî, tiyatronun süflör yönünden süfle edilen yazılı metinle gerçekleşeceğine inananlardan da deği­lim. Çünkü action dediğimiz estetik eylemin en temelli öğesi declamation’dur. Declamation ise sufle edilemez. Ancak, ya­ratılabilir. Hitabet de böyledir. Gösterilen kendisi değil, yal­nız sözleridir. Gösteriyi sanatçı yaratır. Onun İçin bir saatte okunabilen bir piyes, ancak iki, üç saatte oynanabilir. Ger­çek tiyatro ancak tuluata dayanabilir. Buradaki tuluattan herhangi uydurmayı anlamamalıdır. Benim düşündüğüm tu­luat, (improvisation) bir piyesle sunulan insan tipinin, in­san kişiliğini yaratan tuluattır. Milletlerarası Sosyoloji Ce­

miyetine verdiğim Les Bases Socio - Psychologique du tlıe- atre scolaire adlı bildiride bu konuyu uzun uzadıya açıkla­mıştım.

Gerçek tiyatro bu olunca, bu sanatın millî kişilikle ilin­tili millî bir sanat olduğu anlaşılır. Ayrıca, Karagöz, kukla; ortaoyunu, tuluat türleriyle beliren, türk tiyatrosunun ken­

disi de bu olduğu anlaşılıyor. İşte Batı hayranlığının yurdu­muzda yayılmıya başladığı bir devirde «Türkleşmek, İslâm­laşmak,» gibi «Muasırlaşma» yı da öz, ilke olarak tanıyan Gökalp gibi bir insanın karagözü, ortaoyunu harslaşmak, ül- küleşmek için kaynak olarak tanıması çok doğru, çok yerin­

de bir anlayış olduğu görülüyor.Gökalp’m bir milliyet sosyologu olarak adını sık sık an­

dığı türk tiyatro kollarından biri de «karagöz, hayal» adını

verdiğimiz halk tiyatrosudur. Gökalp karagöz oyununun sos­yal karakteri ne olduğunu çok iyi anlamıştır. Şu kısa sözleri ile de çok doğru olarak anlatmıştır:

«Karagözle ortaoyununa gelince, bunlar da halk temaşa­sı, yani ananevi türk tiyatrosudur. Karagöz’le Hacivat’ın münazaraları, türkle osmanlmın, yani o zamanki harsımızla

medeniyetimizin mücadelelerinden ibarettir.» (*)Burada karagöz oyununun tekniği, estetiği üzerinde bi-

(*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Hars ve Medeniyet)

Page 94: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 93

raz duracağım. «Karagöz oyununda bütün ekonomik, teknik, hattâ estetik oluşları var eden bu ışıklı perdedir. İnsanlar yüzlerce yıl sonra buna benzer bir oluşu sinema perdesiyle elde edebilmişlerdir. Bu bakımdan karagöze sinemanın ba­

basıdır dersek pek yanlış olmaz. Gerçekten sinema, elişi ha­linden çıkıp endüstrileşmiş bir karagözdür. Hayal perdesinin yarattığı teknik imkânlar üzerinde de duralım: 1) İstenilen oyun kahramanlarını deve derisinden oyup yaratmak münv kündür. 2) Bu suretleri istenilen renkte boyamak, istenildi­ği. gibi mafsallaştırmak mümkündür. 3) Ağırlık, mesafe, ak­tör azlığı gibi zaruretler buradan kalkmıştır. İstenildiği ka­dar şahıs kullanılabilir, istenildiği tarzda oynatıl abilir. 4) Bü­

tün suretleri konkre insan mahiyetinden sıyırarak oyundaki psikolojik tiplerin istediği soyut umumî, jenerik mahiyete sokmak mümkündür. (*).

Karagöz ışık oyunudur. Ancak, herhangi ışık oyunu da değildir. Titrek ışık oyumdur. Karagözün suretleri, resim­

leri de ayrıca dikkate değer. Bunlar hep profil, hep deforme suretlerdir. İşte karagöz bu denli özellikleri olan bir tiyatro­dur. Bu oyun estetik değerlerini aynı zamanda şekilden, ışık­

tan, hareketten alır.

Karagöz ne natüralist, ne de realist bir sanat değildir. Sürrealist bir sanattır. Karagöz şekil, suret, renk, dekor, ko­nu bakımından doğrudan doğruya tabiatten alınmış, tabiate uydurulmuş bir sanat değildir. Karagöz tabiat gerçekliğine karşı, yanlışlara, deformasyonlara yer veren, büsbütün süb­jektif, hasta, soysuz bir sanat artığı da değildir. Onda tabia- tin gerçekliği ile insanın ülkücülüğü ka.ynaşık olarak vardır. Karagöz tabiati aşan bir tabiattir. O, her metafizikleşen sa­nat kolu gibi, gücünü konusunun takıntılarından değil, özün­den alır. Bugün bizde karagöz oyunu ölmüştür. Yunanistan’­da dipdiri yaşamaktadır. Karagöz dâvası için bir fikir ada-

(*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Karagöz, tekniği -ve estetiği (Ye­

ni Adam yayınlarından) 1942.

Page 95: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

94 Z î Y A G Ö K A L P

mmm sesi ancak bu kadar çıkabilir. Buraya gelince de kı­sılır.

Şimdi biraz da karagözün hiçbir gösterit sanatında bu­lunmayan orijinal estetiği üzerinde duralım. Karagöz için yıllarca önce yazdığım bir yazımın bir parçasını buraya alı­yorum:

«Karagöze bakınız. Bu suretler teşrih bilmiyen acemi ressamların eseri midir? Karagözü mutlak bir şeye benzet­mek lâzımsa, Rönesans ananesine giren ressamların eserle­rine değil, orta zaman primitiflerinin eserlerine benzetebili­riz. Ortazaman kilise ressamları da perspektif ve anatomi bilirlerdi. Fakat, bu İlmî kaidelere riayet etmezlerdi. Çünkü onların perspektifleri zahirî değil, derunî, teşrihleri siyanti- fik değil, psikolojik idi. Onlar için yaratıcı mebdeğ ışık de­ğil, nur idi, geometri değil, ilham idi. Onlar Science; yerine consience’a boyun eğerlerdi.

Meryem tablonun merkezi olup bütün azizlerin ve azize- lerin başları ve ayakları bu merkeze doğru dönerdi. Primitif sanat ruhî zaruretlere ve kaidelere uygun bir sanat idi. Eğer benzetmek caizse, karagöz sanatımız da böyledir. Karagöz

fizikî şahısların körükörüne taklidi değil, şekillerin metafi­ziğidir. Karagözün ebedîliği de bundan ileri geliyor.

Suretlerin mânasına geçelim. Hacivat hiç durmadan

süslü sözler söyliyen bir kitabî ve hasta adamın kendisidir. Karagöz hayat duygusu taşıyan ve bu kitabîye karşı en şid­detli reaksiyonları yapan canlı adamdır. Ve her carili varlık gibi, neşelidir.

Karagöz sanatı ışık sanatıdır, perde ve yağmumu ışığı sanatıdır. Bu yağmumu beyaz perde üzerinde sonsuz ışık senfonilerinin yaratıcı mebdeidir. Karagözün delik gözüne bakınız. En esrarlı şuur mahiyetlerinde açılmış bir pencere­ye benzemiyor mu? Karagözün resimleri elemanter resimler değil, primitif resimlerdir. Karagözün dili hep halkın malı­dır. Sözleri bütün halk tarafından bellenmiştir. Karagözün

Page 96: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 95

şekillerini çocuklar bile çizerler. Karagözü parası olan da, olmayan da seyreder. Karagöz her yerde oynanabilir, kara­göz halk sanatıdır.» (*).

Benim karagözle uğraşmam çocukluğumdan beri süre- gelir. Çocukluğumda Cihangir’deki evimizde mukavvadan karagöz suretleri keser, bunları boyar, perdede oynatırdım. Ancak, bu suretlerin soydam olmaması beni çok üzerdi. Yıl­larca sonra buna da çare bulmuştum. Karagözü diriltmek, yenileştirmek, tekrar yaymak 1940’da Ankara’da iken benim belli başlı uğraşılarımdan biri olmuştur. İstanbul Darülmu- allimininde öğrencim olan Münir Hayri Eğeli bir gün beni görmeğe gelmişti. Çocukları Esirgeme Cemiyeti adına bir ço­cuk tiyatrosu yapmayı tasarladığını söyledi. Düşündüklerini söyledi. Ben de düşündüklerimi söyledim. Egeli düşüncele­rimle son derece ilgilendi. Artık çocuk tiyatrosu işi oldu, dedi. Birkaç gün sonra da bu tiyatronun tüzüğünü getirdi. Ben karagöz, kukla, tiyatro oyunlarındaki halk tekniklerini kullanmak, korumak üzere yenileştirilmesini, diriltilmesin! istiyordum. Bunun için de yeni tipleri, yani temleri hazırla­mak gerekiyordu. Karagöz işin üzerime aldım. Yeni suretle­

rini seksen santim büyüklüğünde hazırladım. Mukavvadan kestim. Boyadım, bunları soydamlaştırmak için kızgın zey­tinyağı içinde banyo ettim. Deve derisinden ayrılmıyaeak ka­dar soydamlaştılar. Egeli ile Abidin Dino’nun hazırladıkları yeni kuklalar melek tipinde idiler. Kukla tiplerinin grotesquG,

gülünç, kaba olması gerektiğini, çünkü kukla tiplerinin me­leğe değil şeytana benzetilerek meydana getirilmiş olduğunu kendilerine hatırlattım. Doğru buldular. Dediğim gibi yaptı­lar. Hazırladığım Karagöz Ankara’da adlı karagöz piyesi (**). ile Gulyabani adlı kukla piyesi Nisan 1940’da Çocukları Esir­

(*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Karagöz Tekniği ve Estetiği (Sa­

rıyer Halkevi yayınlarından) 1942.(**) Ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Karagöz Ankara’da (Yeni Adam

yayınlarından).

Page 97: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

96 Z İ Y A G Ö K A L P

geme Kurumu yönünden Ankara’da Ulus Sinemasında veri­len müsamerede oynandı. Bu yeniliklere karşı basında birta­kım tepkiler oldu. Bütün bu dîrentilere karşı düşündüklerimi adı geçen eserimde yazdım.

Gökalp hattat olmadığı halde, türk hattatlığının resim,

mimarlık gibi büyük bir plâstik sanat olduğunu seziyor, türk sanatlarından söz açınca hattatlığı hiç unutmuyor. Şu satır­

ları yazmadan önce bizim gazetelerde okudum. Nice’den bil­dirildiğine göre, Picasso üç yıldan beri Cezayirli bir hattat­tan hat dersi alıyormuş, hattatlığa çalışıyormuş, hattatlık için şu sözleri söylemiş:

«Gerçek nonfigüratif resmi eski Doğu hattatlarının lev­halarında görebiliriz. Doğu yazı sanatına ilgilenmekle ken­

dime yepyeni ufuklar açtığım kanısındayım.»

Bunları işitmek biz türkleri sevindirir ama, türklerdeki

yazı sanatının ne olduğunu anlatmaz. Onun için Gökalp’m ruhunu sevindirmek isteği ile bu türk sanatı üzerinde de b;- raz durmak istiyorum. Osmanlıcada «Ha% hattat, Hattat­lık» deyince, hatıra yazı gelir. «Hüsnühat» deyince de güzel yazıyı düşünürüz. Bu arada sülüs, nesih, talik, divanî, rıka yazılarını düşünürüz. Güzel yazının güzelliği üzerindeki an­layışımız çok dardır. Güzel yazıdan yalnız keskin, orantılı yazıyı anlarız. Bunun dışında bir değer düşünmeyiz. Eski türk yazısını da lâtin yazısı gibi, yalnız bir yazı olarak anla­rız. Bu anlayış dar bir anlayıştır. Eski türk yazısı lâtin yazı­

sından apayrı bir varlık taşımaktadır. Bu yazının güzelliği lâtin yazısının güzellik kaynağından değil, apayrı bir toy­

naktan gelmektedir. Türk yazıları hem yazı hem de resimdir. Bu harflerin hemen hepsi insan gövdesini andırır. Meselâ Elif harfi ayakta duran insanı, va.v harfi oturan insanı andırır. Bu harfler arasında insanı andırmıyanlar yok gibidir. Bu ka­dar da değil. İnsanların türlü duruşları olduğu gibi, bu harflerin de türlü duruşları vardır. Harfler duruşlarıyla da insan duruşlarını hatırlatırlar. Sonra insanlar bir araya ge­

Page 98: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 97

lip de toplantı yaptıkları gibi türk yazıları da bir araya ge­lerek «istif» yaparlar. İstif yazının toplum oluşudur.

İstersek türk yazılarında bu üç güzellik kaynağına iki kaynak daha ekliyebiliriz. Biri oturaklılık değeri, biri de ha­

reket, devim değeridir. Oturaklılık bir mimarlık değeridir. Hareket bir canlılık değeridir. Türk sanat yazıları hem yı­kılmayacak gibi sağlam görünürler, hem de canlılar gibi ha­reket eder görünürler. İşte türk yazılarının estetik sırları

bunlardır.Bu iki değeri yazı ile bildirmek cesaretini ancak son gün­

lerde bulabildim. Oturaklılık sözü hattatlar arasında kulla­nılır. Canlılık, hareket oluşunu ise gençliğimde tanımıştım. Henüz Üniversite öğrencisi idim. Bir yandan da hattatlığa çalışıyordum. İstanbul'da, Tophane’de Nusretiye camisinde

Mustafa Rakım’m kubbe dolayına oyulmuş Amme suresini resim kâğıdı ile kopye etmek için merdivenle bu yazıların

bulunduğu yere kadar yükselmiştim. Rakım’m yazıları insa­nı büyülüyordu. Bir aralık harfler yürüyor sandım. Korktum, hemen aşağı indim. Bir daha bu işi yapmadım. Aradan yıllar geçtikten sonra anladım ki Mustafa Rakım’m yazılarında fü- türizm denilen resim karakteri de vardır.

İşte türk yazılarının sonsuz güzelliklerini sağlıyan, onu yepyeni, orijinal, ölmez bir sanat, olumuna getiren, bu üç kaynaktır. Türk yazı sanatı böyle incelenip anlaşılınca, bu sanatın Batı’nın arayıp da bulamadığı nonfigüratif sanat an­layışının tarihteki ilk hem de en parlak örneği olduğu anla­şılır. Ben bu düşünceyi elli yıldan beri tekrarlayıp duruyo­rum. Aydınlarımız bu gerçeği bugüne kadar anlamış değil­

dirler. Millî gerçeklerimizi anlamak için her seferinde bir Pi-

casso mu bekliyoruz?Yaşama boyunca türk mimarlık sanatı üzerinde yaptı­

ğım incelemeler bana Gökalp’m bu sanatlar üzerindeki dü­şüncelerinin doğruluğunu göstermiştir. Türk mimarlığının ■Bizans mimarlığının etkisi altında, meydana geldiiğni düşü-

P: 7

Page 99: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

98 Z İ Y A G Ö K A L P

nenler vardır. Sanki Bizans sanatından önce türk sanatı yok­muş! Türk sanatının böyle doğduğunu bir an düşünsek bile, türk sanatı Bizans sanatının kopyesidir denilebilir mi? Hiç bir mimarlık tarzı yoktan var olamamıştır. Her mimarlık kendinden öncekilerden doğmuştur. Yunanlılarmki de öyle değil mi? Yeni doğanın değeri aldıkları ile değil, verdikleri ile ölçülür. İşte, yeni doğan sanatın orijinal olması demek, yepyeni kompozisyonlar yapması, yepyeni estetik - değerler yaratması demektir. Nasıl ki Yunan mimarlığı Mısır mimar­lığından, Rönesans Yunandan doğmakla kalmamış, gövde

ayrımları ile birlikte yepyeni estetik değerler de taşımışlar­dır. Mısır mimarlığı dincil bir mimarlıktır. Hem de korku­tucudur. Yunan mimarlığı intellektçi, uscu bir mimarlıktır. Gotik mimarlığı mistiktir, Türk mimârlığı ise tarih boyunca gelen mimarlık türleri arasında en anthropomorphique, ki- şilikçi, en insancı olandır. Türk mimarlık eserlerinde buldu­ğumuz bu insancılık bu mimarlığın yalnız terimde değil, hem de teninde vardır. Mısır, Yunan, kübizm sanatları yalnız düz çizgi, düz yüzey, düz gövde sanatlarıdır. Oysa ki türk mimarlığı düz ile eğriyi anlaştırmış, böylelikle eserlerine or­

ganik, canlı bir nitelik vermiştir (*)..

Avrupalı için Yunan mimarlığı olgun, klâsik bir mimar­lık örneğidir. Bir Fransız için gotik mimarlığı orijinal bir mimarlıktır. İtalyan da Rönesansı ile övünür durur. Sayılı

aydınlar arasında pek azı bir yana, bu insanların çoğunluğu mimarlık nedir bilmezler, ne olduğunu bilenler de türk mi­marlığı üzerinde hiç durmamışlardır. Aralarında Le Corbu- sier gibi türk mimarlığını tanımakla övünenler, Saladin ile. Migeon gibi Türk sanatının bir soy humanizma olduğunu söyliyenler pek az görülmüştür. Medeniyette o kadar ileri

(*) LsmayıJ Hakkı Baltacıoğlu, Türk sanat genelekleri (Ankara

üniversitesi ilahiyat Fakültesi Türk ve İslâm. Sanatları Tarihi Ens­titüsü Yayınları sayı: 5, Yıllık Araştırma Dergisi 1, 1956).

Page 100: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 99

olan bu Batı kendinden başkasını tanımak işinde o kadar geridir. Türk Mimarlığı niçin ulu bir mimarlıktır? Bu soru­nun karşılığını kısaca veriyorum. Türk mimarlık sanatı ne bir resim sanatı ne de bir süs sanatıdır, doğrudan doğruya, gövde sanatıdır. Bu sanatın estetik kaderi her şeyden önce gövde oluşuna, anatomik varlığına bağlıdır. Bu gövde ek, yamak nedir bilmiyen, hep organlardan meydana gelen canlı bir bütündür. Bu organlardan her birinin kendine göre bir görevi vardır. Türk Mimarlığı Yunan mimarlığı gibi intel- lektçi, gotik mimarlığı gibi sırcı, Rönesans mimarlığı gibi bezemeci bir mimarlık değildir, sadece organik bir mimarlık­tır. Onun için ne yalnız düzlüklerin ne de yalnız eğriliklerin kuludur, düzlükleri, eğrilikleri kaynaştıran organik bir sa­nattır. Türk mimarlığındaki estetik değer Mısır eserlerinde- ki korkutuculuk, Yunandaki mantıkçılık, gotikteki sırcılık, Rönesanstaki bitkicilik, romantizmdeki taşkıncılık değildir. Bu değer orantı, duruşu, toplantı gibi anatomik karakterle­rin, zekâ, gönül, istem gibi de psikolojik varlıkların tüm olarak meydana getirdikleri insan duygusu olabilir. İşte türk mimarlık eserlerindeki güzelliğin kaynaşı bu insan kişiliği­dir. Türk hattatlık sanatı gibi mimarlığı da antropomor- phique, insan oluşlu bir sanattır. Onun tarih boyunca yara­tıcılığını, orijinalliğini sağlıyan da işte bu insanlığıdır. İs­tanbul’da Karaköy’den Eminönü’ne doğru yürüyen bir insa­nın uzaktan görünen Yenicami karşısındaki duygusu ne kor­ku, ne cansızlık, ne de gizliliktir, sadece yaklaşma, kaynaş­ma, ülküleşme isteğidir. Çünkü Yenicami insanı yoktan var eden Allahın insan gövdesi, insan ruhu insan güzelliği ka­nunlarına uygun olarak yaratılmış bir şaheseridir.

Böyleçe türk plâstik sanatlarının iç yüzü, felsefesi an­laşıldıktan sonradır ki insan, ister türk, ister yabancı olsun, türk sanatının ne kadar ulu bir sanat olduğunu anlıyabili-

yor.

Sanat eserleri kendilerine bakanlara, karşı kapalıdır. Yal-

Page 101: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

100 Z İ Y A G Ö K A L P

nız kendilerini duyanlara karşı açıktır. Sanat eserlerini duy­mak için de kafaya gelişi güzel yerleşmiş olan öndün bilgi­lerden, yamuk inançlardan sıyrılmak gerekiyor, İşte Gökalp da böyle yapmıştır. Kafasını Batı sanat heveslilerinin «İslâm sanatı, arap sanatı» diye damgalamak istedikleri türk sanatı için edindikleri öndün düşüncelerden kurtarmıştır, kelime­

ler üzerinde değil, gerçekler üzerinde durmuştur. Bu arada türk sanatını kendi olarak tanıyan batılıların düşüncelerini de öğrenmiştir. Gaston Richard’m Türkmen kızlarının yap­tıkları halılar için söylediği söz, Gökalp’m çevirmesiyle, şu­dur: «Hiçbir âlete, hiç bir modele, teknik mahiyette hiçbir ıtahsil ve terbiyeye malik olmayan t/ürkmen kızının nakabili taklit nakışlarla müzeyyen, çok nefîs halılar vücuda getire­

bilmesi, ancak bir sanat şevki tabiîsine malik olmasıyla izah olunabilir.» (*)

Gaston Richard’m sanat sevkitabiîsi dediği şey Türk sa­

nat geleneklerinden başka bir şey değildir. İşte Gökalp bu türkmen kızları gibi türk geleneklerinin taşıyıcısı olan Di­yarbakIrlIların hemşehrisidir. Onun, Diyarbakırlılaşarak türk sanatını duymaması, sosyolog olarak da bu sanata en büyük değeri vermemesi elinde değildi. Gökalp’m ömrü boyunca çalışmaları hep şu yolda olmuştur. Önce kendisine gelince­

ye kadar ya hiç işlenmemiş, ya da üzerinde pek az durulmuş olan sosyal konuları, en çok da, kültür konularını ele alır, Taunları kendi anlayışına göre, sonuna kadar inceler, herke­sin anlıyabileceği bir açıklığa eriştirir, sonra işin uygulan­ması üzerinde durur. Çünkü- onun bütün çalışmaları milleti içindir. Son söz olarak da bu konuda yapılması gerekli olan işleri söyler. Sanat konusunda da böyledir. Bakın, maarifin yalnız bir kitap okutma işi olarak anlaşıldığı bir memlekette Gökalp sanat kültürünün yazılması için neler düşünüyor.

Türklerin eşsiz olan halk sanatları var. Ancak, Türk ay-

(*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Türklerde bediî zevk)

Page 102: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 101

dmları bu sanat kültürünün dışında kalmıştır. Böylece bu aydınların sanat anlayışları soysuzlaşmıştır. İlk akla gelen, okullarda millî sanat eğitimi vermek olacaktır. Ancak, bun­dan önce millî sanat bilincinin kazanılması gerek. Bu da üni­

versitelerin Güzel Sanatlar Akademisinin, aydınların işidir, Dinde, dilde olduğu gibi, sanatta da halka doğru gitmek ge­rek. Şimdi Gökalp’ı okuyalım:

«Türk halkının bediî dehasına canlı şahitler bulunan ve fakra düşen Türk evlerinden parça parça çıkarılıp bedesten­lerde satılan perdeler, halılar, şallar, ipekli kumaşlar, eski marangoz ve demirci işleri, çiniler, hüsnühat levhaları, mü­zehhep kitaplar, güzel ciltler, güzel kur’an’ı kerimler millî tarihimizin vesikaları olan meskûkât ve saire vesaire hep ec­nebiler tarafından satın alınarak Avrupa’ya ve Amerika’ya taşınmaktadır. Bunların harice çıkarılmasını menedecek bir kanunumuz olmadığı gibi bunları satın alarak millî bediiyat âşıklarının nazarlarına arzedebilecek bir müzemiz de yok­tur.» .

«Sair sanatlarımız tamamiyle halk tarafından vücuda ge­tirildikleri için tamamiyle millîdir. Raks, mimarî, nakkaşlık, ressamlık, hüsnühat, marangozluk, demircilik, çiftçilik, bo­yacılık, çulhalık, halıcılık, kilimcilik ve saire ve saire gibi. Osmanlı havassı bedene taallûk eden, yahut el vasıtasıyla ya­pılan bu işleri amiyane telakki ettiği için avama bırakmıştır. Binaenaleyh, türkçülük bu sanatları nhepsini benimsemiştir. Fakat maatteessüf bu sanatlar Tanzimat devrinden itibaren millî iktisada ehemmiyet verilmeyerek Adam Smith’in «bı­rakınız yapsınlar, bırakınız geçirsinler» düsturuna, ittilâ edil­mesi yüzünden hep münderis oldular. Türkçülüğün vazifesi

şimdi bunları yeniden ihyaya çalışmaktır. Bir taraftan Av­rupa medeniyetiyle beraber Avrupa tekniklerini de anlama­lıyız. Fakat diğer cihetten millî bediiyatımızın hâzineleri olan bu güzel sanatlarımızı da elimizden büsbütün kaçırmamaya çalışmalıyız. Bunu yapabilmek için iptida bu sanatların mah­sullerini millî müzelerde toplayıp teşhir etmek, sonra da

Page 103: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

102 Z İ Y A G Ö K A L P

bunlara dair reçeteleri, imal tarzlarını bulup öğrenerek ki­taplarla, mecmualarla neşretmek lâzımdır. En sonra da bıı sanatları yeniden ihya edecek millî sanatkârları yetiştirmek iktiza eder.» (*)

«Bir taraftan halkın içine girmek, halkla beraber ya­şamak, halkın kullandığı kelimelere, yaptığı cümlelere dik­kat etmek, söylediği darbımeselleri, ananevi hikmetleri işit­mek, düşünüşündeki tarzı, duyuşundaki uslubu zaptetmek, şiirini, musikisini dinleyerek, raksını, oyunlarını seyretmek, dinî hayatına, ahlakî duygularına nüfuz etmek, giyinişinde­ki, evinin mimarîsindeki, mobilyalarının sadeliğindeki gü­zellikleri tadabilmek, bundan başka, halkın masallarını, fık­ralarını, menkıbelerini, tandırname adı verilen eski türeden kalma akidelerini öğrenmek, halk kitaplarını okumak, Kor­kut atadan başlıyarak âşık kitaplarını, Yunus Emre’den bav­lıyarak tekke İlâhilerini, Nasrettin Hoca’dan başlıyarak halk nakreciliğini, çocukluğumuzda seyrettiğimiz karagözle orta- oyununu aramak, bulmak lâzım. Halkın cenknameler oku­nan eski kahvelerini, Ramazan gecelerini, Cuma arifaneleri-

ni, çocukların her sene sabırsızlıkla bekledikleri coşkun bay­ramlarını yeniden diriltmek, canlandırmak lâzım. Halkın sa­

nat. eserlerini toplayarak millî müzeler vücuda getirmek lâzım, İşte Türk güzideleri ancak uzun müddet halkın bu millî hars müzeleri ve mektepleri içinde yaşadıktan ve ruhları tama mile Türk harsıyla meşbu olduktan sonradır ki, millîleşmek im­kânına nail olabilirler. Rusların en büyük şairi olan Pouckine bu suretle millîleştiği içindir ki, gerçekten bir millî şair oldu. Dante, Petrarque, Jean Jacques Rousseau, Gothe, Schil- ler, Danton gibi millî şairler hep halktan aldıkları feyizler sayesinde sanat dâhileri oldular.» (**)

Gökalp’m kültür kurumlan ile ilintili olan bu yazılarını okurken İsmail Safa’mn, Maarif Vekilliği zamanında Anka-

(*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Sair Sanatlar)

(**) Ziya 'Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Halka Doğru).

Page 104: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 103

ra'da toplanan Heyeti İlmiyede Millî müzenin, Etnografya Müzesinin, Millî Kütüphanenin, İhsaiyat, Müdürlüğünün ku­rulması üzerinde çalıştığımız günleri hatırlıyorum. Türkiye Antikalar yurdudur. Hem de antikaları yitirme yurdudur!

Gökalp’m aşağıdaki yazısını okuyup da bir zamanlar en normal şartlar içinde çalışan kültürce kalkınmaya, hizmet eden Türk (Doklarımızın bugünkü durumunu görüp de üzül­memek elde midir? Onları korumak, onlara yardım etmek hir kültür borcu, bir yurt borcu, bir adalet borcu değil mi­

dir?«Millî edebiyatımızın tesisi hususunda Türk Ocaklarının

da büyük bir rolü vardır. Türk Ocakları sahnelerinde, halk

tiyatrosu olan karagözle ortaoyununu arasıra göstererek can­landırmalıdır. Masalcılara masal söyleterek, meddahlara tak­lit yaptırarak, saz şairlerine destanlar, koşmalar, mâniler okutarak millî edebiyatı canlı bir surette ammeye gösterebi­

lirler. Dede Korkut, Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Dertli, Karacaoğlan, Âşık Ömer, Gevheri gibi halk şairlerine ve Nas­rettin Hoca, Karagöz, İncili Çavuş, Bekri Mustafa gibi halk tiplerine hususî geceler tahsis ederek bunların hatıralarını idameye çalışmalıdırlar. Halk edebiyatına ait kitaplarla şi­

fahî an’aneleri toplayıp halk kütüphaneleri vücuda getir­mek de Türk Ocaklarının vazifelerinden biridir.» (*)

(*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Edebiyatımızın tah­

riş ve tehzibi).'

Page 105: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

VI

AHLÂK ANLAYIŞI

Gökalp’a göre, «ahlâk, fertleri nefsî fedakârlıklara sevk eden birtakım kaidelerden ibarettir.» Sosyal ahlâk da bu fe­dakârlıklar için gaye olarak sosyal öbeklerin tanınmasıdır. Sosyal öbekler de şunlardır: Siyasî öbek, meslekî öbek, aile,

medeniyet öbeği. Bu dört öbekten dört türlü ahlâk meydana geliyor: Vatanî ahlâk, meslekî ahlâk, aile ahlâkı, beynelmilel

ahlâk. Bunların dışında Gökalp’m şahsî ahlâk dediği bir ah­lâk daha var. Bu ahlâkın temeli, bireyliğini kişiliğine feda et­mektir. Kişiliğe karşı saygı göstermek, kişiliğe karşı sevgi duymak, ona yardım etmek, onun haklarını tanımaktır. Aşa­ğıdaki yazı Gökalp.m en yüksek ahlâkı yurtseverlik olarak anladığını göstermektedir.

«Bugünkü ahlâka göre, mefkurelerin mertebe silsilesin­de en yüksek mertebeyi haiz olan, millet yahut vatan dedi­ğimiz şeydir. Hiçbir mukaddes gaye yoktur ki icap edince,, bu mefkûreye feda edilmesin. Vatanını ancak platonik bir

muhabbetle sevenler hakikî vatanperver olmadıkları gibi di­ğer mefkûrelerde de samimî tanılamazlar. Vatanperverlik...

milliyetperverlik öyle bir güneştir ki, diğer mefkureler an­cak onun şuaları mesabesindedir.» (*)

Gökalp, Türkün yurtseverliğine Mete’yi örnek veriyor. Efsaneleri düşündüren şu satırları okuyup da sarsılmamak

elde mi?

(*) Ziya Gökalp, zümreler arasında ihtilât ve içtima, (Yeni Mec­

mua, sayı: 5).

Page 106: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 105

«Tatarlar hükümdarı harp ilânına bir vesile olmak üze­re iptidada, onun çok sevdiği bir atı istedi. Bu at saatte bin fersah uzunluğunda yol alıyordu. Mete vatandaşlarını har­bin musibetlerine mâruz bırakmamak için bu atı Tatar ha­

kanına gönderdi. Tatar hakanı, harbe bahane arıyordu. Bu sefer de Mete’nin en sevdiği zevcesini istedi. Bütün Beyler kurultayda harp ilânını istedikleri halde, Mete «Ben vatanı­mı kendi aşkım uğruna çiğnetemem» diyerek, sevgilisini düş­mana vermek gibi büyük bir fedakârlığı kabul etti. Bunun üzerine Tatar Hakanı, Hun ülkesinden hiçbir mahsulü ol­mayan; ziraatsiz, ormansız, madensiz, ahalisiz bir arazi par­çasını istedi. Kurultay bu faidesiz toprağın verilmesinde hiç bir beis olmadığını söylemişken, Mete «Vatan bizim mülkü­müz değildir. Mezarda yatan atalarımızın' ve kıyamete ka­dar doğacak torunlarımızın bu mübarek toprak üzerinde hakları vardır. Vatandan, velev ki bir karış olsun yer verme­ye hiç kimsenin selâhiyeti yoktur. Binaenaleyh harp edece­ğiz. İşte ben, atımı düşmana doğru sürüyorum. Arkamdan gelmeyen idam olunacaktır.» diyerek tatarların üzerine yü­rüdü. Eski Türklerin nazarında vatanın ne kadar muazzez olduğunu bu tarihî vakadan istidlâl edebiliriz.» (*)

Vatanî ahlâkın, Mete’nin kişiliğinde nasıl şahlandığım gördük. Eski Türklerde meslek ahlâkı da vatan ahlâkı gibi çok kuvvelidir. Eski Türkler mesleğe «yol», meslelcdaşa da «yoldaş» diyorlar. Yolun büyüğünü soyun büyüğünden sayı­yorlar. Eski bir atasözü: «Yoldaşların babanın ovasına akın

ederlerse sen de beraber akın et.» Eski yoncaların temeli de yine ahlâk halkı kendinden üstün görmek. Bu kurumlar sa­kınma, dayanışma, yardımlaşma kurumlan idiler. Bunlar okadar özlü kurumlar idiler ki yalnız birer ahlâk varlığı ta­şımakla kalmıyorlar, bu ahlâkı hem de tarikat niteliği ile da­

ha çok sağlamlaştırıyorlardı.Gökalp, eski Türk ailesinin tarihde eşsiz kalan eşitçiliği-

(*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Ahlâk î Türkçülük).

Page 107: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

106 Z İ Y A G Ö K A L P

ııi de gösteriyor. Eski Türklerde ana soyu ile baba soyu tam olarak eşittir. Soyluluk da yalnız babadan değil, anadan da geliyor. Tam soyluluk da hem ananın hem de babanın soylu olmasıyla oluyor. Şamanlık devrinde kadının kutsi kuvvet taşıdığına inanırlardı. Erkekle kadın hukukça eşit idiler. Ha' kanlar emirnameler «Hakan ve hatun emrediyor ki» diye ya­zılırdı. Hakan elçileri, salonda hatun otururken kabul edebi-

\

lirdi. Bütün şölenlerde, törenlerde, toplantılarda hatun ha­kanla birlikte bulunurdu. Kadınlar amazon idiler. Çündîlilf, silâhşorluk, kahramanlık erkekler gibi kadınlarda da vardı. Kadınlar da hükümdar, kale muhafızı, vali, elçi olabilirlerdi.

Eski kvimler arasında hiçbir kavim Türkler kadar kadına: hak vermemişler, saygı göstermemişlerdir.

Gökalp, «ahlâk buhranı» başlıklı yazısında zühtî ahlâk üzerinde duruyor. Sosyal işbölümünün ilerlemesi, Avrupa uygarlığına karşı gösterilen aşırı tutkunluk, ,bir yandan da Birinci Cihan Savaşının meydana getirdiği iç sarsıntıları zuhtî ahlâkı büsbütün arıklaştırmıştır. Bunun sonunda ruh­lar, duyunçlar her türlü ahlâk kaygusundan soyulmaya yüz tutmuştur.

«Zühdî ahlâkın tazyikinden kurtulan ferdî ihtirasların başı boş atlar gibi her tarafa seğirterek türlü türlü kazalara sebebiyet vermesi gayet tabiî ve zarurî bir neticedir. İşte fertçilik dediğimiz şey, insanların eski bir ahlâka karşı isyan ettikten sonra, ahlâk endişelerinden büsbütün vaz geçerek ferdî ihtiraslarının, ferdî eğlence ve menfaatlerinin arkasın­dan koşması demektir. Bugün birçok müessif tecellileriyle henüz bozulmamış ruhları dağdar eden ahlâksızlık hareke­ti, işte bu marazî fertçiliğin menfur bir neticesinden ibaret­tir.» (*)

Ahlâk buhranını önlemek için ne yapılabilir? önce bu buhranın ne olduğunu, neden ileri geldiğini iyice bilmek ge­rektir. Bu bilinince, alınacak tedbirlerin ne olacağı meydana

(*) Ziya Gökalp, ahlâk buhranı (Yeni Mecnıua, Sayı: 7).

Page 108: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 101

çıkacaktır. Bu incelemeyi yapacak olan bilim nasıl bir bi­limdir? Gökalp’m Yeni Biecmua’da basılmış olan aşağıdaki .yazısı, ahlâk ednlien sosyal olgunun niteliğini ahlâk gerçeği­nin nasıl incelenebileceğini büyük bilim adamlarına yakışan bir açıklıkla, kesinlikle incelemektedir.

