42 06 haziran
-
Upload
marmara-ueniversitesi-bilim-kurgu-ve-fantezi-kuluebue -
Category
Documents
-
view
282 -
download
8
description
Transcript of 42 06 haziran
Selam.
Merhaba sevgili okur. İki aydır görüşemiyoruz, ve inan biz, seni senin bizi özlediğinden daha çok özledik, ve bu
aydan itibaren arayı kapatmaya başlamak istiyoruz. Öncelikle, bahsetmek istediğimiz çok önemli iki konu var.
Önce bizim için çok anlamlı ve önemli bir şeyden bahsetmek istiyorum. Dergimiz Çizgi Roman Okurları
Platformu’nun 4 senedir düzenlediği, Çizgi Roman Okur Ödülleri’nde bu sene “En iyi çizgi roman yayınlayan E-
dergi” kategorisinde aday olmuştu. Sizlerin de desteği ile birinci seçildik. Açıkcası ödülü alana kadar pek birşey
hissetmemiştim ancak sahneye çıkıp ödülü aldığımda kişisel olarak ve dergi adına yaşadığım gururu anlatamam.
Biz bundan 7 ay önce bir dergi yapalım diye atıldığımızda aklımızda insanların okuyup takip edebileceği ,hoş bir
içerik bulabileceği bir dergi yaratmak vardı. Ve sanıyorum ki bunu az çok başarıyoruz. Bundan sonra daha çok
çalışarak, daha kaliteli içerikle karşınızda olmaya çalışacağız. Önümüzdeki aylarda bizi takip edin.
Bahsetmek istediğimiz bir diğer konu da, Gezi Parkı olayları. Olayların detaylarından ve büyüklüğünden bahsetmek istemiyoruz, çünkü hepiniz 'sosyal medya'da olayları görüyorsunuz. Olaylar bizi de çok üzdü tabi ki. Ancak 80'lerin ve 90'ların efsane nesli, son 11 gündür sözlük başlığı olmaktan çıkıp, bobiler'den de taşıp sokaklara döküldü ve mükemmel şeyler yarattı. Birçoğu apolitik olan bu insanlar; sokağa ve her yere medeniyet ve mizah yaydı, bizim çok güzel ve eğlenceli bir toplum olduğumuzu tüm Dünya'ya gösterdi. Kentsel şiddete, çevre yıkımına, polis faşizmine, kısmi demokrasiye biz de karşıyız, ve ifade özgürlüğü ile ifade özgürlüğünü savunan insanlar çok seviyoruz. Savaşmayan, barışan bu toplumu da, sizi de çok seviyoruz. Güç sizinle olsun, İyi okumalar. #direngezi Aykut & Çağlar
İÇİNDEKİLER
Sayfa 5 – Bioshock Infinite
Sayfa 8 – Starcraft Heart Of The Swarm
Sayfa 13 – Trials
Sayfa 16 – Thrash Metal
Sayfa 22 – Airbourne
Sayfa 24 – Soilwork The Living Infinite
Sayfa 25 – U.D.O. Steelhammer
Sayfa 27 – Yaşlı Adamın Savaşı
Sayfa 29 – 7 Detektif
Sayfa 28 – Game Of Thrones
Sayfa 32 – Gezgin Şövalye
Sayfa 32 – Planet Of The Apes Filmografi
Sayfa 41 – Battlestar Galactica
Sayfa 43 – The Raven
Sayfa 45 – The Road
Oyun
Siz hiç muhteşem bir macera yaşadınız mı? Veya
büyük gizemlerin peşine düştünüz mü? Dünyanın
kaderini değiştirecek gibi oldunuz mu hiç? Ya da daha
büyük amaçlar için fedakarlık yaptınız mı?
Belki bizzat olarak değil ama bir oyuncu olarak
yukardakileri pek çok kez yaptığınıza eminim.
Oyun oynamayı seviyorum. Oyunlar bana yapmak
isteyeceğim yüzlerce şeyi yapma fırsatı veriyor. Çoğu
zaman gerçek hayatın sıkıcılığından uzaklaştığım bir
ara mola gibi düşünüyorum. Tabi ki sonunda hepsi
birer oyun. Er yada geç gerçek hayata geri dönüyoruz.
Oyun, oyun olarak kalıyor.
Bioshock Infinite oyun olarak kalmayan nadir
oyunlardan. Uzun zamandır atmosferi bu kadar
gerçekci, karakterlere bu kadar bağlayan, müthiş bir
hikayeyi mümkün olduğunca az anlatan oyun
oynamamıştım. Neyse lafı daha fazla uzatmadan size
şunu sormak istiyorum;
Yazı mı, tura mı?
Fırtınalı bir denizde dalgaların salladığı kayıkta
giderken elime bir silah tutuşturuluyor. Ah, bir de
resim var. Sanırım bu kızı bulmam gerekiyor.
Önümdeki iki kişinin benimle pek muhabbet edesi yok.
Galiba cevapları kendim bulmam gerekiyor. Kim bu kız
ve neden onu istiyorlar?
Daha önce Bioshock oyunlarını oynayanlar bilir.
Oyunun her ne kadar müthiş bir hikayesi olsa da bu
size açık açık sunulmaz, kendinizin eşelemesi gerekir.
Duvardaki yazıları okumanız, bulduğunuz her kaydı
dinlemeniz gerekir. Ama sonunda da muhteşem bir
kurgu ile ödüllendirilirsiniz.
Bioshock Infinite hem Bioshock 1,2’ye çok benziyor
hem de bir o kadar farklı. Farklı, çünkü denizin
dibinden sonra gökyüzündesiniz, bambaşka bir
atmosfer var. Farklı, çünkü Rapture’da felaket
olduktan sonra bulunuyorken, Colombia’da her şey
güllük gülistanlık, insanların içindesiniz. Ama en
önemli değişiklik Elizabeth(ki kendisi hakkında
saatlerce konuşabilirim. ).
Hep atmosfer, hep atmosfer biraz da içerikten
bahsedeyim. Ancak oyunumuz burada da oldukça
güçlü. Oyunda muhteşem çatışmalara giriyorsunuz. İlk
oyunun kapalı alanlarda, az sayıda düşmanla
kapışmalarınızın yerini, sürüyle düşman ve açık alanlar
alıyor. Ve hemen hemen her açık alanda üzerinde
kendinizi taşıyabileceğiniz raylar ve pek çok etkileşime
girebileceğiniz siper, cephane, kanca vb. tarzda şeyler
oluyor Elizabeth sayesinde(bknz. Her eve lazım
kutusu). Düşmanlarımız da oldukça çeşitli. Klasik
askerler dışında partiotlar, vigor almış düşmanlar gibi
farklı tipde düşmanlar da mevcut ve hepsinin kendine
göre zorlukları var. Hele ki bi handymanler var of
Müzikler
Bir Bioshock oyunun olmazsa olmazı
muhteşem müzikleridir kesinlikle. Ve
yine G. Schyman döktürmüş. Oyun
içinde aksiyonun ortasında pek
farkedemeseniz de çok güzel bir albümü
var oyunun. Hemen hemen her şarkısı
oldukça güzel, ancak gözlerim bir The
Ocean on His Shoulders aradı ve ne
mutlu ki bu oyunda da buldum.
Elizabeth, kesinlikle bu şarkıyı dinleyin.
Bu arada dikkatimi çekti, iki şarkının da
isimleri bu kadar oturaklı olabilirmiş.
diyorum, big daddy bunların yanında çocuk kalır. Bir
de bütün bunlara ek olarak muhteşem çatışma
mekanikleri ekleyin. Silahların hissi
olsun, oynanış hızı olsun çok başarılı.
bu da çatışırken inanılmaz keyif
almanızı sağlıyor.
Tabi bu yukarıda saydığım
düşmanlara karşı tek başınıza
değilsiniz. sizin de envai çeşit
silahlarınız ve vigorlarınız var.
Bioshock’daki plasmid yerine burada
da vigor kullanıyoruz. Toplamda 8
çeşit vigorumuz var. Bunlar alev topu,
yıldırım, düşman kontrolü gibi hoş
güçler kazandırıyor. Hepsi de 2 kere
geliştirilebilir. Silahlar da aynı şekilde
geliştirilebiliyor. Yani anlayacağınız
paraya olan ihtiyacınız asla bitmiyor. Oyundaki bütün
paraları toplayıp, hiç ölmeseniz bile (ölünce para
kaybediyorsunuz çünkü) tüm geliştirmeleri yapma
şansınız yok. O yüzden favori silahlarınızı ve
vigorlarınızı belirleyip bunlara yönelin derim.
Oynanış biraz çizgisel, ancak bu
beklenen birşeydi. Zaten oyun
sizi aksiyona boğduğu için pek
farketmiyorsunuz. Mekanlar çok
başarılı, özellikle oyunun
sonlarına doğru etrafınıza
ağzınız açık bir şekilde
bakakalıyorsunuz.
Peki hiç mi eksisi yok bu
oyunun? Var. İlk gözüme
batan Bioshock 1 ve 2 ile çok
benzer olduğu. Plasmid yerine
Vigor, Audio Diaries yerine
Voxophone, Big Daddy yerine
Handyman. Hani tamam,
bunlar ilk oyunda da
sevdiğimiz güzel
mekaniklerdi. Ancak daha
farklı olabilirdi. Mesela
hikayeyi bulduğumuz
Voxophone kayıtlarından
dinlemek yerine(bu arada oyun içinde Voxophoneları
dinlerken altyazı çıkmıyor. Oyunun içinden menüye
girip dinlemenizi tavsiye
ederim. Sesler biraz boğuk
çıkıyor anlamakta
zorlanabilirsiniz.), oradaki
insanlardan öğrenebilirdik.
Yada biraz daha farklı
yenilikçi mekanikler
geliştirilebilirdi. Bir diğer eksi
bulduğum nokta ise
hikayenin çok eşelemenizi
gerektirmesi. Ah, inanın
buna değiyor. Ortada müthiş
bir hikaye var. Ancak
neredeyse her detaya dikkat
etmeniz, bulduğunuz herşeyi
dinlemeniz gerek. Bi buna
rağmen oyunun sonunda “ee, ne oldu şimdi?!”
demeniz mümkün. Bu yüzden dikkatli oynayın ve
kesinlikle ama kesinlkle oyunu bitirene kadar hikayeyi
internette eşelemeyin. Spoiler kurbanı olmayın. Tabi
hikayenin bu kadar gizli olmasının güzel yanları da yok
Anlamdıramadığınız sahnelerden biri.
Bu arkadaşlar canınızı çok sıkacak.
Elizabeth
Oyunumuzu diğer Bioshocklardan ayıran
en önemli unsur Elizabeth. Daha önce
pek az oyunda bir karakter bu kadar
insansı olmuştur. Zaten oyunun yapım
aşamalarına bakarsanız Elizabeth’in
modellenmesinde ne kadar titizlikle
durulduğunu görebilirsiniz. Elizabeth
sadece yanımızda gezdirdiğimiz bir
karakterden ibaret değil. Önclikle kendi
başının çaresine bakabiliyor, İlginç güçleri
var ve çatışmalar sırasında size sağlık
paketi , mermi atıp yardımcı olabiliyor.
Yetmedi kilitli kapıları açıyor. Bir de
bunun üzerine size o şirin mavi gözlerle
bakıp bir iki kelime sohbet etti mi
nufusunuza geçirmeye çalışmanız olası.
değil. Özellikle oyunu bitirdiğinizde tekrar oynarmak
isterseniz(ki isteyeceksiniz ), sizi güzel bir süpriz
bekliyor, 1999 modu. Bu mod oldukça zor ve
öldüğünüzde tüm paranızı kaybetmeniz gibi acımasız
cezaları var. Ancak oldukça zevkli olduğunu
söyleyebilirim. Ama asıl önemli nokta, özellikle 2.
Oynayışınızda herşey daha bir anlam kazanıyor. İlk
oynayışınızda anlam veremediğiniz olaylar, bir bir
açıklık kazanıyor. Bu da oldukça hoş bir tecrübe,
denemenizi tavsiye ederim.
Bioshock Infinite muhteşem bir oyun. Ne aksiyon
olarak, ne de hikaye olarak ortalamanın altına
düşüyor. Herkese önerebileceğim bir oyun değil.
Herşeyin ayağınıza geldiği, önünüze serildiği
oyunlardan değil Bioshock. Ama geri kalanınız için
keşfedilmeyi bekleyen muhteşem bir hikaye sizi
bekliyor.
Aykut Kekeç
Artıları;
+ Durmayan aksiyon.
+ Muhteşem grafikler.
+ Epik atmosfer.
+ Hikaye.
Eksileri;
- Temel mekanikler Bioshock 1,2 ile aynı.
- Çevre ile çok etkileşime giremiyoruz.
Sistem Özellikleri;
OS: Windows 7 Service Pack 1 64-bit
Processor: Quad Core Processor
RAM: 4 GB
Hard Drive: 30 GB free
Video Card: DirectX11 Compatible, ATI Radeon 6950 /
NVIDIA GeForce GTX 560
Video Card Memory: 1024 MB
Sound Card: DirectX Compatible
Vigorlar etkili, ancak o ellerle yemek yiyebileceğinizi sanmam.
Blizzard İşini Biliyor
Normal şartlar altında bir oyunun ek paketi ne kadar
sürede çıkar ? 3 ay ? 6 ay ? 1 yıl ? StarCraft 2 Heart of the
Swarm öyle bir zaman da geliyorki ilk başta akıllara ayrı bir
oyunmuş gibi geliyor. Dile kolay, Wings of Liberty’yle geçen
3 yıl... 3 yıl da bir oyun için çok uzun bir süre, bir yıl kadar
önce server’larda oyuncu sayısında gözle görünür bir düşüş
yaşanmaya başlamıştı ve daha sonra yeni birimlere ait
görüntüler yayınlanmasıyla oyuncu sayısı yine artmıştı.
Blizzard işi biliyor ve dikkati sürekli toplu tutuyor. Uzun
soluklu beta serüveniyle de bu alışkanlığını devam ettirdi ve
artık StarCraft 2 Heart of the Swarm kısaca bilinen adıyla
HotS artık vitrinlerdeki yerini aldı.
Yıllar yılı hangi oyunu hem solo hem de multiplayer için bu
kadar hevesle bekledik ? Uzun soluklu oyun serilerinde
zamanla multiplayer’a odaklanıp daha çok kazanan şirketler
oyunu oyunculara asıl sevdiren campaign kısmını serinin
ileriki oyunlarında ihmal ederler. İşte Blizzard bu olayın tam
zıttında, oyunlarını her yönüyle mükemmel
yapabilmek için çalışmaya ve gayet de başarılı
olmaya devam ediyor.
Single Player
Mengsk, Seni Bulacam Oğlum !
Aslında StarCraft sadece oyunlardan ibaret bir
seri değil, 20 civarı kitabı ve çizgi romanı var.
WoL’deki yan karakterler olan Swann,
Stetman, Horner, Tosh, Nova, Mira Han,
Valerian bu kitaplarda yoğun biçimde
anlatılıyor. En son çıkan kitap olan Flashpoint de WoL ve
HotS arasında yaşanan olaylardan bahsediyor, eğer hikayeyi
tüm yönleriyle kavramak isterseniz özetini okumanızı
tavsiye ederim. Hikaye kaldığı yerden inanılmaz bir hızla
devam ediyor. WoL sonunda, Kerrigan’ın üzerinde
kullanılan Xel’Naga artifact leri Kerrigan’ın Zerg DNA’sının
bir kısmını yok etmiş, onu güçsüz kılmıştı ve artık Jim
Raynor’ın kollarında güvendeydi. Özgür iradesine
kavuşmuştu, artık Overmind’ın yarattığı Queen of Blades
değildi. Spoiler vermeden anlatması zor olsa da kısaca
Kerrigan’ın dağılmış Swarm’unu tekrar kontrole almasını ve
ezeli düşmanı Mengsk’le yüzleşmesini anlatıyor bize HotS.
WoL’de açığa çıkmasını beklediğimiz Broodwar’dan kalan
taşlar HotS’ta yerine oturuyor ve bizi sıradaki ek paket
Legacy of the Void’e hazırlıyor HotS. Her bölüm özgün ( Her
ne kadar özgün desek de, WoL’ün bölümlerini hatırlayanlar
iki campaign’in mission’ları arasında ağır benzerlikler
kurabilirler ), heyecan ve aksiyon sürekli üst düzeyde,
olaylar akıcı şekilde ilerliyor. WoL’de olduğu gibi bunda da
gemimizdeki yaratıklarla konuşup onlar hakkında bilgiler ya
da onların olaylar üzerindeki yorumlarını öğrenebiliyoruz.
Hikayeyi anlatan videoların kalitesi muhteşem durumda.
Son yıllarda artık her oyunun vazgeçilmezi olan level sistemi
HotS’ta da var. Bu level’lar Kerrigan’ın. Level atladıkça
verdiği hasar, zırh, can gibi özellikleri artan Kerrigan aynı
zamanda bir takım özellikler de kazanabiliyor. Bölümlerin
çoğunda Kerrigan’ı kontrol ediyoruz, WoL’ün aksine (
WoL’ün ana kahramanı Jim Raynor’ı sadece bir kaç bölümde
kontrol edebilmiştik ). Bu özellikleri gireceğimiz savaşlara
göre seçmek çok önemli, eğer hard ya da brutal’da
oynuyorsanız kesinlikle üşenmeyip Leviathan’a dönüp
Kerrigan’ın özelliklerini yeniden seçmek yerinde oluyor.
