Ateist Dergi 12. Sayı

15
Tanrıyı inanç yaratır. ÜCRETSİZDİR Ocak 2016 - Sayı: 12 REFORMCU EPİSTEMOLOJİNİN ELEŞTİRİSİ Mehmet Mirioğlu KUANTUMUN TANRISIZLIĞI Tanju Eunc 105 NUMARA Nesrin Dumlupınar Arda TEİZM: AKLIN İNTİHARI

description

Ocak 2016

Transcript of Ateist Dergi 12. Sayı

Page 1: Ateist Dergi 12. Sayı

Tanrıyı inanç yaratır.

ÜCRETSİZDİR

Ocak 2016 - Sayı: 12

REFORMCU EPİSTEMOLOJİNİN ELEŞTİRİSİ

Mehmet Mirioğlu

KUANTUMUN TANRISIZLIĞI

Tanju Ertunc

105 NUMARA

Nesrin Dumlupınar Arda

TEİZM:AKLIN İNTİHARI

Page 2: Ateist Dergi 12. Sayı

facebook/AteistDergi

twitter.com/AteistDergi

Page 3: Ateist Dergi 12. Sayı

04

05

08

4 Okurlarımıza Tekrar Merhaba

Sercan Karda

5 Reformcu Epistemolojinin Eleştirisi

Mehmet Mirioğlu

8 Kuantumun TanrısızlığıTanju Ertunç

10 105 NumaraNesrin Dumlupınar Arda

14 Ateist Haber

15 Dini İnançlardan Nasıl Kurtuldum?

Ateist Dergi, Sayı 12, Ocak 2016, Aylık Yayın

Yazı Kurulu: Sercan Karda, Kamil Taşkın, Turgay

Terdi, Kubilay Ergül, Mümtaz Budak

Editör: Sercan KardaSayfa Uygulama: Eren Taymaz

Page 4: Ateist Dergi 12. Sayı

EDİTÖR’DEN

Sercan Karda

Merhaba, değerli okurlar.

“Teizm: Aklın İntiharı” vurgusuyla 12’nci sayısını çıkardığımız Ateist Dergi, kaldığı yer-den yayın hayatına devam ediyor. Geride bırak-tığımız zorunlu ara nedeniyle sizlere bir özür borçluyuz. Özrümüzü Ateist Dergi çizgisine sadık kalan yeni sayımızla birlikte takdirinize sunuyoruz.

Geçtiğimiz yıllarda ve günümüzde gelişen olumsuz olaylar, ülkemizi ve dünyayı tehdit eden kirli oyunlar, herkesin ve özellikle de bi-zim gibi sorgulayan insanların gözünden kaç-mıyor. Bu bağlamda “Sorgulamak yetmez, ha-rekete geçmek gerek” diyerek Ateist Dergi’ye kaldığımız yerden daha da güçlü bir azim ve istekle devam ediyoruz. Özellikle son yıllarda ortaya çıkan gelişmelerin ve söz konusu kir-li oyunların sahipleri olan güç odaklarının, hangi argümanları kullandıklarını, ideolojik ve inançsal silahlarını da biliyoruz. Din adı al-tında, ideoloji adı altında patlatılan bombaları, dökülen kanları, katledilen insanları ve özel-likle de hayatın güzelliğini anlayamadan ölen çocukların yok olan hayallerini unutamayız. Fakat bildiğim ve asla unutmadığım çok önem-li bir şey daha var: O da bütün bu zalim ideo-

lojilerin bir gün hesap vermeye ve yok olmaya mecbur oldukları gerçeğidir. Biz de bu bilgiler ışığında ve elimizden geldiğince, insanlığın al-nına sürülmüş kara lekenin yok oluş sürecini hızlandırmak istiyoruz. Ateist Dergi, insan-ların özgürlüğünü ve insanca yaşama isteğini kısıtlayacak her türlü dini bağnazlıkların kar-şısında olmaya devam edecektir.

Değerli okurlarımızla 12’nci sayımızda da pek çok yazarımızı buluşturuyoruz. Bu sayıda, genç yaşına rağmen ülkemizdeki tabuları ciddi biçimde sarsan, cesur tavrıyla da Ateist kamu-oyu tarafından ilgi ve takdir gören yazarımız Mehmet Mirioğlu’nun kalemini sizlerle buluş-turuyoruz. 12’nci sayımızda değerli destekçi-miz ve yazarımız Tanju abimiz ise yazısında, kuantum fiziği alanında kaydedilen bilimsel gelişmelerin nasıl ve kimler tarafından kirletil-diğini teşhir ediyor, bir diğer açıdan söylemek gerekirse ince bir temizliğe girişiyor. Yeni sa-yımızın edebiyat bölümünde ise sizlere, Ateist yazarlarımızdan Nesrin Dumlupınar Arda’nın kaleminden bir hikaye daha sunuyoruz. Öte yandan, “Ateist Haber” ve “Nasıl Ateist Ol-dum?” bölümleriyle hasret gidermeye devam edeceğiz.

Sonraki sayılarımızda tekrar görüşmek üze-re hepinize keyifli okumalar…

ATEİST DERGİ, İNSANLARIN

ÖZGÜRLÜĞÜNÜ VE İNSANCA

YAŞAMA İSTEĞİNİ KISITLAYACAK

HER TÜRLÜ DİNİ BAĞNAZLIKLARIN

KARŞISINDA OLMAYA DEVAM EDECEKTİR.

OKURLARIMIZA TEKRAR MERHABA

4 ateistdergi.com

Page 5: Ateist Dergi 12. Sayı

Mehmet MİRİOĞLU ODTÜ Makina Mühendisliği Bölümü

1- Giriş

Tanrının varlığına inanmak için kanıta ih-tiyaç var mıdır? Yoksa hiçbir kanıt olmadan da Tanrıya inanılabilir mi? Bu sorular karşısında üç temel duruş sergilenebilir:

1. Tanrıya kanıt gerekmez ona iman etme-liyiz.

2. Bir şeye inanmak için kanıt gerekir, tan-rıya da kanıt olmadan inanamayız.

3. Kanıt olmasa bile Tanrıya inanmak ras-yonel olarak tutarlıdır. (Reformcu Epis-temoloji)

Her ne kadar ilk iki görüş incelenmeyi ge-rektirse de bu yazının konusu üç numaralı id-dia üzerine olacak. Bu iddia özgündür, entelek-tüel açıdan rasyonel gözükmektedir ve yenidir. Tıpkı Alvin Platinga’nın diğer argümanları gibi… Peki ya ne kadar tutarlıdır? Bu tutarlılık araştırmasını ve eleştirilerimi sunmadan önce konuyu anlamak açısından temel kavramları irdeleyeyim.

2- Basit İnançlarHepimizin, kanıta ihtiyaç duymadığı temel

iddialar muhakkak vardır. Kişisel hayatımız ve bu hayattaki çoğu tecrübelerimiz bu basit inançlara dayanır. Yemek yediğiniz zaman, o yemeğin sindirileceği inancı basit bir iddiadır. Sürekli tecrübe ettiğiniz için bu basit iddiaya temel sunmadan da ulaşabilirsiniz. Örneğin yemek yerken, yediğimiz besinlerin sindirilece-ği konusunda:

‘Normal bir insan vücudunda sindirim sis-temi vardır. Sindirim sistemine sahip bir canlı doğal olarak ağızdan aldığı besinleri sindire-cektir. Ben normal bir insanım. Dolayısıyla sindirim sistemim var. Sindirim sistemim ol-duğuna göre yediğim besinleri sindireceğim.’

…gibi bir argüman sunmadan bu inanca sa-hibizdir. Bu inanç, basit bir inançtır. Basit bir inanca başka bir örnek verelim. Soğuk bir kış günü, bir elinizdeki sıcak çayınızı yudumlu-yorken bir yandan da kitap okuduğunuz zaman birden mutfaktan gelen sesle irkildiniz ve bir cam kırılma sesi duydunuz. O an herhangi bir muhakeme yapmadan sadece ‘cam kırılma se-sini duyma’ tecrübenize dayanarak sizde basit bir inanç oluşmuştur: Anneniz kazara bardak kırdı. Bu basit inançtır.

Bu gibi basit inançlar genelde kanıtlarla des-teklenmeden oluşan inançlardır fakat bu basit inançlara inanma hakkınız vardır. İşte tam da Plantinga burada devreye girer ve şunu savu-nur: Eğer tanrı inancı da bu gündelik deneyim-ler gibi basit bir inançsa herhangi bir argüman kurmadan da tanrıya inanma hakkınız vardır. Bu durumda bir kanıt arama gayesine girmeniz gerekmez, yalnızca inanma hakkınız varken de tanrıya inanabilirsiniz. Bu savunmadan sonra Reformcu Epistemolojistler (Yukarıda sunulan üçüncü maddeyi savunan kişilere denir ki ön-cüleri Alvin Plantinga, William Alston, Nicolas Wolterstroff ’tur) tanrı inancının basit olduğu-nu göstermeye çalışırlar.

