Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

56
1

description

Hoş geldin ey kutlu ay ramazan.

Transcript of Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

Page 1: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

1

Page 2: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

2

Genel Yayın Yönetmeni Mehmet GÖKDOĞAN Editör Hüseyin YAYLA Merve ÇETAK Redaksiyon Nurdan OFLAZOĞLU Sosyal Medya Yönetmeni Cem TEPEKÖYLÜ Serdar Serhat ALTAN Basın Tanıtım Sorumlusu Rıza GEDİKOĞLU Sunay GÜLSOY Fotoğraflar Nazım TETİK Tasarımcı Özgür ÇAPÇI

Yazarlarımız

Arzu TOK

Barış ÇELİMLİ

Belgin DAL

Birgül AL

Cem TEPEKÖYLÜ

Ceyda CEVHER

Edib Rasljanin İSLAMOĞLU

Esra ALTINTIĞ

Günsel İSLAMOĞLU

Hülya YETİŞ

İsmail Can KARAKUŞ

Mehmet ARSLANTAŞ

Mehmet GÖKDOĞAN

Merve BURSALI

Merve ÇETAK

Nurdan OFLAZOĞLU

Rıza GEDİKOĞLU

Sahir ÜZÜMCÜ

Sunay GÜLSOY

Yaren ATAY

Yelda KARATAŞ

Mehmet GÖKDOĞAN

Genel Yayın Yönetmeni

Farkındalık yaratmak şiarıyla çıkmış olduğumuz bu

yolda e-dergimizin altıncı sayısını çıkarmış bulunmaktayız.

Kültür – Sanat ve Edebiyat alanlarında susamış gönüllere bir

damla su sunabilme gayesiyle çıkarmakta olduğumuz bu e-

dergide herkesin ilgisini çekebilmeyi umut ediyoruz.

Haziran sayımızın teması: Ramazan Ayı

Bu sayımızda konu başlıklarımız:

- Osmanlı’da Ramazan Ayı,

- Karagöz ve Hacivat gölge oyunu,

- Klâsik Türk Musikisi repertuarının en yetkin üstadı:

Buhurizade Mustafa Itri,

- Alternatif Tedavide Şifalı taşlar,

- Tiyatro Sanatçıcı Özay ÖZGÜLER İle Tiyatro Üzerine

röportaj, - Antik Mezopotamya’da Din,

- Kanadalı Sinemacı David CRONENBERG,

- Sineklerin Tanrısı isimli kitap incelemesi,

- Kızılmavi Kuantum Yaşam Akademisi’nden Kişisel

Gelişim yazısı…

Haziran sayımızda siz okuyucularımızın ilgisini çekeceğini

düşündüğümüz birbirinden değerli şiir, deneme, inceleme ve

araştırma yazımızla gönüllerinizde taht kurmayı temenni

ediyoruz.

Devamlılığının daim olmasını dileğimiz e-dergimize vermiş

oldukları desteklerden dolayı öncelikle güzide kalemlerimize,

fotoğrafçımıza, tasarımcımıza, sosyal medyada dergimizi takip

eden siz değerli okuyucularımıza teşekkürü bir borç bilirim.

https://www.facebook.com/farkindalikdergisi @farkindalik_drg

Page 3: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

3

İçindekiler 16 Haziran 2015 Sayı:6

4. Osmanlı’da Ramazan – İnceleme – Nurdan OFLAZOĞLU

7. Buhurizade Mustafa Itri Efendi – Müzik – Cem ARBAĞ

10. Çuf Çuf – Şiir – Ceyda CEVHER

12. Karagöz ve Hacivat – İnceleme – Merve BURSALI

17. İşte O Zaman Anlarsın – Şiir – Mehmet GÖKDOĞAN

18. Sorumluluk Ayı – Deneme – Edib Rasljanin İSLAMOĞLU

20. … – Şiir – Sahir ÜZÜMCÜ

21. Kimsesizlerin Kimsesi – Deneme – Sunay GÜLSOY

23. Tiyatro Sanatçısı Özay ÖZGÜLER ile Tiyatro Üzerine Söyleşi – Tiyatro – Rıza GEDİKOĞLU

26. Duymak İstiyorsak – Şiir – Cem TEPEKÖYLÜ

27. Antik Mezopotamya’da Din – Arkeoloji – Merve ÇETAK

29. Yüzünden Uzak – Şiir – Barış ÇELİMLİ

31. Sevgi Çayı – Kişisel Gelişim – Hülya YETİŞ

37. Hayatımın Lacivert Kıyıları – Şiir – İsmail Can KARAKUŞ

39. Ramazan Ayına Girerken – Deneme– Birgül AL

44. Farklı Bir Zamanda – Şiir – Esra ALTINTIĞ

45. Kanadalı Sinemacı David CRONENBERG – Sinema&Eleştiri – Mehmet ARSLANTAŞ

48. İftar Sofrası – Şiir – Günsel İSLAMOĞLU

49. Sineklerin Tanrısı – Kitap İncelemesi – Yaren ATAY

51. Adın Ramazan – Şiir – Arzu TOK

52. Nergis Kokulu Kızlar – Şiir – Yelda KARATAŞ

53. Kâinattaki Eczanemiz: Şifalı Taşlar – Alternatif Tedavi – Belgin DAL

Page 4: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

4

Nurdan OFLAZOĞLU

İnceleme

Osmanlı’da Ramazan

Osmanlı’da Ramazan

İslam aleminin “Onbir Ayın Sultanı” olarak nitelendirdiği

Ramazan ayında sofralar da misafir eksik olmaz. Eş, dost ve

akrabalık ilişkilerinin en sıcak tutulduğu aydır. Ayrıca Ramazan

ayında sofrada yoksullara da yer açmanın önemi büyüktür. Zaten bu

mübarek ayda tutulan oruçlar biraz da yoksul ve aç olanların haliyle

hallenmek değil midir?

Eski İstanbul’da Ramazan, yalnızca dini veçheleri ile değil

;toplumsal ve kültürel hayatın hemen her alanına nüfuz eden etkisiyle

yaşanmıştır. İbadetlerden yeme-içmeye, okuma-dinleme-öğrenme

alışkanlıklarından gezme ve eğlenmeye kadar hemen her alanda bir

Ramazan etkisi hissedilmiştir. Bu etki toplumun her kesiminde; en

fakirinden en zenginine, Müslüman’ından gayrimüslimine

imparatorluğun bütün katmanlarınca hissedilen ve yaşanan bir etki

idi.

Üç ayların girmesi ile beraber Ramazan’ın gelmesi

beklenmeye başlanırdı. Kandil gecelerinde yükselen manevi coşku

ile aydınlatılan cami, minare ve sokaklar adeta Ramazan’ın

geleceğini haber verir, Ramazan hazırlıklarını başlatırdı.

Ramazan’a hazırlık önce zihni bir hazırlık idi. Kandil geceleri

de bu zihni hazırlığın tamamlanma fırsatları idi. Ardından maddi

hazırlıklar gelirdi. Ramazan’a girerken İstanbul evlerden sokaklara ve

çarşılara, oradan cami ve türbelere kadar hummalı bir temizlik

faaliyetine şahit olurdu.

Ramazan hazırlıklarının güzel telaşlarından biri de alışveriş

idi. Bugün olduğu gibi eski İstanbul’da da Ramazan Ayı çarşı ve

pazara hareketlilik getirirdi. Bu alışveriş hareketliliğinde fakirler ve

ihtiyaç sahipleri de unutulmaz, onlar da nasiplendirilirdi. Ramazan

zengininden fakirine, çocuğundan ihtiyarına herkes için bir bolluk ve

bereket ayı idi.

Page 5: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

5

Ramazan sofraları Osmanlı’da da oldukça bereketli sofralar idi. Peki sıradan bir Osmanlı ailesinin

iftar sofrası nasıl düzenlenirdi?

Osmanlılar zamanında Ramazan ayının gelmesiyle hânelere ve gönüllere bir şenlik doğardı.

Hanımlar bütün hünerlerini ortaya döker, birbirinden leziz ve Ramazana özel lezzetlerle sofraları

donatırlardı. Anne ve babalar Ramazanın tatlı telaşı içindeyken çocuklar da unutulmazdı. Ailenin yaşlı

fertleri çocuklara masallar anlatır, bilmeceler sorar, onları hem eğitir hem de eğlendirirlerdi. Evlenme

çağındaki kızlar ise; büyüklere hürmette kusur etmemek, sofra adabı, oturuş ve kalkışlarıyla büyükler

tarafından bir değerlendirmeye tâbi tutulurlardı. Ramazan boyunca devletin önde gelenleri ve varlıklı

kişilerin konaklarında büyük iftar sofraları kurulurdu. İftarların en görkemlilerinin yaşandığı sarayda sofraya

büyük siniler dizilir, saraylılar sofranın çevresine sıralanıp iftar açarlardı. Sofranın muazzam görüntüsü nefis

yemek kokularıyla birleşince, insanda bir imrenme duygusu meydana getirirdi. Top atılır atılmaz da duâlar

yapılır ve yemeklere hücum edilirdi. İftariyeliklerle başlayan iftar yemeğine hep birlikte kılınan akşam

namazıyla ara verilirdi. Namazdan sonra iftar sofralarında değişmez ilk yemek; et veya tavuk suyuyla

hazırlanan düğün, mercimek, yoğurt, pirinç çorbalarıydı. Ramazanın vazgeçilmez yemeği pastırmalı

yumurta ise sahanlar içinde yanında mutlaka Ramazan pidesiyle sunulurdu. Daha sonraki yemekler etinden

sebzesine, pilavından böreğine ev sahibinin gücüne göre yapılan lezzetlerdi. Kuru meyvelerden yapılan

hoşaflar, 60-70 kat yufkadan oluşan baklava, kazandibi, kabak tatlısı, keşkül ve Ramazana has bir tatlı

olarak bilinen gül kokulu güllaç ise iftar sofralarının vazgeçilmez tatlılarıydı.

Osmanlı döneminde her evde iftar zamanı için üç sofra kurulurdu. Birinde evin erkeği ve erkek

misafirler, diğerinde evin hanımı ve hanım misafirler, diğerinde de evin hizmetkarları ve davetsiz misafirler

olurdu. Burada dikkat edilecek durum evde hazırlanan üç sofrada da aynı yiyecek ve içeceklerin

bulunmasıydı. Mübarek Ramazan ayında dikkat edilmesi gereken ve özellikle vurgulanması gereken konu

da şüphesiz eşit yiyecek ikramıdır. Ramazan ayında Osmanlı’da da herkes eşit kabul edilir ve Allah’ın

bahşettiği tüm nimetler herkesle paylaşılırdı. Bir de yemek sonrasında ev sahibi gelen tüm misafirlere bir

kese para verirdi. Bu verilen paraya “diş hakkı” denir. Eski Ramazanlarda hassasiyetle üzerinde durulan

ancak şimdilerde unutulan geleneklerden biri de ‘Diş Kirası’dır. “Biz seni yemeğe çağırdık, sen bizim

yemeğimizi yerken dişlerin aşındı, bu da senin diş kiran” düşüncesiyle bu kese kese para dağıtılırdı.

Osmanlı’nın bu güzel ve ince düşünceleri medeniyetin en güzel göstergesidir.

Page 6: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

6

Tarihçi yazar Talha Uğurluel, ‘Ramazan Medeniyeti’ konulu konferansında verdiği örnek ile

Osmanlı’da Ramazan sofralarının edep ve adabını çok daha iyi anlıyoruz. Talha Uğurluel, Osmanlı iftar

sofralarını şöyle anlattı: “En çok sorulan sorulardan biri de zengin iftar sofraları. Eğer o sofralara her

bütçeden insan oturuyorsa, her kesimden insan davet edilip çağırılıyorsa, zengin iftar sofraları makuldür.

Osmanlı bunu yapmış. Ama sadece zenginleri çağırıp lüks içerisinde bir iftar, uygun değildir. Osmanlı’da

kurulan yer sofralarının her birine bir isim verilirdi. Yasin, Tebareke, Amme gibi isimler… Sofrada kaç kaşık

varsa o kadar kaşığa sofranın adı yazılırdı. Kaşıklar bir sepete konur ve misafirlere girişte verilirdi. Sepetin

içerisinden kaşığı alan misafir, hangi sofranın kaşığı eline gelmişse o sofraya otururdu. Böylece sofralarda

ayrımcılık önlenirdi.”

Osmanlı döneminde namazdan sonra eğlence yerlerine gitmek adettendi. Özellikle

Şehzadebaşı’ndaki Direkler Arası en canlı eğlence merkezlerindendi. Tavuk Pazarı’ndaki semai kahveleri,

Şehzadebaşı’nda sergilenen kukla, Karagöz, ortaoyunu gösterileri, bazı ünlü meddahların devam ettiği

kahveler en çok ilgi gören eğlence mekânlarıydı. Kavuklusuyla, Pişekârıyla, davul ve zurnanın coşkulu

sesiyle, lavanta kokularıyla orta oyunu, bir başka âlemdi. Orta oyununda olaydan çok nükteye yer verildiği

için, oyuncular aralarında tespit ettikleri konuyu çoğu zaman taklit ve nükte üstüne nükte yaparak

hareketlendirir ve renklendirirlerdi. Eğlence; gazeller, semailer, koşmalar, divanlar, manilerle devam ederdi.

Kadınlar da evlerde toplanır, çeşitli eğlenceler düzenleyip maniler okuyarak sahur vaktine kadar hem

eğlenip hem de sahur yemeği hazırlarlardı. Sabaha karşı davulcuların okuduğu maniler, sahuru haber

verirdi.