Kerrigan, Üs kurmalı bölümlerde support rolünde, üssüz
bölümlerde ise Kerrigan’ın ağır hasar verici, splash ( alan
vurucu ) ve çeviklikle ilgili özellikleri aktif halde daha etkili
oluyor. Kerrigan’a hızlı bir şekilde level atlatmak
içinbölümlerdeki ek görevleri yapmak çok önemli. Bu
sayede envanterimize daha çok özellik katabiliyoruz.
Single player’da dikkat çekici noktalardan biri ise
Bossfight’lar. Devasa yaratıklara ve robotlara karşı
Kerrigan’ı mikrolamak biraz Diablo tadı verse de yerine iyi
oturmuş ve değişik bir deneyim yaşatıyor. Broodwar’dan
akılda kalan guardian, lurker gibi birimleri de tekrar görmek
güzel nostaljik duygular uyandırdı bünyede.
Eminim Kerrigan’a vasıta vazifesi
gören her yeri zerg dolu Leviathan’ın
içini o kadar da merak etmiyorsunuz
ama Evolution Pit’e uğramadan
gitmeyin. Burada tıpkı Kerrigan’a
seçtiğimiz gibi her ayrı birimimiz için
birer tane ek özellik seçebiliyoruz.
Ayrıca yeni birimleri sürümüze
kattıktan bir süre sonra Pit ağası
Abathur evolution görevleri sunuyor.
Bu görevlerde iki çeşit evrim
geçirmiş birimimizi deneyip karar
veriyoruz.
Grafiğe gelince... StarCraft için grafikler ana mesele değildi.
StarCraft’ı StarCraft yapan çok farklı ırklar arasındaki
dengesi, oyun mekaniği ve karmaşıklığıydı. Zira Kore’de
Broodwar turnuvaları resmi olarak 2011’de sona erdi.
Broodwar, 2 boyutlu ve çözünürlük ayarı bile olmayan bir
oyundu. Diyeceğim şu ki, grafikler aynı, ancak bu eksi kabul
edilemez. Yine de eklenen ölüm, saldırı, dans animasyonları
oldukça başarılı. Ayrıca yeni hava koşulları, buzlu dünyalar,
balta girmemiş daha doğrusu insan bile girmemiş
gezegenler hepsi oldukça gerçekçi ve atmosferi bir basamak
daha ileriye taşıyor. WoL’den kalma bazı ufak hatalar da
giderilmiş gibi duruyor. Mesela artık unbuildable plates’i
oluşturan kayalıkların arasına sızmış creep’i artık
görebiliyorsunuz.
StarCraft serisinin bozmadığı güzel bir gelenek de süper
soundtrack’lerle oyuncuların karşısına çıkması. Müzikler
yine dinamik, ama aynı zamanda esrarengiz Zerg ırkının
gizemli havasını hissettirebilecek kadar da havaya sokucu
bir modda akıp insanı hafiften ürpertmiyor da değil.
Kerrigan’ın skill’lerini belirlerken level durumunu da inceleyebilirsiniz.
Evolution Pit’ten selamlar ( Roach-Abathur-Baneling-Zergling ).
Multiplayer
- Zerg imba yaa!
- Bu HotS ama, WoL değil ?
- Terran İmba yaa!
Herkesi memnun etmek ne mümkün. Beta sırasında her
patch sonrası ve şuanda da forumlarda yapılan tartışmalar...
İmba, OP, nerf, buff... Buna rağmen çoğunluk oyunun
oldukça dengeli olduğunu görüşünde birleşiyor gibi
görünüyor. Dallas MLG ( ilk HotS turnuvası ) finalinde de
Zerg oyuncusu Life, finalde Terran oyuncusu Broodwar
gazisi Flash’ı yenmişti. Peki tüm bunlara rağmen neden hala
bazı oyuncular Terran’a aşırı güçlü diyor ? Sadece yeni
birimler yüzünden mi ?
Yeni Birimler:
Zerg: Swarm Host, Viper
Terran: Hellbat, Widow Mine
Protoss: Oracle, Mothership Core, Tempest
Scouting
Öncelikle yeni birimlerle ortaya çıkan bir çok yeni taktik var.
Bu taktiklerin rakip tarafından uygulanımı erken
keşfedilmezse sonuçları yıkıcı oluyor. Öncelikle blizzard bu
konuyu çözmek için bütün ırklara erken scout etmelerini
sağlayacak kolaylıklar getirdi. Reaper için artık tech lab
gerekmiyor. Erken alınan gazla eskisinden daha hızlı
reaper’ları hızlıca basmak mümkün. Protoss stalker ve Zerg
de queen çıkarana kadar apm’inin bir kısmını işçilerini
mikrolamaya harcamak zorunda yoksa, iyi mikrolanmış bir
ya da iki reaper’ın 2-3 drone ya da probe alması işten bile
değil. Zerg oyuncuları ise Overlord Speed research’ünü
yapmak için artık lair’a ihtiyaç duymuyorlar. Bu sayede
özellikle Protoss oyuncusu 2-3 tane Sentry-Stalker çıkarana
kadar Protoss üssünün karanlık noktası kalmıyor Zerg
oyuncusu için. Protoss’lar ise ilk stalker’ları ile harita
kontrolünü ele geçirip, mothership core ile rakip üssü
gözlemleyebiliyor.
Yenilerden Ne Haber ?
Mothership core demişken. Elle tutulur bir ordu oluşmadan
Terran’a karşı erken harass yapabilir. Mineral hattından işçi
alması zor olsa da oyunun başında pek kullanılmayan
enerjisini time-warp yeteneğini kullanarak mineral hattı
üzerinde harcayabilir. Gelirlerde küçük bir gerilemeye sebep
olsa da erken oyunlarda önemi büyük. Greedy ( aç gözlü
demeye dilim varmıyor ) davranan Zerg oyuncularının
cezalandırılmasında da kullanılıyor. İki stalker ve bir zealot
ile hatchery’lere odaklanıp yaralı mangayı ( manga diyorum
bak ordu değil ) üsse döndürmek mümkün. Recall özelliğini
geç oyun ve orta oyun ( garip kaçtı bu, mid-game diyeyim
bidahakine ) larda da kullanmak gayet etkili. Rush yapılan
üsleri korumak için birebir. Ve erken rush’lara karşılık çok iyi
bir önlem var. Mothership core’un son özelliği photon
overcharge. Bu özellikle hem erken rushlara karşı Protoss
oyuncuları daha cesur hem de droplara karşı daha sağlam
duruyor. Vee ninja üsler! Artık ninja üs yapmak Protoss için
de kolay. Haritanın ortasından geçen işçi trenlerine gerek
yok. Çünkü recall var. İstediğiniz kadar probe’u mothership
core’un altına getirin ve istediğiniz nexus’a götürün!
Oracle, hafif birimlerin korkulu rüyası. Mineral hattını
harasslamak için tasarlanmış. Bir anlık dikkat dağınıklığında
bütün işçileri kısa sürede sonlandırabilir. Ama pek bilinmese
de defansif olarak da kullanılabilecek kapasitesi var. Light (
hafif ) birimlere karşı ekstra vuran Oracle zergling run-
by’larına ve marine drop’larına karşı da etkili.
Tempest, özerllikle geç oyunda Protoss’ın Zerg’e karşı yeni
üs almasının neredeyse imkansız olması sebebiyle konulmuş
bir birim. Zerg’ler üsleri birbirine bağlayan creep üzerinde,
Widow mine’ların yıkıcı etkisi.
saldırı altındaki üslerine
hemen yardım
götürebilerek,
Terran’lar da kendi
korunaklı üslerinde
önceden inşa ettikleri
CC/OC ( ben de güldüm
)’leri boş muhtemel
üsse götürüp mass-
mule yöntemi ile kısa
sürede gelirini
arttırabilirken Protoss
için bu çok zordu.
Massive air birimlerine
karşı 80 damage
yapıyor tempest! Brood
Lord ve Battlecruiser’a
geçen oyunculara karşı
basılıyor, zira pahalı bir birim. Yavaşlığından dolayı da
orduyu demobilize ediyor.
Hellbat, Transformers filminden fırlamış bir başka Terran
birimi. Factory’den direkt olarak hellion ya da hellbat
basabilirsiniz ancak transformasyon yapabilmek için bi
armory’niz olması lazım ve bunun üstüne transformasyon
research’ünü tech lab’den yapmanız da. Armory
yapılmadan hellbat’ler çok az kullanılıyor, sadece defansif
amaçlarla. Zira hellbat modundaykenki hızıyla rakip üsse
gidene kadar double armory’yi atmış, upgrade’lere başlamış
olursunuz. Hellbat light birimlere ekstra vuruyor ve splash
damage’ı ile her Protoss-Zerg kompozisyonunda bulunan
Zealot-Zergling’lerin adeta kökünü kurutuyor. Bu sebeple
rakip oyuncuyu daha dikkatli mikrolamaya itiyor.
Transformasyon süresi 4 saniye sürüyor ve bu süre, bu
kadar hızlı oynanan bir oyun oldukça uzun süre. Bu sürede
rakip oyuncu saldırıya geçip iyi sayıda hellbat/hellion’ı
avlayabilir. Harasslama olarak da medivac’lere bindirilen
hellbat’ler, hızlı reaksiyon gösterilmediği taktirde, tamamen
doyurulmuş bir işçi hattını saniyeler içinde ortadan
kaldırabilir. Hellbat modundayken de medivac’ler
tarafından iyileştirilebileceğini de belirtmeden geçmeyelim.
Widow mine, tüm ırkların belalısı. Splash damage’ı olan bir
başka yeni Terran birimi. Bir çok taktikle ve kompozisyonla
kullanılıyor. Lair öncesi rush’a kalkan Zerg’ü durdurmak için
kullanılabilir. Zira gömülü birimleri görmek için Zerg’lerin
Overseer’lara ihtiyacı var. Zira bir, yalnızca bir widow mine(
splash damage’ı 40 )’ın sıkı sıkıya girmiş 37 tane
Zergling/Baneling’i tekte aldığı görülmüştür. Tüm oyuncuları
çileden çıkarabilecek türde bir birim widow mine. Bir
bakmışsınız ordunuzun yarısı gitmiş, yarısı ölmek üzere.
Protoss’lar bunları Observer’larla görüp menzil dışından en
basitinden stalker’larla alabilirken, Zerg oyuncularının
Overseer’ları, widow mine’ı keşfedip tuzla buz oluyor ( bi
Overseer’ı öldürmek için 2 widow mine atışı gerekse de ).
Widow mine’lar yapılan research ile 3 saniye yerine 1
saniyede gömülebiliyorlar ve bu onları çok iyi ordu
kompozisyonu elemanı yapıyor. Ama aynı Siege Tank’ler
gibi widow mine da kendi askerlerine splash damage
verebiliyor. Özellikle Zerg oyuncuları geç oyunlarda bedava
birimler olan locust, infested Terran, broodling’leri
kullanarak widow mine’ların bir ucunu da rakibine
dokundurabiliyor.
Viper bir support birimi ve saf büyü-atıcı. Zerg oyuncularına
bir çok yeni taktik imkanı sunuyor. Rakip ordudaki splash
damage’lı, hitpoint’i yüksek, pahalı birimleri ordunuzun
içine çekerek insta-kill yapabilirsiniz. Rampa girişini tutan
menzilli birimlere ve binara karşı kör edici bulut atarak
oluşturdukları konkavı bozabilirsiniz. Üstelik enerji
doldurmak için beklemeye de gerek yok. Büyüleri atıp
viper’ları üssünüze yollatın ve hitpoint’i yüksek binalarınızın
canlanarını tüketerek viper’ınızın enerjisini fulleyin. Binalara
karşı da işe yaraması sebebiyle Terran’ların orduya zaman
kazandırmak için yaptıkları planetary fortress’a karşı bile
kullanıp greedy Terran’ların hızlı yeni üs almasını
reddedebilirsiniz.
Swarm Host, Swarm Host’un bedavaya ürettiği locustlar
mech oyununa karşı çok etkili. Yavaş mech birimleri
locust’lara çok rahat yakalanıyor. Thor veya colossus bile
anında eriyebiliyor. Ayrıca 2 üsse kapanıp tanking yapan
rakiplere karşı da kullanılıyor. Zira bedava birimler
olduğundanbir tane stalker ya da bir pylon bile alsanız
karınıza, ve rakip için çok yıldırıcı bir kuvvet, sürekli savaşı
kaybediyormuşsunuz hissini uyandırıyor dalga dalga gelen
locust’ları karşıladıkça. Özellikle research’ü ile daha fazla
yaşayan locust’ları asıl kompozisyonununzun önünde
tanking yaparak da kullanabilirsiniz.
Bunlar dışında eski birimlere de bir sürü yenilikler geldi.
Medivac’ler artık ignite afterburners ile kısa süreliğe hızını
% 70 artırarak daha etkili droplar ve kaçışlar
Yeni birimlerden viper colossus’a abduct
özelliği ile dil atmış ve onu Zerg ordusunun
içine çekmek üzere, diğer yandan
tempest’ler viper’lara cevap veriyor.
yapabilmekteler. Thor’lar hava birimlerinin korkulu rüyası
olmuş. Reaper’lar Zerg geni yerleştirilmiş gibi savaş dışında
iyileşmeye başlamış ama vuruş güçleri azaltılmış. Siege
Tank’lar artık direkt olarak Siege moda geçiş yapabiliyor,
artık research için zaman ve kaynak harcamanıza gerek yok.
Raven’lı kompozisyonlar daha korkutucu oluyor. Splash
damage’ı olan seeker missile rakip ordunun gücünü
zayıflatıyor. Carrier geri döndü! Artık carrier’larınızı da
mikrolayabilirsiniz, artık interceptor’lar en ufak tıklamada
hemen gemiye dönmüyorlar. Sentry’ler için ise ilüzyon
yapmak için research yapılması gerekli değil bu da rakip
oyuncularının kaynaklarını detektörlere harcamaya
zorluyor. Mid-game’in kralı Void Ray’ler zırhlı birimlere karşı
artık çok daha güçlü, prismatic alignment özelliği ile kısa
süre için de olsa zırhlı birimlere ekstra vuruyor ve bu da
SkyZerg ve SkyTerran’a karşı büyük avantaj sağlıyor. Tek
başına havayı domine edebilen corruptor’lar kaçıcak yer
arıyor. Tabi bununla birlikte artık 2 değil, 3 supply
gerektiriyor. Hydralisk’ler artık daha hızlı ve artık bir çok
kompozisyonun içine alınıyorlar. Infestor’lar artık fungal
growth’u mermi olarak yolluyorlar ve daha az damage
veriyor bu fungal’lar. Mutaliskler artık daha çok,
harass’layıcı birimler çünkü artık rejenerasyon hızları
eskisinden çok daha hızlı. Ultraliskler ise geç oyunun
vazgeçilmezi oldular çünkü hem ana birime hem de yan
birimlere light/ armored demeden vurdukça vuruyor.
Destructible rock tower’lar başlı başına oyunu büyük yenilik
getirmiş. Rakibin muhtemel gelecek üssünü bu kuleyi
yıkarak hatırı sayılır derecede ertelemek mümkün. Aynı
şekilde bu kuleyi rampaya yıkarak kaynak toplaması riskli
konumları geçici olarak korumaya almak da. Ana bina ve gaz
binalarının üzerinde kullanıcıya gözüken doyurma oranları
da yine oyunculara kolaylık sağlamış, onlara işçilerini
üslerine orantılı bir biçimde dağıtma imkanı sunmuş.
Oppan Gangnam Style!
Klan sistemi, sohbet ve gruplar arayüz her şey yenilenmiş
muhteşem bir görünüme bürünmüş. Yeni bir taktiğiniz varsa
ve bunu kullanmadan önce ladder puanlarınızı tehlikeye
atmadan unranked maçlar yapabilir burada tecrübe
kazanabilirsiniz. Profilinizi kostumize edebilme imkanları
arttırılmış. Profil fotoğrafları level atladıkça açılıyor. Aynı
şekilde yeni skin’ler ve dansları da açabilir ve birimlerinizi
farklı görünümlere kavuşturabilirsiniz. Bu skinlerin çoğu
aslında single playerda karşımıza çıkan evrimleşmiş türlerin
yeni halleri bunun yanında diğer ırklara da gelen skinler
mevcut. Ayrıca Queen, Marauder ve Immortal’dan Kore’nin
ünlü şarkıcısı Psy’ın gangnam style dansını da unlock
edebilirsiniz. Üstelik bronz ligin toplama oranı % 20’den %
8’e indirilerek oyuncuların umutsuzluğunun önüne
geçilmeye çalışılmış. Ve tabiki en önemlilerinden olan farklı
farklı çıkartma sanatı örneklerini command
center/nexus/hatchery’nizin her bir köşesine
kondurabilirsiniz. Oyuncuların uzun süredir istedikleri
Global Play özelliği de sonunda geldi ve artık bir Koreli’ye
karşı kaç saniye dayanabileceğinizi ölçebileceksiniz!
Ve Blizzard gerçekten daha iyi olmak isteyen oyuncular için
müthiş bir yenilik getirmiş. Replay izlemek artık hiç de sıkıcı
değil. Artık replay’i istediğiniz yerde kesip oradan oyuna
devam edebilirsiniz. Bu yaptığınız hataları farkedip bu
hatalardan hızlıca kurtulmanızı sağlayacak ve sizi hızlıca
daha üst kademelere taşıyacak bir şey.
