İ Ç İ N D E Ksuleymangunver.com/kitaplar/5.pdf · sırasında meydana gelen olaydan...
Transcript of İ Ç İ N D E Ksuleymangunver.com/kitaplar/5.pdf · sırasında meydana gelen olaydan...
2
İ Ç İ N D E K İ L E R :
SUNUŞ ............................................................. 5
1. GİRİŞ: .......................................................... 8
2. İNSANIN YARADILIŞ GEREKÇESİ: .................. 12
3. ALLAH’A YAPILACAK İBADETLER: ................... 14
a. Namaz Kılmak :............................................ 16
b. Oruç Tutmak ................................................ 24
c. Zekât Ve Sadaka Vermek: ............................. 25
d. Hac Ve Umre Yapmak: ............................... 28
e.Kurban Kesmek :.......................................... 30
f. Allah’ı Zikretmek: ......................................... 31
g. Allah’a Hamd Etmek: .................................... 32
ğ. Allah’a Tövbe Etmek : ................................. 34
h. Allah’a Dua Etmek: ..................................... 38
ı. Sabretmek: .................................................. 47
4. HAYATA BAKIŞ: ........................................... 50
a.İnsanın Oluşumu: .......................................... 50
b. Doğumdan ölüme kadar olan gelişmeler: ......... 55
5. İNSANI, İNSAN YAPAN UNSURLAR: ................ 56
a.Maddi yönden; .............................................. 56
b. Manevi yönden; ........................................... 58
3
c. İslâm ahlâkı yönünden; ................................. 60
d. Ahlâkını, Kur’an ve Peygamber sünnetiyle
süsleyen Müslüman’ın özellikleri:........................ 62
6. ÂHİRET HAYATININ NASIL OLACAĞINI
BELİRLEYEN SINAV: ......................................... 67
a.Haramlar:..................................................... 68
b. Günahlar: .................................................... 75
Büyük Günahlar: .............................................. 76
(1) Küfür: ....................................................... 77
(2) Küçük Olsa Bile Bir Günahı İşlemeye Devam
Etmek: ........................................................... 79
(3) Allah’u Teâlâ’nın Rahmeti’nden Ümidini Kesmek:
..................................................................... 80
(4) Allah’u Teâlâ’nın Mekrinden Emin Olmak: ....... 81
(5) Sarhoş Eden Her Hangi Bir Şeyi İçmek: ......... 81
(6) Yetim Malını Yemek (Veya Hakkını Gasbetmek):
..................................................................... 82
(7) Faiz Yemek Ve Faiz Vermek: ........................ 83
(8) Yalan Söylemek Ve Yalan Şahitlik Yapmak: .... 86
(9) Açıkça Kazfetmek (Temiz Bir Kimseye Zina
Yapıyor Demek): .............................................. 87
(10) Yalan Yere Yemin Etmek: ........................... 88
4
(11) Sihir Yapmak: ........................................... 88
(12) Zina Yapmak: ........................................... 88
(13) Livata Yapmak: ......................................... 92
(14) Haksız Yere Adam Öldürmek: ..................... 93
(15) Hırsızlık Yapmak: ...................................... 93
(16) Harpte Düşman Karşısından Kaçmak: .......... 94
(17) Ana- Baba Hakkına Saygı Göstermemek: ..... 94
Küçük Günahlaın En Önemlileri .......................... 98
(1). Gıybet ( Çekiştirme ) .................................. 98
(2) Gurur ve Kibir: ......................................... 102
c. Sâlih Amel İşlemek : ................................... 113
( 1) Kâfir: ..................................................... 116
(2) Münafık: .................................................. 118
(3) Müslim: ................................................... 121
(4) Mü’min:................................................... 123
(5)Gerçek Mü’min: ......................................... 129
Hekimoğlu Ali Paşa’nın Hayat Öyküsü : ............. 134
d. Tevekkül Anlayışı : .................................... 154
e. Kader ve Rızık:........................................... 161
7. ÂHİRET HAYATINA GEÇİŞ : ........................ 173
a. Ölüm: ..................................................... 173
b. Kıyamet Ve Mahşer: .................................. 177
5
c. Cennet ve Özellikleri : ............................... 180
(1) Soyların Cennete Yükselmesi:..................... 183
(2) Cennette Evlilik Yaşamı: ............................ 184
d. Cehennem ve Özellikleri: ............................. 186
8. OKUYUCU İLE SOHBET: ............................... 189
9. YARARLANILAN KAYNAK ESERLER : ............. 198
10. E K L E R : ............................................. 203
Namazda Okunan Ayet Ve Dualar :................... 203
Namazda Okunan Kısa Sûreler: ........................ 213
SUNUŞ
1. İslâm dininin, Müslüman toplumunda
mevcut olan etkinliğini devam ettirmek, zaman ve
mekâna göre değişen yorumlara yeni boyutlar
kazandırmak, bu bağlamda tecrübe ve bilgi
birikimlerimi dindaşlarımızla paylaşarak böylece
onların da gereksimini karşılamak üzere bu kitap
hazırlanmıştır.
6
2. İlim ve bilgi öğrenmenin sınırı, yaşı yoktur,
denilmiştir. İnsanın, sonsuza uzanan bilgi
hazinesinden her şeyi bilmesi mümkün
görülmemekte ve dolayisiyle böyle bir şey de
kendisinden beklenilemez. Ancak kişinin, ölümüne
kadar kendisine gerekli olan bilgileri öğrenmesi (yani
ilim tahsil etmesi) dini bir görevidir. Çünkü ilim,
insanı Yaratanına götüren gerçek bir yoldur.
3. Bu kitap, tek yönlü tarih, coğrafya, tıp,
roman, öykü kitabı değildir. Ancak, seçilmiş konular
gereği olarak dini bilgiler eşliğinde, tarih, coğrafya,
tıp, roman ve öykü dallarına yönelik örnek bilgiler
verilmiştir. Bu haliyle okuyucuya, ayrıca kültür
bilgileri de sunulmuş olmaktadır. Yeter ki, okuyucu,
dinlenmiş bir beden ve zihin ortamında işe başlayıp
dikkatle okuyabilsin. Örneğin, dikkatı başka yönlere
çekecek mekânlarda ve zaman doldurmak maksadı
ile okunduğu takdirde kişiye, kitap okumuş olmanın
ötesinde bir şey kazandırmaz.
4. Sunulan bilgi ve görüşler, konusu ile ilgili
kaynak eserlere dayandırılmış ve böylece geçmişin
7
birikimi zamanımıza taşınmış olmaktadır. Bu nedenle
metin içinde geçen örneğin;
< Bakara Sûr/ 155 > = Kur’an-ı Kerim’in Bakara
sûresi 155 nci âyeti, şeklinde,
( Tirmizi, Zühd:61) = ( Peygamberimizin ilgili hadisi
) Tirmizi tarafından Zühd bölümünde 61numara ile
rivayet edilmiştir, şeklinde,
(3/4.cilt, Sf: 45 ) = Kaynak eser listesinin 3 ncü
sırasındaki eserin 4 ncü cildi , 45 nci sayfasındaki
bilgilerden istifade edilmiştir, şeklinde ,
anlaşılmalıdır.
5. Kitabın sonuna, namaz kılarken bilinmesi
gerekli dualar ile okunuşu ve anlamı Türkçe harflerle
yazılı Kur’an-ı Kerim’in bazı sûreleri eklenmiştir. Bu
sûreler, Kur’an’ın orijinal okunuş metni oluşu
nedeniyle özel kap içinde sunulmuştur. Okuyup
öğrenmek veya ezberini karşılaştırmak ihtiyacı
duyulduğunda ele alınabilmesi için ( Vakia Sûr./79)
âyetin gereği olarak abdestli bulunmak icap
etmektedir.
6. Bu kitap, itibar kazanmak, övgülerle takdir
edilmek düşüncesiyle değil, öncelikle Rabbi’min
8
hoşnutluğunu kazanmak amacıyla sunulmuştur. Bu
nedenle, bilgilerden yararlanıp memnun kalanlar
duygularını, teşekkür etmekle değil, iyi niyetli
dualarıyla belirtmeleri daha üstün ve yeterli
olacaktır.
Saygılarımla...
Süleyman GÜNVER
İZMİR-2002
1. GİRİŞ:
Evin penceresinin önüne oturup kışın kar,
diğer mevsimlerde de yağmurun yağışını seyrettiniz
mi? Kimimizi hüzünlendirir, kimimizi de dinlendirir!
Ancak, bu yağışın nasıl gerçekleştiği hiç hatıra
getirilmez. Nasıl olsa bilim adamları gerekli
araştırmaları yapar ve gerçekleri bizlerin bilgilerine
sunarlar. Evet, yağış nasıl oluşuyor? Rüzgârlı bir
günde deniz sahilinde kabarıp köpüren dalgaların
birbiri ardınca kumsala nasıl çarptığını gördünüz
mü? Her çarpışta çıkardığı ahenkli sesin kulağa hoş
9
gelmesi ötesinde bizi ilgilendiren pek fazla bir şey
göze çarpmaz. Fakat bu aşamada farkına
varmadığımız fiziki bir olay meydana gelir ve deniz
suyunun minicik damlaları buharlaşıp havaya karışır.
Ayrıca, buharlaşan su, tuz zerreciklerini de denizden
koparıp beraberinde götürür. İşte bu katı
zerreciklere “yoğunlaşma çekirdekleri” adı verilir ve
bulutların oluşmasına da bunlar temel teşkil eder.
Yoğunlaşma çekirdeğinin esas kaynağı okyanus ve
denizlerden buharlaşma sırasında çıkan tuzlardır.
Ayrıca, yerden kalkan tozlar, orman yangınları ve
volkanik patlamalar sonucunda açığa çıkan küçük
zerreler, çöllerde toz ve kum fırtınaları sırasında
havaya karışan tanecikler ile uzaydan gelen
parçacıklar da çekirdeklerin kaynakları arasında
sayılır.
Su buharının tekrar su haline dönüşmesine
“yoğunlaşma” denir. Yoğunlaşmanın meydana
gelebilmesi, yani su buharının su haline dönüşmesi
için yoğunlaşma çekirdeklerine ihtiyaç duyulur.
Çünkü yoğunlaşma, çekirdekler üzerinde oluşur.
Böylece yoğunlaşan buhar, bulut içindeki “bulut
10
taneciklerini” meydana getirir. Bulut içindeki su
damlacıklarının zamanla büyüyerek yer çekiminin
tesiri ile toprağa doğru düşmesi ise yağış dediğimiz
olayı meydana getirir. Fiziki olayın durumuna göre
bu, yağış, yağmur, kar ve dolu şeklinde gerçekleşir.
Ancak, bu olayın pek kolay olmadığını, bunun için
birçok fiziki ve dinamik formüllerle kanunların
işlediğini belirtmeliyiz. Yerden yükselen hava
genişleyerek yeterli nem şartları altında
yoğunlaştıktan sonra önce bulut damlacıkları oluşur,
sonra karşılıklı ilişkilerle bulut damlaları yağmur
damlası haline dönüşüp toprağa tertemiz damlalar
halinde düşer. Düşünelim! Gökteki bulutların
oluşabilmesi için hem arz ve hem de uzay kaynaklı
çok sayıda incecik parçacıklar üst atmosfere
geçecek, buraya taşınan nemli rüzgârlarla rutubet
derecesi tamamlanacak, yoğunlaşma başlayacak,
bulut taneciği oluşacak, bulut taneciği fiziki bir
plânlamaya göre küçücük yağmur damlası haline
dönüşecek ve bu minicik su damlası yere doğru
düşmeye başlayacak. Bu noktada üzerinde
durulması gereken önemli bir husus var!
11
Doğa kanunları uyarınca, yukarıdan bırakılan
bir cisim yer çekimi etkisi altında, zamanla artan bir
hızla yere düşer. Yağmur damlacığı ise gittikçe
hızlanarak değil, yer çekimine adete direnerek sabit
bir hızla yere doğru düşer. Böylece, yer üzerindeki
bitkiler ve canlılar zarar görmeden yağmurdan
nasibini alırlar. (1/sf:26-51)
Ayrıca yağışın oluşması aşamasında şimşek ve
yıldırım olarak bilinen elektrik yükünün boşalması,
gök gürültüsünün oluşması, havanın kaldırma gücü
sayesinde yağmur damlalarının yeryüzüne sabit bir
hızla düşmesi acaba nasıl bir düzenleme sonucu
olabilir? Bu soruya, Allah inancı olmayan veya zayıf
olanlar, “tabiat kanunları etkisiyle oluşur“ der,
geçerler. O kanunları etkili yapan gücün ne
olduğunu düşünmeye dahi değer görmezler.
Tam bir Allah inancına sahip olanlar ise; bütün
kâinatı ve varlıkları yoktan var eden, aynı zamanda
yönetimini devam ettiren Yüce Allah’ın belirlediği
kanunlarla meydana geldiğini ifade ederler. Yine bu
kesim, Allah’ın 99 isminin anlamında belirlenen İlâh’i
12
Güce ve O’nun kâinat üzerindeki mutlak
hâkimiyetine kesin kes inanırlar.
İnsan kendi kendini incelerse, her aşamada
Yüce Gücün yönetiminde olduğunu anlar. Döllenmiş
bir yumurta iken belirli program sürecinde konuşan
hareket eden, işiten, gören, eşyayı tanıyan, edindiği
bilgileri hafızada toplayan, yeri geldikçe bunları
kullanan, düşünen ve aklı ile karar veren bir insan
haline gelişinin, kendiliğinden değil, Yüce Gücün
plânlaması sonucu olduğunu kabul eder.
2. İNSANIN YARADILIŞ GEREKÇESİ:
Evet, tüm varlıkları olduğu gibi insanı da, Allah
yarattı. İnsan, bu dünyada başıboş yaşaması için
değil, belirli bir amaç için yaratıldı. Bu kanıya
nereden varıldı diye bir soru akıla gelebilir.
Kendimizce verilecek cevaplar, ancak kendi
yorumumuz olacaktır. Ancak, Yaratanın bildirdikleri
ise bizzat gerçeğin tam kendisi olur. İşte yüce
Rabbimiz’in buyruğu:<Ben cinleri ve insanları, ancak
bana kulluk ( ibadet ) etsinler diye yarattım.>
13
(Zariyat Sûr./56). Bunun dışındaki görüş ve
yorumlar, gerçeği yansıtmadığı gibi kişiyi inkâra
(küfre) götüren sözde fikirler olur. Böylece, insanı en
güzel biçimde yaratan Allah, onu bu dünyada
başıboş bırakmamış, kulluk görevi ile sorumlu
tutmuştur.
Bu aşamada, Allah’a karşı kulluk veya ibadet
görevi nasıl yapılmalıdır ki, yapan da, yapılan da
hoşnut kalsın? Bunun için önce kulluk veya ibadet
görevinin kapsadığı anlamı bilmemiz gerekir.
Kelimenin aslı “kul” dur. Sözlükte esir, tutsak,
köle anlamında kullanıldığı gibi yaratık, mahlûk
olarak da ifade edilmiştir. İbadet kelimesi de, kulluk,
tapınma anlamına gelmektedir. Yaratan Allah,
yaşamı kolaylaştırmak üzere insanı ruh ve beden
olarak en güzel şekilde biçimlendirmiş, onu, el,
ayak, duyu organları, zekâ ve akıl gibi unsurlarla
donatmış; toprak, su ve havayı kullanılır hale
getirmiştir. Diğer bir ifadeyle alt yapı hazırlanmış
olarak insanın hizmetine verilmiş, bundan sonra da
kendisinden kulluk görevi istenmiştir.
14
3. ALLAH’A YAPILACAK İBADETLER:
İbadetten ne anlıyoruz? Ne zaman ve nasıl
yapılmalıdır? Bütün bunlar Kur’an- ı Kerim ve Hz.
Peygamberin sünnetinde belirlenmiş hususlardır.
İbadetler öncelikle bedeni, mali, hem bedeni ve hem
de mali olmak üzere üç grupta toplanır: 1. Bedeni
ibadetler, namaz ve oruç; 2. Mali ibadetler, zekât ve
sadaka; 3. Hem bedeni ve hem de mali ibadetler,
hac ve umredir. Bu ibadetlerin dışında, Allah’ı
zikretmek, Allah’a tövbe etmek, şükretmek, O’ndan
yardım dilemek (dua), sabretmek, kurban kesmek,
hatta Allah rızası için yapılan her iş ve davranış da
birer ibadet derecesindeki yaklaşımlardır. Aslında
ibadetler, amaç değil, Rabb’ine insanı ulaştıran birer
araçtır. Asıl amaç ise, Allah’a yaklaşmak ve O’nunla
her an beraber olduğunu bilmektir (2/sf:130).
Her ibadet, Allah rızası gözetilerek veya
niyetiyle yapılırsa ulvi değere ulaşır ve makbul kabul
edilir. Aksi halde kişiye hiçbir manevi yararı
dokunmayan davranıştan ileri geçemez. Bunun açık
15
bir örneğini Peygamberimiz döneminde Uhud Savaşı
sırasında meydana gelen olaydan öğreniyoruz..
Uhud Savaşı Hicretin 3’ncü yılında, miladi 27 Mart
625 tarihinde Medine’de Müslümanlarla Mekke’ li
müşrikler arasında yapıldı. Müşrikler üzerine ilk ok
atan Evs kabilesinden Kuzman adında bir kişi idi.
Sonra kılıcına el atarak onunla da çok işler gördü. 10
müşriki öldürdü. “Ey Evs hanedanı! Siz de, benim
yaptığım, şeref ve şan için çarpışınız!“ diyerek
müşriklere kılıç salladı, sonra yaralandı.
Uhud Savaşından önce, Kuzman’ın adı
anıldıkça Peygamberimiz: “O, Cehennemliktir!”
buyururdu. Kuzman yaralanıp yatağa düştüğü
zaman Müslümanlar’dan birisi O’na: “Ey Kuzman!
Seni tebrik ve Cennetle tebşir ederim. Vallahi,
bugün senin uğradığın musibet, sana Allah’tandır”
demişti. Kuzman: “Ne diye tebşir ve tebrik
ediyorsun. Vallahi ben, kavmimin gayretinden başka
bir maksatla çarpışmadım. Böyle olmasaydı
çarpışmazdım!” dedi. Yaranın sancısı şiddetlenince
çantasından çıkardığı okla kolunun damarını keserek
intihar etti. Haber Peygamberimize ulaşınca “Allah’u
16
Ekber! Ben gerçekten Allah’ın kulu ve Rasûlü
olduğuma şahadet ederim” diyerek önceki haberin
doğruluğunu belirtti (3 /10.cilt, sf:156-157).
a. Namaz Kılmak :
İslâmiyet’te ilk farz olan ibadet, namazdır. Bu
nedenle Kur’an, ibadetler içinde en fazla önemi
namaza vermiştir. Kur’an’da devamlı geçen, salât,
zikir, rükû, secde, kıyam gibi kelimelerden namazın
kastedildiğini göz önünde bulundurursak, Kur’an’ın
namaza ne kadar çok önem verdiğini daha kolay
anlarız. Allah’ın emirlerinin namaz üzerinde bu
şekilde yoğunluk kazanması, namazın dinin direği
olduğu şeklindeki genel kanıyı güçlendirmektedir (2
/sf:72).
Namaz, farz, vacip ve sünnet olarak günün
beş vaktinde kılınarak Allah ile kul arasındaki
yakınlaşmayı devam ettirir. Bu bağlamda kulun,
Rabb’i ile beraberliği sağlanmış, yaşama dönük
günlük uğraşıları sonucu kalbindeki Allah sevgisinin
unutulması da önlenmiş olur. Böylece kul, her an
17
Allah’la beraber olduğunu hisseder, O’ndan aldığı
güç ve azimle yaşamını sürdürür. Yine bu bağlılıkla,
hem kendi ve ailesine, hem de toplum ve devletine
yararlı, iş bilir ve iş bitirir kişi olur. Böylece O, helâl
lokma yemeğe, alın teri ile kazanmaya özen
gösterir.
Bizleri yoktan var eden yüce Rabb’imiz bu
konuda bakın ne buyuruyor:<Kitaptan sana vahy
edileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Şüphe yok ki
namaz, hayasızlıklardan ve kötülüklerden alı koyar.
Ve elbette ki, Allah’ın zikri en büyüktür. Ve Allah ne
yaptığınızı bilir.>(Ankebut Sûr./45 ).
Günde beş defa kılınan namaz, Müslüman’a
verdiği iç huzur yanında, bedeni hareketlerle ona
zindelik de kazandırır. Ayrıca onu, hayâsızlık (edep
dışı hareket) ve kötülüklerden de alı koyar. Evet,
gerçek bu, fakat yaşantımızda bunu görebiliyor
muyuz? Yakın ve uzak çevremize baktığımızda
namaz kılan, beş vakit namazı cemaatla kılmak
üzere camiye giden insanları tanırız. Gözümüz onları
melek gibi temiz ve günahsız görmek ister. Gün gelir
belki bir tesadüf olarak onun haram veya büyük
18
günahlardan sayılan bir dini yasak işe bulaştığına
tanık oluruz. Ve içimizde bir ürperti yükselir,
yukarıda meâli yazılı Allah’ın âyeti hafızada belirir:
“Namaz, hayâsızlık ve kötülüklerden alı koyar.“ Nasıl
olur! Bu kişiyi her vakit cemaatın ön saflarında
görürdüm. Günde beş defa, Allah’ın evi (Beytullah
olarak bilinen) Kâbe’ye yönelip Allah’a yaklaşmaya
çalışan bu kişi nasıl olur da, yine Allah’ın ve
Rasûlü’nün yasakladığı ve üstelik büyük günah
sayılan bir işi işlemektedir. Hani onu namaz
alıkoyacaktı! Bu gidişatta bir terslik, yanılgı ve hata
olmalı. Yoksa âyet, olması gerekeni, yani tam
gerçeği beyan etmekte. Namaz kılan, bunun manevi
feyzinden nasiplenebilmesi için hayâsızlık ve
kötülüklerden uzak durması gerekir. Fakat bu kişi,
hem namaz kılıyor ve hem de yasak işleri işlemeye
devam ediyor. Nedeni? Çünkü bu kişi namazını,
alışkanlık ve taklit haline getirmiştir1.
1 Şeytanın görevi, insanları yanıltmak ve yanlış yöne çevirmektir. Özellikle insanı Allah sevgisi ve Rasûlullah muhabbetinden uzak tutmaya çalışır. Müslüman’ın namazda, niyet edip Allah’ın huzuruna durduğunda, şeytan hemen onu çeşitli vesveselerle uzaklaştırmak ister. Şimdi sen onu camide cemaatın arasında
19
Hatasız, günahsız kul olmaz. Yaşam sürecinde
çeşitli olaylarla karşılaşan kişi, farkında olmadan
veya istemeyerek de günah işleyebilir. Önemli olan,
büyük günahlardan kesinkes sakınmak ve tövbe
ederek Allah’tan bağışlanma dilemektir. Allah Teâlâ,
<Allah’ın kabul edeceği tövbe, ancak bilmeden
rükû ve secde yaparken görürsün; fakat o kişi, iç âleminde şeytanın adımlarını takip edip dışarıdaki işleriyle uğraşmaktadır. Bu yanlış gidişat çoklarımızın başına gelir. Kendilerine (Allah rızası için) çok sevdiğim cami cemaatı arkadaşlarıma sorarım: “İmam ikinci rekâtta hangi sûreyi okudu, bu geçtiğimiz Cuma hutbesinde hangi konu işlendi, imam Fatiha Sûresi’ni okudu, meâlen ne anladın ki, âmin dedin?” Onlar da bana “Sen söyle?” diye, bilmediklerini kapatmaya çalışırlar. İşte böylece yapılan bütün uğraşı, taklit ve alışkanlıktan öteye geçmez. Diğer bir örnek: Tuncine duası okunurken, bazıları âmin durumundaki ellerini altı üstüne çevirirler. “Ne anladın da böyle yaptın” denildiğinde, verdiği cevap: “Herkes öyle yapıyor... ”Diğer bir örnek: Adamın biri çok yaşlanmış, artık cemaatle camide namaz kılacak gücü kalmamış. Bir Ramazan günü hayır-hasanet amacıyla oğluna şöyle der: “Akşam namazında camiye git ve namaz kılan Müslüman’ları iftara davet et.” Buna göre evde hazırlıklar yapılmış ve davetliler beklenmekte. Eve gele gele üç kişi gelmiş. Baba oğluna sorar: “Oğlum ben sana ne dedim? Kimse yok mu idi, neden az kişi getirdin? ” Oğul da şöyle cevap verir: “Baba sen bana, camiye git ve namaz kılanları davet et, dedin. Ben de namaz bitimimde kapıda bekleyip, imam ikinci rekâtta Kur’an’dan nereyi okudu diye kendilerine sorduğumda bunlar doğru cevap verdi ve ben de bunları davet ettim.” Taklitle, gerçek namazı böyle bir soruyla ortaya koyar. Bu anlatılan halk arasında söylenen rivayettir. Gerçekten böyle bir olayın olup olmadığını Allah bilir.
20
kötülük edip de sonra tez elden tövbe edenlerin
tövbesidir; işte Allah bunların tövbesini kabul eder;
Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.> (Nisa
Sûr./17) buyurmakla konuya açıklık getirmiştir.
Diğer bir âyette de <Eğer yasaklandığınız büyük
günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı
örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız> (Nisa Sûr.
/31) buyrularak Mü’minler’i rahatlatan bir çıkış yolu
gösterilmiştir. Yeter ki kişi, nefsinin arzularına karşı
mücadele etsin ve günah işlememek için elinden
gelen gayreti göstersin.
Mü’min, namazında alışkanlık ve taklitçilik
huyunu aşmalı; Allah’a saygı, taat ve huşu ile
dosdoğru namaz kılmalıdır. Makbul olan da, bu
özellikleri taşıyan namazdır. Dosdoğru namaz
demek, namazın dışındaki kişinin temiz giyimi,
usulüne uygun apdest alması, kıyam, kıraat, rükû,
secde ve teşehhüt denilen ve esasları ilmihal
kitaplarında belirlenmiş kurallar ile namaz içindeki
taat ve huşu hali anlaşılmalıdır. Kişi tekbir alıp
namaza başladığı andan selâm verip namazdan
çıkacağı süre içinde başka şeyle meşgul olmamalıdır.
21
Örneğin; ayakta iken secde yerine, teşehhütte iken
dizlerine bakmak gerekir. Hal böyle iken gözleri sağa
sola çevirip bakmak veya göğe dikmek yasak olan
hareketlerdir. Bu konuda Peygamberimiz: <Bazı
kimselere ne oluyor ki, namaz kılarken gözlerini
göğe dikiyorlar? Bunlar ya (gözlerini semaya
dikmekten) vazgeçerler, ya gözlerinin feri alınıp kör
olurlar.> buyurdu (4/3.cilt, sf:271). Başka bir
hadiste; Peygamberimiz’den, namazda başın sağa
sola çevirmenin hükmü sorulduğunda:<Bu, kulun
namazından şeytanın kapıp kaçtığı bir şeydir.>
(4/3.cilt sf: 272) diyerek huşu halini bozucu her
türlü hareketten kaçınılması gerektiğine işaret
edilmiştir.
Önemli Bir Hatırlatma:
Namazda alışkanlık ve taklit huyunu aşmak,
taat ve huşu içinde bulunabilmek için;
(1) Namazda okunan âyet ve duaların
meâllerini öğrenmek, unutmamak için zaman zaman
tekrarlamak ve namaz içinde vesveseyi önlemek
yönünden gerekirse genel anlamını hatırlamak.
22
(2) Şuur altı olaylar, özellikle sakin
zamanlarda ve namaz esnasında düşünme
mekanizmasında belirip kişiyi meşgul eder. Bu
nedenle kişi, belleğinde iz bırakacak iyi veya kötü
olaylardan uzak kalmalı. Hatta birisine, üzüleceğini
veya aklını meşgul edeceğini tahmin ettiği bir haberi
namaz sonrası duyurması daha uygun düşecektir.
Neden yemek sofrası hazırken namaz kılmanın
mekruh olduğu bildirilmiştir? Çünkü kişiyi namazında
meşgul etme ihtimali vardır. Cemaatle namaz kılma
üzere camiye koşarak gitmek de hoş olmayan bir
davranıştır. Nefes nefese kalmak dikkatin
dağılmasına neden olacaktır.
Namaz esnasında kendini, Allah’ın karşısında
bulunduğunu ve denetimden geçmekte olduğunu
düşünerek vesveselerden uzak kalmaya çalışmalıdır.
(3) Dikkatin namazın kuralları üzerinde
toplanması: İnsan bazı hareketleri farkında olmadan
yapar. Özellikle güç ve dikkatin bir noktada
toplanması gerektiğinde nefes alış ve verişleri
yavaşlar. Örneğin, uzaktan gelen sesi duyup
anlayabilmek için nefes tutar ve alış-verişi yavaşlar.
23
Yine yerden ağır bir eşya kaldırılırken aynı uygulama
yapılır. Veya yüksek bir ağacın dalındaki meyveyi
koparmak üzere kolun yukarıya uzatılması esnasında
da benzer olay yaşanır. Bu işlemi vücut otomatik
olarak yaptığından pek işin farkına varılmaz. Çünkü
güç ve dikkat belirli bir işe yöneltilmiştir ve
dolayısıyla düşünme işlemi de o noktada
toplanmıştır.
Uzak doğu yaşam felsefesinde nefes tutmanın
önemi büyüktür. Vücut geliştirme hareketlerinde sık
sık rastlanan temrinlerdir. “Dünyayı hava dokur,
insanı da nefes dokur.” düşünce tarzından hareket
ederler. Nefes alırken geçen sürenin iki misli kadar
zaman içinde nefesin yavaş yavaş dışarı verilmesi
dikkatin toplanmasına neden olmaktadır (5/sf: 19).
Bu kişisel önerinin, özellikle cemaatle sessiz
olarak kılınan farz namazlarında uygulanmasında
yarar görülmüş ve bu nedenle tavsiye edilmektedir.
Evet, alınan nefes, iki misli süre kadar zaman içinde
dışarıya verilmelidir.
(4) Tek başına kılınan namazlarda okunan sûre
ve âyetler, genelde çok önceden ezberlenip devamlı
24
tekrar edilen ve alışkanlık haline gelinen bir
konumdadır. Çoğu zaman kişi, bunları okurken diğer
taraftan başka şeyler düşüncesini meşgul
edebilmektedir. Bir önlem olarak, yeni başka sûre ve
âyetler ezberlenip okunursa, yanlış okumamak için
dikkat buna yöneleceğinden düşüncedeki meşguliyet
de ortadan kalkmış olur.
(5) Namaza başlarken, Allah’ın huzurunda,
meleklerin denetiminde bulunduğunu hatırlayıp
bilinçli olarak saygı ve tam bir teslimiyet içinde
namaza devam edilmelidir.
b. Oruç Tutmak
Oruç, İslâm dininin beş esasından ve başta
gelen ibadetlerden biridir. İslâm öncesi dinlerde de
oruç ibadeti mevcuttu. Nitekim <Sizden öncekilere
farz kılındığı gibi, sizin üzerinize de oruç farz
kılındı.>(Bakara Sûr./183 ) buyurulmuştur.
Oruç, gösterişten uzak, samimiyetin hakîm
olduğu gizli bir ibadettir. Tamamiyle kul ile Rabb’i
arasında, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak üzere
25
özverili yakınlaşmadır. İşte bu nedenledir ki,
Peygamberimizin bir hadisinde: ”Ademoğlunun her
iyi işine fazlası ile sevap verilir. Her iyiliğe karşılık
olarak yedi yüz misline kadar ecir bahşedilir. Ancak,
yüce Allah buyurmuştur: Oruç bundan müstesnadır;
çünkü o, yalnız benim içindir. O halde mükâfatını
bizzat ben kendim vereceğim. Zira oruçlu, cinsi
arzularını ve yiyip içmesini benim için terk eder...”
(6/2.cilt, sf:17).
c. Zekât Ve Sadaka Vermek:
Allah, insanları birçok yönden olduğu gibi
zenginlik yönünden de derece derece yaratmış,
böylece fakirleri kanaatkâr olma, sabır gösterme;
zenginleri de kendilerine verilen nimetin kadrini
bilme ve kendine veren hakiki sahibini tanıyıp
şükretme yönlerinden bir imtihana tabi tutmuştur.
Gerçekten zekât, dünya geçimliğine olan istek ile
Allah’ın emrinin uygulanması arasında tereddüt eden
zengin için zorlu bir denemedir. Bu nedenle bazı
Müslüman’lar, namazlarda ve diğer bedeni
ibadetlerde gösterdikleri hassasiyeti ve buyruğa
26
uymayı her zaman zekât ve sadaka vermekte
gösteremezler. Şeytanın vesvesesine uyarak, sanki
malında önemli bir kayıp olacakmış gibi bir endişe
içinde olurlar. Hâlbuki Allah fakirin hakkını zenginin
malında yaratmış, insanların Allah’a kullukta
yarışarak sosyal dengeyi kurmalarını istemiştir.
Zekât, zengini servete bağımlı olmaktan, aç
gözlülük ve mal biriktirme hırsından kurtarır. İslâmî
kurallara göre yaşayan zengin, zekât vermekle
ibadetin huzurunu bulur, nefsine güven gelir ve
çevresinde gördüğü sosyal dengesizliklere çare
olmanın manevi sevincini yaşar (2/sf:144).
Kur’an, Hz. Peygambere hitaben,
Müslümanların mallarından zekât almasını, böylece
Müslümanların temizlenmiş, mallarının
bereketlenmiş olmasını istemiş (Tövbe Sûr./103);
faizin değil, zekâtın Allah katında arttığını belirtmiştir
(Rûm Sûr./39 ). Ayrıca faizle gelen geliri Allah’ın
mahvedeceği, ancak sadakaları verilmiş malın ise
bereketleneceği bildirilmiştir (Bakara Sûr./276).
Zekât ibadeti farz olduğu için nisap (yeter
sayı) miktarı malı olan Müslüman’ın belirli oranda
27
zekât vermesi zorunludur. Günümüzde, sadaka
olarak bildiğimiz hayır yapma işi ise, tamamen
Müslüman’ın cömertliğine bırakılmış olup bir oran
tespit edilmemiştir. Yüce Rabb’im, insanların
davranışlarını tanıtırken namaz kılanların mallarında
hem dilenen ve hem de iffetinden dolayı
dilenmeyenler için belirli hak bulunduğunu
belirtmiştir (Meariç Sûr./19-25). Bu nedenle dilenen
kişilere de az-çok yardımda bulunmak Allah’ın
hoşnutluğunu kazanmaya sebep olacaktır.
Önemli Hatırlatma:
(1) Gerek zekât olsun, gerek sadaka olsun
verirken Allah rızasını gözeterek niyet edilmeli ve
kılınacak ilk namaz sonrasında kabulü için Allah’a
dilekte bulunulmalı.
(2) Zekât, İslâm İlmihali kitaplarında
gösterilen belirli yerlere verilmeli. Bunun dışındaki
yerlere yapılacak bağışlar kesinlikle zekât yerini
tutmayacağı gibi farz olan borcu da ortadan
kaldırmaz.
(3) Zekât, kesinlikle helâl paradan verilmeli,
faiz ve şans oyunlarından elde edilen gelirlerin zekâtı
28
olmaz. Verilse de zekât yerine geçmez. Helâl
olmayan para fakire verilirse, fakirin ihtiyacı
karşılanmış olur, fakat verene sevap kazandırmaz.
d. Hac Ve Umre Yapmak:
İslâm dininin temel ibadetlerinden birisi de
hacdır. Hac ibadeti, Müslüman’ın yılın belli ay ve
gününde Mekke ve civarında ifa edilen belli ibadet
ve ziyaretlerin usulüne uygun şekilde yerine
getirmesidir.
Hac ibadeti, sayısız hikmet ve faziletlerle
doludur. Mikat yerinde, dünyayı temsil eden elbise
çıkarılıp Müslüman’ları eşitleyen ve ümmet olmanın
şuuruna erdiren iki parça beyaz ihram elbise giyilir.