Abdülhamit’in kızı Ayşe Sultan’ın, 1960′ta yayınlanan “Babam Abdülhamit” isimli kitabında şöyle

anlatılıyor: “Sarayda Ramazanlar çok güzel olurdu. Bir hafta evvel hazırlık başlardı. Temizlik yapılır, kiler-i

hümayundan bütün dairelere büyük sürahiler içinde türlü şuruplar, birçok iftariyelikler gelirdi. Ramazanın ilk

gecesi bütün dairelerin sofalarına altın yaldızlı kafesler kurulur, harem ağalarıyla bir imam, iki güzel sesli

müezzin gelirdi. İlahiler okunarak namaz kılınırdı. Gece kapılar açılır, sahur tablaları girer, top atılıncaya

kadar herkes ayakta kalırdı. Öğle üzeri de her daireye bir hoca gelir, vaaz verirdi. Akşam topla beraber

zemzem-i şerifle oruç bozulur, iftar takımları hazırlanır, buzlu limonatalar, şuruplar içilirdi… Sarayın harem

dairesi, Ramazanda adeta cami haline girer, herkes ibadetle vakit geçirirdi…”

Her Ramazan ayında içerleriz “Nerde o eski Ramazanlar” diye. Her genç önceki neslinden duyar bu

içerlemeyi ve tekrar tekrar devam eder. Hiç şüphesiz ki bizlerde ileride aynı şeyleri tekrar edeceğiz. Ancak

unutulmaması gereken değerlerimizi devam ettirmek için elimizden geleni yapmalıyız, yapmalıyız ki bu

güzel değerlerimiz yok olmasın. Her Ramazan’ın kendine has bir güzelliği vardır. Ramazan heyecanı ve

coşkusu ile Ramazan ayını karşılarsak ve o mübarek aya aynı değer ve özeni sürdürmeye devam edersek

her Ramazan eskisi gibi güzel gelecektir. Bu güzelliği veren de, bu ay içindeki rahmet, bereket ve mağfiret

gibi Rahmanî hediyelerdir.

Page 7: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

7

Cem ARBAĞ

Müzik

ITRİ (BUHURİZADE MUSTAFA

EFENDİ)

ITRİ

(BUHURİZADE MUSTAFA EFENDİ)

Klasik Türk musikisinin en meşhur bestekarıdır. 1630 - 1640

yılları arasında İstanbul’da doğmuş ve 1711-1712 yıllarında yine doğduğu şehir olan İstanbul’da vefat etmiştir. Asıl adı Buhurizade Mustafa’dır, Itri ismini çiçekçilik ve meyvecilikle de uğraştığı için aldığı söylenmektedir. Itri hoş kokulu, bir yere sarılarak büyüyen çiçek gibi anlamlara gelmektedir. Buhurizade adının lakabı mı yoksa aile adı mı olduğu bilinmemektedir.

Çeşitli konularda, binin üzerinde eserleri olduğu söylenir ama bunların çok azı günümüze kadar taşınabilmiştir. Ait olduğu zamana göre çok iyi bir öğrenim görmüştür. Hafız Post, Nasrullah Vakıf Halhali ve Koca Osman Efendi gibi 17. yüzyılın önemli bestecilerinden faydalanmıştır. Itri Efendi Mevlevi tarikatına da girmiştir fakat Celaleddin Rumi gibi, musiki ile uğraşmasının Mevlevi tarikatı ile bir alakası yoktur.

Itri Efendi Sultan IV. Mehmed zamanında tanınmış olup tam

olarak beş padişah dönemi görmüştür.

Page 8: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

8

Besteleri nedeniyle padişahlardan büyük ilgi görmüş ve padişahlar himayesine almıştır. Itri saray enderununda musiki dersleri de vermiştir. Padişahtan kendisine esirciler kethüdalığı görevini vermesini istemiş ve padişah da onun bu isteğini kırmamıştır. Itri’nin bu isteğinin, İstanbul’a getirilen esirlerin ülkesindeki müzik kültürü ile ilgili bilgileri edinmek ve müziğe karşı yeteneği olan esirleri yetiştirmek olduğu söylenmektedir.

Itri Efendi. çok yönlü bir kişiliğe sahip olup özellikleri sadece bestekarlıkla sınırlı değildir. Siyahi

Ahmet Efendi’den hat ve edebiyat dersleri almış, şiirler yazmıştır. Meyvecilikle de ilgilenen Buhurizade Mustafa Efendi’nin (Itri) Mustafa Bey adını verdiği armut cinsinin de yetiştiriciliğini yaptığı ve isim babası olduğu bilinmektedir.

Yahya Kemal Beyatlı’nın Itri için yazdığı bir şiir bulunmaktadır :

Büyük Itri’ye eskiler derler,

Bizim öz musikimizin piri;

O kadar halkı sevk edip yer yer,

O şafak vaktinin cihangiri,

Nice bayramların sabah erken,

Göğü, top sesleriyle gürlerken,

Söylemiş saltanatlı Tekbir’i.

UNESCO tarafından 2012 yılı Itri yılı ilan edilmiş ve çeşitli etkinliklerle Itri Efendi anılmıştır.

Page 9: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

9

Günümüzde tedavülde olan yüz liralık banknotların üzerinde hayali bir resmi bulunmaktadır.

Bazı tarihçiler tarafından, hakkında anlatılan birçok şeyin efsane olduğu ve asıl gerçeklerin Osmanlı

arşivlerinde aydınlatılmayı beklendiği inanışı da vardır. Gerekli komisyonların kurulup musikimizin büyük isminin bilinmeyen hayatının ortaya çıkartılması en büyük arzumuzdur.

Page 10: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

10

Ceyda CEVHER

Şiir

Çuf Çuf

Çuf Çuf

İki ham gece düşer

Firketeli saçımıza

Rüzgâr mı değen gizlice toprağa?

Silme yiğitlerin elinden tohum altımız

Belki

Eski bir uygarlık dişlisi

Henüz yaşanmadı altın çağı

Yeşil çınarın

Çığır açan cümbüş

Hiç masum olmamalı

Kitlesel kalplerimizin uyanışı

-Çınlıyor elma bahçelerinde buharı

Kalplerimiz tipik do-re-mi üçlüsü

Vicdanımız acemi flüt sesi

Page 11: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

11

Elmalar kızarıyor

Çuf çuf

Ki iki gece kadar genç iken

İdrakımız

Elmalar kızarıyor

Çuf çuf

Uzunca boylu Beyler, Ablalar!

Gökten düşer pencerelerimize

Kırmızı elmalar

Hayatlarımız yeni pişmiş

Masallarımız yeni bitmiş iken

Yer, zaman, kişiden yoksun ağzımızda

Tek gözlü elmalar

Bitap düşer, gazap katar

Aslını hep koruyan yaralarımıza

Elmalar kızarıyor

Çuf çuf

Ki iki gece kadar genç iken

İdrakımız

Elmalar kızarıyor

Çuf çuf

Duymak

Hep dert

-Az biraz deli eden

Kıymıklanırken sesleri kırt kırt

Dertleşememek

Bir dahaki mucizeye kadar

Hepimiz kardeşiz!

Batmışız dibi kadar kulaklarımızın

Sağırlık tam on ikiden deli eden

Duymak

Hep dert

Az biraz deli eden

Elmalar kızarıyor

Çuf çuf

Ki iki gece kadar genç iken

İdrakımız

Elmalar kızarıyor

Çuf çuf

Dönüşebilir dillerimizde güzele

Efendilerin avuçlarında pişmemiş ağaçlar

Doğa

-Anamız babamız gibi sözünü

Dişlese sanrılarımızın Alhambra’sına

Canlarımızı yesek de yemesek de

Yüklenen narsistlik içlerimize

Elmalar kızarıyor

Çuf çuf

Ki iki gece kadar genç iken

İdrakımız

Elmalar kızarıyor

Çuf çuf

Ne var

Diğer pencerelerimizde?

Yoksun umutları tüm emilişlerin

Çatlamış sularından tadılmaz

Kapalı yolları geçilmez

Yere iniyor tüm dallar

Elmalar ölüyor

Çuf çuf

Ki iki gece kadar genç iken

İdrakımız

Elmalar ölüyor

Çuf çuf

Page 12: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

12

Merve BURSALI

İnceleme

Karagöz ve Hacivat

Karagöz ve Hacivat

Ramazan denince akla gelen ilk şeylerden biri de şüphesiz ki

Karagöz oyunlarıdır. Karagöz, şeffaflaştırılmış deriden yapılan tasvir

olarak adlandırılan insan, hayvan veya eşya şekillerinin çubuklar yardımı

ile oynatılarak, arkadan verilen ışıkla beyaz perde üzerine yansıtılması

temeline dayanan gölge oyununun adıdır. Oyun adını Karagöz’den

almaktadır. Karagöz adı ile yaygın olarak bilinen bu oyuna, halk arasında

zaman zaman “Hacivat” adı da verilmiştir.

İftar sonralarının sabırsızlıkla beklenen eğlencesi Karagöz

oyunları, perdenin arkasındaki ışığın yanması, ardından nareke ve

tef gürültüsü ile birlikte göstermeliğin kalkması ve Hacivat Çelebi'nin

şarkı söyleyerek gelmesiyle başlardı. “Ne olur şu dört köşe perdede

bana da bir kafadar olsa ah bana bir eğlence medet aman

amannn…” diye Karagöz’ü çağırmaya başlar, izleyen kalabalık da

kahkahalarla gülerdi.

Sünnet düğünü denilince de akla Karagöz -Hacivat oyunu

gelirdi. Karagöz- Hacivat gösterisi yapılmayan bir sünnet düğünü

davetlilerden eksik not alırdı. Karagöz oyununun ayrıca saraylarda ve

konaklardaki eğlencelerde, kahvehanelerde, bahçelerde ve özel

ortamlarda oynatıldığı da bilinmektedir.

"Gölge oyununun kaynağı Güneydoğu Asya ülkeleri olarak

kabul edilir. Türkiye’ye gelişi hakkında ise değişik görüşler vardır.

George Jacob tarafından savunulan görüşe göre, gölge oyununun

Çin’den Moğollara geçtiği, buradan da Türklerin Anadolu’ya göçleri

sırasında beraberlerinde getirdiği şeklindedir.

Gölge oyununun Mısır’dan geldiğini savunan görüşe göre,

1517 yılında Mısır’ı ele geçiren Yavuz Sultan Selim, bir gölge oyunu

sanatçısının Memluk Sultanı Tumanbay’ın asılışını canlandırdığı

gölge oyununu izlemiş ve bu sanatçıları İstanbul’a getirtmiştir.

Page 13: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

13

Türklerin de bu sanatçılardan gölge oyununu öğrenerek icra ettiği savunulmaktadır.

Karagöz’ün Türkiye’ye geliş tarihi ile Çingenelerin geliş tarihlerinin çakışması, Karagöz’de rastlanan

bazı Çingene özellikleri nedeniyle gölge oyununun Endonezya’nın Cava Adası’ndan ve Hindistan’dan

Türkiye’ye, Çingene oynatıcıları eliyle getirilmiş olduğu diğer bir görüştür.

Başka bir görüş ise, gölge oyununun Yahudiler tarafından İspanya ve Portekiz’den getirilmiş

olabileceğidir.

Karagöz ve Hacivat’ın gerçekten yaşamış kişiler olduğuna inanılarak ortaya atılan değişik görüşler

ve anlatılar da vardır. Bu konu ile ilgili anlatıların en yaygını şöyledir; “Karagöz ve Hacivat, Sultan Orhan

zamanında Bursa’daki Ulu Cami’nin yapılışında usta olarak çalışmaktadırlar. Sık sık işi bırakıp espriler

yaptıkları için, işçiler bunları izlemekte, inşaatın ilerlemesi engellenmektedir. Durumu gören Sultan Orhan,

Karagöz ve Hacivat’ı astırır fakat sonradan pişman olur, Şeyh Küşteri adlı biri Karagöz ve Hacivat’ın

resimlerini yapıp arkadan ışık vererek bir perdede oynatır”. Şeyh Küşteri Karagöz’ü yaratan kişi olarak

anılmaktadır. Karagözcüler, Şeyh Küşteri’yi pîr’leri olarak kabul ettikleri için, Karagöz perdesine “Küşteri

Meydanı” adını vermişlerdir".

Karagöz oyunu dört bölümden oluşur:

1. Hacivat’ın semai söyleyerek perdeye geldiği, perde gazelini okuduktan sonra Karagöz’ü çağırdığı

ve Karagöz’le Hacivat’ın kavga ettikleri giriş bölümüne “mukaddime” (başlangıç) denir. Bu bölümde

Hacivat’ın söylediği perde gazelinde, oyunun bir öğrenme aracı ve gerçeklerin göstergesi olduğu

belirtilerek felsefi, tasavvufi anlamı vurgulanır.

2. Bu bölümde Karagöz ve Hacivat’ın kişilik özellikleri ve karşıtlıkları vurgulanır. Muhavereler oyunla

ilgili olabildiği gibi, ilgisiz de olabilir. Bu bölümde, oyunun başkişileri olan Karagöz ve Hacivat

arasında geçen salt söze dayanan olaylar dizisinden sıyrılmış, somutlaştırılmış ikili konuşma yer

alır. Buna “muhavere” (söyleşi, diyalog) denilir. Muhavere, tekerleme biçiminde de olabilir. Bu

bölümde Karagöz ve Hacivat’ın kişilik özellikleri ve karşıtlıkları vurgulanır. Muhavereler oyunla ilgili

olabildiği gibi, ilgisiz de olabilir.

3. Asıl hikâyenin anlatıldığı, diğer tiplerin perdeye geldiği bu bölüme “fasıl” (oyun) adı verilir. Oyun,

buradaki konuya göre isim alır. Fasıl’ın sonunda oyuncular perdeden ayrılır Hacivat ve Karagöz

kalır.

4. Oyunun sonunun haber verildiği, Karagöz ile Hacivat’ın oyundaki espriler ve yanlış anlamalardan

dolayı seyirciden özür dilediği, bir sonraki oyunun duyurusunun yapıldığı bölüme “bitiş” adı verilir.

Oyunun başkahramanları Karagöz ve Hacivat’tır.

Page 14: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

14

Karagöz: Oyunun başrol oyuncusudur. Okumamış, cesur, tepkilerini çabuk açığa vuran, çabuk

öfkelenip kavga eden, yalancılığa ve ikiyüzlülüğe tepki gösteren, gerçekçi bir halk adamıdır. Halk

diliyle konuşur. Oyundaki eğitimli tiplerin konuşmalarını anlamaz ya da anlamaz görünüp sözcüklere

ters anlamlar verir. Bu karşıtlıklardan gülünçlükler doğar. Kurnaz değildir.