Reformcu Epistemoloji taraftarlarına göre tanrı inancı en az gündelik tecrübelerimiz ka-dar basittir ve inanılmayı hak eder. Bu basitliği şuna dayanarak savunurlar:

Evrenin derinliğine baktığımızda, bir in-san vücudunun mükemmelliğini incelendiği-mizde, var olan ve var olmakta olan her şeyde manevi bir huşu duygusuna kapılırız. Bu tür tecrübeler bizde ‘Bunlar Tanrı tarafından ya-ratılmıştır’ gibi basit bir inancı oluşturur. Ev-renin gizemlerinde, genişliğinde, canlılarda, ibadet ettiğimizde ve diğer her türlü eylemde bizlerde oluşan duygu bizde Tanrı inancını ba-sit diyebileceğimiz şekilde oluşturur.

Bundan sonra eklerler: Eğer basit inançlara inanma hakkımız varsa ve tanrı inancı da basit

TANRININ VARLIĞINA İNANMAK İÇİN KANITA İHTİYAÇ VAR MIDIR? YOKSA HİÇBİR KANIT OLMADAN DA TANRIYA İNANILABİLİR Mİ? BU SORULAR KARŞISINDA ÜÇ TEMEL DURUŞ SERGİLENEBİLİR.

REFORMCU EPİSTEMOLOJİNİN ELEŞTİRİSİ Argüman Olmadan Tanrıya İnanmak

MAKALE

5ateistdergi.com

Page 6: Ateist Dergi 12. Sayı

bir inançsa tanrıya inanma hakkımız vardır. Az çok konuyu anladığınızı düşündüğümden Reformcu Episte-moloji taraftarlarına eleştirilerimi yazacağım.

3- EleştirilerÖncelikle burada bahsedilen me-

sele inancın doğru olup olmama-sından ziyade o inanca sahip olma hakkının olup olmamasıdır. Mesela az önce verdiğimiz örnekten yola çı-kalım. Cam kırılma sesini tecrübe ettiğiniz anda aslında cam kırılma-mış olabilir, belki de kardeşiniz size bir oyun oynuyordur ve ses kayıt ci-hazından bir efekt çalmıştır, belki o ses televizyondan gelmiştir ve aslında mutfakta cam kırılmamıştır, belki ses sizin mutfağınızdan değil de komşu-nuzdan gelmiştir ama bir anlık ya-nılgı ile yanılmışsınızdır ve kim bilir belki de sadece işitsel bir illüzyondur ve o ses beyninizin bir ürünü olup dış dünyada gerçek ses dalgalarına kar-şılık gelmiyordur. Tüm bu ihtimal-ler karşısında ‘Cam kırılması inancı’ inanılmayı hak eden bir iddia olmak-tan öte ‘Sorgulanıp test edilmesi ge-reken inanç’ kategorisine girecektir. İnanma hakkınız, gerekli gözlemleri ve muhakemeleri yaptıktan sonra elde edilecektir. ‘Araştırma sorumlu-luğu’ ‘inanma hakkı’ndan önce gelir. Ve asıl problem şudur ki bir kişinin bir inanca sahip olmakta haklı olup olmaması, o inancın doğruluğundan bağımsız değildir.

Dediğim gibi, bir inancın basit gibi gözükmesi onu basit yapmaya-caktır. Hele ki o inancın doğru oldu-ğunu iddia etme hakkını zerre kadar doğurmaz. İnançlar basit bile olsa te-mellendirildiği tecrübeyi sınamadan o inancı kabul etmememiz gerekir. İnancın dayandığı tecrübe test edil-meli ve gerekirse daha rasyonel bir açıklamanın olup olmadığına bakıl-malıdır. Mutfağı gidip kontrol etmek buna bir örnek olabilir. Söz konusu basit inanç Tanrı İnancı ise ‘bir çiçe-ğin güzelliğinden tanrıya ulaşmak’ yerine ‘güzellik duygusunu oluştura-cak şekilde evrimleşmek’ daha rasyo-nel bir inanç olabilir. İkisi de basittir

fakat muhakeme yeteneği bir inancı diğerine baskın kılacaktır.

Bir diğer eleştirim ise ‘basit inanç-lar’ dediğimiz meselelerin o kadar da basit olmadığı üzerine olacak. Bu bahsettiğimiz sözüm ona basit inanç-lar en azından tecrübeler ile temel-lendirilmiş, gerekçelendirilmiş argü-manlardır. Her ne kadar ‘yemeklerin sindirileceği’ inancınız, temellendi-rilme olmadan, kanıta dayanmadan ortaya atılmış bir iddia gibi dursa da tecrübelerinizle, yaşantılarınızla, içgüdülerinizle temellendirilmiştir. Her ne kadar yukarıdaki muhake-meyi bilincinizde yapmasanız bile, bilinçaltı dünyanız boş durmaz ve bu argümanı kurar. Basit dediğimiz inançlar o kadar da basit değildir. Basit dediğimiz inançların dayandığı tecrübeler de o kadar basit değildir-ler, fakat bu o kadar da önemli değil.

Bahsedilen ‘tecrübe ile ulaşılan sonuç’ arasındaki ilişki bilinçaltında verilmiş olup en az bilinç dâhilinde verilmiş kararlar kadar sorgulanma-ya açıktır. Bir ‘basit inancın’ inanılma hakkına sahip olup olmaması dayan-dığı tecrübenin akliliğine, tecrübe ile sonuç arasında kurulan ilişkiye bağ-lıdır. ‘Kanıt olmadan inanma’ denilse bile, tecrübe yeterli bir argümandır ve diğer argümanlardan aşağı kalır bir yanı yoktur. Misal ‘bir insanın mükemmelliğinden Tanrının onu yarattığı gibi basit bir inanca varıyo-rum’ diyen biri tasarım argümanının sulandırılmış bir versiyonunu sun-maktan başka bir şey yapmaz.

Konu hakkında yapılabilecek bir diğer eleştiri ise Tanrı inancının bahsedilen basit inançlar kategorisi-ne girmeyeceği olabilir. Tanrı inancı gündelik basit inançlarımıza benze-mez. Tecrübeye dayalı basit inançla-rımız konusunda vardığımız sonuç sürekli bir neden-sonuç ilişkisine dayalı olur. Yemek yediğimizde onun sindirileceği inancı, her yemek yeme-yi tecrübe ettiğinizde onun sindiril-mesinden kaynaklanır. Cam kırığı sesi duyduğunuzda bardak kırıldığı-na dair inanç, bu ikisi arasında ku-

rulan ilişkiye ve sıkça ‘cam kırılması sesi duyduğunuz zaman bardağın kırıldığını’ tecrübe etmenize dayalı-dır. Misal ömrünüz boyunca cam kı-rılması sesini duymasanız, o sesi ilk duyduğunuzda ‘bardak kırıldı’ gibi basit bir inanç oluşturmazsınız.

Gelgelelim Tanrı inancına dair duyulan inanç bu derecede basit ol-madığından ‘doğrudan inanma hak-kı’ doğurmaz. Hiçbir zaman evrenin yaratılışını tecrübe etmediğiniz için, evrenin varlığından tanrıyı sezme-niz ona inanma hakkı doğurmaz. Bu inanç içgüdüseldir sanıldığı gibi kişisel tecrübelerden doğmaz. Hiç değilse bahsedilen tecrübe, basit inançlardaki gibi bir tecrübe değil-dir. Hiçbirimiz insanın oluşumunu tecrübe etmedik, bir çiçeğin tanrı tarafından nasıl planlandığını gün-delik deneyimimizden çıkarmadık. O halde bir çiçekten, bir insan vücu-dundan yola çıkarak tanrıyı sezmek, tanrıya inanma hakkı doğurmaz. Bu sezgi, diğer basit inançlara benzemez.

Tanrı inancının diğer basit inanç-lara benzemediği konusunda daha birçok rasyonel temel sunulabilir. Mesela basit inançların çoğu coğrafi temellere ve yetiştiriliş tarzına da-yanmaz. Sırf size ‘Cam kırılmasını duyduktan sonra cam kırılmış de-mektir’ demişler diye buna inanıyor-sanız ve sezgileriniz de çocukluktan dayatılan psikolojik baskı sebebiyle artık cam kırılması sesinde camın kırıldığını düşündürüyorsa, kurulan ilişki doğru veya yanlış olsun, ona inanma hakkınız yoktur. Zira bu basit inanç tecrübelerinizden ziyade psikolojik baskıya dayanmaktadır. Aynı şekilde size ‘Cam kırılması sesi duyarsan deprem olacak demektir’ demiş olsalardı, bu durumda cam kı-rılmasından sonra depremin olacağı-na inanırdınız ki bu inanç her ne ka-dar basitse de ona inanma hakkınız yoktur. Çünkü dayandığı temel fazla çürüktür ve fazla özneldir.

İncelendiğinde, kişilerin Tanrıya duydukları güven bizzat coğrafi da-ğılımdan, yetiştiriliş biçimlerinden

6 ateistdergi.com

Page 7: Ateist Dergi 12. Sayı

etkilenmektedir. Bir Budist evrene bakıp ‘evren ile kendisinin bir/eş ol-duğu’ inancına basit bir şekilde ula-şabilir. Bir inançlı aynı evrene bakıp ‘tanrının bu güzellikleri yarattığı’ inancına sahip olabilir. Bir Budistin de İbrahimi dinlere inanan birinin de inancı basittir ama ikisinin de herhangi bir akli delil getirmeden bu inançlara inanma hakları yoktur çünkü bu inançlar kişilerin tesadüfen o şekilde yetiştirilmesine bağlı olarak değişiklik göstermektedir ve günde-lik deneyimlerdeki inançlardan ayrı-lırlar. Şans eseri Müslüman/Yahudi/Hindu/Ateist bir ailede doğmanız tecrübelerden çıkardığınız sonuçları etkileyecektir. O halde söz konusu basit (!) inançlar dini bir konuda ol-duğu sürece bir argümana dayanma-dan ilerleme kaydedilmeyecek olup, inanma hakkı da doğrulmayacaktır.