Artık dünyevi farklılık (zenginlik- fakirlik- makam-
unvan) yoktur. Diğer bir ifadeyle “ben“ yok “biz“
vardır. Bu kıyafet kişinin, sembolik âdeta ölmeden
önce ölümü gözler önüne getirmesidir. Bu nedenle
ihramlı iken Müslüman’a bütünlüğü bozup benliği
uyandırıcı, geride bırakılan geçici haz ve zevk veren
eşya ile bazı davranışlar yasaklanmıştır.
29
Küp şeklindeki Kâbe etrafını dönerek tavaf
eden Mü’minler, âdeta kâinatın özetini temsil
ederler, Gök cisimlerinin yörüngelerinde kendi
etrafında dönerek hareket ettikleri gibi. Arafat,
insanların dünyaya ayak basışını, kıyamette de
Allah’ın huzurunda bekleyişini hatırlatır. Kısaca,
hacda her ibadetin ve şeklin bir anlamı vardır.
Umre, belirli zamana bağlı olmaksızın ihrama
girdikten sonra kişinin Kâbe’yi tavaf edip “Safa ve
Merve“ arasında sa’y yapması ve daha sonra da
usulüne uygun ihramdan çıkmasıdır. Umre ibadeti,
Hanefi Mezhebine göre sünnet, Şafi ve Hambeli’lere
göre ise farzdır (2/sf:111). Ayrıntılar ve yapılış
esasları İslâm İlmihali kitaplarında anlatılmaktadır.
Önemli hatırlatma:
(1) Hacı adayı, bulunduğu mukaddes
mekânlarda devamlı olarak kendini kontrol altında
tutacak, karşılaştığı her olumsuz hareket veya olaya
hemen tepki göstermeden sakin ve yüksek olmayan
bir ses tonu ile cevap verecek. Şunu kesinlikle
aklından çıkarmayacak: Hoşuna gitse de gitmese de
her şey kendisi için bir imtihandır. Sorunlarını güzel
30
konuşma üslûbu ile halletmelidir. Canını sıkan her
şeye sabredecektir.
(2) Hac ve umre, sağlık ve ekonomik
nedenlerle her isteyene nasip olmayan bir ibadettir.
Bu nedenle, hacı olan Müslümanlar yaşadığı topluma
geri döndüklerinde, İslâm’ın emrettiği şekilde
dürüst, temiz ahlâklı, ibadetine düşkün ve
gösterişten uzak yaşamalı, çevresinin kendisine olan
saygınlığını kaybetmemelidir2.
e.Kurban Kesmek :
Kurban kesme, Allah’ın Müslümanlara emri
olduğu için bir ibadettir. Vacip olan bu ibadeti
2 Bir gün Pazaryerinde alış-veriş yaparken yanımdaki müşteri pazarcıya: “Pazarda bal satılan yer var mı?” diye sordu. Pazarcı kendisine “Evet, şu ileride var, Hacı ... diyerek ismimi söyle, sizinle ilgilenir.” Bu defa müşteri de:”İşin içine Hacı-hoca karışırsa ondan hayır gelmez, şeklinde konuştu.” Toplumda az da olsa böyle bir kanaata sahip kişilerin bulunması oldukça üzücüdür. Bazıları, ibadetin amacına değil şekline önem verdikleri için onların isimlerinin başına” hacı” kelimesinin eklenmesini yeterli bulmaktadırlar. Önce itibar kazanır sonra da ticari ahlaksızlığa yönelir. Sonuçta ”Hacı-hoca”nın adı güvensizliğe odaklanır. İşte bu nedenle” Hacı” olanlar çok dikkatli davranmalı, kendilerine gösterilen güveni sarsmamaya özen göstermelidirler.
31
Müslümanlar, İslâm İlmihali kitaplarında belirtilmiş
kurallara göre yerine getirirler.
Kurban, kişinin Allah’ın rızasını gözeterek
malını harcadığının bir göstergesidir. Aynı zamanda
kurban etinin komşu ve yoksullara ikram edilmesi
yönünden sosyal amaçlı bir ibadet olmaktadır.
Toplumda yardımlaşmanın yaygınlaşması ve insan
haklarına saygıyı esas almasının önemi daha da
büyüktür. Bu ibadetin Müslüman’a kazandıracağı
ödül, Kur’an’da: <Onların (kurbanların) ne etleri ve
ne de kanları Allah’a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız
(Allah’ın emirlerini tutmaya olan gayretiniz) O’na
ulaşır..> buyrularak müjde verilmektedir (Hac
Sûr./37).
f. Allah’ı Zikretmek:
Kur’an, Allah’ın ismini, Allah’ın nimetini,
Rahman’ı zikretmeye çağıran âyetleri içerir. Zikirden
amaç, devamlı Allah’ı anmak ve O’na yaklaşmaya
çalışmaktır. Zikir kulun kendi iradesiyle değil, bizzat
Allah’ın istek ve emri olduğu için yapılır. Nitekim
32
<Ey inananlar! Allah’ı çokça zikredin. Ve O’nu
sabah- akşam tesbih edin> (Ahzap Sûr./41-42) diye
buyurulmuştur. Tesbih ve zikir, öncelikle
“Subhanallah“, “Elhamdulillah“ , “Allah’u Ekber“,
“Lailâhe illellâh“ ifadeleri ile yapılır. Bunlar zaten
namaz sonrası “tesbih duası“ olarak okunan
metinlerde mevcuttur. Daha çok sevap kazanmak
isteyenler, namaz vakitlerinin dışında da yaparlar.
g. Allah’a Hamd Etmek:
İslâmî ilimler yönünden, bütün yaratıkların
kendi lisanları ile yüce Allah’ı tesbih etmeleri ve
övmelerine hamd denir.
Hamd kelimesine anlam bakımından yakın
olan diğer bir kelime de, <şükür> lafzıdır. Şükür,
Allah’ın verdiği nimetine karşı duyulan hoşnutluğu
dile getirmedir. Diğer bir ifadeyle mutlu bir olay
veya durumu, yapılan bir iyilikten duyulan
memnuniyeti, Allah’a arz etme ve O’na şükran
borcunu ödemektir.
Kur’an-ı Kerim’in ilk sûresi olan Fatiha
sûresinin ikinci âyeti <hamd> kelimesiyle başlar ve
33
hamdın ancak Allah’a yapılacağına işaret edilir.
Nitekim: <Hamd, gökleri ve yeri yaratan,
karanlıkları ve aydınlıkları var eden Allah’a
mahsustur.> (En’am Sûr./1) buyrulmuştur. Her şeyi
yaratan ve onları yöneten; kullarına rızkını veren,
geçimlerini sağlayan, mutlu yaşamlarına imkân
tanıyan Allah’a karşı yapılan hamd ve şükürler de
birer ibadet çeşididir, kulluk borcudur.
Önemli Hatırlatma:
(1) Her Müslüman’ın önemle üzerinde durması
ve yaşamına yansıtması gereken husus, kalbi ve dili
ile bu ibadeti yerine getirmelidir. Örneğin, tanıdık iki
Müslüman karşılaştıkları zaman birbirlerine hal- hatır
sorarlar. Genelde”Teşekkür eder, iyiyim; ya siz
nasılsınız?” der. O da: “Ben de iyiyim ...” şeklinde
durumlarını belirtirler. Bu, alışkanlık haline gelmiş ve
kimseye bir şey kazandırmayan bir sözcükten ileri
geçmez. Hâlbuki hal-hatır sormaktan amaç, o
günleri ve yaşamı kendisine bahşeden yüce Rabb’ine
“hamd veya şükür” ederek ibadet sevabı almaktır.
Böylece her ikisi de sevap kazanır. Biri, hamd
ederek, diğeri de Ona sebep olduğu için. Günlük
34
yaşamın her aşamasında, yaptığı ve başardığı her
işin sonunda Allah’ı hatırlamak, O’na şükretmek
gerekir.
(2) Yemek yemeğe <Bismillâhirrahmanı
rahim> ile başlanmalı, sonunda bu nimeti kendisine
nasip eden Allah’a şükretmeli. Su içerken de aynı
niyet tekrarlanmalıdır. Bu, yaşamın kaçınılmaz
düsturu, Rabb’ine karşı kulluk görevi olmalıdır.
(3) Maddi ve manevi bir hoşnutluk veya
sevindirici bir haberle karşılaştığı zaman da Allah’a
hamd edilmeli. Böylece duyulan sevinç, Allah
katında sevaba dönüşmüş olur. Yani iki yönlü kazanç
sağlanmış olur.
ğ. Allah’a Tövbe Etmek :
Tövbe, dinin günah ve kötü kabul ettiği
davranışlardan pişmanlık duyup vazgeçme, anlamına
gelen dini bir terimdir. Diğer bir ifadeyle kişinin,
işlediği günahına pişman olup bir daha işlememeye
azmetmesi ve Allah’a söz vermesidir.
35
Hz. Peygamber, bir hadisinde <Eğer sizler
günah işlemeseydiniz, yemin ederim ki, Allah,
yerinize günah işleyen, sonra da tövbe edip bağış
dileyen ve bağışlanan kullar yaratırdı> buyurmuştur
(8/8.clt.Sf:240). Bir başka hadise göre <Her insan
hata eder; hata edenlerin en hayırlısı ise, tövbe
edenlerdir.>(Tirmizi,Sûnen,Kıyamet:49) Bu
hadislerden anlaşıldığı üzere İslâm inancına göre
hatasız tek varlık Allah’tır ve günah işlemek
insanlığın bir kaderidir. Bu sebepledir ki İslâm’da
tövbe de, bir tür ibadet olarak kabul edilmiştir
(7/sf:707).
Tövbeden maksat, nefsi ıslah edip iyilik
taraftarı yapmaktır. Dil çabukluğu ile yapılan
tövbeden yarar beklenemez. Bu nedenle, yüce
Rabb’im <Ey iman edenler! Allah’a nasuh bir tövbe
ile tövbe edin.> (Tahrim Sûr./8) buyurmuştur.
Nasuh, İhlâs ve içtenlik anlamında kullanılmıştır.
Yani yapılacak tövbe, içten gelerek yalvarma
psikolojisi içerisinde olacak; işlenen günaha
pişmanlık duyulacak ve aynı hatayı bir daha
işlememe iradesini güçlendirecek tarzda olacaktır.
36
Ancak şunu da belirtelim, tövbe ile kul hakkı
affedilmez.
Kul hakkı, bir kişinin diğeri üzerindeki
haklarıdır. Bu haklar iki çeşittir: Birisi, Allah ve
Rasûl’ünün belirledikleri, selâm vermek, davete
katılmak, isteyene öğüt vermek, aksırdığında -
Allah’a hamd ederse- rahmet dilemek, hastayı
ziyaret etmek, Müslüman’ın cenazesinde
bulunmaktır. İkincisi ise, bir kişinin diğerinin mal,
namus, can ve diğer konularda ki haklarına riâyet
etmesidir. Kişi kendi haklarını ve çıkarlarını nasıl
titizlikle korursa, başkalarının malı – mülkü, namus
ve kişiliğine elini ve dilini uzatıp onlara ne zarar
vermeli, ne de tedirgin etmelidir. Bir anlık hırs
sonucu bilerek veya bilmeden haklarına tecavüz
edildiğinde, pişman olup hemen af dilemeli ve
helâllaşmalıdır. Çünkü, İslâm âlimlerinin görüşüne
göre “kul hakkı ile alâkalı günahları hak sahibi helâl
etmedikçe yüce Allah asla affetmez” demektedirler.
Önemli Hatırlatma:
Yapılan tövbenin Allah katında makbul
olabilmesi için, bir günah işlendiğinde, tez elden
37
hemen bir iyilik yapmalı ve tövbe edilmelidir.
Nitekim, <İyilikler, günahları giderir.> (Hûd
Sûr./114), <Allah’ın kabul edeceği tövbe, ancak
bilmeden kötülük edip de akabinden tövbe edenlerin
tövbesidir; işte Allah bunların tövbesini kabul eder;
Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir> (Nisa Sûr.
/17) buyrularak işlenen günahlardan kurtuluş çaresi
gösterilmiştir.
Konuyu özetlersek;
(1) Müslüman kendi kendini kontrol altında
tutarak günah işlememeye gayret göstermelidir.
Buna rağmen kötü bir iş veya günah işlediğinde
pişman olmalı ve tez elden karşı tarafı hoşnut
edecek bir iyilik yaptıktan sonra tövbe etmelidir.
Eğer, kötülük insanlara karşı yapılmış ise “kul hakkı“
nedeniyle hak sahiplerinden özür dileyip
helâllaşmalıdır.
(2) Ayrıca, zaman geçirmeden içten gelen bir
istekle Allah’a tövbe edip bağışlanmasını dilemelidir.
(3) Tövbe yapmanın aynı zamanda bir ibadet
olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır.
38
h. Allah’a Dua Etmek:
Dua denince, kişinin kendisini yaratan, gözetip
kollayan Rabb’ine yakarması, O’ndan dünya ve
âhireti için istekte bulunması akla gelir.
Dua, kul olmanın en önemli göstergesidir. Bu
nedenle kul, gerçek dostun ve yardımcının Allah
olduğuna kesin kes inanmalı, O’na güvenmeli, O’na
dayanıp isteklerini O’na iletmeli ve O’ndan yardım
beklemelidir. Nitekim Allah Teâlâ, <De ki, kulluk ve
yalvarmanız olmasa, Rabb’im size ne diye değer
versin?...> (Furkan Sûr./77) buyurarak kulluk ile
duanın ilişkisini, yani birbirini tamamladığını
göstermiştir. Peygamberimiz de < Dua bizzat
kulluktur > buyurmuştur. Rabb’iniz buyurdu ki:
<Bana dua edin, size karşılığını vereyim. Bana
ibadet etmekten yüz çevirenler, muhakkak ki
küçülmüş kimseler olarak Cehennem’e
gireceklerdir.> (Zümer Sûr. /60)
Dua ile ilgili Allah şöyle buyurmaktadır:
<Kullarım sana benden sorarlarsa (söyle) ben onlara
yakınım. Dua edince, dua edenin duasına karşılık
39
veririm. O halde, onlar da benim (davetime) karşılık
versinler, bana inansınlar ki doğru yolu bulsunlar.>
(Bakara Sûr./186). Bu âyette Allah Teâlâ, duaya
karşılık veririm buyurup “kabul ederim” veya
“istenileni aynen yerine getiririm” dememiş olması
dikkat çekicidir. Evet, Allah her duayı işitir ve karşılık
verir. Fakat, “karşılık verme“den ne anlaşılmalıdır?
Bu, olumlu ve olumsuz olarak iki şekilde
düşünülmeli. Bazı dualar vardır ki, kabul edilip
sonucunu dua sahibi görebilmekte, bazıları da kabul
edilmemektedir. Bunda da kul yararına bir hikmet
vardır. Kulun isteği belki dünyası ve âhireti için
sonuçta şer olacaktır. Allah ilmi sayesinde bu sonucu
bildiği için kulun lehine kabul etmemiş olabilir. Veya,
kul isteğini devamlı ve ısrarlı olarak tekrar etmesi
halinde ibadet sevabının da artmasına vesile olacağı
düşünülmelidir. Nitekim <Olur ki, bir şey hoşunuza
gitmezken, sizin için o hayırlı olur ve bir şey de
sevdiğiniz halde o, hakkınızda şer olur. Allah bilir, siz
bilemezsiniz.> (Bakara Sûr./216). Duanın kabul
edilmesi yönünden Peygamber Efendimizin şu
açıklaması büyük bir önem taşır: <Allah yolunda
40
sefer yapmış saçı başı dağınık, toz toprak içinde
(olduğu halde) ellerini göğe doğru kaldırıp – Ya
Rabbi!, Ya Rabbi! – diye dua eden, halbuki yediği
haram, içtiği haram, giydiği haram olan ve haram ile
beslenmiş bulunan bu adamın duası nasıl kabul
olunacak?> (4/3.cilt, sf:352).
Dua yapılırken üzerinde önemle durulması
gereken hususlar:
(1) Peygamberimizin buyruğuna uyularak
duaya, önce Allah’a hamd ve Peygambere salâvat ile
başlanmalı, sonra da istenilen dua yapılmalıdır (
4/3.cilt, sf:16).
(2) Dua ile yapılan istekler, Allah’ın koyduğu
düzen ve kanunlarına ters yönde olmamalıdır.
Örneğin, ”Allah’ım bende kuşlar gibi uçup istediğim
yere kolaylıkla gideyim!“ şeklindeki dua, boş sözden
ibaret kalır. Çünkü insanın yaradılış şekline uygun
değildir. Ancak, havada uçmaya elverişli araç ve
gereçler hazırlanıp düşme olasılığı azaltılması
halinde, uçabilme için o zaman dua edilmelidir.
(3) Haram olan şeylerden uzak durmalı.
41
(4) Dua etmeden önce aptest alıp iki rekât
namaz kılmalı ve sonunda istekte bulunmalı. Veya
vakit namazının bitiminde dua edilmelidir. Bu
konuda Allah (C.C.): <Ey iman edenler! Allah’tan
namaz ve sabırla isteyin; Allah sabredenlerle
beraberdir> (Bakara Sûr./153) buyurmuştur.
Burada iki önemli husus belirtilmiştir: a. Allah’tan
namazla istekte bulunmak, b. Dua kabul edilmedi
diye vazgeçmeyip sabırla ve ısrarla duaya devam
etmek.
Kur’an-i Kerim’in 23 yılda vahyedilmesinin bir
nedeni de Müslümanlar’ın zaman içinde eğitilmesidir.
Vahyedilen hükümleri önce Hz. Peygamberimiz kendi
yaşamına uygulayıp Müslümanlara örnek oluyordu.
Nesilden nesile intikal edip zamanımıza kadar gelen
bu öğretilere “sünnet” denilmektedir.
Peygamberimizin bu sünnetlerinden birisi de
şöyledir:
Tarih 11 Ocak 630, Hz. Peygamberimizin
komutasındaki İslâm ordusu Mekke’yi kuşatıp
değişik yönlerden ilerlemeye başlar ve muharebe
olmadan şehir ele geçirilir. Kâbe putlardan
42
temizlenir. Müşriklerin büyük bölümü iman edip
İslâm’la şereflenir. Birkaç inatçı ve öldürülmekten
korkan bazı kişiler de Mekke’den uzaklaşır. İşte bu
ortamda, geleceklerinden endişe eden civardaki
kabileler Hz. Muhammed’in ordusuna karşı büyük
güç oluşturup Huneyn Vadisinde savaş düzenine
geçerleer. Yapılan savaş sonunda müşrikler
hezimete uğratılır. Buradan kaçan düşmanın bir
bölümü Evtas Vadisinde toplanır. Peygamberimiz de
bunların üzerine Ebu Amir komutasında bir birlik
gönderir. Yapılan silâhlı çatışmada Ebu Amir, atılan
bir okla dizinden yaralanır. Yeğeni Ebu Musa’l Eş’ari
der ki: Amucamın dizinden oku çıkarınca yaradan
çok su çıktı. Amucam, hayatından ümidini kesince
bana “Ey kardeşimin oğlu! Peygamber
Aleyhisselâm’a benden selâm söyle! Benim için
Allah’tan mağfiret (bağışlanma) dilesin” dedi. Kısa
bir müddet sonra da şehit olarak vefat etti. Savaş
sonrası Peygamberimiz’in huzuruna çıkıp Amucam’ın
selâm ve isteğini ilettim. Bunun üzerine Rasûlullah
aptest alıp iki rekât namaz kıldı. Sonra ellerini
kaldırıp “Ey Allah’ım! Kulcağızın Ebu Âmiri yarğıla!”
43
diyerek dua etti. Dua ederken ellerini o kadar
kaldırdı ki koltuklarının beyazlığını gördüm. Sonra
“Ey Allah’ım! Onu, yarattığın insanlardan çoğuna,
kıyamet gününde mertebece üstün kıl!” buyurdu
(3/15 cilt, sf:435-436).
(5) Dua az ve öz olmalıdır.
(6) Allah’a hem için için korkarak, hem derin
bir ümit bağlayarak dua edilmelidir (Araf Sur./56).
Dua sırasında sesi yükseltmemeli ve gösterişten
kaçınılmalıdır. Rahatlık ve bolluk içindeyken daha
çok dua edilmelidir.
(7) Gece yarısı, güneş doğmadan önce, Cuma
günü, Arefe günleri, Ramazan ayı ve kandil
gecelerinde yapılan duaların kabul edilme ihtimalinin
yüksek olduğu ifade edilmiştir.
(8) Babanın evladına, misafirin ev sahibine,
hastanın ziyaretçisine, iyilik görenin – özellikle zor
durumda kalanın - iyilik edene duaları, makbul
dualardan sayılmıştır3.
3 Yıl, Eylül 1972, görevli bulunduğum Tatvan’dan yıllık izinle Ankara’daki yakınlarımıza ailecek geldik. Elimizde bir miktar tasarrufumuz birikmişti. Bunu değerlendirmek üzere henüz inşa halindeki binanın müteahhidi ile anlaşıp yarısı peşin, yarısı da
44
Selâmlaşmak:
Duanın diğer bir uygulama şekli
selâmlaşmaktır. Bu, Arapça tabiriyle “Es-selâmu
aleykum” şeklinde söylenir. Türkçe’ye de bu haliyle
geçmiştir. Anlamı ise, dünya ve âhiret selâmeti,
esenliği üzerinize olsun, demektir. Verilen selâmı
alan kişi, bunu ziyadesiyle veya ayni ile iade eder.
taksitle bir daire satın aldık. Buradan memleketim olan Artvin’e geçtik ve izin bitiminde de tekrar Tatvan’a döndük. Beklenmeyen masraf sonucu elimizde ancak 30 Lira para kalmıştı. Onu da harcadık ve beş kişilik aile için ekmek parası bile kalmadı. Beraber çalıştığım arkadaşlara durumu açıklamama rağmen maalesef ödünç para bulamadım. Maaş dağıtım gününe de 7-8 gün kalmıştı. Üzgün ve sıkıntılı olarak iş yerinden eve dönerken doktor olan bir arkadaşın muayenehanesi önünden geçiyordum. Bir de bunu deneyeyim diye içeri girdim ve borç para istedim. Ne kadar yeter deyip cebinden çıkardığı paraları bana uzattı. Bir miktar alıp bu yeter dedim. İşte o anda büyük bir yükün ve sıkıntının üzerimden kalktığını hissettim. Kendisine hem teşekkür ve hem de dua edip ayrıldım. Tayinim Ankara’ya çıktı. Aradan uzun zaman geçmişti. Bir gün bu arkadaşı iş maksadı ile M.S.Bakanlığına geldiğini gördüm. Kendisi aynı zamanda judo sporu ile de ilgilenmekte idi. Türkiye judo milli takımının yurt dışındaki müsabakasına kendisinin de kaptan olarak katılmak istediği ve asker oluşu nedeniyle müsaade belgesinin alınmasının gerekli olduğunu ifade etti. İki ayrı kuruluşu ilgilendiren bu isteği, takip edip iki günde sonuca ulaştırdım. Çok sevindi ve bana “Sizin bu hizmetinizi nasıl ödeyeceğim!” diye memnuniyetini ifade etti. Ben de, geçmişte beni nasıl mutlu ettiğini hatırlatıp, “Siz bunu karşılığını çok daha
45
Şöyle ki: “Aleykumus-selâm ve rahmetullahi ve
barakatuhu” veya “Aleykumus-selâm” şeklinde der.
Bunun anlamı ise, dünya ve âhiret selâmeti,
esenliği, Allah’ın rahmet ve bereketi de sizin
üzerinize olsun” demektir.
Selâmlaşmak Allah ve Rasûlu’nun emri ve
tavsiyesidir. Selâm vermek sünnet, almak ise farz
olarak belirtilmiştir. Toplumda Müslümanlar’ı
birbirine yaklaştıran, sevgi iletişimini kuran en
önemli faktördür. Selâmlaşmada karşılıklı güven
oluşmakta ve Allah’tan iyilik, esenlik, sağlık ve afiyet
dileyerek güzel bir temennide bulunulmaktadır. Bu
da, toplumda huzur ortamının oluşup
yaygınlaşmasını sağlar. Ayrıca kişilerin karşılıklı
iyilik, esenlik dilemeleri ve “Allah” adını anmaları
nedeniyle sevap kazanmış olacaklardır. Kur’an-ı
Kerim’de Allah Teâlâ:
- <Size bir selâm verildiği zaman ondan daha
iyisiyle selâm verin veya ayniyle iade edin> (Nisa
Sûr./86).
fazlasıyla önceden ödediniz! İçiniz rahat olsun” diyerek karşılık verdim. Atasözü:” Ne ekersen onu biçersin!”
46
- <Size selâm verene Mü’min değilsin deme>
(Nisa Sûr./94).
- <Evlere girdiğinizde nezdinizden olan
mübarek ve hoş selâmla kendinizi selâmlayın> (Nur
Sûr./61).
-<Ey iman edenler! Kendi evinizden başka
evlere, geldiğinizi fark ettirip (izin alıp) ev halkına
selâm vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir,
herhalde düşünüp anlarsınız> (Nur Sûr./27)
buyurmaktadır.
Peygamber Efendimiz de:
- <Önce selâm, sonra kelâm> (28/sf:12).
- <Biriniz bir meclise gelince selâm versin.
Kalkmak isteyince de selâm versin. Birinci selâm,
sonuncudan üstün değildir (ikisi de aynı ölçüde
önemlidir)>. (Tirmizi, İstizan:15; Ebu Davud,
Edep:150).
- <Hz. Enes (R.A.) anlatıyor: Rasûlullah (S.A.)
bana buyurdu ki: “Ey oğulcuğum! Ailene girdiğin
zaman selâm ver ki, selamın, hem senin üzerine,
hem de aile kalkına bereket olsun” (Tirmizi, İstizan:
10).
47
- <Bir cemaat giderken, yeri gelince içlerinden
bir kişinin selâm vermesi hepsi için yeterlidir.
Oturanlar adına da bir kişinin karşılık vermesi
yeterlidir> (Ebu Davud, Edep:152) buyurarak
Müslümanlar eğitilmekte ve selâmın önemi
anlatılmaktadır.
Selâm, hem dünyada ve hem de Cennet’te
Mü’min’lerin karşılıklı saygı ve sevgilerinin
belirtisidir. Kılınan her namazda, “Ettehiyyatu”da
hem Peygamberimiz’e ve hem de kendimiz ile
Allah’ın salih kullarına selâm vermekteyiz. Ayrıca
namaz biterken sağ ve sol tarafımıza dönerek hem
bizleri izleyen meleklere ve hem de cami cemaatını
selâmlamaktayız. Bütün bunlar, selâmın, ibadetin bir
parçası olduğunu göstermektedir. Böylece, salih
amel işleyip sevap kazanmak isteyen selâm versin
ve verilen selâmı da alsın.
ı. Sabretmek:
İnsanın hayatında değişik maddi ve manevi
olaylar, onun bazen sevinçli, bazen kederli ve bazen
48
de bitkin bir hal içerisinde kalmasına neden olur.
İnişli ve çıkışlı bir yol izler. Böylece monoton
yaşamdan da uzaklaşır. İnsanın başına gelen sıkıntılı
şeyler karşısında dünya ve âhiret faydalarını
düşünerek bunu sükûnet ve dayanma gücü ile
karşılamasına “ sabır “ denir.
Sabır, özellikle toplum içinde yaşayan
insanlarda bulunması gereken çok önemli haslettir.
Aynı zamanda bir ahlâki değer ve fazilettir. Sabırı
kendilerine düstur edinmiş insan, hem ruhen sağlıklı
olur ve hem de başına gelecek her türlü zorlukların
üstesinden gelir. Bu nedenle İslâm dininde sabırlı
olma hasleti özendirilmiştir. Aynı zamanda bir ibadet
olduğu belirtilmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerimde:
<And olsun ki, biz sizi, biraz korku, biraz açlık ve
birazda maldan candan ve ürünlerden noksanlık
vererek deneriz; sabredenleri müjdele!> buyruluyor
(Bakara Sûr./155)
Allah, kuluna verdiği akıl, sağlık, beceri
melekesi, yaşamındaki kolaylıklar, güç ve kuvvete
rağmen bazı haram ve yasaklarla nefsi istekleri
engellenmiştir. Diğer bir ifadeyle sınava tabi
49
tutulmuştur. Kul, âhiret hayatını düşünüp haram ve
yasaklardan sakınmaya özen gösterirken şeytanın
güdümündeki nefis de, haram ve yasakları işlemeye
zorlar. Bu aşamada Müslüman’da beliren sıkıntılı şer
düşünceler, ancak sabırla aşılır. Peygamberler de
çevresindekilere daima sabrı tavsiye etmişler ve
kendi hayatlarında da bizzat yaşayarak örnek
olmuşlardır. Eyyup Peygamberin başına gelen, mal-
mülk, evlât noksanlığı ve vücudunu saran yara-
bereli hastalığa karşı gösterdiği sabır övgüye
değerdir. Bu nedenle yüce Allah, <O ne güzel kul.>
(Sad Sûr./ 44) buyurarak övmüştür.
Peygamberimiz de, <Çok güreş tutan baskın
bir pehlivan çok kuvvetli değildir. Asıl kuvvetli
kahraman gazap zamanında (intikam hırsı ile kanı
kaynadığı sırada) iradesine hâkim olandır.>
buyurmuştur. (12/ 12.cilt, sf:161). Rasûlullah (S.A.)
diğer bir hadisinde de şöyle buyurmuştur:
<Mü’minin işine hayret ederim: Çünkü onun her işi
hayırdır. Bu hâl Mü’minden başka hiçbir kimse için
böyle değildir. Şâyet ona sevinç verici bir şey isabet
ederse şükreder. Bu da kendi lehine bir hayır olur.
50
Eğer ona zarar ve ziyan verecek bir hâl isabet
ederse sabreder, bu da onun lehine bir hayır olur.>
(8/8.cilt, sf:550). Hem sevap kazanmak ve hem de
mutlu bir yaşam isteyen herkes bu hadisi kendisine
düstur edinmelidir.
Bazı çevrelerce sabır denince, çok defa
meskenete (becerisizlik), hakarete, hor görme,
haklı- haksız üzerimize atılan iftiralara, şerefimizi
lekeleyecek her türlü davranışa katlanmak ve
bunlara ses çıkarmamak şeklinde anlaşılır. Hâlbuki
bunlar sabır değil, aşağılama ve hakarete
katlanmadır. Hayır, Mü’min toplumun fertlerine
gösterdiği hoşgörüyü, kendisine yapılmasını da
aramalıdır. Haysiyet ve şerefini korumalı,
başkalarının kötü davranışlarına ölçülü ve bir
Müslüman’a yakışır davranışla cevap vermelidir.
Asla! Onun seviyesine de inmemelidir.
4. HAYATA BAKIŞ:
a.İnsanın Oluşumu:
51
Bilindiği gibi, ilk insan Hz. Adem’in bedeni
topraktan oluşturulmuş ve ruh üflenerek canlı bir
yaratık haline getirilmiş, sonra da bu bedenden eşi
Hz. Havva yaratılmıştır. Bunların ilişkilerinden de
bugüne dek insan nesli çoğalmıştır.
Anne ve babanın ilişkileri sonrası erkek(sperm)
ve dişi yumurta hücreleri birleşerek, döllenmiş
yumurta hücresini (zigot) oluşturur. Bu oluşumdan
takriben üç gün sonra bölünme sonucu hücre sayısı
16’a çıkar. İlkahtan ortalama dört gün sonra,
doğacak yavrunun modeli döl yatağından rahme
ulaşır ve rahmin duvarına yapışarak büyümeye
başlar. Büyüme, hücrelerin bölünüp çoğalması ile
gerçekleşir. 19’uncu günde sinir plağı ve kalp
kabarıklığı belirir. 28 günlük ceninde baş ve kuyruk
kısımları oluşur ve boyu 3-5 milimetre kadardır.
4’üncü hafta sonunda göz ve kulaklar belirlenmeye
başlar. 5’inci haftada boy bir santimetreyi bulur. 50
günlük olunca boy 2 cm uzunluğa erişir ve büyük
ölçüde iç organları, kalp, mide ve damarlar
gelişmeye başlar. 60-75 günlük ceninin cinsiyeti
belirir. 3’üncü ayda boy 8 cm ulaşır.
52
Yarım santimlik et parçası 9 aya yakın bir
zaman içinde gelişmesini tamamlamış, organları
oluşmuş ve bir bebek olarak dünyadaki hayatına
hazır hale gelmiştir. Doğumla beraber yeni bir hayat
başlamıştır (9 /sf:8-47).
Bu konuda Peygamberimizden nakledilen hadis
şöyledir: <Her birinizin yaratılış mayası ana
rahminde nütfe olarak 40 gün derlenip toparlanır.
Sonra aynen öyle (40 gün daha) kan pıhtısı (âleka )
olur. Sonra yine öyle (bir 40 gün daha) et parçası
(mudga) halinde kalır. Ondan sonra Melek
gönderilir, ona ruh üfler ve dört kelimeyi yazar:
<Rızkını, ecelini, amelini, şaki veya said
olacağını.>(12/9.clt.Sf:18)
Çocuğun anne veya baba soyuna benzeme
konusunda Peygamberimiz’den şöyle bir hadis
nakledilir:Medine Yahudiler’i âlimlerinden sayılan
Abdullah b. Selâm bir gün Peygamberimiz’in yanına
gelir. “Ya Muhammed! Ben sana üç soru soracağım
ki, onların cevaplarını, ancak Peygamber olanlar
bilir;
(1) Kıyamet alâmetlerinin ilki nedir?
53
(2) Cennetlikler, Cennete girdikleri zaman, ilk
önce hangi yemeği yiyecekler?
(3) Çocuk, niçin babasına benzer, niçin ana
soyuna çeker? dedi.” Peygamberimiz: <Bu
soruları, önceden Cebrail gelip haber vermişti>
deyince Abdullah b. Selâm: ”Bırak onu! O,
melekler arasında Yahudi düşmanıdır.” dedi.
Peygamberimiz:
(1) Kıyamet alâmetlerinin ilki, insanları
doğudan batıya süren bir ateştir.
(2) Cennetlikler’in ilk yiyecekleri yemek de,
balık ciğerinin sarkmış olan fazlasıdır.
(3) Çocuğun baba ve anne soylarına
benzemesine gelince; erkeğin suyu kadınınkinin
önüne geçerse çocuk babaya benzer. Kadının suyu
erkeğin önüne geçerse çocuk anneye benzer!> dedi.
Bunun üzerine Abdullah b. Selâm: “Şehâdet ederim
ki: Sen ya Muhammed! Allah’ın peygamberisin!”
dedi ve Müslüman oldu (3/8.cilt, sf:81-82). Burada
<suyun öne geçmesi> tabirinden döllenmiş hücrede
erkek veya kadına ait genlerin, diğeri üzerindeki
etkinliği anlaşılmalıdır.
54
İster bitki, ister hayvan, isterse insan olsun
her birinin vücudunu oluşturan ve en küçük parçası
sayılan hücrelerin merkezi kısmında yani
çekirdeğinde o türe özgü belli sayıda “kromozom”
adında şifreler mevcuttur. İnsanda sayısı 46 olan
kromozomlardan ikisi cinsiyet kromozom olarak
belirtilir. Bunlardan biri erkeliğe, diğeri de dişiliğe
has özellikleri taşır. Erkek yumurta hücreleri
bölünürken bu kromozomlar ikiye ayrılır ve ayrı
hücrelere geçer. Neticede spermlerin yarısı erkek (Y
kromozomu), yarısı da dişi (X kromozomu) ile
donatılır. Şöyle de denebilir: Cinsel ilişki esnasında
atılan 300 milyon spermin yarısı erkekliği, yarı da
dişiliği netice verecek yapıdadır.
Buna göre, dişi yumurta hücresini dölleyen
sperm eğer (X) kromozomlu ise doğacak yavrunun
cinsiyeti kız, (Y) kromozomlu ise erkek olacaktır (9/
sf:16).
