Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

60
"Doktorculuk" Üzerine Devrimci Hareket ve İşçi Sınıfı Finans-Kapitalin Yapısı(II) ratik Devrim oorunu "Emek- Eleştirisi Türkiye'de Sosyal Demokrasi Devrimci Maceracılık Tüm Korotiç'lere Açık Mektup Devrimden Dönüş Üzerine Tezler Burjuva Sosyalizmi Çözülürken Dünün Sosyalistleri Bugünün Feministleri

description

Bizi aşağıda bulunan adreslerden takip edebilirsiniz. www.yolsiyasidergi.org & www.twitter.com/yolsiyasidergi & www.facebook.com/yolsiyasidergi

Transcript of Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

Page 1: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

"Doktorculuk"Üzerine

Devrimci Hareket ve İşçi Sınıfı

Finans-KapitalinYapısı(II)

ratik Devrim oorunu "Em ek-

Eleştirisi

Türkiye'de Sosyal Demokrasi

Devrimci Maceracılık

Tüm Korotiç'lere Açık Mektup

Devrimden Dönüş Üzerine Tezler

Burjuva Sosyalizmi Çözülürken

Dünün Sosyalistleri Bugünün Feministleri

Page 2: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

Ç ağd aş YO L AYLIK SİYASİ DERGİ

Düşünce ve Davranış Birbirinden Ayrılmaz

Sahibi:S. Güneş Ünsal

Sorumlu Yazıişleri Müdürü:Gürcan Çilesiz

Yazışma Adresi:Mustafa Kemal Paşa Cad. Yıldırım

Palas İşhanı N o:14 Aksaray-İST.Dizgi:

DİZ Basın Yayın - 5 2 2 19 8 5 Baskı:

Çiftay Matbaacılık Genel Dağıtım:

Hürda Fiyatı:

3 0 0 0 .-T L Yurtdışı Fiyatı:

6 DM-6 SF On Kapak:

Carpanetti'nin Faşizm tarafından yüceltilen değerleri (aile, çalışma ve

savaş) gösteren tablosu Arka Kapak:

Diego Rivera'nın Devrim Meksikası adlı duvar resminden bir kesit

İÇİNDEKİLER

M erhaba............................................................................................................ 1

Politik D urum .....................................................................................................2

"Doktorculuk" Ü zerine/O rhan D İN Ç O K ............................................4

Devrimci Maceracılık/V.İ L E N İN ............................................................ 9

Devrimci Hareket ve İşçi Sınıfı/M ehm et Y IL M A Z E R ............... 13

Finans Kapitalin Yapısı/M ehm et ÇAĞLAYAN ........................... 18

Devrimden Dönüş Üzerine T ezler..........................................................2 6

Burjuva Sosyalizmi Çözülürken............................................................... 3 0

Demokratik Devrim Sorunu "Emek" Eleştirisi/Kazım AKIN. . 3 2

Türkiye'de Sosyal D em okrasi/Kem al S A R U H A N ......................3 8

Dünün Sosyalistleri Bugünün Feministleri/Gökçe DEM İR . . .48

Tüm Korotiç'lere Açık M ektup/M ahm ut D İK E R D E M ..............5 2

Page 3: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

Merhaba1 ay gecikmeyle tekrar karşınızdayız.Bu sayımızda gerek geç kalmamız, gerekse iki ayda bir yayınlanmamızdan dolayı, devrimci

mücadelede önemli yer tutan olayları güncelliğini yitirmesi nedeniyle anmakla yetineceğiz.Tüm MAYIS ŞEHİTLERİMİZİ saygıyla anıyoruz.Onların direnişleri, kavgaları, bıraktıklan

mücadele geleneğiyle sürüyor.Fınans-kapital kamuoyunu Olağanüstü Hal Bölgesinde gerçekleşen direnişten bihaber etmek

için elinden geleni yapıyor. İlk olarak 4 1 3 sayısıyla ortaya çıkan ve ikinci Takrir-i Sükun olarak adlandmlan, Kanun Hükmündeki Kararname, kamuoyundan gelen tepkiler üzerine(!) daha da sağlamlaştırılarak 4 2 4 Sayılı KHK olarak tekrar piyasaya sürüldü.

Burjuvazinin Olağanüstü Hal Bölgesi'nde ne kadar sıkıştığı, adeta ölümünü gördüğü,son kararname ile açıkça ortaya çıktı. Yasalannı ve kendi hukuk sistemini bile yok sayarak, böylesine bir kararname uygulamaya koyması bunun bir göstergesidir.Ancak ikinci Takri-i Sükun ile yaratılmak istenen terör geri tepmeye başladı bile.Bölge halkının uzun soluklu mücadelesi son 'İNTİFADA' eylemleri ile doruk noktaya tırmandı.

Yine Mayıs ayı gündemi, tüm dünya işçilerinin 'Birlik Mücadele ve Dayanışma' günü olan 1 Mayıs ile dopdolu geçti. İşçi sınıfı başta İstanbul olmak üzere tüm bölgelerde, bu günü özüne uygun olarak kutladı. Burjuvazinin tüm saldırılarına rağmen, 1 Mayıs'ı kutlama kararlılığı gelecek yıllar için önemli bir mesaj iletti kitlelere. Geçen yılki kanlı oyun bu kezde sahnelendi. Ve 1 Mayıs günü işçilerin emekçilerin üzerine ateş açıldı. Ancak kararlı kitle ne silahla ne de saldırılarla geriletilemedi.

Bu arada 9. sayıda sivil faşit saldırılarının artacağına ilişkin tesbitimizin sonrasında gelişen olaylarla 11. sayıda da bu tesbitin doğrulandığını belirtmiştik ki bu kez de Burdur'da sol görüşlü bir öğrencinin ülkücüler tarafından öldürülmesi olayı gerçekleşti. Daha önce de oynanan bu oyunlara alet olmayacağız.

Gelelim 12. sayımıza.Her zamanki gibi teorik yoğunlukta olan dergimizde, bu kez yoğunluğu eleştiri de paylaşıyor.

Emek, İşçelerin Sesi, Toplumsal Kurtuluş, Kadın konusunda Yeni Öncü yazarları, İKD çevresi, 'Doktorcu' bilenen siyasetlerin eleştirilerini yayınlarken, başlatılan polemiğin aynı düzeylilikte sürmesini diliyoruz.

Öte yandan dergimizde,"finans-kapitalin yapısı" konulu yazının ikinci bölümü ve "Burjuva demokrasisi" konulu yazı da yer alıyor.

13. sayıda buluşmak ümidiyle.

Çağdaş YOL

1

Page 4: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

Politik Durum

T ürkiye 1988'lere girerken kriz kapıdaydı; 19 9 0 ı yarılar­ken kapıdan giren kriz hem

ekonomik hem de siyasi cephelerde yayıldıkça yayılıyor. Bu kez başgös- teren krizin de nesnel ve öznel ne­denleri var.

Nesnel düzlemde; 10 yılda 20 0 trilyon liranın üstünde, dev sermaye birikimi elde etmesine rağmen fi- nans-kapital kendi gücü ve yapısında katlanma ve değişime gitmedi. 10 yılda atılıma gitmek yerine, üretici güçleri -örneğin; tekniği- geliştirmek yerine üretim ilişkileri ile arasındaki uzlaşmaz çelişkiyi daha da kangren- leştirmiştir.

Fınans-kapital 10 yıllık zaman di­limini; bu fırsatı değerlendiremezken GAP ve AT kozlarını da kullanıp son bir kez atılıma geçmeyi denedi: bu da tutmadı. GAP'tan tüm olarak sermaye devşirilebilmesi için en az 10-20 yıl gerekirken, AT için de 1990'lı yılların sonlarına doğru gün verildi!..

O halde;1 9 8 0 -1 9 9 0 döneminde, her tür­

lü sömürü yöntemine, -ağırlıkla mut­lak artı değer mekanizmalarıyla- ih­racattaki hayali tüm dalaverelere, spekülasyonlara, Iran-Irak savaşında­ki boşluktan yararlanıp yapılan vur­guna, petrol fiyatındaki ucuzlamaya, dış ve iç borçlanmalarla trilyonların şırınga edilmesine rağmen; tüm bu fırsatlara rağmen, finans-kapital eko­nomik mekanizmalan restore ede­medi, asalaklığı tercih etti!..

Tabii ki, bu zaaflar işçi ve emek­çi kesimin muzaffer olmasının da ya­rarına ve çıkarınadır. 19 8 0 öncesi

ve sonrası sınıf savaşında yaşanılan ana farklılıklara değinerek zaafın na­sıl değerlendirilmesi gerektiğini anla­yabiliriz.

1 9 8 0 Öncesi

1973ten sonra; teğet geçen fa­şizmin etkisinden sanılandan daha hızlı çıkıldı. Patlak veren grevler, CHP motivi, giderek yaygınlaşan ey­lemlilikler özellikle 1 9 7 7 -1 9 8 0 ara­sında finans-kapitali iyice bunalttı. Bunaltmada batıdan esen sınıf rüz­garları daha etkili oldu. Ardı arkası kesilmeyen grevler ve sonraları poli­tikleşen Tariş, Gültepe direniş örnek­leri. Türkiye metropollerinin müca­deleye damga vurmasını ve mücadelenin esas yükselticisi olması­nı sağladı. Batıdan esen rüzgarlar Doğu da da toz kaldırmaya başlamış­tı bile.

Bunalım derinleştikçe burjuva de­mokratik kurumların kullanımı daha da etkinleşti. Mücadele her alanda yükselmeye başladı. Bu ise kendi tepkisini; sivil faşist terörü, saldırılan doğurdu.

Devrimci örgütlenmeler şekillen­menin sancılarını yaşarken bazı istis­nalar dışında programatik adımlar atılamamıştı. Kitlelerin alışkanlığı devrimci örgütleri hazırlıksız yakala­mıştı!

¡ran, emperyalist bloktan kop­muştu. Kıbrıs sorunu, Afganistan üzerine koparılan fırtına; ABD'de ve Avrupa emperyalist metropollerde 1970'lerde başgösteren krizle birle- şince hızla yükselen sağ saldırı Türik- ye'nin stratejik konumuna daha da

önem kazandırdı.Finans-kapital yönetemez hale

gelmeye başlamış, Cumhurbaşkanı ard arda gidiİen turlara sağmen seçi- lememişti. Dağın zirvesindeki finans- kapital, eteklerdeki tekel dışı burju­vaziyi uzlaşmaya oturtamıyordu. CHP, AP ile biraraya gelmemekte diretiyordu.

Faşizmin bir darbeyle karşı dev­rim saldırısına hazırlandığı sezinlen­miş, FKBDC (Faşizme Karşı Birleşik Direniş Cephesi) oluşturulması öne­rilmişti. 1 9 7 8 CHP'sinde oy erozyo­nunu kitlelerin sosyal demokrasiden köklü kopuşu olarak niteleyen "sol­cularımız" ile parlamentonun meşru görülmemesini gerici diye niteleyen burjuva sosyalistlerimiz cepheye aldı­rış etmediler, gereksinim duymadı­lar.

1 9 8 0 Sonrası

12 Eylül ile gelen faşizm gitme­di. Adım adım, tepeden tırnağa res­torasyona. organizasyona gidildi. Fa­şizm KURUMSALLAŞTI!... Başta işçi sınıfı olmak üzere tüm diğer dev­rimci halk kesimlerince direnişçi bir hat örülemeyince ağır yenilği kaçınıl­mazlaştı. Sınıf hareketinin kendili­ğinden çıkışı için 7 yıl beklendi. CHP motivi, kendiliğindenlik dalgası sona ermişti. Bu yüzden, Derby, Ne- taş, Kazlıçeşme grevlerine kadar uzunca bir süre zayıf da olsa çıkışlar görülmedi.

1 9 8 0 öncesindeki etki-tepki ter­sine döndü. Finans-kapitali bu kez Türkiye metropolleri değil, doğudan esen rüzgarlar bunaltmaya başladı.

2

Page 5: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

D İR E N İŞ H A TTIN I ÖRMEK dün de doğru taktik adımdı, bugün de!"Daha geride mevziîenip direniş hattını örelim "diyenler çıkarsa onların vagondan aşağı atlayıp trene bindikleri istasyona dönmeleri gerekecektir.

Metropollerde 1 9 8 9 Nisan direnişi patlak verirken, kendiliğindenliği ağır basan bu yönelişin 1 Mayıs 19 8 9 ile taçlanamadığı devrimcileş- meye doğru bir sentez oluşturamadı- ğı gözlendi. Sınıfın devrimci hareket­le, sınıf çizgisiyle rezonansa gelememesi devrimci kanalı genişlet- mezken, eylemde süreklilik ve adım adım politikleşme de yaşanamadı, öğrenci hareketi gelişim gösterdi. Tütün emekçileri son on yılların ken­diliğinden patlamasının yaratıcısı ol­du; kırlardan ses geldi!

• Nisbi demokratik hakların kı- nntılarına rağmen boşluklardan sı­zan hareketlilikler bazı mevziler elde edebildi, öğrenci dernekleri, Halkev­leri, demokratik kitle örgütlenmele­rindeki -zayıf da olsa- sağlanan geli­şim umut verici oldu.

• Devrimci örgütlenmelerde parçlanma kendi anti tezini yarattı. Birleşmeler gündeme geldi. Direniş hattında kalan siyasetler bir elin par­makları sayısına kadar düştü.

• Finans-kapital 7 0 yıllık deniyi- miyle 8 9 öncesinin bataklığına sap- lanmamaya çalıştı. Restore ve reor­ganize ettiği devlet yapısıyla basit seçim mekanizmaları, referandumlar icat etti! Tansiyonun durduk yerde yükselmesine engel olabildi. Tüm bunlara rağmen seçimler ekonomi­deki olumsuzluğu daha da perçinleş­tirdi.

• CHP uzlaşma için masanın ke- nanna ilişiken finans-kapital politika­cılığına giderek evrimleşen SH P en son örneği zirve toplantısında görül­düğü gibi, köşke koşar adım, DYP'den daha atak ve gözü kara çı­kıverdi. SHP-DYP el ele tutuştu, Koç ve Sabancılarımız gülümsedi.

• Türkiye, Ortadoğu'da sosyalist dünyadaki dengelerin sarsılması, dengelerin ve çelişkilerin Ortado­ğu'ya kayması sonucunda yeniden önderliğe soyundurulmaya başlandı, örnek bir demokratik İslam devleti (!) olarak Türkiye'nin İran'a alternatif olabileceğinin altı çizilirken, Türkiye Ortadoğu bataklığına yavaş yavaş itilmeye başlandı.

• Cepheleşme -FKBDC- uzun süre başanlı olamazken, daha az ama daha sağlam yapılarla Devrimci Birlik Platformu inşa edildi; pratiği oluşmaya başladı.

Tüm farklılıklara değindikten sonra gelişmeleri de ele alıp can alıcı soruna gelelim. Cizre olaylarından

sonra ünlü S S Karamamasi 4 1 3 ka­leme alındı. Ve tüm meclisin ve mu­halefetimizin de zımnen onayı alındı! Sosyalist basın-yayının propoganda gücüne ağır bir darbe indirilmesi planlandı. Daha önceleri de Halkev­lerinin kapatılması, üniveristeye poli­sin girmesi vb. operasyonlarla saldırı planının ana hatlarını ortaya çıkar­mışlardı.

• 100 . yıl kutlamaları tüm dün­yada birlik, davranışma ve mücadele rolü içinde yapılan 1 Mayıs'ta Türki­ye'de kan döküldü! 1 Mayıs'ta Tak­sime gücü yığmaya çalışan devrimci direnişçilere karşı finans-kapital ön­de kurt köpekli çevikler, arkada marşlarla habire ajite edilen koman­doları üslendirdi!.. Buna rağmen; TV'de olağandışı bir şekilde son 15 günde yapılan tüm şantajlara rağ­men, Taksim fethedilemese de Tak­sime çıkartma yapıldı! Direniş hat­tında bu nüans gözden kaçabildi. Bazı işyerlerinde -belediyeye ait iş­yerleri, petrol iş kolu, maden iş kolu vb. kısmi işi bırakmalar (en fazla 2 saat), bildiri okumalar söz konusu olurken; Merter'de, Sefaköy'de, Kaz- lıçeşme'de, İncirli’de, Güngören'de, Dolapdere'de sokak gösterileri dire­niş hattını Taksim dışında diğer alan­lara da taşırdı. Taktik üstünlük yine sokaklarda, Taksim’de direnenlerde oldu. Türkiye, 1 Mayıs'ta eylemciye kurşun sıkılan tek ülke oldu dünya­da...

İşte Türkiye 2000'li yıllara bu ko­şullar altında, bu güçler dengesinde giriyor. Finans-kapital 413'le 12 Ey­lülde açılan gedikleri kapatmak ister­ken 1 Mayısla saldırı planından san­tim bile geri gitmeyeceğini ilan etti.

Bu somut durumda üç siyasi ana yöneliş göze çarpmaktadır. Birincisi TBKP, SP ve Kuruçeşmecilerin başı­nı çektiği ve mücadeleyi tamamen le­gal alan ve yöntemlerde görenlerdir. İkincisi tam bunun karşısında tam il- legeliteyi" savunan ve üçüncüsü tayin ediciliği illegelitede olan ama legalite-

yi de "istismar" da kullanmakta ısrar eden politikalar, yönelişlerdir. 4 1 3 no. lu hamleyle bu üç politik hattın içinde depremler yaşanılabilir ve özellikle üçüncü gruptan ikinci gruba savrulanlar söz konusu olabilirki bizi ilgilndirenler de daha çok bunlardır. Zaten finans-kapital de açık açık "le­gal alanlardan çekilin, dergi ve gaze­telerinizi basmayın, tüm demokratik kitle örgütlerinden defolun" demiyor mu? Bu tehditleri savurmuyor mu?

1980'li yıllardan 1987 ‘li yıllara kadar Almanca konuşmayı yavaş da olsa öğrenenlerin, işçi ve emekçi kit­lelerin devrim eksenine çok hızlı ol­masa da girmeye başladığı bu dö­nemde Fransızca konuşmanın ilk pratiklerini yapmaları; yani propa­ganda ajitasyon döneminden sokak gösterileri halkasını yakalamalan ge­rekiyor.

Finans-kapital yukarıda saydığı­mız gerekçelerle saldınnın dışında seçeneksizdir. Bunun kavramak ge- rekir!Amacı; örgütlenmeleri, onlann yaşama kaynağı kitlelerden kopar­mak aralarına ÇİN SED'leri çekmek­tir. Bu bir TUZAKTIR! "Yeraltına inin ve köstebekleşin"; işte düşmanın yeni taktiği... Şimdi kimi baylar çıkıp "saldınya geçildi, ricat edelim, legal alanlardan çekilelim" şamatacılığı ya­pacaktır. Öysa bu baylara sormak gerekir: 12 Eylül 19 8 0 öncesi ve sonrasında köklü değişimler yaşan­mıştır. 4 1 3 acaba böyle bir köklü dönüşümü mü getirmektedir? Faşiz­min daha ilerisinde ne var? Yaralar sarılıyor o kadar!

DİRENİŞ HATTINI ÖRMEK dün de doğru taktik adımdı, bugün de! Ama kalkıp "daha geride mevziîenip direniş hattını örelim" diyenler çıkar­sa onların vagondan aşağı atlayıp trene bindikleri istasyona dönmeleri gerekecektir. Böylesi bir taktik adım mutlaka iyiniyetlidir:

"Ama cehenneme giden yol­lar iyi niyet taşıyla döşelidir." ®

Ç.Y.

3

Page 6: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

TARTIŞMA „.

"Doktorculuk" Üzerine

Orhan DİNÇOK

'li yıllarda ülkede devrimci siyaset yapan herkesin bildiği bir deyim vardı:

"Doktorculuk!" Dr. Hikmet Kıvılcım­lının teorik açılımları üstünde şekille­nen gruplara dışındakiler tarafından böyle seslendirdi. Oldukça fazla -10'a yakın- gruba bölünmüş "Doktorcu- lar" 701i yıllardaki kadar olmasa da halen varlıklarını sürdürüyorlar. De­mek, kalıcı bir eğilim söz konusudur. Çağdaş YOL Dergisi kendisini dr. Hikmet Kıvılcımlının görüşleri etra­fında şekillendirirken çeşitli yazıların­da diğer doktorcuları eleştirdi, hatta kendisinin "Doktorcu" olmadığını da belirtti. Anlatılmak istenen nedir? "Doktorcular" gerçekten Dr. Hikmet Kıvılcımlının 5 0 yıllık teorik-pratik hattının devamcısı olabildiler mi? Yoksa Kıvılcımlının rezil edilmesi, politik sahnede yıpratılması mıdır yaşanan?

Dr. Hikmet Kıvılcımlı; 60'lı yıllar­da sürece, bütün dinamikleri kolla­yan ve sağlam temellerde yükselişi hedefleyen bir tarzda yaklaştı. Burju­va sosyalizmi (TİP) ve küçükburjuva sosyalizmi (MDD)'nin büyük dalgalar­la yükselişini hassasça takip eden Kı­vılcımlı yerinde müdahalelerle prole­tarya sosyalizminin bağımsız alanını açmaya çalışıyordu. Bu alan 60'lı yıl- lann sonunda netleşti, 15-16 Haziran olaylanndan sonra genişleme süreci­ne girdi,12 Marta kaçınılmazca içe dönük karakter kazandı. Çıkış süreci kendi doğallığını yaşayamadan tıkan­mış oldu ve ilk yönelişin kazançlarıy­la - ki bunlar çoğunlukla MDDden kopuşlardı- yetinilmek zorunda kalın­dı. 12 Mart içinde Kıvılcımlı nın kaybı

ve parti geleneğinin devam etmiyor oluşu, 12 Mart sonrası çıkışı o ilk ka­zanılanlara yaptırdı.

İşte 74-8Û pratiği öyle gösterdi ki 7Ö-71 yıllarındaki o ilk kazançlar­dan bir kısmı samimice proletarya sosyalizmine yönelirken, önemli bir kısmı da proletarya sosyalizmini kü- çükburjuvazinin o dönem yükselttiği mücadeleden kaçış konağı olarak kullandı. Kçanlardan bir kısmınının misafirliği l2 Mart çıkışına dek olsun dayanamayıp daha şekillenmeden bi­terken (Y. Küpeli v.b.) bir kısmı 12 Mart sonrası itibarı yükselen Kıvıl­cımlının itibarını kullanıp aşındırdık­tan sonrda sahneden çekildi. (A. Kaçmaz,Y.Yusufoğlu, ¡.Seven, vb.) En son kalanlar da uğursuz gölgeleri­ni proletarya sosyalizminin o dönem­deki karargahı VP'nin üstüne düşü­rüp, partiyi parçaladıktan sonra kendi küçük dünyalarına çekildiler.

74 -80 arası ."Doktorcular" içinde sürekli bir iç çatışma yaşandı. Buna şimdi biraz uzaktan bakınca, çok çe­şitli konulara yayılmış da olsa bu tar­tışmaların biraz da misafirlerle, pro­letarya sosyalizmine samimice yönelmiş , kazanılmış unsurların ko- puşması olarak değerlendirebiliriz. Misafirlerin bir kısmı o mücadele içinde kendi burjuva ve küçükburjuva evlerine geri döndü. Bir kısmı da proletarya sosyalizminin biçimsel ala­nı içinde kalarak ne olduğu belirsiz, şekilsiz yapılanmalar olarak kendile­rini devam ettiriyorlar. Ancak kendi gerçek özleri ile savunduklarını iddia ettikleri teori arasındaki derin karşıt­lık bunları sürekli açmazlara itmekte, tıkamakta, gelişme imkanı bulmaları­

nı engellemektedir.Çağdaş YOL Dergisi nin aynı ze­

minde bulunduğu pratik çizginin tarf- tarları, dışlarındaki devrimci gruplar­ca çoğunlukla "Doktorcu olmamakla" tanımlanır. Veya "Siz nasıl Doktorcusunuz?" sorusuna çok sık rastlanabilir. Keza Kıvılcımlı çizgi­si içindeki "Doktorcular" da bizlere "Doktorun inkar edildi­ği' suçlamasmda bulunurlar. O halde, ne oluyor?

7 4 -8 0 arasında oluşturulan "Doktorculuk" Dr. Hikmet Kıvılcım­lının 5 0 yıllık politik hayatı boyunca izlediği teorik-pratik hattın defor- masyonu ve iğdiş edilmesidir. Kıvıl­cımlının onurlu mücadelesinin ka­zandırdığı itibar 6 yılda olmamışa çevrildi. İşte o dönemde deformas- yon ve iğdiş etme girişimlerinin her adımında karşı koyan ve Kıvılcımlı'yı savunan akım bugün Çağdaş YOL'da simgelenen çizginin kökü­dür. Çağdaş YOL'un teorik-pratik oluşumu 7 4 -8 0 yılları içinde oluşan "Doktorcu" akıma karşı Kıvılcımlının teorik-pratik hattının savunması ve zenginleştirilmesiyle gerçekleşti.

"Doktorculuk" kategorisini oluş­turan başlıca özellikleri açarak görüş­lerimizi netleştirelim.

Tarikatçılık: Kıvılcımlı söylenecek her şeyi söylenmesi gereken şekilde söylemiş, tekrarı ile yetinilmesi gere­ken bir sonuçtur. Tipik idealist bakış Kıvılcımlıyı böyle dondurdu ve kalıp­laştırdı .Onun N. "»rks-Engels-Lenin'e bile yapmadığı skoHstisizm kendisi­ne uygulandı.Kitaplan papağanlar gibi ezberlendi, tezleri tartışılma­dı tekrarlandı, belli döneme özgü

4

Page 7: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

olarak attığı taktikler bile ebedileştiri­lerek karikatürize edildi. Kıvılcım­lının ölümünden sonra gelişen yeni süreçleri tahlil edip yeni teorik açı­lımlar yapmak, günün koşullarına uygun yeni taktikler üretmek "gü- nah-inkarcılık" kabul edilerek Kıvıl­cımlının teorik açılımlan kısırlaştırıl­dı, pratik çizgisinin günün koşullarında yeniden üretilecek et­kinlik kurması engellendi. Böylece Kıvılcımlı nın tezleri ve teorik tahlille­ri bir tarikatın tartışılmaz-donmuş- doğmalanna indirgenirken kendisi de tarikatın ilahi ve ulaşılmaz tanrısı­na dönüştürülerek ilkelleştirildi.

Kıvılcımlı 4 yıllık Elazığ Cezaevi konukluğunu korkunç bir dinamizm­le üniversiteye çevirerek ülkesinin orjinal maddi-kültürel ortamının ve TKP'nin politik geçmişinin analizini yaptı. Ulaştığı sonuçlan ülkenin o dönem ki ilkel ortamından etkilen­meden cesurca yayınladı. Marks- Engels-Lenin'i papağanca tekrarla­madan- ve bunu defalarca üstüne basarak belirterek- ülkenin ve parti­nin orjinal gelişim sürecini Marksist- Leninist metotla tahlil etti ve Mark- sizm-Leninizm'i ülke koşullarında ye­niden üretti. 40'lı yıllardaki uzun ha­pisliğinde ülke sınırlan dışına çıkarak ülkenin de içinde bulunduğu Şark toplumlarını hala etkileyebilen anti­ka tarihin orjinal dinamiklerini yaka­lamaya çalıştı.

Doktorcular Kıvılcımlı nın hiç bir zaman düşmediği bir zemine düştü­ler, kalanlan da hala inatla hatalarını devam ettiriyorlar. Kendilerine dev­redilen teorik zenginliği dondurdu­lar, orjinal dinamiklerini yakalayarak geliştirme kalitesine ulaşamayınca dar kafalı bir tutumla teoriyi tapıla­cak dogmalara, kalıplara çevirdiler. Günün koşullannda politik taktik an­lamında bile geliştirilmeyen pratik çizginin önü kaçınılmazca tıkanarak gelişmesi, sınıf savaşında etkinliğe- belirleyiciliğe ulaşması engellendi.

Tarikatçılık, devrimci dinamizmi dıştalayan, yeniliğe kapalı, canlı- yaşayan hayattan kopuk metafizik bir kategorinin pratikteki şekillenişi- dir. Devrimci, sürekli yeninin peşin­dedir, kendi kökünü her gelişmede zenginleştirerek devam ettirebilecek güce ve esnekliğe sahiptir. Tarikatçı zayıftır, hayatın gürül gürül akışın­dan rahatsız olur, durdurmaya çalı­şır,başaramaz, yenilir. "Doktorculuk" bugün yenilmiş, bitmiş bir akımdır.

Derlenişçilik:60'lı yıllar, 27 Ma­

yıs sonrasının özgür or­tamında 27 Mayısı da doğuran önemli neden­lerden biri olan tarihi sınıfsal kopuşmaların yılları oldu. Maddi ko- puşmalar siyasi sahne­de kendi temsilcilerini doğurdu, bu sosyaliz­min içine de yansıdı.Bir yerden sosyalizm ülke çapında yaygınla­şırken, proletarya dışı sınıf ve zümrelerin sos­yalizme yönelişleri ve kendi sınıfsal yapılarına uygun sosyalizm anla­yışlarını üretmeleri ya­şandı. Ülke sathında sosyalizm epey geniş bir yığınsal sempatiye yaslanırken sosyalizm içi ayrışmalar nüve ha­linde gelişmiş çizgiler olmaya doğru yol aldı.

İçiçe geçen bu sü­reçler ister istemez sos­yalizm için, dışardan bakınca bir anarşi-kaos ortamı yaratıyordu. Proletarya sos­yalizminin 20'li ve 30'lu yıllarda net­leştirdiği çizginin bir kez daha kendi­ni ispatlaması, pratikteki anarşiyi dağıtarak belirleyici olabilmesinden geçiyordu. Henüz ayrımlar netleş­memiş, nüve halindeydi. Pratikte ka­ba bir devrimciler-oportunistler (TİP dışı-TİP) ayrımından öte netleşmiş çizgiler yoktu. Kıvılcımlı bu noktada "Anarşi Yok ,Büyük Derleniş!" şia­rıyla TİP-TKP dışındaki devrimcileri VP programı etrafında "Derleniş"’e çağırdı.

En başta belirtmeliyiz ki bu çağrı, bir stratejik amaç değil o günkü poli­tik ortamın yarattığı dinamiklerin doğru tahliline dayanan sıçratabil­mesi, en uygun taktik adımdı. 50'li yıllarda TKP'nin dağılma' gerçekliğini sonutça tahlil eden Kıvılcımlı önüne koyduğu partinin reorganizasyonu taktik amacını gerçekleştirebilmek için; o günlerde henüz tam bir stra- tejik-taktik ayrışmaya uğramamış ve pratikte Dev-Genç içinde, toprak iş­gallerinde, işçi direnişlerinde birlik­te,yanyana olan devrimcileri bu re- organizasyonun yapı taşları olmaya çağırıyordu.

Kıvılcımlı "Anarşi Yok Büyük

Derleniş !" e dek TİP içinde bir dev­rimci mayalanmayı farketti ve bunu reorganizasyonun taktik amacı hali­ne çevirebilmek için TİP'e önerilerde bulundu. Çeşitli makaleleriyle birlikte "Uyanmak İçin Uyarmak, Uyanmak İçin Uyanmalı!" broşürüyle görüşleri­ni açıkladı. "Anarşi Yok Büyük Der­leniş!" taktiğinde ise TİP zemini ter- ketilmiş "Derleniş Komiteleri" zemininde bir reorganizasyonun im­kanı gösterilmektedir. Bu bir çelişki midir? Donuk kafalar için belki ama yapılan sadece devrimci hareket ta­rafından 6 0 -6 9 aakında TİP'in aşıl­ması gerçekliğini saptamaktan iba­rettir. Basit bir benzetme yaparsak, şayet Kıvılcımlı 6 9 yılında kaybedil­miş olsaydı "Doktorcular" hala TİP içinde derlenişi savunabilirlerdi. Ve bunu da Kıvılcımlı dan yaptıkları alın­tılarla destekleyeceklerdi.

İşte "Derlenişçilik"in başlangıç noktası Kıvılcımlı nın o günün koşul­lannda hemen 12 Mart öncesindeki politik sürecin tahliline dayanan bir taktiğinin gerçek özelliğinden somut durumun yarattığı somut bir taktik adım olam özelliğinden kopanlarak adeta bütün devrim sürecini kapla­yan bir stratejik hedefe çevrilmesidir.

3

Page 8: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

Doktorun ömrü boyunca hep en üstte tuttuğu "parti ve partili yaşam" böylece örgüt-süreç menşevik mantı­ğıyla- ve Kıvılcımlı adına- somut ya­şayan gerçeklikler olmaktan çıkanlı- yor, ulaşılamayacak bir "cennet'e çevriliyordu. Pratikte ise Kıvılcım­lının Türkiye pratiğine yönelik açı­lımları birkaç çapsız tekke şefinin kaprisleriyle idare edilen grup ve grupçukların sonuçsuz çabalarına terkediliyordu.

Başlangıç aşamasında örgüt- süreç oportünizmine dayanarak yola çıkan "Derleniş" kavrayışı zamanla örgüt alanını aşıp politik mücadele­nin tüm alanlarını baskı altına alan bir karabasana çevrildi. Teori bir ta­rafa politik taktik dahi üretme yete­neğinden yoksun Derlenişçi tekke şefleri hayatın her alanından üstleri­ne yığılan sorunlar karşısındaki aciz­liklerini her cümlenin başına bir Der­leniş" eki koyarak, her sorunu "derlenişin olmayışına" bağlayarak kapatmaya çalıştılar. Bu yeniden üretemeyiş ve kısırlık politik müca­delenin yaşandığı alanın dışına itil­meyi, doğal olarak kitleselleşememe- yi, kısır şahsiyetçiliği ve amip gibi sürekli bölünmeleri zincirleme arka­sından getirdi.

Taktik, politika sanatının en has­sas ve belirleyici noktasıdır. Siz şayet politika konusunda araştırma yapan bir profesör veya ekol-akım değil de, sınıflann savaşında aktif rol alma id­diasında bir siyasi yapılanma- örgütseniz her yıl, her ay, her gün kendinizi yeniden-yeniden üretmek, hayatın ütüm zenginliğiyle önünüze yığıdığı sorunlara coşkuyla ve sürekli pratik yanıtlar üretmek ve sadece üretmek de yatmez, doğru yanıtlar üreterek başanlı sonuçlar almak zo­rundasınız. Bir önemli taktik hata on yılın başırılı pratiğini haketmediği sancılara itebilir .Taktik bütün ideolo- jik-politik birikimin pratiğin mihenk taşına vurulduğu bir sırat köprüsü­dür. Usta pollitikacı odur ki sırat köprüsünden her seferinde düşme­den geçebilir.

"Derleniş"taktiği 60'lı yıllardaki somut gelişmelerin bir sonuca bağ­lanmaya yöneldiği 12 Mart'ın önce­sindeki zaman dilimine denk düşen,' düğümleşen kaosu proleter sosyalist zeminde çözmeyi amaçlayan bir po­litik adımdır. Pratiğe geçme olanağı bulamadan 12 Mart darbesiyle önü kesilmiştir. 12 Mart içinde ve sonra­

sında ise 6 0 ’lı yıllardan filizlenen si­yasi çizgiler olgunlaşmış farklı sınıf ve zümrelerin sosyalizm içindeki söz­cüleri noktasına ulaşmışlardır. O aşa­mada bu çizgilerle aynı parti içinde derlenişi savunmak, proletarya sos­yalizmini burjyuva ve küçükburjuva sosyalizmleriyle bulamaç yapma ve bağımsız-devrimci niteliğini sulandır­ma oportünizmidir. Proletarya parti­sinin reorganizasyonu ise Kıvılcım­lının görüşlerini savunan grup ve tek tek kişilerin büyük çoğunluğunun ka­tıldığı 1977 kongresi ile sağlanmıştır. Bu somut gerçeklik bazı küçükburju­va aydınlarını tatmin etmemiş olabi­lir. Onları kendi tatminsizlikleriyle başbaşa bırakmaktan başka çare yok. Çağdaş YOL'un bağlı olduğu gelenek, kökünü işte bu kongreden almakta. Kongrenin mimarı ise 12 Mart sonrasındaki cesur çıkışıyla "Kı­vılcım" gazetesidir. Bu gün zayıf da olsa Çağdaş YOL dışında varlıklarını devam ettirebilen "Doktor" savunu­cularının hepsi Derlenişçidir.

"Derlenişçilik" bugün bir yönüyle de artçılığın teorisidir. Bütün ufkunu "Derleniş' in gerçekleşeceği "o müt­hiş günle" sınırlayan bir yapı günlük pratikte önçü olamaz, öncülük insi- yatif almaktan,alınan insiyatifi doğru kullanarak sürekli genişletmektenve iktidara yürüme ferspektifiyle dav­ranmaktan geçer. Derlenişçi için hem iktidar ufku hem de pratik insi- yatif "Derleniş" olmadan anlamsız hatta yanlıştır. Dikkatini kendi gücü ve pratiği üzerinde değil, derlenmeyi hayal ettiği diğer çizgilerde yoğunlaş­tırır.Sürekli gönderilen ve artık epey­ce kabak tadı veren Derleniş ricala­rı siyasi pratik haline dönüşür. Cevapsızlık öfkeyi doğurur, ricalar son "BTDK" toplantılarında olduğu gibi karikatürize ültimatomlara veya 16 Haziran örneğinde "evini yakarak ısınma "ve derleniş ricasını bombala- nn gürültüsüyle besleme çaresizliğine dönüşür, istendiği denli ültimatom çekilsin veya gürültü çıkarılsın, derle- nişçiliğin buradaki özü siyasi güçsüz­lüktür. Kıvılcımlının kendisi hayatının büyük bölümünde partili kalmış ve partili mücadeleyi savunmuştur. Kı­vılcımlı adına Derleniş maskesi arka­sında partisizliği meşrulaştırmak, Doktorun 5 0 yıllık siyasi pratiğinin reddidir.

Derlenişçiliğin izleri 7 7 kongresi sonrasında başka kılıklara girerek proleter hareket içinde kendi gölge­

sini düşürmüştür. Bu insiyatif almak­ta, belirleyici olmakta, herkesten ön­ce davranıp herkesin önünde olmak­ta yetersizlikle kendini gösterdi. Derlenişçiliğin "siyasetler arası trafik polisi" perspektifi partinin günlük pratiğine, başkalarını eleştirip doğru pratiğe zorlamayı başa geçirmekle yansıdı. Bağımsız-devrimci tavır pa­tikte öncü olup "göstererek" iknayı ve giderek pratik gücüyle gündemi belirleyebilmeyi başa geçirir.İşte, za­ten herşeyin üstüne inşa edileceği zemin de bundan başka birşey değil- dir.(l)

Eylemsizi ik-Icazetçilik:Bütün umudunu tamamen mad­

di dünya üstü (uhrevi) bir büyük der- lenişe bağlayan ve söylenecek herşe­yin Kıvılcımlı tarafından söylendiği iddiası ile sosyal gelişmelere ilgisizle- şip içine kapanarak tarikatlaşan “Doktorcu" eğilim, konumunun do­ğal bir sonucu olarak eylemsizleşti. Eylem pratiğin ürünüdür. Eylemliliği zorlayan, besleyen ve yükselten pra­tiğe duyulan ilgi ve pratiğin bizzat kendisidir. Doktorculann ise böylesi "küçük" işlerle uğraşacak zamanlan pek yoktur. Uğraşanları kendilerinin bulunduğunu farzettikleri teorinin yüksek katlarından eleştirmek epey daha kolay bir yol olarak tercih edil­miştir. Pratiğin çamurlu yollannda paçalarını kirletmeye cesaret edeme­yenlerin, teori adına yaptıklan kara­lamaların ise kimse tarafından ciddi­ye alınmadığı,alınmayacağı yaşanan bir gerçektir.

Gerçek yaşamdan kopuşan "Doktorcu" eğilim günlük pratiğe is­ter istemez girdiği zaman da ön açı- cı-inisyatif alıcı ve halkı düzene karşı saf tutturucu bir tarzda değil, günlük- sıradan işlerin rutin akışı içinde inisi­yatif boğucu tarzda çalışmıştır. Gün­lük pratiği sıçratarak halkı düzenle karşı karşıya getirecek eylemlerin hiç zamanı gelmedi, işte bu nokta­da, "Doktorcu" tekke şeflerinin kü­çük burjuva devrimciliğinden prole­tarya sosyalizmine geçişlerinin temel sebebinin bir sınıf intiharı değil, fa­kat küçük burjuva devrimciliğinin o dönem yükselen eylemliliğinden ka­çış olduğu açığa çıkmaktadır. Eylem­sizlik "Doktorcu'luğun temel kriterle­rinden biridir. Bize eylem sayılmasın! Varolan eylemler belirli bir taktik plan dahilinde değil dış or­tamın fiili zorlamasıyla kaçınılmazca yapılan reflekslerdir. Eylemlilik mev-

6

Page 9: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

P roletaryanın devrimci önderliği, proletaryanını zaaflarını sınıfın devrimci potansiyelini dumura uğratan ve savaşarak ezilecek engeller olarak görür. Dışardan sınıfa Man-ı aşka, etmek yerine sınıfın içinde başarılı bir pratik çizgiyle sürekli genişleyen mevziler tutar ve giderek sınıfın kontrolünü ele alır.

cut koşulların doğru tahlili üstüne oturtulan doğru bir taktik çizgi için­deyse anlam kazanır. Gerisi ayakta kalabilmenin doğal refleksidir.

Eylemsizlik giderek kendisine bir icazet alanı yaratacaktır. Kendisine vurmayana düzen neden vursun? Tencere yuvarlanır kapağını bulur. Eylemsizleşen ve bunu bir karakter haline getiren "Doktorculuk" en Or­todoks Marksist-Leninist "laflan et­mesine rağmen düzenden darbe ye­mez. Düzen ona "laf söylemesi ama eylem yapmaması” şartıyla bir icazet alanı açmıştır. Bu bataklık alanın gevşetici ve boğucu etkisi içine düşe­ni kısa zamanda esir alacak yoğun­luktadır. Ve siz orada en devrimci laflan dahi etseniz onları aşındırmak­tan başka bir şey yapmış olmazsınız.

Küçükburjuva devrimciliği için eylem herşeydir, amaçtır. Bütün pratiği "marazı eylem yapma" süb­jektif isteğinin baskısı altındadır ve inmelidir. "Doktorculuk" için durum tersinedir. İcazetçilik tüm çizgi belir­ler ve inmelendirir.

Kıvılcımlı 5 0 yıllık pratiği içinde hep en önde ve hep icazet alanının dışında olmuştur. Eİüzen bunun be­delini Kıvılcımlı'ya epey ağır ödettir­miş ve işkence, mapusluk, kişisel ha­yatının belirleyicileri olmuştur. İzleyicisi olduğunu iddia eden "Dok- torcular" ise anlaşılan bu pek hoş ol­mayan olgulardan gereken dersleri (!) çıkararak siyasi pratiklerini icazet- çiliğin açtığı alan içinde topaç oyna­yarak geçirdiler ve geçiriyorlar. Şa­yet Avrupa'da bir ortaçağ kentinde yaşasalardı, Doktor şüphesiz bir şö­valye, "Doktorcular" ise hokkabaz olacaklardı.

Aydın düşmanlığı-Gençliğe gü- uen m em e:

Gençlik, (2) toplumsal gelişmeye en açık ve düzenle bağlarının henüz zayıf olması ndan dolayı düzenin yaşam tarzı tarafından pek örselen­memiş insancılığı ile öne atılmaya en istekli bir zümre. Türkiye'de gençliğin devrimci dinamizmi tarih-

selliği olan, gelenekselleşmiş bir top­lumsal olgu. Devrimci bir çizginin dikkatinin önemli bir bölümünü yo­ğunlaştırması ve son derece ciddiye alarak değerlendirmesi gereken bir dinamik. Aydınlar ise yenilikleri en hassasça inceleyebilecek ve sosyaliz­min teorisini ilk aşamada koruyabile­cek bilgi potansiyeline sahip bir top­lumsal zümre. Proletaryaya aktarılacak sosyalist teorinin parti ta­rafından kontrollü aktarıcıları- propogandistler olma özelliğine sa­hipler.

"Doktorcu'lar gençliğe tepeden bakarak küçümsemeyi, aydınları da­ha ileri giderek sürekli aşağılamayı karakter özelliği haline getirdiler. Bunlara alternatif olarak proletarya göklere çıkarılıyor, böylece birbirleri ile sımsıkı kaynaşması gereken ilerici toplumsal dinamikler, düşman haline getiriliyordu. Gençliğin devrimci di­namizmi ve aydınların araştırıcı kim­liği küçükburjuva maceracılığı ve la­fazanlık olarak küçümsendi. Bunlara alternatif olarak somut gerçekliğin­den kopartılarak göklere çıkartılan "kitabi" bir proletarya getirildi. Ger­çekle karşılaşınca da proletaryanın devrimci dönüşümü değil zaaflanna tapınılması yaşandı. Tabii "Doktor- cu" tekke şeflerinin hepsi üniversite­den yeni mezun olmuş aydınlardı.

Gerçekte yaşanan; icazetçilerin gençliğin eylemciliğine tepki göster­mesi ve teoriyi kalıplara çevirenlerin araştırmacı kimlik karşısında kemik­leşmesidir. Proletaryanın kendisi ise ne gençlik ve ne de aydın düşmanı­dır. Şayet bu yönde bazı zaaflar var­sa bunlar bir devrimci öncü açısın­dan tabi olunacak değil, aşılacak engellerdir.

Kıvılcımlı 7 0 yaşına geldiği za­man dahi üniversite forumlarında 17­25 yaşlarındaki gençleri son derece ciddiye alıp coşkuyla tartışan, kendi­sine gençlerce yapılan sert eleştirile­ri, anlayışa doğru giden köprünün inşaat gürültüsü sayabilecek denli es­nek bir gençlik dostuydu. Aydınlara

olan güvensizliği ise kendi siyasi pra­tiğinin doğal bir sonucu ve kesinlikle aydın düşmanlığıyla yozlaşmamış sı­nırlı bir koruma tedbirinden başkası değildi. "Doktorcu'lar 74 -80 arası pratikleriyle Doktoru gençlikten ve aydınlardan kopanp, dışardan baka­na ürperti veren soğuk bir mumyaya çevirdiler. Bugün Kıvılcımlıyla tanı­şan gençlik ona coşkuyla sahip çıkı­yor. Bu sahip çıkış Devrimci Dire­nişçi Gençlik olgusunu yaratıp, yurt ölçüsünde yaygınlaştırabilecek sevi­yeye sıçrayabiliyor.

Halkın Devrimci dinamiklerini görememe:

Dışlanan sadece gençlik ve ay­dınlar olmadı. Proletarya dışındaki emekçilere soğuk yaklaşıldığı gibi Türkiye'nin orjinal ilerici dinamikleri görülemedi. Gençliği küçümseme zaten Dev-Genç’te somutlaşan ön Türk geleneğine pratik müdahaleyi imkânsızlaştırıyordu. Kürt sorunu ko­nusunda eldeki hazır teorik hazine uzun müddet açığa çıkartılamayarak dört dörtlük bir beceriksizlik örneği verilirken, açığa çıkınca var olan pratik zayıflık nedeniyle değerlendiri­lemedi. Kürt meselesinde öne atıla­rak inisiyatif alınabilecekken, siyasi pısırıklık olguları kendi doğallığında akışlara itti ve sancılı bir süreç sonu­cunda ulusal kurtuluş hareketi prole­tarya sosyalizminden hiçbir ideolo- jik-pratik etkilenme olmaksızın tamamen bağımsız tarzda doğdu. Bunun ne gibi sonuçlan doğuracağı önümüzdeki yıilann sorunu olacak­tır. Gericiliğe karşı doğal bir hakkı savunması olarak şekillenen ve tarihi boyunca hep merkezi otoriteyle ka­pışmış,mevcut durumda da T.C.'de hakim sunni mezhebi tarafından baskı altında tutulan Alevi geleneği­ne yönelik özgün bir politika oluştu- rulamadı. Proletarya sosyalizmine oldukça yaygın bir kitle desteği sağ­layacak ve onu zenginleştirecek mil­yonlarca insanın ülkemize özgü kül­tür bağı değerlendirilmedi.

Kıvılcımlı her üç örnek içinde or­jinal araştırmaları olan ve genel ola­rak ülkesini, ülkesinin orjinal dina­miklerini teorik araştırmalannın ortasına koyan, yaşadığı olağanüstü kısır politik ortamda dahi bu orjinal dinamikleri proletaryanın devrimci önderliğine çekecek pratik öneriler­de bulunan usta bir önderdi.