«İlmin müsbet usulü, diğer sahalarda olduğu gibi, içti­maiyat sahasında da evvelce şüpheli görülmüş birçok vakıa­ların hakikî mahiyetlerini meydana çıkarmaktır. Binaena­

leyh, içtdmiyat ilmi cemiyetlerde elân yaşamakta olan ve İç­timaî inzibata ait vazifelerin en canlı uzuvlarını teşkil eden

dinî, ahlâkî duyguların müsbet ilimlere karşı sarsılmamasmı temin edebilecek yegâne müsbet ilimdir. Çünkü içtimaiyat

ilmi, diğer ilimler gibi başka hadiselerin tetkikinden çıkardı­ğı kanunları dinî ve ahlâkî hadiselere tatbıka çalışmaz. Bila­kis, doğrudan doğruya dinin kanunlarım dinî hadiselerin tet­kikinden çıkarmaya çalışır. Binaenaleyh bugün ahlâlc buh­ranının tedavisini yalnız içtimaiyat ilminin irşatlarından bek- liyeceğiz.» ^

«İnzibat, ister diniî ve siyasî olsun, isterse ahlâkî olsun, ancak vicdanlarda yaşayan duygulara istinat edebilir. Vic­

danlarda artık yaşamayan akide ve ayinleri, aile ve hükümet- tarzlarını, ahlâkî vazife ve mefkûreleri zorla yaşatmaya çalış­mak, istenilen neticelerin tamamiyle aksini tevlit eder. Bi­naenaleyh bugünkü ahlâk buhranının devamından mesul

■olanlar, birinci derecede yeni ahlâkı tedvine ve neşre çalış­mayan mütefekkirler ise, ikinci derecede, eski ahlâkı zorla idameye çalışan muhafazakâr kuvvetlerdir.

«Yeni ahlâk dediğimiz şey, İçtimaî ahlâktır. Şüphesiz bu­gün makul olmayan, yahut makuliyeti ilmî tetkikler netice­sinde ortaya konulmayan kaidelere kimse itibar gösteremez. Bu asır ilim asrı, tarassut, ve tecrübeye müstenit akıl asrı­

dır.

«Bugün müsbet olmayan bir hakikata, ilmî olmayan bir kaideye kimse ehemmiyet vermez. Ahlâkî kaidelere riayet

Page 109: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

108 Z İ Y A G Ö K A L P

edebilmemiz için evvelemirde bu' kaidelerin İçtimaî tekâmül esnasında ne suretle vücuda geldiklerini, sonra da bunların

hizmet ve faidelerinin nelerden ibaret olduğunu bilmemiz lâzımdır. Maamafih bu bilgi iskolastik yahut edebî bir bilgi suretinde olamaz. Mutlaka müsbet ilimlerin usulü dahilinde olmalıdır. Çünkü bugün ahlâkî kaidelere hücum edenler, münhasıran müsbet ilimlere istinat ediyorlar. Ahlâk ilmi de hakikaten müsbet bir ilim suretinde teessüs etmelidir ki, ahlâkî kaidelerin bu hücumlara karşı devamlı ve kat’î bir

mukavemeti mümkün olabilsin.

«Gençlerimiz müsbet ilimlerle ilk temas ettikleri zaman ruhlarındaki muazzez duygularla müsbet hakikatlar arasın­da müthiş bir tesadüf başlıyor. Muazzez duygular dinî ve ah­lâkî duygulardır. Dinî duygular müsbet bir diniyat ilmine

ahlâkî duygular müsbet bir ahlâk ilmine istinat ederek bu

müsbet tedrisata iltihak etmiş olsaydı, milletimizin muazzez duygularıyla müsbet hakikatlar arasında hiçbir tesadüm husule gelmivecekti. Çünkü bu tedrisat neticesinde diğer ta biî hadiseler bize nasıl birtakım şeniyetleri gösteriyorsa, bu duyguların da İçtimaî şeniyetin tecellileri olduğu anlaşılacak ve uzviyetlerdeki uzuvlar nasıl muayyen hizmetler ifa edi­yorsa bu duyguların da gayet, elzem vazifeler icra ettiği mey­dana çıkacaktı. Dinî ve ahlâkî hakikatler de müsbet hakikat­lar nevinden, hakikaten İlmî bir mahiyet alacağı için artık kendi nevinden olan bir kuvvetten hiçbir zaman korkmaya­

caktı.

«Müsbet diniyat ilmi, dinlerin mukayeseli tarihinden, müsbet ahlâkiyat ilmi ise ahlâkların mukayeseli tarihinden ibarettir. Bu iki müsbet ilme dinî içtimaiyat ve ahlâkı içti­maiyat namları da veriliyor. İşte bugün İçtimaî hayatımızı

müthiş mikroplar gibi kemiren din ve ahlâk buhranlarını

ilmî bir usulle tedavi edecek İçtimaî tababet ancak bu iki müsbet ilme istinat edebilir. Nasıl ki uzvî hastalıkları tedavi eden tababet sanatı da hayatiyet ilmine istinat mecburiyetin-

Page 110: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 109

dedir. Zııhtî ahlâkın yerine kaim olacak İlmî ve müsbet ahlâk yalnız İçtimaî ahlâk olabilir. Çünkü ahlâkın esaslarım mad­diyat, hayatiyat, ferdî ruhiyat sahalarında aramak ahlâkı ta

esaslarından inkâr etmektir. Maddiyatçılar, hayatiyatçılar, ru­hiyatçılar şimdiye kadar müsbet ahlâk ilmini muhtelif sû- Tetlerde tefsire çalıştılar. Fakat hiçbirisi müsbet ilimlerin

haşin sadmelerine tahammül ve mukavemet edebilecek müs bet bir ahlâk vaziyetini alamadı. Ahlâkî . agnostique’lerin (gayri münfabam) cılarm yaptığı gibi, münfaham (conna- issable) şeniyetlerin büsbütün haricinde gayri münfaham (ineonnaissable) bir şeniyete istinat ettirmek ise yine müs­bet ilimlerin haricinde meşkûk ve mistik bir vaziyete sok­maktır. Bundan dolayıdır ki ne kant’ın tamamiyle gayri

münfehemci olan ahlâkı, ne de Augusto Conte ile Spencer’in müsbetçi olmakla beraber gayri münfehemcilik esasına is­

tinat eden ahlâkları, müsbet ilimlerle terbiye gören ruhları tatmin edemiyor. Bu asır müsbetçilik asrıdır. Fakat bu müs­betçilik Conte ile Spencer’in anladığı yolda gayri münfe­hemcilik ile itilâf edebilen bir müsbetçilik değildir. Hakikî müsbetçilik vücudü malûm olan her şeyin münfehem oldu­ğuna ve varlığı malûm olmayan bir mevhumenin değil, in- fihamı, tasavvuru bile gayri mümkün olduğuna kail olmak mecburiyetindedir. Binaenaleyh beşeriyetin ötedenberi ta­

savvur ettiği şeyler mutlaka münfehem bir şeniyetin tecelli­leri olduğundan bulnarı ait oldukları şeniyet dahilinde izaha çalışmak iktiza eder. Yoksa gayri münfehem bir şeniyet ka­

bul ederek bunları o sahaya atmak ne İlmî bir hareket ma­hiyetindedir, ne de bu suretle sarsılmamasım istediğimiz muazzez duygulara, müsbet hakikatlara karşı bir mukave­met iktidarı verilmiş olur.» (*)

Gökalp, Küçük Mecmua’da, din konusu üzerine yazdığı bir yazıda sosyal değerleri, en altta ekonomi, en üstte de din -olmak üzere sıraya koymuştur. Bu sıraya göre, ahlâk dinin

(* ) Ziya Gökalp, A h lâk Buhranı, (Yeni Mecmua, sayı: 7).

Page 111: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

110 Z İ Y A G Ö K A L P

altında yer almaktadır. Gökalp, bu sıralama dolayısıyla şun­

ları diyor:«Dinî kıymetin ahlâkî kıymete bu suretle tefevvuk etme­

si ahlâkın şerefine bir nakisa iras etmez. Zira dinin en çok: kıymet verdiği şey ahlâktır. Peygamberimiz «Ben ahlâkî it­

mam için gönderildim» buyuruyorlar. Bundan başka, bir şey mukaddes ise, o behemehal iyidir de. Hattâ diyebiliriz ki mu­kaddes iyiden daha iyi bir şeydir. Ahlâk ile dini tasavvufî bir

menkıbe ile tavzih edelim: Bir din kahramanı bir ahlâk kah­ramanına «ne yapıyorsunuz?» diye sormuş. Ahlâk kahramanı «Bulursak şükrediyoruz, bulmazsak sabrediyoruz» demiş. Bu

söze karşı din kahramanı şu cevabı vermiş: «Bu sizin yaptı­ğınızı Horasan’ın köpekleri de yapmaktadır. Biz bilâkis bul­mazsak şükrederiz, bulursak sabrederiz.» Bu misâl bize di­nin ahlâktan daha yüksek bir ahlâk olduğunu gösteriyor. Ah­lâk bir'insanı ancak fazilete kadar yükseltebilir. Din ise «ev­liyalık» namını verdiğimiz kutsî makama kadar çıkarır.» (*)

«Hülâsa din, bazı insanları evliyalık derecesine çıkarmak­la onlara fevkalbeşer bir metanet, bir sabırlılık, bir şefkat ve fedakârlık veriyor. Kur’an-ı Kerim, «evliyalar için korku yoktur ve onlar asla mahzun olmazlar» buyuruyor. Bu yük­sek ferağ ve sekinetin daha hafif bir derecesi ekseri mümin­

lerde mevcuttur. Bütün hayatlarında kuvvetli bir seciye gös­

teren insanlar, umumiyetle çocukluklarında dinî terbiye alanlardır. Çocuklukta din terbiyesi almayanlar, ölünceye kadar şahsiyetsiz kalmaya, iradesiz ve seciyesiz yaşamaya mahkûmdurlar. Rivayete göre Ahmet Vefik Paşa’ya medenî cesaretinin istinatgahını sormuşlar: «Allah’a tevekkülümdür» diye cevap vermiş. Filhakika, Allah’a tevekkül eden bir lah­za ümitten mahrum kalmaz, bir dakika, bedbin olmaz, hiçbir düşmandan korkmaz, hiçbir kedere mağlûp olmaz, daima meserret, huzur ve saadet içinde yaşâr.» (**)

(*> Ziya Gökalp, Dine Doğru (Küçük Mecmua).

(**) Ziya Gökalp, adı geçen eser.

Page 112: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 111

Gökalp'ın düşündüğü gibi, dinin en yüksek değer olması ahlâkın değerini azaltmaz. Çünkü ahlâksız din olabilir. An­

cak bu din, dinin kendisi değildir. Ahlâk dinin en büyük buy­ruklarından, en kutsal inançlarından biridir. Ahlâksızlığın en kötü, en alçak şekli münafıklıktır. Kur’an’a göre de mü­

nafıklık, Allah'ın bağışlamayacağı büyük günahtır. Menkıbe­de ahlâk kahramanlarının Horasan’ın köpeklerine benzetil­mesi yersiz ibir espridir. Bu ahlâk kahramanları gerçekten ahlâk kahramanlarıdır.

Bu konu gençliğimde, üzerinde en çok durduğum bir konudur. İlk eserlerimden biri olan Din ve Hayat’j da onun için yazmıştım. O zamanki kanım bugüne kadar hiç değiş­memiştir. O kitabımdan konu ile ilintili olan bir parçayı bu­raya alıyorum:

«Din, ahlâk gibi kabul edilebilir. Nasıl ki din, ilmi, bediî, hukukî hislerin mutlak bir ifadesi gibi kabul edilebilir. Lâ­kin ahlâk din yerine konulamaz. Ve ahlâk varken din yok­tur denilemez. Niçin? Ahlâk menşe itibariyle dinî ise de va­zife itibariyle dünyevîdir, beşerîdir. Bütün dünyevî, beşerî müesseseler gibi nakıstır, müeyyideleri zayıftır. Halbuki din ahlâkın fevkindedir. Çünkü semavîdir, İlâhîdir. Müeyyideleri

mütealidir, rahmanidir. Gerçi ahlâk da bir dindir, dinin bir parçasıdır. Fakat, mahdut ve mütenahi bir dindir. Din . ise gayri mahdut, gayri mütenahi bir ahlâktır. Onun için derim ki ferdî, yaratıldığı gibi bırakmak, hayvanlaştırmaktır. Fer­di ahi aklaştırmak, içtimaîleştirmektir. Ferdi dinlileştirmek mefkûrevıleştirmektir. Şuhalde ne ahlâk dinin mutlak olan vazifesini görebilir, ne de din ahlâktan ibaret kalabilir.»» (*) Bence bu anlayış, üzerinde uzun uzadıya durulacak olan biı anlayıştır. Nasıl ki ben de vaktiyle üzerinde çok durdum. Gö­kalp’m dediği gibi, dini sağlayan ahlâk mıdır, yoksa, ahlâkı sağlayan din midir? Üçüncü bir anlayışa göre, her birinin

(*) îsmayıl Hakkı Baltacıoğlu, D in ve Hayat.

Page 113: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

112 Z İ Y A G Ö K A L P

görevi ayrıdır da normal olan top-lumlarda her biri kendi gö­revini kendi mi yapmaktadır?

Gökalp’m din ile ahlâkın bağlantısı konusundaki bir sözü beni çok düşündürmüştür. 1917 de Yeni Mccmua’nm 7

nci sayısında yazdığı «Ahlâk Buhranı» başlıklı yazıda, şu söz­ler vardır: «Bir millet ahlâklı olduğu nisbette dinine ve ka­nunlarına hürmet eder.» Gökalp çok doğru düşünüyor. Ah­

lâklı olmak idealist olmak demektir. İdealist olan insanın da ideallerin en yükseği olan din idealini taşıması pek olağan­dır. Yalnız ahlâklı olan, dini tanımayan insan normal kişiliği olmayan insandır. Bu gibi dinsizlerin çoğunda bilinçsiz bir din duyuncu bilinç konusu olan dinsilzikle çatışarak yaşa­maktadır. Hangisi doğrudur? Bence dinin de ahlâkın da gö revleri ayrıdır. Dinli olduğu halde ahlâksız olanlar da var­dır. Nasıl ki dinsiz olduğu halde ahlâklı olanlar da vardır. Ancak, bu iki tipin ikisi de anormaldir. Normal olan hem dinli, hem de ahlâklı olmaktır. Normal olan kişilik din, dil, sanat, ahlâk ile meydana gelebilir. Böyle olmakla birlikte din ile ahlâk biribirinden biribiri üzerinde etkisiz kalan apayrı iki varlık da değildir. Çünkü din, ahlâkı bir inanç ko­nusu olarak taşındığı gibi, ahlâk da. en kuvvetli müeyyidesi­ni, sağlayıcısını din inançlarında bulur.

Page 114: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

VII

MİLLİYET ANLAYIŞI

Gökalp’m sosyolog olarak büyük bir dikkatle üzerinde durduğu önemli konulardan biri de milliyet, konusudur. Milliyet nedir, ne değildir? Bu soruya Tanzimat’tan beri bi- limli denilebilecek bir karşılık verilememiştir. Aynı konuyu .Batı Sosyologları da aydmlatamamışlardır. Nitekim yaygın dillerin okul sosyoloji kitaplarında, milliyetin bilimli denile­bilecek bir tanımına şimdiye kadar rastlanmamıştır.

Meşrutiyetten önceki Türkçülük bazı sanat eserlerine esin kaynağı olmkatan daha ileri gidememiştir. Onun için metodsuz, bilimsiz kalan bu gibi akımlara Türkçülük demek bile yerinde olmaz. Doğru anlamıyla Türkçülük bilgisi Gö- kalp’la başlar. Meşrutiyetten önce gelip geçen hükümetle­rin milliyet gerçeği karşısındaki davranışlarına gelince, bu davranışlar bilgisiz, hem de acıklıdır. Bu devrin gerçeklere aykırı olan davranışlarını Gökalp’m aşağıdaki yazılarında iyice açıklamış bulacağız.

«Milliyet meflcûre (ideal) si iptida gayri müslimlerde,

sonra Arnavut ve Araplarda, en nihayet Türklerde zuhur et­

ti. Türklerin en sona kalması sebepsiz değildir. Osmanlı Dev- . letini Türkler teşkil etmişlerdir. Devlet vaki bir millet, (Na- tion de fait), milliyet mefkûresi ise, iradî bir millet (nation de volonte) in cürsumesi demektir.

«Türkler, ilkin hatsî (İntuitif) bir ihtiyata tabi olarak, bir mefkûre için bir mevcudeyi tehlikeye düşürmekten çe­

kinmişlerdir. Bu,nun için Türk mütefekkirleri «Türklük yok, Osmanlılık var» diyorlardı.

F: B

Page 115: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

114 Z İ Y A G Ö K A L P

«Muasırlaşmak» cereyanına tabi olanlar Tanzimat fikir­lerini yaydıkları sırada muhtelif unsurlardan ve mezhepler­

den mürekkep olan vaki bir milletten iradî bir millet yap­mak mümkün olduğuna kani olmuşlar, bu kanaatla tarihî bir mânayı haiz kadim «Osmanlı» tabiri yerine millî renklerden tamamiyle âri olmak üzere yeni bir mâna, yapıştırmışlardır. Elîm tecrübeler gösterdi ki «Osmanlı »tabirindeki yeni mâ­nayı tanzimatçı Türklerden başka kabul eden yoktu. Bu yeni mânanın ihtiraı yalnız faydasız olmakla kalmıyordu. Devlet ile unsurlar ve bilhassa Türkler hakkında gayet mu­zır neticeler veriyordu.» (*)

Gökalp’m yaptığı bu açıklama milliyet gerçeğinin, milli­

yet politikasının karanlıkta kalan bir noktasını iyice aydın­latmaktadır. Böylelikle sosyal gerçekleri' tanımayan politi­kacıların toplum birliğini elde edeyim derken, onu yıkmak­tan başka bir sonuç elde edemediğini gösteriyor. Bu yazıda Gökalp şunları da söylüyor:

«Dünyanın Şarkı da, Garbı da bize gösteriyor ki bu asır milliyet asrıdır. Bu asrın vicdanları üzerinde en müessir kuvvet milliyet mefkûresidir. İçtimaî vicdanların idaresi ile mükellef olan bir devlet, bu mühim İçtimaî amili mevcut de­ğil farzederse vazifesini ifa edemez. Devlet adamlarında, fır­ka recüllerinde bu his olmazsa, Osmanlılığı terkip eden ce­maat ve kavimleri ruhi (Psychologique) bir surette idare et­

mek kabil olmaz. Dört senelik bir tecrübe bize gösterdi: Sırf unsurların itilâfı maksadıyla «Ben Türk değilim, OsmanlI­yım» diyen Türkler unsurların ne yolda bir itilâfa muvafakat edebileceklerini nihayet gayet acı bir surette anladılar. Mil-' liyet hissinin hâkim olduğu bir memleketi ancak milliyet1 zevkini duyanlar idare edebilirler.» (**)

Gökalp’m bu açıklaması da gösteriyor ki hükümet adam­

(*) Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak’ muasırlaşmak, (üo

cereyan).

(**) Ziya Gökalp, adı geçen eser.

Page 116: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 115

larının iyi niyetli, ancak gerçeklere uygun olmayan politiak- ları yurtları için hep zararlı olmuştur. Sosyal politika yal­nız sosyolojiye dayanabilir. Bilimsiz, metodsuz politika yal­nız verimsiz değil, hem de zararlıdır.

Milliyeti bir sosyal gerçek olarak ele alan Gökalp, ilk önce milliyetin bir tanımını yapıyor, milliyetin hangi tip toplumlarda doğduğunu, nasıl gelişebileceğini anlatıyor. Ay­rıca, milliyetin dinle, dille, sanatla olan ilintilerini de açık­lıyor. Gökalp'm bu alanda yaptığı hizmetlerin başında, bir konunun bir ırk, biyoloji konusu olmadığını açıklaması ge­

liyor. Gökalp’a göre, milliyet gerçeği bir toplum gerçeğidir.

Toplum gerçekleri arasında da dil, ahlâk, sanat, gibi kamul (Collectif) bir gerçektir. Gökalp, Yeni Mecmua’nın 51 inci

sayısındaki Türkçülük ve Türkiyecilik başlıklı yazısında da şöyle diyor:

«Türkçülüğün birinci işi devlet, ümmet, millet kelime­

lerinin farklarını meydana koymak oldu. Devlet tabiiyette, ümmet dinde; millet harsta müşterek olan fertlerin mecmu- udur. Bu suretle bizim Türkiye devletine, islâm ümmetine, Türk milletine mensup olduğumuz anlaşıldı. İçtimaiyat ilmi bize tam cemiyetin milletten ibaret olduğunu, milletin de ay­nı harsa malik fertlerin mecmuu bulunduğunu gösterdi. O halde bizim de milletimizin hududu ne devletin, ne ümrne tin, ne de ırkı nhudutlarıyla mahdut değildi. Millet bu züm­relerden büsbütün başka bir şeydi. Yani harsı bir zümreden ibaretti. Harsın zahir alâmetleri ise lisanla din olduğu için milletimizin Türkçe konuşan müslümanlardan mürekkep ol. duğu meydana çıktı. Türkçülerin ilmî usullerle vasıl olduğu bu tarifi Anadolu köylüleri asırlardanberi millî selikalarıyla bulmuşlardı. Çünkü bu saf köylüler milletdaşlarını «dili di­lime uyan, dini dinime uyan» formülüyle tarif ediyorlardı.

«Türkçülük milletin tarifini yapınca Anadolu’dan itiba ren bütün AzerbaycanlIların, Kırımlıların, Kazanlılarm,

Page 117: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

116 Z İ Y A G Ö K A L P

Türkmenlerin şartların, Özleklerin, Kırgızların, Kaşgerlile- rin ilh. bizim gibi Türkçe konuştuğunu ve bizim gibi nıüs- lüman olduğunu nazara alarak bunların hepsini Türk mil­letine dahil addetti.» (*)

Gözalp, 1339 (1923) da basılan Türkçülüğün Esasları ad­lı kitabında «Türkçülük Nedir?» başlıklı bölümde de «Mil­let» adı verilen zümrenin ne olduğunu belirtmek için önce gerçeklere uygun olmayan milliyet anlayışlarını eleştiriyor. Bu anlayışlar ırkçıların, kavini Türkçülerin, coğrafî Türk­çülerin, Osmanlıcıların, İslâm ittihatçılarının, fertçilerin mil­let anlayışlarıdır. Gökalp, bu anlayışları eleştirdikten sonra

millet nedir? sorusunun karşılığını şöyle veriyor: «Millet ne ırkî, ne kavmî, ne coğrafî, ne siyasî, ne iradî bir zümre de-

ğüdir. Millet lisanca, dince, ahlâkça ve bediiyatça müşterek

olan, yani aynı terbiyeyi almış fertlerden mürekkep bulunan bir zümredir.» Bir insan kan’ca müşterek bulunduğu insan­lardan ziyade dilde, dinde müşterek bulunduğu insanlarla yaşamak ister. Çünkü kişiliğimiz bedenimizde değil, ruhu muzdadır. Maddî meziyetlerimiz ırkımızdan geliyorsa, ma­nevî meziyetlerimiz terbiyesini aldığımız cemiyetten geli­yor. Normal bir insan hangi milletin terbiyesini almışsa an­cak onun mef kür esine çalışabilir. Çünkü mefkûre bir vecit

menbaı olduğu içindir ki aranır. Halbuki terbiyesiyle büyü­müş bulunmadığımız bir cemiyetin mefkuresi ruhumuza as la vecit veremez. Bilâkis, terbiyesini almış olduğumuz ce­

miyetin mefkûresi ruhumuzu vecitler. Onun için insan terbi­yesi ile büyüdüğü cemiyetin mefkûresi uğruna hayatını feda edebilir. Demekki Gökalp’m anlayışına göre milliyet, yalnız din birliği, dil birliği değil hem de ülküsü uğrunda benliğin­den geçmek, kendini vermek gücüdür. İşte bu gerçekleri gö- zönünde tutarak, milliyetin sosyal karakterine dayanmak

(*) Ziya Gökalp, Türkçülük ve Türldyecilik (Yeni Mecmua, sa­

yı: 5'1).

Page 118: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 117

milliyetin yeni bir tanımını yapan Gökalp, coğrafî milliyetçi­liği eleştirirken şunları da söylüyor:

«Coğrafî Türkçülere göre millet, aynı ülkede oturan aha­lilerin mecmuu demektir. Meselâ, onlara göre bir İran mil­leti, bir İsviçre milleti, bir Belçika milleti, bir Britanya mil­leti vardır. Halbuki İran’da farisî, kürt ve Türkten ibaret ol­

mak üzere üç millet, İsviçre’de Alman, Fransız, İtalyandan ibaret olmak üzere yine üç millet, Belçika’da aslen Fransız

olan Valonlarla aslen Cermen olan Flamanlar mevcuttur. Büyük Britanya adalarında, ise Anglosakson, İskoçyalı, Gal- li, İrlandalI namlarıyla dört millet vardır. Bu muhtelif cemi­yetlerin lisanları ve harsları biribirinden ayrı olduğu için he­yeti mecmualarına «millet» adını vermek doğru değildir.» (*)

Gökalp din, ahlâk, sanat duygularının millî kültürü mey­

dana getirdiğini açıkladıktan sonra bu anlayışa karşı aynı di­ni, aynı ahlâkı, aynı sanatı taşıyan insanların aynı milletler­den olmaları gerekirdi diye düşünenlere karşı şu karşılığı ve­

riyor:«Yukarıda bilhassa dinî, ahlâkî, bediî duyguların milis

harsı teşkil ettiğini söylemiştik. Buna karşı, birçok milletle­rin dinde, bediiyatta, ahlâkta müşarik oldukları itirazen der- meyan edilebilir. Filhakika müteaddit milletler mezhep (Boc trine), fenniye (Techniqîie) ve usul (Methode) cihetleriyle

dinde, bedüyatta, ahlâkta müşarik olabilirler. Fakat bu zih­

nî yahut aklî unsurlar, esasen hangi müesseseye mensup bu­lunursa, bulunsun, medeniyetin bünyesine dahildir. Bilâkis zevk, meşrep, vecit gibi kalbî ve hissî unsurlar da, hangi mü­esseseye mensup olursa olsun, harsın unsurlarıdır.» (**)

İşte Gökalp, milliyetçiliği önce ırkçılıktan, coğrafyacılık­tan kurtarmış, milletin ancak sosyal bir gerçek olduğunu or­

taya koymuştur. Bu sırada milliyetin kültür temeline daya­nan birkaç da tanımını yapmıştır. Bütün bu işleri gören, el-

(*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Türkçülük nedir?)

(**) Ziya Gökalp, Aile ah lâk ı (Yeni Mecmua., Sayı: 20)

Page 119: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

118 Z İ Y A G Ö K A L P

li yaşma varmadan da Ölen bir insanın milliyet gerçeğini da­ha çok aydınlatması beklenemezdi.

Gökalp’ın milliyet tanımı ile dünya milliyet gerçeklerini açıklamak istediğimiz zaman bu tanım ile gerçekler arasın­da birtakım anlaşmazlıklar olduğunu görüyoruz. Bu durum­da yapılacak iş ne olabilir? Yine Gökalp’ın millyet tanımı üzerinde durmak, bu tanımı sonuna kadar olgunlaştırmak, sonuna kadar açıklamak olabilir. İşte ben de bunu yaptım. Yıllarca çalıştım. Elde ettiğim kesin kanımı söyledim, yaz­dım, elimden geldiği kadar da yaydım. Burada bu çalışma­larım üzerine biraz bilgi vermek isterim.

Bilimin belli başlı görevlerinden biri, ilk işi, kendine göre kavramlar yapmaktır. Bu kavramları hazırladıktan

sonradır ki bilim öbür çalışmalarına başlıyabilir. Bilimin kavramları konuşma dilinde kullanılan sözcükler değildir. Konuşma dilindeki sözcüklerin smirları kaypaktır. Bilimin kavramları ise sınırları biribirinden kesin olarak ayrılmış olan kavramlardır. Onun için, bilim dili başka, konuşma di­li başkadır. Gerçi bilim bazan konuşma dilindeki sözleri de kullanır. Ancak, bunları sözcük olarak değil, terim olarak kullanır. İşte «görenek» (Rutine) ile «gelenek» (Tradition) böyledir. Bu iki sözcük hem sözcük, hem de terimdir. Bu iki

sözcüğün sözlüklerdeki anlamları biribirinden ayrı değil­dir, hemenhemen birdir. Bilimdeki anlamları ise apayrıdır.

Konuşurken, yazarken «kötü görenekler, kötü gelenekler» derler. Büim diliyle konuşunca, «kötü gelenekler» diyemeyiz. Çünkü bilimdeki anlamıyla geleneklerin kötüsü olmaz. Gö­reneklere gelince, onlar kötü olabilirler.

Nation, nationalite kelimeleri de yalnız sözcük değil, hem de terimdir, sosyoloji terimleridir. Bu iki terim sosyo­loji biliminin aydınlatmak zorunda olduğu en karanlık, hem de en önemli terimleridir. Milliyet ulusçuluk gerçeğinin en

karmaşık gerçeklerden biri olduğuna şüphe yoktur. Böy­

Page 120: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 119

le olduğu içindir ki onun objektif, bilimli denilebilecek bir

tanımı şimdiye kadar yapılamamıştır.

Ernest Renan, ulusnu bir ünite psyclıologique, bir psi­kolojik birlik olduğunu söyler. Bunun böyle olduğunu bili­yoruz. Ancak, şimdiye kadar bilinmiyen şey, psikolojik bir birlik olan ulusun nasıl bir psikolojik birlik olduğudur. Baş­

ka türlü diyelim. Ulusçuluk gerçeğini meydana getiren psi­kolojik etkenler nelerdir?

Önce ulusun tanımı ile işe başlamak gerekiyordu. Gökalp da böyle yapıyordu. Emile Durkheim’m jugements de valem' adını verdiği değer yargılarını kıymet hükümleri diye, bir de

Jagements de realite adını verdiği gerçek yargılarını da «şe’ni- yet hükümleri» diye ele almışta. İlk olarak ulusçuluğun tanı­mını şöyle yapmıştı: «Din birliği, dil birliği». Bu anlayış yan­lış değildi. Yalnız kusurlu idi. Ulusçuluk bu olunca, Türk Bir­liği anlaşılmaz bir birlik oluyordu. Türkiye’nin dışında kül-, türü bir, dini başka olan Türkler de vardı. Kırım’daki Karaim Türkleri, Romanya’daki Gagavuz Türkleri, Sibirya’daki Ya­kut Türkleri gibi.

Bir gün gelip bu tanımın yetersizliğini Gökalp da anla­mış olacak ki, ulusçuluğu «kültür birliği» diye tanımlamak istedi. Gökalp’m «kültür birliği» sözüyle ne düşündüğünü an-

Uyabilmek için «kültür» terimine verdiği anlamı gözönünde

bulundurmak gerektir. Gökalp’a göre kültür, toplumun du-

yuncunda yaşıyan değer yargılarının tümüdür. İşte din, ah­lâk, dil, sanat gibi değer yargıları kültürü meydana getirir­ler. Nasıl ki uygarlık toplumun aklında yaşıyan gerçek yar­gılarının, teknik kurallarının tümüdür. Gökalp'a göre, kül­türü bir olan toplumlar bir ulustur. Kültürü ayrı olan top­

lumlar ayrı uluslardır. Ulusçuluk gerçeğini ötekinden daha çok kavrayıcı olan bu tanım da karanlıktır.

Yakın tarihe kadar aralarında din, dil, delvet, birliğinin bulunmasına karşı, aralarında ulusçuluk ayrılığı olan iki toplum vardı: İngilizler ile İrlandalIlar. Bugün İngiliz ulu-

Page 121: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

120 Z İ Y A G Ö K A L P

sundan ayrı olarak Amerikan ulusu dediğimiz bir ulus da vardır. Amerikan ulusu İngiliz ulusundan ne ırkça, ne de kül­türce ayrı değildir. Ruslarla Lehliler de bu olurluğa bir ör­

nek olarak gösterilebilir.

Öbür yandan kültürleri, ırkları ayrı olmakla birlikte uluslukları bir olan toplumlar vardır. Bugünkü Fransa’da güneyliler, Bretonlar, Alsaslılar ayrı dilleri konuşmakla bir­likte, aynı ulustandılar. İsviçre’de başlıca dört ırk, dört dil, ' dört kültür vardır. Ancak, ulus olarak İsviçre bir tekdir. Bel­çika da bir örnektir. Flamanlar, Valonlar ayrı ırktan, ayrı

dilden, ayrı kültürden insanlardır. Ancak, Belçika’da bir tek ulus vardır. Bizim Hatay’da. Türkçe’den başka bir dille ko nuşan Türkler vardır. Batı Anadolu’da Türkçe, Doğu Anado­lu’da kültçe, Irak’ta arapça konuşan türkoğlu türk Kara­keçili aşiretinin kolları vardır. Kırım’daki Karaim Türkleri dinleri musevî dini olmasına karşı ulus olarak türktürler. Romanya’daki gagavuzlarm dini ortodoks dinidir. Onlar da türkoğlu türkütr. Gökalp’m ulusluk yolundaki çalışmaları ulusçuluk sosyolojisine ışık salmıştır. Ancak, bu sosyolojiyi

iyice, sonuna kadar aydınlatmış değildir. Tersine, gerçeğin

yalnız genel karakterlerine dayanan bu gibi tanımlar ulusluk problemini çözmeye çalışanların işini güçleştirmiştir. Ulus­luk gerçeğinin karışıklığı karşısında nasıl bir yol tutmalıydık? Bu gerçeği daha yakından görüp anlamaya çalışmak gereki­

yordu.

Karanlık sürüp gidiyordu. Ben Gökalp’m iki tanımını da yetersiz buluyordum. Ancak, bunların yerine daha doğruları­nı koyamıyordum. Bu tutukluk çeyrek yüzyıl öncesine dek sürüp gitti. İstanbul Üniversitesi Fen Şubesinde tabiat bilim­leri ile uğraşmıştım. Böylelikle Lamarck’tan bu yana süre­gelen evrim teorileriyle yakından ilgilenmiştim. Gençliğim­den beri de bitkiler, hayvanlar âleminde «değişen» ile «de-

ğişmeyen»i öğrenmk benim için büyük bir istek olmuştu. Onun için frenklerin caractere fondamental sözü beni büyü-

Page 122: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 121

lüyordu. İşte bu gibi görülerin kılavuzluğu iledir ki günün

birinde ulusçuluğu ulusluk yapan değişmez karakterlerin ne

olduğunu buldum sanıyorum. Bu karakterler geleneklerdir.

Ulus, ulus birliği bir gelenek birliğidir. Benim ulusluk tanı

mimi doğra olarak anlıyablimek için, önce gelenek (tra­

dition) sözünden ne anladığıma dikkat etmek gerektir; Ben­ce gelenek, toplumun tarih boyunca değişmek bilmeyen de­ğer yargılarıdır.- Gelenek (tradition) deyince görenek (rou- tine) âdet, türenek (coııtume), kalıntı (survivance) anlaşıl­

mamalıdır. Geleneklerin kötüsü olmaz. Gelenekler hep iyi­dirler. Gelenek uluşun, kavmin, klanın özüdür. İşte dini, di­li, sanatı bir olanların ulus olmalarının nedeni din, dil, sa­

nat geleneklerinin bir olmasıdır. Sonra dini, dili, sanatı ayrı olanların yine de bir ulus olmalarının nedeni, yine ara­

larında. gelenek ortaklığının bulunmasıdır.

Gelenek düşüncesi üzerinde biraz daha durmak isterim.. Bu düşünceye göre «kültür» dediğimiz değer yargıları sos­yal tipten sosyal tipe değişir. Bu anlayış her değer yargısı

için doğru değildir. Çünkü, «Kültür» dediğimiz değer yargı­

larının arasında sosyal tipten sosyal tipe değişmeyenleri d'e

vardır. Efsaneler, masallar, dilin cinsliliği, dilin ekleri, sen­

taks, melodiler, bezeme motifleri, mimik, komik anlayışı,

halk felsefesi böyledir. İşte ben bunlara gelenek (Tradition)

diyorum. Bitkiler için gövdenin biçimi, hayvanlar için belke­

miği, insanlar için mizaç ne ise, toplumlar için de gelenek odur. Bunlar hiç değişmezler.

Gelenekler nasıl doğarlar? Eski toplumlarda gelenekler varlıklarını tarih öncesinden, doğum çağından, totemcilik

çağından alırlar. Tarihin bunlu ya da. mutlu, anlarında kamu denençlerinden doğan, kanunun bilinçaltına yerleştikten son

ra da kuşaktan kuşağa geçen yepyeni gelenekler de vardır. Gelenekler kamunun bilinçaltında bir kez yerleştikten sonra

Page 123: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

122 Z İ Y A G Ö K A L P

sosyal tipten sosyal tipe değişmeyen kamul (Collectiî) kalıt­

lardır.

Şimdi artık ulusları, ulusluğu gelenek dediğimiz bu ka­

lıcı, ayarıcı gerçekle tanımlıyabiliriz. Ulusluk bir gelenek birliğidir. Ulus öa, aralarında gelenek birliği olan bireyle­rin meydana getirdiği tinsel birliktir. Ulusluk bir gelenek birliği olarak anlaşıldıktan sonra birbirine karşıt gibi görü­nen değer gerçeklerini açıklamak elimizde olacaktır. Bu ger­çekleri gelenek birliği düşüncesinin ışığının altında tekrar gözden geçirelim. Bir İrlanda ulusçuluğunun doğmasının, bir İrlanda devletinin kurulmasının nedeni, İrlandalIların İn­

gilizceden ayrı bir dil, din, mit... gelenekleri bulunması idi. Bu gelenekler ayrılığından dolayıdır ki İrlandalIlar ayrı bir devlet kurup eski dillerini (galeque) dirilttiler, kendilerine kültür dili, devlet dili yaptılar. Aralarındaki ırk, din, dil, ta­rih birliklerine karşı Amerikalılar, İngilizlerden ayrı bir ulus olarak gelişmektedirler. Bunun nedeni ayrı bir yurtta, ayrı yaşama şartlarının içinde, doğan yepyeni gelenekler edinmeleridir. Amerikan müziği İngiliz müziği değildir. Ame­

rikan dansı İngiliz dansı değildir. Amerikan bezemeleri İn­giliz bezemeleri değildir. Amerikalıların mitolojileri bile ayrıdır. Onlar dans figürlerini, melodilerini negrolardan, to­tem danslarından, bezeme motiflerini Kızılderililerden al­dılar. İstiklâl savaşları da onlara ayrı mitler, gelenekler ka­

zandırdı. Amerika’da yalnız Amerikan ulusu var değil. Yanltee denilen yeni bir Amerikan ırık da doğmaktadır. İsviçrelilerin tek ulus olmaları da gelenek birliğinden ileri gelmektedir. Bütün, verimli, mutlu bir yurt sevgisi, onun korunmasına ilişkin olan anılar, barışçılık İsviçre geleneklerinin başlıca- ları değil midir?

