İ Ç İ N D E Ksuleymangunver.com/kitaplar/5.pdf · sırasında meydana gelen olaydan...

218

Transcript of İ Ç İ N D E Ksuleymangunver.com/kitaplar/5.pdf · sırasında meydana gelen olaydan...

2

İ Ç İ N D E K İ L E R :

SUNUŞ ............................................................. 5

1. GİRİŞ: .......................................................... 8

2. İNSANIN YARADILIŞ GEREKÇESİ: .................. 12

3. ALLAH’A YAPILACAK İBADETLER: ................... 14

a. Namaz Kılmak :............................................ 16

b. Oruç Tutmak ................................................ 24

c. Zekât Ve Sadaka Vermek: ............................. 25

d. Hac Ve Umre Yapmak: ............................... 28

e.Kurban Kesmek :.......................................... 30

f. Allah’ı Zikretmek: ......................................... 31

g. Allah’a Hamd Etmek: .................................... 32

ğ. Allah’a Tövbe Etmek : ................................. 34

h. Allah’a Dua Etmek: ..................................... 38

ı. Sabretmek: .................................................. 47

4. HAYATA BAKIŞ: ........................................... 50

a.İnsanın Oluşumu: .......................................... 50

b. Doğumdan ölüme kadar olan gelişmeler: ......... 55

5. İNSANI, İNSAN YAPAN UNSURLAR: ................ 56

a.Maddi yönden; .............................................. 56

b. Manevi yönden; ........................................... 58

3

c. İslâm ahlâkı yönünden; ................................. 60

d. Ahlâkını, Kur’an ve Peygamber sünnetiyle

süsleyen Müslüman’ın özellikleri:........................ 62

6. ÂHİRET HAYATININ NASIL OLACAĞINI

BELİRLEYEN SINAV: ......................................... 67

a.Haramlar:..................................................... 68

b. Günahlar: .................................................... 75

Büyük Günahlar: .............................................. 76

(1) Küfür: ....................................................... 77

(2) Küçük Olsa Bile Bir Günahı İşlemeye Devam

Etmek: ........................................................... 79

(3) Allah’u Teâlâ’nın Rahmeti’nden Ümidini Kesmek:

..................................................................... 80

(4) Allah’u Teâlâ’nın Mekrinden Emin Olmak: ....... 81

(5) Sarhoş Eden Her Hangi Bir Şeyi İçmek: ......... 81

(6) Yetim Malını Yemek (Veya Hakkını Gasbetmek):

..................................................................... 82

(7) Faiz Yemek Ve Faiz Vermek: ........................ 83

(8) Yalan Söylemek Ve Yalan Şahitlik Yapmak: .... 86

(9) Açıkça Kazfetmek (Temiz Bir Kimseye Zina

Yapıyor Demek): .............................................. 87

(10) Yalan Yere Yemin Etmek: ........................... 88

4

(11) Sihir Yapmak: ........................................... 88

(12) Zina Yapmak: ........................................... 88

(13) Livata Yapmak: ......................................... 92

(14) Haksız Yere Adam Öldürmek: ..................... 93

(15) Hırsızlık Yapmak: ...................................... 93

(16) Harpte Düşman Karşısından Kaçmak: .......... 94

(17) Ana- Baba Hakkına Saygı Göstermemek: ..... 94

Küçük Günahlaın En Önemlileri .......................... 98

(1). Gıybet ( Çekiştirme ) .................................. 98

(2) Gurur ve Kibir: ......................................... 102

c. Sâlih Amel İşlemek : ................................... 113

( 1) Kâfir: ..................................................... 116

(2) Münafık: .................................................. 118

(3) Müslim: ................................................... 121

(4) Mü’min:................................................... 123

(5)Gerçek Mü’min: ......................................... 129

Hekimoğlu Ali Paşa’nın Hayat Öyküsü : ............. 134

d. Tevekkül Anlayışı : .................................... 154

e. Kader ve Rızık:........................................... 161

7. ÂHİRET HAYATINA GEÇİŞ : ........................ 173

a. Ölüm: ..................................................... 173

b. Kıyamet Ve Mahşer: .................................. 177

5

c. Cennet ve Özellikleri : ............................... 180

(1) Soyların Cennete Yükselmesi:..................... 183

(2) Cennette Evlilik Yaşamı: ............................ 184

d. Cehennem ve Özellikleri: ............................. 186

8. OKUYUCU İLE SOHBET: ............................... 189

9. YARARLANILAN KAYNAK ESERLER : ............. 198

10. E K L E R : ............................................. 203

Namazda Okunan Ayet Ve Dualar :................... 203

Namazda Okunan Kısa Sûreler: ........................ 213

SUNUŞ

1. İslâm dininin, Müslüman toplumunda

mevcut olan etkinliğini devam ettirmek, zaman ve

mekâna göre değişen yorumlara yeni boyutlar

kazandırmak, bu bağlamda tecrübe ve bilgi

birikimlerimi dindaşlarımızla paylaşarak böylece

onların da gereksimini karşılamak üzere bu kitap

hazırlanmıştır.

6

2. İlim ve bilgi öğrenmenin sınırı, yaşı yoktur,

denilmiştir. İnsanın, sonsuza uzanan bilgi

hazinesinden her şeyi bilmesi mümkün

görülmemekte ve dolayisiyle böyle bir şey de

kendisinden beklenilemez. Ancak kişinin, ölümüne

kadar kendisine gerekli olan bilgileri öğrenmesi (yani

ilim tahsil etmesi) dini bir görevidir. Çünkü ilim,

insanı Yaratanına götüren gerçek bir yoldur.

3. Bu kitap, tek yönlü tarih, coğrafya, tıp,

roman, öykü kitabı değildir. Ancak, seçilmiş konular

gereği olarak dini bilgiler eşliğinde, tarih, coğrafya,

tıp, roman ve öykü dallarına yönelik örnek bilgiler

verilmiştir. Bu haliyle okuyucuya, ayrıca kültür

bilgileri de sunulmuş olmaktadır. Yeter ki, okuyucu,

dinlenmiş bir beden ve zihin ortamında işe başlayıp

dikkatle okuyabilsin. Örneğin, dikkatı başka yönlere

çekecek mekânlarda ve zaman doldurmak maksadı

ile okunduğu takdirde kişiye, kitap okumuş olmanın

ötesinde bir şey kazandırmaz.

4. Sunulan bilgi ve görüşler, konusu ile ilgili

kaynak eserlere dayandırılmış ve böylece geçmişin

7

birikimi zamanımıza taşınmış olmaktadır. Bu nedenle

metin içinde geçen örneğin;

< Bakara Sûr/ 155 > = Kur’an-ı Kerim’in Bakara

sûresi 155 nci âyeti, şeklinde,

( Tirmizi, Zühd:61) = ( Peygamberimizin ilgili hadisi

) Tirmizi tarafından Zühd bölümünde 61numara ile

rivayet edilmiştir, şeklinde,

(3/4.cilt, Sf: 45 ) = Kaynak eser listesinin 3 ncü

sırasındaki eserin 4 ncü cildi , 45 nci sayfasındaki

bilgilerden istifade edilmiştir, şeklinde ,

anlaşılmalıdır.

5. Kitabın sonuna, namaz kılarken bilinmesi

gerekli dualar ile okunuşu ve anlamı Türkçe harflerle

yazılı Kur’an-ı Kerim’in bazı sûreleri eklenmiştir. Bu

sûreler, Kur’an’ın orijinal okunuş metni oluşu

nedeniyle özel kap içinde sunulmuştur. Okuyup

öğrenmek veya ezberini karşılaştırmak ihtiyacı

duyulduğunda ele alınabilmesi için ( Vakia Sûr./79)

âyetin gereği olarak abdestli bulunmak icap

etmektedir.

6. Bu kitap, itibar kazanmak, övgülerle takdir

edilmek düşüncesiyle değil, öncelikle Rabbi’min

8

hoşnutluğunu kazanmak amacıyla sunulmuştur. Bu

nedenle, bilgilerden yararlanıp memnun kalanlar

duygularını, teşekkür etmekle değil, iyi niyetli

dualarıyla belirtmeleri daha üstün ve yeterli

olacaktır.

Saygılarımla...

Süleyman GÜNVER

İZMİR-2002

1. GİRİŞ:

Evin penceresinin önüne oturup kışın kar,

diğer mevsimlerde de yağmurun yağışını seyrettiniz

mi? Kimimizi hüzünlendirir, kimimizi de dinlendirir!

Ancak, bu yağışın nasıl gerçekleştiği hiç hatıra

getirilmez. Nasıl olsa bilim adamları gerekli

araştırmaları yapar ve gerçekleri bizlerin bilgilerine

sunarlar. Evet, yağış nasıl oluşuyor? Rüzgârlı bir

günde deniz sahilinde kabarıp köpüren dalgaların

birbiri ardınca kumsala nasıl çarptığını gördünüz

mü? Her çarpışta çıkardığı ahenkli sesin kulağa hoş

9

gelmesi ötesinde bizi ilgilendiren pek fazla bir şey

göze çarpmaz. Fakat bu aşamada farkına

varmadığımız fiziki bir olay meydana gelir ve deniz

suyunun minicik damlaları buharlaşıp havaya karışır.

Ayrıca, buharlaşan su, tuz zerreciklerini de denizden

koparıp beraberinde götürür. İşte bu katı

zerreciklere “yoğunlaşma çekirdekleri” adı verilir ve

bulutların oluşmasına da bunlar temel teşkil eder.

