GAZĐ ÜNĐVERSĐTESĐ EĞĐTĐM BĐLĐMLERĐ ENSTĐTÜSÜ...

102
GAZĐ ÜNĐVERSĐTESĐ EĞĐTĐM BĐLĐMLERĐ ENSTĐTÜSÜ FELSEFE GRUBU ÖĞRETMENLĐĞĐ ANABĐLĐM DALI ĐBN HALDUN’ DA SOSYOLOJĐK DÜŞÜNCE YÜKSEK LĐSANS TEZĐ Hazırlayan MEHTAP SOYLU ANKARA-2007

Transcript of GAZĐ ÜNĐVERSĐTESĐ EĞĐTĐM BĐLĐMLERĐ ENSTĐTÜSÜ...

GAZĐ ÜNĐVERSĐTESĐ

EĞĐTĐM BĐLĐMLERĐ ENSTĐTÜSÜ

FELSEFE GRUBU ÖĞRETMENLĐĞĐ ANABĐLĐM DALI

ĐBN HALDUN’ DA SOSYOLOJĐK DÜŞÜNCE

YÜKSEK LĐSANS TEZĐ

Hazırlayan

MEHTAP SOYLU

ANKARA-2007

GAZĐ ÜNĐVERSĐTESĐ

EĞĐTĐM BĐLĐMLERĐ ENSTĐTÜSÜ

FELSEFE GRUBU ÖĞRETMENLĐĞĐ ANABĐLĐM DALI

ĐBN HALDUN’ DA SOSYOLOJĐK DÜŞÜNCE

YÜKSEK LĐSANS TEZĐ

Hazırlayan

Mehtap SOYLU

Tez Danışmanı

Prof. Dr. Đbrahim ARSLANOĞLU

ANKARA-2007

Eğitim Bilimleri Enstitüsü Müdürlüğü’ne

Mehtap SOYLU’ya ait “ĐBN HALDUN’DA SOSYOLOJĐK DÜŞÜNCE” adlı

çalışma jürimiz tarafından Felsefe Grubu Öğretmenliği Anabilim Dalı’nda

YÜKSEK LĐSANS TEZĐ olarak kabul edilmiştir.

Başkan

................................................................

Prof. Dr. Đbrahim ARSLANOĞLU (Danışman)

Üye

..................................................................

Doç. Dr. Emel KOÇ .

Üye

................................................................

Doç. Dr. Veli URHAN

i

ÖNSÖZ

Đbn Haldun Mukaddime’de ele aldığı konularla zamanının çok ötesine

uzanan, gün geçtikçe önemi ve değeri artan önemli bir düşünürdür. Devlet ve

toplumun, toplum ve milletin ayırt edilemediği bir çağda Mukaddime’yi yazan ve

sistemli bir şekilde bu kavramlardan bahseden Đbn Haldun’un görüşlerinin

incelenmesi düşünce tarihi açısından önem taşımaktadır.

Çalışmamda beni destekleyip teşvik eden, eleştirileri ile bu çalışmaya yön

veren sayın hocam, Prof. Dr. Đbrahim ARSLANOĞLU’na teşekkür etmeyi bir borç

bilirim. Ayrıca bana her konuda destek olan abim Haydar SOYLU’ya da teşekkür

ederim.

Mehtap SOYLU

ii

ÖZET

ĐBN HALDUN’DA SOSYOLOJĐK DÜŞÜNCE

Soylu, Mehtap

Yüksek Lisans, Felsefe Grubu Öğretmenliği Anabilim Dalı

Tez Danışmanı: Prof. Dr. Đbrahim Arslanoğlu

Şubat-2007

Đbn Haldun’un Kitab’ul Đber adlı eserine önsöz olarak yazdığı Mukaddime

adlı eseri; insan, toplum ve toplumsal faaliyetlere ilişkin konuları içermektedir. Đbn

Haldun, kurduğu “Umran Đlmi” ile insanın toplumsal yaşam ve örgütlenmesinden

çıkan her türlü toplumsal olay ve kurumları incelemektedir.

Đbn Haldun toplumsal olayların incelenmesinde tarihsel metodun kullanışını

göstermiştir. Tarihi, zahirî (yüzeysel) ve batınî (iç bünyeye inebilen) olarak iki

açıdan ele almış ve batınî tarihçiliğin önemini anlatmıştır. Batınî tarihçiliğin

temelinde sosyal olayların nedenleri üzerinde açıklayıcı bir tavır alış bulunmaktadır.

Đbn Haldun’a göre tarihin gerçek amacı olayların kuru ve yalın bir anlatımı değil;

insanın toplumsal durumunun anlaşılmasıdır.

Đbn Haldun’un, toplum teorisinde maddi unsurlara büyük yer verdiği

görülmektedir. Bedevi ve hadari olarak toplumu ikiye ayırır ve bu ayrımı da iktisadi

unsurlarla açıklar. Ona göre toplumların yapısındaki farklılık üretim biçimlerinin,

geçim yollarının farklılığından kaynaklanır. Đnsanların doğal yollarla yaşam sürdüğü,

tarım ve hayvancılığa dayanan, zorunlu ihtiyaç maddelerinin karşılandığı toplumsal

yaşam bedeviliktir. Bedeviler zamanla ihtiyaç fazlası üretim yaparak şehirler inşa

edip yerleşik bir yaşama geçerler. Bu aşama şehir yaşamına dayanan ileri bir

toplumsal örgütlenmenin olduğu hadari toplumsal yaşamdır.

Đbn Haldun toplum teorisini insanların sosyal varlıklar oldukları ve böylece

toplumsal yaşamın zorunlu olduğu varsayımı üzerine inşa etmiştir. Ona göre

iii

insanların kendilerine gerekli besin maddelerini tek başlarına üretememeleri ve

kendilerini savunma ihtiyacı yüzünden biraraya toplanmaları zorunludur. Aynı

zamanda toplumsal yaşamda; insanları, birbirlerinin saldırılarından koruyacak bir

otoriteye, bir hükümdara gerek vardır.

Đbn Haldun’da asabiyet kavramı; sosyal bir grup bağlılığını ifade eden bir

kavramdır. Sürekli düşman ve doğal çevrenin tehdidi altında bulunan insanların

manevi bir birliktelik halidir. Kolektif bir davranış biçimi olarak asabiyet devlet

kurma amacını taşır.

Đbn Haldun’da devlet, bir kurum olarak medeni toplumda görülmektedir.

Yerleşik toplumda toplumsal düzeni sağlamak için asabiyet yetmemekte; merkezi bir

baskı aracı olarak siyasal iktidar ortaya çıkmaktadır. Devlet kurmak da sosyal

hayatın bir gereğidir.

Đbn Haldun’a göre devlet; canlı bir organizma gibidir; doğar, gelişir,

olgunlaşır, geriler ve ölür. Kurulan her devlet beş aşamadan geçer. Devletin

ihtiyarlaması ve çökmesi kaçınılmazdır. Đbn Haldun devletin ihtiyarlayıp çökmesi

sürecini ekonomik etkenlerle açıklamakta; ekonomik gelişmenin son sınırına

vardıktan sonra duraklayacağını ve gerilemeye gideceğini ileri sürmektedir.

iv

ABSTRACT

THE SOCĐOLOGĐCAL THĐNKĐNG OF ĐBN KHALDUN

Soylu, Mehtap

Master Degree, Departmant of Philosophy and Related Fields Teaching Programme

Adviser of Thesis: Prof. Dr. Đbrahim ARSLANOĞLU

February-2007

Đbn Khalduns work named Muqaddimah which was written as a foreword of

his work Kitab-ul Đber, includes subjects regarding human, society, and social

activities. Đbn Khaldun analyzes all sorts of social events and foundations which

emerge from humans social life and organization, with “Science of Umran” he set.

Đbn Khaldun showed the usage of hisctorical method at analyzing social

events. He discussed the history in two sides as enternal and internal and explained

the importance of internal history. At the base of internal Historiography, there is an

explanatory attitude on the causes of social events. According to Đbn Khaldun, the

real aim of history is understanding social position of human, not simple explaning

of the events.

It is seen that Ibn Khaldun gives a great deal of importance to Material

Elements at social theory. Divides the society into two pieces as Nomadic and

Civilized society and explains this with economical elements. According to him, the

difference at societies structure take its source from the differences of production

forms and living ways. Life which is based on agriculture and stock breeding and

where people lead life in natural ways with their necessary needs gotten is Nomadic

Life. Nomadics, produce more than their needs by passage of time, and build cities

thus they pass to civilized life. This is civilized social life stage which bases on city

life and has advanced social organization.

v

Đbn Khaldun built his social theory on assumption which humans are social

creatures and there is necessity for social life. According to him, it is necessary that

humans live together for producing necessary nutrients on their own and defencing.

At the same time, in social life; there is need for an authority, a ruler for protecting

humans from each others charge.

The term of tension at Đbn Khaldun; is a term that expresses a social group

allegiance.It is a moral togetherness situation of people permanently under the threat

of enemy and natural environment. As a collective behaviour form, tension aims

state establisment.

The term “State” at Đbn Khaldun, seems as a foundation at civilized society.

Tension is not enough for setting order at civilized society; political power emerges

as a central pressure instrument.

According to Đbn Khaldun; state is like a living organism; borns, grows,

matures, regresses and dies. Every built state passes five stages. It is unavoidable for

states to grow older and collapse. Ibn Khaldun explains this process with economical

factors; alleges that economic development will hold and begin regressing after

arriving the last limit.

vi

ĐÇĐNDEKĐLER

ÖNSÖZ........................................................................................................i

ÖZET...........................................................................................................ii

ABSTRACT................................................................................................iv

ĐÇĐNDEKĐLER...........................................................................................vi

GĐRĐŞ 1

1. BÖLÜM

ĐBN HALDUN’UN HAYATI VE MUKADDĐME

1.1. Hayatı 3

1.2. Mukaddime ve Đbn Haldun 6

1.3. Sosyoloji ve Đbn Haldun 10

2. BÖLÜM

ĐBN HALDUN’UN METODOLOJĐSĐ

2.1. Tarihi Metod 16

2.2. Determinizm 20

2.3. Bilim Sınıflaması 26

2.4. Tarih ve Umran Đlmi 29

3. BÖLÜM

ĐBN HALDUN’DA TOPLUM ANLAYIŞI

3.1. Toplumsal Yaşam 36

3.1.1. Asabiyet 41

3.1.2. Bedevi ve Hadari Toplum 49

3.1.3. Taklit Teorisi 57

4. BÖLÜM

ĐBN HALDUN’DA DEVLET

4.1. Devlet Yönetimi 60

vii

4.2. Devlet ve Değişim 69

4.3. Devlet ve Đktisat 76

SONUÇ.......................................................................................................83

KAYNAKLAR ..........................................................................................88

1

GĐRĐŞ

Đbn Haldun; onu bugünkü ününe taşıyan eseri Mukaddime’de ortaya koyduğu

fikirleriyle kendi çağını aşıp bugünlere uzanan önemli bir düşünürdür.

Mukaddime’de Đbn Haldun tarihe gözlemci bir gözle bakmış ve olayların

incelenmesinde tarihsel metodun kullanışını göstermiştir. Đbn Haldun, devlet ve

uygarlıkların oluşumunu etkileyen faktörleri saptamaya çalışmış; toplumsal yaşam

türlerini incelemiştir.

Đbn Haldun bundan yıllarca önce toplum sınıflamaları yapmış, toplum

biçimlerini üretim biçimlerine göre sınıflandırmıştır. Toplumun manevi yaşantı ve

değerlerini, insanların psikolojik varlık ve özelliklerini ekonomik koşullarla, üretim

biçimiyle ilişkileri içinde açıklamaya çalışmıştır. Đbn Haldun’un Mukaddime’de

kullandığı yöntemle birlikte toplum, devlet, ekonomi gibi konuların açığa

çıkarılması; Đbn Haldun’un düşüncelerinin sosyolojiye yaptığı katkıların ortaya

çıkarılması açısından oldukça önemlidir. Çalışmamızın amacı da Đbn Haldun’un

Mukaddime adlı eserinde ele aldığı toplumbilimsel konuları tanımaktır.

Çalışmada; Đbn Haldun’un en önemli eseri olma niteliğinde olan Mukaddime

temel kaynağımız olmaktadır. Ayrıca Đbn Haldun üzerine çalışma yapan birçok

araştırmacının da eserlerinden faydalanılmıştır.

Çalışmanın birinci bölümünde Đbn Haldun’un hayatına değinilmekte,

Mukaddime ile ilgili bilgiler verilmektedir.

Đkinci bölüm; Đbn Haldun’un tarihi metodu, determinizm, bilim sınıflaması,

tarih ve umran ilmi kısımlarından oluşmaktadır.

Üçüncü bölümde toplumsal yaşam, asabiyet kavramı, bedevi ve hadari

toplum sınıflamaları ve taklit unsuru izah edilmeye çalışılmıştır.

2

Dördüncü bölümde; Đbn Haldun’da devlet düşüncesi tahlil edilmiş, değişme

unsurunun devlette nasıl meydana geldiği ve iktisadi unsurların bu değişimdeki etkisi

izah edilmiştir.

3

1. BÖLÜM

ĐBN HALDUN’UN HAYATI VE MUKADDĐME

1.1. Hayatı

Đbn Haldun umran ilmiyle; tarihin gerçek bilgisine ulaşmak için sosyal olay

ve olguların tarafsız ve objektif gözleminden hareket ederek; toplumun zaman

içindeki değişme ve bu değişmelerin sebeplerini açıklamak amacındadır. Umran

ilmiyle o bir yandan tarihçiliğin ilkelerini ortaya koymakta; diğer yandan ele aldığı

konularla sosyolojinin öncüsü sayılmaya değer bulunmaktadır. Đbn Haldun

Mukaddime’de ele aldığı konu ve sorunlarla ölümünün üzerinden altı yüzyıl

geçmesine rağmen hala düşünce tarihinde önemini koruyan bir isim durumundadır.

Adı Abdurrahman, künyesi Ebu Zeyd, lakabı Veliyyüddin, şöhreti Đbn

Haldun olan düşünürün tam adı Abdurrahman Ebu Zeyd Veliyyüddin Đbn Haldun

Maliki Hadrami’dir. 27 Mayıs 1332’de Tunus’ta doğdu ve 15 Mart 1406’da 74

yaşında iken Kahire’de vefat etti (Doğan, 2002:21).

Mukaddime’nin yazarı halk arasında, ilim ve edebiyat çevrelerinde “Đbn

Haldun” adıyla meşhur olmuştur. Đbn Haldun (2005:157) Mukaddime’nin başında

kendini şu ifadelerle tanıtır:

“Yüce Allah’ın rahmetine muhtaç bir kul olan Abdurrahman b. Muhammed

b. Haldun Hadrami der ki....”

Đbn Haldun’un hayatı kabaca üç döneme ayrılabilir. Đlk dönemde (1332-1352)

çocukluğu ve gençlikteki öğrenimi yer alır. Đkinci dönem (1352-1375) düşünür

olarak çalışmalarını sürdürdüğü ve yaşadığı çeşitli siyasal serüvenleri kapsar. Son

4

dönemde (1375-1406) ise Đbn Haldun bir bilim adamı, öğretmen ve yargıç olarak

yaşamıştır.

Haldun ailesi, gerek Yemen’de, gerek Endülüs’te, gerekse Tunus’ta bir çok

güzideler yetiştirmiş ise de bunların içinde Đbn Haldun kadar bir nam ve eser sahibi

olan yoktur (Fındıkoğlu, 1961:56). Đbn Haldun tahsil çağına gelince, Đslam

memleketlerindeki eğitim usulüne uyarak Kuran ezberlemeye başladı. O devirlerde

mescitler ve camiler okul ve medrese olarak kullanılmaktaydı. Hocaların, hafızların

önünde burada Kur’an ezberlenirdi (Kızılçelik, 1992:2).

Đbn Haldun’un ailesi, ilim ve irfana yabancı olmamakla birlikte, babası

dönemin büyük hocalarındandı. Onun için Đbn Haldun’un ilk hocası babası olmuştur.

O çağlarda Tunus, Mağrip’teki alimlerin ve ediplerin merkezi, Endülüs’ü terketmek

zorunda kalan hocaların konakladığı bir yer konumundaydı. Đbn Haldun bu

hocalardan çok sayıda ders almıştı. Tefsir, hadis ve edebiyat ile ilgili bilgileri

buradaki hocalardan öğrenen Đbn Haldun, bu bilimlerden sonra mantık, felsefe ve

doğa bilimlerinde eğitim görmüştür. Đbn Haldun bu eğitimi sırasında en çok

Muhammed bin Abdulmüheymin Hadrami’den etkilenmiştir (Uludağ, 2005:21-22).

Đbn Haldun onsekiz yaşına geldiğinde, onu eğitim hayatından uzaklaştıran ve

yaşamı boyunca üzerinde etkili olan iki olay meydana gelir: Birinci olay, 1348’de

Doğu ve Batı Đslam dünyasındaki veba hastalığıdır. Bu salgın hastalık Đtalya, Endülüs

ve birçok Avrupa memleketlerine de yayılmış ve Đbn Haldun’un anne, baba ve ders

aldığı hocalarını alıp götürmüştür. Đkinci olay ise vebadan kurtulan bilginlerin ve

ediplerin 1349 yılında Meriniler hanedanlığının sahibi Ebu Hasan ile beraber

Tunus’tan Mağrib’e hareket etmeleridir (Kızılçelik, 1992:2-3). Bu olaylar Đbn

Haldun’un Tunus’ta derse ve tahsile devam etme imkanlarını zorlaştırdı. Bundan

sonra Đbn Haldun, idari ve siyasi faaliyetlerde bulunmuştur. Bu tür işler onun,

751/1351’den 776/1374 senesine kadar yirmibeş senesini aldı. Đbn Haldun’un

istemeyerek atıldığı siyasi hayatı; onun fırsat buldukça okuyup araştırmalar ve

5

incelemeler yapmasına vasıta olmuştu. Daha sonraki ilmi faaliyetleriyle de eserini

ortaya koymuştur (Uludağ, 2005:25).

Đbn Haldun siyasi yaşamında Tunus emirlerinden Ebu Đshak’ın başkatibi

olmuştu (Fındıkoğlu, 1961:57). Bir seyahatte Fas emiri Ebu Đnan’ın veziri oldu. Đbn

Haldun Fas’ta iken Endülüs’ten, Tunus’tan ve Mağrib’in diğer memleketlerinden

buraya göç etmiş olan bilginlerle temas kurma, onlardan ders alma ve faydalanma

imkanına sahip oldu. En zengin Đslam kütüphanelerinden olan Fas kütüphanelerinden

yararlandı. Đbn Haldun, Sultan Ebu Đnan’ın yanında kaldığı süre içinde daha yüksek

mevki ve makamlar peşinde oldu. Bundan dolayı Fas’ta sultanın çevresinde

emellerini gerçekleştirmek amacıyla siyasi entrikalara karıştı. Bunların ortaya

çıkmasıyla Đbn Haldun iki yılını hapiste geçirdi. Ebu Đnan bu süre içinde ölmüştü

(Uludağ, 2005:27-28). Ebu Đnan’ın yerine geçen Ebu Salim onu serbest bıraktı ve

ona umumi katipliğini verdi. Fakat bu da uzun sürmedi ve kabilelerin isyanı üzerine

Ebu Salim iktidarı kaybetti. Memleketin siyasal hayatından rahatsız olan Đbn Haldun

Endülüs’e gitmek için izin aldı. O zaman onu Gırnata emiri Abdullah b.Ahmer’in

sarayında görüyoruz. Gırnata, Đspanya’da Đslam devletinin son sığınağıydı. Tarihçi

Đbn al-Hatib orada vezirdi. Đbn Haldun orada tarihi çalışmaları için en elverişli ortamı

buldu. Abdullah onu Kastil kralına elçi olarak gönderdi. Đbn Haldun ile Đbn Hatib

arasındaki rekabet Đbn Haldun’u Gırnata’dan ayrılmaya ve Becaye emiri Abu

Abdullah’ın davetini kabule zorladı. Burada vezir oldu (Ülken, 1998:205). Sultan,

memleketinin tüm yönetimini Đbn Haldun’a teslim etti. Dağlarda yaşayan Berber

uruğları birkaç yıldan beri isyan halinde olup vergi vermiyorlar, hükümetin

emirlerine karşı geliyorlardı. Đbn Haldun bizzat kendisi bu uruğların üzerine

yürüyerek onları hükümete boyun eğdirdi. Bu sırada Telemsan sahibi Ebu Hamu Đbn

Haldun’u bir mektupla çağırdı. Amacı bazı köy ve uruğları Đbn Haldun’un

yönetimine vererek buraların durumunu düzeltmekti (Kızılçelik, 1992:4).

Đbn Haldun siyasi yaşamdan uzak kalmayı istediği için Telemsan’dan

ayrıldıktan sonra kendine rahat ve sakin bir yer aradı. Burada okumak, araştırmak ve

kitap yazmak istiyordu (Uludağ, 2005:39). Đbn Haldun siyasi ve idari karışıklıklardan

6

uzak Selame kalesinde dört yılını geçirir. Düşünür siyasal tecrübe ve gözlemlerinin

ürünü olan “Mukaddime”sini bu ortamda kaleme almıştır (Fındıkoğlu, 1961:57).

Meriç’in (2002:139-140) deyimiyle “çağının her büyük faciasında ya oyuncu ya da

seyirci” olan düşünür “kılıcı ile fethedemediği ülkeleri kalemiyle fethetmekteydi”.

1378’de Selame kalesini terkeden Đbn Haldun Mukaddime’nin bir nüshasını

Tunus Sultanı Ebu Abbas’a sunmuştur. Đbn Haldun’un sultana sunduğu bu nüshasına

“Tunus Nüshası” adı verilmektedir. Bu nüsha şu bölümlerden meydana gelmektedir:

1-Hutbe(başlangıç), 2-Mukaddime(giriş), 3-Mağrip(Berber ve Zenate), Arap ve

Đslam devletleri tarihi. Mısır’da bulunduğu süre içinde kadılık, müderrislik gibi

önemli görevlerde bulunan Đbn Haldun 24 sene kaldığı Mısır’da el-iber ve

Mukaddime üzerinde düzeltmeler ve değişiklikler yapmıştır. Đbn Haldun’un en son

olarak düzelttiği değişiklikler yaparak düzenlediği Mukaddime’nin bu nüshası Mısır,

Đstanbul ve Avrupa kütüphanelerinde mevcuttur (Uludağ, 2005:41-49).

Büyük toprak sahibi, diplomat ve kumandan durumlarında bulunmuş olan Đbn

Haldun, çağının büyük politik olaylarının tanığı ve çok kez de bu olaylardan sorumlu

bir hareket adamı olarak yaşadı. Edinmiş olduğu bu görgüler toplumların iç

mekanizmasını ve gelişmelerini incelediği eserlerinde görülmektedir (Garaudy,

1965:56).

1.2. Mukaddime ve Đbn Haldun

Đbn Haldun, çeşitli ilimlerde düşüncelerini açıklamış, edebiyat ve sanatla

meşgul olmuş bir bilgindir. Mukaddime adlı eseriyle ününe kavuşan Đbn Haldun’un

eserleri şunlardır (Uludağ, 2005:55): 1. el-iber – Mukaddime – et-Tarif, 2. Lübabu’l-

muhassal, 3. Şifau’s-sail, 4.Bürde kasidesinin şerhi, 5.Mantık risalesi, 6.Matematiğe

dair risale, 7.Şiir ve kasidelere dair risale, 8.Fıkıh usulüne dair Đbn Hatib’in

Recez(manzumesi)’inin şerhi.

7

Đbn Haldun’u günümüzdeki ününe taşıyan esas eseri, Kitab’ul Đber adlı

eserine önsöz olarak yazmış olduğu ansiklopedik bir eser niteliği taşıyan Mukaddime

eseri olmuştur. Mukaddime’de yer bulan insan, toplum ve toplumsal faaliyetlere

ilişkin konular; üzerinde durulmaya ve incelenmeye değer türdendir. Mukaddime’de

Đbn Haldun, tarihe gözlemci bir gözle bakarak konuları birbiriyle karşılıklı ilişkileri

ile inceleyerek tarihi metodun kullanılışını göstermiş bulunmaktadır.

Kuzey Afrika ve Đslam tarihi ile ilgili “Kitab’ul Đber” adlı eserine yazdığı

“Mukaddime” esas tarihten daha hacimlidir. Đbn Haldun da bu kısma ayrı bir önem

vererek bağımsız bir anlam vermiş, doğuda ve batıda hep bu giriş kısmı ayrı bir eser

olarak basılmıştır (Arslantürk, 1992:87). Đbn Haldun, eserinde ilginç bir tasviri

sosyoloji çalışması yapmıştır. Böylece o Kuzey Afrika’nın gerçek bir sosyolojisini

yazmış bulunmaktadır. Onun tesbitleri bugün de bu bölgenin sosyal hayatını ve

yapısını belirleyebilecek kadar güçlü bir öneme sahiptir (Sanay, 1991:20).

Đbn Haldun dünyayı rastlantı olarak bir yere toplanmış şeylerin topluluğu

olarak görmez; o, dünyayı, olayların birbirini karşılıklı olarak etkilediği ahenkli bir

bütün olarak görür. Bir kozmografya, dünyanın jeografik bir tasviri, siyaset, iktisat

incelemesi, bilimlerin rasyonel bir sınıflandırılması, bir pedagoji, bir retorik

bölümlerini içeren Mukaddime’nin ansiklopedik karakteri bununla açıklanabilir

(Garaudy, 1965:59).

Kuzey Afrika’daki kısa ömürlü devletçiklerin gelişme ve yıkılmalarına tanık

olan düşünür deney ve gözlemlerini “Mukaddime”sine aktarmıştır (Sarıca, 1987:48).

Mukaddime ilk önce altı büyük kısma ayrılmış olup her kısım ayrıca fasıllara

bölünmüştür. Coğrafi şartlarla toplumsal hayat ilişkisi, şehir ve şehirleşme, ahlak,

siyaset, din, iktisat, devlet, hukuk gibi konuları Mukaddime’de işleyen Đbn Haldun;

aslında bugün de sosyolojinin temel konuları arasında bulunan bu konulara daha o

yıllarda dikkat çekmiş bulunmaktadır.

8

Mukaddime önce Paris’te Quatremere tarafından, Kahire’de (Bulak) Mustafa

Fethi tarafından bastırıldı. Đlk çeviriler, Türkiye’de Pirizade, Cevdet Paşa tarafından

yapıldı. 18. yüzyıla kadar Batı, bu filozofu tanımıyordu. 19.yüzyıl başında Sylvestre

de Sacy onun önemini gördü. Garcin de Tassy Đbn Haldun’un eserinden birkaç

bölümü çevirdi. Quatremere eseri “Prolegomenes” adıyla yayınlamıştı. Özet halinde

Fransızcaya çevirdi, fakat bitiremedi. Đlk defa tam çevirisini Baron de Slane yaptı

(1862-1886). O zamandan beri batıda Đbn Haldun’dan çok bahsedilmektedir (Ülken,

1998:206).

Mukaddime, Osmanlı aydınının da 16. yüzyıldan başlayarak ilgisini çeken bir

eser olmakla birlikte, Taşköprülüzade, Katip Çelebi, Naima gibi isimlerin kullandığı

ve esinlendikleri bir eserdir. Mukaddimenin Türkçe tercümeleri Pirizade ve Ahmet

Cevdet Paşa tarafından yapılmıştır (Meriç, 2002:142). Pirizade Mehmet Sahib Efendi

(1674-1749), 1725-1730 yılları arasında yapmış olduğu çalışmalar sonucunda, eserin

ancak üçte ikisini Türkçeye çevirmeyi başarmış; bu çevirinin geriye kalan kısmı ise,

19. yüzyılın önde gelen devlet adamlarından ve tarihçilerinden Ahmet Cevdet Paşa

(1823-1895) tarafından bitirilmiş ve 1858-1862 yılları arasında Tercüme-i

Mukaddime-i Đbn Haldun adıyla üç cilt halinde yayımlanmıştır (Demir, 2006:12).

