Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)
-
Upload
farkindalik-dergisi -
Category
Documents
-
view
257 -
download
6
description
Transcript of Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)
1
2
Genel Yayın Yönetmeni Mehmet GÖKDOĞAN Editör Hüseyin YAYLA Merve ÇETAK Redaksiyon Nurdan OFLAZOĞLU Sosyal Medya Yönetmeni Cem TEPEKÖYLÜ Serdar Serhat ALTAN Basın Tanıtım Sorumlusu Rıza GEDİKOĞLU Sunay GÜLSOY Fotoğraflar Nazım TETİK Tasarımcı Özgür ÇAPÇI
Yazarlarımız
Arzu TOK
Barış ÇELİMLİ
Belgin DAL
Birgül AL
Cem TEPEKÖYLÜ
Ceyda CEVHER
Edib Rasljanin İSLAMOĞLU
Esra ALTINTIĞ
Günsel İSLAMOĞLU
Hülya YETİŞ
İsmail Can KARAKUŞ
Mehmet ARSLANTAŞ
Mehmet GÖKDOĞAN
Merve BURSALI
Merve ÇETAK
Nurdan OFLAZOĞLU
Rıza GEDİKOĞLU
Sahir ÜZÜMCÜ
Sunay GÜLSOY
Yaren ATAY
Yelda KARATAŞ
Mehmet GÖKDOĞAN
Genel Yayın Yönetmeni
Farkındalık yaratmak şiarıyla çıkmış olduğumuz bu
yolda e-dergimizin altıncı sayısını çıkarmış bulunmaktayız.
Kültür – Sanat ve Edebiyat alanlarında susamış gönüllere bir
damla su sunabilme gayesiyle çıkarmakta olduğumuz bu e-
dergide herkesin ilgisini çekebilmeyi umut ediyoruz.
Haziran sayımızın teması: Ramazan Ayı
Bu sayımızda konu başlıklarımız:
- Osmanlı’da Ramazan Ayı,
- Karagöz ve Hacivat gölge oyunu,
- Klâsik Türk Musikisi repertuarının en yetkin üstadı:
Buhurizade Mustafa Itri,
- Alternatif Tedavide Şifalı taşlar,
- Tiyatro Sanatçıcı Özay ÖZGÜLER İle Tiyatro Üzerine
röportaj, - Antik Mezopotamya’da Din,
- Kanadalı Sinemacı David CRONENBERG,
- Sineklerin Tanrısı isimli kitap incelemesi,
- Kızılmavi Kuantum Yaşam Akademisi’nden Kişisel
Gelişim yazısı…
Haziran sayımızda siz okuyucularımızın ilgisini çekeceğini
düşündüğümüz birbirinden değerli şiir, deneme, inceleme ve
araştırma yazımızla gönüllerinizde taht kurmayı temenni
ediyoruz.
Devamlılığının daim olmasını dileğimiz e-dergimize vermiş
oldukları desteklerden dolayı öncelikle güzide kalemlerimize,
fotoğrafçımıza, tasarımcımıza, sosyal medyada dergimizi takip
eden siz değerli okuyucularımıza teşekkürü bir borç bilirim.
https://www.facebook.com/farkindalikdergisi @farkindalik_drg
3
İçindekiler 16 Haziran 2015 Sayı:6
4. Osmanlı’da Ramazan – İnceleme – Nurdan OFLAZOĞLU
7. Buhurizade Mustafa Itri Efendi – Müzik – Cem ARBAĞ
10. Çuf Çuf – Şiir – Ceyda CEVHER
12. Karagöz ve Hacivat – İnceleme – Merve BURSALI
17. İşte O Zaman Anlarsın – Şiir – Mehmet GÖKDOĞAN
18. Sorumluluk Ayı – Deneme – Edib Rasljanin İSLAMOĞLU
20. … – Şiir – Sahir ÜZÜMCÜ
21. Kimsesizlerin Kimsesi – Deneme – Sunay GÜLSOY
23. Tiyatro Sanatçısı Özay ÖZGÜLER ile Tiyatro Üzerine Söyleşi – Tiyatro – Rıza GEDİKOĞLU
26. Duymak İstiyorsak – Şiir – Cem TEPEKÖYLÜ
27. Antik Mezopotamya’da Din – Arkeoloji – Merve ÇETAK
29. Yüzünden Uzak – Şiir – Barış ÇELİMLİ
31. Sevgi Çayı – Kişisel Gelişim – Hülya YETİŞ
37. Hayatımın Lacivert Kıyıları – Şiir – İsmail Can KARAKUŞ
39. Ramazan Ayına Girerken – Deneme– Birgül AL
44. Farklı Bir Zamanda – Şiir – Esra ALTINTIĞ
45. Kanadalı Sinemacı David CRONENBERG – Sinema&Eleştiri – Mehmet ARSLANTAŞ
48. İftar Sofrası – Şiir – Günsel İSLAMOĞLU
49. Sineklerin Tanrısı – Kitap İncelemesi – Yaren ATAY
51. Adın Ramazan – Şiir – Arzu TOK
52. Nergis Kokulu Kızlar – Şiir – Yelda KARATAŞ
53. Kâinattaki Eczanemiz: Şifalı Taşlar – Alternatif Tedavi – Belgin DAL
4
Nurdan OFLAZOĞLU
İnceleme
Osmanlı’da Ramazan
Osmanlı’da Ramazan
İslam aleminin “Onbir Ayın Sultanı” olarak nitelendirdiği
Ramazan ayında sofralar da misafir eksik olmaz. Eş, dost ve
akrabalık ilişkilerinin en sıcak tutulduğu aydır. Ayrıca Ramazan
ayında sofrada yoksullara da yer açmanın önemi büyüktür. Zaten bu
mübarek ayda tutulan oruçlar biraz da yoksul ve aç olanların haliyle
hallenmek değil midir?
Eski İstanbul’da Ramazan, yalnızca dini veçheleri ile değil
;toplumsal ve kültürel hayatın hemen her alanına nüfuz eden etkisiyle
yaşanmıştır. İbadetlerden yeme-içmeye, okuma-dinleme-öğrenme
alışkanlıklarından gezme ve eğlenmeye kadar hemen her alanda bir
Ramazan etkisi hissedilmiştir. Bu etki toplumun her kesiminde; en
fakirinden en zenginine, Müslüman’ından gayrimüslimine
imparatorluğun bütün katmanlarınca hissedilen ve yaşanan bir etki
idi.
Üç ayların girmesi ile beraber Ramazan’ın gelmesi
beklenmeye başlanırdı. Kandil gecelerinde yükselen manevi coşku
ile aydınlatılan cami, minare ve sokaklar adeta Ramazan’ın
geleceğini haber verir, Ramazan hazırlıklarını başlatırdı.
Ramazan’a hazırlık önce zihni bir hazırlık idi. Kandil geceleri
de bu zihni hazırlığın tamamlanma fırsatları idi. Ardından maddi
hazırlıklar gelirdi. Ramazan’a girerken İstanbul evlerden sokaklara ve
çarşılara, oradan cami ve türbelere kadar hummalı bir temizlik
faaliyetine şahit olurdu.
Ramazan hazırlıklarının güzel telaşlarından biri de alışveriş
idi. Bugün olduğu gibi eski İstanbul’da da Ramazan Ayı çarşı ve
pazara hareketlilik getirirdi. Bu alışveriş hareketliliğinde fakirler ve
ihtiyaç sahipleri de unutulmaz, onlar da nasiplendirilirdi. Ramazan
zengininden fakirine, çocuğundan ihtiyarına herkes için bir bolluk ve
bereket ayı idi.
5
Ramazan sofraları Osmanlı’da da oldukça bereketli sofralar idi. Peki sıradan bir Osmanlı ailesinin
iftar sofrası nasıl düzenlenirdi?
Osmanlılar zamanında Ramazan ayının gelmesiyle hânelere ve gönüllere bir şenlik doğardı.
Hanımlar bütün hünerlerini ortaya döker, birbirinden leziz ve Ramazana özel lezzetlerle sofraları
donatırlardı. Anne ve babalar Ramazanın tatlı telaşı içindeyken çocuklar da unutulmazdı. Ailenin yaşlı
fertleri çocuklara masallar anlatır, bilmeceler sorar, onları hem eğitir hem de eğlendirirlerdi. Evlenme
çağındaki kızlar ise; büyüklere hürmette kusur etmemek, sofra adabı, oturuş ve kalkışlarıyla büyükler
tarafından bir değerlendirmeye tâbi tutulurlardı. Ramazan boyunca devletin önde gelenleri ve varlıklı
kişilerin konaklarında büyük iftar sofraları kurulurdu. İftarların en görkemlilerinin yaşandığı sarayda sofraya
büyük siniler dizilir, saraylılar sofranın çevresine sıralanıp iftar açarlardı. Sofranın muazzam görüntüsü nefis
yemek kokularıyla birleşince, insanda bir imrenme duygusu meydana getirirdi. Top atılır atılmaz da duâlar
yapılır ve yemeklere hücum edilirdi. İftariyeliklerle başlayan iftar yemeğine hep birlikte kılınan akşam
namazıyla ara verilirdi. Namazdan sonra iftar sofralarında değişmez ilk yemek; et veya tavuk suyuyla
hazırlanan düğün, mercimek, yoğurt, pirinç çorbalarıydı. Ramazanın vazgeçilmez yemeği pastırmalı
yumurta ise sahanlar içinde yanında mutlaka Ramazan pidesiyle sunulurdu. Daha sonraki yemekler etinden
sebzesine, pilavından böreğine ev sahibinin gücüne göre yapılan lezzetlerdi. Kuru meyvelerden yapılan
hoşaflar, 60-70 kat yufkadan oluşan baklava, kazandibi, kabak tatlısı, keşkül ve Ramazana has bir tatlı
olarak bilinen gül kokulu güllaç ise iftar sofralarının vazgeçilmez tatlılarıydı.
Osmanlı döneminde her evde iftar zamanı için üç sofra kurulurdu. Birinde evin erkeği ve erkek
misafirler, diğerinde evin hanımı ve hanım misafirler, diğerinde de evin hizmetkarları ve davetsiz misafirler
olurdu. Burada dikkat edilecek durum evde hazırlanan üç sofrada da aynı yiyecek ve içeceklerin
bulunmasıydı. Mübarek Ramazan ayında dikkat edilmesi gereken ve özellikle vurgulanması gereken konu
da şüphesiz eşit yiyecek ikramıdır. Ramazan ayında Osmanlı’da da herkes eşit kabul edilir ve Allah’ın
bahşettiği tüm nimetler herkesle paylaşılırdı. Bir de yemek sonrasında ev sahibi gelen tüm misafirlere bir
kese para verirdi. Bu verilen paraya “diş hakkı” denir. Eski Ramazanlarda hassasiyetle üzerinde durulan
ancak şimdilerde unutulan geleneklerden biri de ‘Diş Kirası’dır. “Biz seni yemeğe çağırdık, sen bizim
yemeğimizi yerken dişlerin aşındı, bu da senin diş kiran” düşüncesiyle bu kese kese para dağıtılırdı.
Osmanlı’nın bu güzel ve ince düşünceleri medeniyetin en güzel göstergesidir.
6
Tarihçi yazar Talha Uğurluel, ‘Ramazan Medeniyeti’ konulu konferansında verdiği örnek ile
Osmanlı’da Ramazan sofralarının edep ve adabını çok daha iyi anlıyoruz. Talha Uğurluel, Osmanlı iftar
sofralarını şöyle anlattı: “En çok sorulan sorulardan biri de zengin iftar sofraları. Eğer o sofralara her
bütçeden insan oturuyorsa, her kesimden insan davet edilip çağırılıyorsa, zengin iftar sofraları makuldür.
Osmanlı bunu yapmış. Ama sadece zenginleri çağırıp lüks içerisinde bir iftar, uygun değildir. Osmanlı’da
kurulan yer sofralarının her birine bir isim verilirdi. Yasin, Tebareke, Amme gibi isimler… Sofrada kaç kaşık
varsa o kadar kaşığa sofranın adı yazılırdı. Kaşıklar bir sepete konur ve misafirlere girişte verilirdi. Sepetin
içerisinden kaşığı alan misafir, hangi sofranın kaşığı eline gelmişse o sofraya otururdu. Böylece sofralarda
ayrımcılık önlenirdi.”
Osmanlı döneminde namazdan sonra eğlence yerlerine gitmek adettendi. Özellikle
Şehzadebaşı’ndaki Direkler Arası en canlı eğlence merkezlerindendi. Tavuk Pazarı’ndaki semai kahveleri,
Şehzadebaşı’nda sergilenen kukla, Karagöz, ortaoyunu gösterileri, bazı ünlü meddahların devam ettiği
kahveler en çok ilgi gören eğlence mekânlarıydı. Kavuklusuyla, Pişekârıyla, davul ve zurnanın coşkulu
sesiyle, lavanta kokularıyla orta oyunu, bir başka âlemdi. Orta oyununda olaydan çok nükteye yer verildiği
için, oyuncular aralarında tespit ettikleri konuyu çoğu zaman taklit ve nükte üstüne nükte yaparak
hareketlendirir ve renklendirirlerdi. Eğlence; gazeller, semailer, koşmalar, divanlar, manilerle devam ederdi.
Kadınlar da evlerde toplanır, çeşitli eğlenceler düzenleyip maniler okuyarak sahur vaktine kadar hem
eğlenip hem de sahur yemeği hazırlarlardı. Sabaha karşı davulcuların okuduğu maniler, sahuru haber
verirdi.