4- SonuçGiriş olarak ‘Tanrıya inanmak

için kanıt gerekir mi, argüman olma-dan tanrıya inanmak mümkün mü?’ sorusunu sordum ve buna olası üç ce-vap verdim. Bunlardan üçü ‘İman ge-rekir’, ‘Kanıt gerekir’, ‘Kanıt olmadan

da rasyonel bir şekilde inanılabi-lir’ şeklindeydi. Üçüncü al-

ternatif üzerinde durup basit inanç-ları açıklama gereği duydum. Basit inançlar argüman kurulmaksızın inanma hakkımızın olduğu inanç-lardı. Üçüncü alternatifi savunan Reformcu Epistemolojistler tanrının bu basit inançlardan biri olduğunu ve kanıt olmadan da basit bir şekilde ona inanma hakkımızın olduğunu söylüyordu. Onlara göre evrendeki, canlılardaki düzen, ibadetlerdeki huzur gibi tecrübeler Tanrı inancına basit bir şekilde sahip olabileceğimiz tecrübelerdi.

Bu iddiaya karşı birkaç eleştiri sundum. Bu eleştirilerden ilki, inan-ma hakkının inancın doğruluğun-dan bağımsız olamayacağı şeklinde idi. Bir inanca inanma hakkı, onun doğruluğunu da içinde barındıraca-ğından, araştırma sorumluluğunun inanma hakkından önce geldiğini savundum.

Diğer eleştirim basit inançların aslında o kadar da basit olmadığı üzerine kuruluydu. Şöyle ki her ba-sit inanç bir temellendirmeye sahip olacağından o kadar da basit değil-lerdir. Her basit inanç bir tecrübeye

bağlıdır. Bahsedilen tecrübe ile inanç arasında, bilinç dahilinde bir argü-man kurulmamış olsa bile, bilinçal-tı bu görevi üstlenmiştir ve bu da en azından bir argümana eşdeğerdir. Bu ilişki bir argüman muamelesi görme-li ve irdelenmelidir.

Konu hakkında bir diğer eleştiri de Tanrı inancının bahsedilen diğer basit inançlar gibi basit olmadığına yönelikti. Basit inançların temelinde iki tip tecrübe vardır. Biri, geçmişten gelen tecrübe diğer ise geçmişten ge-len tecrübenin tekrarlanması… Tan-rı inancı geçmişten gelen bir tecrübe olmadığından, şu anki tecrübemiz-den tanrı inancına ulaşma hakkımı-zın olmadığını savundum.

Son eleştirim ise; basit inançların, yetiştirilme tarzı, coğrafi etken gibi etkenlerden etkilenmezken ve onlar psikolojik bir baskı sonucu oluşmaz-ken tanrı inancı böyle bir inanç ol-masına yönelikti. Bundan dolayı tan-rı inancının basit inanç kategorisinde olmadığını savundum.

Tüm bu bahsedilen gerekçelerin Reformcu Epistemolojiye karşı ol-duğunu ve Tanrı inancı konusunda bu görüşün tutarsız olduğunu gös-termeye çalıştım. Umarım kafa-

nızda bazı soru işaretlerini kapatmışken yeni soru

işaretleri açmışımdır.

7ateistdergi.com

Page 8: Ateist Dergi 12. Sayı

Tanju Ertunç

Eskiden beri bilimdeki ilerlemelerle birlikte saltanatının sarsılacağından korkan din, önce yeni bilimsel akımlara karşı tavır almış sonra baş edemeyeceğini anlarsa onunla uzlaşma, onu benimseme ve hatta ondan destek alarak kendi haklılığını daha güçlü vurgulama yolla-rına girmiştir. Kuantum fiziğinin ortaya çıkı-şında ise tavırları farklı oldu, daha ilk baştan eski geleneksel fiziğin tüm yasalarına meydan okuyan bu dalı desteklediler. Çok beğendiler onu. Nihayet tezleri bilim tarafından da doğ-rulanmıştı. Bilimle hiç bu kadar yakınlaşma-dıklarından ve hatta bazı bilimcilerin bile ken-dilerine hak verdiklerinden dolayı sevinçlerini gizleyemediler.

Böyle düşünmelerinin nedeni kuantum fi-ziğinin belirsizlik ilkesi nedeniyle bilinemezci bir yapısının olması, deneylerde gözlem edimi-ne verdiği önem, her parçanın sanki bütünden haberdar gibi davranıyor olması şeklindeki gerçeklikler olduğu kadar bu fiziğin kurucula-rının bazılarının tanrı inançlı kişiler olmasıydı.

Bu fiziğin en önemli kurucusu Werner Hei-senberg (1901-1976) meşhur belirsizlik ilkesini bulan, 1932 Nobel Ödülü’nü alan çok önemli bir Alman fizikçidir ve tanrıya inanmaktadır. Hatta yukarıdaki gibi doğa bilimleri bardağın-

dan bir yudum alırsanız ateist olursunuz ama bardağın dibinde sizi tanrı beklemektedir de-diği rivayet edilmektedir. Gerçi rivayetlere her konuda inanmak zor, örneğin 2’nci Dünya Sa-vaşı’nda Alman atom bombası çalışmalarının içinde olan Heisenberg’in dünyayı kurtarmak için kasıtlı olarak atom bombasını Amerika›dan evvel bulmadığı iddia edilmektedir ama bir bilimcinin bunu gururuna yedirebileceğini sanmam. Kaldı ki kendisi hep Nazi yönetimine sadık kalmıştır. Hatta Niels Bohr’un ifadesine göre ise bir ara Alman işgali altındaki Dani-marka’ya gelip Bohr’dan bomba hakkında bilgi almaya çalışmıştır.

Kuantum fiziğinin dincileri ve gizemcileri mutlu eden bir başka özelliği anlaşılmazlığı-dır. Büyük teorik fizikçi Feynman’a göre kim-se anlamıyor. Zaten din de evrenin sırlarının insan aklını aştığını hep söylememiş miydi? O halde istedikleri gibi boşlukları doldurma hak-kını kullanabilirler, garip deneysel sonuçları ideolojileri doğrultusunda yorumlayabilirler. Fransız Bilimler Akademisi üyesi Jean Guitton 90lı yıllarda yazdığı ‘’Tanrı ve Bilim’’ kitabında bilimdeki son ilerlemelerin dinin zaferini ilan ettiğini iddia etmiştir.

Kuantum fiziği deneylerindeki garip sonuç-ları Hristiyanlık veya Müslümanlık gibi kendi dinlerinde açıklayamadıkları durumda Bu-dizm’e ve Uzakdoğu mistisizmine sığınmışlar oradan kendilerine uyan gizemcilik, biline-mezcilik gibi öğretilerden yollar döşemişlerdir. Örneğin Schroedinger’in kedisi deneyinde kedi kutu içinde kapalı kaldığı sürece ölü mü canlı mı bilemeyiz çünkü belirsizlik teorisine göre radyoaktif maddenin ne zaman çekici kırıp kediyi öldüreceği belli değildir. Onu canlı veya ölü yapan bizim gözlem edinimimizdir. Ne za-man ki kutuyu açar bakarız binlerce dünyadan sadece biri gerçek olur. Bu deneye çok sevinen Guitton ‘’Dışarıdan her an kozmik evrimi de-ğiştiren o büyük gözlemci işe karışır karışmaz yerlerini bizim tek gerçekliğimize bırakarak yok olan gizil gerçeklikler, olası dallara ayrıl-malar vardır. O zaman bu hem tek hem de aşkın gözlemcinin dünyamızın varoluşu ve tamamla-nışı için kesinlikle gerekli olduğu anlaşılacak-

KUANTUM FİZİĞİNİN

DİNCİLERİ VE GİZEMCİLERİ

MUTLU EDEN BİR BAŞKA ÖZELLİĞİ

ANLAŞILMAZLIĞIDIR. BÜYÜK TEORİK

FİZİKÇİ FEYNMAN’A GÖRE KİMSE ANLAMIYOR.

 KUANTUMUN TANRISIZLIĞI

MAKALE

“The first gulp from the glass of natural sciences will turn you into an atheist, but at the bottom of the glass God is waiting for you.”