Kadının kromozomlarının tümü dişi (X)
türündendir. Döllenmiş yumurta hücresindeki
kromozomlar ya (XX) veya (XY) şeklinde birleşip
cinsiyetin kız, yahut erkek olmasını oluşturur.
55
b. Doğumdan ölüme kadar olan
gelişmeler:
Yeni doğmuş bebekte, kemikler yumuşak
kıkırdak halindedir. Bu da, doğum esnasında hem
anne ve hem de bebeğin zarar görmemesi için
yaratılış planının bir gereğidir.
Bebek dünyaya gözünü açar açmaz, acı, tatlı,
ekşi ve tuzluyu ayırt edebilmekte; sesi işitmekte,
aydınlıkla karanlığa karşı refleksini gösterebilmekte.
Fakat beslenmede aciz durumda, başkasının
yardımına muhtaç haldedir. İşte bu bekleyiş
esnasında Allah’ın yardımı imdadına yetişir. Doğumla
beraber annenin memelerine süt iner. Anne
vücudunda kan ve fışkı ortasından çıkıp beyaz, temiz
ve yararlı gıdalardan oluşan süt, Rabb’in bebeğe bir
lütfu, bir hediyesidir. Önceden olmadığı halde,
doğum sonrası anne vücudunun süt üretmeye
başlaması son derece düşündürücüdür.
İki yaşında başlayan çocukluk dönemi, 11-14
yaşlarına kadar devam eder. Bu yaştan itibaren
ergenlik çağına girer. 16-18 yaşları ise reşit olma
56
dönemidir. Bu yaşlara kadar vücudun doku ve
organları hızla gelişme gösterir. Beyin hücrelerinin
ise ilk yaradılıştaki miktarı artmaz, doğumdan ölüme
kadar gelişimini sürdürür (10/ sf: 137).4
18-30 yaş arası gençlik, 30-60 yaş arası
olgunluk ve 60 yaşından itibaren de yaşlılık dönemi
başlar.
5. İNSANI, İNSAN YAPAN UNSURLAR:
a.Maddi yönden;
4 Psikologların yaptığı araştırmaya göre, zekâmızın % 80’inin soyaçekime, % 20’sinin de çevre ve beslenme koşullarına bağlı olduğu sonucunu belirlemişlerdir. Benim çocukluk dönemim, İkinci Dünya Savaşı yıllarına rastlar. Halk fakirlik ve eğitimsizlikle mücadele etmekte. Köyde doğdum ve hayatın zorluklarını orada yaşadım. Orta okulu il merkezinde, lise öğrenimimi ise Rize’de devam ettirdim. Lise son sınıfa gelinceye kadar fen derslerinden aldığım notlar, genellikle zayıfla-orta arasında gidip geldi. Son sene her öğleyin döner yiyerek beslenmeye başladım. Zengin olduğumdan değil, diğer yemeklerden daha hesaplı bulduğumdan yemek ihtiyacımı bu şekilde karşıladım. O sene, özellikle matematik dersinden karne notu 7-8’den aşağı düşmedi. Bu olay, iki önemli faktörü öne çıkarmakta: 1. Zekânın 20 yaşlarına kadar gelişmekte olduğu, 2. Zekânın gelişmesine, çevrenin etkisi ve dengeli beslenmenin
katkısının bulunduğu.
57
İnsan, beden faaliyetleri yönünden bir çok
noktada diğer canlılarla benzerlik arz eder.
Beslenme, çoğalma, kan dolaşımı, sindirim sistemi,
sinir sistemi, korku ve tepki gibi. Fakat diğer
canlılardan ayrıcalık özelliği, akıl ve zekâ gibi üstün
bir kabiliyetin beyinde işlevinin devam etmesidir.
Akıl insana, doğru davranmayı, doğru karar
vermeyi, yanlış ile doğruyu ayırt etme becerisini
sağlar. Akıl bu işlemleri yaparken, bilgi bankası
görevini yapan hafıza (bellek)’dan yararlanır. Akıl ile
zekâ aynı anlama gelmekte ise de, zekâ daha geniş
kapsamlıdır. Bazı insanlar vardır, hesap makinesi
gibi dört işlemi (toplama-çıkarma-çarpma-bölme)
anında yapar. Örneğin, kendisine verilen üç
basamaklı sayıyı yine üç basamaklı başka sayı ile
çarpıp sonucunu bildirir. Bazı insanlar da geçmiş
tarihlerdeki olay ve konuşmaları aynen tekrar
edebilir. Bu becerilerinden dolayı hepsini üstün
zekâlı olarak görmek insanı yanılgıya götürür.
Hâlbuki bu insanların bazıları diğer zihinsel
faaliyetler yönünden < zihinsel özürlü >
durumundadır. İşte bu yeteneklerin zekâda sivrilmiş
58
oluşu, çevresinde kendisine karşı hayranlık
uyandırmasına sebep olur. Ancak, bu hal onun akıllı
olduğunu göstermez. Çünkü akıl doğruyu seçer ve
buna göre karar verir.
b. Manevi yönden;
İnsan, kendini bilimsel yönden incelerse nasıl
var olduğunu, yaşamının devamlılığını kime borçlu
olduğunu anlamada güçlük çekmez. Bir sindirim
sistemini ele alalım: İnsan ağzına aldığı besini
çiğneyip yutuncaya kadar iradesini kullanır. Bunun
dışındaki faaliyetler ise iradesi dışında cereyan eder.
Yutulan besinler önce midede bekler, mide duvarını
kuşatan kasların enine-boyuna ve halka şeklinde
kasılmaları sonucu besinler boza kıvamına girer. Bu
esnada mide, içinde hidroklorik asit bulunan bir su
salgılar. Ayrıca, asidin mide duvarlarına zarar
vermemesi için de <mukus> adlı koruyucu bir sıvı
salgılar. Böylece midedeki besinler kimyasal bir
değişime uğrar. Midedeki işlem bitince yarı sıvı
haline gelen besinler 3 m uzunluğundaki ince
bağırsağa geçer. Burada besinler kimyasal
59
değişimle: Proteinler amino asitlere, yağlar yağ
asitlerine ve gliserine, nişasta ve şeker glikoza
dönüşür. Bu ayrımdan sonra besinlerin işe yarayan
kısımları, ince bağırsak çeperleri tarafından emilerek
kana karışır. Kandaki yolculuk sırasında her
maddenin durağı bellidir. Gözün ihtiyacı göze, kalbin
ihtiyacı kalbe, alyuvarlar tarafından götürülür.
Geriye kalan posalar ise kalın bağırsağa geçerek
dışarı atılır (11/ sf:25).
Görüldüğü gibi bu kadar fevkalâde bir
organizasyon işlemekte, üstelik irademiz dışında
cereyan etmekte. Bu işlemler, kendiliğinden değil,
yaratıcı gücün belirlediği ölçü ve esaslara göre
yürütülmekte. İşte bu nedenle diyoruz ki, insan
yaratanını tanımalı ve O’na iman etmelidir. Esasen
her şeyi yaratan Yüce Rabb’imiz, kendisi ile beraber
meleklere vah’yettiği kitaplara, Peygamberlere
âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan
olduğuna, öldükten sonra dirilmenin hak olduğuna
inanmamızı zorunlu kılmış ve bu inançla beraber
İslâm’ın beş şartının (kelime-i şahâdet, namaz
60
kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hac
ibadetinin) gereklerini de yapmamızı istemiştir.
İnsan, yaratılışı itibariyle kendisine özgü
özelliklere sahiptir. Melekler, Allah’a ibadet edip
buyruklarını yerine getirmek ve günah işlememek;
şeytanlar, insanları günah işlemeye teşvik etmek
gibi özellikleri bulunan yaratıklardır. İnsan ise, hem
melek yönü bulunan ve hem de şeytan işlerini
yapabilir bir kabiliyette yaratılmıştır. İnsan, acıma,
hoşlanma, kızma, öfke, darılma, sevgi ve hoşgörü
gibi duygularla donatılmıştır. Bunları, aklın
öngördüğü zaman ve mekânlarda kullanır.
Davranışın doğruluk derecesi ise, kişinin eğitim
derecesine göre ölçülür. Diğer bir ifade ile şeytan,
daha çok cahil insanlara vesvese verip kötülüklere
sürükler. Böylece insan, aklını kullanmaya başladığı
yaştan itibaren ölünceye kadar akıl-nefis
mücadelesinde bir sınava tabi tutulur.
c. İslâm ahlâkı yönünden;
İnsanı, insan yapan unsurların birisi de, güzel
ahlâktır. Ahlâkı gidişatı kötü olanlar, nefislerinin
61
dürtülerine uyup hayvanlar âlemi yaşantısına
yaklaşanlardır. Bu nedenle İslâm dini, mensuplarını,
söz, hâl ve gidişatlarında eğitip topluma yararlı insan
seviyesine getirmeye özen göstermiştir. Hedefe
ulaşılması için başvurulması gerekli olan kaynak,
Kur’an ve Peygamber’in sünnetidir. Esasen böyle bir
uygulama sonunda ailede ve toplumda, huzur,
güven, hoşgörü, sevgi ve saygıya dayalı bir yaşam
tarzı ortaya çıkar. Bunun verdiği dinamizmle ilim
gelişir, yardımlaşma yaygınlaşır, geçim kolaylaşır ve
sonuçta devlet daha büyük hamlelere imza atar
duruma gelir.
Tarih boyunca, dünyamızda nice güçlü
devletler, imparatorluklar, krallıklar kurulmuş ve
belirli bir süreden sonra ortadan kalkmıştır. Nedeni?
Ahlâki çöküş ve ileriye dönük kalkınma hamlelerinin
bitişi!... Eğer bir ülkede – özellikle yönetim
kadrolarında – vurgunculuk, rüşvet, adam kayırma,
beceriksizleri iş başına getirme, hak ve hukukun
eşitlik ilkesi ötesinde çıkar çevreleri menfaatına
kullanılırsa, devlet bu kokuşmuşluğu ile mutlaka yok
olur. Helâl, haram ve günah gibi Allah ve Rasûl’unun
62
koyduğu ilkelere uyulmazsa yönetim hezimetle
sonuçlanır. Esasen bu gibi ahlâk dışı işler çeviren
kişiler, ibret olması yönünden zaman içerisinde
toplumun nefretini kazanır; ayrıca âhiret hayatındaki
ceza da yanlarına cabası kalır. En doğru söz, Allâh
kelâmıdır. Bakın yüce Rabb’imiz ne buyuruyor: <
Eğer onlar, Tevrat’ı, İncil’i ve Rabb’lerinden onlara
indirileni (Kur’an-ı) doğru dürüst uygulasalardı,
şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının
altından yerlerdi (yer altı ve yer üstü servetlerinden
istifade ederek refah içinde yaşarlardı) (Mâide
Sûr./66). >
d. Ahlâkını, Kur’an ve Peygamber
sünnetiyle süsleyen Müslüman’ın özellikleri:
(1) Başına gelen felâketleri metanetle karşılar,
bunları başarı ile atlatabilmek için bütün gücünü
kullanır ve çaresiz kalırsa sabır gösterir. Hiçbir
zaman Allah’tan ümidini kesmez (Bakara Sûr./155,
Al-i İmran Sûr./17).
63
(2) Ana ve babaya itaat eder, onları üzecek
hiçbir söz ve davranışta bulunmaz.( İsra Sû./23)
(12/12.cilt, sf:132 ve 271).
(3) Sözünde durur, yaptığı antlaşmalara bağlı
kalır (Mü’minun Sûr. /8) (12/12.cilt, sf:172).
(4) Kendine verilmiş emânete hıyânet
(kötülük) etmez. Güven sarsıcı söz ve
davranışlardan kaçınır (Al-i İmran Sûr./161,
Mü’minun Sûr./8).
(5) Üzerine aldığı görevi en iyi şekilde
yapmaya çalışır.
(6) Giyim-kuşamını, oturup yattığı yerleri ve
bedenini özellikle de ağzını devamlı temiz tutar.
Dilini çirkin sözlerden sakındırır, kalbini fena
huylardan temizler. Her türlü temizliği ile topluma
örnek olmaya çalışır (Mâide Sûr./100).
İnsanlar arasında bozgunculuk çıkarmaz, kişileri
birbirine düşürecek söz ve işlerden sakınır (Nisa
Sûr./114) (12/8.cilt. sf:111).
(7) Kimsenin ayıplarını, gizli hallerini
araştırmaz ve ortaya dökmez (27/17.cilt, sf:329).
64
(8) Kumarcı, içkici, düzenci, aldatıcı, dalkavuk
ve hilekâr olmaz. (12/12.cilt, sf:153).
(9) Bilmediği bir şey hakkında hüküm vermez
(En’am Sûr./144).
(10) Başkalarına karşı kibirlenmez, büyüklük
satmaz ( 12/12.cilt , sf:107).
(11) Kötülük ve hayâsızlığın her türlüsünden
sakınır. Halkın iyiliğine çalışır (Al-i İmran Sûr./104).
(12) Özü sözüne, içi dışına uygun ve dosdoğru
olur (12/12.cilt, sf:159).
(13) Her nerede olursa olsun, isterse kendi
aleyhinde bile olsa, hak ve adaletten ayrılmaz
(Maide Sûr./8).
(14) Yalan söylemez, yalan yere yemin etmez
ve yalan şahitlik yapmaz (Furkan Sûr./72).
(15) Kime karşı yapılırsa yapılsın haksızlığı hoş
görmez (Mâide Sûr./8).
(16) Nefsi isteklerine uyarak doğru yoldan
sapmamağa özen gösterir. Kötülerle düşüp kalkmaz,
haram yemez, rüşvet almaz da vermez de (Mâide
Sûr./90) (12/8.cilt, sf:36) (Tirmizi, Ahkâm:9).
65
(17) İsraf (savurganlık) ve cimrilikten sakınır
(Âl-i İmran Sûr./180) (12/12.cilt, sf:107).
(18) Söz ve davranışlarıyla hiçbir kimseyi
incitmez (12/12.cilt, sf:216).
(19) Komşuluk ilişkilerine önem verir ve onları
gücendirmemeye dikkat eder (12/12.cilt, sf:142).
(20) Varlık zamanında da, darlık zamanında da
başkalarına elinden geldiği kadar yardım eder ve
dilenene de verir.
(21) Öfkelerini yenerek kusur ve uygunsuz
hareketleri affeder, öç almaya kalkışmaz (Âl-i İmran
Sûr./134) (12/12.cilt, sf:162).
(22) Bir kötülük işlemek ister veya haksızlık
yapacak olursa, hemen Allah’ı hatırlayarak tövbe
edip bağışlanmasını diler. Ayrıca, eğer bunu kişilere
karşı yapmış ise, onlardan özür diler affını ister
(27/11.cilt, sf:272-274).
(23) İnsanlara iyiliği önerir, çirkin işlere ve
zülme asla yardımcı olmaz, kötüleri korumaz ve
herkesi kötülüklerden çevirmeye çalışır (Âl-i İmran
Sûr./110-114).
66
(24) Dargınları barıştırır, kin gütmez ve haset
(kıskanmaz) etmez (12/12.cilt, sf:154).
(25) Kim söylerse söylesin, hakkı kabul eder,
ilim ve sanatı, hikmet ve hakikati nerede bulursa
alır.
(26) Müslüman tembel değildir. Hem dünyası
ve hem de âhireti için çalışır.
(27) Allah yolunda, millet ve vatan uğrunda
elinden gelen fedakârlığı göstermekten çekinmez.
(28) Müslümanların derdini, kendisine dert
edinir ve onların iyiliğine çalışır. Hastaları ziyaret
eder, cenazelerine gider, kendisinden büyüklere
saygı, küçüklere de şefkâtli olur (Nisa Sûr./86)
(12/12.cilt, sf:139).
(29) Mü’minleri kardeş bilir. Bütün insanların
hayatlarına ve haklarına saygılı olur (Hucûrat
Sûr./10).
(30) Kimse ile alay etmez, başkalarına kötü
lakap takmaz. Dilini gıybet, iftira, kovuculuk,su-i
zan, her türlü kaba ve çirkin sözlerden korur
(Hucûrat Sûr./11).
67
(31) Herkesle iyi ilişkiler içinde olur ve üç
günden fazla dargın durmaz (12/12.cilt, sf:154).
(32) Sevdiğini, Allah’ın hoşnuyluğunu
kazanmak için sever; sevmediğini de yine Allah için
sevmez (21/sf:28-29).
(33) Bir işin bitirilmesi için gerekli olan her
türlü sebebe yapıştıktan sonra Allah’a tevekkül eder
(Teğabûn Sûr./13).
(34) Allah ve Peygamber sevgisini her şeyden
üstün tutar (Âl-i İmran Sûr./31).
(35) Bir Müslüman için en büyük gaye, gerçek
bir Mü’min olmaya çalışması ve İslâm dininin
belirleyip önerdiği faziletleri yaşayarak bütün
insanlara örnek olmasıdır (13/sf:286-288).
6. ÂHİRET HAYATININ NASIL OLACAĞINI
BELİRLEYEN SINAV:
Önceden belirtildiği gibi insan bu dünyada
başıboş bırakılmamış, özgürce hareket etme
olanağını sınırlayan yasaklarla kısıtlanmış ve âhiret
hayatı için bir sınava tabi tutulmuştur. <Hanginizin
68
ameli daha güzeldir diye, sizi imtihan etmek üzere
hayatı ve ölümü yaratan odur. O, üstündür ve
bağışlayandır.> (Mülk Sûr./2). Bu âyetten de
anlaşılacağı üzere, insan devamlı bir sınav hali
geçirmekte ve sonuçta, âhiret hayatındaki yerini
kendisi hazırlamaktadır.
Allah insanı en güzel biçimde yaratmış ve ona,
akıl, hafıza, beş duyu organı ile kendisine özgü
duygular vermiş, ayrıca nasıl yaşaması gerektiğinin
kurallarını da kitap ve peygamberleri vasıtası ile
bildirmiştir. İşte imtihan bu noktada başlamaktadır.
İnsan bu yaşam sınavını başarabilmesi için Allah’ın
koyduğu yasakların ne olduğunu tam olarak bilmesi
ve bunlardan kaçınması gerekir.
İslâm dininin kurallaştırdığı yasaklar, dini
terim olan haram ve günah kelimeleriyle ifade edilir.
a.Haramlar:
Yenilip içilmesi ve yapılması yasak olan şeye
haram denir. Bunun karşıtı ise helâldır. Yani
yasaklanmamış olanlar da helâldır. Haram olan
şeyler sayılı ve sınırlıdır. Bir şeye “haramdır”
69
denilebilmesi için Kur’an ve Peygamberimizin
sünnetinde açık ve kesin hükümle belirtilmiş olması
gerekir. Bunun dışında hiçbir kimsenin “şu haramdır“
diyebilme hak ve yetkisi yoktur. Allah Teâlâ: <Allah
ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir
erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme
hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı
gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.>
buyurmaktadır (Ahzâb Sûr./36). Buna rağmen
diyenler olursa, Allah’a ait yetkiyi kullanmış olması
nedeniyle büyük bir suç “günah“ işlemiş olur. Bu
konuda İslâm âlimleri çok hassas davranmışlar,
sonradan yaygınlaşıp kötü ve zararlı olan şeylere
“mekruh“ demekle yetinmişlerdir. Örneğin, tütün
kullanma hakkındaki hüküm gibi. Nitekim Kur’an’da
<Dillerinizin yalan nitelemesi ile şu helâldır, şu
haramdır demeyin; aksi halde Allah’a iftira etmiş
olursunuz. Şüphesiz Allah’a yalan uyduranlar asla
kurtulamazlar.> buyurulmuştur (Nahl Sûr./116).
Allah’ın kullarına karşı sonsuz merhameti
vardır. Onların yaşamlarını sağlıklı ve huzur
içerisinde geçirebilmeleri için zararlı olanları
70
yasaklamıştır. Faydalı ve temiz olanları da tavsiye
etmiştir. Örneğin, <Ey Mü’minler! Size rızık olarak
verdiklerimizin helâl ve temiz olanlarını yiyiniz.>
(Bakara Sûr./172) buyurmuştur. Allah’ın Rasûlü de:
<Allah yolunda sefer yapmış, saçı başı dağınık, toz
toprak içinde (olduğu halde) ellerini göğe doğru
kaldırıp; - Ya Rabbi !Ya Rabbi! – diye dua eden,
halbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram
olan ve haram ile beslenmiş bulunan bu adamın
duası nasıl kabul olunacak?> buyurmuştur (4/3.cilt,
sf:352) . Bu hadis, Allah’ın sevgili kulu ve
Peygamberimizin ümmeti olmayı isteyen her
Müslüman’ın dikkat etmeyi gerektiren bir gerçeği
bizlere açıklıyor.
Haramla ilgili bu açıklamadan sonra nelerin
haram olduğunu görelim :
Kur’an-i Kerim’de;
- <Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası
adına kesilen, boğulmuş, vurulup öldürülmüş,
yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş,
canavarın yediği hayvanlar - ölmeden yetişip
kestikleriniz hariç-dikili taşlar(putlar) üzerine kesilen
71
hayvanlar ve fal okları ile kısmet aramanız size
haram kılınmıştır (Mâide Sûr./3).
- <Ey iman edenler,şarap,kumar,dikili
taşlar(putlar) , fal okları birer şeytan işi pisliktir;
bunlardan uzak durunuz ki,kurtuluşa eresiniz>
(Mâide Sûr./90).
- Mallarınızı haksız sebeple yemeyin. Kendiniz
bilip dururken insanların mallarından bir kısmını
yalan yemin ve şahadet ile yemeniz için o malları
hâkimlere vermeyin (Bakara Sûr./188).
- <Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Eğer
gerçekten inanıyorsanız faiz olarak artan miktarı
almayınız...> (Bakara Sûr./278).
< Ey iman edenler, aranızda karşılıklı rızaya
dayanan ticaret hali olması müstesna, mallarınızı
bâtıl (haksız ve haram yollar ) ile yemeyin ve
kendinizi öldürmeyin> (Nisa Sûr./19).
Peygamberimizin Hadislerinde ( Bazılarının
konu başlıkları) :
-Sapan taşı ile vurulup ölen hayvanın etinin
helâl olmadığı (12/12.cilt, sf:15),
72
-Dört ayaklı hayvanlardan azı dişi olanların
hepsinin ( kuşlardan da tırnaklı ve pençeli olanların )
etinin yenmeyeceği (12/12.cilt, sf:28),
-Hayvan ve insan yüzüne dağ (dövme)
işaretinin vurulmayacağı (12/12.cilt, sf:31),
-Sarhoşluk veren her içkinin haram olduğu
(12/12.cilt, sf:45),
-Ümmetimden muhakkak bir takım zümreler
türeyecek, bunlar zina etmeyi, ipekli elbiseler
giymeyi, şarap içmeyi, def dümbelek (çengi, çiğana)
ile eğlenmeyi helâl ve mübah sayacakları
(12/12.cilt, sf:47),
-Hiçbir kimse ölümü istemesin (12/12.cilt,
sf:77),
-Hal ve hareketleriyle, erkeklerin kadınlaşması
ve kadınların da erkekleşmesinin lânetlendiği
(12/12.cilt, sf:118),
-Bir Müslüman’ın din kardeşini üç günden fazla
bırakması (küs durması)nın helâl olmadığı
(12/12.cilt, sf:155),
73
-Ramazan bayramının birinci günü ile Kurban
bayramının dört gününde oruç tutmanın haram
olduğu (12/12.cilt, sf:37),
-Gıybet yapmanın ve dinlemenin haram olduğu
(4/3.cilt, sf:102-112),
-İnsanlar arasını bozmak için söz getirip
götürmenin haram olduğu (4/3.cilt, sf:120),
-Yalan söylemenin haram olduğu (4/3.cilt,
sf:123),
-Haksız yere ölülere sövmenin haram olduğu
(4/3.cilt, sf:147),
-Bir kimsenin sahip olduğu nimetine haset
(kıskanma) etmenin ve yok olmasını istemenin
haram olduğu (4/3.cilt, sf:151),
-Borcun geciktirilmesinin haram olduğu
(4/3.cilt, sf:180),
-Riba (faiz)’nın haram olduğu (4/3.cilt,
sf:185),
-Şer’i bir lüzum ve ihtiyaç olmadan yabancı bir
kadına, güzel bir gence şehvetle bakmanın haram
olduğu (4/3.cilt, sf:191),
74
-Canlı mahluk sureti yapmanın haram olduğu
(4/3.cilt, sf:223),
-Bir Müslüman’a kâfir demenin haram olduğu
(4/3.cilt, sf:258),
-Bir kimse eşini yatağına çağırıp kadının da
özrü olmadığı halde gelmemesinin haram olduğu
(4/3.cilt, sf:268),
-İmama uyan bir kimsenin imamdan önce
başını rûku ve secdeden kaldırmasının haram olduğu
(4/3.cilt, sf:269),
-Namaz kılan kimsenin önünden geçmenin
haram olduğu (4/3.cilt, sf:273),
-Mezar üzerine oturmanın haram olduğu
(4/3.cilt, sf:278),
-Bir kadının, kocasından başka ölü için üç
günden fazla yas tutmasının haram olduğu (4/3.cilt,
sf:285),
-Kişinin kendi babasından başkasını baba
olarak kabul etmesinin haram olduğu ( 4/3.cilt,
sf:308).
75
b. Günahlar:
Günah, din kurallarına göre suç sayılan söz ve
davranışlara denir. Diğer bir ifadeyle, akıl ve irade
sahibi bir Müslüman’ın, Allah ve Peygamberimiz
tarafından yasaklanan işleri yapması, yapılmasına
rıza göstermesi veya yapılmasına yardımcı olmasına
denir. Demek ki, bir şeyin günah sayılabilmesi için;
(1) O, söz ve davranışın yapılması Allah ve
Peygamberi tarafından yasaklanmış olması veya
bunun;
(2) İslâm’da suç sayılması, gerekir.
İslâm’da günahlar, küçük ve büyük gibi bir
ayırımla ifade edilir. Suçun özelliğine göre derece
derece farklılık arz eder. Bunu bir örnekle açıklamak
gerekirse: Toplu taşım aracına binerken oturacak
yer bulabilmek amacıyla sırada olanları iterek öne
geçmek, başkaların hakkına saygı gösterilmediği için
günah işlenmiş olur. O kişi, araç içinde yürürken
aceleciği sonucu bir yolcunun ayağına basar.
Yolcunun canı acıdığından daha dikkatli olması için
ikaz eder. Fakat o, babasını da kapsayan bir
76
hakaretle cevap verir. İşte birinci suçu küçük günah,
ikinci suçu ise büyük günah sayılan söz ve
davranıştır.
Her Müslüman’ın, günahın büyük-küçük
demeden tümünden sakınması gerekir. Ancak,
dünya ve âhiretteki cezası yönünden özellikle büyük
günahlardan kaçınılması önem arz eder. Çünkü
<Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların
büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kusurlarınızı
(küçük günah) örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız>
(Nisa Sûr./31) buyrulmuştur. Bu nedenle, büyük
günahların neler olduğu konusu bazı ayrıntılarıyla
açıklanacaktır.
Büyük Günahlar:
Büyük günah denince, genel olarak şu husus
anlaşılmalıdır: Büyük fesada sebebiyet veren,
dolayısıyla dinen şiddetli cezayı gerektiren kötü bir
suç ve fiil, büyük günahtır. Bir suçun büyük günah
sayılıp sayılmaması, Allah ve Resûlu’nun bildirdiği
hükümlere göredir. Büyük günahların sayısı
77
hakkında çeşitli görüşler mevcuttur. Bazıları 9, 10,
12 olarak tespit ederken Ebu Talib-i Mekkî’nin
rivayetine göre bunun sayısı 17 olarak bildirilmiştir.
Şimdi bunların âyet ve hadislere dayandırarak neler
olduğunu görelim:
(1) Küfür:
<Ey Mü’min’ler! Allah’a, Peygamberi’ne ve
Peygamberi’ne indirdiği Kur’an’a, daha önce indirdiği
kitaplara olan imanınızda devamlı bulunun. Kim
Allah’ı, meleklerini, kitaplarının, peygamberlerini ve
âhiret gününü inkâr ederse, muhakkak hidayetten
uzak bir sapıklığa düşmüştür> (Nisa Sur./136).
İbn-i Mes’ud (R.A.)’dan rivâyet edilmiştir.
Demiştir ki Resûlullah’a:
Hangi günah daha büyüktür, diye sordum:
< Seni yaratmış olduğu halde Allah’a ortak
koşmandır> dedi (4/4.cilt, sf:350).
Küfrün çeşitleri:
(a) Allah’tan başka canlı ve cansız varlıkları
ilah kabul etmek. Allah’a inanmakla birlikte, O’na
başka şeyleri şerik (ortak) koşmak. Hırıstiyanlık’taki,
78
Allah, İsa ve Ruh’ul Kudüs inancı (Teslis Akıdesi) bu
çeşittendir.
(b) Allah kabul edilmekle beraber, O’na
yakınlığı temin etmek ve O’nun katında şefaatçı
olmak üzere putlara ve heykellere tapmak (eski
Araplar’daki putperestlik bu türdendir). Ayrıca, türbe
ve yatırlardan yardım istemek ve bazı mekânlara
bez bağlayıp dilekte bulunmak,
(c) Bir kısım insanların kendi aralarından
bazılarını “Rabb” olarak kabul etmeleri, Allah’ın emir
ve yasakları yerine, onların emrettiklerini yapmaları
(Musevilik’teki, Yahudiler’in Tevrat’ı bırakıp
Hahamlar’ını Tanrı yerine koymaları ve bunlara itaat
etmeleri bu cinstendir.
(d) Şirkin en kapalı görülen bir şekli de,
insanın kendi heves ve süfli arzularına körü körüne
uymasıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: <Kendi nefsi
arzularını mâbût edinen kimseyi gördün mü?>
(Furkan Sûr. /43) buyrulmaktadır. Allah’ın emirlerini
terk ederek başka bir kimsenin veya kendi nefsi
arzularına itaat etmenin şirk türünden olduğu
böylece anlaşılmaktadır. Örneğin, bir konu üzerinde
79
görüşünü (iyi veya kötü- helâl veya haram
söylerken, “benim görüşüme veya mantığıma göre,
bu haram değildir – kötü olarak kabul edilmemesi
gerekir” şeklinde hüküm beyan etmesi, Allah’ın
hükmü dururken kendi arzusuna uyması şirk olarak
kabul edilmektedir.
(e) Tabiatın, yaratıcı ve düzenleyici varlık
olduğuna inanmak. Tabiat yaratıyor ve yapıyor
şeklindeki inanç Allah’a şirk koşmaktır (13/ sf: 64).
(f) İbadeti, Allah’ın emri olduğu için değil,
şahsi ve dünyevi maksatlar için yapmak bir çeşit
şirktir (13/sf: 65).
(g) Karşılıklı konuşmalarda”Allah baba” bana
ne verdi ki şeklindeki ifadeler şirk olmaktadır.
(ğ) Kur’an-ın belirlediği emir ve yasakları
küçümseme, ciddiye almama ve bunlarla alay etme,
gibi söz veya davranışlarda bulunmak (Mâûn Sûr./1-
7).
(2) Küçük Olsa Bile Bir Günahı İşlemeye
Devam Etmek:
80
İslam uleması, küçük günahlarda ısrar edip
devamlı işlerlerse, bu günahlar, büyük günahlara
dönüşür diye görüş bildirmişlerdir (27/1.cilt, sf:157).
(3) Allah’u Teâlâ’nın Rahmeti’nden
Ümidini Kesmek:
<De ki: Ey nefislerine fenalık yapmakta ileri
gidenler, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz.
Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki,
O, çok yargılayıcıdır, çok esirgeyicidir> (Zumer
Sur./53).
Hz. Ömer’den rivayet edildiğine göre, bir gün
Rasûl-i Ekrem (S.A.) esirler arasında çocuğundan
ayrılmış bir kadını gördü. Kadın, çocuğuna
üzüntüsünden rast geldiği çocuğu kucağına alıyor ve
emziriyordu. Rasûl-i Ekrem,Ashabına:
“Hiç bu kadın çocuğunu ateşe atar mı? Dedi.
Onlar:
- Asla, cevabını verdiler. Bunun üzerine
Rasûlullah:
81
- O halde biliniz ki, Allah’ın kullarına
merhameti, bu kadının çocuğuna
merhametinden çok daha fazladır.” buyurdu
(4/1.cilt, sf:454).
(4) Allah’u Teâlâ’nın Mekrinden Emin
Olmak:
Mekri İlâhi’den emin olmak, Allah’ın azap
edeceğini düşünmemek veya kabul etmemek,
anlamındadır.
<Onlar ki, Rablerinin azabından korkarlar.
Çünkü, Rablerinin azabından emin olunamaz>
(Meariç Sûr/26-27).
(5) Sarhoş Eden Her Hangi Bir Şeyi
İçmek:
<Ey iman edenler; içki, kumar, putlar ve fal
okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan
kaçınınız ki saadete eresiniz.
Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden
aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı
82
anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık
bunlardan vazgeçerseniz değil mi? (Mâide Sûr./90-
91)
Hz. Aişe (R.A) şöyle dedi: <Rasûlullah’a bıt’ı
(içkisinin hükmü) sorulmuştu.” Rasûlullah (S.A.):
Sarhoşluk veren her içki haramdır.”buyurdu. (Bıt’ı,
baldan yapılan bir çeşit içki) (8/6.cilt, sf:226).
(6) Yetim Malını Yemek (Veya Hakkını
Gasbetmek):
<Yetimlerin malına yaklaşmayın, ancak
yetimin malını korumak ve verimli bir hale getirmek
gibi en güzel tasarruf tarzı müstesnadır (En’am
Sûr./152).
Nebiyy-i Muhterem (S.A):
<Siz (fertlerin ve milletlerin mahvına sebep
olan) yedi günahtan sakınınız.> buyurdu. Ashab-ı
Kiram :
- Ya Rasûlullah, bunlar hangileridir ? diye
sordular. Peygamberimiz:
- <Allah’a şirk koşmak, büyü yapmak, Allah’ın
katlini haram kıldığı kimseyi öldürmek, tefecilik
yapmak,yetim malı yemek, düşman ile harp
83
yapılırken kaçmak,namuslu bir kadına zina iftira
etmektir> buyurdu (4/3.cilt, sf:184).
(7) Faiz Yemek Ve Faiz Vermek:
<Riba yiyenler, kıyamet gününde
mezarlarından şeytan çarpmış saralılar gibi deli
divane olarak kalkarlar. Halbuki, Allah Teâlâ, alış
verişi helâl, ribayı (faizi) haram kılmıştır.> (Bakara
Sûr./275).
İbn-i Mes’ud (R.A.) anlatıyor: Peygamberimiz,
<Ribayı (faizi) alana da verene de lânet etti>, dedi (
4/3.cilt, sf:186).
Tarih 8 Mart 632, günlerden Cuma,
Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.) “Veda haccı“
maksadı ile bulunduğu Arafat Vâdisi’nin ortasında ve
Kasva adlı devesi üzerinde, çevresinde toplanmış
124,000 Müslüman’ın şahsında bütün insanlığa şöyle
sesleniyordu:
<Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa
onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır,
ayağımın altındadır. Fakat aldığınız borcun aslını
84
ödemek gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme
uğrayınız. Allah’ın emriyle bundan böyle faizcilik
yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin âdetin her
türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de
Abdulmuttalib’in oğlu amcam Abbas’ın faiz
alacağıdır> (26/sf:246-247).