Hacivat: Oyunun önemli iki kişisinden biridir. Karagözün tam tersi bir tiptir. İnce yüzlü sivri sakallıdır.

İyi eğitim görmüş, bilgili, arabulucu ölçülü, ağırbaşlı kişisel çıkarlarını önde tutan, kurnaz, içten

pazarlıklı nabza göre şerbet veren tüm mahallelinin akıl danıştığı, her kalıba girebilen esnek bir

kişiliktir. Müzikten edebiyattan anlayan her konuda biraz bilgisi olan bir işadamıdır. Karagözü

çalıştırarak onun sırtından geçinmeye çalışır.

Karagöz ve Hacivat dışında yer alan diğer tipler: Tuzsuz Deli Bekir, Çelebi, Matiz, Tiryaki, Beberuhi,

Arnavut, Yahudi, Rum, Acem, Arap, Kürt, Laz, Kastamonulu, Kayserili, Rumelili, Anadolulu, Efe,

Zeybek, Zenneler ile oyunun konusuna göre eklenen farklı tiplerdir.

Page 15: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

15

Karagöz oyunları yazılı bir metne dayanmazlar. Sözel olarak nesilden nesle aktarılan

hikâyeler üzerinde zamanın şartlarına göre çeşitli eklemeler ve çıkartmalar yapılmıştır. Zaman

içinde dekor ve kostümlerle karakterlerin davranış ve konuşma biçimlerinde değişiklikler olmuştur.

Evliya Çelebi'nin aktardıklarından anlaşıldığına göre, bazı oyunların da değişmeden günümüze

kadar gelebildiği anlaşılmaktadır. Bazı oyunlar ise sonradan uydurulmuştur. Karagöz oyunlarının

ortak noktası çok karmaşık olmayan konularının önemsiz gündelik olaylar üzerine kurulu olmalarıdır.

Ezbere dayanan bu "açık ve esnek formlu" konular Karagöz ustasının yani "Hâyali"nin

doğaçlamasıyla seyircinin tepkisi ve günün getirdiği şartlara göre her seferinde başka bir şekle

bürünebilmekteydi. Bu nedenle Karagöz senaryolarının tam bir sınıflamasını yapmak zordur.

Musiki de Karagöz oyunlarının olmazsa olmazıdır ve başından beri her Karagöz oyununda

mutlaka yer almıştır. Klasikleşmiş Karagöz oyunlarında kullanılan musiki eserleri çok geniş bir

yelpaze oluşturur. Başta Osmanlı-Türk musikisinin değişik türleri olmak üzere Osmanlı

İmparatorluğu sınırları içinde yaşamış tüm etnik ve dini gruplara ait her tür müzik bu oyunlarda yerini

bulmuştur. Karagöz bu yönüyle de birleştirici bir sanat ürünüdür.

Karagöz gösterileri, toplumun her kesiminde takdir toplamış beğeniyle izlenmiştir.

Bu durum 19. yüzyılın ortalarına kadar sürmüştür. Osmanlı İmparatorluğu’nun zayıfladığı

gerileme döneminde Karagöz sanatçılarının yöneticilerle ilgili eleştirilerinin artması, yöneticileri

rahatsız etmiş; siyasal taşlamalara yasak getirilmiştir. Hem siyasal yasaklamalar hem de Batı tiyatrosunun

19. yüzyılda Türkiye’ye girmesi, sosyal ve ekonomik değişiklikler Karagöz gösterilerine ilgiyi

azaltmıştır.

19. yüzyılın sonu, 20. yüzyılın başı savaşlarla geçen bir dönem olduğundan Karagöz sanatçıları

gösteri yapma olanağı bulamamış, birçoğu sanatı bırakmıştır. Cumhuriyet döneminde, 1932 yılında Halk

Evleri ‘nin açılmasıyla Karagöz sanatçıları sanatlarını yeniden icra etme olanağını bulmuşlardır. 1952

yılında Halk Evleri’nin kapatılmasıyla Karagöz sanatçıları tekrar sıkıntılı bir döneme girmişlerdir.

Daha sonraki Karagöz çalışmaları, meraklıları tarafından bireysel çabalarla sürdürülmüştür.

1970 yılından sonra kurulan Kültür Bakanlığının destekleme çalışmaları, bu sanatın canlandırılması ve

yaşatılmasında etkili olmuştur.

Page 16: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

16

Bursa Karagöz ve Hacıvat Anıtı

Karagöz Gölge Oyunu 2009 yılında “UNESCO İnsanlığın Somut Olmayan Kültürel Mirası

Temsili Listesi” ne kaydedilmiştir.

KAYNAKLAR:

www.karagoz.net Hayali Saraç Emin- Emin ŞENYER

tr.wikipedia.org/wiki/Karagöz_ve_Hacivat

aregem.kulturturizm.gov.tr/TR,12744/karagoz.html- Kültür Bakanlığı

Fotoğraflar: Google Görseller.

Page 17: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

17

Mehmet GÖKDOĞAN

Şiir

İşte O Zaman Anlarsın

İşte O Zaman Anlarsın

Diyorsun ki ben neyim senin için

Ettiğin söz, söz müdür Allah aşkına

Nasıl anlatabilirim seni birkaç kelamla

Birkaç süslü sözle birkaç cümleyle

Tarifi imkansızdır bazı şeylerin bilirsin

Aşk gibi özlemek gibi senin adın gibi

Kelimelerin nasıl da yetersiz kaldığını

İşte o zaman anlarsın

Bir bakabilsen benim gözlerimle kendine

O vakit görürsün seni nasıl çok sevdiğimi

Aşkımın azametini işte o zaman anlarsın

Sevdamın kalenin surları gibi seni nasıl kuşattığını

Dualarımın çelik halat misali sımsıkı bir şekilde

Bizi, geleceğimizi nasıl da birbirimize bağladığını

Bir nefes gibi her dem yanında olduğumu

İşte o zaman anlarsın

Page 18: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

18

Edib Rasljanin

İSLAMOĞLU

Deneme

Sorumluluk Ayı

Sorumluluk Ayı

İnsanların çoğu doğum gününü kutlar. Yılda bir kez

geldiğindendir ki o güne özel bir ehemmiyet verilir. O gün sanki

sadece ona aitmiş gibi bir kıymet atfeder. Sanki diyorum çünkü o gün

ortalama dünyada 19 milyon kişinin doğum günüdür. Olsun, yine de

o gün önemlidir.

Bazı önemli şahsiyetlerin doğum haftası hatta doğum yılı

kutlanır. Ama, bir şey var ki birçoğumuz bunun farkında olmaksızın

hem doğum gecesini hem de doğum ayını kutlarız: Kur’an. Hele bir

hatırlayalım “Kur’an ne zaman doğdu”? Kadir gecesi, Ramazan

ayında..

- Muhakkak ki Biz, O’nu (Kur’ân’ı) Kadir Gecesi’nde

indirdik. (Kadir suresi, 1)

- Ramazan ayı ki insanlar için hidayete erdirici ve doğruyu

yanlıştan ayırıcı olarak Kur’ân, Hüda tarafından o ayda

indirildi.(Bakara,185)

Evet, bizim için hidayet rehberi olan kitabın doğumu

vesilesiyle, Rabbimizin emri ile o ayı oruç tutarak kutluyoruz. Oruç

insanlık tarihinde ilk kez Kur’an’la emredilmemiştir. - Ey iman

edenler! Allah'a karşı gelmekten sakınmanız için oruç, sizden

öncekilere farz kılındığı gibi size de farz kılındı. (Bakara, 183)

Page 19: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

19

Ayetteki ifadeden orucu neden tutmamız gerektiği de söyleniyor: takvalı olalım, sakınalım,

sorumluluk sahibi olalım diye. Her ne kadar hedeflerden biri olsa da oruç tutmanın asıl sebebi, birçok kişinin

sandığı gibi açların halinden anlayalım diye değildir. Öyle olsaydı açlar oruç tutmazdı. Yine, her ne kadar

sağlık açısından faydalı olsa da oruç diyet için de tutulmaz. Oruçla nasıl sorumluluk sahibi olunur diye

sorulsa cevap herhalde şöyle olurdu: oruçluyken yediğine, içtiğine, konuştuğuna, dinlediğine, yapıp ettiğine

karşı sorumlu ol. Ev halkına, komşuna, akrabana, eş-dostuna karşı sorumlu ol. Yetime, yoksula, yolda

kalana, yalnız kalana sorumlu ol. Oruç tutmuyorsan tutanlara karşı saygılı ol, sorumlu ol. Mütevazi ol,

cömert ol. Dayanıklı ol.

* * *

- Benim işim çok zor, ben oruç tutamam.

- Doğru diyorsun, işin zor ama Allah bize orucu emrederken işimizin zorluğunu, havanın sıcaklığını

bilmiyor muydu?

- Elbet biliyordu canım ama ne yapayım? Patron kızıyor.

- Merak etme o da oruçlunun halini bilir. O da sorumlu davranır.

- Bizim patron ve müdür de tutuyor fakat odalarında klima var, onlara kolay..!

- Olsun! Senin orucun onlarınkinden çok daha kıymetli, emin ol.

* * *

Oruç, midelerin aç ama ruhların tok olduğu muhteşem bir arınma vesilesidir. Rabbimizin ekstra ödül

vereceği, yapılan iyiliklerin, bonusların cömertçe dağıtıldığı ikram mevsimidir. Oruç kameri takvime göre

tutulduğundan yılın her mevsimine denk gelir. Bu sene de en zahmetli zamana rast geliyor mübarek

Ramazan. Her nesil yazın en uzun günlerine oruç tutma fırsatına ve onun muazzam sevabına sahip olmaz.

Susamış dudakların suya en çok hasret kaldığı uzun, kavurucu günlerde oruç tutan şanslı nesillerdeniz –

farkında mısınız?

Page 20: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

20

Sahir ÜZÜMCÜ

Şiir

Günde beş vakit namaz kılmamızı emredeceğine,

Günde iki kerecik sözümüzü tutmamızı isteseydin ya?

Yılda otuz gün nefsimizi temizleyeceğimize,

Her gün temiz kalmayı öğretseydin ya gönüllerimize?

Hayatımızda en az bir kere hacca gitmemiz seni mutlu edermiş,

Ama dememişsin "Sevginiz, beni her gün ziyaret etsin." diye.

Yılda bir kez kan dökeceğimize ulu orta,

Her gün çiçekler eksek, girer miyiz günaha?

Malımızın bir bölümünü fakirlere vereceğimize,

Fakirliğin olmadığı bir hayatı layık görmedin mi bize?

Bir sürü dinler verip de bizi birbirimize düşüreceğine,

Yılanı sokmasaydın ya cennet bahçesine…

Page 21: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

21

Sunay GÜLSOY

Deneme

Kimsesizlerin Kimsesi

Kimsesizlerin Kimsesi

Efendim,

Bar varmış, bir yokmuş. Allah`ın kulu çokmuş. 1877 Osmanlı-

Rus Savaşı sonrası İstanbul`a dört yüz bine yakın göçmen gelmiş.

Sokakları evsiz, barksız, kimsesiz çocuklar, dilenciler kaplamış. Halk

çaresiz kalmış. Sokak köşelerini fısır fısır konuşan insanlar kaplamış.

Zamanın padişahı II. Abdülhamit Han durumlara bakmış bu iş böyle

olmayacak diyerek kolları sıvamış. Bütün bu kişileri bir araya toplayıp

ıslah etmek, sanat sahibi yapmak, kimsesizlerin son ömürlerini huzur

içinde yaşamalarını sağlamak için bir DARÜLACEZE kurulmasını

fermanla emir buyurmuş. Buyurmuş buyurmasına da bu işin maliyeti

çok tuzluymuş. Nasıl yapalım diye çözüm yolları aranırken gönülleri

yüce olan halk, padişahlarını bu yolda yalnız bırakmamış. Herkes üç

beş kuruş neyse vermiş, paralar birikmiş. Nihayetinde birlikten kuvvet

doğar sözünün neticesiyle 31 Ocak 1896 tarihinde bu güzel yuvanın

temelleri Sultan Abdülhamit Han tarafından atılmış.

Yaklaşık 119 yıldır hizmet veren bu yuva 29.000 i çocuk

olmak üzere 72.000 kişiye ev sahipliği yapmış. Çocuklar için 50,

yetişkinler için ise 645 yatak, geceleri bu insanları koynuna alırmış.

Dünyanın hiçbir yerinde rastlanmayan bir görüntü bu yuvanın

bahçesinde başrol oynamaktaymış. Büyük dinlerin

ibadethanelerinden cami, kilise ve havra görenleri kendine hayran

bırakmaktaymış.

Burada yaşayan insanların doktorları, psikologları bir de

onları çok seven sevgi gönüllüleri varmış. Hep beraber kimsesizlik

dürtülerine savaş açmışlar, yaralı ruhlarını iyileştirmişler, bir de

üretkenlik temasıyla atölye çalışmaları yapmışlar ve yapmaktalarmış.

Kötülerin kendilerini var etmeye çalıştığı ülkemde, iyilerde

iyilikle onları yok etmeye çalışacak elbette… Yaşasın yürekleri iyi

olanlar, sihirli değneklerini iyilik yolunda kullanıp ellerinden

bırakmayan sihirbazlar, iyilik perileri… Onlar iyi ki varlar.

Page 22: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

22

Aradan geçen o kadar zamana inat iyilikle beslenip kalplerinde kötüye asla yer vermeyen kervana

Selim YUHAY isimli iyilik prensi bir mimar katılmış. Bu mimar öyle şeyler yapmış ki… Üç evreden oluşan

insan ömrünün bir dönemine muhakkak girip sihir tozlarını oraya bırakarak insanların yüzlerinde gülücük,

yüreklerinde mutluluk isimli karakterler oluşturmuş. Kiminin en çok istediği kırmızı mutfağı, kiminin yıllardır

sahip olamadığı mor salonu, kiminin yıllardır hayalini kurduğu ama bir türlü yatamadığı yatağı ve yatak

odasını, yeni başlangıçları onların hayatına armağan etmiş.

Geçenlerde kimsesizlerin yuvası DARÜLACEZE`de neler neler yapmış?