Abdülhamit’in kızı Ayşe Sultan’ın, 1960′ta yayınlanan “Babam Abdülhamit” isimli kitabında şöyle
anlatılıyor: “Sarayda Ramazanlar çok güzel olurdu. Bir hafta evvel hazırlık başlardı. Temizlik yapılır, kiler-i
hümayundan bütün dairelere büyük sürahiler içinde türlü şuruplar, birçok iftariyelikler gelirdi. Ramazanın ilk
gecesi bütün dairelerin sofalarına altın yaldızlı kafesler kurulur, harem ağalarıyla bir imam, iki güzel sesli
müezzin gelirdi. İlahiler okunarak namaz kılınırdı. Gece kapılar açılır, sahur tablaları girer, top atılıncaya
kadar herkes ayakta kalırdı. Öğle üzeri de her daireye bir hoca gelir, vaaz verirdi. Akşam topla beraber
zemzem-i şerifle oruç bozulur, iftar takımları hazırlanır, buzlu limonatalar, şuruplar içilirdi… Sarayın harem
dairesi, Ramazanda adeta cami haline girer, herkes ibadetle vakit geçirirdi…”
Her Ramazan ayında içerleriz “Nerde o eski Ramazanlar” diye. Her genç önceki neslinden duyar bu
içerlemeyi ve tekrar tekrar devam eder. Hiç şüphesiz ki bizlerde ileride aynı şeyleri tekrar edeceğiz. Ancak
unutulmaması gereken değerlerimizi devam ettirmek için elimizden geleni yapmalıyız, yapmalıyız ki bu
güzel değerlerimiz yok olmasın. Her Ramazan’ın kendine has bir güzelliği vardır. Ramazan heyecanı ve
coşkusu ile Ramazan ayını karşılarsak ve o mübarek aya aynı değer ve özeni sürdürmeye devam edersek
her Ramazan eskisi gibi güzel gelecektir. Bu güzelliği veren de, bu ay içindeki rahmet, bereket ve mağfiret
gibi Rahmanî hediyelerdir.
7
Cem ARBAĞ
Müzik
ITRİ (BUHURİZADE MUSTAFA
EFENDİ)
ITRİ
(BUHURİZADE MUSTAFA EFENDİ)
Klasik Türk musikisinin en meşhur bestekarıdır. 1630 - 1640
yılları arasında İstanbul’da doğmuş ve 1711-1712 yıllarında yine doğduğu şehir olan İstanbul’da vefat etmiştir. Asıl adı Buhurizade Mustafa’dır, Itri ismini çiçekçilik ve meyvecilikle de uğraştığı için aldığı söylenmektedir. Itri hoş kokulu, bir yere sarılarak büyüyen çiçek gibi anlamlara gelmektedir. Buhurizade adının lakabı mı yoksa aile adı mı olduğu bilinmemektedir.
Çeşitli konularda, binin üzerinde eserleri olduğu söylenir ama bunların çok azı günümüze kadar taşınabilmiştir. Ait olduğu zamana göre çok iyi bir öğrenim görmüştür. Hafız Post, Nasrullah Vakıf Halhali ve Koca Osman Efendi gibi 17. yüzyılın önemli bestecilerinden faydalanmıştır. Itri Efendi Mevlevi tarikatına da girmiştir fakat Celaleddin Rumi gibi, musiki ile uğraşmasının Mevlevi tarikatı ile bir alakası yoktur.
Itri Efendi Sultan IV. Mehmed zamanında tanınmış olup tam
olarak beş padişah dönemi görmüştür.
8
Besteleri nedeniyle padişahlardan büyük ilgi görmüş ve padişahlar himayesine almıştır. Itri saray enderununda musiki dersleri de vermiştir. Padişahtan kendisine esirciler kethüdalığı görevini vermesini istemiş ve padişah da onun bu isteğini kırmamıştır. Itri’nin bu isteğinin, İstanbul’a getirilen esirlerin ülkesindeki müzik kültürü ile ilgili bilgileri edinmek ve müziğe karşı yeteneği olan esirleri yetiştirmek olduğu söylenmektedir.
Itri Efendi. çok yönlü bir kişiliğe sahip olup özellikleri sadece bestekarlıkla sınırlı değildir. Siyahi
Ahmet Efendi’den hat ve edebiyat dersleri almış, şiirler yazmıştır. Meyvecilikle de ilgilenen Buhurizade Mustafa Efendi’nin (Itri) Mustafa Bey adını verdiği armut cinsinin de yetiştiriciliğini yaptığı ve isim babası olduğu bilinmektedir.
Yahya Kemal Beyatlı’nın Itri için yazdığı bir şiir bulunmaktadır :
Büyük Itri’ye eskiler derler,
Bizim öz musikimizin piri;
O kadar halkı sevk edip yer yer,
O şafak vaktinin cihangiri,
Nice bayramların sabah erken,
Göğü, top sesleriyle gürlerken,
Söylemiş saltanatlı Tekbir’i.
UNESCO tarafından 2012 yılı Itri yılı ilan edilmiş ve çeşitli etkinliklerle Itri Efendi anılmıştır.
9
Günümüzde tedavülde olan yüz liralık banknotların üzerinde hayali bir resmi bulunmaktadır.
Bazı tarihçiler tarafından, hakkında anlatılan birçok şeyin efsane olduğu ve asıl gerçeklerin Osmanlı
arşivlerinde aydınlatılmayı beklendiği inanışı da vardır. Gerekli komisyonların kurulup musikimizin büyük isminin bilinmeyen hayatının ortaya çıkartılması en büyük arzumuzdur.
10
Ceyda CEVHER
Şiir
Çuf Çuf
Çuf Çuf
İki ham gece düşer
Firketeli saçımıza
Rüzgâr mı değen gizlice toprağa?
Silme yiğitlerin elinden tohum altımız
Belki
Eski bir uygarlık dişlisi
Henüz yaşanmadı altın çağı
Yeşil çınarın
Çığır açan cümbüş
Hiç masum olmamalı
Kitlesel kalplerimizin uyanışı
-Çınlıyor elma bahçelerinde buharı
Kalplerimiz tipik do-re-mi üçlüsü
Vicdanımız acemi flüt sesi
11
Elmalar kızarıyor
Çuf çuf
Ki iki gece kadar genç iken
İdrakımız
Elmalar kızarıyor
Çuf çuf
Uzunca boylu Beyler, Ablalar!
Gökten düşer pencerelerimize
Kırmızı elmalar
Hayatlarımız yeni pişmiş
Masallarımız yeni bitmiş iken
Yer, zaman, kişiden yoksun ağzımızda
Tek gözlü elmalar
Bitap düşer, gazap katar
Aslını hep koruyan yaralarımıza
Elmalar kızarıyor
Çuf çuf
Ki iki gece kadar genç iken
İdrakımız
Elmalar kızarıyor
Çuf çuf
Duymak
Hep dert
-Az biraz deli eden
Kıymıklanırken sesleri kırt kırt
Dertleşememek
Bir dahaki mucizeye kadar
Hepimiz kardeşiz!
Batmışız dibi kadar kulaklarımızın
Sağırlık tam on ikiden deli eden
Duymak
Hep dert
Az biraz deli eden
Elmalar kızarıyor
Çuf çuf
Ki iki gece kadar genç iken
İdrakımız
Elmalar kızarıyor
Çuf çuf
Dönüşebilir dillerimizde güzele
Efendilerin avuçlarında pişmemiş ağaçlar
Doğa
-Anamız babamız gibi sözünü
Dişlese sanrılarımızın Alhambra’sına
Canlarımızı yesek de yemesek de
Yüklenen narsistlik içlerimize
Elmalar kızarıyor
Çuf çuf
Ki iki gece kadar genç iken
İdrakımız
Elmalar kızarıyor
Çuf çuf
Ne var
Diğer pencerelerimizde?
Yoksun umutları tüm emilişlerin
Çatlamış sularından tadılmaz
Kapalı yolları geçilmez
Yere iniyor tüm dallar
Elmalar ölüyor
Çuf çuf
Ki iki gece kadar genç iken
İdrakımız
Elmalar ölüyor
Çuf çuf
12
Merve BURSALI
İnceleme
Karagöz ve Hacivat
Karagöz ve Hacivat
Ramazan denince akla gelen ilk şeylerden biri de şüphesiz ki
Karagöz oyunlarıdır. Karagöz, şeffaflaştırılmış deriden yapılan tasvir
olarak adlandırılan insan, hayvan veya eşya şekillerinin çubuklar yardımı
ile oynatılarak, arkadan verilen ışıkla beyaz perde üzerine yansıtılması
temeline dayanan gölge oyununun adıdır. Oyun adını Karagöz’den
almaktadır. Karagöz adı ile yaygın olarak bilinen bu oyuna, halk arasında
zaman zaman “Hacivat” adı da verilmiştir.
İftar sonralarının sabırsızlıkla beklenen eğlencesi Karagöz
oyunları, perdenin arkasındaki ışığın yanması, ardından nareke ve
tef gürültüsü ile birlikte göstermeliğin kalkması ve Hacivat Çelebi'nin
şarkı söyleyerek gelmesiyle başlardı. “Ne olur şu dört köşe perdede
bana da bir kafadar olsa ah bana bir eğlence medet aman
amannn…” diye Karagöz’ü çağırmaya başlar, izleyen kalabalık da
kahkahalarla gülerdi.
Sünnet düğünü denilince de akla Karagöz -Hacivat oyunu
gelirdi. Karagöz- Hacivat gösterisi yapılmayan bir sünnet düğünü
davetlilerden eksik not alırdı. Karagöz oyununun ayrıca saraylarda ve
konaklardaki eğlencelerde, kahvehanelerde, bahçelerde ve özel
ortamlarda oynatıldığı da bilinmektedir.
"Gölge oyununun kaynağı Güneydoğu Asya ülkeleri olarak
kabul edilir. Türkiye’ye gelişi hakkında ise değişik görüşler vardır.
George Jacob tarafından savunulan görüşe göre, gölge oyununun
Çin’den Moğollara geçtiği, buradan da Türklerin Anadolu’ya göçleri
sırasında beraberlerinde getirdiği şeklindedir.
Gölge oyununun Mısır’dan geldiğini savunan görüşe göre,
1517 yılında Mısır’ı ele geçiren Yavuz Sultan Selim, bir gölge oyunu
sanatçısının Memluk Sultanı Tumanbay’ın asılışını canlandırdığı
gölge oyununu izlemiş ve bu sanatçıları İstanbul’a getirtmiştir.
13
Türklerin de bu sanatçılardan gölge oyununu öğrenerek icra ettiği savunulmaktadır.
Karagöz’ün Türkiye’ye geliş tarihi ile Çingenelerin geliş tarihlerinin çakışması, Karagöz’de rastlanan
bazı Çingene özellikleri nedeniyle gölge oyununun Endonezya’nın Cava Adası’ndan ve Hindistan’dan
Türkiye’ye, Çingene oynatıcıları eliyle getirilmiş olduğu diğer bir görüştür.
Başka bir görüş ise, gölge oyununun Yahudiler tarafından İspanya ve Portekiz’den getirilmiş
olabileceğidir.
Karagöz ve Hacivat’ın gerçekten yaşamış kişiler olduğuna inanılarak ortaya atılan değişik görüşler
ve anlatılar da vardır. Bu konu ile ilgili anlatıların en yaygını şöyledir; “Karagöz ve Hacivat, Sultan Orhan
zamanında Bursa’daki Ulu Cami’nin yapılışında usta olarak çalışmaktadırlar. Sık sık işi bırakıp espriler
yaptıkları için, işçiler bunları izlemekte, inşaatın ilerlemesi engellenmektedir. Durumu gören Sultan Orhan,
Karagöz ve Hacivat’ı astırır fakat sonradan pişman olur, Şeyh Küşteri adlı biri Karagöz ve Hacivat’ın
resimlerini yapıp arkadan ışık vererek bir perdede oynatır”. Şeyh Küşteri Karagöz’ü yaratan kişi olarak
anılmaktadır. Karagözcüler, Şeyh Küşteri’yi pîr’leri olarak kabul ettikleri için, Karagöz perdesine “Küşteri
Meydanı” adını vermişlerdir".
Karagöz oyunu dört bölümden oluşur:
1. Hacivat’ın semai söyleyerek perdeye geldiği, perde gazelini okuduktan sonra Karagöz’ü çağırdığı
ve Karagöz’le Hacivat’ın kavga ettikleri giriş bölümüne “mukaddime” (başlangıç) denir. Bu bölümde
Hacivat’ın söylediği perde gazelinde, oyunun bir öğrenme aracı ve gerçeklerin göstergesi olduğu
belirtilerek felsefi, tasavvufi anlamı vurgulanır.
2. Bu bölümde Karagöz ve Hacivat’ın kişilik özellikleri ve karşıtlıkları vurgulanır. Muhavereler oyunla
ilgili olabildiği gibi, ilgisiz de olabilir. Bu bölümde, oyunun başkişileri olan Karagöz ve Hacivat
arasında geçen salt söze dayanan olaylar dizisinden sıyrılmış, somutlaştırılmış ikili konuşma yer
alır. Buna “muhavere” (söyleşi, diyalog) denilir. Muhavere, tekerleme biçiminde de olabilir. Bu
bölümde Karagöz ve Hacivat’ın kişilik özellikleri ve karşıtlıkları vurgulanır. Muhavereler oyunla ilgili
olabildiği gibi, ilgisiz de olabilir.
3. Asıl hikâyenin anlatıldığı, diğer tiplerin perdeye geldiği bu bölüme “fasıl” (oyun) adı verilir. Oyun,
buradaki konuya göre isim alır. Fasıl’ın sonunda oyuncular perdeden ayrılır Hacivat ve Karagöz
kalır.
4. Oyunun sonunun haber verildiği, Karagöz ile Hacivat’ın oyundaki espriler ve yanlış anlamalardan
dolayı seyirciden özür dilediği, bir sonraki oyunun duyurusunun yapıldığı bölüme “bitiş” adı verilir.
Oyunun başkahramanları Karagöz ve Hacivat’tır.