Yoğunlaşma çekirdeğinin esas kaynağı okyanus ve

denizlerden buharlaşma sırasında çıkan tuzlardır.

Ayrıca, yerden kalkan tozlar, orman yangınları ve

volkanik patlamalar sonucunda açığa çıkan küçük

zerreler, çöllerde toz ve kum fırtınaları sırasında

havaya karışan tanecikler ile uzaydan gelen

parçacıklar da çekirdeklerin kaynakları arasında

sayılır.

Su buharının tekrar su haline dönüşmesine

“yoğunlaşma” denir. Yoğunlaşmanın meydana

gelebilmesi, yani su buharının su haline dönüşmesi

için yoğunlaşma çekirdeklerine ihtiyaç duyulur.

Çünkü yoğunlaşma, çekirdekler üzerinde oluşur.

Böylece yoğunlaşan buhar, bulut içindeki “bulut

10

taneciklerini” meydana getirir. Bulut içindeki su

damlacıklarının zamanla büyüyerek yer çekiminin

tesiri ile toprağa doğru düşmesi ise yağış dediğimiz

olayı meydana getirir. Fiziki olayın durumuna göre

bu, yağış, yağmur, kar ve dolu şeklinde gerçekleşir.

Ancak, bu olayın pek kolay olmadığını, bunun için

birçok fiziki ve dinamik formüllerle kanunların

işlediğini belirtmeliyiz. Yerden yükselen hava

genişleyerek yeterli nem şartları altında

yoğunlaştıktan sonra önce bulut damlacıkları oluşur,

sonra karşılıklı ilişkilerle bulut damlaları yağmur

damlası haline dönüşüp toprağa tertemiz damlalar

halinde düşer. Düşünelim! Gökteki bulutların

oluşabilmesi için hem arz ve hem de uzay kaynaklı

çok sayıda incecik parçacıklar üst atmosfere

geçecek, buraya taşınan nemli rüzgârlarla rutubet

derecesi tamamlanacak, yoğunlaşma başlayacak,

bulut taneciği oluşacak, bulut taneciği fiziki bir

plânlamaya göre küçücük yağmur damlası haline

dönüşecek ve bu minicik su damlası yere doğru

düşmeye başlayacak. Bu noktada üzerinde

durulması gereken önemli bir husus var!

11

Doğa kanunları uyarınca, yukarıdan bırakılan

bir cisim yer çekimi etkisi altında, zamanla artan bir

hızla yere düşer. Yağmur damlacığı ise gittikçe

hızlanarak değil, yer çekimine adete direnerek sabit

bir hızla yere doğru düşer. Böylece, yer üzerindeki

bitkiler ve canlılar zarar görmeden yağmurdan

nasibini alırlar. (1/sf:26-51)

Ayrıca yağışın oluşması aşamasında şimşek ve

yıldırım olarak bilinen elektrik yükünün boşalması,

gök gürültüsünün oluşması, havanın kaldırma gücü

sayesinde yağmur damlalarının yeryüzüne sabit bir

hızla düşmesi acaba nasıl bir düzenleme sonucu

olabilir? Bu soruya, Allah inancı olmayan veya zayıf

olanlar, “tabiat kanunları etkisiyle oluşur“ der,

geçerler. O kanunları etkili yapan gücün ne

olduğunu düşünmeye dahi değer görmezler.

Tam bir Allah inancına sahip olanlar ise; bütün

kâinatı ve varlıkları yoktan var eden, aynı zamanda

yönetimini devam ettiren Yüce Allah’ın belirlediği

kanunlarla meydana geldiğini ifade ederler. Yine bu

kesim, Allah’ın 99 isminin anlamında belirlenen İlâh’i

12

Güce ve O’nun kâinat üzerindeki mutlak

hâkimiyetine kesin kes inanırlar.

İnsan kendi kendini incelerse, her aşamada

Yüce Gücün yönetiminde olduğunu anlar. Döllenmiş

bir yumurta iken belirli program sürecinde konuşan

hareket eden, işiten, gören, eşyayı tanıyan, edindiği

bilgileri hafızada toplayan, yeri geldikçe bunları

kullanan, düşünen ve aklı ile karar veren bir insan

haline gelişinin, kendiliğinden değil, Yüce Gücün

plânlaması sonucu olduğunu kabul eder.

2. İNSANIN YARADILIŞ GEREKÇESİ:

Evet, tüm varlıkları olduğu gibi insanı da, Allah

yarattı. İnsan, bu dünyada başıboş yaşaması için

değil, belirli bir amaç için yaratıldı. Bu kanıya

nereden varıldı diye bir soru akıla gelebilir.

Kendimizce verilecek cevaplar, ancak kendi

yorumumuz olacaktır. Ancak, Yaratanın bildirdikleri

ise bizzat gerçeğin tam kendisi olur. İşte yüce

Rabbimiz’in buyruğu:<Ben cinleri ve insanları, ancak

bana kulluk ( ibadet ) etsinler diye yarattım.>

13

(Zariyat Sûr./56). Bunun dışındaki görüş ve

yorumlar, gerçeği yansıtmadığı gibi kişiyi inkâra

(küfre) götüren sözde fikirler olur. Böylece, insanı en

güzel biçimde yaratan Allah, onu bu dünyada

başıboş bırakmamış, kulluk görevi ile sorumlu

tutmuştur.

Bu aşamada, Allah’a karşı kulluk veya ibadet

görevi nasıl yapılmalıdır ki, yapan da, yapılan da

hoşnut kalsın? Bunun için önce kulluk veya ibadet

görevinin kapsadığı anlamı bilmemiz gerekir.

Kelimenin aslı “kul” dur. Sözlükte esir, tutsak,

köle anlamında kullanıldığı gibi yaratık, mahlûk

olarak da ifade edilmiştir. İbadet kelimesi de, kulluk,

tapınma anlamına gelmektedir. Yaratan Allah,

yaşamı kolaylaştırmak üzere insanı ruh ve beden

olarak en güzel şekilde biçimlendirmiş, onu, el,

ayak, duyu organları, zekâ ve akıl gibi unsurlarla

donatmış; toprak, su ve havayı kullanılır hale

getirmiştir. Diğer bir ifadeyle alt yapı hazırlanmış

olarak insanın hizmetine verilmiş, bundan sonra da

kendisinden kulluk görevi istenmiştir.

14

3. ALLAH’A YAPILACAK İBADETLER:

İbadetten ne anlıyoruz? Ne zaman ve nasıl

yapılmalıdır? Bütün bunlar Kur’an- ı Kerim ve Hz.

Peygamberin sünnetinde belirlenmiş hususlardır.

İbadetler öncelikle bedeni, mali, hem bedeni ve hem

de mali olmak üzere üç grupta toplanır: 1. Bedeni

ibadetler, namaz ve oruç; 2. Mali ibadetler, zekât ve

sadaka; 3. Hem bedeni ve hem de mali ibadetler,

hac ve umredir. Bu ibadetlerin dışında, Allah’ı

zikretmek, Allah’a tövbe etmek, şükretmek, O’ndan

yardım dilemek (dua), sabretmek, kurban kesmek,

hatta Allah rızası için yapılan her iş ve davranış da

birer ibadet derecesindeki yaklaşımlardır. Aslında

ibadetler, amaç değil, Rabb’ine insanı ulaştıran birer

araçtır. Asıl amaç ise, Allah’a yaklaşmak ve O’nunla

her an beraber olduğunu bilmektir (2/sf:130).

Her ibadet, Allah rızası gözetilerek veya

niyetiyle yapılırsa ulvi değere ulaşır ve makbul kabul

edilir. Aksi halde kişiye hiçbir manevi yararı

dokunmayan davranıştan ileri geçemez. Bunun açık

15

bir örneğini Peygamberimiz döneminde Uhud Savaşı

sırasında meydana gelen olaydan öğreniyoruz..

Uhud Savaşı Hicretin 3’ncü yılında, miladi 27 Mart

625 tarihinde Medine’de Müslümanlarla Mekke’ li

müşrikler arasında yapıldı. Müşrikler üzerine ilk ok

atan Evs kabilesinden Kuzman adında bir kişi idi.

Sonra kılıcına el atarak onunla da çok işler gördü. 10

müşriki öldürdü. “Ey Evs hanedanı! Siz de, benim

yaptığım, şeref ve şan için çarpışınız!“ diyerek

müşriklere kılıç salladı, sonra yaralandı.

Uhud Savaşından önce, Kuzman’ın adı

anıldıkça Peygamberimiz: “O, Cehennemliktir!”

buyururdu. Kuzman yaralanıp yatağa düştüğü

zaman Müslümanlar’dan birisi O’na: “Ey Kuzman!

Seni tebrik ve Cennetle tebşir ederim. Vallahi,

bugün senin uğradığın musibet, sana Allah’tandır”

demişti. Kuzman: “Ne diye tebşir ve tebrik

ediyorsun. Vallahi ben, kavmimin gayretinden başka

bir maksatla çarpışmadım. Böyle olmasaydı

çarpışmazdım!” dedi. Yaranın sancısı şiddetlenince

çantasından çıkardığı okla kolunun damarını keserek

intihar etti. Haber Peygamberimize ulaşınca “Allah’u

16

Ekber! Ben gerçekten Allah’ın kulu ve Rasûlü

olduğuma şahadet ederim” diyerek önceki haberin

doğruluğunu belirtti (3 /10.cilt, sf:156-157).

a. Namaz Kılmak :

İslâmiyet’te ilk farz olan ibadet, namazdır. Bu

nedenle Kur’an, ibadetler içinde en fazla önemi

namaza vermiştir. Kur’an’da devamlı geçen, salât,

zikir, rükû, secde, kıyam gibi kelimelerden namazın

kastedildiğini göz önünde bulundurursak, Kur’an’ın

namaza ne kadar çok önem verdiğini daha kolay

anlarız. Allah’ın emirlerinin namaz üzerinde bu

şekilde yoğunluk kazanması, namazın dinin direği

olduğu şeklindeki genel kanıyı güçlendirmektedir (2

/sf:72).