Yakın dönemde ise Mukaddime çevirileri, Turan Dursun, Zakir Kadiri Ugan,

Süleyman Uludağ tarafından yapılan çevirilerdir.

Son dönemde yapılan Mukaddime’nin Türkçe çevirileri incelendiğinde en

nitelikli çevirinin Süleyman Uludağ’a ait çeviri olduğu görülmektedir. Uludağ

çevirisinde eserin başına geniş bir giriş bölümü eklenmiştir. Bu bölümde Đbn

Haldun’un hayatı, düşünceleri, Mukaddime eseri ile ilgili bilgiler geniş bir şekilde

yer almaktadır. Ayrıca çeviriye oldukça geniş ve uzun dipnotlar eklenerek

anlaşılması güç yerler izah edilmiş, okuyucular daha duru ifadelerle bahsi geçen

konuları anlama olanağına sahip olmuşlardır. Uludağ’ın (2005:147) belirttiğine göre

bu çalışma, daha önceki Mukaddime çevirilerinin eksiklikleri dolayısıyla,

Mukaddime’nin yeni ve tam bir tercümesine duyulan ihtiyaçtan ortaya çıkmıştır.

Ugan çevirisi ise incelendiğinde çevirinin son derece arı bir Türkçe’yle yapıldığı

9

görülür. Ancak Uludağ’ın (2005:144) belirttiğine göre bu çeviri, pek çok paragraf ve

bölüm eksiklikleri içermektedir. Uludağ (2005:146), Turan Dursun çevirisinde ise

Mukaddime’nin asıl metni üzerinde çevirmenin yorumlar yapmakla objektifliğini ve

tarafsızlığını yitirdiğini ifade eder. Aynı zamanda Turan Dursun’un çeviride

Mukaddime’nin Mısır ve Beyrut baskılarından ve Prizade tercümesinden

faydalandığını belirtir. Ancak Mukaddime’nin Mısır ve Beyrut baskılarının

yanlışlıklar ve eksiklikler içerdiğini, Pirîzâde tercümesinin ise tefsiri bir tercüme

olduğunu, dolayısıyla esas alınan metinlerde yer alan hataların bu tercümede de yer

aldığını belirtir.

Đbn Haldun, Mukaddime’yi yazmaya başladığında kırküç yaşındadır.

Yaşamının bundan sonraki dönemini büyük ölçüde Mukaddime’yi gözden geçirip

yazmakla geçirir. Đbn Haldun zeki bir düşünür olmasının yanında, iktidar hırsı olan,

maceradan hoşlanan ve hatta politik konulara gelindiğinde merhametsizleşebilen bir

kişidir (Öncü, 1993:50).

Đbn Haldun, Mukaddime’de olayları, toplum olayları olarak ele almış,

genellikleri ve gidiş kanunları bakımından incelemiştir. Đbn Haldun, toplumları

bağımlı oldukları üretim biçimlerine göre değerlendirmiş, devlet ve iktidar olgularını

objektif karakterleri itibariyle incelemiştir. Bu kavrayış, düşünürün tarihe ve bilime

teolojiden bağımsız olarak yaklaşmasını mümkün kılmıştır (Hassan, 1977:297).

Mukaddime’ nin hedefi; sosyal ilke ve kanunları; varlığın tabiatlarını;

kavimlerin, ülke ve asırların hallerini ve olayların cereyanlarının değişmekte

olduğunu; bu değişmelerin tesirlerini bilmeye, sebeplerini incelemeye; devletlerin

başlangıç ve değişmelerini gerektiren etkenleri, bu devletleri yönetenlerin hallerini

incelemeye yöneliktir (Hassan, 1977:168).

Herşeyin kesintisiz bir süreklilikle hareket, oluşma, gelişme ve değişme

halinde olduğunu, basit elemanlardan başlayarak her aşamadaki canlı-cansız

10

unsurların dönüşmeye hazırlık safhası geçirdikleri ve dönüştüklerini, şeylerin ve

varlıkların birbirleriyle ilgili ve ilintili olduğunu ve bütün bu ilişkilerin belirli bir

düzen içinde yürüdüğünü somut gözlemleri de dayanak alarak teorileştiren bilinen ilk

eser Mukaddime olmaktadır (Hassan, 1977:136).

1.3. Sosyoloji ve Đbn Haldun

Đbn Haldun, düşünce tarihinin en önemli düşünürlerinden biri olarak

Mukaddime adlı yapıtıyla toplumsal, siyasal, ekonomik açılardan çağdaş bilimsel

düşüncenin tohumları atan önemli bir düşünür olma konumundadır. Mukaddime

eserinde ele aldığı konuların çeşitliliği, konuları açıklama ve yorumlama tarzı ile

günümüz sosyolojisinin temel kavramlarını daha o yıllarda ele alarak sosyoloji

alanında önemli bir düşünür olarak sayılmaya değerdir. Her ne kadar amacının “ilm-i

umran” adıyla yeni bir bilim kurmak olduğunu söylese de umran ilminin konusunun

toplum, toplumsal yaşam olması sebebiyle sosyolojik açıdan önemli sayılabilecek

konulara Mukaddime’de oldukça sık rastlanmaktadır.

Đbn Haldun; düşünce tarihinde toplum meselelerine, sosyal olaylara yönelen

bir düşünce adamıdır. Sosyolojinin konusunu da sosyal olaylar ve sosyal varlıklar

oluşturmaktadır. Sosyal varlıkların en önemlilerinden ve süreklilerinden biri ise,

toplumdur. Dolayısıyla sosyolojinin inceleme alanı da toplumdur (Sanay, 1991:2).

Đbn Haldun; Đslam düşünce tarihinde sosyal olaylar üzerinde kafa yoran ve teorik

olduğu kadar ampirik araştırmalar yapan bir kişiliktir. Đbn Haldun’dan önceki

felsefelerin konusu özellikle metafizik ve tabiat bilimleri olmasına karşılık Đbn

Haldun topluma, toplum meselelerine yönelmiştir. Bu nedenle o doğuda ve batıda ilk

tarih filozofu ve sosyolojinin ilk habercisi olarak tanınır (Arslantürk, 1992:86).

Đbn Haldun; Mukaddime’de yeni bir ilmi disiplin kurma amacındadır. Bu ilme

o, “umran ilmi” adını vermektedir. Umran ilminin konusu ise; insanın toplumsal

11

yaşamı ve bu toplumsal yaşamdan çıkan her türlü toplumsal örgütlenme, toplumsal

olay ve kurumlar olmaktadır. Đbn Haldun umran ilminin konusu içinde, her türlü

toplumsal örgütlenme birimlerini, insanın toplumsal evrimini, bu evrimde toplumun

içinden geçtiği toplumsal aşamaları ve bu aşamalarda insanların içinde bulundukları

faaliyetleri ve kurumları saymaktadır. Dolayısıyla umran ilminin günümüzde sosyal

bilimlerin ele aldığı konuları kapsayacak bir ilim olduğu anlaşılmaktadır (Arslan,

1997:17-18).

Bu noktanın tesbiti, Đbn Haldun’un bugünkü modern sosyolojinin kurucusu

olarak görenlerin bu görüşlerinin ne kadar haklı olduğunu gösteren bir işarettir.

Çünkü böylece onun insanın toplumsal hayatını, toplumsal örgütlenmesini ve

bunlardan çıkan toplumsal olay grupları ve kurumlarını bağımsız bir ilmin konusu

yapmayı düşünen ilk kişi olduğu anlaşılmaktadır (Arslan, 1997:18).

Öncü (1993:40-44), birey toplum ikileminden yola çıkarak Đbn Haldun’u

sosyolog olarak kabul edebilmemiz için onun çalışmalarında bireyin özgürlüğü

sorununu ele alması gerektiğini söyler. Ona göre Đbn Haldun’un yazılarında böyle bir

tartışma bulunmamaktadır. Bulunması da mümkün değildir. Çünkü Đbn Haldun

toplumdan ayrılmış bir bireyselliği görebileceği bir tarihsel dönemde yaşamamıştır.

Bireyin olmadığı bir ortamda birey-toplum ilişkisinin de sorgulanamayacağını ifade

eden Öncü, böyle ortamlarda sosyolojinin de gelişemeyeceğini, sonuçta Đbn

Haldun’un sosyolog olmadığını, ancak bir tarihçi olduğunu söyler.

Đbn Haldun’a göre sosyal olaylar ve olgular bireylerin dışında oluşur ve onları

sebep-sonuç ilişkisi içinde incelemek gerekmektedir. Ona göre yapılması gereken;

insan iradesi dışında meydana gelen sosyal olguları açıklamak ve bu sürecin

sebeplerini belirlemektir. Cemil Sena (1976:14), Đbn Haldun’la ilgili şunları söyler:

“Đbn Haldun, tarihte akılcıdır, sosyoloji ile tarihi birleştirmekte ilk adımı atmıştır.

Hilmi Ziya Ülken, onun coğrafi ve ekonomik determinizm düşüncesini savunmasından, Karl

Marx ve Montesquie’nün müjdecisi saydığı gibi, nüfusa ilişkin görüşleriyle de Malthus’la

12

ilişkili görür, aynı zamanda onun kent yaşamından tiksinmesi ve uygarlığın ahlakı

bozduğuna dair düşünceleriyle de Rousseau’dan, hatta bir bakıma da Nietzsche ’den önce

geldiğini ve Machiavelli’nin de öncüsü olduğunu yazar. Đbn Haldun, Gobineau’dan önce ırka

önem vermiş, hukuk anlayışında Hobbes ve Hegel’e, taklidin rolüne önem vermekle de

G.Tard’a rehberlik etmiştir. Sosyal olaylarda kanun ve determinizm düşüncesini getirerek

pozitif sosyolojinin ilk kurucusu da sayılır.”

Đbn Haldun’un kendisinden sonra yaşamış olan Marx, Montesquie,

Machiavelli, Vico, Rousseau gibi pek çok batılı düşünürle benzerlik kurulduğu

görülmektedir. Uludağ’a (2005:125) göre Đbn Haldun’un Marx’a benzetilmesinin en

önemli nedeni; üretilen mal ve hizmetlerin değerinin, insan emeğinin değerine eşit

olduğunu söylemesidir. Bununla birlikte; Đbn Haldun toplumların yapısında görülen

değişiklikleri ekonomi, iklim, coğrafya gibi maddi unsurlarla açıklar. Đbn Haldun

insan topluluklarında ve çeşitli kavimler arasındaki farklı durumları, ekonomik

üretim biçiminin farklı olmasıyla açıklayarak, tarihi maddeciliğin öncüsü kabul

edilmektedir.

Đklimin ve tabiat şartlarının toplumsal yaşam üzerindeki etkisi açısından Đbn

Haldun ve Montesquie arasında da benzerlik bulunmaktadır. Her iki düşünür de

coğrafi şartların medeniyetin gelişmesinde büyük ölçüde etkisi olduğunu savunur.

Aynı zamanda Machiavelli ve Đbn Haldun’un tarihi olayların ve devletin, zora,

kuvvete dayandığı yolundaki görüşleri benzerlik göstermektedir (Uludağ, 2005:118-

119). Machiavelli’nin “Silahlı peygamberler fetihlerde bulunurken silahsızların

mahvolması” yolundaki görüşü benimsemesi ve bu görüş çerçevesinde oluşan

‘iktidar’ kavrayışı ile Đbn Haldun’un asabiyet teorisi arasında paralellikler

kurulmaktadır (Hassan, 1977:17). Bununla birlikte Đbn Haldun’un; nüfusun arttığı ve

kültürel faaliyetlerin yoğunlaştığı toplumsal ortamın ahlak çöküntüsüne sebep olarak

insanı bozduğundan bahsederek doğaya yakın olmayı önemsediği açıklamalarıyla

Rousseau’ya da benzetildiği görülmektedir (Uludağ, 2005:121).

13

Đbn Haldun, tarihi sosyolojik kılmak isteyen ilk düşünürlerden biridir. Ona

göre insanın tek başına üretim yapamamasının sonucu olan toplumsal durumu tarihin

konusu olmalıdır; ya da tarihin konusu maddi ve manevi kültürüyle birlikte

toplumsal yaşantıdır; toplumsal değişmeler üzerinde durmalıdır. Hristiyan Batı

felsefesi, tarihi ve tarihsel olayları Allah’ın dünya üzerindeki egemenliği ve

egemenliğinin hazırlığı olarak görürken, Đbn Haldun, toplumların gelişmesini

nedenlerle, nedenle arası ilişkilerle ilk kez görmüştür. Đbn Haldun, toplum biçimlerini

üretim biçimlerine göre sınıflandırmasını bilmiştir. Toplumun manevi yaşantı ve

değerlerini, insanların psikolojik varlık ve özelliklerini ekonomik koşullarla, üretim

biçimiyle ilişkileri içinde açıklamaya çalışmıştır. Bir başka deyişle, bugünkü

sosyolojinin en temel ve en geçerli konularından biri olan altyapı-üstyapı arasındaki

ilişkiler gerçeğini Ortaçağ’da ileri sürmüştür (Ergun, 1979:15-16).

Satı el-Husri’ye (2001:112-116) göre Đbn Haldun A. Comte’un da öncesinde

sosyolojinin gerçek kurucusudur. Ona göre şu üç sebepten dolayı Đbn Haldun’u

sosyolojinin gerçek düşünürü saymak zorundayız:

a)Đbn Haldun “insan toplumunu” bağımsız bir ilmin konusu haline getirmenin

gerekliliğini vurgulamış ve bu ilme “umran ilmi” adını vermiş ve umrandan da

toplumu kasdetmiştir.

b)Đbn Haldun, sosyal olayların bir takım sebeplerden kaynaklandığına tam

olarak inanmış ve bu sebeplerin umranın yani toplumun tabiatına ait olduklarını

kavramıştır.

c)Đbn Haldun Mukaddime’de söz konusu ilkeler ve konular üzerinden

alelacele geçmiş değildir. Nitekim bunları iğreti bir şekilde yazmış değildir. Sürekli

olarak bu ilkelere göre hareket etmiş ve bu konuları ayrıntılı bir biçimde incelemiştir.

14

Đbn Haldun, siyasi, iktisadi, sınai, ilmi hayatı sosyal hayatın fenomenleri

saymakta, bunlara ilişkin bahislere sosyolojinin dalları olarak bakmaktadır. Đbn

Haldun’un bu problem karşısındaki tavrı onu doğrudan çağımızın toplum

bilimcilerinin safına yükseltmektedir (Satı El-Husri, 2001:116).

Husri’ye (2001:116) göre Mukaddime’nin temel bölümleri incelendiğinde

birinci anabölüm genel sosyoloji, ikinci ve üçüncü anabölümler siyaset sosyolojisi,

dördüncü anabölüm şehir sosyolojisi, beşinci anabölüm iktisat sosyolojisi ve altıncı

anabölüm ahlak sosyolojisinin konularını içermektedir.

Kongar da (1981:68) Đbn Haldun’u sosyolojinin kurucusu ve pek çok çağdaş

kavramın yaratıcısı kabul eder. Kavramlarından pek çoğu bugün çağdaş toplumun

çözümlenmesinde anlamlı ve işlevsel olarak kullanılabilmektedir.

Toplumun, toplum şartlarının insanı yaratırken insanın da toplumu

yarattığının kanıtlarını Mukaddime boyunca göstermesi; toplumu bireylerin toplamı

şeklinde gören mekanik anlayışa imkan tanımayan tavrı, Đbn Haldun’u hemen hemen

tartışmasız kabul ve övgü ile söz edilen temel sosyolojik yaklaşımını meydana

getirir. Đbn Haldun, psikolojik yaklaşımları soyutlamamakta, toplum ve siyaset

alanındaki toplumsal ve bireysel psikolojiyi maddi temellere bağlamaktadır (Hassan,

1977:127-128).

Đbn Haldun, toplumların durağan bir yapı göstermeyip sürekli bir değişim

gösterdiğini açıklamış; göçebelikten yerleşik hayata geçiş, devletlerin geçirdiği

devreler gibi açıklamalarıyla sosyolojide önemli bir yere sahip olan toplumsal

değişme olgusuna değinmiştir.

Toplum kavramı sosyolojinin tanımlanması en zor kavramlarından birisi

olmakla birlikte, somut insan topluluklarından çok farklı bir içeriğe sahiptir.

Toplumun içeriğinde elbette insan topluluğu vardır ama kavrama asıl niteliğini veren

15

bu insan topluluklarının ilişkileridir. Bu sebeple toplum “insanların meydana

getirdikleri sosyal münasebetler ve teşkilatlar ağı” olarak tanımlanabilmektedir

(Sezal, 1991:37). Toplumsal değişme daha çok sosyal kurumlarda ve ilişkilerde

meydana gelen değişiklikleri içermektedir. Sosyal ilişkilerdeki değişimden siyasal

ve iktisadi yapıdaki değişime varana kadar çok geniş bir alandaki değişimi

içermektedir.

Đbn Haldun’un, Mukaddime’de toplumsal değişimi vurgulayan

açıklamalarıyla günümüzde pek çok teori ve isimle benzerlikleri kurulabilmektedir.

Đbn Haldun’un devletlerin doğup büyüyüp ölmesi gibi açıklamalarıyla canlı varlıklar

gibi açıklaması onun “organizmacı” olarak değerlendirilmesine neden olmuştur.

Bununla birlikte Đbn Haldun, tarih felsefesiyle Giambattista Vico (1668-

1744), Oswald Spengler (1880-1936) ve Arnold Joseph Toynbee’nin (1889- 1975),

toplumların gelişiminde iktisadi etmenlerin önemine değinmesiyle materyalistlerin,

coğrafi etmenlerin önemini vurgulaması açısından Montesquieu’nün (1689-1755),

sosyoloji biliminin temellerini atması bakımından Auguste Comte’un (1798-1857) ve

diğer bazı yazarların da öncüsü olmuştur (Demir, 2006:14).

16

2. BÖLÜM

ĐBN HALDUN’UN METODOLOJĐSĐ

2.1. Tarihi Metod

Tarih, bir toplum içinde yaşayan insan gerçeğinin bir bölümünü açıklamayı

amaçlar. Tarihsel gerçeklik adı verilen bu varlık türü insan ilişkileriyle kurulur ve

toplumsal oluşumların biçimlenişleri üzerinde gelişir. Tarihin bir insan bilimi olarak

nitelenmesinin bir nedeni de budur. Çünkü insan ve toplum birbirlerini koşullayan,

biçimlendiren varlıklardır. Bununla birlikte; gelenek, töre, inanç, yönetim, eğitim,

öğretim ve kültür gibi unsurlar tarihsel süreci belirleyen, etkileyen ve biçimlendiren

temel unsurlardır. Bunların bütünü uygarlığı yarattığından, tarih de uygarlığın bilimi

olarak nitelenebilmektedir ( Kızılçelik, 1992:8).

Đbn Haldun’u Đslam düşüncesi ve genel olarak sosyal bilimler alanında farklı

kılan en önemli özelliklerinden bir tanesi de, onun toplumsal olayların

incelenmesinde kullandığı yöntemdir. Đbn Haldun’a kadar tarihi olayları sadece

nakletmekle kendini gösteren tarih anlayışı, onunla yeni bir anlam kazanmıştır. Đbn

Haldun, tarihi zahiri (yüzeysel) ve batıni (iç bünyeye inebilen) olmak üzere iki

açıdan ele almış ve asıl yapılması gerekenin olayların temelindeki sebep-sonuç

bağının açıklanması gerektiğini savunmuştur.

Zahiri tarihçilik, olayların sadece görünüşüne bakan, “olaycı, hikayeci” denen

tarih anlayışıdır. Đbn Haldun, bu anlayışı küçümser ve batıni tarihçiliğe değer verir.

Batıni tarihçilik ise, sosyal olayların nedenleri üzerinde durur, anlamaya çalışır, yani

açıklayıcıdır. Buna göre tarih konu olarak sosyal hayatı ele almalı ve olayları sosyal

faktörlerle incelemelidir (Amman, Arslantürk, 2000:121-122).

17

Đbn Haldun, toplumsal ve siyasal olayların incelenmesinde yeni bir yöntem

ortaya koyduğunun farkındadır. Şu ifadeler onun yönteminin özgünlüğünü ve

önemini iyi bildiğini göstermektedir:

“Ben bu eserimi tezhip, yani fazla lüzumsuz şeyleri çıkartarak güzel bir surette telif

etmek ve bab ve bölümlere ayırmak hususunda bugüne kadar takib edilmeyen bir usul

seçtim. Konuları bilginlerin ve havassın(seçkinlerin) anlayışına yaklaştırdım. Eserin telifinde

acayip bir usul icat ve yeni bir yol ve metod takibettim.” (Đbn Haldun, 1989:11, C.I).

Đbn Haldun’a göre batıni tarih, yani iç bünyeye inebilen tarih anlayışı, elde

edilen verilerden yola çıkarak araştırmacıya yararlı bazı genellemeler kurma

imkanını verebilir. O, tarihin gerçek anlamını şöyle belirtir:

“Tarihin içinde saklanan mânâ; incelemek, düşünmek, araştırmaktan ve varlığın

sebep ve illetlerini dikkatle anlamak ve hadiselerin vuku ve cereyanının sebep ve tertibini

inceleyip bilmekten ibarettir. Đşte bundan dolayı tarih şereflidir ve hikmetin içine dalmıştır.”

(Đbn Haldun, 1989:5, C.I).

Tarihte esas olan eşyanın hakikatine inmek olarak düşünüldüğünde aranacak

olan da oluş ve bozuluş aleminde meydana gelen olayların esasını aramak,

sebeplerini bulmaktır. Batıni anlamıyla anlaşılan tarih budur (Fındıkoğlu, 1961:77).

Đbn Haldun’dan önce toplumların incelenmesinde, düşünürlerin sosyolojik

nitelikte fakat sistematik olmayan gözlem ve genellemelerine rastlanır. Ancak

olayların “olay” olarak ele alınıp bunların sosyal-siyasal içeriklerinin sistematik

analizi Đbn Haldun ile başlamaktadır. Đbn Haldun; değişmenin evrenselliğini, tarihin

kesintisizliğini, insan topluluklarının dinamik ve değişken yapılarını gözlemlemiş ve

eserinde açıklamıştır.

18

Đbn Haldun, toplumsal ilimlerin dayandığı temel prensiplerden bir çoğunu ilk

defa olarak ifade eder ve uygular. Örneğin: 1) Sosyal olaylar da kanunlara uyarlar. 2)

Bu kanunlar kitleler için geçerlidir. Fertler bu kanunlar üzerinde ciddi bir etki

yapmaz. Sosyal güçlerin karşı konmaz eğilimi, ferdi çabaları hükümsüz bırakır. 3)

Toplumlar hep aynı durumda kalmazlar. Yani sosyal yapılar gelişir ve değişir. Bu

değişmenin sebebi, kavimler veya sınıflar arasındaki temas ve bu temastan doğan

taklit ve kaynaşmalardır (Meriç, 2002:149-150).

Ondördüncü yüzyıla, yani Đbn Haldun’un çağına gelene kadar tarihçilerin

temel uğraşısı tarihsel haberleri toplamak, sınıflamak ve doğruluklarından emin

olunacak şekilde kayıt etmektir. Bu gelenek genel anlamda “haber geleneği” olarak

adlandırılır: Haber gerçekten deneyimlenmiş bir olayın, bu olayı deneyimlememiş ve

gözlememiş bir kitleye aktarılması anlamına gelmekteydi. Tarihçiler geçmişten

geleceğe haber aktarıyorlar, yani muhabirlik yapıyorlardı. Tarihçilerin otoritesine

saygı ve güven vardı. Geçmişin varlığı biliniyor fakat bilinen geçmişin doğruluğu

bilinmiyordu; daha kötüsü böyle bir şey sorgulanmıyordu (Öncü, 1993:61-62).

Đbn Haldun geçmişin doğru tarihsel bilgisini elde edebilmek için tarihsel

haberin içerdiği gerçeğin, bu haberin içerebileceği fantezilerden ayıklanması

gerektiğini zekice kavrayan ilk Đslami tarihçidir. Đbn Haldun, haberdeki yalanları

ayıklamak için toplumsal örgütlenmenin farklı zamanlar ve bölgelerdeki niteliğinin

incelenmesi gerektiğini ileri sürmüştür. Đbn Haldun haber geleneğine “zaman

içerisinde değişim” anlayışını da katmıştır (Öncü, 1993:62-63).

Đbn Haldun’a göre tarihte yapılan hatalardan birisi de çağların, günlerin

geçmesiyle birlikte, milletlerin durumlarının da değiştiği durumunun gözden

kaçmasıdır:

“Milletlerin ve alemin ahvali, cemiyetlerin adetleri ve dindarlıkları bir tek vetire

(süreç) ve istikrarlı bir yol üzere devam etmez. Bu cihet günler ve zaman geçtikçe vukua

19

gelen bir değişiklik ve bir halden diğer bir hale intikalden ibarettir. Nitekim bu husus (ve

değişiklik) şahıslarda, vakitlerde ve şehirlerde de mevcuttur. Ülkelerde, bölgelerde,

zamanlarda ve devletlerde de durum böyledir.” (Đbn Haldun, 2005:190).

Doğan Ergun’a (1979:14-15) göre Đbn Haldun’un tutarsız ve geçersiz yanları;

kaderciliği ve “tarih felsefeciliği”dir. Kaderci idi; çünkü sürekli gelişmeye

inanmıyordu. Ona göre; toplumsal yaşantı doğal bir olgudur; doğal varlıklardan

biyolojik varlıklar gibi toplumlar da doğarlar, büyürler ve ölürler. Tarih

felsefecisiydi; çünkü, somut bir girişim olan özel gözlemlerini ve incelemelerini

tanımadığı, bilmediği toplumları da içine alan genellemelere götürür. Yani gerçekte

her toplumda karşılığı ya da uygulaması olmadığı halde, bütün toplumlar için evrim

genel yasaları koymak istedi. Bütün toplumların evrimini; 1-Bedevilik, 2-Kabile

halinde yaşama, 3-Şehir-Site devleti aşamalarında gösterdi.

Đbn Haldun için tarih, olayların ve prenslerin yaptıklarının hikayesi değil,

uygarlıkların çözümlemesidir. Tarihin gerçek amacı, insanın sosyal durumunu

anlatmaktır, yani uygarlığı anlatmaktır. Tarihe, sistemli ve bilinçli olarak neden ile

sonucu birbirine bağlayan sebeplilik ilkesini ilk defa uygulayan Đbn Haldun’dur

(Garaudy, 1965:57-58). Đbn Haldun’un büyük önderlerin kişiliklerinden çok,

toplulukların yapısı üzerinde durduğu görülür. Prenslerin ve savaşların tarihinin

yerine son derece yalın bir tarih ortaya koymaktadır. Burada büyük olaylar iktisadi

yaşam ile toplumsal düzenin oluşturduğu bütünden kaynaklanır.

Đbn Haldun, felsefi ve sosyal konularda olayların sebep-sonuç bağlılıklarını

arayan ve tarihte “kritik” yolunu izleyen bir bilgin olarak, fikirleri kendi düşünce ve

gözlemlerinin ürünüdür. Đbn Haldun, tarihinde metod olarak iki esas kaydetmiştir:

1) Kaynakların tenkidi, 2) Olaylar arasında nedensellik bağıntısının tesbiti. (Hassan,

1977:36).

20

Đbn Haldun’un olayların tabii sebeplerini bilmek şeklindeki yaklaşımı,

yaşadığı dönem itibariyle hiçbir yerde mevcut olmayan yeni bir anlayıştır. O güne

kadar hem Batı’da hem de Đslam dünyasında genel kabul görmüş olan tarih anlayışı,

edebi bir tür sayılan ve daha çok insanlara hoş vakit geçirtmeyi hedefleyen hikayeci

bir yaklaşımı ifade ediyordu. Đbn Haldun’a kadar tarihçiler kendilerini siyasi ve

askeri olaylarla sınırlamışlar ve bu olayları belirleyen nedenleri de yine siyasi ve

askeri alanlarda aramışlardı. Ekonomik ve toplumsal diğer şartlar dikkate

alınmıyordu. Tarihi yaratan, bir bütün olarak toplumsal şartlar değil sözde

kahramanlardı. Đbn Haldun’un ileri sürdüğü yeni metodolojik yaklaşım, bütün bu

alanları birbirine bağlayan ilk girişim olma özelliğini taşımaktadır (Toku, 2002:78).