14
Karagöz: Oyunun başrol oyuncusudur. Okumamış, cesur, tepkilerini çabuk açığa vuran, çabuk
öfkelenip kavga eden, yalancılığa ve ikiyüzlülüğe tepki gösteren, gerçekçi bir halk adamıdır. Halk
diliyle konuşur. Oyundaki eğitimli tiplerin konuşmalarını anlamaz ya da anlamaz görünüp sözcüklere
ters anlamlar verir. Bu karşıtlıklardan gülünçlükler doğar. Kurnaz değildir.
Hacivat: Oyunun önemli iki kişisinden biridir. Karagözün tam tersi bir tiptir. İnce yüzlü sivri sakallıdır.
İyi eğitim görmüş, bilgili, arabulucu ölçülü, ağırbaşlı kişisel çıkarlarını önde tutan, kurnaz, içten
pazarlıklı nabza göre şerbet veren tüm mahallelinin akıl danıştığı, her kalıba girebilen esnek bir
kişiliktir. Müzikten edebiyattan anlayan her konuda biraz bilgisi olan bir işadamıdır. Karagözü
çalıştırarak onun sırtından geçinmeye çalışır.
Karagöz ve Hacivat dışında yer alan diğer tipler: Tuzsuz Deli Bekir, Çelebi, Matiz, Tiryaki, Beberuhi,
Arnavut, Yahudi, Rum, Acem, Arap, Kürt, Laz, Kastamonulu, Kayserili, Rumelili, Anadolulu, Efe,
Zeybek, Zenneler ile oyunun konusuna göre eklenen farklı tiplerdir.
15
Karagöz oyunları yazılı bir metne dayanmazlar. Sözel olarak nesilden nesle aktarılan
hikâyeler üzerinde zamanın şartlarına göre çeşitli eklemeler ve çıkartmalar yapılmıştır. Zaman
içinde dekor ve kostümlerle karakterlerin davranış ve konuşma biçimlerinde değişiklikler olmuştur.
Evliya Çelebi'nin aktardıklarından anlaşıldığına göre, bazı oyunların da değişmeden günümüze
kadar gelebildiği anlaşılmaktadır. Bazı oyunlar ise sonradan uydurulmuştur. Karagöz oyunlarının
ortak noktası çok karmaşık olmayan konularının önemsiz gündelik olaylar üzerine kurulu olmalarıdır.
Ezbere dayanan bu "açık ve esnek formlu" konular Karagöz ustasının yani "Hâyali"nin
doğaçlamasıyla seyircinin tepkisi ve günün getirdiği şartlara göre her seferinde başka bir şekle
bürünebilmekteydi. Bu nedenle Karagöz senaryolarının tam bir sınıflamasını yapmak zordur.
Musiki de Karagöz oyunlarının olmazsa olmazıdır ve başından beri her Karagöz oyununda
mutlaka yer almıştır. Klasikleşmiş Karagöz oyunlarında kullanılan musiki eserleri çok geniş bir
yelpaze oluşturur. Başta Osmanlı-Türk musikisinin değişik türleri olmak üzere Osmanlı
İmparatorluğu sınırları içinde yaşamış tüm etnik ve dini gruplara ait her tür müzik bu oyunlarda yerini
bulmuştur. Karagöz bu yönüyle de birleştirici bir sanat ürünüdür.
Karagöz gösterileri, toplumun her kesiminde takdir toplamış beğeniyle izlenmiştir.
Bu durum 19. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıfladığı
gerileme döneminde Karagöz sanatçılarının yöneticilerle ilgili eleştirilerinin artması, yöneticileri
rahatsız etmiş; siyasal taşlamalara yasak getirilmiştir. Hem siyasal yasaklamalar hem de Batı tiyatrosunun
19. yüzyılda Türkiye’ye girmesi, sosyal ve ekonomik değişiklikler Karagöz gösterilerine ilgiyi
azaltmıştır.
19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başı savaşlarla geçen bir dönem olduğundan Karagöz sanatçıları
gösteri yapma olanağı bulamamış, birçoğu sanatı bırakmıştır. Cumhuriyet döneminde, 1932 yılında Halk
Evleri ‘nin açılmasıyla Karagöz sanatçıları sanatlarını yeniden icra etme olanağını bulmuşlardır. 1952
yılında Halk Evleri’nin kapatılmasıyla Karagöz sanatçıları tekrar sıkıntılı bir döneme girmişlerdir.
Daha sonraki Karagöz çalışmaları, meraklıları tarafından bireysel çabalarla sürdürülmüştür.
1970 yılından sonra kurulan Kültür Bakanlığının destekleme çalışmaları, bu sanatın canlandırılması ve
yaşatılmasında etkili olmuştur.
16
Bursa Karagöz ve Hacıvat Anıtı
Karagöz Gölge Oyunu 2009 yılında “UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası
Temsili Listesi” ne kaydedilmiştir.
KAYNAKLAR:
www.karagoz.net Hayali Saraç Emin- Emin ŞENYER
tr.wikipedia.org/wiki/Karagöz_ve_Hacivat
aregem.kulturturizm.gov.tr/TR,12744/karagoz.html- Kültür Bakanlığı
Fotoğraflar: Google Görseller.
17
Mehmet GÖKDOĞAN
Şiir
İşte O Zaman Anlarsın
İşte O Zaman Anlarsın
Diyorsun ki ben neyim senin için
Ettiğin söz, söz müdür Allah aşkına
Nasıl anlatabilirim seni birkaç kelamla
Birkaç süslü sözle birkaç cümleyle
Tarifi imkansızdır bazı şeylerin bilirsin
Aşk gibi özlemek gibi senin adın gibi
Kelimelerin nasıl da yetersiz kaldığını
İşte o zaman anlarsın
Bir bakabilsen benim gözlerimle kendine
O vakit görürsün seni nasıl çok sevdiğimi
Aşkımın azametini işte o zaman anlarsın
Sevdamın kalenin surları gibi seni nasıl kuşattığını
Dualarımın çelik halat misali sımsıkı bir şekilde
Bizi, geleceğimizi nasıl da birbirimize bağladığını
Bir nefes gibi her dem yanında olduğumu
İşte o zaman anlarsın
18
Edib Rasljanin
İSLAMOĞLU
Deneme
Sorumluluk Ayı
Sorumluluk Ayı
İnsanların çoğu doğum gününü kutlar. Yılda bir kez
geldiğindendir ki o güne özel bir ehemmiyet verilir. O gün sanki
sadece ona aitmiş gibi bir kıymet atfeder. Sanki diyorum çünkü o gün
ortalama dünyada 19 milyon kişinin doğum günüdür. Olsun, yine de
o gün önemlidir.
Bazı önemli şahsiyetlerin doğum haftası hatta doğum yılı
kutlanır. Ama, bir şey var ki birçoğumuz bunun farkında olmaksızın
hem doğum gecesini hem de doğum ayını kutlarız: Kur’an. Hele bir
hatırlayalım “Kur’an ne zaman doğdu”? Kadir gecesi, Ramazan
ayında..
- Muhakkak ki Biz, O’nu (Kur’ân’ı) Kadir Gecesi’nde
indirdik. (Kadir suresi, 1)
- Ramazan ayı ki insanlar için hidayete erdirici ve doğruyu
yanlıştan ayırıcı olarak Kur’ân, Hüda tarafından o ayda
indirildi.(Bakara,185)
Evet, bizim için hidayet rehberi olan kitabın doğumu
vesilesiyle, Rabbimizin emri ile o ayı oruç tutarak kutluyoruz. Oruç
insanlık tarihinde ilk kez Kur’an’la emredilmemiştir. - Ey iman
edenler! Allah'a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden
öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. (Bakara, 183)
19
Ayetteki ifadeden orucu neden tutmamız gerektiği de söyleniyor: takvalı olalım, sakınalım,
sorumluluk sahibi olalım diye. Her ne kadar hedeflerden biri olsa da oruç tutmanın asıl sebebi, birçok kişinin
sandığı gibi açların halinden anlayalım diye değildir. Öyle olsaydı açlar oruç tutmazdı. Yine, her ne kadar
sağlık açısından faydalı olsa da oruç diyet için de tutulmaz. Oruçla nasıl sorumluluk sahibi olunur diye
sorulsa cevap herhalde şöyle olurdu: oruçluyken yediğine, içtiğine, konuştuğuna, dinlediğine, yapıp ettiğine
karşı sorumlu ol. Ev halkına, komşuna, akrabana, eş-dostuna karşı sorumlu ol. Yetime, yoksula, yolda
kalana, yalnız kalana sorumlu ol. Oruç tutmuyorsan tutanlara karşı saygılı ol, sorumlu ol. Mütevazi ol,
cömert ol. Dayanıklı ol.
* * *
- Benim işim çok zor, ben oruç tutamam.
- Doğru diyorsun, işin zor ama Allah bize orucu emrederken işimizin zorluğunu, havanın sıcaklığını
bilmiyor muydu?
- Elbet biliyordu canım ama ne yapayım? Patron kızıyor.
- Merak etme o da oruçlunun halini bilir. O da sorumlu davranır.
- Bizim patron ve müdür de tutuyor fakat odalarında klima var, onlara kolay..!
- Olsun! Senin orucun onlarınkinden çok daha kıymetli, emin ol.
* * *
Oruç, midelerin aç ama ruhların tok olduğu muhteşem bir arınma vesilesidir. Rabbimizin ekstra ödül
vereceği, yapılan iyiliklerin, bonusların cömertçe dağıtıldığı ikram mevsimidir. Oruç kameri takvime göre
tutulduğundan yılın her mevsimine denk gelir. Bu sene de en zahmetli zamana rast geliyor mübarek
Ramazan. Her nesil yazın en uzun günlerine oruç tutma fırsatına ve onun muazzam sevabına sahip olmaz.
Susamış dudakların suya en çok hasret kaldığı uzun, kavurucu günlerde oruç tutan şanslı nesillerdeniz –
farkında mısınız?
20
Sahir ÜZÜMCÜ
Şiir
…
…
Günde beş vakit namaz kılmamızı emredeceğine,
Günde iki kerecik sözümüzü tutmamızı isteseydin ya?
Yılda otuz gün nefsimizi temizleyeceğimize,
Her gün temiz kalmayı öğretseydin ya gönüllerimize?
Hayatımızda en az bir kere hacca gitmemiz seni mutlu edermiş,
Ama dememişsin "Sevginiz, beni her gün ziyaret etsin." diye.
Yılda bir kez kan dökeceğimize ulu orta,
Her gün çiçekler eksek, girer miyiz günaha?
Malımızın bir bölümünü fakirlere vereceğimize,
Fakirliğin olmadığı bir hayatı layık görmedin mi bize?
Bir sürü dinler verip de bizi birbirimize düşüreceğine,
Yılanı sokmasaydın ya cennet bahçesine…
21
Sunay GÜLSOY
Deneme
Kimsesizlerin Kimsesi
Kimsesizlerin Kimsesi
Efendim,
Bar varmış, bir yokmuş. Allah`ın kulu çokmuş. 1877 Osmanlı-
Rus Savaşı sonrası İstanbul`a dört yüz bine yakın göçmen gelmiş.
Sokakları evsiz, barksız, kimsesiz çocuklar, dilenciler kaplamış. Halk
çaresiz kalmış. Sokak köşelerini fısır fısır konuşan insanlar kaplamış.
Zamanın padişahı II. Abdülhamit Han durumlara bakmış bu iş böyle
olmayacak diyerek kolları sıvamış. Bütün bu kişileri bir araya toplayıp
ıslah etmek, sanat sahibi yapmak, kimsesizlerin son ömürlerini huzur
içinde yaşamalarını sağlamak için bir DARÜLACEZE kurulmasını
fermanla emir buyurmuş. Buyurmuş buyurmasına da bu işin maliyeti
çok tuzluymuş. Nasıl yapalım diye çözüm yolları aranırken gönülleri
yüce olan halk, padişahlarını bu yolda yalnız bırakmamış. Herkes üç
beş kuruş neyse vermiş, paralar birikmiş. Nihayetinde birlikten kuvvet
doğar sözünün neticesiyle 31 Ocak 1896 tarihinde bu güzel yuvanın
temelleri Sultan Abdülhamit Han tarafından atılmış.
Yaklaşık 119 yıldır hizmet veren bu yuva 29.000 i çocuk
olmak üzere 72.000 kişiye ev sahipliği yapmış. Çocuklar için 50,
yetişkinler için ise 645 yatak, geceleri bu insanları koynuna alırmış.
Dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan bir görüntü bu yuvanın
bahçesinde başrol oynamaktaymış. Büyük dinlerin
ibadethanelerinden cami, kilise ve havra görenleri kendine hayran
bırakmaktaymış.
Burada yaşayan insanların doktorları, psikologları bir de
onları çok seven sevgi gönüllüleri varmış. Hep beraber kimsesizlik
dürtülerine savaş açmışlar, yaralı ruhlarını iyileştirmişler, bir de
üretkenlik temasıyla atölye çalışmaları yapmışlar ve yapmaktalarmış.
Kötülerin kendilerini var etmeye çalıştığı ülkemde, iyilerde
iyilikle onları yok etmeye çalışacak elbette… Yaşasın yürekleri iyi
olanlar, sihirli değneklerini iyilik yolunda kullanıp ellerinden
bırakmayan sihirbazlar, iyilik perileri… Onlar iyi ki varlar.
22
Aradan geçen o kadar zamana inat iyilikle beslenip kalplerinde kötüye asla yer vermeyen kervana
Selim YUHAY isimli iyilik prensi bir mimar katılmış. Bu mimar öyle şeyler yapmış ki… Üç evreden oluşan
insan ömrünün bir dönemine muhakkak girip sihir tozlarını oraya bırakarak insanların yüzlerinde gülücük,
yüreklerinde mutluluk isimli karakterler oluşturmuş. Kiminin en çok istediği kırmızı mutfağı, kiminin yıllardır
sahip olamadığı mor salonu, kiminin yıllardır hayalini kurduğu ama bir türlü yatamadığı yatağı ve yatak
odasını, yeni başlangıçları onların hayatına armağan etmiş.
Geçenlerde kimsesizlerin yuvası DARÜLACEZE`de neler neler yapmış?