Namaz, farz, vacip ve sünnet olarak günün

beş vaktinde kılınarak Allah ile kul arasındaki

yakınlaşmayı devam ettirir. Bu bağlamda kulun,

Rabb’i ile beraberliği sağlanmış, yaşama dönük

günlük uğraşıları sonucu kalbindeki Allah sevgisinin

unutulması da önlenmiş olur. Böylece kul, her an

17

Allah’la beraber olduğunu hisseder, O’ndan aldığı

güç ve azimle yaşamını sürdürür. Yine bu bağlılıkla,

hem kendi ve ailesine, hem de toplum ve devletine

yararlı, iş bilir ve iş bitirir kişi olur. Böylece O, helâl

lokma yemeğe, alın teri ile kazanmaya özen

gösterir.

Bizleri yoktan var eden yüce Rabb’imiz bu

konuda bakın ne buyuruyor:<Kitaptan sana vahy

edileni oku ve namazı dosdoğru kıl. Şüphe yok ki

namaz, hayasızlıklardan ve kötülüklerden alı koyar.

Ve elbette ki, Allah’ın zikri en büyüktür. Ve Allah ne

yaptığınızı bilir.>(Ankebut Sûr./45 ).

Günde beş defa kılınan namaz, Müslüman’a

verdiği iç huzur yanında, bedeni hareketlerle ona

zindelik de kazandırır. Ayrıca onu, hayâsızlık (edep

dışı hareket) ve kötülüklerden de alı koyar. Evet,

gerçek bu, fakat yaşantımızda bunu görebiliyor

muyuz? Yakın ve uzak çevremize baktığımızda

namaz kılan, beş vakit namazı cemaatla kılmak

üzere camiye giden insanları tanırız. Gözümüz onları

melek gibi temiz ve günahsız görmek ister. Gün gelir

belki bir tesadüf olarak onun haram veya büyük

18

günahlardan sayılan bir dini yasak işe bulaştığına

tanık oluruz. Ve içimizde bir ürperti yükselir,

yukarıda meâli yazılı Allah’ın âyeti hafızada belirir:

“Namaz, hayâsızlık ve kötülüklerden alı koyar.“ Nasıl

olur! Bu kişiyi her vakit cemaatın ön saflarında

görürdüm. Günde beş defa, Allah’ın evi (Beytullah

olarak bilinen) Kâbe’ye yönelip Allah’a yaklaşmaya

çalışan bu kişi nasıl olur da, yine Allah’ın ve

Rasûlü’nün yasakladığı ve üstelik büyük günah

sayılan bir işi işlemektedir. Hani onu namaz

alıkoyacaktı! Bu gidişatta bir terslik, yanılgı ve hata

olmalı. Yoksa âyet, olması gerekeni, yani tam

gerçeği beyan etmekte. Namaz kılan, bunun manevi

feyzinden nasiplenebilmesi için hayâsızlık ve

kötülüklerden uzak durması gerekir. Fakat bu kişi,

hem namaz kılıyor ve hem de yasak işleri işlemeye

devam ediyor. Nedeni? Çünkü bu kişi namazını,

alışkanlık ve taklit haline getirmiştir1.

1 Şeytanın görevi, insanları yanıltmak ve yanlış yöne çevirmektir. Özellikle insanı Allah sevgisi ve Rasûlullah muhabbetinden uzak tutmaya çalışır. Müslüman’ın namazda, niyet edip Allah’ın huzuruna durduğunda, şeytan hemen onu çeşitli vesveselerle uzaklaştırmak ister. Şimdi sen onu camide cemaatın arasında

19

Hatasız, günahsız kul olmaz. Yaşam sürecinde

çeşitli olaylarla karşılaşan kişi, farkında olmadan

veya istemeyerek de günah işleyebilir. Önemli olan,

büyük günahlardan kesinkes sakınmak ve tövbe

ederek Allah’tan bağışlanma dilemektir. Allah Teâlâ,

<Allah’ın kabul edeceği tövbe, ancak bilmeden

rükû ve secde yaparken görürsün; fakat o kişi, iç âleminde şeytanın adımlarını takip edip dışarıdaki işleriyle uğraşmaktadır. Bu yanlış gidişat çoklarımızın başına gelir. Kendilerine (Allah rızası için) çok sevdiğim cami cemaatı arkadaşlarıma sorarım: “İmam ikinci rekâtta hangi sûreyi okudu, bu geçtiğimiz Cuma hutbesinde hangi konu işlendi, imam Fatiha Sûresi’ni okudu, meâlen ne anladın ki, âmin dedin?” Onlar da bana “Sen söyle?” diye, bilmediklerini kapatmaya çalışırlar. İşte böylece yapılan bütün uğraşı, taklit ve alışkanlıktan öteye geçmez. Diğer bir örnek: Tuncine duası okunurken, bazıları âmin durumundaki ellerini altı üstüne çevirirler. “Ne anladın da böyle yaptın” denildiğinde, verdiği cevap: “Herkes öyle yapıyor... ”Diğer bir örnek: Adamın biri çok yaşlanmış, artık cemaatle camide namaz kılacak gücü kalmamış. Bir Ramazan günü hayır-hasanet amacıyla oğluna şöyle der: “Akşam namazında camiye git ve namaz kılan Müslüman’ları iftara davet et.” Buna göre evde hazırlıklar yapılmış ve davetliler beklenmekte. Eve gele gele üç kişi gelmiş. Baba oğluna sorar: “Oğlum ben sana ne dedim? Kimse yok mu idi, neden az kişi getirdin? ” Oğul da şöyle cevap verir: “Baba sen bana, camiye git ve namaz kılanları davet et, dedin. Ben de namaz bitimimde kapıda bekleyip, imam ikinci rekâtta Kur’an’dan nereyi okudu diye kendilerine sorduğumda bunlar doğru cevap verdi ve ben de bunları davet ettim.” Taklitle, gerçek namazı böyle bir soruyla ortaya koyar. Bu anlatılan halk arasında söylenen rivayettir. Gerçekten böyle bir olayın olup olmadığını Allah bilir.

20

kötülük edip de sonra tez elden tövbe edenlerin

tövbesidir; işte Allah bunların tövbesini kabul eder;

Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir.> (Nisa

Sûr./17) buyurmakla konuya açıklık getirmiştir.

Diğer bir âyette de <Eğer yasaklandığınız büyük

günahlardan kaçınırsanız, sizin küçük günahlarınızı

örteriz ve sizi şerefli bir yere sokarız> (Nisa Sûr.

/31) buyrularak Mü’minler’i rahatlatan bir çıkış yolu

gösterilmiştir. Yeter ki kişi, nefsinin arzularına karşı

mücadele etsin ve günah işlememek için elinden

gelen gayreti göstersin.

Mü’min, namazında alışkanlık ve taklitçilik

huyunu aşmalı; Allah’a saygı, taat ve huşu ile

dosdoğru namaz kılmalıdır. Makbul olan da, bu

özellikleri taşıyan namazdır. Dosdoğru namaz

demek, namazın dışındaki kişinin temiz giyimi,

usulüne uygun apdest alması, kıyam, kıraat, rükû,

secde ve teşehhüt denilen ve esasları ilmihal

kitaplarında belirlenmiş kurallar ile namaz içindeki

taat ve huşu hali anlaşılmalıdır. Kişi tekbir alıp

namaza başladığı andan selâm verip namazdan

çıkacağı süre içinde başka şeyle meşgul olmamalıdır.

21

Örneğin; ayakta iken secde yerine, teşehhütte iken

dizlerine bakmak gerekir. Hal böyle iken gözleri sağa

sola çevirip bakmak veya göğe dikmek yasak olan

hareketlerdir. Bu konuda Peygamberimiz: <Bazı

kimselere ne oluyor ki, namaz kılarken gözlerini

göğe dikiyorlar? Bunlar ya (gözlerini semaya

dikmekten) vazgeçerler, ya gözlerinin feri alınıp kör

olurlar.> buyurdu (4/3.cilt, sf:271). Başka bir

hadiste; Peygamberimiz’den, namazda başın sağa

sola çevirmenin hükmü sorulduğunda:<Bu, kulun

namazından şeytanın kapıp kaçtığı bir şeydir.>

(4/3.cilt sf: 272) diyerek huşu halini bozucu her

türlü hareketten kaçınılması gerektiğine işaret

edilmiştir.

Önemli Bir Hatırlatma:

Namazda alışkanlık ve taklit huyunu aşmak,

taat ve huşu içinde bulunabilmek için;

(1) Namazda okunan âyet ve duaların

meâllerini öğrenmek, unutmamak için zaman zaman

tekrarlamak ve namaz içinde vesveseyi önlemek

yönünden gerekirse genel anlamını hatırlamak.