Doğuştan ama olan Necla Teyzem, Şair ve Ressam olan Turan Amcam, görme yetisini yitirmiş

Mehmet Amcam, Türkiye`nin ilk engelli dalgıcı Belgin Ablam, felci kendi iradesiyle yenen Sabahattin Abi,

“Anne olmayı çok isterdim.” diyen şeker lokumum Füsun Teyzem, hayatının ilk gününde sokağa atılıp koca

bir ömrünü yurtlarda büyüyerek geçiren Ayşe Ablam ve daha niceleri… Onlar başkalarının gökyüzünde

sığınacak yer bulamayıp kuruyan dallarında kanatları kırılıp koparılanlardan sadece birkaçıymış.

Kimsesizlerin kimsesi olan Darülaceze`de kanat çırpanlardan bazılarıymış.

Efendim, insanın kendisine ait bir yuvasının olması meğerse ne kadar önemliymiş. Bizim iyilik prensi

bu kez de bizimkilere söz vermiş. Sizlere öyle bir salon yapacağım ki içerisinde sandalyeler yerine

koltuklarınız, dama ve satranca dönüşen masanız, baloncuklu tablonuz, sesiyle görüntüsüyle yüzmek

isteyeceğiniz akvaryumunuz, Füsun Teyzem için illaki kiliminiz, başınızı yukarıya kaldırdığınızda

gökyüzünüz olacak demiş. Bana da iyilik prensesleri Linet, Fatmagül, Safiye ve iyilik prensleri Hayrettin,

Enbe Orkestrasından Behzat Gerçeker yardım edecekler demiş. Hem Külkedisinin masalındaki gibi gece

12`den sonra ne bu salon balkabağına ne de siz fareye dönüşeceksiniz demiş ve dediğini de yapmış.

Cümle alem yapılanlara hayran kalmış. Yüzler hep gülmüş, herkes mutlu olmuş.

Gökten üç sevgi bulutu düşmüş. Bu bulutlardan birincisi bütün bu yazdıklarımın mimarı Selim

YUHAY`a ve ekibine, ikincisi bu yazıyı yazmamdaki sebep DARÜLACEZE sakinlerine, üçüncüsü de siz

değerli okurlarımızın kalbine…

Bu hikâye özel bir tv kanalında yayımlanan “Evim Şahane” programının bir bölümünden esinlenerek

yazıldı. Bu kadar karmaşanın, gürültünün içerisinde birazda H-U-Z-U-R, birazda gülen gözlerin olmasına

sebebiyet veren ecdadı olduğum için gurur duyduğum Sultan II. Abdülhamit Han`ı saygıyla ve rahmetle

anıyorum.

Lokumum Necla Teyzem, dilerim ki o istediğin şömineli evi ve üzerine basabileceğin kilimi bir de

uzanacağın kanepeyi Mevla’m sana tez zamanda nasip etsin.

Son olarak da “Allah Razı Olsun” kelimesini defalarca duymak ve kalplerde yaşamak ümidiyle…

Sevgiyle…

Page 23: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

23

Rıza GEDİKOĞLU

Tiyatro

Özay ÖZGÜLER İle Tiyatro Üzerine

Özay ÖZGÜLER İle Tiyatro Üzerine

R. Gedikoğlu: Sizi kısaca tanıyabilir miyiz?

Ö. Özgüler: 1980 yılının şubat ayında on aylık olarak dünyaya

gelmiş biriyim. Annem ve babam Tekel Sigara Fabrikasından

emeklidir. Ortaokula kadar anneannem beni büyüttü. Standart,

normal bir adamım :)

R. Gedikoğlu: Tiyatroya ilginiz ne zaman ve nasıl başladı?

Ö. Özgüler: İlkokul öğretmenim Kamil Başarmışın hevesimi görüp

hadi tahtaya çık bize bir şeyler anlat demesiyle başladı. Ondan sonra

hiç susmadım zaten (gülüyor) . Ege Üniversitesinde okurken yurt

tiyatrosunda yürüyen bir ağaç rolü ile başladı diyebilirim. Sonrasında

Bornova Belediyesi Şehir Tiyatrolarının sınavını kazandım.

Eğitimlerimi sürdürdüm.

R. Gedikoğlu: Size tiyatroyu sevdiren ya da örnek aldığınız

üstat ya da üstatlar mutlaka olmuştur. Kimlerdi bu üstatlar?

Ö. Özgüler: En başta ilk hocam İzmir DT oyuncusu Ekrem Koçacal

tiyatroyu gerçek anlamda anlamama ve âşık olmama sebep

olmuştur. Değerli Hocam Haldun Dormen ve Ümit Çırak'ın da bakış

açımı fazlasıyla değiştirdiğini ve olgunlaştırdığını söyleyebilirim.

Birçok oyuncuyu örnek alır ve beğenirim tabi ki, Genco Erkal, Erdal

Beşikçioğlu, Murat Daltaban, Nadir Sarıbacak önde gelenleridir.

R. Gedikoğlu: Çevrenizden, ailenizden tiyatro ile ilgilenen biri

var mı?

Ö. Özgüler: Ailemde tiyatroyla ilgilenen kimse yok. Babam tiyatro

sevdalısıdır, hep oyuncu olmak istemiştir. O zamanın şartları

nedeniyle ailesine bakmak zorunda kalmış ve olamamış, şu anda

ben onun ve kendimin hayallerini gerçekleştiriyorum.

Page 24: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

24

R. Gedikoğlu: Bu mesleği istediğinizde aileniz ve çevrenizin tepkileri nasıldı?

Ö. Özgüler: Anne ve babam oyuncu olmamı canı gönülden istemediler. Türkiye’deki zorluları sebebiyle

başka sektörlerde çalışmamı istediler. Bende işletme diploması aldım. Şimdi oyunculuk yapıyorum :) En

büyük destekçim ve şansım her zaman yanımda olan eşimdir.

R. Gedikoğlu: Tiyatro deyince ilk aklınıza gelen nedir ya da şöyle sormak gerekirse sizin için tiyatro

ne ifade ediyor?

Ö. Özgüler: Öyle ağdalı ve yüce sözler söyleyemeyeceğim. Diş hekimliği, ayakkabıcılık, mobilyacılık gibi

bir meslektir öncelikle. Tiyatroyu farklı kılan bunların hepsi olabilme gücüdür. Hayatın ta kendisi değildir,

hayattan daha güzeldir.

R. Gedikoğlu: Tiyatro alanında akademik eğitim aldınız mı?

Ö. Özgüler: 1998 yılında İzmir Dt oyuncusu Ekrem Koçacal’dan oyunculuk eğitim aldım. Bornova

Belediyesi Şehir Tiyatrolarında eğitimimi sürdürdüm. Haldun Dormen’in Genel Sanat Yönetmenliğinde

müzikallerde yer aldım. Son olarak 3Motada (Ümit Çırak modern oyunculuk atölyesinde) eğitimimi

tamamladım. Halen eğitim almak için çırpınıyorum.

R. Gedikoğlu: Son yer aldığınız proje hangisi?

Ö. Özgüler: Bu sezon kendi tiyatromuz Tiyatro Antrenin ''Gitmek'' ve Oda Tiyatrosunun '' Tek Gecelik Aşk''

oyunlarını sahneledik.

R. Gedikoğlu: Ben şu oyun türünde daha iyiyim dediğiniz bir tür var mı? Mesela ben kaliteli dram

oyunlarını çok severim. Fakat ülkemizde dramın pek istenilen rağbeti görmediğine inanıyorum. Sizin

fikriniz nedir?

Ö. Özgüler: Hiç ayırt etmedim diyebilirim. Bir oyunun dramaturjisi ve rol kişisi yaratılırken dram veya

komedi diye de ayırmıyorum süreç beni oraya itiyor. Tiyatronun bir eğlence aracı olarak algılanmadığı

zaman geldiğinde dram da istenilen rağbeti görecektir. Hatta görmeye başlamıştır diyebilirim.

Page 25: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

25

R. Gedikoğlu: Sizce tiyatro oyunculuğunun diğer oyunculuklara göre meşakkatleri nelerdir? Ayrıca

ülkemizde tiyatronun gidişatı hakkında ne düşünüyorsunuz?

Ö. Özgüler: Diğer oyunculuklarda bazen yakışıklı veya güzel olmanız yetebilir, bazen sesiniz kötüdür ama

güzel dublaj yapan birini bulursunuz, yönetmeniniz çok sabırlıdır bazen 50 kere de çeksem ben bu adamı

oynatırım, der.

Tiyatro mahallenin en güzel, en vefalı ama bir yandan da en kaprisli kızıdır. Onun için sabırlı, eğitimli,

çalışkan, azimli, kendini sürekli yenileyen biri olmalısıdır. Beden diliniz, diksiyonunuz, vurgularınız, hayal

gücünüz, vücut esnekliğiniz, doğru nefes alıp vermeniz, vücudunuzun ve beyninizin sağlıklı olması, vb

birçok şeyde kendinizi sürekli geliştirmeniz gerekir.

R. Gedikoğlu: Dizi, reklam oyunculuğu da yapıyorsunuz. Dizi sektörünün tiyatroya olan rağbeti

azalttığını düşünüyor musunuz?

Ö. Özgüler: Aslına bakarsanız ben tam tersini düşünüyorum. Dizilerde oynayan popüler oyuncuları izlemek

için insanlar tiyatro salonlarını dolduruyorlar. Bu da tiyatro açısından mutluluk verici. Diziler sayesinde

oyuncular para kazanıp gerçek sevdaları olan tiyatro sahnesinde performanslarını gösterebiliyorlar. Tabi ki

dizi ve tiyatro arasında büyük farklar var. Günümüz dizilerinin birçoğu izleyicilerin zihinlerini boşaltırken

tiyatro düşündüren ve dolduran bir olgu oluyor.

R. Gedikoğlu: Son olarak, sizin eklemek istediğiniz ve okuyucularımıza söylemek istediğiniz var

mı?

Ö. Özgüler: Tiyatroya gelin, çok güzel :) Bana bu imkân verdiğiniz için sizlere teşekkür etmek isterim.

Page 26: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

26

Cem TEPEKÖYLÜ

Şiir

Duymak İstiyorsak

Duymak İstiyorsak

Duymak istiyorsak dinlemeliyiz

Anlaşılmak istiyorsak söylemeliyiz

Yaşamak istiyorsak sevmeliyiz

Dost istiyorsak yüreğimizi açmalıyız

Zenginlik istiyorsak vermeliyiz

İnanmak istiyorsak güvenmeliyiz

Kazanmak istiyorsak direnmeliyiz

Farkındalık istiyorsak görmeliyiz

Anlamak istiyorsak kendimizi eğitmeliyiz

Özgürlük istiyorsak okumalı bilgilenmeliyiz

Düzen istiyorsak çalışmalıyız

Refah huzur istiyorsak kadınlarımızı eğitmeliyiz

Mutluluk istiyorsak bilinçlenmeliyiz. ...

Page 27: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

27

Merve ÇETAK

Arkeoloji

Antik Mezopotamya’da

Din

Antik Mezopotamya’da Din

İnsanoğlu var olduğundan bu yana bir inanış

içgüdüsüyle yaratılmıştır. İlk din olgusu bu yaradılış biçimiyle

içgüdüsel olarak şekillenmiştir. Paleotik dönemden

başlayarak din olgusu çeşitli yönde yol almıştır. Dört kitaptan

önce Antik dönemde Şamanizm, Budizm, Zerdüştlük,

Çoktanrılılık gibi dinler ortaya çıkmıştır. İnsanoğlu, tanrıyı

somutlaştırmış; güneşi, ay’ı, doğayı tanrı olarak seçmiştir.

Nasıl günümüzde camiler, kiliseler, sinagoglar varsa Antik

dönemde de Tanrılar için muazzam tapınaklar inşa

etmişlerdir.

Antik Mezopotamya dini, kayıtları bilinen en eski

dindir. Antik Mezopotamya dininin temelleri Erken Sümer

Hanedanları tarafından atılmış, daha sonra oluşan uygarlıklar

ve bölgeye yerleşen kavimler bu dini yapıyı benimsemiştirler.

Her ne kadar bölgenin bölümleri arasında farklılık gözlense

de temel dini figürler, destanlar ve inanışlar aynı kalmıştır.

Sümerce "evren" sözcüğü an-ki'dir. Bu tanrı An (veya Anu) ve

tanrıça Ki'yi işaret eder. Bu çiftin çocuğu Enlil, hava tanrısıdır

ve zamanla Sümerlerin ve daha sonraki kavimlerin baş tanrısı

olmuştur.

Destanlar çoğu zaman hem tarihi hem de

dini/mitolojik öğeler taşımaktaydı.

Page 28: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

28

Yine tarihi kayıtlarda da dini ve mitolojik unsurlara rastlanır; örneğin, kral listelerinde mitolojik

unsurlarla gerçekler karışık biçimdedir. Daha sonraları ortaya çıkan birçok dinde de geçen ve

araştırmacılarca Mezopotamya kaynaklı olduğu düşünülen anlatılara "Tufan" ve "Yaratılış" örnek

olarak verilebilir.1

Mezopotamya mitolojisi Sümer, Akad, Asur ve Babil odaklı olmakla beraber bölgeyi etkilemiş

sayısız halkın mitolojilerinden yoğun biçimde etkilenmiştir. Politeistik (Çoktanrılı) bir din olan

Mezopotamya dininin tanrı ve tanrıçaları zaman içinde isim değiştirse de özellikleri genelde aynı

kalmıştır. Bazı önemli Tanrı ve Tanrıçalar şunlardır:

-An, Sümer gök tanrısı daha sonraları Anu olarak anılmaya başlanır. Ki ile evlidir fakat diğer

Mezopotamya dinlerinde Uraš olarak anılan bir eşi vardır.

-Marduk, Babil'in baş tanrısı.

-Gula veya diğer bölgelerde Ninişina, şifa tanrıçasıydı. Birisi hastalandığında şifa için ona dua

edilirdi.

-Nanna (bazı bölgelerde Suen, Nanna-Suen veya Sin), ay tanrısı. Enlil'in çocuklarındandı.