Doğuştan ama olan Necla Teyzem, Şair ve Ressam olan Turan Amcam, görme yetisini yitirmiş
Mehmet Amcam, Türkiye`nin ilk engelli dalgıcı Belgin Ablam, felci kendi iradesiyle yenen Sabahattin Abi,
“Anne olmayı çok isterdim.” diyen şeker lokumum Füsun Teyzem, hayatının ilk gününde sokağa atılıp koca
bir ömrünü yurtlarda büyüyerek geçiren Ayşe Ablam ve daha niceleri… Onlar başkalarının gökyüzünde
sığınacak yer bulamayıp kuruyan dallarında kanatları kırılıp koparılanlardan sadece birkaçıymış.
Kimsesizlerin kimsesi olan Darülaceze`de kanat çırpanlardan bazılarıymış.
Efendim, insanın kendisine ait bir yuvasının olması meğerse ne kadar önemliymiş. Bizim iyilik prensi
bu kez de bizimkilere söz vermiş. Sizlere öyle bir salon yapacağım ki içerisinde sandalyeler yerine
koltuklarınız, dama ve satranca dönüşen masanız, baloncuklu tablonuz, sesiyle görüntüsüyle yüzmek
isteyeceğiniz akvaryumunuz, Füsun Teyzem için illaki kiliminiz, başınızı yukarıya kaldırdığınızda
gökyüzünüz olacak demiş. Bana da iyilik prensesleri Linet, Fatmagül, Safiye ve iyilik prensleri Hayrettin,
Enbe Orkestrasından Behzat Gerçeker yardım edecekler demiş. Hem Külkedisinin masalındaki gibi gece
12`den sonra ne bu salon balkabağına ne de siz fareye dönüşeceksiniz demiş ve dediğini de yapmış.
Cümle alem yapılanlara hayran kalmış. Yüzler hep gülmüş, herkes mutlu olmuş.
Gökten üç sevgi bulutu düşmüş. Bu bulutlardan birincisi bütün bu yazdıklarımın mimarı Selim
YUHAY`a ve ekibine, ikincisi bu yazıyı yazmamdaki sebep DARÜLACEZE sakinlerine, üçüncüsü de siz
değerli okurlarımızın kalbine…
Bu hikâye özel bir tv kanalında yayımlanan “Evim Şahane” programının bir bölümünden esinlenerek
yazıldı. Bu kadar karmaşanın, gürültünün içerisinde birazda H-U-Z-U-R, birazda gülen gözlerin olmasına
sebebiyet veren ecdadı olduğum için gurur duyduğum Sultan II. Abdülhamit Han`ı saygıyla ve rahmetle
anıyorum.
Lokumum Necla Teyzem, dilerim ki o istediğin şömineli evi ve üzerine basabileceğin kilimi bir de
uzanacağın kanepeyi Mevla’m sana tez zamanda nasip etsin.
Son olarak da “Allah Razı Olsun” kelimesini defalarca duymak ve kalplerde yaşamak ümidiyle…
Sevgiyle…
23
Rıza GEDİKOĞLU
Tiyatro
Özay ÖZGÜLER İle Tiyatro Üzerine
Özay ÖZGÜLER İle Tiyatro Üzerine
R. Gedikoğlu: Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?
Ö. Özgüler: 1980 yılının şubat ayında on aylık olarak dünyaya
gelmiş biriyim. Annem ve babam Tekel Sigara Fabrikasından
emeklidir. Ortaokula kadar anneannem beni büyüttü. Standart,
normal bir adamım :)
R. Gedikoğlu: Tiyatroya ilginiz ne zaman ve nasıl başladı?
Ö. Özgüler: İlkokul öğretmenim Kamil Başarmışın hevesimi görüp
hadi tahtaya çık bize bir şeyler anlat demesiyle başladı. Ondan sonra
hiç susmadım zaten (gülüyor) . Ege Üniversitesinde okurken yurt
tiyatrosunda yürüyen bir ağaç rolü ile başladı diyebilirim. Sonrasında
Bornova Belediyesi Şehir Tiyatrolarının sınavını kazandım.
Eğitimlerimi sürdürdüm.
R. Gedikoğlu: Size tiyatroyu sevdiren ya da örnek aldığınız
üstat ya da üstatlar mutlaka olmuştur. Kimlerdi bu üstatlar?
Ö. Özgüler: En başta ilk hocam İzmir DT oyuncusu Ekrem Koçacal
tiyatroyu gerçek anlamda anlamama ve âşık olmama sebep
olmuştur. Değerli Hocam Haldun Dormen ve Ümit Çırak'ın da bakış
açımı fazlasıyla değiştirdiğini ve olgunlaştırdığını söyleyebilirim.
Birçok oyuncuyu örnek alır ve beğenirim tabi ki, Genco Erkal, Erdal
Beşikçioğlu, Murat Daltaban, Nadir Sarıbacak önde gelenleridir.
R. Gedikoğlu: Çevrenizden, ailenizden tiyatro ile ilgilenen biri
var mı?
Ö. Özgüler: Ailemde tiyatroyla ilgilenen kimse yok. Babam tiyatro
sevdalısıdır, hep oyuncu olmak istemiştir. O zamanın şartları
nedeniyle ailesine bakmak zorunda kalmış ve olamamış, şu anda
ben onun ve kendimin hayallerini gerçekleştiriyorum.
24
R. Gedikoğlu: Bu mesleği istediğinizde aileniz ve çevrenizin tepkileri nasıldı?
Ö. Özgüler: Anne ve babam oyuncu olmamı canı gönülden istemediler. Türkiye’deki zorluları sebebiyle
başka sektörlerde çalışmamı istediler. Bende işletme diploması aldım. Şimdi oyunculuk yapıyorum :) En
büyük destekçim ve şansım her zaman yanımda olan eşimdir.
R. Gedikoğlu: Tiyatro deyince ilk aklınıza gelen nedir ya da şöyle sormak gerekirse sizin için tiyatro
ne ifade ediyor?
Ö. Özgüler: Öyle ağdalı ve yüce sözler söyleyemeyeceğim. Diş hekimliği, ayakkabıcılık, mobilyacılık gibi
bir meslektir öncelikle. Tiyatroyu farklı kılan bunların hepsi olabilme gücüdür. Hayatın ta kendisi değildir,
hayattan daha güzeldir.
R. Gedikoğlu: Tiyatro alanında akademik eğitim aldınız mı?
Ö. Özgüler: 1998 yılında İzmir Dt oyuncusu Ekrem Koçacal’dan oyunculuk eğitim aldım. Bornova
Belediyesi Şehir Tiyatrolarında eğitimimi sürdürdüm. Haldun Dormen’in Genel Sanat Yönetmenliğinde
müzikallerde yer aldım. Son olarak 3Motada (Ümit Çırak modern oyunculuk atölyesinde) eğitimimi
tamamladım. Halen eğitim almak için çırpınıyorum.
R. Gedikoğlu: Son yer aldığınız proje hangisi?
Ö. Özgüler: Bu sezon kendi tiyatromuz Tiyatro Antrenin ''Gitmek'' ve Oda Tiyatrosunun '' Tek Gecelik Aşk''
oyunlarını sahneledik.
R. Gedikoğlu: Ben şu oyun türünde daha iyiyim dediğiniz bir tür var mı? Mesela ben kaliteli dram
oyunlarını çok severim. Fakat ülkemizde dramın pek istenilen rağbeti görmediğine inanıyorum. Sizin
fikriniz nedir?
Ö. Özgüler: Hiç ayırt etmedim diyebilirim. Bir oyunun dramaturjisi ve rol kişisi yaratılırken dram veya
komedi diye de ayırmıyorum süreç beni oraya itiyor. Tiyatronun bir eğlence aracı olarak algılanmadığı
zaman geldiğinde dram da istenilen rağbeti görecektir. Hatta görmeye başlamıştır diyebilirim.
25
R. Gedikoğlu: Sizce tiyatro oyunculuğunun diğer oyunculuklara göre meşakkatleri nelerdir? Ayrıca
ülkemizde tiyatronun gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Ö. Özgüler: Diğer oyunculuklarda bazen yakışıklı veya güzel olmanız yetebilir, bazen sesiniz kötüdür ama
güzel dublaj yapan birini bulursunuz, yönetmeniniz çok sabırlıdır bazen 50 kere de çeksem ben bu adamı
oynatırım, der.
Tiyatro mahallenin en güzel, en vefalı ama bir yandan da en kaprisli kızıdır. Onun için sabırlı, eğitimli,
çalışkan, azimli, kendini sürekli yenileyen biri olmalısıdır. Beden diliniz, diksiyonunuz, vurgularınız, hayal
gücünüz, vücut esnekliğiniz, doğru nefes alıp vermeniz, vücudunuzun ve beyninizin sağlıklı olması, vb
birçok şeyde kendinizi sürekli geliştirmeniz gerekir.
R. Gedikoğlu: Dizi, reklam oyunculuğu da yapıyorsunuz. Dizi sektörünün tiyatroya olan rağbeti
azalttığını düşünüyor musunuz?
Ö. Özgüler: Aslına bakarsanız ben tam tersini düşünüyorum. Dizilerde oynayan popüler oyuncuları izlemek
için insanlar tiyatro salonlarını dolduruyorlar. Bu da tiyatro açısından mutluluk verici. Diziler sayesinde
oyuncular para kazanıp gerçek sevdaları olan tiyatro sahnesinde performanslarını gösterebiliyorlar. Tabi ki
dizi ve tiyatro arasında büyük farklar var. Günümüz dizilerinin birçoğu izleyicilerin zihinlerini boşaltırken
tiyatro düşündüren ve dolduran bir olgu oluyor.
R. Gedikoğlu: Son olarak, sizin eklemek istediğiniz ve okuyucularımıza söylemek istediğiniz var
mı?
Ö. Özgüler: Tiyatroya gelin, çok güzel :) Bana bu imkân verdiğiniz için sizlere teşekkür etmek isterim.
26
Cem TEPEKÖYLÜ
Şiir
Duymak İstiyorsak
Duymak İstiyorsak
Duymak istiyorsak dinlemeliyiz
Anlaşılmak istiyorsak söylemeliyiz
Yaşamak istiyorsak sevmeliyiz
Dost istiyorsak yüreğimizi açmalıyız
Zenginlik istiyorsak vermeliyiz
İnanmak istiyorsak güvenmeliyiz
Kazanmak istiyorsak direnmeliyiz
Farkındalık istiyorsak görmeliyiz
Anlamak istiyorsak kendimizi eğitmeliyiz
Özgürlük istiyorsak okumalı bilgilenmeliyiz
Düzen istiyorsak çalışmalıyız
Refah huzur istiyorsak kadınlarımızı eğitmeliyiz
Mutluluk istiyorsak bilinçlenmeliyiz. ...
27
Merve ÇETAK
Arkeoloji
Antik Mezopotamya’da
Din
Antik Mezopotamya’da Din
İnsanoğlu var olduğundan bu yana bir inanış
içgüdüsüyle yaratılmıştır. İlk din olgusu bu yaradılış biçimiyle
içgüdüsel olarak şekillenmiştir. Paleotik dönemden
başlayarak din olgusu çeşitli yönde yol almıştır. Dört kitaptan
önce Antik dönemde Şamanizm, Budizm, Zerdüştlük,
Çoktanrılılık gibi dinler ortaya çıkmıştır. İnsanoğlu, tanrıyı
somutlaştırmış; güneşi, ay’ı, doğayı tanrı olarak seçmiştir.
Nasıl günümüzde camiler, kiliseler, sinagoglar varsa Antik
dönemde de Tanrılar için muazzam tapınaklar inşa
etmişlerdir.
Antik Mezopotamya dini, kayıtları bilinen en eski
dindir. Antik Mezopotamya dininin temelleri Erken Sümer
Hanedanları tarafından atılmış, daha sonra oluşan uygarlıklar
ve bölgeye yerleşen kavimler bu dini yapıyı benimsemiştirler.
Her ne kadar bölgenin bölümleri arasında farklılık gözlense
de temel dini figürler, destanlar ve inanışlar aynı kalmıştır.
Sümerce "evren" sözcüğü an-ki'dir. Bu tanrı An (veya Anu) ve
tanrıça Ki'yi işaret eder. Bu çiftin çocuğu Enlil, hava tanrısıdır
ve zamanla Sümerlerin ve daha sonraki kavimlerin baş tanrısı
olmuştur.
Destanlar çoğu zaman hem tarihi hem de
dini/mitolojik öğeler taşımaktaydı.
28
Yine tarihi kayıtlarda da dini ve mitolojik unsurlara rastlanır; örneğin, kral listelerinde mitolojik
unsurlarla gerçekler karışık biçimdedir. Daha sonraları ortaya çıkan birçok dinde de geçen ve
araştırmacılarca Mezopotamya kaynaklı olduğu düşünülen anlatılara "Tufan" ve "Yaratılış" örnek
olarak verilebilir.1
Mezopotamya mitolojisi Sümer, Akad, Asur ve Babil odaklı olmakla beraber bölgeyi etkilemiş
sayısız halkın mitolojilerinden yoğun biçimde etkilenmiştir. Politeistik (Çoktanrılı) bir din olan
Mezopotamya dininin tanrı ve tanrıçaları zaman içinde isim değiştirse de özellikleri genelde aynı
kalmıştır. Bazı önemli Tanrı ve Tanrıçalar şunlardır:
-An, Sümer gök tanrısı daha sonraları Anu olarak anılmaya başlanır. Ki ile evlidir fakat diğer
Mezopotamya dinlerinde Uraš olarak anılan bir eşi vardır.
-Marduk, Babil'in baş tanrısı.
-Gula veya diğer bölgelerde Ninişina, şifa tanrıçasıydı. Birisi hastalandığında şifa için ona dua
edilirdi.
-Nanna (bazı bölgelerde Suen, Nanna-Suen veya Sin), ay tanrısı. Enlil'in çocuklarındandı.