Đbn Haldun’a göre, toplumsal örgütlenmenin bilgisi kavramların özgün

anlamlarının belirlenmesinde ve bu nedenle de tarihsel bilginin doğrulanmasında çok

önemli bir işleve sahiptir. Đbn Haldun, toplumsal örgütlenmeyi inceleyerek, tarihin

doğru bilgisini elde etmeye çalışırken, anlamaya çalıştığı yapı tarihin kendisidir. Đbn

Haldun’un ilgi alanını bir bütün olarak insanlık tarihi oluşturur (Öncü, 1993:20-21).

2.2. Determinizm

Genel olarak determinizm, her olayın bir nedensellik kanununa uygun bir

şekilde meydana geldiğini savunur. Bu düşünce sistemine göre her hadise sebebini

de bizzat kendi içinde taşır. Bu itibarla olayların belli bir yönde cereyan etme

zorunluluğunu da ihtiva eder (Sezal, 1991: 47) Mevcut toplumsal olaylar ve

toplumsal ilişkiler birdenbire ve kendiliğinden oluşmamaktadır. Bugünkü toplumsal

ilişkilerin ya da toplumsal yapıların geçmişteki toplumsal olaylarla yakından

bağlantısı bulunmaktadır. Đşte determinizm, bu zorunlu ilişkinin varlığını kabul

ederek mevcut durumu bu yaklaşımla açıklama çabasıdır.

21

Đbn Haldun, sebep-sonuç ilişkisiyle zincirleme gelişen determinist süreci

bütün yönleriyle ele almış, “diyalektik” terimini kullanmadan tarihin diyalektiğindeki

kanunlukları ortaya çıkarmak amacına yönelmiştir. Đbn Haldun, kaynakları bilimsel

eleştirilerden geçirdikten sonra elde ettiği verileri somut gözlemleriyle

sentezleştirerek metodunu ve toplum-siyaset teorisini kurmuştur. Đbn Haldun, sebep-

sonuç zincirlemesi determinist sürecin hem tabiat hem de toplum olaylarının aynı

gelişmeyi gösterdiğini belirtmiştir. Toplumun ekonomik temel ilişkilerine göre

geliştiğini, esas itibariyle üretim temeline dayandığını ortaya koyan Đbn Haldun, bu

etkileşme süreci içerisinde ekonomik temel ilişkilerin de kültürel unsurlardan

etkilenebileceğini açıklamıştır (Hassan, 1977:124-125).

Đbn Haldun, tarihsel ve toplumsal olayların birtakım kanunlara tabi olduğu

kanaatini taşımaktadır. Ona göre sosyal olaylar da tabiat kanunlarına sahiptir. Bu

kanaatini Mukaddime’deki şu sözlerle açıkça ortaya koymaktadır:

“Suyun suya benzemesinden daha çok geçmiş geleceğe ve hale benzer.” (Đbn

Haldun, 2005:166).

Ona göre tarihte ve bugünkü sosyal ortamda hakim olan toplumsal kanunlar

ve kurallar aynıdır. Geçmişe ve bugüne hakim olan sosyal kanun ve ilkelerin aynı

olduğunu vurgulayan Đbn Haldun’da kanunluluk fikri net bir şekilde

görülebilmektedir.

Garaudy’e (1965:58-59) göre, tarihe sistemli ve bilinçli olarak neden ile

sonucu birbirine bağlayan illiyet ilkesini ilk defa uygulayan Đbn Haldun’dur. Fakat

Đbn Haldun’daki bu neden ve sonuç kavramının mekanik bir determinizm karakteri

bulunmamaktadır. O daha o zaman diyalektik bir kavrama ulaşmaktadır. Herşeyden

önce o, karşılıklı etkileri, tarihsel olayların birbiri üzerindeki karşılıklı etkilerini

düşünmektedir.

22

Đbn Haldun, toplumsal dinamizmi açıklarken iktisadi ve politik nedenlerin ve

sonuçların toplumun kendisinden doğduğunu göstermiştir. Đbn Haldun iktisadi olan

ve olmayan toplumsal bilimleri kültür bilimi çerçevesi içinde senteze tabi tutmuştur.

Bu yaklaşımı ile, toplumsal bilimlerde pozitif görüşün ilk uygulayıcılarındandır.

Toplumsal olayları açıklamakta spekülatif olmaktan çok yaşadığı ülkenin o dönemki

olayları içinde olmak gibi bir üstünlüğü de vardır. Daha doğrusu Đbn Haldun, sadece

iktisadi determinizmi sezmiş bir düşünür değildir. Fakat gözlemcisi olduğu ve

yaşadığı olayların anlamını kavramış ilk düşünürdür. Hatta bu yaşamdan edindiği

tecrübeye göre bütün toplumların doğduğu, geliştiği, olgunlaştığı, durakladığı,

gerilediği ve sonuçta çöktüğü gibi genel bir teori getirmiştir. Bu nedenle, toplumu

doğal sürece paralel olarak inceleyen bir organizmacı, natüralist, biyolojist ve

determinist olarak da sınıflandırılmıştır (Falay, 1978:13-15).

Đbn Haldun, toplumsal olayları açıklarken bunların birtakım sebeplerden

kaynaklandığını belirtir ve bu olayları da toplumun ve insanın doğasına dayandırır.

Şu ifadelerde bu durum açıkça görülmektedir:

“Đnsani içtima (insanların toplu halde yaşamaları) zaruridir.” (Đbn Haldun,

2005:213).

“Rahat ve sükun, mülkün tabiatındandır: Bir millet için mülk sadece taleb

(hak iddia etmek) ile hasıl olur. Talebin ulaştığı en son nokta galibiyet ve mülktür.

Gaye hasıl oldu mu, ona ulaşmak için sarfedilen çabalar son bulur.” (Đbn Haldun,

2005:389).

“Đnsan , hayatındaki bütün hal ve tavırlarında (doğma ve) yetişme çağından

ergenlik çağına ve ihtiyarlığa kadar kendisi için gıda ve nafaka olacak şeylere tabiatı

icabı ihtiyaç duyar.” (Đbn Haldun, 2005:693).

23

Đbn Haldun, “rahat ve sükun mülkün tabiatındandır” derken devlet ve iktisadi

gelişme arasında bir zorunluluk ve kanunilik olduğunu belirtmektedir. “Mülk”

kavramı Đbn Haldun’da devleti ifade eden bir kavramdır. Aynı zamanda insanların

toplu halde yaşamalarını da bir zorunluluk olarak açıklamaktadır.

Đbn Haldun, tarihsel olayların kanuni bir seyir takip ettiğini kabul etmekle

birlikte bu determine ilişkilerin çok farklı unsurlardan kaynaklanabileceğini savunur.

Nitekim oluşturduğu toplumsal teoride bir yandan coğrafi ve iktisadi şartlar gibi

maddi faktörlerin toplumsal değişimi etkileme gücünden bahsederken, öte yandan

devletin oluşumunda ve egemenliğin sürdürülmesinde asabiyet gibi psikolojik bir

faktöre ağırlık verir. O yedi iklim anlayışı ile coğrafi şartların toplum üzerindeki

etkisini, hatta insan ahlakı üzerindeki belirleyiciliğini tek taraflı ve kesin biçimde

ileri sürmüştür. Öyle ki medeniyetin gelişebileceği iklim bölgelerini bile zikreder.

Dolayısıyla bu iklim bölgelerinden hangilerinin umrana elverişli veya elverişsiz

olduklarını izah etmekle coğrafi bir determinizmi açıkça benimsemiş olur (Kurtkan,

1978:67).

Đbn Haldun’a göre çok soğuk ve çok sıcak iklimler toplumların refahına

uygun ortamlar değildir. Bu nedenle uygarlıklar ılıman iklimlerde gelişir:

“Sularla kaplı olamayan yeryüzü bölümünden mamur olan yerin, sadece arzın

ortası ve ılıman iklimler olduğunu açıkça gösterdik. Böyle olmasının sebebi

yerkürenin güney tarafının aşırı derecede sıcak, kuzey tarafının ise gayet soğuk

olmasıdır.” (Đbn Haldun, 2005:259).

Coğrafyanın toplumsal yaşamı etkilemesi bakımından önemine işaret eden

Đbn Haldun, insanların beden yapılarının ve huy ve karakterlerinin oluşumunu da

iklim ve coğrafi şartlara bağlamaktadır. Đklim, gıda gibi pek çok çevresel etkeni

toplumların karakterlerini belirleyen faktörler olarak görür:

24

“Hububattan ve katıklık maddelerden mahrum olan, çöl ve çorak topraklarda

yaşayan insanların, bedenler ve ahlakları itibariyle, bolluk ve varlık içinde yüzen ova

halkından daha iyi ve daha güzel bir halde oldukları görülür.” (Đbn Haldun,

2005:269).

“Sıcak iklim ahalisi çabuk sevinir ve neşelenir. Bu sevinç ve neşenin tesiri ile

bunlarda hafiflik ve düşüncesizlik husule gelir.” (Đbn Haldun, 1989:204, C.1).

Ülken (1983:253), Đbn Haldun’un ortaya koyduğu toplumsal teoride

uyguladığı yöntemi; coğrafi, iktisadi, demografik, antropolojik ve psikolojik

faktörlerin birleştirildiği bir faktörler teorisi olarak görür. Dolayısıyla onun çok yönlü

determinizmini “eklektik bir sosyolojik determinizm” olarak niteler.

Đbn Haldun’da iktisadi faktörler de, yani üretim biçimi ve üretim ilişkileri de

toplumsal değişmede önemli bir faktör olarak karşımıza çıkmaktadır. Bedevi ve

hadari olmak üzere yaptığı toplum sınıflamasında üretim olgusunun önemli bir yeri

vardır:

“Toplumların ahvalinde görülen farklılık, sadece onların geçim yollarının

farklı oluşundan ileri gelmektedir.” (Đbn Haldun, 2005:323).

Đbn Haldun’un işbölümüne verdiği önem, toplumları sosyal biçimleri ve

ekonomik üretim tarzlarına göre sınıflandırması, “Ayrı ayrı toplulukların örf ve

adetlerinde ve kurumlarında görülen farklar, bu toplulukların geçimlerini sağlayış

tarzına bağlıdır” diyerek ekonomide belirleyici bir işlev görüşü, onun tarihsel

maddeciliğin bir öncüsü sayılmasına yol açmıştır ( Hassan, 1977:24). Aynı zamanda

Đbn Haldun için insan içinde bulunduğu ortamın belirlediği bir birey olarak, tabiatı ve

mizacının etkisi bundan sonra gelmektedir. Đbn Haldun, örf ve adetleri ve üst-yapıları

da bu ilkenin kapsamı içine alarak şu sözleri ekler:

25

“Đnsan adetlerinin (ülfet ettiği şeylerin çocuğu ve) ürünüdür.” (Đbn Haldun,

2005:330).

Đbn Haldun üzerine çalışan bir çok sosyal bilimci onun toplum teorisinde

maddi faktörlerin oldukça baskın bir rol oynadığı görüşündedirler. Sosyal bilimlerde

maddi determinizmin en katı biçimi olan tarihsel maddecilik, maddi faktörlerin

toplumsal olayların oluşumunda çok belirleyici olması yaklaşımına dayanmaktadır.

Lacoste (1993:177), Mukaddime’deki değişim teorisinde işbölümünün ve

üretim biçiminin hayati faktörler olduğunu ileri sürer. Đbn Haldun’a göre üretimin ve

işbölümünün artmasıyla insanlar çok geri bir toplumsal düzenden, daha gelişmiş bir

toplumsal düzene geçerler. Bu itibarla tarihsel maddeciliğin önemli bir unsuru olan

üretim biçimindeki değişme ile toplumsal yapılar, siyasal yaşam biçimleri, hukuksal

düzenlemeler ve toplum psikolojisi arasında çok yakın bir ilişki mevcuttur. Đbn

Haldun her ne kadar tüm bu değişkenler arasında tek yönlü bir ilişkiden ziyade

karşılıklı bir etkileşimi kabul etse de ekonomik faaliyetlere ağırlık verdiği için

Lacoste’a göre o, tarihsel maddecilik içinde değerlendirilmelidir.

Đbn Haldun’da ekonomik koşulların ve olayların toplumlar üzerinde köklü bir

etkisi vardır. O, toplum biçimlerini, ekonomik üretim tarzlarına göre ayırmaktadır.

Toplumun manevi yaşamını ve insanların ruhsal özeliklerini, üretim biçimine,

ekonomik koşullara yani maddesel koşullara bağlar. Maddeci tarih felsefesi de,

toplumların biçimlenmesini, toplumsal olayları, kurumları ve insanın manevi

yaşamını, ekonomik koşullarla, üretim tarzlarıyla açıklamaktadır. Bu açıdan, Đbn

Haldun’un, maddeci bir tarih görüşü ileri sürdüğü ve Karl Marx’a öncülük ettiği

söylenebilmektedir (Hilav, 1997:82-83).

Đbn Haldun, üretim tarzının toplumsal yaşam, siyasal yapılar üzerinde etkili

olduğunu ileri sürerken, aynı zamanda siyasal ve sosyal pek çok değişkenin de

ekonomik yapıyı etkilediğini belirtmektedir. Örneğin Đbn Haldun, üretim tarzındaki

26

farklılaşmanın toplumda bedevi ve hadari olarak toplum sınıflanmasına yol açtığını

söylerken, diğer yandan bu üretim tarzındaki farklılaşma neticesinde hadarilerin

ekonomik rahatlıkları neticesinde cesur ve savaşçı niteliklerini kaybettiklerini ve

bedevilerin hadarilere oranla daha cesur olduklarını belirtmektedir. Dolayısıyla Đbn

Haldun’da maddi ve manevi faktörler arasındaki ilişki tek yönlü değil, karşılıklıdır.

2.3. Bilim Sınıflaması

Đbn Haldun, fikirlerini Đslama ters düşmeden açıklayabilmiş ve bunu yaparken

de düşüncelerinden taviz vermemiş bir düşünürdür. Klasik Đslam düşünürlerinin

Đslam’a zıt düşmemek için herşeye Đslama uydurma çabası, onları çoğu zaman

çelişkilere ve gerçeğe uygun olmayan yorumlara itmiştir. Đbn Haldun, diğer Đslam

düşünürlerinin girdikleri kısır döngüleri ve onun açmazlarını iyi farketmiş bir

düşünürdür. Đbn Haldun, o açmazlara girmeyip düşüncelerini rahatlıkla ifade

edebileceği bir ortamı oluşturmuştur.

Đbn Haldun’un bulunduğu değişik ortamlardaki sayısız deneyim ve

gözlemleri, ondaki gerçekçiliğin ön şartlarını hazırlıyor, bu gerçekçilik ise onu yeni

gözlemlere itiyordu. Kendisine kadarki eserler gerçekliklere tam anlamıyla yer

vermiyordu. Olayların tabiatta, toplumda, kişide, kanunlarını görmek ve bunları

ortaya çıkarmak gerekiyordu. Bu yolda ise “akıl” yoluna başvuran Đbn Haldun’un

karşısına çıkan ilk engel insan düşüncesini saran önyargılar olmuştu. Bunu aşmak

için de, çizgiyi aşmamak, dışlanmamak için çok iyi bir yol bulmalıydı. Ancak, o

çağlarda Đslam ve onun şeriatında farklı bir yol bulmak imkansızdı. Đlimlerin

sınıflandırılması Đbn Haldun’un çalışacağı ortama giden yoldaki ilk tıkanıklığı

aşmasını mümkün kılmıştır (Hassan, 1977:95-99).

Đbn Haldun; şehirlerde oturan insanların meşgul oldukları, öğrenip

başkalarına öğrettikleri bilimleri ikiye ayırır. Đnsan için tabii olan ve düşünce

27

yetileriyle edinilen bilimler, akli bilimlerdir. Bu bilimlere “felsefi bilimler” denir.

Đnsanların bu bilimin konu ve sorunlarına insani idrakler aracılığı ile vakıf olması

mümkündür. Đkinci tür bilimler nakli olan, insanın onu vaz eden birinden aldığı

bilimlerdir. Nakli bilimler ise bir şeriat koyucunun getirmiş olduğu haberlere dayanır

(Arslan, 1997:343-344).

Đbn Haldun (2005:781-782), Mukaddime’de bu sınıflamayı şöyle anlatır:

“Đlimler iki çeşittir: Bunun bir çeşidi, insan için tabii (natural ve akli) dir. Fikri ile

onu elde etmenin yolunu bulur. Diğer çeşidi, naklidir. Bunu, onu vaz edenden öğrenir.

Bunlardan ilki, hikemi felsefi ilimlerden ibarettir. Đnsan, fikrinin tabiatı ile bunlara vakıf

olabilir, beşeri idrak vasıtaları ile bunların mevzularına, meselelerine, burhanlarının

şekillerine ve talim usullerine (bizzat) yol bulabilir. Bunun neticesinde, fikir sahibi bir insan

olması itibariyle nazarı ve tetkiki, bu hususlarda (sıhhatli ve isabetli bir şekilde) onu doğruyu

yanlıştan ayırma noktasına ulaşabilir.”

Đbn Haldun sistematik bir tarzda Đslami çevredeki bilimlerin tasnifini

yapmıştır. Bu tasnifte bir başka özellik, Đbn Haldun’un felsefeyi iptal ettiği, felsefeye

yer vermediğidir. Đbn Haldun’un bilimleri sınıflandırması (Fındıkoğlu, 1961: 73):

Akli Bilimler

1.Mantık

2.Tabiat (insan, hayvan, nebat, maden)

ve şubeleri (Tıp, Ziraat)

3.Đlahiyat

4.Tealim (Hendese, hesap, musiki,

heyet)

Nakli Bilimler:

1.Tefsir

2.Kıraat

3.Hadis

4.Fıkıh

5.Usulü Fıkıh

6.Kelam

7.Tasavvuf

8.Rüya Tabiri

9.Lisaniyat

28

Đbn Haldun’un bilim sınıflamasında en dikkate değer taraf, felsefeye yer

vermeyişidir. Bunun sebebi ise, Đbn Haldun’un bir spekülatif teorici olmaktan çok,

olayların objektif görünüşlerine önem vermesidir (Küçük, 1980:172-173). Uludağ

(2005:67-68), Đbn Haldun’un felsefenin sadece metafizik ve o manada kullanılan

felsefe kısmına karşı olduğunu, felsefenin alanına giren diğer bilimlere karşı

olmadığını belirtir. Akli bilimler aynı zamanda felsefi bilimlerdir. O çağda hikmet ve

hikemiye sözcükleri, felsefe ve felsefiye karşılığında kullanılırdı.

Đbn Haldun; bilim sınıflamasında, özel olarak akli bilimleri incelerken amacı,

akli bilimleri dolayısıyla felsefeyi kurtarmak değildir. Đbn Haldun akli bilimleri

incelerken mevcut akli bilimlerin savunucusu değildir. Onun amacı; akıl yolunun

yani rasyonel düşüncenin önyargısız geliştirilmesidir. Buna rağmen; “felsefenin boş

ve yanlış bir şey olduğunu ve bu bilgi ile uğraşanların yanlış bir yola sapmış

olduklarına dair” diye felsefeyi tanımlayabilmektedir. Aristoteles’i “filozofların

büyüğü” olarak nitelendirmesi, “akli delillerin” önemine işaret etmesi Đbn Haldun’un

felsefenin bir takipçisi olduğunu göstermez. “Felsefenin boş bir şey” olduğu sözü ile

Đbn Haldun, hem şeriatın gereğini yerine getirmekte hem de kendi metodunun sırf

spekülasyona dayanmadığını vurgulamaktadır (Hassan, 1977:114-115).

Đbn Haldun’a göre bu iki bilim grubu her bakımdan birbirlerinden farklı

özelliklere sahiptir. Felsefi bilimlerin en son kaynağı, “insan için tabii düşünme

yetisi, akıldır”. Nakli bilimlerin en son kaynağı, vaz edilmiş herhangi bir vahiy, bu

vahyi getiren kişi, yani peygamberlerdir. Bundan dolayı, bu her iki grup bilimin konu

ve sorunlarının birbirinden tamamen farklı olması gerektiği ortaya çıkar (Arslan,

1997:351).

Đbn Haldun, bilim sınıflamasında kendi çağında Đslam toplumunda mevcut

bilimleri ele almak iddiasındadır. Bu çağda umran ilmi henüz mevcut değildir.

Çünkü Đbn Haldun bu bilimi kendisinin yarattığını düşünmektedir. Tarih bilimine

gelince o da yine kendisine gelinceye kadar felsefi bir bilim olarak düşünülmemekte

29

ve sayılmamaktadır. Đbn Haldun daha önce bu her iki bilimin de felsefi birer bilim

olarak anlaşılmaları gerektiğini göstermeye çalışmıştır (Arslan, 1997:346).

2.4. Tarih ve Umran Đlmi

Đbn Haldun’u Umran Đlmini kurmaya iten en önemli nedenler arasında, onun

tarih ve tarih ilmi ile ilgili bazı sorun ve kaygılarıdır.Tarihçilerin haberleri aktarırken

düştükleri hataları eserinde anlatan Đbn Haldun; tarihin görevinin olayları sadece

aktarmaktan daha çok, olayların oluştuğu toplumsal ortamın ve altında yatan

nedenlerin açıklanmasının tarihin başlıca görevi olduğunu belirtmektedir. Olayların

anlatımında tarihçilerin mevcut şartları ve ortamı dikkate almadıklarıyla ilgili tespiti

şöyledir:

“Taklitçi tarihçiler, önceki çağlara ait vakaların hikayelerinden ve

devletlerden haber verirken bunlara dair bilgileri maddesinden tecrid edilmiş suretler

ve kınından çıkarılmış kılıçlar biçiminde naklettiler.” (Đbn Haldun, 2005:160).

Đbn Haldun, Mukaddime’de tarihçilerin düştükleri hataların sebeplerini

açıklarken verdiği bir örnekle tarihe ve bugüne hakim olan sosyal kanun ve ilkelerin

aynı olduğunu, bugün ne olması mümkün ise geçmişte de onun olması gerektiğini

açıklar. Günümüzdeki olayları gözlem ve deney yoluyla iyi anlamak tarihteki

olayları da iyi anlama imkanı vermektedir.

Dönemin ünlü tarihçilerinden Mesudi’nin Đsrailoğullarının ordularının Tih

çölünde toplanmış olan askerlerin sayısını 600.000 olarak nakletmesini Đbn Haldun

(2005:165-166) eleştirmektedir. Đbn Haldun, Mısır, Şam ve bu iki şehrin bu sayıdaki

bir orduyu alacak ve barındıracak bir genişlikte olmadığını bu sayıda askerlerin

savaşmalarının alan dar geleceği için mümkün olamayacağını, mevcut duruma

bakılarak geçmişi değerlendirmek gerektiğini ifade eder. Đbn Haldun’un geçmişi hale

30

benzetmesi, tarihsel olayların abartılardan uzak bir şekilde doğru

değerlendirilmesinin önünü açmaktadır.

Đbn Haldun tarih anlayışında tarihçilerin düşmüş oldukları hatalardan

bahsederek eleştirel bir yaklaşımı benimsemektedir. Đbn Haldun tarihsel haberlerdeki

yanlışlıkların nedenlerini şöyle sıralamaktadır (Đbn Haldun, 2005:199-200):

“-görüşlere ve mezheplere olan (aşırı derecedeki) taraftarlık,

-o haberi nakledenlere güvenmek ve onları mevsuk kabul etmek,

-haberlerin naklediliş maksatları hakkındaki, gaflet ve dikkatsizlik,

-hallerin vakalara nasıl tatbik edileceğini ve durumu olaya uygulamayı bilmemek,

-ekseriya halkın, yüksek makam ve rütbe sahiplerine, onları meth u sena ederek,

kendilerine ahvali güzel göstererek, bu suretle şan ve şöhretlerini yayarak,

yaklaşmak ve yaranmak istemeleri,

-hepsinden daha önde geleni, umrandaki ahvalin tabiatını bilmemektir.”

Tarihçiler, tarih yazımına, geçmiş kuşaklardan miras edinilen, doğrulukları

bilinmeyen bir takım tarihsel haberle başlarlar. “Tarihçi tarihsel habere olduğu gibi,

aktarıldığı biçimiyle güvenirse ve gelenekten kaynaklanan ilkelerle, politikanın temel

gerçekleri hakkında kesin bilgisi yoksa ve üstelik uzak ve eski kaynağı, yakın ve

zamanın kaynağıyla karşılaştırıp değerlendirmezse, tökezleyip yanılmaktan ve

doğruluğun asıl yolundan sapmaktan” kurtulamaz. Đbn Haldun, tarih yazımındaki en

gizli tuzağı “dönemlerin değişmesiyle toplumların içinde bulundukları koşulların

değişmesi” gereğini dikkate almamak olarak tanımlamıştır. Bununla birlikte Đbn

Haldun, bu durumu, tedavi edilmeyecek, ölümcül bir yanlışlık olarak görmektedir

(Öncü, 1993:54).

Tarihin içinde saklanan anlam, Đbn Haldun’a göre, incelemek, düşünmek,

araştırmak ve varlığın (evrenin, var olan bütün şeylerin) sebeplerini dikkatle anlamak

ve olayların vuku ve cereyanının sebep ve düzenini inceleyip bilmektir. Tarihin

görünürdeki anlamı ise, olayların ve olayların ortaya çıkmasının maddi temellerini

31

kapsar. Demek ki, tarihe bütün vakıaları içeren genel bir süreç gözüyle bakıldığında,

tabiat olaylarını da kapsadığı anlaşılmaktadır. Bu anlamda, “olup bitenler” genel ve

içsel kapsam bütünlüğüyle dikkate alındığında, sosyal-siyasal olaylarla tabiat

olaylarının gelişim kanunları arasında bir paralellik bulunabileceğinin ilk ipucuna Đbn

Haldun tarafından değinilmiş olmaktadır (Hassan, 1977:132-133).

Đbn Haldun’a göre tarihçiler, tekil tarihsel olayları, bu olaylar arasında

nedensel bir ilişki kurma çabasına girmeden, kendi tekillikleri ile aktarmaktan öteye

gitmemişlerdi. Oysa nasıl ki doğa olguları arasında nedensel bir ilişki varsa,

toplumsal olgu ve olaylar arasında da bir nedensel ilişki vardır. Tarihsel olaylar,

kaynağını insan doğasında, toplumsal yaşamda bulan düzenlilikler ve yasalılıklar

çerçevesinde ortaya çıkarlar. Bu düzenlilikler ve yasalılıklar, tıpkı doğal düzenlilikler

ve yasalılıklar gibi zorunludur. Yapılması gereken de her tekil tarihsel olay için

geçerli olan genel düzenlilikler ve yasalılıkları ortaya koymak, tekil tarihsel olayları

bu genel düzenlilikler ve yasalılıklar altında açıklamaktır (Özlem, 1996:29).

Đbn Haldun tarihin kaynaklarını, malzemesini, nakilleri ve rivayetleri ciddi ve

esaslı bir tenkide tabi tutar. Tarih kitaplarında anlatılan abartmalı rivayetlerin asılsız

hikayelerin kökünü araştırır ve sahte ve yanıltıcı malzemenin gerçeklik derecesi

üzerinde durur. Böylece tarihi kıssacılıktan ve hikayecilikten kurtararak onu bir

araştırma alanı haline getirmeye çalışır (Uludağ, 1993:37).

Sosyal hayatın “oluşu”nun ilmi olarak tarih felsefesi, cemiyet tarihindeki

kanunları ve etkili güçleri bularak, bütün sosyal akışın şekillerini felsefi bir şekilde

kavramak ve belirtmek anlamını taşımaktadır (Kessler, 1985:72). Đbn Haldun’dan

önceki tarihçilik geçmişten haber toplayıp aktarmak yani öykücülük biçimindeyken,

Đbn Haldun, tarihin, olayları meydana getiren toplumsal koşulların ve nedenlerin de

derinliğine incelemesi gerektiğiyle ilgili fikirleriyle bir tarih felsefesi ortaya

koymaktadır.