Doktorcular proletarya üzerine nutuk çekmekten, ülkenin orjinal di­

7

Page 10: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

namiklerini değerlendirmeye vakit bulamadılar. Proletarya tapılacak tannya dönüştürülerek, somutluğun­dan kopartıldı. Zaaflan bile erdem olarak sayılmaya başlandı. Proletar­yanın arkasında secdeye yatanların ona önderlik iddiaları tabii ki sınıfın kendisi tarafından ciddiye alınmadı. Doktorcilar sınıf üzerine kopardıkları gürültünün yüzde biri kadar olsun sı­nıf içinde pratik mevzi kazanamadı.

Proletaryanın devrimci önderliği, proletaryanını zaaflarını sınıfın dev­rimci potansiyelini dumura uğratan ve savaşarak ezilecek engeller olarak görür. Dışardan sınıfa Man-ı aşka, etmek yerine sınıfın içinde başarılı bir pratik çizgiyle sürekli genişleyen mevziler tutar ve giderek sınıfın kontrolünü ele alır. O noktada -ve tabii o noktaya gelmeden ve ilk an­dan başlayarak,sınıf kendi dar çıkar- lannın içine kapatılmayarak, tam tersine sınıfın ilgi alanı ülkenin tümü­ne yayılacaktır. Ülkedeki her politik gelişme, diğer sınıf ve zümrelerin her kıpırdanışı proletaryayı doğru­dan ve herkesten çok ilgilendirir. Proletaryanın öncü kolu herkesten önce olayı görüp, sınıfı öncü davra­nışa yönlendirebilmelidir. Sınıfın ön­derliği kuru bir iddia olmaktan ger­çek bir olguya ancak böyle bir pratikle çevrilebilir. Ülkenin orjinal dinamiklerini de en iyi değerlendirip pratiğe yönlendirecek olan proletar­yadır. Şayet bu dinamikler proletar­ya tarafından değerlendirilmezse, düzen her an işlettiği otomatik me­kanizmalarla zaten bunları emerek yoketmeye çalıştığından, işi kolaylaş­mış olacaktır.

Teorisizlik:Düşünceyi öldürmenin-

yoketmenin yolunu mu anyorsunuz? Kolay bir yol olarak o düşünceyi mumyalamak,tapılacak tabu haline getirmenizi önerebiliriz. Gerçek ya­şamdan kopan düşüncenin gelişme dinamikleri körelerek yok olacak ve giderek düşüncenin kendisi taşlaşa- cak-kireçleşecektir.

Kıvılcımlı, Marksist-Leninist teo­riyi tamamlanmış bir dogma olarak değil, süreçleri açıklayan bir metot olarak gördü. Kendi pratiğinde bu­lunduğu ülkesini temel alarak Türki­ye gerçekliğini açıkladı, oradan doğu toplumlannm orjinalliklerini inceledi. M-L'i yakalayabildiği her ucundan tu­tarak geliştirdi. "Doktorcular" Dok­torun bu kalitesini zerre kadar olsun

yakalayamadıkları gibi kendisinin nefret ettiği mumya/tabu donmuşlu- ğunu Doktora bulaştırdılar. Hala da inatla gericiliklerini devam ettiriyor­lar.

Kıvılcımlıya uygulanan mumya- laştırma işkencesi, pratikten şeytan­dan kaçarcasına uzaklaşmış tarikat bozuntusu yapılanmaların sosyal ko­numlarının ürettiği kaçınılmaz bir ol­gudur. Pratiğin besleyici kanallarını kendi elleriyle kesen politikacıların, teoride hangi sıçramayı nasıl yaptık­larına dair tek bir örnek gösteremez­siniz. Burada söz konusu olan bir araştırma gurubu veya araştırmacı değil, kendilerine pratik sınıf savaşın­da öncü iktidar savaşçısı sıfatını ta­kanların pratikten bir çok yolla kaç­malarının kaçınılmaz ucubeliğidir. İçe kapanarak hayattan kopan yine he- yattan kopuk "derleniş" ütopyası pe­şinde hayal kuranların pratikte oldu­ğu gibi teoride de cüceleşmeleri "Doktorculuğun" hayat hikayesidir. Teori kalıplara konmuş, skolastik ka­faların buz dolaplarında dondurul­muştur.

Kıvılcımlı yı mumyalaştıranların kendilerinin orjinal teori üretebilme­leri doğal olarak imkansızlaşırken günlük taktik üretmede dahi bir başı- bozukluk-dengesizlik ve hayattan ko­pukluk sözkonusudur. Pratikle derdi olmayanların, iktidar savaşını somut bir pratik süreç olarak göremeyenle­rin taktik adına yaptıkları, kaçınılmaz pratik zorlamalır sonucu ayakta kala­bilme için yapılan isteksiz-baştan sav­ma saptamalardır. Taktiğin ciddiye alınması pratiğin ciddiye alınması­nın, somut başanlma ve kazanılacak pratik mevzilere duyulan yakıcı ihti­yacın ürünüdür. Dondurdukları Kıvıl­cımlı düşüncesine taparak yüksek te­ori yaptıklarını sanan politik cücelerin taktiği, sözüm ona küçüm­seyerek ondan kaçacakları bellidir.

Ö rgütlenm ede m odern leşem e­miş:

""Doktorculuk" örgüt planında parti düşmanlığına denk düşer. Orji­nal bir parti düşmanlığı! Ülkemizde küçükburjuva devrimciliği genel ola­rak "hareket" tarzı örgütlenmeyi ter­cih eder ve partiyi sürece bırakır. "Doktorcular" ise partiyi günün en yakıcı ve en acil problemi görür, ha­reket tarzı örgütlenmeyi savunanları oportünistlikle suçlar ama sonuçta kendileri de hep ve sürekli partisiz­dirler. Hareket tarzı, örgütlenmede

oportünist bulunduğundan sonuçta ortada ne olduğu belirsiz yapılanma­lar kalır. Sağlıklı ama şanssız bir ananın doğurduğu ucube bebek.

örgütlenme tarzı örgüt içi ilişkile­ri de doğrudan belirler. "Doktorculu­ğun" en temel hastalıklanndan biri de "adam harcamak"-"adam kayır­mak"-" mevki peşinde koşmak"...vb. pratik görüntülerinden hepimizin ta­nıdığı, şahsiyatçılık ve kişi tepişmele­rinin pratiğin önüne geçmesidir. Do­ğu toplumlarında bireyselleşmenin güdük kalmasının uzantısı sahsiyatçı- iığın panzehiri, modem örgüt-parti ilişkileridir. İlişkiler belirli kurallar içinde yürüyecektir. Grupçuluk veya tarikat tarzı örgütlenmede ise şef ve adamları vardır. Bu her türden kişicil çürümeyi besleyen bir mekanizma­dır."Şefin niyeti ne olursa olsun!

Tekrarından yarar görüyoruz. Kı- vılcımlı'nın kendisi pratik politik ha­yatının büyük kısmını partili olarak yaşamış, ancak burjuvazinin TKP'yi fiili tasfiyesiyle objektif olarak farklı bir konuma sürüklenmiştir. Kendisi­nin dört yanındaki kısır kişicil çekiş­melerle YO L isimli eseriyle daha baştan sınırını çizmiş ve mücadele tarzını belirlemiştir. Şahsiyatçılığa te­nezzül etmeyen prensip savaşçılığı ! O günün kısır koşullarında pek de­ğer etmese de bizlere sımsıla sanla- cağımız bir gelenek bırakmıştır.

"Doktorcular" ;"derlenişçi ol- mak'temel özelliklerinden sürekli partisizliğe ve sonuçta kısır kişisel çekişmelere, amip gibi bölünmelere mahkumdurlar. "Doktorculuk" kimi yerde komediye dönüşse de iki yön­lü trajedidir. Savunulduğu iddia edi­len Hikmet Kıvılcımlı, kendisinin zıd­dı yönden biçimsizleştirilerek öne çıkmaya yöneldiği bir momentte tec- rite uğratıldı. "Doktorcular"in kendi­leri ise boşa giden çabalann anlam­sız nesneleri olmaya mahkum olmuşlar ve eser olarak da proletar­yanın devrimci ideolojisini bir on yıl­lık dönemde "öldürmeye teşeb­büsten tarih önünde suçlu durumuna düşmüşlerdir. ■

DİPNOT:1- Bugün farklı dinamiklerin

oluşturduğu farklı bir zeminde ko­münistlerin birliği sorunu filizlen­mektedir. Ayrı bir yazının konusu olacaktır.

2- Kastedilen öğrenci gençliktir.

8

Page 11: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

Devrimci maceracılık

V.İ.LENİN

R usya tarihinin dev adımlarla ilerlediği fırtınalı günlerde ya­şıyoruz ve bazan her yıl, dur­

gun geçen onlarca yıldan daha bü­yük önem taşıyor. Reform sonrası dönemin yarım yüzyıllık sonuçları to­parlanıyor ve önümüzdeki uzun, çok uzun yıllarda bütün ülkenin kaderini belirleyecek sosyal ve siyasi yapının temel taşları döşeniyor. Devrimci hareket şaşırtıcı bir hızla gelişmeye devam ediyor; bu arada "bizim akım­larımız" da alışılmadık bir hızla ol­gunlaşıyor (ve solup gidiyor). Rusya gibi hızla gelişen kapitalist bir ülke­nin sınıf sisteminde sımsıkı kök sal­mış akımlar çabucak kendi düzeyleri­ni buluyor ve bağlı oldukları sınıflara yavaş yavaş yaklaşıyorlar. Bunun bir örneği de, Bay Struve'nin gösterdiği evrimdir; daha bir buçuk yıl önce devrmici işçiler ondan bir marksistin "maskesini düşürmesini" istemişlerdi, oysa şimdi Bay Struve'nin kendisi yüzüne bu maskeyi bile geçirmeden dünyaya bağlılıkları ve ağırbaşlı de­ğerlendirmeleriyle gururlanan liberal toprak ağalannın bir önderi (yoksa uşağı mı?) olarak ortaya çıkmış bulu­nuyor. ö te yandan, sadece aydınla- nn belirsiz ve ara kesimleri tarafın­dan savunulan görüşlerin geleneksel tutarsızlığını yansıtan akımlar, belli sınıflarla yakınlaşmak için, gürültülü bildiriler, olayların patırtısı arttıkça gürültüleri artan bildiriler yayınlama­ya çalışıyorlar. "Hiç değilse, müthiş bir gürültü koparalım." İşte, olayların girdabına kapılmış ve ne teorik ilke­leri ne de sosyal kökleri bulunan devrimci düşünceli birçok kimsenin sloganı budur.

"Sosyalist-Devrimciler "de, çehre­leri gittikçe berrak bir şekilde ortaya çıkan bu "gürültücü" akımlara men­supturlar. Proletaryanın, bu çehreyi daha yakından incelemesinin ve top­lumun gerçekten devrimci sınıfıyla yakın bağları olmadan ayrı bir akım olarak varlıklarını sürdüremeyecekle­ri kafalarına dank ettikçe proletarya­nın dostluğunu her zamankinden da­ha büyük bir ısrarla isteyen bu insanların gerçek niteliği hakkında berrak bir fikir sahibi olmasının tam zamanıdır.

Sosyalist-Devrimcilerin gerçek yüzünün açığa çıkarılmasında üç du­rumun bize yardımı dokundu. Bun­lardan birincisi, devrimci Sosyal- Demokratlar ile "Marksizmin eleştiri­si" bayrağı altında ortaya çıkan opor­tünistler arasındaki bölünmedir. İkin­cisi, Balmaşov'un Sipyagin'i öldürmesi ve bazı devrimcilerin dü­şüncelerinde yeniden terörizme doğ­ru bir dönüşün meydana gelmesidir. Üçüncü ve esas olarak da, iki cami arasında beynamaz ve hiç bir prog­ramı bulunmayan kimseleri ister iste­mez bir program müsveddesiyle or­taya çıkmak zorunda bırakan en son köylü hareketidir. Bir gazete makale­sinde ancak ana noktaların kısa bir özetinin verilmesinin mümkün oldu­ğunu, çok büyük bir olasılıkla bu so­runu yeniden ele alacağımızı ve bir- dergi makalesinde ya da broşürde daha ayrıntılı olarak ortaya koyacağı­mızı belirterek.

En sonunda Vestnik Russkoy Re- volutsiy'in 2 .sayısında Sosyalist- Devrimciler bir teorik ilke açıklama­sıyla ortaya çıkmaya karar verebildi­

ler ve "Dünyanın Gelişimi ve Sosya­lizmin Buhranı" adlı imzasız bir baş­yazı yayınladılar. Teorik sorunlardaki tam bir ilkesizlik ve yalpalama konu­sunda (ve ayrıca bunu parlak laflar ardına gizleme sanatı konusunda) açık bir fikir edinmek isteyen herke­se bu yazıyı hararetle tavsiye ederiz. Bu son derece kayda değer yazının bütün içeriği birkaç kelimeyle ifade edilebilir. Sosyalizm dünya çapında bir güç haline gelmiştir; ama artık sosyalizm (=Marksizm), devrimcile­rin ("bağnazlar") oportünistlere ("eleştiriciler") karşı açtığı mücadele sonucunda bölünmektedir. Biz Sos,- yalist-Devrimciler "elbette" opor'oi- nizme hiçbir zaman yakınlık doyma­dık, ama bizi bir doğmadan ku’rtaran "eleştiri'den büyük sevinç buyuyo­ruz; biz de bu doğmanın revizyona tabi tutulması için uğraşıyovuz ve he­nüz eleştiri yoluyla ortaya koyacak hiçbir şeyimiz yoksa da (burjuva- oportünist eleştiri hariç), henüz ke­sinlikle hiçbir şeyi revizyona tabi tut­mamışsak da, teori karşısında özgür kalmamızı başarı saymak gerekir. Bu en büyük başarı sayılmalıdır, çün­kü teori karşısında özgür insanlar olarak, genel birliği kararlılıkla savu­nuyor ve ilkeyle ilgili bütün teorik tartışmalan şiddetle mahkum ediyo­ruz. Vestik Ruskoy Revolutsiy (sa- yi:2, s. 127) bütün ciddiyetiyle şunu ileri sürüyor: "Ciddi bir devrimci ör­güt, her zaman bölünmeye yolaçan tartışmak sosyal teori sorunlannı çözmeye çalışmaktan vazgeçmelidir; ama bu elbette teorisyenleri kendi çözümlerini aramaktan alıkoymama- lıdır." Ya da daha açık bir şekilde

9

Page 12: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

söyleyecek olursak: Bırakın, yazarlar yazsın, okurlar da okursun ve onlar bu işlerle uğraşırken, biz de geride kalan boşlukta keyfimize bakalım.

Hiç şüphesiz, sosyalizmden sa­pan bu teorinin (özellikle tartışmalar konusunda) ciddi bir tahliline giriş­mek gereksizdir. Kanımızca, sosya­lizmin buhranı, ciddi sosyalistlerin en azından teoriye bir kat daha önem vermelerini, yani daha kararlı bir şe­kilde kesin tavır almalannı ve kendi­leri ile yalpalayan ve güvenilmez un­surlar arasına daha kesin bir sınır çekmelerini zorunlu kılmaktadır. Oy­sa Sosyalist-Devrimcileri göre, eğer karışıklık ve bölünme gibi şeyler 'Al­manlar arasında bile" mümkün olabi- liyorsa, biz Ruslann nereye sürüklen­diğimiz konusundaki bilgisizliğinizle övünmemiz bir tann buyruğudur. Bizce, teorinin olmayışı, devrimci bir akımın varolma hakkını ortadan kal­dırır ve onu eninde sonunda kaçınıl­maz olarak siyasi iflasa mahkum eder. Sosyalist-Devrimcilere göre ise, teorinin olmayışı, "birlik için" en bulunmaz ve en elverişli bir durum­dur. Gördüğünüz gibi, Sosyalist- Devrimcilerle bir anlaşmaya varabil­memiz mümkün değildir, çünkü ger­çekte tamamen farklı diller konuşu­yoruz. Tek bir ümit var: Kendisi de (yalnız daha ciddi olarak) doğmanın kaldırılmasından sözeden ve "bizim" işimizin bölünmek değil, birleşmek olduğunu (proletaryaya çağrıda bulu­nan her burjuvanın işi budur) söyle­yen Bay Struve, belki onların akılla- nnı başlanna getirebilir. Acaba Sosyalist-Devrimciler, Bay Stru- ve'nin yardımıyla, birlik uğruna sos­yalizmin feda edilmesi siyasetlerinin ve sosyalizmin feda edilmesi teme­linde kurulmuş birliğin gerçekte ne demeye geldiğini hiç görmeyecekler mi?

Şimdi de ikinci soruna, terörizm sorununa geçelim. Sosyalist- Devrimciler, yararsızlığı Rusya dev­rimci hareketinin tecrübeleriyle ka­nıtlanmış olan terörizmi savunurlar­ken, terörizmi sadece kitleler arasındaki çalışmaya bağlı olarak ka­bul ettiklerini, bu yüzden de Rusya Sosyal-Demokratlarının bu mücade­le yönteminin doğruluğunu çürüt­mek için (kaldı ki, bu yöntemin doğ­ruluğu uzun bir zamandır çürütülmüş bulunuyor) ileri sürdükleri görüşlerin kendileri için geçerli olmadığını iddia ederlerken, bir hayli zor durumda

kalmaktadırlar. Burada, onların "eleştiri'ye karşı tavırlarına çok ben­zeyen bir şey kendini yeniden belli ediyor. Sosyalist-Devrimciler, bir yandan biz oportünist değiliz diye haykırıyorlar, öte yandan da sırf oportünist eleştiri nedeniyle proleter sosyalizmi dogmasını rafa kaldırıyor­lar. Sosyalist-Devrimciler, bir yandan biz teöristlerin hatalarını tekrarlamı­yoruz, dikkatleri kitleler arasında ça­lışmadan saptırmıyoruz, diye bizi te­min ediyorlar; bir yandan da, Balmaşov'un Sipyagin'i öldürmesi gi­bisinden eylemleri Partiye hararetle tavsiye ediyorlar. Ama artık, bu eyle­min kitlelerle uzaktan yakından hiç­bir ilişkisi olmadığını ve böyle yürü­tüldüğü sürece olamayacağını bu terörist eylemi yapan kişilerin kitlele­rin belli bir eylemini ya da desteğini ne akıllarının ucundan geçirdiklerini, ne de umduklarını herkes gayet iyi biliyor ve görüyor. Bütün saflıklarıyla Sosyalist-Devrimciler, ta başından beri, kendi sınıf mücadelisini veren devrimci sınıfın bir partisi olmak için en küçük bir çaba göstermeden ken­dilerini işçi sınıfı hareketinden uzak tutmuş olmaları ve hâlâ da uzak tut­maya devam etmeleri ile teröre eği­lim göstermeleri arasında ister iste­mez sıkı bir bağ bulunduğunu bir türlü kavrayamıyorlar. Hararetli te­minatlar, böylesine zorlu bir hazırlığı gerektiren şeyin değeri konusunda insanı çoğu zaman şüpheye ve tered- düte düşürür. Acaba verdikleri bu te­minatlardan bıkkınlık getirmiyorlar mı? Sosyalist-Devrimcilerin ileri sür­dükleri görüşleri okurken, hep şu sözler aklıma takılıyor: "Biz terörizmi savunmakla, kitleler arasındaki çalış­mayı gözardı etmiyoruz." Hem de bu teminat, kitleleri gerçekten seferber eden Sosyal-Demokrat işçi hareke­tinden daha şimdiden kopmuş olan ve şu yada bu teori kırıntısına sarıla­rak kopmaya devam eden kişilerden geliyor.

"Sosyalist-Devrimcilerin Partisi­nin" 3 Nisan 1902'de yayınladığı bil­diri. yukarda anlatılanlara mükem­mel bir örnek teşkil edebilir. Bu bildiri, onların bugünkü önderlerine çok yakın, en gerçekçi ve en sağlam kaynaktır. Revolutsionnaya Rossi- ya'nın (sayi:7, s .24) çok değerli ta­nıklığına bakılırsa, bu bildirideki "te­rörist mücadele sorununun konuluşu", "Parti görüşleriyle tama­men uyuşmaktadır."

3 Nisan bildirisi, teröristlerin "en son" düşünce modelini övgüye değer bir şaşmazlıkla izliyor. İlk göze çar­pan şu sözler oluyor: "Biz terörizmi, kitleler arasında çalışmanın yerine değil, aksine sırf bu çalışma için ve onunla birlikte savunuyoruz." Bu sözler özellikle göze çarpıyor, çünkü metnin geri kalan kısımlarından üç kere daha büyük harflerle dizilmişler (tabii bu, Revolutsionnaya Rossi- ya'nın sık sık başvurduğu bir marifet­tir). İşte bu kadar basit! "Yerine de­ğil, birlikte" sözlerini büyük dizeceksiniz ve Sosyal-Demokratlann bütün iddiaları tarihin bütün öğrettikleri, yer ile yeksan ola­cak. Ama bildiriyi sonuna kadar oku­yun, o zaman iri harflerle dizilmiş te­minatın, kitlelerin adını boş yere andığını göreceksiniz. "Emekçi hal­kın karanlığın içinden çıkacağı ve güçlü halk dalgasının demir kapılan paramparça edeceği günler "ne ya­zık ki!" (henüz çok uzaklardadır ve bu uğurda ne kadar çok kurban veri­leceğini düşünmek bile ürkütücü­dür!". Bu sözler, "ne yazık ki, henüz çok uzaklardadır" sözleri, kitle hare­ketini asla kavramadıklarını ve kitle hareketine asla inanmadıklarını açık­ça göstermiyor mu? Bu iddia, daha şimdiden harekete geçmeye başla­yan emekçi halkla bile bile alay et­mek olmuyor mu? Ve nihayet, bu bayat görüş aslında boş ve saçma ol­duğu ölçüde iyi savunulsaydı bile, ondan gene iri harflerle çıkan sonuç terörizmin yararsızlığı olurdu; çünkü emekçi halk olmadan bütün bomba­lar güçsüzdür, hem de gerçekten güçsüzdür. Bir de şunu dinleyin: i n ­dirilen her terörist darbe, istibdadın gücünün bir parçasını koparıyor ve bütün bu gücü (!) özgürlük uğruna savaşanların safına aktanyor (!)" "Ve eğer terörizm sistemli bir şekilde uy­gulanırsa (!) terazinin kefesinin en sonunda bizim tarafımıza ağır basa­cağı açıktır." Evet, gerçekten de bu­rada herkesin apaçık görebileceği gi­bi teröristlerin en büyük önyargılarından biri en kaba biçimiy­le karşımızda duruyor; bizzat siyasi cinayet "güç aktarır"! Böylece, bir yandan güç aktarma teorisi, öte yan­dan da "yerine değil, birlikte"... Aca­ba bu teminatlan tekrarlamaktan usanmıyorlar mı?

Ama bu daha başlangıç. Esası şimdi geliyor. "Darbeyi kime indir­meliyiz?" diye soruyor Sosyalist-

10

Page 13: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

"Emekçi halk olmadan bütün bombalar güçsüzdür."

Devrimcilerin partisi ve cevabı ken­disi veriyor: Çara değil, bakanlara indirmeliyiz; çünkü "Çar işlerin aşırı gitmesine izin vermez" (!! Bunu nasıl keşfettiler acaba??), ve zaten "bu da­ha kolaydır" (tam tamına böyle di­yorlar!): "Hiçbir bakan kendisini sa­rayda bir kalede olduğu gibi gizleyemez." Ve bu görüş Sosyalist- Devrimcilerin "teori'sinin modeli ola­rak ölümsüzleştirilmeyi hak eden bir muhakemeyle sona eriyor. "İstibda­dın, kalabalığa karşı koyacak asker­leri, devrimci örgütlere karşı koya­cak gizli ve üniformalı polisi vardır; ama ardı arası kesilmeden ve hatta birbirlerinden habersiz olarak (!!) sal­dırıya hazırlanan ve saldıran tek tek bireylere ya da küçük gruplara karşı onu kim koruyabilir?" ("onu" derken ne kastediliyor? İstibdat mı? Yazar farkında olmadan bir hedef olarak istibdadı, darbe indirilmesi daha ko­lay olan bir bakanla bir tutuyor!) "Kıvraklığa karşı hiçbir kuvvet sök­mez. Dolayısıyla görevimiz açıktır: tstibdadın her kudurgan zalimini, is- ı-bdadın bize buraktığı (!) tek yolla, .anı öldürerek yoketmem." Artık,

Sosyalist-Devrimciler, kitleler arasın­da çalışmayı rafa kaldırmadıklan ya da terörizmi savunmakla bu çalışma­yı parçalamadıkları yolundaki temi­natlarıyla sayfalar da doldursalar, on- lann bu laf yağmuru, bildiriden aktardığımız bölümün modern bir te­röristin gerçek ruh halini yansıttığını örtbas edemez. Güç aktarma teorisi sadece geçmişin bütün tecrübesini değil, aynı zamanda bütün sağduyu­yu da tepetaklak eder, kıvraklı teori­sinde doğal bütünleyicisini bulur. Devrimin tek "umudu" "kalabalıktır", ancak bu kalabalığa önderlik edebi­len (lafta değil, fiiliyatta) bir devrimci örgüt polise karşı savaşabilir; bütün bunlar bu işin alfabesidir ve bütün bunları ispat etmek zorunda kalmak utanç vericidir. Ancak her şeyi unut­muş ya da hiçbir şey öğrenmemiş kimseler "bunun tam tersi bir sonu­ca" vararak, istibdadın, askerler tara­fından kalabalıktan ve polis tarafın­dan da devrimci örgütlerden "kurtarılabileceği", ama bakanları av­layan tek tek bireylerden hiçbir kur­tuluşun olmadığı yolundaki saçma ve gülünç ahmaklığa erişebilirler!!

Yanlışlığının mutlaka anlaşılaca­ğına inandığımız bu saçma görüş hiç de garip değildir. Tersine, öğretici­dir. Çünkü mantıksızlığı adım adım kanıtlandığında, teröristlerin "Ekono­mistler "le paylaştıkları ("Ekono­mistler "in kaybolup gitmiş eski tem­silcileriyle mi, diye sorulabilir) başlıca hatalarını ortaya çıkarmaktadır. Da­ha önce de birçok defa belirttiğimiz gibi, bu hata hareketimizin temel za­afını kavrayamamalanndan ibarettir. Hareketin son derece hızlı gelişmesi yüzünden önderler kitlelerin gerisin­de kaldılar, devrimci örgütler prole­taryanın devrimci faaliyetinin düzeyi­ne ulaşamadılar, kitlelerin önünde yürümeyi ve onlara önderlik etmeyi başaramadılar. Hareketi birazcık ta­nıyan dürüst bir kimse, böyle bir zıt­lığın varlığından şüphe edemez. Böyle olunca da, günümüz teröristle­rinin gerçekten de aynı ahmaklığa, ama tam zıt yönde bir ahmaklığa va­ran tersyüz edilmiş “Ekonomistler" oldukları açıktır. Devrimcilerin güçle­rinin ve daha şimdiden harekete ge­çen kitlelere önderlik etme imkanla­rının yetersiz olduğu bir zamanda, birbirini tanımayan tek tek bireyler ve grupların bakanları öldürmesini örgütlemek gibisinden terörist ey­lemlere başvurulması için çağnda bulunmak, sadece kitleler arasındaki çalışmayı kösteklemekle kalmaz, ay­nı zamanda bu çalışmanın bütünüyle darmadığın olmasına yolaçar.

3 Nisan bildirisinde şunları oku­yoruz: "Biz devrimciler çekingen kü­meler halinde biraraya gelmeye alış­kınızda; ve hatta (burasına dikkat) son iki üç yıldır ortaya çıkan yeni ce­saret ruhu, bireylerden çok kalabalı­ğın heyecanını yükseltmeye yaramış­tır. Bu sözler, farkında olmadan, bir gerçeği dile getiriyor. "Ve terörizmin propagandalarına ezici darbeyi indi­ren de, işte bu gerçektir. Her aklı başında sosyalist bu gerçeğe baka­rak, grup eylemini daha güçlü, daha cesur ve daha uyumlu bir şekilde yü­rütmek gerektiği sonucunu çıkarır. Ama Sosyalist-Devrimciler şu sonu­cu çıkarıyorlar: "Vur, kıvrak birey; çünkü halkın kümeler halinde birara­ya gelmesi ne yazık ki henüz çok uzaklardadır ve zaten bu kümenin karşısında askerler vardır." Bu görü­şün iler tutar yanı yoktur, beyler!

Bildiri, terörizm teorisinin yemim da eksik etmemiş. Bize deniyor ki: "Bir kahrramanm giriştiği tek tek

11

Page 14: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

çarpışmalar bizim mücadele ruhu­muzu ve cesaretimizi yükseltiyor." Ama hepimizdeki mücadele ruhunu ve cesareti gerçekten yükselten biri­cik şeyin, kitle hareketinin yeni bi­çimleri ya da kitlelerin yeni yeni ke­simlerinin bağımsız mücadeleye atılışı olduğunu hem geçmişten bili­yor, hem de bugün gözlerimizle gö­rüyoruz: Oysa tek tek çarpışmalar, Balmaşovlar tarafından yürütülen tek tek çarpışmalar olarak kaldıkları sürece, ilk başta anlık bir heyecan uyandıran bir etki yaratırlar, ama bu arada dolaylı olarak da, bir kayıtsızlı­ğa ve gelecek sefere kadar pasif bir bekleyişe yolaçarlar. Daha ileride şöyle deniyor: "Her terörizm alevi zi­hinleri aydınlatır." Ne yazık ki, terö­rizmi öğütleyen Sosyalist- Devrimcilerin partisi için biz bunun doğru olduğunu göremedik. Bir de önümüze, büyük iş, küçük iş teorisi getiriliyor. "Daha büyük güce, daha fazla imkana ve daha büyük kararlılı­ğa sahip olanlar küçük işlerle yetin­mesinler; kendilerine kitleler arasın­da terörizm propagandası (!), çapraşık terörist eylemlerin... (kıv­raklık teorisi çoktan unutulmuş!) ha­zırlanması gibi daha büyük bir iş bul­sunlar ve kendilerini ona adasınlar." Ne kadar da akıllara durgunluk ve­ren bir zeka: Yerini alçak Plehve'nin alacağı alçak Sipyagin'den öç almak uğruna bir devrimcinin hayatını feda etmek, buna büyük iş deniyor. Ama örneğin, kitleleri silahlı bir gösteriye hazırlamak; bu da küçük iş oluyor, özellikle bu nokta Revolutsionnaya Rossiya'nın 8. sayısında açıklanmak- tadır: "Belirsiz ve uzak bir geleceğin bir sorunu olarak "silahlı gösteriler hakkında” yazmak ve konuşmak ko­laydır, ama şimdiye kadar bütün bu laflar teorik nitelikte olmaktan öteye gidememiştir." Sağlam bir sosyalist inancın zorunluluklarından ve her türden halk hareketinin ağır tecrübe­lerinden çok uzak olan bu adamların kullandığı dili biz iyi biliriz! Onlar, kı­sa sürede elde edilebilecek ve gürül­tü koparabilecek sonuçlar ile pratiği birbirine karıştınrlar. Onlann gözün­de, sınıf tavrına sıkı sıkıya bağlı kal­mayı ve hareketin kitle niteliğini ko­rumayı istemek, 'bulanık teori yürütmektir." Kesin olmak, onların gözünde, her düşünce karşısında kö­lece boyun eğmek ve... ve boyun eğişin sonucu olarak da her defasın­da kaçınılmaz bir şekilde çaresizliğe

düşmektir. Gösteriler başlar başla­maz, bu gibilerin dudaklarından kan­lı kelimelerin, sonun başlangıcı hak­kında sözlerin döküldüğünü görürüz. Ama gösteriler durdu muydu, bunla- nn kolları da çaresizce aşağı iner ve hemen bağırmaya başlarlar: "Halk, ne yazık ki. henüz çok uzaklarda..." Çarın uşakları yeni bir saldırıya geç­tiler mi, bunların hemen kendilerine, bu saldırıya mükemmel bir karşılık oluşturacak "kesin" bir tedbir, derhal bir "güç aktarması" yaratacak bir tedbir gösterilmesini isterler ve bu aktarmayı sağlayacaklarını gururla vaat ederler! Bu adamlar, işte bu güç "aktarması" vaadinin siyasi ma­ceracılık olduğunu ve maceracılıklan- nın da ilkesizliklerinden kaynaklandı­ğını kavrayamıyorlar.

Sosyaİ-Demokratlar, maceracıl- ğa karşı her zaman uyarıda buluna­caklar ve kaçınılmaz olarak tam bir hüsranla sonuçlanan hayalleri aman­sızca teşhir edeceklerdir. Devrimci bir partinin ancak devrimci sınıfın hareketine fiilen rehberlik ettiği za­man adına layık olabileceğini akıldan çıkarmamalıyız. Gene, herhangi bir halk hareketinin sayısız biçimlere bü­ründüğünü. durmadan yeni biçimler geliştirildiğini ve eski biçimleri ıskar­taya çıkardığını, değişiklikler getirdi­ğini ya da eski ve yeni biçimlerin ye­ni bileşimlerini yarattığını hiç unutmamalıyız. Mücadelenin araçla- nnın ve yöntemlerinin oluşturulması sürecine faal olarak katılmak, görevi­mizdir. Öğrencilerin yardımına koş­maları için çağrıda bulunmaya başla­dık (Iskra, Sayi:2). Ama bunu, gösterilerin biçimlerini önceden kes­tirmeye kalkışmadan, bu gösterilerin derhal bir güç aktarmasıyla ve zihin­lerin aydınlanmasıyla sonuçlanacağı­nı ya da özel bir kıvraklığı vaat etme­den yaptık. Gösteriler güçlendi­ğinde, gösterilerin örgütlenmesi ve kitlelerin silahlandırılması için çağn- da bulunmaya başladık ve bir halk ayaklanması hazırlama görevini öne sürdük. Şiddet ve terörizmi ilke ola­rak asla reddetmeksizin, kitlelerin doğrudan katılışını sağlayabilecek ve bu katılışı güvence altına alabilecek şiddet biçimlerinin hazırlanması için çalışılmasını istedik. Bu görevin zor­luklarına gözümüzü kapamıyoruz. Tersine bu sorunun "belirsiz ve uzak bir geleceğe" ait olduğu yolundaki itirazlara aldırmadan, bu görevi yeri­ne getirmek için kararlılıkla ve sebat­

la çalışacağız. Evet, beyler, biz hare­ketin sadece geçmişteki biçimlerini değil, gelecekteki biçimlerini de sa­vunuyoruz. Biz, geçmişte mahkum edilmiş şeylerin "kolay" bir tekrannı değil, geleceği olan uzun ve çetin bir çalışmayı tercih ediyoruz. Biz, ma­lum dogmalara karşı lafta savaş açan, ama fiiliyatta güç aktarma, bü­yük iş, küçük iş aynını ve elbette tek tek çarpışmalar teorileri gibi küflen­miş ve zararlı görüşleri savunanlan her zaman teşhir edeceğiz. 3 Nisan birdirisi şöyle sona eriyor: "Eski çağ­larda halk savaşlan nasıl halk önder­lerinin tek tek çarpışmaları şeklinde verildiyse, bugün de teröristler Rus­ya'nın özgürlüğünü istibadada karşı tek tek çarpışmalarla elde edecekler­dir." Böyle cümlelerin sadece tekrar- lanmalan bile çürütülmeleri için ye- terlidir.

Devrimci çalışmasını proletarya­nın sınıf mücadelesine gerçekten bağlı olarak yürüten herkes, prole­taryanın (ve onu destekleyebilecek halk kesimlerinin) bir yığın acil ve doğrudan talebinin yerine getirilme­den öylece durduğunu çok iyi bilir, görür ve hisseder. Bilir ki, bir çok yerde, geniş bölgelerde, emekçi halk eyleme geçmek için kelimenin tam anlamıyla yanıp tutuşmakta, ancak yayınların ve önderliğin yetersizliği ve devrimci örgütlerin güç ya da araçlardan yoksun oluşu yüzünden onun bu coşkusu heba olup gitmek­tedir. Ve kendimizi, uzun zamandır Rusya dev-riminin başına bir uğur­suzluk alameti gibi çöreklenmiş bulu­nan o aynı kısır döngünün içinde bu­luruz; nitekim buluyoruz da. Bir yandan yeterince aydınlatılmamış ve örgütlendirilmemiş kalabalığın dev­rimci coşkusu boşa giderken, öte yandan da düzenli bir şekilde ilerle­me ve kitlelerle el ele çalışma imka­nına olan inancını kaybeden "kıvrak bireylerin ateşlediği silahlardan yük­selen dumanlar havada kaybolur gi­der. Ama işler gene de yoluna konu­labilir, yoldaşlar! Gerçek bir davaya olan inancın kaybedilmesi, bir kural değil, ender bir istisnadır. Terörist eylemlere girişme eğilimi geçici bir hevestir, öyleyse, Sosyal-Demok- ratlar saflarını sıklaştırsınlar ve dev­rimcilerin militan örgütü ile Rusya proletaryasının kitle kahramanlığını tek bütün halinde birleştirsinler! ■

1 Ağustos 19 0 2

12

Page 15: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

DevrimciSınıfı

Mehmet YILMAZER

M V?C> hareketi, kuşku yok ki, ■ toplum sal m uhalefetin ekse- İ n l olacaktır." (İşçilerin Sesi,

Melih Pekdemir'le Söyleşi)12 Mart deneyinden sonra işçi sı­

nıfının mücadele içindeki öneminin arttığını söyleyen D. Yol, 12 Eylül sonrası bir adım daha atarak işçi ha­reketinin "toplumsal m uhalefetin ekseni" olacağını ileri sürüyor. Böy­le bir tesbit D.Yol açısından önemli­dir. Onun ideolojik gıdası M.Çayan'ın "Kesintisiz Devrim deki tezlerine dayanır; o tezlerde ise Tür­kiye'de işçi sınıfının "fiili önderli­ğ in in değil, ancak "ideolojik ön der­liğin in mümkün olduğu tesbiti yapılmıştır. "Köylü ordusuyla kırlar­dan şehirler kuşatılacaktır". Son yirmi yılda Türkiye'deki sınıflar yapı­sı değişmediğine göre bazı siyasetle­rin Türkiye'yi kavrayışı değişmekte­dir. Yani inkar edilemez "inatçı gerçeklikler" düşünceleri eğitmekte­dir.

Küçükburjuva devrimciliğinin son yirmi yılda çizdiği eğrinin genel de­ğerlendirmesi, özünde onun işçi sını­fına karşı tutumundaki değişimin bir değerlendirmesidir. Sınıfa karşı tu­tum alışta elbetteki iki önemli basa­mak 12 Mart ve 12 Eylül, önemli rol oynamıştır. Her dönem kendi öz­gül koşullarıyla küçükburjuva radika­lizmini işçi sınıfına doğru itmiştir. Sı­nıfsal güçler açısından sorun hiç şüpehesiz ki, küçükburjuva devrimci­liğinin proletarya sosyalizmine ev­rimleşmesi değildir. Böyle bir evrim­leşme sınıf ya da tabakaların bütünü açısından ele alındığında mümkün değildir, ö te yandan, tek tek kişile­

Hareket ve İşçi

rin kendi eski sınıf kökenini terkedip proletarya sosyalizmine varmaları da konumuz değildir. Bu mümkündür ve esasen böyle bir akım bütün dev­rimci mücadele sürecinde-iniş çıkış­larla da olsa-sürekli olarak varolacak­tır. Burada sorun, küçükburjuva devrimciliğinin, yaşanan deneyler ışı­ğında işçi sınıfına yaklaşımındaki de­ğişme ve gelişimdir.

İŞÇİ SINIFINA YÖNELİŞLERVE GENEL ANLAMI

Demokratik devrim görevlerinin tamamlanmadığı bir ülkede proletar­ya hareketi ile burjuva, küçükburjuva kaynaklı demokrat hareket bütünüy­le birbirinden ayrışamaz. Onların içi- çe yaşayabileceği bir alan daima ola­caktır. ö te yandan, mücadelenin ikili karakteri, sosyalist ve devrimci- demokrat güçleri sürekli birbirinden ayrıştırmaktadır. Sürecin bu diyalek­tiği, küçükburjuva devrimciliğinin işçi sınıfından etkilenmesinin yanında, onun sınıfı kendi devrimci-demokrat siyasi talepleri doğrultusunda etkile­mesi sonucunu da doğurur.

19 6 0 sonrasının mücadele dene­yi, küçükburjuva radikalizminin ge­nellikle yenilgi yıllarında sınıfa yönel­me eğilimi gösterdiğini ortaya koymuştur. 12 Mart çıkışında oldu­ğu gibi, 12 Eylülde de bir kere daha Lenin'in "Ne Yapmalı?" kitabı gün­deme gelmiş, sınıf içinde örgütlen­me sorunlan, parolaları ve biçimleri en fazla tartışılan konular arasına girmiştir. THKP-C ve THKO köken­li bazı siyasetler iki faşizm dönemin­de de böyle bir süreç yaşamıştır.

Kurtuluş, TKEP, TDY, HK, Dev. Partizan böyle bir evrimleşmeden geçmiştir. Her biri farklı özellikler ta- şısa da, ortak olan yön işçi sınıfına geçmişe oranla daha fazla yönelme- lerindedir. Kurtuluş, HK ve bir ölçü­de TKEP bu sürece 12 Mart sonra­sı; TDY, Dev. Partizan ve en son D. Yol ise benzer bir sürece 12 Eylül sonrası girmişlerdir.

Küçükburjuva radikalizminin işçi sınıfı gerçekliğini yalnızca teoride de­ğil, pratik mücadele içinde de belli ölçülerde kavraması hiç şüphesiz ki, başlı başına bir olumluluktur. Ancak bu sürecin yalnızca olumlu değil, ay­nı zamanda olumsuz bir yanı da var­dır.

12 Mart sonrası yaşananları göz önünde tutarak bir belirleme yap­mak gerekirse, işçi sınıfına yönelen küçükburjuva devrimci eğilimlerin, genellikle radikalliklerini yitirdikleri, sağ bir karakter kazandıkları söy­lenmelidir. Bu karekter değişikliğinin başlıca iki nedeni vardır. İlki, küçük- buıjuva devrimciliğinin kendi özelli­ğinden gelir. Genellikle yenilgi son­rası, erken devrim umutları kırılmış bir şekilde sınıfa yönelen küçükbur- juvazi, bu adımı atarken aslında dev­rimci bir ruh hali taşımamaktadır. Sı­nıfa yöneliş, hayal kınklıklannın, teorik yeni arayışların, siyasi bulanık­lığın koyu izlerini taşımaktadır. Böy­le bir zeminden sınıfa yöneliş, hiç şüphesiz ki işçi sınıfına gerçek bir devrimci enerji taşımaz. İkincisi, işçi sınıfı içindeki egemen eğilimlerin kü­çükburjuva devrimciliğini etkilemesi­dir. Sınıf içinde sendikalizm; siyasi olarak da sosyal-demokrat ve burju­

13

Page 16: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

va sosyalist eğilimler hala güçlüdür. Kendisi, bir yenilgi sonrası eski dü­şüncelerine yeterince güvenemez bir konumda olan küçükburjuva devrim­ciliği, bu aşın zaaflı yapısıyla sınıfa yönelince, sınıfın bilincini yükselt­m ek yerine, onun geri eğilimlerine tabi olm a durumuna düşen bir siyasi eğilim, aslında sınıf açısından dev­rimci bir kazanç değildir.

12 Mart sonrası sınıfa yönelişler, küçükburjuva devrimciliğinin sağ bir karakter kazanması sonucunu do­ğurdu. 12 Eylül sonrası yaşananlar. 12 Mart sonrasının elbette ki tam bir kopyası olamazdı, olmadı.

Devrimci hareket ve işçi sınıfı ara­sındaki ilişki konusunda 12 Eylül sonrası en tipik eleştiri Yeni öncü tarafından dile getirilmiştir.

‘Türkiye'de sosyalizmle işçi hare­ketinin birleşmesi zorunluluğunun di­le getirilmesi üzerinden uzun yıllar geçti, en azından bir 15 yıl geçti. Ancak bunu 'dile getirmek' başka birşey, 'teorik olarak açıklamak' ise başka birşey, Yani teorik olarak bu sorunun üzerinde yeterince duruldu­ğunu, gerekli incelemelerin araştır- malann yapıldığını ve sağlıklı tartış- malann yürütüldüğünü söylemek mümkün değildir, işçi hareketi ile sosyalizmin ayrı biçimde varolduğu ve ayrı yollarda yürüdüğü dönem Türkiye'de hala sürüyor." (Yeni ö n ­cü, S: 15)

Burada iki önemli tesbit yapılmak­tadır. Birincisi, sosyalizmle işçi hare­ketinin birleşmesi sorunu üzerinde "teorik olarak yeterince" durulma- dıği; İkincisi, "en azından 15 yıl" geçm esin e rağmen hala sosyalist hareket ile işçi hareketinin ayrı yollarda yürüdüğü, iddia ediliyor.

Sorunun teorik yanının yeterince ele alınmadığını söylemek gerçekliği yansıtmaz, fakat l 2 Eylülün yarattı­ğı "hafıza kaybına" çok tipik bir ör­nek olabilir. 19 6 0 öncesini bir yana bırakırsak, bu sorunun teorik o la ­rak en yoğun tartışıldığı dönem 1965-71 arasıdır. Daha sonraki yıl­larda da çeşitli nedenlerle aynı sorun üzerinde tekrar tekrar durulmuştur. Yeni öncü "sosyalizmle işçi hareke­tinin birleşmesi zorunluluğunun., te­orik olarak" açıklanmasından ne an­lıyor? Eğer bu konu üstüne genel Marksist görüşlerin bıktıncı bir tekra- n anlaşılmıyorsa, o zaman geriye, Türkiye sınıflar yapısının doğru bir tesbiti ve tarihsel olarak da "narod-

nik" eğilimlerden kopuşmak, "sosya­lizmle işçi hareketinin birleşmesinin teorik açıklaması" olur.

Oysa Yeni öncü , bu konuda yete­rince inceleme, araştırma yapılmadı­ğı kanısındadır. Genel olarak dev­rimci hareketi dikkate alırsak, sözü edilen konu hakkında ciltler tutabile­cek emek ürünü birikmiştir. Elbette ki doğrusu ve yanlışıyla birlikte... Bu konudaki "hafıza kayb ı'Vırn bir anla­mı olmalıdır. Bugüne kadar yapılan "teorik tesbitler" Yeni Öncüyü tat­min etmiyor olmalı... O zaman "ye­ni" arayışlar kaçınılmazdır. Ancak konu sosyalizm ve işçi hareketinin birleşmesi olunca, bunca teorik ve pratik çabaya rağmen ortada bir tat­minsizlik varsa, böyle bir tepki kişiyi ya da bir siyasi eğilimi Marksizm dışı teorik zeminlerde bir arayışa götü­rür.

özel olarak Yeni öncü açısından durum nedir? "Kesintisiz Devrim "in inkarından sonra yerine somut Tür­kiye gerçekliklerini kucaklayan bir teorik çözümleme koymak yerine, yıllarca genel Marksist görüşlerin tekrarıyla yetinildi. O nedenle, Yeni öncunin sözü edilen konu hakkın- daki teorik incelemeleri yetersiz bul­ması, aslında kendi teorik kısırlığı­nın itirafından başka birşey değildir. Ve "en azından 15 yıldır" bu kısırlık aşılamadıysa, artık bu konuda Yeni öncü açısından Marksizm zeminin­de kalarak bir teorik çerçeve üretme­nin imkansız olduğu ortaya çıkar.

İkinci olarak, Yeni öncü "hala sos­yalist hareket ile işçi hareketinin ayn yollarda yürüdüğünü" iddia ediyor. Sınıfa yönelmek için "yeterli bir teo­rik araştırma" yapılmadığı ileri sürü­lürse. çok doğal olarak iki hareke­tin "hâlâ" ayrı yürüdüğü d e iddia edilecektir. Gerçeklik böyle değildir.