Türkiye 1970 yılından itibaren gittikçe artan ve
bu kitabın yazıldığı tarihe dek yüksek enflasyonlu bir
ekonomik kriz yaşamaktadır. Örneğin, tüketici fiyat
endeksini baz kabul edersek yıllık enflasyon oranı
Ocak 1997’de: % 77.7, Ocak 1998’de: % 93.3,
Ocak 2000’de: % 69.7, Ocak 2002’de: % 73.1
olarak gerçekleşmiştir. Gelişmiş ülkelerde yıllık
enflasyonun % 1 veya 2 civarında olduğu
bilinmektedir. Bu da Türkiye de enflasyonun ne denli
yüksek olduğunu göstermektedir. Enflasyon demek,
pahalılık demektir. Türk parasının değer kaybı, alım
gücünün düşüşü demektir. Yine bir örnekle konuya
açıklık getirelim :
3 Ocak 1984 tarihinde toz şekerin kilosu: 100
lira, patatesin kilosu: 35 lira, iken 1 Ekim 2001
tarihinde toz şekerin kilosu: 795 bin TL, patatesin
85
kilosu: 200 bin TL olmuştur. Özet olarak 17 yıl
içinde toz şeker 7950 kat, patates ise 5714 kat artış
göstermiştir. Dolar karşısında Türk parasını
incelersek, 15 Ocak 1991 tarihinde T.C. Merkez
Bankası efektif dolar alışı: 1 dolar = 3019 TL iken; l5
Ocak 2002’de: 1 dolar = 1.339.245 TL düzeyine
yükselmiştir. Bu da, dolar karşısında Türk parasının
değer kaybını gösteriyor.
Bu olumsuz gelişmeler karşısında vatandaşın
elindeki tasarruflarının enflasyon nedeniyle değer
kaybına uğramaması için bazı kişiler banka faizinin
haram olmadığı, faiz olarak verilen ilâve paranın,
tasarrufun aşınma payı olduğu, şeklinde beyanlarda
bulunmuşlardır. Yine bu kişiler, yıllık enflasyon oranı
altında verilen banka faizlerinin haram olmayacağı
yönünde görüş belirtmişlerdir. Ancak, enflasyon
oranı, tüketici ve toptan eşya endeksine göre ayrı
ayrı ifade edilmektedir. Bunun hangisini ölçü kabul
ettiklerine açıklık getirmemişlerdir.
Öte yandan banka faizinin haram olduğuna
dair Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek
Kurulunun bir fetvası (beyanı) vardır: “171-
86
Almanya bankalarına yatırılan paranın faizi helâl olur
mu?”
İslâm müctehid ve fakıhlarının çoğunluğuna
göre, Müslüman için İslâm ülkelerinde yapılması
haram olan bir şeyin, İslâm ülkesi olmayan yerlerde
yapılması da haramdır. Bu itibarla, İslâm ülkelerinde
haram olan faizli akitlerin yapılması, İslâm ülkesi
olmayan yerlerde de haramdır...” (26/sf:99).
Bu bilgiler ışığında çıkış yolu, ancak Veda haccı
hutbesinde Peygamberimizin hitabına kulak vererek
bulunabilir: <Allah’ın emriyle, bundan böyle faizcilik
yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin âdetin her
türlüsü ayağımın altındadır.>
(8) Yalan Söylemek Ve Yalan
Şahitlik Yapmak:
Yalan söz söyleme konusunda Allah, <Ey iman
edenler! Allah’a iman edin ve yalan söz söylemeyin
ki, Allah işlerinizi başarıya ulaştırsın ve sizi
bağışlasın...> (Enfal Sûr./71-72) buyurarak işlerin
yararımıza sonuçlanabilmesi için yalan sözden
kaçınmanın gerekliliği koşulu getiriliyor.
87
Peygamber Efendimiz:
- <En büyük günahları size haber vereyim
mi?> dedi. Evet ya Rasûlullah, dedik.
- <Allah’a şirk koşmak, anaya babaya âsî
olmaktır.> dedi. Yatmış olduğu yerden doğrulup
oturdu ve:
- <Haberiniz olsun! Aman, yalan sözden ve
yalan yere şahitlik yapmaktan sakınınız.> buyurdu
ve bu cümleyi durmadan tekrar etti (4/3.cilt,
sf:138).
(9) Açıkça Kazfetmek (Temiz Bir Kimseye
Zina Yapıyor Demek):
<İffetli Müslüman kadınlara zina iftira edenler,
sonra dört şahit getiremeyenler (var ya), işte
bunlara seksen değnek vurun. Bunların şahitliklerini
ebediyen kabul etmeyin. Bunlar asıl fasıklardır>
(Nur Sûr./4).
<Zinadan haberi bulunmayan iffetli Mü’min
kadınlara zina istinat edenler, dünyada ve âhirette
88
lânete uğramışlardır. Onlara büyük bir azap vardır>
(Nur Sûr./23).
(10) Yalan Yere Yemin Etmek:
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:
<Büyük günahlar; Allah’a şirk koşmak, ana babaya
asi olmak, haksız yere adam öldürmek, bile bile
yalan yere yemin etmektir (4/3.cilt, sf:247).
(11) Sihir Yapmak:
<Büyücü ise nerede olsa felah bulamaz.>
(Taha Sûr./69). <De ki: Yarattığı şeylerin şerrinden,
karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
düğümlere üfleyen (büyücülerin) şerrinden, haset
eden kişinin şerrinden, felâkın (sabah) Rabb’ına
sığınırım.> (Felâk Sûr.).
(12) Zina Yapmak:
<Zinaya da yaklaşmayın, çünkü o pek çirkindir
ve kötü bir yoldur> (İsra Sûr./32).
89
Muhakkak Allah zina yapan kadınlar için bir yol
tayin etmiştir: Evlenmiş yahut dul, evlenmiş yahut
dul ile; evlenmemiş, evlenmemiş olanla zina
ettiğinde, evlenmiş ve yahut da dulun cezası yüz
değnek ve sonra taşla taşlanmaktır (Recm). Bekâr
olanın cezası ise yüz değnek vurulmak ve sonra da
bir yıl sürülmektir (4/5.cilt, sf:286).
Zina, reşit yaştaki erkek ve kadının nikâh akdi
olmadan cinsi ilişkide bulunmalarına denir. Bu
ilişkiye fuhuş adı da verilir. Zina evlilik bağlarını
çözdüğü, aileyi dağıttığı ve nesli bozduğu için eski
toplumlarda olduğu gibi İslâm dininde de yasak
edilmiş ve büyük günah sayılmıştır.
Zinanın ne denli çirkin bir iş ve kötü bir gidişat
olduğu için İslâm, değil cinsi ilişkide bulunmayı,
zinaya yaklaştıracak yolları da yasaklamıştır. Bu
itibarla, aralarında evlilik bağı ve nişan akdi
bulunmayan kadın ve erkeğin birbirine bakışması,
cinsel isteği kabartan söz ve davranışlarda
bulunması hoş karşılanmamıştır. Peygamber
Efendimiz’in bir Hadis-i Şerif’inde: <Gözün zinası
bakmaktır, kulağın zinası dinlemektir. Dilin zinası
90
konuşmaktır. Elin zinası yapışık tutmaktır. Ayakların
zinası (o işi yapmak üzere) yürümektir.>(Ahmed b.
Hambel, Müsned,ll.343,376) buyurarak, yukarıdaki
âyetin bir yorumunu yapmıştır.
Zamanımızda kadın erkek ilişkileri alabildiğine
serbestlik kazanmış ve basın, yayın, moda, reklâm,
hatta ticaret kazançlarını, insanların şehevi arzuları
üzerine bina etmişler, cinsi eğilimleri bir çıkar
vasıtası olarak kabule başlamışlardır. Toplum ve
aileyi olumsuz yönde etkileyen bu davranış
karşısında Mü’min kadın ve erkeğe düşen görev,
Kur’an ve sünnetin hükümlerine uymak ve
nefislerine uygulamak, olmalıdır (7/sf:768).
Genelde zinaya yaklaştıran birinci yol,
bakışmadır. Bu nedenle Allah Teâlâ meâlen <(Ey
Rasûlüm!) Mü’min erkeklere söyle, gözlerini
haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, bu
kendileri için daha temiz (davranıştır)...>, <(Ey
Rasûlüm!) Mü’min kadınlara söyle, gözlerini
haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar...> (Nur
Sûr./30-31) buyurarak zinaya geçiş yolunu
kapatmıştır. Günlük yaşamımızda, sokakta,
91
pazaryerinde, iş yerinde, okul ve hastane gibi
mekânlarda kadın ve erkek bir arada bulunmak,
karşı karşıya gelmek zorunluluğunda olup ister
istemez birbirine bakacaklardır. Bu davranış âyet ve
hadislere göre günah olup olmadığı konusunda bir
kararsızlık ortaya çıkmaktadır. Bakışma, her iki taraf
için cinsel isteğini ön plâna çıkarma aşamasına
geldiği taktirde günah sayılmaktadır. Nitekim bu
konuda Peygamberimiz bir hadisinde: <Bakışları ard
arda getirmeyin> buyurmuştur.(Tirmizi Sûnen
Edeb:28). Yani, İlk bakışta günah olmadığı
anlaşılmaktadır. Netice olarak zinaya yaklaşma
konusunda Mü’minler büyük bir sınav geçirmekteler.
İnsanlara, neslinin çoğalıp devam etmesi
yönünden kadın erkek arasında bir yakınlaşma,
birbirlerini sevme ve yaşamlarını bir arada geçirme
duygusu verilmiştir. Doğuştan gelen bu istek
doğrultusunda kadın-erkek arasında evlilikle
sonuçlanan yakınlaşma her zaman olmaktadır.
Ancak bu yakınlaşma, belirli kurallara uygun ve
meşru zeminlerde yapıldığı takdirde beğeni kazanır.
Aksi halde kişileri, günah işlemeye ve harama
92
yönlendirir. Burada da yine akıl ile nefsin (şehevi
arzuların) öne geçme mücadelesi verilmektedir.
Allah rızasını gözeterek nefsini yenen kişi, hem
sevap kazanır, hem de Allah’ın makbul (mutteki)
kulları arasına katılmak üzere bir adım daha atmış
olur.
(13) Livata Yapmak:
<Kadınlara Allah’ın emrettiği yerden cinsi
ilişkide bulunun.> (Bakara Sûr./222)
buyurulmuştur. Ebu Hureyre (R.A.) anlatıyor:
Rasûlullah (S.A.) demiştir ki: <Bir kadına arkadan
cinsi ilişkide bulunan lânetllidir.> Diğer bir hadisinde
Peygamberimiz : <Bir erkeğe veya kadına
arkasından cima eden (cinsi ilişkide bulunan)
kimseye Allah nazar kılmaz (yüzüne bakmaz)
(14/3.cilt, sf:294-296).
İslâm alîmleri, hayvanlarla cinsi ilişkide
bulunmanın çirkin bir gidişat olduğunu beyan edip
aynı cezai hükümle cezalandırılacağını
belirtmişlerdir.
93
(14) Haksız Yere Adam Öldürmek:
<Kim de bir Mü’mini kasten öldürürse, onun
cezası, içinde devamlı kalmak üzere, Cehennem’dir.
Allah ona gazap etmiş, lânet etmiş ve büyük bir
azap hazırlamıştır.> (Nisa Sûr./93). Peygamberimiz
de: <İnsan Allah’ın binasıdır; o binayı yıkan
lânetlenmiştır.> buyurmuştur (14/3.cilt, sf:496).
(15) Hırsızlık Yapmak:
<Erkek hırsız ile kadın hırsızın – o yaptıklarına
bir karşılık ve Allah’tan ibret verici bir ceza olmak
üzere-ellerini kesin. Allah mutlak galiptir, yegâne
hüküm ve hikmet sahibidir (Mâide Sûr./38).
Rasûlullah (S.A.) de buyurmuştur ki: < Hırsızın eli,
çeyrek dinarda ve daha fazlasında kesilir.> Bu
konuda mezhepler arası bir görüş birliği
sağlanmamıştır. Hanefi Mezhebi, el kestirmeyi
gerektiren hırsızlığın en az 10 dirhem veya o
kıymette mal olmasını ön görmüştür. Şafilerde ise,
çeyrek dinar altın veya 3 dirhem gümüştür
(14/4.cilt, sf:42-43).
94
(16) Harpte Düşman Karşısından Kaçmak:
<Ey iman edenler, toplu bir halde kâfirlerle
karşılaştığınız zaman onlara arkalarınızı dönmeyin
(kaçmayın) (Enfâl Sûr./15). Rasûl-i Ekrem Efendimiz
de: <Siz düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz,
karşılaştığınız zaman da sabredip karşı koyunuz.>
buyurmuştur (4/2.cilt, sf 573).
(17) Ana- Baba Hakkına Saygı
Göstermemek:
<Rabb’ın kesin olarak şunları emretti: Ancak
kendisine ibadet edin, ana- babaya güzellikle
muamele edin; eğer onlardan biri veya ikisi senin
yanında ihtiyarlık haline ulaşırsa, sakın onlara“ öf“
bile deme ve onları azarlama. İkisine de iyi ve
yumuşak söz söyle> (İsra Sûr./23). Peygamberimiz
de : <Büyük günahlar: Allah’a şirk koşmak, ana ve
babaya âsi olmak, haksız yere adam öldürmek ve
yalan yere yemin etmektir.>, <Rasûlullah: Bir
kimsenin, ana ve babasına sövmesi, büyük
95
günahtır> buyurduğunda, Ashab:- Ya Rasûlullah! Bir
adam ebeveynine söver mi? dediler.
- <Evet, bir kimse başkasının babasına söver,
o da (karşılıklı) onun babasına söver; başkasının
anasına söverse, o da onun anasına söver.>
buyurdu (4/1.cilt, sf:369).
Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan bir
eserde, gıybet (çekiştirme), kovuculuk, sû-i zan,
alay etmek, hile yapmak, kibir (büyüklük taslamak)
ve farz olan ibadetleri (İslâm’ın beş şartı) terk
etmenin de büyük günahlardan sayıldığı ifade
edilmiştir (15/ sf:43-53).
S o n u ç :
Bu dünya hayatı geçicidir. Hakiki ve devamlı
olan âhiret hayatıdır. Bu dünya hayatı, âhiret için bir
imtihan yeri, çalışma ve kazanç elde etme (iyi
ameller) mekânıdır. Âhiret aleminde rahat, sükûn ve
huzur içinde bulunmak (cennet yaşantısı), ancak bu
dünyada iken Allah’ın hoşnutluğunu kazanmakla
(dinin emirlerine uymakla) mümkündür.
Peygamberler hariç her insanın dini konularda
kusur ve günahı olabilir. Mümkün olduğu ölçüde
96
Allah’ın azametini ve Cehennem hayatının ıstırabını
düşünerek bütün günahlardan kaçınmak ve özellikle
büyük günahları işlemekten sakınmak gerekir. Bu
hususta Kur’an-ı Kerim’de Allah’u Teâlâ bizlere şöyle
buyuruyor: <Gizli ve aşikâr olan günahı bırakın.
Çünkü günah kazananlar, kıyamette kazandıklarının
cezasını muhakkak çekecektir.> (En’am Sûr./120).
<O gün (kıyamette) insanlar, amellerinin karşılığı
kendilerine gösterilmek için (derecelerinin gereği)
fırka fırka (kabirlerinden) çıkacaktır. Zıra, kim zerre
miktarı bir kayır işlerse, onun mükâfatını görecek;
kim de, zerre miktarı bir kötülük işlerse onun
cezasını görecektir.> (Zilzal Sûr./6,7,8). Büyük
günahlardan sakınmak hususunda da: <Eğer siz
yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden
sakınırsanız, sizden diğer kusurlarınızı örteriz ve sizi
iyi bir gidişata sokarız.> (Nisa Sûr./31) belirtilmiştir.
İnsan, hayat yaşantısı sürecinde arzu ve
isteklerinin etkisinde kalıp dinin yasak saydığı
herhangi bir fiili işlerse, kazanmış olduğu bu
günahtan nasıl temizlenmesi gerekir? Ben, günahkâr
bir insanım diyerek günah işlemesine devam etmesi
97
doğru mudur? Hayır! Allah-u Teâlâ, bizlerin iradesi
zayıf birer yaratık olduğumuzu bildikleri için yine
bizlerin yararına “tövbe“ kapısını açık bırakmıştır. Bu
bakımdan kul, yaptığı günah bir işten ötürü hemen
pişmanlık duyup bağışlanması için Allah’a karşı
tövbe etmesi gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de
Tanrı’mız şöyle buyuruyor: <O kimseler ki, kötü
işlerde ısrar ederken onlardan birine ölüm gelip
hayattan ümidini kesince ben, şimdi tövbe ettim,
der. O kimseler için tövbe yok (tövbeleri kabul
edilmez). Kâfir oldukları halde ölenlere de tövbe
yok, işte biz onlar için âhirette acıklı bir azap
hazırlamışızdır.> (Nisa Sûr./18). <Rabb’iniz,
içinizdekini daha iyi bilir. Eğer, iyi kimseler olursanız,
elbette Allah, kendisine dönüp tövbe edenleri
bağışlayacaktır.> (İsra Sûr./25). Âyet-i kerimenin
açık ifadesinden de anlaşıldığı üzere tövbe,
pişmanlıkla, halisane ve vecd içinde yapılmalıdır ki,
Allah katında makbul olabilsin. Eğer insan, yaptığı
tövbeden sonra aynı kusurları işlemeye devam
ederse, yapılan tövbeler yine makbul sayılmaz.
98
Küçük Günahlaın En Önemlileri
(1). Gıybet ( Çekiştirme )
Müslümanlar’ın yaptıkları ibadet ve hayır
hasanetlerini devamlı kemirip bitiren hastalıkların
başında gıybet gelir. Bundan kurtulmak hiç de kolay
olmayan bir mücadeledir. Her Müslüman söz ve
davranışında gıybetten uzak kalabilmesi için bu
konuda Allah ve Rasûlu’nun emir ve yasaklarını iyi
öğrenmesi, ayrıntılara girip nelerin gıybet olup
olmadığını tespit edip kendi yaşantısına uygulaması
gerekir. Bu nedenle, gıybet konusu ayrıntıları ile
açıklamaya çalışılacaktır.
Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: <Biriniz
diğerini gıybet etmesin sizden biri ölü kardeşinin
etini yemek ister mi? Elbette bundan ikrah edersiniz.
O halde Allah’tan korkunuz Allah tövbeleri kabul
eder, çok esirger.> (Hucurat Sûr./12).
Gıybet Nedir?
Çekiştirmek anlamında olan gıybet, Müslüman
kardeşini arkasından kötülemek maksadıyla
99
kusurlarını onu tanıyan kimselere söylemektir. Bu
kusur, ister dini faaliyetlerinde olsun, ister sözünde,
ister işinde, ister oturup kalkmasında, yiyip
içmesinde, giyip konuşmasında, ister bedeninde,
ister ahlâkında ve buna benzer davranışlarında olsun
(hasis, cimri, uzun, kısa, siyah, korkak, geveze gibi)
bütün bunları Hz. Peygamber’imiz şöyle hulasa
etmiştir: <Gıybet, kardeşini hoşlanmadığı şey ile
anmaktır.> (4/3.cilt, sf:110).
Bu ifadeden de anlaşıldığı üzere bir şahsın
arkasından ve onu tanıyanlara, bu kimsenin
kusurlarını açıklamak, hatalarını döküp saymak
gıybet olmaktadır. Hiçbir kimse kendisini tanıyanlar
karşısında küçük düşmek ve onlarca gizli olan
hatalarını öğrenmelerini hoş karşılamaz. Bu
bakımdan kendisi aleyhinde gıybet yapılmasını da
hoş görmez. İslâm dini toplum düzenine büyük
önem verir ve Müslümanlar’ın birlik içinde
yaşamalarını teşvik eder. İşte bu nedenle
Müslümanlar arasında beraberliği rencide edecek her
davranış yasak kılındığı gibi gıybet de
yasaklanmıştır. Denebilir ki “Ben gıybet etmiyor
100
onun üzerinde mevcut kusurları söylüyor ve
eleştiriyorum.”, yukarıda izah edildiği gibi velev ki o
kusur şahsın üzerinde bulunsa dahi, duyduğu zaman
hoşlanmayacağını dikkate almayarak, teşhir etmek,
tanındığı çevreye yaymak ve küçük düşürmek gibi
hareketler gıybet hükmüne girmektedir. Şayet,
arkasından çekiştirilen şahısta gerçekten o kusurlar
mevcut değilse, o zaman şahsa karşı iftira edilmiş
olur. Dini hükümlere göre bunun cezası ise daha
ağırdır.
Gıybetin Çeşitleri:
-Kalp ile yapılan gıybet (Sû-i zan)
-Söz, işaret, îmâ ve hareketlerle yapılan gıybet
(alay etmek)
-Yazı ve şiir ile yapılan gıybet
Bunlar içinde dini bakından büyük ceza
gerektiren, yazı ve şiir ile yapılan gıybettir. Çünkü
bu çeşit yayın yoluyla herkesin okuması ve
öğrenmesi mümkün olmaktadır. En hafifi ise kalp ile
yapılan gıybettir.
Neden Gıybet Yapılır?
101
Gıybetin kaynağı, haset, çekemezlik, gadap ve
hiddettir. İnsanlar, genel olarak karşısındaki kişilerin
başarılarını hazmedemez ve onları kıskanırlar. Kendi
iç dünyaları rahatsız olur ve bir türlü huzur
bulamazlar. Bu hastalıktan kurtulmak için nefsin
istekleri etkisine kapılarak haset ettiği şahsın
arkasından – varsa eğer – kusurlarını çekiştirmek
suretiyle hastalığına şifa arar. Deşarj olmakla
(psikolojik bakımdan boşalma) bir anlık sükûnete
kavuşur. Ancak, farkında olmadan Allah ve
Rasûlu’nun önemli emir ve tavsiye ettikleri
toplumdaki Müslümanlık beraberliğini yıktığından
dolayı ilâhi gazaba uğramış olur. İnsanlar yine
çekemediği veya kızdığı kimseye bir şey
yapamayınca, onu gözden düşürmek ve kötülemek
üzere her türlü kusurlarını araştırıp fırsat buldukça
toplantılarda teşhir eder.
Gıybet Yapılmasının Uygun Olduğu Yerler:
Gıybet, yasak ve haram olmasına rağmen bazı
şer-i meselelerde yapılmasına “İslâm Uleması’nca”
cevaz verilmiştir. Şöyle ki:
102
-Mazlumun, uğradığı zulümden korunmak için
durumunu ilgililere anlatması; dini bir meseleden
dolayı müftüye sorup fetva alması,
-Fenalık yerlerini veya isyan yapılan yerleri
ilgililere haber vermesi,
-Çevresine kötülük yapan ve güven sarsıcı
davranışlarda bulunan kişilerin topluma tanıtılması.
Gıybet Günahının Affı:
Gıybet günahının affı, Allah’a tövbe etmek ve
gıybetini yaptığı şahısla helâllaşmak, ondan af
edilmesini istemekle ancak mümkün olur. Gıybet
edilen şahıs ölmüşse onun için Allah’tan bağışlanma
ve rahmet dilemelidir.
(2) Gurur ve Kibir:
İnsanı yaradılış gerekçesine ters düşüren
duygu ve davranışlardan biri de gurur ve kibirdir. Bu
manevi hastalık, insanı, toplum içinde küçük
düşürdüğü gibi dünyada ve âhirette birçok zararlara
da sokar. Onun günahkâr olmasına sebep olur.
Çünkü gurur ve kibir, nefse üstünlük ve benlik
103
sağlarken, Allah’ın emirlerine karşı da muhalefeti
güçlendirir.
Oysaki büyüklük, her şeyin hâkimi ve yaratıcısı
Allah’a mahsustur. O’nun varlığı ezeli ve ebedidir.
Sonsuz kuvvet ve kudret sahibidir. İnsan, Allah’a
kulluk etsin; O’nun yüceliği, kuvvet ve kudreti
karşısında hiçliğini ve muhtaçlığını bilsin diye
yaratılmıştır. Bu nedenle kulluk ile büyüklük
bağdaşmaz. Bir insan büyükleniyorsa bu gerçeği
göremiyor ve kulluğuna gölge düşürüyor, demektir.
İnsanlar, Allah’a kulluk yönünden eşit olarak
yaratılmıştır. Ancak, toplum içinde sosyal yaşantıları
için kendilerine farklı özellik ve beceriler
sağlanmıştır. Verilen bu üstünlükten dolayı
büyüklenmek ve imkânların amacı dışında özellikle
diğer insanları aşağılama, baskı, zulüm ve sömürü
aracı olarak kullanılması, Kur’an ve Peygamber’in
sünnetine ters düşmektedir. Nitekim Allah Taâlâ
Kur’an-ı Kerim’inde < Allah, kurumlu, böbürlenen
insanları sevmez > (Nisa Sûr/ 36). “İçinde ebedi
kalmak üzere cehennemin kapılarına girin.
Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür.“ (Nahl Sûr/:29).
104
<Yeryüzünde kabara kabara yürüme, çünkü sen yeri
yırtamazsın, boyca da dağlara erişemezsin.> (İsra
Sûr/37). <İşte Allah her kibirli zorbanın kalbini böyle
mühürler.> (Mü’min Sûr/35).
Hz. Peygember de: <Kalbinde zerre kadar
kibir olan Cennet’e giremez. Allah güzeldir, güzeli
sever. Kibir ise hakkı kabul etmemek ve insanları
hor görmektir.> (4/2.cilt, sf:44) demek suretiyle
gurur ve kibirin ne derece zararlı duygu olduğunu
belirtmişlerdir.
Tarihte gurur ve kibirle yoğrulmuş ve bizlere
ibret olabilecek pek çok acı olaylar mevcuttur.
Aşağıda dikkatlere sunulan birkaç olay bunun birer
örneğini teşkil etmektedir.
(a) Huneyn Savaşı ( 6 Şevval 8/ 27 Ocak 630)
Mekke’nin fethi sevincini yaşayan
Müslümanlar, dönüş hazırlıklarına başlarken üzücü
bir haber alırlar. Mekke’ye yakın bir bölgedeki
Hevazin Kabilesi, Müslümanlar’la savaşa
hazırlanmışlar. Müslümanlar da düşmanı kendi
topraklarında karşılamak üzere 12,000 kişilik bir
ordu oluştururlar. Mekke çevresi, şimdiye kadar
105
böyle bir ordu görmemişti. Huneyn Vâdisi’ne doğru
yürüyen İslam Ordusu, adeta ufukları çınlatıyordu.
Etrafa dehşet saçan bu manzara ise,
Müslümanlar’dan bazılarını gurura sevketmekteydi.
İçlerinden “Bu ordu hiç mağlup olur mu?” diye
hislerini üst perdeden ifade edenler bile oluyordu.
Müslüman Ordusu akşam vakti Huneyn
Vâdisi’ne ulaştı. Sabah alaca karanlığında savaş
başladı. Boğazın iki tarafında düşman siperlerinden
üzerlerine yağan oklar, bir anda paniğe
kapılmalarına ve kaçışa sebep oldu. Hatta o kargaşa
içinde, yanlış hedeflere saldıranlar bile oldu. Durum
oldukça tehlikeliydi. Ancak, Hz. Peygamber yerinden
kıpırdamamıştı. Geri kaçan Müslümanlar’ı görüyor,
onları durdurmaya çalışıyordu. “Ben Peygamberim,
bunda yalan yok. Ben Abdülmuttalip
Oğulları’ndanım.“ diye etrafa sesleniyordu.
Komutanlar, emirleri altındaki kabileleri ayrı ayrı
çağırıp zorlukla bir araya topladılar. Bu defa
Müslümanlar taarruz ederek siperlerinden ayrılmış
Hevazin’leri bozguna uğratıp savaşı kazandılar
(30/cilt:1, sf:200). Bu olayı Kur’an-ı Kerim şöyle
106
açıklıyor:<Şüphe yok ki Allah, size birçok savaş
yerlerinde zafer verdi ve Huneyn gününde size
yardım etti. O vakit Huneyn’de çokluğunuz size
güven vermişti de bir faydası olmamıştı. Yeryüzü, o
genişliği ile başınıza dar gelmişti. Sonra bozularak
arkanızı dönmüştünüz.> (Tövbe Sûr/:25).
b) Kadisiye Savaşı (Hicri
14/ M635)
İran tahtına Yezdgerd adında bir kral
getirilmişti. İlk işi ülkede genel seferberlik
hazırlıklarını başlatmak oldu. Bu durum Halife Hz.
Ömer’in endişelenmesine yol açtı. Sa’d bin Ebi
Vakkas komutasında bir ordu hazırlatıp Irak
istikametinde yola çıkardı. Küfe’ye 15 mil (24 Km)
mesafedeki Kadisiye civarına gelip ordugâh kuruldu.
Rüstem komutasındaki İran Ordusu da Kadisiye’ye
hareket etti. İran Ordusu 120,000 kişiden oluşurken
buna karşılık, Müslümanlar’ın mevcudu 30-40 bin
arasında idi. İran Başkomutanı Rüstem, kendisine
pek güveniyor ve bütün Arabistan’ı mahvedeceğini
söylüyordu. Bir askerinin “Tanrımız isterse… “
107
şeklindeki ikazı üzerine de, “-İstemese de ...“
diyerek gurur ve benliğini ortaya koyuyordu.
İran Ordusu davullar, borular, ziller çalarak
savaşa hazırlanırken, Müslümanlar dört defa tekbir
alarak savaş hazırlıklarını tamamladılar. Savaşın
ikinci günü Suriye’den gelen takviye birlikler,
Müslümanlar’ın maddi ve manevi güçlerini artırdı.
Üçüncü gün İran Ordusu dağıtıldı. Rüstem de ölüler
arasında idi. Daha sonra İran'’n başkenti Medain'’
girilmiş ve kisranın zengin sarayı ganimet olarak ele
geçirilmişti (35/1cilt, sf:251).
( c) Alp Arslan’ın Öldürülüşü (Mayıs
1072)
Sultan Alp Arslan, Karahanlı topraklarında yer
yer baş gösteren ayaklanmaları bastırmak üzere
Mayıs 1072’de 200,000 kişilik ordusuyla
Maveraünnehir’e geçti. İsyancılardan Yusuf Harezmi
adında bir kale komutanı yakalanıp huzura getirildi.
Alp Arslan, dört kazık çaktırıp elleri ve ayaklarının
bağlanmasını emretti. Yusuf ona “Be korkak! Benim
gibi yiğit böyle mi katlolunur?“ deyince Sultan,
108
gazaba gelip yayını eline aldı ve “bırakın şunu“ dedi.
Bıraktılar, Sultan ona bir ok attı, fakat isabet
ettiremedi. Yusuf hemen Sultan’ın üzerine sıçrayıp
yanındaki bıçakla yaraladı. Mehterler koşup
kaçmasını önlediler ve Yusuf’u orada katlettiler.
Sultan Alp Arslan yaralı olarak kalkıp çadırına
döndüğünde “Her ne zaman düşman üzerine
azmetsem Allah Taâlâ Hazretleri’nden yardım
isterdim. Dün, bir tepe üzerine çıktığımda askerimin
çokluğundan, ordumun ağırlığından bana ayağımın
altındaki dağ çalkalanıyor gibi geldi. Kuvvete mağrur
oldum. Kendi kendime: “Ben dünyanın padişahıyım.
Bana kim galebe edebilir?”, dedim. Bugün Cenab-ı
Hak, en aciz bir kulu ile beni aciz kıldı.“ deyip tövbe
etti. On gün sonra da vefat etti (31/2.cilt, sf:243)
( d ). İzmir’in İşgali ( 15 Mayıs 1919)
Mondros Mütarekesi sonrası Anadolu yer yer
işgal ediliyordu. İngilizler’in destek ve teşvikiyle
Yunanlılar da 15 Mayıs 1919’da İzmir’e asker çıkarıp
işgale başladılar. İzmir’de, 17’nci Kolordu
109
Komutanlığı bulunuyordu. Mütareke gereğince
askerler kışlada toplandılar. Yunan kuvvetlerinin
kışlaya girmek istemeleri üzerine silahlı çatışma
çıktı. Türk askerleri elde mevcut son mermiyi de
attıktan sonra teslim olmak zorunda kaldılar.
Askeralma Daire Başkanı Albay Süleyman Fethi Bey
de, bunların arasında idi. Bir Yunan askeri Süleyman
Fethi Bey’e “Yüzbaşı emrediyor, kalpağını çıkarıp
atacaksın ve Zito Venizelos diye bağıracaksın.“ dedi.
Süleyman Fethi Bey “ Benim Türk Ordusu’nun Albay
rütbesinde bir subayı olduğumu Yüzbaşı’na söyle “
diye cevap verdi. Yunan Yüzbaşısı’nın küstah bir
kahkaha ile “Sizin Türk Ordusu dediğiniz bu perişan
insanlar mıdır?” demesi üzerine, Albay Süleyman
Fethi Bey “ Türk Ordusu o değil, budur” diyerek
suratına indirdiği yumruklarla şımarık Yunan
Yüzbaşı’sını yere devirdi. Bunun üzerine 2 Yunanlı
asker de Süleyman Fethi Bey’i süngüleyerek
yaraladılar. Tedavi edildiği hastanede 23 Mayıs 1919
günü şehit olarak vefat etti (32/5.cilt, sf:48).
15 Mayıs 1919’da mağrur ve sevinç
çılgınlıklarıyla Anadolu’yu işgale başlayan Yunan
110
Ordusu, “Perişan insanlar“ olarak küçümsedikleri
Türk Ordusu’na yenilmiş, Başkomutan’ı da esir
vererek 9 Eylül 1922’de üzgün ve utanç duygularıyla
Anadolu’dan çekilmek zorunda kalmıştı.
( e ) Madalyonun Diğer Yüzü
Örnek: 1
1512 yılında 42 yaşında iken Osmanlı tahtına
oturan Yavuz Sultan Selim, kendisinden önce gelen
sekiz padişahın hepsinden (8.5 yıl gibi) az saltanat
sürmesine rağmen, İmparatorluğu 3 misline yakın
genişletip Türk hakimiyetini geniş bir sahaya
yaymıştı.
1514 yılı Mart ayı sonlarında Edirne’den yola
çıkan Yavuz, Anadolu’yu geçip Şah İsmail ile
Çaldıran Savaşı’nı, Memluklar’la 24 Ağustos 1516’da
Merc-i Dabık, 28 Ocak 1517’de de Ridaniye
Savaşları’nı zaferle sonuçlandırmıştı. Yavuz Sultan
Selim 25 Temmuz 1518’de İstanbul’a dönüyordu.
İstanbul’da benzeri görülmemiş bir heyecan havası
yaşanıyordu. Halk, muhteşem zaferlerden dönen
Cihan Padişahı’nı alkışlamak için bekliyordu.
111
Yavuz, bu hareketi öğrenmiş ve sıkılmıştı.
Kendisine özel bir gösteri yapılmasından hicab
duyacağını hissetti. Bu sebeple yürüyüşü biraz
yavaşlattı ve gece karanlığı basınca Anadolu
yakasına geldi. Buradan kayığa binip Sarayburnu’na
geçti. Ertesi sabah kısa bir duyuru ile durumu halka
açıkladı. Mütevazi kahraman, böylece zaferin
sevabını, gurur ve kibirden korumuş oldu (35/2.cilt,
sf:539).
Örnek: 2
9 Eylül 1922 tarihi, İzmir’in düşman işgalinden
kurtarıldığı gündür. Başkomutan Mustafa Kemal
Paşa ve beraberindeki komutanlar ertesi gün Nif’den
(Kemalpaşa’dan) hareket edip İzmir Hükümet
Konağı’na geldiler. Dışarıda, Hükümet Konağı ile
Konak Vapur İskelesi arasında büyük bir kalabalık
vardı. Konak alanı hıncahınç dolmuştu. Öyle ki; o
meydandaki ağaçlar insan başından ve yüzünden
değişik bir görünüm almıştı. Alkışlar, “Yaşa Mustafa
Kemal Paşa!“ sesleri göklere yükseliyordu. O büyük
insan Atatürk, kısa bir dinlenmeden sonra bir ara
112
Hükümet Konağı’nın balkonuna çıkarak, kendisine
çılgınca sevgi gösterilerinde bulunan halkı selamladı.