32

Đbn Haldun’la birlikte, tarihsel olayların açıklanmasında temel olarak alınan

gerçeklerin, deneyüstü ve akıldışı alandan, akıl ve gözlem alanına kaydığını; tarihin,

yazgı ya da Tanrı gücüyle değil, somut olaylarla (coğrafyanın, ekonominin etkisi

gibi) açıklandığını görmekteyiz. Doğada olduğu gibi, tarihte de akıl, düşünce ve

gözlem yoluyla kavranabilen bir belirlenme, bir akılsallık bulunduğu ileri

sürülmektedir (Hilav, 1997:82).

Tarih alanında olayları anlatmak yerine, olayları düşünmek gerektiğini ileri

süren Đbn Haldun, tarihsel olayların yerine tarihsel nedenleri koyarak tarih

felsefesinin temellerini atmıştır. Değişmeyi olağanüstü bir açıklıkla ilk dile

getirenlerden biri Đbn Haldun’dur. Ona göre, tarih bilimiyle uğraşanları yanıltan,

ulusların hal ve durumlarının, günlerin ve yüzyılların geçmesiyle değişmekte

olduklarını unutmaktır (Türk, 1996:27).

Đbn Haldun tarihin konusu ve yöntemi üzerinde o zamana kadar hiçbir

tarihçide görülmeyen ilkeler öne sürmüş ve bunları uygulamış bir isim olarak tarih

felsefesinin öncüsü olmaktadır. Onda tarih, insana ve insanın sosyal hayatına ait tüm

bilgilerin bir toplamı olarak insanın sosyal hayatının bilimidir. Geleneksel öykücü

tarihçiliği eleştirerek tarihsel olayların nedenlerinin vurgulanması gerektiğini

düşünen Đbn Haldun tarih felsefesinin önemli isimlerindendir. Ona göre tarihin

gerçek bilgisine ulaşmak için sosyal olaylar tarafsız ve objektif gözlemlenmeli,

toplumların zaman içindeki değişimleri gözden kaçmamalıdır.

Orhan Hançerlioğlu (1973:303), geçmişte neler olup bittiğini araştıran tarih

biliminden farklı olarak tarih felsefesinin tarihsel oluşumu içinde genel felsefe

alanının üç dünya görüşüne göre sıralandığını belirtir. Metafizik tarih felsefesi,

bireyci tarih felsefesi, diyalektik tarih felsefesi. Metafizik açıdan işlenen tarih

felsefesine göre, insanların tarihi, Tanrının iradesiyle yönetilmektedir. Tanrı nasıl

istemişse öyle olmuştur, bundan sonra da öyle olacaktır. Temelde metafizikten başka

bir şey olmayan bireyci tarih felsefesine göre insanların tarihini büyük bireyler eş

deyişle üstün düşünceler yönetmektedir. Çağdaş diyalektik felsefesine göreyse, tarihi

33

üretim ilişkileriyle belirlenen toplumlar yapar. Toplumsal olayların nedenleri maddi

koşullardır. Đbn Haldun’un tarih felsefesinde toplumsal olayların temeli iktisadi

etmenler olmakla birlikte toplumsal olayların nedenini toplumun kendinde aramak

gerekmektedir.

Đbn Haldun tarihi olaylardaki sebeplilik (nedensellik) üzerinde ısrarla durarak,

olayların sebeplerini ve sonuçlarını incelemekte, olaylara etki eden etmenleri ortaya

çıkarmaktadır. Tarihteki olayların hangi esas ve kanunlarla meydana geldiklerini

belirlemeye, böylece bu olayları bir olaylar yığını olmaktan çıkarıp bir olaylar düzeni

şeklinde sunmaya çabalar. Böylece tarihe kanun ve nizam fikrini sokar. Sonuçta tarih

nakli bir bilim dalı olmaktan çıkıp, kendine özgü bir usulü bulunan akli bir bilim dalı

haline gelir. Onun tarih felsefesi ya da sosyoloji alanındaki ünü buradan gelir

(Uludağ, 1993:37-38).

Đbn Haldun’un temel amacı, doğrudan doğruya içinde yaşadığı toplumun bir

betimlemesini yapmak değildi. Onun yapmak istediği şey; insanların ve toplumların

yaşam biçimlerinin nasıl değiştiğinin, yeryüzünün nasıl imar edildiğinin, devletlerin

nasıl kurulup geliştiğinin ve niçin yıkılmaya ve yok olmaya maruz kaldıklarının

tespiti yoluyla tarihin bir açıklamasını yapmaktı (Toku, 2002:75).

Đbn Haldun bu yeni ilmi disiplininin konularını açıklarken yeni bir ilim

kurduğunun ve nasıl bir yol izlediğinin son derece farkındadır:

“Umran, yeni çıkarılmış ve kurulmuş (orijinal) bir ilim gibidir.” (Đbn Haldun,

2005:204).

“Tarihçilerin eserlerini gözden geçirip, dünü ve bugünü derinliğine incelemekle,

zekanın gözünü gaflet ve uyku dalgınlığından uyandırdım, eser yazmaya heveslendim. Bir

müflis olduğum halde ilim sermayesine en güzel tarzda talip oldum, neticede tarihe dair bir

kitap vücuda getirdim. Bu eserle, yetişen ve ortaya çıkan muhtelif nesillerin hallerini örten

34

perdeyi kaldırdım. Bu eserde, devletlerin ve umranın evveliyetine ait illetleri ve sebepleri

ortaya koydum.” (Đbn Haldun, 2005:160).

Đbn Haldun’a göre Umran ilmi, ‘umran’ı konu alan ve onu kendi tarihsel

bağlamı içinde çözümlemeyi hedefleyen bir ilimdir. Umran, insanların birarada

yaşamak suretiyle bir araya gelmeleri ve bu yolla oluşan örgütlenmeler sonucu ortaya

çıkan ilişki biçimleri olarak ifade edilebilmektedir. Genel anlamıyla umran toplumsal

yaşamdır. Umran ilminde yapılmaya çalışılan ise bir bütün halinde toplumsal hayatın

açıklanmasıdır.

Đbn Haldun, bir bütün halinde toplumun açıklanması amacıyla kurduğu umran

ilminin temel problemlerini şu şekilde tesbit etmektedir (Toku, 2002:89):

1-Đnsanların birbirleriyle ünsiyet ederek köy ve şehirler kurup bir arada, yani

toplum halinde yaşamalarının sebeplerini izah etmek.

2-Toplum halinde yaşayan insanların niçin bir siyasi otoriteye ihtiyaç

duyduklarının, yani devletin kuruluş sebeplerini izah etmek.

3-Bir arada yaşayan insanların geçim tarzlarından, yani ekonomik

faaliyetlerinden kaynaklanan ilişki biçimlerinin sebeplerini izah etmek.

4-Đnsanları diğer varlıklardan ayırarak seçkin bir konuma getiren ilmi

faaliyetlerin, yani eğitim-öğretimin sebeplerini izah etmek.

Đbn Haldun, tarih yazıcılığını hikaye etme, anlatma etkinliğinden çıkarıp onu

izah etme, açıklama etkinliğine dönüştürme olanağını umran ilminde bulmaktadır.

Umran ilmi; tarihsel olayları hikaye etmenin ötesinde, onların nasıl ve neden

meydana geldiklerini açıklamakla görevli olması gereken tarihçinin başvuracağı

35

temel bilimdir. Tarihçiliği, olayları nakil yoluyla hikaye eden zahirî tarihçilikten

kurtarıp, aynı olayları nedenleriyle açıklayacak batınî tarihçiliğe yükseltmek umran

ilmiyle mümkündür (Özlem, 1996:29-30).

36

3. BÖLÜM

ĐBN HALDUN’ DA TOPLUM ANLAYIŞI

3.1. Toplumsal Yaşam

Đbn Haldun’un yeni biliminin konusu umran, yani insanın toplumsal yaşamı

olarak karşımıza çıkar. Đbn Haldun’un toplum düşüncesinde insanların toplum içinde

birlikte yaşamaları kaçınılmaz bir durumdur. Dayanışma, işbirliği düşünceleri onun

toplum teorisinin özünü oluşturur. Đnsanlar arasında dayanışma ve işbirliği sonucu

ortaya çıkan her türlü toplumsal yapı ve örgütlenmeler umran ilminin konusunu

oluşturur.

Ahmet Arslan (1997:86), Đbn Haldun ile ilgili çalışmasında umran teriminin

iki temel özelliğinden bahseder. Ona göre umran, özü itibariyle insani olan bir olayla

sınırlıdır. Bununla birlikte umran olgusu toplumsal hayatın varlığı temeline

yerleştirilmektedir. Böylece o, insanın toplum halinde örgütlenmesinden ve

yaşamasından doğan olayları, kurumları içine almaktadır. Öncü de (1993:56) Đbn

Haldun’un umran terimiyle uygarlıkla eş anlamlı olan toplumsal örgütlenmeyi

kastettiğini belirtir.

Meriç’e (2002:147) göre umran geniş anlamıyla bir kavmin yaptıkları ve

meydana getirdiklerinin bütününü, sosyal ve dini düzen, adetleri, inançları ifade

etmektedir. Lacoste’ da (1993:108) ise, umran coğrafi ve nüfus ile ilgili özelliklerden

toplumsal hayata ilişkin meseleleri kapsadığı gibi, toplumsal, siyasi ve kültürel

etkinlikleri de belirtir.

Uludağ (1993:52-53), Đbn Haldun ile ilgili çalışmasında onun umran terimini

şu üç esas anlam çerçevesinde aldığını söyler:

37

1.Umran, insanların ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla topluluk halinde

bulunabilecekleri yere yerleşmeleri,

2.Đnsanın yaşadığı sosyal hayat,

3.Şehir hayatı.

Đbn Haldun toplum teorisini açıklarken, toplumu oluşturan en önemli unsur

olarak insan faktörüne de değinmekte, insan doğasına ilişkin bazı izahlarda

bulunmaktadır.

Đbn Haldun’a göre insan tabiatı, iki zıt özelliği bünyesinde taşır. Tanrı,

insanları hem iyilik, hem de kötülük üzere yaratmıştır. Bu itibarla insanın işbirliğine,

dayanışmaya ve toplum içinde yaşamaya elverişli olan doğası mutlak anlamda iyi

olan tabiatıdır. Öte yandan insanın mücadeleci ve saldırgan yönü ise onun hayvani

tabiatını oluşturur. Hükümdarların ve dinlerin koyduğu kaideler, o toplumda yaşayan

insanların bu mücadeleci, saldırgan tabiatlarının birbirlerine yönelerek toplumu

anarşiye sürüklemesini önlemeye dönüktür (Kozak, 1999:156).

Đbn Haldun diğer yandan tarihsel ve toplumsal koşulların eğitim ve

alışkanlıklar yoluyla insan doğasını değiştirebileceğini savunur. Đbn Haldun’a göre:

“Đnsan adetlerinin (ülfet ettiği şeylerin çocuğu ve) ürünüdür. Tabiatının ve mizacının

çocuğu ve mahsulü değildir. (Đnsan adetlerine , itiyatlarına ve ülfet ettiklerine tabidir,

tabiatına ve mizacına olan bağlılığı bundan sonra gelir). Bir kimse, huy, meleke ve adet

vaziyetine gelecek derecede bir takım hallerle ünsiyet ederse, artık bu haller, o kimsenin

tabiatı ve cibilliyeti durumuna gelir.” (Đbn Haldun, 2005:330).

Đbn Haldun, toplumsal süreçler gelişirken insanları pasif bir unsur olarak

görmemekte, tam tersine insanların yaşadıkları koşulları sürekli değiştirerek

biçimlendirme yetisine sahip olduklarını ileri sürmektedir. Bu anlamda ona göre

insanı hayvandan ayıran temel bir unsur bulunmaktadır ki, bunu şöyle anlatır:

38

“Đnsan, hayvanlar (ve canlılar) cinsindendir. Allah onu, hayvanlardan,

kendisine verdiği fikirle ayırdetmiştir. Đnsan fikir sayesinde fiillerini muntazam bir

şekilde vücuda getirmektedir.” (Đbn Haldun, 2005:775).

Öncü’ye (1993:67-68) göre Đbn Haldun düşüncesinde insan toplumdan

ayrışmış, farklı bir öznellik geliştirememektedir. Bu nedenle, Đbn Haldun’un toplum

kuramında, Batı kuramlarının üzerinde duyarlılıkla durdukları toplumsal değişimi

açıklayan özne-nesne ya da birey-toplum ikilemleri, herhangi bir öneme sahip

değillerdir. Đbn Haldun’a göre toplumsal örgütlenme insanı tamamlayan ve

biçimlendiren bir bütünlük olarak kendi değişiminin tohumlarını içinde barındırır ve

özne ile nesne iç içe geçmiş, bir ve aynı şeylerdir.

Devleti ve toplumu sosyal bir olay olarak gören Đbn Haldun dinamik bir

toplum görüşüne varmaktadır. Đbn Haldun’a göre insan toplumunun kökeni insanın

sosyal bir varlık oluşuna dayanmaktadır. Birarada yaşama zorunluluğu, dayanışma

ihtiyacından doğmaktadır. Đnsanlar doğanın karşılarına çıkardığı çeşitli güçlüklerden

korunmak ve onları yenebilmek için birarada yaşamaktadır. Çeşitli toplumlar

arasındaki farklar, coğrafi çevrenin, iklim koşullarının, üretim biçimlerinin farklı

oluşundan gelmektedir (Sarıca, 1987:49). Đnsanların bir toplum halinde

birleşmelerinin sebebi hür iradeleriyle kabul ettikleri bir mukavele, sözleşme değil,

kaçınılmaz bir zaruretin zorlamasıdır (Sanay, 1991:23). Toplumsal yaşamın insanlar

için bir zorunluluk olduğunu Đbn Haldun şöyle ifade eder:

“Đçtimai hayat insanlar için bir zarurettir.” (Đbn Haldun, 1989:100, C.I).

Toplumsal yaşamın oluşumunda iktisadi faktörlerin etkisine büyük önem

verir. Ona göre insanlar kendileri için gerekli besin maddelerini oluşturmak için

biraraya gelmek zorundadırlar. Đnsanlar arasında gerekli yardımlaşma ve işbirliği

mevcut olmadan insanın tek başına yaşayabilmesi imkansızdır. Birarada yaşama için

işbirliğinin önemini Đbn Haldun şöyle anlatır:

39

“Tanrı, insanı gıdasını bulacak ve kazanabilecek bir kudrette yaratmıştır. Fakat tek

bir kişi yalnız başına muhtaç olduğu gıdayı temin etmekten acizdir. Bu gıda maddesinin en

asgari haddini, mesela birinin bir gün yaşaması için gereken buğdayı bir örnek olarak ele alır

isek buğdayı un haline, unu hamur haline, hamuru ekmek haline getirmek zarureti vardır. Bu

üç işin her biri çanak, alet ve esbaba muhtaçtır. Bunlar demirci, marangoz ve çömlekçi

tarafından yapılır. Bunların hepsini vücuda getirmek tek bir adamın kudreti dahilinde

değildir. Bundan başka insanların her biri, kendisini koruyabilmek için kendi cinsinden olan

başkalarından yardım istemeye muhtaçtır. Her eksiklikten uzak olan yüce Tanrı, insanları

yaşayabilmesi için gıdaya muhtaç bir halde yaratmış olduğundan insan tek başına

yaşayamaz; tek başına silah hazırlamaktan aciz bir halde olduğundan kendisini koruyamaz,

yırtıcı hayvanların avları olur.” (Đbn Haldun, 1989:100-103, C.I).

Đbn Haldun’un yukarıdaki açıklamasında dikkate değer bir unsur daha vardır

ki; o da insanlar arasında emniyetle, güvenlikle ilgili unsurların da birarada yaşama

zorunluluğunu getirmiş olmasıdır. Dolayısıyla toplumsal yaşam başlıca iki sebepten

dolayı zorunlu olmaktadır: Đnsanların kendilerine gereken besin maddelerini tek

başlarına yapamamaktan doğan bir araya gelme ve insanların kendilerini savunma

ihtiyaçlarından doğan birlilik sonucunda toplumsal yaşam kaçınılmaz olarak var

olmaktadır.

Đbn Haldun’ a göre Tanrı, insana tabiatın ve diğer varlıkların vahşi gücüne

karşılık, farklı ve üstün bir özellik olarak akıl ve aklı desteklemek için de el

vermiştir. Đnsanlar için hayatın idamesinde, maişetin ve savunmanın temininde vasıta

olan akıl ve el, başkalarının yardımına her zaman muhtaçtır. Bu yardımlaşma

olmadığı takdirde ne hayatın idamesi, ne geçimin temini, ne de hayatın muhafazası,

yani savunma mümkündür. Yardımlaşma söz konusu olunca, insanların maişetini

teşkil eden erzak da savunmasına yarayan silahlar da temin edilmiş ve bu suretle

insanların bekası ve türünün muhafazası gerçekleşmiş olur. Bu da demektir ki, insan

türü için toplumsal hayat tabii ve zorunludur (Toku, 2002:91).

40

Đbn Haldun, tarihin her döneminde insanların hayatlarını devam

ettirebilmeleri için işbirliğine, yani toplumsal örgütlenmeye gerek duyduklarını ifade

ederken, bunun bir anlamda Allah vergisi olduğu düşüncesindedir. Bu itibarla tarih

ve toplum biliminin en birincil sabit varsayımı insanların toplum içinde yaşamak

biçiminde kendini gösteren doğal arzularıdır. Dolayısıyla Đbn Haldun’a göre bireyi

içinde bulunduğu toplumsal bütünlüğün dışında düşünmek mümkün değildir. Başka

bir ifade ile insan, toplumla varolur ve varlığını sürdürür. Bu noktada Đbn Haldun’un

toplum anlayışı, Batı’ da geliştirilen sosyoloji kuramlarından tamamen farklı biçimde

bireyin toplumdan ayrışabileceği bir özellik taşımamaktadır (Öncü, 1993:66-67).

Đbn Haldun, toplumsal yaşamın insanlar için zorunlu olduğunu tespit ettikten

sonra toplumsal yaşamda gerekli olan başka bir unsura daha değinir ki o da bir

otoritenin, hakimin gerekliliğidir. Ona göre saldırganlık ve adaletsizlik insanın

doğasından kaynaklandığı için; kendisini denetim altına alabilmesi ve insanların

birbirlerinin saldırılarından korunmak için gücünü sınırlayıcı bir baskıya gereksinim

bulunmaktadır. Her toplum için bir yasak koyucunun, hükümdarın zorunlu olduğunu

şu sözlerle ifade eder:

“Đçtima insanlar için hasıl olup alemin umranı onlarla tamamlanınca, bu taktirde

insanları birbirine karşı koruyacak bir vazia (kötülük yapmaktan caydırıcı bir güce) mutlaka

ihtiyaç vardır. Çünkü saldırmak ve haksızlık yapmak insanların, hayvani tabiatlarında

mevcuttur...Bahiskonusu vazi insanlardan biri olacaktır. Fakat bu vazinin diğer insanlar

üzerinde bir galebesi sultası, kahir eli ve üstün bir hakimiyeti bulunacaktır. Böyle olmalıdır

ki, bir kimse diğerine tecavüz edemesin, zarar veremesin. Hükümdarın (mülkün ve üstün

otoritenin) manası işte budur.” (Đbn Haldun, 2005:215).

Görüldüğü gibi Đbn Haldun’da toplumun varlık nedeni ekonomik ve sosyal

gereksinmelere dayandırılırken, siyasal iktidarın nedeni bireyin güvenliğidir. Ancak

buradaki güvenliğin dış düşman saldırılarıyla bir ilgisi yoktur. Siyasal iktidarı ortaya

çıkaran güvenlik gereksinmesi, aynı kabile veya toplum içinden kaynaklanan

saldırılar için söz konusu olmaktadır. Nitekim güçlü asabiyete sahip topluluklarda,

41

asabiyet kabile içi dayanışma ve bağlılık duygularını pekiştirdiğinden mutlak bir

siyasal iktidara da gerek duyulmaz.

Đbn Haldun’a göre toplum ve siyasal iktidar insan için onun tabiatından

kaynaklandığı için doğal kurumlardır. Đbn Haldun (2005:215), bunlara benzer

kurumların arı ve çekirge gibi bazı hayvan topluluklarında da görüldüğünü; fakat

hayvanlarda görülen bu kurumların hayvanların düşünceleri ürünleri değil,

içgüdünün gereği olduğunu belirtmektedir.

Görüldüğü gibi Đbn Haldun’un toplum kuramında şu önermeler ön plana

çıkmakta, toplumsal yaşamı anlatan ana unsurlar olmaktadır:

• Đnsan düşünen, fikir sahibi bir varlıktır.

• Toplumsal yaşam insanlar için bir zorunluluktur.

• Toplumsal yaşamda ilişkilerin temelinde işbirliği ve dayanışma

vardır.

• Toplumsal yaşamda insanlar için bir otoriter güç gereklidir.

3.1.1. Asabiyet

Asabiyet kavramı Đbn Haldun’un, devlet görüşünde, toplumların yaşam

tarzları ve geleceklerini belirlemede çok önemli bir kavramı olarak karşımıza

çıkmaktadır. Asabiyeti topluluk duygusu, grup dayanışması, sosyal irtibat hatta

milliyetçilik olarak tanımlayanlar olmaktadır. Asabiyet kavramını sağlıklı bir

biçimde kavrayabilmek için Đbn Haldun’un kavrama ne anlam yüklediğine bakmak

gerekmektedir.

A.F.Von Kramer asabiyeti “topluluk duygusu” hatta “milliyetçilik fikri”

olarak yorumlar. Hellmut Ritter, “dayanışma duygusu”, Ernest Gellner, “sosyal

42

iltisak” ya da “askeri ruh” , Manfred Halpern “grup dayanışması” , Topçuoğlu da

“tesanüt bağı”, “sosyal irtibat bağı”, “sosyabilite”; Erwin Rosenthal “dayanışma” ve

“vurucu güç” olarak yorumlamışlardır (Hassan, 1977:173-174).

Đbn Haldun’un sosyolojiye kazandırdığı en önemli kavramlardan biri olarak

asabiyet kavramıyla kastettiği anlam, birlik ruhuna dayalı kuvvettir. Asabiyet en

azından iki kavramı birlikte kapsar: Bunlardan biri ‘birlik ruhu’, öteki de ‘birlik

ruhundan doğan kuvvet’ tir. Bu nedenle asabiyet hem dayanışmayı hem de güç sahibi

olmayı içerir (Kongar, 1981:64).

Đbn Haldun asabiyeti sürekli düşman ve doğal çevrenin tehdidi altında

bulunan ve akrabalık bağı ile birbirine bağlı insanların birbirinin yardımına hazır bir

oluşum şeklinde manevi bir birliktelik olarak açıklamaktadır:

“Düşmanların saldırmasından korunmak ve saldıranları kovmak (ve servet

kazanmak) ve istilalar kişilerin bir araya toplanmasıyla olur ve buna Asabiyyet adı

verilir.” (Đbn Haldun, 1989:352, C.I).

Özellikle çöl hayatının dayatmaları karşısında bireyin bu dayatmaya karşı

geliştirdiği yüksek düzeyli bir dayanışma ve birlik şuuru asabiyetin önemli

tecellisidir. Fert her an ya fiziki çevreden ya da sosyo-politik çevreden kendisine

yönelebilecek bir tehdit ve dayatma karşısında bulunmaktadır. Topluma yönelen

tehdidin toplumun hemen hepsini etkileyeceği ve meydana getireceği yıkımın çok

derin ve kalıcı olacağından toplum fertleri tehdide karşı tüm varlıklarıyla tavır almak

zorunda kalmakta; aksi durumda toplumun yaşama şansı ortadan kalkmaktadır

(Duran, 1997:19).

Đbn Haldun’un asabiyet kavramı, sosyal hayatın birçok alanında etkili

olmakla birlikte, temelde toplumsal grupların iç dayanışmasını ve bütünleşmesini

ifade eden bir kavramdır. Daha çok göçebe toplumdaki kabile örgütlenmeleri içinde

43

sıkça ortaya çıkması daha çok yaşama şartlarının ve geçim imkanlarının güç

olmasından dayanışmanın zorunlu bir biçimde ortaya çıkmasındandır. Batılı

araştırmacılar da asabiyet kavramını daha çok “toplumsal dayanışma” biçiminde

tercüme etmişlerdir. Đbn Haldun, asabiyetin şehir hayatında da görülebileceğini

söylerken, asabiyetin lüksün ve konforun arttığı medeni yaşam koşullarında

kaybolduğunu söylemesi O’nun Durkheim ile benzetilmesine yol açmaktadır.

Durkheim’da ifade olunan “mekanik dayanışma” kavramı, birçok açıdan asabiyet

kavramına benzemektedir. Durkheim’e göre mekanik dayanışma işbölümünün ve

bireyselliğin gelişmediği homojen toplum yapılarında görülür. Đnsanlar ortak

geleneklerin etkisiyle aynı davranışı gösterirler ve toplum düzenini bozacak

davranışlar toplumun baskısı ile hemen önlenir. Đşbölümünün geliştiği, bireyler

arasında farklılıkların arttığı modern toplumda ise toplumda sosyal düzeni bozacak

davranışlar artar ve sosyal kontrol etkinliğini kaybeder. Đbn Haldun da şehirleşmenin

arttığı medeni yaşam koşullarında asabiyetin zayıfladığını belirtmektedir.

Đbn Haldun sosyal kanunlar önünde insan iradesinin etkisiz kaldığını söyler.

Đbn Haldun kabile iradesi anlamına gelen asabiyet karşısında kişi iradesinin etkisiz

kaldığı görüşündedir. Kişilerin iradesi az yada çok etkisiz hale gelince de toplumun

eğilimi ve iradesi etkili olmaktadır. Neticede keyfilik ortadan kalkmakta, onun yerini

belli esaslar dahilinde cereyan eden toplum eğilimleri ve iradesi almaktadır (Uludağ,

1993:56).

Asabiyetin bir kavmin biraraya toplanarak kendisini korumasından ve

düşmana karşı koymasından, memleketler fethedip zafer kazanmayı istemesinden,

düşmanı kuvvet ve şiddetle yenmekten ibaret olduğu söylenebilir. Öyleyse asabiyet,

kolektif bir davranış biçimidir ve üstünlük sağlayarak devlet kurmak asabiyetin amaç

ve sonucudur. Bu kavram, grup duygusu, birleşik eylem ve dayanışma duygusu ve

vatan sevgisi olarak da tanımlanmıştır (Falay, 1978:18).

Đbn Haldun, asabiyet teorisini insanların psikolojik yapısından hareketle

geliştirir. Ona göre aynı soydan gelme, akrabalık, insanlararası yardımlaşma ve

44

dayanışma duygularının gelişmesine neden olur. Bu yolla insanlar birbirlerini daha

fazla korur ve kollar hale gelir. Đbn Haldun, aynı soydan gelmenin bu konudaki

rolünü açık ve net olarak ifade eder:

“Çok azı müstesna, insanlarda sıla-ı rahm ve akrabalık bağı tabii bir şeydir. Bu bağın

gereklerinden biri de gayrete gelerek, zarara uğrayan veya mahvolma durumunda kalan

hısım ve akrabaların imdatlarına koşmaktır. Şüphesiz ki, akrabası zulme veya tecavüze

uğrayan bir kimse, bundan dolayı kendini zelil hisseder, bu durum ağrına gider. Bu, var

olduklarından beri insanlarda tabii olarak mevcut olan bir temayül ve histir.” (Đbn Haldun,

2005:334-335).

“Her insan, kendi asabesinden ve nesebinden olan kimselerin imdadına koşmaya

daha çok önem verir. Allah’ın kullarının kalbinde yarattığı dar ve sıkışık zamanlarda hısım

ve akrabanın imdadına koşma ve onlara karşı şefkatli olma duygusu insan tabiatında

mevcuttur.” (Đbn Haldun, 2005:334).