1 9 6 0 sonrası gelişmeleri dikkate aldığımızda, genel olarak sosyalist hareketle işçi hareketinin birleşmesi 19 7 0 lerde gerçekleşmiştir. Daha genel olarak söylersek, 12 Mart 1 9 7 1 e kadar olan dönemde ağırlıklı yön, sosyalist siyasetlerin teorik, tak­tik şekillenmesidir. Bu anlamda bir­leşme, bu dönem süresince belli öl­çülerde kendiliğindengerçekleşmiştir denebilir. 12 Mart sonrası yıllarda ise ideolojik ve prog- ramatik olarak önemli ölçüde şekille­nen siyasetlerin işçi hareketiyle bir­leşmesi daha bilinçli bir karakter kazanmıştır. 19741er sonrası her­

hangi bir "sosyalist" siyasetin etkisini yada doğrudan öncülüğünü taşıma­yan grev yada işçi gösterisi yok de­necek kadar azdır. Eğer bu noktada Yeni öncü, "İşçi içinde bugüne ka­dar daha çok TKP gibi siyasetler et­kindi, bunu sosyalist hareketle işçi hareketinin birleşmesi olarak kabul etmiyoruz" derse, böyle bir belirleme gerçekliğin sübjektif kuruntularla in­karı olur. Hareketlerin teorik şekil­lenmesi, onların aynı zamanda sınıfa karşı tutumunu da belirler. Rus Sos- yal-Demokratlan, Narodnilderle ko- puşup sınıfa yöneldikleri momentte "ekonomizm" bir akım olarak şekil­lenmiştir. Daha sonraki süreçte ise, ekonomizm, Menşevizm biçiminde varlık bulmuştur. Türkiye sosyalistle­ri de, ülkedeki sınıflar yapısını kavra­yışlarına ve mücadelede işçi sınıfına tanıdıkları misyon ölçüsünde sınıfla bağ kurdular.

Bu konuda Yeni öncü, aynca, sosyalist hareketle işçi hareketinin birleşmesi ve sınıfa bir ya da birkaç siyasetin öncülük etm esi sorununu karıştınyor. Sosycilist hareketle işçi hareketinin birleşmesi, bütün sınıfın sosyalizme eğilim duyması demek değildir. Birisi genel olarak sosyalist hareketin teorik şekillenme dönemi­nin kapanmasını; diğeri ise hergün- kü pratik mücadele içinde eğilimle­rin döğüşünün sonuçlanmasını çınlatır. Hiç şüphesiz ki, özellikle kü­çükburjuva devrimciliği içinden kritik momentlerde işçi sınıfını yeni yeni keşfedenler çıkacaktır. Bunlar ka­panmış bir tarihsel sürecin bir bakı­ma kalıntıları gibidir. Kalıntılar eski dönemi geriye getirmez, ama kendi­leri yeni dönemin baskısıyla erirler. O nedenle bugün, henüz sınıfla bir- leşilemediğinin söylenmesi, siyasi eğilimlerin teorik-taktik şekillenmesi­nin henüz tamamlanmadığının söy­le nmesiyle aynı şeydir. Oysa bu dö­nem esas olarak 12 Mart sürecinde tamamlanmıştır. Ancak, henüz sınıfa devrimci anlamda bir yada bir kaç si­yasetin öncülük edemediği söylenir­se, bu bir gerçekliktir. Fakat bu, özel olarak sınıf içinde, genel olarak ülke çapında yoğun mücadele süreciyle varılabilecek bir aşamadır.

Yeni öncü nün bu konudaki en önemli yanılgısı soruna yenilgi yıllan- nın içinden bakmasından kaynakla­nıyor. 1 9 8 7 ’lerde hemen hiçbir siya­set sosyalist hareketle işçi hareketinin birleşemediğini iddia et-

14

Page 17: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

I^ u gü n , faşizme karşı "gerçek demokrasi" mücadelesinin ancak "işçi sınıfına şiarıyla" birlikte gerçekleşebileceğinin söylenmesi, aslında önceki mücadele yollarının tıkandığının ue iflas ettiğinin itirafıdır.

memiştir. Faşist darbenin devrimci öncülerle yığın arasındaki bağları bü­yük ölçülerde koparmasından sonra, bunu "sosyalist hareketle işçi hareke­tinin hâlâ ayrı ayrı yürümesi" biçi­minde yorumlamak, farklı karakterli süreçleri birbirine karıştırmak olur. Sosyal gelişimin normal bir sonucu olarak yaşanan sınıflar kopuşm ası siyasetlerin şekillenmesi için objektif bir ortam yaratır. Düne kadar birbiri­nin içinde görünen sosyal çıkarlar aynşmaya başlar ve kendi yordamla- nnda davranışa geçerler. Bu tarihcil dönem bizde en hızlı biçimde 12 Marta kadar akan süreçte yaşanmış­tır. Daha sonraki süreçte ise esas yön, kopuşan sınıf ve tabakalann mücadelesidir. 12 Eylül, bu süreçte; işçi sınıfı ve halk için bir yenilgi mo­menti oldu. Taktik olarak bir geri çe­kilme yaşandı. Ve sınıflar savaşının bu yeni koşulları hiç şüphesiz ki siya­setleri etkiledi, çeşitli yönlerde ev- rimleştirdi.

Böyle yenilgi yıllan ne kadar derin olursa olsun sınıflar kopuşması ger­çekliğini geriye döndüremez, yok edemez. 12 Eylül bunu çok denedi. Toplumu sırf göstermelik iki parti ile sözde 'bölünmüşlükten" kurtaracak­tı. Oysa yaşanan on yıl sınıflar saf­laşmasının boyutlannı çok daha faz­la yaygınlaştırdı. Fakat böyle yenilgi yıllan sınıf ve tabakalar arasındaki güçler dengesini değiştirebilir, eski kuruluş dengeleri bozabilir. Yaşanan da budur.

Bu iki ayn olgu birbiriyle karıştırılır ve 12 Eylül yenilgisine neden olarak "sosyalist hareketle sınıf hareketinin birleşememesi" gösterilirse böyle ya­pılarak yenilgiyi getiren som ut tak­tik hatalar örtülmüş olur.

ö te yandan, yenilgi dönemi bir si­yaseti taktik ve belli ölçüde progra- matik sorunlardan öteye kendi teo­rik tem ellerine götürüyorsa, böyle köklü bir geriye kayış, o siyasi yapı­nın teorik çüzümlemelerinin son de­rece zaaflı ve gerçeklerden uzak ol­duğunu gösterir. "En azından 15 yıl sonra" hâlâ sınıfa yönelik "yeterli bir teorik araştırma ve incelemeden" yoksun olmak artık gelecek on yıllar boyunca da sınıfla birleşilemeyeceği- nin dolaylı itirafından başka bir an­lam taşıyamaz. Sınıflar mücadelesi­nin canlı pratiğinin dışına düşen, herhangi bir sınıf ya da tabakanın somut siyasi çıkarlanndan kopuşan, deklase olan unsurlar, her türlü teo­

rik mirastan tatminsizlik duyarlar.Yeni Öncü, sınıfla kendi konumu­

nu irdelerken aslında böyle bir itiraf­ta bulunmuş oluyor.

***Yenilgi yıllarının teorik ve pratik

çöküntüsü içinden sınıfa yönelişlerin taşıdığı zaaflara belki de en uç örnek Yeni üncüdür. Bu tesbitlerden son­ra, "işçi sınıfına" çağrısıyla D. Yol bu süreci nasıl görüyor, irdelemeye çalı­şalım.

"Yeri gelmişken, bir saptama yap­mak istiyorum. Türkiye solunda ye­nilgi dönemleri' sonrasında görülen, artık kanıksanmış bir özeleştiri biçi­mi vardır. Bazı siyasi akımlar, genel­likle solun ve kendilerinin yenilgisini 'işçi sınıfı içinde örgütlenememiş ol­malarına, sosyalistlerin işçi sınıfı ile bağ kuramamış olmalanna' bağlar­lar. Bu arkadaşların,... işçi sınıfı ile bağ kurmak için onlara götürecek doğru bir siyasete sahip olmak ge­rektiğini ... anlamadıkları görülü­yor." (işçilerin Sesi, S: 14, M. Pek- demir)

"Doğru bir siyaset" gerekliliği can alıcı bir tesbit. Sınıfa yönelme çaba­sına giren siyasetlerin çoğunun bel­ki de en büyük zaafı böyle bir prog­ramdan yoksun olmaları, genel tekrarlarla yetinmeleriydi. Ancak D. Yol açısından durum daha parlak değildir. "İşyeri komite ve konseyle­ri" parolası sınıfa yönelmek için ye­terli bir siyaset değil, yalnızca gel­geç, döneme denk düşen taktik bir parola olabilir. Bundan öteye D.Yolun siyasi tesbitleri, ideolojik kaynakları bu yeni yönelişinde yeter­li olmak bir yana, pratikçe yalanlan­mış, zaaflı bir öze sahiptir. Mesele sı­nıfa yönelirken "doğru bir siyasete sahip olmak" gerektiğini tekrarla­mak değil, bunu bir an önce ortaya koyabilmektir.

Sınıfa yönelişte M. Pekdemir'in ikinci uyarısına gelelim.

"Dün sınıf mücadelesinden kaçma­nın, hayatın diğer alanlarındaki mü­cadelelerde yer almamanın mazereti

olarak işçi sınıfına gidelim' klişesini kullanarak sendikal platformlarda köşe kapmacalara yönelen revizyo- nist-reformist çalışma tarzı ile bizim bugün doğrudan sınıfın çağnşına ce­vap verme olarak beliren devrimci çalışma tarzımızın birbiriyle yakın uzak ilgisi yoktur." (ay)

Burjuva sosyalizmine yöneltilen bu eleştirinin şüphesiz haklı yanlan var­dır. Ancak THKP-C kökenli siyaset­ler ideolojik kaynaklannın doğal bir sonucu olarak, sınıfa gitmeyi genel­likle "sendikal platformlarda köşe kapmaca' yla özdeşleştirmişlerdir.

"Demokratik hak ve özgürlüklerin kullanılamadığı-rafa kaldırıldığı-bütün geri bıraktmlmış ülkelerde bu tip kla­sik 'kitle çalışması'... düşmanın aske­ri üstünlüğü ve baskısı karşısında, güçsüzlüğe düşecek., giderek de iyi­ce sağa kayacak tır. (M. Çayan, Bü­tün Yazılar, s. 340) Bu mantık Cep­he kökenli siyasetlerin yığın çalışmasına her zaman yansımıştır. "İşçi sınıfına gitmeyi" "mücadeleden kaçaklık" olarak görmek, TKP ben­zeri siyasetlerin bayağı reformizmine sınıfı terketm ek gibi bir sonuç do­ğurmuştur. Bu da bir mücadele ka­çaklığıdır. Ve bunun bedeli 12 Ey­lülde fazlasıyla ödenmiştir.

Şimdi, sınıfa yönelirken, bu yöneli­şin "revizyonist-reformist çalışma tar­zı" ile bir ilgisi olmadığı özellikle vur­gulanıyor. Dün "sınıfa yönelme" sözünde "reformizm" bulan bir anla­yışın bugün böyle bir vurgulama yapması doğaldır. Ancak değişen nedir? D. Yolu sınıfa yönelten geliş­meler nelerdir? Yukardaki sözler dik­katle incelenirse, D. Yol yine kendisi sınıfa gitmemekte, tersine "doğru­dan sınıfın çağrısına cevap ver- mek"tedir. Öyleyse işçi sınıfına yö­nelişin altında bu çağrı yatmaktadır. O zaman, sınıfın çağrısının ne anla­ma geldiğini irdeleyelim.

İŞÇİ SINIFINDAN "ÇAĞRI"

"İşçi sınıfına! Çünkü bugün top­lumsal muhalefetin önünde yürüyen

15

Page 18: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

işçilerle birleşik devrimci muhalefet hareketi yenilmez kılınabilir. İşçi sını­fına! Çünkü bugün 12 Eylülle birlik­te işçilerin içine itildikleri açlık, sefa­let ve tüm haklannın gaspedilmiş olduğu konum, onlann eyleminin her zamankinden daha fazla ve sü­rekli bir hak mücadelesi olarak geli­şeceğini göstermektedir. İşçi sınıfı­na! Çünkü bugün konjoktürel olanın içinden 'tarihsel' olan fışkırmaya baş­lamaktadır...

"Bugün işçi hareketinin kazanmak­ta olduğu nitelik böyle bir çabayı zo­runlu kılmakta, 'İşçi sınıfına' çağrısı­nı, sınıfın kendisi yapmaktadır." (ay)

M. Pekdemir'in bu değerlendirme­si özellikle 1989'un ilk yansında pat­lak veren yaygın işçi eylemlerine da­yanmaktadır. Artık "konjoktürel olanın içinden tarihsel olan fışkırma­ya" başlamıştır ve "işçi sınıfına" çağ- nsını bizzat sınıfın kendisi yapmak­tadır.

Kaba görüntü, herşey yerli yerin­de görünüyor. Fakat bu değerlendir­me bizleri ister istemez 19 6 0 sonra­sı mücadele tarihimize geri dönmeyi ve bu güne kadar sınıf tarafından ya­pılmış başka çağrılann olup olmadı­ğını sorgulamaya itiyor.

Her siyasi eğilim, olaylan kendi bulunduğu konumdan görecektir, bu nedenle dün görülemeyenlerin bu­gün görülmesi doğaldır, ö te yandan bizzat bu olay, Türkiye'de sınıflar mücadelesi sürecinde nasıl güç kay­maları yaşandığının en güzel kanıtı­dır. D. Yol sınıfın bugüne kadar yap­tığı çağnlardan ancak 19 8 9 başmdakini algılıyorsa, bu, öncekile­rin gerçekliğini ortadan kaldırmaz, fakat D. Yolun sınıfa göre konu­mundaki değişimini açıklar.

İşçi sınıfının 1 9 6 0 sonrası müca­delede yaptığı çağrılan gözden geçi­rerek en son 1989'daki çağnmn an­lamını açıklamaya çalışalım.

İlk önemli çağrı, hiç şüphesiz ki 15 -16 Haziran olaylandır. İşçi sınıfı o zaman sendikal haklarının kısıtlan­ma girişimine tepki göstererek, ka­nun tasarısının meclisten geçmesini engellemiş, fakat 12 Mart faşizminin gelişini durduramamıştı. Söylemeye bile gerek yok ki, 15 -16 Haziran olaylannı yalnızca sendikal hakların kısıtlanmasına karşı bir tepki olarak algılamak siyasette aşın dar kafalılık olurdu. 15-16 Haziranın gerçek an­lamı, o günkü sınıflar mücadalesinin genel seviyesi, teorik-siyasi sorunları

bütünüyle göz önüne getirilince orta­ya konabilirdi.

Böyle yaklaşıldığında, 15-16 Hazi­ran olayları dar sendikal boyutlann- dan çok öteye bir anlama sahipti; iş­çi sınıfının devrimci harekete yaptığı, deyim yerindeyse, stratejik bir çağnydı; sınıf öncülüğünün ob­jektif koşullarının varlığının açık ila­nıydı.

O günler, işçi sınıfının varlığı ve "fiili öncülüğü" için koşullann varo­lup olmadığının en yoğun biçimde tartışıldığı günlerdir. Devrimci hare­ket strateji hazırlıyordu ve strateji içinde sınıfların konumu en önemli sorundu. Böyle bir dönemde 15-16 Haziran olayları bu teorik tartışmala­ra pratik bir cevap, devrimcilere stratejik öncülük konusunda yapıl­mış açık bir çağrıydı. O gün devrim­cilerin büyük bir çoğunluğu bu çağn- yı böyle bir özle algılayamadı.

İkinci önemli çağrı, 1 9 77 , 1 Ma­yıs olaylarıyla yapılmıştır. Daha doğ­rusu 12 Mart çıkışı yeniden yükselen işçi gösterilerinin 19 7 7 Mayısında vardığı nokta, özel bir anlam taşır. 15-16 Haziran olayları, sınıfın varlı­ğı ve önçülüğünün objektif koşulları­nın ilanı olduysa; 1977 Mayısıyla dönüş noktasına varan işçi olaylan- nın anlamı ise, sınıfın pratikte öncü­lüğe yetenekli olduğunun ve buna hazırlandığının kanıtları oldu. Fakat aynı 1 Mayıs olayları henüz sınıfın hazırlıklarının ne ölçüde zaaflı ve ek­sik olduğunu da gösterdi. Mayıs 77 , mücadelenin pratik öncülüğüne so­yunan işçi sınıfına finans-kapital ta­rafından yapılmış kanlı bir uyanydı.

1977 Mayıs çağrısı bir anlamda 15-16 Haziranda yapılan çağrının pratikte bir kanıtlanması oldu. 15 ­16 Haziranda bütün gövdesiyle sınıf mücadelesi sahnesine çıkan işçi sını­fı, varlığı ve öncülüğü konusundaki teorik tartışmalara cevap verirken; Mayıs 1977 olaylarıyla da akan mü­cadelede pratik öncülüğü üstlenme­ye hazır ve aday olduğunu gösterdi.

Üçüncü önemi; çağrı, Tariş direni­şiyle yapılmıştır. İlk iki çağrı sınıf ön­cülüğünün teorik ve pratik imkanlan bakımından stratejik bir anlam taşı­yorsa, Tariş direnişi daha çok taktik bir anlam taşımıştır. 12 Mart sonrası mücadelenin kritik bir momentinde, faşizme karşı direnişi en azından önemli büyük iş yerlerine, kitlesel ve en radikal biçimleri kullanarak yay­ma çağrısı olan Tariş direnişi, 12

Eylül öncesinin işçi sınıfınca yapıl­mış en son ve en önemli taktik çağ- nsıydı.

M. Pekdemir, 19 8 9 işçi olaylann- dan hareketle sınıfın çağrı yaptığını ve "konjonktürel olanın içinden 'ta­rihsel' olan'ın fışkırmaya başladığını ileri sürerek, işçi sınıfının öncülüğü konusunda, olaylann'en az 15 yıl” gerisinde kalıyor.

Son olarak, Pekdemir'in bambaş­ka misyonlar yüklediği 1989 işçi olaylannın değerlendirmesine gele­lim.

1 9 8 9 işçi olayları, 19 6 9 sonrası mücadelesinde "tarihsel" öncülük anlamında kesinlikle bir milat değil­dir. Böyle bir anlam taşımaz.

12 Eylül sonrası ilk önemli işçi ey­lemleri 1987 yılında gerçekleşen Netaş, Pirelli, Kazlıçeşme vb. grevle­ridir. Eylül öncesi sınıf mücadelesi­nin deneyli ileri işçileri, karanlık dur­gunluğa sınıf hareketi açısından ilk önemli darbeyi vuranlar oldu. 19 8 9 başındaki yaygın işçi eylemleri, 1987 grevlerinin açtığı yoldan yü­rüdü.1 9 8 9 işçi eylemleri, 12 Ey­lülün bütün "yok etme" çabalarına rağmen sınıf mücadelesi çılanının ne ölçüde yaygınlaştığını gösterdi. 12 Eylül kaçınılmaz olarak sınıf müca­delesi alanını genişletmiş, işçi sınıfı­nın en geri kesimlerin de mücadele içine çekmiştir.

Fakat aynı eylemler, 12 Eylülün örgütlenmelerde açtığı büyük yarayı, sınıfın öncülerinden nasıl kopanldı- ğını da göstermiştir. Eylemler, sınıf içinde 12 Eylül nedeniyle kaybedilen mevzilerin yeniden kazanılmasına ve eksi mevzilerden çok daha öteye hızla örgütlenmeye açık bir çağndır.

M. Pekdemir, 19 8 9 işçi eylemleri­ni "sınıfın bir çağrısı" olarak kabul ederken, neden 15-16 Hazirandan Tariş direnişine uzanan çağnları dik­kate almıyor? Gazetedeki söyleşinin tümünden temel bir neden çıkıyor:

"Devrimci bir hareketin kitleselle­şebilmesi ve sınıflar mücadelesine önderlik edebilmesi, her şeyden ön­ce, bu mücadelenin nabzının attığı alanı iyi kavramasıyla olanaklıdır" (ay.) Doğru. Ancak "mücadelenin nabzının attığı alan 'dan kasıt nedir? Somut bir mücadele momentinde döğüşün biriktiği bir alan mı, yoksa verili bir mücadele sürecinde yakala­nacak ana halka mı? Pekdemir şöy­le devam ediyor:

"Geçmişte, antiemperyalizmin, ya­

16

Page 19: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

kın geçmişte anti-faşist mücadelenin böyle bir temel mücadele mihveri olarak kavranması, devrimci hareke­te sözcüğün gerçek anlamıyla bir 'meşruiyet' sağlamıştı." (a.y.)

Demek ki, 12 Marta kadar yaşa­nan dönemde "antiemperyalizm" mücadelenin nabzının attığı alan iken, 12 Mart sonrası "anti -faşist" mücadele öne çıkmıştır. Ancak Pek- demir, siyasi hedeflerin- antiemperyalizm, sonra anti faşizm- nasıl ve neden değiştiğini açıklamı­yor. 12 Eylül sonrası nabız nerede atmaktadır?

"Bugün kavranması gereken temel mücadele halkasının... gerçek bir de­mokrasi mücadelesi anlayışı üzerin­de yattığını görmek gerekir." (a.y.)

özetlersek, 1960'lardan bu yana mücadelenin nabzı önce antiemper­yalizm, sonra antifaşizm alanlarında atmış, günümüzde ise "gerçek de­mokrasi" alanında atmaktadır.

Kaçınılmaz olarak bir soru akla ge­liyor. Bütün bu mücadele alanların- da-antiemperyalizm, antifaşizm, de­mokrasi, işçi sınıfının yeri ve rolü nedir? Sınıfın 12 eylül öncesi müca­deledeki yeriyle ilgili açık birşey söy­lemeyen M. Pekdemir günümüz için şu tesbiti yapar:

"Bugün hayatın her çılanında kitle­lerin mücadelesini faşizme karşı de­mokrasi için yükseltme şian, 'işçi sı­nıfına' şiarı ile birlikte gerçekleşebilir bir nitelik kazanmıştır." (a.y.)

Bizzat bu açıklama yeni bir soruyu kaçınılmaz kılıyor. "Bugün faşizme karşı demokrasi şian" "işçi sırTıfma şi­an ile birlikte gerçekleşebilir bir ni­telik" kazanmışsa, neden dün em­peryalizme yada faşizme karşı mücadele şiarlarına "işçi sınıfına" şia- n eşlik etmemiştir? Emperyalizme ve faşizme karşı mücadelenin gerçekle­şebilmesi, işçi sınıfı bu savaşa çekil- meksizin mümkün müydü? Eğer "Kesintisiz Devrim"in tezlerinden kalkılarak bu sorulara cevap aranır­sa, "evet" demek kaçınılmazdır. "Köylü ordusuyla şehirler kuşatılaca- ğı" için, işçi sınıfının pratik mücade­lede bir rolü yoktu. Ancak böyle bir antiemperyalist mücadelenin nasıl sonuçlandığı biliniyor.

Sonra, faşizme karşı mücadele dö­nemi gelmiştir. Daha doğrusu, sivil faşistlere karşı mücadele olarak kav­ranmış olsaydı, bu mücadeleye de zorunlu olarak 'işçi sınıfına' şiannm eşlik etmesi gerektiği hemen anlaşı­

labilirdi.Bugün, faşizme karşı "gerçek de­

mokrasi" mücadelesinin ancak "işçi sıriıfma şiarıyla" birlikte gerçekleşebi­leceğinin söylenmesi, aslında önceki m ücadele yollarının tıkandığının ve iflas ettiğinin itirafıdır. Küçükburjuva devrimciliği dolaylı bir biçimde kendi mücadele tarzının tükendiğini, bun­dan sonra savaşın ancak işçi sınıfıyla birlikte kazanılabileceğini kabul et­miş görünüyor.

SONUÇ

D. 'Ad’un sınıfa yönelmesi son de­rece pragmatik nedenlere dayanı­yor. Zaten başka türlü olamazdı.

Yenilgiyi "sınıfla birleşilememesi- ne" bağlayanları eleştiren M. Pekde­mir, kendisi bugünün sorunlarına ay­nı mantıkla yaklaşmadan edemiyor. "İşçi sınıfına" şiarını atmak için 1989'daki işçi eylemlerini gerekçe göstermek, sınıfa yönelişte D. Yol kitlesine pragmatik bir dürtü olabilir, fakat bugüne kadar işçi sınıfının da­ha güçlü çağrılanna neden kayıtsız kalındığını açıklamaz. Şimdi "gerçek demokrasi mücadelesini" işçi sınıfı ile birleştirmek zorunda kalan D. Yol, önceki yenilgilerde sınıftan ko­pukluğun doğurduğu zaafı böylece dolaylı da olsa kabul etmiş oluyor.

Sonuç olarak, 12 Eylül küçükbur­juva devrimciliğinin dayanıksızlığını, 12 Martla kıyaslanmayacak ölçüde gözler önüne serdi. Eski teorik ba­kışların, pratik mücadele biçimleri­nin yeniden üretilmesi imkansız hale geldi. Böyle koşullarda, artık sınıfın "çağrısını" duymamak olmazdı.

D. Yol sınıfa yönelirken ne durum­dadır? Yenilginin yarattığı teorik bu­lanıklık hâlâ siyasete egemendir. İçinden "sivil toplumcu-dönüşümcü" bir eğilim üreten D. Yol, bunların te­orik tezlerinden önemli ölçüde etki­lenmiştir. Dolayısıyla sınıfa yönelir­ken teorik ve siyasi olarak aşın ölçüde zaaflı durumdadır. Geçmişte Sovyetleri ya da Çin'i "tutmamış" ol­mak, şimdi de "işçi konseyleri" paro­lasını atmak sınıfa devrimci bir şekil­de "yol" göstermek için yeterli değildir. Bu noktada sınıfın çağrısına uymak yetmez, sınıfı bilinç ve davra­nışça demokratik devrim taleplerine yükseltebilm ek gereklidir.

1960'lardan bugüne küçükburjuva devrimciliği özellikle yenilgi yıllann- da geniş eğriler çizerek sınıfa yaklaş­

makta ya da yönelmeyi denemekte­dir. Bu yönelişler eski küçükburjuva devrim hayallerinin yıkılışının ardın­dan gerçekleştiği ya da böyle bir ha­yal kırıklığının derin izlerini taşıdığı için, genellikle sınıftaki kendiliğinden eğilimlere tabi olma sonucunu do­ğurmaktadır. Fakat öte yandan, sınıf içinde bugüne kadar etkin olan sos­yal demokrat ve burjuva sosyalist eğilimlerle mücadele açısından ve sı­nıf içindeki mücadelenin yeni canlı özellikler kazanması yönünden kü­çükburjuva devrimciliğinin sınıfa yö­nelmesi belli ölçülerde olumlu sonuç­lar doğuracaktır.

Yazımızı sonuçlandınrken, sınıfa bu yönelişlerin ittifaklar açısından anlamıyla ilgili bazı tesbitler yapmalı­yız. Demokratik devrim süresinde proletarya ve köylülüğün ittifakı ya da daha genel söylersek proletarya ve şehir-kır küçükburjuvazisinin ittifa­kı hayati önem taşır. Ancak bu ittifa­kın somut biçimleriyle ilgili bugüne kadar kİ mücadelede çok fazla dene­ye sahip değiliz.

Küçükburjuva devrimciliğinin "işçi sınıfına" şian, onun proletarya sos­yalizmine doğru evrimleşmesi yani karakter değiştirmesi anlamına gel­mez; işçi sınıfı olmaksızın kendi ta­leplerinin gerçekleşemeyeceğini belli ölçülerde kavraması anlamına gelir. Dolayısıyla sınıfla ittifakın gerçekleş­mesi yolunda olumlu sonuçlar doğu­rabilir. Doğal olarak, işçi sınıfı içine giren küçükburjuva devrimciliği sınıf­tan kaçınılmaz bir şekilde etkilene­cektir, ancak onun kendi siyasi çıka­n, işçi sınıfını küçükburjuvazinin taleplerine tabi kılma yönünde ola­caktır. Sınıf içinde bu temelde yo­ğunlaşacak mücadele, etrafını çevi­ren küçükburjuva denizinin etkilerinden işçi sınıfını koparma he­defini gözetirken, aynı zamanda kü­çükburjuva tabakalarla yeni somut it­tifak imkanları yaratacaktır.

12 Mart ve 12 Eylül deneyleri, 1960lardan önce çıkan ve (ulusal kurtuluş (antiemperyalizm) parolasını yükselten küçükburjuva devrimciliği­nin işçi sınıfını yeterince hesaba kat­mayan stratejik yönelişine önemli darbeler vurdu ve onu sınıfla ittifaka zorladı. Böyle bir gelişme sınıflar mücadelesinde yeni dönemin başlan­gıcına işaret etmektedir. Artık de­mokratik devrimdeki sınıflar ittifakı­nın pratik yaşamda gerçekleşme im­kanları düne oranla daha fazladır.■

17

Page 20: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

Finans Kapitalin Yapısı..»

Mehmet ÇAĞLAYAN

E mperyalizm çağına geçiş ile birlikte "Finans-kapital" ege­menliğinin ortaya çıkışı, ser­

mayenin yeni bir egemenlik biçimini ifade eden "finans-oligarşisi 'nin em­peryalist ve yarı-sömürge ülkelerdeki oluşum farklan, yarı-sömürge pi- nans-kapitallerinin uluslararası fi- nans-kapitale (mali-sermaye) bağım­lılığı, finans-kapital egemenliğinin genişleyen yeniden üretimin (yoğun­laşma ve merkezileşme) zorunlu bir mantıksal sonucu oluşu ve sınıf mü­cadelesi açısından işlevinin ne oldu­ğu teorik olarak geçen bölümde ele alındı. Bu bölümde konu, Türkiye özelinde ve finans-kapital egemenli­ğinin somut görünüş biçimlerinin analizi çerçevesinde incelenecektir.

SanayideA) Tekelleşm enin Boyutları:Bu alt aynmda amacımız tekel­

leşmenin hangi sektörlerde ne oran­da gerçekleştiğini ortaya koymaktır. Sayısal değerlerin ve oranların sağ­lıklı olarak ele alınabilmesi için bu değerlerin hangi anlama geldiğini ifade edecek kriterlere (ölçütlere) gereksinim vardır, o halde bir sek­törde tekel hakimiyetinin olup olma­dığını gösteren ölçüt nedir? Bir fir­manın sektör içindeki konumunu ortaya seren birkaç ölçüt bulunabilir: Üretim kapasitesi, istihdam düzeyi (çalıştırdığı işçi sayısı), pazar payı vb. Bunlar arasında en çok kullanılan kriter pazar payıdır. Yani bir sektör­de tekelleşme olup olmadığından söz etmek için sektördeki toplam sa­tışlar içinde firmaların paylarına bak­mak gerekli. Bir firmanın sektör içindeki pazar payı % 2 5 ’i, dört fir­

manın % 50'yi, sekiz firmanın % 70'i geçmesi durumunda o sektörde "tekelleşme" söz konusudur.

Her söktörün kendi alt sektörle­rine ayrıldığına dikkat edilirse top­lam 115 sektör gibi oldukça yüksek bir rakkama ulaşınz. Çalışmamızda bütün sektörlerin detaylı analizini sunmak hem kapsayacağı yer açısın­dan olanaksız hem de bizi daha çok toplu, global durum (sistemin bütü­nü) ilgilendirdiğinden gereksiz. An­cak sonuçların çarpıcılığını vurgula­mak için bir tanesini alt-sektörlerine kadar sergiliyoruz. (Bak tablo? 5)

KAYNAK: TSK B Sektör İzleme ve Araştırma Dairesi, İmalat Sanayi­nin Seçilmiş Sektörlerinde 1988 So­nuçları ve 1989 Beklentileri. İstan­bul 1989 , TSK B Yayını

Görüldüğü gibi metal eşya ve makina sanayiinde 3 6 alt sektörün tümünde firmalar pazarın yüzde 50'sinden fazlasını denetlemektedir. Hatta tekelcilik o kadar ileri boyut­lardadır ki 3 6 sektörün 29'unda te­kelci firmaların pazar payı yüzde 7 6 ile yüzde 100 arasındadır. Bu sek­törlerden sadece 7 tanesinde tekel­leşme oranı yüzde 5 0 ile yüzde 7 5 arasındadır.

D ikkat çekilm esi gereken bir nokta firmaların pazar payına ba­karak tekelci gücü tespit etmenin yanıltıcı olacağıdır. Ayrı S ektörde bir holdinge bağlı bir kaç firm a fa ­aliyet gösterebilm ektedir. Holding analizine girişm eden tekelleşm e­nin g erçek boyutları tam olarak ortaya konam az. Bu da finans- kapital örgütlenişini araştırm ak­tan geçiyor. Örneğin Akümülatör

alt sektöründe iki ayn firma olarak gözüken Mutlu Akü ve Çelik Akü Mutlu Holdinge bağlıdır. Bu iki fir­mayı ayrı olarak ele almak holding hakimiyetini perdeler.

Bir diğer önemli unsur, sadece pazar payının üretim egemenliğini temsil etmediğidir. Çünkü toplam pazar payının içinde ithalatta yer al­maktadır. Ülke üretimi içindeki belir­leyiciliği bulmak ithalatın pazar payı­nı çıkarmak gerekiyor, örneğin pazar payına göre tekelleşme akü­mülatör sektöründe Mutlu Akü, EAS ve Çelik Akü için toplam yüzde 75'dir. Ama toplam çıktı (üretim) ya göre tekelleşme düzeyleri, ithalatın payı yüzde 1 l ‘i düşersek, 89'da 7 5 yani % 84'tür.

Bir de sanayide tekelleşmenin boyutlarına toplu olarak bakalım (Bak: Tablo 2) Tablo'dan incelenebi­leceği gibi sanayide tekellerin ege­menliği yüzde 3 0 ila yüzde 100 ara­sında değişiyor. 3 6 sanayi dalının 14'ünde tekelleşme oranı yüzde 50'nin üzerinde, geriye kalan 2 2 sa­nayi dalının 13'ünde iki firma faali­yet gösteriyor. Sadece 9 sanayi da­lında pazar payları % 30 ila % 49 arasında değişen üç ila 6 civannda faaliyet gösteren firma var. İlk bakış­ta çekilen bu genel fotoğraf dahi te­kelleşmenin vahim boyutlannı sergi­liyor. Analiz geliştirilip firmalann bağlı olduğu gruplar göz önüne alın­dığında tekelciliğin çok daha yüksek oranlarda olduğu görülecektir, ö rn e­ğin; armatörde Elginkan Topluluğu birden fazla firma ile, bira ve malt sanayinde Anadolu Endüstri Hol­dinge bağlı Efes Pilsen Grubu dört

18

Page 21: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

firma ile, meşrubatta Has Ailesi üç fima ile, boyada Dyo Grubu birden çok firma ile, cam sanayiinde Şişe- Cam Topluluğu, seramikte Kale Grubu, dikişli boruda Boru san Gru­bu, Otomobilde Koç Grubu vb. bir­den fazla firma ile faaliyet göster­mektedir. Piyasanın önemli kısmını elinde tutan az sayıda tekeller hol­ding örgütlenmesinin sağladığı avan­taj bir yana kendi aralannda rekabet­ten kaçınarak kurdukları kartellerle işçi sınıfı ve emekçi yığınlar üzerin­deki sömürü mekanizmasını katmer- leştirmektedirler. Çok sayıdaki ör­neklerden bir tanesini verelim. Ekonomik Bülten (haftalık ekonomi gazetesi) 19 -25 Eylül 1 9 8 8 tarihli 'Tuğla Karteli Çatladı" başlıklı bülte­ninde şunları yazıyordu 'Tuğla- kiremit piyasasında faaliyet gösteren ve İstanbul ili çevresine mal veren beş fabrika arasında bulunan Ek- mekçioğlu diğer kuruluşlarla birlikte "ortak fiyat belirleme politikasından vazgeçti. Ekmekçioğlu, günlük tuğla üretim kapasitesi 150'şer bin adet olan Volkan, Marmara, Tek ve Der­ya tuğla fabrikalarının aldı klan 10­2 0 liralık zam kararına uymadı. Göz­lemciler kiremit-tuğla piyasasında fi­yat karteli nin yıkılmasında İnşaat sektöründeki durgunluğun etkili ol­duğunu belirtiyorlar" Kartellerin tip­leri ve süreleri farklı olabilir. Sözko- nusu olan şey tekelci birliklerin ücretli emek-sermaye sömürü ilişki­siyle sağladıkları artı-değere tekel oluşları nedeniyle kattıkları tekelci kârın vurgulanmasıdır. öyle ki pol­yester iplikte kilosu 6 bin 5 0 0 lira­nın üzerine çıkan 15 0 penye polyes­ter ipliğinin fiyatı kartel bozulunca 3 bin 5 0 0 liraya kadar inmişti (Ekon- B ülten-19 -25 Eylül 1988).

Görüldüğü gibi ekonominin her alanında bütün sektörlerde, yani gı­da maddelerinden kumaşa, ipliğe, otomotiv sanayinden plastik, petrol, madencilik, kağıt, kaleme kadar te­kelci yapı hakimdir. Boğazımızdan geçen yiyecekten, içtiğimiz suya, giydiğimiz gömleğe kadar her mal tekellerin belirlediği miktarda üretili­yor, anlaştıkları fiyattan satılıyor.

B) Banka Serm ayesinin Tekelci Niteliği:

Emperyalizm dönemi ile birlikte sadece üretim alanındaki tekeller de­ğil, fakat aynı zamanda dolaşım ala­nında faaliyet gösteren, para- sermayenin deposu bankalar da gö­

rülen ileri boyuttaki tekelleşme "fi­nans-kapital" örgütlenmesinin maddi zeminini oluşturmuştur. Bu, bankala­rın ödemelerde aracılık hizmeti gör­me işlevinin yanı sıra üretim alanına girerek sermayenin genişleme devre­sinde oynadıkları rolden kaynaklan­maktadır. Bankalann (özellikle T.îş Bankası) Türkiye'de finans-kapital oluşmasında oynadıkları rol merkezi bir öneme sahiptir. Geçen bölümde açtığımız gibi 1920'lerde çok küçük, cılız bir sermaye kütlesine sahip komprodor nitelikli Türkiye burjuva­zisi, finans-kapital örgütlenmesine sıçrayışını, birbirinden dağınık ve kü­çük miktarlardaki tasarrufların mev­duat olarak bankalarda toplanması sonucu, sermayanin merkezileşmesi­ni sağlayarak gerçekleştirmiştir. Bu momentle birlikte banka ve sanayi sermayesinin iç ¡çeliği ve yeniden üretim süreci içindeki işlevi, kapita­list ana yurtlardakine (tabiiki ulusla­rarası işbölümünün çizdiği sınırlar al­tında ve bağımlı bir şekilde) paraleldir.

Bu nedenle sentezleşmeyi analiz etmeden önce, bankalar cephesin­deki tekelleşme ortaya konulmalıdır (Bak: Tablo 3 )

1978'de Mevduat toplayan 51 banka faaliyet göstermiştir. 10 Bü­yük Banka toplam mevduatların % 84,2'sine, kredilerin % 80,2'sine, kârların % 72.3'üne sahiptir. 4 bü­yük banka (TC.Ziraat Bankası, T.İş Bankası, Akbank T .A .Ş, ve Yapı ve Kredi Bankası) İse toplam mevduat- lann % 59,4'üne, kredilerin yüzde 5 5 . l'ine, toplam kârın % 37.8'ine sahiptir. Bu demektir ki, tasarruf amacıyla bankalara akan para- sermaye'nin yaklaşık % 60'ı dört bü­yük bankada, yaklaşık % 85'i on bü­yük bankada yoğunlaşmaktadır. Bü­yük boyutlardaki para-sermaye kütlesini bünyesinde toplayan bu bankalar, ileride de gösterileceği gibi bu dev sermayeyi holding örgütlen­mesi kanalıyla ya bağlı bulunduklan sermaye gruplarına aktarmakta ya sanayi teşebbüslerinin hisse senetle­rinin alımı yoluyla üretim alanına ge­çiş için kullanmakta ya da küçük bir kısmını sadece faiz geliri sağlamak için holding grubu dışındaki kapita­list işletmelere yüksek oranlı bir kre­di faizi karşılığında satmaktadır. Gö­rüldüğü gibi kredi olarak dağıtılan para-sermayenin % 80'i on büyük bankaya aittir. Faaliyetlerden sağla­

nan toplam kânn % 72,3'üne de yi­ne bu on büyük banka el koymakta­dır. Diğer 41 bankanın mevduatlar­da ki payı yaklaşık % 15,kredilerdeki payı % 20 , kârlardaki payı % 28'dir. 4 1 banka içindeki ge­rek yerli gerek yabancı bankalann çoğunun ortağı durumundadır büyük bankalar, örneğin iş Bankası, (Arap Türk Bankası A .Ş., Sınai Yatırım ve Kredi Bankası A.O., Türk Dış. Tica­ret Bankası A .Ş., T.Merchant Bank A .Ş., Türkiye Sınai Kalkınma Ban­kası A .Ş., Yatınm Finansman A.-Ş.) nin hissedarıdır. Akbank: (BNP-Ak Bankası A .Ş., Ak-İntemational Bank Ltd. (Londra), Türkiye Sınai Kalkın­ma Bankası A .Ş., Sanayi Yatınm ve Kredi Bankası A.O.)nın hissedandır. Büyük bankalar sanayi iştiraklerinin yanısıra diğer küçük bankalara da iştirak etmektedir. Bunun birkaç ne­deni vardır. Yabancı bankalarla ku­rulan ortaklığın ana nedeni uluslara­rası mali-gruplarla koordinasyonun sağlanmasıdır. Diğer küçük yerli bankalara iştirakin en büyük nedeni, kredilerin dağıtılmasını yönlendir­mek ve kendi havuzlarına akmamış olan para-sermayeyi kontrol etmek­tir.

Banka tekellerinin diğer bir ayırdedici niteliği d e sanayi iştirak­leridir. Türkiye'de kapitalist üreti­min yerleşm esinden itibaren bu karakteristik değişmemiştir. Bu banka sermayesinin sanayi serm a­yesiyle iç içe geçm e (kaynaşm a) yollarından biridir. Örneğin Frans­kapital örgütlenmesinin yaratılm a­sında büyük rol oynayan iş B an ka­sı çok sayıda sanayi firm asına işti­rak ed erek holdingleşmiştir. Bunlardan bazılarını sıralayalım. Cam sanayinde; (T.Şişe ve Cam Fab. A .Ş, Paşabahçe Cam San.A .Ş., Cam Elyaf San. A .Ş vb), Çimento Sanayinde; (Aslam Çimen­to A.Ş. ve Konya Çimento San. A.Ş.) Metal İmalat ve Makina Sana­yinde (Eti TAŞ, Mitaş, Genaral Elektrik T.A .Ş. v.b.) Metalürji dalın­da; (BABAK, Nasaş Aliminyum San. A.Ş. vb.) Otomotiv Sektöründe (Omtaş, Otavarsan, Tofaş Türk Pi­relli v.b.). Diğer on büyük bankanın da sanayi kuruluşlarına çok sayıda iş­tiraki vardır.

C) Türkiye'de Finans-Kapital Egemenliği (Mali-Sermaye)

Yukanda, sanayi ve bankacılık alanında tekelleşmenin boyutlannı

19

Page 22: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

TABLO 1M«tal Eşya, Makına Sanayiinde TekelleşmeSektör İti latın

Payı %FirmaSayısı

Pazar Payı %

Firm a İsimleri *

""oma Tezgahlan 3 83 Tezsan (68), MKE, TaksanDağ. Transformatör 6 10üGilç Trans ma tör - 6 100Ampul 30 4 70 General Elektrik (41,2), Teklen (27,8),

Bastaş, T. Philips (16,9)Pil 15 3 85 Pilma, Pil Batarya, MKE (10)Akümülatör 11 3 75 Mutlu (60), BAS, Çelik AküBuzdolabı (ev tipi) - 2 100 Arçelik (51,8), ProfiloŞanzunanb Çan Mak. i; 2 ıo o Arçelik (82.2), ProfiloOtomatik Çam Mak. 2,5 2 97,5 Arçelik (62,1), ProfiloFtnn (ev tipi) - 3 83 T. Demirdöküm (41,5), Auer (29,1), ProfiloElek. Süpürgesi . ' ••• 2 83,7 Simtel (50), ArçelikDikiş Makin ast - 4 100TV (Renkli) ’ * 4 65 Beko teknik, Vestel, Telra, Meta teknikMüzik seti 4 59,1 Beko teknik, Meta teknik, Vestel, Milî ekVideo - 4 88,2 Telra (39,9), Vestel (28,4), Beko

Teknik (12,6), T. PhilipsTelefon Santrali -■ . .. . r 3 99,4 Netaş, Teletaş T . TelekomHaberleşme Cihazlan ' - . 4 92,3 Netaş, Teletaş, T. Telekom, ÂselsanRadyatör - . 3 100 T. D. Döküm (65), Odaksan (30), ElbaArmatür - 3 80 ECA (65) PDK, ArtemaŞofben _ 4 100 T.D. Döküm (65), Auer (20), Simtel, ECAPik Döküm Soba - 2 80 Auer (50). T.D. Döküm (30)Traş Bıçağı - 4 100 Perma-Sharp Grubu (66), Derby (34)Sulama Motor 3 100 Pancar Motor (69,8), Çelik Montaj (2Ö.4)

Yaylı Yatak - 4 86.8 Mekan (32). Telaş (23,5), Konfor (19), Sahalı

Bisİklet-Motors 3 100 Beldesan, Bebimot Belde. OtoparVantilatör * 1 80 RaksGnl. Maksatlı Motor - 4 75Kaynak Elektrot 3 100Ş. İskeleti A 1

I

100 Korten bachEkmek Fırını _ 50 EkmeksanE. Sayaç W 3 100 MKE, Esem, T. TelekomTaksimetre - 1 100 TeslaşGözlük Çetçeve 3 100İzolasyon Malz. 1 60 fzocamKaset Bamı 3 100 Raks, No ra. PlaksanPlastik yer-döş. - 3 100

* Parantez içi rakamlar, bulunabilen verileli dayanarak firma pazar payını vermektedir.

ortaya koyduk. Ancak sanayi dalın­daki bir tekel veya bir banka tekeli kendi başına bir aysberg" (Daha çok kuzey buz denizinde görülen, deniz

altında kalan kısımının yüzeydeki parçadan çok daha geniş, uzun ve yüksek olduğu buz kütlesi) gibidir. Oysa çoğu zaman herhangi bir sek­

törde tekel konumunda olan bir fir­ma holding zincirinin sadece bir uzantısıdır. Banka ve sanayi serma­yesinin iç içe geçmesinden oluşan

20

Page 23: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

"finans-kapital" ağırlıkla holding zin­ciri şeklinde örgütlenmiştir. Holding bir ana şirkete bağlı çok sayıda yav­ru şirketten oluşur. Her holding zin­cirinde bir ya da birkaç banka veya bankanın sağladığı finansman işlevi­ni görecek sigorta şirketleri söz ko­nusudur. Holdinglerin ekonom inin değişik alanlarında, sektörlerinde kendilerine bağlı fa k a t ayrı isim altındaki yan kuruluşlarla faaliyet gösterm esi, kaba bir bakışla değer­lendirildiğinde sentezleşm enin ve finans-kapital gerçeğinin farkedil- mesini engeller. Denizin altından finans-kapital grubuna bağlı olan bu yan şirketlerin birbirinden ba­ğımsız aysbergler gibi kavranm ası­na yol açar. S ınıf m ücadelesini "fi­nans-kapital" tespiti yapm adan yürütmeye çalışanlar, gemilerini aysberge varmadan buz kütlesine çarparak batırmaya adaydır.

Tükiye'de "finans-kapital" ege­mendir. Yani az sayıda finans- kapital grubu ülke üretiminin belir­lenmesinden, iş yaşamına, politik yaşamdan, eğitim kurumlarına, bas­kı aygıtlannın işleyişine, devlet me­kanizmasına kadar yani kısacası top­lumsal formasyonun her alanında egemendir. Finans-kapital egem en ­liği altındaki her kurumsal m eka­nizmayı sömürü düzeninin yeni­den üretimini sağlayacak uyarlamaları yapabilm ek için kul­lanmaktadır. 1980'den beri işçi sı­nıfı ve tam em ekçi katm anları sa­d ece ekon om ik zor ile değil faşist yasa ve politikalarla da kıskaca alan faşizm , finans-kapital görül­m eden kavranamaz.