-Utu (Šamaš veya Sahamaş), güneş tanrısı.

-İşTar, Asurlu aşk ve cinsellik tanrıçası. Sümer tanrıçası İnanna'dan köken aldığı düşünülür.

-Enlil, Mezopotamya dininin en güçlü tanrısı olarak görülürdü. Karısı Ninlil çocukları ise: İnanna,

Iškur, Nanna-Suen, Nergal, Ninurta, Pabilsag, Nuşu, Utu, Uraš Zababa ve -Ennungi.

-Nabu, yazı ve bilgelik tanrısı.

-Ninurta, Sümer savaş tanrısı.2

Bu zamana kadar yüzlerce toplum, yüzlerce Tanrıya inanmıştır. Bütün dinleri bir süzgeçten

geçirdiğimizde geriye şu sözcükler kalır:

İyi ahlaklı ve erdemli olmak…

1 Nissen 2004: 36 2 Nissen 2004: 38

Page 29: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

29

Barış ÇELİMLİ

Şiir

Yüzünden Uzak

Yüzünden Uzak

Yağız atlarla yarıştım hepsi geride kaldı

Yetişebilmek için salyangoza

Evet, bir kumardı ömrüm,

Çocukluğum tura, gençliğim yazı

Dik duramadım.

Sonra düştüm bir kuyunun dibine

Kurtulayım diye kazma verdiler.

Gülüşüme tuz serpiyor zamanın avuçları

Gözlerimin acısı hiç dinmiyor.

İğne olup batan sensin etim seni acıtıyor

Çünkü sona geliyoruz sevgilim.

Sular yorgun akıyor ve dillerimiz ıssız

Sözümüz, sesimizin çukurlarında durgun

Yağmur yağsın istiyoruz durup dururken

Islanırsak arınırız zannediyoruz.

Page 30: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

30

Arabalar hızla geçiyor dolmuşlar tıklım tıklım

Gemiler yorgun sularda.

İçimizde son bir bulut ıslanmış yağacak belli

Bir tren kalkacak Eskişehir’den

Bir daha dönmeyecek

Eriyecek raylar ağaçlar kuruyacak,

Artık sona geliyoruz sevgilim.

Boş sepetlerin hüznüne çürüyor kiraz,

Kuruyan çiçek için yas tutuyor kelebek.

Bir avuç toprağa gizlediğimiz dağlar,

Yolumuza dizilecek.

Yarısına kadar içilmiş çay, soğumuş iki bardak

Henüz kırılmamış ama ne önemi var?

Bir düğme daha kopmuş gömleğimizden

Dar gelecek her şey biz büyüdükçe,

Bunu iyi biliyorduk.

Gökyüzü, şu ovalar, evimiz, odamız, eldivenimiz

Eskidik yan yana şehirlerde

Suları yorduk.

Nerde kırık bir dal görsek tutunacağız,

Bir orman daha kül oldu susalım artık

Çünkü sona geliyoruz sevgilim.

Page 31: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

31

Hülya YETİŞ

Kişisel Gelişim

Sevgi Çayı

Sevgi Çayı

Gece son demlerini demlendiğinde ve artık vakti geldiğinde, ayrılığa

düşer gündüz..

Kendinden kendini çıkarır,çayın demi gibi ayrılır..Gündüz su

olur..Gece ise dem..

Karıştıkları vaktin büyüsünün tadını bilen bilir..Ayrıştıklarında ne

oldukları da bilinir..

Tanyeri ağarmaya başladığında vakit o vakittir..Muzdarip midir ayrılık

vaktinden her ikisi de?

Ya güneş kendini tam gösterip de karanlığı örttüğünde, yıldızların

havası söner mi? Ay tavır takınır mı ? Peki ya bulutlar..

Gece kimse bizi göremiyor diye ağır ağır süzülmeyi bırakırlar mı

gökyüzünde? Değil elbette!

Hiçbiri bırakmaz kendini neyse görevleri sürdürmeye devam ederler..

Var olan, varlığının hükmü gereğince kutsal olan görevlerini ifşa

eder.. Kaygıları yoktur,endişeleri yoktur bilinmek ya da görünmek

için..

Ayrılığın yeni bir doğuş olduğunu bilir gece ile gündüz..

Her yeni kavuşmayla demlenmenin keyfini yaşarlar..

Hoş.. aslında hiç ayrışmazlar..

Page 32: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

32

Bir yerde biterken bir yerde başlarlar.. Uzayın derinliklerinde hep demlenirler.. Yıldızlar güneşle bir

olduğunu bilir.. Ay bulunduğu yerde hep nettir.. Bulutlar görünmeyi beklemez,özgürce salınır her daim

gökyüzünde..

Hepsi farkındadır kendinin.. Ne bir beklentileri vardır ne de bekleyişleri.. Çabalamazlar,olanın olması

gereken olduğunu bilirler,teslimiyettedirler..

Peki ya insanoğlu?

Bir ayrılığa düştüğünde, beklentilerine cevap bulamadığında, sevilmediğine inandığında, fark edilmediğinde

ne yapar?

Kariyerinde istediği şeyler olmadığında? Anlaşılmadığını düşündüğünde, başarısızım diyerek kafasını kuma

gömdüğünde ne olur?...

Bazen o kadar kaptırırız ki hayatın içine kendimizi bilmeden hırsa kapılırız. Hırs yorucudur, hırs kaprislidir

ve insanı denizin üstünde yürüyerek koşma hevesine sürükler.

Hırsın az bir kıvılcımı tetikleyici görünür belki ama devamı her şeyi yakıp yıkıp kül eder.. Aklıselim insan ise

bu tarz bir koşma hevesine girmez. Hırsın ne olduğunu bilir, kaynaklarına bakar, maksat denizde

ilerlemekse bunu nelerle başaracağının muhakemesini yapar. Kendini iyi tanır,güneş gibi,ay gibi,yıldız

gibi,bulut gibi bilir görevini..

Farklı suretteki insanlar gibi,ayrı özellikleri olduğunu bilir..

Bu yüzden her öğreti bize KENDİNİ BİL der,kendini tanı..

Nedir bu kendini tanımaktan maksat? Ve insanoğlu kendini tanımak için ne kadar çaba sarf eder?.

Başkalarını tanımaya, çözmeye ayırdığı vaktin ne kadarını kendine ayırır?

Peki ya kendini neden sadece aynalarda görür, çekidüzen verir de sonrasında kendine bir daha hiç

bakmaz?

Fiziksel bedenine gösterdiği çabanın onda birini iç dünyasına göstermez?

Çevresinde olana bitene pür dikkat kesilir oysa yargılar eleştirir, beğenmediğini söyler,şikayet eder..Varsa

yoksa başkaları ve onlara ait bilgiler..

Başkalarıyla ilgili bu merak da neyin nesidir? Niye kendini hiç merak etmez? Kimdir,nedir,ne yapması

gerekir,neleri başarabilir,en çok ne ister,nasıl mutlu olur,kendini gerektiği kadar seviyor mudur,memnun

mudur hayatından?

Değilse ne yapması gerekir?

Para ister,huzur ister,kariyer ün ister,iş aş ister,ev ister,araba ister ve dahi bir çok şey ister ama sadece

ister..

Adım atmaz.

Page 33: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

33

Geçmişte tecrübe edindiyse birkaç adım atıp sonuç alamadıysa umudunu da yitirir. Keskin sirkenin küpüne

zarar verdiği gibi kendine zarar verir. İç dünyasında tüm bunları yaşarken o dış dünyasıyla ilgilenir, kamufle

etmeye çalışır kendini.

Varlığını kabul ettirme eylemine girer. Çünkü tüm bunlarla var olduğuna inanır.. Kendiyle ilgili yorumlarına

sürekli BEN diye seslenmeye başlar. Sesiyle varlığını benimser. Benlik duygusu ona kendi varlığını

hissettirir.

Kendini, kendine dengeleyebilmek için benlik inancı nüksetmeye başlar?

BEN VARIM.. diyebilmek içindir tüm çabalar. Zaten VAR olduğunun farkına varmaz!..

Benlik duygusu zamanla birlik olgusundan, evrende var olan, kendiliğinden olandan ayrıştırır kendini.

Doğadan,dünyadan,geceden,aydan,yıldızlardan her şeyden ayrıştırır.. Kişi benliğinde kaybolmaya başlar.

Oysa evrende ki döngü böyle midir?

Her şey bütüne hizmet halindedir. Biri olmadan diğeri olmaz. Birlik halinde görevlerini yerine getirirken

kendilerinin de farkındadırlar. Hem vardırlar hem birdirler hem de bütün..

Karanlık yanlarımızı ört bas etmeye çalıştığımız sürece benlik olgusundan hiçbir zaman çıkamayız ve

birliğin gücüne varamayız. Hatalarımızla, tüm karanlık yanlarımızla birlikte bir ve bütünüzdür.

Kıskandığınızı, utandığınızı ya da suçlu olduğunuzu, reddetme eğilimine girdiğiniz zaman bu duygularınızı

daha fazla güçlendirmiş olursunuz.

Ancak içinize dönerek ‘kendime karşı doğruyum, açığım ve netim’ dediğinizde bu fark ediş ve biliş haliyle

tüm negatif duygularınızla barışık hale gelmeye başlarsınız. Önce içinizde eritirsiniz ve serbest kalan her

duygu yerini sevgi ve empatiye bırakır.. Çözülemeyen tüm negatif enerjilerin nedeni İNKAR etmek ve

DİRENÇ göstermektir.

''Ben hiç yalan söylemem.''

''Ben dedikoduyu sevmem.'' gibi gölgelerin altına saklanarak, bunları yapanları gördüğümüzde yargılayarak

karanlığı aydınlattığımızı zannederiz. Oysa asıl karanlık kendi odalarımızdadır..

Işıkla doldurulmuş bir oda düşünün,bu oda sizin kalbinizin tam ortası.. Karşı tarafta ise karanlık odalar var

(kalbinizin içinde olumsuzluklardan dolayı ışığın ulaşamadığı odalar)..

Kişi, karanlık yanlarını keşfedip kabullendikçe ışık dolu oda açar kapılarını ve aydınlatır karanlıkları.

Karanlık yok olmaz aslında onlar hep vardır, egodadır(nefs)..

Ego dünyaya aittir ve aitlik hissi verir. Sevgi ise ÖZden gelir,İLAHİ olandan..

Ve ışıkla aşkla bütünleşen karanlık kendini orada yok eder,hiçliğe ulaşır.

Karışır demlenen geceye, sabaha uyanıp aydınlanır..

Var olanın içinde yok olur. Aydınlık, karanlığa hükmeder, ve aydınlattığı sürece karanlığı gömer kendi

varlığına.

Page 34: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

34

Ama gömen de hoşnuttur,gömülen de..

Böylelikle “BEN”lik bilincinden “HİÇ”lik bilincine akmaya başlar kişi..

Benlikte fazlaca ego olduğunu bilir. Artık kendi varlığından emindir. Birilerine var olduğunu ispatlama

çabası gütmez. Yaratıcının bir parçası olduğunu O’nun ışığıyla aydınlandığını ve tüm karanlıkları yok

edeceğini bilir. Bu yüzden “BİR”lik bilincine bağlanmıştır. Çoğunluğun, yani “BİZ” olgusunun benlik

kelimesine ihtiyacı yoktur. Bedeninde çok şey olduğunu aynı zamanda okyanus da bir damla olduğunu da

bilir.. Hiçliğin içinde varlığını deneyimler,varlığında hiçliği.. Gücünü var olandan alır ve yoluna devam eder.

Tıpkı görünmeye ihtiyaç duymadan, gecede ilerleyen bulutlar gibi.

İşte burada özgüven başlar. Sanıldığının aksine özgüven bencillik değil bütünlüktür.

Özgüven sahibi kişi, kendinden o kadar emindir ki kendini anlatma ihtiyacına girmez. Düzeltilmesi gereken

yanlarının da farkındadır ve onu her keşifle aydınlatır..

Kendine güven ise farklıdır..Bu tıpkı bir kuşun dala konmasına benzer..

Ağacın dalında durabileceğini bilir kuş..Kendinden emindir..Durabilmesi, kendine güvenindendir..

Lakin dal kırıldığında kanatlarına güvenmiyorsa düşer..Güveni dal kırılana kadar sürer..

Kanatlarına güvenmesi ise özgüvendir..Dal kırılsa bile uçar gider..

Düşüncelerinde tereddüt yoktur..Ya uçamazsam diye korku yoktur..

Ne güzel demiş Mevlana:

''Neyi düşünürseniz o olursunuz''

Düşüncelerimizdeki korkular bize kendini dal kırılmasıyla gösterir bazen..Kendimize güvenden, özgüvene

terfi edebilmemiz için..

Ve her korku, aydınlanmayı bekleyen karanlık odalardır..

Kendinize bir iyilik yapın ve’’ korkularınızı'' aydınlatın… Yaşadığınız negatif durumların aydınlanmayı

bekleyen odalarınız olduğunun farkında olun... Keşkelerinizi, deneyimleriniz olarak değerlendirin..

Önemli olan yaşadığınız olay ya da durumları doğru değerlendirebilmektir. Aynı yanlışları tekrar

etmek,temcit pilavı gibi benzer durumları yaşamanıza neden olur..

Seçimlerinizde huzur ve mutluluğu tercih edin,dönüştürmek istediğiniz yanlarınızı sevgiyle kabul edin..

Ve bırakın içinizde ki sevgi aydınlatsın tüm odalarınızı..

İnsan, bilmediğinden korkar, yeni şeylerden korkma nedeni de budur. Değişime direnme nedeni de budur..

Oysa her değişimle bir kabuk atarız üzerimizden.. Atılan her kabukla kendi iç dünyamıza ineriz..

Page 35: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

35

Orada gerçek aşkla birleşir ve huzura ereriz.Tıpkı gece ve gündüzün demlenmesi gibi kendimizle

bütünleşiriz..

Ve gece deminden çay koyar gönül bardağınıza ..

Aşk bahçenizde yudum,yudum yudumlarsınız SEVGİ ÇAYINIZI..

Dostlara da ikram edersiniz elbet..