Werner Heisenberg

8 ateistdergi.com

Page 9: Ateist Dergi 12. Sayı

tır.’’ demiştir. Ben bu sonuca nasıl bu kadar çabuk varabildiğini tabi ki anlamadım. Aslında bu konu tanrı inancına yeni eklenmiş bir mevzu da değildir. Berkeley (1685-1753) göz-lemlemediğimiz anda dünyanın ne olduğunu sorgulamış ve bir ağaç biz ona bakmadığımız halde varsa bu her şeye bakan bir tanrının varlığı kanıtıdır demiştir. Nazım Hikmet’in “Behey Berkeley” diye güzel şiirinin dışında bir başka şair ona şu şekilde cevap vermiştir:

Hologram denilen fotoğrafın her hangi bir parçası belli bir teknikten geçirilirse daha silik bir şekilde de olsa bütünü içeren bir görüntü elde edilir. Aynı şekilde evrende parça-ların bütünle birlikte sanki onlarla birlikte hareket ediyor gibi bir görü-nümü vardır. Bu konuyu en iyi açan deney EPR deneyidir. A ve B elekt-ronları birbirleriyle çarpıştırılır, yete-rince uzaklaşmaları beklenir, A elekt-ronu üzerinde ölçüm yapılır (bu tabi ki belirsizlik ilkesi gereğince hız ve konumdan sadece birini sabitleyerek olur), B elektronu için geçerli sonuç alınıp alınmadığına bakılır. 1982de yapılan bu deneye göre elektronun arkadaşının başına geleni biliyormuş gibi hareket ettiği görülür. Tabi ki tanrıcılar buradan evrenin bir  orga-nizma ve tüm parçacıkların bir bütün olduğu sonucunu çıkarmıştır.

Heisenberg’in belirsizlik ilkesinin daha ileri sonuçları çift yarık dene-yinde de ortaya çıkmaktadır. Elekt-ronları iki yarıklı bir levhadan öbür tarafa attığımızda arkadaki ekranda beklendiği şekilde delikleri gösteren bir tablo değil faklı bir girişim tablo-su görürüz. 

Yani kuantum gariplikleri bir tek deneyle sınırlı değildir. Niels Bohr’un ünlü sözünde dediği gibi kuantum gerçeklikleri karşısında sarhoş olmayanlar bu fiziği anlama-mıştır. Oysa dinciler ve gizemciler kendi ideolojileri veya çıkarlarına göre değerlendirmeler yapmakta ve her zaman olduğu gibi bilimsel ge-lişmelere engel olmaktadırlar. Kuan-tum fiziğinin klasik fiziğe karşı gel-mesinden cesaret alan bazıları klasik tıbba karşı da kuantumun gücünden destek alan metotlar önermişlerdir. Bazıları da kuantum düşünce teknik-leri gibi bilimsel dayanağı olmayan şeyler çıkartarak belli kuantum de-neylerinden cesaretle ‘’ne düşünürsen o olur’’ gibisinden yaklaşımlara yol almışlardır.

Sonuç olarak söylememiz gereken şudur: Bilimin aklımızdaki yargılar-la uyumlu olması şart değildir. Eğer böyle olduğuna inanıyorlarsa akıl-larının içinde bir tanrı var zannet-tiklerindendir. Platon ve Pisagor’un oturdukları yerden sadece düşünerek tüm gerçekliklere ulaşacağını sanma yanılgısıdır bu. Oysa bilim ampirik-tir ve deneylere dayanır.  Klasik fizik bütün meşruiyetini çekim kanun-larından alır. Peki, yer çekimi akla uygun mudur? Maddenin çekimini akılla izah etmek mümkün müdür? Fizik matematiğin tersine deneylere gereksinim duyar ve düşünerek so-nuç üretemez. Avogadro sayısının 6.02x10^23 olmasının mantıkla izah edilecek tarafı var mıdır? Biz fizik deneylerini gözlemleyip onları mate-matiksel formüllere yani kendimizin anlayabileceği şekle getiririz. Bunun temel nedeni ise bizim evrenin sır-larını algılamaya yönelik değil var-lığımızı sürdürmeye yönelik bir aklı evrim yoluyla edinmiş olmamızdır.

Klasik fiziğin kuralları mesela yük-sekten düşersek parçalanıp öleceği-miz, suyun bizi kaldırdığı, bilardo to-punun bizim ona vurduğumuz yönde sürtünmesiz ortamda sonsuza kadar gideceği gerçeklerini bilmek bize yetmektedir. Oysa atomların dün-yasında bizim bildiğimiz yasalardan çok farklı yasalar vardır hatta yasalar yoktur. Çarpıştıkları zaman ikisi bir-den yok olan parçacıklar, hiç yokken ortaya çıkan parçacıklar, her olasılı-ğı deneyen ama bize sadece birinden göz kırpan elektronlar. Periler ülkesi gibi. Ama bu bizi gizemciliğe götür-mek zorunda değildir.

Akıl yasa koyamaz sadece göz-lemleri betimler. Olaya bu açıdan bakınca hiçbir deney şaşırtıcı değil-dir. Çift yarık deneyinde elektronun tavrı gariptir ama neye göre? Bizim en kısa yol düz çizgidir inancımıza göre gariptir. Oysa elektron A’dan B’ye her olası yolu aynı anda dene-mektedir. Önyargılardan arınma-dan kuantum fiziği olaylarını açık-layamayız. Bu önyargılardan biri de tanrı inancıdır çünkü onlar her şe-yin olup bitebileceğini ama belli bi-risinin olmasının bir olasılık sorunu olduğunu görmek istemezler. İlle de bir yere bir ilahi varlık koymak ister-ler. Oysa başka onlarca rasyonalizas-yon yapılabilir. Örneğin Feynman, çift yarık deneyini KEDİ (kuantum elektrodinamiği) kitabında şöyle izah etmiştir: Elektronun önüne ya-rıklı bir engel konursa olanaklı yol-ların sayısı değişeceğinden parçacık yolları yarığın ötesine yayılabilir. EPR deneyi gibi parçacıkların bütün içinde birlikte hareket ettiğini göste-ren deneylere karşı paralel evrenler teorisi kurulmuştur ama nedense tanrıcılar bu teoriye marjinal, eks-trem bir teori gözüyle bakmayı ter-cih etmektedirler.

Kuantum fiziğini kendi gizem-cilikleri için bir süreliğine sığınak olarak görenlerin düşündüğünün tersine bu bilimsel gelişmeler evrenin gelişigüzel ve olasılıkçı yapısını gös-tererek bizi bir tanrı fikrinden daha da uzaklaştırmaktad

9ateistdergi.com

Page 10: Ateist Dergi 12. Sayı

ÖYKÜ

Nesrin Dumlupınar Arda

“Kanın coşkun akıyorsa eğer damarlarından,Boyun eğme olup bitenlere!Lanetli bir haram döşeği olmasına!”“Oğlum hadi yemeğe! “ sesiyle irkildi, deli-

kanlı. Oyunculuk sınavı için ezberlediği sözleri söylediği aynanın karşısında.

“Tamam anne ya! Rahatsız etmeyin demiş-tim.”

“Aç kalırsan halsiz düşersin. Kafanın dinç olması gerekir. Sonra ne hayalet olabilirsin ne de omlet.”

“Ne omleti anne Hamlet Hamlet!”diye ba-ğırdı.

“Her ne haltsa, sofrada bekliyoruz seni.” di-yerek kapıyı sertçe kapattı.

“Ama yapacağını ne türlü yaparsan yapAnana el kaldırıp kirletme elini!”“Neyse” dedi delikanlı içinden “Dinleyelim

Shakespeare ustayı, anamıza karşı gelmeyelim.” Elindeki kağıtları bırakarak istemeye istemeye sofraya gitti. Ne yediği yemeğin lezzetini alıyor ne de konuşulanları duyuyordu. Her bir lokma-da ya Hamlet oluyordu ya da Hamlet’in hayalet babası. Ailesi onun bu haline alışmıstı, onunla sohbet etmiyor, cevap alamayacaklarını biliyor-lardı. İlk başlarda dalgın delikanlının yemek sı-rasında farkında olmadan yaptığı mimikler, çok komik geliyordu. Gülmemek için birbirleriyle göz göze gelmemeye çalışıyorlardı. Artık alış-mışlardı. Son bir aydır yaşadıkları bu deneyimi sofranın bir parçası olmuştu. Sofradaki tuzluk gibi kimsenin dikkatini çekmiyordu.

Yemek faslı bitmiş delikanlı odasına çekil-miş kaldığı yerden devam ediyordu.

“Bırak Tanrı görsün hesabını,Kendi içindeki dikenler kanatsın vicdanını!Ama hemen gitmeliyim ben.Tanrıya emanet ol! Sabahın yakın olduğuna

alametAteş böceklerinin gittikçe sönen ışıklarıTanrı seninle olsun, seninle olsun Yüce TanrıSen de unutma beni!Şimdi sıra Hamlet’in metnine gelmişti. Bir-

den kendini balkonda buldu. Boğuluyordu. Başını gökyüzüne kaldırdı ağır ağır. Yıldızlar-dan medet umuyordu. Her biri kaç defa şahit olmuştu Hamlet’e? Kaç defa izlemişlerdi oyu-

nu? Hatta Shakespeare yazarken heyecanla sonunu beklemişlerdi belki de. “Keşke dilleri olsa konuşsalar benimle. ‘En iyisi sensin, me-rak etme yarın çok iyi olacak. Biz burda zafe-rini kutlamak için bekliyor olacağız.’ deseler.” Derin bir nefes aldı, nefesi geri vermek istemi-yordu. Zamanı durdurmak istiyordu. Nefesini bırakırsa her şey kaldığı yerden devam edecek-ti. Yarınki günü atlayıp öbür güne geçmenin bir yolu olmalıydı. Hamlet’i düşündü “Şu an ondan daha ıstıraplıyım.” dedi. O amcası ta-rafından haince öldürülmüş babasının intika-mı ile yanıp tutuşurken babası için savaşırken, kendisi on dakikalık sınavı ıstırap sayıyordu. “Sonuçta Hamlet Shakespeare’in hayali gerçek değil ki.” dedi. “ Peki ne benim gerçekliğim? Şu an burada yıldızlarla konuşmam mı yoksa yarının hayatımın dönüm noktası olacağı mı? Hangisi daha gerçek?” Boş boş baktı. Bir anda kağıtların yanında buldu kendini. Kafası karı-şıktı. Korkmaya başlamıştı. “Yeterince oyunun içine giremiyorum sanırım, benim gerçekliği-min Hamlet olması gerekmiyor mu? Gereçekli-ğim sınav olursa nasıl başarılı olabilirim.” dedi. Hamlet olmalıyım, Hamlet olmalıyım” diye bağırdı avazı çıktığı kadar ve kağıtları etrafa savurdu.