22

(2) Şuur altı olaylar, özellikle sakin

zamanlarda ve namaz esnasında düşünme

mekanizmasında belirip kişiyi meşgul eder. Bu

nedenle kişi, belleğinde iz bırakacak iyi veya kötü

olaylardan uzak kalmalı. Hatta birisine, üzüleceğini

veya aklını meşgul edeceğini tahmin ettiği bir haberi

namaz sonrası duyurması daha uygun düşecektir.

Neden yemek sofrası hazırken namaz kılmanın

mekruh olduğu bildirilmiştir? Çünkü kişiyi namazında

meşgul etme ihtimali vardır. Cemaatle namaz kılma

üzere camiye koşarak gitmek de hoş olmayan bir

davranıştır. Nefes nefese kalmak dikkatin

dağılmasına neden olacaktır.

Namaz esnasında kendini, Allah’ın karşısında

bulunduğunu ve denetimden geçmekte olduğunu

düşünerek vesveselerden uzak kalmaya çalışmalıdır.

(3) Dikkatin namazın kuralları üzerinde

toplanması: İnsan bazı hareketleri farkında olmadan

yapar. Özellikle güç ve dikkatin bir noktada

toplanması gerektiğinde nefes alış ve verişleri

yavaşlar. Örneğin, uzaktan gelen sesi duyup

anlayabilmek için nefes tutar ve alış-verişi yavaşlar.

23

Yine yerden ağır bir eşya kaldırılırken aynı uygulama

yapılır. Veya yüksek bir ağacın dalındaki meyveyi

koparmak üzere kolun yukarıya uzatılması esnasında

da benzer olay yaşanır. Bu işlemi vücut otomatik

olarak yaptığından pek işin farkına varılmaz. Çünkü

güç ve dikkat belirli bir işe yöneltilmiştir ve

dolayısıyla düşünme işlemi de o noktada

toplanmıştır.

Uzak doğu yaşam felsefesinde nefes tutmanın

önemi büyüktür. Vücut geliştirme hareketlerinde sık

sık rastlanan temrinlerdir. “Dünyayı hava dokur,

insanı da nefes dokur.” düşünce tarzından hareket

ederler. Nefes alırken geçen sürenin iki misli kadar

zaman içinde nefesin yavaş yavaş dışarı verilmesi

dikkatin toplanmasına neden olmaktadır (5/sf: 19).

Bu kişisel önerinin, özellikle cemaatle sessiz

olarak kılınan farz namazlarında uygulanmasında

yarar görülmüş ve bu nedenle tavsiye edilmektedir.

Evet, alınan nefes, iki misli süre kadar zaman içinde

dışarıya verilmelidir.

(4) Tek başına kılınan namazlarda okunan sûre

ve âyetler, genelde çok önceden ezberlenip devamlı

24

tekrar edilen ve alışkanlık haline gelinen bir

konumdadır. Çoğu zaman kişi, bunları okurken diğer

taraftan başka şeyler düşüncesini meşgul

edebilmektedir. Bir önlem olarak, yeni başka sûre ve

âyetler ezberlenip okunursa, yanlış okumamak için

dikkat buna yöneleceğinden düşüncedeki meşguliyet

de ortadan kalkmış olur.

(5) Namaza başlarken, Allah’ın huzurunda,

meleklerin denetiminde bulunduğunu hatırlayıp

bilinçli olarak saygı ve tam bir teslimiyet içinde

namaza devam edilmelidir.

b. Oruç Tutmak

Oruç, İslâm dininin beş esasından ve başta

gelen ibadetlerden biridir. İslâm öncesi dinlerde de

oruç ibadeti mevcuttu. Nitekim <Sizden öncekilere

farz kılındığı gibi, sizin üzerinize de oruç farz

kılındı.>(Bakara Sûr./183 ) buyurulmuştur.

Oruç, gösterişten uzak, samimiyetin hakîm

olduğu gizli bir ibadettir. Tamamiyle kul ile Rabb’i

arasında, Allah’ın hoşnutluğunu kazanmak üzere

25

özverili yakınlaşmadır. İşte bu nedenledir ki,

Peygamberimizin bir hadisinde: ”Ademoğlunun her

iyi işine fazlası ile sevap verilir. Her iyiliğe karşılık

olarak yedi yüz misline kadar ecir bahşedilir. Ancak,

yüce Allah buyurmuştur: Oruç bundan müstesnadır;

çünkü o, yalnız benim içindir. O halde mükâfatını

bizzat ben kendim vereceğim. Zira oruçlu, cinsi

arzularını ve yiyip içmesini benim için terk eder...”

(6/2.cilt, sf:17).

c. Zekât Ve Sadaka Vermek:

Allah, insanları birçok yönden olduğu gibi

zenginlik yönünden de derece derece yaratmış,

böylece fakirleri kanaatkâr olma, sabır gösterme;

zenginleri de kendilerine verilen nimetin kadrini

bilme ve kendine veren hakiki sahibini tanıyıp

şükretme yönlerinden bir imtihana tabi tutmuştur.

Gerçekten zekât, dünya geçimliğine olan istek ile

Allah’ın emrinin uygulanması arasında tereddüt eden

zengin için zorlu bir denemedir. Bu nedenle bazı

Müslüman’lar, namazlarda ve diğer bedeni

ibadetlerde gösterdikleri hassasiyeti ve buyruğa

26

uymayı her zaman zekât ve sadaka vermekte

gösteremezler. Şeytanın vesvesesine uyarak, sanki

malında önemli bir kayıp olacakmış gibi bir endişe

içinde olurlar. Hâlbuki Allah fakirin hakkını zenginin

malında yaratmış, insanların Allah’a kullukta

yarışarak sosyal dengeyi kurmalarını istemiştir.

Zekât, zengini servete bağımlı olmaktan, aç

gözlülük ve mal biriktirme hırsından kurtarır. İslâmî

kurallara göre yaşayan zengin, zekât vermekle

ibadetin huzurunu bulur, nefsine güven gelir ve

çevresinde gördüğü sosyal dengesizliklere çare

olmanın manevi sevincini yaşar (2/sf:144).

Kur’an, Hz. Peygambere hitaben,

Müslümanların mallarından zekât almasını, böylece

Müslümanların temizlenmiş, mallarının

bereketlenmiş olmasını istemiş (Tövbe Sûr./103);

faizin değil, zekâtın Allah katında arttığını belirtmiştir

(Rûm Sûr./39 ). Ayrıca faizle gelen geliri Allah’ın

mahvedeceği, ancak sadakaları verilmiş malın ise

bereketleneceği bildirilmiştir (Bakara Sûr./276).

Zekât ibadeti farz olduğu için nisap (yeter

sayı) miktarı malı olan Müslüman’ın belirli oranda

27

zekât vermesi zorunludur. Günümüzde, sadaka

olarak bildiğimiz hayır yapma işi ise, tamamen

Müslüman’ın cömertliğine bırakılmış olup bir oran

tespit edilmemiştir. Yüce Rabb’im, insanların

davranışlarını tanıtırken namaz kılanların mallarında

hem dilenen ve hem de iffetinden dolayı

dilenmeyenler için belirli hak bulunduğunu

belirtmiştir (Meariç Sûr./19-25). Bu nedenle dilenen

kişilere de az-çok yardımda bulunmak Allah’ın

hoşnutluğunu kazanmaya sebep olacaktır.

Önemli Hatırlatma:

(1) Gerek zekât olsun, gerek sadaka olsun

verirken Allah rızasını gözeterek niyet edilmeli ve

kılınacak ilk namaz sonrasında kabulü için Allah’a

dilekte bulunulmalı.

(2) Zekât, İslâm İlmihali kitaplarında

gösterilen belirli yerlere verilmeli. Bunun dışındaki

yerlere yapılacak bağışlar kesinlikle zekât yerini

tutmayacağı gibi farz olan borcu da ortadan

kaldırmaz.

(3) Zekât, kesinlikle helâl paradan verilmeli,

faiz ve şans oyunlarından elde edilen gelirlerin zekâtı

28

olmaz. Verilse de zekât yerine geçmez. Helâl

olmayan para fakire verilirse, fakirin ihtiyacı

karşılanmış olur, fakat verene sevap kazandırmaz.

d. Hac Ve Umre Yapmak:

İslâm dininin temel ibadetlerinden birisi de

hacdır. Hac ibadeti, Müslüman’ın yılın belli ay ve

gününde Mekke ve civarında ifa edilen belli ibadet

ve ziyaretlerin usulüne uygun şekilde yerine

getirmesidir.

Hac ibadeti, sayısız hikmet ve faziletlerle

doludur. Mikat yerinde, dünyayı temsil eden elbise

çıkarılıp Müslüman’ları eşitleyen ve ümmet olmanın

şuuruna erdiren iki parça beyaz ihram elbise giyilir.

Artık dünyevi farklılık (zenginlik- fakirlik- makam-

unvan) yoktur. Diğer bir ifadeyle “ben“ yok “biz“

vardır. Bu kıyafet kişinin, sembolik âdeta ölmeden

önce ölümü gözler önüne getirmesidir. Bu nedenle

ihramlı iken Müslüman’a bütünlüğü bozup benliği

uyandırıcı, geride bırakılan geçici haz ve zevk veren

eşya ile bazı davranışlar yasaklanmıştır.

29

Küp şeklindeki Kâbe etrafını dönerek tavaf

eden Mü’minler, âdeta kâinatın özetini temsil

ederler, Gök cisimlerinin yörüngelerinde kendi

etrafında dönerek hareket ettikleri gibi. Arafat,

insanların dünyaya ayak basışını, kıyamette de

Allah’ın huzurunda bekleyişini hatırlatır. Kısaca,

hacda her ibadetin ve şeklin bir anlamı vardır.