Sevgilerimle…

Hülya Yetiş

(Yaşam Koçu-NLP-Kişisel Gelişim Uzmanı-Reiki MasterTeacher)

Kızılmavi Kuantum Yaşam Akademisi

Page 36: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

36

HAZİRAN PROGRAMIMIZ

YAŞAM KOÇLUĞU EĞİTİMİ DEVAM

06 Haziran Cumartesi 10:00/18:00

USUİ REİKİ 3-A SEMİNERİ

24 Haziran Çarşamba 12:00/17:00

NLP PRACTITIONER EĞİTİMİ DEVAM

20 Haziran Cumartesi 10:00/18:00

USUİ REİKİ 2.AŞAMA SEMİNERİ

17 Haziran Çarşamba 12:00/17:00

USUİ REİKİ 1. AŞAMA SEMİNERİ

13 Haziran Cumartesi 11:00/18:00

BEDEN DİLİ VE ZİHİN HARİTALARI EĞİTİMİ

26 Haziran Cuma 18:00/21:00

ACCSESS BARS UYGULAMALARI

27 Haziran Cumartesi 11:00/18:00

YAŞAMDA BOLLUK VE BEREKET SEMİNERİ

28 Haziran Pazar 12:00/16:00

BİREYSEL TERAPİLER

4 Haziran Perşembe/11 Haziran Perşembe

Bilgi için lütfen,

[email protected] adresine mail atın..

ya da

https://www.facebook.com/kizilmavikuantumyasamakademisi

Bizi takip edin…

Page 37: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

37

İsmail Can KARAKUŞ

Şiir

Hayatımın Lacivert Kıyıları

Hayatımın Lacivert Kıyıları

1.

O son kuş kadar özgürüm.

2.

Sırrı olmayan yaşayamaz

Tabi acısı da.

3.

Sanki her şey olması gerektiği gibi

ve ben sadece buna takılmış gibiyim.

Acılar eksiksiz yerinde, her şey

deli gibi dönüp duran kuş sürülerine benziyor.

4.

İnsan çoğu zaman canlı bir varlığın içinde

cansız durumdadır ama fark etmez.

Page 38: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

38

5.

Elbette en çok içimizdeki çocuk üzülür.

6.

En çok acıdan mı yapılır insan?

7.

Çok çirkinim şiir yazmaya mecburum.

8.

Defalarca yere çakılmış olanlar

kanatlarının bir kere daha kırılmasından

korkmazlar

Hem belli bir eşiğe varanlar

artık acı bile duymazlar!

Page 39: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

39

Birgül AL

Deneme

Ramazan Ayına Girerken

Ramazan Ayına Girerken

Ramazan ayı, ay takvimine (aya göre hesaplanan) göre,

dokuzuncu ayın adıdır. Ramazan ayının dinimizde büyük bir önemi

ve diğer aylar arasında seçkin bir yeri vardır. Çünkü kutsal kitabımız

Kur'an bu ayda indirilmeye başlanmıştır. Kur'an'da bin aydan daha

hayırlı olduğu bildirilen "Kadir Gecesi" yine bu ay içinde kutlanır.

Ayrıca İslam'ın temel ibadetlerinden olan oruç da bu ayda tutulur. Bu

nedenle Ramazan ayı, Müslümanlar için en kutsal aydır ve ona "on

bir ayın sultanı" denilmiştir.

''Berat Kandili geçince evde Ramazan hazırlığına başlanırdı;

iki hafta süren bu hazırlık esnasında evler, baştan başa yıkanır,

günlerce tahta gıcırtıları, İstanbul şehrine, sokaklarından kağnılar

geçen bir Anadolu kasabası ahengi verirdi.''

''Söz çocukluktan açılınca, insanın “Ramazan geldiğinde

hatıralardan başka ne anlatılır ki? “ şeklinde düşüneceği geliyor. Hele

de bir Anadolu şehrinde ikamet ediyorsanız ve Ramazanın oradaki

yaşantıya kattığı güzelliklerin her biri, büyük şehirlere oranla, hâlâ

daha tadına varıla varıla ve topluca yaşanılıyorsa, şimdi mazinin bir

parçası olmuş o eski günlerden bahis açmak daha kolay ve tatlıdır.

Tadı ağzımızda kalmış, lezzeti dimağımıza çıkmamacasına

yerleşmiş eski Ramazanların yanında; bugünün koşuşturulan, telaş

içerisinde geçirilen ve anlamı üzerinde bile yeterince düşünülemeyen

Ramazanlarının gelecekte anlatılacak yönleri herhalde daha azdır.

Yoksa; “... her kaybettiğimiz şey gibi o da mı bize güzel geliyor? ”

Gerçi bu düşüncemizi, “Hep eski Ramazanlar diyerek nereye varmak

istiyorsunuz? Şimdilerde çocukluğunu yaşayanların Ramazan

hatıraları daha mı renksiz, neşesiz ve tatsız olacaktır o halde...”

diyerek eleştirenler de çıkabilir. Bu karşı çıkışta haklı noktalar

mutlaka var. Ancak, bizim büyüklerimiz için de öyle değil miydi?

Page 40: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

40

Şimdi geçmişin dünyasında kalmış, o zaruret, o yokluk ve kıtlık yıllarında tuttukları oruçları

anlatırken bile, ön plana bir güzellik gelip yerleşmez miydi ve biz onları ağzı açık dinleyip heveslenmez

miydik? Bizden sonra gelecekler için de, bu kadar olmasa bile, yine buna benzer sahnelerin yaşanacağını

sanıyoruz. Fakat şurası bir gerçek ki eskinin durağan, ilişkileri daha sağlam, daha inandırıcı, daha samimi

dünyasında tutulan oruçların, yaşanan günlerin tadı elbette ki bir başkaydı.

Hemen çoğu kişi, her Ramazan geldiğinde, geçmişin perdesiyle kaplanmış günlerdeki oruçlara,

aldığı iftarlıklara, çocuk ruhunda bir başka yer tutmuş ezanlara, teravih namazlarına, bin bir nazla kalkılan

sahurlara ve en önemlisi; o günlerde gördüğü sevgiye ve şefkate, komşuluk ilişkilerine yeniden döner.

Hatıralar şeridini geriye alarak, yeniden seyreder geçmişe gönderdiği, hüzünle ve hasretle andığı

zamanları... O günleri bir daha yaşayamayacak oluşuna üzülür ve "Ah Ramazan günlerinde gördüğüm

sevgi " diyerek, duygularına mısraları tercüman kılar.''

Ramazan ayının başlamasına sayılı günler kala, bu kutsal ayın tüm İslam dünyasında hazırlıkları

sürüyor. Heyecanlı bir bekleyiş, birlik ve beraberliğin pekiştiği, dayanışma ve yardımlaşmanın güçlendiği

Müslümanlarca bu kutsal ayın, dini inancı çoğu İslam olan Türkiye'de de hazırlıkları devam ediyor. Çarşı ve

pazarlarda, büyük marketlerin standlarında göze çarpan bu hazırlık, iftar sofralarının vazgeçilmezi ve

orucun açmanın sembolü hatta sevabı olan hurmanın raflara yerleşmesi şeklinde göze çarpıyor.

Ramazan ayını önemli kılan etkenlerden biri de, dinimizin temel ibadetlerinden olan orucun bu ay

içinde tutulmasıdır. Yüce Allah Kur'an'da "…Kim Ramazan ayına ulaşırsa oruç tutsun" (Bakara suresi, 185.

ayet) buyurarak, ramazan ayında oruç tutulmasını emretmektedir. Bu nedenle Müslümanlar ramazan ayı

boyunca oruç tutarlar. Ramazan ayı oruç, ibadet ve sabır ayıdır. Allah'ın rahmet ve bağış kapılarının

açıldığı aydır. Sevgili Peygamberimiz, ramazan ayında içtenlikle yapılan dua, ibadet ve iyiliklerin Allah

katında daha değerli olacağını bildirmiştir.

Açıktan oruç yiyen, bu aya hürmet etmemiş olur. Namaz kılmayanın da, oruç tutması ve

haramlardan kaçınması gerekir. Bunların orucu kabul olur ve imanları olduğu anlaşılır.

* Ramazan-ı şerifte, oruç tutmak çok sevaptır. Özürsüz oruç tutmamak büyük günahtır. Hadis-i şerifte,

(Özürsüz, Ramazanda bir gün oruç tutmayan, bunun yerine bütün yıl boyu oruç tutsa, Ramazandaki o bir

günkü sevaba kavuşamaz) buyuruldu. [Tirmizi] (Ama dini bir mazeret varsa oruç tutmamak günah olmaz.)

* Ramazanda oruç tutmak hakkındaki hadis-i şeriflerden birkaçı şöyle:

(Ramazan ayı mübarek bir aydır. Allah ü Teâlâ, size Ramazan orucunu farz kıldı. O ayda rahmet kapıları

açılır, Cehennem kapıları kapanır, şeytanlar bağlanır. O ayda bir gece vardır ki, bin aydan daha kıymetlidir.

O gecenin [Kadir gecesinin] hayrından mahrum kalan, her hayırdan mahrum kalmış sayılır.) [Nesai]

* (Ramazan ayında oruç tutmayı farz bilip, sevabını da Allah ü Teâlâdan bekleyerek oruç tutanın günahları

affolur.) [Buhari]

* (Ramazan orucunu tutup ölen kimse, Cennete girer.) [Deylemi]

* (Ramazan ayı gelince, "Ey hayır ehli, hayra koş! Şer ehli, sen de kötülüklerden el çek" denir.) [Nesai]

* (Ramazan bereket ayıdır. Allah ü Teâlâ bu ayda, günahları bağışlar, duaları kabul eder. Bu ayın hakkını

gözetin! Ancak Cehenneme gidecek olan, bu ayda rahmetten mahrum kalır.) [Taberani]

* (Ramazan-ı şerif ayı geldiği zaman, Allah ü Teâlâ meleklere, müminlere istiğfar etmelerini emreder.)

[Deylemi]

* (Farz namaz, sonraki namaza kadar; Cuma, sonraki Cumaya kadar; Ramazan ayı, sonraki Ramazan’a

kadar olan günahlara kefaret olur.) [Taberani]

Page 41: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

41

* (Peş peşe üç gün oruç tutabilenin, Ramazan orucunu tutması gerekir.) [Ebu Nuaym]

* (Ramazan orucu farz, teravih sünnettir. Bu ayda oruç tutup gecelerini de ibadetle geçirenin günahları

affolur.) [Nesai]

* (Bu aya Ramazan denmesinin sebebi, günahları yakıp erittiği içindir.) [İ.Mansur]

* (Ramazan ayında ailenizin nafakasını geniş tutunuz! Bu ayda yapılan harcama, Allah yolunda yapılan

harcama gibi sevaptır.) [İbni Ebiddünya]

* (Ramazanın başı rahmet, ortası mağfiret, sonu ise, Cehennemden kurtuluştur.) [İ.Ebiddünya]

* (İslam, kelime-i şehadet getirmek, namaz kılmak, zekat vermek, Ramazan orucunu tutmak ve

haccetmektir.) [Müslim]

* (Cennetteki güzel köşkler, sözü hoş, selamı çok, yemek yediren, oruca devam eden ve gece namazı kılan

kimselere verilir.) [İbni Nasr]

* (Oruç tutan müminin susması tesbih, uykusu ibadet, duası müstecap ve amelinin sevabı da çoktur.)

[Deylemi]

* (Bilhassa oruçlu iken çirkin, kötü söz söylemeyin! Birisi size sataşırsa ona "Ben oruçluyum" deyin!)

[Buhari]

* (Gerçek oruç, sadece yiyip içmeyi değil; boş ve hayasızca sözleri de terk ederek tutulan oruçtur.) [Hakim]

* (Allah ü Teâlâ’nın, gözlerin görmediği, kulakların işitmediği ve hiç kimsenin hayaline bile gelmeyen nimet

dolu sofrasına, ancak oruçlular oturur.) [Taberani]

* (Allah yolunda bir gün oruç tutanı, Allah ü Teâlâ yetmiş yıllık mesafe kadar cehennemden uzaklaştırır.)

[Buhari]

* (Temizlik imanın yarısı, oruç da sabrın yarısıdır.) [Müslim]

* (Oruçlu iken ölene, kıyamete kadar oruç tutmuş gibi sevap yazılır.) [Deylemi]

* (Oruçlu iken ölen Cennete girer.) [Bezzar]

* (Oruç tutan, namaz kılan kimse, mükâfatını kıyamette aklı kadar alır.) [Hatib]

* (Oruç şehveti keser.) [İ. Ahmed]

''Kahveyi tane halinde selamlığa verirlerdi; onu uşaklar, alevli ateşte ve kalın saçtan yapılmış döner tavada

kavururlar ve sapının üzerine tespit edilen kocaman değirmende okkalarcasını çekerlerdi.''

Ramazan ayında tutulan oruçlarla ve yapılan ibadetlerle Müslüman, Allah"a karşı tam bir teslimiyet

içinde, iyi bir kul, örnek bir insan olma fırsatını elde eder. Yaptığı samimi tövbe ile tüm kötülüklerden,

günahlardan ve hatalı davranışlardan temizlenip, güzellikler ve iyiliklerle dolu yepyeni bir hayat hazırlar

kendisine. Huzur dolu bir yaşama kavuşur. Bütün bu güzellikleri bizlere veren Ramazan ayının kıymetini iyi

bilelim. Ondan en iyi şekilde istifade ederek çok iyi değerlendirelim.

Page 42: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

42

Kur"an ayında Kur"an"a sımsıkı sarılalım. O"nu hayatımıza rehber edelim. Yüce Allah"tan bereket,

rahmet ve mağfiret ayı olan Ramazan"ın; bizlere ve tüm İslam âlemine hayırlara vesile olmasını dileriz.

Dini Hayatımızda çok önemli bir yeri olan, rahmet kapılarının sonuna kadar açıldığı, yardımlaşma ve

dayanışmanın arttığı, sevginin, saygının, sabrın ve kardeşliğin daha da güçlendiği, birlik ve beraberliğin bir

kat daha pekiştiği, Ramazan ayı mübarek bir aydır. İnsanları karanlıktan aydınlığa çıkaran Yüce Kitabımız

Kur"an-ı Kerim, bu ayda indirilmeye başlanmıştır. Bin aydan daha hayırlı bir gece olan Kadir Gecesi bu

ayda bulunmakta ve oruç ibadeti bu ayda eda edilmektedir.