OsmanlIlar çağında Türkiye’de ayrı iki dil konuşulmak­ta idi: Halk dili ile aydın dili olan osmanlıca. Saltanat, med­rese, mektep adamları halkın konuştukları türkçeyi pek

anlamıyorlardı. Halk da osmanlıcadan bir şey anlamıyordu.

Page 124: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 123

Yine de bir ulusçuluk vardı. Çünkü bu dil ayrılığının dışın­da çok kuvvetli bir gelenek birliği vardı.

Hatay Türk'leri yakın zamana kadar Türkçeden başka bir dil konuşuyorlardı. Bu dil sanıldığı gibi arapça değildi. Osmanlıca gibi, kalıbı arapça, iranca, yarı yarıya da türkçe olan asalak bir dildi. Hatay türkleri bu dili kendi aralarında konuşuyorlar, bundan arap, iranlı, türk, bir şey anlamıyordu. Bu dil ayrılığına karşı, hataylıların Türk olmalarının nedeni parazit dillerinin sentaksı da içinde olarak, bütün gelenek­lerinin Türk olmasıdır. Doğu’da kürtçe konuşan Türklerin kürtçesi de ayrıca dikkate değer. Bu kürtçe de kürtçenin

ayırıcılarından biri olan kelimelerinde erkek - dişi ayrılığı yoktur.

Gelenek üzerindeki düşüncelerimi sonuna kadar açık­lamak için bir olaydan söz açmak istiyorum: Gökalp Diyar­

bakIrlIdır. Kürtçeyi türkçe gibi biliyordu. Bu sebepledir ki gençliğinde bir ulusluk bunalımı geçirmiştir. «Ben Türk müyüm, .kürt müyüm?» sorusunu kendisine sormuş, bu işin içinden çıkmak için konuştuğu kürtçenin kelimelerine bak­mıştır, Bu kelimelerin arasında erkeklik, dişilik ayrılığının olmadığını görünce, kendisinin kürt olmayıp Türk olduğuna o anda inanmıştır. Çünkü kürtçede cins ayrılığı varmış, türk- çede yoktur. Demek Gökalp’m konuştuğu kürtçe türk man­tığı ile konuşulan kürtçe idi. Dilde cins ayrılığı bir gelenek­tir, değişmez.

Sosyologlara gelinceye kadar mefkurenin, ülkünün ne olduğunu, ne olmadığını şimdiye kadar ne metafiziktiler, ne de ideologlar gerektiği gibi açıklayamamışlardır. Metafizik- cilere göre mefkûre, gerçek ötesi olan bir varlıktır: Eflâtun’ da, Muhiddini Arabi’de olduğu gibi. İdeologalara göre mef­kûre, insan muhayyilesinde yaşıyan bir olgunluk örneğidir, tek insan kaynaklı bir ruh olayıdır. İdeologlara göre mef- kûreyi yaratan, insanın iradesidir. Şimdi Gökalp’m mefkûre

için düşündükleri üzerinde duralım. Gökalp mefkûre (ideal)

Page 125: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

124 Z İ Y A G Ö K A L P

konusu üzerinde çok durmuştur. Yeni Mecmua’da, Türkleş mele, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak adlı kitabında çıkan ya­

zılardan başka Diyarbakır’da çıkardığı Küçük Mecmua'da

değerli yazılar yazmıştır. Gökalp bu yazıları ile ülkü sosyolo­jisinin karanlıklarını deşmektedir. 1917'de yazdığı bir ma­

kalede «Yeni Hayat» adını alan yeni, bir akımı inceliyor. Bu

akım o tarihten sekiz yıl önce genç kalemler’de başlamış,

sonra da Yeni Mecmua’da devam etmiştir. Önce «Yeni Lisan»

adını taşıyan bu akını sonra «Yeni Hayat» adını almıştır.

Gökalp yine Yeni Mecmua’da yazdığı ikinci bir yazıda şöy­le diyor:

«Anlaşıldı ki Yeni Hayatçılarm ibda etmek istedikleri hakikî kıymetler bütün milletlere şamil olacak beynelmilel

telâkkiler değil, belki Türk milletine mahsus millî görüşler' den ibarettir. Aynı zamanda bu kıymetler milletin ruhunda

gizli iştiyaklar suretinde mevcut olduğu için yalnız keşfedil­meleri lâzımgelır. Binaenaleyh onları ibdaa çalışmak fikri de

doğru değildir. Bu mesele tavazzuh ettikten sonra Yeni Ha-, yatın millî hayat demek olduğu kendiliğinden meydana çıktı,

«Burada denilebilir ki millî hayat yaşanılan hayattan ibaret ise, bunu derin derin aramağa ne lüzum var? Mevcut

-bir şey keşfolunmasa da mevcuttur. Şuursuz bir surette ya­

şanılan mefkûreler şuurlu bir halde meydana çıkmasa da ha­yatta müessirdir. Filhakika biz aradığımız millî hayatı mil­

letin vicdanında şuursuz bir surette mevcut telâkki ediyo­

ruz. Bu şuursuz vicdanı şuurlu bir hale getirmeye «Türkçü­

lük» namı veriliyor. Eğer milletimize şuurlu olarak başka irfanlar arzedilmemiş olsaydı, şuursuz vicdanımız hayatımı­

za yegâne hâkim bulunacağı için millî vicdanı şuurlu bir ha­

le getirmeye büyük bir istical göstermemiz vacip olmayacak­tı. Fakat, bir tarafdan millî vicdanımız şuursuz bir halde uyurken diğer tarafdan peszinde yahut ecnebi, yani her iki

şekilde de gayri millî olan irfanlar millî şuurumuz suretinde

Page 126: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 125

hayatımıza hâkim bulundukça bu harekete istical gösterme­mek büyük bir günahtı.» (*)

Gökalp, bütün sosyal konularda olduğu , gibi, kültür ko­nusunda da olanları apaçık görüyor, kültür konusunu sonu­na kadar aydınlatıyor. Bir yanda milletin bilinçsiz kalan de­ğer duyuncu var. Bir yanda da ister millî kültürün kocamış, fosilleşmiş şelki olsun, ister yabancı kültürün bilinci saran

saldırıları olsun, ikisi de öldürücüdür. Bu durumda ya millî duyunç hiç uyanmıyacaktır, ya da bu iki yabancı kuvvet bi- ribiriyle çatışacaktır, Tanzimat devrinde olduğu gibi. Yapı­lacak iş şudur: Yabancı kuvvetlere karşı savunmak, millî du­

yuncu bilinçlendirmek.

«Mefkûre esasen İçtimaî bir zümrenin kendi fertleri ta­

rafından duyulmasıdır. Güneşin ziyası bir adesenin mihrak noktasında tekasüf etmeden yakıcılık hassasını göstermediği gibi, zümre de galeyanlı içtima haline gelmeden haiz olduğu kudsiyet sıfatını tecelli ettiremez. Fakat bu kudsiyet şuurlu bir şekil almadan ait olduğu zümrenin ruhî vicdanında, şu­ursuz bir surette gene mevcuttur. Galeyanlı içtimain vazife­si yalnız bir zümreyi rakit bir mevcudiyetten kesif bir varlık

haline koyarak o âna kadar kenzi mahfide gizli kalmış olan bu şeniyet muhat olduğu kutsiyeti halesiyle beraber fertle­

rine izhar etmektir. Mefkûrenin yoktan var olması şuursuz bir safhadan şuurlu bir safhaya geçmesi demektir.» (**)

Gökalp’m bu düşüncesini şöyle açıklayabiliriz. Mefkû- reler, yani, ülküler de, bütün öbür sosyal olgular gibi, doğa

olgularıdır.Ülküler yoktan var olmazlar, toplumdan doğarlar. Ül­

küler toplumların kendi kendini duyması, kendi kendini ta­nımasıdır. Ülküler, bilimsiz kalan toplum yaşayımmm bi­

(*) Ziya Gökalp, Türkçülük Nedir? Yeni Mecmua. Sayı: 27, yıl:

1918.(**) Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak (Mil­

liyet Mefkûresi).

Page 127: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

126 Z i Y A G Ö K A L P

linçli oluşa gelmesidir. Bu oluşu yapan da coşkun toplanış­lardır. Demek ki ülküler toplumlarm dışarıdan edindikleri

yabancı kazançlar değil, belki toplumlarm kendileridir. Ül­küler toplumlardan doğarlar, toplumlar için doğarlar. Gö­kalp 1922’de yazdığı bir yazıda mefkûre, ülkü üzerinde daha çok derinleşiyor. Edebiyatı Cedide devrinde ideal’i «gayei hayal» sözü ile çevirmişlerdi. Gökalp bu anlayışın yanlış ol­

duğunu şöyle bildiriyor:

«İçtimaiyat ilmine göre, mefkûre istikbalde vasıl ola­cağımız bir gaye, bir hedef demek değildir. Mefkûre müs­tesna anlarda yaşanılmış ve yine o anlarda yaşanılabilen bir hayat tarzıdır. Bu müstesna anlar cemiyetin buhranlı daki­kalarıdır. Âdi zamanlarda fertler ferdî hayatlarıyla meşgul olduklarından cemiyetin hayatı gayet zayıftır. Fertlerin uya­nık bulunduğu bu adi zamanlarda cemiyet uykuya, dalmış gi­bidir. Fakat, milletin hayatı büyük bir tehlike ile tehdit olun­duğu, cemiyetin büyük bir hamle ile kendini kurtarmaya az­mettiği galeyanlı dakikalarda cemiyet bu derin uykudan bir­denbire uyanır. Fertler bu esnada kendi menfaatlerini, şah­sî arzularını, gailelerini unuturlar. Hepsinin ruhunda yalnız müşterek bir heyecan, müşterek bir ihtiras hüküm sürer. Bu anlarda fertler münferit., münzevi de kalamaz. Daima ötede beride büyük tecemmular vücuda gelir. Herkes bu cumhur­

ların içine girer. Halkın arasında tabiî hatipler zuhur eder. Bunların efkârı ammeye uygun olan hitabelerim herkes al­kışlar. Fert sonradan yalnız kalınca bu galeyanlı tecemmu-

larda söylediği sözlerin, iştirak ettiği kararların kendisinden çıktığına hayret eder. Çünkü bu galeyanlı dakikalarda fertler ferdî şahsiyetlerini kaybetmişlerdir. Hepsinin ruhunda hü­küm süren maşerî şahsiyetti. Cumhur halinde söylediği söz­ler, yaptığı işler hep bu maşerî şahsiyetin iradesinden doğ­muştu. Fransa’nın büyük inkılâbında «Ağustos Gecesi» meş­

hurdur. Millet Meclisinin o geceye müsadif içtimamda asil­zadelerle ruhanîler sınıflarına mahsus olan bütün, hukukî

Page 128: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 127

imtiyazlarından müttehiden feragat ettiler. Halbuki meclis dağılıp da evlerine gidince, hepsi nasıl olup da bu karara iş­

tirak ettiklerine şaştılar. Cümlesi bu geceyi reylerinden piş­man olmuşlardı. Sonradan «aldanmışlar gecesi» adını ver­dikleri bu gecenin şu kararını bozmak için çok uğraştılar.

Fakat muvaffak olamadılar.«Demek ki bu galeyanlı anlarda fertler son derece feda-

kâr oluyorlar. Bundan başka cumhura iştirâk eden fertlerin ümitleri, azimleri metanetleri de fevkalhad şiddet kazanır. B,u anlarda nice sakin adamlar kahramanlıkta, nice bed­

binler, nikbinlikte, nice meyuslar ümitvarlıkta nümune ol­muşlardır. Bu anlarda umum ruhlarda sari ve müstevli bil' vecit vardır ki hepsini en tatlı saadet duygularına garkeder.

İşte insanların bu .galeyanlı anlarda yaşadığı bu tatlı saadet hayatına mefkûre adı veriliyor. Halbuki mefkure buhran za­manlarında şiddetli bir halde yaşanılan cemiyet hayatıdır. Başka vakitlerde yaşanan hayatlar ise ferdi hayatlardır. Fert­lerdir. Fertler tabiatan menfaatçı ve hodgâmdırlar. Cemi­yet ise tab’an menf atsız ve fedakârdır. Cemiyet hayatı ya­şadıkları bu müstesna anlarda fertler de cemiyet gibi, men- faatsiz - ve fedakâr olurlar. Mefkûrenin menfaatperestlikten, hodgâmlıktan uzaklaşmak suretindeki tecellisi bundandır. Fertler cemiyetin görünmeyen varlığını ancak bu müstesna

anlarda seziyorlar, onun manevî mevcudiyetinden haberdar oluyorlar. O halde mefkûre cemiyetin kendisidir. Çünkü ce­

miyet onu terkip eden fertlerden değil, belki bu fertlerdeki müşterek vicdandan ibarettir. Bu, gözlere görünmeyen ma­nevî vücudu, eski zaman adamları «peri» suretinde tasavvur ederlerdi.» (*)

«Geçen musahabemizde gördük ki mefkûre bir fikir ha­linde başlıyarak sonradan şeniyet (Realite)e istihale etmez. Belki mefkûre tâ ilk menşeinde bir şeniyet olarak doğar. Büyük bir buhran zamanında cemiyette yalnız müşterek vic-

(*) Ziya Gökalp, Mefkûre nedir? (Küçük Mecmua, Sayı: 3)

Page 129: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

128 Z İ Y A G Ö K A L P

dan hâkim olur, ferdî vicdan kaybolur. liu müşterek vicdan ruhlara vecitler saçan, bütün fertleri kudsiyetine karşı hür­

metkar ve fedakâr kılan, canlı bir şeniyettir. Mefkûre dediği­

miz şey bu maşerî vicdanın şedit ve mütekâsif bir hayat ya­şamasıdır. Demek mefkûre yeni doğduğu zaman canlı bir .şeniyet, hakikî bir hayat halindedir. Bununla beraber, mef­kureyi doğuran bu müfrit galeyan devresi, ferdî ruhlar için çok yorucudur. Bundan dolayıdır ki bu İçtimaî vecit devresi uzun müddet devam temez. Birkaç hafta geçmeden ruhlar yorulur, aralarındaki şedit teatiler gevşer, fertler ruhan eski seviyelerine inerler, buhran zamanında yaşanan o şiddetli galeyanlarından bazı müphem hatıralarından başka bir şey kalmaz.» (*)

«Şeniyet hükümleriyle kıymet hükümleri arasındaki bu

derin fark fikirlerle mefkureler arasında da mevcuttur. Fi­kirler de hariçteki eşyanın tercümeleri, istinsahlarıdır.. Fi­kirler eşyaya hiçbir şey ilâve etmez. Yalnız onların mücer­ret sûretlerini, umumî hayallerini gösterir. Mefkûreler ise, maddî tabiatta olmayan, hattâ ferdî ruhlarda hiç yaşanma­yan yeni bir hayatı bize yaşatır, ruhumuzu bilgiler âleminin fevkinde, vecitli, esrarengiz, sırrı bir şeniyete yükseltir. Ha­sılı, bizi kendi kendimize tefevvuk ettirir, kendi tabiatımızı geçmemize, kökü şeniyette olan bir fevkattabiyyeye miraç etmemize bais olur.» (**)

«O halde mefkûre ile şeniyet bazan büsbütün birleşirler, yaratıcı buhran zamanlarında, mefkûrenin hakikî bir hayat halinde tecellisi gibi. Bazan biribirinden büsbütün uzakla­şırlar, ferdî hayatın galebe çaldığı zamanlarda mefkûrenin solgun fikirler, hatıralar halini alarak, ferdî ihtisaslar ve mü­şahedelerle teaküs etmesi gibi. Bazan da birbirine yaklaşır­lar, millî bayramlarda mefkûrenin buhran zamanından da-

(*) Ziya Gökalp, Mefkûre ve Şeniyet (Küçük Mecmua, Sayı 9)(**) Ziya Gökalp, Manevî Hayat ve Derum Hayat (Küçük

Mecmua), Sayı: 10)

Page 130: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 129

'ha şiddetli bir surette yaşanarak canlı şeniyet olmaya azçok

yanaşmsı gibi.» (***)

Bütün bu düşünceleriyle Göklp’m mefkûre, ülkü sosyo­lojisinin karanlık yüzlerine ışıklar saçtığına işkil yoktur. An­

cak, ülkü konusu sosyolojinin en karanlık, en güç anlaşılan bir konusudur. Onun için bu konu üzerinde ne kadar duru­lursa. bilim için o kadar yararlı olacaktır. Ben de düşündük­lerimi söylüyorum.

Bir kere mefkûrenin birey kaynaklı, psikolojik bir olgu olmayıp sosyal bir olgu olduğu çok doğrudur. Sonra, onun önce bilinçsiz olarak yaşadıktan sonra toplumu galeyanlı toplantılarında bilinç üstüne çıkararak toplumu zorlaması da, olağandır. Onun için mefkûre, Gökalp’m dediği gibi, bir şeniyet, bir realite dir. Bu realite ne din, dil, sanat gibi yay­gın bir kuvvet, ne de devlet, ekonomi, aile gibi bir kurum­dur. Mefkûre henüz sertleşmemiş, nesneleşmemiş olan gizli, kaygan, karanlıkta, kalmak vergisinde olan orijinal bir ger- çektir. Onun rolü, açlık, uykuszluk gibi, durmayıp toplum

gövdesini sarsmaktır. Toplum bu sırlı kuvvetin etkisi altında devinecek, birçok denemelerden, eylemlerden sonra onun is­

teğini yerine getirmeye çalışacaktır. Toplum bu ülkünün di­leklerini tenleştirirken gerçek âleminin birçok engelleri, ta­rihin bir çok kalıntılarıyla karşılaşacaktır. Bazan da bu ül­

künün tenleşmesi kan, can bahasına olacaktır.Sanatçı için sanat ideali ne ise, toplum için de toplum

İdeali odur. Sanatçıya şaheserini kazandıran sanat idealidir. Ancak, eser, ne kadar başarılı olursa olsun, ideal gibi ideal -değildir. Mefkûre önce fikir olarak doğup, sonra şeniyet olur demek yanlıştır. Mefkûrenin önce karanlık, loş, kaypak bir şeniyet olarak doğup zamanla gitgide, fikrin, kafanın yar­dımı ile anlaşılır, kesinleşir, gerçekleşir, bir yaşama proces-

(*** ) Ziya Gökalp, Küçük Mecmua (Mefkûre ve Şeniyet)

F: 9

Page 131: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

130 Z İ Y A G Ö K A L P

sus’i, süreci olumuna geldiği doğrudur. İşte Türkiye’deki mil­liyetçilik, dilcilik, demokrasi akımları bu düşüncemizin doğ­

ruluğunu göstermektedir.Gökalp’m .bir inceleme konusu olarak ele aldığı örf

(opinion.) konusu da sosyolojinin en karanlık, en çetin ko­nularından biridir. Bunun böyle olması politik sosyoloji, eko­nomik sosyoloji gibi üzerinde durulmuş, kendine göre iş­lenmiş bir konu olmamasından, doğrudan doğruya tinsel bir konu olmasından ileri gelmektedir. Bu durumda yapılacak iş, olsa, olsa Gökalp'm ele aldığı, her sosyologdan -daha çok ay­dınlattığı örf, anane, müeşsese konuları üzerinde titizce dur­mak olabilir. Önce örfü ele alalım. GÖkalp’ın örfü tanımlı- yan sözlerini inceliyelim.

Aynı milletten olan insanlar birıbırlerini yadırgamazlar, birbirlerine karşı yakınlık duyarlar, birbirilerini severler. Bu insanlar arasında bir ruh anlaşması, bir ruh kaynaşması, bir soy coşkunluk vardır. Ayrı yaradılışta, ayrı tende, tinde olaıı bu insanları biribirine bu kadar yaklaştıran, kaynaştı­ran, coşturan nedir? Gökalp’a göre bu birleştirici, coşturucu öz «vecit»tir. Gökalp, bu kelimeyi heyecana gelmek, coşmak,

tad duymak anlamında kullanmıştır. Vecit kelimesini Türk çede «Esrime» ekilmesi ile karşılayabiliriz. Şimdi bu konu üzerinde duran Gökalp’ı okuyalım:

«Her milletin, hüsün ve kubh hakkında hüküm veren, yani kıymet hükümlerinde hâkim olan ve tamamiyle kendi­ne mahsus bulunan bir İçtimaî vicdanı vardır ki buna, örf (üpmion.) namı verilir.» (*)

«Örfün miyarı vecit (enthcraiasme) dır. Bir amelin icrası

cemiyetin ruhunda vecit denilen meserreti! galeyanı doğuru­yorsa, o amel maruf dur. Bilâkis mevcut vecdi izale ediyor­sa., münkerdir. Binaenaleyh, örfü şu surette tarif edebiliriz: Örf, cemiyetin ruhuna vecit veren kaidelerdir. Meselâ, saıı-

(*) Gökalp’m ittihat vc Terakki Cemiyeti yönünden yayın­

lanmış olan 2 numaralı genelgesinden.

Page 132: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 131

cağımızdaki hilâl ile kırımzı rengin esasen dinî olarak hiçbir kutsiyeti yoktur. Fakat, bu iki alâmet bizde İçtimaî bir veict uyandırdıkları için bugün cemiyetimizin mukaddes timsal­leri hükmündedirler. Demek ki, bir şeyin mukaddes, iyi, güzel olması için ruhlarda dinî, ahlâkı, yahut bediî bir vecit husule getirmesi lâzımdır. Dinî bir vecit husule getiren şey­

lere mukaddes, ahlâkı bir vecit doğuran şeylere iyi, bediî bir vecit tevlit eden şeylere güzel sıfatları tevcih edilir.

«Örfün miyarı vecit olunca, bunun da vecit gibi mü­şahhas bir cemiyete ait olması lâzım gelir. Çünkü vecit an­cak muayyen zamanlarda tecemmu eden ve aralarında dai­mî surette İçtimaî rabıtalar bulunan bir zümreden husule gelir. Böyle bir zümrenin haiz olduğu tesanüt esasen fertle­

rine verdiği vecitten ibarettir. Fertler cemiyet hayatı yaşar­ken birçok fedakârlıklar icra etmekle, mükelleftir. Cemiyet kendilerinden bu fdakârlıkları istemesine, ruhlarını daima birtakım vazifeler dolayısıyla ezalara maruz bırakmasına rağ­men, fertlerin cemiyet hayatını sevmeleri, İçtimaî hayattan duydukları bu vecit sayesindedir. Aile muhabbetinin, mes­lek tesanüdünün, vatan aşkının menbaı bu zümrelerin İç­timaî hayat tarikiyle fertlerine verdikleri vecitlerdir. O hal­de, örfü «İçtimaî tesanüdü takviye eden kaidelerdir.» diye tarif edebiliriz. Yalnız bir kaidenin tesanüdü takviye edip etmemesi cemiyetin vicdanında vecit doğurup doğurmama-

sıyla tayin edilebilir.«Örf müşahhas bir cemiyetin vicdanındaki vecitle tayin

olununca örfün millî olduğu hakikati da meydana çıkar. Çünkü, müşahahs bir cemiyet demek, beraber yaşayarak müşterek bir lisana malik olan bir zümre demektir. Bu züm­renin ismi ise «milletedir. Duyguların ve fikirlerin nakil va­sıtası lisan olduğu için bir cemiyetin aynı lisanla, mütekel- lim olması zarurîdir. Millet ise esasen aynı lisanla konuşan

bir zümre demektir. (*)Gökalp’m gerçekleri sezmekle kalmayıp gerçeklerin ne­

denlerine ulaşan üstün zekâsı insanlık kültür tarihinde hep

Page 133: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

132 Z İ Y A G Ö K A L P

karanlıkta kalan sosyal gerçekleri aydınlığa kavuşturuyor.

İşte milletlerin içinden çıkan kahramanlarla, dâhilerin do- ğuşu da nedeni bilinmeyen olaylardandır. Gökalp bu olayla­

rı da şöyle açıklıyor:«Aklı selimin en feyizli tecellisi dehadır. Dâhiler aklı se­

limde son dereceyi bulanlar, yani örfü, mensup oldukları ce­miyetin temayül ve zihniyetini en iyi duyup yaşıyanlardır. Aklı selimin icabatmı sırf amelî bir surette icra edenlere kah­raman namı verilir. Dâhiler nazarî kahramanlar, kahraman­lar amelî dahilerdir. Aklı selimi daha az bir miktarda haiz olanlara da arif namı verilir. Milletin mümessilleri dâhiler, kahramanlar ve âriflerdir.» (**).

Bu kısa açıklamadan sonra Gökalp’ı daha kolay anlıya- biliriz'. Onun örf (opinion) dediği millî duyuncun kendisidir. Daha geniş olarak söyleyelim, ilkel, ileri, bütün toplumlarm kurucusu olan yaratıcı öz işte onun örf dediği bu kamu du- yuncudur. Bu duyunç bilinç altından bilinç üstüne gelince, ilkel toplumlarm dinini, dilini, sanatını yaratır. Böyle, ka­mu kuvvetleri olarak çalıştıktan sonra, toplum toprağa iyice yerleşince de ahlâk, hukuk, devlet, eğitim gibi yine kabu du- yuncu ile ilintili olan sosyal kurumlan da meydana getirir. Bütün örfler değer yargılarından meydana gelirler. Her örf bir kavme, bir millete özgüdür. Kavimleri, milletleri birbirin­den ayıran, herbirine kendi benliğini sağlayan kendi örfle­

ridir. Örfler ,harslar, kavmiyetler, milliyetler yapılmazlar, kendiliğinden doğarlar. Bunlar tabiatın en orijinal eserle­

ri, en büyük gerçekleridir. Gökalp’ın örften, milliyetten,

türkçülükten anladığı budur.Gökalp’m aşağıya aldığım yazısı an’ane konusunu sonu­

na kadar açıklamaktadır. Bu yazıda dehânın, dâhinin nasıl bir varlık olduğu da çok güzel anlatılmkatdır. Bu yazının ilk satırları oldukça kapalıdır. Ancak bu, asıl konunun iyice

(* ) Ziya Gökalp, Türkçülük. Nedir? (Yeni Mecmua, Sayı: 29>

(**) Ziya Gökalp (M illî tetebbular Mecmuası C. 1, S. 194)

Page 134: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 133

anlaşılmasına, engel olmamaktadır. Gökalp bu güzel yazısının sonunda Türkiye’nin kalkınmasında cahil politikacıların oy­nadıkları zararlı rolü de göstermektedir. Dünün sakarlıkla­rını, yarmin doğru yolunu gösteren bu düşünceleri üzerinde büyük bir dikkatle durmalıyız.

An’ane kelimesi arapça bir kelime değildir. Rahmetli Mahmut Esat Efendi’nin arapçadaki an, an parçalarından yapılmış olduğu söylenen uydurma bir kelimedir. Tradition karşılığı olarak kullanılagelmiştir. Batı dillerinde bu kelime eskiden kalma, yaşamakta olan örfler, âdetler anlamında kullanılmaktadır. Öyle sanıyorum ki, Gökalp’a gelinceye ka­dar hiçbir sosyolog bu keilmeye bilim terimlerine yakışan kesin, objektif bir anlam vermemiştir.

«Diğer taraftan birçok an’aneler kendilerini dinin ay­rılmaz birer unsuru suretinde göstermişlerdir. Halbuki yal­nız dinî hadiseler değil, bütün İçtimaî hadiseler sabık , batın­lardan lâhilc batınlara «an’ane» suretinde intiakl eder. Vera­set, uzvî hadiselerin nasıl bir intikal âmili ise, an’ane de iç­timai hâdiselerin umumî bir intikal mekanizmasıdır. Yalnız itikat ve ibadet tarzları değil, dinle hiçbir alâkası olmayan

bediî, İktisadî lisanı fennî müesseseler de an’ane tarikiyle intikal eder. Cemiyetin müteakip batınları arasındaki tema­di (Contimite) yi husule getiren an’anedir. Hattâ İçtimaî ha­

diseleri tarif için «an’ane tarikiyle intikal eden ruhî hadiseler» demek gayet doğru olur. Çünkü an’anevî olmayan hiçbir İç­timaî hadise olmadığı gibi, İçtimaî mahiyette bulunmayan hiçbir an’anevî hadise de yoktur. Demek ki bu tarif muarre- fin hem efradını câmi, hem de ağyarını câmidir.» (*)

«Her an’ane bidayette millî örfe müstenit bir müessese

mahiyetindedir. Bilâhare başka milletler tarafından da ka­bul edilerek beynelmilel bir mahiyet alınca beynelmilel ol­madığı için an’ane sırasına geçer. Beynelmilel an’ane mazruf- sıız bir zarf hükmündedir Her millet kendi örfünü bu zarfa

(* ) Ziya Gökalp, Türkçülük nedir? (Yeni Mecmua, sayı: 29)

Page 135: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

134 Z İ Y A G Ö K A L P

mazruf yaptığı içindir ki an’anenin boş bir zarf olduğu, farz edilemez. Çünkü beynelmilel zarf millî mazrufla birleşerek an’ane şeklinden çıkmış, artık bir müessese şeklini almıştır,

Bunun için her millet beynelmilel an'aneleri milli müessese­

ler hâline koyarak temessül eder. Bu temessül şuursuz bir surette yapıldığı için kimse farkında olmaz. Hattâ an’ane mü­

essese şekline geçince azçok tegayy-üre uğradığı halde bunu temyiz eden bulunmaz. Herkes eski an’ane şeklinde yaşamak­tadır. zanneder. Yazı, kitap ve darüttedris olmasaydı bu hâl gayet tabiî bir surette cereyan edecekti. Fakat an’anelerin ki­taplarda aynen yazılması ve medrese; mektep gibi darütter biyelerde aynen idame edilmesi bu tabiî temessüle mâni olu­yor. Binaenaleyh bu gibi vasıtalarla tesbit edilen an’anevî zarflar millî mazruftan âri kalabilir. Meselâ Türk harsında­ki Türk an’aneleri kitaplarda yazılmadığı ve bir medrese ya­hut mektebin himayesine mazhar olmadığı için ya büsbütün unutulmuş, yahut millî örflere uyarak onlarla beraber te­kâmül etmiştir. Halbuki İslâm an’aneleri eski medresenin, Avrupa an’aneleri eski mektebin taklitçi muhafazakârları sa­yesinde bu temsilden muaf kalmışlardır. Türk harsı eski Türk medeniyetini kendi hâlihazırına, uydurduğu halde henüz islâm ve Avrupa medeniyetlerine temessül edememiş, bi­naenaleyh, tam bir hars olarak teşekkül etmemiştir. Bu hiz­metin ifası için iki âmil lâzımdır ki biri yeni bir medrese, di­ğeri yeni bir mekteptr.» (*)

«İnsana taallûk eden hâdseler iki kısımdır: Şuurlu hâ­diseler, şursuz hâdiseler. Her zaman şuursuz kalan hâdiseler hayatî hadiselerdir. Bunlardan hayatiyat ilmi (Biolog-ie) bah­seder. Daima, yahut bazan şuurlu olabilen hâdiseler ruhî hâ­diselerdir. Ruhî hadiseler birtakım tarzı tahassürler, tarzı hareketlerdir ki iki kısma ayrılır: Birincisi ferde kendi uz­viyetini telkin ettiği duygular ve hareketlerdir ki bunlara

(*) Gökalp’m ittihat ve Terakki Cemiyeti yönünden yayın­lanmış olan bir genelgesidir.

Page 136: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 135

îerdiyen ruhî hadiseler denilir. Bu hâdiselerden bahseden ilme «ruhiyat» (psychologie) namı verilir. İkincisi fertle­re mensup oldukları İçtimaî zümre tarafından telkin olunan tarzı idrâkler,’ tarzı tahassürler, tarzı amellerdir ki bunlara

da içtimaiyyen ruhî hâdiseler denir. Bu hadiselerden bah­seden ilme de içtimaiyat (Sociologie) namı verilir.

«Fertlere mensup oldukları İçtimaî zümrenin telkin et­

tiği bazı idrâk ve amellere «an’ane» denir. An’ane dinî, ah­lâkı, hukukî, lisanî, bediî, İktisadî namlarıyla kısımlara ay­

rılır. Dinî itikat ve âyinler dinî an’anelerdir. Ahlâkı düs­turlar, hukukî kaideler kaideler ahlâkî ve hukukî ananeler­dir. Lisanî, bediî, İktisadî kaideler de bu sınıflara mensup an’anelerdir. Mazideki menşeleri itibariyle biribirine mer­

but an’anelerin heyeti mecmuasına «medeniyet» denir. An’- aneler müteaddit milletler arasında müşterek olduğu için medeniyet beynelmilel bir mahiyeti haizdir. Müşterek bir medeniyete malik olan milletlerin mecmuuna «medeniyet zümresi» denir. Bazen bir millet bir kaç medeniyetin an’a- nelerine tâbi, binaenaleyh müteaddit medeniyet zümrelerine mensup bulunur. Meselâ Osmanlı Türkleri eski Türk me­deniyetinden birçok an’aneleri muhafaza ettikleri gibi sonra islâm medeniyetinden ve iblâhare de Avrupa medeniyetinden

birçok an’aneler almışlardır. An’ane bir hüsün veya kubh hükmünü, yani tabiri cedidi ile bir Jfiymet hükmünü rcıüte- zammın olan bir tarzı idrâk, yahut tarzı ameldir. Halbuki her milletin hüsün ve kuln hakkında hüküm veren, yani kıy­

met hükümlerinde hâkim olan ve tamamiyle kendine mah­sus bulunan bir İçtimaî vicdanı vardır kî buna örf (opinion) namı verilir. An’ane beynelmilel olduğu halde örf tamamiyle millîdir. Zaten bir milleti husule getiren âmiller kendi fert­leri arasındaki tearüften ve bu fertlerin başka milletlere mensup fertler arasındaki tenakürden ibarettir. Teartif örf­te müşareket tenakür ise örfte mübayenet mânasmadır.

«Ruhlar kanatlı askerler gibidir. Onlarla anlaşanlar bir­ebirleriyle anlaşırlar. Onlarla anlaşmamış olanlar ise birbir-

Page 137: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

136 Z İ Y A G Ö K A L P

leriyle anlaşmazlar» hadisi şerifi de bu gerçeği nâtıktır.«Her millet hususî birtakım şeraiti içtimaiyye içinde ya­

şadığı için onun kendine mahsus kıymet hükümleri, yani örf­leri olmak tabiîdir ve milletin hakikî vicdanı an’anelerinde değil, örflerinde tecelli eder. O halde bir milletin an’aneleri

ile örfleri arasında tearuz husule gelebilir. Bir an'ane milletin örfüne ya muvafıktır, yahut değildir. Eğer muvafıksa ona müessese denilir. Eğer muvafık değilse ve milletin hayatın da hiç mevkii kalmamışsa ona «mensuba» denilir. Örfe mu­vafakati kalmaklığı halde bakiyetülmazi filhal kabilinden mil­lî hayatta mütereddidane bir mevki henüz baki ise one pes- zinde (survivance) namı verilir. O halde bir milletin İçtimaî vicdanı ancak müesseselerinde tecelli eder. Müesseseler kat’ iyen beynelmilel olmayıp tamamiyle millîdir. Her milletteki umum müesseselerin mecmuuna o milletin hars (culture) i denir. Hars da örf ve müessese gibi tamamiyle millî bir ma­hiyeti haizdir. Müessese mutlaka bir an’anenin örfe mu­vafakati ile husule gelmez. An’anede mevki olmadığı halde

örfün kabulü ile teşekkül etmiş müesseseler de vardır. Me­selâ Mevlid’i Şerif fıkıhda hiçbir mevkıa malik değilken bu­gün canlı bir ibadet hâlini almıştır. Bir an’ane bazan bir yer­de mensuha, diğer mahalde müessese halinde bulunabilir. Meselâ fıkıhta ukubat faslı türk örfüne muvafık olmadığı için Türkiye’de bir mensuha mahiyetini almıştır. Fakat Hi­

caz ve Yemen kıtalarında henüz bir müessese kıymetini mu­hafaza etmektedir. Taadüdü zevcat an’anesi Türkler arasında ancak bir peszinde suretinde ibkayı mevcudiyet etmektedir.»

«Bir harsın derununda doğrudan doğruya teşekkül eden müesseseler olduğu gibi beynelmilel medeniyetlerden an’a- neler alabilir. Meselâ Türk harsı ki Osmanlı Türkleri arasın­da teşekkül etmiştir. Üç medeniyetten an’aneler almıştır. Türk medeniyeti, İslâm medeniyeti, Avrupa medeniyeti.