“Oğlum iyi misin?” babası telaşla açtı kapıyı.“İyiyim baba, olmak ya da olmamak işte bü-

tün mesele bu!” Kahkahalarla gülmeye başla-mıştı.

Babası onu omuzlarından tutarak sandalye-ye oturttu. Masadaki sürahiden bir bardak su doldurdu.

“İç yavrum hadi” sesindeki telaş endişeli baba şefkatine dönüşmüştü.

Delikanlı suyu hızlıca içti. Sonra baba-sına baktı. Göz göze geldiler. Ayağa kalktı tüm gücüyle sarıldı babasına. Hıçkırıklarla ağlıyordu. Küçücük bir çocuk olmuştu. Korkularıyla baş edemeyen küçücük çocuk... Babası da sımsıkı tutmuştu onu. Bırakırsa kay-bedecekti oğlunu. Korkuyordu.

***Uyuyamıyordu. Yatağın her iki tarafını kaç

kere ziyaret etmişti, kaç defa sırt üstü kaç defa yüzüstü yatmıştı, bilemiyordu. Kaç gecedir doğru düzgün uyku girmiyordu gözüne. Nasıl çıkacatı kurulun karşısına? Nasıl bu sınavı geç-

BIRAK TANRI GÖRSÜN

HESABINI,KENDİ İÇİNDEKİ

DİKENLER KANATSIN

VİCDANINI!AMA HEMEN

GİTMELİYİM BEN.TANRIYA EMANET

OL! SABAHIN YAKIN OLDUĞUNA

ALAMETATEŞ

BÖCEKLERİNİN GİTTİKÇE SÖNEN

IŞIKLARITANRI SENİNLE

OLSUN, SENİNLE OLSUN

YÜCE TANRISEN DE UNUTMA

BENİ!

105 NUMARA

10 ateistdergi.com

Page 11: Ateist Dergi 12. Sayı

meyi istediğini istediğini anlatacak, gösterecek nasıl ikna edecekti onla-rı? On dakikada başarabilir miydi? Diyebilir miydi ben yazları çalışarak para biriktirdim, sırf Shakespeare’i kendi dilinden okuyabilmek için İn-giltere’de edebiyat dersleri aldım? Elin memleketinde para kazanmak için bulaşık yıkayıp, sokaklarda kö-pek gezdirdim. Bir kağıda yazıp ço-ğaltıp her birinin eline verse miydi acaba? Dilencilerin bir kısmının kul-landığı bir yöntemdi bu. Ne düşünür-lerdi? Ne düşünecekler: zavallı çocuk ne kadar da çaresiz.

Çaresiz zavallı çocuk ayağa kalktı, lavobaya gitti. Elini yüzünü yıkadı sonra “ne yapıyorum ben” dedi. “Uy-kumu kaçırıyorum neden böyle bir saçmalık yaptım” diye düşünürken küvetin bulunduğu bölümden sesler geldiğini işitti. Biri banyo perdesini yavaş yavaş açıyordu.

“Kim var oarada, anne sen misin?” Kanı donmuştu. Kıpırdayamıyordu söylediği sözleri kendisi de duymu-yordu. Tekrar konuşmak istedi an-cak sesi çıkmıyordu. Kapıya doğru hamle yaptı, bir an evvel ailesini uyandırmak istiyordu. Her adımın-da kapı git gide uzaklaşıyordu. İyice korkmaya başlamıştı. Adım atmak-tan vazgeçmişti. Kapının tamamen kaybolmasını göze alamıyordu. Peki, nasıl ulaşacaktı kapıya? Banyonun içinde sonsuza kadar hapsolursa ne yapardı? “Olmaz” dedi, “Annem ben-siz yapamaz! Ne yapar eder çıkarır beni buradan.” Geçici bir rahatlama hisseti bir anlığına. Küvetten sesler gelmeye devam ediyordu. Bir kişi de-ğildi perdenin arkasındakiler. Birden fazla ayak sesi duyuyordu. Evet evet, birden fazla ayak sesi vardı. Hatta biri kadındı. Topuklu ayakkabı sesi duy-muştu. Ne işleri vardı orada? Dönüp bakmaya cesaret edemiyordu. Ama bakmaktan başka seçeneği yoktu. Ya sonsuza değin kapının uzaklaşması-nı seyredecek ve korkuyla yaşayacak ya da korkusuyla yüzleşip merakını giderecekti. İçinden bir ses yabancı-ların ona zarar vermeyeceğini söylü-yordu. Zarar vermek isteselerdi çok-tan saldırılardı ona. Belki de onun varlığından haberleri yoktu. Yavaşça

döndü arkasına. Banyo perdeleri ta-mamen açılmış küvetin olduğu yerde tiyatro sahnesi oluşmuştu. Sahne-de Hamlet oynanıyordu. Çaresizce izlemeye başladı. Sanki Hamlet ona bakıyordu ya da ona öyle gelmişti. “ Tek seyirci benim kime bakacak ki başka” dedi. Birden Hamlet’in ne kadar da kendisine benzediğini far-ketti. Hayır olamazdı, o olamazdı! Ama tam da kendisiydi. Nasıl oyun-du bu? Nasıl bir saçmalıktı? Delikan-lı bunları düşünürken Hamlet oyuna devam ediyordu. Polonius’la kralın perdenin arkasına gizlenerek, Poloni-us’un kızı Ophelia’yı, Hamlet’in de-lice davranışlarının nedeni anlamak için gönderdikleri sahne oynanmak-taydı. “Doğru tahmin “dedi delikanlı “kadın olduğunu biliyordum, demek ki Ophelia’ymış.” Ve hamlet kendi kendine konuşuyordu:

“Ölmek, uyumak sadece! Düşünün ki uyumakla yalnız

Bitebilir acılar yüreğinÇektiği bütün kahırlar insanoğlu-

nun.Uyumak ama düş görebilirsin uy-

kuda, o kötü!Çünkü o ölüm uykularında,Sıyrıldığımız zaman yaşamak kay-

gısındanNe düşler görebilir insan, düşün-

meli bunu”Delikanlı sahnenin tam karşısına

denk gelen klozetin kapağını kapattı üzerine oturdu. Ne kadar da güzel oynuyordu. Kendisiyle gurur duydu. Aynada izlemeye benzemiyordu dışa-rıdan izlemek. Her hareketini en ince noktasına kadar izleyebiliyordu. “İyi çalışmışım”dedi içinden. Oyuna öyle kaptırdı ki kendini sahnedeki oyunu gerçek gibi algılamaya başlamıştı. Aniden Hamlet’i uyarma isteği oluş-tu. “Sus konuşma perdenin arkasın-dan seni dinliyorlar” demek istiyordu ama yine sesi çıkmıyordu. Ses sanki ağzından dışarı değil de boğazından içine doğru ters yönde gidiyordu. Tüm vücudunda, başından ayak par-maklarına kadar kendi sesinin yan-kısını duyuyordu. Bu onda garip bir heyacan yaratıyordu. Hem korkuyor hem de bu durumdan tuhaf bir keyif alıyordu. Küçük bir çocuk gibi sürek-

li konuşmaya başlamıştı. Her harfi ayrı ayrı tüm vücudunda hissetmeye başlamıştı. Her kelimenin her harfin vücudunda yayılışı faklıydı. “Keli-melerin gücü işte!” dedi. O kelimeler de yayıldı vücuduna, bitmesini iste-mediği senfoniydi sanki. Öylesine dalmıştı ki bulutların üstünde dans ettiğini düşündü. Evet, bulutların üstündeydi “Ya düşersem?” deme-ye kalmadı, hızlıca düşmeye başladı ve kendini banyodan bozma tiyatro sahnesinde buldu. Oyun bitmişti. Perdeler kapanıyordu. “Hayır!” dedi “Durun gitmeyin!” Sahneye doğru bir adım attı. Her adımında sahne uzaklaştı uzaklaştı... Küçüldü. Gö-rüntü bulanıklaşmış, girdap oluşmuş küvetin gider deliğinden geçerek kay-bolmuştu.