-Utu (Šamaš veya Sahamaş), güneş tanrısı.
-İşTar, Asurlu aşk ve cinsellik tanrıçası. Sümer tanrıçası İnanna'dan köken aldığı düşünülür.
-Enlil, Mezopotamya dininin en güçlü tanrısı olarak görülürdü. Karısı Ninlil çocukları ise: İnanna,
Iškur, Nanna-Suen, Nergal, Ninurta, Pabilsag, Nuşu, Utu, Uraš Zababa ve -Ennungi.
-Nabu, yazı ve bilgelik tanrısı.
-Ninurta, Sümer savaş tanrısı.2
Bu zamana kadar yüzlerce toplum, yüzlerce Tanrıya inanmıştır. Bütün dinleri bir süzgeçten
geçirdiğimizde geriye şu sözcükler kalır:
İyi ahlaklı ve erdemli olmak…
1 Nissen 2004: 36 2 Nissen 2004: 38
29
Barış ÇELİMLİ
Şiir
Yüzünden Uzak
Yüzünden Uzak
Yağız atlarla yarıştım hepsi geride kaldı
Yetişebilmek için salyangoza
Evet, bir kumardı ömrüm,
Çocukluğum tura, gençliğim yazı
Dik duramadım.
Sonra düştüm bir kuyunun dibine
Kurtulayım diye kazma verdiler.
Gülüşüme tuz serpiyor zamanın avuçları
Gözlerimin acısı hiç dinmiyor.
İğne olup batan sensin etim seni acıtıyor
Çünkü sona geliyoruz sevgilim.
Sular yorgun akıyor ve dillerimiz ıssız
Sözümüz, sesimizin çukurlarında durgun
Yağmur yağsın istiyoruz durup dururken
Islanırsak arınırız zannediyoruz.
30
Arabalar hızla geçiyor dolmuşlar tıklım tıklım
Gemiler yorgun sularda.
İçimizde son bir bulut ıslanmış yağacak belli
Bir tren kalkacak Eskişehir’den
Bir daha dönmeyecek
Eriyecek raylar ağaçlar kuruyacak,
Artık sona geliyoruz sevgilim.
Boş sepetlerin hüznüne çürüyor kiraz,
Kuruyan çiçek için yas tutuyor kelebek.
Bir avuç toprağa gizlediğimiz dağlar,
Yolumuza dizilecek.
Yarısına kadar içilmiş çay, soğumuş iki bardak
Henüz kırılmamış ama ne önemi var?
Bir düğme daha kopmuş gömleğimizden
Dar gelecek her şey biz büyüdükçe,
Bunu iyi biliyorduk.
Gökyüzü, şu ovalar, evimiz, odamız, eldivenimiz
Eskidik yan yana şehirlerde
Suları yorduk.
Nerde kırık bir dal görsek tutunacağız,
Bir orman daha kül oldu susalım artık
Çünkü sona geliyoruz sevgilim.
31
Hülya YETİŞ
Kişisel Gelişim
Sevgi Çayı
Sevgi Çayı
Gece son demlerini demlendiğinde ve artık vakti geldiğinde, ayrılığa
düşer gündüz..
Kendinden kendini çıkarır,çayın demi gibi ayrılır..Gündüz su
olur..Gece ise dem..
Karıştıkları vaktin büyüsünün tadını bilen bilir..Ayrıştıklarında ne
oldukları da bilinir..
Tanyeri ağarmaya başladığında vakit o vakittir..Muzdarip midir ayrılık
vaktinden her ikisi de?
Ya güneş kendini tam gösterip de karanlığı örttüğünde, yıldızların
havası söner mi? Ay tavır takınır mı ? Peki ya bulutlar..
Gece kimse bizi göremiyor diye ağır ağır süzülmeyi bırakırlar mı
gökyüzünde? Değil elbette!
Hiçbiri bırakmaz kendini neyse görevleri sürdürmeye devam ederler..
Var olan, varlığının hükmü gereğince kutsal olan görevlerini ifşa
eder.. Kaygıları yoktur,endişeleri yoktur bilinmek ya da görünmek
için..
Ayrılığın yeni bir doğuş olduğunu bilir gece ile gündüz..
Her yeni kavuşmayla demlenmenin keyfini yaşarlar..
Hoş.. aslında hiç ayrışmazlar..
32
Bir yerde biterken bir yerde başlarlar.. Uzayın derinliklerinde hep demlenirler.. Yıldızlar güneşle bir
olduğunu bilir.. Ay bulunduğu yerde hep nettir.. Bulutlar görünmeyi beklemez,özgürce salınır her daim
gökyüzünde..
Hepsi farkındadır kendinin.. Ne bir beklentileri vardır ne de bekleyişleri.. Çabalamazlar,olanın olması
gereken olduğunu bilirler,teslimiyettedirler..
Peki ya insanoğlu?
Bir ayrılığa düştüğünde, beklentilerine cevap bulamadığında, sevilmediğine inandığında, fark edilmediğinde
ne yapar?
Kariyerinde istediği şeyler olmadığında? Anlaşılmadığını düşündüğünde, başarısızım diyerek kafasını kuma
gömdüğünde ne olur?...
Bazen o kadar kaptırırız ki hayatın içine kendimizi bilmeden hırsa kapılırız. Hırs yorucudur, hırs kaprislidir
ve insanı denizin üstünde yürüyerek koşma hevesine sürükler.
Hırsın az bir kıvılcımı tetikleyici görünür belki ama devamı her şeyi yakıp yıkıp kül eder.. Aklıselim insan ise
bu tarz bir koşma hevesine girmez. Hırsın ne olduğunu bilir, kaynaklarına bakar, maksat denizde
ilerlemekse bunu nelerle başaracağının muhakemesini yapar. Kendini iyi tanır,güneş gibi,ay gibi,yıldız
gibi,bulut gibi bilir görevini..
Farklı suretteki insanlar gibi,ayrı özellikleri olduğunu bilir..
Bu yüzden her öğreti bize KENDİNİ BİL der,kendini tanı..
Nedir bu kendini tanımaktan maksat? Ve insanoğlu kendini tanımak için ne kadar çaba sarf eder?.
Başkalarını tanımaya, çözmeye ayırdığı vaktin ne kadarını kendine ayırır?
Peki ya kendini neden sadece aynalarda görür, çekidüzen verir de sonrasında kendine bir daha hiç
bakmaz?
Fiziksel bedenine gösterdiği çabanın onda birini iç dünyasına göstermez?
Çevresinde olana bitene pür dikkat kesilir oysa yargılar eleştirir, beğenmediğini söyler,şikayet eder..Varsa
yoksa başkaları ve onlara ait bilgiler..
Başkalarıyla ilgili bu merak da neyin nesidir? Niye kendini hiç merak etmez? Kimdir,nedir,ne yapması
gerekir,neleri başarabilir,en çok ne ister,nasıl mutlu olur,kendini gerektiği kadar seviyor mudur,memnun
mudur hayatından?
Değilse ne yapması gerekir?
Para ister,huzur ister,kariyer ün ister,iş aş ister,ev ister,araba ister ve dahi bir çok şey ister ama sadece
ister..
Adım atmaz.
33
Geçmişte tecrübe edindiyse birkaç adım atıp sonuç alamadıysa umudunu da yitirir. Keskin sirkenin küpüne
zarar verdiği gibi kendine zarar verir. İç dünyasında tüm bunları yaşarken o dış dünyasıyla ilgilenir, kamufle
etmeye çalışır kendini.
Varlığını kabul ettirme eylemine girer. Çünkü tüm bunlarla var olduğuna inanır.. Kendiyle ilgili yorumlarına
sürekli BEN diye seslenmeye başlar. Sesiyle varlığını benimser. Benlik duygusu ona kendi varlığını
hissettirir.
Kendini, kendine dengeleyebilmek için benlik inancı nüksetmeye başlar?
BEN VARIM.. diyebilmek içindir tüm çabalar. Zaten VAR olduğunun farkına varmaz!..
Benlik duygusu zamanla birlik olgusundan, evrende var olan, kendiliğinden olandan ayrıştırır kendini.
Doğadan,dünyadan,geceden,aydan,yıldızlardan her şeyden ayrıştırır.. Kişi benliğinde kaybolmaya başlar.
Oysa evrende ki döngü böyle midir?
Her şey bütüne hizmet halindedir. Biri olmadan diğeri olmaz. Birlik halinde görevlerini yerine getirirken
kendilerinin de farkındadırlar. Hem vardırlar hem birdirler hem de bütün..
Karanlık yanlarımızı ört bas etmeye çalıştığımız sürece benlik olgusundan hiçbir zaman çıkamayız ve
birliğin gücüne varamayız. Hatalarımızla, tüm karanlık yanlarımızla birlikte bir ve bütünüzdür.
Kıskandığınızı, utandığınızı ya da suçlu olduğunuzu, reddetme eğilimine girdiğiniz zaman bu duygularınızı
daha fazla güçlendirmiş olursunuz.
Ancak içinize dönerek ‘kendime karşı doğruyum, açığım ve netim’ dediğinizde bu fark ediş ve biliş haliyle
tüm negatif duygularınızla barışık hale gelmeye başlarsınız. Önce içinizde eritirsiniz ve serbest kalan her
duygu yerini sevgi ve empatiye bırakır.. Çözülemeyen tüm negatif enerjilerin nedeni İNKAR etmek ve
DİRENÇ göstermektir.
''Ben hiç yalan söylemem.''
''Ben dedikoduyu sevmem.'' gibi gölgelerin altına saklanarak, bunları yapanları gördüğümüzde yargılayarak
karanlığı aydınlattığımızı zannederiz. Oysa asıl karanlık kendi odalarımızdadır..
Işıkla doldurulmuş bir oda düşünün,bu oda sizin kalbinizin tam ortası.. Karşı tarafta ise karanlık odalar var
(kalbinizin içinde olumsuzluklardan dolayı ışığın ulaşamadığı odalar)..
Kişi, karanlık yanlarını keşfedip kabullendikçe ışık dolu oda açar kapılarını ve aydınlatır karanlıkları.
Karanlık yok olmaz aslında onlar hep vardır, egodadır(nefs)..
Ego dünyaya aittir ve aitlik hissi verir. Sevgi ise ÖZden gelir,İLAHİ olandan..
Ve ışıkla aşkla bütünleşen karanlık kendini orada yok eder,hiçliğe ulaşır.
Karışır demlenen geceye, sabaha uyanıp aydınlanır..
Var olanın içinde yok olur. Aydınlık, karanlığa hükmeder, ve aydınlattığı sürece karanlığı gömer kendi
varlığına.
34
Ama gömen de hoşnuttur,gömülen de..
Böylelikle “BEN”lik bilincinden “HİÇ”lik bilincine akmaya başlar kişi..
Benlikte fazlaca ego olduğunu bilir. Artık kendi varlığından emindir. Birilerine var olduğunu ispatlama
çabası gütmez. Yaratıcının bir parçası olduğunu O’nun ışığıyla aydınlandığını ve tüm karanlıkları yok
edeceğini bilir. Bu yüzden “BİR”lik bilincine bağlanmıştır. Çoğunluğun, yani “BİZ” olgusunun benlik
kelimesine ihtiyacı yoktur. Bedeninde çok şey olduğunu aynı zamanda okyanus da bir damla olduğunu da
bilir.. Hiçliğin içinde varlığını deneyimler,varlığında hiçliği.. Gücünü var olandan alır ve yoluna devam eder.
Tıpkı görünmeye ihtiyaç duymadan, gecede ilerleyen bulutlar gibi.
İşte burada özgüven başlar. Sanıldığının aksine özgüven bencillik değil bütünlüktür.
Özgüven sahibi kişi, kendinden o kadar emindir ki kendini anlatma ihtiyacına girmez. Düzeltilmesi gereken
yanlarının da farkındadır ve onu her keşifle aydınlatır..
Kendine güven ise farklıdır..Bu tıpkı bir kuşun dala konmasına benzer..
Ağacın dalında durabileceğini bilir kuş..Kendinden emindir..Durabilmesi, kendine güvenindendir..
Lakin dal kırıldığında kanatlarına güvenmiyorsa düşer..Güveni dal kırılana kadar sürer..
Kanatlarına güvenmesi ise özgüvendir..Dal kırılsa bile uçar gider..
Düşüncelerinde tereddüt yoktur..Ya uçamazsam diye korku yoktur..
Ne güzel demiş Mevlana:
''Neyi düşünürseniz o olursunuz''
Düşüncelerimizdeki korkular bize kendini dal kırılmasıyla gösterir bazen..Kendimize güvenden, özgüvene
terfi edebilmemiz için..
Ve her korku, aydınlanmayı bekleyen karanlık odalardır..
Kendinize bir iyilik yapın ve’’ korkularınızı'' aydınlatın… Yaşadığınız negatif durumların aydınlanmayı
bekleyen odalarınız olduğunun farkında olun... Keşkelerinizi, deneyimleriniz olarak değerlendirin..
Önemli olan yaşadığınız olay ya da durumları doğru değerlendirebilmektir. Aynı yanlışları tekrar
etmek,temcit pilavı gibi benzer durumları yaşamanıza neden olur..
Seçimlerinizde huzur ve mutluluğu tercih edin,dönüştürmek istediğiniz yanlarınızı sevgiyle kabul edin..
Ve bırakın içinizde ki sevgi aydınlatsın tüm odalarınızı..
İnsan, bilmediğinden korkar, yeni şeylerden korkma nedeni de budur. Değişime direnme nedeni de budur..
Oysa her değişimle bir kabuk atarız üzerimizden.. Atılan her kabukla kendi iç dünyamıza ineriz..
35
Orada gerçek aşkla birleşir ve huzura ereriz.Tıpkı gece ve gündüzün demlenmesi gibi kendimizle
bütünleşiriz..
Ve gece deminden çay koyar gönül bardağınıza ..
Aşk bahçenizde yudum,yudum yudumlarsınız SEVGİ ÇAYINIZI..