Đbn Haldun’a göre soy (nesep) kavramı asabiyet üzerinde önemli bir rol

oynamaktadır. Ona göre, Araplar diğer milletlerle karıştığında , nesep bozulması

sebebiyle sonunda asabiyet diye bir şey kalmamıştır. Đbn Haldun, nesebi bir göçer

özelliği olarak görmekte ve göçerler için asabiyetin ön plana çıkmış olan bir özelliği

olduğu ve göçerlerin saf ve temizlikleri, basitlikleri sayesinde asabiyeti

koruduklarını; ayrıca beden gücünün ve atılganlığın asabiyeti ortaya çıkardığı

fikirlerini ileri sürmektedir (Bozgöz, Erkan, 2003:193).

Asabiyetin temel kaynağı akrabalık yani kan bağı olmakla beraber, Đbn

Haldun, kan bağına dayanmayan asabiyetin de varlığından bahseder. Ne var ki, nesep

bağına dayanan asabiyet, fizyolojik olması sebebiyle öncelik taşır. Đbn Haldun, kan

bağı dışındaki başka bağların da asabiyetin kaynağı olabileceğini kabul eder:

“Aynı nesil ve nesepten gelmeyen cemiyetler, nesep bağlarından çok zayıf olsa dahi,

nesepten gelen kardeşlik yerini tutacak diğer bağlarla birbirine bağlanmak isterler. Bu suretle

45

bağlanmak arzusu kişiler için tabii bir haldir. Bazen nesep bağından başka bağlarla bağlanma

sonucunda da nesep ile husule gelen hamiyet ve asabiyet husule gelir.” (Đbn Haldun,

1989:311, C.II).

Görüldüğü gibi Đbn Haldun iki tür asabiyetten bahsetmektedir. Birincisi, kan

bağına dayanan ‘nesep asabiyeti’, ikincisi kan bağına dayanmayan, sonradan

kazanılan ‘sebep asabiyeti’ dir. Sebep asabiyeti de nesep asabiyeti kadar değerli ve

anlamlıdır:

“Kaynaşmanın husule gelmesine esas olan husus, bir arada yaşama, yekdiğerini

savunma, uzun süren temas, birlikte yetişme ve süt emme durumunun meydana getirdiği

rabıta ile hayat ve mematla ilgili olan sair hallerden ibarettir. (Gerçekte, asabiyeti meydana

getiren unsur, nesepten ziyade içtimai zaruretlerde ve kader birliğinde iştiraktir). Söz konusu

durumla kaynaşma hasıl olunca, imdada koşma ve yardımlaşma hali, onu takiben ortaya

çıkar.” (Đbn Haldun, 2005:413).

Nesep asabiyeti ile sebep asabiyeti arasında yaratıcılık ve harekete geçiricilik

nitelikleri bakımından fark yoktur. Đnsanlar, sonradan kazanılan kolektif aksiyon

gücü sayesinde de akrabalar gibi hareket ederler. “Ülfet”, birbirine alışkanlık, uzun

zaman beraber çalışmak ile doğar; ekonomik ve siyasal bir bağdır. Birinin ihsaniyle

yetişmiş kişilerde de aynı sosyal davranış görülür. Dolayısıyla, asabiyet bir kez

varolduktan sonra, farklı köklerden kaynaklanmış olması, kolektif aksiyon gücü

niteliğini değiştirmez (Hassan, 1977:201,202).

Asabiyet için önemli olan, birlikte hareket etmenin potansiyelinin mevcut

olması ve bunun kendisini sürekli biçimde eylem haline dönüştürebilmesidir. Bu

yüzden asabiyetin çeşitleri arasında uygulamada bir fark yoktur. Başka bir ifade ile

farklı köklerden kaynaklanmış olması, asabiyetin kolektif aksiyon niteliğini

değiştirmemektedir.

46

Asabiyet, sadece statik bir grup duygusunu ifade etmez. O, aynı zamanda

birlik kurma kudreti veya belirli bir grubun başka gruplar üzerindeki egemenliğini

sağlayan hareket tarzı niteliğindedir (Kurtkan, 1978:68).

Asabiyetin en önemli sonucu kişiler arasında birlikteliği, kaynaşmayı ve

yardımlaşmayı sağlaması, bir yapıştırıcı gibi fertleri birbirine bağlamasıdır. Bu

sonucun gerçekleşmesini sağlayan ittifak, azatlık ve sığınma da asabiyet

hükmündedir. Bu görüşü ile Đbn Haldun ırkçılıktan uzaklaşır. Çünkü O, birlikte

harekete geçmeyi ve ortaklaşa davranmayı sağlayan her çeşit yakınlığa bir tür

asabiyet gözüyle bakmaktadır. Asabiyet özel ve açık olduğu oranda güçlü ve etkili,

genel ve kapalı olduğu oranda zayıf ve etkisizdir. Hatta bazı asabiyetler zamanla yok

olup ortadan kalkar (Uludağ, 1993:75).

Kozak (1999:165), asabiyetin, bir topluluğun üyelerinin, hep birlikte ortak bir

değeri benimsemeleri ve bu değer uğruna gerektiğinde hayatlarını çekinmeden ortaya

koyabilme duygusu ve davranışı olduğunu söyler. Aynı zamanda ferdi planda

hayatlarını anlamlandıran üstün bir değere sahip olmanın verdiği güçle

yabancılaşmaya uğramamış ve kendine güven duygusu, başarma azmi yüksek hür bir

insan tipini simgeleyen bir unsurdur.

Đbn Haldun’a göre asabiyet ile iktidar arasında yakın bir ilişki vardır. Her

hangi bir sınırlı topluluk içerisinde de, bütün bir toplumda da siyasal iktidarı ele

geçirecek potansiyele sahip olmak, iktidara geçmek ve sürdürmek için asabiyete

gerek bulunmaktadır. Siyasal anlamda “harekete geçme” nin asgari koşulu olan

birlik, iç bütünleşme ve dinamizm asabiyet ile kendini gösterir. Belirli bir topluluk

üzerinde üstünlük ya da bir toplum üzerinde egemenlik sağlamak güce dayanarak

gerçekleştirileceğine göre mücadele-çatışma-savaş gibi “aksiyona geçme” nin daha

etkin biçimleri de asabiyetin varlığı ve kudreti ile orantılıdır (Hassan, 1977:210).

47

Nesep ve sebep olarak asabiyetin her iki şekli de, mücadele mecburiyetinde

kalan insan zümreleri için bir enerji kaynağıdır. Devletin kurulması işte bu enerji

kaynağı ile olmaktadır. Devletin bozulması da aynı enerji kaynağının sönmesi

sonucunda olmaktadır (Fındıkoğlu, 1961:103).

Asabiyet kavramı Đbn Haldun’da aynı zamanda devletin oluşumunu sağlayan

itici bir güç durumundadır. Mukaddime’de çok sık geçen “mülk” kavramı esasen

devleti ifade eden bir kavram olarak karşımıza çıkmaktadır. Asabiyet de dayanışma

ve birlik ruhu olarak bir topluluğun esas unsurlarından biri olarak, toplum

dinamiğine yön veren yapısı, toplumsal değişimdeki rolü Đbn Haldun’da açıkça

görülmektedir:

“Mülk asabiyetin gayesidir. Asabiyet, gayesine ulaştığı vakit, içinde

bulunulan zamanın verdiği imkan ve şartların müsaadesine göre ya tam istiklal veya

müzaheret(ve destek verme) yolu ile kabile için mülk hasıl olur.” (Đbn Haldun,

2005:351).

Asabiyetin sosyal anlamı siyasal anlamından ayrı düşünülemez. Asabiyetin

gayesi iktidar elde etmeye, mülk-devlet- kurmaya yöneliktir. Mülk kavramı ve bunun

incelemesi Đbn Haldun’un siyaset teorisinin bir unsurunu oluşturur. Mülk; otoriteye

sahip, belli bir yönetimi sağlayan ve egemen olan siyasal örgütlerdir (Hassan, 1977:

203).

Buradan da anlaşılacağı gibi Đbn Haldun, devlet ile asabiyet kavramları

arasındaki ilişkiyi oldukça belirgin bir biçimde vurgulamaktadır. Đbn Haldun’un

asabiyete büyük bir önem verdiğini ve asabiyeti devletin kurucu bir unsuru olarak

açıkladığını görmekteyiz:

“Mülk iki esas üzerine bina kılınmıştır. Bir mülkte bu iki esasın mevcudiyeti

zaruridir: Birincisi asker ve ordu tabir edilen şevket ve asabiyettir. Đkincisi, bu ordunun

48

ayakta durabilmesi ve mülkün ihtiyaç duyduğu ahvalin (ve devletin temel masraflarının)

görülebilmesi için lüzumlu olan mal ve paradır. Aksaklık, hanedanlığın kapısını çalınca,

(önce bozulma) bu iki esasa arız olur.” (Đbn Haldun, 2005:558).

Görüldüğü gibi, Đbn Haldun’a göre asabiyetin amacı, devlet kurmaktır.

Aslında düşünürün devlet kavramından anladığı basit ve ilkel bir organizasyon değil,

aksine bünyesinde artı-değerin varedildiği, işbölümünün arttığı, kentleşmenin ve

kozmopolitleşmenin yoğunlaştığı, merkez, kent-kırsal çevre arasında uzmanlaşmanın

geliştiği, lüks ve konfora dayalı iyi bir hayatın yaygınlaştığı bir toplumsal yapıdır.

Dolayısıyla Đbn Haldun’un teorisinde asabiyet son derece önemli bir dinamik

niteliğindedir (Duran, 1997:20-21).

Đbn Haldun’a (2005:379) göre; “halkın ve umumun sevkedildiği (siyasi) her

hususta mutlaka asabiyete ihtiyaç vardır”. O, dini davet yoluyla oluşacak iktidarın

bile asabiyete dayanması gerektiğini söyler.

Hoodbhoy (1992:172); Đbn Haldun’un çağında, fazlasıyla rasyonel bir kişilik

olarak kaldığını, özellikle peygamberliğe asabiyet kavramını uygulaması ve ilahi

vahye dayanan bir dinin bile, misyonunu yerine getirebilmesi için bir aşiret birliğine

ihtiyacı olduğunu belirtmesinin çevresince rezillik olarak nitelendirildiğini ifade

eder.

Đbn Haldun, devletin kurucu bir unsuru olarak asabiyeti görürken, her

asabiyetin de devlet kurmak için yeterli olmayacağını belirtir:

“Asabiyetler yekdiğerinden farklıdır. Her asabiyetin, civarındaki kavmi ve aşireti

üzerinde bir tahakkümü ve tagallübü vardır. Her asabiyetin mülkü yoktur. Hakiki manada

mülk, sadece raiyyeyi istibdadı altına alan, mal ve vergi toplayan, elçiler gönderen, hudutları

koruyan ve gücünün üstünde kahir bir güç bulunmayan asabiyete mahsustur. Mülkün manası

budur. Hudutları koruma veya vergi toplama veya elçiler gönderme gibi hususlardan bir

49

kısmını yapma gücüne sahip olamayanın hükümdarlığı eksiktir.” (Đbn Haldun, 2005:417).

Đbn Haldun, bolluk ve refahın artmasıyla asabiyetin azaldığını, dolayısıyla

asabiyete en ağır darbeyi indiren temel etkenlerden birinin de iktisadi koşullar

olduğunu belirtir:

“...Bu kabile hangi ölçüde refaha ve nimete kendini kaptırmışsa - bırakın mülkü

elde etme gücüne sahip olmayı - o ölçüde yok olma tehlikesine maruz bulunur. Zira refaha

ve nimet içinde yüzme haline arız olan hususlar, tagallübe esas teşkil eden asabiyetin tesirini

kırar.Asabiyet inkıraza uğradı mı, yeni haklar peşinde koşması bir yana, kabile, elde olanı

müdafaa ve koruma imkanının bile gerisinde kalır, öbür milletlerin yemi olur. Mülkün elde

edilmesine engel teşkil eden hususlardan birinin de refah olduğu böylece ortaya çıkmış

bulunmaktadır.” (Đbn Haldun, 2005:352).

Đbn Haldun’un eserinde toplumların başlıca varlık nedenlerinin iki unsura

dayandığı görülmektedir: Asabiyet ve iktisadi süreç; bu iki unsur hakim diyalektik

metoda göre hem toplumun kuruluşunu ve devamını sağlamakta hem de toplumun

gelişmesi sonucu değişime uğramaktadır. Bu karşılıklı etkileşim hem toplumun

bütününde hem de günlük olaylarda olmak üzere her iki düzeyde de vardır. Bu iki

unsur kendi aralarında da etkileşim halindedirler (Falay, 1978:18).

3.1.2. Bedevi ve Hadari Toplum

Đbn Haldun’a göre, insanlık tarihinde toplulukların yaşamlarını farklı yollarla

sürdürmeleri sonucunda ortaya çıkan iki ayrı toplumsal örgütlenme biçimi vardır. Bu

toplumsal örgütlenmenin birinci biçimi, doğal yollarla yaşam sürmeye, tarım ve

hayvancılığa dayanan bedevi toplum; ikinci biçimi ise şehir yaşamına dayanan ve

ileri bir toplumsal örgütlenmenin görüldüğü hadari toplumdur.

50

Ortaya çıkma ve ilk olma anlamına gelen bedavet (bedevilik) genellikle

göçebelik anlamına gelir. Bedevi, “ehl-i bedv” ve “ehl-i badiye” ise göçebe, konar-

göçebe demektir. Hadaret (hadarilik) ise şehir, kasaba ve beldede yerleşmiş olma,

yerleşik hayat anlamına gelir. Haderi ve “ehl-i Hadar” ise yerleşik insanlar demektir

(Uludağ, 1993:63).

Bedevi toplumda sosyal örgütlenmenin temel birimi kan bağına dayanan

kabile örgütlenmesidir. Dolayısıyla toplumsal hayatın sürdürülmesinde asabiyetin

(nesep asabiyetinin) büyük önemi vardır. Đnsanlar arasındaki bu dayanışma biçimi

veya grup aklı bir yandan iç barışı sağlarken, diğer yandan başka kabilelerin

saldırılarına karşı güvenliği de sağlamaktadır.

Đbn Haldun’un, grup dayanışmasının ürünü olan bir güç biçiminde anladığı

“asabiyet”, göçebelerde daha üstündür. Birleştirici, eyleme yöneltici, karşılıklı

yardımlaşmayı ve birbirini korumayı sağlayan bu toplumsal bağın, göçebelerde daha

çok gelişmiş oluşu, onların yerleşik toplumlara olan üstünlüğünün temelindeki

nedendir (Kışlalı, 1996:53).

Đbn Haldun’a göre saf ırk yoktur. Ancak çöllerde, ormanlarda ve bozkırlarda

yaşayan aşiretlerde belli ırktan saf tiplere rastlanabilir. Şehir halkı ise kesinlikle saf

değil, karışıktır. Hadariler çoğu zaman melezdir. Đbn Haldun’a göre bedevilerle

hadariler arasındaki en önemli farklardan biri de budur (Uludağ, 1993:79).

Đbn Haldun bedevi ve hadari toplum sınıflamasını yaparken temel hareket

noktası, toplumların iktisadi yapılarının, üretim biçimlerinin farklılığı olmaktadır.

Ona göre toplumlar arasındaki temel farklılık o toplumların üretim biçimindeki

farklılaşmadır:

51

“Toplumların ahvalinde görülen farklılık, sadece onların geçim yollarının

farklı oluşundan ileri gelmektedir. Çünkü insanların toplu olarak yaşamaları, sırf

geçimlerini sağlamak maksadıyla yardımlaşmak içindir.” (Đbn Haldun, 2005:323).

Đbn Haldun’un gözlemlediği toplum yapılarından ilki bedevi toplumdur. Ona

göre bedevilik, toplumlar için doğal bir aşamadır. Bedevi toplum, hayvan besleyerek

ya da toprağa yerleşip tarım yaparak zorunlu ihtiyaç maddelerini karşılamak

amacındadır. Bu yüzden Mukaddime’de “bedevi” olarak nitelenen toplumlar göçebe

olmanın yanısıra yerleşik de olabilirler. Dolayısıyla bedevi toplumlar ekonomik

yapılarını, sadece avcılık ve toplayıcılığa değil, tarıma da dayandırmış olabilirler

(Akad, 1993:39). Đbn Haldun bedevi ve hadari toplumların üretim biçimini şöyle

izah etmektedir:

“Đnsanların bir kısmı yere ağaçlar dikerek ve ekinler ekerek, bir kısmı da koyun,

inek, keçi, bal arısı ve böcekler beslemek ve bunları türetmek, doğurtmak, bunlardan istifade

etmek suretiyle geçinmelerini temin ederler. Bu vasıtalarla geçimlerini temin edenler göçebe

hayatı yaşamaya mecburdurlar. Bunlar ihtiyaçlarını ancak hayatlarını koruyacak ve ancak

yaşamalarına yetecek miktarda temin edebilirler. Bu tarz hayat yaşayanlar sonradan halleri

genişleyerek ihtiyaçlarından artacak derecede zenginlik ve genişlik elde ederlerse, bu hal

onları bir yerde yerleşmeye ve geniş yaşayışa sevk eder. Yiyecek maddelerini ve giyimlerini

çoğaltırlar, bunları süslemeye ve şehir hayatı yaşamak üzere şehirler ve kasabalar bina

etmeye başlarlar. Evlerini yüksek olarak bina ederler, konak ve saraylar vücuda getirirler,

sanat ve sanayi alanında ilerlemenin son haddine varırlar. Saraylarda ve konaklarda yaşarlar.

Bunlar göçebe ve köylülerden daha iyi ve geniş bir hayat yaşarlar.” (Đbn Haldun,

1989:303,304, C.1).

Đbn Haldun bedevi ve hadari toplumları bir de tüketim maddelerine göre

birbirinden ayırmaktadır. Üç türlü tüketim maddesi vardır: a)Đlkel tüketim maddeleri

(Zaruriyet), b)Normal ihtiyaç maddeleri (Haciyat), c)Lüks tüketim maddeleri

(Kemaliyat). Eğer bir toplum ilkel tüketim maddeleri ile yetinmek zorunda ise, o

52

toplum bedevidir. Ama son iki tür maddeleri üreten ve tüketen toplumlar hadaridir

(Uludağ, 1993:65).

Đbn Haldun’ un toplum sınıflamasında esasen vurgulanan, bedevilikten

hadariliğe geçiş sürecidir. Bu geçişin temel seyri de yine üretim yapısında meydana

gelen değişmeyle bağlantılıdır. Đbn Haldun’a göre insanların öncelikle zorunlu

ihtiyaçlarını karşılamaya dönük üretiminin olduğu yaşam tarzı, bedeviliktir. Bu

yüzden, tüm toplumlar bedevi yaşam sürecini yaşarlar. Bedevi yaşamdan hadari

yaşama geçiş süreci ise işbirliği sonucunda oluşturulan artı-ürünün toplumun genel

şeklini değiştirmesidir. Bu yüzden bedevi yaşam , bolluk ve refahın hüküm sürdüğü

medeni iktisadi yapıyı izler. Bu açıdan bedevilik, hadariliğin ilk aşamasıdır ve

yalnızca temel biyolojik ihtiyaçların karşılanabildiği bir üretim düzeyine denk düşer:

“Kişi ancak zaruri olan ihtiyacını temin ettikten sonra hayatta mükemmelliği

ve genişliği arar. Göçebeliğin kabalığı medeni hayatın inceliklerinden öncedir.” (Đbn

Haldun, 1989:308, C:I).

Đbn Haldun’a (2005:326) göre, şehirli olmak bedevinin en büyük arzusudur.

Buna karşın hadaride bedevi yaşama dönme arzusu bulunmamaktadır.

Bedevi hayat sürenler, zamanla ihtiyaçlarının üzerinde bir zenginlik ve refah

durumuna ulaştıkları zaman, yerleşik bir yaşama geçerek, gıda maddelerini çoğaltma,

geniş konutlar inşa etme gibi süreçleri yaşarlar. Dolayısıyla bedevi yaşamı, hadari

yaşam takip eder. Bedevi ve hadari yaşam, Đbn Haldun’a göre yaşanması kaçınılmaz

olan doğal süreçlerdir. Đbn Haldun, hadariliği şöyle anlatır:

“...Sonra belli bir geçim yolunu tutan toplumların halleri genişleyip, ihtiyacın

üstünde bir zenginlik ve refah kendilerine elverdiği zaman, bu durum onları bir yere oturup

rahat etmeye sevketti. Artık zaruri olandan fazlası için yardımlaştılar, gıdaları ve yiyecekleri

çoğalttılar. Hadari olmaları sebebiyle daha geniş evler yaptılar, şehir ve kasabalar inşa ettiler

53

... Sonra refah ve rahat hali daha da artar. Gıdaların terbiye edilmesi, yemek yapılan kapların

güzelleşmesi, ipek ve atlas gibi pahalı kumaşlardan elbise edinilmesi, ev ve konakların

yükseltilerek sağlam, süslü ve sanatkarane yapılması gibi hususlara çok dikkat ve itina

gösterilir. Đşte artık bunlar hadaridirler. Bunun manası, yerleşik hayat süren şehirli ve

kasabalı demektir ... Bunlardan bazıları maişet için sanat yolunu tutmuşlar, diğer bazıları ise

ticareti meslek edinmişlerdir. Bedevilere nazaran bunların emekleri daha çok kar getirir,

daha fazla çoğalır, daha fazla refah imkanı verir. Çünkü bunların halleri zaruri ihtiyaçların

üstündedir. Bedevi ve hadari toplumların var olmaları tabii ve kaçınılmazdır.” (Đbn Haldun,

2005:323-324).

Bedevi ve hadari toplum yapılarında toplumun yapısı ve işleyişleri

çerçevesinde temel farklar olduğu gibi, ahlak, duygu gibi manevi anlamlarda da

farklar bulunmaktadır. Bedevi ve hadari toplum yapılarının ekonomik yapısından

kaynaklanan faktörler Đbn Haldun’a göre bireylerin karakterlerine de yansımaktadır.

Đktisadi rahatlık neticesinde şehir yaşamında insanlar kötü huy ve alışkanlıklara sahip

olmaktadırlar:

“Şehir ahalisi bolluk ve genişlik içinde yaşamaya alıştıkları, dünyanın ve kendi arzu

ve heveslerinin düşkünü oldukları için şehirlilerin fena ve bozuk birçok huy ve

kötülükleriyle nefislerini lekelerler. Bundan dolayı iyilik yollarından o nispette uzaklaşırlar.

Göçebe ve köy hayatı yaşayanlar ise ancak vücutlarını koruyabilecek miktarda dünyaya

düşkün olup, nefis arzularının sebep ve vasıtalarına ve dünya lezzetlerinden hiçbirine sahip

değildirler. Onların kötü yollara sapmaları ve kötü huy ve ahlakları şehirlilerinkine nispetle

çok azdır.” (Đbn Haldun, 1989:310, C.I).

Đbn Haldun’a göre, bedeviler ve hadariler arasındaki önemli farklardan birisi

de bedevilerin, yaşam koşullarının bir getirisi olarak hadarilere oranla daha cesur

nitelikte olmalarıdır:

“ Hadariler, huzur ve rahatlık döşeğine uzanmışlar, nimet ve refah denizine

dalmışlar, mallarını ve canlarını savunma işini, kendilerini sevk ve idare eden valilerine ve

hükümdara, koruma görevini üstlenen bekçilere havale etmişlerdir. Gaflet içinde kendilerini

54

emniyette hissederler. Onun için silahlarını bırakmışlardır. Onlardaki bu hal nesilden nesile

sürüp gitmiş, bakım ve kayrılmaları aile reisine ait olan kadınlar ve çocuklar seviyesine

düşmüşlerdir. Bu durum, tabiatlarında mevcut bir huy ve karakter haline gelmiştir. Bedeviler

ise toplumdan ayrı kalıp tek başlarına yaşadıkları, arazide vahşi ve yabani bir duruma

geldikleri, koruyucudan uzak kaldıkları, surlar ve kapılarla muhafaza edilen yerlerde

yaşamayı bir tarafa attıkları için kendilerini müdafaa işi ile bizzat kendileri meşgul olup, bu

hususu başkalarına havale etmezler.” (Đbn Haldun, 2005:329-330).

Đbn Haldun’a göre, göçebe toplum, çalışmadan her hangi bir gereksiniminin

karşılanabileceği türünden bir düşünce alışkanlığına sahip olamamakta, bu nedenle,

göçebe insan iyi bir ruh eğilimi geliştirmektedir. Đbn Haldun, ruhun iki nitelikten

birinden, iyilik ve kötülükten, hangisinden ilk etkilenmişse, bu oranda diğerinden

uzaklaşacağını ve bu diğer niteliği daha sonradan kazanmakta zorlanacağını söyler.

Göçebe insan aynı zamanda cesaretlidir, herhangi bir saldırıya uğradığında

başkalarından yardım istemek yerine, savunmasını kendi gücünden kuvvet alarak

gerçekleştirir. Göçebe insan, her zaman şüpheci, tetikte bekleyen ve yardım

istendiğinde gücüne ve bilgisine güvenilecek bir insan karakterini yansıtmaktadır. Bu

açıdan, göçebe insan için yaşam, basitliğin zorluklarıyla mücadele etmek şeklinde

tanımlanabilir. Đbn Haldun ise, bu insan tipini önemsemektedir (Öncü, 1993:72).

Đbn Haldun, yerleşik toplumun, yani kent kültürünün, insanın kötü niteliklere

sahip olmasını, kent yaşamının insana sunduğu basit gereksinimlerin ötesindeki lüks

olanaklara ve insanların bu olanaklara aşırı önem vermeye başlamalarına

bağlamaktadır. Đnsan sadece kendi rahatını ve zevklerini tatmin etmeyi amaç

edinirken, bu amacına ulaşmak için başka insanlara zarar vermekten

kaçınmamaktadır. Kısacası, insan en fazla toplumsallaştığı düzeyde, kent

toplumunda, toplumsallığını kaybetmekte ve bu oranda bütün insani özelliklerinden

uzaklaşmaktadır (Öncü, 1993:73-74).

Đbn Haldun, göçebelikten yerleşikliğe doğru geçişin zorunlu bir evrim

olduğunu belirlerken, bunun yine zorunlu olarak bir yozlaşmayı da beraberinde

55

getirdiğini söyler. O’na göre yerleşik nitelik kazanan toplumlar, göçebe toplumlar

karşısında yenilmeye mahkumdurlar. Çünkü doğaya daha yakın oldukları için,

göçebeler, kırsal kesim halkı, iyi alışkanlıklar edinmeye kentlilerden daha

yatkındırlar. Toplumlar doğal bir evrim çizgisini zorunlu olarak izlerken eriştikleri

kentsel yaşam, toplumsal yaşamın, uygarlığın son aşamasıdır. Toplumsal yaşamın

bozulmaya doğru yüz tutmasıdır. Đbn Haldun’a göre doğallıktan uzaklaşmak, dünya

nimetlerine düşkünlüğü getirir. Bu da yozlaşmanın, yıkılmanın, yokolmanın

koşullarını hazırlar (Kongar, 1981:66).

Hadariler geçimlerini ticaretle sanatla sağlamakla birlikte sadece zorunlu

ihtiyaç maddeleri ile yetinmemekte, lüks sayılabilecek ihtiyaçlarını da sağlamak için

çalışmaktadırlar. Aynı zamanda hadarilik, sadece şehir yaşamını ifade etmemekte,

medeni bir yaşam tarzını da ifade etmektedir.

Hassan’a (1977:191) göre, hadari yaşam, şehir hayatının içinde gelişen lüks

üretim ve tüketime yönelme, mutlak siyasal iktidara yönelme, karmaşık nitelikte bir

sanatın yaratılması ve lüks derecede karmaşık ilimlerin bilinmesidir. Đbn Haldun

sanatların dahi hadari yaşamda ortaya çıktığından bahseder:

“Sanatlar (basit değil) mürekkeb ve ilmidir, ona fikir ve nazar sarf edilir.