Emre Karagöz
Artılar:
+ Akıcı hikaye ve etkileyici anlatım
+ Dengeleyici yenilikler
+ Eski hataların çoğunun giderilmesi
+ Arayüz, level sistemi, costumization, global play, Replay-
Takeover özelliği
+ Müzikler
Eksiler:
- Bossfight’lar az da olsa Diablo’yu andırıyor.
- WoL ve HotS arasındaki campaign mission’larının
benzerliği
- Ek paketin oyunun kendisinden pahalı olması.
Önerilen Sistem Gereksinimleri;
İşletim sistemi: Win7 / Win 8
İşlemci: AMD Athlon 64 X2 5000 ya da daha iyisi / Intel Core
2 Duo E6600 ya da daha iyisi
RAM: 2 GB
Ekran Kartı: ATI Radeon HD 4850 / NVIDIA GeForce 8800GT
Disk: 20 GB
DX ( min ): 9.0c
Oyun
Havada takla atma içgüdüsü
Size bir sorum var… Hangimiz ortaokul ve lisede bilgisayar
derslerimizde hocadan gizli gizli flash oyun oynamadı? Ben
bunu bir adım daha ileriye götürüp “kraloyun”dan
çıkmadığımı itiraf ediyorum. O zamanın bağlantılarıyla bir
hayli uzun bir yükleme süresinin ardından karşımıza çıkan her
oyun, derslerden ya da “Word’de işte bakın fontlar buradan
büyüyor eki!” diyen ve hiçbir faydalı bilgi sunmayan
öğretmenleri dinlemekten bir hayli keyifliydi. Hepimizin
arasında ışık hızına göz kırpacak düzeyde yayılırdı bu oyunlar
hele ki motosiklet üzerinde ilerleyenler… İlerleme dediğime
bakmayın hepi topu klavyenizin 4 okuyla kontrol ettiğiniz
havada takla atmanın inanılmaz keyif verdiği sıradan
oyunlardı. Asıl güzel yan bunların bir sürü varyasyonunun
yapılması ; en sevdiğim ve en
absürt olduğunu düşündüğüm,
gezegenler arası müsabakaların
yapıldığı ve kazanıldığında
rakibin motosikletini almanın
mümkün olanıydı Bakmayın
öyle… Basit eğlenceydi…
Fren,gaz ve öne,arkaya eğil…
Biz büyüdük ve HDleşti dünya…
Trials Evolution işte tam bir önceki paragrafta anlattığım
arcade tadında platform yarışı olarak tanımlayabildiğimiz
2D bir oyun. Yine RedLynx tarafından geliştirilen önceki
oyunlarıyla kıyaslarsak Trials Evolution bağımlılık yapacak
bir oyun…
2012 yılında Xbox’a çıktığından bu yana sahiplerini oldukça
eğlendiren Trials, en son versiyonu olan Trials Evolution: Gold
Edition ismiyle artık bilgisayarlarımızda da yer etti… Etmez
olaydı… Bağımlılık resmen bir bölüm daha bir altın madalya
daha derken zamanın nasıl geçtiği anlaşılmıyor…
Biraz fiziklerinden söz etmek gerek. Daha önce de dediğim
gibi sadece 4 tuşla kontrol edilebilen bir motorsikleti hareket
ettirerek mümkün olduğunca en az hatayla ve en kısa süreyle
pistleri bitiriyor ve başarımıza göre
madalyalarla ödüllendiriliyoruz. Bu
madalyalarımızın ise bir ödül
olmaktan çok bir işlevi var. Bunun
için öncelikle Trials içindeki pistlerin
sınıflandırmasından bahsetmeliyim.
Trials pistleri, pisti geçmenize olanak
sağlayan motosikletler için gereken
ehliyetlere göre ayrılmış durumda.
Yeterli sayıda altınları gelin misali boynunuza dizdiğiniz vakit
bir üst ehliyet sınıfı açılıyor ve siz o ehliyetin testine tabi
tutuluyorsunuz. Bu bölümü geçmeden o sınıfa ait pistlere
ulaşamıyorsunuz ki bu oldukça mantıklı çünkü her motorsiklet
bir öncekinden daha güçlü ve daha atik olduğu için bazı
akrobatik hareketlere alışmak uzun sürebiliyor. Rampa
olmadan bir üst seviyedeki platforma çıkmak ya da tam tur
taklalar atmak bunlardan bazıları…
FlatOut sirkine davet edilen motosikletli
Önceki oyunlardan da olan çevre ile etkileşim Evolution’da
bir üst seviyeye çıkıyor. Hele ki borulardan fışkıran suyu
kullanan pist her ne kadar zor olsa da oldukça hoş bir
farklılık katıyor oyuna. Başlıkta FlatOut’tan bahsettim
çünkü orada bulunan en yükseğe fırla, dartı araçla on
ikiden vur tarzı absürt ve eğlenceli bölümler Trials’da da
mevcut.
Bölüm tasarımları ise tek kelimeyle mükemmel. Buram buram
mitoloji içeren titan mezarlğından tutun gökyüzünde asılı
durup sallanan yollara, nükleer santralden roller-coasterlara
çeşitlilik inanılmaz.
Bölüm tasarımlarına bir başka artı olarak da oyun içerisinde,
kullanıcılara geliştiricilerin gerekli programları vermesini
sayabiliriz. Bu sayede hazırlanan yollar o kadar harika ve
geliştiricilerin tanıdığı bu özgürlükle yapılabilecek şeyler o
kadar fazla ki… Örnek vermem gerekirse bir kullanıcı The
Impossible Game’i bir bölüm olarak Trials Evolution’a entegre
etmişti. Bir başka kullanıcı ise Limboyu baz alan bir bölüm
yapmıştı. Terminator,Alien gibi filmlerden esinlenen bölümler
ise gerçekten takdire şayan… Demem o ki kullanıcının
geliştirmesine açılan oyunlar o kadar büyüyor ve sınıf atlıyor
ki ilk çıktığı andaki haline inanamıyorsunuz. Eğer Trials
Evolution’ı dener ve beğenirseniz bahsettiğim fan yapımı
rotaları kesinlikle denemelisiniz. En güzel örnekleri için
Rooster Teeth youtube kanalı Trials Files listesi önerimdir.
Teknik öğeler
Her zaman yazarken sıkıldığım ve benim için pek bir şey
ifade etmeyen bir bölüm ancak söylemeliyim inanılmaz
grafikler beklemeyin. Zaten Need for Speed gibi bir seri
olmadığından(oo hadi herkesin o eski sevdiği oyun
isimlerini kullanıp sevdikleri herşeyi oyundan çıkardıktan
sonra en iyi ışık en iyi dumanla şişirelim -_-) hasarmış
dumanmış pek umurumda olmadı Kısacası demem o ki
Trials Evolution’ı yapmak istediği ölçüde değerlendirmek
herkes için en mantıklısı olacaktır. O ölçüt de sunduğu
eğlence. Başarıyor mu? Hem de nasıl…
Sesler namına zaten sürücümüzün “Ov yeaa! Sweet!” tarzı
nidalarından ve motosiklet seslerimizden başka pek bir
şey yok. Müzikleri ise oldukça ilginç. Farklı tarzlardan
seçmeler şeklindeki Trials müzikleri hatırlamaya değecek
kadar iyiler.(özellikle ana menüde daha çok karşılaştığınız
Vultures)
Artıları ;
Eğlenceli ve eskiye selam çakan fizikleri
Mükemmel bölüm tasarımları
Oyuncuya alışma süreci tanıyan bölüm
kategorizasyonları
Oyunculara sunulan atölye programları sayesinde
bölüm yaratma özgürlüğü
Eksileri ;
Daha güzel bir soundtrack albümü kullanılabilirdi.
Uplay şartı
Son olarak Trials’ı oyun koluyla oynamanızı öneriyor ve
kesinlikle bu oyunu tavsiye ediyorum… Steam fiyatı 19.99$
Taklanız bol olsun…
Faruk Yaylaz
Mü zik
THRASH METAL
Geçen ayki sayımızda sizlere Melodik Death Metal türünü
tanıtıp öne çıkan gruplara yer vermiştim. Bu ayki tür yazısı olarak 80'li damgasını vuran fakat 90' larda Grunge akımı nedeniyle etkisini kaybedip 2000 yılından sonra ise Modern bir tarzda ve Metalcore ile bütünleşmiş bir şekilde yeniden karşımıza çıkmış olan Thrash Metal üzerine olacak. Thrash Metal' in nasıl oluştuğundan bahsetmek gerekirse, kısaca şu tanımı kullanabiliriz. 70 ve 80' lerin Heavy Metal'i ile Hardcore punk'ın birleşmesiyle oluşan yeni bir tür. Heavy Metal'den gitar tekniği ve davul ritmleri kısmını Hardcore Punk'tan ise tempo ve hızı alarak o zamana kadar benzeri görülmemiş bir tür ortaya çıktı. Thrash Metal ile tanışmam teorik olarak ortaokul fakat pratik olarak Lise yıllarıma dayanır. Neden teorik olarak ortaokula dayandığı ise ortaokul yıllarımda Thrash Metal olduğunu bilmeden Metallica dinlememden ileri gelir. Lise yıllarında biraz araştırma ve internetin yardımı ile Thrash Metal olduğunu bilerek benzer gruplar olan Slayer (o zamanlar çok sert gelmişti ilk dinlemede ama içlerinde favori grubum. Metallica'yı sahne performansından severim.) ve Megadeth ile tanıştım. Heavy Metal' den pek çok şey almasına rağmen Thrash Metal' de pek çok farklı nokta vardır. Mesela vokal tarzı gibi. Heavy Metal vokalleri yüksek oktavlı, heybetli, opera tarzı vokallerden oluşurken Thrash Metal' de bunlara gerek yoktur vokalin söyleyiş tarzı ile gaza getirmesi yeterlidir. Sesinin güzel olup olmadığına bakılmaz bile. Thrash Metal
aslında isyanın ve başkaldırışın müziği olarak görülebilir. Çünkü müziklerinde toplumsal eleştiriler, savaşlar, yıkımlar , ölüm gibi konular agresif şarkı sözleri ve bu sözleri destekleyen daha agresif bir müzikle kendini belli eder. Thrash Metal Amerika'da 2 bölgede ortaya çıkmıştır Amerika' da . Los Angeles ve New York. Los Angeles'ta Metallica , Slayer, Exodus , Megadeth, Testament vs. , New York'ta ise Anthrax ve Overkill vs. ile kendini göstermiştir. Bu bölgelerden bilhassa Los Angeles ve onun çevresindeki Bay Area denilen sahil bölgesi grupları o zamanlarda türün standart belirleyen grupları olmuşlardır. Bu gruplardan Slayer o zamanlar Los Angeles' ta Thrash kadar yaygın olan Glam Metal'e (kadın makyajı yaparak ve kadın gibi giyinerek sahnelenen bir Heavy Metal alt türü.) karşı olarak Thrash Metal'in sertliğini ve hızını bir adım ileriye doğru götürmüş ve Thrash Metal arenasında daha önce görülmeyen makyaj olayını kendilerine Satanik bir imaj çizmek için kullanmışlardır. Thrash Metal eğer hiç metal dinlemediyseniz Metallica dışında (onun da Metallica albümü ve sonrası dinlebilir ) dinlemesi ve içine girmesi zor bir türdür. Daha önce dinlediğiniz hiçbir şeye benzemez, serttir , agresiftir. Fakat pek çok (metal müzik olsun veya olmasın ) müzik türü içerisinde dinlerken en rahat enerjinizi boşaltabileceğiniz ve sizi rahatlatan türdür. Headbang , konserlerde mosh-pit (Genellikle Thrash konserlerinde görülen insanların birbirlerini iterek ve vurarak eğlendikleri alana denir.) , stage diving (sahneden seyircilerin arasına atlama) , crowdsurfing (seyircilerin ellerinin üstünde sahneye doğru ilerleme) gibi aktivitelerle enerjinizi boşaltıp mutlu olabilirsiniz.
Thrash Metal ilk olarak genel kanı itibarı ile 1983 yılında çıkan Metallica'nın ilk albümü olan Kill'em All ile başlar. Albüm o zamana kadar çıkan her albümden farklı ilham verici ve çok gaz bir albümdür. Bu albümü takiben 80'lerin ortalarına doğru pek çok Thrash grubu daha hızlı ve agresif müzik yaparak kendi ilk albümlerini çıkarır. 80' lerin sonlarına doğru altın devrini yaşayan Thrash bu dönemde pek çok şahane eser bırakır. 90'larda gerek Metallica' nın popülerlik uğruna farklı bir tarza geçmesi ve çoğu Thrash grubunun popüler olmak için bu yolu takip edip başarısız olmaları ve bununla beraber aynı dönemde çıkan Grunge akımının tüm Dünya'yı etkileyip plak şirketlerinin Thrash yerine bu tür gruplara albüm çıkarmaları yüzünden 1992'deki Clash Of The Titans festivalinden sonra asıl Thrash Metal akımı bitmiştir. 2000' li yıllarda Metal müziğin tekrar popüler olması ile beraber tam olarak küllerinden doğmasa da biraz değişiklik geçirerek Thrash Metal tekrardan müzik dünyasına dönmüştür. Bazı dağılan gruplar tekrar birleşip albüm çıkarmış farklı yönlere sapan gruplar da tekrar Thrash yapmaya başlamıştır. 80'lerden başlayarak günümüzde de etkinliğini sürdüren Death Metal ve Black Metal gibi türleri etkilemiş ve Metal müziğe pek çok grup armağan etmiş bu türün başlıca gruplarını tanıtmaya başlayayım.
Metallica Thrash Metal'den bahsederken bu türü ilk bulan gruptan bahsetmemek olmaz.Metallica 1982 yılında Los Angeles'ta dergi yoluyla birbirlerine ulaşan James Hetfield ve Lars Ulrich ikilisi önderliğinde kurulur.İlk oturmuş kadroları olan Hetfield, Ulrich 'in yanına Dave Mustaine (daha sonra Megadeth' i kuracak) ve Cliff Burton ile demo yayınladıktan sonra 1983 yılında Mustaine kovulur ve yerine gelen Kirk Hammett ile beraber Thrash Metal'i başlacak albüm olan Kill' em all çıkar. Kill'em All daha önce görülmemiş hız ve sertlikte bir albümdür ve arkasından gelen pek çok grubu etkilemiştir.Sonraki 3 albümde de benzer başarılı ve görülmemiş işleri yapmayı sürdüren grup 1991 yılında çıkan 5. albümleri olan Metallica ile beraber popülerlik yoluna girmiş Thrash Metal' den ziyade Hard Rock ve Heavy Metal tarzına dönmüşlerdir. Bu popülerlik durumu Thrash hayranları tarafından tepki görse de Metallica şu anda dünyanın en çok tanınan metal grubu. Ben de dahil pek çok kişinin metal müziğe başlama grubudur. Grubun önereceğim albümleri Ride The Lightning, Master Of Puppets ve ...And
Justice For All olur. Şarkı bazında ise The Frayed Ends Of Sanity, Whiplash , Leper Messiah , Creeping Death önerilerim.
Megadeth 1983'te Metallica' dan kovulan Dave Mustaine boş durmamış aynı yıl kendisinin merkezinde olduğu Megadeth'i kurmuştur. Los Angeles'ta kurulan grubun ilk albümü 1984'te çıkan Killing Is My Business…And Business Is Good! isimli albümü çok başarılı olmasa da iyi yorumlar almıştır. Grup esas patlamasını 1986'da çıkan Peace Sells…But Who’s Buying? İle yapar. Politik şarkı sözleri , hızlı gitar riffleri ve agresif vokalleri ile dikkat çeken grup 90'ların başında çıkardıkları albümler ile Metal müzik arenasında iyi bir yer edinirler kendilerine. Megadeth' in kurulduğundan bu yana tek kişilik bir proje grubu gibi takılıp 1-2 albümde çalacak müzisyenlerle anlaşıp oturmuş bir kadroya sahip olamamasıdır. Dave Mustaine' in Metallica'ya olan düşmanlığından mıdır bilinmez ama şarkıları her zaman Metallica'dan daha tempolu ve hatta Speed Metal ismi verilen Thrash'in alt türüne ait hızlı çalınmış şarkılardır.Megadeth için albüm önerilerim Peace Sells... But Who's Buying?, Rust In Peace ve Countdown to Extinction olur. Şarkı olarak ise Holy Wars... Punishment Due, Hangar 18 , Peace Sells... But Who's Buying , Symphony Of Destruction iyi bir başlangıç olur.
Slayer Slayer 1981 yılında Los Angeles'ta 2 arkadaş olan Kerry King ve Jeff Hanneman tarafından kurulur. Başlarda bir cover grubu olarak düşünülse de Tom Araya 'nın vokale ve Dave Lombardo' nun davula geçmesi ile beraber bu fikir yerini albüm çalışmalarına bırakır ve grubun ilk kadrosu oluşturulur. 1983'te çıkardıkları Show No Mercy çok başarılı
olmasa bile isimlerini duyurmaları için yeterlidir. Diğer Thrash gruplarından ziyade daha satanik ve kötücül şarkı sözleri seçen Slayer müziklerini de bu bağlamda hızlı bir tempoda icra etmişlerdir.1985 yılında çıkan Hell Awaits ile iyi bir işe imza atan grubun asıl patlaması halen en iyi Thrash Metal albümü olarak görülen Reign In Blood ile gerçekleşir. Slayer 80' lerde çıkan Thrash grupları içerisinde tarz olarak ödün vermeyen grup olarak en çok sevdiğim gruptur. Vokallerinin sesleri çok iyi olmasa da , gitarları çok teknik olmasa da Slayer hep hayranları tarafından el üstünde tutulan bir gruptur. Çünkü sevenleri onu teknik veya güzel sesi için değil yaptıkları müziğin gazlığından ötürü severler. Slayer için tavsiye edeceğim albümler Reign In Blood, Seasons In The Abyss, South Of Heaven olur. Şarkı olarak ise Angel Of Death , Raining Blood, Dead Skin Mask , Mandatory Suicide kişisel önerilerim.