Umum medeniyetleri ve harsları mukayese ederek ce­

miyetlerin ve müesseselerin tâbi olduğu tabiî kanunları ara­yan mücerret ilme «mukayeseli içtimaiyat» denilir. Yalnız

Page 138: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z t Y A G Ö K A L P 137'

bir millete ait harsın mensup olduğu medeniyetlerden ne su­

retle temayüz ederek, nasıl hususî bir renk aldığını ve kendi

şahsiyeti dairesinde nasıl tekâmül ettiğini arayan marifete

de «millî içtimaiyat» denilir Mukayeseli içtimaiyat tamamiy- le şeyî olabildiği için müsbet ilim mahiyetindedir. Millî içti­maiyat azçok enfusîlikten kurtulamadığı için, ötekine ne ka­dar kuvvetli bir surette istinat ederse etsin, daima bir sanat hükmünde kalır.»

«Mukayeseli içtimaiyatın şubeleri olan mukayeseli dim­yat, mukayeseli ahlâk, mukayeseli hukuk, mukayeseli lisa­niyat, mukayeseli iktisat, mukayeseli bediiyat da birer ilim­dir. Gerek bunların, gerek umum medeniyetler ile harsle- rin mukayesesi ile iştigal eden umumî içtimaiyat ise İçtimaî

ilimlerin en mücerret ve en umumîsidir. Fakat millî içtima­iyat gibi onun şubeleri olan millî diniyat, millî ahlâk, millî hukuk, millî iktisat, millî lisaniyat, millî bediiyat da sanat mahiyetindedir. Mücerret olmayıp müşahhas oldukları için bunlara «millî marifetler» namı da verilebilir.» ('H

İnsan Gökalp’m bu çetin konu üzerindeki düşüncesini öğrenince kafasında şbyle bir soru beliriyor: «Gökalp yazı­sının başında «Aan’ane» dediği varlığı dinî, ahlâkı, hukukî,, lisanî, bediî, İktisadî bölüklere ayırıyor. Bunların topuna <;Medeniyet» diyor. .An’anelerin milletler arasında müşterek

olabileceğini de söylüyor. Biraz sonra da her milletin kendi­ne göre bir İçtimaî vicdanı olduğunu, buna da örf (Opinion) denildiğini söylüyor. An’ane olarak saydığı dinî itikat ve âyinler, ahlâkî düsturlar, hukukî kaideler, lisanî, bediî, İkti­sadî kaideler hem medeniyet hem de kültür gerçekleri olur

mu?Burada Gökalp’m medeniyet konusu olarak saydıkları

(*) Ziya Gökaip’m ittihat vs Terakki Cemiyeti Yönünden ya­yınlanmış olan 2 numaralı genelgesinden. ■

Page 139: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

.138 Z İ Y A G Ö K A L P

lıep şekiller, kaideler, akılla mantıkla ilintili olan sosyal ol­gulardır. Oysaki sonradan kültür bölümünde gördükleri bu olguların değerleridir. Çünkü sosyal olguların hem teknik, yani medeniyet hem de kültür, yani değer, duyunç nitelikle­ri vardır. Bu ayrılığa dikkat edilmezse Gökalp doğru olarak anlaşılmaz. Bu açıklamadan sonra bile insanın aklına şöyle

bir düşünce gelebilir. Sanat eserlerinde biri teknikle, öteki örfle, kültürle ilintili olan iki nitelik olduğu doğrudur. Ancak, -din için de böyle midir? Din sanata benzer mi? Onun inanç­ları tartışılmaz, tapkıları değiştirilemez... Bu türlü bir di­renme karşısında kendi düşüncemi açıklıyorum. Dinin bü­tün milletler yönünden olduğu gibi anlaşılacak, özümsene- cek bir niteliği var. Bu, dinin ratîonel, aklî, zihnî, mantıkî olan yüzüdür. Dinin bir de iç, duyuş, yaşanış yüzü var ki bu­nun birinci yön ile hiç ilintisi yoktur. Bu. büsbütün bir tad,

bir evrim (vecit) yönüdür. Din ister milletin doğrudan doğ­

ruya kendisine bildirilmiş olsun, ister başka milletten alın­mış olsun, aynı dini ayrı milletlerin yaşayışı başka başkadır. Hattâ bu başkalık aynı milletin ayrı bölüklerinde bile var­dır.

Gökalp an’ane ile görenek (Routine) anlamında kullanıl­dığı kaideyi biribirinden kesin olarak ayırıyor, An’ane can­lıdır, kaide ölüdür diyor. Çok doğru. Gökalp’a göre, her an’­ane ilkin millî örfe dayanan bir müessesedir. An’ane ile örf ayrı tabiatta olan varlıklardır. Gökalp’a göre kamunun dıı- yuncu an’anede değil, örfte belirir. Eğer bir milletin an’ane- leri başka bir milletin harsı ile anlaşacak olursa, o zaman bu an’aneler .o milletin müesseseleri olurlar. Yabancı milletin örfüyle anlaşamıyan an’aneler ise olduğu gibi kalırlar. An’­aneler zamanla değişirler. İngilizler kaideci olmayan an’ane- ci olan bir millettir. İngilizleri ilerleten de bu an’anecilikle- ridir. Türklere gelince, Türkler kaideci, ancak an’anesiz bir millettir. Herbiri müstakil ve mutlak bir âlem olan kaideler oturdukları yerlerde oldukları gibi kalırlar. Bir istikbâl vü-

Page 140: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 139

cüda getiremezler. An’ane işe ibda ve terakki demektir.» (*)Gökalp, bu kaide, an’ane sözlerini terim ilarak ne an­

lamda, milletlerarası bilim dahilinde hangi terimlerin karşı­lığı olarak kullandığım açıklamamıştır. Ancak, bu karşılıkla­rı sezmek elimizdedir. An’ane, gelenek (Tradition) karşılığı

olarak, kaide de görenek (Routine) karşılığı olarak kullanıl­

mıştır.’

Gökalp’m politikada vardığı sonuç şudur: «O halde, şim­diye kadar yürüdüğümüz muhafazakârlık ve teceddüt yol­larının ikisi de çıkmaz imiş. Yeni hayatın bunların, ikisinden de sakınması gerek. Evvelâ türklüğe mahsus müesseselerimi- zin an’anelerini, tekâmül tarihlerini tetkik etmeliyiz.

Gökalp’m düşüncesine göre, Türk tarihinin bütün felâ­keti kaidelere sarılmak, geleneklerden kopmaktır. O, tari­

himizin bu oluşunu şöyle açıklıyor:

«Kaidelere mutabakat tekerrür ede ede ihtiyar haline geçtiği için ihtiyarlar muhafazakâr olurlar. Gençler ise me­denî ihtişamlarıyla, parlak görünen müterakki milletlerin te- fakki etmelerinin sebeplerini tatbik etmekte oldukları kai­delerin doğruluğuna hamlettikleri için bunları taklit etmek hevesine düşerler. Bundan dolayı kökten inkılâpçılar sıra­sına. geçerler.

«Adı ister âdet, ister moda olsun, ister etiket namı ve­rilsin, ister itikad, ister içtihat denilsin, fıkıh maddeleri, ya­hut hukuk düsturları suretinde tecelli etsin, (Kaide) daima aynı şeydir. Tekâmülün süreksiz ve mütereddit bir vakfesi addolunmayıp da camit ve sabit bir «ayn» addolunduğu an­da cansız bir kadit halini alır. Hayatın özü yaratıcı bir te­kâmüldür. Tekâmülsüz mevcutlar cemaatlardan ibarettir. Kaideler neticeyi sebep yerine koyarlar. Kaideyi tekâmülün

(*> Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak

(An’ane ve Kaide)

Page 141: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

140 Z i Y A ' G Ö K A L P

sebebi sanırlar. Sebep malûm olduğu için artık tekâmülün tarihini tetkike lüzum görmezler.

«Bu zihniyette olanlar kaideyi mutlaka bir hükümdar gibi telâkki ettikleri için tatbikattan bir fayda hasıl olma­dığını görünce bütün mesuliyeti zavallı kaideye yükletirler.

Derhal cezrîler seslerini yükselterek muhafazakârları susma­ya mecbur ederler. Yapılacak iş pek kolay: Eski kaideleri

hal ederek yenilerini iclâs etmek. Fakat bunların hükümran­lığı da- <jo ksürmez, çünkü tatbikatta yeni aksilikler görülme­ye başlar. Bu kerre itiyatçılar başlarını doğrultur ve taklit­çileri meydandan çekilmeye davet eder.» (*)

Bu sözleri de gösteriyor ki, Gökalp’m. «kaide» sözünden

anladığı anlam ister dışarıdan alınmış olsun, ister eskiden yaşanmış olan değerlerden arta kalmış olsun, artık yeni top­

lum içinde yaşama gücü kalmamış olan ölü değerler, artık­lar, göreneklerdir. Ona göre canlı olan «an’ane» dir, ölü olan

«kaide»dir. Kaideler durguncu, gericidir, an’aneler devrimci, evrimcidir. Kaideler ayırıcı, dağıtıcıdır, an’aneler birleştiri­ci, yaşatıcıdır. Kaideler donma, tükenme evreleridir. An’a­ne sosyal oluşun, sürenin, yaratıcılığın kamu belleğinin ken­disidir. Onun için muhafazakârlık, durgunculuk dediğimiz kaidecilikten başka bir şey değildir. An’anecilik ise devrim­

cilik demektir. Onun için kaidecilik olarak anlaşılan durgun­culuk, taklitçilik olarak anlaşılan teceddütçiilük, ikisi de çık­maz yoldur. Bunların ikisinden de sakınmak gerektir. Tutu­

lacak olan doğru yol şudur: Her şeyden önce milletm ev­rim tarihini, an’anelerini incelemek. Bu incelemede Türk edebiyatı Türk hukuku, Türk mimarlığı, Türk ressamlığı, Türk musikisi, Türk meselleri, masalları, Türk destanları, Türk efsaneleri üzerinde durulacak, bunlar ilk gününden so­nuna kadar titizlikle incelenecek, bunların an’aneleri ortaya konacaktır. Ayrıca, islâml ık an’anelerimiz de incelenecektir.

(*) Ziva Gökalp, adı geçen eser.

Page 142: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 141

Gökalp, bunlarla da yetinmiyor zamanın fen, metod, fel­sefe varlıklarının, taunların evrim tarihlerinin incelenmesini, zamanlarının uyarlama şartlarının öğrenlimesini de istiyor. Böylelikle Türkiye geleneklerine kavuşacak, hür bir millet olacak, bir yandan da zamanın ekonomi tekniğini edinerek yenileşecek, yeni bir Türk medeniyeti yaratacaktır.

«An’anler, biri ferdî, diğeri İçtimaî olmak üzere, iki nevi

vicdan ile tesadüm edebilir. Ferdî vicdan şuurdur ki havas­

sın müşahedeleri demektir. Keyfiyetleri temyizden ibaret olan havassın müşahedeleri ferdî tecrübelerdir. An’anelerin ..ferdî tecrübelere muhalefeti tezahür ettikçe bundan «İlmî tenkit» doğar. Bu tenkitten müsbet ilimlerle beraber aklı mücerret (raison abstraite) dediğimiz meleke tekevvün eder. An’anenin müsadim olabileceği İçtimaî vicdan ise örftür. Şu- ur eşyadaki keyfiyetleri temyiz eden bir idrâk ise, örf de eş­yadaki kıymetleri takdir eden başka türlü bir idrâktir. Key­fiyetlerin temyizi ferdî, kıymetlerin takdiri ise İçtimaîdir. Şuurun müşahedeleri ferdî tecrübeler olduğu gibi, örfün te­cellileri de İçtimaî tecrübelerdir. An’anelerin. bu İçtimaî tec­rübeye münakız olmasından «harsî tenkit» zuhur eder. Bu­nun neticesi olarak da millî marifetlerle beraber aklı selim (Bon sens) dediğimiz meleke tevellüt eder. Kant aklı mücer­rede «aklı mahz», aklı selime de «aklı amelî» namını ver-

:miştir.

«Kant İçtimaî kıymetleri, yâni din ile ahlâkın istinat-

gâhı olan mabadettabiiyeyi aklı mahz ile hedmettiği halde aklı amelî ile yeniden inşa eylemiştir. Bu da gösteriyor ki ak­lı mücerret an’ane ile ferdî şuurun muarefesinden, aklı selim ise an’ane ile örfün münakadesinden husule gelmiştir. Bi­naenaleyh hüsnü kubhta, yani kıymet hükümlerinde «aklı mücerret» miyar olamaz. O, yalnız keyfiyet hükümlerinde hâkimdir. An’ane esasen örften müştak olduğu için bu hu­

susta miyar olabilirse de ekseriya isabetten uzak kalır. Çün- :kü an’ane millî örfü ihtiva etmediği zamanlar ya boş bir

Page 143: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

142 Z İ Y A G Ö K A L P

zarftan, yahut muzır bir peszindeden ibarettir. Kıymet hü­kümlerinin miyarı ancak örftür. Yahut onun, vasıtasıyla an­anenin tenkit edilmesinden selikî bir surette doğan «aklı se­

limdir»

«Aklı selimin en feyizli tecellisine «dehâ» namı verilir. Dâhiler aklı selimde son dereceyi bulanlar, yani örfü en va­zıh bir surette duyanlar ve yaşıyanlardır. Örf halkın vicda­nında münteşir bir şualar hüzmesi gibidir. Bu şualar huzme­si bir adesenin mihrak noktasında tekâsüf ve temerküz et­medikçe muhrik -bir şule bu adese hükmündedir. Dahi, İç­timaî güneşe tutulmuş bir pertavsızdır. Pertavsızın yakıcılığı güneşten geldiği gibi, dâhinin müessiriyeti de örfe tecelligâh olmasından neşet eder. Aklı selimin icabatını sırf amelî bir surette icra edenlere de «kahraman» namı verilir. Dâhiler nazarî kahramanlar, kahramanlar amelî dâhilerdir.

«Aklı selimi daha az miktarda haiz olanlara, da ârif, ya­

hut mütefekkir namı verilir. Milletin mümessilleri, dâhileri, kahramanları, arifleridir. Millî enmuzeci vasati enmuzeçte görmek hatadır. Onu, ancak dehaî enmuzeçte aramak lâzım- gelir. Vasatî enmuzeç-ferdî vicdanların muhasşalasmı gös­terir, İçtimaî vicdanı, millî şahsiyeti kat’ivyen irae edemez. Bir milletin güzideleri dâhileri, kahramalnarı, arifleridir. Âlimler mütefenninler tahsil vesıtasıyla birtakım hünerler iktisap etmiş kimselerdir. Basit ruhlu insanlar çalışarak âlim yahut mütefennin olabilir. Fakat, dâhi, kahraman, ârif ola­maz. Binaenaleyh âlimler ve mütefenninler —eğer ayrıca ak­lı selime de mazhar değilseler— milletin güzidelerinden mâ- dut olamazlar. Onlar aklı mücerrede malik oldukları için İl­mî ve fennî işlerde büyük hizmetler ifade edebilirler. Fakat, aklı mücerret kıymet hükümlerinde miyar olamıyacağı için, onların ne fikirleri, ne harekelteri millî içtimaiyatta bir mik­yas olamaz. İlim mütehassısları içinde kıymet hükümlerine dair söz söyleyebilecek olanlar, ancak, mukayeseli içtimai­yatın mütehassıslarıdır. Çünkü bunlar da ^tetkiklerini aklı

Page 144: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 143

mücerret tarikiyle icra etmekle beraber mevzuları aklı se­

limden, yani onun menbaı olan örften ibaret olduğu için bu hususta en selâhiyettar olan kimselerdir. Millî enmuzeç bir de ferdî ruhları İçtimaî ruh içinde eriten büyük tecemmular-

dır, yâni buhranlı anlarda tecelli eder. Meselâ, Türkün en- muzeci en bariz; surette Çanakkale müdafaası ânında görül­

dü. Sükûn zamanlarında yaşanılan hayat millî hayat değil­dir. O zaman, ancak ferdî hayatlar yaşanır. Bunun içindir ki dâhiler, kahramanlar sükun zamanlarında zuhur etmez. An­

cak, buhranlı zamanlarda tekevvün eder. Müstesna ahval ve vekayi ferdiyeti unutturur. O anlarda fertler İçtimaî galeyan içinde ancak millî hayatı yaşarlar. Sükûn zamanında fertler kıymet hükümlerinde lâkayıt görünebilirler. Halbuki buhran zamanlarında, teşekkül eden cumhur (Foule) 1ar teveccüh ettikleri bir mevzuu ya takdis, yahut tel’in ederler. Düşünce­leri iman, fikirleri mefkûre, niyetleri azim, temayülleri vecd kuvvetini alır. Buhran âdeta İçtimaî bir hordebin gibidir. İç­timaî duyguları bariz bir şekle sokan bir kuvvei müke'bbire- ye maliktir. Başka vakitler gizli kalan millî örfler bu dakika­larda vazıh bir surette tezahür eder. Milli örflerimizin te­cellisi demek olan yeni Türk intibahının menbalarmı arar­sak Yunan muharebesine (1) kadar çıkmamız lâzımdır. O muharebe ruhumuzdaki gizli bazı kuvvetlerin meydana çık­masını intaç etti. Makedonya çeteleriyle müsademe eden or­dunun ve bu hale seyirci.olan Rumeli ahalisinin Reval mü­lakatı üzerine heyecana gelmesi gayet tabiî bir harekettir.

10 Temmuz, 31 Mart, Trablusgarp, Balkan muharebele­ri ve nihayet bugünkü Cihan Harbi, bize birçok millî cere­yanların doğmasına sebep oldu. O halde örfün bir miyarı gü­

zideler ise, diğer miyarı da buhran zamanlarındaki millî te­cellilerdir.

(1) Türk — Yunan HarM 1896

Page 145: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

.144 Z İ Y A G Ö K A L P

Milletin aklı selimi ancak öyle insanlarda ve o gibi an* larda tezahür eder. Aklı selim selikî bir surette dâhilerde, kahramanlarda, ariflerde tecelli ederse de bu kâfi değildir Bu melekeyi usulî bir surette iktisap imkânı da mevcul ol­malıdır. Eğer bu imkân yoksa, millî içtimaiyatın usulü yok tur demek olur. Aklı selime malik olmak, örfü tanımak, ya­ni müesseseler! mensuhalarla. peszindelerden ayırmak de mektir. O halde meselenin esası «örf ve müesseseler nasıl

.aranılır?» maddesinden ibarettir.» (*)

(*) Gökalp’m İttihat ve Terakki Cemiyeti yönünden yayınlan­

mış olan 2 numaralı genelgesinden.

Page 146: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

VIII

HARS, MEDENİYET ANLAYIŞI

Gökalp’m dilimize «hars» diye getirdiği kültür ile mede­niyet doğumları, oluşları biribirinden büsbütün ayrı olan iki sosyal olgudur. Kalkınma, ilerleme deyince, ükin insanarın aklına kültür gelir. Kültür deyince de bilim, teknik, sanat her şey düşünülür. İlerlemenin bunlarla başlayıp bunlarla

başarılacağına da inanırlar. Oysa ki tarihe bakılınca, bunun böyle olmadığı görülür. Toplumların doğuşu da, kalkmışı da, işleyişi de ancak bilim ışığı ile aydınlatılabilecek kadar ka­dar karanlık bir konudur. İşte Gökalp da bu aydınlatma işini bilim ışığı ile yapmıştır. Onun kültür konusunu inceleyen, kültürü nne olduğunu anlatan şu sözlerini okuyalım:

«Hars yalnız bir milletin dinî, lisanî, İktisadî v6 fennî hayatlarının ahenktar bir mecmuasıdır. Medeniyet ise, aynı manzumeye dahil birçok milletlerin İçtimaî hayatlarının

müşterek bir mecmuasıdır. Meselâ, Avrupa ve Amerika ma­

muresinde bütün Avrupalı milletler arasında müşterek bir garp medeniyeti vardır. Bu medeniyetin içinde birbirinden ayrı ve müstakil olmak üzere bir İngiliz harsı, bir Fransız harsı, bir Alman harsı mevcuttur. Saniyen medeniyet usul vasıtasıyla ve ferdî iradelerle vücuda gelen İçtimaî hadisele­rin mecmuudur. Meselâ, dine dair bilgiler ve ilimler usul ve irade ile vücuda geldiği gibi, ahlâka, hukuka, güzel sanat­lara, iktisada, muakaleye, lisana, fenlere dair bilgiler ve na- •zar iyeler de hep fertler tarafından usul ve irade ile vucuda getirilmişlerdir. Binaenaleyh, aynı mamure dahilinde bulu-

F: 10

Page 147: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

146 Z İ Y A G Ö K A L P

nan "bütün bu mefhumların, bilgilerin, ve ilimlerin mecmuu medeniyet dediğimiz şeyi vücuda getirir.»

«Bir cemiyetin bütün fertlerini biribirine bağlayan, ya­

ni aralarında tesanüdü husule getiren müesseseler harsı mü- esseselerdir. Bu müesseselerîn mecmuu o cemiyetin harsını teşkil eder. Bir cemiyetin üst tabakasını başka cemiyetlerin üst tabakalarına rapteden müesseseler de medenî müessese- lerdir. Bir neviden olan bu gibi müesseselerin yekûnu me­deniyet namını verdiğimiz mecmuayı vücuda getirir.» (*)

Hars doğma, medeniyet yapmadır. Hars değer yargıla* rmdan meydana gelir: Din, dil, sanat gibi. Medeniyfet gerçek yargılarından meydana gelir: bilgi, bilim, felsefe, usul gibi. Böyle olunca, yukarıda Gökalp’m tanımlamasında iktisat ile fenni harsa sokmasının nedeni hiç anlaşılmıyor. Gökalp, ikti­sat ile fennin hars konusu değil, medeniyet konusu olduğunu çok iyi bilir. Bunun böyle olduğunu gösteren bir belgeyi bu­rada. veriyorum. Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasırlaşmak

adlı eserinin «Hars zümresi, medeniyet zümresi» başlıklı bö­lümündeki şu satırları okuyalım:

«Nefsî bir mahiyeti haiz olan itikatlar, ahlâkî vazifeler, bediî şekiller ve alelumum mefkûreler bir hars zümresinin telâkkileridir. Şeyî bir mahiyeti haiz olan İlmî hakikatlar, sıh­hî, İktisadî ve umumî kaideler, ziraî ve ticarî aliyatlar ve alelumum riyazi ve mantıkî mefhumlar bir medeniyet züm­resinin telâkikleridir. Harsı zümreye ait tasavvurların ferdî ruhlara, icra ettiği haricî tazyıka müeyyidiyet (sanction), me­deniyet zümresine dahil mefhumların tabi olduğu haricî mu­tabakata (O'bjectivifce) denilir.»

«Medeniyet birtakım müesseselerin heyeti mecmuasıdır, demiştik. Halbuki yalnız bir millete mahsus olan müessesele­rin mecmuuna. «hars» denilir. Yalnız bir ümmete mahsus bu­lunan müesseselerin mecmuuna din adı verildiği gibi, bu iki

(* ) Ziya Gökalp, Hars ve Medeniyet, (Yeni Mecmua, Sayı: 60)

Page 148: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 147

mefhumun karşısında medeniyet mefhumunun mevkii ne olabilir? Sosyolojiye göre harsları ve dinleri ayrı olan mü­teaddit cemiyetler arasındaki müşterek müesseselerin mec- muuna da medeniyet adını vermemiz muvafıktır. Demek ki harsça ve dince biribirine yabancı bulunan cemiyetler mede­niyetçe müşterek olabilirler. Harstaki ihtilaflar nasıl dinde­

ki müşarekete mâni değilse, harsın ve dinin ayrı olması da. medeniyetteki iştirake mâni olamaz. Meselâ, yahudilerle Ja- ponlar gerek hars ve gerek din itibariyle avrupalılara yaban­

cı oldukları halde, medeniyetçe Avrupa milletleriyle müşte­rektirler.»

«Dinleri ayrı olan cemiyetler aynı medeniyete mensup olabilirler. Demek ki medeniyet dinden ayrı bir şeydir. Böy­le olmasaydı, dinleri ayrı olan zümreler arasmda müşterek olarak hiçbir müessesenin mevcut olmaması lâzım gelirdi. Din yalnız mukaddes müesseselerden, yalnız itikatlarla iba­

detlerden ibaret olduğu için bunların haricinde kalan lâmu- kaddes müesseseler, meselâ ilmi mefhumlarla fennî aletler, bediî kaideler, dinin haricinde ayrı bir manzume teşkil eder­ler. Riyaziyat, tabiiyat gibi müsbet ilimlerle sanayie ve gü­zel sanatlara mahsus fenniyeler dinlere merbut değildir. Bi­

naenaleyh hiçbir medeniyet, hiçbir dine nisbet edilemez. Bir hıristiyan medeniyeti olmadığı gibi, bir İslâm medeniyeti de yoktur. Garp medeniyetini hıristiyan medeniyeti saymak doğru olmadığı gibi, Şark medeniyetine de İslâm medeniyeti adını vermek yanlıştır. Şark medeniyeti ile Garp medeniyeti­nin menbalannı islâm ve hıristiyaıı dinlerinde değil, başka cihetlerde aramak lâzımdır.» (*)

Gökalp, aşağıdaki açıklamaları ile sosyoloji konları ara­sında en karanlık olanlardan birini daha aydınlatıyor. Bu

konu başka medeniyetlerin birbirini etküemeleridir.

«Bir millette hars bulunursa, harsî cereyan, hisaset bulu­nursa, bunun neticesi olarak medeniyet de inkişafa başlıyor. Medeniyet mutlaka harstan sonra, harsın neticesi olarak do-

Page 149: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

148 Z İ Y A G Ö K A L P

ğuyor. Meselâ »İslâmiyet bidayette dinî bir galeyan, bir ve­

cit suretinde doğmuş, yani bir hars mahiyetinde tevessü etmiş olduğu halde, sonra yavaş yavaş bir medeniyet zuhur ' etmiştir. Dinin verdiği vecitle, galeyanla evvelâ dinin mahi­yetini tetkike tevessül edilmekle ulumu diniyye teessüs et­miş, tefsir, hadis, fıkıh, kelâm ilimleri zuhur etmiştir. Son­ra, yavaş yavaş, ulumu tabiiye, riyaziyat da abbasiye dev­rinde yunan alimlerinin eserlerini tercüme ederek iktisap edilmiştir. Fakat yine görüyoruz ki bunların menbaını din

teşkil ediyor.»«Hars ile medeniyet arasındaki bir münasebet de şudur:

Her kavmin iptida yalnız harsı vardır. Bir kavim harsan yükseldikçe siyasetçe de yükselerek kuvvetli bir devlet vü­cuda getirir. Diğer taraftan, harsın yükselmesinden mede­niyet de doğmaya başlar. Medeniyet iptida milli harstan doğ­duğu halde, bilâhare komşu milletlerin medeniyetlerinden

de birçok müesseseler alır.» (**)

Hars, toplumun iç oluşmasından, medeniyet ise harsla­rın karışmasından meydana geliyor. İlkel toplumlar birebir­lerine karışmaktan çekinen, kapalı toplumlar dır. İnançları­nı, törelerini gizlerlerdi. Bu toplumlarda. hars yalnız dindi. Medeniyet olarak da yalnız büyü vardı. Din ile büyü arasın­

da şu ayrılıklar vardı:Dinle büyü, her ikisi de mistik olmakla birlikte, ayrı ka­

rakterler taşıyorlardı. Din törenlerinin zamanı, yeri, yapılışı

büyününkilerin büsbütün tersi idi. Din kamu dayanışmasını sağlarken büyü bu dayanışmayı bozmaya çalışırdı. Din top­lum kurumu olarak kalırken, büyü toplumlar arası oluyordu. Onun için, ilk toplumlarda hars çok kuvvetli oluyor, büyü

(*) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (Garba Doğru)(**) Bu yazı, Ziya Gökalp’m İstanbul Darülfünununda verdiği

«Amıelî İçtimaiyat I)ersleri»ııden «Haısi intibah, medenî intibah»

konulu derste Kâzım Nami Duru tarafından tutulan notlardan alın­

mıştır.

Page 150: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z î Y A G Ö K A L P 149

zayıf kalıyordu. Din sosyal kişiliği sağlarken büyü bu kişi­liği tekçilik durumuna sürüklüyordu. Böylelikle, elinden, me­tafizik, ahlâk, hukuk, estetik çıktığı halde nücum, simya, sa­

manlık da büyüden doğuyordu. Sonra nücum kozmoğrafya,

simya kimya oldu. Samanlık da tabiiyat oldu. Manevî bilim­ler dinden, maddî bilimler büyüden doğdu.

Toplum, aşiret olumundan çıkıp da site, medine olumu­na gelince, medine olumundan da çıkıp kavmî devlet olumu­na yaklaştıkça hars zengilneşiyor, kapalı hars olmaktan çı­kıyor, bütün kollarını bir dinin, bir devletin, yetkisi altında toplayıp birleştiren bir kavmın harsı olunca, parçalı bir hars olmaktan kurtuluyor, bir kavim harsı niteliği kazanıyor. Bu anlayışı ortaya koyan Gökalp, bize harsla medeniyetin açık­layan üç kanunu bildiriyor:

«1 — Bir cemiyette harsın inkişafı, kavmin bölükleri ara­sında harslarının birleşmesi ile meydana gelir. Bu birleşme sırasında medeniyet unsurları da alınıp verilir. Bu kaynaş­ma medeniyet unsurları arasında da olur. Böylelikle medeni­

yet unsuru da genişler.2 — Eski cemiyetlerde medeniyetin fazla bir inkişafa

mazhar olması harsın inhilâline sebep olmuştur.

3 — Medeniyetçe dûn, fakat harsça yüksek oian bir ka­vim, medeniyetçe yüksek, fakat harsı bozulmaya, başlamış olan devletlere galebe çalar.»

Niçin böyle olur? Gökalp, bunun nedenini de açıklıyor: Medeniyet toplum tekleri arasında dayanışma, yaratmadık­

tan başka bu dayanışmayı bozabilir de. Çünkü, büyüden doğ­ma olan medeniyet kurumlan, tekleri benciliğe sürükler. Hars kurumlarma gelince, bunlar idealist kuramlardır, sos­yal dayanışmayı sağlarlar, disiplinli, birliği, politik, süel gü­cü meydana getirirler.

Medeniyetlerin fa,zla gelişmesinin nedeni imparatorluk­ların meydana gelmesidir. İmparatorluk hars bakımından

karma bir toplumdur. Bu hars karması içinde ege kavminin harsı, eski orijinalliğini, yaratıcılığım yitirip bozulmaya baş­

Page 151: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

150 Z İ Y A G Ö K A L P

lar. Harsların biribirine; karışmasından sonra bütün kavim kollarının ortaklama edinebilecekleri yeni mefkûreler, yeni hars değerleri, meydana gelir. Hepsi yönünden edinilebilecek kadar yalınlaşan bu mefkûreler, eskilerin canlılığını, yaratı­

cılığını taşımazlar. Böylece harsla medeniyetin biribirine ka­

rışması harsın arıklaşması sonucuna varır.Gökalp, bütün eserlerinde, bütün düşüncelerinde toplum

varlığından söz açınca en büyük önemi medeniyete değil, harsa, kültüre verir. Ona göre kültür toplum denilen varlığın temeli, yaratıcı özüdür, kültür olmayınca medeniyet olmaz. Onun bu anlayışı sosyal gerçeklere uygundur. Toplum] ann en ilkel şekli olan Avustralya’nın iki klanlı toplumlarmda medeniyet yoktur. Kültür dediğimiz din, dil, sanat vardır.

Şimdi, Gökalp’m yazılarında medeniyetten önce kültüre önem verdiğini gösteren bazı parçaları okuyalım.

«Millet birtakım faal ve canlı unsurlarla, gayrifaal ve cansız unsurlardan mürekkeptir. Milletin faal ve canlı unsur­

ları fertler, gayrifaal ve cansız unsurları ananelerdir. An­aneler milleti terkip eden fertlerin vicdanında yaşamak sa­yesindedir ki, canlılaşarak müessese mahiyetini alabilir. O halde müesseseler an’anelerin ruhlarda canlanan, yaşayan şekilleri demektir. İçtimaiyatçı an’aneleri cansız, fertleri canlı gördüğü içindir ki medeniyete değil, harsa kıymet ve­rir. Cemiyeti medeniyet zümresinde değil, milltte arar. Çün­kü medniyet zümresi an'aneler manzumesi olduğu halde, mil­let bir fertler manzumesidir.» (*)

Toplumun da, medeniyetin de temeli harstır. Harsın me­deniyeti doğurduğunu biliyoruz. Acaba medeniyet de harsı doğurabilir mi? Bu konu sosyologların hemen hemen üze­rinde hiç durmadıkları bir konudur.

Gökalp’a göre yeni bir medeniyete giren bir milletin hal­kı bu medeniyetin hangi unsurlarını benimserse yalnız o un­

(*) Ziya .Gökalp, Terbiyenin Gayesi Nedir? Fert mi, yoksa Mil­let mi? (Muallim Mecmuası, Sayı: 3)

Page 152: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 151

surlar o milletin harsına, girebilir. Müsbet bilim, teknikler örf yönünden kabul edilmedikçe toplum yaşayışına gire­mezler. Hars olmamakla birlikte hars yönünden kabul edi­len kaideler de millî medeniyet olabiliyor. Halkın istemedik­

leri seçkinler yönünden benimsense bile, millî harsın dışm7

da kalıyor. Bunun tersi yapılınca da halk ile seçkinler ara­sında ruh birliği olamıyaeağı için işbirliği de olamıyor. Ay­rı harsı olan bir milletin başka milletlerden -alabileceği yal­nız usul, yani tekniktir. İşte divan edebiyatının, Serveti Fü- nun edebiyatının ölmesine karşı Yunus Emre’lerin yaşaması bundan ileri geliyor. Şimdi Gökalp’m bu konudaki sözlerini

okuyalım:

«Örfün dinî, ahlâkî, bediî şekilleri olduğu gibi, lisanî, İk­tisadî, hukukî nevileri de vardır. Hattâ müsbet ilimler ve sınaî fenler bile örf tarafından kabul edilmedikçe, yani ce­

miyetin vecdini ihlâl eder bir vaziyette bulundukça cemiye tin hayatına giremez. Örfe dahil olan, yani, cemiyete vecit veren kaidelerin mecmuuna «hars» denilir. Örf dahilinde bu­lunamayan, yalnız onun tarafından kabul edilen, yani cemiye­

tin vecdini ihlâl etmediği halde ona makul görünen fikirler ve ameliyeler de cemiyetin harsına uygun bir medeniyet manzumesi teşkil eder. Bu medeniyet, esasen beynelmilel ol­duğu halde, millîleşmiştir Halbuki hars cemiyetin ruhuna vecit veren fikirlerin ve a meliyelerin mecmuu olduğu için

esasen millîdir.» (*)

Bu düşünceler, bütün dünya toplumları için olduğu gi­

bi, Türk milleti için de doğru düşüncelerdir. Gökalp, bu ko­nuda Türklere de değini yor:

«ösmanlılar Türk ve müslüman bir millet olarak Avru­pa medeniyetine giriyorlar. Bu medeniyetin hangi unsurları güzidelerimizden maada halkımız tarafından da kabul edilir­

se ancak o unsurlar harsımıza dahil olmuş addolunabilir. Halkın tahammül ve müsafaa göstermediği müesseseler, gü­zideler tarafından kabul edilmiş olsa bile millî harsın ha­

Page 153: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

152 Z İ Y A G Ö K A L P

ricinde kalır. Çünkü harsa dahil olan unsurlar ancak cemiye­tin bütün fertlerinde duygu birliği, yahut iş birliği husule ge­tiren, yani cemiyetin fertleri arasında tesanüt tekvin eden müesseselerden ibarettir. Bir milletin fertlerini duygu birli­

ğinden mahrum eden veyahut işbölümüne mâni olan müesse­seler harsa münafidir.» (**)

Gökalp, her vesile ile olduğu gibi, asri dilden, millî dil­den söz ederken de harsın yaratıcı, orijinal olduğunu, ancak yeni medeniyetin millî duygu olumuna gelebilmesi, milletin, ruhu yönünden temsil edildikten sonra olabileceğini söylü­yor. Bunun gibi yenilikçilerin, eğiticilerin sindirim gücünün de medeniyetten değil, harstan geldiğini anlatıyor. Sonra da yeni Türk ailesinin doğuşu üzerinde şöyle duruyor:

«Filhakika Avrupa medeniyetine girerek aile ve kadınlık, telâkkilerinde eski zihniyetlerimiz değişerek Avrupa zihni­yetlerini kabul etmemiz zarurî idi. Memleketimizde asrı aile- ve asrî kadınlık cereyanlarının husule gelmesi bu zaruretin bir neticesinden ibarettir. Fakat dikkat edince görürüz kir Avrupa’da bu hususlar için, birtakım müşterek zihniyetler ol­makla beraber, her mülette gerek aile ve gerek kadınlık hak­

kında hususî ve birbirinden farklı ruhiyetler de mevcuttur. Hiç şüphesiz o müşterek zihniyetler, müşterek medeniyetin

mahsulü olduğu gibi, bu orijinal ruhiyetler müstakil ve milli olan harsın merbutlarıdır. Bundan dolayıdır ki, Avrupai ai­le enmûzeci dahi, bir de İngiliz ailesi, Fransız ailesi, Alman ailesi, ilh. gibi talî enmûzeçler de vardır.» (***).