Dostlara da ikram edersiniz elbet..
Sevgilerimle…
Hülya Yetiş
(Yaşam Koçu-NLP-Kişisel Gelişim Uzmanı-Reiki MasterTeacher)
Kızılmavi Kuantum Yaşam Akademisi
36
HAZİRAN PROGRAMIMIZ
YAŞAM KOÇLUĞU EĞİTİMİ DEVAM
06 Haziran Cumartesi 10:00/18:00
USUİ REİKİ 3-A SEMİNERİ
24 Haziran Çarşamba 12:00/17:00
NLP PRACTITIONER EĞİTİMİ DEVAM
20 Haziran Cumartesi 10:00/18:00
USUİ REİKİ 2.AŞAMA SEMİNERİ
17 Haziran Çarşamba 12:00/17:00
USUİ REİKİ 1. AŞAMA SEMİNERİ
13 Haziran Cumartesi 11:00/18:00
BEDEN DİLİ VE ZİHİN HARİTALARI EĞİTİMİ
26 Haziran Cuma 18:00/21:00
ACCSESS BARS UYGULAMALARI
27 Haziran Cumartesi 11:00/18:00
YAŞAMDA BOLLUK VE BEREKET SEMİNERİ
28 Haziran Pazar 12:00/16:00
BİREYSEL TERAPİLER
4 Haziran Perşembe/11 Haziran Perşembe
Bilgi için lütfen,
[email protected] adresine mail atın..
ya da
https://www.facebook.com/kizilmavikuantumyasamakademisi
Bizi takip edin…
37
İsmail Can KARAKUŞ
Şiir
Hayatımın Lacivert Kıyıları
Hayatımın Lacivert Kıyıları
1.
O son kuş kadar özgürüm.
2.
Sırrı olmayan yaşayamaz
Tabi acısı da.
3.
Sanki her şey olması gerektiği gibi
ve ben sadece buna takılmış gibiyim.
Acılar eksiksiz yerinde, her şey
deli gibi dönüp duran kuş sürülerine benziyor.
4.
İnsan çoğu zaman canlı bir varlığın içinde
cansız durumdadır ama fark etmez.
38
5.
Elbette en çok içimizdeki çocuk üzülür.
6.
En çok acıdan mı yapılır insan?
7.
Çok çirkinim şiir yazmaya mecburum.
8.
Defalarca yere çakılmış olanlar
kanatlarının bir kere daha kırılmasından
korkmazlar
Hem belli bir eşiğe varanlar
artık acı bile duymazlar!
39
Birgül AL
Deneme
Ramazan Ayına Girerken
Ramazan Ayına Girerken
Ramazan ayı, ay takvimine (aya göre hesaplanan) göre,
dokuzuncu ayın adıdır. Ramazan ayının dinimizde büyük bir önemi
ve diğer aylar arasında seçkin bir yeri vardır. Çünkü kutsal kitabımız
Kur'an bu ayda indirilmeye başlanmıştır. Kur'an'da bin aydan daha
hayırlı olduğu bildirilen "Kadir Gecesi" yine bu ay içinde kutlanır.
Ayrıca İslam'ın temel ibadetlerinden olan oruç da bu ayda tutulur. Bu
nedenle Ramazan ayı, Müslümanlar için en kutsal aydır ve ona "on
bir ayın sultanı" denilmiştir.
''Berat Kandili geçince evde Ramazan hazırlığına başlanırdı;
iki hafta süren bu hazırlık esnasında evler, baştan başa yıkanır,
günlerce tahta gıcırtıları, İstanbul şehrine, sokaklarından kağnılar
geçen bir Anadolu kasabası ahengi verirdi.''
''Söz çocukluktan açılınca, insanın “Ramazan geldiğinde
hatıralardan başka ne anlatılır ki? “ şeklinde düşüneceği geliyor. Hele
de bir Anadolu şehrinde ikamet ediyorsanız ve Ramazanın oradaki
yaşantıya kattığı güzelliklerin her biri, büyük şehirlere oranla, hâlâ
daha tadına varıla varıla ve topluca yaşanılıyorsa, şimdi mazinin bir
parçası olmuş o eski günlerden bahis açmak daha kolay ve tatlıdır.
Tadı ağzımızda kalmış, lezzeti dimağımıza çıkmamacasına
yerleşmiş eski Ramazanların yanında; bugünün koşuşturulan, telaş
içerisinde geçirilen ve anlamı üzerinde bile yeterince düşünülemeyen
Ramazanlarının gelecekte anlatılacak yönleri herhalde daha azdır.
Yoksa; “... her kaybettiğimiz şey gibi o da mı bize güzel geliyor? ”
Gerçi bu düşüncemizi, “Hep eski Ramazanlar diyerek nereye varmak
istiyorsunuz? Şimdilerde çocukluğunu yaşayanların Ramazan
hatıraları daha mı renksiz, neşesiz ve tatsız olacaktır o halde...”
diyerek eleştirenler de çıkabilir. Bu karşı çıkışta haklı noktalar
mutlaka var. Ancak, bizim büyüklerimiz için de öyle değil miydi?
40
Şimdi geçmişin dünyasında kalmış, o zaruret, o yokluk ve kıtlık yıllarında tuttukları oruçları
anlatırken bile, ön plana bir güzellik gelip yerleşmez miydi ve biz onları ağzı açık dinleyip heveslenmez
miydik? Bizden sonra gelecekler için de, bu kadar olmasa bile, yine buna benzer sahnelerin yaşanacağını
sanıyoruz. Fakat şurası bir gerçek ki eskinin durağan, ilişkileri daha sağlam, daha inandırıcı, daha samimi
dünyasında tutulan oruçların, yaşanan günlerin tadı elbette ki bir başkaydı.
Hemen çoğu kişi, her Ramazan geldiğinde, geçmişin perdesiyle kaplanmış günlerdeki oruçlara,
aldığı iftarlıklara, çocuk ruhunda bir başka yer tutmuş ezanlara, teravih namazlarına, bin bir nazla kalkılan
sahurlara ve en önemlisi; o günlerde gördüğü sevgiye ve şefkate, komşuluk ilişkilerine yeniden döner.
Hatıralar şeridini geriye alarak, yeniden seyreder geçmişe gönderdiği, hüzünle ve hasretle andığı
zamanları... O günleri bir daha yaşayamayacak oluşuna üzülür ve "Ah Ramazan günlerinde gördüğüm
sevgi " diyerek, duygularına mısraları tercüman kılar.''
Ramazan ayının başlamasına sayılı günler kala, bu kutsal ayın tüm İslam dünyasında hazırlıkları
sürüyor. Heyecanlı bir bekleyiş, birlik ve beraberliğin pekiştiği, dayanışma ve yardımlaşmanın güçlendiği
Müslümanlarca bu kutsal ayın, dini inancı çoğu İslam olan Türkiye'de de hazırlıkları devam ediyor. Çarşı ve
pazarlarda, büyük marketlerin standlarında göze çarpan bu hazırlık, iftar sofralarının vazgeçilmezi ve
orucun açmanın sembolü hatta sevabı olan hurmanın raflara yerleşmesi şeklinde göze çarpıyor.
Ramazan ayını önemli kılan etkenlerden biri de, dinimizin temel ibadetlerinden olan orucun bu ay
içinde tutulmasıdır. Yüce Allah Kur'an'da "…Kim Ramazan ayına ulaşırsa oruç tutsun" (Bakara suresi, 185.
ayet) buyurarak, ramazan ayında oruç tutulmasını emretmektedir. Bu nedenle Müslümanlar ramazan ayı
boyunca oruç tutarlar. Ramazan ayı oruç, ibadet ve sabır ayıdır. Allah'ın rahmet ve bağış kapılarının
açıldığı aydır. Sevgili Peygamberimiz, ramazan ayında içtenlikle yapılan dua, ibadet ve iyiliklerin Allah
katında daha değerli olacağını bildirmiştir.
Açıktan oruç yiyen, bu aya hürmet etmemiş olur. Namaz kılmayanın da, oruç tutması ve
haramlardan kaçınması gerekir. Bunların orucu kabul olur ve imanları olduğu anlaşılır.
* Ramazan-ı şerifte, oruç tutmak çok sevaptır. Özürsüz oruç tutmamak büyük günahtır. Hadis-i şerifte,
(Özürsüz, Ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, Ramazandaki o bir
günkü sevaba kavuşamaz) buyuruldu. [Tirmizi] (Ama dini bir mazeret varsa oruç tutmamak günah olmaz.)
* Ramazanda oruç tutmak hakkındaki hadis-i şeriflerden birkaçı şöyle:
(Ramazan ayı mübarek bir aydır. Allah ü Teâlâ, size Ramazan orucunu farz kıldı. O ayda rahmet kapıları
açılır, Cehennem kapıları kapanır, şeytanlar bağlanır. O ayda bir gece vardır ki, bin aydan daha kıymetlidir.
O gecenin [Kadir gecesinin] hayrından mahrum kalan, her hayırdan mahrum kalmış sayılır.) [Nesai]
* (Ramazan ayında oruç tutmayı farz bilip, sevabını da Allah ü Teâlâdan bekleyerek oruç tutanın günahları
affolur.) [Buhari]
* (Ramazan orucunu tutup ölen kimse, Cennete girer.) [Deylemi]
* (Ramazan ayı gelince, "Ey hayır ehli, hayra koş! Şer ehli, sen de kötülüklerden el çek" denir.) [Nesai]
* (Ramazan bereket ayıdır. Allah ü Teâlâ bu ayda, günahları bağışlar, duaları kabul eder. Bu ayın hakkını
gözetin! Ancak Cehenneme gidecek olan, bu ayda rahmetten mahrum kalır.) [Taberani]
* (Ramazan-ı şerif ayı geldiği zaman, Allah ü Teâlâ meleklere, müminlere istiğfar etmelerini emreder.)
[Deylemi]
* (Farz namaz, sonraki namaza kadar; Cuma, sonraki Cumaya kadar; Ramazan ayı, sonraki Ramazan’a
kadar olan günahlara kefaret olur.) [Taberani]
41
* (Peş peşe üç gün oruç tutabilenin, Ramazan orucunu tutması gerekir.) [Ebu Nuaym]
* (Ramazan orucu farz, teravih sünnettir. Bu ayda oruç tutup gecelerini de ibadetle geçirenin günahları
affolur.) [Nesai]
* (Bu aya Ramazan denmesinin sebebi, günahları yakıp erittiği içindir.) [İ.Mansur]
* (Ramazan ayında ailenizin nafakasını geniş tutunuz! Bu ayda yapılan harcama, Allah yolunda yapılan
harcama gibi sevaptır.) [İbni Ebiddünya]
* (Ramazanın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise, Cehennemden kurtuluştur.) [İ.Ebiddünya]
* (İslam, kelime-i şehadet getirmek, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucunu tutmak ve
haccetmektir.) [Müslim]
* (Cennetteki güzel köşkler, sözü hoş, selamı çok, yemek yediren, oruca devam eden ve gece namazı kılan
kimselere verilir.) [İbni Nasr]
* (Oruç tutan müminin susması tesbih, uykusu ibadet, duası müstecap ve amelinin sevabı da çoktur.)
[Deylemi]
* (Bilhassa oruçlu iken çirkin, kötü söz söylemeyin! Birisi size sataşırsa ona "Ben oruçluyum" deyin!)
[Buhari]
* (Gerçek oruç, sadece yiyip içmeyi değil; boş ve hayasızca sözleri de terk ederek tutulan oruçtur.) [Hakim]
* (Allah ü Teâlâ’nın, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin hayaline bile gelmeyen nimet
dolu sofrasına, ancak oruçlular oturur.) [Taberani]
* (Allah yolunda bir gün oruç tutanı, Allah ü Teâlâ yetmiş yıllık mesafe kadar cehennemden uzaklaştırır.)
[Buhari]
* (Temizlik imanın yarısı, oruç da sabrın yarısıdır.) [Müslim]
* (Oruçlu iken ölene, kıyamete kadar oruç tutmuş gibi sevap yazılır.) [Deylemi]
* (Oruçlu iken ölen Cennete girer.) [Bezzar]
* (Oruç tutan, namaz kılan kimse, mükâfatını kıyamette aklı kadar alır.) [Hatib]
* (Oruç şehveti keser.) [İ. Ahmed]
''Kahveyi tane halinde selamlığa verirlerdi; onu uşaklar, alevli ateşte ve kalın saçtan yapılmış döner tavada
kavururlar ve sapının üzerine tespit edilen kocaman değirmende okkalarcasını çekerlerdi.''
Ramazan ayında tutulan oruçlarla ve yapılan ibadetlerle Müslüman, Allah"a karşı tam bir teslimiyet
içinde, iyi bir kul, örnek bir insan olma fırsatını elde eder. Yaptığı samimi tövbe ile tüm kötülüklerden,
günahlardan ve hatalı davranışlardan temizlenip, güzellikler ve iyiliklerle dolu yepyeni bir hayat hazırlar
kendisine. Huzur dolu bir yaşama kavuşur. Bütün bu güzellikleri bizlere veren Ramazan ayının kıymetini iyi
bilelim. Ondan en iyi şekilde istifade ederek çok iyi değerlendirelim.
42
Kur"an ayında Kur"an"a sımsıkı sarılalım. O"nu hayatımıza rehber edelim. Yüce Allah"tan bereket,
rahmet ve mağfiret ayı olan Ramazan"ın; bizlere ve tüm İslam âlemine hayırlara vesile olmasını dileriz.
Dini Hayatımızda çok önemli bir yeri olan, rahmet kapılarının sonuna kadar açıldığı, yardımlaşma ve
dayanışmanın arttığı, sevginin, saygının, sabrın ve kardeşliğin daha da güçlendiği, birlik ve beraberliğin bir
kat daha pekiştiği, Ramazan ayı mübarek bir aydır. İnsanları karanlıktan aydınlığa çıkaran Yüce Kitabımız
Kur"an-ı Kerim, bu ayda indirilmeye başlanmıştır. Bin aydan daha hayırlı bir gece olan Kadir Gecesi bu
ayda bulunmakta ve oruç ibadeti bu ayda eda edilmektedir.