Anthrax Nasıl ki Türk futbolunda 4 büyük takım varsa Thrash Metal camiasında da Big Four adı verilen 4 grup bulunmaktadır. Metallica , Slayer, Megadeth ve Anthrax. Diğer 3 grup Los Angeles çıkışlı olduğundan Anthrax biraz 4. büyük olarak kalıyor bu dörtlüde. 1981'de gitarist Scott Ian ve bas gitarist Danny Lilker tarafından New York'ta kurulan Anthrax 'ın soundu batı yakası gruplarına göre daha farklı bir tarzdadır.Daha ağır tempolu ve Heavy Metal 'e daha yakın bir çizgi çizen Anthrax 1984'te ilk stüdyo albümleri olan Fistfull of Metal ' i yayınlar. 1985 yılında Joey Belladona' nın gelişi ile beraber çıkışa geçen grup 2. stüdyo albümleri olan Spreading The Disease'i yayınlar. Bu albümle iyi bir yola giren grubun asıl patlaması 1987'de çıkan Among The Living ile olacaktır. 1990'da çıkan Persistence Of Time'a kadar süren bu yükseliş bu albümden sonraki tarz değişikliği ve alternatif rap tarzı şarkılar grubu kötü etkiler. Dağılan grup geçtiğimiz senelerde tekrardan birleşip güzel bir albüm yaptı ve Thrash Metal'e geri döndü. Grubun önereceğim albümleri Among The Living, Spreading the Disease ve Persistence Of Time olur. Şarkı olarak ise Indians, Among the Living , Madhouse, Caught In The Mosh önerilerim.
Exodüs Exodus için beşinci büyük desek yanlış olmaz sanırım. 1980' de California' da kurulan grubun çok iyi bir başlangıç albümü olan Bonded By Blood albümü 1985 yılında çıkmıştır. Exodus üstte bahsettiğim gruplara oranla daha sert ve agresif bir müzik yapmaktaydı. Bunda ilk frontmanleri olan Paul Baloff'un agresif yapısı ve Gary Holt'un sert gitar tekniği yatar. İlk albümler gelen başarının ardından yoluna Pleasures of the Flesh ve Fabulous Disaster ile devam eden grup yeni Metallica olmak için giriştikleri Force Of Habit albümüyle başarı elde edemez ve bunun sonucunda dağılırlar. Thrash Metal'in yeniden ortaya çıkmasıyla tekrar birleşen grup 2004 yılında Tempo Of The Damned albümü ile yollarına devam eder. En son 2010' da yayınlanan Exhibit B: The Human Condition albümü ile ortamlara dönen grup şu sıralar yeni albüm çalışmalarına devam etmekte. Exodus için önereceğim albümler; Bonded By Blood, Fabulous Disaster ve Tempo Of the Damned olur. Şarkı olarak ise Strike Of The Beast , War is my Shephard , A Lesson in Violence ve Deathamphetamine kişisel önerilerim.
Testament Bay Area' nın en önemli temsilcilerinden olan Testament 1983' te California' da kuruldu. Eric Peterson önderliğinde kurulan grup ilk başlarda Steve “Zetro” Souza ' nın vokalleriyle başlasa da Zetro' nun Exodus' a geçişi ile beraber ilk çekirdek kadrosunu yerine gelen Chuck Billy ile oluşturur. The Legacy isimli ilk albümleri 1987 yılında yayımlanan grup bu albümle müzik piyassasına sağlam bir giriş yaparlar. Daha sonra çıkan The New Order (1988) ve Practice What You Preach (1989) ile çıkışını sürdüren grup 1990 yılında çıkan Souls Of Black albümünden sonra düşüşe geçer. (Yukarıda bahsettiğim grupların ikinci Metallica olma çabası bunda etkili). Uzun süren bir aranın ardından 2008 yılında çıkardığı The Formation of Damnation ile tekrar yükselişe geçen grup geçtiğimiz sene içerisinde son albümü
olan Dark Roots Of Earth' ü yayımladı. Albüm olarak size önerim; The Legacy, The New Order ve Practice What You Preach olur. Şarkı olarak ise Alone In The Dark, Disciples Of The Watch, Trial By Fire ve The Formation Of Damnation olur.
Overkill Doğu yakasını temsil eden diğer grup olan Overkill 1980 yılında New Jersey' de kuruldu. Vokallerde Bobby “Blitz” Ellsworth 'ün agresif ve hırçın vokalini kullanan grup 1985 yılında ilk stüdyo albümleri olan Feel The Fire' ı çıkarır. İkinci albümleri olan Taking Over ile asıl patlamasına yapan Overkill bu tarz değişimlerine ayak uydurmayan nadir gruplardan biridir. W.F.O. albümünden Ironbound albümüne kadar olan kısımda Thrash Metal' in yanısıra Groove Metal etkilenimli şarkılar yapsalar da hiçbir zaman keskin değişikliğe gitmemişler ve nitekim Ironbound albümü ile beraber 80'ler Thrash Metal'ini günümüze taşımışlardır. Overkill için albüm önerilerim ; Taking Over , The Years Of Decay ve Ironbound . Şarkı bazında ise Elimination, Powersurge, Necroshine , Thunderhead olur.
Heathen Heathen 1984 yılında Bay Area bölgesinde kurulmuş California çıkışlı bir gruptur. Yukarıda saydığım gruplara göre daha progresif ve melodik bir çizgide ilerleseler de yine de Thrash çizgilerinden ödün vermeden yollarına devam etmişlerdir. 1987 yılında çıkan Breaking The Silence ile büyük beğeni toplamışlar daha sonra çıkan Victims of Deception (1991) ile başarılarını sürdürmüşlerdir. Fakat bu başarılı gidişata rağmen 1992 yılında dağılan grup 2001 yılında tekrar toplanıp 2010 yılında The Evolution of Chaos isimli süper bir albüm çıkarmışlardır. Heathen için albüm
önerim yok çünkü bütün albümlerini dinleyebilirsiniz. Şarkı olarak ise Goblin's Blade, Set Me Free, Hypnotized ve Prisoners of Hate önerdiğim parçalar.
Pantera 2. sayımızda Dimebag Darrell anısına yazdığım yazı ile bahsettiğim Pantera 90'larda Thrash Metal'in sağlam durmasının en önemli nedenlerindendir. 1983 yılında Texas Pantego'da kurulan grup ismini de buradan alır.İlk yıllarında Glam Metal yapsalarda 1990 yılında çıkan Cowboys From Hell ile beraber Thrash Metal'e başlarlar ve asıl patlamalarını yaparlar. O sayıda bahsettiğim için üzerinde fazla durmayacağım . Ama Thrash Metali seven biriyseniz kaçırmamanız gereken gruplardan. Pantera için albüm önerim Cowboys From Hell, Vulgar Display Of Power ve Far Beyond Driven. Şarkı olarak ise Cemetery Gates, I'm Broken, Domination ve Fucking Hostile başlangıç açısından tavsiyelerim.
Sadüs Sadus 1984 yılında California Antioch'da kurulan bir Thrash Metal grubudur. Tarz olarak tam Thrash olmamakla beraber müziklerinde Death Metal ve Teknik Death Metal etkileri de görülür.İlk iki albümlerinde istenen çizgiyi yakalaymasalar da 1990 yılında çıkan Swallowed In Black ve arkasından gelen A Vision of Misery ve Elements of Anger ile 90'lı yıllarda güzel işlere imza atmışlardır. Bu albümden sonra dağılan grup 2006 yılına kadar sadece ara sıra konser vererek geçirir 2006 yılında Out For Blood isimli son albümlerini yayınlarlar. Sadus yazdığım diğer gruplara oranla daha karanlık olsa da hem Steve Digorgio faktörü hem de teknik enstrüman kullanımı onları sevdiğim gruplar arasına sokuyor. Albüm olarak yukarıda bahsettiğim 90'larda çıkan 3 albümü dinleyebilirsiniz. Şarkı olarak ise Black, False Incarnation .
Süicidal Tendencies Thrash Metal'den bahsederken onun yan kolu durumunda olan Crossover adı verilen tarzdan bahsetmemek olmaz. Crossover'ın en önemli temsilcilerinden olan Suicidal Tendencies 1981 yılında Los Angeles'ta kurulmuştur. Kendi adlarını taşıyan ilk albümleri (1983) ile başarı basamaklarını tırmanmaya başlayan grup büyük patlamasını ise Join The Army (1987) adlı albümleriyle yapar.How Will I Laugh Tomorrow When I Can't Even Smile Today ile çıkışını sürdüren grup 1994 yılındaki Suicidal For Life albümünün ardından dağılan grup 1997 yılında yeniden toplanır. 2 albüm daha çıkaran grup tekrar dağılır ve bu sene içinde çıkacak olan 13 isimli yeni albümlerini hazırlamaktalar. Suicidal Tendencies için albüm önerilerim; Suicidal Tendencies, Join the Army ve How Will I Laugh Tomorrow When I Can't Even Smile Today olur. Şarkı olarak ise Subliminal , Suicidal Maniac, Join the Army ve How Will I Laugh Tomorrow önerilerim Suicidal Tendencies için.
Coroner Thrash Metal belki Amerika'da çıkmış ve orda en iyi devirlerini geçirmişti fakat Avrupa kıtasında da Thrash yapan hem de bunu çok farklı bir tarzda icra eden gruplar vardı. İsviçre'den 1983 yılında çıkan Coroner Thrash Metali Amerikalı gruplara göre daha farklı ve daha teknik bir düzeyde yapan brir grup.Müziklerine progresif ögeleri de yediren grubun ilk iki albümü ortalama albümler olsa da No More Color(1989) ve Mental Vortex(1991) albümleri
çıktıkları zamana göre çok farklı ve güzel albümler olarak göze çarpar. 1993 yılında çıkan Grin albümünden sonra dağılan grup geçtimiz yıllarda konser vermek için tekrar bir araya geldi.Coroner için albüm önerilerim No More Color, Mental Vortex ve Grin olur. Şarkı olarak ise Die By My Hand, Son of Lilith, Semtex Revolution size başlangıç açısından önerilerim.
Kreator Avrupa'da Thrash' in en çok yapıldığı yer Almanyadır.Nasıl Amerikan Thrash Metalinin Big Four' u varsa Alman Thrash'inin de Big Four' u var. Kreator, Destruction, Tankard ve Sodom. Kreator bunların içerisinde en ünlüsü ve bayrak taşıyan grup. 1982' de Almanya Essen' de kurulan Kreator ilk başlarda daha çok Speed Metal tarzı şarkılar yapsa da daha sonraları Thrash Metal' i de kullanarak kendi tarzını oluşturmuştur. 1986 yılında çıkan ilk albümleri olan Endless Pain ile istenen başarı gelmese de sonraki albümleri olan Pleasure to Kill albümü halen efsanevi Thrash albümlerinden sayılmaktadır.Daha sonra gelen Extreme Agression ve Coma of Souls ile başarılı çizgisini devam ettiren grup bu albümden sonra tarzını biraz endüstriyel müziğe döndürmüştür. 2000'li yıllarda Thrash' in tekrar yükselmesi ile beraber Violent Revolution ile köklere geri dönen grup daha sonra çıkardığı albümlerle türe eserler katmaya devam ediyor.Kreator en sevdiğim Alman Thrash grubudur. Size önereceğim albümler ise; Pleasure to Kill, Extreme Agression , Violent Revolution ve Enemy of God olur. Şarkı olarak ise Phobia, Flag of Hate, Violent Revolution , Reconquering the Throne olur.
Sodom Dört büyüklerin diğer temsilcilerinden olan Sodom 1981' de Gelsenkirchen Almanya' da kuruldu.Sodom diğer Alman Thrash gruplarına oranla daha Black Metal vari tarzda bir Thrash yapar. İlk dönemlerinde daha satanik şarkı sözleri
kullansalar da daha sonraları savaş ve militarizm esas şarkı sözü konuları olur. İlk albümleri olan Obsessed by Cruelty ile pek kendilerini gösteremeyen grup bunu ikinci albümleri olan Persecution Mania ve üçüncü albümleri olan Agent Orange ile başarır. Better Off Dead albümünden sonra farklı tarzlardan da etkilenen grup bu süreçte Death Metal ve Crossover tarzında eserler verir. Code Red ile Saf Thrash' e geri dönen grup son olarak 2010 yılında In War and Pieces isimli onüçüncü albümünü yayımladı. Sodom genel olarak daha sert tarzda bir müzik yapar. Albüm olarak önerim Persecution Mania , Agent Orange ve Sodom olur. Şarkı olarak ise Agent Orange, Remember The Fallen, Outbreak of Evil ve Axis of Evil başlangıç için güzel parçalar.
Destrüction 1982'de Almanya Weil Am Main' da kurulan Destruction vokalist Marcel 'Schmier' Schirmer önderliğinden Alman Thrash Metal' inin yıkılmaz kalelerinden biri olmuştur. 1985'te çıkan ilk albümleri Infernal Overkill çok başarılı olmasa da bir yıl sonra çıkarılan Eternal Devastation gruba istediği başarıyı getirir. Ardından çıkan Release from Agony ile bu başarıyı pekiştiren grup 90'larda funk müziğe biraz kaysa da daha sonra tekrardan Thrash Metal' e döner. 2000'li yıllarda ise özellikle The Antichrist ve Day of Reckoning albümünü çıkaran grubun en son albümünü geçtiğimiz sayılarda incelemiştim. Destruction için albüm önerilerim Eternal Devastation, Release From Agony ve The Antichrist. Şarkı olarak ise Mad Butcher, Tormentor, Nailed to the Cross ve Curse of the Gods.
Tankard Amerika' nın dördüncü büyüğü Anthrax iken Alman sahnesinde bu görev Tankard' a düşmüştür. Şarkı sözleri genelde alkol ve içki içmek üzerine kurulu olan Tankard 1982 yılında Frankfurt am Main' da kurulmuştur. Alkolik şarkı sözlerinin Thrash Metal' in agresif riffleri ile buluşturan grup bundan harika bir sonuç elde etmiştir.İlk albümleri olan Zombie Attack ile Thrash Metal arenasına iyi bir giriş yapan grup Chemical Invasion ve The Morning After ile bunu sürdürmüştür. Geyik muhabbeti tarzında şarkılar yapan grubun önereceğim albümleri Zombie Attack, Beauty and The Beer ve Beast of Bourbon olur. Şarkı olarak ise Die with a Beer In Your Hand, Zombie Attack , Maniac Forces ve Alcohol Tankard için önerilerim. Geçen ayki Melodik Death Metal yazısından sonra bu ay da sizlere önemli bir Metal alt türü olan Thrash Metal' in belli başlı yönleri ve en genel hatlarıyla temel gruplarını tanıttım. Türe ilgi duyar ve severseniz internet sayesinde yeni gruplar bulabilirsiniz.Stay Heavy!
Çağlar Durmaz
Mü zik
Üstü çıplak bağıran adam
Bilmiyorum Dorock bara gittiniz mi ya da duydunuz mu?
Gece gruplarıyla müziğe doyabildiğiniz bu barın bana tanıttığı
bir gruptan bahsedeceğim size… Bir cumartesi akşamı yine
Razor’ın çıkmasını beklerken en önlerde yerimizi almış
oturuyor bir yandan da sound-check başlayana kadar
projeksiyonda dönen klipleri izliyoruz. İşte o anda bir grup
‘Runnin wild and free!!” bağırarak favori gruplarımdan Ac/dc
tınılarını kulağıma çalıyor. Klibi izleyenleriniz bilir; klip grup
üyelerinin bir tır arkasında şarkıyı bir otoban boyunca
çalmalarından ve polis tarafından kovalanmalarından ibaret
de soruyorum kendime başlarında Lemmy’nin durduğu bu
gurubu niye dinlemiyorum? İşte böyle bir tanışmamız oldu
Avustralyalı rock’n’roll grubu Airbourne ile…
Bir klasiktir benim için yeni öğrendiğim bir gruptan maksimum
fayda alabilmek için bir hafta boyunca diskografi dinlemek…
Yapılan müziğin nasıl geliştiğini ilk albümlerdeki o amatörlüğü
grup imajını oturtamayışı ve giderek artan kaliteyi kronolojik
olarak dinlemek benim için inanılmaz bir keyif… Genç bir grup
olan Airbourne da ise bu sound ve tarzın şekillenmesi grubun
kendi kimliğini yakalaması 2. albüm olan ‘Runnin Wild’ ile
olmuş ve sonraki her albüm biraz daha gaz ve biraz daha
kaliteli bir şekilde biz dinleyicilerle buluşmuştur.