Özellikle yaz mevsimin başlangıcına denk gelen Ramazan Ayı, sıcaklıkların daha yoğun

hissedileceği, en uzun günlere denk gelmesi ve iftar saatinin uzun oluşuyla tutulan oruçların sevabı daha

fazla olacaktır kanaatindeyim. Bereket ay'ıdır Ramazan, sofralar şenlenir, çeşitler artar, konuklar çağrılar,

hayırseverler iftar yemekleri verir,Belediyelere bağlı il, ilçe ve beldelerde ramazan ayı boyunca her gün iftar

çadırları kurulur birlik ve beraberlik içerisinde sofralar paylaşılır.

Yine ihtiyaç sahipleri tespit edilerek bir ailenin ihtiyacı olan iftar paketleri hazırlanarak hayırseverler,

valilik ve kaymakamlıklar adreslere bu paketleri bizzat teslim eder.

Ne güzel bir dayanışmadır Ramazan Ayı. Merhamet duyguları, hoşgörü sevgi saygı ve

yardımlaşmanın en güzel örneklerini ortaya çıkarır. Her ne kadar günümüz ekonomik şartları ve değişen

alışkanlıklarla birlikte, eski ramazanlara özlem duyduğumuz anlam ve öneminde bir değişiklik geçirdiği

gözle görülür bir gerçek olsa da yine de eski alışkanlıkları yaşatmaya çalışmalıyız. Özellikle mevsim

itibariyle birkaç yıldır yaz mevsimine denk gelmesinden kaynaklanan tatil anlayışı neticesinde, eski

heyecanını koruduğunu söyleyemeyiz!

Nerde o eski Ramazanlar dediğinizi işitir gibiyim! Haklısınız da, zira eskiden Ramazan Ayı

hazırlıkları üç ayların başlangıcıyla başlardı. Komşu kadınlar bir araya toplanır, kocaman avlulu bir evde

ateşler yakılır, hanımlar ev yufkaları açar ve ramazanda yenmek üzere kurutulur ve temiz çarşaflar altında

bekletilirdi. Yine ev makarnaları, erişteler, kesme hamurlar hazırlanır, günlerce süren yardımlaşmanın

hazırlıkları sonunda ramazan heyecanla beklenirdi. Bu arada durumu olmayan komşulara da diğer

komşular pay ayırır böylece mahallelinin sofralarında hemen hemen aynı yiyecekler olurdu. İftarda

komşular birbirlerini misafir eder, birlikte her akşam en yakın caminin teravi namazına gidilir, namazdan

sonra erkekler mahalle kahvelerinde toplanır, sıcak samimi sohbetlerle ilişkiler güçlendirilirdi. Yine hanımlar

her gece bir evde toplanıp sıcak sohbetleriyle sahura kadar bir arada olurlardı.

Page 43: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

43

Ramazan Ayı fazilet bakımından nice güzelliklerin bahşedildiği mübarek bir zaman dilimidir. Cenab-ı

Hak Kur"an-ı Kerim"de şöyle buyurmaktadır: “Ramazan Ayı, insanlara yol gösterici, doğrunun ve

doğruyu eğriden ayırmanın açık delili olarak kendisinde Kur"an indirilen aydır…”

Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.) Ramazan ayı ile ilgili olarak: “Bir kimse, inanarak ve sevabını

yalnızca Allah"tan bekleyerek, Ramazan orucunu tutarsa, geçmiş günahları bağışlanır.”buyurmuştur.

Yine bir başka Hadis-i Şeriflerinde ise: “Ramazan öyle bir aydır ki, Allah gündüzleri oruç tutmayı farz

ve gece ibadet etmeyi de nafile kılmıştır. Ramazan, sabır ayıdır. Sabrın karşılığı ise cennettir. Ramazan

ihsan ve yardımlaşma ayıdır. Mü"minin rızkı bu ayda artar, bereketlenir… Ramazan ayı öyle bir aydır ki,

evveli rahmet, ortası mağfiret ve sonu cehennem ateşinden azad oluştur.” buyurmaktadır.

Oruç ayı olan Ramazan ayı, birçok hikmeti ihtiva eder. Bu açıdan bakıldığında pek çok ferdi ve

sosyal faydaları vardır. Oruç tutarak belirli bir zaman yeme içme ve cinsel arzularına karşı koyan kişi, sebat,

kanaat, metanet ve sabır gibi ahlaki güzelliklere sahip olur; aç kalarak nimetlerin kıymetini bilir ve bu vesile

ile yoksulların halini düşünüp onlara merhamet ve şefkat hisleriyle yaklaşmasına sebep olur.

Ramazan, oruçla beraber nefislerin terbiye edildiği, zekât, sadaka ve iftarlarla yoksulların doyurulup

gözetildiği, Kur"an okuma, mukabele takip etme, teravih kılma, zikir, dua ve niyazlarla sevap ve mükâfatın

arttığı; af ve mağfiretin çokça ihsan edildiği bir feyz, rahmet ve bereket ayıdır.

Ramazan ay'ının hayırlara vesile olması, tutulan oruçların ve yapılan ibadetlerin yerine ulaşıp Kabul

görmesi dileğimle,

Hayırlı Ramazan'lar…

Kaynakça; DiniBil.com, AyVakti

Page 44: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

44

Esra ALTINTIĞ

Şiir

Farklı Bir Zamanda

Farklı Bir Zamanda

Farklı bir zamanda

Farklı bir yerlerde

Yaşanacak bir hayatım olsaydı

Ben yine seni

Sadece seni seçerdim

O kadar çok yıldızların arasından

Benim kutup yıldızım olsaydın

Her gece seni

Sadece Seni izlerdim

Page 45: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

45

Mehmet ARSLANTAŞ

Sinema – Eleştiri

David CRONENBERG

David CRONENBERG

ANALİZ EDİLEN FİLMLER:

-VİDEODROME

-THE SCANNERS

-THE BROOD

-DEAD ZONE

-A DANGEROUS METHOD

AUTEUR ELEŞTİRİ

1943 Kanada doğumlu yönetmeni sıra dışı olarak betimlemek

sanırım en doğrusu. İlk filmleri de dâhil olmak üzere, bütün

filmlerinde kendine has üslubundan bahsetmek mümkün.

İnsan psikolojisi ve bilinç dışı ile yakından ilgilenen yönetmen,

zihnimizin bizi çektiği girdapları ve bu durumu tetikleyen dış unsurları

ustaca işliyor. Filmlerinde insanların psikolojik problemlerini, bunlara

sebep olan etkenleri, topluma ait değer yargıların bireyler üzerinde

oluşturduğu duygu durumlarını konu alan yönetmen, insan bedeninin

ve ruhunun çıktığı yolculuktaki dönüşümünü seyirciyle buluşturuyor.

Bilim kurgu, gerilim ve korku türünde çektiği filmlerinde insan

ve mekan tasvirleri oldukça çarpıcı. Yaratıcılık konusunda hiçbir

zaman sıkıntı çekmediği gözlemlenen yönetmen, giderek yükselen

bir grafiğin sahibi.

Toronto Üniversitesinde Biyoloji okurken eğitimini yarım

bırakan Cronenberg, Edebiyat bölümüne devam etmeyi tercih ediyor.

Bu sebeple olacak ki insan vücudu filmlerinin temelini oluşturuyor.

İnsan bedeni üzerinden gerilimi tırmandıran yönetmen, yaşanan

dönüşümle birlikte ruhun içine girdiği yeni bir beden yaratıyor. Bilimin

ve teknolojinin kullanımının maksadını aşınca ne gibi etkiler

yaratacağını ve aşırılığın yarattığı sonuçları bütün filmlerinde gözler

önüne seriyor.

Page 46: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

46

Evet, özellikle aşırılık üzerinde oldukça fazla duruyor. İnsanın aç gözlülüğünün sınırları olmadığını

ve bunun toplum üzerindeki etkisini, yarattığı doyumsuzluğu, uç duyguların neden olduğu ahlaki çöküşü

resmediyor. Kahramanlarına yüklediği misyonlarla onların bu süreçte yaşadığı değişimi kendine has, özgün

üslubuyla anlatıyor. İlk başta ütopik gibi görünse de filmin içine girdiğinizde, ortaya çıkan bu olağanüstü

durumun normalleşmesini sağlıyor.

Öfkenin kontrol edilemediği durumlarda ortaya çıkan sonuçları akıl dışı bir yolla anlatmaktan

çekinmiyor. Ölümün bir son olmadığını, yeni bir diriliş olduğunu sıkça vurguluyor. İnsan bedenini kullarken

yüksek doz kan ve şiddeti beraberinde sürüklüyor. Kahramanlar genelde film sonunda hayatlarını

kaybediyor ya da başka bir bedende can buluyor.

Cronenberg eseri filmlere değinmenin, yönetmen ve üslubu hakkında daha anlaşılır bilgilere

ulaşmamızı sağlayacağını kanısındayım.

Videodrome filminde ahlaki çöküşün histerik duyguları nasıl tetiklediğini anlatılıyor. Bu durumun

beraberinde getirdiği doyumsuzluğu ifade ederken sapkınlığa teşvik eden görüntülerin ara satırlarında

verilen mesajları ve mesajların yarattığı harabiyeti işliyor. İnsan kendinin ve toplumun gerçekliğinin dışına

itilerek var olması mümkün olmayan bir bilincin içine sürükleniyor. Televizyonun ve dolayısıyla teknolojinin

insan üzerindeki etkisi ciddi bir biçimde anlatılıyor.

Sanal bir dünyanın parçası olan birey şizofrenik bir hayatın pençesine düşüyor ve yarattığı

halisünasyonların etkisiyle benlik bilincini yitiriyor. Son olarak kodlanmış olduğunu varsaydığı bilgilerin

ışığında yeniden doğuş için hayatına son veriyor.

The Scanners filmiyle bilimin aşırılığının yarattığı sonuçlar anlatılıyor. Anne karnında ilaç verilerek

birtakım özel güçlerle doğan bireylerin insanlar üzerindeki çarpıcı etkisinin anlatıldığı filmde insan

merakının beraberinde getirdiği anormallikler konu ediliyor. Telekinetik güçlerle doğan bireylerin amacının

dışına çıkmasıyla ortaya çıkan olumsuzluklar ifade ediliyor.

Etkin bir sahneyle başlayan filmde perde bir oyuncunun beyninin patlamasıyla başlıyor. Bu filmde de

kahraman başka bir bedende hayat bularak misyonunu tamamlıyor. Cronenberg ilk defa bu filmiyle

oyunculukları ön plana çıkartıyor.

The Brood bir psikiyatristin hastaları üzerinde denediği ilginç yöntem üzerine kurgulanmış bir film.

Belli bir süre sonra öfke kontrolünü sağlayamayan doktor, bir dizi ölümün yaşanmasına ve bir hastanın

öfkesinin yarattığı çocuk görünümlü yaratıkların doğumuna sebep oluyor. Sonuç olarak uyguladığı etik

olmayan yöntemin bedelini canıyla ödüyor.

Dead Zone geçirdiği kaza sonrası pisişik güçlere kavuşan bir öğretmenin hayatını konu alıyor.

Başına gelenlerden sonra yeteneklerini insanların faydası için kullanan kahramanımız, hayata tekrar dönüş

sebebini kısa sürede fark ediyor. Kendi canı pahasına büyük bir faciayı önleyerek hayatını kaybediyor.

Page 47: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

47

A Dangerous Method, yönetmenin güncel filmlerinden biri. Toplumsal baskının gün yüzüne

çıkardığı dürtüler. Yasakların cazibe merkezi olduğu bir hayat. Psikanalist yaklaşım, Freud, psikiyatrist ve

hasta bir kadın. Hasta doktor ilişkisinin dışına çıkan ve hastanın tedavi sürecinde kendi dürtülerini fark

ederek farklı eğilimler gösteren bir doktor. Sonuç, hastalanan bir doktor ve iyileşen bir hasta.

Film müzikleri genel olarak çok inişli çıkışlı değil. Hemen her filmde kulağınızda aynı tınıyı duymanız

mümkün. O sebeple olacak ki art arda izlediğim filmlerin bende yarattığı etki devam filmi niteliğinde oldu.

Yönetmenin ilk filmlerinde oyunculuğa önem verilmediği açıkça görülüyor. Fakat The Scanners’la

başlayan performans grafiği, A Dangerous Method filmiyle zirve yapıyor.

Görünen o ki David Cronenberg filmlerinin merkezine insanı oturtarak oluşturduğu korku

dünyasında fark edilecek bir üslup yarattı. Aslında bir anlamda korku dünyasının temellerini realiteler

üzerine inşa etti. Belki de bu sebepten sinema dünyasında kendine edindiği sağlam noktada duruşunu hiç

bozmadı.

Page 48: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

48

Günsel İSLAMOĞLU

Şiir

İftar Sofrası

İftar Sofrası

Olur da etrafımızda sevgi,

Olur da bizden uzakta hüzün,

Olur da gözlerimizde pembe pembe,

Buyurun iftara,

Sevgiye doyalım.

Olur da biter savaşlar,

Olur da diner acılar,

Olur da susar analar,

Buyurun iftara,

Barışa doyalım.

Olur da konuşur lal diller,

Olur da görür kör gözler,

Olur da doyar aç gönüller,

Buyurun iftara,

Huzura doyalım…

Page 49: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

49

Yaren ATAY

Kitap İncelemesi

Sineklerin Tanrısı

Sineklerin Tanrısı

Hani bir soru vardır ya “Issız bir adaya düşsen yanına

alacağın üç şey ne oldurdu?” diye. Gerçekten de sorudaki gibi ıssız

bir adaya düştüğünüzü hayal edin ama tek bir farkla… Bunda dilek

hakkınız olmayacak. Ne kadar kötü değil mi? Özellikle de bu adaya

düşen kişiler yetişkin değil de bir grup çocuksa. William Golding’in

kaleminden insan doğasının vahşiliğini konu edinen başyapıtıyla

karşınızdayız.