Umre, belirli zamana bağlı olmaksızın ihrama

girdikten sonra kişinin Kâbe’yi tavaf edip “Safa ve

Merve“ arasında sa’y yapması ve daha sonra da

usulüne uygun ihramdan çıkmasıdır. Umre ibadeti,

Hanefi Mezhebine göre sünnet, Şafi ve Hambeli’lere

göre ise farzdır (2/sf:111). Ayrıntılar ve yapılış

esasları İslâm İlmihali kitaplarında anlatılmaktadır.

Önemli hatırlatma:

(1) Hacı adayı, bulunduğu mukaddes

mekânlarda devamlı olarak kendini kontrol altında

tutacak, karşılaştığı her olumsuz hareket veya olaya

hemen tepki göstermeden sakin ve yüksek olmayan

bir ses tonu ile cevap verecek. Şunu kesinlikle

aklından çıkarmayacak: Hoşuna gitse de gitmese de

her şey kendisi için bir imtihandır. Sorunlarını güzel

30

konuşma üslûbu ile halletmelidir. Canını sıkan her

şeye sabredecektir.

(2) Hac ve umre, sağlık ve ekonomik

nedenlerle her isteyene nasip olmayan bir ibadettir.

Bu nedenle, hacı olan Müslümanlar yaşadığı topluma

geri döndüklerinde, İslâm’ın emrettiği şekilde

dürüst, temiz ahlâklı, ibadetine düşkün ve

gösterişten uzak yaşamalı, çevresinin kendisine olan

saygınlığını kaybetmemelidir2.

e.Kurban Kesmek :

Kurban kesme, Allah’ın Müslümanlara emri

olduğu için bir ibadettir. Vacip olan bu ibadeti

2 Bir gün Pazaryerinde alış-veriş yaparken yanımdaki müşteri pazarcıya: “Pazarda bal satılan yer var mı?” diye sordu. Pazarcı kendisine “Evet, şu ileride var, Hacı ... diyerek ismimi söyle, sizinle ilgilenir.” Bu defa müşteri de:”İşin içine Hacı-hoca karışırsa ondan hayır gelmez, şeklinde konuştu.” Toplumda az da olsa böyle bir kanaata sahip kişilerin bulunması oldukça üzücüdür. Bazıları, ibadetin amacına değil şekline önem verdikleri için onların isimlerinin başına” hacı” kelimesinin eklenmesini yeterli bulmaktadırlar. Önce itibar kazanır sonra da ticari ahlaksızlığa yönelir. Sonuçta ”Hacı-hoca”nın adı güvensizliğe odaklanır. İşte bu nedenle” Hacı” olanlar çok dikkatli davranmalı, kendilerine gösterilen güveni sarsmamaya özen göstermelidirler.

31

Müslümanlar, İslâm İlmihali kitaplarında belirtilmiş

kurallara göre yerine getirirler.

Kurban, kişinin Allah’ın rızasını gözeterek

malını harcadığının bir göstergesidir. Aynı zamanda

kurban etinin komşu ve yoksullara ikram edilmesi

yönünden sosyal amaçlı bir ibadet olmaktadır.

Toplumda yardımlaşmanın yaygınlaşması ve insan

haklarına saygıyı esas almasının önemi daha da

büyüktür. Bu ibadetin Müslüman’a kazandıracağı

ödül, Kur’an’da: <Onların (kurbanların) ne etleri ve

ne de kanları Allah’a ulaşmaz. Fakat sizin takvanız

(Allah’ın emirlerini tutmaya olan gayretiniz) O’na

ulaşır..> buyrularak müjde verilmektedir (Hac

Sûr./37).

f. Allah’ı Zikretmek:

Kur’an, Allah’ın ismini, Allah’ın nimetini,

Rahman’ı zikretmeye çağıran âyetleri içerir. Zikirden

amaç, devamlı Allah’ı anmak ve O’na yaklaşmaya

çalışmaktır. Zikir kulun kendi iradesiyle değil, bizzat

Allah’ın istek ve emri olduğu için yapılır. Nitekim

32

<Ey inananlar! Allah’ı çokça zikredin. Ve O’nu

sabah- akşam tesbih edin> (Ahzap Sûr./41-42) diye

buyurulmuştur. Tesbih ve zikir, öncelikle

“Subhanallah“, “Elhamdulillah“ , “Allah’u Ekber“,

“Lailâhe illellâh“ ifadeleri ile yapılır. Bunlar zaten

namaz sonrası “tesbih duası“ olarak okunan

metinlerde mevcuttur. Daha çok sevap kazanmak

isteyenler, namaz vakitlerinin dışında da yaparlar.

g. Allah’a Hamd Etmek:

İslâmî ilimler yönünden, bütün yaratıkların

kendi lisanları ile yüce Allah’ı tesbih etmeleri ve

övmelerine hamd denir.

Hamd kelimesine anlam bakımından yakın

olan diğer bir kelime de, <şükür> lafzıdır. Şükür,

Allah’ın verdiği nimetine karşı duyulan hoşnutluğu

dile getirmedir. Diğer bir ifadeyle mutlu bir olay

veya durumu, yapılan bir iyilikten duyulan

memnuniyeti, Allah’a arz etme ve O’na şükran

borcunu ödemektir.

Kur’an-ı Kerim’in ilk sûresi olan Fatiha

sûresinin ikinci âyeti <hamd> kelimesiyle başlar ve

33

hamdın ancak Allah’a yapılacağına işaret edilir.

Nitekim: <Hamd, gökleri ve yeri yaratan,

karanlıkları ve aydınlıkları var eden Allah’a

mahsustur.> (En’am Sûr./1) buyrulmuştur. Her şeyi

yaratan ve onları yöneten; kullarına rızkını veren,

geçimlerini sağlayan, mutlu yaşamlarına imkân

tanıyan Allah’a karşı yapılan hamd ve şükürler de

birer ibadet çeşididir, kulluk borcudur.

Önemli Hatırlatma:

(1) Her Müslüman’ın önemle üzerinde durması

ve yaşamına yansıtması gereken husus, kalbi ve dili

ile bu ibadeti yerine getirmelidir. Örneğin, tanıdık iki

Müslüman karşılaştıkları zaman birbirlerine hal- hatır

sorarlar. Genelde”Teşekkür eder, iyiyim; ya siz

nasılsınız?” der. O da: “Ben de iyiyim ...” şeklinde

durumlarını belirtirler. Bu, alışkanlık haline gelmiş ve

kimseye bir şey kazandırmayan bir sözcükten ileri

geçmez. Hâlbuki hal-hatır sormaktan amaç, o

günleri ve yaşamı kendisine bahşeden yüce Rabb’ine

“hamd veya şükür” ederek ibadet sevabı almaktır.

Böylece her ikisi de sevap kazanır. Biri, hamd

ederek, diğeri de Ona sebep olduğu için. Günlük

34

yaşamın her aşamasında, yaptığı ve başardığı her

işin sonunda Allah’ı hatırlamak, O’na şükretmek

gerekir.

(2) Yemek yemeğe <Bismillâhirrahmanı

rahim> ile başlanmalı, sonunda bu nimeti kendisine

nasip eden Allah’a şükretmeli. Su içerken de aynı

niyet tekrarlanmalıdır. Bu, yaşamın kaçınılmaz

düsturu, Rabb’ine karşı kulluk görevi olmalıdır.

(3) Maddi ve manevi bir hoşnutluk veya

sevindirici bir haberle karşılaştığı zaman da Allah’a

hamd edilmeli. Böylece duyulan sevinç, Allah

katında sevaba dönüşmüş olur. Yani iki yönlü kazanç

sağlanmış olur.

ğ. Allah’a Tövbe Etmek :

Tövbe, dinin günah ve kötü kabul ettiği

davranışlardan pişmanlık duyup vazgeçme, anlamına

gelen dini bir terimdir. Diğer bir ifadeyle kişinin,

işlediği günahına pişman olup bir daha işlememeye

azmetmesi ve Allah’a söz vermesidir.

35

Hz. Peygamber, bir hadisinde <Eğer sizler

günah işlemeseydiniz, yemin ederim ki, Allah,

yerinize günah işleyen, sonra da tövbe edip bağış

dileyen ve bağışlanan kullar yaratırdı> buyurmuştur

(8/8.clt.Sf:240). Bir başka hadise göre <Her insan

hata eder; hata edenlerin en hayırlısı ise, tövbe

edenlerdir.>(Tirmizi,Sûnen,Kıyamet:49) Bu

hadislerden anlaşıldığı üzere İslâm inancına göre

hatasız tek varlık Allah’tır ve günah işlemek

insanlığın bir kaderidir. Bu sebepledir ki İslâm’da

tövbe de, bir tür ibadet olarak kabul edilmiştir

(7/sf:707).

Tövbeden maksat, nefsi ıslah edip iyilik

taraftarı yapmaktır. Dil çabukluğu ile yapılan

tövbeden yarar beklenemez. Bu nedenle, yüce

Rabb’im <Ey iman edenler! Allah’a nasuh bir tövbe

ile tövbe edin.> (Tahrim Sûr./8) buyurmuştur.

Nasuh, İhlâs ve içtenlik anlamında kullanılmıştır.