Onun için sanatlar, ekseriya bedevilikten sonra gelen ve onu (takiben) ikinci olan

şehirlerde ve hadariler arasında bulunur.”(Đbn Haldun, 2005:699).

“Sanatlar, sadece hadari umranın ilerlemesi ve kemale ermesi sayesinde

mükemmelleşir: Hadari umran ve şehirdeki temeddün (teşkilat) kemal mertebesinde

bulunmadığı sürece halkın kaygısı sadece maişetin zaruri kısmı ile alakalı olur. Bu ise,

buğday ve benzeri gıda maddelerini elde etmekten ibaret olan birşeydir. Şehir teşkilatlanır,

oradaki emek artar, zaruri ihtiyaçları tam olarak karşılar ve bundan da fazla olursa, bu

fazlalık lüks nevinden olan maişete sarf edilir.” (Đbn Haldun, 2005:723).

56

Đbn Haldun, toplumları her ne kadar bedevi ve medeni şeklinde farklı

özellikleri olan ikili bir tasnife tabi tutuyor ise de farklı özellikleri olan bedevi ve

medeni toplumları, birbirlerinden tamamen bağımsız kategoriler olarak da görmez.

Ona göre, her medeni toplumun kökeninde bedevi bir toplum bulunmaktadır. Çünkü,

grup şuurunun, asabiyetin yoğun bir biçimde yaşandığı bedevi toplumların mensubu

olan insanlar ahlaklı, cesur ve mücadeleci insanlar olup, kendilerine refahı, lüksü ve

şehirli olmayı bir hedef olarak seçtiklerinden bu hedefe şöyle ya da böyle mutlaka

ulaşmaktadırlar. Bir başka ifadeyle bedevi ve medeni umran, insanların tabii olarak

yaşadıkları birbirini takip eden umran aşamalarıdır (Toku, 2002:96).

Đbn Haldun, toplumsal yaşamın temel gayesinin hadari yaşama, ekonomik

refaha ulaşmak olduğunu söylemekle birlikte, bu aşamaya ulaştıktan sonra ise

toplumun tıpkı bir canlı organizmada olduğu gibi bir çöküş dönemi yaşayarak

kültürel ve toplumsal yaşam içinde bir bozulma yaşandığını anlatır:

“Umranın gayesi ve hedefi, hadaret ve refahtan ibarettir. Gayesine ulaşan umran

bozulma haline dönüşür, ihtiyarlamaya başlar, aynen canlıların tabii ömürlerinde olduğu

gibi. Daha açıkçası biz, hadaret ve refahtan hasıl olan bir ahlak, ‘ahlak bozulması hadisesinin

ta kendisidir’, diyoruz.” (Đbn Haldun, 2005: 673).

Đbn Haldun’un bahsettiği bu bozulma, çöküş evresi; bedevi yaşamın hüküm

sürdüğü köyde, göçebelikte değil; şehir ve kasabalarda meydana gelmektedir. Kültür

ve medeniyet sahasında görülen süreçler önce ilerleyip büyümeye, ardından gerileyip

ihtiyarlamaya yüz tutmaktadır. Yeni kurulan bir medeni hayat tekrar aynı safhalardan

geçecek ve bu durum hiç durmadan tekrarlanıp duracaktır. Bunun da temel sebebini,

iktisadi nedenler oluşturmaktadır.

Đbn Haldun’un evrim düşüncesi, doğallıktan uzaklaşan, uygarlaştığı oranda

bozulan ve yozlaşan ve daha da önemlisi kendi kendini yineleyen bir süreçtir. Bu

kendi kendini yineleme mekanizması Đbn Haldun’un devlet düşüncesinde ve bu

düşüncede beliren organizmacıkta daha açık görülmektedir (Kongar, 1981:67).

57

Đbn Haldun’a göre her toplum, aynen canlı organizmalarda olduğu gibi doğar,

büyür, gelişir ve ölür. Sırasıyla bu aşamaların her toplumun geçtiği zorunlu aşamalar

olduğunu belirtir. Toplumdan ayrı düşünülemeyen devlet unsurunda da aynı

aşamalar görülmektedir. Özlem’e (1996:31) göre, her toplumun yaşadığı bu aşamalar

tam bir döngüsel süreç halinde kendini gösterir. Tüm insanlık için söz konusu

edilebilecek tek bir süreçten, bu nedenle söz edilemez. Aynı zaman dilimi içinde

farklı toplumlar kendi döngüselliklerinin farklı aşamalarını yaşıyor olabilirler; bir

toplum gelişirken diğeri yok oluşa geçmiş bulunabilir. Yok oluşun temel belirtisi,

devlet ve ahlaktaki çözülüştür. Tüm bu aşamalar, her toplum için geçerli ve

zorunludur.

Đbn Haldun’da bir toplumun yok olması sanıldığı anlamda bir yok olma

değildir. Ona göre devlet ve toplum birbirinden ayrı düşünülemez. Toplum için hangi

dönemler söz konusuysa devlet için de aynı dönemler söz konusudur. Devlet için

doğuş, gelişme ve yaşlanma dönemlerinden sonra yok olma kaçınılmazdır. Ancak bu

son gelince devlet yıkılıp gitmekte ama toplum kalmaktadır. Yıkılan devletin yerine

yeni bir devlet kurulmakta ve “toplum” yenilenerek kalıcılığını sürdürmektedir.

3.1.3. Taklit Teorisi

Đbn Haldun’da taklit unsuru, sosyal değişme unsurlarından birisi olarak

karşımıza çıkar. Günümüzde de toplumların önemli bir olgusu olarak karşımıza çıkan

kültürel emperyalizm gerçeğinden Đbn Haldun, daha o yıllarda bahsetmektedir. Đbn

Haldun’un yenilmiş kavimlerin kendilerini yenen kavimleri örnek almaya

çalıştıklarıyla ilgili açıklamaları Mukaddime’de şöyle yer bulur:

“Mağlup, ebedi olarak galibin şiarını, kıyafetini, mesleğini, sair ahval ve adetlerini

taklit etmeye düşkünlük gösterir: Bunun sebebi şudur: Nefs daimi surette, kendisine galip

gelende, bir kemal bulunduğuna itikad eder ve onun hizmetine girer. Ya ona saygı göstermek

içinde yer ettiği ve galibi kemal sahibi olarak gördüğü için veya kendisindeki inkiyad

58

halinin, “tabii bir galebe”den değil, galipteki kemalden ileri geldiği yolunda bir hataya

sürüklenmiş olduğu için böyle davranır. Böyle bir yanlışlığa düşülmesi ve bunun aralıksız

devam etmesi, bir itikad, bir inanç ortaya çıkarır. Bunun neticesi olarak mağlub, galibin

bütün yol ve yöntemlerini benimseyip, her hususta onun yolunu tutar, ona benzemeye çalışır.

Đktida işte budur... Bu sebeple ebedi olarak mağlubun, kendini galibe benzetmeye çalıştığını,

kılıkta-kıyafette, binme ve nakliye vasıtalarında, silahta, bunların yapılış ve kullanış

şekillerinde, daha doğrusu tüm hallerinde onun gibi olmaya çalıştığını müşahade edersin.”

(Đbn Haldun, 2005:361).

Đbn Haldun; bu konudaki görüşlerini pekiştirmek için de bir benzetme yoluna

başvurmakta ve bu durumu çocukların babaları karşısındaki durumuna

benzetmektedir. Bu tür benzetmelere Mukaddime’nin çeşitli yerlerinde

rastlanmaktadır:

“Bu hususta çocukların babaları karşısındaki durumlarına bakınız; sürekli

olarak onlara nasıl benzemeye çalıştıklarını göreceksiniz. Bunun sebebi sadece

onlarda kemalin bulunduğuna itikad etmiş olmalarıdır.” (Đbn Haldun, 2005:361).

Meriç’e (2002:150-151) göre, taklidin toplum kaderinde oynadığı rolü,

Tarde’dan beş y.y. önce açıklığa kavuşturan Đbn Haldun’dur. Mağluplar galiplerin

adet ve kurumlarını taklit ederler. Đbn Haldun’a göre bu taklidin sebepleri: a)Şuursuz

bir hayranlıktır. b)Yenilen kavmin, mağlubiyetinin daha aşağı bir moralden veya

manevi değerlerden ileri geldiğine inanmak istememesi ve düşmanının zaferini üstün

tekniğine, silahlarına veya müesseselerine atfetmesidir (Psikolojik bir tatmin).

c)Mağlupların galiplerin başarı sırrını, onların bazı adet ve müesseselerinde araması

ve bu adet ve müesseseleri benimsedikleri ölçüde kendilerinin de başarıya

ulaşacaklarına inanmalarıdır.

Mukaddime’nin çeşitli bölümlerinde de taklit unsurunun farklı biçimlerde

yer aldığını görmekteyiz. Đbn Haldun, tebaanın hükümdarı taklit etme meselesini

şöyle anlatmaktadır:

59

“Bu hususta: “Halk, hükümdarın dini üzeredir” şeklinde söylenen vecize üzerinde

dikkatle düşün. Çünkü bu sözle de o mana anlatılmıştır. Zira hükümdar, eli altında

bulunanlar üzerinde galiptir. Raiyye ise, çocuklar babalarına, talebeler hocalarına, inandıkları

gibi, kemalin onda olduğuna itikad ederek kendisini örnek almaktadır.” (Đbn Haldun,

2005:362).

“Tebaa, hanedanlığı takip eder. O yüzden hanedanlığın huyu ne ise, tebaa ona

avdet eder. Ya gönüllü olarak, bu hale döner, zira metbuunu taklit etmek insan

tabiatında mevcuttur.” (Đbn Haldun, 2005:681).

Mukaddime’de bir hanedanlığın kendinden evvelki hanedanlığı taklit

etmesine ilişkin de örnekler mevcuttur:

“Bir millet tagallüb yoluyla, kendinden önceki mülk sahibinin elindekine malik oldu

mu, saadeti ve nimeti çoğalmış, ona bağlı olarak da adetleri ve ananeleri artmış olur. Bu

durumdaki kimseler, adetleri ve ahvali itibariyle kendilerinden öncekilere tabi olurlar.

Bahiskonusu fazladan şeyler, ve onlara ait ananeler elde edilmesi zaruri olan adet haline

gelir. Kendi kuvvetine ve kendinden evvelkilerin adetlerine göre, hanedanlığın ulaşması

gereken nihai gayeye varana kadar böylece sürüp gider.” (Đbn Haldun, 2005:389).

“Devletlere sahip bulunanlar (ve hanedan mensupları) hadarilik tavrında ve

ahvalinde daimi surette ve ebediyen, kendilerinden önceki devleti (ve hanedanları) taklit

ederler. (Önceki devletlerin adetlerine, ananelerine ve merasimlerine tabi olurlar). Onların

ahvalini müşahade eder, ekseriya onlardan (gelenek ve töreler) alırlar.” (Đbn Haldun,

2005:395).

Görüldüğü gibi taklit unsuru, Mukaddime’nin çeşitli bölümlerinde Đbn

Haldun’un değindiği konulardan birisi olmaktadır.

60

4. BÖLÜM

ĐBN HALDUN’DA DEVLET

4.1. Devlet Yönetimi

Đbn Haldun; Mukaddime’de ortaya koyduğu toplum teorisinde toplumların

genel işleyiş tarzı, toplumların durumlarında meydana gelen değişmeleri incelerken,

toplumdan ayrı düşünülemeyecek bir unsur olan siyaset ve onun içinde barındırdığı

yönetim unsurunun Đbn Haldun’un düşüncesinde önemli bir yeri bulunmaktadır. Đbn

Haldun’da devlet, onun toplum düşüncesinde olduğu gibi bir zorunluluk biçiminde

karşımıza çıkar.

Siyaset olgusu, ancak topluluk halinde yaşayan insanlar arasında doğar. Bu

topluluğun yerleşmiş olduğu doğal çevre vardır. Toplulukla kendisini çevreleyen

doğal koşullar arasında sürekli bir etkileşim söz konusudur. Bu etkileşimin ürünü

olan teknolojik düzey ve doğal çevrenin doğrudan sağladığı olanaklar, o toplumun

ekonomik yapısının belirlenmesinde temel etkeni oluşturur. Ekonomik yapı ise

siyasal gelişim üzerinde önemli bir etki yapar. Siyasal yaşamı belirleyen koşullar

yalnız bu maddesel etkenlerle sınırlı değildir. Toplumlar bireylerden oluşur.

Toplumsal kurumlar da bireyin davranışları üzerinde doğrudan etkide bulunurlar

(Kışlalı, 1996:37).

Uygarlık ile devleti kesin çizgilerle ayıran ilk düşünür Đbn Haldun olmuştur.

Đbn Haldun yalnızca bu ayrımı yapmakla kalmamış, uygarlığın genel anlamını

(Umran) teorik bir temele oturtmuş, devlet (Mülk) olgusunu da uygarlıkla karşılıklı

etkileşimini dikkate alarak incelemiştir (Hassan, 1977:230-231).

61

Kışlalı (1996:22-23); çağın Batılı Hristiyan düşünürlerinin devlet ve iktidar

kavramlarını dinsel bir açıdan tanrısal iradeye dayandırdıkları bir dönemde, Đbn

Haldun’un bu kavramları bilimsel bir yaklaşımla incelediğini söylemektedir.

Đbn Haldun’a göre devlet (mülk), yöneten-yönetilen farklılaşmasının oluştuğu

basit bir organizasyon değildir. Ona göre devlet; bünyesinde artı değerin yaratıldığı,

işbölümü ve kentleşmenin yaygınlaştığı toplumsal ve siyasal bir örgütlenme

biçimidir (Duran, 1995:20).

“Mülk” kelimesi; hükümdarlık, hükümdarlık onuru, hükümet etme, yönetme,

yürütme, dünyevi otorite, devlet karşılıklarını taşımaktadır. Mukaddime’de mülk, bir

temel kurumu, temel örgütü belirlemektedir. “Mülk”ün kelime olarak “hükümdarlık”

anlamına gelmesi devlet karşılığı kullanılmış olduğunu kanıtlamaktadır. Đbn

Haldun’un bedevi toplumdaki başkanlık (riyaset) örgütlenişi ile hadari toplumdaki

mülk örgütlenişi ayrımında, mülk, “hükm” yoluyla yönetilen ve kahr ile tagallüb’e

dayanan siyasal örgüt biçimidir (Hassan, 1977:256-257). Riyaset belli ölçülerde

saygıya dayalı bir siyasi otorite iken, “devlet” tamamen güç ve baskıya dayanan bir

siyasi otoritedir (Toku, 2002:98).

Đbn Haldun’da devlet müessesesi yalnız medeni toplumda görülmektedir.

Bedevi toplumdaki siyasi iktidarı elinde bulunduran müesseseye ise “Riyaset”

demektedir. Dolayısıyla devlet, yalnız şehir kurma derecesine varmış toplumlarda

doğacaktır. Riyaseti işgal edenler, en yaşlı ve hürmete değer kimselerdir. Reisler,

kabile ve aşiretin, bedevi zümrelerin maddi yaşama şartlarından doğan asabiyetten

doğmuşlardır (Fındıkoğlu, 1961:100-101).

Medeni toplumun geniş coğrafyasının muhafazası da kalabalık nüfusun

yaşadığı büyük şehirlerin asayiş ve emniyeti de refah ve lüks sonucu belli ölçülerde

ekonomik bireyciliğin ön plana çıktığı bir toplumsal aşama olmasından ötürü, ahlaki

62

yozlaşmaya uğrayan insanların kontrol altında tutulması sadece güç ve baskıyla

mümkün olmaktadır (Toku, 2002:99).

Yerleşik toplumlar siyasi toplumun yani devletin ortaya çıkmasıyla birlikte

doğmaktadır. Kabileler arası savaşlar, karışmalar ve yerleşik uygarlık sürecine geçiş

sonucunda nüfus çoğalmakta, nesepler karışmakta, toplumda servet birikimi olup

mülkiyet artmaktadır. Bu durumda da düzeni sağlamak için asabiyet yetmemektedir.

Merkezi bir baskı aracı olarak siyasal iktidar ortaya çıkmaktadır (Sarıca, 1987:49).

Hammadde olarak çok sayıda uruğ ve soyun bulunduğu bir çevrede;

asabiyelerden en güçlüsü ve en organize olanı gücüne dayanarak diğer asabiyeleri

dize getirerek kendine bağımlı kılmayı başarıp egemenlik alanını genişleterek siyasi

ve ekonomik sınır ve kaynaklarını artırır ve son derece gelişmiş bir devlet kurar

(Duran, 1997:21).

Đbn Haldun, devlet kavramını toplumsal hayatı anlatmada kullandığı zorunlu

bir kavram olarak görür. Ona göre devletin toplumsal hayata nispeti, suretin maddeye

olan nispeti gibidir. Madde ile suretin birbirinden ayrılması nasıl mümkün değilse,

insanların toplumsal hayatının dışında bir devlet yönetimi düşünmek imkansızdır.

Bunun sebebi, toplumu oluşturan insanların tabiatında düşmanlık duyguları

bulunmasıdır. Bu duyguları bastıran ve düzeni koruyan bir yaptırımı olan ise

devletten başkası değildir. Dolayısıyla Đbn Haldun’a göre devlet, toplumsal yaşamda

zorunlu olarak ortaya çıkan, toplumda düzeni sağlayan, yaptırım gücü olan sosyal ve

idari bir kuvvettir:

“Umran için hanedanlık ve mülk, madde için suret mertebesindedir. (Devlet umranın

sureti, umran da devletin maddesi gibidir.)...Suret nevi itibariyle, maddenin varlığını

muhafaza eden bir şekilden ibarettir...Hikmet ilminde (ve felsefede) “Bu ikisi yekdiğerinden

ayrılmaz”, diye sabit olmuştur. Umransız hanedanlık, (medeniyetsiz devlet) tasavvur

olunamaz, hanedansız ve mülksüz (devletsiz) umran ise, mülkün değildir. Zira beşerin

tabiatında, bir vazıın (ve yasakçının) mevcudiyetini gerektiren saldırganlık (ve yardımlaşma

63

ihtiyacı) vardır. Şu halde bunun için ya şer’i veya mülki (laik) bir siyasetin tayin ve takibine

ihtiyaç vardır. Hanedanlığın (yani devletin) manası da bundan ibarettir. Bu ikisi (umran ile

devlet) birbirinden ayrılmaz iki şey olduklarına göre, aşikardır ki birindeki bozukluk diğerine

de tesir ve sirayet edecektir. Nitekim birinin yok olması da öbürünün yokluğuna tesir eder.”

(Đbn Haldun, 2005:682-683).

Đbn Haldun, sade hayatın sona ermesiyle devlet çağının başladığını

belirtmektedir. Devletin kuruluşunda, bedevi hayatın özelliklerinin tamamıyla

bırakılmadığı bir yönetim görülür. Çünkü, başkanlıkla yönetilen toplumun üyeleri,

henüz yeni galip gelmişler, fetihte bulunmuşlardır. Asabiyet yoluyla üstün gelinerek

devlet kurulmuştur. Devlet kurabilecek güçte bir asabiyet ise taze, bozulmamış,

yozlaşmamış bir özellik gösterir (Hassan, 1977:244).

Đbn Haldun’un bedevilik-hadarilik ayrımı mülk-devlet teorisini de belirlediği

için konu bir kez daha önem kazanmaktadır. Devlet; sadelik, yüreklilik, sertlik ve

vurucu güce dayanma gibi özelliklerin beslediği bedevilikten, yerleşikliğin ve

özellikle şehir hayatının temellendirdiği uygarlığa geçiş ile doğmuştur (Hassan,

1977:244-245).

Đbn Haldun, mülkü iki temel nokta üzerine oturtur. Bunların birincisi,

asabiyet; diğeri, ekonomik güçlerdir. Asabiyetin kuvveti ordudan ibaretken bu

orduyu beslemek için paraya ihtiyaç vardır (Đbn Haldun, 2005:558). Bir devletin

herşeyden önce kendisine içten ve dıştan yönelecek düşmanca saldırıları önlemek

için bir koruyucular, askerler zümresine ihtiyacı vardır. Öte yandan bir devletin

egemenliğini, uzandığı topraklar, egemen olduğu insanlar üzerinde uygulatacak olan

vezirlerden polislere, yargıçlardan resmi yazıcılara kadar çeşitli görevlilerin meydana

getirdiği sivil bir bürokratlar zümresi olması zorunludur. Bu grupların ve devlet

sahibinin kendi ihtiyaçları için ise para gereklidir (Arslan, 1997:142).

Đbn Haldun’a göre insan otoriteye gereksinim duyan tek varlıktır. Otorite

olmazsa insandaki olumsuz güdüler öne geçerek anarşi ve düzensizlik hüküm sürer.

64

Otorite ise güçle kurulur; ve yüreklilikleri, birlikleri sayesinde onu elde etmeyi

başaran toplulukların malıdır. Đktidarı ele geçirme davranışını yaratan nitelikler

göçebe hayatıyla kazanılmıştır (Bouthoul, 1971:29).

Đbn Haldun, sosyal hayatta insanların saldırganlıklarından korunmak için bir

yasakçıya ihtiyaç olduğunu; devletin anlamının ise bu itaat ettirme ile oluştuğundan

bahseder:

“Ademoğlu insani tabiatın gereği olarak içtimai hayatta her vakit, insanların

yekdiğerine olan tecavüzlerini menedecek bir sultaya (otoriteye) ve hakime muhtaçtır. O

halde sulta ve hakimin, sözkonusu asabiyetle öbürlerine galip gelmesi zaruridir. Aksi halde

bu hususa tam olarak muktedir olamaz. Đşte bu “tagallüb mülktür”. Mülk, ise tagallüb ve

zorla hükm (ve hükümet) etmektir, zora ve baskıya dayanan bir idare şeklidir.” (Đbn

Haldun, 2005:349-350).

Ancak Đbn Haldun’a (2005:417) göre, her asabiyet sahibi hükümdar

olamamaktadır. Ona göre hükümdar olmanın koşulları; boyun eğdirme, vergi

toplama, elçiler gönderme, sınırları koruma gibi hususlardır. Devletin anlamı işte bu

unsurlarla ortaya çıkmaktadır.

Đbn Haldun’a göre devletten kaynaklanan bütün zulümler kaçınılmaz olarak

devletin çöküşüne yol açar. Đbn Haldun adalete dayana bir yönetim tarzının olması

gerektiğini şöyle anlatır:

“Gariplere iyilik yapmak, güzel ahlakın gereğidir, insanlara, hak etmiş oldukları

durumlara göre muamele yapmak herkese hakkı ne ise onu vermek, doğru ve dürüst olmanın

icabıdır ki, bu da adalettendir. Asabiyet sahiplerinde, bu gibi hususların mevcudiyetinden,

onların umumi siyasete hazır ve aday oldukları bilinir ki, mülk de budur.” (Đbn Haldun,

2005:357-358).

65

Đbn Haldun, devlet yönetiminde adalete verdiği önemle birlikte, hükümdar

otoritesini de iyi muameleye dayanması gerektiğinden bahseder:

“Devlet kötü ve zalim olursa, bu devlet uyruk için zararlıdır, onları mahveder.

Devletin iyiliği şefkat ve merhameti olmasıyladır. Hükümdar sert olup halkı şiddetli cezalara

çarptırır ve ahalinin kimseye gözükmeyen suç ve kusurlarını arar ve sayar ise, ahali korku ve

zillet içinde kalır, yalancılık, mekr ve hile yoluna saparak bu cezalardan kurtulmak ister.

Bunun bir sonucu olarak kötü huylar kazanırlar, basiret ve ahlakları bozulur, bunların

hükümdarı savaş alanlarında rezil edip bırakarak çekilip gittikleri çağlarda olur. Devletin

düzeni bozulur, nizam ve intizam ortadan kalkar. Zalim hükümdarın idaresi ve zulmü uzun

sürer ise asabiyyet bozulur. Hükümdar uyruğunu esirger, onların kusurlarını bağışlar ise,

uyruğu ona sarılır, ona sığınır, kalbleri onun sevgisi ile dolar, düşmanları ile olan

savaşlarında onun uğrunda canlarını feda ederler, bunun bir sonucu olarak her yönden

devletin işleri düzenlenir.” (Đbn Haldun, 1989:475-476, C:I).

Đbn Haldun’a kadar mülke sahip olma ve onu yönetme, kısaca melik-mülk,

hükümdar-reaya ilişkilerinin rasgele, tesadüfi ve keyfi olduğu, kaba kuvvete

dayandığı sanılırdı. Melik denilen kralın, reaya (tebaa) denilen halkı keyfince

yönettiğine, onlara bir eşya gibi sahip olduğuna inanılırdı. Đbn Haldun, mülk-melik

ilişkilerinin belli bir takım kural ve yasalara dayandığını, bu ilişkilerin belirli bir

düzen dahilinde cereyan ettiğini, mülk ve melikle ilgili olgu ve olayların belli bir

takım sebepleri olduğunu, bu alanda keyfiliğe yer olmadığını belirtmiştir. Onun

devlet teorisi temelde bu anlayışa dayanır. Yani ilk defa devlet ve riyaset felsefesi

yapan odur (Uludağ, 1993:89).

Đbn Haldun, gerçek mülk (mülk hakiki) ile sınırlı (noksan, eksik) mülk (mülk

nakıs) ayrımı yapar. “Mülk nakıs” devlet için iktidar ve devletler arası bağımlılık

ilişkileri açısından ortaya çıkan bir kavramdır. Devlet içi iktidarın egemenliğin sahibi

hükümdardan diğer bir unsura kaymış olması, sözgelimi hacib’in iktidarı ele

geçirmiş bulunması, iktidardaki tamlığı noksan kılmış demektir (Hassan, 1977:260).

66

Hakiki mülk, a)Tebaasına boyun eğdiren, b)Vergi toplayan, c)Elçiler

gönderen (diğer devletlerce tanınan), d)Sınırları koruyan mülktür. Bunlardan biri

veya birkaçı bulunmaz veya eksik bulunursa o, nakıs (eksik) bir mülktür, henüz

hakiki(tam) bir mülk haline gelmemiştir (Đbn Haldun, 2005:417).

Hassan (1977:264), Đbn Haldun’un egemenlik açısından ayırdığı devlet

şekillerini şöyle şematize eder:

MÜLK HAKĐKĐ MÜLK MÜLK NAKIS

“Bağımsız” devlet Bağımsızlık Bağımsızlığı tam olmayan

devletler

“Egemen” devlet Egemenlik Egemenliği tam olmayan

emirlikler

Đktidarın hükm’e Đktidar Đktidar paylaşımının olduğu

dayanan otoriteden iktidarın

kaynaklandığı devlet hacib ve vezirlere kaydığı

devlet

Hassan’a (1977:265) göre, Đbn Haldun’un siyaset teorisinin önemli bir

bölümünü oluşturan mülk üzerindeki görüşleri evrensel özellikler taşımaktadır.

Teorideki evrensellik konunun, ilk olarak bilimsel bir şekilde ele alınmasından

doğmaktadır. Đbn Haldun’un, Đslam tarihi boyutlarını yer yer aşan verileri kapsayan

fakat esas olarak, Đslam boyutları çerçevesindeki bilgi ve gözlemlerine dayanarak

geliştirdiği teorisi, sonuçta kendiliğinden evrensel nitelikler göstermektedir.

Đbn Haldun (2005:571-572), iki değişik siyasal sistem olduğunu öne

sürmektedir. Bunlar; dini siyaset ve mülke dayanan siyasettir. Mülke dayanan siyaset

67

de kendi içinde mülkü siyasi ve tabii mülk olarak ikiye ayrılır. Platon ve Farabi gibi

filozofların eserlerinde anlattığı “siyaset-i medeniye”yi , sistemi içine katmamakta,

bunların, gerçeklikle ilgisi olmayan zihinsel tasavvurlar olduğunu söylemektedir.