II. Dünya Savaşı’ndan kaçan bir grup çocuğu taşıyan uçak

ıssız bir adaya düşer. Pilot ve kabin ekibi orada ölürken çocuklar sağ

kurtulur. Çocuklardan Ralph ilk uyanandır. Ardından bir diğer

karakter olan domuzcuk -aslında gerçek adı bu değil sadece şişman

ve gözlüklü bir çocuk olduğu için ona takılmış bir lakap ama yazar

gerçek adını yazmadığı için kitapta ondan domuzcuk olarak

bahsediliyor- Ralph’e ulaşır ve diğer çocukları da (Simon ve küçük

çocuklar olmak üzere) etraflarında toplarlar. Bunun üzerine adanın

diğer tarafına düşmüş olan kilise korosundaki çocukları taşıyan uçağı

bulurlar ve kilise korosu ile birleşerek adada hayatta kalma

mücadelesi vermeye başlarlar

Ana karakterlerden bahsedecek olursak Ralph on iki

yaşlarında, yaşına göre gelişmiş, sarışın ve çok güzel bir çocuktur.

Babası Deniz Kuvvetlerinde binbaşı olduğu için, babasının onları

bulacağı ve kurtulacağı umudu içindedir. Adada geçirecekleri

zamanın son derece eğlenceli, tıpkı okudukları hikâyelerdeki gibi

olacağına inanır. Çok zeki değildir, fakat güçlü ve güzel oluşu diğer

çocukların gözünde onu ideal bir lider haline getirir.

Domuzcuk ise, gerçek adını bilmediğimiz, daha aşağı bir

sınıftan gelen, şişman ve gözlüklü bir çocuktur. Nefes darlığı

problemi vardır. Fakat tüm bedensel kusurlarına ve takma adına

rağmen, adadaki en zeki çocuktur Domuzcuk. Mantık ve sağduyunun

sesidir, çocukları uyarır ve doğru yolu göstermeye çalışır. Ralph gibi

hayaller kurmaz adadaki durumlarıyla ilgili; o gerçekçidir.

Jack zayıf, çelimsiz, kızıl saçlı bir çocuktur. Tıpkı Ralph gibi

Jack de doğuştan lider özelliklerine sahip bir çocuktur, fakat Ralph’te

iyilik ağır basarken Jack kötülük ve zorbalığa eğilimlidir. Jack güce

düşkün, zorbalık meraklısı, sorumsuz bir çocuktur. İnsanları aşağılar,

korkutur, hatta ayrımcılık yapar. İlk ismi yerine soyadı ile çağrılmak

ister çünkü bu onun için bir güç göstergesidir.

Page 50: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

50

Kilise korosunun başı olmasına rağmen erdem ve insanlık gibi değerlerden nasibini alamamıştır.

Simon ne küçük ne de büyüklere dâhil bir çocuktur aslında. Yaşına göre son derece olgun, bilge ve

sessizdir, iyilikseverdir. Ufak tefek ve hastadır, ara sıra halüsinasyonlar görür. Bir bakıma bir aziz, bazı

eleştirmenlere göre de Hz. İsa’nın bir yansımasıdır Simon, tamamen iyi ve doğru tek karakterdir.

Sezgileriyle geleceği görebilir, Ralph’in evine döneceğini de canavarın ne olduğunu da önceden beri

bilmektedir.

Kitaptan öğrendiğim üç şey var. Birincisi, herhangi bir toplulukta otorite ve kurallar oluşturma isteği.

İkincisi kuralların ve otoritenin yanında pörtleyen muhalefetin otoriteyi ele geçirmekten başka bir halta

yaramadığı. Üçüncüsü ise kişinin doğuştan gelen şiddet eğilimi.

Birincisini tespit etmemdeki en önemli etken adadaki iktidar yarışı oldu. Çocukların çoğunluğu oy

birliği ile Ralph’i lider seçmesine karşın buna Jack karşı çıkmıştır ve isyan ederek kilise korosundaki

öğrencilerle beraber adanın tepesindeki kaleye taşınmıştır.

İkinci içinse Ralp’in iktiadına karşı kurulan Jack muhalefeti adada yarattığı bölünme ile birlik

beraberliği bozmuştu ve zamanla Ralp’i gözden düşürerek lider olmaya çalışmıştır.

Üçüncü içinse Jack ve arkadaşlarının canavar zannedip onları uyarmak için yanlarına gelen zavallı

Simon’u vahşice katletmeleri etkili oldu.

Kitapta üzerinde durulacak birçok husus var ancak belki de bunlardan en önemlisi adadaki

çocukların tamamının erkek olmasıdır. Kız çocuk kahramanının hiç bulunmaması yazar tarafından verilmiş

bir mesaj mahiyetinde.

Peki sonunda ne oluyor? Çocuklar kurtuluyor ama bu sırada iki ölüm ve bir kayıp veriliyor.

Domuzcuk Jack’in en yakın arkadaşı Roger’ın yuvarladığı bir kayanın altında kalarak can verirken Simon,

Jack ve ekibi tarafında katlediliyor. Adanın küçüklerinden biri ise ormanda kayboluyor ve ondan haber

alınamıyor.

Sineklerin tanrısı, simgeselliği ve taşıdığı ağır, hazmetmesi pek de kolay olmayan değerle

romanlığından sıyrılmış bir eser. Ama buna rağmen okunması gereken Nobel ödüllü bir kitaptır. Çünkü

bana göre kitabın asıl ana fikri “Hayvanlaşma” söyleminin aslında “insanlaşma" olduğu. Çünkü insanlık artık

öyle bir noktaya gelmiştir ki insan doğadaki en kötü hayvan haline gelmiştir. Bu yüzden hayvanlaşma

aslında insanlığa yaklaşma anlamındadır ve umarım insanlık “insanlaşma” yerine “hayvanlaşma” yolunda

ilerler. Çünkü bu dünya insanlıktan nasibini çoktan aldı.

Page 51: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

51

Arzu TOK

Şiir

Adın Ramazan

Adın Ramazan

O aylardan bir aydı, Yaradan onun sultan saydı

Günlerden o gündü, geldi kapıya dayandı

Ve açtı gönül evini, şefkat her tarafı sardı

Adın Ramazan, ruhun ümmetin olandı

Merhamet kuşatırken her yanı, semadan inenler vardı

Herkese yetecek rahmetin, canlara dolandı

Ve açtı gönül evini, bereket her tarafı sardı

Adın Ramazan, ruhun ümmetin olandı

Sofralar kurulurken kimsesizlere, paylaşmak kardı

Ezanlar gök kubbede seda, yerde iftarlar vardı

Ve açtı gönül evini, dualar dilleri dolandı

Adın Ramazan, ruhun ümmetin olandı

Page 52: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

52

Yelda KARATAŞ

Şiir

Nergis Kokulu Kızlar

Nergis Kokulu Kızlar

küçük bir hatıra defteri vardı ablamın

çiçekleri bakışıyla tanıyan insanlar şehrinde

gönlüm ısınmaya oraya kaçardı

mektupların ucu yanık aşklar sahici ve umutsuz insan yoktu

ne kanserin adını bildik ne ihanetin

üzgün kızlar buklelerine hasret dolu kurdele takardı

gece misafirliğinin badem kokulu kurabiyeleri

ve unutulmaz pencerede sevgilinin yağmurlara karışan silueti

yürek çarpıntısıyla ölçülen onlarca basamak

bir sevdanın saçlarda gizli busesi

nergis kokulu kızlar çağından kalan bir kuru yaprak

yüzyıllık şiirlerin içine gizlenmiş aşklar gibi

Page 53: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

53

Belgin DAL

Alternatif Tedavi

Kâinattaki Eczanemiz

Şifalı Taşlar

Kâinattaki Eczanemiz: Şifalı Taşlar

İnsan, diğer tüm canlılardan çok farklı bir yapıda olup üstün

özellikleri ile en mükemmel yaratılmış canlılardan biridir. Yeryüzünde

her şey insanın hizmetine sunulmuştur. İnsanoğlu da kendisine Allah

tarafından bahşedilen ömrü süresince bunlardan yararlanma yoluna

gitmiştir. Yeryüzünde hiçbir şey sebepsiz yaratılmamıştır. Kâinat bir

eczanedir. Biz de bu eczaneden faydalanıyoruz.

Günümüzde alternatif tıp, yiyeceklerden içeceklere kadar pek

çok alana girmiş durumdadır. Uzmanlar değerli ve yarı değerli

taşların insanların fiziksel ve ruhsal sağlığı üzerinde önemli etkileri

olduğunu belirtmektedir.

Geçmişe baktığımızda da İbn Sina (Kanun fıt–tıp = tıp

kanunu) ve Kitabu’ş Şifa kitaplarında yer yer taşlardan

bahsetmektedir. ( 1.5 gr kehribar toz haline getirilip bir bardak su ile

içirilirse kalp çarpıntısını giderir, kalbi güçlendirir. ) Caferi Sadık der

ki: “Firuze taşından yüzük taşıyan fakirlik çekmez. İnsanlar arasında

değer kazanır.” Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “Ey Ali! Yemeğine

tuzla başla, tuzla bitir. Ondan yetmiş türlü dert için şifa vardır.”

buyurmuştur. Özellikle kaya tuzu astım hastalığında ve hatta bir

parça pamuk ile mantarlı tırnakların üzerine konursa mantarı eritir.

Özellikle Mahmut Şirvan isimli İslam bilim adamının taşlarla ilgili

Tuhfe-i Murâdî adlı kitabı vardır. Hatta Kızılderililer firuze (turkuaz)

taşını kemikleri güçlendirdikleri için kollarına taktıkları, Yunanlıların

ametist taşının sarhoşluğu engelleyici özelliği olduğu için kadehlerini

ametistten yaptırdıkları tarih kitaplarında da yazmaktadır.

Page 54: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

54

Taşları burca göre ayırıyorlar oysa her koç burcu yüksek tansiyonlu değildir. Her boğa burcu tiroit ya

da nodül hastası değildir. Burca göre yüksek tansiyonlu bir hasta akik taşı kullanırsa akik taşı kan basıncını

yükselteceği için tansiyonu daha fazla yükselerek plasebo etkisi yaratabilir. Başka bir kişi de tiroit ve nodül

hastası burcumda ametist var diye ametist taşını kullanmaya başlarsa 50 mg ilaç alırken 150 yada 200 mg

ilaç almaya başlayabilir. Ametist de lityum minerali vardır lityum minerali tiroitleri çok fazla çalıştıran bir

mineraldir. Kanser hastası olan bir kişi de selenyum minerali taşıyan bir selenit taşını kullanırsa ve kanser

rahatsızlığı bölge ve evresine göre doğru taşlar kullanılırsa kişinin iyileşmesin de alternatif tıp olarak

faydasını görecektir. Taşların kullanımı da çok önemlidir. Bilinçsizce taş kullanılmamalıdır. Her taş tuzlu

suyla temizlenmez taşların sertlik dereceleri vardır. Ametist, kristal kuars sertlik derecesi 7 nin üstündedir.

Firuze, malahit gibi bazı taşların sertlik derecesi 5 in altında olduğu için suyla temas etmemelidir. Etkisini

yitirir. Ayrıca birçok taş satan kişilere baktığımızda ametist taşları yatak odalarında sizi görsün derler.

Oysa ametist lityum minerali taşır. Lityum minerali beyni uyanık tutmak demektir. Sizler gece

uyuyarak dinlenecekken başucunuza ametist taşını koyarsanız takıntılı ve stres dolu olursunuz. Oysa

yastık altına koyarsanız ve çakralarını da uygular, size özel enerji yüklemesi yapılırsa derin ve rahat

uyursunuz. Kısacası mineraller çok önemlidir.

Bu aydan itibaren sizlerleyiz. Her ay kısa kısa taşları anlatacağız . Okurlarımızın bize verdiği doğum

tarihi ile çekilişte çıkan beş kişinin sadece burcuna göre değil tılsımlı ve horoskop taşlarına göre

rahatsızlıkları ve kullanılması gereken taşlarını belirteceğiz.

Sevgi ışık yolumuz olsun…

Page 55: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

55

AKİK TAŞI

Yüksek tansiyonlular kullanamaz. Kan basıncını yükseltir. Kişiler felç geçirebilir.

İnsan vücudundaki fazla enerjiyi ya da negatif enerjiyi boşaltır.

Stres giderici özelliği vardır.

Pıhtılaşmayı sağlayarak kanamayı keser.

Üriner sistem için önemlidir.

Vücut da gerginlik olan kısımlara sıcaklık hissi verir ve gerginliği alır.

Ağrıları gidermek için kullanılabilir.

Cilt hastalıklarına iyi gelir.

İradeyi güçlendirir.

Damarları kuvvetlendirir.

Daha kolay ve güzel konuşma ve yazma yeteneği verir. Vücuttaki gazları giderir.

Epilepsi,uyur-gezerlik rahatsızlıklarında kullanılır.

Cinsel organlar ve cinsel güç için faydalıdır.

Hamile bayanlarda hem anneye hem de bebeğe sağlık verir. Hamile bayanlara özellikle tavsiye edilir.

Sosyalleşmeyi kolaylaştırır, Çevrenizdeki insanlar ile daha uyumlu yaşamanıza yardımcı olur.

Dişlere ve kemikleri güçlendirir, korur.

Enerjinizi tazeler.

Kırmızı akik, kalp ve kan dolaşım sistemine iyi gelir.

Mavi renkli akik diğer mavi taşlar gibi akiğin diğer türlerinden farklı olarak boğaz çakrasını etkiler ve boğaz

ile ilgili sorunlarda işe yarar.

Göz sağlığı ve korunması için tavsiye edilir.

Canlılık veren enerjisiyle, kendinizi sıkıntılı ve kötü hissettiğiniz anlarda olayların iyi yönünü de görmenizi

sağlar. İnsanların olumsuzluklarından kolayca etkileniyorsanız akik size iyi gelecektir.

Page 56: Farkındalık Dergisi - Haziran (6. Sayı)

56

TEMMUZ SAYIMIZDA

YİNE, YENİDEN

BULUŞMAK DİLEĞİYLE