Saatin sesiyle kan ter içinde uyan-dı. “Oh rüyaymış.” dedi. “Ne anla-ma geliyor acaba?” diye düşündü. Bu rüya kendisine mesaj mı veriyor olabilir miydi? Her şey ondan uzak-laşmıştı. “Korkularım” dedi, “Kor-kularım hedeflerime set çekiyor.” Durdu. Öylece oturdu yatakta. “Ben” dedi “Ben korkuyorum. Başarısız ol-maktan korkuyorum.” Rüyasındaki Hamlet’in sözleri geldi aklına. Teselli etmeye çalıştı kendini. “Sıyrıldığımız zaman yaşamak kaygısından, Ne düş-ler görebilir insan.”

***Sınavın olacağı tiyatro binasının

önünde, elinde evraklar ve çalışma kağıtları olan klasörle dikiliyordu. Kimse onu farketmiyordu. O da kim-seyi... Binanın sütunlarından farksız-dı. “Şimdi” dedi “ Bu kapıdan geçe-ceğim. Ya başlayacak umutlarımın temeli ya da bitecek!” diye devam etti. “Ne olacaksa olsun” diyerek hızlıca çıktı merdivenlerden. Kapıda güven-lik görevlileri vardı. Ellerinde çaylar-la sohbet ediyorlardı. Sohbet öyle tatlı görünüyordu ki binanın güvenliği çok umurlarında değil gibiydi. Ya da çok tecrübeliydiler. Hem sohbet edip hem de güvenliği sağlayabiliyorlardı. Tıpkı oyun oynarken aynı zaman-da ebeveynlerinin konuşmalarına kulak misafiri olan çocuklar gibi. “Ne güzel” dedi içinden “ Keşke on-ların yerinde olabilseydim!” Çayın

11ateistdergi.com

Page 12: Ateist Dergi 12. Sayı

kokusu gelmişti burnuna. Durdu. Onlara farkettirmeden içine çekti kokuyu doyasıya. “En son ne zaman keyifle çay içtim acaba?” diye geçirdi içinden. Hatta son bir aydır çay içip içmediğini bile hatırlamıyordu. Soh-bet bile edemez olmuştu. Söyleyecek kelimeleri tükenmiş miydi yoksa?. Sınava hazırlanma sürecinde hiç bir arkadaşı aramamıştı onu. Aramayın dememişti ama onlar onun oyuncu-luk aşkının farkındaydı galiba. “Yok-sa” dedi “Yoksa karşıma çıktılar da tersleyip kovdum mu onları? Yoksa görmezden mi geldim istemeyerek?” hatırlamıyordu. Özlemişti... Sıcacık bir çayla dost sohbetlerini özlemişti.

İlerledi, danışmadaki adama sınav yerini sordu. Konuşmaya üşenen, ko-nuşursa vücüdundan bir şeyler ko-pup gidecekmişcesine yüzünü asan adam, sağ taraftaki kapıyı gösterdi. Delikanlı adamın sesisini merak et-mişti. İnatla adama gülümseyerek teşekkür etti. Suratsız adam sadece kafa sallmakla yetindi. “Sesini duya-masam da, tepki verdi en azından” dedi içinden “Kayıtsız da kalabilirdi sonuçta.” Nedensiz bir şekilde aklı suratsız adama takılı kalmıştı. Ada-mın öyle bir hali vardı ki sanki çok önemli mevkilerde bir işi varmış da danışmaya bir arkadaşının yerini idareten almaya gelmişti. “Mutsuz” diye düşündü delikanlı, kimbilir ne hayalleri ne hedefleri vardı. Hayat onu istemediği bir şekilde burada çalışmaya zorlamıştı belki de. Sonra kendini düşündü “Ya başaramazsam? Oyuncu olamazsam ne iş yaparım ben? Başka hangi işte mutlu olabili-rim?” Hiç düşünmemişti daha önce. “Ben de suratsız adam olur muyum ileride?”

***Uzun bir kuyruğa girdi. Kayıt yap-

tırması gerekiyordu. Kuyrukta her yaştan insan vardı. Hepsi tedirgin, mutsuz görünüyordu. Kendi tedir-ginliği ya da mutsuzluğu çevresinde-ki herkesi öyle görmesine neden olu-yordu. Sıra ona gelmişti. Klasörden çıkardığı belgeleri suratsız adamın aksine etrafına neşe saçan sevimli kıza vermişti. Kıvırcık saçlı güler-yüzlü kız, ona üzerinde 105 yazılı, beş

derece miyop birinin bile çok uzak-tan rahatlıkla görebileceği, büyük yapışkanlı bir kağıt vermişti. Kağı-dı özenle üzerine yapıştırdı. Artık adı 105’ti. Kimlikteki adının hiç bir önemi kalmamıştı. Tiyatro binasının sınırları içinde o, 105’ti. Kuruldaki jüriler önlerindeki kağıtlara değer-lendirme yaparken onun kimlikteki adını değil 105 numarayı değerlen-direceklerdi. 104’ten bir sonraki, 106’dan bir önceki 105 numarayı...

Numarasını alan herkes üst kata çıkıyordu. Kimseye soru sormadan onları takip etti. Kurulmuş oyun-cak gibiydi ya da tahtadan yapılmış ipleri başkasının elinde olan kukla. Kukla deyince pinokyo geldi aklına, gülümsedi. Pinokya’yı insana çeviren peri şimdi onun karşısına çıksa ve beni profesyonel iyi bir oyuncuya dö-nüştürse diye düşündü. Keşke kork-madan çıkabilseydi kurulun karşısı-na. “Ne oluyor bana? Neden bu kadar güvensizim? Kimim ben? Korkak bir 105 numara mı?”

Boş salona girdiler. Ne oturacak bir yer vardı ne de dışarı bakan pen-cere. Duvarlar dans salonu gibi ay-nalarla kaplıydı. Hiç hoşuna gitme-mişti. Yüzünün perişan halini görüp moralini daha da bozmak istemiyor-du. Diğerlerine baktı. Her biri sözleş-mişcesine aynaların karşısına geçmiş prova yapmaya başlamışlardı bile. Yazılı sınavlara tenefüste hazıralanan çocuklar gibiydiler. Herkes kendi ha-vasındaydı. Garip garip hareketler yapan bu topluluğu oyunculuk sına-vına geldiklerini bilmeden biri izlese onların akıl hastanesinde olduğunu düşünebilirdi. İzlemek hayli eğlenceli gelmişti delikanlıya. Ta ki elinde bir kağıtla içeri giren yaşlı kadın gelince-ye kadar...

“Arkadaşlar dört kurul odamız var. Numarası birden elliye kadar olanlar birinci odaya, elliden yüze kadar olanlar ikinci odaya, yüzden yüz elliye kadar olanlar üçüncü oda-ya, yüz elliden...”

Birden bir uğultu yükselmişti. Herkeste bir telaş odalar neredeydi nasıl çağıralacaklardı?

“Arkadaşlar susarsanız anlataca-ğım.” yaşlı kadının sesi sertleşmişti.

Arkasını dönüp kapıları göstermişti. Aynayla kaplı olan kapılar gerçekten zor farkediliyordu.

“Kapıları gördünüz. Şimdi gelelim merak edilen sorulara. Arkadaşlar her bir kapıda kapı görevlileri olacak ve numaraları söyleyerek sizi teker teker içeri alacaklar. Bu yüzden pro-valarınızı lütfen fazla ses çıkarmadan yapınız. Kapıdaki görevlilerin sesleri-ni duyurmasını engellemeyin ki daha seri şekilde işlerimizi halledelim. Bu arada siz sormadan ben söyleyeyim. Küçük bir ayrıntıyı daha belirtmek istiyorum. Ara numaralar olan elli, yüz ve yüzelli genellikle hangi odada sınavar gireceklerini bilemezler. Elli numara birinci, yüz ikinci, yüz elli üçüncü odaya girecekler. Diğer tüm numaralar dördüncü odada sınava girecekler. Şimdi başka sorusu olan var mı?” Kimseden ses çıkmamıştı. Korkunç bir sessizlik hakim olmuştu salona.

“Peki, hepinize başarılar diliyo-rum, kolay gelsin”

Delikanlı namıdiğer 105 numara üçüncü odada sınava girecekti. 100 numara üçüncü odada sınava gi-receğine göre ondan önce dört kişi olacaktı. Sırtını yasladığı aynanın önüne çöktü, elindeki çalışma kağıt-larını yan tarafa koydu. “Dört kişi” diyordu “dört kişiden sonra ben gi-receğim. Ne yapacağım şimdi? Yak-laşık kırk dakika sonra her şey baş-layacak ve bitecek.” Çantasından su çıkardı, susamamıştı ama içiyordu. Neden içiyordu? Farkında olmadığı gizli susuzluğu mu vardı yoksa ge-tirdiği için kendini mecbur mu his-sediyordu içmeye? Şişe yarılanmıştı. Diğer yarısını da sınav öncesine bı-rakmıştı. Derken odaların kapıla-rı teker teker açılmaya başlamıştı. Görevliler yüksek sesle numaraları söylüyorlardı. Sesler karışmasın diye de birbirlerini takip ediyorlardı. Kulakları duymuyordu 105 numaranın, bir ağırlık vardı. Yük-sek bir dağın tepesine hızlıca çıkmış gibiydi. O ağırlık kulaklarından aşağılara iniyor, midesinde kocaman taşa dönüşüyordu. Taş hareket edi-yor gibiydi ve tüm vücudu kasılıyor-du. “Üçüncü kapı” dedi. Üç sayısını

12 ateistdergi.com

Page 13: Ateist Dergi 12. Sayı

severdi ama ya üçüncü kapının ardındaki jüriler çok zor beğenen aksi insanlarsa? Elbette tam tersi de olabilirdi. Şanslı mı şanssız mı, biraz-dan öğrenecekti.