Dini siyaset sisteminin hakim olduğu devletle Đbn Haldun, “hilafet” devletini

kastetmekte; bu devlet de halkın gelecek ahiretteki durumu gözönüne alınarak

Tanrı’nın buyruklarına göre yönetilmektedir (Đbn Haldun, 2005:571). Halifelik ise

şeriata dayanmakta; mülk ise sonradan kabul edilen siyasal kurallar uyarınca

oluşmakta ve yönetilmektedir (Hassan, 1977:268).

Đbn Haldun, mülk tabii ve mülk siyasi ayrımıyla da kanunlara dayalı bir

yönetimin varlığını ve mülkün yaşama imkanını araştırır. Mülk tabii; iktidarını

tekelleştirmiş otokrat bir hükümdarın yönetimindeki örgütlenmedir. Mülk siyasi; akla

dayanan siyasetin (siyaset-i akliye) geçerli olduğu, uyulması zorunlu kanunların

yürürlükte bulunduğu bir yönetim biçimidir (Hassan, 1977:273).

Mülk tabii’de, kuvvetle halkın başına geçen hükümdar halktan zamanla yüz

çevirip ona yapamayacağı şeyleri yükleyebilmektedir. Kargaşalık , fitne ve sonra da

devleti kuran asabiyet sahiplerinin çekişmesi başlamaktadır. Öte yandan, mülk

siyasi’de, bütün halkın boyun eğeceği hüküm ve kanunlar konur. Bu kanunlar,

devletin akıl ve basiret sahiplerince yapılır ve böylece uygulanırsa buna “siyaset-i

akliye” denir. Mülk siyasi’de hükümdar, hükümdarlığının sürmesi, devletin ayakta

kalması için belirli bir adalet düzenini korumak durumundadır (Hassan, 1977:273-

274).

Bilimleri akli ve nakli olarak sınıflayarak dine dokunmadan düşüncelerini

açıklayan Đbn Haldun, benzer bir yolla, mülk tabii ve mülk siyasi kavramlarıyla da

dine dokunmadan laik bir anlayışla devletle ilgili fikirlerini söyleyebilmektedir. Đbn

Haldun aynı zamanda; devlet düzeninin insanlar için zorunlu olduğunu belirterek,

devlet düzeni için dinin mutlaka gerek olmadığını şöyle belirtir:

68

“Ehl-i kitap olmayan gayr-i müslimlerin dünyadaki nüfusun çoğunluğunu teşkil

ettiği muhakkak olmakla beraber, bunların yaşayabilmeleri bir yana, devletleri ve (medeni)

eserleri de mevcut olmuştur. Zamanımızda da (peygambersiz kalan) kuzey ve güneydeki

mutedil olmayan iklimlerde durum böyledir. Đnsanlar için tesirli bir yasakçı (güçlü bir

otorite) olmazsa beşeri hayat behemehal bir anarşi halini alır, böyle bir hayat ise mümkün

değildir. Halbuki kitap ehli olmayan gayr-i müslimlerin cemiyetleri ve devletleri bunun, yani

anarşinin aksi olan bir vaziyettedir. (Demek ki şeriat olmadan da bir toplum düzeni ve devlet

teşkilatı kurabilmişlerdir.)” (Đbn Haldun, 2005:216).

Đbn Haldun, insan için toplumun, toplum için egemenlik ve mülkün “tabii” ve

“zorunlu” olduğunu söylerken herhangi bir “dini” ihtiyaçtan veya unsurdan söz

etmemektedir. Đbn Haldun, egemenlik ve buna bağlı olarak toplumsal hayatın

mümkün olması için, herhangi bir dini ilke ve olayın, peygamberlik olayının ortaya

çıkmasının zorunlu olduğunu ileri sürdüklerini söylediği filozoflara karşı

çıkmaktadır. Şeriat, toplumsal hayatın, umranın varolması için varlıkları zorunlu

olan şeyler değildir, tarihte ve umranda, ortaya çıkmaları “mümkün” olan ve “ortaya

çıkmış olan” şeylerdir (Arslan, 1997:159).

Đbn Haldun’un burada üzerinde durduğu husus, dinin veya peygamberliğin

lüzumsuzluğu değil, toplumsal ve siyasal bir hayat için zorunlu olup olmadığıdır.

Toplumsal hayat için tabii ve zaruri olan sadece siyasal otoritenin varlığıdır (Toku,

2002:103)

Đbn Haldun’a (2005:383) göre, devlet, ülkenin merkezinde, ülkenin çevre ve

sınır kentlerinde olduğundan daha güçlüdür. Sınırlarını, artık daha ötesine

vardıramayacağı bir sınıra ulaştırdığında, merkezden sınıra doğru güçsüzleşir ve bu

nedenle daha öteye gidemez. Devletin merkezi, tüm egemenliğin yıkılmasına kadar

korunur. Devletin merkezi mağlup edildiği zaman devlet, tümüyle yıkılır. Çünkü

merkez, devletin kalbi gibidir. Kalp mağlup edildiğinde, tüm çevre, hezimete uğrar.

69

Genel olarak Đbn Haldun; devlet kurmayı sosyal hayatın bir gereği ve

insanlar için tabii bir zorunluluk olarak değerlendirir. Devlet kurmak ve siyasetle

uğraşmak insan olmanın temel özelliklerindendir. Bunun bir sonucu olarak toplumsal

hayatın devamı için siyaset gereklidir.

4.2. Devlet ve Değişim

Mukaddime’de, farklı biçimlerde farklı yerlerde karşımıza çıkan sosyal

değişme olgusu, Đbn Haldun’u anlamak adına incelenmesi gereken önemli bir

husustur. Ona göre değişme evrendeki tüm unsurlarda görülen tabii bir olaydır. Ona

göre sosyal değişmenin kaçınılmaz olduğu mutlaktır. O, bütün varlıkların bozulmaya

ve yokolmaya mahkum olduğunu şöyle anlatır:

“Alem (unsurlar alemi) ve orada bulunan herşey gerek zatları gerekse ahvali

itibariyle olma ve bozulma halindedir. Madenler, bitkiler, insanları da ihtiva eden hayvanlar

(sınıfı) ile mükevvenatın olma ve bozulma vaziyetinde olduğu gözle görülmektedir. Aynı

şekilde insanlara arız olan haller de böyledir. Đlimler doğmakta (gelişmekte, gerilemekte ve )

sonra ölmektedir. Sanatlar ve benzeri şeyler de böyledir. Haseb (şan, şeref, asalet ve itibar)

da insan oğluna arız olan gelip geçici hallerdendir. O halde o da mutlaka kevn ve fesad

halindedir.” (Đbn Haldun, 2005:345-346).

Kongar’a (1981:67) göre, Đbn Haldun, değişmenin ve bozulmanın

kaçınılmazlığını vurgulayarak diyalektiğin, “her şey her zaman değişir” kanununu ilk

kez toplumsal yaşama uygulayan bir düşünür olma onurunu kazanmaktadır.

Diyalektik anlayış, tarihsel olarak, hareket ve değişme anlamında ortaya

çıkmıştır. Kongar’a göre diyalektik kavramı birkaç kural çerçevesinde açıklanabilir.

Bu kurallar şöyledir (Kongar, 1981:115):

70

1- Her şey her zaman değişir.

2- Değişme sırasında, bütün varlık ve öğeler zıtlar da dahil olmak üzere

birbirlerini etkiler.

3- Her şey kendi zıddını beraberinde getirir ve kendi zıddını yaratır.

4- Nicelik değişmesi, belli bir aşamadan sonra niteliğe dönüşür.

Đbn Haldun (2005:190), diyalektik anlayışın temel kuralı olan her şeyin

değiştiği fikrini vurgulu bir biçimde ifade etmeye çalışır. Milletlerin durumu, tek bir

süreç içinde devam etmemekte, çağların değişmesi ve günlerin geçmesiyle millet ve

kavimlerin durumları da değişmektedir. Bu değişiklikler şahıslardan tutun zamana

kadar her şeyde meydana gelmektedir:

“Alem, içindeki bütün yaratıklarla birlikte mükemmel bir tertip ve sapasağlam bir

şekil üzeredir. Sebeplerle neticeler yekdiğerine bağlanmakta, eşya ve olaylar (bir nizam

dahilinde) birbirine bitişmekte, varlıklar yekdiğerine dönüşmekte, (Bu tarz üzere müşahede

ettiğimiz şu alemin) acaiblikleri tükenmemekte ve nihai noktasına varılamamaktadır.” (Đbn

Haldun, 2005:283).

Đbn Haldun, bu sözlerle tabiatın diyalektik bir süreç içinde işlediğinin

farkında olduğunu ortaya koyar. Maddelerin yerden yukarı doğru yükseldiğinde nasıl

su haline geldiğini, bundan sonra nasıl hava ve ateş halini aldığını ve bunların

birbirine bağlı ve bitişik olduğunu anlatır. Bu unsurlardan her biri, aşağıdan yukarıya

doğru yükseldiği veya yukarıdan aşağıya doğru alçaldığı zaman kendisine yakın olan

maddeye dönüşmeye hazırdır (Đbn Haldun, 2005:283).

Đbn Haldun’un devletle ilgili görüşlerinde de değişim olgusuna rastlamak

mümkündür. Şöyle ki Đbn Haldun (2005:392), devleti, canlı bir organizmaya

benzeterek “şahıslar gibi devletlerin de tabii ömürleri vardır” diyerek, organizmacı

devlet anlayışını benimsemektedir. Đbn Haldun’un organizmacılığından anlaşılması

gereken, uygarlık ya da kültürleri, canlı organizmalar gibi doğan, büyüyen ve ölen

71

varlıklar şeklinde ele almaktır. Đbn Haldun’un organizmayı, değişme sürecini ifade

etmek için kullandığı görülmektedir:

“Hadaret, umranın gayesi ve ömrünün nihayeti olup onun çöküşünü haber verir:

Mülk ve hanedanlık asabiyetin ulaşmak istediği bir gayedir. Hadaret de bedeviliğin ulaşmak

istediği bir gayedir. Đster bedevilik, ister hadarilik nevinden olsun, ister hükümdar ister tebaa

ile alakalı bulunsun tüm umranın hissi (maddi ve gözle görülür cinsten) bir ömrü vardır.

Nitekim yaratılmış olan müşahhas varlıklardan olan muayyen bir ferdi varlığın da hissi (ve

fiziki) bir ömrü vardır.” (Đbn Haldun, 2005:669).

“Umranın gayesi ve hedefi, hadaret ve refahtan ibarettir. Gayesine ulaşan

umran bozulma haline dönüşür, ihtiyarlamaya başlar, aynen canlıların tabii

ömürlerinde olduğu gibi.” (Đbn Haldun, 2005:673).

Đbn Haldun, bedevi toplumların zamanla medeni duruma geçmelerini izah

ederken bu toplumsal değişmeyi daha çok bozulma ve yozlaşma olarak nitelendirir.

Ona göre, şehir hayatı uygarlığın son aşamasıdır ve kötülüğün iyilikten

uzaklaşmasının da son merhalesidir. Nitekim göçebe toplumlar birçok bakımdan

şehir halkından üstündür ve doğal olan bedevi hayattır. Bu itibarla doğallıktan

uzaklaşmak dünya nimetlerine düşkünlüğü ve başkalarına boyun eğmeyi gerektirir

(Kongar, 1981:66).

Đbn Haldun’a göre devlette görülecek olan bu ihtiyarlama hali insanın ölmesi

kadar tabii ve zorunlu bir özelliktir:

“Hanedanlığın ihtiyarlaması tabii olunca, tıpkı canlıların mizacında ve bünyesinde

görülen ihtiyarlık hadisesi gibi, o ihtiyarlığın husulü de tabii şeylerin meydana gelmesi

mesabesinde olur. Đhtiyarlık, tedavisi veya ortadan kalkması mümkün olmayan müzmin

hastalıklardandır. Çünkü tabii bir şeydir ve tabii olan şeyler değişmezler.” (Đbn Haldun,

2005:557).

72

Đbn Haldun’un değişmeyi mutlak ve kaçınılmaz bir olgu olarak görmesini

determinizm çerçevesinde değerlendirmek mümkündür. Bunun en açık örneği devlet

ile sosyal yaşam arasında kurduğu bağdır. Ona göre devlet ile sosyal yaşam

birbirinden ayrılmayan iki unsur olduğu için birinin düzenini bozulması öbürünün de

bozulmasını zorunlu kılar. Birinin ortadan kalkması, diğerinin de ortadan kalkmasına

neden olur (Đbn Haldun, 2005:682-683).

Đbn Haldun (2005:190), tarihle ve tarihçilerle ilgili görüşlerinde de

tarihçilerin düştükleri en büyük hatalardan birinin “çağların değişmesi ve günlerin

geçmesi ile millet ve kavimlerin hallerinin de değişeceği hususunun gözden

kaçması” olarak ifade etmektedir. Görüldüğü gibi değişim unsuru, O’unun

Mukaddime’de vurguladığı temel önermelerden birisidir.

Hassan’a (1977:128-129) göre Đbn Haldun’un organizmacı görüşleri O’nun

zamanında gözlediği bazı tarihsel gerçeklere dayanmaktadır. Ona göre, organizma

benzetmeleri, anlatım kolaylığı sağlamak ve okuyucuyu etkilemek amacına

yöneliktir.

Đbn Haldun’a göre (2005:392-393) şahıslar gibi devletlerin de tabii ömürleri

vardır ve bu ömür üç neslin ömrünü geçmez. Üç nesilde devletin ömrünü

tamamlayacağını söyler. Đbn Haldun, bir devletin ömrünü, onu kuran sülalenin

nitelikleriyle ve bu niteliklerin bozulmasıyla hesaplamaktadır. Ona göre bir kuşağın

ortalama ömrü 40 yıldır. Öte yandan sülalenin sahip olduğu asabiyet, kuşaktan

kuşağa zayıflar. Đşte bu çerçevede Đbn Haldun bir devletin ortalama ömrünün üç

kuşağın ömrü olan 120 yıl olduğunu söylemektedir.

Đbn Haldun’a (2005:569-570) göre başlangıçta hanedanlık, tebaasına karşı

yumuşak ve adildir. Bu ya davetin dini olmasından ya da bedeviliğin gerektirdiği

mertlik ve iyilikseverlikten gelir. Đktidarın yumuşak ve iyi olmasıyla, tebaa neşe

içinde çalışmakta ve bu sayede umran daha da bollaşarak nüfus çoğalmaktadır. Đbn

73

Haldun’a göre iki nesil böyle tükendikten sonra, hanedanlık, ömrünün sonuna

varmaya başlar.

Đbn Haldun (1989:444-447, C.I), kurulan her devletin bazı aşamalardan

geçtiğini ve bu aşamaların beş tane olduğunu anlatır. Söz konusu aşamalar şunlardır:

Birinci aşama; zafer ve amaçlara ulaşma devridir. Bu dönem, devletin

başında bulunan kimselerin ululuk gösterdiği, vergiler ve paraların topladığı, devletin

sınırlarını koruduğu dönemdir.

Đkinci aşama; hükümdarın kavmini boyunduruğu altına aldığı ve devleti,

kendi başına, kimseyi karıştırmadan idare etmeye başladığı yani devletin idaresini

paylaşmaktan ve ortaklaşmaktan akrabalarını uzaklaştırmaya çalıştığı dönemdir. Bu

dönemde asabiyet eskisi gibi muhafaza edilir. Bu tavırda devletin başındaki şahıs,

kendine taraftar olan adamlar toplamaya, azatlılar ve devşirmeler edinmeye ve

bunları artırmaya önem verir. Hükümdar bu ikinci devrede, akrabalarını devletin

nimetlerinden uzaklaştırırken, yardımcısı azdır, bunlar da yabancılardır. Bundan

dolayı birtakım zorluklarla karşılaşmaktadır.

Üçüncü aşama; dinlenme ve rahatlık dönemidir. Devletin başında

bulunanların tek başına ve kendi düşünceleriyle iş gördüğü, devlet sayesinde elde

edilen servet ve meyvelerden faydalanıldığı dönemdir. Hükümdarlar bu devrede para

ve servet toplayarak büyük binalar, büyük köşkler, yüksek heykeller bina etmektedir.

Dördüncü aşama; kanaat ve barışın hakim olduğu dönemdir. Hükümdarlar,

kendilerinden önceki seleflerini örnek alırlar, onların izinden ayrılmanın devlet ve

ülkenin düzeninin bozacağına inanırlar. Bu dönemdeki liderler, kendilerinden önceki

liderlere uymanın bir şeref olduğu inancındadırlar.

74

Beşinci aşama; israf ve saçıp dağıtma dönemidir. Hükümdarlar bu çağda

kendilerinden önce toplanmış servetleri yakınlarına dağıtmakla meşguldür. Onları

içinden çıkamayacakları büyük memuriyetlere tayin ederler. Kendi kavimlerinden

olan devletin büyük yardımcılarını bu gibi önemli iş ve görevlerden uzaklaştırırlar,

onların kalplerini kırarlar. Devlet tedavisi olanaklı olmayan hastalığa tutulur, ve bu

hastalıkların iyileşmesi imkansız bir hale gelir. Bu hastalıktan kurtulmaz, devlet

yıkılır.

Bütün bu aşamalar sırasında devletler doğal sınırlarına dek gelişirler. Bu

doğal sınırlar devletin kuruluşuna yardım eden kabilelerin koruyabilecekleri

sınırlardır. Đbn Haldun, bu beş aşamayı devletin “doğal durumları” sayar. Bir devlet

zorunlu olarak bu aşamalardan geçecektir. Örneğin şeref ve egemenliğin tek kişide

toplanması devletin tabiatındandır. Öte yandan feragat ve rahatlık çağı ile kanaat ve

barışla yaşama aşamalarında artık göçebelik unutulur. Devleti kuran sülalenin

cesareti azalır. Đşte bütün bu aşamalardan geçen bir devletin ihtiyarlama çağı

geldiğinde, devlete mensup boylardan o devleti koruyacak yardımcılar bulunmadığı

taktirde, ötekisi o devleti yenerek topraklarını ve idaresini ele geçirir (Kongar,

1981:68).

Đbn Haldun’a göre, devletin “ihtiyarlama” çağının birinci sebebi, asabiyetin

kudretinin kırılması, iktidarın kişileşmesi ve keyfi hale gelmesidir. Đkinci sebep,

bolluk ve nimetlere dalmanın sonuçları biçiminde ortaya çıkar. Alışkanlıklar artar,

masraflar çoğalır, ekonomi bozulur, aylık ve bağışları arttırmak gerekir. Masraflar

çoğaldığı için gelirler masrafları karşılamaz. Memleketi ve sınırları koruyan silahlı

kuvvetlerin sayısını azaltmak zorunluluğu doğar. Komşu devletler ya da devletin

yönetimi altında bulunan uruğ ve boylar cesaretlenirler. Üçüncü sebep, sükunet ve

rahatlığın zorunlu hale gelmesinden doğar. Zamanla, yiğitlik, atılganlık, saflık,

dürüstlük kalmaz. Nesiller, lüks ve israf dolayısıyla gevşerler. Devletin başında olan

hükümdar, savaşa dayanıklı yabancı askerler edinir; bunların devletin ihtiyarlığına

karşı ilaç olacakları düşünülür (Hassan, 1977:285-286).

75

Đbn Haldun’a (1989:110, C.II) göre ihtiyarlamaya ve çökmeye başlayan

devletin mirası üzerine yeni bir devletin doğması iki şekilde olur. Bunlardan

birincisi, o devletin uzak bölgelerindeki valilerin, çöküş döneminde bu bölgeler

yeterince kontrol edilemediği için bağımsızlıklarını ilan etmeleri biçiminde olur. Bu

valilerin kendi aralarında da toprak paylaşımı konusunda mücadeleye girmeleri

mümkündür. Bu durumda hangisi daha güçlüyse, o kendisiyle mücadele edenleri

yenerek devlete sahip olur. Đkinci yol ise, çöküş dönemine giren devletin komşu

devletler veya uzun süre devletin koruyuculuğunu üstlenmiş asabiyet sahibi bir

kabile tarafından ele geçirilmesidir. Öte yandan çöken devletin ahalisinden de bu

mücadeleye karşı direniş görülmez. Çünkü toplum hem eski yönetimin meşruluğuna

duyduğu inancını hem de devleti savunma gücünü ortaya çıkaran asabiyetini

kaybetmiştir.

Đbn Haldun’a göre bu süreç böyle kendini yineleyerek sürer. Göçebelikten

yerleşikliğe geçen insanoğlu, uygarlığı geliştirir ve yozlaştırır; başka bir göçebe

asabiyeti ona son verir, kendi yerleşik olur. O da yozlaşıp asabiyetini kaybedince, bir

başka göçebe soy, ona da son verir. Böylece uygarlığın temeli olan yerleşiklik,

devlete bağlı olarak aynen organizmalar gibi doğar, büyür ve ölür (Kongar, 1981:

68).

Đbn Haldun (2005:558), devletin son dönemlerinde, onun ihtiyarlık

döneminden kurtulduğu hissini verecek bir güçlenme olduğundan bahseder. Bu

durumu , bitmekte olan bir fitilin, tamamen tükenip sönmeden önce son kez parlayıp

tutuşması olayına benzetmektedir. Her ne kadar bu tutuşma onun yeniden canlandığı

hissini verse de, aslında bu onun tükenişidir. Mukaddime’nin çeşitli yerlerinde Đbn

Haldun’un bu tür benzetmeleri kullandığı görülmektedir.

76

4.3. Devlet ve Đktisat

Toplumsal yaşamı insanlar için zorunlu kabul eden Đbn Haldun, ekonomik

faaliyetleri de toplumsal hayatın devamı için zorunlu görmektedir. Đbn Haldun, emek

unsuruna büyük önem vermekte, toplumdaki zenginliklerin kaynağını emeğe

bağlamaktadır. Ona göre insanların çalışmaktan başka kazanç yolları yoktur:

“Đş ve çalışma, para ve mal kazandıran vasıtalardır. Đnsanların iş görmek ve

çalışmaktan başka sermayeleri yoktur. Çünkü dünyanın imarı için çalışan tebaa, ancak bizzat

kendi elleri ile iş görerek geçinmelerini temin eder ve hayatlarını kazanırlar.” (Đbn Haldun,

1989:83, C.II).

Đbn Haldun, insanın emek harcayarak elde ettiği miktarın zorunlu

ihtiyaçlarını karşılayan kısmına “rızık” demekte; zorunlu ihtiyaç fazlası miktara da

“kazanç” demektedir:

“Đnsan emek sarfedip, asgari olarak ihtiyaç ve geçinmesi için gereken ve zaruri olan

nesneleri temin eder. Buna geçinme adı verilir. Elde edilen veyahut toplanan bu madde ve

paralar, insanın menfaat ve ihtiyaçlarına sarfedilirse “rızk” adıyla anılır. Tanrı, kulunun

emek sarfederek ele geçirdiği ve topladığı madde ve mallar, “kazanç” adıyla anılır.” (Đbn

Haldun, 1989:321, C.II).

Đnsanlığın ancak zorunlu ihtiyaçlarına yetecek kadar bir üretimde

bulunabildiği, işbölümü ve üretim araçlarının daha fazla üretimi gerçekleştirecek

düzeyde olmadığı dönemler “rızık” aşamasındadır. Ne zaman ki insanlar, zorunlu

ihtiyaçlarının üzerinde bir üretim seviyesine ulaştılar, böylece, “rızık” aşamasından

“kazanç” aşamasına da geçmiş oldular. Bu anlamda Đbn Haldun’un “kazanç”

kavramı, genel anlamda Marks’ın artı-ürün kavramına karşılık gelmektedir (Kozak,

1999:262).

77

Đbn Haldun’a göre insanların tek başlarına geçimlerini sağlamaları ve sermaye

birikimi yapmaları mümkün değildir. Đnsanlığın kazanç aşamasına geçmesinde en

önemli faktör iş bölümüdür. Đnsanların kalabalık gruplar halinde yaşadığı medeni

umranda şehir hayatı insanların emeklerini biraraya getirme fırsatı verdiğinden elde

edilen üretim ihtiyaç sınırını aşmaktadır. Artı-ürünün oluşturulmasında işbölümünün

önemini şöyle anlatır:

“Halkının refah seviyesi yüksek ve pazarların canlı olması yönünden şehir ve

kasabaların yekdiğerinden üstün oluşu, sadece umranın çokluğu ve azlığı bakımından

aralarındaki üstünlük derecesine bağlıdır ...Hiçbir insan maişeti itibariyle ihtiyaç duyduğu

hususları teminde müstakil değildir. Umranları cihetinden tüm insanlar bu hususta

yekdiğerine yardımcı olurlar. Đnsanlardan bir taifenin, birbirine yardım etmek suretiyle

istihsal ettikleri ihtiyaç maddeleri, istihsale katılanların adedinden kat kat fazla insanın zaruri

ihtiyaç açığını kapatır. Bir kimse, mesela buğdaydan kendisine yetecek kadar bir miktardaki

gıdayı müstakillen ve tek başına istihsal edemez. Ama kimi alet yapan marangoz ve demirci,

kimi sığır bakan, tarla süren, başakları hasat eden ve kimi çiftçiliğin sair kuvvetlerini

üstlenen altı veya on kişi, aynı şeyi istihsal etmeye koyulup, bu işleri aralarında tevzi ettiler

mi, (işbölümü) veya bunun için biraraya geldiler mi, bu emekleriyle hasıl olan belli

miktardaki gıda hiç şüphe yok ki, istihsale katılanların bir çok kat fazlasına kafi gelir. Şu

halde, bir araya gelindikten sonraki emekler, birleştirilen iş gücü (ile üretilen erzak)

çalışanların ihtiyaçlarından ve zaruri ihtiyaç maddelerinden fazladır.” (Đbn Haldun,

2005:652).

Đbn Haldun’a (2005:652) göre üretim düzeyinin ihtiyaç fazlası artmasıyla

oluşan refah ve zenginlik, binaların, elbiselerin, kullanılan eşyaların

güzelleştirilmesine, hizmetçiler edinilmesine yol açacaktır. Ona göre işbirliği sonucu

oluşan miktarın zorunlu ihtiyaç fazlası kısmı hayatı lüksleştirmeye dönük

harcanacaktır:

“....Maişete tahsis edilen “esas emeğin” aksine “artık emek” tümü ile refaha

ve zenginliğe tahsis edilir.” (Đbn Haldun, 2005:653).

78

Đbn Haldun’un toplum sınıflamasındaki bedevilik ve hadarilik de esasen Đbn

Haldun’un ekonomik etkenlerle açıkladığı kavramlardır. Ona göre toplumların

durumunda meydana gelen farklılık onların geçim yollarının farklılığından ileri

gelmektedir. Kişilerin hayatları için zorunlu ihtiyaçlarını sağladıkları yaşam bedevi

yaşamken, yerleşikliğe geçilerek işbölümünün, üretimin, servetin ve zenginliklerin

arttığı dönem hadari yaşamdır.

Đbn Haldun’da refahın ve lüksün doruk noktasına çıkması mülkün

tabiatındandır. Bu amaca ulaştıktan sonra rahatı tercih ederek sarfedilen çabalar son

bulmakta, zarif ve lüks hayatı alışkanlık haline getirmekte ve bu alışkanlığı

kendilerinden sonra gelen nesillere miras bırakmaktadırlar (Đbn Haldun, 2005:389-

390). Bu duruma ulaştıktan sonra ise insanların tekrar mücadeleci, mütevazi hallerine

dönmeleri zordur. “Çünkü insan tabiatının ve mizacının ürünü değil, adetlerinin,

alışkanlıklarının ürünüdür.” (Đbn Haldun, 2005:330).

Đbn Haldun (2005:390); devletin ihtiyarlayıp çökmesi sürecini de ekonomik

etkenlerle açıklamakta, oluşan refah ve rahatlığın, devleti ihtiyarlattığından

bahsetmektedir.

Đbn Haldun, ekonomik gelişmenin de, artık ötesine geçilemeyecek bir sınırı

olduğu, bu sınıra vardıktan sonra duraklayacağı, gerilemeye gideceği görüşünü ileri

sürmektedir. Şehir uygarlığında tahrik edilen insani ihtiyaçların artma hızının,

bunları karşılamak için mevcut ekonomik araç ve imkanların gelişme hızından daha

büyük olduğunu söylemektedir. Dolayısıyla devletin gelirleri giderlerini

karşılayamamaya başlamakta ve halkın kazanç ve gelirleri, ihtiyaç ve arzularını

doyurmakta yetersiz kalmaktadır (Arslan, 1997:147).