Sayılan yetmiş civarında (M.Sönmez'in deyimiyle kırk hare- miler bir avuç para babasının sahibi olduğu holding ve şirketler topluluk- lan hangi isim altında faaliyet göste­riyor? Kaç Holding, Sabancı Hol­ding, İş Bankası (Bu üçü en büyükleri, en büyük 4 0 6 özel firma içindeki kâr paylan % 47- 1 9 8 5 veri­leri), Çukurova Holding, OYAK,Yaşar Holding, Profilo Hol­ding, Alarko Holding, Santral Hol­ding, Eczacıbaşı Holding, Çolakoğlu Grubu, Sönmez Grubu, Borusan Grubu, Tekfen Holding, Topbaş Grubu, Korkut özal ve Ailesi, Eska Grubu, Bahattin Bayraktar, Feniş Holding, ECA- Elginkan Topluluğu, Maya Şirketler Grubu, Simtel Şirket­ler Topluluğu, Doğuş Grubu, Trans-

IABLO : 2 1 9 8 3 YILINDA SANAYİDE TEKELLEŞMENİN BOYUTLARI

Sanayi Dalı25'ten fazla işçi çalıştıran İşyeri sayısı

Büyük” Özel Firma Sayısı

Büyüklerin” Satışlardaki Payı (%)

-Mezbaha ürünleri 47 2 33-Süt ve süt ürünleri 64 3 40-İşlenmiş unlu ürünler 114 4 61-Malt ve bira-Giyim eşyası dışında kalan hazır

9 4 60

dokuma 33 1 44-Halı ve kilim 53 5 40-Diğer dokuma ürünleri 13 1 78-Deri eşya 6 2 51-Ambalaj 3 , ■ 2 40-Diğer ağaç ve mantar ür. 10 4 56-Bası m-y ayın-Sentetik reçine, plastik, yapay ve

92 3 m

sentetik lif 16 2 m-Boya, vernik 28 4 76-ilaç-Sabun, temızleyiei maddeler, parfüm, kozmetik ve diğer tuvalet

59 4 33

malz.-inşaat izolasyon ve Bağlayıcı

43 1 30

maddeler 5 1 33-Kok kömürü ve briket -Madem yağ hazırlama ve

3 1 33

harmanlama 9 4 70-LPG dolumu 9 2 71-Tekerlek iç ve dış lastiği 86 2 39-Çanak, çöm. çini pors. 33 2 41-Cam ve cam ürünleri-Demir ve çelik dışında metal ana

36 4 56

sanayii 79 2 31-Bıçak, el aleti, hırd. mlz. 80 3 25-Metal mobilya ve donatım 33 4 41-İçten yanmalı motor ve türbin -Bilgi işlem, büro, muhasebe ve hesap makinaları yapım ve

6 1 : 40

anarımı 9 2 57-Diğer rnaktna ve gereçler -Elektrik sanayi makinaları ve

133 2 38

aygıtları 66 4 39-Motorlu kara taşıtları 175 6 49-Triportör, motosiklet, bis. -Fotoğrafçılık malzemeleri ve optik

9 3 95

eşya 8 2 51-Saat 4 3 63-Kuyumculuk 6 2 34-Müzik aletleri 1 1 100-Diğer imalat sanayi m 3 42

KAYNAK : 1983 Yıllık İmalat Sanayi İstatistiklerinden Abdullah ERSO uerfedl *} ’Büyiik' ten kasıt, 200 den fazla ¡şçlnkı çalıştığı işye deridir.**) Satışlar, geniş anlamda, çıktı” kavramıyla eş anlamlı kullaruimtştır.

21

Page 24: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

TABLO: 3

TÜRKİYE’DE MEVDUAT KABUL EDEN BANKALAR İÇİNDE 10 BÜYÜK BANKANIN Y ER İ-1987

10 BANKA TOPIAM

T C Z İR A A T B A N K A S I

T . ISB A N K A 5 J

A K B A N K YAP3 VE T . A S K H ED l

T . EM LA K B A N K A S I

T- H A L K B A N K A S I

V A K İFLAH B A N K A S I

P A M U K B A N KTAS

T. TİCARET BANKASI

T GARANTİ BANKASI

T. AKTİF % 79,3 22,7 15,5 8,0 7.8 7 ,1 4,8 4.1 3.3 3,1 2,9

T. MEVDUAT % 84,2 21,4 18,4 9.9 9.7 4,6 4.6 4.9 4.0 3,5 3,3

KREDİLER % 80,2 27.5 16,6 5,0 6.0 10,1 52 3.5 1.7 2.1 2,7

Ö2KAYN. % 78,0 21,8 16,6 7, S 4.9 7,0 5.6 3.4 3,8 3,4 3,9

KÂR % 72,3 3,1 7,4 20.0 7,3 7.7 6.0 9,7 1.6 6.3 3.3

Ş. SAYISI % 84,4 18,8 14.3 9,4 9,0 4.8 10.1 43 2.9 6.2 4.4

PERSONEL % 84,S 28.1 14,5 6,7 6.5 5,2 9.6 3,6 2; i 5,2 3.0

k Ar -p e r s .

BİN T l 4,885 620 2.912 17.100 6.413 8.463 3.580 15.18: |: 4.203 6 944 6.281

k A r ö z k a y % 27.9 4,2 13,4 79.4 44.3 33,1 32.2 85.Ö 12.4 56.0 25.5

KAYNAKi T. İş Bankası İktisadi Araştırma Müdürlüğü, 'Türkiye'de Mevduat Kabul Eden Bankaların Bilan­çoları (31 Aralık 1987 Tarihi İtibariyle)", !ş Büken, s: 1988/1, Özel Ek

Türk Holding, Hürriyet Holding, Dinçkök Grubu, Bodur Grubu, Oz Saruhan Grubu, Ulusoy Şirketler Grubu, Cankurtaran Holding, ¡zdaş Holding, Turban Şirketler Grubu. Camel Holding, Hazet Holding. De­ra Holding. Dedeman Şirketler Gru­bu, Marsahll Grubu, Marmara Hol­ding, Çarmıklı Holding, Pekuysallar, Özköseoğlu Grubu, öztiryakiler Şir­ketler Topluluğu, Bitlis Holding. Ya­tırım Holding, Lapis Holding, Ha­cettepe Vakfı- Bilkent, Gama Şirketler Grubu, Okan Holding, Ata- bay Şirketler Grubu, Zeytinoğlu Hol­ding, Mass Holding, Akın Tekstil A .Ş., özakat Grubu, Silkar Holding, Turgut Holding, Uran Holding, Kis- ka Grubu.

Daha önce finans-kapital grupla- nnın banka ve sanayi sermayesinin kaynaşmış hali olduğunu açmıştık (Bkz: Finans-Kapitalin Yapısı (1). Çağdaş Yol, 11. Sayı), şimdi hangi finans-kapital gruplannm hangi ban­kaları kontrol ettiğini aşağıdaki tab­lodan izleyelim (Bak: Tablo: 4)

Görüldüğü gibi büyük bankaların çoğu holding ve gruplann kontrolü altında. 10 büyük banka içinde yer alan T.İş Bankası-İş Bankası Gru­bunun, Akbank T.A.Ş-Sabancı Hol­dingin, Yapı Kredi ve Pamukbank-

TABLO: 4

Sermaye Grubu

Sabancı Holding

İş Bankası Grubu

Çukurova Holding

Özakat Ailesi Erol Aksoy

Doğuş Grubu Yaşar Holding Enka Holding

Koç Holding Zeytinoğlu Ailesi Cıngıllıoğlu Ailesi Uzan Ailesi

HANGİ BANKA KİMİN KONTROLÜNDE

1 9 8 6 Yıb itibariyle

Kontrolündeki Banka

Akbank / Ak International (Londra) t BNP - Ak­bankİş Bankası / Dışbank t TSK B t SYKB / Arap - Türk Bankası Yapı Kredi t Uluslararası / Pamukbank/ İsviç­re’de ve B. Almanya’da iki banka Egebankİktisat Bankası i Banque International Commer­ce (Paris)Garanti Bankası TütünbankChemical Mitsui Bank / O ceanic Finance Corp. (Hong Kong)Koç Amerikan Bank A.Ş.Eskişehir Bankası Demirbankİmar Bankası t Adabank

M. Ali Yılmaz ve Ulusoy TitibankAkın Ailesi Çofakoğlu Ailesi Derviş Temel Hema Holding Hüsnü Özyeğin/ESKA

Teksti bankTürk Ekonomi BankasıÇaybankLüleburgaz Bankası Finansbank

KAYNAK; M. Sönmez, Kırk Haramiler, s. 24, Ocak 1988

22

Page 25: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

TABLO: S

TÜRKİYEDE FAALİYET GÖSTEREN SİGORTA ŞİRKE il ERİ VE BAĞLI BULUNDUKLARI GRUPLAR

Şirket Bağlı Olduğu Grup Şirket Bağlı Olduğu Grup

Anadolu Sigorta İş Bankası Magdeburger MAGAnkara Sigorta İş Bankası Tam Sigorta Hür HoldingŞark Sigorta Koç Hür Sigorta Hür HoldingGüneş Sigorta Vakıflar Bankası Emek Sigorta İktisat BankaAk Sigorta Sabancı A. Home ABDCignasa Sabancı İnan Sigorta TekelDo|an Sigorta Sabancı A.Generah GeneraliRay Sigorta T.C.D.D Nordstem NordstemBaşak Sigorta Ziraat Bankası London ASS ASSGüven Sigorta Ziraat Bankası Birlik Sigorta Çok OrtaklıHalk Sigorta Yapı ve Kredi Bankası Pre Eoncie Pre FoncieŞeker Sigorta Şeker Fabrikalan La Konkard ,d KonkardLa Silisse İsviçre La Baluaz La BaluazOyak Sigorta Oyak Lnya Hayat Unyonİmtaş Uuap Vie Rivnîone -Batı Sigorta Yaşar

KAYNAK ‘Sigorta Pazarlaması", Kapital, Mayıs 1989 , s. 79 .

Çukurova Holdingini Garanti Ban­kası- Doğuş Grubu nun kontrolü al­tında. Ziraat Bankası ve Vakıflar Bankası devlete ait. T. Ticaret Ban­kası- T . Emlak Bankası ve T . Halk Bankası doğrudan bir holdingin kontrolü altında değildir. Ancak bu bankalarda çeşitli holdinglerin işti­rakleri vardır ve aynı zamanda bu bankalar çok sayıda sanayi kuruluşu­na iştirak etmektedir. Yani banka ve sanayi sermayesinin sentezleşme alanının dışında değil, içindedir.

Burada T.tş Bankasına özel bir vurgu yapmak gerekiyor. Üç büyük finans kapital grubu içinde ön sırada yer alıyor. Herhangi bir ailenin mül­kü olma sıfatını değil anonim bir ka­pitalist mülkiyeti ifade eden (Tabii ki anonim nitelemesi küçük tasarruf sa­hiplerini değil, birden fazla kodaman kapitalisti ifade ediyor) T.İş. Bankası bu özelliğini finans-kapital yaratılma sürecinde yerli ve yabancı sermaye ile siyasi iktidar arasındaki çıkar birli­ğini temsil etme ve bütünleştirici işle­vinden oluyordu. (Bu işlevi analiz et­mek için kuruluş genelgesi ve kuruluşu izleyen yıllardaki faaliyetleri incelenmelidir). Türkiye’de" finans- kapitalin" oluşması banka ve sanayi sermayesinin ayrı ayrı tekelleşmesi ve birbirine geçişi yoluyla değil, baş­tan iç içe bir şekilde tekelleşmesi ve buna bankalann özellikle T.İş Ban­kasının ön ayak olması yoluyla ger­

çekleşmiştir. kuruluş genelgesinde T. Iş Bankasının amaçları arasında şun­lar yer alıyordu:"a-) Bütün banka iş­lemlerini yapmak, b-) Ziraate, sana­yi, madenlere, bayındırlık işlerine

katkıda bulunmak, c-) Çeşitli eşya­nın, araç ve gereçlerin üretimi ya da bulunup sağlanması için şirketler kurmak, bu işlerle uğraşan şirketlere katılmak, d-) Çeşitli sanayi ve ticari

TABLO: 6İLK 100 'E GİREN YABANCI ORTAKLI ŞİRKETLER

SIRA SATIŞ KAR

1888 87 85 ŞİRKET M ER K EZ SANAYİ milyonDolar

milyonDolar

t 1 .. 1 GENERAL MOTORS DETROIT MOTORLU ARAÇLAR 121.085,4 4.85832 4 3 FORD MOTOR DEARBORN. MIGH MOTORLU ARAÇLAR 82.444.5 5.30823 3 2 EXXON NEWYORK PETROL RAFİNERİSİ 78.570,0 5.280.04 2 6 ROYAL D U TC H SH ELl GROUP LONDONTHE HAGUE PETROL RAFİNERİSİ 78.381.1 5238.75 5 7 INTERNATIONAL BUSINESS MACHINES (IBM) ARMQNK, N.Y. BİLGİSAYAR 58.881,0 5.30826 8 14 TOVOTA MOTOR TOYOTA C R Y ¡JAPONYA} MOTORLU ARAÇLAR 50 788.8 2,314»7 10 12 GENERAI ELEKTRİe FAIRFIELD. CONN. ELEKTRONİK 48.414,0 3.398,08 S 4 MQBlt tiEW YORK PETROL RAFİNERİSİ 48.188,0 2.097.09 7 5 BRİTİH PETROLEUM LONDON PETROL RAFİNERİSİ 48.174,0 2.155.910 8 18 İRİ HOME METAL 45 521,5 821211 11 91 DAİMLER BENZ STUTTGART MOTORLU ARAÇLAR 41.817,8 BS3.112 18 21 HITACHI TOKYO ELEKTRONİK 41.380,2 888,013 21 1B CHAVSLER HIGHLAND PARK. MICH. MOTORLU ARAÇLAR 85.472,7 1.060214 18 29 SIEMENS MUNICH ELEKTRONIK 84.128,4 757.015 17 41 FLAT TURIN MOTORLU ARAÇLAR 84.038,3 2,324.7

23

Page 26: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

işlemleri gerek kendi ad ve hesabına gerekse yerli ve yabancı kuruluşlarla ortaklaşa ya da bu kuruluşlar ad ve hesabına yapmak ve yürütmek" (T. İş Bankası, 50 . Yıl Kitabı, 1 9 2 4 ­1 974 , Aktaran S. özkal, a.g.e. s. 40). Gerçektende kuruluşu izleyen yıllarda T.İş Bankası, bazı sanayi şir­ketlerini bizzat kurmuş sanayi teşeb­

büsü olarak kurulan bazı firmalara iş­tirak etmiş, yerli ve yabancı bir dizi ortaklıklar kurmuştur. Bu haliyle banka uzun yıllar ülkenin en büyük "finans-kapital" grubu olma sıfatını kazanmıştır. 1 9 8 6 sonu itibariyle 3 trilyonu aşan mevduat tutarı, cam tekelinden, çimento, metal, otoma- tiv sanayine, tekstilden, plastik, me-

TABLO: 7 &K 100 İÇİNDEKİ YABANCI ORTAKLIŞİRKETLER -198?

■' ' ■ ■ '• ■. ' İLK YABANCI

ÎÛOUE $RKE7İN ORTAK SIRASI ADI PAY! ““ ÜLKE ■

—Tetaç 41,S0

44.00â Oyals-Reno: ■

4 Çtdittfsva Çefit 10,005 Otosan 16,16d Netaş âl ,00

.V10 Tele taş 39.0013 Ontav^lş 65,0016 O tomarsan 47,00n2326

Goodyear S0,75Sitetaş 26.69

İtalya Fransa İsviçre

AK) Kanada Jelçita» Notanda Karma ABDLübnan

mm

Nasaş*

¡27 Törk PirHİti 32 SMGSanajHm37

11,3851.00

m z99,9925.00

10.00

;X'İ

Yesisl :

Tûlk Traktör

44 Trakya Cam49 Turyafi S313

l l ü î. . . . . . . . . ....

58 Çukurova San. İş. 40 00_ '

tan» Dam» Çatık 33,508a£elijıfcı&, 100,00

Soruşan Gemflk 631,76

60

6164 Kamyon 33,54 66 Ânactols Dam 6,44 69

Sümetbar* bora 57,147679m

¡Ilı:

Anadolu Çfcomativ8),00 DYO Sadobn 68.00

Komili ¥a§......... " "SSKSSİİ

47,2540,00

■ ■ ■ v* ' " •" ■Akdeniz Gübre

94 Ctfea-Gergy 39.92e96 Saks san Bak» » ,0 0

Karma lögdtera Ing&tere İtalya

1FC F Aim İngStere İsviçre S. Arab. İsviçre F Aim

1FC -

F Aim

JaponyaSanıma

İsviçreKuveytİsviçre

islamK B

talurji ve gıda sanayine, bankacılıktan, sigortacı­lık, finans kuruluştan ve turizm sektörü ne kadar 140, 2 milyar lira tuta­rındaki 6 5 adet iştiraki ile tam anlamıyla bir devdir.

Para-sermayenin fi­nans-kapital gruplarına akışın bir kanalını da si­gortacılık sektörü oluş­turuyor. Bazı büyük hol­dingler bankacılığın yanısıra sigorta şirketle­rini de kontrol etmekte, bankası olmayan finans- kapital grupları ise si­gorta şirketleri ile bu ek­sikliklerini gidermeye çalışmaktadır. Yine si­gortacılık, uluslararası fi- nans-kapitalin (mali- sermaye) faaliyet alanla- nndan birini fakat önemli alanlarından bi­rini oluşturuyor. Sigorta şirketleri ve bağlı olduğu grupları aşağıdaki tablo­dan izleyelim. (Bak. Tablo 5 KAYNAK: "Si­gorta Pazarlaması", Ka­pital, Mayıs 1989 , s. 79.)..

Oç büyüklerden İş Bankası (Anadolu, An­kara, Destek Reussü- rans, Milli Reassürans), Sabancı Holding (Ak Si­gorta, Atlantik. Doğan ve Cığnasa) ve Koç Hol­ding (Şark Sigortayı kontrol ediyor. Halk Si­gorta, Yapı ve Kredi Bankasının, Yapı Kre- di-Çukurova Holdingin kontrolü altında. Batı Sigortayı Yaşar Hol­ding. Oyak Sigortayı OYAK, İstanbul Umum Sigortayı - Demirören grubu kontrol ediyor.

Yine sermaye piyasasının aracı kuru­luşlarının en büyükleri finans- kapitalistlerin elinde, görüldüğü gibi sanayi tekelleri, bankalar, sigorta şir­ketleri, finans-kuruluşları iştirakler veya holding çatısı altında sentezleş- miştir.

Finans-kapitalin ekonomideki gücü ne? 1 9 8 3 yılında Nokta Dergi­sinin yaptığı bir araştırmaya göre 10 büyük holdingin satıştan T.C. Devle­ti bütçe gelirlerine eşit. Bu 10 hol­ding: Koç, Sabancı, Çukurova, En- ka, Ercan, Kutlutaş, Profilo, Anadolu Endüstri, Eczacıbaşı ve Transtürk ("On Holding Bir Türki­ye". N okta, (13-19 Şubat 1984), s. 51).

1989 yılında Ekonomik Panora- ma'da yayınlanan bir araştırmaya göre ise holdinglerin gücü daha da artmıştır. Devletin bütçe gelirleri 1988 yılı için 1 7 .2 1 6 milyar TL'dır. Aynı yıl Koç, Sabancı, Şişe-cam ve Yaşar Grubunun satıştan ise 1 7 .3 0 0 miyon TL'dir. (Rıdvan Akar, "Holdingler 8 9 : Kârlar Tıkırında", E konom ik Panoram a yıl 2 , s. 14,9 Nisan 1 989 , s. 8) Yani on holding bir Türkiye, 4 holding bir Türkiye ol­muş. Yalnız dikkat edilmesi gereken bir nokta var. Şişe-cam topluluğu bir İş. Bankası kuruluşu, iş Bankası, Koç ve Sabancının Türkiye bütçesini aştığı bilinen bir gerçek. Yine 1988 verileri ile Koç Holding (Tofaş Gru­buna bağlı 20 , Otosan Grubuna bağlı 9, Otomativ yan sanayine bağlı 6 , Dayanıklı eşyalar grubunda 13, Tüketim malları grubunda 9, İnşaat ve madencilik grubunda 9, Enerji ve ticaret grubunda 16, Mali, Dış Tica­ret ve Siemens Şirketleri olarak 10 ve diğer olarak geçen 27 firma yani toplam 119 yan kuruluş ve iştirak sahibi) ve Sabancı Holding (otomo­tiv sanayinde 7, Tekstilde 6 , Plastik­te 15, Ticarette 16, Bankacılıkta 5, Sigorta sektöründe 4 , Turizmde 3, Tarım alanında 6 firma olmak üzere toplam 6 2 yan kuruluş ve iştirak sa­hibi) nin toplam cirosu devletin büt­çe gelirlerinin üçte ikisini aşıyordu.

Ekonomik Panoroma'nın incele­mesine göre 100 büyük firma içinde10 firma Koç'un (Arçelik, Tofaş, Otosan, Bekoteknik, T.Demir Dö­küm, Türk Traktör, Aygaz, Bozkurt Mensucat ve Aymar). 8 firma Sa­bancının (Şase, Kordsa, Krisa, Bos­sa, Marsa, Ak-Çimento, Çimsa Çi­mento ve Yünsa) ve 15 firma Iş

24

Page 27: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

Bankasının (Türk Pirelli, Nasaş, Ra- bak, Soda Sanayi, Güney Sanayi, Trakya Cam, İzmir Demir Çelik, Anadolu Cam, Türkiye Şiye ve Cam, Kartonsan ve Koruma Tarım). Bu üç finans-kapital grubunun 100 Büyük firma (Bazı devlet tekelleri ve diğer finans-kapital grupları dahil) satışları içindeki payı % 3 6 .0 6 , kâr payı ise % 43 6'dır ("100 Büyük fir­ma", Ekonomik Panorama , yıl= 2, S :2 7 , 9 Temmuz 1 989 , s. 30). An­cak belirtmek gerekiyor ki araştırma­yı hazırlayanlar Koç Grubuna; Türk Elektirk ve Ardemi'i Sabancı Gru­buna; Sabancı ve Oyak ortaklığı olan Goodyear‘ı, Sabancı ve Koç or­taklığı olan Otoyolu, Sabancı ve ya­bancı ortağına art Türk Philrps'i - İş Bankası Grubuna; Ünilever- İş'i ek­lemeyi unutmuşlar. Bunlar da katar­sak bu üç gruba art firma sayısı 38 'e , satışlardaki paylan % 4 1 ,7 yi çıkmaktadır. Bütün bu veriler göster­mektedir ki Türkiye ekonomisinin egemeni finans-kapitaldir. Ancak fi­nans-kapital gerçeğini tüm boyutla- nyla ortaya sermek için uluslararası mali sermaye ile ilişkisi ortaya koyul­malıdır.

D) Finans-Kapital ve Yaabcı Serm aye

Emperyalizmi karekterize eden uluslararası mali-sermaye (finans- kapital), sermaye ihracı yoluyla yan- sömürgelerden değer aktarımını sağ­lar. Bunu doğrudan kurduğu ya da ortak olarak katıldığı firmalann his­selerinden sağladığı kâr transferi ile gerçekleştirir. Banka ve sanayi ser­mayesini n sen tezleşm esinden olu­şan finans-kapital, yabancı- serm aye ile kaynaşmıştır. Özellik­le son yıllarda yabancı serm aye, f i ­nans-kapital ve devlet, işletm eler düzeyinde biraraya gelm ektedir. Ö zelleştirm e uygulamalarıKIT'lerin finans-kapital ve yabancı serm aye ile kaynaşmasının son pratikleridir.

TABLO 6'dan ilk 100'e giren ya­bancı Ortaklı Şirketler izlenebilir. Tablodaki firmalann hepsi Türki­ye'nin en büyük firmalanndandır ve önemli pazar paylanna sahiptir. Ya­bancı sermayenin iştirak ettiği firma­lar ve tekelleşme arasındaki ilişki açıktır. Yabancı sermayenin giriş yollanndan bir diğeri de patent, li­sans ve know how anlaşmalandır. Tablodaki firmalar sanayi kuruluşta­ndır. Oysa finans-kapitalin yabancı

sermaye ile ortaklığı sadece bu alan­da değil, bankacılık, sigortacılık, tu­rizm vb. sektörlerde kâr oranının yüksek olduğu her alanda ortaya çık­maktadır. Örnek olarak büyük fi­nans-kapital gruplanndan Koç, Sa­bancı ve İş Bankasını verebiliriz. Koç çeşitli şirketlerin de; Ford (ABD), fiat (İtalya), Siemens (F- Almanya), Amerikan Express (ABD), General Electric (ABD), Ka- gomeco Ltd. (Japon), Ras (İtalya), Marine (İapan/ Sabancı; Hilton (ABD), Shell, Philips, BNP (Fransa), Bridgastenı (Sapınlı İş Bankası; Unilever (Hollanda), Fiat (İtalya), Pi­relli, General Elektric, IFC gibi çok uluslu şirketlerle ortaktır.

SONUÇ

İşçi sınıfı ve tüm emekçi katman­ların toplumsal kurtuluşu; ülke ger­çeklerini doğru tahlil eden, bu tespit­ler ışığında geliştirilen strateji ve taktiklerle eylemi gerçekleştirecek toplumsal muhalefet arasındaki ba­ğıntı ve önderliği sağlayacak, bir sübjektif etmeni (siyasal özne) gerek­tirir. Sınıfsal yapı tahlilini, kapitaliz­min gelişim biçimini proleterya bili­minin ışığı altında inceleyip uygun strateji ve taktikler üretemeyen siya­sal özneler, önderlik işlevini yerine getiremez, iyi niyetlerine rağmen sı­nıf mücadelesinin yüksek ısısı karşı­sında erirler. Proleter sosyalist kav­rayış doğrultusunda Türkiye'de kapitalist üretim tarzının kuruluşu, gelişimi ve ulaştığı düzeyi araştıranla­rın "finans-kapital" egemenliğini tes­pit etmeleri kaçınılmazdır.

Finans-kapital banka ve sanayi sermayesinin sentezleşmesinden oluşmuş, başta İşçi sınıfı ve emekçi katmanlar olmak üzere tüm toplum üzerinde diktatörlüğünü kurmuş, bir avuç parababasmdan oluşan finans- oligarşisinde kişilerin emperyalizm çağına özgü bir kategoridir. Holding­ler zinciri şeklinde örgütlenmiş fi­nans-kapital ekonomiden, siyasete, iş yaşamından devlet mekanizması­na kadar bütün olanlardan tek ege­mendir. Bugün faşizmin çizdiği eko­nomik, hukuki ve siyasal yapı, finans-kapitalin 19 8 0 sonrası sömü­rü düzeninin yeniden üretimini sağ­layabilmek için yaptığı düzenlemele­rin ürünüdür.

En büyük finans-kapital gru­bunun sahibi Vehbi Koç'un 3 Ekim

1980'de Kenan Evrene yazdığı mektubun bazı bölümleri şöyle: "Ül­kemin hizmetinde geçen 60 yılı dü­şünürken, tecrübelerime dayanarak birkaç önemli noktayı size arz etmek istedim.... Anarşi, bölücülük ve ka­çakçılıkla ilgili kanunlar, öncelikle ele alınmalıdır. Yakalanan anarşistle­rin ve suçluların mahkemeleri uzatıl­mamalı ve cezaları süratle verilmeli­dir. Polis teşkilatını teçhiz edecek ve kuvvetlendirecek imkânlar genişletil­meli, gerekli kanunlar bir an önce çı­karılmalıdır.... bazı sendikalara] Türk Devletini ve ekonomisini yıkmak için bugüne kadar yaptıklan aşırı ha­reketler, göz önünde bulundurulmalı­dır.

Diğer taraftan, DİSK'in kapatıl­mış olmasından dolayı bir kısım işçi­ler, sendikal münasebetler yönün­den bekleyiş içindedirler. Militan sendikacılar, bu işçileri tahrik etmek ve faaliyeti devam eden sendikaların yönetim kadrolarına sızarak, kendi davalarını devam ettirmek niyetinde­dirler. Bu durum bilinerek, hazırla­nacak kanunlarda gerekli tedbirler alınmalıdır.... Dinsiz millet olmaz. Din işleri, bu defa, siyasi partilerin istismar edemeyecekleri şekilde dü­zene sokulmalıdır... Bu memleket ayakta durursa, hepimiz mesut olu­ruz. Aksi takdirde, bugünleri çok ararız.... Ben ve arkadaşlanm, mem­leketimizin kalkınmasında bugüne kadar olduğu gibi, bundan sonra da elimizden gelen bütün imkânları kul­lanacağız. Bize, ancak bizden hayır geleceğini bilmekteyiz........"

On yıllık 12 Eylül Faşizminin İc­raatı ortada. Onbinlerce devrimcinin katledilişi, işçi sınıfı ve tüm emekçi katmanların üzerindeki ekonomik, hukuki ve siyasal baskı, baskı aygıtla­rının her geçen gün daha da militari­ze edilişi, dinin resmi devlet politika­sı olarak kullanılıp toplumun uyuşturulmaya çalışılışı. Faşizmin uy­gulamaları ile finans-kapitalin yetkili ağzının önerileri et ve tırnak gibi içi- çe. Evet sayın Vehbi Koç'un bugün­leri çok ararız dedikleri günler gele­cektir.

Proletarya sosyalizmi önderliğin­de toplanan işçi sınıfı ve emekçi kat­manlar, finans-kapital ve her türlü kurumun alaşağı ederek, emperyaliz­me de tarihi işlevini yerine getirerek darbeyi vuracak ve bütün insanlığın kurtuluşu yolunda ilerleyerek iktidarı­nı kuracaktır.!

25

Page 28: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

• •

"Devrimden Dönüş" Tezler

Üzerine

Eylül yenilgisine, bir de sosyalist ülkelerdeki geliş­meler eklenince Türkiye

solunda sadece taktik ya da progra- matik konularda değil, bizzat Mark- sizmin temel önermeleri üzerine yo­ğun bir tartışma patlak verdi, her temel kavram salvo ateşinden geçi­yor.

Bu inkar fırtınasında başlıca iki farklı yön göze çarpıyor.

llld, doğrudan Marksizmi inkara varan anafordur. Hiç şüphesiz ki, bu yolda ilerlenirken basit, yalın bir dille ve tavırla Marksizmin inkan oldukça seyrek rastlanılan bir tutum. Genel­likle defalarca Marksa baş vurular yapılarak Marksizmin canına okunu­yor. özellikle Sosyalist ülkelerde ya­şananlardan sonra ağırlık kazanan görüş Marksizmi "ütopik’' çerçevede algılamak, pratiğin kirli, tozlu orta­mına hiç indirmemek yönünde geli­şiyor. Ütopyalar bilimsel sosyalizmin öncesi devrimci bir rol oynadı. An­cak bilimsel sosyalizmin sonrası ütopya tam zıddı bir anlam taşıyor, mücadeleyi canlı pratikten koparan bir gericiliğe varıyor.

M. Belge, "Türkiye ve Sosya­lizm" kitabında bunu denedi. Mark­sizmi diyalektik yönteminden sıyırdı, onu insanların inanıp benimseyecek­leri ahlaki bir seçim kertesine indir­di. Böylece sosyalizm yolundaki bü­tün pratik, insanları ikna etme çabasında düğümleniyordu.

ö te yandan, Marksizm zeminin­den türeyen Marksizm karşıtı görüş­lerle mücadelede yeterince sağlam dayanaklar bulamayanlar, başka bir yönden Marksizmin temel önermele­

rini otopsi masasına yatırıyorlar. Bunlara iyi bir örnek, Toplumsal Kurtuluş yazarlanndan Çelik Bil­gindir.

** +

"Devrimden dönüş noktasfnı ir­delediği yazısında Ç. Bilgin konuya şöyle girer:

"Kendisi, yoldaşı Engels ile birlik­te politika alanında var; bunu yadsı­mıyorum. Ancak Marx’ın kalıcı etkisi daha çok bilimselliğe katkısındadır ve İkincisi, artık politika platformun­daki yerinin tartışılması da gerekebi­liyor. Burada yapmak durumunda değilim; şimdilik 18 4 8 Dönüşümleri­nin (yazar devrim kelimesi yerine re­volution’ sözcüğünün astronomideki lügat karşılığı olan dönüşüm' kelime­sini kullanmayı yeğliyor. 12 Eylül'ün D. Yol içinden yarattığı 'dönüşümcü­lerle bir benzerliği yoksa, böyle kav­ram kaydırmaları özel bir eleştiriyi gerektirmiyor b.n.) sosyalist özünü küçük görmüş olduğunu ve Paris Komünü ile sonuçlanan kalkışmaya başında karşı çıktığını kaydetmelde yetiniyorum." (Toplumsal Kurtuluş, s: Ocak-Şubat 1990 , Ç. Bilgin)

Marksın "kakçı etkisinin daha çok bilimselliğe katkısında" toplan­ması bir bakıma kaçınılmazdır. Çün­kü Marks-Engels bilimsel sosyalizmin kurucularıdır. Pratik politikadan hiç kopmamalarına rağmen, kapitaliz­min bilimsel bir irdelemesi ve sosya­lizmin teorik çerçevesinin çizilmesi elbette ki öne çıkan bir görevdi. O güne kadar yapılmamış bir işi omuz­ladıkları için teori alanında Marks-

Engels'in adeta politika alanında bu­lunuş tarzına bir şeyler yakıştırmak istiyor." ...politika alanında var; bu­nu yadsımıyorum" ifadesiyle ne de­mek istiyor? Marks ın devrim teorisi­ni yorumlarken, Yazann ne demek istediği biraz olsun ortaya çıkacak. İleride göreceğiz. Ancak yazanmız, kalemiyle kuşku zehiri damlatarak yol almayı daha çok sevdiği için ko­nuya böyle girmeyi uygun görmüş.

Marks'm politika platformundaki yerinin tartışılması gerektiğini söyle­yen yazar, şimdilik 18 4 8 devrimleri ve Paris Komünü karşısında Marks'm tutumuna değinip geçiyor. Birinde, devrimlerin "sosyalist özü­nü" küçümseyen Marks, diğerinde de kalkışmaya "başında" karşı çık­mıştır. Böylece, "bilimselliğe katkısı" olan Marks ın politika alanındaki tu­tumu pek parlak görünmüyor.

Ç. Bilgin, olaylan kendi koşullan içinde değil de kafasında tasarladığı mükemmel soyutlamaların çerçeve­sinden yargılıyor. Marks'm 1848 devrimlerinin "sosyalist özünü" kü­çümsemesi ne demektir? 1848 dev­rimleri henüz burjuva devrimleridir, ancak proleteryanın "silahını bir omuzundan diğerine" aktardığı ilk ayaklanmalardır. Yani proleteryanın "küçük burjuva demokrasisinden" önemli ölçüde kopuştuğu ilk büyük devrimci çarpışmalardır.

Marks bu ¿evrimlerde bütün dik­katini proleteryanın kendi siyasi ör­gütlenmesiyle bağımsız davranabil­mesinde toplamıştır. "Bir kez daha burjuva demokratların alkışçı korosu olarak hizmet etme durumuna düş­memesi için, 1850'de Komünist Lig

26

Page 29: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

M a r k s 'ın devrim teorisini ekonomi-politiğin önsözündeki bir paragrafa indirgemek ve onu da kendi anlamından öteye abartarak yorumlamak, Marksizm'in burjuva liberallerince sık sık tekrarlanan bir tahrifatıdır. Ç. Bilgin, Marks'ı farklı yorumlamıyor. Marks'ın devrim teorisini "sınıfların bile iradesinin pek" rol oynamadığı bir kaderciliğe indirgemek, "devrimleri veri kabul ettiği için", Marks'ın "politik müdahaleyi küçümsediğini" iddia etmek, Marksizmin Bernsteinvari yorumlanmasıdır.bildirisinde Marks,"İşçi partisinin ba­ğımsız, gizli ve açık bir örgütünü kur­ma, bunun her ocağını, proletarya­nın tutumunun ve çıkarlarının burjuva etkilerden bağımsız olarak tartışılacağı işçi demeklerinin merke­zi ve çekirdeği haline getirme yolun­da" mücadeleye çağrı yapmıştır.

Ç. Bilgin açısından 1848 dev- rimlerinde Marks-Engels'in yakaladı­ğı bu halka önemli olmayabilir. An­cak Marks, devrimlerin "sosyalist özü" üzerine gevezelik yapmak yeri­ne, proletaryanın tarihinde ilk bur­juvaziden bağımsız siyasi örgütlen­mesini güçlendirme parolasını öne çıkartmıştır. Marks-Engels yeni bir devrim dalgası bekliyordu. Ve bu devrimlere sosyalist içerik kazandır­mak ancak proletaryanın bağımsız örgütlenmesiyle mümkündü.

Diğer konu, Marks'ın ayaklanma öncesi Parisli işçileri "umutsuzca bir çılgınlık'a kalkışmamaları yolunda uyansıdır. Ç. Bilgin bu uyarıdan kal­karak Marksa ne yakıştırmak isti­yor? Ya da Marks böyle bir uyarı yapmakla ünlü Paris Komününe kar­şı mı çıkmış oluyor? Bu değilse, Marks, sonradan Paris Komünü ola­rak tarihe geçecek olan ayaklanma­nın, tarihsel sonuçlarını önceden se- zememekle mi suçlanıyor?

Paris işçilerine 1 8 7 0 güzünde Marks'ın yaptığı uyarı işçilerin hazır­lıksızlığı ve hükümetin provokasyon­larıyla ilgiliydi. Ancak ayaklanma ka­çınılmaz bir olgu haline geldiğinde Marks, Paris Komünarlarının gök­yüzüne saldıran" girişimini büyük bir coşkuyla desteklemiştir. Ve Paris Komünün derslerini kılı kırk yararca­sına irdeleyerek, onu tarihin ilk pro­letarya diktatörlüğü girişimi olarak sonsuzlaştırmıştır.

Ç. Bilgin, eğer adı gibi "bilgin" ise imalarla, yakıştırmalarla sorunu

bayağılaştırmak yerine, Marks'ın "politika platformundaki yerini" açık ve doğrudan ortaya koyabilmelidir.

Yazarın esas eleştirisine, Marks'ın devrim teorisinin değerlen­dirilmesine geçelim.

"Markta, kendi dışında bir dev­rimler olgusunun dinamiğini ya da mekanizmasını ortaya koyma eğilimi var. Bir "dönüşüm teorisi" var. Bu teoride, bireyler bir yana sınıfların bile iradesinin pek rolü görülmüyor; iradeleri, bir zorunluluğa uyma öz­gürlüğü olarak ortaya çıkıyor." (a.y.)

Marks ın devrim teorisini ekono­mi-politiğin önsözündeki bir parag­rafa indirgemek ve onu da kendi an­lamından öteye abartarak yorumlamak, Marksizmin burjuva li­berallerince sık sık tekrarlanan bir tahrifatıdır. Ç. Bilgin, Marks'ı farklı yorumlamıyor. Marks'ın devrim teo­risini "sınıfların bile iradesinin pek" rol oynamadığı bir kaderciliğe indir­gemek, "devrimleri veri kabul ettiği için", Marks'ın "politik müdahaleyi küçümsediğini" iddia etmek, Mark­sizmin Bernsteinvari yorumlanması­dır.

Marks, "toplumun maddi üretici güçleri, o zamana kadar içinde hare­ket ettikleri mevcut üretim ilişkileri­ne ya da, bunların hukuki ifadesin­den başka bir şey olmayan, mülkiyet ilişkilerine ters düştüklerinde", "top­lumsal devrim çağının başladığını söyler. Bu tesbit, toplumsal devrim­leri kıpırdatan, devrimci sancılan ya­ratan maddi temeli açıklar. Yoksa somut bir devrim sürecini değil.

Yazar, Marks'ın devrim teorisi ile ilgili kesin yargısını şöyle açıklar;

"Bu teoriden bir devrim çıkışını kuşku ile karşılıyorum."

"öyle sanıyorum, böyle bir dönü­şüm teorisi, her zaman dönüşümden dönüş noktasını da içeriyor. Bu teo­rinin taraftarlan istedikleri zaman, yine bu teoriye sığınarak devrimden kaçabilirler, kaçtılar ve kaçtıkları za­man da hep 'Marksist' olduklarını id­dia edebildiler." (a.y.)

Devrim döneklerinden Marksiz- mi sorumlu tutmak, ancak Marks'ın çok sığ bir kavranışıyla mümkündür. Lenin, "Dönek Kautsky" ile mücade­lesinde, nedense Marks'ın devrim te­orisinin yetersizliğine varmamış, tam tersine Kautsky'nin hangi noktada Marksizmden ayrıldığını açıkça sergi­lemiştir. Ç. Bilgin tam tersini yapa­rak, devrimden dönüşleri, Marks'ın \ devrim teorisine bağlayarak, dönek­leri, belki istemeyerek, aklamış olu­yor.

Ç. Bilgin, devrim teorisiyle ilgili şöyle bir matematiksel soyutlama ya­par: "Üretim ilişkileri bir düzlemdir; üretici güçler, yani işçi sınıfı ve tek­nik de bu düzleme saplanan vektör­lerdir. Devrim için, okların yırtıcı ol­ması, düzleminde etkiyi lokalize edici esneklikte olmaması gerektir. Eğer düzlem esner, ya da sınıf yıkıcılığını yitirirse devrim olamaz."

Bu soyutlamanın içine Yazar, Bernstein'ın kanıtlarını yerleştirir: "Bemstein kapitalizmin değiştiğini" yani "düzlemin esnediğini ileri sürü­yor. V e yine aynı Bemstein "üretici güçlerden işçi sınıfının yırtıcılığını ve bu nedenle tarihsel olarak kendisine verilen rolü yitirdiğini de kaydedi­yor." (a.y.) Böylece, Ç. Bilgin, Bem - stein'ın kanıtlarıyla Marks'ın devrim teorisini "devrimden dönüş teori­si' ne çeviriverir. Bunu yapmakla ya­zarımız, üretim ilişkileriyle üretici güçlerin "esneyen" uyumunu kabul etmiş olur. Zaten kendisinin de "bu teoriden bir devrim çıkışını kuşku ile karşıla"dığma göre, üretim ilişkileriy­le üretici güçler çelişkisi yazar için fazla bir anlam ifade etmez.

Ç. Bilgin, Marks'ın devrim teori­sini şöyle düzeltir:

"Devrim, bir sistem ile üretici güçlerin karşılaşmasından değil, iki sistemin çatışmasından doğuyor. Ça­tışmada otomatizm yok; her sistem, kendisine sıkıca bağlı sınıflara ve ör­gütlere sahip olmak durumundadır." (a.y.)

Yeni bir devrim teorisiyle karşı karşıyayız. Devrimlerin, "iki sistemin çatışmasından doğdu'ğunu söyle-

27

Page 30: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

)

Çelik Bilgin, kıyısından köşesinden "yeni" akım lara mı kayıyor.

mek, Mao'nun ünlü "çelişkinin iki yönü" formülasyonuyla talihsiz bir paralelliğe düşmek olur. Çelişkinin iki yönünden birinin ya da diğerinin üste gelmesiyle süreçleri açıklayan bu mantık, Bir'in parçalanması ve onun çelişkili yönlerinin kavranışı- nın, diyalektiğin özü olduğunu anla­mamıştır. Konumuz açısından, önce bir sistem vardır, "ikincisi" bunun içinde filizlenir, kendi güçlerini top­lar. "Sistemlerin" ayrışması ve buzul dağları gibi birbirine sürtünmesi han­gi toplumsal çelişkiler temelinde olur? Yazar, Marks'ı düzeltirken bu­nu açıklamıyor. İkinci sistem" hangi çelişkiler, tepkiler yoluyla birikir, "bi­linçlenir" ve kısmen de olsa şekille­nir, bunu açıklamayan yeni devrim teorisi, bayağı gevezelikten başka bir şey değildir.

Aynca "her sistemin kendisine sı­kıca bağlı sınıflan ve örgütleri" olma­sının teminatı nerededir? En doğru ve yaygın propagandalar bile, eğer toplum tabanındaki çelişki tarafın­dan harekete geçirilmiyorsa sıkı ör­gütlülüklere yükselemez. Ç. Bilgin'in "sistemleri", kendi devindirici güçleri­ni nereden alacaktır?

Burada Marks'ın "günahına" geli yoruz:

"Marks'ın bütün çabası, bu açı­dan alındığında, bir sistemin bilince çıkışını önem ve geriye atma önün­de gelişiyor. (Bir dizgi hatası olsa ge­rek, anlam bozuk, b.n.) Başkaları bir yana, Marks'ın Blanqui ile ütopyacı- İarla ve hatta Bakunin ile mücadelesi bir bilince çıkışı önleme etkisi yapı­yor.

'Tarihsel olarak bu mücadelele­rin haksızlığını ileri sürmüyorum. Söylemek istediğim şudur: Politik müdahale ve yeni düzeni çizme ça­balan olmadan devrim olmaz." (a.y.)

Yazar, ne dediğinin farkında mı? Marks'ın Blanqui ve Bakunin'lerle» mücadelesi "ikinci sistemin" bilince çıkışını engelleyen bir rol oynamış!" Politik müdahale ve yeni düzeni çiz­me çabalan" olmaksızın devrim ol­mazmış! Politik müdahaleden kasıt, Bakuninvari entrikalarsa, böyle poli­tik müdahalelerin yenilgi enayiliğin­den başka bir sonucu olmamıştır.

ö te yandan Ç. Bilgin, Marksa dönüp "yeni düzeni çizme çabalan" olmaksızın devrim olmayacağı konu­sunda söylev veriyor. Aydın bilgiçli­ğinin ve pişkinliğinin bu kadarına pes...! Kapitalizmin kaçınılmaz çeliş­

kilerinden, gelecek düzenin iskeletini bütün kuruntu ve yanılgılardan ayık­layarak şekillendiren Marks, Baku- ninlerle mücadele ederken, meğer "yeni düzenin" bilince çıkmasını en­gellemek gibi bir günah işlemiştir. Şark toplumunda ukalalığın ve ah­maklığın gerçekten bir sının yok...

Marks'ın "devrim teorisi"ni Bem- stein'ın kanıtlarıyla çürüten Ç. Bil­gin, bununla yetinmeyip onun "poli­tik müdahaleyi küçümsediğine delil olarak da Bakunin eleştirilerini gös­teriyor. Böylece geriye Marksizm açısından elle tutabilecek sağlam ne kalıyor? Marks'ın kahırlı "bilimsel" Kapital emeği... Marks'ın sakallann- dan düşüncesine varamamış cüceler, onun her pratik adımdan büyük bir titizlikle çıkardığı dersleri ve politik mücadelesini göremezler. Ç. Bil­ginin öfkeyle köpürdüğü M. Belge de aynı kanıdadır. Marks'ta "politika teorisinin bulunmadığını iddia ede­rek, Marksizmi Kapital'den ibaret hale getirmeye çalışır. Bütün bu do­

lambaçlı lafların; Marks'ı militan mü­cadelesinden kopanp, bilimsel bir sakallıya indirgeme çabalanmn, bir tek amacı vardır; Marksizmin düşün­ce ve davranış bütünlüğünü bozmak, toplumlann gelişimiyle ilgili temel bulgularıyla, buradan ürettiği politik taktiklerini birbirinden koparmaktır. Eğer bu başanlırsa, Bemsteinvari kuyrukçuluk da, Bakuninvari entrika­cılık da Marksizmden icazet alabile­cektir.

Devam edelim. Yazarımıza göre Marksın bu kusurunu Lenin kapat­mıştır.

"Lenin, jakobenci suçlamasını hiç reddetmiyor ve nerede ise onur duyduğunu hissettiriyor. Bu Lenin'in tümüyle bir politik müdahale olma­sından ileri geliyor." (a.y.)

Fakat, Yazar, Lenin'in bu "katkı­sını" tesbit ettikten sonra şu soruyu sormadan edemiyor:

"Peki, Lenin'in bu önemli katkısı­na karşın dönüşümden dönüş nokta­sı Marksist anlayışta varlığım nasıl

28

Page 31: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

N e yapacağız?Elimizde insanların devrimden kaçış için bahane edemeyecekleri ölçüde "sıkı” bir "devrim teorisi" hâlâ yoktur. Kimi Marks'ın devrim teorisinin elemanlarından birisini, kimi de Lenin'in "Çocukluk Hastalığını"Kuran yapıp, sermaye tanrısı önünde tapınıp duruyor.

koruyabilir." (a.y.)Cevabı Ç. Bilgin den dinleyelim:"Avrupa'da yakın zamanda dev­

rim olmayacağı değerlendirmesi ya­pılınca, Lenin, ilk devrimi koruyabil­mek için önemli sayılabilecek bir ricat başlatıyor. NEP, bu ricatlardan birisidir." (a.y.) Bu açıklamanın he­men arkasına yazar, bugün 'Sovyet- ler Birliği nde kapitalist restorasyonu arayanların kendilerine model" ola­rak NEP'i aldığını hatırlatıyor.

"Bu ricatın aynntılandırılmasını burada yapmak istemiyorum, ancak daha sonraki işçi sınıfı hareketlerin­deki bütün gerici eğilimlerin kaynağı olan Çocukluk Hastalığı" bu döne­min damgasını taşıyor." (a.y.) Yazan­ınız bu tesbitin ardından da Türki­ye'den bir örnek veriyor: "DlSK'i CHP'leştirdikten sonra büyük serma­yeye peşkeş çeken hainler çetesi Eylülist darbeden sonra Türkiye'de Türk-lş yardakçılığına başladıklan za­man Lenin'in bu çalışmasını kendile­rine Kuran yaptılar." (a.y.)