Özellikle yaz mevsimin başlangıcına denk gelen Ramazan Ayı, sıcaklıkların daha yoğun
hissedileceği, en uzun günlere denk gelmesi ve iftar saatinin uzun oluşuyla tutulan oruçların sevabı daha
fazla olacaktır kanaatindeyim. Bereket ay'ıdır Ramazan, sofralar şenlenir, çeşitler artar, konuklar çağrılar,
hayırseverler iftar yemekleri verir,Belediyelere bağlı il, ilçe ve beldelerde ramazan ayı boyunca her gün iftar
çadırları kurulur birlik ve beraberlik içerisinde sofralar paylaşılır.
Yine ihtiyaç sahipleri tespit edilerek bir ailenin ihtiyacı olan iftar paketleri hazırlanarak hayırseverler,
valilik ve kaymakamlıklar adreslere bu paketleri bizzat teslim eder.
Ne güzel bir dayanışmadır Ramazan Ayı. Merhamet duyguları, hoşgörü sevgi saygı ve
yardımlaşmanın en güzel örneklerini ortaya çıkarır. Her ne kadar günümüz ekonomik şartları ve değişen
alışkanlıklarla birlikte, eski ramazanlara özlem duyduğumuz anlam ve öneminde bir değişiklik geçirdiği
gözle görülür bir gerçek olsa da yine de eski alışkanlıkları yaşatmaya çalışmalıyız. Özellikle mevsim
itibariyle birkaç yıldır yaz mevsimine denk gelmesinden kaynaklanan tatil anlayışı neticesinde, eski
heyecanını koruduğunu söyleyemeyiz!
Nerde o eski Ramazanlar dediğinizi işitir gibiyim! Haklısınız da, zira eskiden Ramazan Ayı
hazırlıkları üç ayların başlangıcıyla başlardı. Komşu kadınlar bir araya toplanır, kocaman avlulu bir evde
ateşler yakılır, hanımlar ev yufkaları açar ve ramazanda yenmek üzere kurutulur ve temiz çarşaflar altında
bekletilirdi. Yine ev makarnaları, erişteler, kesme hamurlar hazırlanır, günlerce süren yardımlaşmanın
hazırlıkları sonunda ramazan heyecanla beklenirdi. Bu arada durumu olmayan komşulara da diğer
komşular pay ayırır böylece mahallelinin sofralarında hemen hemen aynı yiyecekler olurdu. İftarda
komşular birbirlerini misafir eder, birlikte her akşam en yakın caminin teravi namazına gidilir, namazdan
sonra erkekler mahalle kahvelerinde toplanır, sıcak samimi sohbetlerle ilişkiler güçlendirilirdi. Yine hanımlar
her gece bir evde toplanıp sıcak sohbetleriyle sahura kadar bir arada olurlardı.
43
Ramazan Ayı fazilet bakımından nice güzelliklerin bahşedildiği mübarek bir zaman dilimidir. Cenab-ı
Hak Kur"an-ı Kerim"de şöyle buyurmaktadır: “Ramazan Ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve
doğruyu eğriden ayırmanın açık delili olarak kendisinde Kur"an indirilen aydır…”
Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Ramazan ayı ile ilgili olarak: “Bir kimse, inanarak ve sevabını
yalnızca Allah"tan bekleyerek, Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.”buyurmuştur.
Yine bir başka Hadis-i Şeriflerinde ise: “Ramazan öyle bir aydır ki, Allah gündüzleri oruç tutmayı farz
ve gece ibadet etmeyi de nafile kılmıştır. Ramazan, sabır ayıdır. Sabrın karşılığı ise cennettir. Ramazan
ihsan ve yardımlaşma ayıdır. Mü"minin rızkı bu ayda artar, bereketlenir… Ramazan ayı öyle bir aydır ki,
evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu cehennem ateşinden azad oluştur.” buyurmaktadır.
Oruç ayı olan Ramazan ayı, birçok hikmeti ihtiva eder. Bu açıdan bakıldığında pek çok ferdi ve
sosyal faydaları vardır. Oruç tutarak belirli bir zaman yeme içme ve cinsel arzularına karşı koyan kişi, sebat,
kanaat, metanet ve sabır gibi ahlaki güzelliklere sahip olur; aç kalarak nimetlerin kıymetini bilir ve bu vesile
ile yoksulların halini düşünüp onlara merhamet ve şefkat hisleriyle yaklaşmasına sebep olur.
Ramazan, oruçla beraber nefislerin terbiye edildiği, zekât, sadaka ve iftarlarla yoksulların doyurulup
gözetildiği, Kur"an okuma, mukabele takip etme, teravih kılma, zikir, dua ve niyazlarla sevap ve mükâfatın
arttığı; af ve mağfiretin çokça ihsan edildiği bir feyz, rahmet ve bereket ayıdır.
Ramazan ay'ının hayırlara vesile olması, tutulan oruçların ve yapılan ibadetlerin yerine ulaşıp Kabul
görmesi dileğimle,
Hayırlı Ramazan'lar…
Kaynakça; DiniBil.com, AyVakti
44
Esra ALTINTIĞ
Şiir
Farklı Bir Zamanda
Farklı Bir Zamanda
Farklı bir zamanda
Farklı bir yerlerde
Yaşanacak bir hayatım olsaydı
Ben yine seni
Sadece seni seçerdim
O kadar çok yıldızların arasından
Benim kutup yıldızım olsaydın
Her gece seni
Sadece Seni izlerdim
45
Mehmet ARSLANTAŞ
Sinema – Eleştiri
David CRONENBERG
David CRONENBERG
ANALİZ EDİLEN FİLMLER:
-VİDEODROME
-THE SCANNERS
-THE BROOD
-DEAD ZONE
-A DANGEROUS METHOD
AUTEUR ELEŞTİRİ
1943 Kanada doğumlu yönetmeni sıra dışı olarak betimlemek
sanırım en doğrusu. İlk filmleri de dâhil olmak üzere, bütün
filmlerinde kendine has üslubundan bahsetmek mümkün.
İnsan psikolojisi ve bilinç dışı ile yakından ilgilenen yönetmen,
zihnimizin bizi çektiği girdapları ve bu durumu tetikleyen dış unsurları
ustaca işliyor. Filmlerinde insanların psikolojik problemlerini, bunlara
sebep olan etkenleri, topluma ait değer yargıların bireyler üzerinde
oluşturduğu duygu durumlarını konu alan yönetmen, insan bedeninin
ve ruhunun çıktığı yolculuktaki dönüşümünü seyirciyle buluşturuyor.
Bilim kurgu, gerilim ve korku türünde çektiği filmlerinde insan
ve mekan tasvirleri oldukça çarpıcı. Yaratıcılık konusunda hiçbir
zaman sıkıntı çekmediği gözlemlenen yönetmen, giderek yükselen
bir grafiğin sahibi.
Toronto Üniversitesinde Biyoloji okurken eğitimini yarım
bırakan Cronenberg, Edebiyat bölümüne devam etmeyi tercih ediyor.
Bu sebeple olacak ki insan vücudu filmlerinin temelini oluşturuyor.
İnsan bedeni üzerinden gerilimi tırmandıran yönetmen, yaşanan
dönüşümle birlikte ruhun içine girdiği yeni bir beden yaratıyor. Bilimin
ve teknolojinin kullanımının maksadını aşınca ne gibi etkiler
yaratacağını ve aşırılığın yarattığı sonuçları bütün filmlerinde gözler
önüne seriyor.
46
Evet, özellikle aşırılık üzerinde oldukça fazla duruyor. İnsanın aç gözlülüğünün sınırları olmadığını
ve bunun toplum üzerindeki etkisini, yarattığı doyumsuzluğu, uç duyguların neden olduğu ahlaki çöküşü
resmediyor. Kahramanlarına yüklediği misyonlarla onların bu süreçte yaşadığı değişimi kendine has, özgün
üslubuyla anlatıyor. İlk başta ütopik gibi görünse de filmin içine girdiğinizde, ortaya çıkan bu olağanüstü
durumun normalleşmesini sağlıyor.
Öfkenin kontrol edilemediği durumlarda ortaya çıkan sonuçları akıl dışı bir yolla anlatmaktan
çekinmiyor. Ölümün bir son olmadığını, yeni bir diriliş olduğunu sıkça vurguluyor. İnsan bedenini kullarken
yüksek doz kan ve şiddeti beraberinde sürüklüyor. Kahramanlar genelde film sonunda hayatlarını
kaybediyor ya da başka bir bedende can buluyor.
Cronenberg eseri filmlere değinmenin, yönetmen ve üslubu hakkında daha anlaşılır bilgilere
ulaşmamızı sağlayacağını kanısındayım.
Videodrome filminde ahlaki çöküşün histerik duyguları nasıl tetiklediğini anlatılıyor. Bu durumun
beraberinde getirdiği doyumsuzluğu ifade ederken sapkınlığa teşvik eden görüntülerin ara satırlarında
verilen mesajları ve mesajların yarattığı harabiyeti işliyor. İnsan kendinin ve toplumun gerçekliğinin dışına
itilerek var olması mümkün olmayan bir bilincin içine sürükleniyor. Televizyonun ve dolayısıyla teknolojinin
insan üzerindeki etkisi ciddi bir biçimde anlatılıyor.
Sanal bir dünyanın parçası olan birey şizofrenik bir hayatın pençesine düşüyor ve yarattığı
halisünasyonların etkisiyle benlik bilincini yitiriyor. Son olarak kodlanmış olduğunu varsaydığı bilgilerin
ışığında yeniden doğuş için hayatına son veriyor.
The Scanners filmiyle bilimin aşırılığının yarattığı sonuçlar anlatılıyor. Anne karnında ilaç verilerek
birtakım özel güçlerle doğan bireylerin insanlar üzerindeki çarpıcı etkisinin anlatıldığı filmde insan
merakının beraberinde getirdiği anormallikler konu ediliyor. Telekinetik güçlerle doğan bireylerin amacının
dışına çıkmasıyla ortaya çıkan olumsuzluklar ifade ediliyor.
Etkin bir sahneyle başlayan filmde perde bir oyuncunun beyninin patlamasıyla başlıyor. Bu filmde de
kahraman başka bir bedende hayat bularak misyonunu tamamlıyor. Cronenberg ilk defa bu filmiyle
oyunculukları ön plana çıkartıyor.
The Brood bir psikiyatristin hastaları üzerinde denediği ilginç yöntem üzerine kurgulanmış bir film.
Belli bir süre sonra öfke kontrolünü sağlayamayan doktor, bir dizi ölümün yaşanmasına ve bir hastanın
öfkesinin yarattığı çocuk görünümlü yaratıkların doğumuna sebep oluyor. Sonuç olarak uyguladığı etik
olmayan yöntemin bedelini canıyla ödüyor.
Dead Zone geçirdiği kaza sonrası pisişik güçlere kavuşan bir öğretmenin hayatını konu alıyor.
Başına gelenlerden sonra yeteneklerini insanların faydası için kullanan kahramanımız, hayata tekrar dönüş
sebebini kısa sürede fark ediyor. Kendi canı pahasına büyük bir faciayı önleyerek hayatını kaybediyor.
47
A Dangerous Method, yönetmenin güncel filmlerinden biri. Toplumsal baskının gün yüzüne
çıkardığı dürtüler. Yasakların cazibe merkezi olduğu bir hayat. Psikanalist yaklaşım, Freud, psikiyatrist ve
hasta bir kadın. Hasta doktor ilişkisinin dışına çıkan ve hastanın tedavi sürecinde kendi dürtülerini fark
ederek farklı eğilimler gösteren bir doktor. Sonuç, hastalanan bir doktor ve iyileşen bir hasta.
Film müzikleri genel olarak çok inişli çıkışlı değil. Hemen her filmde kulağınızda aynı tınıyı duymanız
mümkün. O sebeple olacak ki art arda izlediğim filmlerin bende yarattığı etki devam filmi niteliğinde oldu.
Yönetmenin ilk filmlerinde oyunculuğa önem verilmediği açıkça görülüyor. Fakat The Scanners’la
başlayan performans grafiği, A Dangerous Method filmiyle zirve yapıyor.
Görünen o ki David Cronenberg filmlerinin merkezine insanı oturtarak oluşturduğu korku
dünyasında fark edilecek bir üslup yarattı. Aslında bir anlamda korku dünyasının temellerini realiteler
üzerine inşa etti. Belki de bu sebepten sinema dünyasında kendine edindiği sağlam noktada duruşunu hiç
bozmadı.
48
Günsel İSLAMOĞLU
Şiir
İftar Sofrası
İftar Sofrası
Olur da etrafımızda sevgi,
Olur da bizden uzakta hüzün,
Olur da gözlerimizde pembe pembe,
Buyurun iftara,
Sevgiye doyalım.
Olur da biter savaşlar,
Olur da diner acılar,
Olur da susar analar,
Buyurun iftara,
Barışa doyalım.
Olur da konuşur lal diller,
Olur da görür kör gözler,
Olur da doyar aç gönüller,
Buyurun iftara,
Huzura doyalım…
49
Yaren ATAY
Kitap İncelemesi
Sineklerin Tanrısı
Sineklerin Tanrısı
Hani bir soru vardır ya “Issız bir adaya düşsen yanına
alacağın üç şey ne oldurdu?” diye. Gerçekten de sorudaki gibi ıssız
bir adaya düştüğünüzü hayal edin ama tek bir farkla… Bunda dilek
hakkınız olmayacak. Ne kadar kötü değil mi? Özellikle de bu adaya
düşen kişiler yetişkin değil de bir grup çocuksa. William Golding’in
kaleminden insan doğasının vahşiliğini konu edinen başyapıtıyla
karşınızdayız.