Otuz dakika geçmiş, 104 numaralı içeri girmiş, savaşını veriyordu. “On dakika sonra, on dakika sonra” diye yüksek sesle konuştu. Ayağa kalktı. Yerdeki çalışma kağıtlarına baktı. Et-rafı izledi. Her şey anlamsız gelmeye başlamıştı. Uzay boşluğunda oldu-ğunu düşündü. Atmosferin ve yer çekimin olmadığı bir yerde anlamsız asılı duruyordu. Yerdeki kağıtların üzerine çıktı. Sağ ayağıyla olanca gü-cüyle bastırıyor, bir yandan da daire çizerek dönüyordu. Döndü, döndü, döndü... Birinin ona dur demesini bekliyordu. Kağıtlar iyice yıpranmış, parçalanmıştı. Birden kapıya doğru koşmaya başladı. Kapıdaki görevli onu tuttu. Ve üçüncü kapıdan bekle-nen ses gelmişti.

“105 numara içeri!”Görevli heyecanlı olduğunu anla-

dığı 105 numaraya “Hadi seni çağırı-yorlar” diyerek kolundan tuttuğu gibi üçüncü odaya götürmüştü.

İçerideydi sonunda. Oraya nasıl geldiğini hatırlamıyordu. Kuruldaki jüri başkanının sesiyle irkildi.

“Başlayabilirsin seni izliyoruz”“Seni izliyoruz, seni izliyoruz...” ses

kulaklarında yankılanıyordu. Ezber-ledikleri sanki kafasında bir pencere açılmış, oradan uçup gitmişlerdi. Ke-limeler özgürdü artık. Hamlet özgür-dü. Hayalet babası özgürdü. Diledik-leri kişilere gidebilirler, orada hayat bulabilirlerdi. Belki de onları yıllarca izleyen yıldızlara gidiyorlardı. 105 numarada vücut bulmak istemiyor-lardı anlaşılan. “Serbestsiniz!” dedi usulca delikanlı.

Oda beş kişilik jürinin sıralandığı masa ve çeşitli aksesuarların oldu-ğu bir köşeden oluşuyordu. Pek çok anlamsız eşya ve kostüm birarada bulunuyordu. Jürinin tümünü sahne-lerden tanıyordu. İki kadın ve üç er-kekten oluşuyordu jüri. Erkek jüriler-den biri oyun yazarı ve yönetmendi. Diğer dördü oyuncuydu. Aksesuar köşesine doğru ilerledi. Bir sandalye çekti jüri masasının tam karşısına.

Bacak bacak üstüne atarak oturdu. “Biraz önce dışarıdaki salondan

kaçıyordum. Buraya nasıl geldim, inanın hatırlamıyorum” güldü sesli şekilde. Her bir jürinin yüzüne tek tek baktı. Rahatlamıştı.

“Burada karşınızda oynamak üze-re Hamlet’i hazırlamıştım. Bir ay boyunca ezberledim ama aklımdan uçtu gitti.”

Ayağa kalktı ellerini cebine so-karak jürinin önünde volta atmaya başladı. Hem yürüyor hem konuşu-yordu.

“Biraz önce bizim hangi oadaya gireceğimizi söyleyen hanımefendi var ya. Son olarak hepimize başarılar dileyerek gitti.” Jüriye döndü

“Sizce samimi olabilir mi? Hepi-mizin birden başarılı olması müm-kün mü? Eğer mümkün olsaydı bu sı-nav olmazdı. Hepimizi eğitmek üzere seçerdiniz. Hatta seçmenize gerek kalmazdı. İsteyen herkes gelirdi. Tabi sınav olamayacağı için hanımefendi-nin bize başarılar dilemesine gerek kalmayacaktı. Tuhaf bir paradoks oldu sanırım. Neyse! hanımefendi-nin samimi olmadığını savunmuyo-rum. Benim savunduğum onun bize farkında olmadan rol yapmış olma-sıdır. O kendine verilen görevi en iyi şekilde icra ettiğini düşünüyordu ama aslında rol yapıyordu. Sizler gibi. Benim gibi. Her birinizi sahnelerde defalarca izledim, alkışladım elle-rim acıyana dek. Sizler de eğildiniz önümüzde, bizleri alkışladınız. Bir yandan da gülücükler dağıtıyordu-nuz. En acıklı dramanın ardından gülmeyi başarıyordunuz. Bizlere o bir oyun gerçek şimdi burda gülen yüzümüzde demek istiyorsunuz bel-ki de. Eğer öyle düşünüyorsanız çok yanılıyorsunuz. Asıl o zaman rol ya-pıyorsunuz işte. Aklınızdan kim bilir neler geçiyordu? Kabarmış faturalar, sıcak bir banyo ya da evde bıraktığı-nız çocuğunuz...”

Jüri üyelerinin yüzlerinde engelle-yemedikleri bir gülümseme oluşmuş-tu. Ama ciddiyeti bozmak istemiyor-lardı. Kendilerine çekidüzen verdiler. Kimisi 105 numaraya gözlerini dik-miş, kimisi de önündeki kağıda bir şeyler yazıyor görünüyordu. Deli-

kanlı olanları sezinlemişti. Onlara yaklaştı.

“Söylediklerime hak veriyorsunuz. Biliyorum. Ama ciddi olmanız gerek değil mi? İşte yine rol yapıyorsunuz. Yanlış anlamayın, amacım yargıla-mak değil neden burada olduğuma anlam vermeye çalışıyorum. Sorunum sizlerle değil kendimle ve hayatla. Evet işte hepimiz rol yapıyoruz. Otobüse bindiğimizde, yorgunluktan ölsek de yaşlılara yer verirken. Hanginiz bura-da doğal olduğunu iddia edebilir ki? En doğal hallerimiz sadece yalnız ol-duğumuz zamanlar değil mi?”

Herbirinin yüzüne tek tek baktı. Yan yana oturan iki kadın jürinin yanlarına yaklaştı.

“Sizler” dedi. “Birbirinizi ne kadar seviyorsunuz? Burada size verilen gö-rev olmasa aynı ortamda olmazsınız belki de.”

Geri geri adım attı. Tekrar sandal-yeye oturdu.

“Kim bilir kaç defa kıskandınız birbirinizi? Rol çaldınız birbiriniz-den ve belli etmediniz köpürdüğünü-zü. Hayatınızın rollerini oynadınız ‘Canım nasılsın?’ diyerek. Biliyor musunuz, sizler sahnelerde rol yap-mıyorsunuz? Hamlet oluyorsunuz, Othello, köylü Mehmet Amca ya da üç yaşındaki Ayşe. Onlar gerçek, asıl şu anda sahtesiniz!”

105 numaranın sesi yükselip alça-lıyordu. İçini döküyor. İçini huzurla arkadaş olmuş garip bir ıstırap kaplamıştı.

“Ben, evet ben, size burada ‘en iyi Hamlet’i ben oynarım’ rolü yapacak-tım. Anneme babama ‘iyi evlat rolü’ yaptığım gibi...”

Annesi babası aklına gelince sesi titremeye başlamıştı.

“Ben oyuncu olmak istiyorum. Hayatın tüm rollerinden sıyrılıp oyun süresince gerçek olmak istiyo-rum. Hepsi bu.”

Ve gözyaşları içinde odadan ayrıl-dı...

“Vaktim olsa derdim ki size... Neyse kalsın artık

Horatio, ben gidiyorum ama sen daha buradasın;

Anlat beni, anlat haklı olduğumuKuşkusu kalanlara”

13ateistdergi.com

Page 14: Ateist Dergi 12. Sayı

AA’da yer alan habere göre, Başba-kanlık tarafından cuma namazı için hazırlanan genelge ile kamu çalışan-larının Cuma günü  mesaisi,  Cuma namazı öncesi öğle tatiline girecek, namazın bitiminden sonra tekrar

mesaiye başlayacak şekilde düzenlen-di. Başbakan Ahmet Davutoğlu’nun açıkladığı “Mesailerin Cuma nama-zına göre düzenlenmesi” konusu ise kamuoyunda tartışılmaya devam ediliyor.

Konuyla ilgili  konuşan  Anayasa Mahkemesi eski raportörü Ali Rıza Aydın,   “Dinsel özgürlük ile laikliği birbirine karıştırmamak gerekiyor. İkisi birbirinden çok farklı ayrı şeyler ama ikisi de birbirinin içinde olan şey-ler. Çünkü dinsel özgürlüğü sadece bir mezhebin ya da bir dinin ya da bir ta-rikatın özgürlüğü olarak algılayama-zasınız. Algıladığınız zaman laiklik bitmiş olur. Bunu hep karıştırıyorlar” ifadelerini kullandı.

Cuma namazına yönelik mesai düzenlemesi yapılmasını öngören ge-nelgenin iptali için Danıştay’a başvu-ran Yargıçlar Sendikası eski Başkanı Ömer Faruk Eminağaoğlu ise “Sade-ce AKP değil, artık TBMM’deki tüm partiler laiklikten uzak. Bir hukuksal gerçek var: O da, evrensel düzenle-melerde de Anayasa’da da bu özgür-lüğün sınırsız bir özgürlük olmadığı” dedi.