Ne yapacağız? Elimizde insanla- nn devrimden kaçış için bahane ede­meyecekleri ölçüde "sıkı" bir "devrim teorisi" hâlâ yoktur. Kimi Marks’ın devrim teorisinin elemanlarından bi­risini, kimi de Lenin'in "Çocukluk Hastalığını" Kuran yapıp, sermaye tannsı önünde tapınıp duruyor.

Yazar, döneklerin Marksizmin şurasından burasından koparıp bay­rak ettikleri lafız karşısında yalpalı­yor.

Böylece, ilk olarak, Marksizm- Leninizmi kendi diyalektik bütünlüğü içinde kavrayamadığını açığa vuru­yor. Her oportünist ararsa, Mark- sizm-Leninizm'de kendi düşünceleri­ne paralel bazı parçalar bulabilir. Ve üstelik bunlar Yazar'm saydıklarıyla da sınırlı değildir. Ancak buradan bir tek sonuç çıkar, böyleleri Marksiz­min özü ile değil yalnızca lafzıyla ilgi­lidirler. Ve her dönüşlerinde, bu kıv- raklanna Marks ya da Lenin'den bir icazet metni sunabilirler. Fakat bu durum, Marksizmin teorik yapısına

en küçük bir zarar vermez. Mesele, bu dönemlerin, Marksizmin özünden nasıl kopuştuklarını sergileyebilmek- tedir.

ikinci olarak, Marksizm- Leninizm yalnızca devrimci atılımın teorisi değilidir, o mücadelenin zig- zaglannda geri çekilmenin de nasıl olması gerektiğinin örneklerini ver­miştir. Birileri kalkıp, sürekli Mark- sizm-Leninizmdeki bu noktalara takı­lıp durursa, buradan onlann siyasi karakteri ortaya çıkar, fakat teorinin yalnışlığı değil. 1 9 0 5 devrimi yükse­lirken burjuvaziyle uzlaşmayı öneren Menşeviklerle keskin bir mücadele yürüten Bolşevikler, devrim geri çe­kilirken hâlâ Duma'nın boykot edil­mesini savunan Otzovistleri Bolşevik fraksiyonu içinden atmışlardır. Ve bu keskin Otzovistleri Lenin, "Men- şevizmin ters yüz edilmişi" olarak de­ğerlendirmiştir. O koşullarda "Duma ahırına" girmeyi savunan Lenin, bu ahıra doluşmuş olan devrim dönek­lerini aklamış mı oluyordu? Çelikten Bilginimiz bu soruya "evet" mi diye­cektir?

Üçüncü olarak, bu tavnyla Ç. Bilgin, Marksizm içinde ya da çevre­sindeki sağ eğilimlerle mücadelede hiç de sağlam zeminde olmadığını gösteriyor. Oportünistlerin her "Ku­ran" yaptığı konudan vazgeçilecek ya da şüpheye düşülecekse Mark- sizmden geriye ne kalır? Böyle bir mücadele tarzı insanı ister istemez otzovizme götürür. Geri çekilmeler­den yararlanmayı bilmek yerine, parlak lafla yenilgiyi örtme çabası ki­şiyi en son tahlilde olayların arçısı konumuna sürükler. "Ricat"ı başara­mayan kesinlikle yenemez. Ç. Bil- gin’in, Marksizmin teorik temellerini tahribe varan "politik müdahaleci" tavrı, onu burjuva sosyalist akımlar­dan ayıran perdenin çok ince ve her an yırtılabilir olduğunu gösteriyor.

Son olarak, yazarın sorunu orta­ya koyuşu kökten yanlıştır. "Le­nin'in önemli katkısına rağmen dev­rimden dönüş noktası Marksist

Marx'da Bilgin'e m alzem e oldu.anlayışta varlığını nasıl koruyabilir" sorusu, olaylara idealist bir yaklaşı­mın kesin izlerini taşıyor.

Burjuvazi ve işçi sınıfının müca­delesinde devrimlerden dönüşler olay olarak gerçeklikse, bunlann "Marksist anlayışta” bir karşılık bul­ması kaçınılmazdır. O nedenle, Le- nin'e hatta Ç. Bilgin'e rağmen dev­rim dönekliği anlayışı, Marksizmin içinde, çevresinde, karşısında hep olacaktır. Bir teorik formülasyonla bu anlayışı kaldırabilsek ne mükem­mel bir "gelişme" olurdu. Ancak mo­dem çağda böyle bir Şeyhülislam fetvası imkansızdır.

Sorun şudur, devrimci mücadele sürecinin her adımında ortaya çıkan devrim döneklerinin ellerindeki "Ku­ranlarını, Marksizmin teorik temel­lerini zedelemeden kaldırıp atmak; onlann yığınlar içindeki etkinliğini kırmak ve bunları bütün bir devrimci birikim döneminde bıkmadan belki binlerce kere yinelemek, "devrimden dönüş noktası anlayışım" mutlak ola­rak ortadan kaldırmayacaktır, ama pratik etkinliğini felce uğratacaktır.

Eğer Ç. Bilgin, bunun yerine, bütün bu yolları tıkayan yeni bir "devrim teorisi" kurmayı deneyecek­se, hiç şüphesiz ki bunu yapmakta kuşlar kadar özgürdür. Ancak bu öz­gürlük onu, idealizmin maddi temel­den kopuk form üller dünyasına gö­türecektir. B

29

Page 32: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

Burjuva Sosyalizmi•• • • I • • iÇözülürken

H aydar Kutlu ve Nihat Sargın ölüm orucuna yattılar. Bu, burjuva sosyalizmini ölüm­

den kurtarabilecek mi? Günlük gaze­telere yansıyan tartışmalara göre TBKP'nin tasfiye edilmesi ve legal, daha geniş yapılanmalara gidilmesi konuşuluyor. TSİP benzeri çağrıları­nı tekrar ediyor öte yandan eski TİP'liler TBKP'den ayrılıyorlar. Her ne ise... genel eğilim şuki, burjuva sosyalist eğilimler tam bir dağılma ve ideolojik kaos içindeler. Ve yine şu kadan çok açık ki legal de toplanma çabalanna rağmen, burjuva sosyaliz­mi "eski güzel" günlerine bir kere da­ha dönemeyecektir.

Hikayemize eski güzel günlerden başlayalım. Burjuva sosyalizmi, yaşa­mı boyunca iki önemli çıkış yaptı. îl­ki 1960'lann TİP'i, İkincisi 1 9 7 0 ’lerin "atılım" yapan TKP'si. Şimdi ikisi birlikte hasta yatağında yatıyorlar.

TİP, 27 Mayıs'ın açtığı ortama doğdu. Ancak her zaman radikal "yukarıdan" devrimciliğe karşı oldu. TİP kendi orjinal yaşam sürecinde hemen bütün devrimci ortamı, içeri­sinde toplamasına rağmen, esas ola­rak daima işçi sınıfı içinde burjuva etkisinin sözcüsü oldu. Sendikalizm ve parlamentarizmden kan alan TİP 19 6 9 ünlü seçim yenilgisine kadar güçlü ve önde göründü. Oysa yükse­len devrimci harekete ayak uydura­madığı için zaten içinden çürüyordu. 12 Mart 1 971 , TİP'in "güzel ve güç­lü" günlerine ison verdi.

12 Mart'tan çıkılırken, önemli öl­çüde TİP'in tabanına dayanarak, Sovyetlerin de desteği ile TKP "atı­

lım" yaptı. İsminin "Komünist" olma­sı, "illegal" bir partiyi bir çekim mer­kezi haline getirdi. Ancak bütün bunlardan daha önemli bir neden, 12 Mart'ta her siyasetin yenilgiden payını almış olmasına karşılık TKP, yeni ve yenilmemiş göründü. Fakat mücadele yılları aktıkça TKP’nin TİP'ten temel mantık olarak fazla farklı olmadığı ortaya çıktı.

12 Eylül sonrası, her geçen yıl daha gericileşen burjuva sosyalizmi için TBKP programı aslında bir çö­küş platformu anlamı taşıyordu. Bu kötü ünlü programın mantık temelle­rini bir Yeni Açılım yazarı çok güzel özetlemiş. Bir göz atalım.

1- "Türkiye'de kapitalist gelişme tıkanmış mıdır? Kapitalist sistem bir bunalım içinde midir? Yoksa, kapita­list ilişkiler gelişmekte midir?"

"Devrimin ve sosyalizmin kaçınıl­mazlıkla gündemde olduğunu gerek- çelendirmek için öne sürülen bu gö­rüş bizce doğru değildir. Türkiye'de kapitalizm gelişmektedir ve daha da gelişme potansiyellerine sahiptir."

Kapitalizmin geliştiğine şüphe yok. Elbette yerinde saymıyor. An­cak ne pahasına geliştiğini artık TBKP fazla dikkate almamaya karar­lı görünüyor. Kırda yoğunlaşan iflas­lar, işçinin yaşam düzeyinde çok önemli düşüşler, Türkiye kapitalizmi­nin son on yılda insanlarımıza çıkar­dığı faturadır.

2- 'Türkiye'nin bütün sorunlan salt sınıf mücadelesiyle çözülebilir mi? Yoksa, soruların çözülebilmesi için, mücadelenin yanı sıra işbirliği de gerekli midir?

"Bizce artık fikirler de, toplumsal

bilinçteki gelişme de maddenin geliş­mesi üzerinde etkide bulunabilir; sı­nıf karşıtlıklarının yanı sıra sağduyu koalisyonları da hareketin, gelişme­nin temelinde yer alabilir."

Sınıf mücadelesinden "sağduyu koalisyonlarına" geçiş teorik olarak büyük bir çöküşün, pratik olarak da en bayağı kuyrukçuluğun açık ilanı­dır.

3- "Devrime kadar" kapitalizm karşısındaki tutumumuz ne olacak­tır?" TBKP, çok tabii ki devrimi ha­zırlamıyor ve devrime hazırlanmıyor. Onu ilgilendiren devrim durağına ka­dar kapitalizmle ilişkisidir.

"Kapitalizm etkilenebilir mi? Onu, etkilemeye çalışmak doğru mu?"

"Dünyada çok farklı kapitalizm tipleri olduğuna göre bir ülkedeki ka­pitalist gelişmenin çok seçenekli ol­duğunu söylemek yanlış olmayacak­tır... Kapitalizm için demokratik bir alternatif önermek niçin yanlış ol­sun.

"Niçin her alanda, ekonomi da­hil, elternatif gelişme teorilerimiz ol­masın?"

TBKP, "devrime kadar" "atkili" bir mücadeleyle "demokratik bir ka­pitalizm" yarattıktan sonra, büyük bir ihtimalle devrimden de vazgeçe­cektir! Türkiye kapitalizminin sınan­mış, denenmiş demokrasi düşmanlı­ğına rağmen böyle düşünceler üretebilmek için insanın aşın ölçüde zavallılaşmış olması gerekir.

4- 'Toplumsal gelişme sürecini evrim aşaması-devrim aşaması diye birbirinden kesin hatlarla aynlan aşa­malara ayırmak yerine, 'evrim içinde

30

Page 33: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

O'nlar artık "özgür ue mutlu"(?!) ya direnişçi devrimciler!

devrim' ve 'devrim içinde evrim' ka­tegorilerine başvurabilir miyiz?

"Günümüzde reformlar için mü­cadele ile devrim için mücadeleyi birbirinden ayırmak ve birinciyi İkin­ciye bağlamak mümkün müdür? Yoksa asıl sorun reformun, reform hedefinin içinde devrimi, devrimci unsuru ifade edip, gündeme getir­mek mi?” (Yeni Açılım, Mart 1989)

TBKP, evrim ve devrimi iç içe sokarken, "reform hedefinin içinde devrimi" eritip buharlaştmveriyor. Dil kemiksiz, her yöne dönebilir. Ancak düşüncelerin bir bel kemiği olması gerekir. Ancak TBKP'den böyle bir şey ummak saflık olur.

İşte TBKP'nin çöküş platformu­nun özeti. Bu platform aynı zaman­da burjuva sosyalizminin yirmi yılı aşkın evriminin de iyi bir özetidir. Hiç değilse sözde olsun kapitalizme karşı mücadeleden, "gelişen kapita­lizm" içinde "sağduyu koalisyonla- n"yla "demokratik bir alternatif" ya­ratma noktasına varmak, burjuva sosyalizminin sosyal-demokratlığa evrimleşmesinden başka birşey de­ğildir.

Son olarak, burjuva sosyalizmini ideolojik ve pratik kaosa iten neden­leri irdeleyelim.

Çöküş birisi dışarıdan, ikisi içeri­den üç başlıca nedene bağlanabilir.

İlk neden dışandan, sosyalist ül­kelerdeki gelişmelerdir. Burjuva sos­yalizmi kişiliksizce sosyalist ülkelere dayandı. Ve onun propagandasının önemli bir yanı, sosyalizmin zaferle­riyle Türkiye burjuvazisini sosyalizme ikna etme çabalan oluşturmuştur. Günümüzde yaşanan sosyalizmin krizi, burjuva sosyalizminin çok güç­lü bir silahını yitirmesine neden ol­du. Ve onu kendi gücüne dayanma­ya zorladı. İşte bu zor, dünya sosyalizminin gölgesinde şişinen bur­juva sosyalizmini kendi gerçek bo­yutlarına küçültmüştür. Ayrıca, bu­güne kadar doğrudan sosyalist ülkelerdeki teori üretimiyle beslenen kafalar, bu üretimin bir kaosa girme­si, çeşitlenmesi karşısında tam bir düşünce karmaşasına yuvarlandılar.

Sosyalist ülkelerin önemli destek­leriyle boyutlarından öteye büyüyen burjuva sosyalizminin, şimdi sosyaliz­min kriziyle birlikte çöküşe uğraması hiç de rastlantı değildir.

İkinci neden, sosyal-demokrasinin konumuyla bağlantılı­dır. Burjuva sosyalizminin çıkış ve

iniş grafiği sosyal-demokrasinin ge­lişmesiyle yakından bağlantılıdır. 1973 atılımı, hem Ecevit CHP'sinin açtığı yoldan ilerledi hem de ona bü­yük umutlar bağladı. Burjuva sosya­lizminin, devrimci hareketin en canlı günlerinde bile CHP'den bağımsız bir tek taktik tutumu olmamıştır. Bu bağımlılık tesadüf değildir. Aynı sınıf ve tabakaların çeşitli kesimlerine da­yanmaları onların paralelliğinin esas kaynağıdır.

12 Eylül öncesi sınıf savaşından ürken ve önemli ölçüde itibar yitiren sosyal-demokrasi bilinçli ve gönüllü olarak politika alanını daralttı, fi- nans-kapitalle yakın teması her za­man korudu. Sosyal-demokrasi yol açmadıkça burjuva sosyalizmi ilerle­yemezdi. Sosyal-demokrasinin itibar yitirmesi ve güçsüzleşmesi, kaçınıl­maz bir şekilde burjuva sosyalizmi­nin de davranışlarını sınırlamıştır. Bir bakıma sosyal-demokrasinin açtı­ğı yolda gelişen burjuva sosyalizmi, bu yolun tıkanmasıyla birlikte inişe geçmiştir.

Üçüncü neden, 12 Eylül sonrası biçimlenen mücadele ortamıdır. Ko­şullar siyasetleri, ya radikal döğüş yoluna ya da teslimiyete, pasifizme

zorluyor. Türkiye'nin "gelişen kapita­lizmi" (!) sınıflara fazla hareket imka­nı vermiyor. En basit haklar için, en yoğun devlet baskısıyla yüz yüze gel­mek kaçınılmaz oluyor. Burjuva sos­yalizminin daha rahat güç toplayabil­diği, manevra imkanlarının geniş olduğu günler geride kaldı. Hareket imkanı daralan, ya da sosyal- demokrasiden nitelikçe farklı davra- namayan burjuva sosyalizmi kaçınıl­maz şekilde güç yitiriyor. Ve müca­dele koşulları böyle kaldığı sürece yitirmeye devam edecektir.

Sonuç olarak işçi sınıfı açısından burjuva sosyalizminin çöküşü önemli bir kazançtır. Bugüne kadar işçi sını­fı içinde, sendikaizm aracılığıyla sos­yal-demokrasinin yanında burjuva sosyalizmi de yaygın bir etkiye sa­hipti. Ancak yaşanan bunca deney­den sonra "gelişen kapitalizm", ya da "sağduyu koalisyonları" parolalan ile burjuva sosyalizmi sınıfın en basit haklarının kazanılmasında bile bir fonksiyona sahip olamaz.

Sorun, sınıf içinde burjuva sosya­lizminin daralmasından doğacak boşluğu, onlann yeni nüanslarının değil, proletarya sosyalizminin dol- durabilmesindedir.B

31

Page 34: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

Demokratik Devrim "Emek" Eleştirisi

Kazım AKIN

E mek dergisinin sayfalannda Demokratik Devrim-Sosyalist Devrim konularını kapsayan

bir tartışma neredeyse bir yıldır sürü­yor. Yoğun olarak 1 9 6 8 -1 9 7 0 yılla­rını ya da bir süreç olarak ele alırsak 1 9 6 5 -1 9 7 5 arası yılları kapsayan "devrim stratejisi" tartışmaları, aslın­da dönem olarak aşılmıştır. Buna rağmen bazı siyasi eğilimlerin bu ko­nuya geri dönmelerinin bir anlamı olmalıdır.

Hiç şüphesiz ki, ülkemizdeki dev­rim sorunlarıyla ilgili görüşleri yeni­den tartışma ortamına getiren objek­tif neden, 12 Eylül yenilgisidir. Ancak 12 Eylül faşist darbesinin üzerinden 10 yıl geçtikten sonra, Emek Dergisindeki tartışmalan yal­nızca böyle bir nedene bağlamak ye­terince açıklayıcı olamaz. Emek Der­gisini böyle bir tartışmaya zorlayan özel nedenlere gelmeden önce soru­nun konuluşunu değerlendirmeye çalışalım.

DEVRİMDE "AŞAMALARIN KALDIRILIŞI

"Hemen belirtelim, Türkiye’de kapitalizm'den sosyalizme geçişi sağ­layacak toplumsal devrim, bir De­mokratik Halk Devrimi olacaktır. Türkiye'de Demokratik Halk Devri­mi ve onun oluşturacağı Demokratik Halk iktidarı biçimi dışında, bir de aynca Sosyalist Devrim biçimi' diye iki ayrı devrim süreci olmayacaktır.

"Birincisi: 'Sosyalist Devrim Biçi­mi' diye özel bir devrim biçimi yok­tur ve olmamıştır.

"İkincisi: Türkiye'de kapita­

lizmden sosyalizme geçişin devrimi, Demokratik Halk Devrimidir." (Emek s. 3)

Yazar bugüne kadar alışılmışın tersine devrim aşamaları sorununu, görünüşte "Sosyalist Devrimi" kaldı­rarak çözümlüyor. Ayn bir Sosyalist Devrim "aşaması" olmadığını iddia ederek ve Demokratik Halk Devri- mine bütün bir geçiş sürecinin gö­revlerini yükleyerek soruna "yeni" bir yaklaşım getirmiş oluyor.

Yazarın bu konudaki kanıtlanna geçelim.

İlk kanıt, soyut teorik genelleme düzeyindedir: "Halk Devrimi ve Halk iktidarının Türkiye'de kapitalizm'den sosyalizme geçişin devirimci yolu olarak tespit edilmesine, bu tip dar yaklaşım sahipleri 'bu bir geri ko­numdur', ya da 'öyleyse neden sos­yalist iktidar değil?' diyerek karşı çı­kıyorlar. Kuşkusuz bu tip yaklaşımlar, genel olanla özgül olanı birbirine karıştıran, bunların arasın­daki ilişkiyi doğru tespit edemeyen kalıpçı yaklaşımlardan doğuyor. Tek­rar olsa da vurgulamak-gerekiyor ki, 'sosyalist devrim' özgül bir durumu veya biçimi değil, genel yasalan-özü- belirleyendir.

"...Bunun için de ben sosyalist devrimi savunuyorum' demek, te n dünya devrim sürecini savunuyorum' demekten, yani, sosyalizme geçişin sadece genel yasalarını savunmak­tan başka bir anlam ifade etmez" " (Emek, s. 3)

Yazar, sosyalist devrimin "özgül bir durumu" değil sosyalizme geçişin "genel yasalarını" ifade ettiğini öne sürüyor. Oysa demokratik halk dev­

Sorunu

rimi "özgül bir durumu" anlatmakta­dır. Yani sosyalist devrim bir soyutla­ma buna karşılık demokratik halk devrimi bir ülkedeki somut bir süre­cin adıdır. Diyalektik metod açısın­dan, demokratik devrim de en az sosyalist devrim kadar soyutlanabilir, bazı genel yasalar seviyesine çıkanla- bilir ve zaten Paris Komününden bu­güne böyle bir soyutlama yeterince yapılmıştır da. O nedenle demokra­tik halk devrimi kavramı, yalnızca söylenişiyle hiçbir özgünlük taşımaz. Kapitalist üretim ilişkilerinin gelişme­ye başladığı, hatta egemen olduğu, buna rağmen, demokrasi, sanayi ve toprak sorununun henüz çözümle­nemediği durumlarda, gündeme ka­çınılmaz bir şekilde demokratik halk devrimi adımı gelecektir. Ancak bu devrimin somut sınıflar ittifakı ve programı her ülkeye göre özgün bir biçim kazanır. Hatta bir ülkede dev­rimci, ilerici sınıf ve tabakalann ülke koşullarını kendi açılarından kavrayış farklılıklarına göre, birbirinden farklı demokratik devrim stratejileri ortaya çıkabilir. Nitekim 1965'den teri ya­şanan süreçte, MDD'den kaynakla­nan farklı demokratik devrim kavra­yıştan olmuştur.

Yazar, demokratik devrimi değil de yalnızca "sosyalist devrimi" soyut­layarak, onu sosyalizmin genel yasa­ları olarak açıklamakla metod hatası yapıyor. Her soyutlama, ya da genel yasa, farklı somut özgül koşullardan süzülerek çıkar. "Sosyalist devrim "in bir ülke koşullarında savunulması da somut tespitleri gerektirir. Eğer de­mokratik devrimin görevleri ekono­mik ve politik olarak önemli ölçüde

32

Page 35: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

of o k t a n beri çürüyen batılı komünist partilerin "antitekel" mücadele programları kimseyi yanıltmasın. Tekellere karşı parolalar günlük taktik mücadelede kullanılabilir ve gereklidir, ancak komünist parti programları batıda doğrudan hedef, geri ülkeler için ise demokratik deurimlere bağlı bir adım, bir "aşamadır".

aşılmışsa, o ülkede doğrudan sosya­list devrim adımı gündeme gelir. Hiç şüphesiz ki demokratik devrimden farklı sınıf ittifaklan ve başka bir programla gündeme gelecek olan sosyalist devrim, somut ülke koşulla- nna göre de bazı farklılıklar taşıya­caktır. örneğin gelişmiş kapitalist ül­kelerde komünistlerin programı sosyalist devrim olmalıdır. Söyleme­ye bile gerek yok ki, adımın özü ba­kımından aynı olsa da, böyle bir program ülkelere göre kaçınılmazca farklılıklar içerecek, bu anlamda sos­yalizmin genel yasalan, farklı koşul­larda farklı biçimde somutlaşacaktır.

Çoktan beri çürüyen batık komü­nist partilerin "antitekel" mücadele programları kimseyi yanıltmasın. T e­kellere karşı parolalar günlük taktik mücadelede kullanılabilir ve gerekli­dir, ancak komünist parti program­lan batıda doğrudan hedef, geri ül­keler için ise demokratik devrimlere bağlı bir adım, bir "aşamadır".

Yazar, bu konuda bir başka dü­zeyde daha soyutlamaya gidiyor. Sosyalist devrimi savunmak, yazara göre "dünya devrim sürecini" savun­mak, ya da "sosyalizme geçişin sade­ce genel yasalannı" savunmaktan ibarettir. Yazar, burada da muarızla- nnı "genel" ve "soyut" kalmakla, "öz­güle" varamamakla eleştirmeye ni­yetleniyor. Ancak kendisi,"dünya devrim sürecini" yalnızca bir kavram olarak ele alıp, somutlamadığı için aynı soyutta kalma hatasına düşü­yor. Çağımızın "kapitalizmden sos­yalizme geçiş çağı" olduğu açık. Do­ğu Avrupadald son gelişmeler bu tespite önemli bir darbe vursa da gerçeklik değişmiyor. Ancak sorun bu genel tespitten p r a t iğ e , yani dünya devrimci sürecinin somut gidi­şinin kavranışına gelince gündeme bambaşka sorunlar girmektedir. Sos­yalist ülkeler ve kapitalist ana yurt­lardaki "komünist" partiler, dünya devrimci sürecinin can alıcı halkası­nın her ne pahasına barışın korun­ması olduğunu ileri sürüyorlar. Bizler dünya devrimci sürecinin sûru kleyici halkasının, g ü n ü m ü z k o ş u l la r ın ­d a , geri kapitalist ülkelerdeki dev­rimler olduğunu iddia ediyoruz.

Yazar, yerli yersiz soyutlamalar­la, "sosyalist devrim" diyenin "dünya devrim sürecini" savunduğunu iddia etse de somut gerçeklik böyle değil­dir. Dünya devrimci sürecini savun­mak mevcut dünya koşullarında,

üçüncü dünya devrimlerini yükselt­mekle olur. Yazar sosyalist devrim kavramını dünya devrimci sürecine genişleterek hem dünyadaki somut sosyalist devrim imkanlarını gözden yitirmiş oluyor, hem de dünya dev­rim sürecini genel sosyalizme geçiş tekerlemesiyle sınırlayıp, onun canlı somut anlamını bulandırmış oluyor.

Netice olarak yazarın, sosyalist devrimi genel dünya devrimci süreci­ne yükseltmesi, demokratik halk devrimini de bu sürecin Türkiye'deki karşılığı, özgün yolu olarak tanımla­ması onu yine de Türkiye'deki so­mut sosyalist devrim adımından kur­taramıyor.

Bu noktada yazarın ik in c i k a ­n ıtın a geliyoruz. Bilindiği gibi de­mokratik devrim-sosyalist devrim formülasyonu, bu sorunla en canlı biçimde yüzyüze geldikleri için Rus Sosyal-Demokratlarına ve özellikle Lenin'e aittir. Yazar, Türkiye'de dev­rimi tek bir sürece indirdiği için Le- nin'in bu konudaki görüşleriyle he­saplaşmadan edemez.

"Çünkü, o (demokratik devrim b.n.) çağımızın devrimidir, ülkemizin proleter önderlikli toplumsal devri­midir. Lenin'in 'iki taktikte belirlemiş olduğu, (demokratik devrimden sos­yalist devrime kesintisiz geçiş) pers­pektifinden tamamiyle farklı koşulla­rın devirimidir. Yani artık, ülkemizde, demokratik halk devrimi deyince, 'iki taktikteki, 'otokrasiye karşı burjuvaziyle birlikte demokratik devrim', kapitalizme karşı proletarya ve yoksul köylü ittifakında sosyalist devrim' biçimindeki ikili devrim pers­pektifiyle hareket etmeyen herkes, bu devrimin tek bir devrim olduğunu ve özünde sosyalizmi taşıdığını an­lar". (Emek,s. 11)

1900'ler Rusya’sından çok başka koşullarda olduğumuz açık. Yazar, Türkiye koşullarında "özünde sosya­list" olan fakat "demokratik halk dev­rimi" olarak adlandırılan, "Proletarya önderlikli tek bir toplumsal devrim"

öngörmektedir.Bu noktada insan Toplumsal

Kurtuluşun Emek Dergisine yaptığı çağrıyı tekrarlamadan edemiyor:

"Kavram fetişizmini terk edin!""Sosyalist Devrimi teslim edin"

(T. Kurtuluş.s.23-24)Gerçekten de T.Töre Türkiye'ye

özgü bir şeyler söylemeye çalıştığın­da, bilinen kavramları, hatta bazen bilinen basit gerçeklikleri zorlayıp bozuyor.

Lenin'in "otokrasiye karşı burju­vazi ile birlikte demokratik devrim" biçiminde bir tanımlaması yoktur. 'Tüm köylülükle çarlığa, yoksul köy­lülükle kapitalizme karşı" bayrak açan Bolşeviklerle, Menşevikler ara­sındaki en çetin kavga demokratik devrimde burjuvazinin rolü üzerine kopmuştur. 1 9 0 5 Devriminde prole- teryanın öne çıkmasından "burjuva­zinin ürkebileceğini", böylece "devri­min kapsamının daralacağını" savunan Menşeviklere Lenin şöyle der:

"Köylülüğün başarılı bir Rus Dev- rimindeki rolünü gerçekten anlayan kimseler, devrimin kapsamının bur­juvazinin ana yüz çevirmesiyle dara­lacağını söylemeyi akıllanndan bile geçirmezlerdi." (Lenin İki Taktik)

Emek yazarının Lenin'i özetleyişi bir kalem sürçmesi değilse, düpedüz tahrifattır. Rus Devriminde Lenin ve Bolşevikler, Çarlığa karşı mücadele­de "burjuvazinin tutarsızlığını etkisiz hale getirmek için köylü yığınlanyla ittifakı" savundular. Oysa T.Töre, iki taktikte Lenin'in "otokrasiye karşı burjuvazi ile birlikte demokratik dev­rimi "savunduğunu iddia ederek, ko­şulların Türkiye ile farklılığını daha göze batar hale mi getirmek istiyor?

Yazarın kaygıları bir yana onun esas amacı, Lenin'in "iki evre'li dev­rim formülünün Türkiye'ye uygula­namayacağını ispatlamaktır.

Emek sayfalarında bu konudaki ilk yazısından nerede ise bir yıl sonra T.Töre, Şubat 1990'da konuya bir

33

Page 36: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

\ anılgmın esas kaynağı, Türkiye'de kapitalizmin durum unun ve buradan çıkan sınıf yapısınınkavranmasındaki hatalardır. Emek çevresi doğuş ve gelişim sürecinde Türkiye'de kapitalizmi çok geri noktalarda görmekten tam zıddı yönde bir kavrayışa sıçramıştır. Ve bugün yazar'a 'iki evreli" devrim Rusya'nın kaba tekrarı gibi görünüyorsa, bunun esas nedeni bizdeki tekelci ekonominin kabaca kavranıp, uç noktalara götürülmesindendir.

"özeleştiriyle" girer."Bizler, Lenin'in strateji belirler­

ken dikkate aldığı esas koşullann ne­ler olduğuna bakmak ve onun yönte­mini öğrenmek yerine, onun stratejilerini Türkiye koşullanna uy­gulama yönetemini izledik. Bu çar­pık kavrayıştan dolayı, bizde Türkiye gibi tek bir toplumsal çelişkinin bu­lunduğu yani kapitalist üretim ilişkile­rinin egemen olduğu bir ülkede, aşa­malı devrim stratejisini formüle ettik." (Emek s. 14)

Yazar, Lenin'in stratejisini kaba­ca taklit etme yanılgısına düştüklerini belirtirken, gerçekten bir hataya de­ğiniyor. Ve böyle hatalar Türkiye devrimci hareketinde oldukça sık tekrarlanmıştır. Ancak, Emek çevre­sinin bugüne kadar savunduğu "iki evreli" devrim stratejisi yalnızca Le­nin'in kaba tekranndan kaynaklan­mamıştır. Yanılgının esas kaynağı, Türkiye'de kapitalizm in d u ru ­m u n u n ve buradan çıkan sın ıf yapısının kavranmasındaki hata­lardır. Emek çevresi doğuş ve geli­şim sürecinde Türkiye'de kapitalizmi çok geri noktalarda görmekten tam zıddı yönde bir kavrayışa sıçramıştır. Ve bugün yazar'a 'iki evreli" devrim Rusya'nın kaba tekrarı gibi görünü­yorsa, bunun esas nedeni bizdeki te­kelci ekonominin kabaca kavranıp, uç noktalara götürülmesindendir.

"Birinci evrede emperyalizm ve tekelciliğin egemenliğine son ver­mek, ikinci evrede ise kapitalist özel mülkiyeti ortadan kaldırıp sosyalizmi kurmak...yani, bir tek toplumsal çe­lişki olan Emek-sermaye çelişkisine rağmen, biz, iki aşamalı, yani evreli devrim stratejisi formülasyonları oluşturduk." (Emek s. 14)

Yazar, "tek toplumsal çelişki olan emek-sermaye çelişkisine rağ­men" yanlış olarak "evrim stratejisi" formüle ettiklerini belirtiyor. Bu yak­

laşım iki k ere hatalıdır: önceden yapılan hataya yaklaşım açısından ve Türkiye’de devrim sorununa yak­laşırken ana halkayı yakalama bakı­mından.

Emek çevresi, Türkiye'de kapita­lizmin durumunu değerlendirirken emperyalizm güdümlü bir kapitalizm ve egemen sınıf olarak da "işbirlikçi tekelciliği" tespit etmiştir. Bu bakış açısı, 1968'lerde devrimci kabarışa damgasını vuran ulusal kurtuluş- cu lu ğu n koyu izlerini taşımaktadır. O nedenle pek çok siyasi eğilimde egemen olan yan, mücadelenin "anti emperyalist" yanını aşırı ölçüde ka- bartılandırmak oldu. Emek'in "işbir­likçi tekelcilik" tespiti de bu etkiyi ta­şıyan bir öze sahiptir. Bu nedenle de, devrimin ilk evresinde "emperya­lizme ve tekelciliğe" karşı mücadele öne çıkarılmıştır. Eğer, Emek çevresi Türkiye'de kapitalizmin durumunu önceleri de bugün kavradığı gibi kav­ramış olsaydı, büyük bir ihtimalle "iki evreli strateji" yolunu seçmeyecekti. Netice olarak, özeleştirinin dayandı­rıldığı Lenin'i kabaca taklit etme ha­tası yeterince açıklayıcı değildir. Doğru olan. Emek çevresinin Türki­ye'nin ekonomik ve sınıfsal yapısını kavrayışının sürekli evrimleşmesidir. Türkiye'nin yapısal durumu düşünce­lerde sürekli değiştikçe bunun kaçı­nılmaz sonucu olarak "stratejiler" de değişmek zorunda kalıyor.

İkinci hataya gelirsek: "tek top­lumsal temel çelişkinin emek- sermaye çelişkisi" olması devrim sü­recine zorunlu olarak tek bir boyut mu kazandırır? Bu soruya mutlak bir cevap vermek safsata olur. Sorunun karşılığını ülkelerin özgül koşullann- da aramak en doğru yoldur.

Tem el çelişki”, "baş çelişki" kav­ramlarını, diyalektiği skolastiğe çevir­diği için benimsemiyoruz. Süreçlerin kabaca kavranmasında bir kolaylık

sağlasalar da, onlann canlı akışını formül kalıplanna doldurarak donuk­laştırdıkları için olayları açıklamaya yetmiyorlar.

Türkiye'de kapitalist üretim ilişki­lerinin egemen olduğu açık. 1965'lerde tartışma konusu olan bu sorun, 12 Mart'tan bu yana artık ge­nel bir kabul görmektedir... Bu de­mektir ki, iş gücünün sömürüsünden doğan çelişki toplumun her alanında etkisini göstermektedir. Ancak bura­dan hareket ederek düz bir mantıkla sınıflar mücadelesinde sürükleyici halkanın "emek-sermaye çelişkisi" olduğu çıkarılamaz. Ana halkayı ya­kalayabilmek için, kapitalizmin geli­şim süreci, iç yapısı, ittifaklan ve emperyalist sistemle bağlan açıkça tesbit edilmelidir. Bunlar yapıldığın­da, bugün Türkiye'deki her ekono­mik sosyal olaya, Fınans-kapital te­feci bezirgan ittifakıyla, geniş çalışan halk yığınlan arasındaki çelişkinin damgasını vurduğu açıkça görülecek­tir. Durum bu olunca kapitalizm ön­cesi tefeci-bezirgan sermaye ile ke­netlenmiş asalcık Finans-kapital ilişkilerinin tasfiyesi bir devrimci adı­mı; ardından kapitalist mülkiyet iliş­kilerinin tasfiyesi ikinci bir devrimci adımı gerektirecektir. Bu adımlann birbirinden ayn mı, yoksa iç içe ge­çerek mi gerçekleşeceğini ancak pratik gösterecektir. Fakat bu birbi­rini izleyen devrim aşamaiannda ka­çınılmaz bir şekilde sınıflar konum­lanması farklı farklı olacaktır. Demokratik devrim adımında prole­tarya, küçük üretici köylülük ve şe­hirlerdeki küçük burjuva tabakalarla ittifak kurabilecekken; sosyalist dev­rim adımı başka bir sınıflar ittifakını gündeme getirecektir. Sosyalizme yönelişte proletarya, yan proleter yani yoksul köylü kitleleriyle ittifak imkanına sahiptir. Bu da, sosyalizme yönelişte kararsız geniş küçükburju- va tabakalarla bir kopuşma, onlann tarafsızlaştırılması için mücadele de­mektir.

T. Töre, bütün bunlann "tek bir toplumsal devrimle gerçekleşeceğini iddia ediyor; madem ki "bir tek emek-sermaye çelişkisi egemendir" öyleyse, tek bir devrim, sosyalist devrim adımını da kapsayacaktır.

Hatta bu görüşüne şöyle bir ka­nıt bile öne sürmektedir: "Lenin, 'te­kelci kapitalizmin bütün pencerele­rinden sosyalizm bize bakıyor' demişti. Ve tekelci kapitalist devleti,

34

Page 37: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

proletaryanın devletiyle değiştirdiği­mizde karşımıza sosyalizm çıkar diye vurgulamıştır, işte bu nedenle, tekel­ci kapitalizmle sosyalizm arasında bir 'ara basamak'ın bulunmadığını söylemiştir" (Emek s. 14)

Daha önce Lenin'in iki Taktiğini örnek alan yazar şimdi de tekelci ka­pitalizm ve sosyalizmle ilgili söyledik­lerini örnek alıyor. Dolayısıyla dün Türkiye'deki kapitalist yapı Çarlık koşullarına benzetilmeye çalışılırken, bugün de batının tekelci yapılarına yaklaştırılmaya çalışılıyor. Kavramlar değişirken mantık aynı kalıyor. Ba- tı'da bir proletarya iktidannın, tekelci finans- kapitali bütün bağlarıyla tasfi­ye edip, toplumsal mülkiyete dönüş­türmesi, sosyalizm için d o ğ r u d a n atılmış çok önemli bir adım olurdu. Çünkü şehirde ve kırda üretim ilişki­lerinin büyük bir bölümü böylece toplumsallaşmış olur. Fakat Türkiye için durum bambaşkadır. Bizdeki te­kelci yapı, serbest rekabetle kapita­lizm öncesi üretim ilişkilerinin tasfi­yesi sürecinde şekillenmemiş, tam tersine daha baştan tekelci gelişen ekonomi, kapitalizm öncesi üretim ilişkileriyle kenetlenmeden edeme­miştir. Tekellerin devrimle tasfiyesi, bizde sosyalizme doğru önemli bir adım olurdu, ancak şehirlerde ve özellikle kırlardaki geniş küçük üreti­ciler yığını kararsız ve tutarsız unsur­lar olarak sosyalizme geçişte bir a ş a m a y ı zorlayan objektif engeller­dir. Bizdeki tekelci kapitalizm asalak yapısıyla kırlardaki küçük köylü üre­timini tasfiye edip sanayiye çekmek yerine, aşırı tefeci faiziyle köylüyü toprağa bağlamakta ve küçük köylü­ler yığınını karıncalar gibi çoğalt­maktadır.

O nedenle, Türkiye'de tekelci ka­pitalizmin bütün pencerelerinden sosyalizm bize" bakmıyor; baktığını sanmak Türkiye'nin ekonomik yapı­sını kapitalist ana yurtlarla karıştır­mak olur. Nitekim, T. Töre, “iki ev- reli" devrimden "tam bir toplumsal devrime" geçiş yaparken bu hataya düşmektedir. Türkiye'deki tekelci ekonomik yapı kendi orjinal özellik­leriyle birlikte kavranılmadığı için, kolayca kendi boyutlarından öteye abartılabiliyor. Batıyla kaba benzer­likler kurulabiliyor.

Yazar, Türkiye'deki tekelci eko­nomik yapıyı olduğundan başka gö­rerek, bunu "aşamasız" "tek toplum­sal devrime" temel yapmaya

çakşırken, günümüz deneylerinden, 1974 Portekiz devrimine değmeden edemiyor. Portekiz'de "faşizm yıkıl­masına, tekellerin-ekonomi-politikadaki egemenliğine son veril­mesine rağmen" sosyalizme geçile­memiştir."... Anti faşizm, anti em­peryalizm, kendi başına otomatik olarak anti kapitalist görevlere yol vermez." (Emek s. 14) Çok doğru. Ne yapılacaktır? "O nedenle, prole­tarya partisi emperyalizme, faşizme ve tekelciliğe karşı mücadeleyi mut­laka sosyalizm uğruna mücadele ile bütünlükle ele almalı "dır. (a.y.) Bu da doğru! Ancak bu söylenenler "tek bir toplumsal devrimle" sosyalizme geçmenin güvencesi olamaz. Bir proletarya partisi demokratik devrim görevlerini her zaman sosyalizm he­deflerine bağlayarak mücadele eder. Eğer Emek çevresi “iki evreli" devri­mi savundukları günlerde biraz da MDD geleneğinin etkisiyle sosyalizm hedefini gözden yitirdilerse, bu hata, devrim süreçlerinin zorlama birlikte­liği ile giderilemez.

Emek yazarının da belirttiği gibi demokratik devrim "otomatik olarak anti-kapitalist görevlere yol vermez" Neden? Çünkü proletaryanın de­mokratik devrimdeki müttefikleri "otomatik" olarak sosyalizme yönel­mez, ya da daha netçe söylenirse onların mücadele ufku ve talepleri sosyalizme varmaz. Kapitalizmin meta üretimi ilişkileri içinde kalır. Onları sosyalizme çekecek olan pro- leteryanın örgütlü gücü ve bilinç se­viyesidir. Ve Proletarya, sosyalizmi kurmaya yönelince mütefiklerinin yapısı kaçınılmaz bir şekilde değişe­cektir.

işte bu d ö n ü ş , kendini ikinci bir devrim olarak mı açığa vurur, ya­da demokratik devrimle şekillenmiş iktidarda kısmi değişimle mi çözüm­lenir? Buna tek doğru cevabı pratik verebilir. Proletaryanın "kesintisiz" olarak sosyalizme geçişi amaçlaması ve bu yolda mücadele etmesi bu sü­reç boyunca, proletaryanın müttefik güçlerinin kaçınılmaz değişimini dış­lamaz. Hatta bunu gözden yitirmek, proletaryanın öncülüğünü küçük burjuva sallantılarla boğmak sonucu­nu doğurabilir.

Dünya deneylerine bir göz atar­sak; Sovyetlerde ayrı devrim süreçle­ri yaşanmış, iki devrim çok kısa ara­lıklarla adeta iç içe gerçekleşmiştir. Ancak demokratik devrimden sosya­

list devrime akan süreçte sınıflar itti­fakındaki değişim son derece açık ve nettir. Aynca sosyalist devrimle şe­killenen proletarya iktidan uzun yıl­lar demokratik devrimin görevleriyle boğuşmuştur.

Doğu Avrupa ülkelerindeki dev­rimler, "sosyalist özlü tek toplumsal devrim" olarak T. Töreye örneklik ediyor olsa gerektir. Ancak, bugün çok açık biçimde ortaya çıkıyor ki, bu ülkelerde anti-faşist halk devrim- lerinden sosyalist devrime yeterince geçilememiştir. Bu ülkelerde halk ik- tidarlannm -elbetteki Sovyetlerin yol göstericiliğinde- sosyalizme yönel­meleri daima karşı-devrim girişimle­rine yol açmıştır. 19 5 3 Doğu Al­manya, 1 9 5 6 Macaristan, 1 9 6 0 Polonya, 19 6 8 Çekoslovakya olay- lannın anlamı budur.,Bu olaylar, T. Töre nin "tek toplumsal devrimini" aşamalara ayıran sınır çizgileridir. Ancak bu ülkelerde prolataryanın deney, bilinç ve örgütlülüğünün za­yıflığından dolayı özellikle kır ilişkile­rinde sosyalist üretim biçiminin bir türlü oturmayışı sosyalizme yönelişi sürekli zaafa uğratmış, sosyalist de­ğerleri bozmuş, soysuzlaştırmıştır.

Doğu Avrupa'da olanlardan çıka- nlması gereken en önemli ders: De­mokratik devrimden sosyalizme ge­çişteki her yapay ve yersiz zorlamanın üretici güçlerde kaçınıl­maz çürüme ve bozulmaya yol aç­masıdır. Düne kadar bu ülkelerde Komünist Partisinin müttefiki görü­nen güçler bu gün kapitalizme yöne­lişin öncüleri -yada bir türlü geçeme- yişin- tarihi, bir bakıma, proletaryanın öncülüğünün küçük burjuva sallantılarıyla yıpratılması, bozulması ve dejenere edilmesinin tarihidir.

ö te yandan, Bulgaristan ve Kü­ba'da demokratik devrimler sosyaliz­me varmış görünüyor. Elbette ki ye­ni bir devrimle olmasa da, iktidardaki ittifaklarda bazı değişme­lerle bu geçişler sağlanmıştır.

Portekiz ve Nikaragua'da 10 yıl­lık Sandinist iktidarı sosyalizme yara­madan şimdi bir geriye dönüş tehli­kesiyle yüzyüze gelmiştir.

Sonuç olarak, demokratik dev­rimden sosyalist devrime geçiş bi­çimleri için -hatta geçemeyiş sancıla­rı- için önceden bir yargıda bulunmak boş bir safsata olur. An­cak şu kadarı kesindir: Demokratik devrimden sosyalist devrime geçişte

35

Page 38: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

E m e k çeuresi ise, 12 E y / ü / sonrası "direniş cephesi" zemininden kopuşup burjuva sosyalizminin egem en olduğu "teslimiyet cephesine" yalpaladı ve o zeminde yıllarını harcadı. O ortamda olup oradan etkilenmemezlik olmazdı. Emek çevresi burjuva sosyalizminin en bayağı reformist tezlerinden bolca etkilenmiştir

süreçler ayn ya da iç içe gelişsin, proletaryanın müttefikleri aynı kala­maz. Proletarya, demokratik devrimi omuzladığı güçlerin b ü tü n ü y le sosyalizme yönelemez. Gündeme kaçınılmaz k o p u ş m a la r gelecektir ve bu kopuşmalar demokratik dev­rimden sosyalist devrime geçişte sı­nır çizgisi, ya da aşamadan başka birşey değildir.

Yazar "tek toplumsal devrim" gö­rüşünü ileriye sürerken, eski yapılan hataları da dikkate alarak Türki­ye'nin deney eksikliğinden ve tartış- malann soyut kalışından yakınmak­tadır. Şöyle denir:

"Birçok ülkenin devrim mücade­lesi tarihinde, önemli halk ayaklan- malan devrim girişimleri olmuştur. 1 9 0 5 Rus devrimi, 1 9 2 5 Bulgaris­tan halk ayaklanması yakın komşu­muz Yunanistan'ın faşizme karşı di­renişi ve iç savaş, yine komşumuz Irak'ın "14 Temmuz devrimi, Mısır'ın Port-said ayaklanması... hiçbir kitap­ta öğrenilemiyecek deneyler ortaya çıkarmıştır...

"Ülkemiz devrim mücadelesinin böylesi büyük tarihsel deneyleri yok­tur. Toplumu muzda ayaklanma gele­neği oluşmamıştır. Böyle olunca ül­kemizde doğru ve geçerli devrim stratejisi tespit ederken dayanabile­ceğimiz tarihsel deneyler ve bu de­neylerin ürettiği somut biçimlerden yoksunuz. Kitaplardan öğrenme ve soyutlama yöntemi doğal olarak ağır basıyor." (Emek s. 14)

Bunlar 1 9 6 0 ’larda söylense belli bir haklılık payı olabilirdi. 1990'lar Türkiyesi'nde yani son derece canlı ve yoğun 20 yılı aşkın devrimci mü­cadele deneyinden sonra bunlar söy- lenebiliyorsa, buradan bir tek sonuç çıkar: Emek çevresi pratik deneyleri­mizden öğrenme yeteneğini yitir­mektedir.

Evet, 19 0 5 gibi, 1 9 2 5 Bulgaris­tan halk ayaklanlanması gibi bir de­neye sahip değiliz. Ancak yaşadıkla- nmız devrim stratejisini d a h a somutlayabilmek için bir değere sa­hip değil midir?