Airbourne ile ilgili inanılmaz bir önyargı var dinleyiciler
arasında…Ac/dc taklidi deniliyor benzerliğinden dolayı haklılar
da… Bir ekşi yazarının dediği gibi öyle bir sound kullanıyorlar
ki sanki Ac/dc’den sonra sahneye çıkmışlar ekipmanlara
bulaşmadan çalmaya devam etmişler … Ancak şunu sormak
lazım bu arkadaşlara “Kız arkadaşınız Megan Fox’a benziyor
sıyrılarak dinlesen biraz kulak kabartsan ne kadar taş bir
müzik yaptıklarını fark edecek yerinde duramayacaksın…
Stand and Deliver’ın kısık sesi
Bahsettiğim diskografi olayı tam burada karşımıza çıkıyor. Her
ne kadar ilk albüm olarak ‘Runnin Wild’ kabul edilse de bu
arkadaşların kuruluş sırasında yaptıkları şimdiki hallerinden ve
tarzlarından uzak mı uzak sessiz sakin kendi hallerinde bir
albümleri var: ‘Stand and Deliver’. Grup lead gitaristi ve vokali
Joel O’Keffe’nin bağırmaktan çekindiği kardeşinin davullara
rahat rahat vuramadığı geri vokallerin ise yapılmadığı içine
kapanık bir albüm. Sanki biz müziğimizi yapıp sahneden inelim
diyorlar. Ama bu hal şimdiki o enerjik,gaz ve yerine
duramamalarının o kadar zıttı ki…
Runnin Wild ile yapılan atak
Heh işte hani o albüm bu albüm. Soloların havada uçuştuğu
üstü çıplak Joel kardeşimizin korkmadan bağırarak söylediği
şarkılar grubun ileriki zamanlarda neler yapacağının bir
göstergesi olmaya başlamıştır. Ac/dc benzerliği ise bence bu
albümde başlamış ve sonrasında artarak süregelmiştir. Lead
gitarist ve vokal olmanın getirisiyle de Joel gittikçe ön plana
çıkmış ve benim hayranlığımı kazanmıştır. Grup başarılı
gidişatını ve Ac/dc ile olan benzerliğine ise birazcık klişe ama
yine de saygıda kusur etmeyen ve her eleştiriyi kabul eden
duruşlarıyla başka bir artıyı hanelerine yazdırmışlardır. Özet
olarak ‘Kim olursanız olun özellikle Avustralyadan çıkmaysanız
ve bizim yaptığımız gibi bir müzik yapıyorsanız, birileriyle
karşılaştırılacaksınız. Kim
olduğunuzun bir önemi yoktur,
karşılaştırılırsınız. Gelmiş geçmiş
en iyi ve hala müziğe devam
eden hatta yeni bir albüm
çıkaracak olan bir grupla
karşılaştırılmak ise… Daha güzel
bir iltifat olamaz.” Demişlerdir.
No Guts No Glory ile
süren yüksek ses…
Runnin Wild ile listelere
yükseklerden giren grup, kendi
kimliğini daha yukarıya taşımaya devam etmektedir. Artık ne
yaptıklarını ne istediklerini bilen kendilerine güvenen ve
inanan bir grup haline gelen Airbourne 2009 yılında çıkardığı
‘NoGuts No Glory’ ile listelerde ilk 20ye kadar yükselmiştir. Bu
albümde dikkatimi çeken bir unsur da David Roads’un geri
vokallerinin başarısı, hem live hem stüdyo… Joel’in daha
sonra değineceğim konser manyaklıkları esnasında grubu
sırtlayan kişi haline gelmesi gözlerden kaçmamaktadır.
Grubun üzerindeki kendine güven artık şarkı ve sözlerine de
yansımıştır. ‘Runnin Wild’ albümündeki o sıyrılma, adını
duyurma hava gitmiş yerine ise ‘There ain’t no way but the
hard way’ ‘Raise the Flag’ ‘Armed and Dangerous’ gibi ne
yaptığını bilen şarkılar ile yerini belli etme teması
albümlerinde yer etmiştir.
Black Dog Barking ile yükselen seviye
Daha yeni piyasaya çıkan albümü sanırım 30 defa baştan
sonra dinlemişimdir. Ama hala bıkmadan başa alır alır
dinlerim. Bu albümdeki bariz değişikliklere biraz dikkat
çekmek istiyorum. Bu albümdeki bazı şarkılar diğer
albümlerde bulanan tüm şarkılardan biraz daha karmaşık.
Mesela daha ilk şarkı olan ‘Ready to Rock’ sanki bir konsermiş
edasında sürdüğünden üst üste binen ritimler ve vokaller beni
biraz yorsa da headbange olan davetini geri çeviremiyorum.
David Roads geri vokallerinin kıymeti anlaşılmış olacak ki
kendisini her zamankinden daha çok duyuyoruz. Vokallerdeki
diğer bir değişiklik ise albüm genelinde Joel’in birbirinden
farklı tonlar kullanması… Bazı şarkılarda o alıştığımız yüksek
vokallerin yanında daha düşük ve kalın tonda vokaller bana
‘Stand and Deliver ‘ albümünü hatırlattı. Ve asıl dikkatimi
çekense “Back in the Game” isimli şarkının sonunda Joel’in
icra ettiği Brian Johnson taklid… yok yok benzeri vokaller.
Tepki alacağından korktuğum bu hadiseyi nasıl
değerlendireceğim konusunda ise açıkçası bir fikrim yok. Taş
gibi müzik yapan bir grubu bir başkasını andırıyor diye direk
silmek adil midir takdir
sizin…
Gelelim
konserleree…
Bu arkadaşların konserleri
neredeyse interaktif
geçiyor. Konser alanında
gezmedikleri gitmedikleri
yer yok. Özellikle Joel’in
Wacken ’11de 25 metreden
yüksek sahne demirlerine
ipsiz tırmanıp göklerde solo
atması ve tüm seyircilerin havaya bakıp yumruk sallayıp
headbang yapması ‘ah ulan orada olsaydım’ dediğim anlardan
biriydi. Bir diğer konserde eliyle vura vura teneke bira
patlatması ve devasa hoparlörlerin üzerine geze geze solo
atması yine bu arkadaşların ne kadar manyak ve enerjik
olduklarının bir göstergesi.
Neyse efendim sözü daha fazla uzatmadan eğer
duymadıysanız ve rock’n’roll hayranıysanız kesinlikle
dinlemeniz gereken bir grup olduğunu söylüyor, eğer dinleyip
de taklit olduğunu düşündüyseniz önyargısız bir şekilde
yeniden bir şans vermenizi rica ediyorum. Avustralyada yanlış
olmaz.
Faruk Yaylaz
Mü zik
SOILWORK – THE LIVING INFINITE Sanatçı : Soilwork Albü m Adı: The Living Infinite Tü r: Melodik Death Metal, Melodik Metal Çıkış Tarihi: 27 Şübat 2013 Şirket: Nüclear Blast
Son albümleri The Panic Broadcast'ten bu yana 3 yıl geçen
Soilwork geçtiğimiz ay son albümleri olan The Living Infinite'i yayınladı. Albüm klasik tarzda 11-12 şarkılık albümlerden farklı olarak 2 Disk ve 20 şarkıdan oluşuyor. (Soilwork boş durmamış bu geçen 3 yılda depolamış şarkıları.) . Albümdeki önemli olarak nitelendirebileceğimiz şey Peter Wichers 'ın ayrılığından sonraki tarz değişikliği. Bu tarz değişikliği neden önemli, çünkü Peter grubun ilk demosundan The Panic Broadcast' e kadar olan kısmında gitarları üstlenen kişiydi. Yerine gelecek olan David Andersson 'un performansı merak konusuydu. Aslında Soilwork'ün de bu tarz bir kan değişikliğine ihtiyacı vardı çünkü şarkılar hep tekdüze kalıplar içerisinde olmaya başlamıştı. Albüme geçmek gerekirse, The Predator's Portrait' ten sonra farklı yola sapan Soilwork'ün sonraki albümlerini hep yarım yamalak ve üstüne düşmeyerek dinleyen ben bu albümün daha ilk notasını duymamla beraber beni harika bir şeyin beklediğini farkettim. Bunda tabiki grubun eleman değişikliği ile beraber gelen gitar soundu ve eskiye dönüş etkileri etkili. Albümden kısaca bahsetmem gerekirse şunu söyleyebilirim geçmişle modernin mükemmel buluşması olmuş bu albüm. Üzerinde uğraşıldığı belli olan gitar riffleri, güzel introlar, Dirk Verbeuren'in yine hayvani olan davul performansı, vokal Björn Strid' in sesini çok farklı yönlerde kullanması beni bu albümde en çok etkileyen şeyler oldu. Albümde dikkatimi çeken diğer bir konu ise yukarıda bahsettiğim tekdüzeliğin aşılmış olması ve bunu Progresif ögeler kullanarak yapması grubun. Kimi zaman Cynic ve Opeth tadları alabiliyosunuz şarkılarda bundan dolayı. Albümde çok parça olduğundan ötürü tek tek parça incelemesi yapmayacağım bunun yerine birinci ve ikinci diski genel olarak inceleyip dikkat çekici parçaları size söyleceğim. İlk disk gerçekten de sert riffler ve gaz melodileri , mükemmel sololar ve Björn'ün gaz vokalleri ile gerçekten etkileyici şarkılar barındırıyor. Sonlara doğru akustik gitarlara beraber biraz daha radyo dostu bir havaya bürünen ilk disk Whispers
And Lights ile sonlanıyor. İlk diskin dikkat çekici parçaları : Spectrum of Eternity ilk girişindeki çello ve sonrasında artan temposuyla beraber albüme beni çeken parça oldu. Memories Confined slow girişinden sonra Dirk Verbeuren davulları ile beraber gaz bir kimliğe bürünüyor. İlk iki şarkı iyi şarkılardı fakat üçüncü şarkı olan This Momentary Bliss melodik girişiyle bence bu diskin en dikkat çeken parçası. İkinci disk ise daha ilginç kısımlar barındırıyor. Daha progresif öğeler ve ilk kısıma oranla daha melodik kısımlar içeren ikinci kısımda Antidotes In Passing gibi çok farklı parçalar bulunmakta.Atmosferik etkilere sahip olan Antidotes In Passing farklı bir tarzda olmasına rağmen sevdiğim parçalardan biri oldu. Rise Above The Sentiment ise bu diskte en sevdiğiğm parça oldu. Yeni gitarist David Andersson ve Sylvain Coudret 'in karşılıklı gitar atışmaları parçaya renk katıyor. Sevdiğim parçalardan bir diğeri ise melodik girişiyle Leech. Tempolu bir şekilde başlayan parça Björn' ün vokal genişliğine güzel bir örnek. Son söz olarak Soilwork bu albümde İsveçten çıkan Melodik Death Metal grupları açısından yıkılamayan kalıpları güzel bir şekilde yıkarak çıtayı tür açısından iyi bir yere taşıdı. Darısı In Flames' in başına diyor ve yazımı noktalıyorum. Şarkı Listesi 01. Spectrum Of Eternity 02. Memories Confined 03. This Momentary Bliss 04. Tongue 05. The Living Infinite I 06. Let The First Wave Rise 07. Vesta 08. Realm Of The Wasted 09. The Windswept Mercy 10. Whispers and Lights 11. Entering Aeons 13. Drowning With Silence 14. Antidotes In Passing 15. Leech 16. The Living Infinite II 17. Loyal Shadow 18. Rise Above The Sentiment 19. Parasite Blues 20. Owls Predict, Oracles Stand Guard Grup Björn Strid: Vokal David Andersson: Gitar Sylvain Coudret: Gitar Ola Flink: Bas Sven Karlsson: Klavye Dirk Verbeuren: Davul
8,5/10
Mü zik
U.D.O. – STEELHAMMER
Sanatçı :
U.D.O.
Albüm Adı:
Steelhammer
Tür: Heavy
Metal
Çıkış Tarihi:
21Mayıs 2013
Şirket: Roxx
Studio
Pek çok müzik türü dinlesem de Heavy Metal’in yeri her
zaman ayrı olacaktır. Müziğe ciddi ciddi ilgi duymaya
başladığım türdür heavy metal. Neredeyse 10 yıldır
dinlememe ve müziğin o zamandan şimdiye oldukça
değişmesine rağmen heavy metal her zaman heavy metal
olarak kalabilmiştir. Ve ne mutlu ki hala aynı tadı
verebilmektedir.
Steelhammer ise görevini lalığıyla yerine getiren
albümlerden. Albümün adını taşıyan Steelhammer ile başlar
başlamaz hissediyorsunuz o güçlü riffleri, heavy metal
ruhunu. Solosu da oldukça güzel olan şarkı adeta albümün
nasıl olacağını bağırıyor baştan. İkinci şarkımız A Cry Of A
Nation ise ilkinden daha oturaklı, daha uzun bir şarkı olmuş.
Muhteşem nakarat kısımları ve epik bir solosu var, kesinlikle
albümün favorilerinden. Metal Machine ise feci gaz bir şarkı
olmuş, özellikle şarkının yarısından sonra yerinizde zor
duruyorsunuz. 4. şarkı Basta Ya ise ispanyolca bir şarkı.
Sözleri biraz garipseseniz de oldukça eğlenceli bir şarkı
olmuş. Konserlerde “basta ya!” diye bağırmak oldukça
eğlenceli olacak. 5. şarkımıza geçtiğimizde ise biraz
soluklanıyoruz. Sakin bir şarkı olan Heavy Rain başlıyor
piyano eşliğinde hoş bir şarkı olmuş. Ardından gelen Devils
Bite ise albümün favorilerinden Acayip gaz ritimleri var,
vokal performansı ise şarkıyı daha da katlıyor. Timekeeper
da klasik riffler ve sololarla çok öne çıkmayan ama
ortalamanın üzerinde bir şarkı olmuş. 9. Şarkı Take My
Medicine ise yine albümün gaz yüklü parçalarından özellikle
3. Dakkada giren soloya dikkat. Ardından gelen Stay True da
sırayı bozmuyor ve yine gaz yüklü bir şarkı buluyoruz
Andrey Smirnov ve Kasperi Heikkinen çok sağlam gitar
çalmışlar bu albümde her şarkıda mutlaka bir gaz bir solo
veya riffbulunuyor. 11. Şarkımız When Love Becomes A Lie
tam bir epik heavy metal şarkısı olmuş kesinlikle bu parçayı
konserde çalmalılar albümün öne çıkan parçalarından
kesinlikle keşke biraz daha uzun sürseymiş 4.12 dakikalık bir
şarkı ancak minimum 6 dakika olmalıydı. Son şarkımız Book
Of Faith ise önce başlangıcını ile biraz garipseseniz de biraz
ilerledikten sonra anlıyorsunuz ki muhteşem bir kapanış
şarkısı olmuş senfonik özellikleri bulunan parçayı kesinlikle
dinlemelisiniz.
Steelhammer heavy metal seven herkesin başucu yapacağı
bir albüm olmuş. Zaten hastayım UDO olsun Accept olsun
Iron Maiden olsun hala davayı satmadan kendilerini tekrara
düşmeden çatır çatır albüm yapmabilmelerine bir sonraki
albüme kadar Stay Steel.
Aykut Kekeç
Şarkı Listesi
1.Steelhammer
2.A Cry Of A Nation
3.Metal Machine
4.Basta Ya
5.Heavy Rain
6.Devil's Bite
7.Death Ride
8.Timekeeper
9.Take My Medicine
10.Stay True
11.When Love Becomes A Lie
12.Book Of Faith
Grup
Udo Dirkschneider – vocals
Andrey Smirnov – guitar
Kasperi Heikkinen – guitar
Fitty Wienhold – bass
Francesco Jovino – drums
9/10
Kitap
Yaşlı Adamın Savaşı
Yeni bir kitap sayılmaz aslında Yaşlı Adamın Savaşı. John
Scalzi tarafından 2005 yılında yazılmış hemen ertesi yılında
Hugo ödülüne aday olmuş bir kitap. Fakat nedense
ülkemizde hatta belki dünyada serinin devam etmesiyle
birlikte popülaritesi artmış.
Bundan yaklaşık 4 ay önce ablam masama bir kitap
bırakmıştı, kitabın kapağında bildiğimiz klasik Amerikan
askeri tadında bir resim vardı ve ismi de pek çekici değildi
benim için, Yaşlı Adamın Savaşı yazısını okuduğumda
sıradan bir bilim-kurgu kitabı olarak görmüştüm önyargıma
yenilerek. Seri oluşturacak kadar kaliteli bir bilim-kurgu
hikayesi için sönük kalan bir isim benim gözümde. Pek çok
insan böyle düşünmüyor tabi. Kitabı masamdan aldım
çantama attım ve içgüdüsel bir biçimde kapağı ya da başlığı
çok çekmeyen bir kitabı okumaya başladım.
Kalanı için sadece şunu söyleyebilirim. Bariz bir biçimde
kurgulanmış (neredeyse) en iyi yakın gelecek öyküsü desem
yeridir.
Pek fazla kitabın içeriğine dalmadan kısaca öyküden
bahsetmek gerekirse, dünya ahalisinin uzayda
kolonileşmeye başladığı yakın bir gelecekte buluyoruz
kendimizi (buraya kadar standart). Fakat dünya dışına
sadece koloni görevlileri ve yaşlı insanlar çıkabiliyor. İşte işin
ilginç kısmı burada başlıyor, dünya dışına gidebilmek için
ciddi anlamda yaşlı olmanız ve tıpkı ölmüşçesine bir daha
geri dönmemek üzere dünyadan ayrılmanız gerekiyor.
Yaptığınız anlaşma bu. 75 yaşına gelen insanlar koloni
kuvvetleri tarafından ‘askere’ alınıyor.
Koloni kuvvetleri ile dünya üzerindeki arasında bariz bir
teknoloji farkı oluşturulmuş durumda. Kimsenin uzayda
koloni kuvvetlerinin tam olarak neler yaptığına dair bir fikri
yok ve esas oğlanımız olan karakter için de bu aynı
durumda.