Onlara:
“Başarı benim değil, sizin, milletindir!“ diyerek
seslendi (33/sf:84). Her şeyini milletine adayan bu
büyük insan, kazanılan zaferden gurur ve kibire
kapılmayıp tevazu gösterdi. Atatürk’ü yakından
tanıyan Yakup Kadri Karaosmanoğlu 1922 yılında
hakkında şöyle diyordu: “ Her kahramanın, her
dahînin mezarı olan kibir ve gurur, O’nun semtine
bile uğramamıştır (34/sf:7).
Önemli Hatırlatma:
Günlük hayatımızda, kendimiz, aile fertleri ve
çok sevdiğimiz birinin başarılı hizmetleri karşısında
başkalarının takdirleri bizlere sevinç kaynağı olur;
ondan gurur ve onur duyarız. Bu gurur ve onur,
kişileri daha büyük hizmetlere yönlendirir,
başkalarını da özendirir. Bu duygusal olay, toplum
için yararlı bir davranıştır. Yeter ki kişi, kendisine
gösterilen saygı ve takdir karşısında başkalarının
yanında (ben, ne becerikli ve kabiliyetli bir kişiyim,
113
diye) büyüklük-üstünlük kibirine kapılmasın. Çünkü
böyle bir düşünce kişiyi günaha götürür.
c. Sâlih Amel İşlemek :
İslâm dininde amel, Müslüman’ın belirli bir
maksat için bilinçli olarak yaptığı iş ve davranış
şeklinde tanımlanır. Salih, iyi, değerli ve güzel
anlamında kullanılır. Salih amel ise, genellikle
Allah’ın rızasını kazanmak maksadı ile kişinin yaptığı
(namaz, oruç, zekât, hac gibi) ibadetleri ile kendisi,
ailesi ve diğer insanların yararına olan işlerini
kapsayan güzel davranışlardır. Buna göre Allah ve
Rasûlü’nün emirlerini yapıp yasakladığı şeylerden
kaçınan kişi, her an salih amelle meşgul oluyor
demektir.
Ayrıca, kişi kendinin ve ailesinin geçimini
sağlamak üzere dürüst olarak çalışıp helâl yoldan
kazanması salih amel bir iştir. Kazancından tasarruf
ettiği ile çocuklarına miras bırakması da salih amel
bir davranıştır. Başkalarına zarar vermesi muhtemel
olan olayları önlemesi de salih ameldir. Yoksul ve
114
muhtaçlara yapılacak her türlü yardım, hatta
yabancılara yol ve adres göstermek dahi salih amel
kapsamındadır. Yeter ki, yapılan bütün işlerde Allah
rızası gözetilsin ve niyet de bu yönde olsun. Nitekim
Peygamber Efendimiz bir hadisinde şöyle buyuruyor:
<Eğer sen Allah rızası için başkasına yiyecek ikram
etsen sevap elde edersin, hatta karının ağzına
verdiğin bir lokmayla bile sevap elde edersin.>
(8/5.cilt.sf:179)
Salih amel, sınırları çizilmiş ve sayıları belirli
değildir. Zamana, mekâna ve kişiye göre sevap
derecesi değişebilir. Örneğin, özel otomobilinle
seyahate çıktın, yol bir vadiden geçip tepeye
tırmanacak, o sırada yaya yolculuk yapan bir kişiyi
gördün; üstelik sırtında da yükü var. Hayli yorulmuş
olacak ve Allah rızasını düşünerek arabana davet
ediyorsun. Tepeyi aştıktan sonra ilk beldede size
teşekkür edip arabadan iniyor. Bu yolculuk, yazın
sıcağı, kışın soğuğu ve gece karanlığında olması
önem taşır. Yolcu, bayan veya özürlü de olabilir.
İyilik yapılan kişi ne kadar fazla hoşnut kalırsa
yapılan işin sevabı da o kadar fazla olur. Bu nedenle
115
iyilik yaparken zaman ve mekân faktörüne de dikkat
edilmelidir.
Salih amel, diğer bir ifadeyle kazancı bol bir
alış- veriştir. Siz ihtiyacı olana iyilik yaparsınız,
bundan dolayı Allah size daha fazlasını nasip eder.
<Ey Peygamber! Temiz şeylerden yiyin, salih amel
işleyin; doğrusu ben yaptığınızı bilirim.> (Mü’minûn
Sûr./51). <İyi hareket edenin sevabını zayi etmeyiz.
Doğrusu, inanıp salih amel işleyenlere işte onlara,
içlerinden ırmaklar akan And Cennetleri vardır.>
(Kehf Sûr./30-31) .
Salih amelin karşıtı, kötü veya çirkin ameldir.
Yani kişinin, başkalarının hoşnut olmayacağı bir iş
yapması veya incitici söz ve davranışlarda
bulunmasıdır. İslâm ahlâkından nasibini almamış
bazı kişiler, insanlara karşı bilinçli olarak yaptıkları
kötülüklerden, verdikleri eziyetlerden zevk alırlar. Bu
kötü davranışları kendilerine huy edinmişlerdir. Yüce
Allah, Kur’an-i Kerim’inde kötü amellerden
sakınılmasının gerektiğini, aksi halde öbür dünyada
ceza göreceğini beyan etmiştir.
116
< Kim kötü amel işlerse cezasını görür.> (Nisa
Sûr./123)
İman ve sâlih amel yönünden insanların dereceleri
farklı olup beş ayrı grupta; (kâfir, münafık, Müslim,
Mü’min ve gerçek Mü’min) şeklinde toplanır.
( 1) Kâfir:
-Kâfirin sözlük anlamı, örtmektir. Dindeki
anlamı ise, Allah’ı inkâr etmek, O’na eş ve ortak
koşmak,
-Hz. Peygamberi tanımamak gibi inançsızlık
hali demektir. Yani gerçek ve doğru olanı örtmektir.
Kâfir küfrü yaymaya çalışır. Allah’ın emir ve
yasaklarına uymaz, helâl ve haram olma keyfiyetini
gözetmez, sevap ve günah gibi sorunu olmaz. Çünkü
o, inançsızdır. Bu sorumsuz söz ve davranışlarından
ötürü ahirette cezası Cehennemde devamlı
kalmasıdır
-Yahudi ve Hıristiyanlar, semavi dinlere
mensup olmalarına rağmen, ilâhi kitaplarını
bozmaları sonucu Allah inancında yanılgıya
düşmüşlerdir. Yahudiler Uzeyr Peygamberi,
117
Hıristiyanlar da İsa Peygamberi Allah’ın oğlu
olduklarına inandıkları için kâfir topluluğundan
sayılmışlardır. Bu konuda Kur’an-i Kerim’in
açıklaması şöyledir: <Yahudiler Uzeyr Allah’ın
oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesih (İsa) Allah’ın
oğludur, dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri
sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş
kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları
kahretsin! Nasıl da (haktan batıla) dönüyorlar.>
(Tövbe Sûr./30).
Şu an yaşadığımız dünyada, hem eğitim, hem
ekonomi (sanayi), hem de yönetim ve demokrasi
yönünden kalkınmış, refah düzeyi yüksek devletler,
kâfir diye nitelenen topluluklardan oluşmaktadır.
Müslüman toplumlar ise, mevcut ölçülere göre geri
kalmış ülkelerdir. Neden böyle oluyor, derseniz!
Verilecek cevap, iki gerçeğin anlamında saklıdır:
(a) Allah, Rahman ve Rahim’dir. Yani dünyada
bütün yaratıklara rahmet etmekte, ahirette ise,
Mü’minlere rahmet edicidir.
(b) Osmanlı İmparatorluğunun son
zamanlarında makam sahibi bir devlet adamımız
118
Avrupa seyahatı yapar. Yurda dönünce kendisinden
izlenimi sorulur. Verdiği cevap çok kısa ve anlam
yönünden ilginç olur: “Dinleri var işimiz gibi , işleri
var dinimiz gibi!..” Demek istenilen şey, Avrupa
toplumunun yaptıkları işler, İslâm dininde olduğu
gibi sağlam kurallara bağlanmış ve kendilerini
başarıya ulaştırmış. Fakat onların dinleri, bizim
işlerimiz gibi çürük, dikiş tutmuyor; başarıya değil
başarısızlığa götürüyor. Esasen bütün bunlar,
insanın Allah huzurundaki sınavından başka bir şey
de değildir.
(2) Münafık:
Münafık, kalben iman etmediği halde dıştan
iman etmiş gibi görülmeye çalışan kişidir. Diğer bir
ifade ile ikiyüzlü, aldatıcı ve bozguncu kimsedir.
Bu tip insanlar her dönemde mevcut olduğu
gibi, özellikle İslâmiyetin Medine’de ilk yayılmaya
başladığı sırada etkili olarak görülür. İnsanların
İslâm dinini seçmelerine söz ve davranışları ile engel
olmaya çalıştıkları, savaşmaktan caydırdıkları,
Medine’li Müslümanlar ile Yahudi kolonileri arasını
119
bozmaya ve Yahudileri kışkırtmaya çalıştıkları
tarihten bilinen olaylardır. Hâl böyle olunca Allah’u
Teâlâ Kur’an-ı Keriminde münafığın davranış ve
özelliklerini belirten ayetler vahyetmiştir. Hatta
onları kurdukları tuzakları Cebrail aracılığı ile
Peygamberimize haber verdirmiştir. Örneğin, Uhud
savaşına katılan askerin arasında üçte bir kadar
münafık bulunuyordu. Bunlar yarı yolda iken sırf
mücahitlerin morallerini bozmak ve onları savaştan
caydırmak amacı ile geri döndüler. Mü’minler ise,
bunların kötü niyetlerine alet olmayıp savaşa devam
edip “cihad” sevabını kazandılar.
Münafığın belirli özelliği, gerçek niyetini
saklayıp sahte kimlikle iş görmesidir. Böyle olunca
Müslümanları aldatıp günah işlemelerine sebep
olurlar. Bu nedenle münafık kâfirden daha çok
tehlikelidir. Kâfiri, yaptığı iş ve davranışından herkes
tanır ve kendisinden sakınmaya çalışır. Fakat
münafık gerçek yüzünü saklar, kendisini imanlı
gösterir ve aldatma oyunu sergiler, etkisi altına
aldığı Müslümanlar arasınada bozgunculuk
çıkarmaya çalışırlar. Bu bakımdan yüce Allah:
120
<İnsanlardan kimi de var ki, Allah’a ve âhiret
gününe inandık derler, oysa inanmamışlardır. Sözde
Allah’ ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki
yalnız kendilerini aldatırlarda farkında olmazlar.
Onların kalplerinde hastalık vardır, Allah da
hastalıklarını artırmıştır. Yalan söyledikleri için
onlara acı bir azap vardır. Onlara yeryüzünde
bozgunculuk yapmayın dendiğinde, biz sadece
düzelticileriz derler. İyi bilin ki onlar ortalığı
bozanlardır.> (Bakara Sûr./8-12) buyurarak
münafıkların özellikleri tanıtılmıştır.
Peygamber Efendimiz de bir hadisinde şöyle
buyuruyor :<Münafığın üç belirtici özelliği vardır:
Konuşurken yalan söyler, verdiği sözden döner,
emanete hıyanet eder.>(8/1.clt.Sf:119). Bu kıstasa
göre, münafık kimsenin tanınması biraz daha kolay
olacaktır.
Yaşadığımız şu dönemde aramızda değişik
karaktere sahip birçok münafık mevcuttur. Dinin
yasak ve emirlerini bildikleri halde ciddiye almazlar.
Kendi menfaat ve çıkarlarından başkasını
önemsemezler. Bütün toplulukların, sömüren ve
121
sömürülen şahıslardan oluştuğunu, kendilerinin ise
kurnaz olduklarından dolayı başkalarını sömürmeye
daha yetkili olduklarını zannederek halk üzerinde
üstünlük kurmaya çalışırlar. Ancak, bu gibilerin kötü
niyet ve çabaları kısa sürede açığa çıkıp halkın
nefretine, adaletin de cezasına hedef olurlar.
(3) Müslim:
Peygamberimizin hayatta bulunduğu
dönemde, korku veya menfaat nedeniyle İslâmiyet’i
kabul etmiş Bedevi Arapları, “Biz de iman edip
Mü’min olduk!” diyerek böbürleniyorlardı. Halbuki,
onların kalplerine iman tam olarak yerleşmemiş ve
İslâm disiplinine henüz alışamamışlardı. Bu konuda
Allah Teâlâ : <Göçebe Araplar: Biz iman ettik
dediler. Onlara de ki: Siz iman etmediniz; fakat “ Biz
İslâm olduk” deyiniz. İman henüz yüreklerinize
girmiş değildir....> (Hucûrat Sûr./14). Bunu takip
eden âyette ise: <Mü’min olanlar, Allah’a ve
Rasûlu’ne, tereddütsüz inanmış olanlar ile Allah
uğrunda mallarını ve canlarını harcayanlardır. İşte
122
gerçek iman sahibi bunlardır...> (Hucûrat Sur./15)
buyrularak gerçek imanın nasıl olduğu açıklanmıştır.
Yaşadığımız ortamda da buna benzer kişiler
mevcuttur. Nüfus cüzdanının dini hanesine, İslâm
yazar. Kendisine sorulsa dininin İslâm olduğunu
söyler. Fakat gerek bilgisi ve gerek yaşantısında
İslâm dini esasları görülmez. Her Müslüman’ın
bilmesi gereken iman ve İslâm’ın şartlarını say
desen sayamaz. Kâfirden farkı, Allah’ı ve elçisi Hz.
Muhammed’i tanıyıp bunlara inanmış olmasıdır.
Bunların günlük yaşamlarına dinin yönlendirici
emir ve yasakları değil, nefsinin istekleri etkili olur.
Ticarette teraziyi eksik tartmanın, kul hakkı ve
hırsızlık olduğunu hatırına getirmez. Özellikle genç
neslin ahlâkını bozacak tarzda çirkin söz söylemenin
ve yazı yazmanın günah olduğunu düşünmez.
Gözleri önünde vuku bulan bir haksızlığa, bir eziyete
veya bir cinayete şahitlik etmekten kaçınmanın ne
denli günah olduğunun bilincinde de değildir.
Yolunda giden bir kediye veya köpeğe taş atmak,
kuşları kovalamak, hayvanlara eziyet vermek onlar
için sıradan bir davranıştır. Başkalarını iğrendirecek
123
şekilde sokakları kirletmek, gelen geçene eziyet
verecek tarzda işgal etmek İslâm görgü kurallarına
uymayan hareketlerdir. İşte bu durumda olanlar,
dinsiz veya münafık sayılmaz. Fakat onlara
Mü’min’lik payesi de verilemez. Onlar, eğitime-
aydınlanmaya açık, öğüde muhtaç dindaşlardır.
Onlar, Mü’min olmaya namzet birer Müslim olarak
kabul edilmelidir.
(4) Mü’min:
Mü’min, Allah’ı hem seven ve aynı zamanda da
O’ndan korkan, Allah’ın emir ve yasaklarına uyan,
Allah ve Rasûlüne itaat eden, Kur’an ve
Peygamberimiz’in sünnetiyle ahlâkını güzelleştiren
Müslüman kişiye denir.
Mü’min, takva sahibi olmayı kendisine gaye
edinir ve bu bağlamda, büyük ve küçük günahlardan
sakınır. Yalan söz söylemez, yalan şahitlik yapmaz,
hırsızlık ve hileye yönelmez; başkasının malına,
ırzına göz koymaz, haset etmez ve dil uzatmaz;
herkese iyilik yapmayı, başkalarını da iyilik yapmaya
teşvik ve kötülüklerden uzak kalmaya yardımcı
124
olmayi, Müslümanlar’ı kardeş bilip sorunlarıyla
ilgilenmeyi kendisine görev sayar. Sözün özü,
imanın ve İslâm’ın şartlarını yerine getirip sâlih amel
işlemeye devam edenlerdir.
Ancak, mü’min hiç suç işlemeyen değil, bilerek
veya bilmeyerek günah sayılan şeyleri arada sırada
işleyen Müslüman’dır. Bir farkla ki, işlediği günahın
akabinde tövbe edip bağışlanmasını diler.
İbadetlerinde noksanlık, insanlarla ilişkilerinde de
hataları olabilir, ancak samimi bir istekle bunları
gidermeye çalışır.
Önemli bir hatırlatma:
(a) Allah’a yakışır kul olmak ve takva
elbisesine bürünmek isteniyorsa, özellikle büyük
günahlardan uzak durulmalı. Çünkü bunlar cezayı
gerektiren suçlardır. Cezası ise ( Alah af etmediği
takdirde) Cehennem azabıdır. Affı ise, ceza
çekildikten sonradır.
(b) Ayrıca küçük günah ve hatalardan da uzak
durmaya özen gösterilmeli. Çünkü bunlar, yapılan
ibadetlerle af edilmekte ancak, ibadet sevabının
azalmasına sebep olmaktadır. Nitekim Rasûlü Ekrem
125
bir kutsi hadisinde Allah Teâlâ’nın şöyle
buyurduğunu haber verdi: <Kul, kıyamet gününde
iyilikleriyle beraber getirilir. İyilikleriyle kötülükleri
birbiriyle karşılaştırıldıktan sonra bir hasenesi
(sevabı) kalırsa onu Cennet’e ithal ederim.> (Hadis-i
Taberani rivayet etmiştir) (22/sf:14). Ayrıca, küçük
günah işlemeye devam edilirse, bu da büyük günah
sayılır.
(c) İnsanlara örnek olduğunuzu unutmayın.
Çünkü küçükler veya İslâm’ı yaşamaya henüz
başlayanlar sizi örnek alabilirler ve dolayısıyla
zararınız onları da etkiler.
(d) Din kuralları hakkındaki doğru bilgiyi şahıs
ve kuruluşlardan değil, Diyanet İşleri Başkanlığı Din
İşleri Yüksek Kurulu’ndan veya Başkanlığın yayınları
ile müftülüklerden öğrenilmelidir. Diğer kişi ve
kuruluşların sorumluluğu olmadığı için zaman zaman
yanıltıcı beyanları ile Müslümanlar’ın kafalarını
karıştırıp inançlarını zedelerler. Bu konuya çok
dikkat edilmelidir.
Örnek-1:
126
Din yolu, Dini ve İçtimai Dergi. 5 Nisan 1956
Perşembe. Cilt:1, Sayı:3, Sayfa:6. Güney Matbaası,
Ankara. Konu: Kadının Örtünmesi (Tesettür). Yazan:
Neşet Çağatay, İlahiyat Fak. Doçenti.
<Hz. Peygamber’e kadınların sorduğu sorulara
O’nun verdiği cevapta, kadınların örtünmesi
konusunda daha sonrakilerin anlamak istedikleri
mananın anlaşılamayacağını açıkça göstermektedir.
Hz. Peygamber’e aileleri, giyecekleri elbisenin
uzunluğunun ne kadar olması gerektiğini sordular. O
da, bir karış (her halde belden aşağı kısmı) dedi.
Onlar, bu uzunluktaki bir elbisenin mahrem yerlerini
örtmeyeceğini söyleyince, Peygamber öyle ise bir
zirâ olabilir, dedi (Müsned-i İbn-i Hambel, II.cilt,
sf:90).
Örtünme ile ilgili Kur’an-ı Kerim’deki Allah
buyruğu şöyledir: < Ey Peygamber! Karılarına,
kızlarına ve Mü’minlerin kadınlarına söyle ki, (sokağa
çıktıklarında) örtülerini örtsünler. Bu suret onların
tanınması ve rahatsız edilmemeleri bakımından daha
uygundur.> (Ahzâb Sur./59). Hadis diye nitelenen
haberde sözle Peygamber Efendimiz, kadınların
127
elbisesinin uzunluğunu belden itibaren bir karış
aşağıya kadar olacağını belirtiyor. Bugünkü
yaşantımızda kadın ve kızların “mini“ diye
nitelendirilen çok kısa etek boyunu ifade eder. Bu da
hiçbir şekilde İslâm anlayışına uygun bir örtünme
şekli değildir. Böyle bir haberin Peygamber sözü
olarak kabul görmesi, “batılı hakkın“ önüne
geçirmekten başka bir anlamı yoktur. Ayrıca, fikir
değiştirip “öyle ise bir zirâ olabilir“ demesi de şüphe
ile karşılanabilir. Esasen, İslâm âlimlerince doğru ve
inanılır olarak kabul edilen hadis kitapları (1-Sahih-i
Buhari, 2-Sahih-i Müslim, 3-Sünen-i Ebu Davud, 4-
Sünen-i Tirmizi, 5-Sünen-i Nese-i, 6-Sünen-i İbn-i
Mâce) arasında Müsned-i İbn-i Hambel yer
almamıştır. Not: Sözlükte “bir zirâ“ 75-90 cm
arasında değişen eski bir uzunluk ölçüsü olduğu
belirtilmiştir.
Örnek-2:
400 Soruda İslâm. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk,
(VI.baskı, İstanbul, 1996, sf:142).
128
Bazı fakıhlar Kur-an’ın: “O’na tertemiz
olanlardan başkası el süremez” (Vakıa Sûr./79)
âyetini delil göstererek abdestsiz Kur-an’a el
sürülmez diyorlar. Bu konuda ne söylenebilir?
Cevap: Kur-an’ın o âyetinde geçen temizliğin
aptestle hiçbir ilgisi yoktur. Kur-an’ın Levh-i
Mahfuz’dan dünya âlemine getirilişini sağlayan
ruhsal unsurlardan bahseden âyetler içinde
geçmektedir. Bunu aptesle açıklamak saptırma bir
yorumdur ve hiç kimse bu yoruma uymak zorunda
değildir, denilmektedir.
Şunu iyi düşünmemiz gerekir: Allah Teâlâ
Kur-an’ı kimin için gönderdi? Yarattığı biz kulları için.
Emir ve yasakları kimin içindir? Yine biz kulları için.
Söz konusu âyet kime hitap ediyor? Kıyamete kadar
yaşayacak Müslümanlar’a. İnancımıza göre
meleklerin, yeme-içme-cinsi ilişki-gibi dünya
yaratıklarına has özellikleri var mı? Yoktur! Öyle ise
aptest (temizlik) ile meleklerin ne ilgisi var?
İşte böylece, yazılı ve sözlü beyânlarla
Müslümanlar’ın kafalarını karıştırmaya
çalışılmaktadır.
129
(5)Gerçek Mü’min:
Mevlânâ Celâleddin-i Rum-i’nin kendisini
tanıtan güzel ve anlamlı bir tekerlemesi
vardır:”<Hamdım, piştim, yandım!.” Bunun gibi,
İslâm’la ilk tanışanlara “hamlık“ dönemi, iman ve
İslâm’ın kurallarını yerine getirip bir kısmına
uyanlara “pişme“ dönemi, İslâm’ın kurallarının
tümünü yerine getirenlere de “yanma“ dönemi
olarak ifade edilebilir.
Gerçek mü’min, Müslüman’ın olgunlaşmış üst
tabakasını temsil eder. Onlar için önemli olan Allah
sevgisi ve Hz. Muhammed (S.A.) muhabbetidir.
Allah’ı seven, Allah’tan korkar. Allah’tan korkan emir
ve yasaklarına karşı gelmekten çekinir. Devamlı
sâlih amel işler ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya
çalışır.
Gerçek Mü’minin özelliklerini bizlere en güzel
ve anlaşılır şekilde, yine Allah-u Teâlâ tanıtmakta:
<Mü’min’ler, ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman
kalpleri ürperen, Allah’ın âyetleri karşılarında
okununca imanlarını artıran, yalnızca Allah’a güvenip
130
dayanan kimselerdir. Onlar, namazlarını dosdoğru
kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden
Allah yolunda harcarlar. İşte onlar, gerçek
Mü’minlerdir. Onlar için Rab’ları katında üstün
dereceler, bol bağışlanma ve sonsuz bir nimet
(Cennet) vardır.> (Enfâl Sûr./2-4). <Onlar, öyle
kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri ürperir,
başlarına bir musibet (kötülük) gelirse ona
sabrederler, namazlarını dosdoğru kılarlar,
kendilerine verdiğimiz rızıktan hak yoluna
harcarlar.> (Hac Sûr./35), <Onlar,yer yüzünde
tevazu ve sükûnetle yürürler. Geceyi secde ve kıyam
içinde geçirirler.>, <Onlar, harcayacakları zaman,
ne israf (savurganlık), ne de cimrilik (tutuculuk)
ederler, ortalama bir yol tutarlar.>, <Allah’tan
başkasına tapmazlar>, <Haksız yere adam
öldürmezler.>, <Zina etmezler.>, <Yalan yere
şahitlik yapmazlar.>, <Ey Rabb’imiz! Bize, eşlerimizi
öyle ihsan etki, onların yaptıkları iyiliklerle
gözlerimiz aydın olsun!>, <Bizi,” Allah’ın emirlerini
yerine getiren, yasaklarından sakınan muttakilerin
131
başına geçir!” derler.> (Furkan
Sûr./63,64,67,68,74)
Gerçek Mü’minler, ruhi ve ahlâki bakımdan
kendi aralarında farklı dereceler arz ederler. Bunların
en üst seviyesine ulaşmış olan dört grup ise,
<Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlih kullar>
olarak belirtilmiştir (Nisa Sûr./ 69). Nitekim Fatiha
sûresinde meâlen <Allah’ım, bizi doğru yola, nimet
verdiklerin yoluna ilet!>, denilmektedir. Tefsircilerin
yorumuna göre “nimet verilen” den maksat bu dört
grup olduğu belirtilmiştir.
Âyetlerde belirtilen nitelikleri sıralamak
gerekirse, gerçek Mü’min:
(a) Allah’a karşı oluşan sevgi, bağlılık ve korku
nedeniyle “ Allah anıldığında” kalpleri titrer,
(b) Karşılarında Kur’an okunduğunda imanları
artar,
(c) Başlarına gelen kötülüklere karşı
sabrederler,
(d) Yeryüzünde tevazu ve sükûnetle hareket
ederler,
132
(e) Namazlarını, belirlenmiş kurallara göre
huşu içinde kılarlar,
(f) Rızık olarak kendilerine ihsan edilen mal-
mülk ve kazancı, Allah’ın emrettiği yerlere harcarlar.
Bu harcamalarında ne savurganlık ve ne de cimrilik
yaparlar. Ortalama bir yol tutarlar,
(g) Allah’ın emir ve yasaklarına uyarlar,
(h) Dua edip kendilerinin de, Allah’ın hoşnut
olduğu “mutteki kullarından“ olmalarını isterler.
Bu gayretlerinden ötürü, Allah Teâlâ da
âhirette, üstün dereceler, bol bağışlanma ve sonsuz
bir nimet (Cennet)’i vaat etmektedir. Gerçek
Mü’min, her söz ve davranışı ile Allah’a daha çok
yakın bir kimsedir. Onun kalbi oldukça hassas ve
insanlara karşı ilişkilerinde çok merhametlidir. Diğer
bir deyişle, Allah’ın makbul kulu seviyesindedir.
Bakın, Süleyman Çelebi Mevlid-i Şerifinde bunu ne
güzel ifade ediyor:
Bir kez Allah dese aşk ile lisan
Dökülür cümle günah, misli hazan
İsmi pâkin pak olur zikreyleyen
Her murada erişir Allah diyen
133
İslâm tarihinde olgun iman ve üstün ahlâk
nitelikleriyle seçkin duruma gelmiş binlerce gerçek
Mü’minler vardır. Bu özellikteki Mü’minler,
yaşadıkları ülkenin milli ve İslâmi seciyesini temsil
ederler. Onların ahlâk ve davranışlarındaki
dürüstlük, bütün bir ulusun yüzünü ak ve geleceğini
güvenli kılar. Onlar olmazsa toplum ruhsuz kalır ve
yönetimde büyük bir boşluk duyulur. Çünkü onlar,
yaptıkları her işte Allah rızasını gözettikleri için işleri
düzgün gider ve başarı ile sonuçlanır.
Osmanlı İmparatorluğu, üç kıtada hükümran
olmuş, dil, din, ırk yönünden değişik milletleri tek
çatı altında toplayıp 600 yıllık bir sürede yönetmiştir.
Bu yönetim kadrolarında görev alıp devletin
otoritesinin içte ve dışta güçlü kılınmasında büyük
hizmetleri geçmiş Müslüman devlet adamlarının
etkinliği inkâr edilmeyen bir gerçektir. Görev bilinci
ve hizmet aşkını bir ibadet sayıp devletin yüce
menfaatları uğrunda canla başla çalışan bu kişiler,
tarih sayfalarında şerefli yerlerini almışlardır. Buna
örnek olarak, yaşamıyla gerçek Mü’min izlenimini
134
veren bir devlet adamımızın hayat öyküsü
anlatılmaya çalışılacaktır:
Hekimoğlu Ali Paşa’nın Hayat Öyküsü :
Sultan III. Osman’ın padişahlığı döneminde
(1754-57) İstanbul’da bir tüccar iflas eder; bütün
mal ve servetini kaybettiği gibi bir de borca girer. Bu
sıkıntılı durumda iken müracaat ettiği bütün eş dost
kapıları yüzüne kapanır. (İslâm’da sosyal
dayanışmanın bir kuralı ve sevabı da büyük olan
‘Karz-ı hasen’ yani ödünç verme sistemi sanki
unutulmuştur.) Adamcağız bu çaresiz haldeyken bir
gece rüyasında Peygamberimizi görür ve O’ndan
yardım ve destek ister. Peygamberimiz ona:
- “Git Allah’ın makbul kulu Ali Paşa’ya benden
selâm söyle, sana 100 altın versin” der. Adam:
- “Ya Rasûlullah ben Ali Paşa’ya selâmınızı iletir,
bana 100 altın vermesini emrettiğinizi söylerim
ama, bana inanmaz” der. Hz. Peygamber (S.A.V.)
şöyle buyurur:
- “Sana inanması için belge vereceğim. Ali Paşa
bana her akşam 100 salâvatı şerife okurdu, ama
135
geçen Perşembe akşamı okumadı, bunu kendisine
söylersen inanır.”
Sabah olunca adam hemen Ali Paşa’ya koşar.
Rüyasını anlatır, ancak Ali Paşa:
- “Peygamberimiz niye bana söylemiyor da sana
söylüyor?” diye inanmak istemez. Adam, Hz.
Peygamber’in (S.A.V.) belirttiği belgeyi öne sürer.
- Efendim sizin bana inanmayacağınızı Hz.
Peygamber’e (S.A.V.) söyledim. O da bana bir
belge verdi. Siz her gece Efendimize 100 salâvatı
şerife okuyormuşsunuz, ancak geçtiğimiz
Perşembe akşamı okumamışsınız” der. Ali Paşa
düşünür ve hakikaten o gece okumadığını fark
eder. Bunun üzerine adama şöyle der:
- “Peki, Hz. Peygamber sana ne söyledi ise aynen
tekrarla.” Adam tekrarlar:
- “Git! Allah’ın makbul kulu Ali Paşa’ya benim
selâmımı söyle sana 100 altın versin.” Ali Paşa:
- “Bir daha söyle.” diye tam yedi defa tekrarlatır.
Adam, Ali Paşa’yı kendisiyle alay ediyor sanar ve
paradan da ümidini keser ki, Ali Paşa:
136
- Sana Peygamber’in (S.A.V.) her selâmı için 100
altın vereceğim. Yedi defa tekrarlattım 700 altın
eder” der ve gerçekten 700 altını verir (23).
Rivayette ‘Allah’ın makbul kulu’ olarak tanıtılan
Ali Paşa kimdir? Yaşamı nerede başlayıp nerede
bitmiştir? Özel ve resmi kişiliği nasıldır? Yaşam
mücadelesi nasıl geçmiş ve olaylara tepkisi nasıl
olmuştur? Hayatı merak konusu olan bu muhterem
zatı bir de yazılı tarih belgelerine göre tanımaya
çalışalım:
Ali Paşa, 1689’da İstanbul’da doğmuş, babası
sarayda Hekimbaşı Nuh Efendi, annesi Safiye
Hanım’dır. Tarihçi Hammer’in kaydettiğine göre
babası Nuh Efendi, aslen Venedik’li olup Padova
Üniversitesi’nde öğrenim görmüş ve rivayette orada
bir Türk hanımla tanışmış, sonuçta aşkı uğruna
İslâmiyeti kabul etmiştir. Böylece Nuh Efendi
İstanbul’a gelip sarayda hekimliğe başlar. Daha
sonra Hekimbaşı olur ve Rumeli Kazasker payesine
kadar yükselir.
Ali Paşa, bu ortamda çok iyi bir öğrenim görür
ve genç yaşta Sultan III. Ahmet zamanında Hassa
137
Silahşörü olur ve daha sonra Dergâh-ı Âli
Kapıcıbaşıları’ndan birine tayin edilir. Zekâsı,
terbiyesi ve zarafeti ile tanınır. Bu özelliklerinden
dolayı III. Ahmet, Hekimoğlu Ali Paşa’yı süratle terfi
ettirip kendisine damat yapmak ister. Fakat
Padişah’ın bu teveccühünü kıskanan Damat (Şehit)
Ali Paşa, bir müddet taşralarda hizmet görüp
yetişmesi uygun olur gerekçesiyle Padişah’ı oyalar
ve Zile Voyvodalığı’na atandırarak İstanbul’dan
uzaklaştırır. Hekimoğlu Ali Paşa’nın bir ömür boyu
sürecek olan gezginci hayatı böylece başlamış olur.
Hekimoğlu, bundan sonra Yeniil (Maraş)
Türkmen Voyvodalığı’na tayin olunarak üç sene
burasını gayet güzel idare eder. Bu başarılı
hizmetinden dolayı bu voyvodalığa ilave olarak
Adana Valiliği görevi de verilir.
Ali Paşa, Ekim 1722’de Yeniil Voyvodalığı
üzerinde kalmak ve İran seferine katılmak koşuluyla
Halep Valiliği’ne tayin olunur. 1724’te İran seferi
başlar. Tebriz’in alınması sırasından gösterdiği
fevkalâde yararlık üzerine 11 Ekim 1725’te vezirlik
verilip birkaç gün sonra da Anadolu Valisi olarak
138
atandırılır. Ancak, İran seferinde Serasker
(Başkomutan) olan Köprülüzâde Abdullah Paşa’nın
hastalanması üzerine Temmuz 1726’da Tebriz
cephesi Seraskerliği’ne tayin olunur.
1727 yılında İran’la geçici bir sulh anlaşması
yapılır. Ali Paşa’nın Kethüdası ile Divan Katibi bu
ortamı fırsat bilerek halk üzerinde işkenceye varan
baskılarda bulunurlar. Halkın bir bölümü şehirden
göç eder. Mezalimle ilgili haberlerin saraya ulaşması
üzerine Ali Paşa Seraskerlik’ten azlolunur ve
Şehrizur Valiliği’ne getirilir. Eylül 1728’de de Sivas
Valiliği’ne atandırılır. Bu görevde iken Çarutale
Bölgesi’nde baş gösteren isyan ve terörist faaliyetleri
önler. Bölgede sükûneti yeniden tesis etmesi üzerine
Padişah fermanı ile takdir ve taltif edilir.
1730 yılında İran’la tekrar savaş başlar. Tebriz
İranlılar’ın eline geçer. Şark seferinin aleyhimize
sonuç vermeye başlaması üzerine Ali Paşa, önce
Diyarbakır Valiliği’ne, arkasından Erzurum Valililği ile
Revan Seraskerliği’ne tayin olunur. Bu sırada
İstanbul’da vukua gelen isyan sonucu I. Mahmut
hükümdarlığa getirilir.
139
Hekimoğlu Ali Paşa, önce Urmiye üzerine
yürür. 65 gün muhasaradan sonra şehir düşer.
Tebriz seferi için bir engel böylece ortadan
kalkmıştır. Tebriz’in savunması kısa sürede kırılarak
şehir tekrar ele geçirilir. Bu fetih dolayısıyla
I.Mahmut’a gazi ünvanı verilir. I.Mahmut da,
Serasker Ali Paşa’ya gönderdiği fermanda sevinç ve
takdirini özetle şöyle ifade eder:
“İzzet sahibi Rabb’in lütfettiği yardım
sayesinde, kale muhasarasını, gücünü esirgemeden
canla başla sürdürmeniz, gayret ve secaat gösterip
Tebriz dahil zaptedilmesindeki üstün hizmetiniz
Sadaret katında makbul görülmüş ve sevince sebep
olmuştur. Hepiniz berhudar ve yüzleriniz ak olsun.