Şu kadarını belirtmeye gerek yok ki, bir ülkede devrim stratejisi sınıflar konumuna dayanır. Rus devrimcileri belirledikleri stratejiyi 1 9 0 5 devri- minde sınadılar. Yoksa 19 0 5 devri- mine göre yeni strateji belirlemedi­ler.

Türkiye devrimci hareketi kendi ölçüsünde sınavlardan geçmedi mi?

ö n e çıkan birkaç deneye değinelim: 27 Mayıs'ta başlayan Yön ve Dev- Genç olarak gelişen hareket ülke­mizdeki demokratik devrim güçlerin en yaygın, en coşkulu kendini orta­ya koyuşu olmuştur. Bu hareket, devrimci demokrasinin hayallerini, hedeflerini, mücadele tarzını en gü­zel biçimde sergelemiştir. Ardından patlak veren 15-16 Haziran işçi olaylan ise devrimde öncülük tartış­masına büyük ölçüde son vermiş, genel olarak devrimci haraketi kalite olarak yükseltmiştir.

işçi haraketinin öne geçmesinin yanında, her yenilgi döneminde 'bit­ti'' "tükendi" denmesine rağmen D. Sol, D. Yol, Partizan vb. siyasi yapı­ların yeniden canlanabilmesinin ne­deni şehir ve kırlardaki geniş küçük- burjuva tabakalaradayanmalarındandır. Kürt ulusal kur­tuluş hareketinin de bütün gövdesiy­le mücadele sahnesinde yerini alma­sıyla önümüzdeki devrimci adımdaki güçlerin en genel tablosu tamamlan­mış olmaktadır. Ancak Emek yazan, bunca deneyi devrim stratejisine so- mutlamak için yeterli görmüyor. De­neylere karşı böyle bir kayıtsızlık ve algılama yoksunluğu ancak mücade­le yeteneğinde bir düşüşle açıklana­bilir.

Netice olarak, bu yeni "tek bir toplumsal devrim" sürecini T . Töre değil ama Kenan Kalyon şöyle for­müle eder: "Türkiye'nin gündemin­deki devrim, demokratik devrim biçi­minde bir ön girişe dayanan veya yoğun demokratik görevlerle yüklü ya da 'halk devrimi' çizgilerini taşıya­rak gelişen bir sosyalist devrimdir." (Emek s. 13)

Evet, bu "toplumsal devrim" an­cak böyle tanımlanabilirdi! Her kav­ramı içinde bulunduran bir tanımla­ma... Hiçbirşey eksik değil. Ancak yine de "yoğun demokratik görevler­le yüklü" olarak başlayan bu devri­min t e k b ir devrim süreci olarak nasıl sosyalist devrimi de kapsayaca­

ğını anlatmıyor.Emek çevresi, devrimimizdeki it­

tifaklar sorununu somut karşılıklany- la kavramıyor. Tekelci kapitalizmimi­zin pencerelerinden sosyalizmi görürken, k ö y lü s o ru n u göremi­yor; Ya da kırda kapitalizmin köylü sorununu çözdüğüne inandığı için konuyu hafife alıyor. O zaman stra­teji ister istemez "tek bir toplumsal devrime" kayıyor. Ve ne kadar laf cambazlığı yapılırsa yapılsın, bu yeni yaklaşımda Emek çevresi "sosyalist devrim" stratejisine evrimleşmiş olu­yor.

SONUÇ YA DA BU NOKTA­YA NEDEN GELİNDİ?

Emek sayfalannda demokratik devrim-sosyalist devrim tartışması nEden patlak verdi? Böyle bir tartış­ma 12 Eylülün ilk yıllannda ortaya çıkan yeni koşullara bağlanabilirdi, ancak 10 yıl sonra aynı şeyi söyle­mek yeterince açıklayıcı olamaz.

Bu konuda yine T . Töre'yi dinle­yelim:

"'Evre' ya da 'aşamalar sorunu üzerinde bu denli durmamın nedeni bu konuda doğmuş olan hatalı ve hatta demokrasi-sosyalizm ilişkisi üzerine (bizde de bir dönem etkide bulunmuş olan) sağ yorumlan göz­lerde netleştirebilmektir." (Emek s. 14) Töre, uluslararası yayınlardan "çarşaf çarşaf alıntılarla" mekanik uyarlamalar yaptıklannı ve sonuçta "demokratik halk devrimi stratejisi­nin sağ bir yorumunun ortaya çıktı­ğını belirtiyor.

"Stratejimizin anti-kapitalist yönü neredeyse unutuldu. Vurgu, anti- emperyalizm, anti-faşizm ve anti- tekelciüğe kaydı. Bu vurgu kayması, bu 'anti'lerin demokrasi evresinin görevleri’ biçiminde bir evrede top­lanmasına, dolayısıyla demokrasinin sosyalizm'den önceki bir aşamanın sorunu olarak görülmesine yol verdi. Birinci evre, sadece 'demokratikleş-

36

Page 39: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

meye ayrıldı." (a.y.)Herşey çok açık. T . Töre. TBKP

programı ile polemik yapıyor. Burju­va sosyalizmi 12 Eylül sonrası kendi özünü iyice açığa vurdu. Barikatların arkasına çağrı yapan "Konya konfe- ransfndan. mücadeleyi "demokratik parlamenter" bir düzen ufkuna indir­geyen burjuva sosyalizmin 12 Eylül ve "yeni düşünce" kıskacında sosyal demokrat bir çizgiye evrimleşti.

Emek çevresi ise, 12 Eylül son­rası “direniş cephesi" zemininden kopuşup burjuva sosyalizminin ege­men olduğu "teslimiyet cephesine" yalpaladı ve o zeminde yıllarını har­cadı. O ortamda olup oradan etki- lenmemezlik olmazdı. Emek çevresi burjuva sosyalizminin en bayağı re­formist tezlerinden bolca etkilenmiş­tir. Şimdi ise TBKP programıyla iha­netin zirvesine tırmanan burjuva sosyalizminden kopuşma telaşına kapılan Emek çevresi bugün dün yaptığının tersini yapıyor. Dün sa ­ğa yalpalamıştı, bugün sö zd e sola kayıyor.

Burjuva sosyalizminin "demokra­si evresini" mutlaklaştırması karşısın­da, T . Töre, devrim stratejisinin öz­ce birbirinden farklı aşamalarını kaldmp, olayı "tek bir toplumsal dev- rim"e indirgeyince sağ etkilerden kurtulduğunu sanıyor. Bir yanlışa başka bir yanlışla cevap vermek bel­ki bir yoldur, ancak doğru ve dev­rimci bir tavır olmadığı çok açık. Burjuva sosyalizminin henüz bugün­kü bayağı konumuna gelmeden ön­ce temel hatası, demokratik devrim görevlerini kabul etmesinde değildi. Bugün Türkiye'de hemen her ilerici, aydın ülke sorunlarına biraz aydınlık bir kafa ile bakıyorsa dem ok rasi (ulusal sorunu da kapsar), sanayi, toprak konusunda ilk elden yapıla­caktan ortaya koyabilir. Samimi olanlar ise, bizzat bu yolda kendi tar­zında mücadele edebilir. Ancak so­run bu görevlerin h an gi yoldan başarılacağına dayanır. Burjuva sos­yalizmi demokratik devrim görevleri­ni, binbir örtülü laf altında daima (te- keldışı) burjuvaziye ısmarlamıştır. Düne kadar örtülü olarak yaptığını bugün, üstelik "ulusal ekonomiye katkıda bulunan işadamlan "na çağn- da bulunarak açıkça yapmaktadır.

Oysa Türkiye koşullarında, bıra­kalım demokratik devrim görevlerin tamamını, en basit demokratik hak­lan elde etme ve korumaya yetenek­

li bir burjuva katman yoktur. Bu gö­rev ancak proletaryanın devrimci de­mokrasiyle kuracağı ittifakla başarıla­bilir. Oysa TBK P ve benzerleri sosyal-demokrasi kuyrukçuluğunda demokrasiye giden bir yol bulduklan- nı sandılar. Koyu yenilgi yıllannın doğal bir sonucu olarak, şimdi burju­va sosyalizmi dün savunduğu de­mokrasi teleplerinden bile çok geri­lere kaymıştır. Onların demokratik devrim görevlerini böyle "sağ" yo­rumlamaları. hatta bunları sosyal- demokrasiye ısmarlamaları, bu gö­revlerin var olma gerekliliğini orta­dan kaldırmaz.

Ancak Emek sayfalarındaki tar­tışmalarda T. Töre “aşama" ile "sağ yorumu" özdeşleştirerek sorunun özünü kavramadığını açığa vurmuş oluyor. Demokratik devrim-sosyalist devrim aşamaları Türkiye de kapita­lizmin durumu ve sınıfsal yapı ger­çekliklerinden çıkar. TBKP gibi siya­setlerin "demokratik görevleri” mutlaklaştırmalan ve burjuvaziye bağlamalan, bir kalem darbesiye aşamaları ortadan kaldırmakla en­gellenemez.

T. Törenin sağ etkilerden ko- puşmak isterken sö zd e sola savrul­duğunu söylemiştik. Özde değil söz­de olan bu savrulmayı açıklayalım.

Türkiye koşullarında sosyalist devrime kaçan bakış açıları yaşadığı­mız dönemin demokratik devrim gö­revlerine bir kayıtsızlığı getirir. Bir dönemin TİP'i "antiemperyalist" gençlik eylemlerini bu mantıkla kü- çümsemişti. Ve faşizme karşı daima pasif kalıp, CHP'ne dilekçe vermek­le yetinmiştir. Şimdi TBKP "demok­rasi görevlerine" sarılmış görünüyor. Ancak d ev rim ci bir tarzda değil en

bayağı, açık, örtüsüz burjuva kuyruk- çuluğuyla aslında bu görevleri bozu­yor, soysuzlaştınyor.

Öte yandan, sosyalist devrime eğilim pratikte ittifaklar sorunu in- melendirir. Kendilerine sosyalist de­seler de, en son ufuklan devrimci demokrasi olan radikal küçükburjuva eğilimlerini (eski isimleriyle D. Yol. D.Sol. Partizan vb.) ittifaklar alanın­da ihmal etmek, bizde demokratik devrim mücadelesinin canlı akışın­dan kopukluk anlamına gelir. Emek çevresi, burjuva sosyalizmi bataklı­ğından kopuşmaya çalışsa da üzerin­de o zeminin derin ve güçlü izlerini taşıdığı için "direniş" cephesine hâlâ yaklaşamamıştır.

Bir önemli örnek: "Devletin düş­manca uygulamasına karşı nispi ola­rak gelişen Kürt olma hissi ve duy­gusu, ancak bu gelişme sadece politik yönüyle demokratik bir geliş­medir. Sosyalizm yolunda bir geliş­me, sınıf yanından bir gelişme yok­tur...

'TC . Devleti bugünkü şartlarda isterse PKK'nın Türkiye Kürdistan'ı üzerindeki mücadelesini ezebilir an­cak düzenin teröre ihtiyacı vardır. Yeniden iktidarlaşmasını PKK'ya karşı mücadelesini meşrulaştmrak gerçekleştirmeye çalışmaktadır. (Emek s. 14 N.Şeker)

İşte, Emek çevresinin "tek top­lumsal devrim" parolasıyla, sözde kopuşmaya çalıştığı burjuva sosyaliz­mi bataklığının çok tipik mantık ya­pısı hâlâ dergi sayfalanndan direniş güçlerine nefret kusmaya devam edi­yor.

"Daha az parlak laf, ancak mü­cadelenin akan canlı p ratiğinedaha büyük bir dikkat".■

37

Page 40: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

Türkiye'de Sosyal Demokrasi

Kemal SARUHAN

Drgimizin Ağustos 1989 ta- ihli 8. sayısında Kem al Sa- ıuhan imzasıyla yayınlanan

Türkiye'de Sosyal dem okrasi baş­lıklı yazı, teknik hatalar ve dizgi yanlışlıkları nedeniyle anlaşılmaz bir halde yayınlanmıştı. Türkiye'de Sosyal dem okrasinin evrimini inc- leyerek, bu akımın faşizm i orta­mında yaşadığı sonucu dönüşümü üzerinde hareketim izin görüşlerini e le alan yazıyı arkadaşım ızdan ye­niden değerlendirm esini istedik. Kem al Saruhan'ın bazı gen el tak­tik bölüm leri çıkartarak tekrar e le aldığı yazıyı aşağıda yayınlıyoruz.

Sosyal demokrasi kavramı, Tür­kiye'nin politika yaşamına 60'lı yılla­rın ikinci yansında "Ortanın Solu" sloganıyla girmiştir. Zamanında CHP içinde bile "Moskova yolu" ola­rak gösterilip komünizmle bir tutu­lan "Ortanın Solu" sözünü ilk telaf­fuz edenlerin başında ömrü boyunca egemen politikanın vazgeçilmez si­malarından biri olarak kalmış İsmet İnönü gelir.

Sosyal demokrat akım, CHP 18. kurultayında Bülent Eceviti'in genel sekreterliğe getirilmesiyle partiye sonraki politik rengini kazandırmış, böylece CHP'nin idelojik görünü­münde az-çok köklü bir değişim ger­çekleşmiştir. 1967'den itibaren Tur­han Feyzioğlu, Ferit melen, Orhan Öztrak gibi finans-kapital güdümün­deki geleneksel devletçi kadroların tasfiyesiyle başlayan süreç, Kemal Satır ve Nihat Erim'in ekarte edilme­siyle yoğunlaşmış, partinin yeni poli­tik konumu üzerine İnönü ve Ecevit arasında başgösteren çekişme, İsmet

38

Paşanın 1973'te partiden ayrılma­sıyla sona ermiştir.

İnönü ve çevresindeki eski kadro­ların "Ortanın Soluna yükledikleri statükocu anlam, 73'ten beri tümden Ecevit'in varlığını benimsemiş CHP'yi "Demokratik Sol" parolasına yöneltti. O günün çekişmeleri içinde bu kavram, sosyal demokrasiyi eski kadroların stakükocu yorumundan ayıran bir idelojik belirlemeye dönüş­müştür. 1976'da kabul edilen parti programının temelini de "Demokra­tik Sol" kavramı oluşturur.

Dr. Himmet Kıvılcımlı, 4 Mart 1967 tarihli Sosyalist gazetesinde yayınlanan bir yazısında "Ortanın Solu" parolasıyla doğan yeni ak ı­mın sınıfsal içeriğini şu sözlerle b e ­lirler: "Ortanın Solu. CHP içindeki Finans-kapitalist azmlığakarşı Kü- çükburjuva ve Hürburjuva hoşnut­suzluğundan kaynak almış devletçi Kapıkulu zümrelerinin isyan bayra­ğıdır. Bu ciddi bir durumdur." 1

Kıvılcımlı, CHP içinden gelen tepkinin iki başlı sosyal dayanağa oturduğunu belirtiyor: Küçük üret­menler ve burada hürburjuvalar ola­rak adlandırılan tekeldışı burjuvazi. Günün koşullarında bu iki ara sosyal gücün tepkileri, Devlet Sınıfları gele­neğini sürdüren eksi devletçi kadrola­rın öncülüğünde yürütülmüştür.

Türkiye'de sosyal demokrasinin doğuş evresinde gözlemlenen bu orijinal durum, 60'lı yılların hareketli ortamında yaşanan büyük toplumsal kopuşmaların ve sınıfsal güç denge­lerindeki ciddi kaymaların ürünüydü. Ancak, devletçi zümrelerin öncülü­ğü, halkı Osmanlı toprak sisteminin

güdülen köylüsü olarak gören ve ana doğrultusunda bütün politik he­deflerini "devletin bekasına yönelt­miş gelenekçi kavrayışıyla, toplum­sal güç kaymalarını dar statüko kalıplan içine sığdırmaya zorlamak­tadır. Bu bakımdan, CHP tabanında 50'lerden beri birikerek kaynamaya

dönüşmüş sosyal sınıf tepkileri, kitle­sel dinamiklere karşı önyargılı ve gü­vensiz gelenekçi kadroların politik tekelciliği dolayısıyla devletçi güdüm- lendirmenin sınırlayıcı etkileri altında kalarak karmaşık bir çalışmalar plat­formuna yayılmış halde bulunur.

Doğuş sürecinde taşıdığı bu özel­likler açısından bizdeki sosyal de­mokrat hareket, Batının Marksizm kökenli partilerinden köklü bir aynlık taşır. Avrupa'da II. Enternasyonale bağlı genel özellikleri itibariyle dev­rimci sosyal demokrat partiler, 19. yüzyıl sonu ve 20 . yüzyılın başında geçirdikleri büyük dönüşümle Mark­sizm'den hızla uzaklaşarak, aristok­rat işçilerin kaygan zümre çıkarlarını benimseyen, ideolojik anlamıyla re­formcu sosyal burjuva partileri hali­ne gelmişlerdi. Tekelci devlet kapi­talizminin siyasal ve ideolojik mekanizmalarına uyum sağlayarak evrimleşen Avrupa sosyal demokra­sisi, 2 . Savaş sonrası süreçte finans- kapital egemenliğiyle "sol"dan yeni bir bütünleşme yaşadı. Bu yüzden, Batılı sosyal demokrat partilerin evri­mi, işçi sınıfı ideolojisinden finans- kapital politikacılığına doğru aşamalı bir tarihsel gerilem eyi ifade eder. 601ı yılların sınıfsal kopuşmalannm etkisiyle finans-kapital ağlarından sıynlmaya yönelen CHP'nin yaşadığı

Page 41: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

kabuk değişimi ise. orta tabakalar ve küçük burjuvaziye doğru gerçekleşen daha ileri bir politik zemine geçişi.

Tekeldışı burjuvazinin reformcu özellikleri ile küçükburjuvaların bur- juvalaşmaya yönelik ütopik özlemle­ri, sosyal demokrasinin progmatik yapısından kaynaklanan idelojik şe­kilsizliğinde kendi kaygan-elastiki bünyelerine uygun teorik bir ifade aracına kavuştular. Sosyal demokra­sinin sınıfsal derinlikten yoksun amorf kavramları, Batı'da proletar­yayı ideolojik olarak güdümleyen fi- nans-kapital anlayı şına uygun bir içerik kazanırken, bizde orta tabaka­lar ve ütopik burjuva etkileri altında­ki küçük üretmenlerin tekeller karşı­sındaki hoşnutsuzluğunu dile getiren politik ifade araçlarına dönüştüler.

O nedenle, sınıf mücadelesinin gerçekliklerine uygun düşmeyen üto­pik özellikleri ile daha baştan reali- zasyon olanaklarını yitirmiş olmasına rağmen, 1973 Seçim Bildirgesi (Ak Günlere) ve 1976 programının talep­ler bütünlüğü, çoğu Batılı sosyal de­mokrat, partinin programından ol­dukça solda, radikal bir görünüm taşır.

Kıvılcımlı, tarihsel kökeni dolayı­sıyla düzenin kurumsal yapısına de­rinlemesine nüfuz etmiş bir partinin tabanından yükselen bağımsızlaşma talebini ciddiye almakta çok haklıydı. Yukarıda bir pasajını aktardığımız makalesinde "Ortanın Solu ve Kü­çük Üretmenlerin" sosyal talepleri arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor, ko­puş sancılarının CHP'yi şiddetli ve keskin bir dönüşümle bir büçükburju- va partisi haline getirmesini diliyor­du.

Kıvılcımlının buradaki tavrı, tek yanlı platonik bir sempatiden ya da iyicil, safça bir abartmadan oldukça uzaktır. "Ortanın Solu ve Küçük Üretmenlerimiz" yazısında genel sekreter Ecevit'i sınıf gerçekliklerimi­zi kavrayamamak ve küçük üretmen­lerin anti-tekelci eğilimlerini ütopik tevletçilik tekerlemelerine boğarak bulandırmakla suçlar. Yeni politik akımın, genel toplumsal isteklerle tu­tarlı bir bütünleşme arzulanıyorsa, küçük üretmen yığınlanna dayanma­sını öğütler. Yazı, küçük üretmenle­rin biricik ve en samimi dostunun iş­çi sınıfı olduğunu vurgulayarak, "İkinci Kurtuluş Savaşı" (o günün po­püler deyimiyle işçi sınıfı öncülüğün­de demokratik devrim) çağrısıyla so­

na erer.Kıvılcımlı nın yazıdaki amacı, her

zaman yaptığı gibi nesnel kopuşma- lara -proletaryanın devrimci çıkarları açısından- politik bir m üdahalede bulunmaktır. Ancak, finans-kapital ve pre-kapitalist sermaye egemenli­ğine karşı yükselen her sosyal tepki­yi proletaryanın taktik yönlendiricili­ği altında eğiterek pratik ittifaklara yöneltme isteği, devrimci güçlerin "derleniş olanaklarını harakete geçi- remediği "anarşi" (kargaşa, dağınık­lık) ortamında pratik müdahalelerle bütünleştirilemediğinden, nesnel sü­reçler üzerinde istenen somut etkiyi yaratamaz. CHP, bir küçükburjuva partisi olarak değil, küçükburjuvazi- nin ütopik-reformist eğilimlerini ye­değine alan bir tekeldışı burjuva eği­limi olarak şekillenir.

Finans-kapitalden bu kopuşun daha ileri bir konuma yükselememe- si hangi nedenlere bağlıdır?

En başta, proletarya tepkilerinin düzenden yeterli bağımsazlaşmaya erişememesine. Bu neden, sosyal kopuşmaları yönlendirecek güçlü bir proleter devrimci hareketin inşasını zaafa uğrattığı gibi .böyle bir öncü­lükten yoksunluk, proletaryanın dev­rimci siyasal eğitimini de güçleştir­miştir. Yalnız ve ancak proletarya hareketinin güçlü siyasal etkileri, kü­çük üretmenlerin sosyal tepkilerini uyararak bağımsızlaşmaya yöneltebi­lirdi. Küçük üreticilerin ütopik burju- valaşma özlemleri, sosyal bunalımla­rın yıkıcı sonuçları ve proletaryanın devrimci uyarıları karşısında köklü bir çözülüşe uğramadan, düzenden gerçek bir siyasal bağımsızlaşmayı ummak hayli olanaksız olacaktır.Bu durumda özlem ve hoşnutsuzluk ara­sında bocalayan küçükburjuvazi, re­formist burjuva sığlığının politik avu- tuculuğuna kapılmaktan kendisini alamaz. Tekeldışı burjuvazide kendi hayal ettikleri "mütevazi" geleceği gören küçükburjuvaların ütopik öz­lemleri, bir bakıma onun siyasal programında belli ifade araçlarını bularak kışkırtılır.

Diğer yandan, Devlet Sınıflarının vesayetinde finans-kapital egemenli­ği yaratarak onun siyasal aparatıyla bütünleşmiş olan CH P’nin g elen ek­se! devletçiliği ile. tıpkı onlar gibi devleti sanıflarüstü bir kurumlaşma olarak sınırlandırmaya heves duyan yaban burjuvazinin ütopik devletçi­liği pratikte hep üst üste düşmüş, ta­

bandan gelen sosyal tepkinin ilerle­yişini frenleyici bir etki yaratmıştır. Devlet kapitalizmi tekeller çağının gerçeğidir. Bizde finans-kapitali ya­ratan da devletçilik olmuştu. Devlet­çilik hayallerinden sıyrılmadan fi­nans-kapitalden gerçek bir siyasal bağımsızlaşma da mümkün olamaz­dı.

Kaldı ki, tekeller egemenliğinden duyduğu hoşnutsuzlukla ondan ko- puşmaya girişen tekeldışı burjuvazi, işçi sınıfı ve aydın gençliğin radikalle­şen kitlesel eyleminden ürküntü du­yarak finans-kapitalden kesin biçim­de yollarını ayırmaya cesaret edemezdi. Ecevit, "Ortanın Solu"nu "yoksulluk çeken insanlarda biri­kecek isyan duygullarını" "yıkıcı bir sel haline getirecek" "aşırı sol akımlar"a karşı "en sağlam duvar, en etkili set" olarak tanımlarken, (2) kendi solundaki güçlere karşı tavnnı belirliyor, finans-kapitalin gözünde açık bir meşruiyet arayışını dile geti­riyordu. Böylece, parti tabanından gelen tepki, daha baştan devrim korkusu ile sınırlandırılarak piç edil­me yoluna sokulmuştur.

DEVLET SINIFLARI VE CHPCHP'nin 601ı yılların sonlarında­

ki dönüşümünü açıklayabilmek için onun tarihsel kökeni üzerinde biraz durmakta yarar var. "Devletçilik" dö­neminin "tek partisi CHP, cılız Anadolu burjuvasizi adına Kurtuluş Savaşını yürüten Devlet Sınıflarının öncülüğünde kuruldu. Devlet Sınıfla­rının dayandıkları burjuva sınıf örgüt­leri, Kongreler safhasında toparla­nan Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri olmuştur. CHP, Cumhuriyetin ilanından sonra Müda­faa-i Hukukun açık bir siyasal parti kimliği kazanmasından doğdu.

1600'lü yıllardan beri derebeyle- şerek toplumsal yapıyı kastlaşmaya uğratan tefeci-bezirgan sermayeye karşı Batı kapitalizminin etkisi altın­da devleti modernize ederek toplu­mu "çağdaş uygarlık seviyesi'ne ulaş­tırmayı arzulayan Devlet Sınıflarının genç ve diri kesimleri, modern sos­yal sınıfların yokluğunda, toplumsal açılımlara ön ayak olmuş, devleti kurtarmak amacıyla gerçekleştirdik­leri yukarıdan eylemleriyle toplumu burjuvalaşma yoluna sokmuşlardı. Tarihsel kökeni Osmanlı devletinin oluşum sürecinde mayalandırın rol oynayan göçebe komün gelenekleri­ne dayak Devlet Sınıflan, güdücü

39

Page 42: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

D ev letç i zümrelerin kalburüstü kesimleri, yukarıdan aşağıya finans-kapital yaratma girişimlerine öncülük ederek, doğrudan bu oluşumun içinde yer aldılar. Finans-kapitali yaratıp besleyen Devlet Sınıfları, ona dayanarak 1950 yılma dek gene onun adına siyasal, iktidarı yürütmeyi sürdürdüler. İşte CHP, Devlet Sınıflarının koruyucu yönlendirmesi altında yürütülen finans-kapital egemenliğinin "tek parti"si oldusosyal davranışları bakımından sınıf­lardan bağımsızmış gibi görünseler de. politik eylemleri s tn ı f la r d o ğ ­r u ltu su n d a gelişmiş, devrimci bir burjuva sınıfın bulunmadığı Türki­ye'de burjuva devrimini de onlar ger­çekleştirmiştir.

Biz de toplumun, kendi ekono­mik dinamikleriyle modem bir bunr- juva sınıf yaratamayışı, kapitalizmin de onların vesayeti altında kurulma­sına yol açtı. 20 . yüzyılın kapitalizmi finans-kapitalizmdi. Sermayenin asa­lak evrensel karakteri, Türkiye kapi­talizmi açısından da belirleyici oldu. Antika sermayedarlığın en irileşmiş unsurları, sınırlı kapitalist sermaye ile İş Bankası ve diğer devlet banka­larının kasalarında sentezleştirilerek, asalak bir finans-kapital zümresi ya­ratıldı.

Devletçi zümrelerin kalburüstü kesimleri, yukandan aşağıya finans- kapital yaratma girişimlerine öncü­lük ederek, doğrudan bu oluşumun içinde yer aldılar. Finans-kapitali ya­ratıp besleyen Devlet Sınıfları, ona dayanarak 1950 yılına dek yine onun adına siyasal iktidarı yürütmeyi sür­dürdüler. İşte CHP, Devlet Sınıfları­nın koruyucu yönlendirmesi altında yürütülen finans-kapital egemenliği­nin "tek parti'si oldu.

Devlet Sınıfları, "çağdaş kapita­lizm" özlemleriyle bir modem ser­mayedar sınıfı yetiştirme yoluna ç ık ­tıklarında, dayanmak zorunda kaldıkları güç, 17. yüzyıldan beri üre­time pençelerini atarak Anadolu hal­kının kanını emen antika para beyli­ği ve büyük arazi sahipliğinden başkası değildi. Olamazdı da. Burju­va sınıf gökten indirilemeyeceğine göre varolan sınıflar burjuvalaştırı- lacaktı.

Devlet Sınıflan bir yandan büyük toprak mülkiyetiyle içiçe geçmiş te­feci -bezirgan sermayeyi banka- şirket tapınağına çekerek burjuvalaş- tırma çabaları güderken, öbür yan­

dan tefeci-bezirganlığın gerici eğilim­lerini de sürekli denetim altına alma­ya çalışmak zorunda kaldılar. Bu du­rum, tek parti yönetimi altında aşırı genişlemiş bir memurin" ordusunun bütün siyasal yaşamı donuklaştırma­sına yol açtı.

"Bir sınıftan alm adan bir başka sınıfa veremezsiniz" der Marks. Devleti kuran ve onunla bütünleşen CHP de, burjuva sınıf yaratmaya yö­nelik resmi sermaye birikim politika­larıyla halktan çalınan değerleri fi- nans-kapitale aktardı. Bu acımasız soygun politikalarına karşı örgütsüz ve dağınık bıraktırılmış halkın tepki­leriyse, "devletçilik" kakofonileriyle uyutulup bastırıldı. Bu politikalar, halkın gözünde CHP'nin aşırı ölçüde yıpranmasına neden olmuş, partinin proletarya ve köylülükle arası açıl­mıştır.

Diğer yandan, kendisinin palaz­landırdığı finans- kapitalin kır gerici­liğiyle ittifakını geliştirerek denetim­den uzaklaştırdığı "aşın/ı/c"larına tepkili Devlet Sınıfları ile onların bü­rokratik vesayetine karşı direnen fi­nans-kapital arasındaki sürtüşme, tek parti iktidarının aşınmasını hız­landırdı. "Dörtlü Takrir" ile CHP içindeki politik kanallarını genişleten finans-kapital özeğilimî, 1946'da İnönü'den alınan icazetle CHP'nden koparak DP'ni örgütlemeye girişti. Ve "çok partili demokrasiye geçiş"in ilk şaibeli seçimlerinden sonra DP, 1950 yılında sağladığı büyük oy ço­ğunluğuna dayanarak hükümeti oluş­turdu.

Türkiye'de bir modern finans- kapital zümresinin yaratılmasına ön ayak olan CHP, çelişkili politik bün­yesi itibariyle bizde kapitalizmin geli­şim özelliklerinin damgasını taşımış­tır. Milli mücadeleyi yönlendirerek devleti kuran ve 1950 yılına dek sür­dürdüğü iktidarı boyunca siyasal ku- rumlarla bütünleşen bu partinin poli­tik tutumu, hiç kuşkusuz Devlet

Sınıflarının gelenekçi anlayışlanyla yoğrulmuştur. Ancak, "politika sınıf­ların işidir" ve Devlet Zümreleri, ger­çek politika yapmaya giriştikleri her momentte mutlak olarak belirli bir sınıfa dayanm a zorunluluğuyla karşı karşıya kalırlar. Bizde de bir modem burjuva sınıf yaratma özlemleriyle yola çıkan devletçi kadrolar, nesnel gerçekliğin şaşmaz iradesine karşı koyamayarak bir asalak finans- kapital zümresi yarattılar. Sermaye­nin bize özgü gelişim dinamikleriyle kendi zihinlerindeki gelenekçi kalıp­lar arasındaki çelişki, Devlet Sınıflan- nı hem finans-kapitale dayanmaya, hem de onu gelenekçi kavrayışın ka­lıplan içine sığdırmaya zorladı. Önce finans-kapitali yetiştirdiler, sonra da büyük şehirlerde sağladığı ekonomik tahakkümü bütün Türkiye kırlarına yayarak biricik siyasal egemenliğini pekiştirmeye girişen finans-kapitalin güdümüne girmek, ya da onun tara­fından bir kenara itilmek gibi kaçınıl­maz bir sonuçla yüz yüze geldiler.

Devlet Sınıfları, teorik soyutlama düzeyinde üretici güçlerin gelenek kategorisine giren bir tarihsel kanı­tıdır. Sınıf mücadelesinin canlı ger­çeklikleri içinde gelenek- görenek kalıntıları, ancak sm flar doğrultu­sunda haraket edebildikleri ölçüde somut aksiyon olanakları kazanabi­lirler. Tarihin akışıyla bir zıtlaşma içi­ne girdiği anlardaysa gelenek yaşa­yan kuşakların beyninde tortulaşmış "geçmiş çağların hayaletleri" (Marx) olmaktan öte bir anlam taşıyamaz. Bu bakımdan, finans-kapital doğrul­tusundaki güdücü eylemiyle CHP, Devlet Sınıflarının vesayetinde bir finans-kapital partisi ya da daha uygun bir deyimlendirme ile ifade et­mek gerekirse, bir devletçi finans- kapital partisi olarak kaldı.

Devletçilik fideliğinde palazlanıp semiren finans-kapital, 1940'lann ortalarına gelindiğinde, bütün Türki­ye kırlarını kendi pazar hakimiyeti altında birleştirmeye, ülke üzerinde dolaysız siyasal egemenliğini oluştur­maya yetenekli hale gelmiştir. Bu noktada, Devlet Sınıflarından bağım­sızlaşan finans-kapital, içte DP ikti­darının "herşeyden önce ziraat" pa­rolasıyla hızla kırlara açılıp, tefeci- bezirgan sermayeyi acenta ve bayilik ağları içine çekerek kendi eğemenlik mekanizmalarına bağlarken, dışta uluslararası finans-kapitalle Türki­ye'yi, yıpratıcı bağımlılık koşullan içi­

40

Page 43: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

ne iten bir bütünleşmeye doğru yö­neldi. On yılda bütün Türkiye kırları­nın altı üstüne getirildi. Küçük üreti­cilik hızlı bir mülksüzleştirme sürecine sokuldu. Hazine topraklan- nın ve devlet kaynaklarının yağması, büyük şirketlere yönelik teşvik ve sübvansiyonların beslediği toprak, para ve meta spekülasyonunun art­masına, yüksek oranla dış borç biri­kimine, hesapsız dış ticaret vurgu­nuyla bütçe açıklarının büyümesine, emisyon hacminin şişmesiyle tırma­nan enfasyondan dolayı zaten tekel­ci fiyatların baskısı altında bulunan iç piyasanın donukluğa uğramasına yol açtı. Ülke toprakları ordunun deneti­minden uzaklaştırılmış emperyalist üsleri ve silah tepoları haline getiril­di. Emperyalist sermaye ve tefeci- bezirganlıkla bütünleşmesi, "altıok"lu Kemalist efsanenin kendi içinden doğan kaçınılmaz inkarını yarattı. Sonuç, sınıf çelişmelerinin derinleşti­rilmesi ve ülke ekonomisinin köklü bir krize sürüklenmesi oldu. DP hü­kümeti eliyle uygulanan yeni finans- kapital politikaları, 19 5 8 bunalımı­nın patlak verişiyle tıkanıklığa girdi. Bu durumda sosyal sınıf güdücüsü iktidar hepliğinden, küçük bir azınlık egemenliğinin kapıkulu hiçliğine iti­len Devlet Sınıfları ile finans-kapital arasındaki sürtüşme, İnönü'nün Ma- nista’da taşa tutulması, Mecliste CHP hakkında kurdurulan "tahkikat komisyonu "yla gittikçe şiddetlenen bir politik zıtlaşmaya dönüştü.

Devlet Sınıfları, tefeci- bezirganlı­ğın kaypak ve sinsi gericiliğine karşı sürekli bir kuşku ve güvensizlik duy­muştu. (Onların gözünde finans- kapital egemenliği, hiç olmazsa sa­nayi ve modernleşmeyle mazeretli­dir.) Finans- kapitalin devlet vesaye­tinden sıyrılıp tefeci-bezirganlıkla ittifakını pekiştirmesi. Devlet Sınıfları arasındaki hoşnutsuzluğun da asıl kaynaklarını oluşturdu. "Kanun dai­resinden çıkmış tekeller soygunu, sınıf çelişkilerini arttırıp 6 0 0 yıllık "hamiyetli devlet baba'nın "itibar-ı şahanelerinde zayıflamaya yol açtık­ça politik kaygıları yükselen Devlet­çi Zümrelerin vasilik damarları ka­bardı. "Milli birliğin"parçlanmasından, devlet otoritesinin zedelenmesinden ve sınıf çelişmeleri­nin "sosyal patlamalar a çlönüşme- sinden ürken gelenekçi CHP, fi­nans-kapital "aşırılıklarının "devletçi nizam" içinde yumuşatılmasından

yanaydı. Bu yüzden İsmet Paşa, 27 Mayısa doğru sertleşen üslubuyla fi- nans-kapitali "kanun yoluna çağırdı durdu. Yoksa, finans-kapitali yaratıp besleyen bir partinin, onun zümre egemenliğinin köklerine yönelik bir itirazı bulunamazdı. İsmet Paşanın tavrı, aile bütünlüğünün zayıflama­sından şikayetçi yaşlı "ataerkil ba­ba' nın "hayırsız büyük oğulu "nush ile" yola getirmek kabilinden öfkeli yakınmalarına benzemekle kaldı.

CHP ile DP arasında sınıfsal ya­pıları bakımından bir farklılık bulun­maz. Biri finans-kapitalin kızağa çe­kilmiş devletçi "hayalet" partisi, diğeri finans-kapital tefeci-bezirgan ittifakının siyasal temsilcisidir. Aralarındaki farklılık son tahlilde fi­nans-kapital egemenliğinin hangi yöntemlerle yürütüleceğine ilişkin bir politik ayrılığa indirgenebilir. Bu politik farklılık, bunalımın baskısı al­tında düzen-içi bir kutuplaşmaya dö­nüşmüştür.

Nitekim. 46'da DP kuruluşuyla CHP'nden desteğini çeken finans- kapital, Bayar-Menderes politikaları­nın açmazı karşısında "baba evinin kapısını usulca tıklatmaktan çekin­mez. 27 Mayıs gecesi alt-üst olan si­yasal dengelerin genel finans-kapital yörüngesine oturtulmasında, Devlet Sınıfları geleneğinden çıkmış öfkeli subayların finans-kapitalle uzlaştırıl- masmda. İnönü ve CHP başrolü oy­nar. “Ataerkil baba" rejimin selameti uğruna "hayırsız büyük oğulu" düştü­ğü "zor dururh'dan kurtarmaya giri­şir. 27 Mayıs finans-kapital rotasına sokulur. 27 Mayisin piç edilmesine karşı ayaklanan "sergüzeşt" subayla­rın "etkisiz" hale getirilmesi ve ordu içindeki kaynaşmanın bastırılıp yatış- tınlmasıyla "tren selamet rayına oturtulmuş" olur.

27 Mayıs Anayasası kapitalizmin sancılı gelişimi sonucu oluşan yeni sınıf dengelerine uygun olarak "reji­min çerçevesi' ni genişletmiştir. Yıldı­zı tekrar parlayan İsmet Paşa, artık huzura kavuşacağını düşünmekte­dir.Ama işler hiç de sanıldığı gibi yü­rümez. Finans-kapitalin yollannı açanlar, onun tarafından ikinci kez kenara itilirler. 1 9 6 5 seçimlerinde oy çoğunluğuyla oluşturulan AP hü­kümeti Menderes'in uygulayamadığı "istikrar tedbirleri' ni yürürlüğe sokan 27 Mayisin sağladığı sermaye biri­kim olarakları üzerinde montaj sana­yine sıçramış olan finans-kapitalin

dizginsiz soygun politikalarını güç­lendirir. "Kıratın Şahlanışı" ile yeni bir Menderes havası estirilir.

Ancak, finans-kapitali bunalım batağından çıkartan 27 Mayıs hare­keti. yarattığı yeni yasal çerçeve ile sosyal mücadelenin politik kanallan- nı da az-çok genişletici olanaklar sağladı. 50'ler boyunca bastınlan tepkiler, "nisbi özgürlük" ortamında su yüzüne çıkarak kitleselleşti. TİP'in bulanık öncülüğü altında sosyalizme yönelen proletarya ve gençlik müca­delesi, AP eliyle uygulanan finans- kapital politikaları karşısında TİP'i de aşarak gittitçe daha radikal bir nite­lik kazanmaya başladı. Bu durumda genişleyen tekeller soygunu altında orta tabakalar ve küçük üretmenle­rin birikmiş hoşnutsuzluklan, prole­tarya ve gençliği saran mücadeleci ruh halinden etkilenerek, egemen zümrelerden bağımsızlaşma yoluna doğru girmiştir. Söyleyene değil, söyletene bak derler. Reel politikacı İsmet Paşaya da sosyal demokrasi telaffuz ettiren etken, CHP tabanını kaynatan bu sosyal istekten başkası değildir.

50'li yıllarda uygulanan finans- kapital politikaları, kırda köylülüğün hızla çözülüp mülksüzleştirilmesine, ülkenin yeni sömürgecilik ağlarına sokulup üretken sermaye birikimi kanallarının tıkanmasına yol açmış­tır. Bu sonuçlara karşı biriken yığın tepkisi, devletçi şartlandırmanın ka­buğunu yırtamadığından günün tek muhalefet partisinin, "kanun daire­sinden çıkmış finans-kapital soygu­nuna karşı Devlet Sınıflarının kaygı­larını kaynatan CHP'nin yörüngesine aktı. Kendi politik iç ka­namalarından başını alıp yığınlar de­nizine açılamayan ve bu yoldaki her girişimi "tek parti istibdatı'nca geriye püskürtülen TKP. 1951 tevkifatıyla tasfiyeye uğratılmıştı. CHP tabanın­da biriken küçük üretmen ve vahşi burjuva eğilimleri, aynı arsız politika "Kırat" etiketiyle karşısına dikildiğin­de, proletarya ve aydın gençlik eyle­minden cesaret alarak partiyi yeni bir kaynama momentine sokmuştur. Devlet Sınıflarının sosyal demokrasi telâffuzu, bir yandan sosyalizmi siv­rilten sınıf mücadelesine karşı etkili bir politika barajı örmek, öbür yan­dan birkez daha kanun ve gelenekçi teamül yolundan fırlamış finans ka­pital uygulamalarının komünizmle ürkütülüp devletçi ütopiyle heveslen-

41

Page 44: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

C H P ' n d e 12 Mart'ın netleştirdiği yol ayrımı, Devlet S ın ıfları geleneğinin s ın ıf savaşının canlılığı içinde çözülüşüne örnek oluşturur: Bir yanda "Ordu+ CHP= İktidar” sloganıyla hareket eden finans-kapital güdüm ündeki azınlık, diğer yanda faşizm i onaylam ayan parti çoğunluğu. N ihat Erim ve Kemal Satır, tasfiyeye uğrayan finans-kapital eğilim inin en bilinen adlarıdır. N ihat E rim , 12 Mart hüküm etinin başbakanı sıfatıyla faşizmin sorumluluğunu üstlenir.

dirilerek güdüm altına alınmış kitle ağırlığıyla dengelemek amacıyla bu noktada ortaya çıkmıştır.

İsmet Paşanın muradı, tekeldışı burjuva ve küçük üretmen tepkilerini proletarya ve devrimci gençlik mü­cadelesinden tecrit ederek, 27 Ma- yıs'tan kurtardığı finans-kapitali yeni­den vesayet altına sokacak devletçi statüko kalıpları içine sığdırmaktı. Olmadı olamazdı. Sosyal sınıf ko- puşmaları, sınıf ve tabakaların kendi çıkarları adına doğrudan siyaset sahnesine çıkış kaçınılmazlıklarının birikişiydi. Finans-kapital, Devlet Sı- nıflannı aşarak siyasal iktidarı pen­çesine almıştı. Yoksul köylülüğü top­rak işgallerine, küçük üretmenleri taban fiyat protestolarına iten sınıf­lar savaşının şiddeti, bunalımı devlet­çi statüko içinde çözmeye girişen ge­lenekçi kadroların orta tabaka ve küçük burjuva tepkilerini finans- kapitalle uzlaştırma çabalarını etkisiz kıldı. Tabandan yükselen bağımsız­laşma isteği, eski kadroların politik tekelciliğini az-çok aşarak biçimlen­di. Ne yardan, ne serden geçeme­yen İsmet Paşa nın yaşlı bir politikacı için oldukça hazin sayılabilecek tüke­nişi, sınıflar savaşının olgunlaşma sü­recinde gelenek kalıntılannm kaçınıl­maz çözülüşünü ifade eder. "Politika sosyal sınıfların işidir". Toplumsal güçlerin politikayı doğru­dan doğruya kendi ellerine almaya giriştiği bir momentte, Devlet Sınıfla- nnın güdücü rolleri, mayalandığı ko­şulları artık yitirmiş, erimiş ve tüken­miş demektir.

İsmail Cem in 12 Mart karşısında CHP tutumunu değerlendiren bir ya­zısında yer almış şu sözleri, bulanık sivil toplumcu mantığına rağmen bir gerçekliğe dikkat çekiyor. İnönü, ni­hayet, tarihsel yeri bakım ından Osmanlı bürokrasisinin belki son

■\

örneğidir, bir zam anlar kesin kont­rolünde tuttuğu bir bürokrasinin artık elinden tümüyle çıkması o l­gusuyla karşı karşıyadır. 12 Mart bürokrasisi artık, açıkça serm ayey­le işbirliklerine girebilen ve İnö­nü'nün tanıdığı bürokrat modelini hayli geride bırakm ış bir "yeni" bü­rokrasidir, sın ıf ayrımları keskin ­leşmiş bir toplumun bürokrasisi­dir. (3)

Vurucu güç geleneği, sınıf çeliş­melerinin derinleştiği 19 6 0 ve son­rası ortamda kesin ve keskin sınırlar­la ayrılan iki farklı kanala bölünerek sonuç alıcı etki gücünü yitirmeye başlamıştır. Birinci kanal, devletin üst kademelerinde aldıkları etkin yö­netici rolleri itibariyle finans- kapitalin egemenlik mekanizmalan- na nüfuz etmiş ve onun basit bürok­ratları haline dönüşmüş unsurlarla tanımlanabilir. İkinci kanal, halk cephesine eğilimlidir. Burada iki yönlü bir çözülme gözlenir. Birinci yönde, proletarya ile ittifaktan uzak duran, en ünlü isimleri başarısız cun­ta girişimlerinden sonra burjuva libe­ralizminin batağında çürümeye baş­lamış, yardan ve serden geçemeyen unsurlardır, ikinci yönde, proletarya ile ittifak eğilimlerinden sosyal dev­rimciliğe sıçrayan aydın gençlik un­surları yer tutar. Fethi Gürcan ve Ta­lat Turhan’lar bu eğilimin ön- tiplerin'ı oluşturur. Deniz’ler, Ma­hirler ise, çözülüş sürecinin olgun­laşmış momentini. Burada belirleyici özellik sosyal devrimciliktir. Tarih, geleneği, geçmişten akan diriliğin canlı bir motivasyonuna-ama yalnız motivasyonuna-indirgemiştir.

CHP'nde 12 Mart'ın netleştirdiği yol ayrımı, Devlet Sınıfları geleneği­nin sınıf savaşının canlılığı içinde çö­zülüşüne örnek oluşturur: Bir yanda "Ordu-t- CHP= iktidar" sloganıyla

hareket eden finans-kapital güdü­mündeki azınlık. Diğer yanda faşiz­mi onaylamayan parti çoğunluğu. Nihat Erim ve Kemal Satır, tasfiyeye uğrayan finans-kapital eğiliminin en bilinen adlarıdır. Nihat Erim, 12 Mart hükümetinin başbakanı sıfatıyla faşizmin sorumluluğunu üstlenir.

12 Mart'ı soğuk karşılayanlar içinde "İnönü'nün tavrı, m eseleleri kapalı kapılar adında ve siyasal us­talıklarla çözüm lem eye alışmış sat­ranç ustası bir insanın, bürokratik gelen ek lerle yoğrulmuş, şiddetli çı­kışlar yerine zaman içine yayılan yumuşak darbelerle olayları istedi­ği yöne sokan bir siyasetçinin tav­rıdır”. (4) 12Mart'ta İnönü, dengeci ve uzlaşmacıdır. Finans-kapitalden bağımsızlaşma eğiliminin liderliğini üstlenen "toprak işleyenin, su kul­lananın" popüler sloganıyla az-çok radikal görünen genel sekreter Ece­vit ise, kurulacak Erim hükümetine olumlu bakan İnönü'ye karşı, 12 Mart'ı Yunan faşist cunta hareketine benzetir. O gün için küçük üretmen­lerin taleplerini de dillendirerek yük­selen tekeldışı burjuvaların sözcüsü Ecevit, darbenin kendisine karşı ya­pıldığını iddia ederek genel sekreter­likten çekilmek gibi politik şovlarına rağmen, faşizme karşı az-çok tutarlı bir tavır takınır.