Esas oğlanımız olan karakter yaşı gelir ve uzaya gidip asker
olmak için gönüllü olur. Kalanını anlatmaya devam edersem
zaten hikayenin ilgi çekici kısımlarını söylemiş olurum tadı
kaçar. Buradan sonra söyleyebileceğim birkaç şey var.
Birincisi, bilimsel anlamda fazlasıyla tatmin edici (uçuk kaçık
öğeleri bulunmayan) bir gelecek buluyor kitapta bizi. Yazar
gerçekten olması çok muhtemel ama aynı zamanda
okudukça şaşırtıp büyüleyici gelen pek çok gerçekçi şey
çıkartıyor karşımıza. Başka hiçbir bilim-kurgu kitabında
okumadığım türden mantıklı bir teknolojiden
bahsediyorum. Kesinlikle kurguyu bir yana atıp sadece
bunları hayal etmek için bile okunması gereken bir kitap.
Kurguya dair bir şeyler söylemek gerekirse de, genelde bu
tür bilim-kurgu kitaplarında ya kurgu iyi olur ya da bilimsel
fütüristik öğeler çok iyi olur. Popüler bilim-kurgu
eserlerinde gördüğümüz yegane şeydir bu durum. Hatta
ikisinin bir arada çok güzel olduğunu söyleyebildiğimiz pek
az eser vardır, genelde bir taraf hep eksik kalır. Oysa Yaşlı
Adamın Savaşı serisinde kurgu fütüristik bir eserden
beklenmeyecek kadar akıcı. Şöyle anlatayım size etrafımda
bu kitabı okuyan kim varsa başladıkları gün bitirmiş (ben de
dahil). Karakterimizin gözleri içinden yaşıyoruz bütün
hikayeyi ve gerçekten böyle bir şey olsa nasıl tepki verirdik
diye düşünmemize gerek kalmıyor çünkü tıpkı bugünden
çıkmış gibi esas oğlanımız (oğlan ama yaşlı tabi) bizim
verebileceğimiz bütün şaşkınlığı, duygusal reaksiyonları ve
stresi bizim yerimize gösteriyor. Fütüristik bir zamanda
geçen bugünü ait bir roman tanımı yapsak yerindedir.
Tabi bir diğer önemli kısım ise her şey güllük gülistanlık
değil. Yani insanların kolonileşmesi tamamen vahşet üzerine
kurulu ve evren üzerinde bulunan başka medeni ırkları
çökermekten zevk alan bir düşünce hakim. Tıpkı günümüz
dünyası, yani gelecekte her şeyin güzelleşeceğine dair bir
şeyler yok kitapta. İşte bu da kitabı daha güzel kılan başka
bir unsur.
Kitapta ise sadece tek konuluk bir ‘evren’ yok, bildiğimiz pek
çok fantastik evrenden gibi kendi evrenimize
ekleyebileceğimiz pek çok hikaye bırakmış yazar bize. Hatta
kendi de bu kitabın devamı olan iki yeni kitap ekleyerek
kendi evrenini çoktan oluşturmuş.
Serinin türkçeye yeni çevirilen diğer kitabı ise ‘Son Koloni’
adı altında kitapçılarda (hala yeni çıkanlarda duruyordu en
son).
Şiddetle tavsiye ettiğim, hayal gücü seviyesi ve akıcılığı
oldukça yüksek harika bir bilim-kurgu kitabı Yaşlı Adamın
Savaşı.
Okursanız eğer iyi okumalar efendim.
Korcan Romya
Çizgi Roman
7 Detektif
Dedektif hikayelerini sever misiniz? İlginç bir cinayet,
birbirinden alakasız görünen ufak detaylar, son dakikaya
kadar tırmanan gerilim ve final olarak herşeyin bir anda
ortaya döküldüğü, aslında cevapların hep gözümüzün
önünde olduğunu gösteren, sizi ters köşeye yatıran bir son.
Neredeyse bütün cinayet romanları bu şekilde olduğu ve
uzun yıllardır çok az farklılaştığı halde neden bu türün hala
oldukça popüler olduğunu tahmin edebilir misiniz? Cevap
okuyucuya istediğini verebildiği, beklentilerini
karşılayabildiği için. Eğer hali hazırda işleyen başarılı bir
formülünüz varsa bunu neden değiştiresiniz ki? Çoğu zaman
klişe terimini olumsuz anlamda kullanırız. Ancak klişelerin
klişe olmasının bir sebebi olduğunu unuturuz.
Normalden biraz fazla laf kalabalığı yaptım galiba. Eh,
okuduğum kitaplardaki dedektifleri örnek alıyorum sanırım.
Buyrun geçin, rahatınıza bakın. Bende size adım adım çizgi
romandan bahsedip merakınızı yüksek tutup en sonda
vardığım kararı açıklarken dikkatinizi verin lütfen...
Hikayemiz bir seri katilin kurbanının yanında bıraktığı 7
isimlik bir not ile başlar. Notta yazan kişiler ise oldukça
meşhur dedektiflerdir. Bunun üzerine bu 7 kişi polis
tarafından bir araya getirilip katili bulmaları istenir. Böylece
katil ve 7 dedektif arasında kedi fare oyunumuz başlar.
Bu şekilde başlayan konumuz klasik hikaye ilerledikçe
tırmanan bir gerilime, ve son dakikaya kadar koruyan
gizeme sahip. Ancak kendine has farklılıkları da yok değil.
Her neye hazırlıklı olursanız olun, sizi şaşırtacağından
eminim.
Konusundan daha fazla bahsetmeyeceğim çünkü hem
anlatılabilecek herşeyi anlattım, hemde zaten kısa olan
hikayeyi kendinizin görmesi daha iyi olur. Bunun dışında
çizimler atmosfere uygun ve güzel renklendirilmiş.
Karakterler ise fazla sayıda ve az gözükmelerine rağmen
öne çıkmayı başarmışlar. Buradan da takdiri kazanıyor,
ancak olumsuz nokta var mı derseniz var. Hikaye hızlı bir
şekilde akıyor ve
bir anda ne olup
ne bittiğine dair
fikriniz
olmayabiliyor. Bu
yüzden mümkün
olduğu kadar
sindire sindire
okuyun gerekirse
baştan başlayın.
Yapıkredi
yayınlarından
çıkan bu tek ciltlik
frankafon
formatındaki çizgi
romanımız, yine
diğer yky yayınları
gibi özenilerek
hazırlanmış.
Ancak diğer yayınları gibi ciltli olmaması biraz kötü olmuş.
Büyük ihtimal ciltlenmek için biraz ince bulunduğundandır.
7 Detektif uygun fiyatı ve orjinal süprizleri ile türü
seviyorsanız kesinlikle okunmalı. Pek ilgisi olmayanlar bile
en azından bir göz atmalı derim.
Aykut Kekeç
Çizgi Roman
Taht Oyunları
Her ne kadar pek çoğumuz popüler kültürden haz etmese
de zaman zaman faydasını görmediğimizi söylesek yalan
olur. George R. R. Martin’in A Song Of IceAnd Fire serisi de
popüler kültür sayesinde haberdar olduğum bir seriydi.
Dizisinin yakaladığı başarıyı gördükten sonra ve kitap
uyarlaması olduğunu öğrendiğimde
dizisinden önce kitabını okumuş, oldukça
da etkilenmiştim.
Şu an hem dizisi, hem de kitap serisi
istikrarlı bir şekilde devam ederlerken
çizgi roman versiyonunu da görmek
kaçınılmazdı. Eh ülkemizde de popüler
olduğundan dolayı normalde uğraması
muhtemel olmayacak bu seri bize de
geldi. Bakalım aynı hikaye çizgi roman
haliyle nasıl bir tat bırakıyor.
Öncelikle hikayeyi bildiğinizi tahmin
ediyorum. George Martin’in kendi
yarattığı, ortaçağda derebeyliklerin
olduğu fantastik bir evrende geçen taht
mücadelelerini anlatan müthiş bir seridir
A Song Of IceAnd Fire (Buz ve Ateşin
Şarkısı) serisi. Eğer şimdiye kadar bir
şekilde uzak kalmışsanız hemen ilk
kitapdan başlayın. Gerisini zaten benim
söylememe gerek kalmayacaktır.
Hikaye ve içeriktense, bu incelemede dizi ve kitapla
arasındaki farklılıklara, bir de teknik özelliklerine
değineceğim.
İlk değinmek istediğim ve çok önemli bir nokta var. Bu bir
kitap uyarlaması değil. Kitabın çizgi roman hali. Yani şimdiye
kadar gördüğüm en birebir çevrilmiş eser. Kitapdaki olaylar
neredeyse kusursuz bir şekilde çizgi romana aktarılmış. Ki
kitapları okuyanlar bunun ne kadar zor olduğunu tahmin
edebilirler. Kitaplarda her bölümün farklı bir karaktere
yoğunlaşması ve onun iç dünyasını anlatması çizgi romanda
da korunmuş. Okuyanlar bilir, kitaplarda herhangi bir
karakter anlatılırken bol bol düşüncelerine şahit oluruz.
Çizgi romanda ise bu kimi zaman çizimlerle, kimi zaman da
kenarda panellerle anlatılmış, oldukça da başarılı bir şekilde
kotarılmış. Tabi ki %100 bir bağımlılık söz konusu
değil(olamaz da zaten.). Kimi bölümler atlanılmış. Ancak kilit
olayların olduğu bütün bölümlere yer verilmiş. Yani çizgi
romanı okurken en ufak bir boşluk hissetmiyorsunuz.
İçerik iyi, peki çizimler? Açıkçası karakter çizimlerini pek
beğenmedim. Biraz manga tarzında buldum. Game Of
Thrones’un karanlık atmosferine daha uygun bir karakter
tarzı gidebilirdi. Kötü değil, tipler kitaba sadık çizilmiş, ki bu
bir artı. Anatomik olarak da başarılılar. Ancak dediğim gibi
daha karanlık bir tarz muhteşem olabilirdi. Arkaplanlar ise
inanılmaz. Sadece çizim
ve renklendirme olarak
da değil üstelik. kimi
sahnelerde çok güzel
alt anlamlara
rastlamak mümkün.
Pek spoiler
sayılmayacağından
örnek vereceğim;
Romanın başlarında
Jon Snow ile Tyrion
kalede yemek yenirken
dışarda konuşurlar.
Jon, piç olmanın
insanın başına
gelebilecek en kötü şey
olduğunu düşünürken,
Tyrion ona her cücenin
bir piç olabileceğini
ancak her piçin bir
cüce olmak zorunda
olmadığını söyler. Ve o
karede ışık Tyrion’a
önden vurup gölgesini
bir dev gibi gösterir. Bunun gibi pek çok
ufak, hoş detaya rastlamanız mümkün.
Bir diğer çok taktir ettiğim nokta ise çizgi
romanın sonunda oldukça büyük bir
kısımda çizgi roman fikrinin nasıl ortaya
çıktığı, hazırlarken ne aşamalardan
geçtiği, herşeyi olduıkça güzel bir şekilde
hem kendi fikirlerini belirterek, hem de
okuyucuya karşılaştıkları zorlukları
anlatarak, adeta kamera arkası gibi bir
bölüm yapmışlar. Zaten burayı
okuduğunuzda da daha iyi anlıyorsunuz
nasıl bu kadar kitaba bağımlı olduğunu.
Çünkü yazar ve çizerler pek çok noktada
George Martin’e danışmışlar ve fikir
alışverişinde bulunmuşlar.
Akılçelen Kitaplardan çıkan bu çizgi
romanı fantastik edebiyat seven ve
serinin hayranlarına mutlaka öneririm.
Oldukça uygun bir fiyat ve kaliteli basımla
çıkan serinin ikinci cildi de yakın zamanda
bizlerle olacakmış.
Aykut Kekeç
Çizgi Roman
Gezgin Şövalye
Hazır bu ay Game
Of Thrones
incelemişken
bahsetmek
istediğim, ilginç
bulacağınız bir çizgi
roman daha var.
Gezgin Şövalye.
2005 yılında
ERİMER BİLİŞİM
tarafından
yayınlanan çizgi
romanımız George
R. R. Martin’in A
Song Of Ice And Fire
evreninde geçen bir
başka hikaye olan Tales Of Dunk And Egg serisinin çizgi
roman uyarlaması. Şaşırdınız değil mi? Ben de zamanında
alıp okumuş, yıllar sonra kitapları okumaya başladığımda
“yahu bu bir yerden tanıdık geliyor.” diye araştırana kadar
da farkında değildim.
Gezgin Şövalye Taht Oyunlarındaki olaylardan 100 yıl önce
geçiyor. Kahramanımız Sör Uzun Duncan(kısaca Dunk)
hizmet ettiği şövalye Sör Arlan’ın ölümünden sonra kendini
kanıtlamak ve adını duyurmak adına mızrak müsabakasına
katılmaya karar verir. Bu sırada yolda uğradığı bir handa Egg
adlı bir çocukla karşılaşır. Egg Dunk’dan kendisini de
müsabakaya götürmesini ister. Her ne kadar
önce Dunk kabul etmese de Egg onunla
gitmenin bir yolunu bulur.
Hikayenin Buz Ve Ateşin Şarkısı serisi ile
direk bir bağlantısı yok. Ancak çok hoş
detaylar ve göndermeler var. Özellikle
Targeryan ailesi hakkında pek çok bilginiz
oluyor. Spoiler vermeden anlatabileceğim
şeyler olmadığı için geçiyorum. Ancak üstat
Aemon ve ailesi ile ilgili pek çok şey
öğreneceğinizi söyleyebilirim.
Çizgi romana gelince. Kitabı okumadığım
için orjinali ile karşılaştıramayacağım, ancak
çizgi roman olarak oldukça başarılı. Zaten
kısa bir hikaye olduğu için önemli bir
kırpılma olduğunu sanmıyorum. Çizimlere
gelirsek karakter çizimleri oldukça başarılı.
Arka planlar biraz sönük ama zaten çizgi roman boyunca
insansız sahne neredeyse hiç yok gibi. Şövalyelerin zırhları,
armaları çok güzel çizilmiş.
Ana hikayenin dışında çizgi romanın sonunda bir iki sayfalık
Blackfyre isyanının bittiği Redgrass Field savaşı da
anlatılıyor. Bu savaş ile ilgili daha fazla bilgiyi wikipediadan
veya serinin 2. Kitabında da bulabilirsiniz. Bir de çizgi
romanda son iki sayfayı şövalyelere ve armalarına
ayırmışlar, o bölümü de oldukça beğendim. Kimi bildiğiniz,
kimi hiç duymadığınız pek çok aileye ait armayı
görebilirsiniz.
Gezgin Şövalye Buz Ve Ateşin şarkısını seven herkesin
mutlaka okuması gereken bir seri. Özellikle son kitabı
heyecanla bekleyenlerdenseniz çok hoş bir yeni soluk
olacaktır. Daha önce hiç okumamış yada izlememiş olsanız
bile okuyabilirsiniz. Çünkü hem hafif, kısa bir hikaye, hem
de George R. R. Martin’in o muhteşem evrenini, havasını
veren bir çizgi roman sizi bekliyor. Her ne kadar basımı
bittiği için bulmanız artık biraz zor olacaksa da, karşınızda
sahaflarda peşine düşmeye değer bir çizgi roman duruyor.
AykutKekeç
Dizi & Film
Planet of the Apes Filmografi
Bilim Kurgu ve fantezi evrenlerinde geçen fantastik filmler,
bizde bir farkına varmışlık, keşif hissi uyandırır. Nitekim
senaryosunda twist içeren filmlerde de yaşarız bunu türü
farkına varmaksızın. Ancak, fantezi evreninde geçen filmler
daha genel anlamda şaşırtır bizi, çünkü ya hiç gelmeyecek bir
gelecek, ya da gerçekleşmeyecek bir olgudan bahsederler
genellikle.
Bu farkına varmışlık ve şaşırmışlık hissi de temadaki
özgünlükten ve bizim film geçmişimizden gelir aslında. Avatar
ilk izlediği bilim kurgu türünde filmlerden olan birisi ile, daha
önce bu alanda bir çok film izlemiş birisinin filmden aldığı zevk
arasında dağlar kadar fark vardır dediğim geçmişten ötürü.
Planet of the Apes’i, bildiğiniz isimle Maymunlar
Cehennemi’ni ilk olarak 2002 yılında bir VCD’den izlemiştim.
Tek film olmadığını anlamam 2009’a kadar sürdü ve
sonrasında hızımı alamayıp tüm filmlerini iki gün içerisinde
tükettim. Başından sonuna kadar, ilk filmi benim
doğumumdan 24 yıl öncesinde yayınlanmış bu seri beni
fazlasıyla şaşırttı ve tatmin etti. İzlediğim ilk filmi olmamasına
rağmen, girişteki Özgürlük Heykeli sahnesi bile ayrı bir hoş,
onun bile hala izlediğim filmler içinde ayrı bir yeri var
hissettirdikleriyle.
7 filme sahip bir seri Planet of the Apes, bunlar sırasıyla şöyle;
● Planet of the Apes (1968)
● Beneath the Planet of the Apes (1970)
● Escape from the Planet of the Apes (1971)
● Conquest of the Planet of the Apes (1972)
● Battle for the Planet of the Apes (1973)
● Planet of the Apes (2001) - 1968 filminin senaryosu
değiştirilerek yeniden yapımıdır.