Gökalp, medeniyet ile hars arasında doğuş ayrılığını iyi­ce açıkladıktan sonra yeni Türk ailesinin gelişme yolu üze­

rinde durarak şunları da söylüyor:«Memleketimizde medenî terakki ile harsî tekâmül ara­

sında bu derin farkların anlaşılamaması yüzünden, diğer

(*) Ziya Gökalp, Türkçülük nedir? (Yeni Mecmua,, sayı: 29)(**) Ziya Gökalp, Hars ve Medeniyet, (Yeni Mecmua, sayı: 60>(**=:=) Ziya Gökalp, Yeni aile ahlâkı, (Yeni Mecmua, sayı 20)

Page 154: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z î Y A G Ö K A L P 153

müesseseler gibi, ailenin de şedit bir buhran geçirmekte ol­duğunu görüyoruz. Bir taraftan garpçılar, millî harsın mevcu-, diyetinden haberdar olmadıkları için, yalnız medenî terakki­ye ehemmiyet veriyorlar, binaenaleyh, her husus gibi, aile sahasında da körükörüne Avrupa’yı taklide çalışıyorlar. As- rî aileye vasıl olacağız diye millî aileyi tahrip ediyorlar. Di­ğer taraftan müfrit şarkçılar da, an’nevî aile bozulacak di­ye, asrî aileyi ve asrî kadınlık telâkkisini kemali şiddetle red­dediyorlar.

«Bize göre, bu ifratçı cereyanların ikisi de doğru değil­

dir. Türk ailesi Avrupa medeniyetinden yeni zihniyetler ala­rak şüphesiz asrîleşecektir. Fakat Türk ailesi ne Fransız aile­

sinin, ne İngiliz ailesinin ne de Alman ailesinin bir eşi olma­yacaktır. Türk ailesi asrî terakkilerden feyz alarak, şüphesiz, birtakım teatilere mazhar olacaktır. Fa-kat Türk kadını, ne Fransız kadınının, ne İngiliz kadınının, ne de Alman kadını­

nın bir taslağı olmıyacaktır.«Harsın inkişafı bütün canlı mevcutların tâbi olduğu

dahilî tekâmül tarikiyledir. Binaenaleyh, ailerin ve kadınlı­ğın harsa ait kısmı da ancak bu tarzda tekâmül edecektir.

Bundan dolayıdır ki Türk ailesinin medenî unsurları itiba­riyle yarın ne olacağını bugünden azçok tayin edebiliriz. Fa­kat Türk ailesinin ve Türk kadınlığının harsî tekâmülünü tayin etmek için elimizde şeyî olarak hiçbir vesika yoktur.

Hayatın doğuracağı bu mevlidi ancak o doğduktan sonra

tavsif edebiliriz.» (*).Milletlerin yaşayışında iki öz vardır. Biri hars, diğeri

medeniyet. Bu iki özden en temelli olanı harstır. Gökalp’a göre, bu iki öz arasında, şöyle bir ilinti vardır. Medeniyet kültürden doğup da sonuna kadar gelişince kültürü arıklaş­tırıyor. Daha, sonra da kültür büsbütün ölüyor. Toplum me­deniyetçe o kadar ilerlemişken ahlâkça o kadar geriliyor. Gü­nün birinde de medeniyetçe geri, ancak kültürce ileri ve güç­

(*) Ziya Gökalp, Aile ahlâkı, (Yeni Mecmua, Sayı: 20)

Page 155: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

154 Z İ Y A G Ö K A L P

lü bir toplum tarafından yeniliyor. Gökalp, toplumlarda hars ile medeniyet ilintisini şu iki kanunla anlatıyor:

«1 — Evvelâ medeniyet menşeini harsta buluyor. Cemi­yetlerde hars başlamadan medeniyet başlamaktadır.

2 — Medeniyet teessüs edince de hars bozuluyor. Bozuk harslı milletler de medeniyetsiz kavimlere mağlûp olmakta­dır.»

Böyle medeniyetsiz bir harsa malik olan millet sağlam­dır. Harssız bir medeniyete malik olan millet hastadır. Bir millet, sağlam olmak için harsı ile medeniyetini denkleştir­mek zorundadır. Bu konuda Gökalp’m şu sözleri dikkati çek­mektedir:

«Görüyoruz ki medeniyet tek başına ne milletleri çok

kuvvetli yapıyor, ne de mesut ediyor. Ayni zamanda görüyo­ruz ki mütemeddin miletlerde fertler daha çok ihtiyar, za­yıf oluyor. Ahlâkî buhranlar oluyor, fertler daha bedbin, da­

ha meyus, hissi saadetten mahrumdur. İntihar saadetin mi­yarıdır. Halbuki harsın kuvvetli olduğu yerde intihar az olu­

yor. Demek medeniyet, fertlere ne tam saadet veriyor, ne de millete şevket ve saadet veriyor.»

«Bir cemiyette yalnız münevverler harstan uzak kal­mışlarsa o cemiyet kurtulabilir. Şayet milletin de harsı bo­zulmuşsa, o cemiyet bir daha dirilemez, ortadan kalkar, baş­

ka milletler içinde erir.»Gökalp, bu bakımdan Türkiye’nin türkçülük akımından

-önceki durumunu şöyle açıklamaktadır:

«Meseleyi daha vazıh bir surette münakaşa edelim. Türk­çülük hareketinden evvel memleketimizde biribirine hasım olan iki irfan «ümmet irfanı» ile «tanzimat irfanı» mevcuttu. Bu iki irfan Türk münevverlerinin ruhunda yekdiğeriyle çar­pışıyordu. Halbuki bu irfanların ikisi de bu zamanki Türkün

(**) Ziya Gökalp, Medenî intibah, harsî intibah, (Doğu Mec­

m uası, Sayı: 12).

Page 156: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 155

samimî hayatına makes değildi. Çünkü, bu iki irfanı müte­kabil tedrisgâhları olan medrese ile mektep hariçte, osmanlı türklüğünün teşekkülünden çok zaman evvel müteşekkil ola­

rak mevcuttu. Osmanlı türklüğünün vücuda getireceği bir

hars kendi sinesinden doğmalı idi ki millî mahiyeti haiz ola­bilsin. Eğer Enderun irfanı serbest bir inkişafla memleketin muhitinde yayılmış ve halkm ruhuna kadar kök salmış ol­

saydı, belki bize göre millî bir tedrisgâh vücuda gelmiş olur­du. Halbuki tanzimatm ilk hareketi esasen ümmet irfanı ile karışık olan Enderun terbiyesini ortadan kaldırmak oldu.

Görülüyor ki türkler son zamanlarda asri ve millî bir hayat yaşadıkları halde asrî olmayan ümmet irfanı ile millî, olmyan tanzimat irfanının gayri tabiî mürebbiliği altında kalmaya mahkûm olmuştur. Mekteplerde bu iki irfan hiç telif ve tevfik edilmeden sunî olarak yanyana yaşatılıyordu. Terkip

melekesine malik gençlerin ruhlarında bu iki irfanın tena­

kuzları meydana çıkıyor, gençlik âleminde ruhî buhranlar vücuda getiriyordu. Bu irfanın ikisine -de medeniyet namı

veriliyordu. Türklük biribirini kat’î surette reddeden bu iki medeniyeti telif ve tevfik etmeden ruhunda taşımaya ve

aralarındaki tearuz ve tenakuzları duymaya mahkûmdu. Hal­buki an’anevî kelimelerin ve kanaatlarm tesiri ile biribirine

düşman gibi görünen bu iki ruhiyet hiç de gayri kabili telif

değildi. Bir ke,re ortada yalnız millî bir harsla beyenlmilel bir medeniyet suretinde iki irfan dairesi mevcuttu. Ümmet irfanı din namıyla millî harsın, bir unsurunu teşkil ediyordu.

Türk milleti müslüman olduğu için İslâm dini, tabiî, Türk harsının mühim bir unsuru olarak daima kalacaktı. Demek

ki ümmet irfanı ile millî hars arasında bir tenakuz bulun­mak şöyle dursun, bilâkis, din millî harsın menbamı teşkil

•ettiği için bu iki unsur arasında, sıkı bir tesanüt mevcuttur. Millî hars ile tanzimat irfanı, yani Avrupa medeniyeti arasın­da da hiçbir tenakuz mevcut olamaz. Biribirine muarız ola­cak kuvvetler aynı neviden kuvvetlerdir. Meselâ Şark mede­

Page 157: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

156 Z İ Y A G Ö K A L P

niyeti ile Garp medeniyeti birikiriyle kabili telif değildir. Bunlar arasında bir tearuz mevcut olduğu için, bir millet bu ikisini nefsinde cemedemez. Çünkü, bir insan nasıl iki dile

mensup olamzasa, bir millet de iki medeniyete dahil bulu­namaz. Bundan dolayıdır ki Türkler ya büsbütün Şark me­deniyeti dahilinde kalmak, yahut tamamiyle Garp medeniye­

tine intisap etmek mecburiyetindedir. Maamafih Türk mil­leti Garp medeniyetine girmekle millî hayatından hiç bir şey kaybetmez. Çünkü millî hayat —ki millî kıymetlerin mecmu- udur— hars namını verdiğimiz millî irfan dairesinde tama­miyle müstakil olarak mevcut kalır. Bu suretle ruhumuzda Garp medeniyeti ile Türk harsı yanyana geldiği zaman arala­rında hiçbir çarpışma husule gelmez ve bu beraberlikten hiç bir gençlik buhranı doğmaz.

«Türklük bu neticeye vasıl olmadan evvel ümmetçiler

harsın, tanzimatçılar ise medeniyetin sahte mümessilleri idi­ler. Evet, ümmetçiler eski harsın sahte mümessilleri idi. Çün­kü İslâm dini halka kadar nüfuz ve intişar ettiği halde, üm­met irfanı halka kadar inmiyerek yalnız arapça ve acemceye vakıf olanlara münhasır kalmıştı. Binaenaleyh ümmet irfa­nından dinî hayatı istisna edersek mütebakisine hars namı

verilemez.

«O halde ümmet irfanı içinde millî harsa dahil olabilecek yalnız dinî hayattır. Bundan dolayıdır ki ümmet irfanı, Av­rupa medeniyetiyle kabili telif olmadığı halde, İslâm dini bu medeniyetle kabili teliftir. Çünkü, ümmet irfanı, dini, örf ile

beraber tahavvül ve tekâmül eden bir hayat olarak kabul etmiyerek, onu örfün muayyen bir zamanındaki tebellürün­den ibaret olan fıkıha icra ettiği ve kendi nefsini de dinden başka diğer irfan unsurlarını cami, tam bir medeniyet ma­hiyetinde ad eylediği için, Avrupa medeniyetiyle ve asrın

/ müsbet ilimleriyle itilâf edemezdi.

«Evet, tanzimatçılar da asrî medeniyetin sahte mümes­silleri idiler. Çünkü, Avrupa medeniyeti hiçbir milletin hu-

Page 158: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 157

susî harsını inkâr ve ifnaya çalışmadığı halde, tanzimatçılar

bütün irfanı beynelmilel olan medeniyetten ibaret zannede­rek millî harsı tamamiyle ihmal ettiler. Bundan başka, tan- zimatçılarm anladığı Avrupa medeniyeti Beyoğlu leventleri­nin medeniyet telâkkisinden bir karış ileri geçemiyordu.

Tanzimatçılar, Avrupa’yı ancak tatlı su frenklerinin gözleriy­le görebiliyorlardı. Binaenaleyh, Avrupa’nın, bilhassa zahirî

yaldızlarını ve süse, safahata ait nakısalarını taklit ederek Avrupa’nın İlmî usullerini, felsefî telâkkilerini, bediî ve ah­lâkî endişelerini hakkıyla temsil etmeye katiyen çalışmıyor­lardı.

«Kuvvetli bir surette iddia edebiliriz ki, hakikî medeni­

yetçiliğin zuhuru için evvelemirde hakikî harscılığm meyda­na çıkması lâzımdı. Çünkü medeniyet zümresi hars zümre­lerinin, yani milletlerin vücuda getirdiği bir cemiyelter cemi­yetidir. Medeniyet., millî harsların müşterek noktalarının

mecmuu olduğu için evvelâ her harsın kendisini diğer hars­lardan ayırması ve sonradan da diğer harslarla iştirâk ettiği

beynelmilel unsurları araması gayet tabiî bir tertiptir. Mil­letlerin beynelmilel unsurları araması gayet tabiî bir tertip­

tir. Milletlerin beynelmilel mefkûresinden evvel millî mefkû- relere gönül bağlamaları ve ancak millî harsların kıymeti ta­mamiyle anlaşıldıktan sonra bir milletler cemiyeti tasav­

vurunun mümkün olabilmesi buna bir delildir.» (*).Gökalp, hars ile medeniyetin, gönül ile akim karşılıklı

ilintisini hiçbir sosyologun şimdiye kadar yapamadığı bir olgunlukla inceledikten sonra yalnız başına medeniyetin bir topluma neler kazandırabileceği konusunu da ele alıyor. Aşa­ğıdaki kısa yazısı, bu konuyu iyice açıklamaktadır. Bu yazı- csı, tanzimatçıların ne denli yanıldıklarını, hars düşmanı, me­deniyet hayranı olan levantenlerin de toplum için ne kadar korkunç insanlar olduğunu meydana koymaktadır:

«Medeniyet tek başına milletleri ne çok kavi yapıyor, ne

(*> Ziya Gökalp, Türkçülük nedir?, (Yeni Mecmua, Sayı: 17)

Page 159: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

mesut ediyor. Mütemeddin milletlerin fertlerinde daha çok intihar, cinnet hadiseleri, ahlâkî buhranlar husule geliyor. Fertler daha bedbin, daha meyus oluyor, hissi saadetten mahrum kalıyor. Demek intihar bir milletin sadetinin miya­rıdır. Halbuki harsın kuvvetli olduğu yerlerde intihar azdır. Bilâkis, bir millet medeniyetsiz olursa ne esliha yapabiliyor, ne sanayi meydana getirebiliyor. Ordusu kuvayı medeniyece yüksek olduğu halde medeni kuvvetlerden mahrum olduğu

için medenî bir millete mağlûp oluyor.» (**)«Ruhiyatçılar her hangi ruhî hâdiseleri (hassasiyet, zi­

hin, irade) namlarıyla, üç melekeye taksim ederler. Her mil­let. de, ayniyle her fert gibi, kendisine mahsus bir ruha ma­liktir. Binaenaleyh, içtimaiyatla ruhiyat arasında mukayese yapmak is tiyenler millî ruhu da ferdî ruh gibi üç cihaza tef­rik edebilirler? Bu üç cihaz: hars, medeniyet, devlettir. Mil­letin kalbî duygularının mecmuuna hars (cultüre) denilir ki bu, ferdin hassasiyet (sensibilite) melekesine mukabildir. Milletin zihnî mefhumlarının mecmuuna medeniyet (civili- sation) denilir ki ferdin, zihin (intelligence) melekesine mü­tenazırdır. Milletin iradî tecellilerinin mecmuuna devlet (etat) denilir ki bu da irade (volonte) melekesine karşılık tutulabilir.»

Meşrutiyet yayınlarında şu iki terim biribirinden ayrıl­madan kullanılmıştır: «Türkçülük ile Avrupalılık», «kültür» ile «medeniyet» de öyle. Gökalp, bunları birbirinden kesin olarak ayırmıştır.

«Nefsî bir mahiyeti haiz olan itikatlar, ahlâkî vazifeler bediî şekiller ve alelumum mefkûreler bir hars zümresinin telâkkileridir. Şeyî bir medeniyeti haiz olan ilmî hakikatlar, sıhhî, İktisadî ve umranî kaideler, ziraî ve ticarî aleyatlar ve

alelumum riyazi ve mantıkî mefhumlar bir medeniyet züm­resinin telâkkileridir.» (***)

158 Z İ Y A G Ö K A L P

(**) Ziya Gökalp, Aile Ahlâkı, (Yeni Mecmua, Sayı: 20.}(***) Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak, muasırlaşmak,,

(Hars zümresi, medeniyet zümresi).

Page 160: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K. A L P 159

Kültür değerlerinin de, teknik kurallarının da, kendile­rine göre tepkileri vardır. Bunları tanımıyanlar, bunları zor­layanlar tepki ile karşılaşırlar. Kültür vicdanı, duyuncu ya­ratır. Medeniyet ise aklı meydana getirir. Medeniyet bir top­lumdan başka bir topluma geçebilir. Medeniyet önce bir top­

lumun malı iken sonra bütün insanların malı olabilir. Kül­

tür değerleri için durum bunun büsbütün tersidir.

«Bir milletin harsı yalnız kendisine mahsustur. Çünkü harsın esası dinî, ahlâkî, bediî heyecanlardır. Ve bu heyecan­lar da milletin en samimî ve en derunî olan duygularıdır. Bu derunî duygular, milletin kendi şahsiyetinin samimî ifadeleri olduğu gibi, bunlara inzimam eden hususî lisanı da, milletin tarihî ve, İçtimaî hayatının bir aynasıdır. Milletin haiz oldu­

ğu medeniyet ise kendisine mahsus değildir. Çünkü medeni­

yet müsbet ilimlerden, fenniye (technique) lerden ve usuller­den mürekkep ve bunlar da bir milletten diğer millete kabi­li nakildir. Meselâ, Almanya’nın harsı kendine mahsustur. Medeniyeti ise bütün Avrupa milletleri arasında müşterek­tir. Bunun gibi İngiltere, Fransa ilh. milletler de Avrupa me- rfenivetinde müşterek olmakla beraber kendilerine mahsi’ ̂birer millî harsa da maliktirler. Medeniyetin birtakım mil­letler arasında müşterek olması milletlerin de münferit bir hayat yaşamıyarak daha büyük bir zümre halinde birleştik­lerini gösterir. Medeniyetleri müşterek olgn milletlerin bu suretle teşkil ettikleri İçtimaî daireye «medeniyet zümresi» namı verilir.» (*)

Gökalp’m bütün serlerinde milliyeti var eden etkenler olarak tanıdığı gerçekler din, dil, ahlâk, sanattır. Aşağıya al­dığım yazıları Türkiye’nin türkçülük akımından önceki dü­şüncelerini açıklamaktadır. Bu. yazılar yalnız bizim tarihimiz için değil, milletçe kalkınmanın teknik bilgisi olarak da de­ğer taşımaktadır:

«Şüphesiz, Avrupa’nın medeniyetini ve müsbet ilimlerim alacağız. Fakat İngilizlerin, Fransılzarm, Almanların iktisa-

Page 161: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

160 Z İ Y A G Ö K A L P

dî, hukukî, ahlâkî, felsefî sistemleri millî harsları demektir. Biz Avrupa'dan hiçbir milletin harsını alamayız. Nasıl ki

Avrupa milletleri de birikirlerinin harsını taklid etmeyi mu­zır görürler. Avrupa milletleri biribirinden yalnız müsbet ilimleri, tecrübî fenniyeleri, ilmî usulleri alırlar ki Avrupa

medeniyeti de bunların mecmuundan ibarettir. Bizim de Av­rupa’dan alacağımız, yalnız bunlar olabilir. Halbuki bir ilim zannıyla Avrupa milletlerinin sanatlarını, medeniyet zannıy- la harslarını almışız. Uğradığımız felâketlerin bir çoğu bu hataların tabiî neticeleridir.» (**)

Gökalp’m Türkçülüğün Esasları adlı kitabının «Millî te- sanüdü kuvvetlendirmek» başlığı altında yazdığı satırlar o kadar doğru, o kadar açıktır ki tekrar tekrar okumaktan

kendimi alamam. Bakın ne diyor:«Mütarekeden sonra İngilizleri, Fransızları yakından

görmeye, tanımaya başladık. Bunlarda ilk gözüme çarpan ci­het medenî ahlâkın bozukluğudur. Bilhassa memleketimize gelen veya. Malta’da hâkim bulunan İngilizlerin medenî ah­lâklarını çok düşük bulduk. Müstemleke ahalisini soymak, mağlûplara kul, köle muâmelesi yapmak, harp esirlerinin ve ve hatta sulh esilrerinin parasını, eşyasını çalmak onlarca

tamamiyle helâldir.«İngiliz milletinin medenî ahlâkında gördüğümüz bu dü­

şüklüğe karşı, itiraf edelim ki vatanî ahlâkını pek yüksek bulduk. Türkiye’de yüzlerce, hatta binlerce vatan haininin zuhur etmesine mukabil, bütün İngiltere’de tek bir vatan ha­ini zuhur etmedi. O halde bizde medenî ahlâkın yüksek ol­ması neye yaradı? Keşke bizde de bunalrm yerine yalnız va­tanî ahlâk yüksek olsaydı. Vatanî ahlâkın yüksek olması millî tesanüdün temelidir. Çünkü, vatan, üstünde oturduğu­muz toprak demek değildir. Vatan, millî hars dediğimiz şey­

dir ki üstünde oturduğumuz toprak onun ancak zarfından

(*) Ziya Gökalp, Aile Ahlâk ı, (Yeni Mecmua sayı: 20).

(**) Ziya Gökalp, Aile ahlâkı, (Yeni Mecmua, Sayı: 20).

Page 162: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 161

ibarettir. Ve ona zari, olduğu içindir ki mukaddestir. O halde vatanî ahlâk millî mefkûrelerden, millî vazifelerden mürekkep olan bir ahlâk demektir. O halde millî tesanüdü

kuvvetlendirmek için her şeyden evvel vatanî ahlâkı yükselt­mek lâzım geliyor.»

Gökalp’m düşüncesi doğrudur. Yalnız bu sözlerin so­nunda şu sözleri de söylüyor:

«Görülüyor ki millî tesanüdü kuvvetlendirmek için, ilk iptida, millî harsı yükseltmekle mükellef olan münevverlerin bu işi çabuk kavramaları lâzım.»

Bu sözleri okuyan insan, şöyle düşünebilir: Millî harsı yükseltmek ne demektir? Mülî harsı biz mi yükselteceğiz, yoksa o kendi kendine mi yükselecek, biz onu yalnız tanıya­cak mıyız? Bence hars yükseltilmez. O kendi kendine yükse­lir. Türk harsına gelince, onun yükseltilmeye ihtiyacı yok­tur. Çünkü Türk harsı oldum olası yüksek bir harstır. Onu aramak, bulmak, sonra da yabancı harslara karşı korumak, onun yabancı harslara karşı üstünlüğünü belirtmek var. Yük­seltilmeye muhtaç olan İslâm dini, Türkün İslâm dini anlayı-

şımıdır? İslâm dini, dinlerin en yenisi, en olgunudur. Hangi din doğruluğu, iyiliği, güzelliğ onun kadar tanıtıcı, onun ka­

dar değerlendiricidir? Hangi din İslâm dini kadar realist, hem de onun kadar idealisttir? Hangi din onun kadar milliyet gerçeğni tanıyıcı, tanıtıcıdır? Hangi din İslâm dini kadar şek-,

le, güzelliğe değer vericidir?Bir de Türk plastik, sanatlarına bakalım. Hangi mimar­

lık Türk mimarlığı kadar, hangi bezemecilik Türk bezemeci- liği kadar, hangi yazı sanatı Türk hattatlığı kadar palastik sa­

natların amacını anlıyabilmiştir? Hangi sanat yeryüzünün üç keseğinde Türk sanatçıları kadar sanat şaheseri bırakmış­tır? Hangi millet Türk milletinden önce sürrealizmin, hangi nonfigüratif anlayışın öncüsü olabilmiştir? Türk harsı dinde,

dilde, sanatta bu kadar yaratıcı olunca, artık onun yüksel-

F: 11

Page 163: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

162 Z İ Y A G Ö K A L P

meşine değil, yüksek olan varlığının dünyaca tanınmasına

çalışmak vardır.

Türk harsını böyle anlamak doğrudur. Gökalp’m bütün eserlerinde de bu anlayış vardır. Böyle olunca, onun Türk harsını yükseltmek, düşüncesini nasıl yorumlamalı? Öyle sanıyorum ki Gökalp, böyle diyerek şimdiye dek karanlıkta kalmış olan bu harsın aydınlığa çıkarılmasını istiyor. Ben de yukarıki açıklamayı onun için yaptım. Şimdi Türk dilini ele alalım. Hangi dil onun kadar üreyicidir? Hangi dil onun kadar kısa cümleli, parantez nedir bilmeyen bir dildir? Hangi dil türk dili kadar anlam taşıyıcıdır? Hangi dil türk dili ka­dar açık, kesin, saydamdır?.

Hangi dil türk dili kadar kitabet dilidir? Hangi dil türk dili kadar gürlem (delamation) dilidir? Hangi dil türk dili

kadar gönüllere sinici, ruhları avla.yıcı, bütün kişiliği kapla- yıcıdır? Hangi dilde anlatma, inandırma gücü türk dilinde olduğu kadar büyüktür?

Hangi dil türk dili akdar ityatro, gösterid dilidir? Han­gi dil türk dili kadar benlikleri, kişilikleri, gizli kalan ruh­ları canlandırıcı, gösterici, seyr ettiricidir? Hangi dil türk dili kadar klasik bir dildir?

Gökalp’m kendi düşüncelerini anlatırken yazılarını o za­manki dille ne kadar açık yazdığını biliyoruz. O konuşurken

de böyle, açık konuşurdu. Eserlerinde «Hars» terimi ile «Medeniyet» terimini de bu açıklıkla söz konusu etmiştir.

Böyle olduğunu bildiğim için, herhangi eserinde anlaşılma­yan bir terimle, ya da tanımla karşılaşacak olursam, şaşa­kalırım. Anlamaya çalışırım. Sonunda da anlarım. İşte Türk­

çülüğün Esasları adlı eserinde, birkaç bölümde söz konusu ettiği «Tezhip» kelimesi böyledir. Kelimenin anlamını kolay­ca anlamak benim için elde değil. Onun üzerinde çok durmak gerekiyor. Önce aşağıya aldığım yaz-ılarmı inceliyelim. «Tez­hip» kelimesinden ne anladığını, anladıktan sonra da kendi kanımızı da açıklıyabiliriz.

Page 164: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 163

«Hars ile tehzip arasındaki farklardan birincisi harsın

demokratik, tehzibin aristokratik olmasıdır. Hars halkın an’- anelerinden, teamüllerinden, örflerinden şifahî veya yazıl­mış edebiyatından, lisanından, musikisinden, dininden, ah­

lâkından, bediî ve İktisadî mahsullerinden ibarettir. Bu be- cüaiarm hâzinesi ve müzesi halk olduğu için hars demokra­tiktir. Tehzip ise, yalnız yüksek bir tahsil görmüş, yüksek

bir terbiye ile yetişmiş hakikî münevverlere mahsustur. Manner Arnaud’un «tatlılık ve ziya mezhebi» tabiriyle ifa­de ettiği meal «tehzip»in tarifi demektir. Tehzibin esası iyi bir terbiye görmüş olmak, makulâtı, güzel sanatları, edebi­yatı, felsefeyi, ilmi ve hiçbir taassup karıştırmaksızın dini, gösterişsiz, samimî bir aşk ile sevmektir. Görülüyor ki teh­zip hususî bir terbiye ile husule gelmiş, hususî bir duygu ve yaşayış tarzıdır.

«Hars ile tehzibin ikinci farkı birincinin millî, İkincinin beynelmilel olmasıdır. Bir insan harsın tesiriyle belki de yal­nız kendi milletinin harsına kıymet verir. Fakat tehzip gör­müşse, başka milletlerin harsını da sever ve onların lezzetle­rini de tatmaya çalışır. Binaenaleyh tehzip temas ettiği insan­

ları biraz insaniyetçi, biraz müsamahakâr, her ferde, her millete karşı hayırhah ve iktitafcı (eclectique) yapar.» (*)

Gökalp, yine bu eserinde «Yeni Türkçenin harslaştırıl- ması ve tehzibi» başlıklı yazısının sonunda tehzip üzerinde duruyor, şöyle diyor:

«Yeni türkçe evvelâ lisanımızı lüzumsuz arapça ve acemce tabirlerle terkiplerden temizlemelke, saniyen, ona henüz vücutlarından haberimiz olmayan millî tabirleri ve ifade tarzlarını ve salisen henüz malik olmadığımız için ib- dama mecbur bulunduğumuz beynelmilel kelimeleri ilâve etmekle husule gelecektir. Bu üç ameliyeden birincisine «Te­mizleme», İkincisine «Harslaştırma», üçüncüsüne «Tehzip» namlarını verebiliriz.» İşte Gökalp’m bu yazılarındaki «Teh~

(* ) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Hars ve Tehzip)

Page 165: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

164- Z i Y A G Ö K A L P

zip» kelimesi ile ne düşündüğünü anlamak kolay değil. Ona göre tehzip aristokratik bir varlık. Sonra da harstan apay­rı bir varlık. Böyle olmakla birlikte, tatlılık, zevk konusu, sevgi konusu oluyor. Bu özellikleri bir araya- gelince tehzip harsı hatırlatıyor. Oysaki yine bu yazılar tehzibin millî ol­mayıp milletlerarası olduğunu açıklıyor. Hattâ beynelmilel kelimeleri alnamak işine de tehzip diyor. Böyle olmakla bir­likte yine bu yazılara göre tehzip görmüş olan insan başka

milletlerin de harsını seviyor. O harsların lezzetini tatmaya çalışıyor. Şimdi bir de Gökalp’m aynı eserde tehzip işi için verdiği örnekler üzerinde duralım:

«Millî zevki bulmak için halka doğru gitmek, halk sanat­larından uzun uzadıya bediî bir terbiye alraak lâzım oldu­ğunu anladık. Fakat hakikî sanatkâr olabilmek için bu bediî terbiyeyi almış olmak kâfi, değildir. Hakikî sanatkâr olabil­mek için güzel sanatların, beynelmilel ustaları olan sanat dâ­hilerinden zevk dersi, zevk terbiyesi almak da lâzımdır. Bey­nelmilel dehalardan alınan bu feyizli terbiyeye de «tehzip» namı verilir. Görülüyor ki hakikî bir sanata malik olabilme­miz için sanatımızın evvelâ tahrişi, saniyen tehzibi lâzım ge­liyor. Bu düsturu canlı bir misalle tavzih edelim. İtalya’nın Rönesans devrindeki sanatkârları, bilhassa ressamlarla hey- keltraşlar eski Yunan — Lâtin sanatkârlarının dâhiyane eser­lerine hayran olmuşlardı. Zira bu eserler Venüs’lerin, Mi- nerva’ların, Apoİon’ların bu heykelleri teknikteki kemalinin son derecesine ulaşmıştı. Rönesans sanatkârları bu tekniği büyük emeklerle öğrendiler, tehzip usulleriyle kendilerine imlettiler. Fakat eski Yunan - Lâtin eserlerini ayniyle takli­de yeltenmediler. Çünkü halk artık o esatiri şahsiyetlere hiç­bir kıymet vermiyordu. Rönesans devrinin halkına, göre ka­

dınlar arasında dünya güzeli ancak Hazreti. Meryem olabi­lirdi. Erkekler arasında da dünya güzeli ancak Hazreti İsa

idi. Hakikî sanatın vazifesi ise başka milletlerin, yahut başka devirlerin bediî mefkûrelerini tersim etmek değildir. Haki­kî sanat, arasında bulunduğu milletin ve içinde yaşadığı dev-

Page 166: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 165

rin bediî mefkürelerini tasvire çalışmaktır. İşte Michel - An- ge, Raphael gibi Rönesans sanatkârları bu noktalan düşü­nerek doğru yolu buldular. Hazreti Meryem’e Venüs’ün tek­

nik güzelliğini verdiler. Hazreti İsa’ya da Apollon’un cismanî güzelliğini irae ettiler. Diğer azizlere de bu esatiri güzellik­lerden bahsettiler. Bu iki unsurun: Beynelmilel tehzip ile millî harsın birleşmesinden yüksek bir sanat vücuda geldi. İşte güzel sanatlar tarihinde «Rönesans sanatı» namı verilen budur.

«Katolik kilisesi bu heykellerle resimleri kabul ederek ibadethanelerine bir müze şekli verdi. Halbuki Bizans’ın ve Umum Şark’m Ortodoks kiliseleri mukaddes tasvirlerini Yu­nan - Latin modellerine benzetmeye çalışmadılar. Samilerden aldılkarı kaba örnelkere müşabih bir surtete tersimde de- vam ettiler. Bu suretle ortodoks milletlerin sanatı tehzipten mahrum kaldı.

«Rönesans’tan sonra Avrupa’da her millet bediî hayatı­nın inkişafı anında hep böyle hareket etti. Shakespeare, Ro- usseau, Goet-he gibi romantik dâhiler hem halk terbiyesi al­mışlar hem de eski Yunan - Latin tekniklerini temsil etmiş­lerdi. Bu sayede herbiri kendi milleti için hem millî hem de mütekâmli bir edebiyat vücuda getirdi. İşte Türkçülüğün be­diî programı da bu usullerin tatibkatından ibarettir.» (*)

Ben, Gökalp’m bu yazılarında biribirine aykırı gibi gö­rünen parçaları birbiriyle anlaştırmak için çok çalıştım. So­nunda Gökalp’m «Tehzip» diyerek nasıl bir gerçeği düşün­düğünü sezer gibi oldum. Gökalp, «tehzip» diyerek bütün hars, yani kültür şaheserlerinden Batı’nın büyük adamları yönünden kullanılmış olan sanat tekniğini, sanat uygarlığını alnamaktadır. Milletin harsı, ne kadar kuvvetli olursa olsun,

klasiklerle, romantiklerle kaynaşıp bu kuvvetli, yüksek har­

(* ) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, (M illî zevk ve tehzip

olunmuş zevk.)

Page 167: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

166 Z İ Y A G Ö K A L P

sın daha açık, daha etkin, daha yaygın bir oluma erişmesi­ni istiyor.

«Biribirine komşu olan saltanatlar, bir cemiyetin içinde­ki sınıflar gibi, biribirine düşmandır. Halbuki, bilâkis, bü­

tün millî harslar, biribirine komşu olsunlar olmasınlar, bir cemiyetteki meslek zümreleri gibi, yekdiğerinin lâzım ve mel-

zumudurlar. Çünkü bir medeniyet zümresine mensup olan

millî harslar beynelimlel bir işbölümünün husule getirdiği medenî ihtisaslardan başka bir şey değildir. Bir cemiyette her meslek diğer mesleklere ne derece muhtaçsa, bir made- niyet zümresinde de her hars diğer harslara o nisbette muh­taçtır. Harslar, biribirine bakarak tekâmül ettikleri gibi, in­sanlar mütemadi bir surette yalnız kendi harsının çeşitlerini tanımaktan bıkarlar, zevkinin yeknesak hayatına bir tenev- vu vermek için ekzotik yani haricî sanatların ve felsefelerin çeşnilerini ararlar. İşte ar aşıra milletlerin sanat hayatında görülen exotism€ cereyanları bu ihtiyacın bir neticesidir. (*'j

Yukarıdaki yazılarına göre Gökalp’m tehzip sözünden daha çok tekniği anlamak doğrudur. Ancak, aşağıdaki yazı­sını okuyunca bu kelimeye daha geniş bir anlam verdiğini görüyoruz. 1917’de Yeni Mecmua'nın 26’ncı sayısında yaz­dığı «İçtimaî Mezhepler ve içtimaiyat» başlıklı yazısında ay­

nı medeniyetten olan ayrı milletler arasındaki medeniyet yani zihnî mefhumlar birliği olduğunu, bu birliğin mihaniki tesanüdü, dayanışmayı meydana getirdiğini söyler. Ayrıca bu milletlerin ayrı, orijinal harsları olmasının da milletler­arası zevki bir dayanışma meydana getirdiğini söyler. Bu sırada şu sözleri dikkati çekmektedir.

«İptidaî bir cemiyette fertler arasında işbölümünün ve

ihtisasın bulunmamasından dolayı mevcut, olan yeknesaklık nasıl bir nakise ise, bir medeniyet zümresi dahilinde biribi­rine benzemeyen orijinal harsların bulunmaması da. o züm-

(*) Ziya. Gökalp, M illiyetçilik ve Beynelmilelliyetiçlik, (Yeni

Mecmua, Sayı: 35).

Page 168: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 167

re için büyük bir noksandır. O halde beynelmilel bir taaz- zuvun mevcut olabilmesi için evvelemirde millî taazzuvların mevcut bulunması lâzımdır. Bundan başka bir millî harsın teşahhusu için diğer milletlerdeki harslarla, karşılaşması lâ­zımdır. Çünkü millî hars tesadümle meydana çıkar.»

«Medeniyet, Milletlerarasında müşterek müesseseler ol­duğuna göre, medeniyetin hakikî unsurları müsbet ilimlerle

sınaî fenniyelerdir. Avrupa medeniyeti, bu iki hususta kemal mertebesini iktisap ettiği için, Avrupa medeniyetine girmek milletimize bir teali mebdei hükmündedir. Avrupa’dan bu iki kudret hâzinesini almakla biz büyük terakkilere nail ola­

cağız. Bundan başka, Avrupa medeniyetinin bediî ve ahlâkî zevkler itibariyle de üzerimizde hayırlı tesirleri olacaktır. Fakat bu tesirler münhasıran bize acemden intikal etmiş olan felsefî, ahlâkî ve bediî zevkleri yıkmaya çalıştığı müd­detçe faidelidir. Yıkdığı zevkin yerine kaim olmaya yelten­diği anda, bu yeni medeniyet zevki de muzır olur. Bir mil­letin bediî, ahlâkî, felsefî zevkleri kendine mahsustur. Bun­ları asla hariçten alamaz. Hariçten yalnız mefhumlar, asıl- lar, fenniyeler istiare edebilir. Duygular, heyecanlar, zevkler harsın unsurları olduğu için tamamiyle millîdir.» (*)

Gökalp’m ileri sürdüğü tehzip düşüncesi üzerinde dik katle durulmalıdır. Konu çok karmaşık hem de yorucu bir konudur. Bu konuda gerçeğe ulaşablimek için önceden ka­famıza yerleşmiş olan preiıation’lan, öndün düşünceleri sö­küp atmak gerekmektedir. Yunan sanatı klasik sanattır, Rö­nesans plastik sanatlar için bir kalkınma devri olmuştur gi­

bi öndün düşünceler! Yunanlılar heykelde, mimarlıkta, be­zemede gerçekten olgunluğa erişmişler midir? Teknikteki ba­

şarıları büyük olsa bile, işte önce bu sorunun karşılığını doğru olarak vermeliyiz.