12 MARTTAN SONRA CHP

12 Mart öncesinde kendini yeni­leyen ve faşizmle uzlaşmayan CHP, bunun ödülünü 14 Ekim seçimlerin­de büyük bir kitle desteğini kazana­rak aldı. "Anahtar partisi" MSFden birkaç bakanın katılımıyla parti için­de doğruluğu çok tartışılan bir koalis­yon hükümeti oluşturuldu. Ecevit'i umut' haline getiren şey, ne şair ma­visi gömleği, ne de karakaşı, kara gözüdür. Bunun asıl nedenini 12 Mart'ın yarattığı kitlesel hoşnutsuz­lukta aramak gerekiyor. Ecevit, 'bu düzen değişmeli" sloganıyla kitlelerin düzen değişikliği özlemlerine hitap etmiş, 1974 Af Yasasıyla faşizmin toplum vicdanında açtığı yarayı gi­dermeye yönelmiştir. Bunda, kitleler arasında genel bilinç düzeyinin he­nüz sosyal demokrasi ufkunu aşama­mış olması ise belirleyici rolü oyna­mıştır. Tekeller ve tefeci bezirganlıktan hoşnutsuz yığınlann el yordamıyla değişim arayışları, he­nüz denenmemiş bir parti olarak

42

Page 45: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

*■

Büyük ş e f İnönü 12 Mart'ta dengeci ue uzlaşmacıdır.

sosyal demokrasinin ciddiye alınma­sına ve 1975'ten sonra derinleşen kriz ortamında CHP'den beklentile­rin artarak yoğunlaşmasına yol aç­mıştır.

Finans-kapitale rağmen işbaşına gelen, bu yüzden MSP ile içeriden kuşatılmaya çalışılan CHP hükümeti, program vaatleri ve gördüğü kitlesel destek nedeniyle, Kuzey Kıbrıs'ın iş­galine karşın para babalarını tedir­ginliğe düşürdü. Toprağı işleyene, suyu kullanana vermeyi vaad eden, tekellerin ekonomik etkinliklerini sı­nırlandırmayı ve devletin ekonomi­deki rolünü güçlendirmeyi isteyen CHP, bütün ütopik projelerine rağ­men, kitlelerin taleplerinden cesaret alarak uygulamaya girişebilir miydi? Sosyal demokratlann vaatlerini cid­diye alan kitlelerinse bundan daha ileri taleplere doğru yönelme eğilimi­ne girecekleri açıktı.

27 Mayıs'ın getirdiği sınırlı hakla­rı çok geniş bulan ve 12 Martla bol gelen elbiseyi daraltmaya girişen fi- nans-kapital, petrol fiyatlarındaki yükselişin şokuyla ekonomik istikrar­sızlık güçlenir, kitle tepkileri yeniden yükselişe geçerken, geçmişinde göz­lendiği üzere en basit demokratik öz­lemlere bile tahammülünü yitirmeye başlamıştı. Finans-kapital, sosyal de­mokratların kendisine rağmen iktida­rı yürütmesine izin veremezdi. Böy- lece MSP Koalisyondan çekilerek CHP hükümeti düşürüldü. Ardından MC hükümetleri ve faşist saldırıların devlet desteğiyle tırmandınldığı yeni kriz ve baskı dönemi geldi.

Faşizmin yeniden yükselişine karşı olumlu tavır alan Ecevit. iki MC hükümeti arasında yapılan se­çimlerde (1977) gene en fazla oyu toplayıp bir azınlık hükümeti oluştur­du. Ama Meclisten güven oyu ala­madığı için bir ay içinde çekilmek zorunda kaldı.

CHP'nin iki de bir iktidardan püskürtülüşü, faşizm ve sömürüden bezmiş halk yığınlarının sosyal de­mokrasi yönündeki umutlarını kö­rüklemiştir. Sosyal demokratların gü­nümüzle kıyaslandığında şaşırtıcı ölçüde keskin görünen siyasal retori­ği de kitle tepkilerinin o günkü bi­çimlenişine az-çok uygun bir özellik taşıyordu.

Ancak faşizmin tırmanışına karşı işçi sınfı ve devrimci gençlik hareke­tinin daha üst seviyede yeniden yük­selişe geçtiği 1975 -77 dönemi sos­

yal demokrasiyi iki ateş arasında bı­rakarak günümüzde de hâlâ içinden sıyrılamadığı ve bu koşullarda sıyrıl­ması da mümkün gözükmeyen bir politik açm aza doğru sürükledi. Ekonomik bunalımın yıpratıcı etkile­riyle sarsılan tekeldışı burjuvazi, yu­karıdan gelen yoğun faşist terör ile aşağıdan yükselen işçi sınıfı ve genç­lik mücadelesinin devrimci baskısı arasında kararsız bir bocalamaya düşmekten kaçınamadı.

Artık karşılıklı açık siyasal zor araçlarının kullanımını da kaçınılmaz kılarak keskinleşen sınıfı mücadelesi, siyasal güçleri ekonomik bunalım karşısında net çözümler üreterek saf­laşmaya doğru zorluyordu. Halk güçlerine "ya faşizm, ya devrim" ikilemini dayatmaya başlayan sınıf mücadelesi, tekel dışı burjuvaziyi ür­küten. kahredici bir zorunluluk hali­ni almıştı.

Yaygınlaşan grev ve direnişler, tekellerin ekonomik baskısı altında zora düşmüş küçük ve orta işletme­ler açısından öldürücü etkiler yaratır. Büyük tekelci işletmeler, çok uzun süren grev ve direnişlere karşı aylar­ca dayanabilme şansına sahiptirler.

Zor durumdaki küçük ve orta işlet­meler içinse iş bırakma eylemleri, if­las çanlarının gürültüsünü dokuz köyden duyulur hale getirir. O yüz­den sanayileşmenin gelişmesi için si­yasal programlarında işçilerin satın alma güçlerini yükselterek meta arzı­nı genişletme amacını savunan tekel dışı burjuvalar, sendikal direniş karşı­sında çoğu kez tekellerden daha- vahşi ve tahammülsüz davranırlar. Hele bir de sendikal direniş, politik taleplerle bütünleşmeye başlamışsa.

Sosyal demokrasinin yani hükü­metin amacı, en başta bu pratik te­mel üzerinde yükseldi.

ö te yandan, devlet desteğindeki faşist milislerle devrimci güçler ara­sındaki silahlı çatışma ortamının ge­nişlemesi, klasik parlamento yön­temlerini idealize eden sosyal demokrasinin ilkelerini sarsarak, bağnazlaşmaya yol açan bir rol oy­namıştır. Üstelik parti tabanında kü­çük üretici ve gençlik kesimlerinin devrimci hareketten etkilenmeleri, il­çe ve gençlik örgütlerinin devrimci güçlerle yerel işbirlikleri içine girme­leri, tepedeki burjuva eğilimini iyiden iyiye tedirginliğe uğratarak, tasfiye

43

Page 46: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

politikalarını gündeme getirdi.Finans-kapital, sosyal demokrasi­

nin ikircikli ruh halini gözden kaçıra- mazdı. öncelikle işçilere ve devrim­cilere yöneltilmiş faşist katliam politikası, önde gelen demokrat ay­dınları ve doğrudan CHP üyelerini hedef alanı içine alarak genişletildi. Zamanın İçişleri Bakanının deyimiy­le "öldürülenler normal CHP'liler de­ğil. anormal CHP'lilerdi". Sosyal de­mokrasi üzerindeki bi yassı/tma politikası amacına kolayca ulaştı. Fi­nans-kapital ve halk hareketi arasın­da bocalayan tekel dışı burjuvazi, ça­reyi tekellerle uzlaşmakta aradı. Sosyal demokrasinin işçi hareketi ve devrimden duyduğu korku, finans- kiptalden duyduğu hoşnutsuzluğa ağır bastı.

1978'de AP ve diğer küçük par­tilerden transfer edilen 11 milletveki­li ile gizli bir CHP-AP koalisyonu oluşturan Ecevit, finans-kapitalle uz­laşarak halk hareketini yatıştırma politikasına yöneldi. Daha önce ba­şarısız kalan toplumsal anlaşma kampanyasıyla (Halil Tunç Başkanlı­ğındaki Türk-lş İlerlemeci DİSK Yö­netimi ve CHP arasında kotarılmış­tı). İşçi hareketine sinsice saldırmayı planlayan Ecevit, K. Maraş olayları­nın ardından finans kapitalin o çok arzuladığı sıkı yönetim uygulamasını başlattı.

İsmail Cem, finans-kapitalin CHP hüküm etiyle am açladığı h e ­defi açıklıyor: "Ekonominin ve ser­mayenin ihtiyaç duyduğu bütün sevimsiz önlem leri hüküm ete a l­dırtm ak böy lece CHP'yi onu d es­tekleyen, kitlelerin gözünde zor durumda bırakm ak, daha sonra da

Halâ CH P 'n in mirasını yiy iyorlar.

ekon om ik sorunları ve dehşet tır­manışım da g erekçe göstererek hü­küm eti düşürmek". (5)

Doğru söze ne denir? CHP'nin 12 Mart çıkışındaki hükümet dene­yiyle 1978'deki hükümet amacı ara­sında ’finans-kapitale rağmen' ve 'fi­nans-kapitalle uzlaşarak' deyimleri arasındaki fark ölçüsünde keskin bir zikzak bulunur.

CHP hükümeti kendine "iki te­m el görev" seçtiğini açıklayarak iş­başına gelmiştir:

"1- Cangüvenliğini gerçekleştir­m ek, 2- Dış siyasal ilişkileri dü­zeltm ek ve ekonom inin dış kay­naklarını h arekete geçirm ek." (6)

Türkçesi: Devrimci hareketihalktan tecrit ve IMF reçetelerinin uygulanışı. CHP, finans-kapital par­tileri yıpranınca, onu bunalımdan çı­kartma sorumluluğunu üstüne almış­tır.

Tekeldışı burjuvazi açısından bu­nalımdan çıkışın iki yolu olabilirdi. Finans-kapitalle beraber veya fi- nans-kapitalsiz. Biri sosyal demok­rasiyi sosyal faşizme kaydırır (ki 1978 ve onu izleyen iki yıllık dö­nemde CHP. 12 Eylül zemininin örülmesine isteyerek ya da istemeye­rek katkıda bulunmuştur), diğeriyse demokratik devrim cephesinde yer almaya götürür.

12 Eylüle doğru tekel dışı burju­vazi, işçi hareketi ve devrim tehdidi­nin yükselişi karşısında finans- kapitalsiz yapamayacağını anladı. Bu. tekellerin sınırlandırılmasına da­yalı programatik taleplerin çok fazla gerisine düşmek demektir. Sosyal demokrasi, finans-kapitalin istikrar politikalarını uygulayarak, işçi sınıfı

ve halk hareketinin sönümlendiril- mesi zemininde bu ortaklıktan tekel dışı burjuvazi için bir çıkış yolu yarat­ma serabına kapılmıştır.

Ancak, bu seçimin bir de öbür yüzü vardır ki, o da küçük burjuvazi­den kesin bir kopuşmayı göze almak anlamına gelir. Teslimiyetçi bir ruh hali içinde tekellerle açık bir uzlaş­maya girerek küçük üreticiliği yön­lendirmek mümkün olamazdı. Nite­kim, 1969 sonrasının "toprak işleyenin, su kulananın" gibi küçük üretmenlerin taleplerini dillendiren sloganları 1978'lerde tümüyle unu­tulmuştur. Kaldı ki, küçük üretmen yığınlarının düzene karşı protestoları yayılırken, tekel dışı burjuvazi finans- kapitalle arasındaki mesafeyi derin­leştirip çatışmayı göze almadan kü­çük burjuvazinin radikalleşmeye yö­nelen taleplerini de omuzlayamazdı.

Tekellerle uzlaşması, sosyal de­mokrasinin bütün gerici içyüzünü or­taya sererek, ona umut bağlayan yı­ğınlarda derin bir hayal kırıklığı yarattı. İlk anda CHP'den vaatlerini gerçekleştirmesini bekleyerek kıs­men durulan kitle hareketi, umutlar boşa çıkınca yaygın toplumsal hayal kırıklığı ortamında düzen dışı arayış­lara yöneldi. Devrimci mayalanma kitleler arasında hızla yayıldı. 1979 Senato seçimlerinde CHP'nin önem­li ölçüde oy kaybına uğraması, sos­yal demokrasiden umudunu kesen kitlelerin sosyalizme yönelmeye baş­ladığına dair en belirgin işaretlerden sayılabilirdi.

Bütün bu gelişmelerin doğurdu­ğu iki önemli sonuç olmuştur. Birin­cisi, CHP'nin içinde bir çatlamanın baş göstermesidir. Tekellerle uzlaş-

Page 47: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

C jelecek üzerine spekülasyonlar üretmek bizim işimiz değil. Ancak, toplumsal mücadelenin yeniden yükselişine bağlı olarak Deu-Yol'un eski zemininden yola çıkan bir küçük burjuva partisinin oluşumu da tümden olanak dışı sayılamaz. Bugün Devrimci Yol mirasına bağlılık iddiasında bulunan arkadaşların bu olanağı araştırmaları en samimi dileğimizdir.

ma politikası küçük burjuvazinin ta­leplerinden ve kitlesel protestoların­dan az çok etkilenen sol kanatla, teslimiyetçi merkez yönetimi (Bay- kal-Topuz ekibi önce bu sırada ken­dini göstermişti) arasındaki çelişme­ler büyümüştür. Ancak, burjuva sosyalizminin onmaz kuyrukçuluğu, küçük burjuva devrimciliğinin günü birlik mücadele anlayışı yüzünden, devrimci hareket CHP içindeki bu çatlamadan kendi lehine yararlan­mayı başaramamış, sol kanadı CHP'den kopartarak halk hareketi­ne kazanmak mümkün olmamıştır.

ikinci ve asıl önemli sonuçsa, Devrimci Yol un güçlenerek halk ha­reketinin pratik öncülüğüne yüksel­mesidir. Ekonomik krizin yıkıcı etki­leri altında radikal tepkilere yönelen küçük üreticilik, sosyal demokrasi­den kopuşarak daha ziyade Devrim­ci Yol çevresinde yığılmaya başla­mıştır. Dev-Yol öncülüğünde gerçekleşen tütün, fındık, çay, pan­car mitingleri bunun en tipik göster­geleriydi. Fatsa ve Çorum barikatları da, yoksul köylülğün 1969'daki top­rak işgali eylemlerinden sonra kırda yaşanan en devrimci ve 12 Mart ön­cesinden daha yaygın etkilere ulaşan direnişler olmuştur.

Fatsa ve Çorum barikatlarının Tariş-Gültepe direnişiyle eş zamanlı patlaması hiçbir şekilde rastlantı ola­rak nitelendirilemez. Tekel dışı bur­juvazi küçük üreticilikten kopuşarak finans-kapitale teslim olurken, küçük üreticilik proletarya ile ittifak zem i­nine sıçramıştır. Bu sancılı gelişme­nin politik düzeydeki en önemli ürü­nü Devrimci Yolun "Devrimciler Ne İçin Savaşıyor" başlıklı program taslağında şekillenen küçük burjuva dem okrasi anlayışıdır.

Küçük burjuva demokrasisinin program düzeyine yükseltilmesinde Devrimci Yolun attığı ilk adım 12 Eylülle gelen liberalizm dalgasında boğuldu. Kendi zaaflannın altında ezilen Dev-Yol, eski zemininden çark ederek liberal küçük burjuva ay­dın karakteri ağır basan mirasyedi topluluklarına bölündü.

Gelecek üzerine spekülasyonlar üretmek bizim işimiz değil. Ancak, toplumsal mücadelenin yeniden yük­selişine bağlı olarak Dev-Yol'un eski zemininden yola çıkan bir küçük burjuva partisinin oluşumu da tüm­den olanak dışı sayılamaz. Bugün Devrimci Yol mirasına bağlılık iddia­

sında bulunan arkadaşların bu olana­ğı araştırmaları en samimi dileğimiz­dir. Kendi iddialarıyla tutarlı davranış göstermek eğiliminde bulunuyorlar­sa, yapmalan gereken şey de budur.

12 EYLÜL VE

SOSYAL DEMOKRASİ

12 Eylül, halk hareketi ve eko­nomik bunalımın baskısıyla kuduran finans-kapitalin anayasa, parlamen­to, siyasi partiler gibi yumurta küfe­lerini sırtından atışıydı. Kendi politi­kacılarını bile feda etmekten çekinmeyen parababaları, zafer ara­balarına bağladıkları, sosyal demok­rasiye vefa borcu duyabilirler miydi? Uzlaşmanın ödülü, partinin kapatıl­ması ve mal varlığının Hâzineye dev­redilmesi oldu. CHP'nin devrimden korumaya çalıştığı "demokrasi", fa­şizm tarafından rafa kaldırıldı.

12 Eylülden önce teslimiyet cep­hesinin başını çeken Ecevit, yılgınlı­ğa kapılarak panik içinde pratik poli­tikadan çekildi. Eski mesleği olan gazeteci-şairliğe geri döndü. 1981 yılında çıkardığı Arayış dergisinin sü­tunlarından yenilen devrimci hareke­te şimşekler yağdırdı. Faşizmin so­rumluluğunu, "terör ortamı" yaratarak orduyu davet eden (!) dev­rimci harakete yükleyip finans- kapitali aklamaya, kendi kişiliksiz uz­laşma zeminini savunmaya çalıştı.

"Can ve mal güvenliği" derdine düşmüş tekel dışı burjuvalar, "anarşi- terörü" ezmeye giriştiği ölçüde 12 Eylül'ü desteklediler. Ama ne zaman ki 12 Eylülün işçi eylemini bastırıp devrimci halk haraketini tasfiye et­mekle yetinmeyeceği ortaya çıktı, 2 4 Ocak kararlarının mantıksal so­nuçları kendini göstermeye, küçük ve orta işletmeler kapılarına kilit as­maya, orta tasarruf sahibi parasını banka ve bankerlere kaptırmaya başladı, işte o zaman sosyal demok­rasi mız mız bir muhalefet gösterisi­

ne girişmek zorunda kaldı.Necdet Calp'in başkanlığındaki

Halkçı Parti, CHP potansiyelini te­kellerin ideolojik ağlan içinde erit­meyi amaçlayan sosyal dem okrat görünümlü bir finans-kapital parti- siydi. Finans-kapitalin 83'de zorlan­dığı demokrasicilik oyunu, istenme­yen sonuçlar doğurup faşizmin yapay müdahalelerle politik ortamı yeniden düzenleme çabalan suya dü­şünce, Halkçı Partinin sosyal fa ­şizm deneyi de çöküntüye uğradı.

Fakat, 12 Eylülün dayattığı poli­tik çerçevedeki ilk gedikler tekel dışı burjuvaların mız nazlanmalarıyla açıl­madı, finans-kapitalin tabansız istik­rarı kendiliğinden delindi. Sosyal de­mokrasi, ancak bu delikten kafasını ihtiyatla uzatabildiği ölçüde sesini çı­kartabildi. Bu nedenle, finans- kapitalin HP başarısızlığı, sosyal de­mokrasinin hanesine çizilmiş bir olumluluk işareti sayılamaz. Tersine, kapatılan CHP’nin bugünkü ardıllan, sosyal demokrasinin 1 9 6 9 -1977 dö­neminde izlediği politik çiğinin çok daha gerisine savrulmuş durumdadır­lar. Onların 12 Eylül sonrasındaki çı­kış noktalarını, 1978'deki teslimiyet­çi uzlaşma tutumlan oluşturmaktadır ve bugünkü halleriyle "Ortanın so­lunda değil, burjuva siyasal yelpaze­sinin merkez-sol partileri durumun­da" bulunuyorlar.

Eski CHP'nin tekel dışı burjuva­lar ve küçük üretmenler olmak üzere iki sosyal ayağı bulunuyordu. Bugün­kü sosyal demokrat partilerin en önemli farklan, parti içinde eskiden de zayıf kalmış olan küçük burjuva sosyal ayağını tümden kesip atmış olmalarıdır. İşçi sınıfı ve sosyalizme sırt çevirerek tekellerle mücadele eden ve bu yüzden şapa oturan sos­yal demokrasi, kimi sosyal demok­ratlara "sapma" olarak görünen 78 sonrasının tekellerle uzlaşma politi­kasını ana karakter olarak benimse­miş, 12 Eylülle açılan yeni dönem açısından konuşursak, tekellerin gü-

45

Page 48: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

düm ünde politika yürütmeyi daha baştan kabullenmiş durumdadır. T e­kel dışı burjuvaziyi kendi celladına boynunu uzatmaya zorlayan teslimi­yetçi içgüdü, işçi sınıfı hareketi ve devrim korkusu, sınıflar savaşının günlük dalgalanmalarıyla birikerek güçlenen radikalleşme eğiliminden duydukları ürküntüdür. Yoksa fi- nans-kapital sosyal demokrasiye te­cavüz etmedi. Sosyal demokrasi, ki­şiliğini dostunun ayaklan altına sermekte, marazi heyecanlar keşfe­den sapık aşüfte rolüne kendi arzu­suyla soyundu.

Bu durum, günlük siyasal retorik­leri arasındaki önemsiz farklılıklar dı­şında, aynı zemini paylaşan SHP ve DSP'nin programlarında da, her günkü politik tutumlarında da açıkça gözlenebilir.

Ekonomideki devlet denetimini güçlendirmeyi, doğal kaynaklar, stratejik sanayi kolları ve savunma sanayiinin dış politikayı etkileyebile­cek dallarında, ağır sanayi ve ekono­miyi yönlendirmede büyük önem ta­şıyan ara malları ve yatırım malları sanayinde devletin etkinliğini savu­nan, bu alanlardaki özel yatırımların sınırlandırılmasını amaçlayan; devle­tin özel sermayeyle ortaklık kurması­nı reddederek daha önce kurulan or­taklıkların bir program içinde sona erdirilmesini, kamu hizmetleriyle ilgi­li altyapı projelerini devletin kendisi­nin yapmasını, piyasanın halk yara­rına düzenlenmesi için devletin düzenleme satışları gerçekleştirmesi­ni isteyen, iç ve dış ticarette aracılık aşamalarını gereksiz gören 7 6 CHP programının tersine, SH P progra­mında özelleştirmelere karşı çıkılma­sına rağmen devletçilik anlayışında daha sınırlı bir tanımlama göze çarp­maktadır. (SHP, geçen sürede daha geri adım atarak, özelleştirmelere karşı olmadığını, ancak hisse senedi satışlannda yerli sermaye ve halka ağırlık tanımak istediğini belirtir hale geldi.) Hatta sivil toplumcu DSP, devletçilik ilkesini tümüyle progra­mından çıkarmıştır. CHP progra­mındaki "büyük anapara çevrelerinin bankacılığı kendi egemenlikleri veya denetimleri altında bulundurmaları

İsmail Cemde başkanlığa oynamıştı

önlenecektir" şeklindeki nispeten açık ifade yerine SH P programında "Holdinglerin sahip oldukları banka­ları kendi çıkarları doğrultusunda yönlendirmelerine son verileceği" gi­bi çok daha geri ifade biçimleri be­nimsenmiştir. DSP ise, özel bankala­rın birer kamu kuruluşu gibi çalışmalarını sağlamaktan yana oldu­ğunu ifade ediyor. Tekelci işletmele­rin ve bankaların kendi çıkarları doğ­rultusunda faaliyet göstermelerini nasıl engelleyebilirsiniz? Hele hele onların kamu kuruluşu gibi çalışma­larını nasıl sağlayabilirsiniz? Bu man­tıkla sırıtan aptalca hayaller bir ya­na. bütün bu saçmalıkları tekellerin gölgesine sığınarak nasıl gerçekleşti­receğini ifade etmekten sosyal de­mokrasi sürekli kaçınmaktadır. Her iki partinin programında taleplerin sık sık "çelişik", "yetersiz" , "belirsiz", "muğlak" ifadelerle geçiştirildiğini bizzat sosyal demokrasi teorisyenle- rinin kendileri belirtmektedir(7) 'Toprak işleyenin..." parolasına ve orta köylülüğün taleplerine denk dü­şen ütopik köy-kent projelerinden ise hiç söz edilmemektedir.

CHP programında tekellerin devlet denetimi altına alınarak sınır­landırılması -devletin sınıfsal karakte­rini gözardı eden ütopik mantığına rağmen- ana eksen olarak benimse­niyordu. Proletarya açısından önem­li olan mülkiyetin devlete ait olması değildir. Asıl önemlisi, devlet mülki­yetinin hangi sınıfların çıkarları doğ­

rultusunda kullanılacağıdır. Devlet mülkiyetinin kullanımını belirleyen bütün faktörse, devletin kimin elin­de bulunduğu sorununa gelip daya­nır. O yüzden, her devletçi uygula­ma mülkiyetin toplumsallaştırılması anlamına gelmez.

Aksine, kapitalist devletçiliğin nasıl azgın finans-kapital sömürüsü yarattığını, devlet kapitalizminin mali sermaye egemenliğinden aynlama- yacağmı, Türkiye'de yaşayan, Avru­pa'daki gelişimi az çok tanıyan her bilinçli işçi çok iyi bilir.

CHP programının bu temel za­yıflığı, onun pratikte finans- kapitalden bağımsız bir çizgide tu­tunmasını engellemiştir. Fakat bu ütopik kavrayış, bütün pratik zaafına rağmen, teorik planda tekel dışı bur­juvazinin bağımsız zeminini oluştu­rur. 'Teorik amaç ve pratik tutum arasındaki çelişme zaten onun alın- yazısıdır.

CHP, devlet sınıflannın vesayetçi geleneğinden, onunla esinlenmiş, motive olmuş tekel dışı burjuvazinin ütopik devletçiliğine doğru evrimleş- mişti. Şimdi, sosyal demokrasi, te­keller güdümü altında politika yürüt­meyi ana karakter olarak benimseyen tavrıyla, devletçi gelene­ğinden kopma yoluna girmiştir. Sivil toplum teorilerinin kazandığı popü­larite, SH P ve en çok DSP progra­mında gözlenen İsveç taklitçiliği, bu­nun göstergesidir.

Ancak tekel dışı burjuvazinin tes­limiyetçi tavrına uygun düşen sivil toplum stratejilerinin bizde nasıl bir "yeni tür devletçilik" olarak kavranıl­maktan öteye geçemediğini M. Yıl- mazer Devrimci Demokrasinin Prog­ramı (Çağdaş Yol sayı 2) yazısında göstermişti. Aradaki fark, piyasa un­surlarının teoride kazandığı ağırlık­tan ileri gelir. Burjuva iktisadı zaten, bir serbest piyasa idealizasyonudur denecek. Bu doğru. Hatta, tekel dışı burjuvazinin serbest rekabet özlemle­ri açısından çok daha doğru. Ama günümüzde kapitalist piyasa üzerin­deki tekelci baskı, tekeldışı burjuvazi­yi devletçilik idealizasyonuna itmek­tedir. Bu nedenle, devletçi anlayıştan gerileme ve piyasa eko­nomisinin teoride kazandığı önem, finans-kapitale açık bir teorik meşru­iyet kazandırılması, finans-kapitalsiz yapılamıyacağının kesin ilanıdır. Sivil toplumcu "alternatif", planlı devlet müdahalesiyle serbest piyasa dina-

SHP bedeli finans-kapitale mi ödettirecek? Bunu düşünmek fazla saflık olurdu. Bedeli ödeyecek olanlar belli. Ancak bunalım faturasını işçi sınıfı ue halka ödettirmenin SHP açısından da bir bedeli olmalıdır.

46

Page 49: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

S o s y a l demokratların PKK eylemleri karşısında hükümet politikalarını desteklediklerine dair yaptıkları açıklamalar, Ozal'ın çağrısıyla toplanan "terör zirvesi" tartışmaları ve yeni Takrir-i Sükun'a verilen yandan yırtmaçlı destek, Kürt Ulusal Kurtuluş Mücadelesi varolduğu sürece, sosyal demokrasinin finans-kapital güdümünde politika yürütmekten kaçınamayacağını gösteriyor.miklerinin sentezi olarak sunuluyor. Bunun günümüzde kazandığı anlam, "tekelci devlet kapitalizmi kabulü­müzdür, finans-kapitale rağmen de­ğil onunla uzlaşarak politika" sözün­den öteye gitmez. Biz sizin üstünlüğünüzü tanıyoruz, ama siz de bizi biraz gözetin, efendim!

İsmail Cem, sosyal demokrasiyi, sermayenin (Siz finans-kapital anla­yın) "akılcı ve iyiniyetli muhatabı" olarak tanımlıyor. (8) Ondandır, "akılcı" ve "ihtiyatlı" SHP'nin oldukça "iyiniyetli" gösterileri. 1 Mayıslardaki gerici tavır, Kürt sorununun bayağı reformist dile getirilişine bile vahşi bir öfkeyle saldınş, cezaevlerindeki açlık grevlerine tepki, direnen öğ­rencilerin polise teslim edilmesi, Sol kanada yönelik tasfiyeci operasyon, Bolu-Taksim toplantılannda finans- kapitale "Biz sosyal dem okratlar­dan boşuna korkuyorm uşuz yahu" dedirten bağlılık yeminleri, aslan ter­biyecileri önünde diz çöküp boyun büken Baykal ekibinin parti içine döndüğünde despotik fırsatçılığı.

Fınans-kapitalin sosyal demokra­si üzerindeki ehlileştirme politikalan- nın sadık maşası Deniz Baykal ye­min billah ediyor: "Bakın biz artık uslu olduk. Eh, artık siz de bizim şu alternatif olmayan alternatifimizi ta­msanız". Baykal'a göre, "alternatif" sorununda kilit noktası, enflasyonla mücadele. Finans-kapital ekonomisi­nin koşulları içinde bunun ancak hal­ka kemerleri daha da sıktınp, işçi hareketine saldırmakla mümkün ola­bileceğini görüyor olmalı ki şunlar söylüyor:

"Sac/ece enflasyonu denetim a l­tına almanın önem ini an lam ak ve kavram ak yetmiyor, onun ancak ciddi bir bedel öd ey erek düzeltile­bileceğini d e unutm am ak g erek i­yor. Birinci nokta g eleceğ e yönelik siyasi kararlılıksa, İkincisi bunun ötesinde siyasi bir bedeli göze al­m akla ilgilidir". (9)

SH P bedeli finans-kapitale mi ödettirecek? Bunu düşünmek fazla saflık olurdu. Bedeli ödeyecek olan­lar belli. Ancak bunalım faturasını iş­çi sınıfı ve halka ödettirmenin SHP açısından da bir bedeli olmalıdır. O bedel, SHP'nin sınıfsal kimliğindeki değişim sancısıdır. Bugün SHP'yi tekeldışı burjuvazinin öz eğilimi ola­rak tanımlama olanağı kalmamıştır. Sosyal demokrat partilerin günü­müzdeki karakteri, tekeldışı burju­vazinin finans-kapital le uzlaşma eğilim lerine sözcülük etmeleridir. Şimdi Deniz Baykal liderliğinde SHP, finans-kapital politikalarının sözcülüğüne doğru giden yolla hayli adım atmış görünüyor. Baykal ve ekibi, bu yolda "siyasi kararlılıklarım" belirtiyorlar. "Demokratik Yenilen­me" programıyla legalleşmeyi bekle­yen TBKP ise, sosyal demokrat par­tilerin sağa kayışından doğan özeğilim boşluğunu doldurmaya pra­tik olarak adaylığım koymuş bulunu­yor.

SHP'nin bu değişim sancısı yo­ğunlaştıkça, hizipler arası çatışma ve gerginlik de yükselmektedir. Kürt milletvekillerinin ihracı ve bunun ar­dından gelen istifalar, içerdeki çatla­ğın kopma noktasına getirilişi oldu. SHP’ye egemen olan gerici tutum, partinin kendi program zemininde yer alan cılız halk etkilenmelerini bi­le içine sindiremedi. Partinin şove- nist dokusu, doğudaki ulusal müca­deleden cesaret alan reformist Kürt burjuva eğilimlerini hazmedemedi. Tekellere yakınlaşmada sorun olan bu eğilim, Baykal'cı yönetinam ani bir darbesiyle kesilip atılarak parti­den uzaklaştırıldı. SHP, bir demok­rasi kamburunu da böylece sırtından attı.

Sosyal demokratların PKK ey­lemleri karşısında hükümet politika­larını desteklediklerine dair yaptıklan açıklamalar, özal'ın çağrısıyla topla­nan "terör zirvesi" tartışmaları ve ye­

ni Takrir-i Sükun'a verilen yandan yırtmaçlı destek, Kürt Ulusal Kurtu­luş Mücadelesi varolduğu sürece, sosyal demokrasinin finans-kapital güdümünde politika yürütmekten ka­çınamayacağını gösteriyor. Kuşku­suz "kısa günün küçük karlan"na ar­tık pek sıcak bakmayan halk yığınları da gittikçe radikal çıkışlara doğru eğilim biriktirirken, sosyal de­mokrasi kitleler arasında kedici mev­ziler aramaktan köşe bucak kaçar hale geliyor. İşçi sınıfı ve Kürt köylü­lüğünün SHP'ye desteğini önemli öl­çüde sarsmasına rağmen, Baykal- Inönü işbirliğiyle yürütülen politika­lar, derinleştirilerek sürdürülüyor. SHP, tekellere "kararlılığını" gösteri­yor.

SHP sağa doğru yuvarlandıkça geride kalan boşluğu, gerek bu ze­minde tutunamayan Yeni demokra­tik oluşum'culur, gerekse bu boşluğu soldan TBKP ve TBKP'lilerin de içinde bulunduğu yasal Marksist par­ti girişimcileri doldu.

Sonuç olarak SHP, finans- kapital politikacılığına doğru evrilir- ken, burjuva sosyalizmi de sosyal de­mokrasinin basit bir nüansına dönüş­mektedir. Onların sosyalizmden bu açık kopuşları, sosyalist ortamdaki siyasal saflaşmaların netleşmesi açı­sından olumlu sayılabilir. Ancak SHP'in gittikçe halkın gözünden düş­tüğü ve güven yitirdiği bir ortamda, yasal "Marksist" partiler,sosyalist maskeli denenmemiş yüzleriyle yeni bir tehlike yaratmak eğilimindedir­ler. Sosyal demokrasiden kopuşan yığın tepkilerinin TBKP vb. zeminin­de çürütülmesine karşı uyanık olma­lı, her türden burjuva reformist anla­yışa karşı mücadeleyi yükseltmeliyiz.

DİPNOTLAR:

1- Dr. Hikmet Kıvılcımlı, Or­tanın Solu ve Küçük Üretmen­lerimiz.

2 - Bülent Ecevit, Ortanın So­lu.

3 - İsmaiI Cem, Siyaset Yazı­lan. _

4 - İsmail Cem, A.G.E.5 - İsmail Cem, A.G.E.6 - İsmail Cem, A.G.E7- Şahin Alpay-Seyfettin

Gürsel, SHP-DSP/Nerede Birle- şiyorlar, Nerede Aynlıyorlar?

8 - İsmail Cem, Engeller veÇözümler.

47

Page 50: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

Dünün "Sosyalistleri1

bugünün feministleri

Gökçe DEMİR

" m » adem ki, kölelerin kö- I V r l leleri, ezilenlerin en

A " M ezileni bile sosyalizm yolundan giderek kendi kurtu­luşları için savaşm aya kalkıyor­lar, şimdi artık dünya proletar­ya devriminin utkusundan kim kuşku duyabilir?"

V.İ. Lenin12 Eylül 1 980 , sosyalist çevrele­

rin kendi kendileriyle hesaplaşmala­rının kapısını açtı, örgüt içi demok­rasi anlayışından, dış politik değerlendirmelere kadar sosyalist çevreler yenilginin nedenlerini açığa çıkarmaya, yapılarını değişen koşul­lara uydurmaya çalıştılar. Her yenilgi döneminde olduğu gibi, kimisi zemi­ninden daha sağa kimisi de daha so­la savruldu. 8 0 sonrasında sosyalist çevrelerin oldukça duyarlı oldukları bazılannm yeni keşfettikleri bir alan vardı. Kadın sorunu. Yazımızın ko­nusunu kadın hareketi konusunda sağa savrulanlar, reformist-uzlaşmacı zeminlerini iyice sağlamlaştıranlar oluşturuyor.

8 0 öncesinde kadın sorunu ve örgütlenmesi noktasında teorik yok­sulluk içinde bulunan ve bilimsellik­ten uzak uygulamalara giden burjuva sosyalistleri ve küçükburjuva sosya­listleri her konuda olduğu gibi kadın konusunda da yeniyi keşfettiler. "Er­kek örgütleri içinde kadınlar ikinci sı­nıf oluşlarını sürdürmekten başka bir işe yaramadılar". Bu tesbitle geriye dönük inkar başladı. Suç, hareketi oluşturan ve yönlendiren teoride ve teorinin pratiğe yansımasında değil, onu yönlendiren erkeklerdeydi. Hal böyle olunca örgütler erkek örgütü.

kadınlar da geri işlerin sessiz uygula­yıcıları konumundaydı. İnkar bir ke­re başladı mı dur durak bilmiyordu, ö n ce kadınlara daha doğrusu kendi yapıları içinde yer almış/yer alan ka­dınlara günah çıkartılırken, bu daha sonra tüm kadınlara yöneldi. Geç kalınmışlığı sürdürmemek için artık kadın sorunu konusunda bir şeyler yapmanın vakti gelmişti. Geçmişin darlığından ve sekterliğinden "yeni" bir çalışma anlayışına atlanıyordu. Yeni kavramlar bulundu, sınıf müca­delesine paralel akan demokratik ör­gütlenme anlayışlarının sahip olduğu tarihsel kavramlar ya bir daha keşfe­dildi ya da reforme edildi. Çoğulcu­luk, geniş tabanlılık, örgüt içi de­mokrasi, cins ezilmişliği doğrultusunda cins örgütlenmeleri­nin savunulmasının gerekliliği... Geçmişin alışkanlıkları pek çok kez yakalarını bırakmadı. Üç antiler (an- ti-faşist, anti-emperyalist, anti- şovenist) hâlâ -tereddütlü de olsa sa­vunuluyordu. Daha doğrusu yerine konacak yeni ilkeler henüz buluna­mamıştı. Çeşitli kadın platformlarına katılınırken ya da kadın örgütleri ile ortak davranmaya çalışılırken hep bu sorun vardı kafalarda. Geçmişin yanlışları nasıl atılacaktı? Bunun türkçesi ise şöyleydi: solculuğun ağır­lığı omuzlardan atılsa ne de güzel geliştireceklerdi kadın hareketini.

Kimsenin kimseyi belirlemediği, demokratik-merkeziyetçilik gibi bü- rokratizme ve tek tipüliğe yönelen yönetim biçiminin olmadığı,(!) kadın­ları aynı zamanda iktidar mücadele­sine yönlendirme ve Türkiye'de geli­şen kadın hareketini sınıf perspektifi

ile belirleme gayreti gibi yumurta kü­felerinin omuzlarda olmadığı bir şe­killenme isteniyordu. Daha doğrusu istenen bayağı bir "şekilsizlikti". Marks-Engels-Lenin'i kavrayıp prati­ğe uygulayamamanın sıkıntısı; kendi­sini onları eleştirme serbestine ka­vuşturarak, savuşturulmaya terketti. Ustalan kendi düşündükleri gibi dü­şünmedikleri için eleştirme serbesti nasıl sağlanacaktı yoksa? Peki kindi düşünceleri neydi, ne olmalıydı. Tür­kiye'de kadın sorununun asıl sahiple­ri ve öncüleri kimlerdi?

Her baskı döneminin ardından toplumsal muhalefeti yönlendirenler­den bir kısmı temcit pilavını yeniden pişirmeye başlar. Sivil toplum ola­mama, batı tipi demokrasinin ülke­mizde yerleşememesi gibi, özellikle sivil toplum tesbiti; içinde, çeşitli mu­halefet alanlarının açılıp, halkın tep­kilerini artık kendi bilinciyle dile ge­tirmesi düşüncesini barındırmakta. Bu açılım, çevre hareketi, nükleer si­lahlanmaya karşı olmak, kadın hare­keti, -şimdilerde- halkın tüketici ola­rak yarattıklan veya katıldıklan boykotlar gibi, halkın suskunluğunu üzerinden atmasının araçları olarak görülmekte. 8 0 sonrası 12 Eylülün karanlıklarında boy atan kadın hare­keti ve bunun yaratıcısı olarak görü­len feministler, depolitize olmuş top­lumun "politik yanını" oluşturmaya başlamıştı. Yukarıda ki, soruların ce­vabı bulunmuştu böylelikle. Hem toplumsal baskıya, hem örgüt baskı­sına hayır diyen kadınlar feminist hareketle özgürleşiyorlardı ya da öz- gürleşeceklerdi. Böylece sosyalist çevre kadınlarının bir kısmı açıkça,

48

Page 51: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

bir kısmı da utangaçça feminizme göz kırpmaya başladılar, ülkemizin sosyalist hareketinin büyük bir kısmı­na damgasını vuran kurtarıcılık mis­yonu kadınlar için feministlere bah­şedildi. Böylece önceleri alttan alta daha sonra ise açıkça feminizme prim verilmeye başlandı. Kendi içle­rine yönelen eleştiriler daha sonra açıkça feministlere günah çıkartma­ya dönüştü. Feministler az da olsa 80 öncesinde de vardılar ancak top­lumsal mücadelenin zemini o zaman popülerleşmeleri için gerekli koşulla­n yaratmamıştı. Suskunluğun hakim olduğu dönemde feminist kadınların çıkışı cesurane bir değere sahipti.

Çıkış yolu bulundu. Kimi sosya­list kadınlar artık açıkça "ben femi­nistim" derken kimileri ise geçmişten gelen alışkanlıkla -aslında kadın so­runun çözümünde sosyalizmin oyna­yacağı rolü çok iyi bilmeleri gereği, kendilerine sosyalist-feminist, ya da Marksist-feminist diye adlandırmaya başladılar. Birleşilen nokta ise tekti, sosyalizm işçi sınıfının ideolojisiydi, feminizm ise kadınların....

Dünün sosyalistleri, bugünün fe­minist, sosyalist-feminist ve Mark- sist-feministlerinden özlü sözler .

. Kadınlar, geçmişin derslerini özümseyerek feminist harakete ka­tılmalı.

. Feminizm, insanlık tarihinde er­kek egemenliğinin yarattığı despotiz­me karşı bir isyandır.

.Kadın bakış açısının sağlanması için feminizm bir ihtiyaçtır.

. Kadının kurtuluş hareketi femi­nizmdir.

Bu sözler artık feminist olduğunu çekinmeden söyleyebilen kadın ha­reketinde, yeniyi keşfeden cesur ka­dınların sözleri. Kadın haraketine sosyalist perspektifle yaklaşan ve proletarya sosyalizmini teori ve pra­tikte savunup bulunduklan her alan­da dövüştüren, üstelik feminizmi bir ideoloji olarak kabul etmeyen - Markslog kadınlarımıza bir hatırlat­ma: Cinse dayalı ideoloji olmaz, ide­olojiler sınıflar gerçeğidir- kadınlar, eğer kadın hareketi içinde yemliyor­larsa onlara göre aslında feminist hareket içinde yeralıyor sayılmaktay­dı. Çünkü feminizm bir REALİTE!.. Vazgeçmişliğin, kaçışın, kendi istek­leri öyİe olmamasına karşın sonuçta burjuva ideoljisi ile bütünleşmenin realitesi.

Bu yüzden bir kere daha hatırlat­

madan geçemeyeceğim. Sizi üzece­ğiz ama kadın hareketinde feminist olmayan ve feminizmi ideloji olarak kabul etmeyen, hele de sosyalist- feminist gibi yakıştırmaları kaba bir uzlaştırmacılık olarak gören kadınlar var ve kadınların kurtuluşu bu kadın­ların çoğalmasıyla olanaklı.

Genel değerlendirmeden sonra bu görüşlerin netleştiği Türkiye pra­tiğinde yeralan iki grubu ayrı ayrı ele almak istiyorum. Yeni Öncü dergisi çevresinde yeralan kadınlar ve Yeni Açılım dergisinin 23 . sayısını tartış­ma platformu olarak kullanarak ka­dın hareketini değerlendiren eski İKD (İlericikadınlar Demeği) çevresi 1980'den sonra yayın hayatına baş­layan Yeni öncü dergisi çıkışından bu yana iki konuyla çok fazla ilgilen­di. Kadın sorunu ve sosyalist ülkeler­deki çoğulcu demokrasi. Neredeyse dergisinin satırlarında Türkiye'nin so­runları iki alana indirgenmişti. Geç­mişte kurulan kadın örgütlerinin ha­taları tesbit ediliyor ancak bunlardan kaçılırken yeni hatalar yapılıyordu. Kurulacak kadın örgütünün demok­ratik kitle örgütü olması gerektiği sa­vunuluyordu ancak işleyişte ki kural- lılıkları tesbitte tereddütler vardı. Demokratik merkeziyetçilik Leninist parti ilkesiydi bu ilke de yapıları so­nuçta bürokratik egemenliğe götür­müyor muydu? Üç antiler kabul gö­rüyordu ancak kadın örgütlen­mesinin ayrıca bir ilkesi "anti- cinsiyetçilik" ilkesi de olmalıydı. Ka­dın örgütü içinde azınlık hakları ise son derece "lose" bir anlayışla savu­nuluyor, çoğunluğun nasıl çoğunluk olacağı ya da olduğu kavranmak ye­rine, azınlık korunuyor ve azınlığın tabilik zorunluluğu reddediliyor, "ba­ğımsız" tavır savunuluyordu. Türkiye pratiğinde sınıf politikasını doğru bir şekilde dövüştürmekten uzaklaşan ve Marksizmin, yeniden yeniden in­celenmesi diyerek durağanlığı mut­laklaştıran Yeni Öncü çevresi, kadın sorunu konusunda beklenmedik bir hızla feminizme kaymaya başladı. Kadınların ideolojisinin feminizm ol­duğunu savunmak, aslında politik arenada sağa savrul-manın beklenen sonucu oldu.

Yeni Öncü nün 22 . sayısında, bir sohbet başlığı adı altında yeralan tar­tışmaya Yeni Öncü adına katılan Şükran, geçen kadın kurultayında sağladıkları yakınlaşmayı daha da ile­ri götürerek Yeni Öncünün feninist

hareketle nasıl iç içe geçtiğini şöyle ifade etmekte: "Önce kadınlann ken­di sorunları temelinde örgütlendikleri örgütlülüklerle, üyeleri kadın olan ör­gütlülüklerin aynı şeyler olmadıklan- nı söylemek istiyorum. Ayşe'nin (Ra­dikal feminist gruptan) dediği gibi, üyelerinin kadın olması onu kadın kurtuluş haraketi içinde bir örgütlü­lük olarak görmeme yetmiyor. Ka­dın kurtuluş hareketinin feminizme denk düştüğünü, bu nedenle de ba­ğımsız kadın hareketi ve feminist ha­reketi yan yana koymak gerektiğini düşünüyorum. Kadınlann erkeklerle bir egemenlik ilişkisi yaşadığını kabul eden ve kadının taraf olduğu bu ege­menlik ilişkisinden tüm bağlanyla kurtuluşunu hedefleyen bir örgütlülü­ğü feminist hareket içinde görüyo­rum." Gene Şükrandan bir alıntı: "Feminizm kara birşey. Kimse bu nedenle kendine "feminist" demez. Ama benim için kendilerine "femi­nist" deyip dememeleri önemli de­ğil.Bence bir nesnellik bu. Çünkü fe­minizm kadınlık bilincinin ta kendisi. Uzun zamandır, kadınlık bilinci kav­ramını kullanan kadınlar var, amabunun bir adı olması gerekiyor.........aslında bazı sosyalist çevreler içinde feministlerle aynı şeyleri söyleyen, ama kendilerine "feminist" demeyen kadınlar var. Bence bu kadınlar fe­ministlerle aynı yerdeler."