II. Dünya Savaşı’ndan kaçan bir grup çocuğu taşıyan uçak
ıssız bir adaya düşer. Pilot ve kabin ekibi orada ölürken çocuklar sağ
kurtulur. Çocuklardan Ralph ilk uyanandır. Ardından bir diğer
karakter olan domuzcuk -aslında gerçek adı bu değil sadece şişman
ve gözlüklü bir çocuk olduğu için ona takılmış bir lakap ama yazar
gerçek adını yazmadığı için kitapta ondan domuzcuk olarak
bahsediliyor- Ralph’e ulaşır ve diğer çocukları da (Simon ve küçük
çocuklar olmak üzere) etraflarında toplarlar. Bunun üzerine adanın
diğer tarafına düşmüş olan kilise korosundaki çocukları taşıyan uçağı
bulurlar ve kilise korosu ile birleşerek adada hayatta kalma
mücadelesi vermeye başlarlar
Ana karakterlerden bahsedecek olursak Ralph on iki
yaşlarında, yaşına göre gelişmiş, sarışın ve çok güzel bir çocuktur.
Babası Deniz Kuvvetlerinde binbaşı olduğu için, babasının onları
bulacağı ve kurtulacağı umudu içindedir. Adada geçirecekleri
zamanın son derece eğlenceli, tıpkı okudukları hikâyelerdeki gibi
olacağına inanır. Çok zeki değildir, fakat güçlü ve güzel oluşu diğer
çocukların gözünde onu ideal bir lider haline getirir.
Domuzcuk ise, gerçek adını bilmediğimiz, daha aşağı bir
sınıftan gelen, şişman ve gözlüklü bir çocuktur. Nefes darlığı
problemi vardır. Fakat tüm bedensel kusurlarına ve takma adına
rağmen, adadaki en zeki çocuktur Domuzcuk. Mantık ve sağduyunun
sesidir, çocukları uyarır ve doğru yolu göstermeye çalışır. Ralph gibi
hayaller kurmaz adadaki durumlarıyla ilgili; o gerçekçidir.
Jack zayıf, çelimsiz, kızıl saçlı bir çocuktur. Tıpkı Ralph gibi
Jack de doğuştan lider özelliklerine sahip bir çocuktur, fakat Ralph’te
iyilik ağır basarken Jack kötülük ve zorbalığa eğilimlidir. Jack güce
düşkün, zorbalık meraklısı, sorumsuz bir çocuktur. İnsanları aşağılar,
korkutur, hatta ayrımcılık yapar. İlk ismi yerine soyadı ile çağrılmak
ister çünkü bu onun için bir güç göstergesidir.
50
Kilise korosunun başı olmasına rağmen erdem ve insanlık gibi değerlerden nasibini alamamıştır.
Simon ne küçük ne de büyüklere dâhil bir çocuktur aslında. Yaşına göre son derece olgun, bilge ve
sessizdir, iyilikseverdir. Ufak tefek ve hastadır, ara sıra halüsinasyonlar görür. Bir bakıma bir aziz, bazı
eleştirmenlere göre de Hz. İsa’nın bir yansımasıdır Simon, tamamen iyi ve doğru tek karakterdir.
Sezgileriyle geleceği görebilir, Ralph’in evine döneceğini de canavarın ne olduğunu da önceden beri
bilmektedir.
Kitaptan öğrendiğim üç şey var. Birincisi, herhangi bir toplulukta otorite ve kurallar oluşturma isteği.
İkincisi kuralların ve otoritenin yanında pörtleyen muhalefetin otoriteyi ele geçirmekten başka bir halta
yaramadığı. Üçüncüsü ise kişinin doğuştan gelen şiddet eğilimi.
Birincisini tespit etmemdeki en önemli etken adadaki iktidar yarışı oldu. Çocukların çoğunluğu oy
birliği ile Ralph’i lider seçmesine karşın buna Jack karşı çıkmıştır ve isyan ederek kilise korosundaki
öğrencilerle beraber adanın tepesindeki kaleye taşınmıştır.
İkinci içinse Ralp’in iktiadına karşı kurulan Jack muhalefeti adada yarattığı bölünme ile birlik
beraberliği bozmuştu ve zamanla Ralp’i gözden düşürerek lider olmaya çalışmıştır.
Üçüncü içinse Jack ve arkadaşlarının canavar zannedip onları uyarmak için yanlarına gelen zavallı
Simon’u vahşice katletmeleri etkili oldu.
Kitapta üzerinde durulacak birçok husus var ancak belki de bunlardan en önemlisi adadaki
çocukların tamamının erkek olmasıdır. Kız çocuk kahramanının hiç bulunmaması yazar tarafından verilmiş
bir mesaj mahiyetinde.
Peki sonunda ne oluyor? Çocuklar kurtuluyor ama bu sırada iki ölüm ve bir kayıp veriliyor.
Domuzcuk Jack’in en yakın arkadaşı Roger’ın yuvarladığı bir kayanın altında kalarak can verirken Simon,
Jack ve ekibi tarafında katlediliyor. Adanın küçüklerinden biri ise ormanda kayboluyor ve ondan haber
alınamıyor.
Sineklerin tanrısı, simgeselliği ve taşıdığı ağır, hazmetmesi pek de kolay olmayan değerle
romanlığından sıyrılmış bir eser. Ama buna rağmen okunması gereken Nobel ödüllü bir kitaptır. Çünkü
bana göre kitabın asıl ana fikri “Hayvanlaşma” söyleminin aslında “insanlaşma" olduğu. Çünkü insanlık artık
öyle bir noktaya gelmiştir ki insan doğadaki en kötü hayvan haline gelmiştir. Bu yüzden hayvanlaşma
aslında insanlığa yaklaşma anlamındadır ve umarım insanlık “insanlaşma” yerine “hayvanlaşma” yolunda
ilerler. Çünkü bu dünya insanlıktan nasibini çoktan aldı.
51
Arzu TOK
Şiir
Adın Ramazan
Adın Ramazan
O aylardan bir aydı, Yaradan onun sultan saydı
Günlerden o gündü, geldi kapıya dayandı
Ve açtı gönül evini, şefkat her tarafı sardı
Adın Ramazan, ruhun ümmetin olandı
Merhamet kuşatırken her yanı, semadan inenler vardı
Herkese yetecek rahmetin, canlara dolandı
Ve açtı gönül evini, bereket her tarafı sardı
Adın Ramazan, ruhun ümmetin olandı
Sofralar kurulurken kimsesizlere, paylaşmak kardı
Ezanlar gök kubbede seda, yerde iftarlar vardı
Ve açtı gönül evini, dualar dilleri dolandı
Adın Ramazan, ruhun ümmetin olandı
52
Yelda KARATAŞ
Şiir
Nergis Kokulu Kızlar
Nergis Kokulu Kızlar
küçük bir hatıra defteri vardı ablamın
çiçekleri bakışıyla tanıyan insanlar şehrinde
gönlüm ısınmaya oraya kaçardı
mektupların ucu yanık aşklar sahici ve umutsuz insan yoktu
ne kanserin adını bildik ne ihanetin
üzgün kızlar buklelerine hasret dolu kurdele takardı
gece misafirliğinin badem kokulu kurabiyeleri
ve unutulmaz pencerede sevgilinin yağmurlara karışan silueti
yürek çarpıntısıyla ölçülen onlarca basamak
bir sevdanın saçlarda gizli busesi
nergis kokulu kızlar çağından kalan bir kuru yaprak
yüzyıllık şiirlerin içine gizlenmiş aşklar gibi
53
Belgin DAL
Alternatif Tedavi
Kâinattaki Eczanemiz
Şifalı Taşlar
Kâinattaki Eczanemiz: Şifalı Taşlar
İnsan, diğer tüm canlılardan çok farklı bir yapıda olup üstün
özellikleri ile en mükemmel yaratılmış canlılardan biridir. Yeryüzünde
her şey insanın hizmetine sunulmuştur. İnsanoğlu da kendisine Allah
tarafından bahşedilen ömrü süresince bunlardan yararlanma yoluna
gitmiştir. Yeryüzünde hiçbir şey sebepsiz yaratılmamıştır. Kâinat bir
eczanedir. Biz de bu eczaneden faydalanıyoruz.
Günümüzde alternatif tıp, yiyeceklerden içeceklere kadar pek
çok alana girmiş durumdadır. Uzmanlar değerli ve yarı değerli
taşların insanların fiziksel ve ruhsal sağlığı üzerinde önemli etkileri
olduğunu belirtmektedir.
Geçmişe baktığımızda da İbn Sina (Kanun fıt–tıp = tıp
kanunu) ve Kitabu’ş Şifa kitaplarında yer yer taşlardan
bahsetmektedir. ( 1.5 gr kehribar toz haline getirilip bir bardak su ile
içirilirse kalp çarpıntısını giderir, kalbi güçlendirir. ) Caferi Sadık der
ki: “Firuze taşından yüzük taşıyan fakirlik çekmez. İnsanlar arasında
değer kazanır.” Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Ey Ali! Yemeğine
tuzla başla, tuzla bitir. Ondan yetmiş türlü dert için şifa vardır.”
buyurmuştur. Özellikle kaya tuzu astım hastalığında ve hatta bir
parça pamuk ile mantarlı tırnakların üzerine konursa mantarı eritir.
Özellikle Mahmut Şirvan isimli İslam bilim adamının taşlarla ilgili
Tuhfe-i Murâdî adlı kitabı vardır. Hatta Kızılderililer firuze (turkuaz)
taşını kemikleri güçlendirdikleri için kollarına taktıkları, Yunanlıların
ametist taşının sarhoşluğu engelleyici özelliği olduğu için kadehlerini
ametistten yaptırdıkları tarih kitaplarında da yazmaktadır.
54
Taşları burca göre ayırıyorlar oysa her koç burcu yüksek tansiyonlu değildir. Her boğa burcu tiroit ya
da nodül hastası değildir. Burca göre yüksek tansiyonlu bir hasta akik taşı kullanırsa akik taşı kan basıncını
yükselteceği için tansiyonu daha fazla yükselerek plasebo etkisi yaratabilir. Başka bir kişi de tiroit ve nodül
hastası burcumda ametist var diye ametist taşını kullanmaya başlarsa 50 mg ilaç alırken 150 yada 200 mg
ilaç almaya başlayabilir. Ametist de lityum minerali vardır lityum minerali tiroitleri çok fazla çalıştıran bir
mineraldir. Kanser hastası olan bir kişi de selenyum minerali taşıyan bir selenit taşını kullanırsa ve kanser
rahatsızlığı bölge ve evresine göre doğru taşlar kullanılırsa kişinin iyileşmesin de alternatif tıp olarak
faydasını görecektir. Taşların kullanımı da çok önemlidir. Bilinçsizce taş kullanılmamalıdır. Her taş tuzlu
suyla temizlenmez taşların sertlik dereceleri vardır. Ametist, kristal kuars sertlik derecesi 7 nin üstündedir.
Firuze, malahit gibi bazı taşların sertlik derecesi 5 in altında olduğu için suyla temas etmemelidir. Etkisini
yitirir. Ayrıca birçok taş satan kişilere baktığımızda ametist taşları yatak odalarında sizi görsün derler.
Oysa ametist lityum minerali taşır. Lityum minerali beyni uyanık tutmak demektir. Sizler gece
uyuyarak dinlenecekken başucunuza ametist taşını koyarsanız takıntılı ve stres dolu olursunuz. Oysa
yastık altına koyarsanız ve çakralarını da uygular, size özel enerji yüklemesi yapılırsa derin ve rahat
uyursunuz. Kısacası mineraller çok önemlidir.
Bu aydan itibaren sizlerleyiz. Her ay kısa kısa taşları anlatacağız . Okurlarımızın bize verdiği doğum
tarihi ile çekilişte çıkan beş kişinin sadece burcuna göre değil tılsımlı ve horoskop taşlarına göre
rahatsızlıkları ve kullanılması gereken taşlarını belirteceğiz.
Sevgi ışık yolumuz olsun…
55
AKİK TAŞI
Yüksek tansiyonlular kullanamaz. Kan basıncını yükseltir. Kişiler felç geçirebilir.
İnsan vücudundaki fazla enerjiyi ya da negatif enerjiyi boşaltır.
Stres giderici özelliği vardır.
Pıhtılaşmayı sağlayarak kanamayı keser.
Üriner sistem için önemlidir.
Vücut da gerginlik olan kısımlara sıcaklık hissi verir ve gerginliği alır.
Ağrıları gidermek için kullanılabilir.
Cilt hastalıklarına iyi gelir.
İradeyi güçlendirir.
Damarları kuvvetlendirir.
Daha kolay ve güzel konuşma ve yazma yeteneği verir. Vücuttaki gazları giderir.
Epilepsi,uyur-gezerlik rahatsızlıklarında kullanılır.
Cinsel organlar ve cinsel güç için faydalıdır.
Hamile bayanlarda hem anneye hem de bebeğe sağlık verir. Hamile bayanlara özellikle tavsiye edilir.
Sosyalleşmeyi kolaylaştırır, Çevrenizdeki insanlar ile daha uyumlu yaşamanıza yardımcı olur.
Dişlere ve kemikleri güçlendirir, korur.
Enerjinizi tazeler.
Kırmızı akik, kalp ve kan dolaşım sistemine iyi gelir.
Mavi renkli akik diğer mavi taşlar gibi akiğin diğer türlerinden farklı olarak boğaz çakrasını etkiler ve boğaz
ile ilgili sorunlarda işe yarar.
Göz sağlığı ve korunması için tavsiye edilir.
Canlılık veren enerjisiyle, kendinizi sıkıntılı ve kötü hissettiğiniz anlarda olayların iyi yönünü de görmenizi
sağlar. İnsanların olumsuzluklarından kolayca etkileniyorsanız akik size iyi gelecektir.
56
TEMMUZ SAYIMIZDA
YİNE, YENİDEN
BULUŞMAK DİLEĞİYLE
…