Şimdi Gökalp’m tehzipten daha çok anladığı olgunlaş­tırma işi ile ilintili olan konular üzerinde ayrı ayrı duralım.

(* ) Ziya Gökalp, Hars ve Medeniyet (Yeni Mecmua, Sayı: 60).

Page 169: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

168 Z İ Y A G Ö K A L P

Önce bu kelimeyi teknik anlamı ile ele alalım.. Bu anlayışta Türk edebiyatının tehzip edilmesini, yani Batı edebiyatçılığı duyuncu, bilgisi, metodu ile teknikleştirilmesi düşüncesini pek yerinde, pek doğru buluyorum. Gerçekten türk edebiya­tının Batı klasiklerinden Batı romantikleirnden alacağı bir­takım teknik kurallar vardır. Türk edebiyatı bu anlayışla tehzip edilmelidir.

Bu anlayıştan sonra tehzibi yine teknikleştirme anlamın-, da olarak plastik sanatlar konusuna girelim. Şimdi soralım: Türk plastik sanatları için tehzip gerekli midir, değil midir? Bence, tehzipten yalnız edebî tehzip anlaşılmalı, türk edebi­yatı dışında kalan türk plastik sanatlarının ne Batı tekniği ile teknikleştirilmesinden, ne de Batı zevkiyle kaynaştırılma-

smdan yana değilim. Tersine, plastik sanatlarımızın Batı sal­dırılarına karşı korunmasını isterim. Bunun nedeni herhangi gericilik, durgunculuk değil, türk plastik sanatlarının üs­tünlüğünü koruma isteğidir. Bu anlayışla türk plastik sa­natlarından herbiri üzerinde ayrıca durmak istiyorum. Böy- elikle düşüncemi açıklamış olacağım. Önce türk plastik sa­natları arasında en yaygın olan mimarlık sanatını ele ala­

lım.

Türk mimarlık sanatının Batı mimarlık sanatları kar­şısında hesap vermeye, bilgi edinmeye ihtiyacı var mıdır, yok mudur? Benim kanım şudur: Batı plastik sanatları ta­rih boyunca plastik sanatların amacından uzaklaşmışlar, türkler ise bu amaca yaklaşmışlardır. Gökalp’m eski t.ürk plastik sanatlarına karşı duyduğu tutkunluk yerindedir. Çünkü bu sanatlar gerçekten üstün sanatlardır. Onları ne kadar övsek azdır. Onları böyle tanıyan, öven yalnız biz Türkler değiliz. AvrupalI sanatçıları, sanat tarihçileri de var. Nasıl ki dünyanın en büyük kübist mimarı olarak tanınmış olan Le Corbusier Vers Une Architecturc adlı kitabında in­sanlığın mimarlık geleceği üzerine söz söylemekte kendini yetkili sayıyor. Bu yetkinin nedenleri olarak da Paris’de

Page 170: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 169

Nötre - Damrae de Paris’yi, Roma'da Saint Pierre Kilisesini, İstanbul'da Süleymaniye camisi ile Etyemez Mescidini ya­kından incelemiş bir insan olmasını ileri sürüyor. Saladin ve Migeon adlı Fra,nsız sanat tarihçileri de türk sanat eser­lerinden söz açarak bunların bütün diğer İslâm sanat eser­lerinden üstün olduklarım söylerler. Bu eserler gerçi Avru­pa klasikleri soyundan değil, başka soydan yüksek insanlık eserleri, ayrı bir humanizma olarak belirtirler. Demek ki Gökalp, türk sanatını ululama işinde yerden göğe kadar hak­lıdır.

, Batı tarihinde plastik sanat amacına kavuşan tek sanat Fransa’da gotik devrinden önce yaşamış olaıi fransızların. art roman, dedikleri mimarlık sanatıdır. Bu güzel sanat doğ­rudan doğruya türk mimarlık sanatının etkisi altında mey­dana gelmiştir. Bu, benim şahsî düşüncemden ibaret değil­dir. Batı sanat tarihçileri arasında bunun böyle olduğunu yazanlar vardır. Ben daha ileri gidiyorum. Gotik sanatının doğuşunu roman sanatının soysuzlaşması ile açıkılyorum. Gotik kemerlerinin anormal bir şekilde sivrileşmesi, orno- manlarmm dogalaşması, bütün yapıların yüzeylerini kapla­ması hep bu soysuzlaşmanın sonuçlarıdır.

İşte mimarlık eserlerinin tehzibi ileri sürülünce şu ger­çekle karşı karşıya kalıyoruz. Bu yeryüzünde tehzibe muh­taç olan mimarlık eserleri tü r k ü n k ü değil, batılılarmkidir.

Bir tarih gerçeği bu anlayışın dosdoğru olduğunu göster­mektedir. Gökalp’m tehzip dediği karşılaşma X II I ’ inci yüz­yılda türk mimarlığında olmuştur. Ancak, bu karşılaşma, III.. Ahmet Sebillerinde görüldüğü üzere, türk mimarlığı için soysuzlaşma sonucunu vermiştir. Bu acıklı devirden sonra türk mimarlığının tekrar kendine kavuşması büyük mimar Vedat. Beyin İstanbul’daki Yeni Postane binası ile başlar.. Mimar Kemalettin Bey de bu anlayışı benimsiyerek güzel eserler vermiştir. Bu üstad öğrencileri de bir süre eser ver­

mişlerdir.

Page 171: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z Î Y A G Ö K A L P

Şimdi Türk tiyatrosunu ele alalım. Türk tiyatrosu de­

yince hatıra, ne gelir? Karagöz, ortaoyunu, köy sohbet oyu­nu, tuluat, meddah değil mi? Tarih boyunca var olup gelen, Türk halkına tad veren bu oyunlardır. Bu sanatlarımızın teh- .zibe ihtiyaçları var mıdır, yok mudur? Bu soruya karşılığı­nı verebilmek için tiyatronun ne olduğunu bilmek gerek. Elimizde tiyatro felsefesi diye'inandırıcı, doyurucu bir eser yok. Öyleyse, konuyu kendi başımıza, elimizden geldiği ka­dar incelemek var. Tehzibin yararlı olabilmesi için tehzip

edilecek taraflardan birinin üstün olması gerekir. Acaba bu­günkü Batı tiyatrosunda bu üstünlük var mıdır? Gördüğü­müz şudur: Piyesli, suflörlü, sahneli, dekorlu, makiyajlı, ışık­lı Batı tiyatrosu büyük bir bunaltı geçirmektedir. Batı’da tü­reyen avant - gardiste’lerin etkisiyle romantik tiyatro anla­yışı yıkılıyor, bunun yerine konulacak olan yeni tiyatro ara­nıyor. Batı öncüleri tiyatro sanatı için artık konularını ede­biyatta aramamalı sahende aramalı)) diyorlar. Ben onlardan apayrı düşünüyorum. «Ttiyatro konularını ne edebiyatta, ne

de sahnede aramlıdır, aktörün aksiyonunda aramalıdır» di­yorum. Elli yıldır bu konu üzerinde duruyorum. Benim «öz tiyatro» adını verdiğim tiyatro tezinin esin kaynakları şun­

lar olmuştur: Çocuk oyunları, hayat sahneleri, hatiplik sa­natı, halk tiyatroları, karagöz, ortaoyunu, tuluat, namaz âyi­ni, mevlevî âyini, psikolojik görüler. Bütün bu çalışmaların sonunda elde ettiğim kanı şudur: Batı tiyatrosu henüz ti­yatronun doğru yolunu bulamamıştır, durmayıp bocalamak­

tadır. Bu durumda Türkiye için bir tehzip işi olamaz. Yapı­lacak iş bütün tarih denemelerinden ve aksiyon psikolojisin­den yararlanarak yepyeni bir tiyatro tekniğini yaratmakta­dır. (*)

Sözün kısası, Batı’da başlayan tiyatro ihtilâli dikkatle incelenecek olursa, Batı tiyatrosunun türk halk gelenekleri­

(*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Tiyatro (Yeni Adam yayın­

larından).

Page 172: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 171

ne yaklaşmaya başladığı anlaşılacaktır. Bu yaklaşma yalnız tiyatro sanatında değil resim sanatında da görülmektedir.

Dünynm en orijinal tiyatro sanatı olan karagöz, hayal oyunu üzerinde de biraz duralım. 1939 da karagöz oyunu için yazdığım yazının bir parçasını alıyorum: «Bütün bu görülen bize karagözün estetik mahiyeti hangi değer kutbu üzerinde merkezleşebileceğini gösteriyor. OH ayal (oyunu ,ne .natüralist, ne de realist bir ı̂ anat şubesi değildir. Sürrealist bir sanattır. Buna «Öz sanat» yahut «sanatın özü» demek de mümkündür. Çünkü karagöz şekil, suret, teşrih, renk, dekor ve mevzuunun tekâmülü bakımından tabiat üzerinden alın­mış ve bu tabiata uygunluk iddiasını güden bir sanat rolü değildir. Faka.t karagöz tabiatın gerçekliği yerine yanlışlara ve deformasyonlara yer veren sırf sübjektif, hasta ve son­suz, soysuz bir sanat kaprisi de değildir. Onda tabiatın ger­çekliği ve izafîliği ile idealin samimîliği ve mutlaklığı ahenk­li bir surette birleşmiştr. Karagöz tabatı aşmış ve yeni bir tabiattır. Ve her metafizikleşen sanat kolu gibi, kuvvetini ârazlardan değil, cevherlerden, özden almaktadır.» (*)

Bu arada türk bezeme sanatı ile türk hattatlık, yazı sa­natı üzerinde pek duracak değilim, yalnız bir iki noktayı işa­ret edip geçeceğim. Çünkü bu orijinal sanatlarımızın yalnız oluşları değil yaradılışları da türkoğlu türktür. Bunların teh- zibe değil yalnız yaşamaya, Batı’ya örnek olmaya ihtiyaçla­rı vardır. Bunun i;in de anlaşılmaya ihtiyaçları vardır. Bu sanatların üzerinde durmak isteyenler aşağıdaki yazılarımı

gözden geçirebilirler (**)Üzerinde kısaca, durmak istediğim noktalar şunlardır:

Ressam Nurullah Berk 1959 da Ankara’da toplanan türk

(#) ismayıl Hakkı Baltacioğlu, Karagö?. tekniği ve estetiği 1642

(**). Demokrasi ve sanat (1931), sanat (1934), tiyatro (1941). Karagözün tekniği ve estetiği (1942), Türke Doğru (1942), Türkler-

de yazı sanatı (1958)

Page 173: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

172 Z İ Y A G Ö K A L P

sanatları kongresine verdiği bir bildiride bu yaklaşmayı açık­lamada, bu karakterde eser veren Batı sanatçılarının adla­rını saymaktadır (***). Bugün 19 Ekim 1965. Son günlerde gazetelerde okuduğumuza göre Picasso üç yıldan beri Ceza­yirli bir hattattan hat yazı dersleri alıyor, durmayıp hattatlı­

ğa çalışıyormuş. Hatta bir yazı sergisi açtığını da söylüyor­lar. Picasso gazetecilerle yaptığı bir görüşmede bizim aradı­

ğımız nonfigüratif sanat hattatlık sanatıdır, demektedir.Bugün Batı plâstik sanatları büyük bir bunaltı içinde

çırpınmaktadır. Bu bunaltının belirtisi non - figüratif dedik­leri yamuk anlayıştır. Batı sanatının türk hattatlık gelenek­lerine gitmekte olduğunu söyleyenler yine batı sanat düşü­nürleridir. Türk plastik sanatlarının çektiği sıkıntı Batı tek­zibine götürülmemesinden, Batı tekniği ile teknikleşmemiş olmasındandır. Ben bu konudaki düşüncelerimi Türk plâstik Sanatları adıyla, yazdığım yeni eserde uzun uzadıya açıkla­

mış bulunuyorum.İşte genel olarak, türk sanatının Avrupai bir tehzip gör­

memiş olması onun için bir eksiklik değil, bir mutluluktur. Türk sanatı herhangi tehzıple yükselmeye muhtaç değildir Yükselebileceği kadar yükselmiştir. Onun insanlardan bek­

lediği kendisinin doğru olarak tanınmasıdır. O zaman plâs­tik sanatın ne olduğu anlaşılacaktır.

(***) premier Conges International des Arts Türcs 1959 (Anka­

ra ilahiyat Fakültesi tarafından basılmıştır).

Page 174: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

IX

EĞİTİM- ANLAYIŞI

Gökalp, her şeyden önce büyük bir sosyologdur. Sosyo­loji metodolojisi ile uğraşan her sosyolog gibi, onun da bu

bakımdan eğitim konusu üzerinde durması pek yerinde ol­muştur. Bu sırada millî terbiyenin ne olduğunu eserlerinde açıklamıştır. Bütün bilim hizmetleri gibi bu hizmeti de bü­yüktür. Sabri Esat Siyavuşgil Varlık Dergisinde yazdığı bir yazıda Gökalp’m Türk eğitiminin millileştirilmesi işinde yaptığı yol göstericiliği pek güzel açıklamıştır. Siyavuşgil’m bu yazısının o parçasını buraya alıyorum:

«Ümmet terbiyesi henüz bir millet terbiyesine inkılâp etmemişti. İyi müslüman tipi yerine bilhassa Meşrutiyet’te kaim olan Osmanlı tipi de evvelkisi kadar sunî, onun kadar hayatiyetten mahrum idi. İşte Ziya Gökalp’m bulduğu cemi­yet böyle gayri şeğnî, yapma, bir cemiyetti. Böyle kendi mil­lî şuurunu henüz bulamamış bir cemiyetin terbiye ideali de sadece statükonun devamından başka bir şeyi istihdaf ede­mezdi. Statükonun devamı ise, din. ve kudretli bir Türk mil­letinin şekil almasını asırlarca geciktirebilirdi. Ziya Bey ne medreseyi —ki ümmet terbiyesi veren bir müesseseydi—, ne

de Tanzimat mektebinin —yani Türk kültürünün kaynağı ve naşiri olması lâzımgelirken sadece bir müsbet bilgi dükkâ­

nı olmuştu— İşte Ziya Bey bu iki nevi müesseseyi, bir millî mektep addetmemek suretiyle hakikati görmüş oldu. Ziya Beye göre millî terbiye millî harsa istinat eder ve ancak mil-

:iî harsın içinde bilgiyi eritmiş bir terbiye sistemidir ki

Page 175: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

174 Z İ Y A G Ö K A L P

Tbir milletin kendi bütünlüğü, tamlığı ve orijinalliği içinde ta­rih boyunca bekasını temin eder.» (*)

«Medeniyet meselesinin halli başka bir cihetten de mem­leketimizde âcil bir. mahiyet almıştır. Ötedenberi memleke­

timizde bir maarif meselesi, bir terbiye meselesi var. Bu me­sele birçok ikdamlara ve ihtimamlara, rağmen bir türlü hal­ledilemiyor. Bu meselenin mahiyeti tamik edilirse görülür ki terbiye meselesi de medeniyet meselesinin bir faridir. Esas

mesele halledilince maarif meselesi de kendiliğinden halle­dilmiş olacaktır.

«Filhakika memleketimizde, gerek medeniyetçe, ge­

rek pedagojice biribirine benzeyen üç tabaka va,rdır. Halk, medreseliler, mektepliler. Bu üç sınıftan birincisi hâlâ aksa- yı şark medeniyetinden tamamiyle ayrılmamış olduğu gibi İkincisi de henüz şark medeniyetinde yaşıyor. Yalnız üçüncü sınıftır ki garp medeniyetinden bazı feyizlere mazhar olabil­miştir. Demek ki milletimizin bir kısmı kurunu ulâda bir kıs­mı kurunu vustada, bir kısmı kurunu âhir ede yaşamaktadır.. Bir milletin böyle üç yüzlü bir hayat yaşaması normal ola­bilir mi? Bu üç tabakanın medeniyetleri ayrı olduğu gibi pe­dagojileri de ayrıdır. Bu üç terbiye usulünü tevhit etmedik­çe hakikî millet olmamız mümkün müdür?».e8*)

«Mevcut terbiyemizin fena neticeler vermesi terbiyemi­zin mevzuu millî hars olmasından değil, bilâkis, beynelmilel medeniyetler bulunmasındandır. Terbiyede yapılacak doğru bir inkılâp, harsı bırakıp medeniyete doğru gitmek değil; medeniyeti bırakıp harsa doğru gitmek suretinde tecelli ede­

bilir.» (***)Bu sözler benim gibi medeniyeti kültürün dışında ka­

lan, salt teknik kuralların toplamı olarak anlayan bir insan

(*) Sabri Esat Siyavuşgil, Ziya Gökalp’m mürebbiliği (Var-'-

lık, S, 142;).(**) Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları (Garba Doğru)

(***) Ziya Gökalp, M illî Terbiye (M uallim Mecmuası, Sayı: 2).

Page 176: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 175

için, ne de olsa, şaşırtıcıdır. Çünkü böyle anlaşılan bir me­deniyet için kültür bozgunculuğu düşünülemez, Gökalp yu~ karıki, bu düşüncesinin süresi olan aşağıdaki satırlarda dü­şündüğünü aydınlatıyor.

«Yirminci asrm en medenî milletleri medeniyetin sahip­leridir. Millî harsımız, esas itibariyle bu yeni medeniyetin umdelerini kabul etmiştir. Fakat, protoplazma gibi, bu İçti­maî gıdalar üzerinde, temsil ve müzadd-ı temsil salâhiyetle­

rini tatbik ve icra etmek şartiyle türk ve islâm medeniyetle rinin an’aneleri gibi, Avrupa medeniyetlerinin an’aneleri de harsımızın hudutlarından geçmeye mezundur. Fakat güm­rüklerde muayeneye tabi olmak şartıyla. Her milletin siyasî ve İktisadî hudutları olmak zarurî bulunduğu gibi, harsî hu­dutları ve gümrükleri olmak da lâzımdır. Avrupa medeniye­ti fertlerin kabulü tarikıyla harsa geçmiş, belki millî har­sın kabulünden sonra hakikî surette fertlere geçebilir.» (*)

Bu yazısında açıklandığı üzere Gökalp’m millî hars için yıkıcı gördüğü medeniyet bizim anladığımız bir tekniğin kendisi değil, yabancı milletlerin an’aneleridir. Bu an’aneleı hars süzgecinden geçmeden millî hayata karışmamalıdır. Gökalp’a göre «Terbiye, eğitim bir cemiyette yetişmiş nes­lin henüz yetişmeye başlayan nesle fikirlerini ve hislerini vermesi demektir (**). Eğitimin bu tanımı Durkheim’cılarm- kidir. Durkheim’ın yoldaşlarından Fauconnet’in eğitimi ta­nımlaması da bu niteliktedir. Yalnız Gökalp’m anlayışını on­lardan ayıran şudur: Gökalp eğitim olgusunu tanımlarken bu tanıma yetiştirici öğesini katmışken, aynı yazıda terbiye terimini çok geniş bir anlamda kullanıyor. Böylelikle yetiş­tirici öğesi ortadan kalkmış gibi oluyor. Fikir adamlarının, eğtimiclerin çoğu «Terbiye» deyince «Millet terbiyesi, şehir

terbiyesi, tabiat terbiyesi» sözlerinde olduğu gibi, bu kelime­yi çok geniş anlamda kullanırlar. Oysaki felsefeci, eğitimci

(*) Ziya Gökalp, adı geçen makale.

(** ) Ziya Gökalp, Yeni Mecmua (Maarif ve Hars) Sayı: f>2

Page 177: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

.176 Z İ Y A G Ö K A L P

Alexandre Bain terbiye bilimi konulu kitabında bu geniş an­

layışı eleştririrken çevreden gelen her etkinin terbiye olma­dığını, gerçi fizikî, coğrafî etkenlerin insanın teşekkülünde

rolü olduğunu, ancak bu gibi etkenlerin pedagojide değil sosyolojide incelenmesi gerektiğini söyler. Onun gibi, Emile Durkheim da, Dictionnaire de Pedagogie’deki Education baş­

lıklı yazısında terbiyenin bu geniş anlamda kullanılmasını eleştirir. Alexandre Bain sosyal etkilerin mekanik tabiatta olan bu olgularını sosyolojinin eğitim bölümünde değil, Et- hologie Sociale adını verdiği bölümde inceleneceğini söyler.

Pedagoji nedir? Pedagoji terbiye ilmi diye bir bilim var mıdır? Gençliğimizde var sanırdık. Gerçi eğitim bilimi (Sc­

ience de l’education) diye bir bilim olabilir. Ancak, bu pe­dagogların pedagoji dedikleri ideoloji, subbjectif, öznel, kişil düşünceler değil, sosyoloji biliminin bir kolu, eğitim sosyo­lojisi (Sociologie de Feducation) dur. Bu bilim de henüz ku­rulmamıştır. Öyleyse, ağızda dolaşan pedagog, pedagoji söz­

lerinden doğru olarak ne anlamalıyız? Pedagog Rablais, Mon- taigne, Jean- Jacque Rousseau gibi eğitim sezgisi olan eğiti­min felsefesini elindeki imkânlara göre yapan, kendine gö­re anlatan insanlara denir. Çünkü bu insanlar zamanlarına kadar birtürlü anlaşılamayan eğitim gerçeklerini bir kerteye kadar anlatmaya çalışmışlardır. Kimi çocuğun kafasını mi deye benzeterek, Montaigne gibi, kimi eğitimi yabanî bir kök üzerine vurulan ehlî aşıya benzeterek, Rousseau gibi, kimi

de. çocuğun, evrimini ağacın evrimine benzeterek, Pestalozzi gibi. Evrim sezgisi kuvvetli olan bu adamlar hep insanlara yeni yeni evrilme, olgunlaşma, sosyalleşme sırlarını açıkla­yarak. Toplum gerçeği üzerindeki düşüncelerinin pek çoğu­nu doğru bulduğum Gökalp’m bu iki ayrı eğitimin görevini açıklayan şu anlayışı da üzerinde çok durulması gereken

önemli konulardandır.

«Bir millette münteşir terbiye tarikıyla cemiyetten fert­lere geçen ruhiyetlerin mecmuuna «Hars» namı verilir. Me-

Page 178: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 177

,selâ her milletin konuştuğu samimî bir lisan vardır ki cmi- yetten fertlere münteşir terbiye tarikiyle intikal eder. Yine her milletin türkülerinde, koşmalarında kullandığı sa­mimî bir vezin vardır ki bu da, konuşulan lisan gibi, münte­şir terbiye tarikiyle müntakil olur. Yine her milletin canlı ve vecdli bir surette yaşadığı dinî bir hayat vardır ki bu da münteşir terbiye tarikiyle geçer. Milletin ahlâkî, bediî duygu­ları da aynı suretle fertlerde vücuda gelir. Fert milletin hu­kukî, İktisadî örflerini, felsefî, ümî temayüllerini de bu su­retle iktisap eder. İşte bütün bu İçtimaî müesseselerin mec-

muuna «Hars» namı verilir. Fakat konuşulan bir lisan oldu­ğu gibi, yazılan bir lisan da vardır. Halk türklüerinde kulla­nılan bir vezin olduğu gibi, yazılı edebiyatta kullanılan başka bir vezin de vardır. Milletin samimî sesi olan bir halk musi­kisi olduğu gibi, başka milletlerden alınmış müdevven bir musiki de mevcuttur. Hasılı, yukarıda saydığımız bütün mü­esseselerin kalblerde yaşanılan kısımları olduğu gibi, kitap­

larda yazılı olan kısımları da vardır. Birinciler fertlere mün­teşir terbiye ile intikal ettiği gibi, İkinciler de müteazzi ter­biye ile intikal eder.» (*)

Böyle düşünerek Gökalp münteşir terbiyenin canlı, dev­rimci, müteazzi terbiyenin ise organcı, durguncu olduğunu ileri sürmek istemiştir. Gökalp «Hars ve medeniyet» başlıklı bir yazısında eğitim konusunu doğrudan doğruya ele alıyor. Bu konudaki düşüncelerini şöyle anlatıyor:

«Terbiye bir cemiyette yetişmiş neslin henüz yeni ye­tişmeye başlayan nesle fikirlreini ve hislerini vermesi de­mektir. Fakat bu veriş iki surette cereyan eder. Birinci su­ret yetişmiş neslin kendisinin hiç haberi olmadan, samimî hayattaki konuşmaları, fiil ve hareketleriyle canlı misaller teşkil ederek yeni nesle tesirler icra etmesidir. İkinci suret

(* ) Ziya Gökalp, M aarif ve Hars (Yeni Mecmua, Sayı: 52)

F: 12

Page 179: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

178 Z İ Y A G Ö K A L P

yetişmiş neslin veli, vasi, muallim, mürebbi namlarıyla res­mî vaziyetler olarak usul ve irade tahtında yeni nesle bir­

takım muayyen fikirleri ve hisleri telkine çalışmasıdır. Ben terbiyenin bu iki suretten birincisine «Münteşir terbiye», İkincisine «müteazzi terbiye» namlarını veriyorum. (*)

«Şu kadar ki 'münteşir trebiyenin menbaı yetişmiş nes­lin vaktiyle tekarrür etmiş fikirleri ve hisleri değildir. Ce­miyette lıer an her şey teceddüt halindedir. Çocuklar İçtimaî muhitteki fikirlerle hislerden münteşir terbiye tarikiyle bil­hassa en yenilerini alırlar. Bu en yeni fikirler ve hislerden münteşir terbiye tarikiyle bilhassa en yenilerini alırlar. Bu en yeni fikirler ve hisler en yeni vakaların, buhranların, te- cemmülerin, cereyanların doğurduğu neticelerdir. Demek ki haikkati halde münteşir terbiye çocuğa sabık neslin değil, doğrudan doğruya hali hazırdaki cmiyetin yeni vicdanını nakleder. Halbuki müteazzi terbiye çocuklara ekseriyetle ce­miyetin bugünkü vicdanını değil, belki mazide toplanmış zih­nî müeyyidelerini verir. O halde İçtimaî vicdanı müteazzi terbiyenin verdiği cansız zihniyetlerde değil, münteşir ter­

biyenin aşıladığı canlı ruhiyetlerde aramak gerektir.»

Gökalp’m bu sözleri gösteriyor ki «müteazzi terbiye» adını verdiği terbiye ile «münteşir terbiye» adını verdiği ter­

biye arasında görev ayrılığı vardır. Biri yeniyi veriyor, öteki eskiyi veriyor. Biri bilinç üstünde çalışıyor, öteki bilinç al­tında çalışıyor. Bence, Gökalp.m münteşir terbiye dediği ter­biye yalnız yenileyici değil, hem de saklayıcı, siirdürücüdür. Düşüncemi açıklıyorum. Toplumlarm iki özü vardır. Kül­tür ile medeniyet. Kültür de iki türlüdür. Sosyal tipten sos­yal tipe değişen değerler, sosyal tipten sosyal tipe değişme­yen değerler. Bu İkincilere özel bir terim anlamıyla gelenek (Tradition) diyorum. Aşiretin aşiret, kavinin kavim, mille-

(*) Ziya Gökalp, M aarif ve Hars (Yeni Mecmua, Sayı: 52)

Page 180: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 179

tin millet olması bu gelenekler iledir. Gelenekler kuşaktan kuşağa geçerler. Gelenekler toplum içinde yaşıyarak, toplu­mu duyarak, toplumla kaynaşarak edinirler. Oysaki gelenek­ler yenileştirici değil, eskiyi koruyucu, saklayıcı etkenler, bir soy kamu kalıtlarıdır. Gelenekler olmadıkça toplumlar da olamıyor. İhsanlarda gelenek bilinci, gelenek sosyolojisi yok­ken toplumlarda gelenekler vardı. Tarih bu gelenekleri bi­linçsiz, bilimsiz olarak yaşatmıştır. İşte her şeyi teceddüt ha­linde olan her şeyi yenileşmekte olan cemiyetler de yenileş­mek nedir bilmeyen, olduğu gibi kalan gelenek dediğim öz­ler vardır. İşte benim Gökalp’m kullandığı anlamdan bam­başka bir anlamda kullandığım gelenek (Tradition) kelime­siyle anlatmak istediğim değer yargılarıdır. Yeni nesil top­lum çevresinde yaşarken toplumda her an değişen yeni de­ğerleri değil yalnız, değişmek nedir bilmeyen gelenek değer­lerini de birlikte alır.

Sözün kısası, ben de Gökalp gibi münteşir terbiyenin yenileştirici rolünü tanıyorum. Ancak, bu terbiyenin bir de gelenekleri saklama rolü var. Milletin millet kalması bundan­dır. Gökalp’m eğitim tanımı üzerinde yaptığım bu inceleme yalnız metod bakımındandır. Yoksa Gökalp’m «münteşir ter­biye» dediği oluş, terbiye tanımı dışında kalmış olsa bile, sosyal adamın oluşması bakımından onun «müteazzi terbi- ye»den daha yaygın, daha güçlü bir kültürleştirme, olgunlaş­tırma etkeni olduğuna inanıyorum. Nitekim bu yıl Millî Eği­tim Bakanlığının isteği üzerine yazdığım «Milletçe kalkınma­

nın sosyal şartları» başlıklı raporumda Türkiye’nin yalnız başına maarifle kalkmamıyacağmı, kalkınmanın milletçe ola­bileceğini, Millî Eğitim Bakanlığının kendisine düşen ödevi de ancak o zaman yapabileceğini söyledim.

Burada Gökalp’m Maarif ve Hars başlıklı bir yazısın­dan çok önemli bulduğum bir parçayı alıyorum:

«Bazı milletlerde maarifle hars birbirine uygundur. De­mek ki bunlarda müteazzi terbiye münteşir terbiyenin izini takip etmiştir. İşte cermen milletleriyle anglosaksonlar bu

Page 181: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

180 Z İ Y A G Ö K A L P

haldedir. Bu milletlerde, çocuklara münteşir terbiyenin ver­diği hislerle müteazzi terbiyenin verdiği fikirler birbiriyle hemahenktr. Bizde ise müteazzi terbiye ile alınan yabancı

fikirler, münteşir terbiye ile alman millî duygulara mübayin olduğu için maarifimizle harsımız biribirine yan gözle ba­karlar. Su ile zeytinyağı nasıl biribirine karışmazsa, bizim

maarifimizle harsımız da, daima biribirine temas etmekle be­raber, şimdiye kadar karşılıklı intibaktan mahrum kalmış­lardır. Memleketimizde hükümran olan gençlik buhraniy’e kadınlık buhranı maarifimizle harsımız arasındaki bu acıklı tezadın neticeleri değil midir? Ben bütün İçtimaî buhranla­rımızda bu umumî sebebin tesirlerini görüyorum. Memleke­timizde maarif intişar ettikçe ahlâk bozuluyor, maneviyat yı- kılıoyr, ruh hastalıkları, zihin buhranları artıyor. Bu hale bakınca, Jean Jacques Rousseau’ya hak vermemek elden gel­miyor. Fakat hiç şüphesiz, Rousseau’nun muzır addettiği maarif bir taraftan millî harsa, diğer tarafdan hakikî mede­niyete muhalif olan hasta bir maariftir. Yani bizdeki maari­fe benzeyen gayri millî, gayri medenî, sahte bir irfandır. Yok­sa, bugün sağlam milletlerde hâkim olan sağlam maarifler niçin muzır olsunlar? Bu gibi milletlerde maarif intişar et­tikçe ahlâkın da muvazi bir surette tekemmül ettiğini görü­yoruz. Bizde en büyük ahlâksızlıklar, en çok malûmat sa­hibi olanlar arasında zuhur ettiği halde, sağlam milletlerde en büyük âlimler ahlâkça da en faziletli insanlardır. Demek ki onlardaki maarifle bizdeki maarif başka başka şeylerdir, Rousseau muzır mariften kurtulmak için tabiata rücu etme­yi tavsiye ediyordu. Bence Rousseau daima doğru hissettiği

halde, ekseriya, hislerini doğru ifade edememiştir. Rousseau’ nun tabiat dediği şey bugün hars namı verdiğimiz tabiî ha­

yatımızdan ibarettir. Meselâ eski bir yazı lisanımız var ki sunîdir. Konuştuğumuz lisân ise tabiî bir lisandır. Aruz arap- larla acemler için tabiî bir vezin olduğu halde, bizim için sunîdir. Çünkü onlarda halk türküleri de aruz vezni iledir. Aynı zamanda, onlarda aruz vezni çocuklara münteşir terbi­

Page 182: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 181

ye ile geçer. Bizde ise ne halk türküleri aruz vezniyledir, ne de bu vezin münteşir terbiye ile öğrenilir. Bu müessesenin tabiîliğine delâlet eden bu iki vasıf bizde yalnız hece vez­ninde mevcuttur. Demek ki Rousseau’nun «tabiata rücu ede­lim» kaidesi bizi konuşulan lisana, türkülerde terennüm edi­len vezinle musikiye, yaşanılan dine, ahlâka, bediiyata, hu­

kuka dâvet ediyor. Yani Rousseau bizi İçtimaî şeniyete ça­ğırıyor. Çünkü İçtimaî şeniyet cemiyetin vicdanında yaşayan duygular, fikirler ve iradelerdir.

«Halbuki biz bunlara büsbütün yabancı bir maarif yap­mışız. İşte bugünkü türkçülük de aynı davette bulunuyor, türkleri hayata, tabiata, şeniyete çağırıyor. Roussea’u’dan

feyyaz bir romantizm doğduğu gibi, bugünkü türkçülükten de feyizli bir hayatçılık doğacaktır. Fakat bu hayatçılık yal­nız edebiyata münhasır olmıyacak, içtimai miiesseselerin hepsine şamil bulunacaktır. Meselâ, konuşulan lisana avdet, lisanda hayatçılık, halk vezinlerine rücu vezinde hayatçılık, halk musikisine dönüş musikide hayatçılık, halk masallarına, eski usturelerine rücu edebiyatta halkçılıktır. Bu düsturu mimariye, oda ve salon tefrişatma, ressamlığa, hattâ bütün ince elişlerine tatbik edersek bediiyatta da. umumî bir ha- yatçılık husule gelir. Aynı suretle ahlâkta, hukukta., iktisatta, felsefede de bir hayatçılık cereyanı vardır. Zaten romantizm de tabiîlik ve hayatilik demektir. Sunîlikten, cansızlıktan ta­biata ve hayata avdet suretinde olan her hareket, hayatçılık,

yani romantizm mahiyetindedir. Hayatçılık münteşir cemi­yetin müteazzi cemiyete karşı bir isyanı, bir aksülamelidir.

İnsanların müteazzi maariften münteşir harsa ve hür ilme

doğru kaçmasıdır.

«İşte, harsî türkçülüğün ilk gayesi budur. Yani maarifi­mizi bir taraftan beynelmilel medeniyete, diğer cihetten millî harsa intibak ettirmektir. Filhakika., bu maksadın hu­sulünden sonra yeniden bir müteazzi maarif vücuda gelecek. Fakat, bu müteazzi maarif millî harsa ve beynelmilel mede-

Page 183: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

182■t

Z İ Y A G Ö K A L P

niyete muvafık olacağı için hem millî hem de asrı bir mahi­

yette bulunacaktır. Harsî türkçülüğün ikinci gayesi bu ma­arifi umum türklere tamim etmektir.» (*)

Gökalp, bu yazılarıyla eğitim yarasını iyice deşmiştir. Ben bütün bu düşünceleri yerli yerinde, çok doğru buluyo­rum. Maarifcilerin, aydınların, politikacıların Gökalp’m bu anlayışı üzerinde durmalarını diliyorum. Onun için bu ko­nu dolayısıyla dikkati bir nokta üzerine çekmekten de ken­dimi alamıyorum. Gerçi Gökalp konuyu bütün gerçekliği ile ele almış, sonuna kadar da açıklamıştır. Ancak, konu o kadar karmaşık bir konudur ki insan onun üzerinde durur­ken bütün sorumluluğu okullara, öğretmenlere yükleteceği geliyor. Maarifimizin bugünkü durumundan sorumlu olanlar okullar, öğretmenler mi, yoksa, aydınlar mı? Eğer olandan bitenden doğrudan doğruya okulları, öğretmenleri sorumlu tutuyorsak, bu anlayış yanlış bir anlayışıtr. Çünkü okullar, sanıldığı gibi, kültürdeki, medeniyetteki yeniliklerin yara­tıcıları değil, belki olmakta olanları, olup bitenleri yeni ku­şaklara göçürme organlarıdır. Okul var olanı verir.

Yunus Emre’lerin halk dilinde yaşadığı bir devirde ay­dınlar hâlâ osmanlıca kırması, Edebiyatı Cedide bozması bir dille konuşuyorlarsa onların okul için yazdıkları kitaplar, verecekleri dersler, yapacakları talkınlar Emre’lerinki so­yundan olmıyacaktır.