Yani yapılacak tövbe, içten gelerek yalvarma

psikolojisi içerisinde olacak; işlenen günaha

pişmanlık duyulacak ve aynı hatayı bir daha

işlememe iradesini güçlendirecek tarzda olacaktır.

36

Ancak şunu da belirtelim, tövbe ile kul hakkı

affedilmez.

Kul hakkı, bir kişinin diğeri üzerindeki

haklarıdır. Bu haklar iki çeşittir: Birisi, Allah ve

Rasûl’ünün belirledikleri, selâm vermek, davete

katılmak, isteyene öğüt vermek, aksırdığında -

Allah’a hamd ederse- rahmet dilemek, hastayı

ziyaret etmek, Müslüman’ın cenazesinde

bulunmaktır. İkincisi ise, bir kişinin diğerinin mal,

namus, can ve diğer konularda ki haklarına riâyet

etmesidir. Kişi kendi haklarını ve çıkarlarını nasıl

titizlikle korursa, başkalarının malı – mülkü, namus

ve kişiliğine elini ve dilini uzatıp onlara ne zarar

vermeli, ne de tedirgin etmelidir. Bir anlık hırs

sonucu bilerek veya bilmeden haklarına tecavüz

edildiğinde, pişman olup hemen af dilemeli ve

helâllaşmalıdır. Çünkü, İslâm âlimlerinin görüşüne

göre “kul hakkı ile alâkalı günahları hak sahibi helâl

etmedikçe yüce Allah asla affetmez” demektedirler.

Önemli Hatırlatma:

Yapılan tövbenin Allah katında makbul

olabilmesi için, bir günah işlendiğinde, tez elden

37

hemen bir iyilik yapmalı ve tövbe edilmelidir.

Nitekim, <İyilikler, günahları giderir.> (Hûd

Sûr./114), <Allah’ın kabul edeceği tövbe, ancak

bilmeden kötülük edip de akabinden tövbe edenlerin

tövbesidir; işte Allah bunların tövbesini kabul eder;

Allah her şeyi bilendir, hikmet sahibidir> (Nisa Sûr.

/17) buyrularak işlenen günahlardan kurtuluş çaresi

gösterilmiştir.

Konuyu özetlersek;

(1) Müslüman kendi kendini kontrol altında

tutarak günah işlememeye gayret göstermelidir.

Buna rağmen kötü bir iş veya günah işlediğinde

pişman olmalı ve tez elden karşı tarafı hoşnut

edecek bir iyilik yaptıktan sonra tövbe etmelidir.

Eğer, kötülük insanlara karşı yapılmış ise “kul hakkı“

nedeniyle hak sahiplerinden özür dileyip

helâllaşmalıdır.

(2) Ayrıca, zaman geçirmeden içten gelen bir

istekle Allah’a tövbe edip bağışlanmasını dilemelidir.

(3) Tövbe yapmanın aynı zamanda bir ibadet

olduğunu hatırdan çıkarmamalıdır.

38

h. Allah’a Dua Etmek:

Dua denince, kişinin kendisini yaratan, gözetip

kollayan Rabb’ine yakarması, O’ndan dünya ve

âhireti için istekte bulunması akla gelir.

Dua, kul olmanın en önemli göstergesidir. Bu

nedenle kul, gerçek dostun ve yardımcının Allah

olduğuna kesin kes inanmalı, O’na güvenmeli, O’na

dayanıp isteklerini O’na iletmeli ve O’ndan yardım

beklemelidir. Nitekim Allah Teâlâ, <De ki, kulluk ve

yalvarmanız olmasa, Rabb’im size ne diye değer

versin?...> (Furkan Sûr./77) buyurarak kulluk ile

duanın ilişkisini, yani birbirini tamamladığını

göstermiştir. Peygamberimiz de < Dua bizzat

kulluktur > buyurmuştur. Rabb’iniz buyurdu ki:

<Bana dua edin, size karşılığını vereyim. Bana

ibadet etmekten yüz çevirenler, muhakkak ki

küçülmüş kimseler olarak Cehennem’e

gireceklerdir.> (Zümer Sûr. /60)

Dua ile ilgili Allah şöyle buyurmaktadır:

<Kullarım sana benden sorarlarsa (söyle) ben onlara

yakınım. Dua edince, dua edenin duasına karşılık

39

veririm. O halde, onlar da benim (davetime) karşılık

versinler, bana inansınlar ki doğru yolu bulsunlar.>

(Bakara Sûr./186). Bu âyette Allah Teâlâ, duaya

karşılık veririm buyurup “kabul ederim” veya

“istenileni aynen yerine getiririm” dememiş olması

dikkat çekicidir. Evet, Allah her duayı işitir ve karşılık

verir. Fakat, “karşılık verme“den ne anlaşılmalıdır?

Bu, olumlu ve olumsuz olarak iki şekilde

düşünülmeli. Bazı dualar vardır ki, kabul edilip

sonucunu dua sahibi görebilmekte, bazıları da kabul

edilmemektedir. Bunda da kul yararına bir hikmet

vardır. Kulun isteği belki dünyası ve âhireti için

sonuçta şer olacaktır. Allah ilmi sayesinde bu sonucu

bildiği için kulun lehine kabul etmemiş olabilir. Veya,

kul isteğini devamlı ve ısrarlı olarak tekrar etmesi

halinde ibadet sevabının da artmasına vesile olacağı

düşünülmelidir. Nitekim <Olur ki, bir şey hoşunuza

gitmezken, sizin için o hayırlı olur ve bir şey de

sevdiğiniz halde o, hakkınızda şer olur. Allah bilir, siz

bilemezsiniz.> (Bakara Sûr./216). Duanın kabul

edilmesi yönünden Peygamber Efendimizin şu

açıklaması büyük bir önem taşır: <Allah yolunda

40

sefer yapmış saçı başı dağınık, toz toprak içinde

(olduğu halde) ellerini göğe doğru kaldırıp – Ya

Rabbi!, Ya Rabbi! – diye dua eden, halbuki yediği

haram, içtiği haram, giydiği haram olan ve haram ile

beslenmiş bulunan bu adamın duası nasıl kabul

olunacak?> (4/3.cilt, sf:352).

Dua yapılırken üzerinde önemle durulması

gereken hususlar:

(1) Peygamberimizin buyruğuna uyularak

duaya, önce Allah’a hamd ve Peygambere salâvat ile

başlanmalı, sonra da istenilen dua yapılmalıdır (

4/3.cilt, sf:16).

(2) Dua ile yapılan istekler, Allah’ın koyduğu

düzen ve kanunlarına ters yönde olmamalıdır.

Örneğin, ”Allah’ım bende kuşlar gibi uçup istediğim

yere kolaylıkla gideyim!“ şeklindeki dua, boş sözden

ibaret kalır. Çünkü insanın yaradılış şekline uygun

değildir. Ancak, havada uçmaya elverişli araç ve

gereçler hazırlanıp düşme olasılığı azaltılması

halinde, uçabilme için o zaman dua edilmelidir.

(3) Haram olan şeylerden uzak durmalı.

41

(4) Dua etmeden önce aptest alıp iki rekât

namaz kılmalı ve sonunda istekte bulunmalı. Veya

vakit namazının bitiminde dua edilmelidir. Bu

konuda Allah (C.C.): <Ey iman edenler! Allah’tan

namaz ve sabırla isteyin; Allah sabredenlerle

beraberdir> (Bakara Sûr./153) buyurmuştur.

Burada iki önemli husus belirtilmiştir: a. Allah’tan

namazla istekte bulunmak, b. Dua kabul edilmedi

diye vazgeçmeyip sabırla ve ısrarla duaya devam

etmek.

Kur’an-i Kerim’in 23 yılda vahyedilmesinin bir

nedeni de Müslümanlar’ın zaman içinde eğitilmesidir.

Vahyedilen hükümleri önce Hz. Peygamberimiz kendi

yaşamına uygulayıp Müslümanlara örnek oluyordu.

Nesilden nesile intikal edip zamanımıza kadar gelen

bu öğretilere “sünnet” denilmektedir.

Peygamberimizin bu sünnetlerinden birisi de

şöyledir:

Tarih 11 Ocak 630, Hz. Peygamberimizin

komutasındaki İslâm ordusu Mekke’yi kuşatıp

değişik yönlerden ilerlemeye başlar ve muharebe

olmadan şehir ele geçirilir. Kâbe putlardan

42

temizlenir. Müşriklerin büyük bölümü iman edip

İslâm’la şereflenir. Birkaç inatçı ve öldürülmekten

korkan bazı kişiler de Mekke’den uzaklaşır. İşte bu

ortamda, geleceklerinden endişe eden civardaki

kabileler Hz. Muhammed’in ordusuna karşı büyük

güç oluşturup Huneyn Vadisinde savaş düzenine

geçerleer. Yapılan savaş sonunda müşrikler

hezimete uğratılır. Buradan kaçan düşmanın bir

bölümü Evtas Vadisinde toplanır. Peygamberimiz de

bunların üzerine Ebu Amir komutasında bir birlik

gönderir. Yapılan silâhlı çatışmada Ebu Amir, atılan

bir okla dizinden yaralanır. Yeğeni Ebu Musa’l Eş’ari

der ki: Amucamın dizinden oku çıkarınca yaradan

çok su çıktı. Amucam, hayatından ümidini kesince

bana “Ey kardeşimin oğlu! Peygamber

Aleyhisselâm’a benden selâm söyle! Benim için

Allah’tan mağfiret (bağışlanma) dilesin” dedi. Kısa

bir müddet sonra da şehit olarak vefat etti. Savaş

sonrası Peygamberimiz’in huzuruna çıkıp Amucam’ın

selâm ve isteğini ilettim. Bunun üzerine Rasûlullah

aptest alıp iki rekât namaz kıldı. Sonra ellerini

kaldırıp “Ey Allah’ım! Kulcağızın Ebu Âmiri yarğıla!”