● Rise of the Planet of the Apes (2011)
İlk 5 filmlik seri, dizi edasıyla çekilmiş, izlediğinizde
anlayabileceğiniz şekilde. Ben ilk iki filmi ikileme, diğer filmleri
ise üçleme olarak ayırıyorum ancak. 2001 yapımı olan ve Tim
Burton’ın yönettiği film ise, yukarıda belirttiğim gibi 1968
yılında çıkan ilk filmin senaryosunun değiştirilerek yeniden
yapılmış hali. 2011 yılında çıkan Rise of the Planet of the Apes
filmi ise, yeniden uyarlanış değil, aksine Dünya’nın nasıl
Maymunlar Cehennemi’ne dönüşmeye başladığını anlatan, ve
senaryodaki orjinaliteyi bozmadan bir şeyler eklemiş, giriş
yerine geçebilecek bir film. Şimdi hepsine teker teker göz
atalım.
Planet of the Apes - 1968 Tamamen bir başyapıt.
1963 yılında yazılmış aynı isimde bir romandan uyarlanmış bir
gördüğümüz filmde, Charlton Heston, James Whitmore,
Roddy McDowall, Kim Hunder ve Lou Wagner gibi isimler
oynuyor. Charlton Heston’u daha önceden ‘Ben Hur’
filminden hatırlayanlar vardır belki, o filmdeki gibi yine
muhteşem bir oyunculuk sergiliyor bu filmde de.
Hikâyemiz biraz sıradan başlıyor. George Taylor’un -Charlton
Heston- da arasında bulunduğu bir grup astronotu barındıran
bir uzay gemisi, uzay gemisinin ölçümlerine göre bilinmeyen
bir gezegene iniş yapıyor. Astronotlar oldukça şaşırmıştır ve
ortamı araştırmaya başlarlar. Fark ettikleri şudur; bu
gezegende konuşan ve bir medeniyet geliştirmiş maymunlar
egemendir ve yabani insanları esir almaktadırlar. Grubun da
esir edilmesiyle hikâye başlar ve astronotların
konuşabilmesinden dolayı maymunların evrim gibi
düşüncelerine ters düşeceği düşüncesiyle, komuta zincirinde
yönetim kısmında bulunan maymunlar tarafından bu durum
hasıraltı edilmeye çalışılır.
Açık fikirli ve bilim odaklı, objektif düşünen maymun
bilimadamları olan Cornelius ve Dr. Zira’nın da hikâyeye dahil
olmasıyla, olay çok farklı bir boyut kazanır.
Artıları ve eksileri var elbette, ama artıları ağır basıyor bu 68
yapımı filmin. Oyunculuktan, senaryodan ufak tefek hataları
ayıklıyorsunuz dikkatli olursanız ama genel izleyişte akıcılık
gözlerinden okunuyor filmin. Değinmeden geçemeyeceğim iki
noktası ise, maymun makyajları ve müzikler.
Maymun makyajları çok sahici ve mimikleri göz önünde
bulundurduğunuzda oldukça başarılı, pek sırıtmıyorlar.
Müziklere gelecek olursak, sahnelerdeki duyguyu ve aksiyonu
oyunculuktan çok müzikler size hissettiriyor. Doğru yere,
doğru zamana konmuş hepsi.
İzlemeye geç kaldığım filmlerden olduğunu anlamıştım ilk
izlediğim zaman, bir bilim kurgu severseniz şayet, sizin de
vakit kaybetmeden izlemenizi öneririm. Bir seri için,
mükemmel bir başlangıç.
Beneath the Planet of the Apes
- 1970
Serinin ilk filminden iki yıl sonra
yayınlanmış olsa da, bu filmin başından
ve önceki filmin sonundan
anlayabileceğimiz üzere hemen hemen ilk
filmle beraber başlanmıştır senaryo ve
çekimlerine. Başta dediğim gibi, Planet of
the Apes filmleri kendi içinde gruplandırıldığı zaman dizi gibi
gözükmektedir. 68’de çıkan ilk film ve bu film, hemen ardı
ardına gelmektedirler.
Muhteşem çıkıştan sonra biraz daha yavaş geliyor bu film,
bunun senaryo gibi bir nedeni olsa da, aynı zamanda ana
boyutun kazandırıldığı ilk filmden sonra gelmesinin bir etkisi
de yok değil. Matrix ve Matrix Reloaded arasındaki fark gibi
aslında. Matrix Reloaded’ı ben de Matrix’e göre daha başarısız
bulurum.
Son olarak bahsetmeden geçemediğim bir nokta da şu, bu
filmle beraber aslında bir ikileme tamamlanmış oluyor. Çünkü,
sonrasında çok farklı zaman dilimlerine gidiyoruz,
bahsetmeden edemedim.
-Hikâye kısmı, ilk filmi izlememiş ya da genel konu hakkında
bilgi sahibi olmayan arkadaşlar için spoiler içerir, ancak
neticede bu bir film serisi ve ilk filmin sonu hakkında ikinci
filmde ufak tefek bilgi kırıntıları görmek şaşırtıcı değil,
suçlamayın yani.-
İlk filmin sonunda Taylor ve Maymunlar Cehennemi’nde
tanıştığı/aşık olduğu Nova, Dünya’nın geleceğinde olduklarını
anlarlar. Maymunlar’ın gelemediği Yasak Bölge’ye doğru
harekete başlarlar kaçış için. Brent adlı astronot uzaktan atta
yalnız başına giden Nova’yı gördüğünde ona astronot Taylor’ı
sorar, yanıt alması güç de olsa onun Yasak Bölge’de
kaybolduğunu öğrenir. Ancak Taylor, Yasak Bölge’de yeraltı
tünellerinde yaşayan insanlar tarafından esir alınmıştır.
Bu ilginç insanlar bir kez daha gezegeni tekrar yok edebilecek
bir şeye sahiplerdir ancak buna tapmaktadırlar. Hikaye de bu
olay etrafında dönmektedir aslında bu bölümde, bombayı
koruyanlar ve tetiklemeye çalışanlar.
Bu film de yine bizi bize anlatıyor, en azından görünürde
doğamız gibi gözüken şeyi. Kitap gibi, film serisi de bilim
kurguyla beraber psikolojik bir çok şeyi bize fark ettirmeden
yediriyor, ve bunu başarılı bir şekilde yapıyor.
Seriye başladıysanız
zaten diyecek bir şey
yok film hakkında, 68
yapımı olan filmin
devamı ve aynı
zamanda sonu olarak
düşünebilirsiniz. İlk filmi
izlediyseniz, bunu
izlememeniz için hiç bir
sebep gözükmüyor.
Arayı soğutmadan
izlemek en iyi çözüm.
Okumaya devam
etmeyin, filmi izleyin !
Escape from the
Planet of the Apes (1971)
Hikâye değişmeden edemiyor yine ve bizi bir kez daha zaman
yolculuğuyla karşı karşıya getiriyor. Orijin kitaptan çıkmış olsa
da fikir olarak, kitabı okumuş biri olarak söyleyebilirim ki,
senaristler kesinlikle kitaba hak ettiği değeri verip şahane
devamlar yazmışlar şu filmlerle. İlk iki filmin aksine bu filmde
Charlton Heston yok, ancak yine de önceki filmden tanıdığımız
Cornelius ve Dr. Zira ile yeni gelen Dr. Milo çevresinde, yani
maymun dostlarımız çevresinde geçiyor film. Tabi ki bolca
insanlık katarak.
En az maliyet harcanan film bu olsa
gerek, hikâye kısmında neyden
bahsettiğimi anlayacaksınız. Kesinlikle
de yabancılık çekmeyeceğimiz bir
senaryo aslında :)
Yine okyanusa düşen bir uzay gemisi ile
başlıyor film. Uzay gemisi insanlar
tarafından bulunuyor, açıldığında ise sürpriz açığa çıkıyor.
Uzay gemisinden 2 ayak üzerinde yürüyen ve gayet insanı
vücut hatlarına sahip 3 maymun çıkıyor; Cornelius, Dr. Zira ve
Dr. Milo. Ekip patlama esnasında geçmişe gitmeyi başarmıştır,
yetmişler Los Angeles’ına kesin dönüş yapmışlardır.
Bu senaryonun günümüzde gerçekleştiğini düşünürseniz, ne
kadar şaşırtıcı olduğunu biraz olsun anlayabilirsiniz.
Sonrasında, ekip konuşan maymunlardan oluşmasına rağmen,
Los Angeles Hayvanat Bahçesi’nde gözetim altına alınırlar.
Gözetim sürerken, Cornelius’un biraz direnmesine rağmen Dr.
Zira olayları anlatmaya başlar ve
geleceğin nasıl yok olduğunu tabii
ki. Her ne kadar maymun da
olsalar, bizden daha insancıl
düşündüklerini görüyoruz. Bu da
‘insancıl’ kelimesinin ne kadar ırkçı
olduğunu bir kez daha gösteriyor
bize filmde. Ve yine, maymun
ekibimizi insancıl olmayan
insanların yer aldığı kötü olaylar
bekliyor.
Rise of the Planet of the Apes’i
izleyene kadar, bu filmin en yerici film olduğunu düşünürdüm
aslında. Yericiden kastım, çıkarılacak anlamların en yoğun
olduğu film tabi. Ancak bu filmde kesinlikle daha fazla var.
İlk iki filmin aksine, bu film biraz daha yavaş. Senaryo daha
psikolojik ve duygusal öğeler içeriyor, bu açıdan daha yoğun.
Yine şaşırtıcı şeyler içeriyor, gidişiyle olsun, bitişiyle olsun. Çok
yoğun eleştirilerle karşılaşsa da, çok da kötü bir devam değil -
en azından sonrasında gelenlerle kıyaslandığında-, şans
vermeniz gereken bir devam filmi. Zaten merak edip
izleyeceksinizdir ilk iki filmden sonra. Aynı zamanda, bir
sonraki film ile çok güzel bağlıyor.
Başlangıç ile sonu arasındaki tezat gerçekten üzücü. Dr. Zira
ve Cornelius, yine gözlerimi doldurdunuz.
Conquest of the Planet of the Apes (1972)
Devam filmlerine devam ediyoruz.
Serinin bir önceki filmindeki yavaş başlayan ama sonlara
doğru hızlı olan akıcılığa sahip bu film de. Üçüncü filmin
bıraktığı yerin 20 yıl sonrasında başlıyor filmimiz.
Cornelius ve Dr. Zira’yı bir önceki filmde kaybetmiştik
hatırlarsanız, hepimiz üç filmin getirdiği bağlılık ve birikimle
beraber üzülmüştük. Dr.
Zira’nın güç bela sirk
sahibi Armando’ya
emanet ettiği bebeği ve
aynı zamanda
maymunları
özgürleştirecek olan
maymun Caesar, artık 20
yaşındadır. Bir çok
aramaya rağmen
bulunamamıştır ve
aslında bilinen ama gizli
kimliğini sürdürmektedir.
Sirkten ayrıldıktan sonra,
McDonald ile örgütlenirler ve
yavaş yavaş maymunlar
arasında bir birliktelik
oluşturmaya başlarlar. Ufak isyanlardan sonra adeta bir birlik
içinde isyana başlarlar ve istikrar içinde köleliğe karşı tek
yumruk olurlar.
Seri bu filmle birlikte sönmeye başlıyor, bunu siz de
hissedebiliyorsunuz zaten filmi izlerken. Akıcılıkta kaybettiği
nokta da hızla devam etmektedir, ve üçüncü filmin ikinci filme
kıyaslanışı nasıl olduysa, bu filmin üçüncü filmle kıyaslanışı da
hemen hemen aynıdır.
Gitgide yavaşlayan bir akışa sahip ve gizem dozajı biraz daha
azalıyor. Son filmin biraz da bu sebeple başarı hakkı yenmiş
olabilir, çünkü hayranların da kızdığı ve Planet of the Apes
efsanesinin biraz zayıfladığı iki film arka arkaya
geldiler. Ve de artık gizemi açıklanmamış çok öğe
kalmadı.
Yine de konu itibariyle önem teşkil ediyor,
maymunların alt kısımdan üst kısma nasıl bir geçiş
yaptığını ve isyana nasıl başladıklarını gözlerimizin
önüne seriyor. Aynı zamanda isyan etmek için ne
kadar haklı olduklarını da.
Battle for the Planet of the Apes (1973)
Efsanevi serinin son filmi, heyecanın tükendiği, beklentinin
oldukça düştüğü ve hayal kırıklığı yaratan son üçlemenin son
filmi.
Battle for the Planet of the Apes, maymunların Caesar
liderliğinde dominant ırk olmasından sonra yaşananları
gösteriyor bize. Bir yandan da Beneath the Planet of the Apes
filminde o patlamaya hazır bombaya tapan insanların nasıl
öylesine bir değişime uğradıklarını bize gösteriyor. Bu yönüyle
aslında filmler arasında hala boşluklar olduğunu gösteriyor ve
bunları kapatıyor.
Bütçenin düşük olması bu filmi etkilemiş, görebildiğimiz
maymun sayısı oldukça az ve bu grup mu dominant demekten
kendinizi alamıyorsunuz bazen. Maymunlar adeta ufak bir
kasaba topluluğundan ibaretler ve Caesar da sanki bir muhtar
edasında bu kalabalığa karşı. Ancak eski duruşundan hiç bir
şey kaybetmemiş ve hala çok bilge.
Maymunlar isyandan sonra geçen 20 küsür yılda evrimlerinde
oldukça yol katetmiş ve konuşamayan kalmamış gördüğümüz
üzere. Nükleer bombadan sağ kalan insanların bir kısmı
maymunların kasabasında ayak işlerini ve amelelik işlerini
yapan köleler olarak kullanılmaya başlanmış ve söz haklarını
yitirmişler.
Nükleer bombadan sağ kalıp kaçabilmiş farklı bir grup ise, ilk
filmden hatırladığımız üzere şehrin ve yasak bölgenin altındaki
yeraltı kanallarında yaşamaya başlamış, maymunlara karşı kin
beslemeye devam ederken, bombaya tapmaya başlamışlardır.
Farkındayım, burası fazlasıyla karıştı.
Senaryo müthiş değil, ancak üçüncü ve dördüncü filme göre
daha tutarlı, belki de başa bağlanması sebebiyle bana öyle
geldi, emin değilim. Bütçe düşüklüğü yüzünden savaşlar
oldukça yavan. İlk filmdeki kalabalığı bile göremiyoruz.
Bitiş sahnesi, Caesar’ın heykelindeki gözyaşı, aslında General
Aldo’nun varolmasının Caesar’ın yenilikçi ve maymun
toplumu için kafasındaki düşüncelerle ne kadar ters
düştüğünü bize özetlemektedir aslında. İnsanlıktan nasibini
almamış General Aldo’nun yönetimde pay sahibi olmasına ne
kadar üzüldüğünü göstermesi gibi. Hey gidi Caesar.
Planet of the Apes (2001)
Filmimiz 2029 yılında
başlıyor. Astronot Leo
Davidson, uzay
mekiğinde olan bir
arızadan dolayı belirsiz
bir gezegene acil iniş
yapmak zorunda
kalıyor. Leo, iniş
yaptığı ormanda uzay
mekiğinden zar zor
çıkıyor ve ormanda
yürümeye başlıyor.
Biraz ilerledikten sonra
sesler duymaya
başlıyor, ve sonrasında
koşmaya başlıyor.
Etrafında yabani
giyimli insanlar
görüyor ve sonrasında
iki ayağı üzerinde duran ve birbirleri ile ingilizce konuşan
maymunlar tarafından bir grup insan ile birlikte tutsak
ediliyor.
Yönetmen olarak Tim Burton’ı görüyoruz, zaten ilk akla gelen
isimlerden biri o olmuştur muhtemelen. Oyuncu listesi
oldukça dolu; o zamanların en popüler isimlerinden Mark
Wahlberg, oyunculuğuyla çok beğenilen Helena Bonham
Carter, daha önce başarılı yapımlardan tanıdığımız Tim Roth
ile Paul Giamatti ve daha bir çok kaliteli oyuncu.
Oyunculuğa ve makyaja şapka çıkartmak gerekir, maymunlar
çok gerçekçi ve oyunculuk filmin hiçbir yerine sırıtmıyor.
Dondurulmuş mimiklere sahip Mark Wahlberg’i bu gruba
koymamakta ısrar edeceğim, umarım kızmazsınız.
Kırılma noktalarından bir tanesi, aksiyondaki bolluk.
Maymunların yer aldığı aksiyon sahneleri oldukça kaliteli olsa
da, çok fazla aksiyon içeren sahne var ve bu da aslında
önceden beri süregelen Maymunlar Cehennemi kültüne biraz
ters. Ters olması kötü yapmıyor tabi ki filmi, biraz abartılmış
olması öyle yapıyor.
Kehanet gibi hikâyeye katılan şeyler aslında biraz
masallaştırmış bu evreni, bilim kurgu öğeleri hala ağır bassa
da Tim Burton’dan şaşırmadığımız masallaştırma etkisi bilim
kurgu kısmını biraz sarsıyor, fantastik öğeleri artırıyor.
Senaryodan aslında yukarıda birazcık çıtlattım, biraz daha
devam edeyim. Bazı tutarsızlıklar mevcut
senaryoda, parça parça kısımlar da akıcılığı biraz
kaybettiriyor.
Takıldığım kötü noktaları yukarıda belirttim, fark
edeceğiniz üzere aslında bunların sebebi ise
alıştığımız ve görmeyi beklediğimiz filmi görememiş
olmamız. İlk kez Maymunlar Cehennemi izlemiş bir
kişinin beğenmeyeceğini ve bu noktalara
takılacağını sanmıyorum. O yüzden yeni izleyiciler
için genelde doyurucu bir film diyebilirim, ancak
eski filmleri izlemiş biriyseniz biraz kızabilirsiniz.