Halkın ruhunda yaşıyan vecitli dinden söz açıyorsunuz. İstiyorsunuz ki okullardaki din dersleri bu vecde yakışır ol­sun. Bu isteğiniz yerindedir. Ancak, bu ülkünüz he­men gerçekleşebilir mi? Öyle bir ülkede ki «Nefsinizi körletin» anlamında olan bir kur’an âyetini «nefsinizi kat­ledin» diye çeviriyorlar. Öyle bir ülkedeki Nuh’un gemisine

motör koyup «fayrap» ettiriyorlar. Öyle bir ülkedeki Zeke-

(*) Ziya Gökalp, Maarif ve Hars (Yeni Mecmua, Sayı: 52)

Page 184: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 183

riya Peygambere mihrapta namaz kıldırıyorlar. Oysaki Ze- keriya Peygamberin Beniisra.il toprağında Allah’a ibadet et­tiği bildiriliyor. Dili, din anlayışı bu denli yamuk olan bir ülkede okul tek başına devrimci olabilir mi?

İşte okul yalnız elnde olanı, kendine düşeni yapabilir. Sosyal işbölümü bu işde de vardır. Ben durumu böyle anla­dığım içindir ki bundan onbeş yıl önce çalışa çabalıya kur’- an’ı ana dilimize çevirmeye başladım. Sonunda gördüm ki, kaim kafalıların, yamuk yüksekliklerin sandığı gibi, islâmi- yette kavmiyet dedikleri, milliyet yok değil, vardır. İslâm di­ni doğruluk dini, iyilik dini, güzellik dinidir, milliyet dini­dir. Niçin? Çünkü dillerimizin, renklerimizin ayrı ayrı yara­tılması yerlerin, göklerin yaratılması gibi, Allah’ın varlığına

belge olarak söyleyen Kur’an’dır. Allah’ın bütün insanları bir tek kavim olarak yaratabilirken imanları kavim, kavim, ay­rı ayrı yaratmasındaki sırrın onları denemek olduğunu söy- liyen Kur’an’dır. Her kavme kendinden Peygamber gönde­rildiğini, her kavme kendi diliyle bildirildiğini, Kur’an’ın arapça gönderilmesinin nedeni Peygamberin araplar arasın­da bulunduğunu, eğer kur’an yabancı dille gönderilmiş ol­saydı araplarm yadırgayacağını söyleyen yine lmr’an’dır. An­cak, bütün bu gerçelker kur’an’da kalmış, okul kültürüne gi­rememiştir. Öyleyse suç kimindir? Okulların mı, din adam­larının mı, memleketi yönetenlerin mi, yoksa istenildiği gibi okutan, istenildiği gibi çocukların kafasını dolduran emir kulu öğretmenlerin mi? Böyle bir durumda okulculardan daha fazlasını istemek haksızlık olur. Çünkü öğretmen bir ihtilâlci değil, bir devrimci de değil, yalnız bir evrimcidir. İhtilâli toplumlar yapar. Pedagoji, okul, eğitim ihtilâli de öy­le?

Çocuk dünyaya geldiği zaman lâmillîdir. Çocuğun mil­lîleşmesi gerektir. Nasıl millileşecek? Eski ya da yeni mede­niyetin cansız an’anelerini öğrenerek millileşemez. Çünkü

henüz millî harsı almamıştır ki bu an’aneler onun kafasında

Page 185: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

184 Z İ Y A G Ö K A L P

canlanabilsin de müessese olumuna gelsin. Yapılacak iş ne­dir? An’anelerin müessese olumuna gelmesi, ancak, galeyan- lı iç tornala rda, yani coşkun toplantılarda olabiliyor. Mefkü­reler, değer akıntıları, kamu oyu ancak bu coşkun toplantı­

larda doğuyor. Mefkûrelerin ancak büyük mağlûbiyetlerde, ya da büyük zaferlerde doğduğunu belirten Balkan mağ­lubiyeti, Çanakkale zaferi gibi birçok tarih olayları vardır. Gökalp, mefkûrelerin kaynağı millî coşkunluklar olduğunu söyledikten sonra sonuç olarak şunu söylüyor: «İşte çocuk­larımız mektepte cansız medeniyetlerin cansız an'aneleri ye­rine millî vicdanımızda yaşıyan dinî, ahlâkî, hukukî, bedii ilh. Kıymet duyguları ile işba edilmeye başladığı zaman ora­da tamamiyle millî fertler çıkmaya başlayacaklardır. An­cak bu suretledir ki, mektep millî buhranların trebiyevî ro­lünü idame eden bir âmil olabilir. Şüphesiz terbiyenin en mühim menbaı millî buhranlardır.» (*)

Gökalp’m buraya kadar söyledikleri hep doğru. Ancak,

bütün bu düşünceler eğitim denilen sosyal olgu ile henüz ilintili değil. Aile, okul, toplum ne yapmalı ki henüz millî

kültürü almamış olan toylara bu kültürü aşılayabilsin? Gö- kalp’m bu yazısında eğitim olgusu ile ilintisi olduğu sezilen

düşünce şudur:

«Maamafih bu terbiyevî vazifeyi daima millî buhranlar­dan bekliyemeyiz. Bu gibi anlar uzun müddet devam edemez ve etmemelidir. Millî buhran geçince doğurduğu mefkûre

ancak onun timsalleri olan millî bir bayramda, mefkûrevî alamet ve düsturlarda devam edebilir. Bu gibi millî timsal­lerin terbiyevî tesirleri ehemmiyetlidir. Fakat, millî buhran­ların terbiyevî vazifesi diğer amillerden ziyade mekteplere ve bilhassa sultanî mekteplerine intikal eder.» (**)

(* ) Ziya 'Gökalp, terbiyenin gayesi nedir? Fert mi, yoksa m il­

let mi? (M uallim Mecmuası, sayı: 3>

(**) Ziya Gökalp, adı geçen eser.

Page 186: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 185

Gökalp, bu yazısında sultanî mektepleri üzerinde de du­ruyor. Bu okulların görevleri ne olması gerektiğini söylüyor:

«Fakat millî buhranların terbiyevî vazifesi diğer amil­lerden ziyade mekteplere ve bilhassa sultanî mekteplerine intikal eder. Çünkü sultanîlerdeki talebeler gençlik devrinde bulunanlardır. Müsbet ilimlerle takviye olunan bu genç ze­kâlar, esasen İçtimaî vicdana istinat eden kıymet hükümleri­ni maddî ilimlerin mantığı ile tahlile başlıyacaklarmdan ruh­larında kıymet hükümleri hakkında derin şüpheler uyanma­sı zarurîdir. İşte gençlik buhranı bu şüphelerin tevlit ettiği ıstıraplardır. Söylenen şeylere inanmamak, işte ruhun çek­tiği ıstırapların en şedidi budur.» (*)

Gökalp, bu yazısında milliyet, insanlık eğitimi bakımın­dan çok önemli olan bir konu üzerinde de duruyor. Bu ko­

nu bütün eğiticilerin, idarecilerin, kültür adamlarının dikka­tini çekmelidir:

«Avrupa’da gençliğin bu buhran devresinde maddî bil­gilere karşı İnsanî ve manevî bilgilerle mukavemet husule getirmek için sultanîlerde İnsaniyat (Les humanites) namı verilen marifetler tedris olunur. Bunlar Alfrede Fouillee’ye göre, edebiyat, felsefe ve içtimaiyattan ibarettir. Bu tedrisler manevî duygulardan mürekkep olan millî harsı maddî ilim­lere karşı inhilâlden vikaye ettiği için terbiyevî tedrislerin:

esasıdır.» (**)Gökalp’m yazılarından konu ile ilintili olarak aldığım

bu parçaların çoğu millî eğitimin gayesi, ereği ile ilintilidir. Bu da an’anelerin, kendi anladığı anlamda, yeni yetişenlerin

ruhunda yaşıyarak millî müessese, millî kurun olumuna gel­mesidir. Bunun için' millî coşkunluklarda yararlanmak var. Ancak bunlar da gelip geçicidir. Bu durumda tek araç, Ba- tı’nın htımanite adını verdiği insaniyat, insanlık kültürü ola-

(*) Ziya Gökalp, Adı geçen eser.

(**) Ziya Gökalp, adı geçen eser.

Page 187: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

.186 ZİYA GÖKALP

bilecektir. Gökalp’ın bu kültürden anladığı, Alf'rede Fouillee’ nin anladığı gibi edebiyat, felsefe, içtimaiyat, yani sosyoloji­dir. Ben de böyle düşünüyorum. Ancak, tutulacak yolun apaydın olması gerekiyor. Sosyoloji, felsefe birer kültür dersi değil, birer medeniyet dersidir. Çünkü bunlar gönüle değil, akla söylerler. Edebiyata gelince, bu da iki türlü an­laşılır. Biri edebiyat tarihi, edebî eserler psikolojisi gibi. Bu -da ötekiler gibi bir akıl dersidir. Böyle anlaşılan eedbiyat da Sıumanite’nin kendisi olamaz. Öyleyse, bir kültür konusu, bir millet etkeni olarak anlaşılması gerekli olan humanite ne­dir? Kanımı söylüyorum. Millet tarihinin, insanlık tarihinin öyle olayları, olmuşları, bunları anlatan öyle eserleri vardır ki onları millet diliyle serilmiş görüp okuduğumuz, ya da dinlediğimiz zaman kendimizden geçeriz, kahramanlarının kahramalnığına vurulurz, millet adamı olarak milletcilikle- riyle, insanlıklarıyla övünürüz. İşte, benim, humanite kültü­ründen, hümanizmadan anladığım bu dur. Bu işi yapmak için hem millet tarihini, hem de insanlık tarihini gözden geçir­mek, elemek, bu iki kaynaktan din, ahlâk, dil, sanat şahe­serlerini seçmek, sonra bunları bir araya getirip toyların önü­ne sermek gerektir.

«Bence, evvelemirde mekteplerimizde iktisat, hukuk, ahlâk namlariyle okuttuğumuz iğreti bilgilerin müsbet ve beynelmilel ilimler olmadığını artık anlamalıyız. Filhakika içtimaiyat usulünün tatbiki sayesinde yavaş yavaş mukaye­seli hukuk, mukayeseli iktisat gibi müsbet ilimler, teessüse başlamıştır. Fakat, bizim düsturulamel ittihaz ettiğimiz bil­giler bu yeni ilimler değldir. Bu hakkî limlere henüz mem­leketimizde yan gözle bakılıyor. Vakıa, bunlar Avrupa’da da

başlangıç devresinde olduklarından henüz son sözlerini söy­lemekten uzaktırlar. Fakat, hiç olmazsa, saliklerini yanlış yollara sevk etmezler. Bunların yardımıyla biz de kendi mil­lî ihtiyaçlarımıza uygun, hükukî, ahlâkî, İktisadî sistemler yapabiliriz. Ve işte ilk işimiz bu olmalıdır.» (*)

(*) Ziya Gökalp, Adı geçen eser.

Page 188: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 187

Gökalp talimin, öğretimin amacından, görevinden ay­rıca. söz açıyor. Çünkü ona göre talim ile terbiye, öğretim

ile eğitim ayrı şeylerdir. Şöyle diyor:

«Talimin gayesi evvelâ çocuklara iptidaî malûmatı ver­mek, saniyen gençlere meslekî ve ihtisası malûmatları ita etmektir. Talimin esası, şüphesiz, intifaîdir. Fakat talimi tedrislerden başka bir de terbiyevî tedrisler var ki bunların gayesi sınıfı müdiri teşkil edecek olan fertlerde bîmenfaat- lik, hasbilik, fedakârlık duygularını tenmiye etmektir. İp­

tidaî mektepler ile meslekî ve ihtisas mektepleri talimi bir mahiyeti haizdir. Fakat sınıfı müdiri yetiştirmek vazifesiyle mükellef olan sulta,nîler sırf terbiyevî bir mahiyeti haizdir. Sultanîlerden yetişecek olanlar hukukşinas, tabip, muhrarir, memur, muallim gibi milleti idare edecek güzidelerdir. Bun­lar bimeııfaat, vatanperver, fedakâr bir seciye ile yetişmez­lerse memleket felâket içinde kalır. Sultanîlerde tedrisin ga­yesi de «Fertlerin millî harsa temessülü» olmalıdır. Riyaziyat istidlal melekesinin, hikmeti tabiiye istikra melekesinin ter­biyesine hadim oldukları için terbiyevî tedrise teşrik edi­

lecek ilimlerdir. Diğer ilimler de hafızayı imlâ edecek un­surlarda ntecrit ve menşe ve tatbikatları dolayısıyla İçtimaî ve İnsanî olan cihetleri tevsi edilmek şartıyla bu tedrise ithal edilmelidir. Bilhassa bilahare İlmî ihtisaslara ayrılacak, ya­ni, tabip, mühendis, kimyager, ilh. olacak olan gençlerin edebî felsefî ve İçtimaî ilimlere, yani harsî bir tedrise ihti­yaçları vardır. Çünkü bunlar ihtisaslarına, lâzım olacak ilim­leri ihtisas mekteplerinde mufassalan öğreneceklerdir. Hal­buki harsî tedrisi artık görmiyecekleri için bunu sultanîlerde kuvvetli bir surette görmeye muhtaçtırlar. O haİde Sultanî­lerde fünuıı şubesini ilga ederek mektebin heyeti umumiye-

sini harsî tedrise hasretmek iktiza eder.» (*)Büyük düşünce adamının bu anlayışları millî eğitim

(*) Ziya Gökalp, adı geçen makale

Page 189: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

183 Z İ Y A G Ö K A L P

politikamızın temel düşünceleri, ilkeleri olabilir, o denli va­rışlı, o denli kavrayışlıdır. Kanılarıma, uygundur. Bu konu­da birkaç düşüncemi açıklamak isterim. Ben, sultanîler de içinde, olmak: üzere, bütün genel okulların meslek okulları olmasını doğru bulurum. Bu konuda birçok yazı da yazmış

bulunuyorum. İkincisi, Gökalp'm sultanîler için düşündüğü

yetiştirme tarzının bütün okullarda uygulanmasını isterim. İdealistlik her meslek adamı için sosyallik şartıdır. Bu ba­kımdan idarecileri yetiştirme ile teknikçileri, sanayicileri ye­tiştirme usulü arasında hiçbir ayrılık görmem. Üçüncüsü, bence İlmî ihtisaslara ayrılacak gençlerin edebî, felsefî ve İçtimaî ilimlere, harsı tedrise ihtiyaçları olduğuna ben de kanıyorum. Ancak, bu harsî tedrislerin gençlerde harsî vic­danı, ‘ duyuncu ya.ratibleceğini sanmıyorum. Öyleyse, bu amaca ulaşmak için ne yapmalı?

Yapılacak tek iş çocukları/gençleri, vecit, coşkunluk ve* recek toplantılara katmaktır. Bu arada karagöz, ortaoyunu, tuluat gibi millî oyunların değerlerini bilinç altına kadar sızdıracak olan sırlı etklierini hiç unutmamalıdır. Yine bu arada gençliğe türklük aşısını yapacak olan büyüleyici var­lıklarımızdan biri de Mehter takımı olduğunu hiç unutma­malıdır.

Dinî, ahlâkî, edebî humanizmanm da bu işde pek biiyük

bir rolü olduğunu hiç unutmamak gerektir. Kur’an menkı­

beleri, peygamberin yaşayımı, Mete gibi tarih büyüklerinin davranışlarından yararlanmak elimizdedir. Bence terbiye, münteşir olanı da, müteazzi olanı da toplumuna, devrine gö­re, hem devrimci hem de durguncu olabilir. Aynı, toplumun hem yaygın, hem de toplu yaşayışında olsun, aile, okul gibi kapalı zümrelerinde olsun, devrimci de olabilir, durguncu da olabilir. Türkiye’deki millî kalkınma olayı bir örnektir. Bu

kalkınmada, en büyük rolü oynayan Balkan harbindeki ye­nilmenin acısını duyan, iptidaî mekteplerinde verilen millî terbiye ile türk ocaklarıdır.

Page 190: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 189

Gökalp’m düşünceleri arasında şu da vardır: «Demek ki çocuklara münteşir terbiye bugünkü cemiyetin vicdanını

naklettiği halde, mütazzi terbiye sabık neslin cansız müda- venlerini tahmile çalışır.»

Gökalp, hu sözlerden biraz önce de şöyle düşünüyor:

«Şüphesiz, bizdeki eski yazı lisanı ile eski yazı vezni mü­teazzi bir terbiyenin icbariyle çocuklara öğretilmemiş olsa, bulnar otuz sene sonra ortadan kalkar. Yeni neslin eline eski kitaplar verilmeyerek onlara yalnız yazı yazmak öğre­tilsin. Sabık neslin tahakkümünden kurtulan bu hür ruh­lar yalnız konuştukları lisanı yazacaklar, yalnız türkülerde işittikleri vezni istimal edeceklerdir.»

Demek ki okulda, ailede, meslek çevrelerinde bunları

yapmak insanın elindedir. Bu işde'rol oynayan, verilen eği­timin müetazzi olması değil, verilen eğitimin kendisi, gerici olmasıdır. 1908 Meşrutiyet devriminden sonra Türk okulla­rında eğitim yeniliklerini 'yapanlar münteşir terbiye değil, znüteazzi terbiyeyi veren okullardır. Bunların başında İstan­bul Darülmuallimini bulunmakta idi. Ancak, bu okulun yap­tığı yenilikler öğretim alanında kalıyordu. O tarihde İstan­bul’da Fmdıklı’da Şemsülmekâtip adlı özel okulun fahrî ders nazırlığını yapıyordum. Geniş bir yetkim vardı. Bu okulda yaptığım yenilikler şunlardır: Okul ve aile müsamereleri, öz

tiyatro denemeleri, kır gezintileri, bahçe işleri, hitabet eği­timi, muhtelif tedirsat, yeni resim metodunun uygulanması, -dişleri göreneği yerine gerçek işler metodunun uygulanma­

sı, self - education denemeleri. Küçükçamlıca’da Kamanto köşkünde Açıkhava Mektebinin kurulması, erkek, kız öğren­cilerin bir sınıfta ders alması (Coeducation). Bütün bu ye­nilikler talim ve terbiyede inkılâp adlı eserimle birlikte es­ki, görenekçi okulların, mahalle mekteplerinin, rüşdiye mek­teplerinin yıkılmasına, bunların yerine olumlu, düşündürü­

cü, hür bir eğitim anlayışının doğmasına yol çamıştır. De­

mek ki anlayışa, sırasma, yerine göre okul da yenici, devrim-

Page 191: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

190 Z İ Y A G Ö K A L P

ci olabiliyor. Nasıl ki Gökalp da bu gerçeği seziyor, yazısının

bir yerinde şu sözü söylüyor: «Esasen maarif, tabiî halde, büyük iki unsurdan, yani harsle beynelmilel medeniyetin mecmuundan ibarettir.»

Gökalp, böyle düşünerek «maarifin medeniyet kısmını ıslah için müracaat edeceğimiz yer, doğrudan doğruya Av­rupa'dır. Çünkü bu asrm medeniyeti Avrupa’daki medeni­yettir. Biz de maarifimizin medeniyete, yani müsbet ilimle- le fennî ameliyelere taallûk eden kısmını hiç bozmayarak Avrupa’dan almalıyız» diyor.

Gökalp’ın maarif hesabına Avrupa’dan almak istediği nedir? Bir kere alınacak şeylerin pozitif bilimler olduğuna hiç işkil yok. Ancak, Avrupa’dan alınacak şeyler arasında teknik de var. Bunlar arasında Güzel sanatlar, ayrıca peda­goji tekniği de var. Bu teknikler düşünülünce Batı kapıları­nı kapayıp kendi yuvamıza çekilmemiz doğru olacaktır. Çün­kü Batı Rönesans’dan bu yana, plastik sanatlar alanında yo­lunu şaşırmış, tabiata gitmiştir. Eğitim tekniğinde ise yine Rönesans’ın intellektci, mantıkçı anlayışına kapılarak sınıfcı,

ezberci, kelimeci, mantıkçı, smavcı, ölü bir pedagojiye kul­luk edegelmiştir. Biz Türkler Batı’dan ne böyle bir sanat tek­niği, ne de böyle bir pedagoji tekniği almak zorunda deği­liz. Ratı’dan alacaklarımız Batı’nm yalnız: bilimleridir. Sa­nat, pedagoji teknikleri gibi yamuk teknikler değildir.

Gökalp, «Maarifimizin ıslahı müşkül olan cihet varsa ta­allûk eden hissî ve vicdanî kısmıdır.» diyor. Çok doğrudur.. Ona göre, Türkiye maarifinin durumu şudur: Müteazzi ter-f biye ile alman yabancı fikirler münteşir terbiye ile alman millî duygularla mübayin olduğu için maarifimizle harsı­mız biribirine yan gözle bakarlar. Gökalp bu münasebetle Jean Jacques Rousseau’dan söz açarken şunları söylüyor: «Rousseau’nun tabiat dediği şey bugün hars namı verdiği­miz tabiî hayatımızdan ibarettir.» Gökalp’m bu anlayışı üze­rinde biraz durmak gerekiyor. Rousseau’nun Emile adlı ki­tabında Nature sözü sık sık geçer. Rousseau’ya göre, eğiti-

Page 192: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 191

min ilk evresi educatioıı negaiive dediği evredir ki bunun

görevi, çocuğu tabiata bırakmaktır. Oldukça uzun sürecek olan bu evreden sonra ikinci evre gelir. Bu da dmaturation dediği evredir. Bu kelime söz olarak doğayı bozma evresi de­

mektir. Ancak, Rousseau’nun evrim felsefesi doğru anlaşıl­madıkça bu gibi terimlerini doğru anlamak elde olmaz. Ro- usseau'nun eğitim felsefesi aşı hayalinden esinlenmiştir. Ro- usseau'ya göre çocuk, yabanî bir ağaçtır. Bu ağacın kendine göre yetişme, gelişme kanunları vardır. Onlara boyun eğmek gerektir. İşte, eğitim bu yabanî üzerine vurulan ehlî aşıdır: Böyle yaparak tabiat denilen yabanî değiştirilmiş olur. An­cak, Rousseau’nun buradaki tabiatı değiştirme (Denatura- tion) dediği şey, socialisation sosyalleştirme demektir. Onun için Gökalp’m anlayışına göre, Rousseau’nun eğitim felsefe­sinde harse yer verdiği doğrudur. Ancak, bu felsefede harsı düşündüren şey nature, (doğa)- değil, societe, toplumdur. Benim bu satırları yazmaktaki amacım Gökalp’ın inancım daha sağlam bir temele dayamak olduğu gibi, bir de Rousse­au’nun tarih boyunca gizli kalmış olan sağlam felsefesini bir kere daha aydınlatmaktır. (*) Gökalp’m şu sözleri de benim bu açıklamamın doğru olduğunu göstermektedir: «Demek ki Rousseau’nun «tabiata rücu edelim» kaidesi bizi konuşulan lisana, türkülerde terennüm edilen vezine, musikiye, yaşanı­lan dine, ahlâka, bediiyata, hukuka davet ediyor. Yani Rous- seau, bizi İçtimaî şeniyete çağırıyor. Çünkü İçtimaî şeniyet cemiyetin vicdanında yaşıyan duygular, fikirler ve iradeler­dir.» (**)

Jean Jacques Rousseau, romantizm akımını yaratmıştır. Gökalp da zamanındaki türkçülüğün feyizli bir hayatçılık do­ğurmasını istiyor. Bu hayatçılık edebiyata münhasır kalmı- yacak, İçtimaî müesseselerin hepsine şamil bulunacaklardır.

(*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Jean Jacques Rousseau, Ter­biye Felsefesi.

(**) Ziya Gökalp, Maarif ve Hars (Yeni Mecmua, Sayı: 52).

Page 193: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

192 Z İ Y A G ö ' K A L P

Bu düsturu mimarlığa, oda, salon eşyasına, ressamlığa, hat­tâ bütün ince elişlerine tatbik edeceğiz. Böylelikle güzel eser­ler alanında bütün bir hayatcılık meydana gelecektir. Bu canlanma ahlâkta, hukukta, iktisatta, felsefede de olacaktır. Zaten romantizm, tabiîlik, hayatilik demektir. Göklp böyle düşünerek şu sözle inancını büsbütün açıklamış oluyor: «Sü­mükten, cansızlıktan tabiata ve haypta avdet suretinde olan her hareket hayatcılık yani romantizm mahiyetindedir. Ha­yalcilik münteşir cemiyetin müteazzi cemiyete karşı bir is­yanı, bir aksülamelidir. İnsanların müteazzi maarif den mün­

teşir harsa ve hür ilme doğru kaçmasıdır.» (*)Gökalp’m eğitim dileği ne zaman, nasıl gerçekleşebilir?

Maarifimiz bir yandan milletlerarası medeniyet, bir yandan da millî harsa ne zaman, nasıl intibak edebilir? Birinci so­runun doğru olarak karşılığını verebilmek için eğitim konu­

sunda beynelmilellik, milletl-eraracıl-ık ne demektir, bunu

doğru olarak anlamalıyız. Sonra, bu sorunun karşılığını ver­meye çalışmalıyız.

Konu eğitim konusu olduğuna göre, eğitimde medeniyet eğitim bilimi demektir. Pedagoji değil, eğitim bilimi diyo­rum. Ben Rousseau’nun pedagojisi gibi, eğitim gerçeğiyle

ilintili sezgilerle dolu olan felsefeleri bir yana bırakarak di­yorum ki, eğer eğitim bilimi diye bir bilim varsa, bu bilim ancak, eğitim sosyolojisi ile eğitim psikolojisi olabilir. Bu iki bilim dışında pedagoji diye bir eğitim bilimi yoktur, ola­maz da. Çünkü eğitim din, ahlâk, hukuk, teknik, ekonomi, dil, sanat gibi sosyal karakterler taşıyan sosyal olgulardan biridir. Onun için eğitim biiimi, olsa olsa, sosyoloji bilimi­

nin kollarından olabilir. ̂ İşte bu anlayışla eğitim gerçeğini incelediğimiz zaman

br kısmı sosyal, bir kısmı da psikolojik olan beş eğitim il­kesi ile karşılaşırız. Bunlar:

(*)' Ziya Gökalp, adı geçen eser.

Page 194: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 193

1) Kişilik ilkesi: Eğitim görevi sosyal kişiliği varetmek- tir.

2) Çevre ilkesi: Her eğitimin çevresi kendine göredir.3) Çalışma ilkesi: Her kişilik kişinin kendi çalışmasıyla

elde edilebilir.4) Verim ilkesi: Sosyal verimi olmayan çalışma sosyal

kişiliği var edemez.

5) Başlatma ilkesi: Eğitim sosyal kişiliği edinmiye baş­latmaktır.

Bu ilkeler 1932’de yayınladığım İçtimaî Mektep adlı, pe­dagoji tezimi taşıyan kitabımda uzun uzadıya açıklanmıştır., Ben bu kitabımı yayınlayarak Türkiye’de yepyeni bir maarif

hareketi, okul devrimi olacağını sanmıştım. Böyle olmadı.

Bu ilkelerden bir kaçını benimseyip uygulayan köy enstitü­lerini bir yana bırakacak olursak, yurtta bu pedagoji tezi ile

ilgilenen ne bir okul, ne de bir maarifci görülmemiştir. De­mek oluyor ki bizler bugün bile Gökalp’m varılmasını iste­

diği harscılıktan, medeniyetçilikten uzaktayız.Acıklı olan durum şudur: Ayrı yaşta, ayrı yaradılışta, ay­

rı zekâda olan çocukları, gençleri sınıf denilen eğitim kap­larına dolduruyoruz. Okutuyoruz, anlatıyoruz. Ancak, bü­tün bu okuttuğumuz, anlattığımız şeylerin kelimelerini, te­rimlerini ezberletiyoruz. Bütün bu okutmalar, anlatmalar, ezberletmeler yapılırken de çocukları, gençleri oturtuyoruz, kımıldatmıyoruz, çalıştırmıyoruz. Niçin böyle yapıyoruz?

Çünkü Öğrenmenin, bellemenin, yetişmenin, yapmanın, yaratmanın ilk şartı dinlemek, okumak, anlamak, ezberlemek kafayı doldurmak oduğunu sanıyoruz. Bü anlayışa göre kuk­la, insan şahsiyeti içi doldurularak meydana gelen bir kap­tan ibarettir. Kısaca söylemek gerekirse bugünkü kafa ha­yali ortaçağın table rase taştahta hayalinden başka bir şey değildir. Niçin böyle yapıyoruz? Avrupa böyle yapıyor diye

yapıyoruz. Avrupa pedagojisinin durumu acıklıdır. Bizim

durumumuz ise ondan daha acıklıdır.F: 13

Page 195: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

X

DİN EĞİTİMİ

Önce din eğitimi ne demektir, onu düşünelim. Gökalp’a göre «Bir kavmin vicdanında yaşıyan» kıymet hükümlerinin (Jugements de valeur) mecmuuna o kavmin harsı (cültüre)

denilir. Terbiye, bu harsı o kavmin fertlerinde ruhî meleke­ler haline getirmektir. Bir kavmin zihninde yaşıyan şeniyet hükümlerinin (Jugements de realite) mecmuuna o kavmin fenniyatı (technologie) denilir. Talim, bu bilgileri o kavmin

fertlerinde ruhî itiyatlar haline getirmektir.» (*)Bu anlayışa göre, din eğitimi din kültürünün verilmesi,

din kişiliğinin yaratılması demektir. Böyle olunca da din eği­timinin ilk işi bu kültür üzerinde durmak, onun sosyal, kol- Iektif varlığını doğru olarak anlamaktır. Böyle anlaşılan din eğitimi nasıl, kimler yönünden verilecek sorusunu sorunca din eğitimi ile uğraşanlar, din eğiticileri hatıra gelir. Bunlar da okullardaki din öğretmenleri ile camilerdeki vaizler, imam, hatip gibi din adamlarıdır. Bu insanlara düşen ödev İslâm dinini olduğu gibi, doğru olarak öğretmektir. Öyleyse, Türkiye'de din eğitiminin başarısını sağlıyacak olan ilk şart bu insanların var olması, yok iseler yetiştirilmesidir. Bu iş yapılmadıkça, din eğitimi olarak verilecek derslerin, edilecek vaazların bir değeri olamaz. Gökalp’a göre, ahlâk ve fazilet kaidelerinin en mütekâmil şekilini de nefsinde toplayan bir­leştirici, cesaret verici ve karakter yapıcı bir din terbiyesi

(*) Ziya Gökalp, Terbiye ve Milliyet, (M uallim dergisi, sayı: 1).

Page 196: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 195

lüzumudur. Şu satırları aynen «Dine Doğru» adlı yazısından alıyorum:

«Bütün hayatlarında kuvvetli bir seciye gösteren insan-r

Iar, umumiyetle çocukluklarında dinî terbiye alanlardır. Ço­cukluklarında din terbiyesi almıyanlar ölünceye kadar şah­siyetsiz kalmaya, iradesiz ve seciyesiz yaşamaya mahkûm­durlar. Riavyete göre, Ahmet Vefik Paşa’ya medenî cesareti­nin istinatgahını sormuşlar. «Allah’a tevekkülümdür» ceva­bını vermiş.»

Gökalp’ın bir parçasını yukarıya aldığını bu yazısı önce İslâm Mecmuası’nda «İslâm terbiyesinin mahiyeti» başlığı altında çıkmıştır. Sonra bu yazı türkleşmek, İslâmlaşmak, muasırlaşmak adlı kitabına «terbiye» başlığı ile alınmıştır. Gökalp, bu yazısında islâm terbiyesinden değil, İslâm terbi­yesinin gerekirliğinden söz açmaktadır. Bu terbiye olmadık­ça millî kişilik de olamıyor. Gökalp’m üzerinde durduğu din eğitimi konusu kişilik psikolojisinin büyük bir dikkatle üze­rinde durmak, incelemek zorunda olduğumuz çok önemli, hem de çok karanlık bir konudur.

Gerçekler ne kadar acı, üzücü olurlarsa olsunlar, onla­

ra yaklaştırmaktan korkmamalıyız, onları tanımaktan geri durmamalıyız. Böyle davranmanın tersi milletimizin zararı­na olur. Din konusu için de böyle. Gökalp aşağıya aldığım yazısında dinsiz kalan gençler üzerinde duruyor. Kimsenin görmediği bir gerçeği ortaya koyuyor. Gökalp’a göre hıristi- yanlık âleminde yeni bir millet olarak yaşıyanlar yalnız pro- testan milletlerdir. Bunlar haberleri olmadan İslâmlaşmış olan toplumlar dır. Çünkü bu toplumlarda aydınlar halk gibi dinli, halk da aydınlar gibi hürdür. Oysaki katolik milletler­de hür olan aydınlar, dinli olan halk ise hürlükten yoksun­dur. Gökalp, böyle söyledikten sonra islâm âlemi, islâm genç­liği üzerinde de şöyle duruyor:

«İslâm âleminde ise münevverlerin dindar ve dindarla­rın hürriyetperver olması gayet tabiîdir. Bunun için yegâne

Page 197: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

196 Z İ Y A G Ö K A L P

şart islâmiyetin doğru “bir gözle görülmesidir. Mütefekkir­

lerimiz doğru duymaya, doğru düşünmeye başladıkları gün artık gençlik âleminde din buhranına imkân kalmayacaktır. Çünkü, İslâm dini ne beynelmilel olan akıl ile, ne de millî o-

lan örf ile hiçbir vakit, ihtilâf halini alamaz. Avrupa’da asır­lardan beri çalışıldığı halde halledilmemiş olan nizaî ilim ve din meselesi bizim dinimizde ilk günden beri halledil­miştir. Görülüyor ki gençlik buhranına uğrayan genç ruhlar tanzimat mütefikkirleri gibi, din meselesine lâkayıt kalma­mışlar, bilâkis dinin örf ve akıl ile mevcut olan rabıtalarını arayarak dinin en münevver tabakalar arasında bile mahfu- ziyetini temine çalışmışlardır. Filhakika dikkat edilirse gö­

rülür ki bizde dinî tetkiklerin başladığı günden beri vaktiyle islâmiyete karşı lâkayıt bir vaziyet alan gençler şimdi ekse­riyetle islâmiyetin muhip ve ihtiramkârı olmulşardır.» (*)

Bu yazıda benim dikkatimi çok çeken, bu son cümledir. Demek, din buhranına uğrayan gençleri kurtarmak için di­nin karanlıkta kalmış olan gerçeklerini aydınlatmak yete­

cektir. Gökalp, ne kadar doğru, ne kadar açık düşünüyor. Ne yazık ki, Tanzimat’tan bu yana, olması gereken şeylerin hepsi olmamıştır. Türkleşme konusunda büyük ilerilemeler olmuş ise de İslâmlaşma, asrîleşme işlerinde büyük ilerle­meler olmamıştır. Daha açık söylemek istiyorum: Asrîleş­

mek işini gerektiği gibi bilim temellerine dayanarak, ger- eçkleri objektif olarak inceliyerek aydınlatmış, tanıtmış de­

ğiliz. İslâmlaşma işinde de ilerlemek şöyle dursun, gerisin geriye gitmişizdir. Hiçbir devirde gericiler bu kadar kuvvetli olmamışlardır. Bence bu başarısızlıkların nedeni gerçek korkusudur. Din işlerindeki çekingenliğimiz bu korkunun bir sonucudur. Onun için, din konusunu yeniden ele alma­

mız gerekiyor.«Gençlik buhranı bir mecmuadır. Bu mecmuayı din buh-

(*> Ziya Gökalp, Dine Doğru (Küçük Mecmua, Sayı: 5)

Page 198: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

ram, ahlâk buhranı, lisan buhranı, sanat buhranı ilh. gibi buhranlara tefrik edebiliriz. Gençlik arasında din buhranının

doğmasına sebep bir taraftan mekteplerde din terbiyesi ve­renlerin hakikî İslâmiyet! bilmemeleri, diğer cihetten de müs­

bet ilimleri okutan muallimlerin ilimlerin künhüne vakıf olmamaları, yani feylesof bulunmamalarıdır. Gençlik bu iki tesir altında düşünmeye başlayınca, zarurî, olarak, bir taraf­tan dinle akıl arasında, diğer cihetten dinle örf arasında iti- lâfsızlık olduğuna kani olur.

«Çocuk mektebe gitmeden muvazeneli bir ruha maliktir. Mektep haricinde büyüyen tahsilsiz gençler de daima muva­zeneli kalırlar. Halbuki ruhunu yükseltmek, zekâsını nema-

landırmak için mektebe devam eden gençler, tahsile olan aşkları nispetinde, muvazenelerini kaybetmeye mahkûm­durlar. Çünkü irada bazı din muallimlerinden ise yine örfe, hem dine uymayan fikirler öğreneceklerdir. Halbuki beri yanda da aile ve cemiyet muhitleri onlara ruhun en derin hislerine kadar nafiz olan canlı örfleri nefh etmektedir. Din, akıl, örf, ruha hâkim,olan bu iiç kuvvet gençlerin kafasında, biri biriyle imtizaç edemez bir hale gelince gençlik buhranı gayet tabiî olarak doğar. Gençlerin din buhranına uğrama­larını, onların hafifliklerine, lâubaliliklerine atfetmek doğru

değildir. Bilakis, hafif, laubali olmayan gençlerdir ki bilhas­sa bu buhrana, uğramışlardır. Hafifler ve laubaliler bu üç kuvvet arasında tenakuz olup olmadığını bile hissetmezler.