43

diyerek dua etti. Dua ederken ellerini o kadar

kaldırdı ki koltuklarının beyazlığını gördüm. Sonra

“Ey Allah’ım! Onu, yarattığın insanlardan çoğuna,

kıyamet gününde mertebece üstün kıl!” buyurdu

(3/15 cilt, sf:435-436).

(5) Dua az ve öz olmalıdır.

(6) Allah’a hem için için korkarak, hem derin

bir ümit bağlayarak dua edilmelidir (Araf Sur./56).

Dua sırasında sesi yükseltmemeli ve gösterişten

kaçınılmalıdır. Rahatlık ve bolluk içindeyken daha

çok dua edilmelidir.

(7) Gece yarısı, güneş doğmadan önce, Cuma

günü, Arefe günleri, Ramazan ayı ve kandil

gecelerinde yapılan duaların kabul edilme ihtimalinin

yüksek olduğu ifade edilmiştir.

(8) Babanın evladına, misafirin ev sahibine,

hastanın ziyaretçisine, iyilik görenin – özellikle zor

durumda kalanın - iyilik edene duaları, makbul

dualardan sayılmıştır3.

3 Yıl, Eylül 1972, görevli bulunduğum Tatvan’dan yıllık izinle Ankara’daki yakınlarımıza ailecek geldik. Elimizde bir miktar tasarrufumuz birikmişti. Bunu değerlendirmek üzere henüz inşa halindeki binanın müteahhidi ile anlaşıp yarısı peşin, yarısı da

44

Selâmlaşmak:

Duanın diğer bir uygulama şekli

selâmlaşmaktır. Bu, Arapça tabiriyle “Es-selâmu

aleykum” şeklinde söylenir. Türkçe’ye de bu haliyle

geçmiştir. Anlamı ise, dünya ve âhiret selâmeti,

esenliği üzerinize olsun, demektir. Verilen selâmı

alan kişi, bunu ziyadesiyle veya ayni ile iade eder.

taksitle bir daire satın aldık. Buradan memleketim olan Artvin’e geçtik ve izin bitiminde de tekrar Tatvan’a döndük. Beklenmeyen masraf sonucu elimizde ancak 30 Lira para kalmıştı. Onu da harcadık ve beş kişilik aile için ekmek parası bile kalmadı. Beraber çalıştığım arkadaşlara durumu açıklamama rağmen maalesef ödünç para bulamadım. Maaş dağıtım gününe de 7-8 gün kalmıştı. Üzgün ve sıkıntılı olarak iş yerinden eve dönerken doktor olan bir arkadaşın muayenehanesi önünden geçiyordum. Bir de bunu deneyeyim diye içeri girdim ve borç para istedim. Ne kadar yeter deyip cebinden çıkardığı paraları bana uzattı. Bir miktar alıp bu yeter dedim. İşte o anda büyük bir yükün ve sıkıntının üzerimden kalktığını hissettim. Kendisine hem teşekkür ve hem de dua edip ayrıldım. Tayinim Ankara’ya çıktı. Aradan uzun zaman geçmişti. Bir gün bu arkadaşı iş maksadı ile M.S.Bakanlığına geldiğini gördüm. Kendisi aynı zamanda judo sporu ile de ilgilenmekte idi. Türkiye judo milli takımının yurt dışındaki müsabakasına kendisinin de kaptan olarak katılmak istediği ve asker oluşu nedeniyle müsaade belgesinin alınmasının gerekli olduğunu ifade etti. İki ayrı kuruluşu ilgilendiren bu isteği, takip edip iki günde sonuca ulaştırdım. Çok sevindi ve bana “Sizin bu hizmetinizi nasıl ödeyeceğim!” diye memnuniyetini ifade etti. Ben de, geçmişte beni nasıl mutlu ettiğini hatırlatıp, “Siz bunu karşılığını çok daha

45

Şöyle ki: “Aleykumus-selâm ve rahmetullahi ve

barakatuhu” veya “Aleykumus-selâm” şeklinde der.

Bunun anlamı ise, dünya ve âhiret selâmeti,

esenliği, Allah’ın rahmet ve bereketi de sizin

üzerinize olsun” demektir.

Selâmlaşmak Allah ve Rasûlu’nun emri ve

tavsiyesidir. Selâm vermek sünnet, almak ise farz

olarak belirtilmiştir. Toplumda Müslümanlar’ı

birbirine yaklaştıran, sevgi iletişimini kuran en

önemli faktördür. Selâmlaşmada karşılıklı güven

oluşmakta ve Allah’tan iyilik, esenlik, sağlık ve afiyet

dileyerek güzel bir temennide bulunulmaktadır. Bu

da, toplumda huzur ortamının oluşup

yaygınlaşmasını sağlar. Ayrıca kişilerin karşılıklı

iyilik, esenlik dilemeleri ve “Allah” adını anmaları

nedeniyle sevap kazanmış olacaklardır. Kur’an-ı

Kerim’de Allah Teâlâ:

- <Size bir selâm verildiği zaman ondan daha

iyisiyle selâm verin veya ayniyle iade edin> (Nisa

Sûr./86).

fazlasıyla önceden ödediniz! İçiniz rahat olsun” diyerek karşılık verdim. Atasözü:” Ne ekersen onu biçersin!”

46

- <Size selâm verene Mü’min değilsin deme>

(Nisa Sûr./94).

- <Evlere girdiğinizde nezdinizden olan

mübarek ve hoş selâmla kendinizi selâmlayın> (Nur

Sûr./61).

-<Ey iman edenler! Kendi evinizden başka

evlere, geldiğinizi fark ettirip (izin alıp) ev halkına

selâm vermedikçe girmeyin. Bu sizin için daha iyidir,

herhalde düşünüp anlarsınız> (Nur Sûr./27)

buyurmaktadır.

Peygamber Efendimiz de:

- <Önce selâm, sonra kelâm> (28/sf:12).

- <Biriniz bir meclise gelince selâm versin.

Kalkmak isteyince de selâm versin. Birinci selâm,

sonuncudan üstün değildir (ikisi de aynı ölçüde

önemlidir)>. (Tirmizi, İstizan:15; Ebu Davud,

Edep:150).

- <Hz. Enes (R.A.) anlatıyor: Rasûlullah (S.A.)

bana buyurdu ki: “Ey oğulcuğum! Ailene girdiğin

zaman selâm ver ki, selamın, hem senin üzerine,

hem de aile kalkına bereket olsun” (Tirmizi, İstizan:

10).

47

- <Bir cemaat giderken, yeri gelince içlerinden

bir kişinin selâm vermesi hepsi için yeterlidir.

Oturanlar adına da bir kişinin karşılık vermesi

yeterlidir> (Ebu Davud, Edep:152) buyurarak

Müslümanlar eğitilmekte ve selâmın önemi

anlatılmaktadır.

Selâm, hem dünyada ve hem de Cennet’te

Mü’min’lerin karşılıklı saygı ve sevgilerinin

belirtisidir. Kılınan her namazda, “Ettehiyyatu”da

hem Peygamberimiz’e ve hem de kendimiz ile

Allah’ın salih kullarına selâm vermekteyiz. Ayrıca

namaz biterken sağ ve sol tarafımıza dönerek hem

bizleri izleyen meleklere ve hem de cami cemaatını

selâmlamaktayız. Bütün bunlar, selâmın, ibadetin bir

parçası olduğunu göstermektedir. Böylece, salih

amel işleyip sevap kazanmak isteyen selâm versin

ve verilen selâmı da alsın.

ı. Sabretmek:

İnsanın hayatında değişik maddi ve manevi

olaylar, onun bazen sevinçli, bazen kederli ve bazen

48

de bitkin bir hal içerisinde kalmasına neden olur.

İnişli ve çıkışlı bir yol izler. Böylece monoton

yaşamdan da uzaklaşır. İnsanın başına gelen sıkıntılı

şeyler karşısında dünya ve âhiret faydalarını

düşünerek bunu sükûnet ve dayanma gücü ile

karşılamasına “ sabır “ denir.

Sabır, özellikle toplum içinde yaşayan

insanlarda bulunması gereken çok önemli haslettir.

Aynı zamanda bir ahlâki değer ve fazilettir. Sabırı

kendilerine düstur edinmiş insan, hem ruhen sağlıklı

olur ve hem de başına gelecek her türlü zorlukların

üstesinden gelir. Bu nedenle İslâm dininde sabırlı

olma hasleti özendirilmiştir. Aynı zamanda bir ibadet

olduğu belirtilmiştir. Nitekim Kur’an-ı Kerimde:

<And olsun ki, biz sizi, biraz korku, biraz açlık ve

birazda maldan candan ve ürünlerden noksanlık

vererek deneriz; sabredenleri müjdele!> buyruluyor

(Bakara Sûr./155)

Allah, kuluna verdiği akıl, sağlık, beceri

melekesi, yaşamındaki kolaylıklar, güç ve kuvvete

rağmen bazı haram ve yasaklarla nefsi istekleri

engellenmiştir. Diğer bir ifadeyle sınava tabi

49

tutulmuştur. Kul, âhiret hayatını düşünüp haram ve

yasaklardan sakınmaya özen gösterirken şeytanın

güdümündeki nefis de, haram ve yasakları işlemeye

zorlar. Bu aşamada Müslüman’da beliren sıkıntılı şer

düşünceler, ancak sabırla aşılır. Peygamberler de

çevresindekilere daima sabrı tavsiye etmişler ve

kendi hayatlarında da bizzat yaşayarak örnek

olmuşlardır. Eyyup Peygamberin başına gelen, mal-

mülk, evlât noksanlığı ve vücudunu saran yara-

bereli hastalığa karşı gösterdiği sabır övgüye

değerdir. Bu nedenle yüce Allah, <O ne güzel kul.>

(Sad Sûr./ 44) buyurarak övmüştür.