Dergimizin önceki sayılannda kadın sorunun nasıl kavranıp hangi örgütlülük anlayışı ile savunulması gerektiğini yazdık. Tabi ki, kendine "kadın örgütüyüm" diyen her örgüt bu soruna sahip çıkmanın koşullannı yerine getirmiyorsa bence de kadın örgütü sayılmaz. Ancak Yeni öncü satırlarında usta bir çarpıtma var. Kadın hareketini doğru bir zeminde savunan ancak feminizmi ideoloji olarak kabul etmeyen kadınlar ne yaparsa yapsınlar aslında feministler ve bunu bilmiyorlar. Yeni Öncü'de bu kadınlara acı gerçeği söyleyiveri­yor. "Aslında siz de feministsiniz ca­nım, bunu söylemekten utanma­yın..." Alttan alta sosyalist perspektife sahip kadınlarla feminist­lerin uzlaştırılması, yakınlaştmlması isteği var. Yeni Öncüye hakim olan liberalliğin bir yansıması sonucu, bu­na feminist olmayan kadınlarda ken­di istekleri dışında katılmak isteni­yor. Amaç kitlelere, kadınlan aralarında ayrılıklar yokmuşçasına - varsa da taktik aynlıklardır bunlar,

49

Page 52: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

ama nasılsa sonuçta aynı şeyi istemi­yor muyuz- bir bütün olarak yansıt­mak. Feminist, Sosyalist-feminist. ve feminist olmayan sosyalist kadınlar, sonuçta hepimiz aynı potada eritil­mek isteniyoruz. Oysa ki, gerçeklik aynlıklarla birarada yaşayabilme ve süreç dayattığında aynbkları keskin­leştirip koparıp atabilme sorunu. Ye­ni öncü henüz bunu yapma cesare­tini kendinde göremediği -öyle bir kaygısı olmadığı için- safdillilikle "as­lında yok birbirimizden farkımız" di­yor. Şu an açıklıkla taraf olma cesa­retini gösteremeyen Yeni Öncü çevresi daha önce yaşanan temel ay- nmlan da gözardı ederek arabulucu­luk işlevini sürdürmeye kararlı. Çıkış itibari ile geliştiği her ülkede demok­ratik öze sahip feminist hareket bu niteliğine rağmen burjuvazinin ba­taklığına doğru yol alan reformist hareket olmaktan kendini kurtara­maz. Bu gerçekliğin tesbiti Yeni ö n ­cü satırlarında yeralmayacak çünkü bu çevrenin kadınları feminizmin ro­tasına girmiş ve "işçi kadınlara eğil­mek sosyalist kadınlann görevidir, feminist hareketin değil" diyerek sa­fını belirlemiştir. Bu saflara kendine feminist demeyen ve kadın sorunu­nu dövüştürmeye kararlı kadınları çekmeye çalışmalan ise gerçekten gülünç.

Yeni Açılım dergisi 22 . sayısında ilginç bir tartışma platformu yarat­mış, eski İKD yöneticileri İKD'yi ve kadın sorununa bundan böyle nasıl yaklaşmaları gerektiğini anlatıyorlar. Tartışmaya katılan yazarlardan biri hariç (Ayşe Çoşkun'un yazısı) İKD'den öyle bahsediliyor ki, okuyu­cu ister istemez "yok canım, bu ka­dar da değil" deme ihtiyacını duyu­yor. Aslında İKD ağır eleştirilerin yöneltilmesi gereken yanlış bir kitle örgütlenmesi. Bu çerçevede konuya girmeden önce bu kadınların şu an içinde bulundukları politik yapının kı­sa bir değerlendirmesini yapmaya çalışalım. Burjuva yasallığına sığı­nan, işçi sınıfının burjuvazi ile uzlaşa­bileceğini kanıtlamaya uğraşan, ç e ­lişkileri sınıf çelişkilerinden çok dünya, banşı vb. gibi alanlara kaydı­ran, Leninizmden kopuşup, yalnızca felsefi boyutla ilgilendikleri Marks'la bağlarını koparmayan, 8 0 sonrası partilerin kurulmaya başlamasıyla Türkiye'de faşizmin olmadığı tesbiti- ni yapan ve Demirel'i demokrasi güçleri içinde gören ve bujuva parti­

lerinden aldığı yeşil ışıkla şevkle yer üstüne çıkan bir yapı TBKP. 8 9 son­rası ağırlıklı pratiğini ve teorisini bu konular oluşturdu. Bunlar birer so­nuç ve bu sonuçlarla 8 0 öncesi yapı­sını çizmek ise çok zor değil. Diğer bir deyişle burjuva sosyalizminin va­racağı son noktaya gelmiş bulunu­yorlar.

80 öncesinde bu yapının öncülü­ğünde kurulan ve kuruluşundan iti­baren de güdümünde kalan İKD'nin yöneticileri 8 0 sonrasında İKD'yi de­ğerlendiriyorlar. İKD yöneticileri Be- ria Onger, Gönül Dinçer ve Yüksel Selek özellikle bir noktada birleşiyor- lar, feminizm. İKD yöneticileri ola­rak İKD'yi geriye dönük değerlendir­me hakkını ülkemizde kadın hareketinin gerçek öncüsü "feminist­lere" bıraktıktan sonra inkara varan bir üslupla İKD'yi değerlendiriyorlar. 12 Eylülden çok önceleri DKÖ ol­maktan çıkmış, partinin yan kolu ol­muş, kadın sorununu dövüştürmek şöyle dursun partiye kadın kazan­maktan başka bir işlevi olmayan ve iflas etmiş bir anlayışın uzantıları olan İKD yöneticileri: kendi bitişleri­ni perdelemek için, 8 0 öncesinde yapının taşıdığı olumsuzlukları femi­nizmle tanışmamalarına ya da femi­nizmi keşfedememelerine bağlıyor­lar. Oysa ki bugün benzeri örgütlenmeler oluşturduklarında ar­tık feminist olduklarımı söyleseler bi­le popülarizm ve reformizmin gereği gene kadınları gündelik olanla oyala­yıp,İKD'nin bir türevini üretmekten başka birşey yapmayacaklar. İKD'Iiler de sol çevrelerin bazılarının yaptığı gibi 12 Eylül karanlığında dü­şünürken "yeniyi", kadın hareketin­de üzerlerinden, sınıf sorumluluğu uyarınca davranmayı atabilecekleri bir hareketi keşfettiler, bu feminizm­di. Oysa feministler 8 0 öncesinde de küçük bir azınlık olarak mevcuttu. Ama o zaman toplumsal mücadele çok yükselmişti ve feminist olabil­mek ise hayli zor ve üstelik popüler bir yönelim değildi.

İKD yöneticisi Gönül Dinçer, ya­zısında "sınıfsal sorunu temel alarak kadın örgütü olmak iddiasi İKD'nin en büyük açmazıydı" diyor. O za­manki İKD'nin sloganları, cinsel de­ğil sınıfsal güç ilişkilerini değiştirme mücadelesini başa aldığını açıkça or­taya koyuyormuş Dinçer'e göre. Evet sınıfsal sorunu başa alarak ör­gütlenmek İKD'nin açmazıydı, çünkü

onu yönlendiren yapının böyle bir sorunu yoktu. Bu anlamı ile attıklan sloganlar kitleleri sosyalist olduklan- na inandırmaktan başka bir işe yara­mamıştı. Üstelik Marksist olduğunu iddia eden bir yapının sınıfsal güç ilişkileri yerine çinsel güç ilişkilerini koyması nasıl beklenebilirdi. Bu Marksizm-Leninizm'den bir sapma­dır. Bizce asıl olan, sınıfsal çelişkile­rin bir sonucu olan kadın ezilmişliği­ne karşı çıkmak ve o doğrultuda örgütlenmektir. Cinsel güç ilişkisinin asal olmadığından yakman eskinin İKD'lileri yeninin feministleri cinsel güç ilişkilerini sınıf çelişkisine bağla­madan neyi değiştirebilecek­ler.Bunun cevabını bir başka İKD'li Yüksel Selek ise şöyle vermekte; "Ayrıca feminizmin burjuva orta sınıf kökenli tarihsel geleneğinin sistem karşıtı özünü Marksist yöntemle te­mellendirmek için de Marksist kadın­lara çok fazla sorumluluk düşmekte­dir". Yani -Leninizmi aşmış, Stalinist çemberden kendini kurtarmış kadın­lar- feminizmin sırtındaki orta sınıf kadın hareketi olma kamburunu ala­caklar. Cinsel güç ilişkilerini Marks'la taçlandırıp -ben yaptım oldu- mantı­ğıyla, Marksist-feminist teori başlığı altında kadının kurtuluş tarihini bir kez daha keşfedecekler, ya da yeni­den yazacaklar.

Gene Gönül Dinçer yazısında "öte yandan kadın örgütü olmamız bizi kadın sorununu ele almaya zor­luyordu" diyor. Peki İKD ilk kuruldu­ğunda kurucusu olan kadınlar ne dü­şündüler. öncü olmanın gereği hiç araştırma yapmadan kadın sorunu­nu tanımlamadan kocaları, ağbileri kur dediği için mi kurdular bu yapı­yı? Yukarıdaki cümle bize bu sonucu veriyor. Çünkü kadın sorunu ile sırf adı kadın örgütü olduğu için ilgilen­mek ancak böylesi bir duyarsızlıkla yapı kurma anlayışından geçer. Bu da şimdinin TBKP mantığıyla hiç de ters düşmemekte. Ve ¡KD yönlendi­ricisi kadınlar açıkça kendi acizlikleri­ni perdelemek için de suçu erkeklere atmaktalar. Düşündüğümüzde bugün bizlerin savunduğu söylediği pek çok şeyin neredeyse 100 yıl önce Clara Zetkin, Aleksandra Kollontai, İnes Armand ve çağdaşları tarafından söylendiği ve savunulduğu gözönüne alınırsa, adı büyük kafası küçük TKP'nin gerçekten kitle örgütlenme­sine verdiği önem ve gönülsüzlük da­ha net bir şekilde kavranacaktır.

50

Page 53: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

Sorun şu ya da bu kadının eksik­liği, ya da erkeklerin -ortaya çıktığı her alanda eleştirilmesi gereken- he­gemonyası sorunu değil, yapının te­orik ve pratik açmazlandır. Yoksa Dinçer'in belirttiği gibi "öncü, kurta- ncı misyonu olduğuna inanan sol politik örgütlere ait bütün yapısal hastalıklar", onlann "kadın kolu" du­rumundaki İKD benzeri örgütlerde aynen tekrarlanıyordu. Hiyerarşik, merkezi ve monolitik yapı, demokra­tik olmayan iç işleyiş. "Erkek sol" ta­rafından "satın alınmış" kendini kur­tulmuş sayan bir "kadın aristokra­sisinden" oluşan "yönetici ve kadro­lar" sorunun önemli ama sadece bir parçasıdır. Bu sorunlardan şimdinin liberalliği ile kurtulmaya çalışma, sîz­leri burjuvazinin kucağına Marks'ın ve Lenin'in tahrifatına götürür.

A ğ ırs a to p ra k

S o ğ u k s a d e m ir

V e bu ğu lu ysa g ö zleri

A la puşili K ü rt a n a la rın

V e fe ry a tla ra k arışm ışsa

silah sesleri

Ö zg ü rlü k yem inli

gerillaların

V e z a fe r balkısıysa

g ö zlerin d ek i

D iyarb ek ir

hüzünlü ço cu k la rın

V e bildik d u m a n la r

y u v a la n m ışsa g ö k le rin d e

B e n gibi m azlu m halkların

Bil ki ağ ırd ır to p ra k

V e d e m ir so ğ u k

O z a m a n

te k şe y kalm ıştır g e riy e

N e u /ro z a Z E K İY E o lm ak .

Acaba İKD çevresi "Gece Dersle­ri ‘ni öğrendi mi, bu hesaplaşmadan hangi sonuçlarla çıkıyor? İKD dene­yinin olumsuz derslerini öğrenen ka­dınlar bu dersleri özümseyerek femi­nist harekete katılıyorlar. M-L solda feminizme karşı çıkan anlayışın köle­si olmaktan kurtarılıp "insansal" hüma­nist bir ruha kavuşturuluyor. "Partile­ri" artık feminizme eski önyargılarıy­la bakmayacak, çünkü gerçek kadın hareketini kadın hareketinin biricik ideolojisi feminizmden öğreniyorlar. Dünyaya toplumsal ilişkiler ve ku­rumlar sistemine "kadın bakış açısıy­la. kadın bilinciyle" bakıyorlar ve top­lumsal gerçekliği bu bilinçle yani yan tutarak analiz edecekler artık.

Sınıfsal bakış açısının yerini, ne­reye dayandığı belirsizleştirilen kadın bakış açısı alırken Marks tarafından

ayakları üzerinde doğrultulan, Lenin tarafından pratikte uygulanan diya- lektik-materyalizm ve bunun üzerin­de yükselen proletarya sosyalizmi burjuva sosyalizmi olarak bir kez da­ha tepetaklak ediliyor.

Böylece önümüzde yeni bir dö­nem açılıyor. Saflar belirginleşiyor, burjuvazinin kadınlar üzerindeki er­kek egemen ideolojisine karşı sava­şırken, yanı başımızda sanki bizler- den biriymişçesine algılanan-algıla- tılmaya çalışılan reformist kadın an­layışlarına ve savunuculanna karşı da aynı güçle savaşmalıyız.

Saflarda uzlaşıcı, teslimiyetçi ço­ğunluk değil, proletarya sosyalizmini savunan ve hayata geçiren, yaşamın her alanında, bu görüş doğrultusun­da cins ezilmişliğine karşı mücadele eden azınlık hayatı belirleyecek.

21 Mart 199Ü'aa "l\ı:.croz can ateşi iıe kutlanmalı" diyerek kendini yaktı.

"Neıvroz ateşi çalı-çırpıyla yakılmaz. Newroz canla ateş alm alıinan ın ,N 'evvroz ateşi güçlü olmalıydı. Ben bu eylemi isteyerek ve bilinçle yaptım, bu bir tercih sorunudur. Bu benim devlete ve bu düzene olan öfkem ve dağlarımdaki ateş­lere selamımdır.""Selam olsun mücadele yolunda can verenlere,selam olsun Zekiyelere...

51

Page 54: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

Tüm Korotiç'lere Açık Mektup*

Mahmut DİKERDEM

S ayın Baylar,Sîzlere nasıl hitap edeceğimi bilemedim. Eskiden yoldaş

diye anılırdınız. Ama bu sözcüğü kul­lanmaya dilim varmadı. Zaten sizin de öyle çağrılmaktan hoşlanmayaca­ğınızı düşündüm. Her ne ise, bu açık mektubu yazmaya beni iki önemli neden zorladı: Birincisi, sizler yani en büyüğünden en küçüğüne kadar tüm Korotiç'ler- aranıza sayın Mihail Gorbaçov'u şimdilik kaydıyla katmı­yorum- son yıllarda sergilediğiniz tu­tum, yayınladığınız yazılar, yaptığınız konuşmalarla kamuoyunda büyük şaşkınlık, yarattınız.. Yalnız kişisel olarak değil, dergiler, demekler, bi­lim akademileri içerisinde kadrolaşa- rak sesinizi dünyaya duyurdunuz. Şimdiye değin sosyalist dünyada du­yulmaya alışılmamış bu sesler kamu­oyunda yankılandı, büyük ilgi ve he­yecan yarattı, ülkelerinizde olup bitenler soluk kesici serüven öyküleri gibi izlenmeye başlandı.

Bunu söylerken, sadece Batılı ül­kelerdeki tepkileri kastetmiyorum. Batı nın egemen çevrelerinin sizi ba- ğırlanna basacaklan kuşkusuzdu. Oralardan yükselen zafer çığlıkları, "Sosyalizmin iflası" "Marksizme el­veda", "Komünizim öldü" biçiminde­ki kesin yargılar beklenmedik şeyler değil. Onlar 7 0 yıldır düşledikleri bir olayın sonunda gerçekleştiği sanısı­nın sarhoşluğunu yaşıyorlar. Sol dünya görüşünün kesin bir darbe ye­diğine ve bir daha belini doğrultama­yacağına inanarak sevinçten uçuyor­lar. Bizde bile Marksizm konusunda Kari Marxin sakallı olduğundan öte bilgisi bulunmayanlar, 'Teknoloji

Marksizmi yenmiştir" diye ahkam kesiyorlar. Onları ciddiye almasak bile, çağdaş-sağın fikir babası Ray­mond Aron ün çömezleri, J . F. Re­vel gibi sağcı düşünürler sizin başlat­tığınız harekete kuramsal yorumlar getirerek, günümüzde ideolojilerin sonunun geldiğini ilan etmekten çe­kinmiyorlar. Kişinin siyasal iktidar karşısında ezilmemesinin en sağlam güvencesinin bireysel mülkiyet öz­gürlüğü olduğunun aktık komünist dünyada anlaşıldığını söylüyorlar. ABD'de daha ileri gidenler var. Ge­çenlerde Dışişleri Bakanlığı Siyaset Planlama Dairesi Başkan Yardımcısı Francis Pukuyama'nın hazırladığı bir rapor Washington resmi çevrelerin­de büyük ilgi ile karşılanmış. Rapo­run ana düşüncesi şu: "Soğuk Sa- vaş'ın sona ermesi Batının liberal demokrasi sisteminin toplum yöneti­minde nihai form olarak evrenselleş­mesi ve belki de tarihsel sürecin so­nu demek olacaktır." Amerikan dışişleri yetkilisi öngörüsünde fazla acele etmiş olsa da. Batıdaki umut ve beklentileri pek güzel yansıtmış. ABD Başkanı George Bush da göre­ve başlarken verdiği söylevde, "Yüz­yılımızda. belki de bütün tarihte ilk kez hangi yönetim biçiminin en iyi olduğunu araştırmaya gerek kalma­dı" dememiş miydi?

Kısacası, Sayın Korotiç'ler; Bü­yük Ekim Devrimi'nden 70 yıl sonra liberal demokrasinin savunuculuğu­na soyunmakla Batı dünyasında bü­yük sükse yaptığınız su götürmez. Yalnız Batıda değil, azgelişmiş ya da gelişme yoluna girmiş ülkelerin em­peryalizme bağımlı çevrelerinde de

tam bir şenlik havası yarattınız. An­cak, ürettiğiniz "yeni politik düşün­ce" ile sosyalist dünyada bir yenilgi rüzgarı estirdiğinizin, ilerici devrimci kesimlerde -özellikle genç kuşaklar katında- ne gibi olumsuz etkiler ya­rattığınızın, ne yoğun belirsizliklere, kısır tartışmalara yol açtığınızın ve yıkıntılara neden olduğunuzun ayır- dında mısınız? Ne demek istediğimi canlı bir örnekle açıklayayım: Ge­çenlerde içinizden seçkin bir kişi Vi- tali Korotiç çağrılı, olarak ülkenize geldi ve Ankara ile İstanbul'da konfe­ranslar verdi, basın mensuplanyla konuşmalar yaptı. Gerçi biz Sayın V. Korotiç'in Sovyetler Birliğindeki glasnost ve perestroikanın ateşli sa­vunuculuğunu yapan Ogonyok der­gisinin yönetmeni olduğunu biliyor­duk. Adı geçen derginin "Argumenty i Fakty" ve "Moskova Haberleri" adlı dergilerle birlikte yeni düşüncenin en radikal kanadının temsilcisi olduğunu, aynca Vitali Ko­rotiç'in Pravda gazetesinin 12 yıllık yayın yönetmeni Afanasyev'in yeri­ne göz diktiğini Batı basınından öğ­renmiştik. Yine de Vitali Korotiç'in buradaki açıklamalan yeni politik dü­şüncenin özünü aydınlatmaktan çok zihinleri büsbütün karıştırmaya yara­dı. Örneğin 'Toprağın mülkiyeti her­kese değil, birisine ait olmalı" dedi ama ardından bir soruya "Kapitalizm kötü bir şey, çünkü bireysel mülkiye­te dayanıyor" karşılığını verdi. Bir yandan "Bugün bizim yapmak istedi­ğimiz yeryüzündeki bütün ülkelerle işbirliğini sağlamaktır. Eğer sosya­lizm kapitalizmden daha iyi ise, bu savaş alanlannda değil süpermarket­

52

Page 55: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

lerde gözükmelidir" derken, öte yan­dan "Sosyalizm tek ülkede kurulabi­lir, ancak etrafında yalnız düşmanlar olduğunu düşünmek gerekmiyor" di­yerek Sovyet Devletinin tarihine ters düşen saptamalar yaptı. Stalin ve haleflerinden söz ederken: "Sü­rekli olarak demokrasiyi burjuva ve sosyalist diye ikiye ayırdılar, bugün anlıyoruz ki sadece demokrasi ve diktatörlük var, ayrım demokrasiyle diktatörlük arasında" diyerek prole­tarya diktatörlüğü ile totalitarizmi ay­nı kefeye koydu. "Marksist doğmala­ra takılıp kalmamalıyız" şeklinde kuramsal (!) bir tespit yaptıktan son­ra, 30'lu yıllarda kravat taktıkları için insanları Komsomol'dan atarlardı di­yerek Stalin döneminin dar görüşlü­lüğünü, bağnazlığını kanıtladı. Ko­nuşmalarından birinde Bay Korotiç’in Türkiye'de işsizlik bulun­duğu için kendimizi şanslı saymamı­zı, çünkü tembellik ve alkolizme kar­şı en etkili ilacın işi kaybetmek rizikosu olduğunu öne sürerek, çalı­şan nüfusun % 20'si işsiz olan bir ül­kede işsizliğin övgüsünü yapmasını ise yersiz ve tatsız bir şaka olarak karşıladık.

Görülüyor ki, ne denli renkli de olsa, bu tür lafazanlıklar, glasnost ve perestroika diye bilinen iki tılsımlı sözcüğün içeriğini ve bu ikilinin bile­şiminde ifadesini bulan "yeni düşün­ce tarzfnın nitelik ve kapsamını tam olarak anlamaya yetmiyor. Yetme­dikten başka, böylesi açıklamalar bi­raz da körlerin fili tanımlamasına benziyor. Kimileri yeni düşünceden bilimsel sosyalizmin sorgulanmasını anlıyor ve "Marksizim aşılmalıdır" so­nucuna varıyor. Diğerleri bütün gü­nahı devrim partisi ve bürokrasinin üstüne atıyor. Kimileri ise herşeyin başına demokrasiyi alarak sosyalist pratikte görülen aksamaların de­mokrasi eksikliğinden ileri geldiğini vurguluyor ve bundan komünist par­tilerini sorumlu tutuyor.

Bu toz duman içerisinde ben açıklık ve yeniden yapılanma öner­mesinin can alıcı noktaları üzerinde bir durum tespiti yapmak gereğini duydum. Elbette ki bu mektubun çerçevesi içinde kapsamlı bir teorik tartışmaya girecek değilim. Zaten o tür tartışmalar çeşitli yayın organla- nnda yoğun biçimde sürdürülüyor, ö te yandan yeni politik düşüncenin uluslararası alandaki yerini ve etkile­rini de, bir barış hareketi militanı

olarak irdelemeye çalışacağım. Bunu bir görev sayıyorum çünkü 6-11 Şu­bat 1 9 9 0 'da Atina'da toplanacak Dünya Barış Konseyi Genel Kuru­lunda dünya barış hareketine ulusla­rarası ilişkilerdeki son gelişmelerin ışığında yeni bir yön verilmesine, ba- nş savaşımı kavramının yeni düşün­ce tarzıyla uyumunun sağlanmasına çalışılacağını biliyorum.

Sonda söyleyeceğimi en baştan açıklayayım: Açıklık ve yeniden ya­pılanma (glasnost ve perestroika) projesi kuramsal nitelik taşımayan ve salt pratik açıdan değerlendirilme­si gereken politikalardır. Marksist kuramın özü ile doğrudan ilişkileri olmadığı gibi, sosyalist sisteme alter­natif oluşturacak öğelerden yoksun­dur. Olay şudur: Sovyetler Birli­ğinde 1985 Mart'ında iş başına geçen yönetim, ülkedeki ekonomik, sosyal tıkanıklığı gidermek, hızla ge­lişen teknolojiden yararlanarak ülke kaynaklarını toplumsal talepleri kar­şılayacak düzeye getirmek ve hantal­laşmış devlet aygıtına halkın özlem­leri doğrultusunda işlerlik kazandırmak amacıyla bir dizi refor­mu uygulamaya koymuştur. Ancak reformlar yumağı çözüldükçe için­den çıkanlar yeniden yapılanma ta­sarımının hedeflerini aşan, belki de onlara ters düşen kaotik bir ortamın doğmasına neden olmuştur. Bu du­rumun başlıca sorumlusu ise, reform girişimlerinin yaşandığı her toplum­da ortaya çıkan "kraldan çok kral­cıların reformların amacını saptırıcı çabalarıdır.

Başkan Gorbaçov'un öngördüğü reformlar yumağının en çarpıcı, öz­gün yanı devlet yönetimine saydam­lık kazandırmak ve siyasal yaşama katılımcılığı özendirme yoluyla top­lumda siyasal kültürü geliştirmektir. Bu hedef, beklenebileceği gibi, öz­gürlükler ve insan hakları sorununu önplana çıkarmıştır. Bunun yadırga­nacak bir yanı yoktur. Çağdaş top- lumlarda, ekonomik gelişmeye koşut olarak, yaşamın güzelleşmesi, zen­ginleşmesi için insanların -başta ev­rensel barış olmak üzere- kültürel ge­reksinmelerinin yeni sentezlere yönelmesi doğaldır. Bu sentezin özü­nü ise birey-toplum ilişkilerindeki ye­ni özerklik arayışları oluşturmada­dır. 11. Dünya Savaşı sonrasında halkların özerkliği, emperyalizme karşı savaşım biçiminde, nasıl politik gündemi belirlediyse, bugünün gün­

deminde de, yalnız sosyalist ülkeler­de değil, Batı'da da, bireyin özerkli­ğinin tanımlanması ve bunun çerçe­vesini oluşturacak katılımcı demokratik mekanizmaların kurul­ması yer almaktadır.

Buraya kadar aramızda bir anlaş­mazlık yok, Sayın Baylar, ancak gö­rüşlerimiz buradan sonra ayrılıyor. Çünkü siz demokrasi, özgürlük, insa­nın temel haklan sorunlannı bilimsel sosyalizm perspektifinden algılamak yerine, ona tam karşıt bir konuma giriyor ve demokrasi, tartışmasını Marksist-Leninist doktrinin sorgulan­masına, giderek yadsınmasına dö­nüştürüyorsunuz. Marksizmin geçen yüzyılın koşullan altında yeşermiş bir ideoloji olarak artık devrini tamamla­dığını, çağdaş toplumlann değişim ve gelişimini açıklamakta yetersiz kaldığını, dolayısıyla da aşılması ge­rektiğini, tüm tucu revisyonist ve karşı-devrimcilerle ağız birliği yapar­casına, öne sürüyorsunuz. Doğrusu Marksizmi sizlere karşı savunmak durumunda kalacağımı hiç düşünme­miştim. Ama madem ki "yeni düşün­ce" etiketini taşıyan politikalar uğru­na, 150 yıldır insanlığın yolunu aydınlatan bir bilimsel düşünce siste­mini ve bir eylem kılavuzunu topye- kun mahkum etmeye kalkıştınız; bili­nen gerçekleri yinelemek durumuna da düşsem, demokrasi konusunda bazı noktaları vurgulamam gereki­yor.

Çağdaş demokrasi kavramının doğuşundan bu yana halk kitlelerine ısrarla telkin edilegelen, seçeneksiz olduğu kabul ettirilmeye çalışılan bir görüşe değinmek istiyorum. Ba­tı'daki kapitalist düzenin tam merke­zinde bulunan ve aslında demokrasi kavramının özünü zedeleyen bu dü­şünceye göre, insanın doğal, vazge­çilmez haklan arasında "mülkiyet hakkı" da vardır. Oysa, son iki yüz­yıllık tarih boyunca toplumlar bir yanda büyük çoğunluğu oluşturan insanların bireysel haklan, öte yanda ise son derece eşitsiz dağılmış bir mülkiyet hakkından aldığı güçle top­lumda ayrıcalık kazanmış bir azınlık arasındaki sürekli çatışmalara sahne olmuştur. Başka bir deyişle, çoğunlu­ğun haklan mülkiyeti elinde bulundu­ran azınlık tarafından sürekli baskı­ya, saldırıya maruz kalmıştır. Burjuva demokrasisi, bu sakat ve is­tikrarsız temel üzerinde kurulmuş, daha baştan beri Amerikan ve Fran­

53

Page 56: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

sız Devrimleri üstyapı hak ve özgür­lükleriyle mülkiyet hakkı arasında çe­lişki ve çatışma yaratmıştır. Fransız Konvansiyon Meclisinde formüle edilen "Ülkenin mülkiyet sahiplerin­ce yönetilmesi eşyanın doğasına uy­gundur" ilkesi hala değişik biçimler­de güncelliğini ve etkisini sürdürmektedir. En ileri kapitalist ül­keden, Amerika'dan vereceğim bir tek örnekle yetineceğim: Amerikan toplumuna bugün egemen olanlar, nüfusun %2'sini oluşturdukları halde toplam nakit servetin %30'unu elle­rinde tutanlardır. Zincirin öbür ucun­da ise, Amerikan ailelerinin %55'inin ya hiçbir varlı klan yoktur, ya da borç içindedirler. Ama oy ver­me, seçme ve seçilme hakkına her­kes sahiptir.

İşte Lenin: "Bizim demokrasimiz burjuva demokrasilerinden milyon kez daha değerlidir" derken bunları kastediyor, bireysel hak ve özgürlük­lerin güvence altına alınmasının eko­nomik erkin büyük çoğunluğun eline geçmesiyle mümkün olabileceğine işaret ediyordu. Gerçekten de sosya­list demokraside burjuva demokrasi­sine kıyasla eksik olan tek özgürlük "üretim araçlan üzerinde özel mülki­yet tesisi özgürlüğü'dür. Burjuva de­mokrasisinde ise sınırsız mülkiyet hakkı demokrasinin olmazsa olmaz koşuludur.

Yukarda özetlenen saptamalara itirazınız yoksa, onların sonucu ola­rak sosyalist demokrasinin kendine özgü bir siyasal rejim, bir yönetim biçimi üreteceği gerçeğini de kabul etmelisiniz. Şöyle ki: Sosyalist de­mokrasinin temel ölçütü çok partili sistem değil, demokratik merkeziyet­çiliktir. Burada önemli olan, demok­ratik merkizayetçiliğin kendi kuralla- nna uygun olarak işleyip işlemediği, demokratik kurallann ve denetim mekanizmasının var olup olmadığı­dır. Sosyalist demokrasi de çoğulcu­dur ama kapitalist toplumlardaki çe­şitli sınıf çıkarlarını temsil ettiren çok parti çoğulculuğu gibi değil. Demok­ratik merkeziyetçilik, proletaryanın kendi iç dinamiklerindeki çoğulculu­ğa, yığınların politik yaşama katılım­larına dayanır ve bu anlamda glas- nost ilkesiyle de çakışır. Ancak bu noktada devrim partisinin önemi de bütün heybetiyle ortaya çıkar. Parti­nin öncülüğü olmazsa işçi sınıfı "ken­diliğinden sınıf" olmaktan çıkıp "ken­disi için sınıf" olmaya nasıl dönüşür?

Parti bir deniz feneri gibi toplumun yolunu aydınlatmazsa sosyalist rejim kayalıklara çarpmaktan nasıl kurtu­lur? Demek oluyor ki, parti aygıtının kitlelerden koparak bir bürokrasi mekanizmasına dönüşmesini eleştir­mek başka, partinin yol göstericiliği­ni, öncülüğünü reddetmek başka şeylerdir. Dünyanın ilk sosyalist dev­letinin 1920'lerde daha kuruluş aşa­masında Batının saldırı ve kuşatma­sına uğradığını, 11. Dünya Savaşı ndan birkaç ay önce tüm sa­nayi tesislerini Urallar'ın ötesine taşı­mak. savaşın bitiminden sonra ise birkaç yılda ülkeyi yıkıntılar üzerinde yeniden inşa etmek başarısını merki- ziyetçi yönetime borçlu olduğunu, savaştan sonra ortaya çıkan atom bombası şantajı ve nükleer tehdidin üstesinden o sayede geldiğini kim yadsıyabilir?

Aslında siz bütün bunları çok iyi bilirsiniz. Ayrıca, demokrasinin bir yönetim biçimi olduğnu, sınıflı top- lumlarda devlet kavramlarından so­yutlanamayacağını da bilirsiniz. Ama yine de "Demokrasi çağımızın nes­nelliğidir", "Yeni bir çağ başlıyor" gi­bi genellemelerle demokrasiyi salt diktatörlüğün, bürokratik baskının karşıtı olarak ele alır, örnek olarak da Stalin döneminin otoriter, kişisel diktatoryasmın sağlıksız sonuçlannı öne sürersiniz. Çünkü, açıkça itiraf etmeseniz de, sizin istediğiniz burju­va demokrasisisdir. Demokrasiyi bir araç değil amaç olarak algıladığınızı açıklamanız bu yüzdendir.

* • *

Şimdi biraz da teoriden pratiğe, glastnost'tan perestroikaya geçelim: Yeniden yapılanma kavramının isim babası Mihail Gorbaçov'un ve yakın çalışma arkadaşlarının tanımlamala­rına bakılarak perestroikanın bir ekonomik ve sosyal reformlar paketi olduğu söylenebilir. Ne var ki, yuka­rıda gördüğümüz gibi, açıklık (glast- nost) yumağının çözülmesinden nasıl burjuva demokrasisi çıktı ise, yeni­den yapılanma paketinin içinden çı­kan da liberal ekonomi projesidir. 1987'de uygulanmaya başlanan eko­nomik politikaların hedefi olarak gösterilen "sosyalist pazar ekonomi­si", makro-ekonomik bir planlama ile Batı tipi serbest piyasanın bileşi­minden oluşmaktadır. Ancak bileşi­min ağırlığı plan ya da sosyalizmden çok serbest piyasadan yanadır. Ger­

çekten de 1987 Haziranında başla­tılan radikal reform programı, bir yandan kamu ekonomisini liberalleş­tirirken öte yandan tarım ve hizmet settörlerinde kooperatifçiliği ve özel­leştirmeyi özendiriyordu. Sonuçta- kollektif mülkiyetin yerini çoğulcu bir mülkiyet rejimi alacaktı. Bu açıdan bakılınca denilebilir ki perestroikanın öteki adı liberal ekonomidir. Liberal program daha da ileri giderek, 1928'de Stalin tarafından başlatılan tarımda kollektif işletmeye son verdi­ği gibi, toprak mülkiyetinin özelleş­mesine olanak tanınmasını öngörü­yordu. Tıpkı Çarlık Rusyası’nda olduğu gibi. Doğal ki sanayi sektörü de reformdan payını alarak devlet müdahaleciliğinden arındırılacaktı.

Sovyetler Birliği nde ekonominin liberalleşmesinin dünya pazarı ile bü­tünleşme düşüncesine sıkı sıkıya bağlı olduğu açıktır. Gorbaçov'un ekonomistleri kapitalizme yakınlaş­ma konusunda o denli ileri gitmişler­dir ki Batıda Sovyet liderinin gerçek niyetleri üzerinde kuşku ve tereddüt­ler uyanmıştır. Büyük sermaye çev­releri Sovyet yönetimini sınamak için testler yapılması, birtakım koşul­ların öne sürülmesi gereğinden söz etmeye başlamışlardır. Sonunda ABD Başkanı George Bush Batının tutumunu şöyle özetlemiştir: "SSCB'nin uluslar topluluğu ile bü­tünleşmesini bu ülkenin çoğulculuk ilkesine ve başkalannın egemenlik haklarına tam saygı göstermesi ko­şuluyla kabul edebiliriz."

Perestroikanın genellikle aydın­lardan tam destek gördüğü biliniyor. Sovyetler Birliği nde durum 1987 ve 1988 yıllarındaki anti-Stalinizm akı­mının ideolojik sınırlarını çok aşmış­tır. Bu gün seslerini yükseltebilen li­beraller 20 . yüzyılda Rusya'nın ve dünyanın başına gelen felaketlerin kaynağı Büyük Ekim Devriminde- gören, komünizm karşıtı aydınlardır, inanılacak gibi değil ama bu aydınlar özenilecek model olarak Japonya, Güney Kore ve hatta Türkiye'yi gös­terebilmektedirler! Gerçi Mihail Gor- baçov fazla ileri giden aydınları ara- sıra azarlıyor, perestroikanın sosyalizmden kapitalizme dönüş ola­yı olmadığını belirtiyor ve "Batı bize kapitalizm ihracına kalkışırsa buna izin vermeyiz" diyebiliyor. Ama öbür yanda Sovyet Barış Komitesinin ya­yın organı olan "Yirminci Yüzyıl ve Barış" dergisinde Simon Kordonski

54

Page 57: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

adında bir Korotiç şunları yazabili­yor: "Batının Sovyetler Birliğine ekonomik yardımı kamuyu özelleştir­me stratejisine katkıda bulunmalıdır. Eskiden Rusya en gelişmiş ülkelerin proletarya sınıfının yardımıyla ger­çekleşecek evrensel devrimi hazırlı­yordu. Bu devrim, Allaha şükür, ba- şanya ulaşmadı. Şimdi S SC B tarihin ve dünya ekonomisinin sinesine dönmek için tüm dünyanın yardımı­na muhtaçtır."

Şimdi sorumuzu ortaya koyalım: Sovyetler Birliği bu duruma nasıl ve neden geldi? Herşeyi yeni baştan düşünme gereği niçin duyumsandı? Kanımca bugüne nasıl gelindiğini araştırmak için, ilk sosyalist devletin kuruluş yıllarını anımsamakta yarar var. 1917'de hemen hemen sıfırdan başlayıp 20 . yüzyılın ilk yansında dünyanın en ileri sanayi ülkelerinden biri, insanlığın geleceğine ışık tutan bir dünya görüşünün tek güçlü tem­silcisi ve evrensel bir misyonun sahi­bi durumuna gelebilmenin gizi nere­de idi? Bu sorunun yanıtı kuşkusuz ki bir formülle ifade edilebilecek ba­sitlikte değil, ancak bütün tarihçiler, araştırmacılar* dünyanın ilk sosyalist devletinin kısa sürede ekonomik, sosyal, kültürel vb alanlarda elde etti­ği başanlann temelinde, Markın sos­yalist coşku (emülasyon) dediği kol- lektif atılım ruhunun büyük payı olduğuna işaret ediyorlar. Gerçekten de, Rusya'da Ekim Devrimi'nin hare­kete geçirdiği toplumsal güçler tüm maddi manevi kaynakları seferber ederek feodal bir toplumun hızla modern çağa geçişini sağladılar. Yaşlı kuşaklar iyi bilirler: I. Dünya Savaşı sonrasında Rus soyluları, bur­juvaları akın akın ülkeyi terk eder­ken, Amerika'dan yüksek ücretli iş önerileri alan bilim, teknik ve sanat adamları anavatanda çalışmayı yeğ­lediler ve kendilerini devrimin hizme­tine adadılar. İşçi sınıfı ise üretimi son sınırına dek arttırmayı hedef alan yöntemlerin bütün ağırlığını yüklenerek devrimin yolunu açması­nı bildi.

Ne var ki, sosyalist coşkunun uzun süre diri tutulmasına üretim iliş­kilerinde yapılan değişiklik yetmiyor. Çünkü sosyalizm salt bir ekonomik kalkınma modelinden ibaret değil. Sosyalizmin kapitalist düzeni aşması, sömürünün yerini adalet ve eşitliğin almasıyla sınırlı kalmıyor. Sosyalizm yeni bir dünya vizyonunun taşıyıcısı­

dır. Marksist hümanizmanın köke­ninde yatan, sömürünün ortadan kaldırılmasıyla birlikte insanı zengin­leştiren tüm değerlerin, insan emeği­nin yaratıcı gücünün bütün görke­miyle kendini göstereceğine olan inançtır. Kısacası sosyalizm insanlık tarihinde yeni bir "Aydınlıklar Ça- ğf'nın habercisidir ve devrim böyle bir misyonu üstlenmek durumunda­dır.

Sovyetler Birliği bu misyonu üst­lendi mi? Üstlendiyse nereye kadar götürebildi? Soru tartışmaya açıktır. Ancak Ekim Devrimi'nden bu yana dünyadaki dönüşümler, gelişmeler bütün boyutlarıyla dikkate alınma­dan sağlıklı bir yargıya varılamayaca­ğı açıktır, özellikle iki dünya savaşı arasında emperyalizmin Sovyet Dev­letini yıkmak ya da yanlızlığa itmek için giriştiği eylemleri, kurduğu tu­zakları gözardı ederek sosyalizmin kuruluş döneminin muhasebesini yapmak olanaksızdır, ikinci Sa- vaş'tan sonraki dönem ise Soğuk Sa­vaş olgusuna sıkı sıkıya bağlıdır. Da­ha 1917 Devriminden önce Amerika'da dinsel bir inanç gibi yay­gın bulunan kapitalizm tutkusu ve komünizm düşmanlığı, II. Dünya Sa­vaşı ertesinde ABD'nin dış politikası­nı "Komünizmi bulunduğu yerde ku­şatıp boğmak" hedefine yöneltmiştir. Böyle bir ortamda sosyalist ekonomi askersel harcamaların ağır yükünü üstünden atmak, toplumun yaşam düzeyinin yükseltilmesine olanak ta­nımak olanağından yoksun kalmış­tır.

19 6 2 Küba krizinden sonra Do­ğu ile Batı blokları arasında başlatı­lan yumuşama sürecinin sosyalist dünyaya bir soluklanma fırsatı yarat­tığı ve fakat Krusçov yönetiminin 20 . Parti Kongresi nden sonra Sta- linciliği tasviye operasyonunu günde­minin başına alarak ve ekonomik politikada abartmalı hedeflere yöne­lerek fırsatları iyi değerlendiremediği söylenebilir. Krusçov'un 1 9 7 2 yılın­da ABD'yi yakalayacağız, ülkemizde adam başına üretim düzeyini Ameri­ka'nın üstüne çıkaracağız" yollu iddi­ası ve kapitalist sistemi kasdederek: "Sizi gömeceğiz" demesi hâlâ bellek­lerdedir. Oysa İliç kimse SSCB'den Amerikayı üretim ve tüketim yarışın­da geçmesini beklemiyordu ama bu­na karşılık herkes-kimilerinin bugün küçümseme anlamında kullandıkları- "varolan sosyalizm "in kapitalist siste­

min yozluğundan, çirkinliklerinden, ahlak çöküntüsünden annmış sömü­rüyü tümüyle yoketmiş, uygarlık kav­ramlarına yeni anlamlar yüklemiş bir toplum modeline yönelmesini sabır­sızlıkla bekliyordu. Bu yapılamadı ise kabahati Marksist öğretide ya da pratiğin sınavından geçip doğruluğu­nu kanıtlamış Leninizm'de boşuna aramayınız. Hele Marksizmin aşıl­masının gerekçesi olarak teknoloji­nin son çeyrek yüzyıldaki hızlı geliş­mesini göstermeye kalkmayınız. Bilgisayarlann, robot makinalann kullanımı el emeğinin yerini gittikçe daha çok kafa emeğinin edişi üretici güçlerde nitel bir sıçramanın göster­gesi değildir. 19. yüzyılın Sanayi Devrimi doğa güçlerinin yerine bu­har makinasını koyarak üretimde ni­tel bir sıçramayı sağlamış ve kapita­list ekonomi bu döneme damgasını vurmuştu. Sosyalizmin teoriden pra­tiğe geçişi ise elektrik enerjisinin sı­nai üretimde yerini aldığı zaman dili­minde gerçekleşmiştir. Elektnk enerjisinin üretim sürecinde neden olduğu nitel değişim henüz aşılmış değildir, en ileri sanayi ülkelerinde üretim elektrik enerjisine dayanmak­tadır. Dolayısıyla, işçi sınıfının üre­tim sürecindeki rolünde niteliksel de­ğişiklikten söz edilemez. Bilimsel teknik, yani teknolojinin hızlı bir iler­leme kaydettiği doğru olsa da, elekt­ronik sanayiinin, bilgisayarlann sa­nayi toplumunu, sanayi proletaryasını çağın dışına ittiği gö­rüşü acele varılmış bir yargıdır. Hele Japonya'nın imal ettiği robotlardan gözleri kamaşarak, "işçi sınıfının ya­pısı değişiyor", "Marxi, Engelsİ, Le- nin'i aşmak zamanı geldi" demek dü­pedüz anlamsızdır.

Sonuca geliyorum: Açıklık ve ye­niden yapılanma, Sovyetler Birli­ğinin şu ya da bu nedenlerle-belki de çok haklı olarak- uygulamaya koyduğu politikalardır. Bunlar savu­nulabilir. Hatta belki de bu yıl Sov­yetler Birliği nde günde 8 kilise ve 1 caminin yeniden açılması bu politi­kaların bir parçasıdır ve bir "hikmeti vardır. Bunlara kanşmayız, çünkü Fi­del Castro'nun dediği gibi: "Perestro­ika başkasının kansıdır." Ancak onu “Marksizmi aşan yeni kuram" diye satmaya,evrenselleştirmeye kalkışır­sanız, karşınıza çıkanz. Sosyalizme inanmış olanlara: "Hayatınızı bir saplantıya kurban etmişsiniz" diye­rek 7 0 yılı bir çırpıda harcamanıza

55

Page 58: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

razı olmayız. İçinizden biri Türki­ye'de verdiği konferanstan sonra kendisine-. "Bu tutumunuz revizyo- nizm olmuyor mu?" sorusunu yönel­ten dinleyiciye öfkeyle: "Böyle sos­yalizmi alın siz kullanın“ diyebilmişti. Ben de bu sözleri söyleyen Vitali Korotiç'e ve tüm Korotiçlere sesleni­yorum: "Alın, meczup papaz Solje- nistin, sapık Milan Kundera sizin ol­sun. Dahası Kardinal Glemp'in dizinin dibinde oturup talimatını alan, sonra Amerika’ya gidip yardım dilenen Lech Walesa da, partilerinin adını değiştirerek yönetime geçmeye çalışan Macar Nyersler, İtalyan Occ- hettolar, Çekoslavak Dubçek'ler de sizin olsun. Tüm dönekleri, kaytarı- cılan, devrimden umut kesen aydın­lan da saflarınıza katın. Yeter ki bi­limsel sosyalizm insanlığın yolunu aydınlatmaya devam etsin" diyorum.

Son sözümü size sakladım Türki- ye'li Korotiç'ler. Tevfik Fikret'in dedi­ği gibi: "hele sizler, hele sizler" Ya- yınlannızı, konuşmalannızı izlerken şaşkınlığa düşmemek elde değil Sanki ülkenin içine sürüklendiği çık­mazların, toplumsal yaşamdaki tı- kanlıklığm, bunalımlann sorumlusu Marksizm-Leninizm imiş gibi, bir özeleştiri akımına kapılmış gidiyorsu­nuz. "Yenilenme"ye ayak uydurma humması sizi demokrasinin erdemle­rini sayıp dökmeye, demokratik reji­me bağlılığınızı vurgulamaya, kurulu düzenin bekçileri olan siyasal partile­re güvence vermeye ve onlarla "ulu­sal mutabakat" aramaya iteliyor. "Kapitalizmin gücünü değerlendir­mede yanıldık, sorunların çözümüne gidebileceğini göremedik" diye gü­nah çıkardığınızı görünce, "Bunlar başka dünyadan mı geldiler, 6 5 yıl­dır Türkiye'de kapitalizm hangi soru­nu çözebildi ki onu savunmaya ya da en azından m e v c u t s o s y a ­lizm le aynı kefeye koymaya kalkışı­yorlar" diyorum. Çoğulcu demokrasi adına 4 0 yıldır egemen sınıfların da­yattığı diktayı, baskı ve işkence reji­mini yaşayanlar, bunlar ve öteki ku­şaklar değil mi diyen kendime soruyor ve bugün hidayete nasıl er­diğinizi doğrusu merak ediyorum.

"Dünya değişiyor, biz de değiş­tik, artık aranıza alabilirsiniz" biçi­mindeki mesaj size yarar sağlayacak mı bilmem ama topluma zarar vere­ceğinden eminim. Çünkü emekçi yı­ğınların özünde duran son umut bi­limsel sosyalizdir.B Yorumsuz

56

Page 59: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12

1 Mayısta vurulan ve felç olan Gülay Beceren'in tüm ilerici, demokrat, yurtsever devrimcilere mesajı:

M Ü C A D E L E Y EDEVAM EDİN"

Gülay BECEREN'le Dayanışmaya

1 Mayısta Taksim-Harbiye-Doiapdere’de Bektaş Özkan ve Ali Yılmazla birlikte kurşunlanıp yaralanarak felç olan Gülay'a ve tüm 1 Mayıs tutuklularına sahip çıkalım; Gülay'ı yürütelim. Dayanışmamızı maddi desteğimize sürdürelim.

Yeni DemokrasiAFİK: Avrupa Türkiyeli İşçiler Konfederasyonu Hesap No: Türkiye Iş Bankası Türbe Şubesi Tuncer Diiaveroğlu 1 0 9 9 7 0 4 İST.

Page 60: Çağdaş Yol Haziran 1990 Sayı 12