Hattâ hissetseler de üçüne birden omuz silkmekten çekin­

mezler. Din buhranı geçirenler dinin itikatlarını ceffelkalem inirfir edenler değil, bilakis, ruhundaki çarpışmalara rağmen

onlardan hiçbir surette vazgeçemiyenlerdir.» (*)«Bir türk babası, çocuğunun türkçe konuşmamasına,

türkçe okuyup yazmamasına, türk tarihini bilmemesine rıza, gösteremez. Aynı zamanda islâm itikat ve ibadetlerini bil­memesini, islâm tarihinden bihaber kalmasını da tasvip ede-

Z İ Y A G Ö K A L P 197

(* ) Ziya Gökalp, Türkçülük nedir? (Yeni Mecmua, Sayı: 29)

Page 199: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

198 Z İ Y A G Ö K A L P

mez. Bu baba çocuğunun türk ve islâm olarak büyümesini istediği gibi, muasır bir insan olarak yetişmesini de arzu eder. O halde bizim için tam bir terbiye üç kısımdan mü­rekkeptir. Türk terbiyesi, islâm terbiyesi, asır terbiyesi,.» (*)

Gökalp bu yazısında Tanzimat’tan önceki, sonraki de­

virlerin eğitim durumunu anlattıktan sonra şu üç eğitiminde gerekli olduğunu şöyle anlatıyir:

«Bu üç terbiye biribirinin muavin ve mükemmili ol­makla mükelleftirler. Halbuki selâhiyetlerinin daireleri ve bu dairelerin hudutları makul ve muhik bir surette tayin ve tahdit, edilmezse yekdiğerine muarız ve muhasım olabilirler.»

«Asır terbiyesi maddiyat sahasında kalmıyarak, mane­viyat âlemine tecavüz ettiği dakikada islâm ve türk terbiye­lerinin hukukuna taarruz etmi şolur. Millî ve dinî terbiyele­rin hudutlarını tayin etmek ise daha güçtür. İslâm an’anele-

rinden hangilerinin doğrudan doğruya islâmiyete, hangileri­nin arap, fars, yahut türke ait olduğunu göstermek amik tetkiklere muhtaçtır.»

«Binaenaleyh islâm terbiyesi esas itibariyle türk ve asır terbiyelerini kabul etmekle beraber, bunlar tarafından kendi sahasına vuku bulacak tecvaüzlere meydan vermemeye ça­lışacak ve aynı zamanda hakikî islâm akide ve an’anelerini hem bidaeytte arap kavminden intikal eden, hem de bilahare sair kavimlerden istiare olunan adet ve bidatlerden tefrika ikdam edecektir.» (**)

Ancak, okuldan önce topluma düşen bir ödev var: dini bütün inançları, görevleri ile canlı olarak yaşamak. Eğer top­lumda bu canlı, normal din yaşayışı yoksa, okulun dersle, bilgi ile yapacağı bir din eğitimi olamaz. Dinli olmayan bir toplum din eğitimi veremez. Türkiye’de bu gerçek şimdiye- dek bir türlü anlaşılamamıştır. Onun için, din eğitimi deyin­

(*) Ziya Gökalp, Terbiye (Türkleşmek, İslâmlaşmak, Muasır­

laşmak).

(**) Ziya Gökalp, Adı geçen eser.

Page 200: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P . 139

ce ilkönce hatıra okul, ders, kitap gelmektedir! Oysaki din

eğitimi vermenin ilk şartı, toplumda normal bir din yaşayı- mmın var olmasıdır. Eğer toplumda bu yaşayış yoksa, okul­da verilecek olan din eğitimi, ne olursa olsun, okulda yeti­şenlerle toplum arasında yalnız çalışmalara yol açacaktır. Böylece din birliği yerine, din ayrılıkları başgösterecektir. Bunun da sonu milliyet duyuncunun parçalanmasıdır. Bu­

günkü Türkiye’de olduğu gibi. Öyleyse ilk iş, dini, İslâm dini­ni bütün gerçekleriyle, olduğu gibi, ortaya koymak,bu ulu gerçekleri halka, sindirmek, kamu duyuncuna mal etmektir.

Bu iş nasıl başlar, nasıl sona erer. Bu soruya vereceğim karşılık çok kısadır. Şu: «Kur’an tercümesi ile başlar, Kur’an felsefesi ile sona erer». Nasıl ki Batı’da böyle olmuştur. Mil­lî kalkınma Luther’le, İncil tercümesi ile başlamış, Ernest Renan’ın La vie de Jcjus adlı şaheseriyle sona ermiştir. Son­ra bu kalkınma, endüstri devrine kadar varmıştır.

Şimdi bu bakımdan Türkiye’nin durumu nedir? Tarih boyunca sürüp, gelen sünî - alevî çatışmaları, nurculuk, ti­canîlik, softalık, lâiklik şeklinde ilgisizlik, maddecilik, din­sizlik... Bütün bu akımlar Türkiye’de vardır, hem de çatış­ma oluşundadırlar. İdeal olan, normal olan nedir? Bu ayrı­lıkların, bu çatışmaların yok olması, Türkiye’nin, dilde, sa­natta, ahlâkta olduğu gibi, dînde de birliğe, bütünlüğe ka­vuşmasıdır. Sözün kısası, din eğitiminin ilk şartı da din doğ­

ruluğu, din bütünlüğü, din canlılığıdır. Bu gerçeğin anlaşıl­ması için başta bilim adamları olmak üzere, bütün fikir adamlarının, aydınların dâvayı benimsemesi gerekiyor. Ben­ce her şeyden önce bir din kongresi yapmak gerekiyor. Bu kongrede din problemi bütün açıklığı ile ortaya konmalıdır.

Ben bir din kongresinin toplanmasını gerekli görüyo­rum. Çünkü şimdiye kadar yapılagelen din eğitimi komis­yonlarının memlekete büyük bir yararlığı dokunabileceğine inanmıyorum. Çünkü komisyonlar, daha çok, tekçi toplantı­lardır. Oysaki kongreler kollektif varlıklardır. Komisyonlar­

Page 201: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

200 Z İ Y A G Ö K A L P

da en büyük rolü oynayan tekçi isteklerdir. Kongrelerde ise baskıyı yapan kollektif duyuncun kendisidir. Öyleyse, din

■komisyonlarına değil, din kongrelerine önem vermeliyiz.Gerçi, bıı işi yapmak kolay değildir. Öyle bir memlekette

ki kur’an çeviricileri malların, çocukların kulları sınamak için verildiğini bildiren kur’an âyetini «mallar, çocuklar fit­nedir» diye çevirmişlerdir! «Nefsinizi körletin» anlamında­ki âyeti «nefsinizi öldürün» diye çevirmişlerdir! Sonra, Be- niisrail tapmağında Allah'a ibadet eden Zekeriya Peygamber

üzerine bildirilen âyeti «Zekeriya mihrapta namaz kılıyordu» diye çevirmişlerdir! Görüyorsunuz işte, Kur’an çeviricilerinin bu fahiş yanlışları yapan bir devirde dinle kalkınma, işini başarmak çok güçtür. Ancak, bu yapılması zorunlu olan bir yurt işidir. Kur’an ana dil geleneklerine uygun olarak, çev-

,rilmelidir.

İşte gerçek bir din eğitiminin sağlanması için bu gibi kur’an gerçeklerinin bilinmesi gerekmektedir. Din eğitimi konusunda doğru bulduğum iki düşünce daha var. Toylan

kur’an gerçekleri ile aydınlatmakla birlikte, bilgisiz, gerici insanların din inançları gibi ileri sürmek istedikleri birta­kım yamuk inançlar üzerinde de durmak gerekmektedir. Ta­rih boyunca yapılan çevirmelerde insanı şaşırtıcı yanlışlar vardır. Bulnardan biri de şudur: Ünlü çeviricilerden biri yaz­dığı tefsirde Nuh’un gemisinde motörünün olduğunu, gemi­nin motörü işletip «fayrap» ettiğini ileri sürmektedir! Bu

yanlışın nedeni kur’andaki «tennur» kelimesine verilen anla­mın uygunsuz olmasıdır. Çevirmenin doğrusu tencerenin değil, vâdinin kaynamış olmasıdır.

Bizler Havva’nın, Adem’in eğe kemiğinden yaratıldığı­na. inanırdık. Yanlıştır. Kur’an’a göre Âdem de, Havva da, aynı özden, yani özlü topraktan, balçıktan yaratılmıştır. İsa’ nm göğe çekildiği sözü de yanlıştır. Kur’an’a göre, İsa asıl-

(*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Kur’an tercümesi, Yasin sû­

resi, âyet: 81.

Page 202: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 201

mamıştır. İsa’nın bir benzeri çarmığa gerilmiştir. îsa’ya. ge­lince, Allah onu kendi katma, yani sonsuzluk âlemine yük­seltmiştir.

Bu gibi çevirme, anlama, bilgi yanlışları çok zararlıdır. Bunları düzeltmekle birlikt,e «din humanizması» adını ve­rebileceğimiz birtakım din menkıbelerini de anlatmak, okut­mak toylar için çok zararlı olacaktır. Bu menkıbeler Kur’an’ dan derlenmelidir. Ayrıca, tarih menkıbeleri arasından seç­meler yapılmalıdır. Burada Kur’an menkıbelerinden bir iki örnek vereceğim. Habil - Kabil olayında Kabil’in duyduğu acı ne kadar güzel anlatılır. Şimdi bir de şu âyetlerdeki man­tık kuvvetine, dil saydamlığına bakın.

«Kişi görmüyor mu ki biz kendisini bir atmık damlasın­dan yarattık. Böyleyken, Bize açıktan açığa düşman kesili­yor. Kendisinin nasıl yaratıldığını unutuyor da Bize şunu so­ruyor: «Bu çürümüş kemikleri kim bir daha diriltebilir?» di- yor. Söyle ona., o çürümüş kemikleri ilkin kim yoktan var ettiyse, yine o diriltecektir. Bütün yaratımların bilincisi olan O’dur. Öyle bir yaratıcı ki sizin için yemyeşil ağaçtan ateş çıkardı. Siz şimdi onu yakmaktasınız. Yerleri, gökleri yara­tanın onlar gibilerini yaratmaya gücü yetmez olur mu? Bes­belli ki yeter. Yaratıcı da Odur, bilici de O. O, bir nesnenin var olmasını diledi mi, ona «ol» der, o da oluverir. Öyleyse,, uluların o Allah’ı ki bütün varlıkların eğeliği kendi elindedir. Sizlerin varıp gideceğiniz yer de Odur.» (*)

Kur’anda milliyetin hak olduğunu gösteren âyetler. Kur-

an’da doğruluk, iyilik, güzellik ile ilintili âyetler. Kur’anda yerler, gökler, canlı varlıkların sudan yaratıldığını gösteren

âyetler.Böyle bir din öğretimi çocukların, gençlerin uğrayabilece­

ği din buhranını önler. Daha sonra üniversitelerde bu konu­ların sosyolojisi, felsefesi yapılır. İslâm dini eğitimi verecek

(*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Kur’an tercümesi, Yasin sûre­

si, âyet: 77 — 83.

Page 203: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

202 Z İ Y A G Ö K A L P

olan en önemli varlık ulu kur'andır. Kur’an yalnız din adam­ları, bilim adamları için değil, bütün insanlar için gönderil­miştir. Kur’an’ın her kelimesi altında binbir mâna vardır, diyenler kur’an’ın ne olduğunu bilmiyenlerdir. Kur’an’m en büyük sıfatlarından biri apaçık büdirilmiş olmasıdır. Allah insanlara bildirmek istediklerini bu kitap ile apaçık olarak bildirmiştir. Kur’an doğruluk, iyilik, güzellik kitabıdır. Kur’ an’a göre, dillerin, renklerin ayrı ayrı yaratılmasd yerlerin, göklerin yaratdlması gibi, yaratıcının varlığına belgedir. Kur’- an’a göre, Allah her kavme kendinden peygamber gönder­miş, her kavme kendi diliyle söylemiştir. Yine Kur’an’a göre Allah dileseydi, bütün insanları bir tek kavim olarak yara­tabilirdi. Ancak, insanlar yine de birbirinden ayrılıp ayrı ka­vimler olacaklardı. Böyle, ayrı kavimler olarak yaratılma­larının nedeni, onları sınamaktır. Allah Kur’an’ı arapça ola­rak göndermiştir. Çünkü peygamber araplar arasında bu­lunuyordu. Eğer Allah Kur’an’ı yabancı bir dille göndermiş olsaydı, arap şunu söyliyebilirdi: Dinliyen arap, dil yabancı

bir dil! Bu sözler de Kur’anda vardır. Bütün bunlar gösteri­yor ki, islâmiyette kavmiyet, milliyet yoktur diyenler kur’an da kavmiyetin, milliyetin hak olduğunu gösteren bu âyet­

lerden bilgsiz olanlardır. İslâm dini milliyet dinidir.

Türkiye’de din toylarına verilecek olan dini eğitim, ana diline çevrilmiş olan Kur’an ile başlar. Bu gibi çevirmeleri bütün yurda yaymak Eğitim Bakanlığının en büyük ödevle­rinden biridir. Bu ödev yapılmadıkça Türk yurdu softalar­dan, gericilerden, çarpıcılardan kurtularnıyacaktır.

Din eğitimi veren, din eğitimi alan insanları çok defa şa­şırtan, yoğunsamaya kadar sürükleyen eğitim aksaklıkların­dan dolayı üzerinde durulması gerekli olan bir konu da şu­

dur: Kur’an mucizeleri bildiren âyetler de vardır. Mucizeler tabiat kanunları dışında oluştuğu, oluşacağı bildirilen olay­lardır. Okul gören, doğa bilgisi edinen çocuklar, gençler için mucizeleri mucize olarak özümsemek kolay değildir. Bu gi­

Page 204: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 203

bilerin kafasında şöyle bir soru belirecektir. Doğa kanunla­rı bu iken mucize denilen bu doğa tersi olaylar nasıl var ala­

bilir? Onlara şu gerçeği anlatmak yerinde olur:

«Yerleri, gökleri yaratanın onlar gibilerini yaratmaya gücü yetmez olur mu? Besbelli ki yeter. Yaratıcı O’dur, bilici

de O.»

Doğanın var olması, bu varlığında kanunlara bağlı ol­ması, doğanm ne bir tek varlık olduğunu gösterir ne de ken­di dışında başka türlü varlıklar olamayacağını gösterir. Bu âlemde hiçbir şey yoktan var olamıyor. Öyleyse âlemi yok­tan var edenin başka âlemleri de yoktan var etmeye gücü ye- ticidir.

Din eğitimine kitaptla değil, yaşayımla başlanır. Oku­madan, yazmadan dinli olanlar vardır, pek çoktur. Okur ya­zar, bilir, düşünür olarak dinsiz olanlar da vardır. Çünkii din sanat gibi her şeyden önce bir gönül işi, bir duyunç işi­dir. Böyle olmakla birlikte, dini yalnız yaşamak değil, dü­şündürmek de gerektir. Bu da dinle din olmayanların çatış­masını önlemek, dinin gerçekliğini aydınlatmak için gerek­lidir.

İslâm dinini duyuran, sindiren kur’an’dır. Kur’an’dan sonra bu görevi yapacak olanlar «din hümaniznvası» adını verebileceğimiz edebiyat eserleridir. Bunların başında Sü­

leyman Çelebi’nin Mevlid’i gibi şaheserler gelir, sonra bu yol­da yazılmış din edebiyatı gelir.

Değişmeyen geleneklerinden biri, belki de en. köklüsü bu psikolojik, estetik varlığıdır. Bir örnekle düşüncemi açık­layabilirim. Osmanlı edebiyatında, sayısı yüze yaklaşan Mev- lid olduğunu edebiyat tarihçilerimizden öğrenmiştim. Bü­tün bu eserlerin arasında Süleyman Çelebi’nin bir din. töre­ni olmak değerini kazanmış, böylece sonsuzluk sırrına eriş­miştir. Bu ulu başarının gizlemi ne olabilir? Besbelli ki ke­lime türkçülüğü değil, zevk, sanat türkçülüğüdür. Süleyman Çelebi’nin bu şaheserinde halkın anlamadığı Osmanlıca ke-

Page 205: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

204 Z İ Y A G Ö K A L P

limeler çoktur. Ancak, duyulmayan, sezilmeyen cümle yok­tur denilebilir. Bu örnek de gösteriyor ki dilde ulusallık bir dış işi olmadan önce bir iç işi, bir gönül işidir. Gerçekten

ulüsculuğun kökü bilinç altındadır.» (*)

Gökalp dinî türkçülükten söz açınca Süleyman Çelebi’nin Mevlid'i anması da ayrıca dikkati çekiyor. Bakın ne diyor:

«Türklerin en ziyade vecit aldıkları ve zevk duydukları bir âyin daha vardır ki o da Mevlid’i şerif kıraatinden ibaret­tir. Şiir ile musikiyi ve canlı vakaları cemeden bü âyin dinî bir bidat suretinde sonradan hadis olmakla beraber en can­lı âyinler sırasına geçmiştir.»

Süleyman Çelebi’nin bu eseri dil türkçülerinin, dil este tikellerinin uzun uzadıya üzerinde duracakları sırlı bir sa­

nat şaheseridir. Bu şaheseri Divan edebiyatı tarihinde sa­yısı yüze varan benzerleri arasında bir ibadet kesimine ka­dar yükselten nedir?

«Dil akim, mantığın kavrıyacağı yalnız morfolojik olan bir varlık değildir. Onda yalnız akıl gözü .ile değil, gönül gözü ile duyulacak, sezilecek birtakım canlı, dinamik gerçekler de

vardır. Dil gerçeğinin bu parçasına dilin psikolojisi, dilin estetiği diyebiliriz. Dilin tarih boyunca var olup gelen, hiç kıır’an’daki Habil - Kâbil olayı ne kadar içe ilşeyici, ne ka­dar düşündürücüdür. Olayı kur’an çevirmesinden okuyalım:

«Onlara Âdem’in iki oğlunun olaycasmı doğru olarak anlat. Onlara Allah’a birer kurban sunmuşlarsa da yalnız bz-

rininki onanmıştı. Öbürününki onanmamıştı. Bunun üzeri­ne biri ötekine şöyle demişti: «Ne olursa olsun, ben seni öl­düreceğim. Öbürü de demişti ki: Allah yalnız sakınanların kurbanını onar. And olsun ki eğer sen beni öldürmek için elini kaldıracak olursan, ben seni öldürmek için elimi kal­dıracak değilim. Çünkü ben bütün varlıkların çalabı olan Al­lah’tan korkarım. Çünkü ben dilerim ki sen benim günahımı

(*> ism ayıl Hakkı Baltacıoğlu, D ilin estetik varlığı, Türk D ili '

Dergisi, Sayı: 149.

Page 206: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 205

da kendi günahımla birlikte yüklenesin de cehennemlik ola­sın. İşte kıyıcıların cezası budur. Bunun üzerine o, benliğine uyarak kardeşini öldürdü. Böylece kendine yazık etti. Bu­

nun üzerine Allah bir karga gönderdi. Karga kardeşinin ölü­sünü nasıl gömeceğini ona göstermek için yeri eşiyordu. De­di: Yazıklar olsun bana. Şu karga kadar da mı olamadım? Kardeşimin ölüsünü gömmek de mi elimden gelmedi? Artıko ettiğine yanıyordu.» (*)

Olayın konusu, sözlerin açıklığı, kısalığı, anlatış tarzı insanı nasıl sarıyor. Bu âyetleri okuyan insan ölene de öldü­rene de nasıl acıyor. Bu kadar kısa bir söyleyişle bu kadar duyurmak insanların elinde mi?

Şimdi Firavun’un karısının kocasının kıyıcılığına, karşı duyduğu iğrentiyi canlandıran şu kur’an âyetlerini okuya­

lım:«Allah' inanan kimselere de Firavun’un karısını örnek

veriyor. Ogün o demişti: Çalabım. Benim için kendi katında, Cennet’de bir ev yap. Beni Firavun’un elinden, onun kötü­

lüklerinden, kıyıcılar elinden kurtar.» (**)

Din eğitimini incelerken üzerinde' büyük bir özenle du­racağımız konu bu eğitimden ne anladığımızdır. Gökalp din

eğitiminden söz açarken şunları söylüyor.«Maamafih yavaş yavaş asır terbiyesi yerleşmeye, yer

tutmaya başladı. Fakat maatteessüf o kıymet buldukça İs­lâm terbiyesi ehemmiyetini kaybetmiye yüz tuttu. Mektep

programlarında din dersleri yine mühim bir kemmiyet teş­

kil ediyordu. Fakat islâm terbiyesinin inhitatı, kemmiyet iti­bariyle değil, keyfiyet cihetiyle idi. Din dersleri canlı bir su­

rette okutulmuyordu. Din muallimleri ilmi hakikatlara hâlâ bidat nazarıyla bakıyor, bu suretle talebenin itimadını kay-

(*) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Kur’an tercümesi, Maide sû­

resi, âyet: 27 — 31.(**) ismayıl Hakkı Baltacıoğlu, Kur’an tercümesi, Tahsin sû­

resi, âyet: 11

Page 207: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

206 Z İ Y A G Ö K A L P

bediyordu. Bundan başka dinî terbiyede ilmî usuller tatbiki­ne de henüz başlanmamıştı.» (*)

Bu durumda olan Türkiye’de din eğitimi olarak ne ya­pılmıştır? Lâiklik ilkesini benimsemekle birlikte ilkokullar­da istiyenlere din dersi verlimektedir. Bu okullarda okutul­

mak üzere din dersi kitapları yazdırmışızdır. İmam Hatip Okulları açmışızdır. İlâhiyat Fakültesi açmışız, sonra kapat' mışız, sonra yine açmışızdır. Yine bu yolda bir Diyanet Baş­kanlığı kurmuşuz, bir de Diyanet Sitesi kurmaya başlamışız- dır. Bütün bunları din kültürü için yapmışızdır. Bütün bun­ları yaparak din kültürü bakımından kalkınabilmiş miyiz? Bütün bu işler henüz din gerçeği üzerinde gerektiği gibi dur­

mayan bu gerçeği dışından tanıyan toy bir insanın durumu­na benziyor. Gerçek bir din eğitiminin yapıcı öğeleri neler­dir?

Topluma düşen bütün bu ödevlerden sonra okula düşen ödev nedir, ne olabilir? Okula gelen altı, yedi yaşındaki ço­cuk o yaşa kadar ailesinden, toplum çevresinden alacağını almıştır. Dinlidir, ya da dinsizdir. Bugünkü oluşu, durumu ile okullar eğitimi çevreleri değil, öğretim çevrelerinin okul istese de, veremiyeceği şey, din eğitimidir, okulun verebile­ceği şey, din öğretimidir. Okulların yapacağı din öğretimi konularına burada birkaç örnek veriyorum:

Din nasıl bir varlıktır.?Yeryüzünde dinsiz toplum var mıdır?

Allah’ın varlığını gösteren belgeler.Kur’an’ın doğruluk, iyilik, güzellik dini olduğunu gös­

teren âyetleri.Kur’an’ın erkekle kadının eşit olduğunu gösteren âyetler,Kur’an’m milliyet dini olduğunu gösteren âyetler.Kur’an’m hürriyet dini olduğunu gösteren âyetler.İslâm dininin yeryüzünde durmayıp yayıldığı üzerine

bilgi.

(*> Ziya Gökalp, Türkleşmek, İslâmlaşmak Muasırlaşmak,,

(Terbiye).

Page 208: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

X I.

ÜNİVERSİTE ANLAYIŞI

Gökalp, Maarif Nazırı Emrullah Efendi'den sonra üni­versite işini ele alan ikinci büyük fikir adamıdır. Onun için Gökalp'ın üniversite ile ilintili olan düşünceleri üzerinde dur­mayı borç biliyorum. Milletleşmek, yenileşmek isteyen bir

ülke için eğitim alanında yapılacak olan ilk iş üniversite aç­mak, bütçe çıkarmak, profesör göndermek, ders okutmak değildir, her şeyden önce, üniversitenin ne olduğunu, ne ol­madığını anlamaktır. Bunu yapamayan bir memleketin so­nu kalkınamamaktır. Üniversite nedir? Yüksek bir okul mu­dur, bilimleri okutan, anlatan, yapan bir yer midir? Gökalp bu soruların karşılığını yıllarca önce veriyor. Bakın, ne di­yor:

«Maarifin birinci kısmı olan marifetlerin neden dolayı millî olması lâzımgeldiğini izah ettik. Şimdi de ikinci kısmı olan müsbet ilimlere gelelim. Bu nevi bilgiler yaratıcı ilim

ve yaratılmış ilim namlarıyla iki enmûzece ayrılır. Yaratıcı ilim ilmî hakikatları taharri ederken icra ettiği faal usuller­dir. Âlimlerin ruhunda bu usullerin faal bir surette yaşaması­na «ilmî hayat» denilir. İşte yaratıcı ilim bu ilmî hayattan ibarettir. Yaratılmış ilim ise bu tarik ile keşfedilmiş olan neticelerin mecmuu demektir. Bir millette ilmî hayat varsao milletin müsbet ilimleri de millî bir Mahiyeti haizdir de­mek olur. Çünkü bu millet başka memleketlerde keşfedilen ilmî neticeleri iğtinam etmiyor, belki kendisi de diğer mil­letler gibi, ilmî keşiflerde hakikî bir faaliyet icat ediyor.» (*)

(* ) Ziya Gökalp, M aarif Meselesi, (M uallim Mecmuası).

Page 209: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

208 Z İ Y A G Ö K A L P

Gökalp’m bu yazısıyla anlatmak istediği şudur: Üniversi­teler hekimlik,, mühendislik, tarımcılık gibi, teknik meslek­lere adam yetiştiren yüksek teknik okulları değildir, bilim adamı, bilgin yetiştirmeye uygun olan eğitim çevreleridir. Üniversiteleri yüksek okullardan ayıran en önemli özellik şu­dur: Yüksek okullar hazır bilgiyi göçürürler, üniversiteler ise

yetişecek ilanlara bu bilgiyi yaratma yolunu, yaratma tekni­

ğini öğretirler. Oysaki yaratma işi her şeyden önce bir öz-

gürlü kişi, kendi başına buyruk işidir. Onun için, üniversite

öğreticilerinin de, öğrencilerinin de, tam anlamıyla, özgür olmaları gerekmektedir. Gökalp bu konuda da şunları söy­lüyor:

«Darülfununa gelince, bilhassa burada gerek muallimle­

rin ve gerek talebenin taviyetini (spoııtaneite) temin etmek

iktiza eder. Burada muallimler yeni ilmî hakikatlar keşfine çalışan âlimler addolunmalı ve tedrislerinde serbest bıra­

kılmalıdır. Talebe de hayatını hasbî olarak ilme hasretmiş hakikat âşıkları addedilerek tederrüste hür bırakılmalıdır. Bu telâkkinin her muallim ve her talebe hakkında doğru

çıkmaması zarar vermez. Bu tarzda birkaç, hattâ bir mual­lim ve talebenin mevcudiyeti ihtimali kâfidir. Bu hürriyeti gerek muallimlerden ve gerek talebeden bir kısmı suiistimal edebilir. Millet birkaç iyi muallimle birkaç iyi müteallim için onlara beyhude sarfettiği meblâğlara acımaz. Esasen devle­tin ilimlerin teessüsü hususundaki vazifesi «vasıtaları ih-

za.r»dan ibarettir. Devlet karâr, yahut irade ile kanun yaptı­ğı gibi, ilim yapamaz. İlim ancak, hakikat âşığı olan hasbî âlimler tarafından yapılabilir. Fakat bu hasbî âlimler ekseriya zengin olmadıkları için hayatlarını ilme vakfedemezler. Dev­let bu gibilere hem medarı maişet, hem de vasıtai tedris ol­mak üzere kürsüler tesis ederek onlara ilme vakfı hayat et­mek imkânını temin eder. Fakat, bu kürsülre tayin dilenle­

rin hepsi ilim aşkına malik bulunmadığı için cümlesinden aynı semere beklenilemez. Muallimliği aşk ile ihtiyar edenler

Page 210: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

olduğu gibi, bir ticaret diye meslek edinmeler de var. Fakat bu gibiler, ne kadar kayıt, altına alınırsa alınsın, müfit ola­

maz. Çünkü talebe, ancak ilim aşkına malik olan muallimler­den istifade edebilir. Hürriyeti tedris ve tederrüs kaidesi ka­bul edilince talebe o gibi ilim tüccarlarının faidesiz takrirle­rini dinlemek mecburyetinde olmadığı için yalnız hasbî mu­allimlerin derslerine devam eder. Bu muallimler hangi fa­

kültede bulunursa bulunsun talebe tarafından keşfedilerek külliyetli samüere malik olur. Bu suretle hem hakikî âlim­lerle yalancı âlimler ayrılır, hem her iki kısım da lâyık ol­duğu mânevi mükâfat, yahut mücazatı görür. Muallimler içinde İlmî cazibesine güvenemiyenler serbest tederrüs aleyhtarıdırlar. Çünkü derslerine talebe cezbedemiyecekleri ni biliyorlar. Bunların hatırı için ilmin serbest bir surette inkişafına mâni olmamalıdır.» (*)

İşte Gökalp’a gelinceye kadar kimse üniversitenin gö­

revini, yaşama şartlarını, randıman verme kaderini, arınma yolunu onun kadar doğru, onun kadar açık olarak anlatama­mıştır. Onun bu kısa yazısında üniversite politikasının bü­tün temel şartları, bütün ilkeleri vardır. Sonra, İttihat ve Terakki Cemiyetinin ilmî müşaviri, üniversite profesörü ola­rak da bu işi gerçekleştirmek için çok çalışmıştır. Ne yazık ki Gökalp’m 1910’da açıkladığı üniversite politikası şimdiye kadar gelip geçen hükümetler tarafından hiç de anlaşılma­mıştır. Onun ölümünden sonra iki defa reforma yapıyoruz diye üniversiteye el atmışlar, değersizlerle birlikte Dr. Hamdi Suat gibi dünya ölçüsündeki değerlileri dışarı atmışlardır. Üniversitelerin kalkınması her zaman, her yerde özgürlük politikası ile olmuştur. Üniversiteler de hükümetlerin, eliyle

reforma yapılamaz. Üniversiteler kendi kendilerimi reforme ederler. Bu da ancak tabiî bir arınma (Selection) ile olabi­lir. Üniversitelere haklı sanılarak yapılan her müdahale on­

ların soysuzlaşmalarına sebep olur. Onun için üniversitele-

Z İ Y A G Ö K A L P 209

(*) Ziya Gökalp, Adı geçen eser.

F: 14

Page 211: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

210 Z I Y A G Ö K A L P

rin kalkınması işinde hükümetlerin yapacağı en büyük yar­

dım onlara el sürmemek olabilir. Üniversitelerin kalkınma tarihinde hükümetlerin yapabüeceği en büyük, en şerefli hiz­met işte budur. Bu sözü bir nükte olarak söylemiyorum. Üniversite gerçeğinin ne olduğunu kavrayabilen hükümetleri övmek için söylüyorum.

Gökalp’a gelinceye kadar kim yurt kalkınmasında, üni­

versitelerin, akademilerin, liselerin, ilkokulların rolünü onun kadar kuvvetli, onun kadar açık olarak söyliyebilmiştir? Ba­kın, bundan yarım yüzyıl önce bu konuda ne diyor:

«Hayatta vazife uzuv yapar» suretinde bir kanun vardır. Bu kanunu içtimaiyata tatbik edersek «mevki kendine lâyık olan adamı yaratır» şeklini alır. Muallimleri yükseltmek is­terseniz muallimliği yükseltiniz. Talebeleri yükseltmek ister­seniz talebeliği yüksek görünüz. Nazara alınacak diğer bir cihet de memlekette millî vazifeler ve millî hars teşekkül et­meden, müsbet ilimlerin hakikî âlimleri yetişmeden Encö- meni Daniş’in teşkil olunmamasıdır. Darülfünun millî maa­rifi tesise çalışan bir fabrika mahiyetindedir. Encümeni Da- niş ise millî harsı muhafazaya hadim bir müze hükmünde­

dir. Her memlekette Darülfünunun inkılâpçı ve idareci, En­cümeni Daniş muhafazakârdır. Darülfünun millî maarifi te­sis, sultanîlerle iptidaîlere tamim, Encümeni Daniş ise mu­

hafaza eder. Bunun içindir ki Darülfunun tekemmül etme­den sultanîler ve iptidaîler bir eseri feyz gösteremez. Ernrul- lah Efendinin dediği gibi, ilim Tûba ağacına benzer. Millî Maarif darülfünundan başlıyarak darülmuallimlere ve sulta­

nîlere ve onlardan da iptidaîlere inecektir. Fakat bu Tûba ağacının tepesi akademi değildir. Çünkü akademi tesis et­mez, muhafaza eder. Millî maarifin müteşekkil olmadığı bir memlekette akademi tesis etmek köhne marifetleri muhafaza ederek millî harsın millî hayatı İlmiyenin teşekkülüne mâni

olmak neticesi husule getirir.» (*)

(* ) Ziya Gökalp, Adı geçen eser.

Page 212: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

Z İ Y A G Ö K A L P 211

Türkiye’nin maarifçe kalkınmasını asğlıyacak işler ara­sında Gökalp’m önem verdiği bir iş de kongrelerdir. Gö- kalp aynı yazısında şunları da söylemektedir:

«Bundan başka muallimler kongresi, alılâk kongresi, li­san kongresi gibi içtimaiyat ve felsefeye taallûk eden birta­

kım içtimalar akdetmek faydadan hâli değildir. İptida bun­ları millî olarak yapmak, bilâhare bu gibi beynelmilel kong­relere iştirak etmek İlmî terbiyemiz için son derece fayda­lıdır.»

Ben Gökalp’ın üzerinde durduğu bu kongre işinin mem­leketin kalkınması için şart olduğuna inananlardanım. Kong­reler tabiatları bakımından komisyonlardan apayrıdırlar.

Komisyonlar da daha çok teklerin yendiği, toplumlarm ye­nildiği görülür. Kongrelerde ise bunun büsbütün tersi olur. Kongrelerin esin kaynağı tek insan ruhu değil, kamu duyun- cudur. Bilinç altında kalan birtakım ülküler kongrelerde bir­den bire bilinç üstüne çıkarlar, ruhları sararlar. Sivas kong­resinde de böyle olmuştur. Birinci Cihan Savaşı sonunda İs­tanbul düşman çizmeleriyle çiğnenirken Binbirdirek’te Mil­lî Talim ve Terbiye Cemiyeti Millî kongre olumuna geldik­ten sonra da böyle olmuştur. Maarif Vekili Hamdullah Sup­hi Tannöver'in, yine Maarif Vekili İsmail Safa’nın Maarif

Vekillikleri zamanında toplanan Heyeti İlmiye adlı Eğitim Kongrelerinde de böyle olmuştu. Ancak, kongrelerin üyele­ri, konuları, özgürlükleri kongrelere yakışan soylulukta ol­mazsa kongreler kendilerinden beklenilen verimi veremezler. Öndün düşüncelerle,, duygu, mantığıyla yöneltilen kongreler kendilerinden beklenilen görevi yapamazlar.

Page 213: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

İ Ç İ N D E K İ L E R

Gökalp 5

I Gökalp’ın kişiliği 7

II Bilim, sosyoloji, felsefe anlayışı .......................... 31

III Din anlayışı 60

IV Dil anlayışı 75

V Sanat anlayışı 83

VI Ahlâk anlayışı 104

VII Milliyet anlayışı 113

VIII Hars, Medeniyet anlayışı .................................... 145

IX Eğitim anlayışı 173

X Din eğitimi 194

XI Üniversite anlayışı ............................. ............. 207

Page 214: GÖKALP · 2016-10-26 · 8 ZİYA GÖKALP Medeniyeti ve Kültürü kül olarak girmektedir. Yirmi beş yıl önce başlayan bu kayıtsız, şartsız cereyan ileriliyor. Sanıyo ruz

DİYARBAKIR! TANITMA VE TURİZM DERNEĞİ YAYINLARI

1 — Silvan Tarihi, Süleyman Savcı, Diyarbakır 1956, 250 Kş.2 —■ Ziya Gökalp’m İlk Yazı Hayatı, Şevket Beysanoğlu,

İstanbul 1956, 750 Krş.3 — Doğumunun 80. Yıldönümü Münasebetiyle Ziya

Gökalp ve Açılan Ziyagökalp Müzesi, İstanbul, 1956, 800 Krş.

4 — Yazılı Vesikalara Göre Ziyagökalp Müzesi vo Ziya

Gökalp, M. F. Kırzıoğlu, İstanbul 1956, 300 Krş.5 — Ziya Gökalp’m Neşredilmemiş Yedi Eseri ve Aile Mek­

tupları, A. Nüzhet Göksel, İstanbul 1956 ,250 Krş.6 — Vakayiname, Mar-Yeşua, (Çev. Muallâ Yanmaz), İstan­

bul 1957, 300 Krş.7 — Diyarbakırlı Fikir ve Sanat Adamları, Şevket Beysan­

oğlu, I. Cilt, İstanbul 1957, 1000 Krş. II. Cilt İstanbul 1959, 1500 Krş.

8 — Kıt Kanaat (Şiirler) Orhan Asena, Ankara 1957, 150Krş.

9 — Kürtlerin Kökü, M. F. Kırzıoğlu, Ankara 1962, 250 Krş.10 — Diyarbakır Coğrafyası, Şevket Beysanoğlu, İstanbul

1962, 1000 Krş.11 — Kısaltılmış Diyarbakır Tarihi ve Abideleri, Şevket Bey­

sanoğlu, İstanbul 1963 1000 Krş.12 — Hars ve Medeniyet, Ziya Gökalp, Ankara 1964, 750 Krş.