Đbn Haldun (2005:670-671); refah ve nimet son haddini bulduğunda, bozulan

iktisadi düzende, artan ihtiyaçlarının karşılanması için insanların sahtekarlık, hile

gibi yasal olmayan yollara başvurduklarını, bunu en yakınlarının yanında bile

79

yapmaktan çekinmediklerini, alışverişte aldatma, ticarette karaborsacılık gibi

durumların ortaya çıktığını ve bu durumun da iktisadi yapıyı daha da bozduğunu

belirtmektedir.

Đbn Haldun, şehir uygarlığının çöküşü ve bu ahlaki yozlaşma arasında sıkı bir

bağ kurmaktadır. Şehir hayatı veya uygarlığı, insanın gerek fiziksel, gerekse

psikolojik niteliklerinde bozmakta ve sonunda onu ahlaksızlaştırmaktadır. Bu ise

uygarlığın temellerinden tahrip olmasına yol açmaktadır. Bedevi umran sayesinde

kanaatkar, mütevazi, basit bir hayat süren kişiler, şehir hayatına geçtiklerinde daha

maddiyatçı, daha talepkar olmaya başlamaktadırlar (Arslan, 1997:152).

Đbn Haldun’un (2005:541) Mukaddime’de ekonomik unsurlara geniş yer

verdiği görülmekle birlikte, ekonomik yapıda meydana gelen gelişmeler ile devletin

çöküş süreci arasındaki ilişkiler saptanmaktadır. Devletin ekonomik yaşamdaki yeri

Đbn Haldun tarafından açık bir biçimde ortaya konulmaktadır. Şehirlerdeki daha çok

çalışma ve daha çok kazanç, vergiler yoluyla devletin gelirlerinin artmasını

sağlamaktadır. Ancak bu olumlu durum böyle sürüp gitmemekte, artan ihtiyaç ve

talepler karşısında devletin gelirleri giderlerini karşılayamamaya başlamaktadır.

Artık mevcut vergiler masrafları karşılayamayacak duruma geldiğinde devlet

vergileri artırma yoluna gider. Dolayısıyla Đbn Haldun’a göre devletin son

zamanlarında konulan vergiler bir hayli yüksektir. Ancak Đbn Haldun’a göre vergi

miktarının artması son derece tehlikeli bir durumdur. Kalkınmışlığın devamı içinse

vergi miktarlarının az olması gerekmektedir:

“Ülkeyi mamur hale getirmenin en kuvvetli sebebi, memleketi imar etmek için

çalışan müteşebbislerin üzerine tarh edilen vergilerin miktarlarını imkan ölçüsünde

azaltmaktır, insanlar bu yoldan ülkeyi imar için hevesli olarak faaliyet gösterir. Çünkü

bundan hasıl olacak faydaların kendilerine doğru bol bol akacağından emin

bulunmaktadırlar.” (Đbn Haldun, 2005:540).

80

Vergi konusunda devletin adil olması, halka gereğinden fazla vergi

yüklememesi, halkın çalışma ve üretme hususunda sermayelerini artırmak için daha

fazla teşebbüste bulunmasına ve böylece devletin vergi gelirlerinin artmasına neden

olmaktadır:

“Sultanın malını nemalandıran ve sermayesini çoğaltan sadece vergidir. Vergilerin

artması ise, sadece sermaye sahiplerine karşı adil davranmak ve onlara böyle (adilane)

nezaret etmekle mümkün olur. Bunun sonucu olarak hevesleri artar, arzuları genişler.

Sermayelerini nemalandırmak ve meyvalandırmak için şevkle teşebbüse geçerler. Böylece

sultanın vergi gelirleri artmış olur. Bunun dışında ticaret ve ziraatla uğraşmak, tebaaya

peşinen zarar verir. Vergi usulünü bozar, ülkenin imarını eksiltir.” (Đbn Haldun, 2005:543).

Vergi, halk ile devlet arasında tedavül ve dolaşım halinde olan ekonomik mal

gibidir. Devlet bu malı topluma hizmet olarak geri döndürmezse halkın malı

kaybolmuş, daha doğrusu çalınmış olur. Halkın malına tecavüz, onların servet

edinme yolunda çalışmaktan alıkonulmaları demektir. Çünkü bu türden istismarlar,

insanların çalışma azmini öldürmekte, böylece pazarlar durgunlaşmakta, halk,

pazarların olduğu yerlere göç etmek zorunda kalmaktadır. Bu da, ülkenin bayındır

halinin ve devletin yapısının bozulmasına neden olmaktadır. Çünkü devlet umranın

suretidir, umranın maddesinin yani iktisadi yapısının bozulması, zorunlu olarak

sureti, yani devleti de bozar (Đbn Haldun, 2005:549).

Đbn Haldun (2005:552), umranı çökerten hususlardan birinin de, insanlara

haksız bir şekilde çalışma mükellefiyeti getirmek olduğunu belirtir. Ona göre,

çalışma, mal ve sermaye kabilinden bir değerdir ve insanlara böyle bir mükellefiyet

getirmek, insanların kazançlarının zorla ellerinden alınmasına, kazançlarının,

emeklerinin heba edilmesine neden olmaktadır.

Đbn Haldun (2005:543), devletin ve devlet adamlarının iktisadi hayata

doğrudan müdahale etmesine karşı çıkmaktadır. Devletin bir müteşebbüs, bir tüccar

gibi ekonomik hayata girmesinin kesinlikle karşısındadır. Ona göre bu durum,

81

müteşebbüsün teşebbüs gücünü kırar. Ekonomik unsurun önemli bir unsuru olan hür

bir rekabet durumuna darbe indirilmiş olur. Tüccar pazara iştirak edemediği için

piyasa durgunlaşmakta, halk, kar ve kazanç sağlayamaz hale gelmektedir. Bu da

onların iş görme ve çalışma heveslerini kaybetmelerine yol açmaktadır. Bunun da en

önemli sonucu vergi sisteminin bozulması şeklinde ortaya çıkmaktadır. Vergilerin

büyük kısmı çiftçi ve tüccardan alınmakta, çiftçi ve tüccarın ticaretten geri

durmasıyla vergiler tamamen ortadan kalkmış veya aşırı bir şekilde azalmış

olmaktadır.

Đbn Haldun, ekonomik olayların, diğer toplumsal olaylar gibi kendisine özgü

bazı kanunları olduğuna inanmakta ve bunlar üzerinde uygulanacak herhangi bir

zorlamanın ekonomik hayatı alt üst edeceğini düşünmektedir (Arslan, 1997:144).

Devletin iktisadi hayata müdahalesi sonucu ortaya çıkan vergi gelirlerindeki azalma

ise devletin de sonunu, çöküşünü hızlandıran bir unsur olmaktadır.

Đbn Haldun, devletin iktisadi hayata müdahalesini kesinlikle reddederken, bir

yandan da devleti iktisadi ve ticari hayatın merkezi kabul etmektedir:

“Devlet ile hükümdar dünyanın en büyük pazarı-alışveriş yeri-hükmündedir. Dünya

bayındırlığının madde ve kaynağı da devlettir. Devlet ve hükümdar mal ve paraya muhtaç

olur, geliri eksilir, tükenir, yahut da masrafları kısmazsa, devlet hizmetinde bulunan memur,

asker ve devleti koruyanların elindeki para da azalır. Devletin gelir ve masrafları azaldıktan

sonra o nispette pazarlarda alışverişin azalması pek tabiidir. Üstelik para ve servet tebaa ile

devlet arasında ortak olup, tebaanın elinden devlete, devletin hazinesinden tebaanın eline

geçer ve bu suretle ikisinin arasında dolaşır. Devlet paraları saklarsa, tebaanın elinde para

kalmaz.” (Đbn Haldun, 1989:74-75, C.II).

Đbn Haldun’a göre devlet, yaptığı harcamalar, asker ve diğer devlet

görevlilerine dağıttığı maaşlar yoluyla, toplumdaki en büyük harcama gücünü

oluşturur. Bu yüzden iktisadi hayatın ve üretimin gelişmesinde devlet harcamaları,

teşvik edici, yönlendirici bir unsur olarak önemlidir. Herhangi bir şekilde devletin

82

gelirlerinde bir azalma olur ve devlet harcamaları kısılırsa; bu durum sadece devleti

ve devletten maaş alanları iktisadi bakımdan güç durumda bırakmaz; belki de

devletten ve devlet memurlarından daha çok, tüm ekonomi, üreticiler bu durumdan

olumsuz etkilenir. Bu durum piyasaların durgunlaşmasına, üretimin yavaşlamasına

ve dolayısıyla devlet gelirlerinin daha da düşmesine neden olur (Kozak, 1999:244-

245).

Đbn Haldun’a (2005:576-580) göre; devlet hazinesindeki paranın halkın

durumunu düzeltmek için harcanması, devlet işlerinin yoluna girmesini sağlar. Bu

sayede halktan vergi toplanması daha da kolaylaşmış olur. Đbn Haldun; halkı

kötülüklerden alıkoyup iyiliği emretmekten, halkın iktisadi durumunu düzenlemeye;

hastaneler kurup bunlara hasta bakıcılar ve doktorlar tayin etmekten, yoksul, dul ve

yetimlerin korunmasına kadar tüm hizmetleri, devletin, hükümdarın görevleri

arasında saymaktadır.

Đbn Haldun, devletin iki temel üzerinde kurulduğunu, bunların asabiyet ve

ekonomik temel olduğunu açıkça belirtmektedir. Bu iki unsur devleti yalnızca

meydana getirmek, “kuruluş”u sağlamakla kalmamakta; devleti, hayatı boyunca

etkileyen ve ondan etkilenen güçleri oluşturmaktadır. Mukaddime’ de ekonomik

sürecin işleyişi, genel planda sosyal biçimlenişlerle etkileşim göstermesinden, en

tikel planda yöneticilerin kişiliklerine etkide bulunmasına kadar uzanan bütün

özellikleriyle dikkate alınmaktadır. Devlet yönetimindeki nispi güçlülüğün ya da

zayıflığın; kamu masraflarının düzenlenmesi, vergi politikası ve ücret politikasıyla

yakından ilişkili olduğunu Đbn Haldun açıklıkla belirtmektedir (Hassan, 1977:242).

83

SONUÇ

Đbn Haldun’un Mukaddime adlı eseri, Đbn Haldun’u günümüzdeki ününe

taşıyan önemli bir eser olma konumundadır. Mukaddime’de Đbn Haldun; tarihe

gözlemci bir gözle bakmış ve olayları birbiriyle karşılıklı etkileri açısından

incelemiştir. Mukaddime’deki konuların ele alınışında sosyal olayların ön plana

çıkması, toplumun başlıbaşına bir olgu olarak ele alınması eserin orjinalliğini

belirlemektedir.

Đbn Haldun’un toplumsal olayların incelenmesinde kullandığı yöntem

oldukça önemlidir. Ona göre tarih; geçmiş zamana ait haberlerin yüzeysel olarak

anlatılması değil; sosyal olayların nedenleri üzerinde derinliğine bir inceleme ve

düşünme alanıdır. Bu açıdan Đbn Haldun metodunda iki unsur kullanmaktadır: 1.

Kaynakların eleştirisi, 2. Olaylar arasındaki sebep-sonuç bağlantısının tesbiti.

Her olayın bir nedensellik kanununa uygun bir şekilde meydana geldiğini

savunan determinist anlayış Đbn Haldun’da görülmektedir. Đbn Haldun’a göre,

toplumsal olaylar da birtakım kanunluklara tabiidir. Đbn Haldun’un toplum

teorisinde; coğrafi ve iktisadi şartlar gibi maddi unsurlar toplumu etkileyen önemli

unsurlardandır. Uygarlığın gelişebileceği iklim bölgelerini açıklayan Đbn Haldun aynı

zamanda iklim ve coğrafi şartların toplumun beden, huy ve karakter yapılarının

oluşumuna etkilerini anlatmıştır.

Đbn Haldun’a göre; iktisadi faktörlerin, üretim biçimi ve üretim ilişkilerinin

de toplumsal yapıda etkisi büyüktür. Bedevi ve hadari toplum sınıflamasının temel

belirleyicisi ekonomik unsurlardır. Đbn Haldun’a göre toplumların yapısındaki

farklılık; onların geçim yollarının, üretim türlerinin farklılığından

kaynaklanmaktadır. Toplum teorisinde Đbn Haldun’un maddi unsurlara oldukça fazla

yer vermesi onun tarihsel maddeci olarak değerlendirilmesine yol açmaktadır.

84

Đbn Haldun’a göre tarihin esas anlamı; incelemek, düşünmek, olayların

sebeplerini inceleyip bilmektir. Đbn Haldun tarihçilerin nakil ve rivayetlerini ciddi bir

eleştiriye tabi tutarak; hikayeci bir tarih anlayışını reddederek, tarihi başlıbaşına bir

araştırma alanı haline getirir. Toplumsal koşulların ve nedenlerin derinliğine

incelenmesiyle ilgili fikirleri tarih felsefesinin de temelini oluşturmaktadır. Tarih

alanında olayların yüzeysel anlatımı yerine, olayları, olaylar arasındaki sebep-sonuç

ilişkilerini düşünmenin gerekliliğini ileri süren Đbn Haldun; tarihsel olayların yerine

tarihsel nedenleri koyarak tarih felsefesinin temellerini atmıştır. Ona göre tarih alanı

içinde gözden kaçmaması gereken önemli bir husus; zaman içinde değişim

unsurudur.

Đbn Haldun’un orijinal bir ilim olarak sunduğu “Umran Đlmi”; bir bütün

olarak toplumsal hayatı açıklayan bir ilimdir. Umran; insanların biraraya gelerek

oluşan toplum örgütlenmesinden doğan her türlü olay ve etkinlikleri kapsayan bir

kavramdır. Bu açıdan umran; toplumsal yaşamı ve bu yaşamda ortaya çıkan ilişki

biçimlerini ifade etmektedir. Umran ilmiyle Đbn Haldun’un yaptığı, bu toplumsal

yaşamı tarihsel bağlamı içinde çözümlemektir. Umran ilmiyle Đbn Haldun bir yandan

tarihçiliğin ilkelerini ortaya koyarken diğer yandan sosyolojinin temellerini atmıştır.

Kavimlerin yaşayış durumları, yerleşik ve göçebe toplum biçimleri, devlet kurma

gibi umran ilminin araştırma alanı içine giren toplumsal olayların ele alınıp

incelenmesi, bugünkü sosyolojinin de alanı içindedir.

Đbn Haldun’un toplum teorisinde en önemli unsurlardan birisi, toplumsal

yaşamı insanlar için zorunlu görmesidir. Đnsanların toplum halinde birleşmelerinin

sebebi kaçınılmaz bir zorunluluktur. Bu zorunluluk ise iki sebepten doğmaktadır.

Birincisi; insanlara gerekli olan gıda maddelerinin oluşumunun ancak yardımlaşma

ve işbirliği ile mümkün olmasındandır. Đkincisi ise; insanların kendilerini savunma

ihtiyacından doğan birliliktir. Đbn Haldun bu iki sebeple; insanın toplumsal yaşamın

dışında varolamayacağını savunur.

85

Toplumsal yaşamın zorunluluğunu vurgulayan Đbn Haldun; insanların

doğasından kaynaklanan saldırganlık duygularının denetim altına alınabilmesi ve

insanların birbirlerinin saldırılarından korunmak için bir otoritenin, hakimin gerekli

olduğunu ifade eder. Böylelikle bireylerin toplum içinde güvenlikleri siyasal bir

iktidarla sağlanır.

Đbn Haldun’un toplum teorisinde vurguladığı kavramlardan birisi de

“Asabiyet”tir. Doğal çevrenin ve düşmanların tehditi altında bulunan insanların

biraraya toplanmaları ile oluşan manevi birliktelik asabiyet kavramıyla

açıklanmaktadır. Bu açıdan toplumsal dayanışmayı ifade etmektedir. Đbn Haldun

asabiyeti ikiye ayırmaktadır: Nesep asabiyeti ve sebep asabiyeti. Đlkel toplumlarda ve

bedevilerde yaygın olan nesep asabiyetinde aynı soydan olmak söz konusudur. Sebep

asabiyetinde ise böyle bir şart aranmamaktadır. Sebep asabiyetinin ise hadarilerde

yaygın olduğu görülmektedir. Asabiyet için önemli olan birlikte hareket etme

potansiyelinin varolması ve bunun eylem haline dönüşebilmesidir. Her iki tür

asabiyet biçiminde de bu anlam söz konusudur.

“Asabiyet”, sosyal anlamı kadar siyasal anlamıyla da önemlidir. Asabiyetin

nihai amacı devlet kurmaktır. Asabiyet, devletin kurucu bir unsurunu

oluşturmaktadır. Siyasi oluşum asabiyet olmadan düşünülememektedir.

Đbn Haldun toplumları bedevi ve hadari olarak ikiye ayırmaktadır. Bu ayrımın

temel belirleyicisi ise ekonomik unsurlardır. Bedevi toplum doğal yollarla yaşam

süren, tarım ve hayvancılığa dayanan toplumdur. Hadari toplum ise yerleşik hayatın

olduğu şehir hayatını anlatmaktadır. Đbn Haldun’a göre toplumların yapısındaki bu

farklılığın temel sebebi onların geçim yollarının, üretim biçimlerinin farklı olmasıdır.

Đnsanların zorunlu ihtiyaç maddelerini karşılamaya dönük üretim faaliyetlerinin

olduğu yaşam tarzı bedeviliktir. Bedevilikten hadariliğe geçişte temel unsur;

bedevilerin zamanla ihtiyaçlarının üstünde bir zenginlik ve refaha ulaşarak yerleşik

bir yaşama geçmeleridir. Đbn Haldun, bedevi ve hadari toplumların huy ve

karakterlerinin de farklı oluşundan bahseder. Đktisadi rahatlığın olduğu hadari yaşam;

86

aynı zamanda toplumsal bir yozlaşmayı da beraberinde getirmekte; bu yozlaşma da,

yıkılmaya, çöküşe neden olmaktadır.

Yerleşik toplumun ekonomik ve siyasal yapısı, ekonomik ihtiyaçların

karşılanmasına bağlıdır. Yerleşik toplum, yapısı gereği artan ihtiyaçların yoğunlaştığı

ve bir müddet sonra karşılanamadığı bir toplumdur. Aynı zamanda vergilerin

artması, üretimin düşmesi, ekonomik ve toplumsal bunalımlara neden olmaktadır.

Hadari toplumdaki üretimin artan ihtiyaçları karşılayamaması sosyal ve ekonomik

bunalımlara neden olmaktadır. Sonuçta oluşan iktisadi kriz, siyasal kadroların

değişmesine neden olmaktadır.

Đbn Haldun’da devlet yönetimi; toplumsal yaşamda zorunlu olarak ortaya

çıkar. Devlet, toplumsal düzeni sağlayan, sosyal ve idari bir kuvvettir. Devlet;

asabiyet ve ekonomik güçler olarak iki temel üzerine kurulur. Devlet kurmak sosyal

hayatın bir gereği ve insanlar için bir zorunluluktur.

Đbn Haldun; hükümdarlıkların, devletlerin ve devlet içinde yer alan tüm

teşkilatların; her türlü sosyal kurumların değişmekte olduğunu anlatır. Ona göre tüm

bu kurumlar sosyal hayat içinde doğar, gelişir, yaşlanır, çöker ve yok olur. Değişme,

evrendeki tüm unsurlarda görülen tabii bir olaydır. Đbn Haldun, devleti canlı bir

organizmaya benzetir ve devletin de doğan, büyüyen ve ölen varlıklar gibi olduğunu

belirtir. Bu görüşleriyle Đbn Haldun; organizmacı görüşün bir temsilcisi

durumundadır. Ona göre üç nesilde devlet ömrünü tamamlamaktadır. Đbn Haldun

devletin beş aşamadan geçtiğini söyler. Ona göre bu beş aşama devletin doğal

durumlarıdır. Bir devlet zorunlu olarak bu aşamalardan geçecektir. Devlet için çöküş

dönemi kaçınılmazdır.

Đbn Haldun devleti iktisadi hayatın merkezi görmektedir. Devlet, harcamalar

ve dağıttığı maaşlar yoluyla iktisadi hayatta önemli bir yere sahiptir. Aynı zamanda

o, devletin bir müteşebbüs gibi bizzat ticaretle uğraşmasını yanlış bulmaktadır. Ona

göre devletin ticari hayatta olması haksız rekabet oluşturur ve bu durum da iktisadi

87

faaliyetlerde üretimin düşmesine ve dolayısıyla piyasalarda durgunluğa sebep

olmaktadır.

Đbn Haldun Mukaddime’de; konuları karşılıklı bir ilişki ve etkileşim içinde

ele almaktadır. Onun sosyal olayları ele alışı ve olaylara bakış açısı; birtakım bilim

dallarının öncüsü sayılmasına yol açmaktadır. Tarih, tarih felsefesi, siyaset,

sosyoloji, iktisat gibi bilim dallarının öncüsü olan Đbn Haldun, bu bilim dallarına ait

konuları “Umran ilmi” altında ele almaktadır.

88

KAYNAKLAR

AKAD, Mehmet. (1993). Genel Kamu Hukuku. Đstanbul: Filiz Kitabevi.

AMMAN, Tayfun ve Zeki ARSLANTÜRK. (2000). Sosyoloji Kavramlar

Kurumlar Süreçler Teoriler. Đstanbul: Kaknüs Yayınları.

ARSLAN, Ahmet. (1997). Đbni Haldun’un Đlim ve Fikir Dünyası. Ankara:

Vadi Yayınları.

ARSLANTÜRK, Zeki. (1992). Sosyolojiye Giriş. Bolu.

BOUTHOUL, Gaston. (1971). Toplumbilimin Tarihi. (Çev. Cemal

SÜREYA), Đstanbul: Varlık Yayınları.

BOZGÖZ, Faruk ve Rüstem ERKAN. (2003). Kabile-Aşiret, Asabiyet ve

Savaş. Doğu-Batı Düşünce Dergisi, (24), 190-195.

DEMĐR, Remzi. (2006). Đbn Haldun’un Tarih ve Toplum Felsefesinin

Türkiye’ye Girişi ve Etkileri. Bilim ve Ütopya, (148), 9-15.

DOĞAN, Đsmail. (2002). Sosyoloji:Kavramlar ve Sorunlar. Ankara: Pegem

A Yayıncılık.

DURAN, Bünyamin. (1995). Đslam Toplumlarında Sosyo-Ekonomik

Değişmeye Yönelik Tezler, Đstanbul: Osmanlı Araştırmaları Vakfı

Yayınları.

89

DURAN, Bünyamin. (1997). Đslam Tarihinin Konjonktürel Değişimi.

Đstanbul: Nesil Basım Yayın.

ERCAN, Fuat. (1993). Kırsal Yapıda Toplumsal Değişme. Đstanbul: Yar

Yayınları.

ERGUN, Doğan. (1979). 100 Soruda Sosyoloji El Kitabı. Đstanbul: Gerçek

Yayınları.

FALAY, Nihat. (1978). Đbn Haldun’un Đktisadi Görüşleri. Đstanbul: Đ.Ü.Đ.F.

Yayınları.

FINDIKOĞLU, Ziyaeddin Fahri. (1961). Đçtimaiyat. Cilt:2, Metodoloji

Nazariyeleri. Đstanbul: Đ.Ü.Đ.F. Yayınları.

GARAUDY, Roger. (1965). Sosyalizm ve Đslamiyet. (Çev. Doğan

AVCIOĞLU-E. TÜFEKÇĐ), Đstanbul: Yön Yayınları.

HANÇERLĐOĞLU, Orhan. (1973). Felsefe Sözlüğü. Đstanbul: Remzi

Kitabevi.

HASSAN, Ümit. (1977). Đbn Haldun’un Metodu ve Siyaset Teorisi.

Ankara: AÜSBF Yayınları.

HĐLAV, Selahattin. (1997). 100 Soruda Felsefe El Kitabı. Đstanbul: Gerçek

Yayınevi.

HOODBHOY, Pervez. (1992). Đslam ve Bilim. (Çev. Eser BĐREY), Đstanbul:

Cep Kitapları.

90

ĐBN HALDUN. (1989). Mukaddime. (Çev. Zakir Kadiri UGAN), Đstanbul:

M.E.B. Yayınları.

ĐBN HALDUN. (2005). Mukaddime. (Çev. Süleyman ULUDAĞ), Đstanbul:

Dergah Yayınları.

KESSLER, Gerhard. (1985). Sosyolojiye Başlangıç. (Çev. Z. Fahri

FINDIKOĞLU), Đstanbul: Đstanbul Üniversitesi Đşletme Fakültesi

Đşletme Đktisadı Enstitüsü Yayınları.

KIŞLALI, Ahmet Taner. (1996). Siyaset Bilimi. Ankara: Đmge Kitabevi

Yayınları.

KIZILÇELĐK, Sezgin. (1992). Sosyoloji Teorileri 1. Konya: Mimoza

Yayınları.

KONGAR, Emre. (1981). Toplumsal Değişme Kuramları ve Türkiye

Gerçeği. Đstanbul: Remzi Kitabevi.

KOZAK, Đbrahim Erol. (1999). Đnsan-Toplum-Đktisat. Adapazarı: Değişim

Yayınları.

KURTKAN, Amiran. (1978). Sosyal Đlimler Metodolojisi. Đstanbul: Đ.Ü.Đ.F.

Yayınları.

KÜÇÜK, Hasan. (1980). Türk-Đslam Sosyal Düşünce Yapısı. Đstanbul:

Fatih Yayınevi.

91

LACOSTE, Yves. (1993). Đbn Haldun, Üçüncü Dünyanın Geçmişi, Tarih

Biliminin Doğuşu. (Çev. Mehmet SERT), Đstanbul: Sosyalist

Yayınlar.

MERĐÇ, Cemil. (2002). Umrandan Uygarlığa. Đstanbul: Đletişim Yayınları.

ONGUN, Cemil Sena. (1976). Filozoflar Ansiklopedisi. Đstanbul: Remzi

Kitabevi.

ÖNCÜ, Ahmet. (1993). Sosyoloji ya da Tarih: Đbn Haldun ve

Mukaddime Üzerine Bir Deneme. Ankara: Öteki Yayınevi.

ÖZLEM, Doğan. (1996). Tarih Felsefesi. Đstanbul: Anahtar Kitaplar

Yayınevi.

SANAY, Eyyüp. (1991). Genel Sosyoloji Dersleri. Ankara: Gazi

Üniversitesi Basın-Yayın Yüksekokulu Yayınları.

SARICA, Murat. (1987). 100 Soruda Siyasi Düşünce Tarihi. Đstanbul:

Gerçek Yayınevi.

SATI EL-HUSRĐ. (2001). Đbn-i Haldun Üzerine Araştırmalar. (Çev.

Süleyman ULUDAĞ), Đstanbul: Dergah Yayınları.

SEZAL, Đhsan. (1991). Sosyal Bilimlerde Temel Kavramlar. Ankara:

Akçağ Yayınları.

TOKU, Neşet. (2002). Đlm-i Umran, Ankara: Akçağ Yayınları.

92

TÜRK, Hüseyin. (1996). Đnsanın Biyokültürel Evrimi. Ankara: Bilim

Yayınları.

ULUDAĞ, Süleyman. (1993). Đbn Haldun, Hayatı, Fikirleri, Eserleri.

Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

ULUDAĞ, Süleyman. (2005). Giriş, Mukaddime. Yazan: Đbn Haldun,

Đstanbul: Dergah Yayınları.

ÜLKEN, Hilmi Ziya. (1983). Bilim Felsefesi. Đstanbul: Ülken Yayınları.

ÜLKEN, Hilmi Ziya. (1998). Đslam Felsefesi, Đstanbul: Ülken Yayınları.