Film gerçekten şaşırtıcı ve sürpriz bir sonla bitiyor, benden
söylemesi :)
Rise of the Planet of the Apes (2011) Ve Caesar ‘hayır’ dedi.
10 yıl önce, -bana göre- kötü bir yeniden yapımın olmasından
sonra uyuyan serinin muhteşem bir şekilde geri dönüşü !
2001 yılında, Tim Burton bize günümüz teknolojisiyle
Maymunlar Cehennemi efsanesinin nasıl yapabileceğini
göstermişti biraz, ancak bir çok hayran için bu film izlenip
geçilecek bir filmden öte olmadı. Senaryodaki parçalanmalar,
tutarsızlıklar ve hızlı geçişler soğutmaya yetip, akıcı olmayan
bir filme sebep oldu, dolayısıyla devamı gelmedi.
Ancak bu film çok başka.
Söylemeden
geçemiyorum, film
tamamen enfes. Eski film
serisinin -yukarıda
okuduğunuz üzere- bir
hayranı olarak, eski
filmlerdeki kaliteyi
yakalayan ve
efektler/animasyon
teknolojisinin gelişmesi
sayesinde çok daha
gerçekçi hale gelmiş bir
Maymunlar Cehennemi
izliyoruz bu filmde.
Senaryosu açık içermeyen, oyunculukta sırıtma olmayan bir
Maymunlar Cehennemi.
Tanıdık oyuncular karşılıyor bizi. Son zamanlarda bir çok
filmde iyi oyunculuğuyla övgü almış James Franco, Don
Cheadle, Andy Serkis ve Tom Felton başta olmak üzere
oldukça geniş bir oyuncu listesine sahip Rise of the Planet of
the Apes filmi.
Hikâyemiz günümüz San Francisco’sunda başlıyor. Babası ağır
bir Alzheimer hastası olan Will, maymunların zeka
gelişimlerini inceleyen ve testler yapan bir bilim adamı. Bu
deneyle ilgili tecrübelerini kaydediyor ve devamlı deneyler
yapıyor. Bu deneylerin sebebi, Alzheimer hastalığına çözüm
bulabilmek, insanlara yakınlığı nedeniyle de doğal olarak
maymunlar seçilmiş.
Test edilen maymunlar arasından Caesar adında bir
maymun hızlı gelişim göstermeye başlıyor. Will de bu
maymunun deneylerde kullanılmasını engellemek için
Caesar’ı evine götürüyor, tabi ki gelecekte bir devrim
başlatacak olan esas lideri evinde beslediğinden haberi
olmadan.
Açıkçası gitmeden önce yine kötü bir film mi seyredeceğiz
diye düşünmekteydim, 2001’deki deneyimden sonra çok iyi
şeyler beklemek de mümkün değildi. Ancak dokunaklı ve
keyifli bir filmle karşılaştım, uzun zaman sonra
görüşmediğimiz bir dostla tekrar karşılaşmak keyifliydi.
Maymunlar Cehennemi : Başlangıç, bize bizi anlatmaya
çalışan, doğayla iç içe yaşadığımızın farkında olmaya
çağıran, dünyaya uyum sağlamamız gerektiğini söyleyen bir
film aslında. Hatta bas bas bağırıyor inanın. Eski filmlerde olan
hiciv yeteneğini hiç kaybetmemiş ana amacı bu olmasa bile.
Senaryodaki çok ince detaylar
dikkat çekiyor, filmde ilk
filmden tanıdığımız astronot
Taylor bile unutulmamış ve 5-6
saniyelik uzay gemisi
sahnesinde ona göz kırpılmış.
Serinin devamı gelecek, 2014
yılında bir devam filmi
duyuruldu, zaten sonundan da
geleceği anlaşılıyor. İzlemeden
önce eski filmleri izlemenizi
öneririm, ancak izlemeseniz de
yadırgayacağınız herhangi bir
nokta olmaz. Çünkü başta da söylediğim gibi, bu bir devam
filmi değil. Bu yeni bir başlangıç filmi.
Belirttiğim gibi, bu sadece başlangıç...
Çağlar Bozkurt
Dizi
İzlemeyen kalmasın!
Benim için çok büyük bir merak konusu olmuştur
Battlestar Galactica'nın popüleritesi. Nedendir bilinmez özellikle Türkiye'de Battlestar Galactica'nın varlığından haberdar olmayan pek çok insan var. Diziyi bilenlerden ise izleyenine çok az rastladım. Oysa Galacticayı baştan sona izleyen insanlardan kime sorarsanız sorun (ben öyle yaptım) en güzel dizi hatta en güzel bilim-kurgu serisi olduğunu söyleyenler çok çıkacaktır. Bir bilim-kurgu dizisinden daha çok dram, vahşet, felsefe hatta psikoloji ağırlıklı bir dizi kesinlikle. Buna rağmen bilim-kurgusal olarak benim gözümde en iyisi kesinlikle. Battlestar Galactica ilk olarak 1978 yılında ortaya çıkmıştır. Dizisi epey tutmuştur o dönemde ama 1980 de devam eden seri pek başarılı olamamış ve bitmiştir. Ardından 2003 yılında Sci-Fi tarafından dizinin hikayesi yenilenerek (ki harika bi yenileme!) tekrar başlatılmıştır. İlk olarak 'mini-seri' adıyla 3 saatlik bir giriş bölümü yayınlandı ve ciddi anlamda ortalığı karıştırdı.
''Tanrılar insanoğlunu yarattı'' Gelelim Battlestar Galactica evrenine. İnsanlık Kobol adında büyük bir gezegenden göç etmek zorunda kalır ve birbirine yakın sayılabilecek 12 koloniye yerleşir. Aradan 4000 yıl geçer bu süre içinde bu koloniler kendi aralarında savaşırlar fakat bir süre sonra bütün koloniler, Caprica adı verilen bir koloninin gezegenini başkent kabul ederek birleşirler.
''İnsanoğlu tanrılarını öldürdü, saylonları yarattı'' Artık klişe diyebileceğimiz bir bilim-kurgu konusuyla başlar Galactica. İnsanoğlu yapay zekayı geliştirir ve Saylon adı verilen makineler yapmaya başlar. Bu makineler gün gelir kendi sahiplerine ''dini sebepler'' dolayısı ile isyan ederler. Saylonlar kendi içlerinde hızlıca gelişir ve insanlığa saldırmaya başlar. O kadar üstün gelirler ki hakim oldukları kolonilerin birinde kendi büyük savaş gemilerini yapmaya başlarlar. Caprica gezegeninde ise insanlar hemen buna karşılık ilk devasa savaş gemileri olan Battlestar Galacticayı yaparlar. Ardından her koloniyi koruyacak başka bir Battlestar yapılır. 12 adet devasa Battlestar. Savaş devam eder ve insanlık üstün gelir.
''Saylonlar insanoğlunu öldürdü'' Saylonlar savaştan sonra barış anlaşması yaparlar ve kendilerine yaşayacak yer aramaya gideceklerini söyleyip giderler. Aradan 50 yıl geçer, 12 kolonide yapay zeka çalışmaları yasaklanır. Savaşın çöküntüsü medeniyetleri neredeyse mahveder ve paranoya başlar. Her koloniyi korumakla görevli bir adet Battlestar varken koloni başı 10 Battlestar yapılır. Hepsi daha gelişmiş daha da güçlüdür. Herkes Saylonların geri gelmesinden korkar. Bu esnada Battlestar Galactica eskimiş kahraman bir gemi olarak emekliye ayrılmak üzeredir ve yeni Battlestarlara kıyasla oldukça işe yaramaz bir gemi sayılmaktadır artık. 50 yıl sonra korkulan olur. Saylonlar gelişmiş, kendilerini değiştirmiş. Hatta bazı modelleri ete kemiğe bürünmüş halde geri dönerler.
Büyük bir saldırıdan sonra 12 kolonide hayat tam anlamıyla yok olmuştur. 50 milyar insan ölmüş ve bütün Battlestarlar parçalanmıştır, emeklilik töreni için gezegenlerden epey uzak bir yerde olan Battlestar Galactica dışında.
''Dradis Contact! '' Galactica saldırıdan kurtulmuş diğer sivil gemileri yanına alarak Saylonlardan kaçmaya başlar. Bütün gemilerdeki toplam insan sayısı 50 bin civarındadır. Yani 50 milyar insandan geriye sadece 50 bin insan kalmıştır onlar da hayatta kalmak için umutsuz bir kaçışa başlar. Yiyecek yok, umut yok, kapalı yerde sürekli can korkusuyla yaşayan 50 bin insanın dramı. Galactica'nın komutanı tarafından insanları umutlandırmak için 13. gizli bir insan kolonisi olduğu ve oraya gidileceği söylenir. Eğer izlemek isterseniz unutmayın, mini-seri adı altında bir giriş bölümü var 3 saatlik. Oradan başlayın yoksa hikaye alakasız gelebilir. Yazdıklarım az-çok o giriş bölümünde anlatılan şeyler. Dört sezonluk hem görsel hem de kurgu olarak fazlasıyla harika bir dizi. Galactica bittikten sonra bir sezon süren ve ilk saylonu anlatan Caprica dizisi çekilmiştir. O da bir sezon sürmüş olmasına rağmen ciddi anlamda eşi benzeri olmayan harika bir dizidir. Capricadan da sonra ise Blood & Chrome adında yeni bir dizi başlamıştır. O da ilk saylon savaşını anlatan görsel olarak eşsiz bir dizi olacağa benziyor. Galactica başlamayı düşünüyorsanız, düşünmeyin! Direk atılın derim. Pişman olmazsınız, izledikten sonra başka bir şeyi de kolay kolay beğenmezsiniz =) Korcan Romya
Dizi & Film
The Raven
Efendim bilmeyeniniz yoktur, yalnızlığın meşhur gotik
yazarı Edgar Allan Poe’yu. Benim hayatımın dönüm
noktalarından birisidir Poe’yu keşfetmem. Bütün
öykülerinin basılı olduğu büyük bir cilt satılır şu aralar
etrafta, o koca kitabı sonuna kadar okuduğumda yaşadığım
değişimi hatırlıyorum. Hayalgücüm, düşünce şeklim ve
hayata bakış açım şaşırtıcı derecede değişmişti. Poe’nun
kurgularından daha ötesini ne okudum ne de okuyan
duydum.
Bahsediş şeklimden anlamışsınızdır Poe’ya karşı büyük bir
hayranlığım oluştu bu süre içerisinde. Hayat hikayesini
duyduğumda ise yıkılmıştım. Sevdiği bütün kadınlar ölür,
yaşamı facialarla doludur, tek bir gün mutlu olmuşluğu
yoktur derler. Hatta öldüğünde mezarına sadece iki kişi
gelmiş. Sonuçta buradan çıkatacağımız sonuç Poe’nun
fazlasıyla derin, fazlasıyla geniş ruhlu depresif bir insan
olması gerektiğidir.
Peki ya film?
Filmin haberini duyduğum zamanı hatırlıyorum. Galiba
hayatta haberini aldıktan sonra gün sayarak beklediğim tek
filmdir Poe’nun filmi. İçeriği hakkında bir bilgim yoktu,
hayatını anlatırlar diye düşünürdüm hep ( Öyle de yapmışlar
aslında).
Gün geldi geçti ve ben ilk günden heyecanla filme girdim.
Filmden önceki ilk fiyasko Poe’yu John Cusack’ın
oynayacağını duymamdı. Gotik edebiyatın ve polisiyenin
babasını bundan daha ruhsuz canlandırabilecek başka bir
insan olamazdı şayet.
Neyse dedim ve filme girdim. Filmde Poe’nun diğerlerine
göre daha ünlü olmuş birkaç öyküsü ile hayat hikayesini
birbirine geçirmiş bir halde anlatan bir senaryo vardı. Yani
aslında tam klişe bir senaryo. Ya da film o kadar ruhsuzdu ki
bana öyle geldi bilmiyorum. Çoğu insanca dünyanın en
büyük şairi, yazarı olarak belirtilen bir insanın filminde daha
çok sanatsal öğe ya da daha ruhsal şeyler bekliyor insan.
Hayır, film tamamiyle aksiyon filmi. Edebiyat filmi değil ya
da ona benzer bir şey değil, sadece aksiyon filmi. Filmin
içeriğinde ne Poe var adam akıllı ne de öykülerini hakkıyla
anlatabilmiş bir senaryo var. Hatta Poe namına hiçbir şey
yok sanki çapkın ya da aptal bir adammış gibi gösterilmiş ya
da hiçbir şey gösterilmediği için öyle duruyor.
Kötülediğim bir film hakkında daha da uzun yazmak
istemem sonuçta tavsiye vermek daha değerli ama
beklenen bir film olduğu için üzerinde durma gereği
duydum.
Film olarak izlerseniz fena değil derim ben sonuçta iyi kötü
Poe’nun öykülerinden kurgulanmış. Fakat usta sayılan bir
yazarın efsanevi öykülerini tamamen ticari bir biçimde
yorumlayıp aksiyon filmleri gibi sunmaları olmamış. Evde
oturup izlenebilecek bir film (çok canınız sıkılırsa) ama
Poe’nun öykülerini okumanızı daha çok tavsiye ederim film
izlemiş kadar oluyorsunuz sonunda.
Korcan Romya
Dizi & Film
THE ROAD
Merhaba!
Bu ay, Yüzüklerin Efendisinden hepimizin tanıyıp sevdiği,
izleyenlerin gönüllerinde mutlaka yer etmiş (Aragorn)
karakterini canlandıran Viggo Mortensen’in başrol oynadığı
2009 yapımı post-apokaliptik ve dram yönü ağır basan “The
Road” filminden bahsedeceğim. Filmimizin yönetmeni
Avustralyalı yönetmen John Hillcoat. Bu film, aynı
yönetmenden izlediğim üçüncü film olmakla
birlikte epey sevdiğim filmlerinden biri.
Aklıma düşmüşken izlediğim ilk filmden de
kısaca bahsetmek istiyorum. Geçtiğimiz yıl,
Nick Cave hayranlığımın hat safhaya ulaştığı,
onunla alakalı her türlü ıvırı zıvırı araştırıp;
hakkında daha çok şey öğrenmek için ayrıca
çabaya giriştiğim ve bu halimden de baya
baya hoşnut olduğum bir yıldı. Yine Nick
Cave ile alakalı araştırmalar yaptığım günlerden birinde,
müzik kariyerinin yanında bir de film senaryoları yazdığını
okur okumaz kendimi “The Proposition” filmini izlerken
buluverdim. Film, 2005 yapımı; 1880li yılların
Avustralya’sında geçiyor. Filmde iyi-kötü, ahlak, ırkçılık ve
suç konuları çok ince bir şekilde işlenmiş. Özellikle western
tarzda film severlerin, mutlaka beğenisini kazanacağı
görüşündeyim. Müziklerini de ayrı bir özenle, yine Nick Cave
Abimiz hazırlamış, bu vesileyle tabii kulaklarımızı da
ziyadesiyle iyi müzikle doyurmuş; ne diyoruz, helal olsun
diyoruz . Ben açıkçası keyifle izledim, western tarz film
kültürüm olmamasına rağmen de hoşuma gitti. Ne mi oldu,
Nick Cave’e olan hayranlığım ve saygım bir kat daha arttı. İyi
de oldu, güzel de oldu. Sırf Nick Cave’in müziğinden
hoşlanıyorsanız dahi izlemenize değecek ve yetecek bir film
diyeyim gerisini siz anlayın.
Heh, ben daha fazla konuyu uzatmadan “The Road” filmine
geçeyim. Nerde kalmıştık… Hımm. Yüzüklerin efendisi,
Aragorn, V.Mortensen, John Hillcoat, post apokaliptik falan
demişim en son. Heh bu arada, Nick Cave Abimizin
müzikleri ile bu filmde de parmağı var, onu da unutmayalım
şimdi. Ayrıca “No Country for Old Men”, “All the Pretty
Horses” romanlarını yazan ve bu romanların beyaz perdeye
aktarılmasında emeği geçen “The Sunset Limited” filminin
de senaryo yazarlığını yapmış olan Cormac McCarthy’nin
yazdığı yine bir romandan sinemaya uyarlanmış, dört
dörtlük bir film bahsini geçirdiğim. Kıyametin yaşandığı
dünyada;açlığa, kimsesizliğe, soğuğa ve tehlikelere karşı
baba ve oğul’un hayatta kalma mücadelesini işlerken, nefes
aldırmayan; bazense “artık nefes almak istiyorum” deyip,
yeterli arayı verdikten sonra tekrar izlenen “insan olmayı ve
insanlığı” anlatan en baba filmlerden birisi. Bir de gerilim ve
de hüzün bir arada, bunu bilerek izleyin. İç parçalayıcı öyle
çok detay var ki…
Siz iyisi mi işi gücü bırakın, oturun ve izleyin.
Ece Gündüz
(The Road) Filme, oyunculara, yönetmene ve IMDb puanına
ulaşmak için: http://www.imdb.com/title/tt0898367/
Fragmana ulaşmak için:
http://www.youtube.com/watch?v=hbLgszfXTAY
(The Proposition) Filme, oyunculara, yönetmene ve IMDb
puanına ulaşmak için:
http://www.imdb.com/title/tt0421238/
Fragmana ulaşmak için: http://www.youtube.com/watch?v=G7V-CW_SUos