Bundan sonra da Sadaret’e yakışır güzel hizmet ve
kudretinizi esirgemeyiniz“
Hekimoğlu Ali Paşa, bu hizmetine karşılık
olarak Sadrâzam (Başbakan) tayin olunur. 10 Mayıs
1732 tarihinde İstanbul'a gelerek kendisine mühri
hümayun verilir. Üç buçuk yıl bu görevde kalır.
Sadaret’i zamanında humbaracı ocağı kurulur;
140
Avusturya ile Rusya’ya karşı diplomatik görüşmeler
yapılır; Fransa ile işbirliği yapılması yolları araştırılır.
Hekimoğlu Ali Paşa, Ruslar’ın tutumundan
şüphelendiği için İran ile sulh yapmak ister. Bu
sırada İran hükümdarı Nadirşah’tan bir mektup gelir.
Sulh teklifinde bulunur. Ali Paşa bu fırsatı
değerlendirmek üzere cevap mektubunda yumuşak
ifadelere yer verir ve uyuşmak taraftarı olduğunu
belirtmek ister. Ancak bu mektup, İran Seraskeri
tayin olunan Köprülüzâde Abdullah Paşa’nın eline
geçer. Abdullah Paşa, bu tutuma olumlu bakmaz ve
mektubu geri gönderir. Bu tatsız olay Padişah’ın
başkanlığında toplanan devlet ricalı toplantısında
görüşülür. Hekimoğlu’ndan sadaret mührü alınır ve
Midilli’de ikamete gönderilir. İran’la sulhe aleyhtar
olup Hekimoğlu’nun Sadrazamlık’tan azline sebep
olan İran Seraskeri Abdullah Paşa ise, beceriksizliği
sonucu Arpaçayı Muharebesi’nde mağlup olup şehit
düşer.
Hekimoğlu Ali Paşa, kısa zaman sonra Girit
Valiliği’ne getirilir ve aynı sene Nisan 1736’da Bosna
Valiliği’ne atandırılır. Bosna devamlı düşman
141
saldırılarına sahne olmaktadır. 3 sene arka arkaya,
dört-beş yerden Bosna’ya hücum eden büyük
düşman kuvvetlerine karşı koyar ve bozguna
uğratarak önemli başarılar elde eder. Bu sırada
Belgrat da geri alınır.
Mısır’daki Kölemen Beyleri, oraya gönderilen
valilere rahat vermiyor, yönetimi ellerine geçirip
İstanbul’a gönderilmesi gereken vergilere engel
oluyor ve halkı isyana teşvik ediyorlardı. Şöhreti
iyice artan Ali Paşa, asayişi bozan Kölemen Beyleri’ni
cezalandırmak üzere Haziran 1740’da Mısır
Valiliği’ne tayin edilir.
Hekimoğlu, burada Mısır’ı ikinci defa elde
edercesine gayret göstererek bir sene içinde
zorbaları temizler ve Mısır’da yeniden Osmanlı
hakimiyetini kurar. Devam eden İran, Bosna ve
Mısır’daki başarıları Sultan I. Mahmut’un beğeni ve
takdirine neden olur. Bu son başarısından dolayı
önce Eylül 1741’de Adana Valiliği, aynı sene merkezi
Kütahya olan Anadolu Valiliği verilir. Dört buçuk ay
sonra da, yani Nisan 1742’de Padişah’ın gizlice
gönderdiği bir hattı hümâyunla Sadrazam olmak
142
üzere acele İstanbul’a çağrılır. Şehelâ Ahmet
Paşa’nın yerine ikinci kez Sadrazam olur.
Bu ikinci Sadrazamlığı bir buçuk yıl sürer.
Görevden azlı ise yine İran meselesinden ileri
gelmiştir. İran hükümdarı Nadirşah’ın büyük bir
kuvvetle gelip önce Kerkük’ü işgal edeceği ve Dicle
üzerindeki iki yerden köprü kurdurup Musul,
Diyarbakır ve Rakka taraflarına geçmek istediği
haberi alınır. Hekimoğlu Ali Paşa da karşı bir önlem
olarak, devlet ileri gelenleriyle görüşüp kendisinin
bizzat sefere çıkmasını ve müsait bir yerde
kışlayarak ilkbaharda düşmanın vaziyetine göre
hareket edilmesinin uygun olacağını kararlaştırır.
Ancak, bu teklif I.Mahmut’a arz edildiğinde,
düşmanın birkaç ay önceden saldırısını ihtimal
dahilinde iken Diyarbakır Seraskeri’ne gerekli
yardımın yapılmayarak sefere bizzat Sadrazam’ın
çıkması Padişah’ı kuşkulandırır ve hatta kızmasına
neden olur.
Bu olay üzerine Ali Paşa, 23 Eylül 1743’te
Sadrazamlık’tan azl edilir ve Midilli Adası’nda
ikâmete gönderilir. Midilli’de iki ay kalır. Kasım
143
1743’te Kandiye muhafızı ve Girit Valiliği’ne tayin
olunur. Ekim 1744’te de Bosna Valiliği’ne gönderilir.
1745’te Halep Valiliği’ne, sonra Anadolu eyâleti ile
Şark Serdarlığı’na tayin edilir. İran’la barış
anlaşması yapılması üzerine 28 Kasım 1746’da
üçüncü kez Bosna Valiliği’ne gönderilir ve bu defa
Hersek Sancağı da uhtesine verilir. Sadrazam Tiryaki
Mehmet Paşa, Ali Paşa’nın başarılı hizmetlerini
kıskanmaktadır. Onun İstanbul’dan uzak
tutulmasının kendi geleceğine uygun düşeceği
düşüncesiyle Şubat 1748’de Tırhala Sancağı’na ve
daha sonra da Özi Valiliği’ne gönderilir. Birkaç
seneden beri fasılasız oradan oraya nakledilmesi Ali
Paşa’yı tedirgin etmiş ise de yine de verilen görevleri
yerine getirir. Özi eyâleti’nde eşkıya faaliyetine son
verirken tekrar sükûn ve asayişi temin eder. Bu
hizmetinden dolayı kendisine gönderilen bir fermanla
takdir ve taltif edilir. 1750’de Vidin muhafızlığına
naklolur. 1751’de de, Zaralı Mehmet Paşa’nın yerine
asayişi bozuk olan Trabzon Eyâleti’ne tayin edilir.
Epey zamandan beri asayişi bozuk olan
Trabzon ve bağlı bölgelerinde, Hekimoğlu, becerikli
144
yönetimiyle bir yıl içerisinde sükûn ve güveni sağlar.
Halka musallat olan eşkıyadan bölgeyi temizler. Bu
vesileyle Padişah fermanıyla takdir edilir. Trabzon ve
çevresinde güvenliğin iyice sağlanmasını müteakip
1755’te Anadolu Valiliği’ne tayin olunur. 35 gün
sonra da üçüncü kez Sadrazamlığa atandırılır (24/4.
cilt, sf: 323-335).
Hekimoğlu’nun bu defaki Sadrazamlığı üç
buçuk ay kadar sürer. Padişah III.Osman asabi bir
mizaca sahip kişi idi. Ayrıca, etrafın etkisinde de
kalırdı. Saray halkından bazıları Sadaret işlerine
karışması üzerine Hekimoğlu’nun bağımsız görev
yapmasını olumsuz yönde etkiler ve bazı sözlerle
tepkisini göstermek ister. Fakat bir kısım Padişah
adamları bu sözleri abartarak III. Osman’a
ulaştırırlar. Böylece Padişah ile Sadrazam
Hekimoğlu’nun arası açılır. Bu sırada III. Osman
amcasının oğlu veliaht şehzade Mehmet’in bertaraf
edilmesini, yani öldürülmesini ister. Ama Hekimoğlu
Ali Paşa, insan olarak da, Sadarazam olarak da, bu
işe asla taraftar olmaz. Bu tutumuda bardağı taşıran
son damla olur. Osmanlı hükümdarı, devletin ileri
145
gelenlerinden bazılarının telkinleriyle Ali Paşa’yı
derhal huzura çağırtır ve:
-“Bak Paşa! Seni şimdi azleder, yerine
hamallar kâhyası Ali Ağa’yı Vezir-i Âzam yaparım “
diye gürler.
Hekimoğlu Ali Paşa hiç tereddüt etmeden:
“-Emru ferman Şevketlü Padişah
Efendimiz’indir! Hamallar kâhyası Ali Ağa’yı Vezir-i
Âzam yaparsınız. Hamal Ali Paşa olur. Olur ama,
hiçbir zaman Hekimoğlu Ali Paşa olamaz! “ diye
cevap verir. Bu cesurane ve cinaslı konuşma üzerine
Padişah gazaba gelerek kıymetli Sadrazam’ın derhal
Kızkulasi’nde katlini irade eyler (Mayıs 1755).
Ali Paşa, Padişah’ın bu buyruğunu tevekkülle
karşılar. Hayırhah olmaktan öte hiçbir kusuru yoktu.
Kendisi Topkapı Sarayı’nın “ Ceza kapısı “ denilen
dördüncü kapısına götürülür. Bu kapının arkasında
bir hücre vardır. Hücrede aptest alacak bir musluk
ve namaz kılmaya elverişli bir yer mevcuttur.
Hekimoğlu Ali Paşa burada aptestini tazeler ve iki
rekât namaz kılar. Yanında bulunan birkaç kişiyle
helâllaşır. Sonra balıkhaneye indirilir ve Saraya ait
146
ufak bir saltanat kayığına bindirilerek Kızkuzlesi’ne
doğru hareket edilir.
Ali Paşa, ölümden korkan bir insan değildir.
Kendisine, ölüme mahkûmiyetin bir ifadesi olan
“siyah kaftan“ giydirilir. Kayıkta Bostancıbaşı ve
cellatların arasında ayakta dimdik durur. Kasrın tam
önüne geldikleri vakit Padişah’ın kendisini
seyrettiğini fark eder. Âl-i Osman’a ve Devlet-i
Âliyye’ye bağlılığı ve saygısını bildirir bir hareket
yapmayı bu vaziyette dahi ihmal etmez. Kayıktan
Padişah’a yerle bir temenna eder. III. Osman bu çok
çelebice hareketi görür, yanındaki müsahibine:
“Fe Sübhanallah! Yahu ne garip Âdem’dir.
Böyle bir hengâmede dahi istifin bozmayıp tekâpû
eyler. Allah Allah! Ne korkmaz, ne gayyur Âdem’dir,
ya Rabbi!“ diye hayret ve takdirini gizleyemez.
Zeki bir adam olan ve Ali Paşa’yı da çok seven
müsahip, bu fırsatı kaçırmaz. Padişah’a:
“Hünkârım! Paşa kulunuz kadim bir vezirdir.
Devlete hidematı bi payandır. Edeb-i vüzeraya ve
kaide-i mülüke pek aşinadır.“ sözleriyle af için ilk
çıkışı yapar. Kayığın Kızkulesi’ne yanaşmasına
147
ramak kalmıştı ki, Padişah’ın yanına Şefsuvar Valide
Sultan koşarak gelir ve:
“Arslanım! Paşa kulunuz için afv-ı şâhânenize
hep birlikte intizar vermekteyiz.“ der. Bu esnada III.
Osman’ın gazabı da geçmişti. Paşa’yı af eder ve
ölüm cezasını Kıbrıs’a kale bentliğe çevirir.
Kıbrıs’a gelip ikamete başlar. Şöhretinden
dolayı çok elçi ve diğer devlet erkânı tarafından
ziyaret edilip çeşitli hediyeler takdim edilir. Ali Paşa
da kabul ettiği hediyeleri ihtiyaç sahiplerine dağıtır.
Bir yıl içinde adadaki fakirlere 100,000 kuruştan
fazla sadaka verdiği söylenir.
Bir süre sonra Kıbrıs’tan Rodos’a nakledilir.
1755’te de beşinci defa Anadolu Valisi olur. Valilik
makamı Kütahya’da bulunmasına karşın bir müddet
İzmir’de oturmasına müsaade edilir. Artık
yaşlanmıştı. Sadârette geçen görev süresi toplamı
beş yıldı. Bu süre hariç bütün hayatı bir diyardan
ötekine göçle geçmişti. 12 Ağustos 1758’de
(prostatla ilgili bir hastalıktan) 71 yaşında vefat eder
ve Kütahya’da gömülür. Vasiyeti üzerine 26 gün
sonra cesedi İstanbul’a getirilir daha önce kendi
148
parasıyla inşa ettirdiği camii yanındaki türbesine
gece yarısı defnedilir. Böylece ölü olarak da bir göç
olayı yaşar (25/2. cilt, sf: 672).
Hekimoğlu Ali Paşa askeri, idari ve siyasi
sahalarda başarılı olmuş bir Osmanlı Veziri idi.
Sadaret’i, baştan sona kadar başarılı geçmişti.
Muharebelerde düşmanı tuzağa düşürecek harp
hilelerini çok iyi bilir ve uygulardı. Düşmanın
çokluğundan endişe etmez, buna karşın gereken
önlemlerini alırdı. Bu nedenle de katıldığı her
muharebe zaferle sonuçlanmıştı.
Hekimoğlu Ali Paşa’nın her işinde başarılı
olmasının bir nedeni de kalabalık, becerikli ve
güvenilir bir yardımcı kadroya sahip olması idi.
Mahiyetini disiplinli bir ortam içinde yönetir; bunların
halka en küçük bir haksızlık yapmasına izin
vermezdi. 1727 yılında İran’da başından geçen olay
ona tecrübe kazandırmıştı. Bu nedenle görev yaptığı
vilayet ve eyâletlerdeki idaresinden, âdilâne
uygulamasından halk memnundu.
Hekimoğlu Ali Paşa, zor günlerin adamı idi. İş
bilir, iş becerir ve iş bitirir bir yeteneğe sahipti.
149
Geçmiş hayatına bakıldığında, devletin emniyet ve
asayişi temin edemediği en karışık yerlere bunun
görevlendirildiği ve en kısa zamanda devlet
hâkimiyetinin tekrar sağlandığı görülür. Bilhassa
Mısır, Özi, Carutale ve Trabzon bölgelerinde baş
gösteren eşkıyaya karşı icraatı fevkalâde dahili
başarılarındandır.
Ali Paşa, göçmen ve hayli de uzun memuriyet
hayatında dürüstlükten hiç ayrılmamış, irtikâp ve
rüşvet gibi yüz kızartıcı hareketlerden uzak kalarak
katiyen lekelenmemiştir. Başarılı hizmetlerinden
dolayı genelde Padişah’ların takdirlerini kazanmış bir
vezir oluşu nedeniyle, devamlı başkalarının haset ve
çekemezliğine hedef olmuştur. İstanbul’dan uzak
yörelerde görevlendirilişi, üç kez Sadrazamlık’tan
azlı, bu çirkin oyunun sonucudur. Örneğin Tiryaki
Mehmet Paşa’nın Sadareti döneminde epey tehlike
atlatmış ve kendisini seven Sultan Mahmut’un ikazı
üzerine katledilmekten kurtulmuştur.
Ali Paşa, fevkalâde cömertti. Vezir-i
Âzamlık’tan her defa azlinde ancak birkaç yüz kese
gibi az bir parası birikirdi. Bütün paralarını hayır
150
işlerinde kullanır, ehl-i tarik ve ulema sınıfından
olanlara daha fazla ihsanda bulunurdu. Hatta bazı
seyisler, arabacılar başlarına ulema kavuğu giyip
geldikleri zaman, hallerince ikram görürler, halk ve
mahiyetindekileri bu hale şaşarlar hatta ahbabından
biri bu aldatmayı niçin fark etmezsiniz dediği zaman:
“Fark ederim, ama fark etmem, ben cümlesini
iyilerden düşünürüm. Belki aradığım içlerinde
bulunur.“ der.
Ali Paşa, dünyada sorumlu olduğu işleri büyük
gayret, ciddiyet ve başarılı olarak yürütürken, âhireti
için de elinden geldiği kadar hasenette bulunmuştu.
İstanbul’da Cerrahpaşa ile Kocamustafapaşa
semtleri arasında güzel bir cami, sebil, kütüphane
yaptırmıştı. Türbesi de burada bulunmaktadır.
Kabataş ve Çemberlitaş’ta da birer çeşmesi vardır.
YORUM:
Hekimoğlu Ali Paşa, neden “ Allah’ın makbul
kulu “ olarak tanıtılmıştır?
1. Çünkü O, devlet hâkimiyetinin egemen
olması ve halkın huzur içinde yaşaması için
çalışmıştı. Carutale, Mısır, Özi ve Trabzon
151
bölgelerinde baş gösteren terörist faaliyetleri önleme
ve temizlenmesinde gösterdiği üstün başarı bunun
birer örneğidir.
2. Çünkü O, Allah sevgisi ve Rasulûllah
muhabbeti ile dopdolu gerçek bir Mü’min olarak ne
dünyasını âhiretine, ne de âhiretini dünyasına tercih
etmişti. Uzun bir memuriyet hayatını bir yerden
başka yere kısa aralıklarla göç ederek geçirmesi,
inişli çıkışlı bir makamdan başka makama
atandırılması O’na bezginlik ve kızgınlık da
vermemişti. İnsanoğlunun bu dünyada “ biraz açlık,
biraz korku, biraz da candan maldan ve ürünlerden
noksanlık görerek denendiğini, sonunda kazananın
sabredenler olduğunu (Bakara Sûr./A: 155) bilerek
olumsuz her olay karşısında sabır ve tevekkülle
davranmıştı. O’nun gerçek ideali makam yeri değil,
halka ve devlete hizmetti. Üç kez Başbakanlığa
(Vezir-i Âzam) getirilmiş, azledilerek görevden
uzaklaştırılmış ve muayyen yerlerde ikâmete
zorlanmış, sonra bir şey olmamış gibi vali, komutan,
kale muhafızı gibi makamlara atandırılmıştı.
152
Devletin üst kademelerinde görev yapmasına
karşın hiç zengin olamamış, alın teri kazancı ile
ancak geçimini sağlamış, tasarruf edebildiği bir
miktar para ile de İstanbul’un nadide yerlerinde
adına saray, köşk, konak gibi gayrimenkul
edinmemiş, bunun yerine cami, kütüphane ve çeşme
yaptırarak halka hizmette bulunmuştu. O’nun
yoksullara sadaka dağıtması övgü ile anlatılmıştı.
3. Çünkü O, haksız olarak bir Mü’min’in
öldürülmesinin büyük günah ve cezasının
cehennemde yanmak olduğunu, ayrıca Allah
tarafından lânetlendiğini (Nisa Sûr./A:93) “veda
haccı hutbesi“ nde Peygamberimiz tarafından da açık
ve kesin olarak yasaklandığını biliyor, bu inançla
Padişah’ın yeğenini öldürtme isteğine karşı
geliyordu.
Padişah’ın kendisi hakkındaki idam edilme
fermanını tevekkülle karşılamıştı. Çünkü Kur’an-ı
Kerim’de Allah’ın, her yaratığın bir ömrünün olduğu,
ömür bitmeyince ölümün gelmeyeceği, ömür bitince
de hiçbir kimsenin bunu durduramayacağını, doğum
ve ölümün ancak Allah iradesiyle gerçekleştiğine (Âl-
153
i İmran Sûr./ A: 45) kesin inancı vardı. İşte bu
nedenle de ölüm fermanından hiç de etkilenmemişti.
Ayrıca, ölüm fermanının icra edileceği Kız
Kulesi’ne kayıkla götürülmesi esnasında kendisini
saray penceresinden izleyen Padişah’ı fark edince
hemen çelebice temenna alarak devlet başkanına
karşı sonsuz bağlılığını göstermişti. Gerçekten O’nun
bu tutumu, Kur’an’daki “Ey iman edenler! Allah’a
itaat ediniz, Peygambere de itaat ediniz ve sizden
olan emir sahiplerine (Ulû’l-emre) de.“ (Nisa
Sûr./A:59) meâlindeki yüce Allah’ın buyruğundan
kaynaklanmakta idi.
4. Sözün özü: O yaşamını Kur’an ve
Peygamberin sünnetiyle güzelleştirmiş, Allah’ın
buyruğunu ve Peygamber’in tavsiyelerini kendisine
değişmez düstur edinmişti. Nitekim Peygamber
Efendimiz’in<Cuma günü bana salâvatı çok okuyun.
Çünkü okunan salâvatlar meşhuttur ( melekler ona
tanıklık ederler). Bana salâvat eden hiç kimse yoktur
ki o daha okumasını bitirmeden salâvatı bana
ulaştırılmamış olsun.> (28/17.cilt, sf:153-154)
tavsiyesine uyarak Peygamberimiz’e salâvat
154
okumayı devam ettirmiştir. Zor durumda kalan
esnafın gördüğü rüyaya istinaden ve
Peygamberimiz’in selâmına karşılık 700 altın bağışta
bulunması, Ali Paşa’nın manevi yönünün
sağlamlığının bir göstergesidir. İşte bundan dolayıdır
ki O, “Allah’ın makbul kulu“ olarak tanıtılmıştır.
(O’nun aziz ve örnek alınacak hatırasını
şükranla anar, Allah’ın bol rahmetine kavuşmasını
dilerim.)
d. Tevekkül Anlayışı :
Tevekkül, Allah’a dayanmak, güvenmek ve bir
işin olması için çalışıp sonucunu Allah’tan
beklemektir. Diğer bir tanımla, kul kendisine düşeni
yapacak, sonucu Allah’a bırakacak. Örneğin, çiftçi
tarlasında verimli ürün yetiştirmek istiyor. Bunun
için, önceden tarlasını sürecek, toprağın analizine
göre hangi tür gübre ve ne miktar gerekiyorsa
bunları da hazırlayacaktır. Toprağın nem durumu ve
mevsim koşulları uygunsa tohumu toprağa ekecek.
Tohum çimlenip çıktıktan sonra varsa yabancı otlar
155
temizlenecek. Gerekiyorsa sulama işlerini de
yapacak. Buraya kadar olan işler çiftçinin görevidir,
bu hizmeti eksiz yerine getirecektir. Bundan sonra
ürünün verimli olması Allah’ın takdirine
kalmıştır.(Yağmur, dolu, sel, yangın gibi tabii
afetlere maruz kalıp mahsul harap olabilir.) Bu
nedenle Allah Teâlâ : <Deki: Hiçbir zaman bize,
Allah’ın bizim için takdir ettiğinden başkası
dokunmaz. O bizim, Mevlâmızdır, mü’minler ancak
Allah’a tevekkül etsinler.> (Tövbe Sûr./51)
buyurmuştur.
Tevekkül, “Allah kerimdir?” deyip kendini
uyuşukluk içine bırakmak değil, gerektiği gibi
çalıştıktan sonra, işi asıl yapanın Allah olduğunu
düşünerek başarıyı O’ndan beklemektir. Eğer
tevekkül, çalışmayı bırakıp işin olmasını, rızkın
gelmesini Allah’tan beklemek anlamına gelseydi,
Peygamber Efendimiz ve sahabileri, İslâmın
yayılması için o kadar uğraşlar vermez, eziyetlere,
sıkıntılara katlanmazlardı.
156
Tevekkülü nasıl anlamamız gerektiği konusu,
milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un “Azimden Sonra
Tevekkül” isimli şiirinde ne güzel ifade edilmiştir:
“Allah’a dayandım!” diye sen çıkma yataktan...
Mânâ-yi tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!..
Ecdadını, zannetme asırlarca uyurdu;
Nereden bulacaktın eldeki yurdu?
Üç kıtada, yer yer kanayan izleri şahit.
Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücahit.
Âlemde “tevekkül” demek olsaydı “atalet”,
Miras-ı diyanetle yaşar mıydı bu millet?
Çoktan kürenin meş’al-i tevhidi sönerdi;
Kur’an duramaz nezd-i ilâhiye dönerdi.
Allah’a ne kadar tevekkül edilir, güven
duyulursa iyi bilinmelidir ki O, daha fazlasına
lâyıktır. Ve O’ndan başka tevekkül edilecek, bel
bağlanacak, gücüne sığınılacak hiçbir makam
yoktur. Fakat şunu unutmamak gerekir ki, tevekkül
demek görevin ifasını Allah’a havale etmek, demek
değildir. Sadece işin sonuca ulaşma emir ve kararını
Allah'a bırakmak demektir.
157
Bir bedevi, Peygamberimize gelip: Akşam
devemi Allah’a emanet ettim, sabahleyin yoktu,
kaçmış gitmiş, dedi. Efendimiz sordu :<Bağladın
mı?> Bedevi bağlamadım, dedi. Bunun üzerine
Efendimiz: <Önce sağlam kazığa bağla, sonra
Allah’a emanet et!> ,dedi. Bedevi, bağladıktan sonra
Allah’a emanet etmeğe ne gerek var, deyip gitti.
Ertesi sabah bedevi geldiğinde Efendimiz
sordu: <Ne oldu?> Bedevi anlattı: <Devemi
bağlamıştım, gece canavar gelip devemi
parçalamış.> Efendimiz cevaben: <Bu gece de
benim dediğim gibi yap!> buyurdu. Ertesi gün
bedevi tekrar geldiğinde ne oldu diye sorulunca
bedevi: Devemi sağlam kazığa bağlamıştım, gece
canavar gelirken hayvan onu hissetmiş olmalı ki,
hafif bir huzursuzluk sesi çıkardı. Ben sesi duyunca
kalkıp canavarı öldürdüm ve devemi kurtardım.
Peygamber Efendimiz şunları söyledi: <Allah
insana işte böyle yardım eder. Canavar deveni
parçalarken çıkan çok büyük gürültüyü duymadın.
Akşam ise küçük bir sesi duydun. O sesi sana Allah
duyurdu. Deveyi bağlamak insanın görevi, ancak
158
ondan sonra onu korumak Allah’ın işidir. Sen sana
düşeni yaparsan, O da kendine düşeni yapar. Sen
yapmazsan O da yapmaz.> (17/3.cilt, sf:278-280).
Allah Teâlâ : <...İş hakkında onlara danış.
Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp
güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri
sever.> (Âl-i İmran Sûr./159) buyurmuştur. Bu
âyette, tevekkülün nasıl yapılması gerektiği
açıklanıyor. Allah’a dayanıp güvenmenin nasıl olması
gerektiğini, Hz. İbrahim Peygamber’in eşi Hz.
Hacer’in yaşam öyküsünden öğrenelim:
Hz. İbrahim, karısı Hacer ile henüz annesini
emmekte olan oğlu İsmail’i Allah’ın emri ile
Filistin’den alıp Mekke’ye götürdü. Halen, Zemzem
kuyusunun bulunduğu yerde, büyük bir ağacın altına
yerleştirdi. Onlara bir dağarcık hurma ve bir kırba su
bırakarak, tekrar Filistin’e dönmek üzere hareket
etti. O esnada Mekke’de ne bir insan, ne su, ne de
hayat işareti vardı.
Hz. Hacer, eşi Hz. İbrahim’in arkasından
koşarak:
159
- Ey İbrahim! Konuşulacak bir kişinin, yiyip
içilecek bir şeyin bulunmadığı bu ıssız vadide bizi
kime bırakıp gidiyorsun? Bunu sana Allah mı
emretti, diye seslendi. Hz. İbrahim arkasına
bakmadan:
- Evet, Allah böyle emretti, diye cevap verdi.
Hz. Hacer:
-O halde, o bizi korur, diyerek derin bir
teslimiyet içinde oğlunun yanına döndü.
Hz. İbrahim, eşi ve çocuğundan ayrılıp onları
göremeyecek kadar uzaklaştıktan sonra, Kâbe’nin
bulunduğu yere yönelerek :
“Ey Rabb’im, ben soyumdan bir kısmını senin
kutsal evinin yanında ekin bitmez (çorak) bir vadi
içinde yerleştirdim. Rabb’imiz (Beytin’de) namaz
kılmaları için insanlardan bir kısmının gönüllerini
onlara meylettir. Şükretmeleri için onları meyvelerle
rızıklandır.” (İbrahim Sûr/A:37) diye dua etti.
Yanlarındaki su ve hurma bittikten sonra Hacer,
çocuğunu olduğu yerde bırakarak bir can yoldaşı
görebilmek amacıyla yüksekçe yer olan “Safa tepesi”
ne çıktı. Çevreyi gözledi ve bir şey göremedi.
160
Oradan ayrılıp karşı taraftaki “Merve tepesi”ne
yöneldi. Orada da bir şey göremedi. Böylece yedi
defa tepeler arasında gidip geldi. Merve’ye son
gelişinde bir ses işitti. Sesin geldiği yere yönelince
melek Cibril’in oğlunun yanında kanadı ile yeri eşip
“Zemzem suyunu” çıkardığını gördü. Hacer sevinçle
koşup sudan kana kana içti. Suyun etrafını çevirip
havuz haline getirdi. Cibril yanlarından ayrılırken
Hacer’e:
Sakın burada yok olacağız diye korkmayın, işte
şurası, Beytullah’ın yeridir. Onu bu çocukla babası
yapacaklardır. Allah, Beyti’nin ehlini zayi etmez, dedi
(18/sf:11-13).
Bu yaşanmış olayla bizlere verilmek istenen
mesaj:
(1) Allah sevgisi ve Allah’ın emirlerine itaat her
şeyin üzerindedir. Bu olayla Hz. İbrahim, hiçbir
kimsenin başarması mümkün görülmeyen zorlu bir
sınav geçirmiştir.
(2) Hz. Hacer’in, kadın oluşu ve üstelik bebek
sayılan oğlu ile yapayalnız ıssız bir beldede ikâmete
mecbur kalışında gösterdiği metanet ve sabır,
161
Allah’a teslimiyet ve tevekkülün en belirgin
örneğidir.
e. Kader ve Rızık:
İmanın esas kurallarından biri de “kadere”
inanmaktır. Kader nedir? Ezelden geleceğe kadar
olacak şeylerin, ne şekil ve ne zamanda olacaklarsa,
onların hepsini ezelde -daha onlar yok iken bilip
Allah’ın o surette- takdir buyurmasına, kader denir.
Kader, kulun bütün iş ve davranışlarının ezelde
takdir edildiğine ve kulun bu takdirin dışına
çıkmasına imkân olmadığına inanmasıdır. Bu
noktada birçok kimse yanlış yorumlara kalkıştığı için
mezhepler doğmuştur.
Ehli sünnet topluluğuna göre -ki, doğru inanç
ve sağlam akide budur- kulun, hem ezelde takdir
edilene uygun hareket etmek zorunda oluşu, yani
kulun fiilini Allah’ın halk ettiğine inanması ve hem de
amellerinden sorumlu olduğunu kabul etmesidir.
Diğer bir ifadeyle şöyle de denir: Kaza ve
kadere iman demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve
162
tatlı, canlı ve cansız her ne varsa onların hepsi
henüz olmadan, Allah tarafından bilinip öylece
ezelde takdir edip zamanı gelince yaratmasına
“kaza“ inanmak demektir. Ayrıca, Allah’ın takdirine
uymayan hiçbir amelin (eylemin ) işlenmesine
insanlar muktedir değildir.
Konuyu bir örnekle açıklamaya çalışalım: Bir
insanın eylemi, üç safhada teşekkül eder.
Birinci safha : Doğuş
İkinci safha : Düşünce ve karar verme
Üçüncü safha: Eylemin oluşması
Birinci safha, herhangi bir işin akıla gelişinden
ibarettir. Örneğin, eve bir buzdolabı almak
düşüncesi akla gelir.
İkinci safha, düşünce ve karar verme, yani
akla gelen herhangi bir işin gerçekleşmesi için
ayrıntılarını düşünüp karar vermektir. Şöyle ki,
buzdolabının hangi marka olacağı, diğer markalara
göre özelliği, alım yapılabilmesi için gerekli paranın
hazır olup olmadığı, hangi satıcıdan alım yapılacağı
gibi konular düşünülüp uygun olanı seçip almaya
karar verme, ikinci safhayı oluşturur.
163
Üçüncü safha ise karar verilen işin eyleme
dönüşmesidir. Bütün hareketlerimiz bu üç safhadan
geçerek eylem sonuçlanır.
Hareket ve davranışlarımızın birinci ve üçüncü
safhaları, yani doğuş ve oluş safhalarında bizim
hiçbir etkinliğimiz yoktur. Örneğin, biz her zaman
dilediğimiz şeyi hatırlayamayız. En yakın bir
arkadaşımızın, hatta çocuğumuzun ismini dahi
unutur bir türlü hatırlayamayız. Aynı şekilde üçüncü
safhadaki oluşumda da bizlerin etkinliği yoktur.
İşlerimiz mutlaka bizim istediğimiz şekilde cereyan
etmez. Ticarette bunun pek çok örneklerini görürüz.
Aynı yerde yan yana iki dükkânda aynı işi yapan iki
esnaf düşünelim: Sermayeleri aynı ve satışını
yaptıkları mallarda aynı türdendir. Fakat birisi büyük
kazanç elde ettiği halde, öteki zararına çalışıp iflasa
gittiği çok görülmüştür. Ortaya, niçin böyle bir farklı
durum çıkıyor?
Diğer bir örnek, birini öldürmek isteyen şahıs
mutlaka bu eyleminde sonuca ulaşamaz. Nitekim bu
adam tabancasını öldürmek kastı ile istediği kişiye
çevirip tetiği çektiği halde ateş almadığı görülür.
164
Veya ateş ettiği adam yaralandıktan sonra iyileşir ve
ölmez. Sonuç olarak görülüyor ki, “üçüncü safha” da
bizim elimizde değildir. Biz her istediğimiz şeyi,
istediğimiz zamanda ve kesinlikle istediğimiz şekilde
yapamayız. Netice olarak şu gerçeğe teslimiyet
gösteriyoruz: Üçüncü safha, Allah’ın takdir ve
dilemesiyle oluşur.
Fiil (eylem) ve davranışlarımızın ikinci safhası
ise kendi irademize bırakılmıştır. Kul, seçim ve
iradesini dilediği tarafa yönlendirir. Düşünüp karar
vererek eylemini gerçekleştirmeye koyulur. Ceza ve
ödüllendirme de zaten bu aşamadadır. Nitekim
Kur’an-i Kerimde <Emene Rasûlu...> bilinip okunan
âyette yüce Allah : <...Nefsin yaptığı iyi şeyler
kendisine ve karar verip işlediği kötü şeyler de
aleyhinedir> (Bakara Sûr./286) buyurmaktadır.
Başka bir örnek; katil, herhangi bir kimsenin
ölümüne sebep olduğu zaman, o adam öldüğü için
cezalandırılmaz. Çünkü ölüm tabii bir olaydır.
Ölümün zamanı Allah tarafından belirlenmiş olup ne
öne alınabilir, ne de ertelenebilir. Ölüm, ruhun
bedeni terk edişi hadisesidir. Ancak, katil hakkı ve
165
yetkisi olmadığı halde birini öldürmeye azmettiği,
öldürmeyi kesbettiği (kendi güç ve iradesini yani
kesin kararını bu işe yönlendirdiği) için ceza görür.
Veya Allah’ın kesinlikle yasaklamış olduğu bir işi
yapmaya karar verip eyleme giriştiği için
cezalandırılır.