Fetva hattının internet sitesine yöneltilen bir soru, Tür-kiye’de yozlaşmanın hangi boyutta olduğunu gözler önüne seriyor. Fetva hattına gönderilen metinde, “Bir babanın öz kızına duyduğu şehvet, karısıyla olan nikâhını düşür mü?” diye soruldu. Cevap olarak ise “Babanın şehvetle kızını öpmesi ya da şehvetle ona sarılmasının nikâha bir etkisi yoktur” ve “Babanın kızını kalın elbiselerden tutarak ya da vücuduna bakıp düşünerek, şehvet duyması, bu tür bir ha-ramlık oluşturmaz. Ayrıca kızın, 9 yaşından büyük olması gerekir” gibi ifadeler kullanıldı.

Din İşleri Yüksek Kurulu Başkanı Ekrem Keleş ise Diya-net’in sitesinde yer alan “Babanın öz kızına şehvet duyması haram değil’’ şeklindeki fetvayla ilgili olarak, Dini Soruları Cevaplandırma Platformu’nu kapattıklarını söyledi.

ATEİST HABER

Devlet Cuma’ya Gider mi?

Diyanet ‘Çapını’ Gösterdi

Mümtaz Budak

Başbakan Davutoğlu yaptığı konuşmada “Cuma bayram olacak” demişti. Cuma namazı için hazırlanan genelgeyle ilk adımlar atıldı.

Diyanete bağlı fetva hattının, internet sitesine yöneltilen sapkın soruya “Din referansı” ile en az onun kadar sapkın bir cevap verildi.

14 ateistdergi.com

Page 15: Ateist Dergi 12. Sayı

DİNİ İNANÇLARDAN NASIL KURTULDUM?

M.C.K.

SIRADAN OLMAMAK

20 yaş. Ne kadar anlam yük-leyebilirsin ki 20 yaşa? Askerlik, evlilik, okul? En fazla ne olabilir? Yahut bu yaşa kadar ne kadar ne öğrenmiş olabilirsin? Sahi dos-tum sen de her şeyi en iyi bilen-lerden misin? Şubat’tı aylardan, günlerdense Pazartesi. Gece bir arkadaşımın doğum günü vardı. Yedi kişi bir motel odası tutmuş-tuk. Yavaş yavaş alkol almaya başlamıştık ki televizyondan mü-zik kanalları ararken, bir anda bir haber kanalına denk gelip kaldık. Adamın biri bas bas bağırıyordu: Kızlı erkekli oturmayın. Tanıdık hemen uzun adamı. Öyle pek an-lamazdım siyasetten, sevmezdim de. Benim olayım derslerdi. Za-ten beni de zorla ikna etmişlerdi gelmeye. Laf lafı açtı. Kızlardan birisi, “Beden benim, hayat be-nim, kime ne” dedi. Diğeri, “Abi, sırf bunlar yüzünden bu halde-yiz” dedi. “Şuna bak içtiğimizden yatağımıza kadar karışmaya baş-ladılar. Bunlar kendilerini kim sanıyorlar” dedi biri ve ekledi gülerek: Harammış. Şaşırdım. Bu yaşa kadar hiç dini bir tartışmaya girmemiştim ki bence de günah-tı. Yahu inançlı biriyim ben, bana kalırsa günahtı. Büyük günah. Nasıl olur da tartışırdım… Her lafımın ardından daha çok piş-man oldum. Saatler günleri ko-valadı. Edinebildiğim ne kadar kaynak varsa her birini tek tek, satır satır okudum. Çünkü o gün Yavuz bana şöyle demişti: Oku-mazsan dindar, okursan ateist olursun. Okudum her an her da-kika, bu işin aslı astarı nedir diye büyüklere sordum, arkadaşları-ma sordum, ulaşabileceğim ne kadar dini kaynak varsa kafamda git gide büyüyen soru işaretlerini giderecek, hepsini okudum. Ve bir de baktım ki okudukça daha çok okuyorum ve o kararsızlık süreci de sona ermiş, bir agnostik değil resmen ateist olmuşum.

N.A.

ATEİST OLUNMAZ, ATEİST DOĞULUR MU?

Doğrusunu söylemek gerekir ise ateist olunmaz, ateist doğulur diye dü-şünmekten kendimi alıkoyamadım hiç bir zaman. Şimdi size kısaca çocuk-luğumdan bu güne kadar bu konu ile ilgili neler yaşadığımdan kısaca bahse-deyim. Anne ve babam ben çok küçük yaştayken yollarını ayırmak zorunda kalmışlardı. Babam ilk etapta beni an-neme vermek istememiş, sonra daya-namayıp (esas yaratıcıya) iade etmiş. Daha sonrada annemin bazı kişisel problemlerinden  dolayı 10’lu yaşla-rımdayken (tohum sağlayıcıya) baba-ma geri iade edildim. Babamın yanına geldiğimde tahmin edeceğiniz üzere ikinci sınıfı bitirmiştim sonra üç, dört ve beşinci sınıflar. Babam beni Kuran kursuna yazdırdığında henüz 13 yaşın-daydım. Kurs öğleye kadardı, geri ka-lan zamanımı da değerlendirmek için bir kuaför salonunda çalışmaya başla-dım. Hem de babamın tüm karşı çık-malarına rağmen. Yaklaşık üç yıl gibi kısa bir sürede mesleği öğrendim. İki sezon da kurs sürdü. Süper Kuran oku-duğumu söyleyenlere  şu soruyu yö-nelttiğim de 15 yaşımdaydım: Bu kitap ne için? Hocanın yanıtı: Okumak için! Tabi ki o dönemlerde Diyanet tarafın-dan Türkçe çevirisi yasaklı. Tekrar ho-caya dedim ki: Ama ben bir şey anla-mıyorum çünkü Arapça bilmiyorum. Hoca: Olsun! Sen oku Allah’a geri gön-der! O andan itibaren sorgulamalarım daha da arttı ve iyice okumaktan tiksi-nir hale geldim. Hoca babamı çağırdı ve durumumdan bahsetti, harika bir dayak yedim tabi, sözde dinine çok bağlı olan babamdan.  Neyse kurs de-vam eden baskılar ile zar zor tamam-landı. Sonraki süreç ise: Başını aça-mazsın! Sebep? Çünkü günah. Ayrıca imam hatibe gitmek zorundasın. Aynı gün başımı açtım. Eve geldiğimde ba-bam küplere binmiş vaziyette beni bekliyordu. Önce tekrar bir dayak, ar-dından beni erkek berberine götürüp saçımı üç numaraya kazıttı. Yılmadım. Kurallarından, kitaplarından nefret etmem çok normal değil mi? Özellikle

de korkusuz bir ruha sahipsen. Sonra ilk yerime o halde gittim. Saçımın üst kısmını civciv sarısına alt kısmını da mavi ve siyaha boyattım ve eve o şe-kilde gittim. Tahmin edersiniz gene temiz bir dayak, ceza olarak da Mu-hammed’in hayatı kasetten on beş kez dinle. Trajikomik. Cezam bitti, babam: İyice öğrendin mi? Ben: Neyi? Babam: Peygamber efendimizin bu dini yaya-bilmek adına neler çektiğini? Önce, sağlam bir küfür ettim...

“Bana ne ya, onun benim neler çek-tiğimden haberi var mı? Hatta bu zul-mü bana reva gören senin bile bundan haberin yok, istemiyorum anlamıyor musun? Benden dinci minci olmaz” dedim. Tabi bunun üzerine çok ol-masa da en azından imam hatipten kurtuldum. 18 yaşıma geldiğimde ba-bam öldü, buna çok üzüldüğümü söy-leyemeyeceğim şahsen. Ama sonraki vicdan azabıyla babamın gerçekten, iyiliğimi düşündüğü fikri ile derin üzüntüler içinde buldum kendimi.

Kitabın çevirisinin yayımı da tam o zamana denk gelmişti ve ben alıp oku-maya karar verdim. Açıkçası o dönem-ki çevirilere pek dikkat etmedim. Ama okuduğumda dehşete düştüğümü açık ve net ifade etmek isterim.

Hatta daha sonraları insanlar tara-fından yazılan sıradan korku roman-larında bile bu kadar dehşet, cinayet ve cinsellik geçmiyordu. Şu an 39 ya-şımdayım, yaklaşık olarak 6 ila 7 sene önce değişik çevirmenlere ait olmak kaydı ile üç kez daha okudum Kuran’ı. Ayetlerde her çevirmene göre yorum getirildiğini gördüm. Sonrasında İncil, Tevrat, Zebur ve uzak şark kitaplarını da okuma fırsatım oldu... Kitapların hiç birinde gerçeklik payına rastlama-dım. Lafı fazla uzatmak istemiyorum. Son sözüm şudur: Evlatlarımızı yetişti-rirken onlara bu çeşit empoze ve din-sel doktrinlerde bulunmayın. Bırakın, yüce benliklerini keşfetsinler, asla kor-kutmayın, inanın gelecek dünya bu şe-kilde daha güzel bir hal alacaktır. Bana bu yazıyı yazma fırsatı veren dostlarım, sizleri de saygı ile selamlıyorum. Sevgi-ler... 

15ateistdergi.com