Mükâfat ve ceza, azmetme ile ilgili olduğu
içindir ki, iyi bir iş yapmak isteyen kimse onu
yapmayı çok arzu ettiği halde yapamazsa dahi
yapmış gibi sevap kazanır. Bu konuda Peygamber
Efendimiz bir hadisinde şöyle buyuruyor: <Bir kimse
Allah Teâlâ’dan canı gönülden şehitlik istese, o
kimse yatağında ölse bile Allah onu şehitler
derecesine ulaştırır.> Bunun aksinin de aynı olması
gerekir diye düşünülebilir. Bir kötülüğü düşünüp
işlemeyi kararlaştırdığı halde bunu
gerçekleştiremeyene de işlemiş gibi ceza verilmesi
adalet gereğidir. Fakat burada Cenab-ı Hak’kın
rahmeti ilâhisi kulun imdadına yetişir ve cezadan
affedilir. Şöyle ki, bir kudsi hadis de Cenabı-ı Hak :<
Benim rahmetim, gazabımı geçti.> buyurur
(21/sf:25). Onun içindir ki, kullarına sonsuz
166
rahmetinden dolayı eylem haline geçmeyen iyi bir
azmetmenin mükâfatı aynen verildiği halde, eyleme
geçmeyen kötülüğe azmetmeyi affeder de cezası
verilmez. Yine Peygamber Efendimizden rivayet
edilen diğer bir Kuds-i Hadis de şöyle buyurmuştur:
Allah Teâlâ <Kulum bir iyilik yapmağa azmeder de
bir engelden dolayı onu başaramazsa, onun için bir
hasene yazarım. Azmettiği iyiği yaparsa on
haseneden yedi yüz misline kadar sevap yazarım.
Bir fenalık yapmağa teşebbüs eder de yapmazsa,
aleyhine hiçbir şey yazmam. Eğer niyetlendiği kötü
işi yaparsa yalnız bir günah yazarım.> demiştir
(21/sf:20) (Hadisi Buhari, Müslim, Tirmizi rivayet
etmiştir).
Bu aşamada şöyle bir soru akla gelebilir: Niçin
bizim olmasına karar verip istediğimiz her şey
gerçekleşmiyor? Bu kesbimize (karar alıp
istediğimize) göre takdir yapılmıyor? Çünkü her
istek, mutlaka oluş safhasına intikal etmesi icap etse
idi, o zaman hem kâinatın ve hem de toplumun
düzeni bozulurdu. İnsan oğlu neler istemez ki!...
Onun içindir ki, Cenab-ı Hak her azmetmeyi takdir
167
etmemiş, ancak şu âlemin nizamını bozmayacak
takdiratı yapmıştır (19/sf:3-8).
Allah Rasûlu, kendisine verilen islâmi tebliğ
görevi ile bütün insanların imanlı birer ümmet
olmasını canı gönülden istemekteydi. Fakat dünya
ve âhiretle ilgili gerçekleri açıklayarak tebliğ
etmesine rağmen, müşrik ve kâfir durumunda
olanlar Müslüman olmaktan kaçınmışlar, münafıklar
ise aldatma oyunlarını sergilemişlerdi. Bu olumsuz
gelişmeler, Peygamber Efendimizi çok üzmüş olacak
ki, onu teselli etmek üzere Allah Teâlâ şöyle
buyurmuştur: <(Rasûlum!) Eğer Rabbın dileseydi,
yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O
halde, inanmaları için sen mi zorlayacaksın?>,
<Allah’ın izni olmadıkça hiç kimse inanmaz. O,
akıllarını kullanmayanları murdar (inkârcı ) kılar>
(Yunus Sûr./99-100). <Ve bir şey hakkında: Ben
bunu elbette yarın yapacağım, deme. Ancak, Allah
dileyecek olursa, yapacağım, de ...> (Kehf Sûr./23-
24).
Bu âyetlerde açık olarak ifade edildiği üzere,
kişi bir konuda karar verip istedikten sonra kararın
168
eyleme dönüşmesi, ancak Allah’ın dilemesiyle
gerçekleşir. Bazı isteklerimizin karar aşamasından
azmettiğimiz (istediğimiz) halde, Allah’ın takdir
etmediği, yanı gerçekleşmediğini görürüz. Bunda da
bir hikmetin olduğunu düşünmeliyiz. Belki de sonuç
yararımıza olacaktır.5
5 1955 yılının Eylül ayı idi. Lise mezunu olarak Ankara Üniversitesi’nin bir fakültesine girme uğraşısı veriyordum. Fakir bir ailenin çocuğu olmam dolayısıyla tercihim burs verecek okula kaydımı yaptırmaktı. Ancak, gelişen olaylar bu isteğimin gerçekleşemeyeceğini gösteriyordu. Bir arkadaş, konuşma esnasında, Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğü burslu öğrenci alacağını, öğrencilere 11 ay kurs gösterdikten sonra teknisyen memur ataması yapacağını, yaz aylarında arazi çalışmaları sırasında harcırah verip maaşın iki kat artacağı, şeklinde bilgi verdi. Onlar iki arkadaş olarak müracaat ettiklerini ve sağlık raporu için Ankara Numune Hastanesi’ne havale yapıldıklarını da sözlerine ilave ettiler. Ben de ertesi günü gidip müracaatımı yaptım. Beni de hastaneye gönderdiler. Hastane giriş kapısındaki görevli memur, yazıyı okuduktan sonra bana dönüp: <Burası okul değil, kurs yeri. Senin muayenen ücrete tabidir. Beş muayene ve tahlil için 75 Lira ödemen gerekiyor. Parayı yatırırsan içeri girersin.> dedi. Kendisine bir gün önce gelip ücretsiz muayene olan arkadaşları hastane bahçesinde göstermeme rağmen kabul ettiremedim ve üzüntülü olarak oradan ayrıldım. Sonra İlahiyat Fakültesi’ne kaydımı yaptırdım. Burs alabilmek için beklerken bu fakültede Silahlı Kuvvetler’in de beş öğrenci kontenjanının bulunduğunu öğrendim. Kayıt işleri Kara Harp Okulu K.lığı’nca yapıldı ve askeri öğrenci olarak fakülteye devam ettim. Bitirince Teğmen rütbesiyle göreve başladım ve 30 yıllık bir hizmet sonunda Albay rütbesiyle emekli oldum.
169
İnsanların rızkı (kazançları) kaderle ilgilidir.
Allah herkesin rızkını takdir buyurmuştur. Fakat
takdir edilmiş bu rızkı arayıp bulmak ise kulun
görevidir. Çalışıp aramak kuldan, yaratmak da
Allah’tan beklenmelidir. İnsan, Allah’ın kendisine
lütfettiği akıl ve hür iradesiyle kendi yararına olan
rızkını arayacak, bu yönde gerekli çalışma ve gayreti
gösterecek, sonra da gerçekleşmesi için Allah’ın
takdirini bekleyecektir. Sonuç istediği gibi olmazsa
hemen üzüntüye kapılmayacak ve bunda da kendisi
için bir hayır olduğunu düşünecektir. Çünkü kul,
devamlı sınav geçirmekte ve denenmektedir.
Rızkı veren Allah, bunu bütün kullarına eşit
olarak dağıtmamış, bazısına çok, bazısına da az
takdir etmiştir. Netice, şükretmek- sabretmek
sınavıdır. Nitekim Allah Teâlâ : <Ve eğer Allah, rızkı
kulları için yayacak olsa elbette yerde haddi tecavüz
Şimdi bu yaşanmış olayın kritiği yapıldığında o tarihteki istek ve kararımın gerçekleşmemesinin nedeni daha kolay anlaşılmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ buyuruyor ki: <Olur ki, bir şey hoşunuza gitmezken, sizin için o hayırlı olur. Ve bir şey de sevdiğiniz halde o, hakkınızda şer olur. Allah bilir, siz bilemezsiniz.> (Bakara Sur./A: 216).
170
ederlerdi. Velâkin dilediğini bir miktar ile indiriyor.
Şüphe yok ki O, kullarından haberdardır.
Görücüdür.> (Şuarâ Sûr./27). <Allah rızık hakkında
bir kısmınızı, bir kısmınızdan üstün kıldı. Kendilerine
fazla rızık verilenler de, rızıkları elleri altında
bulunanlara vermiyorlar ki, onda eşit olsunlar.>
(Nâhl Sûr./71). Allah’ın her takdiri bir hikmetin
müjdecisidir. İnsan, kendini kendine yeterli görürse
azar, yani aşırı davranışlarda bulunur. Bu da günah
kazanmasına sebep olur. Dolayısıyla rızkın azlığı bu
felâketi önlemiş olur. Ayrıca, Allah verdiği rızıkla
(mal-mülk) ile imtihan eder. Bundan dolayı
şükrediyor mu, malının zekâtını verıyor mu,
muhtaçlara sadaka verip koruyor mu gibi hayır
işleriyle imtihan eder. Eğer bu sınavı kazanıp
âhirette kurtuluşa eremezse, dünya kadar malı
olmuş neye yarar!... Âhiret yolculuğuna çıkanları
görüyoruz, yanlarında yaptıkları iyilik ve kötülük
dışında bir şey götürebiliyorlar mı? Atalarımız ne
güzel demişler: “Dünya malı, dünyada kalır!...”
Besmelenin meâlinde, ”Rahman (dünyada
bütün yaratıklara rahmet eden onların rızkını veren
171
yaşamlarını kolaylaştıran) ve Rahim (âhirette yalnız
Mü’minlere merhamet gösteren) olan Allah’ın adıyla
başlarım.” denmektedir. Dünya hayatında, Allah’ı
tanısa da, inkâr etse de, ister kâfir, ister dinsiz olsa
da bütün insanların rızkını Allah takdir etmekte ve
vermektedir. Kâfir ve dinsizlere bolca verdiği mal-
mülk ve çocuklardan maksat, onun içinde bulunduğu
küfür yaşamını devam ettirmesi içindir. Hz.
Peygamberimizin şahsında bütün insanlara Allah’ın
hitabı şöyledir: <Artık onların malları da çocukları da
seni imrendirmesin. Doğrusu Allah ancak bununla
onlara dünya hayatında azap etmeyi ve kâfirler
olarak canlarının çıkmasını ister.> (Tövbe Sûr./55).
<Onlardan bazılarına, denemek için verdiğimiz
dünya hayatının süsüne gözlerini dikme. Rabb’inin
rızkı daha hayırlı ve daha devamlıdır.> (Tâhâ
Sûr./131).
Rızkın daraltılıp genişletilmesinin yetki hakkı
Allah’a aittir. Dilediğini zengin, dilediğini fakir kılar.
Bunda da Allah’ın bir hikmeti bulunmaktadır.
Nitekim Peygamber Efendimizin bir hadisinde Allah
şöyle buyuruyor: <Kullarımdan bazıları vardır ki,
172
yalnızca fakirliğe elverişlidir. Onları zenginleştirsem
dinlerine karşı bozgunculuğa dalarlardı. Kullarımdan
bazıları da vardır ki, ancak zenginliğe elverişlidirler.
Onları fakirleştirmiş olsaydım dinlerinde fesada
(bozgunculuğa) dalarlardı.> (20/9.cilt, sf:4728).
Netice olarak diyebiliriz ki, helâl olsun, haram
olsun, kişinin yararlandığı her türlü rızkı, Allah takdir
edip vermektedir. Helâl rızık, esenlik ve huzur içinde
yaşamaya, âhirette de Cennete girmeye sebep
olmakta. Haram rızık ise, önce aldatıcı hoşça bir
yaşam, arkasından ıstırap dolu Cehennem azabı...
Helâl rızkı veren Allah, haram rızkı veren de
Allah olduğuna göre, neden Rabb’imize dua edip
helâl rızık istemiyoruz? Helâl kazanç yolları varken,
neden haram kazanç yollarında geçimlik arıyoruz?
Neden, Allah’ın helâl kazanç yollarından emeğimize
karşılık takdir edip verdiği rızkın azlık-çokluk
miktarına kanaatkâr bir düşünce ile yaklaşıp ”Benim
rızkım bu kadarmış, Allah hayrını göstersin!”
demiyoruz da daha çok kazanma ihtirasına
kapılıyoruz? Sonra da, az bir çaba ile daha çok
kazanalım diye dinimizin haram saydığı kazanç
173
yollarına koşuyoruz. Hâlbuki talih ve şans oyunları,
kumar, rüşvet, hırsızlık, soygun, daha akla
gelebilecek her türlü aldatma yol ve yöntemleri,
özellikle Mü’minlerin düşecekleri tuzaklar
olmamalıdır. Ne diyor Peygamber Efendimiz?
<...Yediği haram, içtiği haram, giydiği haram ve
haram ile beslenmiş bulunan kimsenin duası nasıl
kabul olunacak!>
Allah’tan başka kimden, hem dünya
yaşantımız ve hem de âhiretteki geleceğimiz için
yardım isteyebiliriz! Her şeyi yaratan ve yönlendiren
dururken kula kulluk etmemiz aklın gereği olabilir
mi? Öyleyse aklı nefsin önüne çıkararak Allah ve
Rasûl’unun öğütlerine uymalıyız.
7. ÂHİRET HAYATINA GEÇİŞ :
a. Ölüm:
Ölüm, ruhun iç ve dış ilişkilerini kesip
bedenden tamamen ayrılması olayıdır. Ölüm halinde
ruhun hem bilinci, hem de hayat veren etkinliği
174
bedenden ayrılır ve beden canlı olma özelliğini
kaybeder. Uykuda ise bilinci alınır, hayatı da
bedende kalır.
Ölüm, insanoğlunun değişmez kaderidir.
Doğup dünyada hayata başlayan her canlı belirli bir
süre sonra ölecektir. Kur’an-ı Kerimde: <Her nefis
ölümü tadacaktır.> (Âl-i İmran Sûr./185) buyrulur.
Aslında Allah dışında her şey fanidir, yani varlığı
belirli bir süre içindir.
Yüce Allah, ibadetleri, günahlardan sakınmayı,
yasaklara uymayı ve diğer her şeyi insanların yararı
için emretmiştir. Ölüm emri de onların yararı içindir.
İnsan fiziki yapısı itibarı ile gençlikten ihtiyarlığa
doğru devamlı yaşlanma sürecindedir. Zaman gelir,
eklemler işlevini yapamaz, dolayısıyla kişi
yürüyemez, hatta ayağa dahi kalkamaz olur. Göz
görmez, kulak işitmez, beyin işlemez duruma gelir.
İşte bu sıkıntı ve üzüntüleri Allah kullarına
çektirmemek için ölümle onu kurtarır.
Ölüm, yok olma değil, dünya kapısından âhiret
yurduna geçiştir. Bu dünya, eğitim, öğrenme,
olgunlaşma, kârlı kazanç temin etme yeridir. Diğer
175
bir tanımla, çalışma, yorulma, sıkıntı çekme ve
meşakkat yeridir. Attığı her adımda zorunlu sınav
vardır. Bu engelleri aşarak sınavında başarı
sağlayanları Cennet beklemektedir. O Cennetler ki,
sonsuz nimetler, köşkler, hizmetçiler ile salih kulları
ağırlayacaktır. Artık orada, ne çalışma, ne sıkıntı, ne
yorulma, ne de insanların zulmü vardır. İşte yüce
Allah sevdiği kullarını bu güzelliklerle
ödüllendirebilmesi için âhiret kapısından geçmeyi,
yani ölmeyi gerekli kılmıştır.
< Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kişiye ölüm
yoktur. Ölümün vakti Allah’ın ilminde belirlenmiş bir
yazıdır...> (Âl-i İmran Sûr./145). Bu âyette, Allah’ın
takdir ettiği ecel gelmeden hiçbir canlının
ölmeyeceği açıklanıyor. Yatağında ölen de, savaşta
ölen de, trafik kazasında ölen de, O’nun takdiriyle
ölür.
Her canlı için Allah bir süre tespit etmiştir. Bu
süre ne ileri gider, ne de geri kalır. Her insanın bir
eceli vardır. Her ne surette olursa olsun ölen kişi,
kendi eceliyle ölür. Bazı kişiler, “ Ecel-i müsamma
“zamanı belli ecel” ve “Ecel-i kaza“ zamanı
176
gelmeden bir kaza sonucu ölüm diye iki ecel
düşünürler. “Zavallı, eceli gelmeden, erken öldü.”
derler. Bilmezler ki, kişi ne kadar yaşamışsa, eceli
odur. Allah’ın takdirinde değişiklik olmaz. Böylece
bilgisizce konuşma veya inanç kişiyi günaha götürür.
<Deki: Allah sizi yaşatıyor, sonra sizi
öldürüyor, sonra sizi toplayıp kıyamet gününde bir
araya getirecektir...> (Casiye Sûr./26).
Ölme ve dirilme de kimsenin elinde değildir.
Yüce Allah, kıyamete kadar ölmüş ve ölecek
insanların ruhlarını, hesap gününde yeni bedenlere
sokup kaldıracaktır. Çünkü dünya hayatında ruh
çıkınca, beden çürüyüp toprağa karışır. Kur’an’da
tekrar dirilmenin bu vücutlar ile olacağına dair bir
işaret yoktur. Fakat yeni bir yaratılışla olacağına
işaret vardır (Vâkıa Sûr./35).
Bedenden ayrılan ruh, Allah’ın iradesindedir.
Mü’min olan kul vefat edeceği zaman, Allah Teâlâ iki
melek gönderir. Kulun ruhuna şöyle denir: Ey
huzura kavuşmuş ruh! Çık, ruha ve reyhana çık.
Rabb’in senden hoşnut olarak çık. Bu hitaptan sonra
kulun ruhu, hoş misk kokusu gibi çıkar. Sonunda ruh
177
Rabb’ine getirilir ve O’nun önünde secdeye kapanır.
Sonra “Mikail’e“ denir ki: <Bu ruhu al ve Mü’minlerin
nefislerinin bulunduğu yere koy.> Böylece ruh,
Allah’ın seçkin kullarının arasına karışır ve O’nun
Cennetine girer. Nitekim âyette: <...Seçkin kullarım
arasına karış ve Cennetime gir.> buyurulur (Fecr
Sûr./29-30) (17/3.cilt, sf:401-431).
Gerçek Mü’min ölümden korkmaz. Çünkü
korkmak ölüme çare değildir. Allah’a teslimiyet
göstermeye çalışan kişi için ölüm, Rabb’ine ve O’nun
Rasûl’üne, diğer sevdiklerine kavuşma anıdır.
Ölümden ancak, âhiret hazırlığını henüz yapamamış
veya günahları sâlih amelinden fazla olup ceza
görme endişesi olanlar çekinebilir.
Ölümü hatırlamak ve ölümden sonraki hayata
inanmak insanda, merhamet, hoşgörü ve acıma
duygusunu geliştirir. İnsanlarla olan ilişkilerinde
nefis değil, aklı selim öne geçer ve güzel bir hayat
yaşanmasına neden olur (2/sf:7).
b. Kıyamet Ve Mahşer:
178
Dini terim olarak kıyamet, ezelde Allah’ın
takdirine göre zamanı gelince, dünyadaki bütün
canlıların ölmeleri ve dünyanın da aslına dönecek
şekilde madde değişikliğine uğramasıdır.
Kıyamet, küçük ve büyük olmak üzere iki
şekilde anlaşılır. Küçük kıyamet, kişinin ölmesi,
büyük kıyamet ise dünya ile beraber bütün canlıların
yok olmasıdır. Kıyametle ilgili bilgiler, Kur’an-ı Kerim
ve Peygamberimizin hadisleriyle sınırlı kalmaktadır.
Cenab-ı Hak buyuruyor ki: <1- Kıyamet koptuğu
zaman, 4-Yer şiddetle sarsıldığı, 5-Dağlar
parçalandığı, 6-Dağılıp toz duman haline geldiği>
(Vâkıa Sûr.). <13,14,15-Artık Sûr’a bir defa
üflendiği, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine tek
çarpışla çarpılıp darmadağın edildiği zaman, işte o
gün olacak olur (kıyamet kopar). 16-Gök de yarılır
ve artık o gün o, çökmeye yüz tutar.> (Hakkâ Sûr.).
< 8,9,10,11-Yıldızların ışığı söndürüldüğü, gök
kubbe yarıldığı, dağlar ufalanıp savrulduğu ve
Peygamberlerin (ümmetleri hakkında şahitlik) vakti
tayın edildiği zaman (artık kıyamet kopmuştur.)>
(Murselât Sûr.).
179
Bazı cahil Araplar Peygamberimize gelip:
Kıyamet ne zaman kopacak? diye sorarlardı.
Rasûlullah da bunların en küçük yaşlısına bakarda:
<Şu genç yaşarsa buna ihtiyarlık erişmeden sizin
başınıza kıyametiniz kopar (ölürsünüz)>
buyurdu.(12/12.cilt, sf:224). Yani küçük kıyamet
kopmuş olur. Büyük kıyamet ise kainatın yok
olmasıdır.
Ebu Said Hudri (R.A) ‘den rivayete göre
Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: <Kıyamet
gününde arz tandırda pişirilen bazlama ve pide gibi
olur. Allah Teâlâ onu yedi kudretiyle evirir, çevirir,
alt-üst eder.>
Hz. Aişe anlatıyor; Peygamberimiz: <İnsanlar
ayakkabısız, vücudu çıplak ve (ilk yaratılışları gibi)
sünnetsiz haşrolunacaklardır.> buyurdu. Ben de:
<Ya Rasûlullah erkek, kadın beraber mi? Bunlar
birbirlerine ( edep yerlerine) bakarlar.> dedim.
Rasûlu Ekrem: <Ya Aişe, haşr işi çok güçtür,
insanların birbirine bakmalarına müsait değildir.>
buyurdu.
180
Peygamber Efendimiz diğer bir hadisinde şöyle
buyurmuştur: <Sizden biriniz öldüğünde sabah,
akşam âhiretteki yeri kendisine gösterilir. Eğer o ölü
ehli Cennetten ise kendisine Cennet makamları, eğer
ehli nârdan ise Cehennem’liklerin yeri gösterilir.>
(12/9.cilt, /sf:37).
Kıyamet koptuktan sonra Allah’ın emriyle
İsrafil tarafından ikinci kez Sûr üflenecek, bunun
üzerine yine Allah’ın emriyle bütün insanlar yeniden
dirilecek ve şaşkınlık içinde bekleyeceklerdir. Sonra
herkesin dünyada yaptıklarının hesabı sorulacak.
Sağ iken kendisini takip eden melekler tarafından
tutulan “Amel Defteri” de kişiye verilir. Buna göre
sevap ve günahları karşılaştırılır, sevabı fazla olan
Cennete, günahı fazla olan da Cehenneme
gönderilir.
c. Cennet ve Özellikleri :
Cennet, ölümden sonraki âlemde bulunan,
Allah’a inanan, Allah ve Rasûl’una itaat eden, Allah’a
ibadet eden, Allah’ın emirlerine uyan ve
yasaklarından kaçınan, günah sayılan şeyleri
181
işlemeyen veya işledikten sora tövbe edip
bağışlanmasını dileyen ve günahlardan temizlenmiş
olanların girecekleri ödüllendirme yeridir.
Cennet, Kur’an-ı Kerim’de âhiret hayatında,
takva sahibi ve günahtan temizlenmiş Müslümanlar
için hazırlanmış, akılla tasavvur edilemeyecek
kapsamda ferah ve huzur yeri olarak zikredilmiştir.
Ayrıca şu kelimelerde Kur’an’da Cennet anlamında
kullanılmıştır: 1-Firdevs Cenneti, 2-Adn Cenneti, 3-
Me’va Cenneti, 4-Naim Cenneti, 5-Huld Cenneti, 6-
Karan Cenneti, 7-Darü’s-Selâm, 8- Darü’l- Mukame.
Bazı yorumcular ise bunları, çeşitli adlardaki
Cennetler olarak nitelemişlerdir.
Cenâb-ı Hak cennetin özelliklerini,
Müslümanların anlayıp özen göstermeleri yönünden,
dünyada mevcut olanaklara benzetip tanıtmaktadır.
Gerçek durumunu ise Allah bilir. Bu bağlamda
Cennette, Mü’minlerin hoşnut olup devamlı
kalacakları, her türlü konfora sahip konutların
bulunduğu, meyveli ağaçlar, altlarından ırmaklar
akan dinlenme yerleri, tertemiz eşler, hizmet gören
huriler, içenlere lezzet veren ve dünyadaki
182
benzerlerinden çok farklı olan süt-süzülmüş bal-
şarap akan nehirlerin Mü’minler için yaratıldığı
beyan edilmektedir. Cennete girecek Mü’minler,
hepsi aynı yaşıt (30 yaş) ve kötü huylardan
arındırılmış (günah işlemeyen, kavga, haset, ve
gıybet etmeyen), birbirleriyle Allah’ın selâmı ile
selâmlaşan, günahsız kişilerden oluşacak.
Peygamber Efendimiz: <Bir kimse Cennetlik olarak
ölünce, büyük veya kücük, yaşı ne olursa olsun, 30
yaşında bir kimse olarak Cennete girer ve artık bu
yaş ebediyen değişmez. Cehennem’likler için de
durum böyledir.> (Tirmizi, Cennet:23, rivayet
etmiştir.) Ayrıca diğer bir hadisinde: <Cennet ehlinin
vücudu kılsız, yüzü sakalsız, gözleri sürmelidir:
gençlikleri zail olmaz, elbiseleri eskimez.>
buyurmuştur. (Tirmizi, Cennet: 8 rivayet etmiştir.)
Peygamberimiz bir kudsi hadisinde şöyle
buyurmuştur: <Allah Teâlâ Cennetlik’lere:
-Ey ehli Cennet! diye hitap eder. Onlar da:
-Ey Rabb’imiz, ferman buyurunuz, emrinizi
yapmaya her zaman hazırız! derler. Cenâb-ı Hak:
- Nasıl şu halinizden razı mısınız? buyurur.
183
-Tanrımız nasıl razı olmayalım. Sen bize hiçbir
kimseye vermediğin bunca nimetleri ihsan
buyurdun!
-Size onlardan daha şerefli bir nimet
vereceğim.
-Tanrımız bu nimetlerden daha kıymetli nasıl
bir nimet olabilir ki?
-Sizden razı ve hoşnut olmamın şerefi size
lâyık kılındı. Artık bundan böyle size ebedi
darılmayacağım.> (12/12.cilt; sf:232).
(1) Soyların Cennete Yükselmesi:
Âyet-i Kerim’de: <İman edipte soyları da
imanda kendilerine tâbi olanlar; onlara soylarını da
kattık. Onların işlediklerinden hiçbir şey eksiltmedik.
Herkes kazandığı ile bağlıdır.> (Tûr Sûr./52)
buyrulmuştur. Allah Teâlâ yaratıklarına olan lütfu,
ihsanı, nimeti ve ikramını haber veriyor. Mü’minlerin
çocukları, imanda babalarına tâbi oldukları zaman,
her ne kadar babalarının amellerine erişememiş
olsalar da Allah Teâlâ, babalarının bulunduğu
184
derecelere eriştirir. Böyle yaparken ameli
mükemmel olanın ne amelini ne de derecesini
düşürmez. Bu, babalarının amelinin bereketi ile
çocuklara olan lütfudur. Aynı şekilde çocuklarının
duası bereketiyle babalara da ihsan olur. Nitekim,
Allah Rasûlu şöyle buyurmuştur: <Şüphesiz Allah
Teâlâ, Cennette sâlih kulun derecesini yükseltir de
kul: Ey Rabbım, bu bana nereden geldi? diye sorar.
Rab Teâlâ: <Çocuğunun sana olan istiğfarı (af
dilemesi) ile> buyurur. Ayrıca, Sahih-i Müslim’de
Ebu Hureyre’den rivayet edilen bir hadiste
Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: <Adem
oğlu öldüğü zaman üç şey dışında ameli kesilir:
Sadaka-i cariye, faydalanılan bir ilim, kendisi için
dua eden sâlih bir evlât.> (20/13.cilt, sf:7512-
7514).
(2) Cennette Evlilik Yaşamı:
Allah’u Teâlâ buyuruyor: <Gerçekten biz
onları, yeni bir yaratılışla yarattık.> (Vâkıa Sûr./35).
< Ve onları el değmemişler kıldık.> (Vâkıa Sûr./36).
185
<Eşlerine düşkün hep bir yaşıttalar.> (Vâkıa
Sûr./37).
Ümmü Seleme, ey Allah’ın Rasûlu! Bana Allah
Teâlâ’nın (yukarıda geçen âyetler hakkında) kavlini
haber verir misin? dedi. Buyurdu ki: <Onlar dünya
hayatında iken yaşlı, çapaklı ve saçı kırlaşmış olarak
ruhları alınmış olan kadınlardır. Allah Teâlâ bu
yaşlılıktan sonra onları yeniden yaratır ve sevimli
alımlı bakireler haline getirir. Hepsi aynı
yaştadırlar.>
Ümmü Seleme, ey Allah’ın Rasûlu! Dünya
kadınları mı değerlidir, yoksa şahin gözlü huriler mi?
diye sorduğunda, buyurdu ki: <Dünya kadınları
hurilerden daha değerlidir. Tıpkı elbisenin dış
yüzünün iç yüzünden değerli olduğu gibi.> Yine
buyurdu ki: <Namazları, oruçları ve Allah Azze ve
Celle’ye ibadet etmelerinden dolayı, Allah onların
yüzlerine nur, bedenlerine ipek giydirmiştir. Renkleri
bembeyazdır, elbiseleri yemyeşildir, süsleri
sapsarıdır.>
Dedim ki: Ey Allah’ın Rasûlu, bizden bir kadın
iki, üç ve dört erkekle evleniyor. Sonra ölüp Cennete
186
gider ve eşleri de onunla birlikte Cennete girerlerse,
hangileri onların eşleri olacaktır? Buyurdu ki: <Ey
ümmü Seleme, onlar kendileri muhayyer bırakılırlar
ve kocalarından ahlâkı en güzel olanı onlar seçer>
ve derler ki: Ey Rabbımız bunun ahlâkı çok güzeldir.
Onu benimle evlendir. Ey Ümmü Seleme, güzel
ahlâk dünya ve âhiretin hayrıdır.>
Abdullah İbn Vehb der ki: “Bana Amr İbn Haris
...Ebu Hureyre’den nakletti ki: <O, Rasûlullah
(S.A.)’a şöyle demiş: Biz Cennette cinsi ilişkide
bulunacak mıyız?> Rasûlullah (S.A.) buyurmuş ki:
<Evet, nefsim kudret elinde olan Allah’a and olsun
ki; pek çok kere cinsi temasta bulunacağız. Cinsel
temas bitince, kadın tekrar tertemiz bâkire haline
dönüşecek.>” (20/14.cilt, sf:7685-7693).
d. Cehennem ve Özellikleri:
Kur’an-ı Kerim ve hadislerde Cehennem
kelimesi, âhirette günahkârların cezalandırma
yeridir. Cennet’te olduğu gibi Cehennemin de
tanıtılması, her ne kadar dünyada mevcut olay ve
187
mekânlara mecâzi olarak benzetilmekte ise de,
bunun gerçek mahiyeti bilgimiz dışındadır. Örneğin,
Cehennem’de alevli ateş, kaynar su, zakkum ağacı
ile 7 kapısı ve 19 bekçisinin (zebâni) bulunduğu
ifade edilir. Kur’an’da Cehennem, 37 yerde geçmiş
olup aynı anlamda” Cahim, Sair, Leza, Hutam,
Haviye ve Nar” kelimeleri de kullanılmıştır.
Yine Kur’an-ı Kerim’de, Cehennem’in ne kötü
dönüş yeri olduğu, yakıtının insan ve taşlardan
oluştuğu, kaynarken çıkardığı uğultunun duyulduğu,
oraya bir topluluk atıldığında onun bekçileri onlara:
<Sizi bu azap ile uyaran bir uyarıcı gelmedi mi?>
diye sordukları ve onların da: <Evet bizi uyaran
uyarıcı geldi, fakat biz onu yalanladık, Allah hiçbir
şey göndermedi, siz olsa olsa bir sapıklık
içindesiniz.> diye, söyledikleri, <Eğer düşünen ve
akıl edenlerden olsaydık şimdi burada
bulunmazdık.> dedikleri, ifade edilmiştir.> (Mülk
Sûr./ 6-10) ( Tahrim Sûr./6).
Allah Rasûlu de buyurdu ki: <Allah Cennet
ehlini Cennet’e kor; O dilediğini rahmetiyle Cennet’e
sokar. Cehennem ehlini de Cehennem’e sokar;
188
sonra: <Bakın, kalbinde hardal tanesi kadar iman
olan kimi bulursanız, onu Cehennem’den çıkarın.>
der. Bunun üzerine böyleleri kömür gibi yanıp
kavrulmuş olarak Cehennem’den çıkarılırlar ve hayat
veya hâya nehrine atılırlar. Orada, sel kenarındaki
otun bitişi gibi biterler. Siz, o otun, nasıl sapsarı
kıvrılmış olarak çıktığını hiç görmediniz mi?>
(8/1.cilt, sf:172).
Hadis-i Şerif’te, kalbinde hardal tanesi kadar
iman olan kimseler, Cehennem’den çıkarılıp
Cennet’e girecekleri müjdeleniyor. Ancak, belirtmek
gerekir ki, onların Cehennem’de ne kadar süre
kalacaklarını tayin etmek elbette mümkün değildir.
Bu sürenin takdiri, Allah’a aittir. Büyük günah
işleyenler de Cehennem’de devamlı kalmayacak,
cezalarını çektikten sonra Cennet’e gideceklerdir.
Cehennem’le ilgili bilgiler kısıtlı olması
nedeniyle hakkında yorum ve araştırma yapmak
mümkün görülmemekte, yapılsa da verilecek bilgi
hem yanıltıcı ve hem de gerçek dışı olacaktır. Bu
nedenle Kur’an ve hadislerde belirtilen bilgiler
189
ışığında bizlerin bilmesinde yarar görülen hususlar
aşağıda özetlenmiştir:
(1) Cehennemin ceza çekme yeri olduğu,
(2) Buraya ceza gününde günahı ağır olanların
atılacağı ve azabın çok şiddetli olacağı,
(3) Dünya yaşamında “Kelime-i Tevhit”
Allah’tan başka ilâh olmadığı, Hz. Muhammed’in
Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna inanmış her
Müslümanın cezasını çektikten sonra Allah’ın takdir
ve izniyle Cennete gideceği,
(4) Allah’ın kendilerine şefaat etme izni
verilenlerin yapacakları şefaat ile de bazı Cehennem
ehlinin yine Allah’ın bağışlaması ile Cennet’e
gidecekleri (Bakara Sûr./255),
(5) Kâfir ve münafıkların ise Cehennem’de
devamlı kalıp işkence çekecekleri (Tövbe Sûr/68),
(6) Münafıkların cezaları daha ağır olması
nedeniyle Cehennem’in en aşağı tabakasına
atılacakları (Nisa Sûr./145).
8. OKUYUCU İLE SOHBET:
190
Buraya kadarki bölümlerde, normal bir akıla
sahip her insanın kendini ve bütün evreni yaratan
Allah’ı tanımasının gerekliği, toplum içinde ve
yaşamı süresince uyması gereken kurallar ile takip
edeceği doğru yolun ne olduğu örnekleri ile
açıklanmaya çalışıldı.
İnsanın yaradılışındaki gerekçenin, yaratanına
kulluk (ibadet) olduğunu, kulluk görevini nasıl yerine
getireceği, Allah ve Peygamberimizin belirledikleri
ibadetlerin neler olduğu, reşit yaştan itibaren
ölünceye kadar devamlı bir imtihan geçirdiği ve bu
sınav sonunda Cennet veya Cehennem’lik olduğunun
belirlendiği, bu bağlamda helâl-haram, sevap-günah
konuları işlenip tevekkül ve kaderi nasıl anlamamız
gerektiği üzerinde duruldu. Diğer bir ifadeyle, iyi ve
kötü davranışlar tanıtılıp gerçek anlamda Allah ve
Rasûlu’nun belirlemiş oldukları kurtuluş yoluna
açılan kapılar gösterilmeye çalışıldı.
Bilindiği gibi bir yılda, 4 mevsim,12 ay ve 365
gün var. Her sabah uykudan uyanınca yeni bir günle
tanışırız. Belli kurallar içinde günler ayları, aylar
mevsimleri kovalayıp takip eder. Tıpkı, bir daire
191
içinde dönen renkli toplar gibi. İlkbahar aylarında
tabiat canlanır, bitkiler çıkar, ağaçlar yaprak ve çiçek
açar, topraktaki bakteriler işlevini yapıp bitkilerin
beslenmesine yardımcı olur, kanatlı böcek ve
kelebekler uçuşur; yani doğa canlıları ile yaşamına
başlar ve güzelliği ile de şairlerin şiirlerine konu olur.
Yaz aylarında, meyveler ve ürünler hasat edilir,
gelecek yıl için tohumlar oluşur. Sonbaharda ise
yaşamımıza renk katan yeşillikler yavaş yavaş
kaybolur, yerini sararmış yaprak ve çöplere bırakır.
Kış mevsimi ise bir tür tabiatın ölümü sayılır.
Yükseklere yağan kar ve soğuklar birçok canlıyı da
beraberinde götürür. Doğada olan bu değişiklikleri
bizler de hayatımızın her döneminde yaşayarak
izleriz. Her mevsimin kendine özgü özellikleri ve
güzellikleri var. Ancak hepsi bir süre için var;
zamanı dolunca değişime uğrama zorunluluğunda
kalır. Yani hepsi geçici. Uzun vadede ağaçlar,
hayvanlar, insanlar ve hatta gerek dünyamız,
gerekse evren dahi geçici varlıklar. Bunların da
zaman içerisinde ömürleri bitecek ve değişikliğe
uğrayacaklar.
192
Çocukluk ve gençlik dönemini hatırlayalım: O
yaşamlarımız ne kadar da güzeldi! Sorumluluk yok,
aş, iş ve ev geçindirme sorunu yok, stres yok.
Yaşama sevinci, eğlence, arkadaş sohbeti var. Günü
gün etme çabası var. Eğitim öğretim, bilgi ve kültür
sahibi olma yarışı var.
İşte o mutlu günlere şimdi uzaktan bakıyoruz.
Ve diyoruz ki, o da hatıralarda iz bırakan bir yaşam
biçimi imiş. Ne var ki, geçici bir yaşam biçimi. Gönül
ister ki, kalıcı bir yaşam olsaydı. Ancak bu, dünya
için değil, âhiret hayatı için geçerli bir istek.
Hele 65 yaşın üzerindeki yaşlılar, güç-kuvvet
kalmamış, fiziki yapı değişmiş, cildindeki tazelik
yerini pörsürmüş ve buruşmuş bir görünüme
bırakmış, yıpranmış eklemleriyle eğilip kalkması,
merdiven çıkması sorun olmuş. Kulağı duymuyor,
gözü görmüyor. Dilinde ise devamlı özlemini çektiği
gençlik dönemi hatıraları... Nerede o günler, diye bir
de “ah“ çekiyor. Yeme, içme ve hayattan tat alma
başka bir sorun. Gençken, acı, tatlı, yağlı, tuzlu
demeden yemekleri büyük bir iştahla yerdi. Şimdi
ise, tansiyonu, şekeri var. Veya başka bir
193
rahatsızlıktan dolayı diyet uygulama zorunda kalmış.
Tuzsuz, az yağlı, az bir porsiyon yemek nasıl iştahla
yenebilsin. İşte bu olumsuzluklar, geçmişin özlemini
hatırlatıp durur
Bu çaresiz kişiye sorsanız, geçmişteki
yaşantınızın geri gelmesi için neler yaparsın?
Cevabı: Kendime ait her şeyi feda edebilirim! Pekiyi,
mümkün mü? Hayır! Giden geri gelmiyor. Fakat
büyük bir güç bize, gençliğin geri geleceğini, daha
güzel, huzur ve refah dolu sonsuz bir yaşamla
tanışacağımızı müjdeliyor. Ancak bir koşulla... Allah
ve Rasûlunu tanımak, kulluk görevini yerine getirip
yasaklarından kaçınmak. Başka bir deyişle, hayat
sınavını başarmak...
Sözün özü, gerçeğin tam kendisi, şüphesiz ki
Rabb’imin kelâmıdır. Allah Teâlâ buyuruyor: <Bilin ki
dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs,
aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi
olma isteğinden ibarettir... Dünya hayatı aldatıcı bir
geçimlikten başka bir şey değildir.> (Hâdit Sûr./20).
Ayrıca Dûhan Sûresi 51-57 âyetlerinde de,
muttakilerin Cennette pınar başlarında ipekli kumaş
194
giyip karşılıklı oturacakları, iri gözlü hurilerle
evlendirileceği, devamlı güven içinde her türlü
meyveyi yiyecekleri, orada ölüm olmayacağı ifade
edilmiştir.
Doğru düşünüp doğru söyleyelim. Bir şeyin aslı
ile gölgesi aynı olur mu? Işık gidince gölge
kaybolmaz mı? Fakat asıl, varlığını korur. Dünya
hayatımız âhiret hayatının bir gölgesi; ölümle gölge
kaybolur, ikinci hayat ise sonsuza dek devam eder.
Hal böyle iken bizler neden dünyanın geçici
cazibesine aldanıp devamlı olan ikinci hayatı
düşünmüyor ve hazırlık yapmıyoruz? Allah her şeyi
dengeli yaratmış ve insana da yaşam mücadelesini
başarabilmesi için zekâ, akıl, irade gücü ile birçok
melekeler vermiş. Fakat genelde bizler bunları
gereği gibi kullanmayıp nefis ve şeytanın
önderliğinde doğru olmayan yolu seçip geleceğimizi
karartırız. Akıllı insan, kendisi ve toplum için yararlı
olanı seçendir. Oysaki o insanlar, toplum içinde
başarılı işlerinden ötürü böbürlenip kendilerini akıllı
sanarlar. Kendi geleceklerini akıllarına dahi
getirmezler. Dünyada her şeyin zaman içinde
195
değişime uğradığı, kendilerinin de ömürleri
süresinde bebeklik-gençlik- olgunluk-yaşlılık
dönemlerini geçirip değişikliğe uğrayacağı gerçeği
üzerinde pek fazla durmazlar. Bütün amaçları, mal-
mülk ve daha fazla kazanç elde edebilme hırsı...6
Dünya menfaatını araç değil, amaç olarak kullanma
yanılgısı içindeler. Halbuki insan, dünya ve âhiretini
birbirine tercih etmemeli; hem dünyası ve hem de
âhireti için çalışmalıdır. Allah’ın vaat ettiği
Cennet’teki sonsuz nimetler, geçici arzuların tatmin
edilmesine ve bununla geçici huzura kavuşmasına
feda etmeye değer mi? Neden, aklımızı kullanmayıp
kendimizi, Cehennem ateşine atıp orada şiddetli
azap çekmeye hazırlanıyoruz? Aklı ile hareket eden
6 Bir iş için bankaya gitmiştim. Müşteriler gişe önünde sıraya girmiş işlem sırasının kendisine gelmesini bekliyorlardı. Yaşlı bir adam kızının refakatinde, o da sırada... Gözünde kalın mercekli gözlük, hafif sakallı yüz, ak saçlarını örten şapka ve titreyen elleriyle cebinden çıkardığı banka hesap defterini memura uzattı. İşlem bitip defter geri iade edildiğinde kızı koluna girip götürmek istedi, fakat adam direnip memura: “ Faizi ne kadar oldu? “ diye sorup öğrenmeden oradan ayrılmadı. Olay bana çok ilginç ve ibret verici geldi. Kendi kızının doğru söyleyeceğine güveni yok. Eli ayağı tutmuyor, fakat mal edinme hırsı halen devam ediyor. Nereye kadar!...
196
bir kişi, hiç bile bile elini ateşe sokar mı? Eğer ateş
korunu almak gerekirse maşa kullanıp parmakların
yanmasını önler. Böyle bir işlemde canının geçici bir
acı çekmesine dayanamayan kişi, Cehennem’de
devamlı yanıp azap içerisinde kalmaya nasıl da
gönlü razı olabiliyor? Halbuki, o azabın çok şiddetli
olacağı Allah tarafından ısrarla belirtilip insanlar
uyarıldığı halde!...
Allah’a ibadet edip yasaklarından kaçınmak
çok mu sakıncalı veya zor geliyor? Çevremizde
binlerce insanın teslimiyet gösterip hedefe doğru
koştuklarının hiç farkında değil misiniz? Onlar da
bizim gibi insan, bizim gibi çalışıp uğraşıyor, gezip
eğleniyor, elverdiği ölçüde dünya olanaklarından da
yararlanıyor. Bir farkla ki, onlar yaptıkları her iyi şeyi
ibadet niyetiyle yapmakta ve âhiret için yol
hazırlığını biriktirmekteler. Unutulmamalı ki,
dünyada kötülükler kolayca işlenir, fakat iyilik ve
yararlı olanlar daha çok gayreti ve çalışmayı
gerektirir. Sonuç ise kişiyi mutlu eder...
Sâlih amel bölümü incelenirken insanları inanç
ve davranışları yönünden beş gruba ayırmış ve her
197
grubun yaşayarak izledikleri yol ve yöntemin
özellikleri ayrı ayrı belirtilmişti. (1-Kâfir olanlar, 2-
Münafıklar, 3-Müslimler, 4-Mü’minler, 5-Gerçek
Mü’minler.) Bu kişiler, kendi özgür iradeleriyle
seçtikleri mukadder hedefe doğru koşmaktalar.
Çevresine bakıp kendi gidişatının en doğru ve güzel
olduğunu zanneder, kendisine benzemeyenleri
eleştirip kınarlar. Sorulduğunda kendilerinin doğru
yönde olduklarını söylerler. Oysaki hangi hedefin
kendilerine mutluluk kazandıracağı ancak, bitiş
noktasına ulaşıldığında anlaşılmış olacaktır. Fakat o
zamanda iş işten geçmiştir; dönüp yeni bir yol
yöntem belirleme fırsatı kalmamıştır. Bu nedenle,
sona varıldığında yapılan pişmanlık, sahibine hiçbir
şey kazandırmayacaktır.
Sabır ve hoşgörü gösterip buraya kadar
okuma zahmetinde bulunan sayın okuyucum! Yine
hoşgörünüzü dileyerek size bir sorum olacak.
Anlatılmaya çalışılan gerçeklere göre siz hangi
kulvarda koşuyorsunuz?
Eğer, cevabınız 1’inci veya 2’inci kulvar ise
size önerim, sakıncalı bir yoldasınız. Hemen
198
durumunuzu değerlendirip kurtuluş yolunu seçmeniz
geleceğiniz için yararlı olacaktır.
Cevabınız, 3’üncü kulvar ise, seçiminiz noksan
olmuş. Gerçek hedefi, uzakta olsa bile görmüşsünüz,
artık size düşen görev, kulvar değiştirip doğru olan
yöne koşmak olacaktır.
Cevabınız 4’üncü kulvar ise, size takdir ve
tebrikler sunarım. İsabetli yol seçmişsiniz. Yönünüz
gerçek hedefe sizi ulaştıracaktır. Ancak, arada
sırada, bilerek veya bilmeyerek işlemekte olduğunuz
büyük günahlara pişmanlık duyarak tövbe edip bir
daha yapmamaya karar vermeniz ve haramlardan
uzak kalmanız gerekiyor. Aksi halde yolu gereksiz
olarak uzatmış olacaksınız.
Cevabınız 5’inci kulvar ise, size bir önerim
olmayacak ve olamazda. Çünkü atalarımız ne
demişler: <Arif olana, tarif gerekmez!...>
9. YARARLANILAN KAYNAK ESERLER :
1. Etrafımızdaki Hava. Taşkın TUNA ( Fizik
Yük. Müh.) , Yeni Asya Yayınları, İlim ve Teknik
serisi, Ayyıldız Matbaası, İstanbul 1981.
199
2. Kur’an-ı Kerim ( İlimler, Kavramlar, İsimler,
Hükümler, Mekânlar ) Ansiklopedisi. Erciyaş Üniv.
İlh.Fak. Öğretim Üyeleri, Tercüman Tesisleri,
İstanbul 1988.
3. İslâm Tarihi. Mustafa Asım KÖKSAL, Şamil
Yayınları, İstanbul.
4. Riyâzü’s- Sâlhin. Muhyiddin-i NEVEVİ (
Terc. Hasan Hüsnü EERDEM ) . Diyanet İşleri Reisliği
Yayınları Sayı: 64 , T.T.Kurumu Basımevi ,Ankara
,1958
5. Matha Yoga Nedir? Nasıl Yapılır. Eva
Ruchpaul, (Terc. Selma BENK, Sander Yayınları,
Menteş Matbaası, İstanbul-l969.
6. Hadis-i Şerif Külliyatı, Doç.Dr. M.Cemal
SOFUOĞLU, Yrd.Doç.Dr.Salih AKDEMİR. Tecüman
Gaz. Yayını, İstanbul-1984.
7. Ansiklopedik İslâm Lügati, Tercüman İlmi
Araştırma Grubu, Tercüman Tesisleri, İstanbul-1982.
8. Sahıh-i Muslim ve Tercemesi, Mehmet
SOFUOĞLU, (İst.Y.İ.E. Öğretim Üyesi), İrfan
Yayınları,İstanbul-1970.
200
9. Hücreden İnsana. Doç.Dr. Alparslan
ÖZYAZICI, Yeni Asya Yayınları, İlim Teknik seri,
İstanbul-1979.
10. Çocuk Sağlığı. Doç.Dr. Türkân YÜKSEL,
Tercüman Gazetecilik Matbaacılık A.Ş. İstanbul-1982
11. İnsan Vücudu. Doç.Dr. Mustafa NUTKU
(Grup yazar), Yeni Asya Yayınları, İlim ve Teknik
Serisi, İstanbul-1979.
12. Sahih-i Buhari, Tecridi Sarih Tercemesi ve
Şerhi. Mütercim Kâmil MİRAS, Diyanet İşleri Reisliği
Neşriyatı İstanbul- 1948.
13. İslâm Dini. (İtikat, İbadet ve Ahlâk ) A.
Hamdi AKSEKİLİ, Diyanet İşleri Reisliği
Yayınları.No: 31/16 Ankara- 1957.
14. Selâmet Yolları (Bülûğ’ül Merâm). Terc.
Ahmet DAVUTOĞLU, Sönmez Neşriyat A.Ş. Yayını
İstanbul-1967.
15. İslâm Dininde Haramlar ve Büyük
Günahlar. Lütfü ŞENTÜRK, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları, 98-06-9-0003-393.
16. Kimya’yı Saadet. İmamı Gazalı, Terc.
A.Faruk MEYAN. Bedir Yayınları. İstanbul-1969
201
17. Kâinatı Aydınlatan Kur’an-i Kerim’den
İnciler. Mehmet Fikri SEYHAN, Anadolu Matbaası
İzmir-1998.
18. Hac Rehberi. İrfan YÜCEL, (Din İşleri
Yük.Kurulu Üyesi) Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.
Ankara-1988.
19. Kader. İbrahim EKEN. Tevhid Yayınları:2
Doğuş Ltd.Şti. Matbaası Ankara-1963.
20.Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri. İbn Kesir.
Terc. Dr. Bekir KARGILA, Dr.Bedrettin ÇETİNER.
Çağrı Yayınları,İstanbul-1989.
21. Kırk Kudsi Hadis. Derleyen: Aliyy-ül Kârî,
Çevr. Hasan Hüsnü ERDEM, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayını. T.T.K. Basımevi, Ankara-1963.
22. İlâhi Hadisler. Terc. Hasan Hüsnü ERDEM,(
Diyanet İşleri Başkanı.) Diyanet İşleri Bşk.lığı yayını:
31/4 T.T.K. Basımevi, Ankara-1963
23. Kıssadan Hisseler. İsmail ÖZCAN, Erkam
Yayınları, İstanbul-1992.
24. Osmanlı Tarihi. İ. Hakkı UZUNÇARŞILI,
Basım, 1959.
202
25. İstanbul Kültür ve Sanat Ansiklopedisi.
Tercüman Gazetesi Kültür Yayını, 1982.
26. Peygamberimizin Hayatı. İrfan YÜCEL, (Din
İşl.Yük.Krl.Üyesi), Diyanet İşleri Bşk.lığı Yayınları.
1982
27. Günümüz Meselelerine FETVALAR.
Derleyen: Yrd.Doç.Dr.Ahmet GÜRTAŞ, Türkiye
Diyanet Vakfı Yayınları/198, Ankara-1998.2
8. Hadis Ansiklopedisi- Kütüb-i Sitte. Prof. Dr.
İbrahim CANAN, Akçağ Yayını, Feza Gazetecilik A.Ş.
adına Zaman Gazetesi.
29. Kırk Hadis. Hazır.: Prof. Dr. Abdulkadir
KARAHAN, Cem Ofset Matbaacılık San.A.Ş. İstanbul-
1991 (Sabah Gazetesi armağanı).
30. Açıklamalı Dua Kitabı. Prof.Dr.M. Cemal
SOFUOĞLU, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 75.
31. Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa. Ahmet
Cevdet Paşa, Bedir Yayınları.
32. Atatürk Ansiklopedisi. May Yayınları.
33. 100’üncü Doğum Yılına Armağan Atatürk
ve İzmir. İzmir Gazeteciler Cemiyeti, İzmir- 1981.
203
34. ATATÜRK İçin Diyorlar ki. Derleyen:
Selâhattin ÇİLLER. Varlık Yayınları, 1971, Sayı:1163.
35.Türk ve İslâm Ansiklopedisi, Tercüman
Yayınları.
10. E K L E R :
Namazda Okunan Ayet Ve Dualar :
1. Niyet:Niyet ettim Allah rızası için bu günkü,
( örneğin: öğle ) namazının ( 4 ) rekât ( farzını )
kılmaya, döndüm kıbleye. ( Cemaatle kılınan
namazda ise, “ uydum imama” sözü eklenmesi
gerekir.)
2. İlk Tekbir:
Allah’u Ekber, (denip namaza başlanır.)
< Allah en büyüktür.>
3. Subhaneke:
Subhâneke Allahumme ve bi hamdik, ve
tebarake’s-muk ve teâlâ cedduk. ( ve celle senâuke
) velâ ilâhe ğayruk.
< Allahım ! Seni tesbih eder, Sana hamd
ederim. Senin adın mubarek, şanın yücedir.Senden
204
başka Tanrı yoktur.> Not: “ Ve celle senâuke “
cenaze namazlarında okunur.
4. Eûzu Besmele:
Eûzu billâhi mine’ş-şeytanı’r-racim
bismillâhir’r-Rahmanir- Rahîm
< Taşlanmış şeytandan Allah’a sığınır, Rahman
ve Rahîm olan Allah’ın adı ile (başlarım )
5. Fatiha Sûresi:
(1)- Bismillâhirrahmanırrahim, (2)- El-hamdu
lillâhi rabbil- âlemin, (3)- er-rahmani’r- rahim, (4)-
Mâliki yevmi’d-din, (5)- İyyâke na’budu ve iyyake
nesta’in, (6)- İhdina’s-sırata’l-mustakim. (7)-
Sırata’llezine en’amte aleyhim, ğayri’l-mağdubi
alehim ve leddâllin. (Amin).
< (1)- Rahman (dünyada, bütün varlıklara) ve
Rahim (âhirette mü’minlere ) rahmet edici olan
Allah’ın adı ile başlarım. (2-4)-Hamd, Kıyamet
gününün sahibi, Rahman ve Rahim olan, âlemlerin
Rabbı olan Allah’a mahsustur. (5)- Yalnız Sana
ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz. (6)- Bizi
doğru yola ilet, (7)- Kendilerine nimet verdiklerinin
205
yoluna. Gazabına uğrayanların ve sapıtmışların
yoluna değil. Amin.>
6. Rukû’da üç defa:
Subhâne Rabbiye’l- âzim (denir)
<Büyük Rabbımı tesbih ederim >
7. Rukû’den kalkarken:
Semia’llâhu limen hamideh
<Allah kendisine hamdedeni işitti.>
Doğrulunca: Rabbena leke’l-hamd.
< Ey Rabbımız! Hamd Sana mahsustur.>
8. Secdede üç defa:
Subhâne Rabbıye’l- a’lâ (denir)
< Çok ulu Rabbımı tesbih ederim
9. Et- Tahiyyâtu:
Et- Tahiyyâtu lillâhi va’s-salâvatu va’t-
tayyibatu es-selâmu aleyke eyyuhe’nnebiyyu ve
rahmetullâhi ve barakâtuhu es-selâmu aleynâ ve alâ
ibadi’llâhi’s-sâlihin. Eşhedu en la ilâhe illellâh ve
eşhedu enne Muhammeden abduhu ve Rasûluh.
< Bütün dualar, senalar ve ibadetler Allah’a
mahsustur. Ey Nebi selâm sana, Allah’ın rahmet ve
bereketi de senin üzerine olsun. Selâm ve esenlik
206
bize ve Allah’ın sâlih kulları üzerine olsun. Şahadet
ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur Muhammed
O’nun kulu ve Rasûludur.>
10. Salâvat Duaları:
a. Allahumme sallı alâ Muhammedin ve alâ âli
Muhammed. Kemâ sallayte alâ İbrahime ve alâ âli
İbrahime inneke hamidun mecid.
< Allah’ım! Hz. Muhammed’e ve ailesine salât
et ( Onların şeref ve değerini yücelt ), Hz.İbrahim ve
ailesinin şeref ve değerini yücelttiğin gibi. Şüphesiz
Sen en çok övülensin, şanı yücesin.>
b. Allahumme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli
Muhammed. Kemâ bârakte alâ İbrahime ve alâ âli
İbrahime inneke hamidun mecid.
< Allah’ım! Hz.Muhammed ve ailesini mubarek
eyle (Onların feyz ve bereketini artır). Hz.İbrahim ve
ailesinin feyz ve bereketini artırdığın gibi. Şüphesiz
Sen çok övülensin, şanı yücesin.>
11. Rabbena âtinâ fi’d-dünya haseneten ve fi’l-
âhirati haseneten ve kına azâbe’n-nar.
<Ey Rabbımız! Bize dünyada da âhirette de
iyilik ver, bizi Cehennem azabından koru.>
207
12. Rabbena’ğfirli ve livalideyye ve li’l-
mü’minine yevme yekumu’l- hisab.
< Ey Rabbımız! Beni, anamı-babamı ve bütün
mü’minleri hesap gününde mağfiret eyle (bağışla)
13. Namazdan çıkış selâmı ( sağa-sola):
Es-selâmu aleykum ve rahmetullâh
< Selâm ve Allah’ın rahmeti üzerinize olsun>
14. Vitir Namazında Okunan Kunut
Duaları(Hanefiler için):
a. Allahumme innâ nes’te’inuke ve
nestağfiruke ve nesdehdike ve nu’minu bike ve
netubu ileyke ve netevekkelu aleyke ve nusni
aleyke’l- hayre kullehu neşkuruke velâ nekfuruke ve
nahleu ve netruku men yefcuruk.
< Allah’ım! Senden yardım ve mağfiret
(günahların affını) diler, Senden hidayete (doğru
yola ) ulaştırmanı isteriz. Sana tövbe ederiz, Sana
tevekkül eder ve Sana güveniriz. Seni hayır ve
zikirle över, verdiğin bütün nimetler içinde
şükrederiz. Seni inkâr etmeyiz, Sana isyan edenleri
terkeder ve kendilerinden ilişkimizi keseriz.>
208
b. Allahumme iyyake na’budu ve nusallı ve
nescudu ve ileyke nes’a ve nahfidu nercu rahmetike
ve neş’a azâbeke inne azâbeke bil kuffarı mulhik.
< Allah’ım ! Yalnız Sana ibadet eder, Senin
rızan için namaz kılar ve Sana secde yaparız. Sana
koşar ve Sana yaklaştıracak şeyleri kazanmaya
çalışırız. Senin rahmetini umar, gazabından korkarız.
Şüphe yok ki, Senin azâbın kâfirlere ulaşır.>
15. Selâm verdikten sonra okunan dua:
Allahumme ente’s-selâmu ve minke’s-selâm,
tabarakte yâ zel- celâlı vel- ikram.
< Allah’ım ! Selâm Sensin ! Selâmet te ancak
Sendendir. Sen mubareksin ey celâl ve ikram sahibi
Allah’ım.>
16. Peygamberimize salât ve selâm getirme:
Allahumme salli alâ seyyidinâ ve nebiyyinâ
Muhammed.
< Efendimiz ve Peygamberimiz Muhammed’e
salâtu selâm (Yani, Allah’ın rahmeti, bağışlaması ve
esenliği üzerine> olsun
17. Allah’ı yüceltme duası:
209
Subhana’llâhi ve’l-hamdu lillâhi velâ ilâhe
illellâhu va’l-lahu ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ
bi-llâhi’l-âliyyil-az^ım.
< Allah’ım ! Seni tesbih edip Sana hamd
ederim. Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah en
büyüktür.Güç ve kudret ancak, büyük ve yüce olan
Allah’tandır.>
18. Ayetel Kursi:
Allah’u lâ ilâhe illâ huvel hayyul kayyum. Lâ
te’huzuhû sinetun velâ nevm. Lehu mâ fissemâvâti
ve ma fil’ard. Menzellezi yeşfeu indehu illâ biiznih .
Ya’lemu ma beyne eydihim ve ma halfehum.
Velâyuhitune bişey’in min ilmihi illâ bimâ şae. Vesia
kursıyyuhus’- semâvâtı vel’ard. Velâ yeuduhu
hifzuhumâ. Vehuve’l- âlıyyul- âzıym.
< Allah, O’ndan başka Tanrı yoktur; O, Haydır
(hayat sahibi) kayyumdur ( yarattığı bütün varlıkları
yönetir). Kendisine, ne uyku gelir, ne de uyuklama.
Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. İzni
olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir ? O,
kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir (O’na
hiçbir şey gizli kalmaz). Onlar ise, Allah’ın dilediği
210
kadarından başka O’nun ilminden hiçbir şeyi
bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri çevrelemiş
kuşatmıştır. Onları koruyup gözetmek kendisine zor
gelmez. O, yücedir,en büyüktür.>
19. Tesbih duaları:
a. 33 defa, “ Subhanallah “
(Allah’ım ! Seni, noksanlık ve ayıplardan uzak
tutar; Seni ibadetlerimle yüceltirim.)
b. 33 defa, “ Elhamdulillah”
(Allah’ım ! Verdiğin her şeyden dolayı Sana
hamd (şükür) ederim.
c. 33 defa, “ Allah’u Ekber “
(Allah en büyüktür.) , denilmeli.
20. Allah’ı yüceltme duası:
Lâ ilâhe illellahu vahdehu lâ şerike leh, lehul-
mülkü ve le hul- hamdu ve huve alâ kulli şey’in
kadir.
< Allah’tan başka ilâh yoktur. O, tektir, eşi ve
ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’nadır, O, her
şeye kadirdir.>
21. Subhane Rabbıye’l- alıyyıl- a’lel- vehhâb:
211
< Yüceler yücesi Rabbimi tesbih ederim> . Bu
duadan sonra eller kaldırılıp “ amin “ diyerek Allah’a
dua edilir. Eller omuz hizasına kadar kaldırılır ve
ellerin içi kişinin yüzüne dönük tutulur.
22. Sabah ve akşam namazlarının sonunda
okunması önerilen Haşr Sûresinin son ayetleri:
Huvallâhullezi lâ ilâhe illâhû, âlimul- ğaybi ve
şehadeh, huver-rahmanur-rahim. Huvallahullezi
lâilâhe illâhû, el melikul kuddûsus selâmul mu’minul
muheyminul azîzul cebbarul mutekebbir,
subhanallâhi ammâ yuşrikun. Huvallahul halikul
bari’ul musavviru lehul esmaul husnâ, yusebbihu
lehu mafissemavati vel ard ve huvel azizul hakim.
<O, öyle Allah’tır ki, O’ndan başka hiçbir ilâh
yoktur. Gizliyi de aşikâr olanı da bilir. O, Rahman
(dünyada bütün yaratıklara merhamet eden) ve
Rahimdir (âhirette yalnızca mü’minlere merhamet
edendir.)
O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka ilâh
yoktur. O, Melik’tir(bütün kainatın sahibidir),
Kuddus’tur (noksanlıklardan beridir), Selâm’dır
(selâmete, esenliğe kavuşturandır.), Mü’min’dir
212
(güven verendir), Muheymin’dir ( kullarını kollayıp
gözetendir.), Azız’dir (herşeye galiptir), Cebbar’dır
(ihtiyaçlarını karşılayıp noksanlarını
giderendir.),Mutekebbir’dir (yücelik ve ululuk
sahibidir). Allah müşriklerin koştukları ortaklardan
da münezzehtir (uzaktır).
O, yaratan, yoktan var eden ve şekil veren
Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve
yerde olanlar, hep O’nu tesbih edip yüceltirler. O,
Azız’dir (herşeye galiptir), Hâkim’dir (hükmünde
hikmet sahibidir).
23. Yatsı namazından sonra okunması önerilen
“ Bakara Sûresinin “ son ayetleri:
Âmener- rasûlu bimâ unzile ileyhi min rabbihi
vel mu’minun. Kullun âmene billahi ve melâiketihi ve
kutubihi ve rusulih. Lâ nufarriku beyne ahadin min
rusulih. Ve kalû semi’na ve ata’na ğufraneke
rabbenâ ve ileykel masiyr.
Lâ yukelli fullahu nefsen illâ vus’ahâ. Lehâ mâ
kesebet ve aleyha mektesebet. Rabbena la
tuhahizna in nesiyna ev ağtayna, Rabbenâ velâ
tahmil aleynâ isran kemâ hameltehu alellezine min
213
kablinâ. Rabbenâ velâ tuhammilnâ mâ lâ takatelenâ
bih. Va’fu annâ vağfir lenâ varhamnâ. Ente Mevlânâ
fensurnâ alel kavmil kâfiriyn.
< Peygamber, Rabbi tarafından kendisine
indirilene iman etti, mü’minlerde (iman ettiler). Her
biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına,
Peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler:
Allah’ın Peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım
yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına
sığındık ! Dönüş Sanadır.
Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde
sorumlu tutar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine,
yapacağı (şer ) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak
veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey
Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de
ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün
yetmediği işler de yükleme. Bizi affet! Bizi bağışla!
Bize acı! Sen bizim mevl’âmızsın. Kâfirler
topluluğuna karşı bize yardım et.>
Namazda Okunan Kısa Sûreler:
214
1. Fil Sûresi : (Bismillahirrahmanirrahim)
Elem tere keyfe feale rabbuke bi ashabil fil.
Elem yec’al keydehum fiy tadlilin ve arsele aleyhim
tayran ebabil. Tarmihim bi hicaratin min siccilin fe
cealehum ke’asfin me’kul.
<Rabbinin fil sahiplerine neler yaptığını
görmedin mi ? Onların kötü plânlarını boşa
çıkarmadı mı ? Onların üstüne ebâbil kuşlarını
gönderdi. O kuşlar, onların üzerine pişmiş tuğladan
yapılmış taşlar atıyordu. Böylece, Allah onları yenilip
çiğnenmiş ekine çevirdi.
2. Kureyş Sûresi : (Bismillahirrahmanirrahim )
Li ilâfi kureyşin ilâfihim rıhlete’ş-şitâi ves-sayf.
Felya’budu rabbe hazel beytillezi et’amehum min
cuin ve amenehum min havf.
< Kureyş’e kolaylaştırıldığı, evet,kış ve yaz
seyahatları Onlara kolaylaştırıldığı için Onlar da,
kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan
emin kılan şu evin (kâbe’nin) Rabbi’na kulluk
etsinler.>
3. Mâûn Sûresi (Bismillahirrahmanirrahim )
215
(1) Eraeytellezi yukezzibu biddin.(2)
Fezalikellezi yeduul yetim.(3) Velâ yehudu alâ taamil
miskin.(4) Feveylun lil musalline-(5)llezine hum an
salâtihim sahun.(6) Ellezine hum yuraune (7) ve
yemneunel mâun
< (1)- Dini yalanlayanı gördün mü ? (2-3)-
Yetimi itip kakan, yoksulu doyurmaya yanaşmayan,
işte odur. (4)- Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki
(5)- onlar namazlarını ciddiye almazlar. (6)- Onlar
gösteriş yapanlardır; (7)- hayır yapana da engel
olurlar.>
4. Kevser Sûresi (Bismillahirrahmanirrahim )
İnna a’taynâ kelkefser. (2) Feselli li rabbike venhar.
(3) İnne şani eke huvel ebtar.
< (1)- ( Ey Muhammed !) Doğrusu Sana
kevseri (veya pek çok nimet ) verdik. (2)-Öyleyse
Rabbin için namaz kıl, kurban kes. (3)- Doğrusu
Sana nesli kesik diyenlerin bizzat kendilerinin
nesilleri kesiktir.>
5. Kâfirun Sûresi (Bismillahirramanirrahim )
(1) Kulyâ eyyuhel kâfirune (2) Lâ ağbudu mâ
tağbudun (3) Velâ entum âbidûne mâ ağbud. (4)
216
Velâ enâ âbidun mâ abedtum (5) Velâ entum
âbidûne mâ ağbud (6) Lekum diynikum veli yedin.
(Ey Muhammed ! ) De ki: Ey kâfirler ! (2)- Ben sizin
taptıklarınıza tapmam.(3)- Sizde benim taptığıma
tapmazsınız.(4)-Ben de sizin taptığınıza tapacak
değilim.(5)- Siz de benim taptığıma tapacak
değilsiniz.(6)- Sizin dininiz size, benim dinim
banadır.
6. Nasr Sûresi L(Bismillahirrahmanirrahim)
(1)İza cae nasrullâhi vel feth (2) Ve
raeytennâse yedhulûne fi dinillâhi efvacen fesebbih
bi-hamdi rabbike vestağfirh (3) İnnehu kâne
tevvabâ
< (1-3)- (Ey Muhammed !) Allah’ın yardım ve
zafer günü gelip, Allah’ın dinine insanların akın akın
girdiklerini görünce, Rabbini överek tesbih et;
O’ndan bağışlanma dile, çünkü O, tövbeleri daima
kabul edendir.>
7. Tebbet Sûresi (Bismillahirrahmanirrahim
(1)Tebbet yeda Ebi Lehebin ve tebb.(2) Mâ
âğnâ anhu mâluhu vemâ keseb (3) Seyaslâ nâran
217
zate-leheb (4) Vemra etuhu hammaletel- hatab.(5)
Ficidiha hablun min mesed.
< (1)- Ebu Leheb’in elleri kurusun; kurudu da
! (2)- Malı ve kazancı kendisine fayda vermedi.(3)-
O alevli ateşte yanacaktır. (4-5)- Sırtında odun
taşıyıcı olarak ve boynunda (hurma liflerinden
bükülmüş) ip olduğu halde karısı da ( o ateşe
atılacak).
8. İhlâs Sûresi (Bismillahirrahmanirrahim )
(1). Kul huvallâhu ehad. (2) Allahu’s-samed.
(3) Lem yelid ve lem yûled. (4) Velem yekullehu
kufuven ehad.
<(1)- (Ey Muhammed ! ) De ki : O Allah bir
tektir. (2)- Allah samedtir ( O’nun hiçbir şeye
ihtiyacı yoktur, herşey O’na muhtaçtır.) (3)- O
doğmamış ve doğurmamıştır.(4)- Hiçbir şey O’na
denk değildir.
9. Felâk Sûresi (Bismillahirrahmanirrahim )
(1) Kul eûzu birabbil felâk.(2) Min şerri ma
halak. (3) Ve min şerri ğasıkın izâ vekab. (4) Ve min
şerrin- neffâsati fil’-ukadi. (5) Ve min şerri hâsidin
izâ hased.
218
< (1-5)- De ki: Yaratıkların şerrinden,
karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,
düğümlere üfürüp bûyu yapan üfürükçülerin
şerrinden ve kıskandığı zaman hased eden (kıskanç
kişinin) şerrinden tan yerini ağartan Rabbe,
sığınırım.
10. Nâs Sûresi (Bismillahirrahmanirrahim)
Kul eûzu birabbin-nasi. (2) Melikin_nasi.(3)
İlâhinnas-. (4) Min şerril vesvasil hannas (5) Ellezi
yuvesvisu fi sudurinnas.(6) Minel cinneti vennâs.
< (1-6)- De ki: İnsanlardan ve cinlerden olup
insanların kalplerine vesvese sokan o sinsi
vesvecinin şerrinden, insanların Rabbine, insanların
Melikine (mutlak sahibine), insanların ilâhına,
sığınırım. > (29/sf:64-110 ).