Peygamberimiz de, <Çok güreş tutan baskın

bir pehlivan çok kuvvetli değildir. Asıl kuvvetli

kahraman gazap zamanında (intikam hırsı ile kanı

kaynadığı sırada) iradesine hâkim olandır.>

buyurmuştur. (12/ 12.cilt, sf:161). Rasûlullah (S.A.)

diğer bir hadisinde de şöyle buyurmuştur:

<Mü’minin işine hayret ederim: Çünkü onun her işi

hayırdır. Bu hâl Mü’minden başka hiçbir kimse için

böyle değildir. Şâyet ona sevinç verici bir şey isabet

ederse şükreder. Bu da kendi lehine bir hayır olur.

50

Eğer ona zarar ve ziyan verecek bir hâl isabet

ederse sabreder, bu da onun lehine bir hayır olur.>

(8/8.cilt, sf:550). Hem sevap kazanmak ve hem de

mutlu bir yaşam isteyen herkes bu hadisi kendisine

düstur edinmelidir.

Bazı çevrelerce sabır denince, çok defa

meskenete (becerisizlik), hakarete, hor görme,

haklı- haksız üzerimize atılan iftiralara, şerefimizi

lekeleyecek her türlü davranışa katlanmak ve

bunlara ses çıkarmamak şeklinde anlaşılır. Hâlbuki

bunlar sabır değil, aşağılama ve hakarete

katlanmadır. Hayır, Mü’min toplumun fertlerine

gösterdiği hoşgörüyü, kendisine yapılmasını da

aramalıdır. Haysiyet ve şerefini korumalı,

başkalarının kötü davranışlarına ölçülü ve bir

Müslüman’a yakışır davranışla cevap vermelidir.

Asla! Onun seviyesine de inmemelidir.

4. HAYATA BAKIŞ:

a.İnsanın Oluşumu:

51

Bilindiği gibi, ilk insan Hz. Adem’in bedeni

topraktan oluşturulmuş ve ruh üflenerek canlı bir

yaratık haline getirilmiş, sonra da bu bedenden eşi

Hz. Havva yaratılmıştır. Bunların ilişkilerinden de

bugüne dek insan nesli çoğalmıştır.

Anne ve babanın ilişkileri sonrası erkek(sperm)

ve dişi yumurta hücreleri birleşerek, döllenmiş

yumurta hücresini (zigot) oluşturur. Bu oluşumdan

takriben üç gün sonra bölünme sonucu hücre sayısı

16’a çıkar. İlkahtan ortalama dört gün sonra,

doğacak yavrunun modeli döl yatağından rahme

ulaşır ve rahmin duvarına yapışarak büyümeye

başlar. Büyüme, hücrelerin bölünüp çoğalması ile

gerçekleşir. 19’uncu günde sinir plağı ve kalp

kabarıklığı belirir. 28 günlük ceninde baş ve kuyruk

kısımları oluşur ve boyu 3-5 milimetre kadardır.

4’üncü hafta sonunda göz ve kulaklar belirlenmeye

başlar. 5’inci haftada boy bir santimetreyi bulur. 50

günlük olunca boy 2 cm uzunluğa erişir ve büyük

ölçüde iç organları, kalp, mide ve damarlar

gelişmeye başlar. 60-75 günlük ceninin cinsiyeti

belirir. 3’üncü ayda boy 8 cm ulaşır.

52

Yarım santimlik et parçası 9 aya yakın bir

zaman içinde gelişmesini tamamlamış, organları

oluşmuş ve bir bebek olarak dünyadaki hayatına

hazır hale gelmiştir. Doğumla beraber yeni bir hayat

başlamıştır (9 /sf:8-47).

Bu konuda Peygamberimizden nakledilen hadis

şöyledir: <Her birinizin yaratılış mayası ana

rahminde nütfe olarak 40 gün derlenip toparlanır.

Sonra aynen öyle (40 gün daha) kan pıhtısı (âleka )

olur. Sonra yine öyle (bir 40 gün daha) et parçası

(mudga) halinde kalır. Ondan sonra Melek

gönderilir, ona ruh üfler ve dört kelimeyi yazar:

<Rızkını, ecelini, amelini, şaki veya said

olacağını.>(12/9.clt.Sf:18)

Çocuğun anne veya baba soyuna benzeme

konusunda Peygamberimiz’den şöyle bir hadis

nakledilir:Medine Yahudiler’i âlimlerinden sayılan

Abdullah b. Selâm bir gün Peygamberimiz’in yanına

gelir. “Ya Muhammed! Ben sana üç soru soracağım

ki, onların cevaplarını, ancak Peygamber olanlar

bilir;

(1) Kıyamet alâmetlerinin ilki nedir?

53

(2) Cennetlikler, Cennete girdikleri zaman, ilk

önce hangi yemeği yiyecekler?

(3) Çocuk, niçin babasına benzer, niçin ana

soyuna çeker? dedi.” Peygamberimiz: <Bu

soruları, önceden Cebrail gelip haber vermişti>

deyince Abdullah b. Selâm: ”Bırak onu! O,

melekler arasında Yahudi düşmanıdır.” dedi.

Peygamberimiz:

(1) Kıyamet alâmetlerinin ilki, insanları

doğudan batıya süren bir ateştir.

(2) Cennetlikler’in ilk yiyecekleri yemek de,

balık ciğerinin sarkmış olan fazlasıdır.

(3) Çocuğun baba ve anne soylarına

benzemesine gelince; erkeğin suyu kadınınkinin

önüne geçerse çocuk babaya benzer. Kadının suyu

erkeğin önüne geçerse çocuk anneye benzer!> dedi.

Bunun üzerine Abdullah b. Selâm: “Şehâdet ederim

ki: Sen ya Muhammed! Allah’ın peygamberisin!”

dedi ve Müslüman oldu (3/8.cilt, sf:81-82). Burada

<suyun öne geçmesi> tabirinden döllenmiş hücrede

erkek veya kadına ait genlerin, diğeri üzerindeki

etkinliği anlaşılmalıdır.

54

İster bitki, ister hayvan, isterse insan olsun

her birinin vücudunu oluşturan ve en küçük parçası

sayılan hücrelerin merkezi kısmında yani

çekirdeğinde o türe özgü belli sayıda “kromozom”

adında şifreler mevcuttur. İnsanda sayısı 46 olan

kromozomlardan ikisi cinsiyet kromozom olarak

belirtilir. Bunlardan biri erkeliğe, diğeri de dişiliğe

has özellikleri taşır. Erkek yumurta hücreleri

bölünürken bu kromozomlar ikiye ayrılır ve ayrı

hücrelere geçer. Neticede spermlerin yarısı erkek (Y

kromozomu), yarısı da dişi (X kromozomu) ile

donatılır. Şöyle de denebilir: Cinsel ilişki esnasında

atılan 300 milyon spermin yarısı erkekliği, yarı da

dişiliği netice verecek yapıdadır.

Buna göre, dişi yumurta hücresini dölleyen

sperm eğer (X) kromozomlu ise doğacak yavrunun

cinsiyeti kız, (Y) kromozomlu ise erkek olacaktır (9/

sf:16).

Kadının kromozomlarının tümü dişi (X)

türündendir. Döllenmiş yumurta hücresindeki

kromozomlar ya (XX) veya (XY) şeklinde birleşip

cinsiyetin kız, yahut erkek olmasını oluşturur.

55

b. Doğumdan ölüme kadar olan

gelişmeler:

Yeni doğmuş bebekte, kemikler yumuşak

kıkırdak halindedir. Bu da, doğum esnasında hem

anne ve hem de bebeğin zarar görmemesi için

yaratılış planının bir gereğidir.

Bebek dünyaya gözünü açar açmaz, acı, tatlı,

ekşi ve tuzluyu ayırt edebilmekte; sesi işitmekte,

aydınlıkla karanlığa karşı refleksini gösterebilmekte.

Fakat beslenmede aciz durumda, başkasının

yardımına muhtaç haldedir. İşte bu bekleyiş

esnasında Allah’ın yardımı imdadına yetişir. Doğumla

beraber annenin memelerine süt iner. Anne

vücudunda kan ve fışkı ortasından çıkıp beyaz, temiz

ve yararlı gıdalardan oluşan süt, Rabb’in bebeğe bir

lütfu, bir hediyesidir. Önceden olmadığı halde,

doğum sonrası anne vücudunun süt üretmeye

başlaması son derece düşündürücüdür.

İki yaşında başlayan çocukluk dönemi, 11-14

yaşlarına kadar devam eder. Bu yaştan itibaren

ergenlik çağına girer. 16-18 yaşları ise reşit olma

56

dönemidir. Bu yaşlara kadar vücudun doku ve

organları hızla gelişme gösterir. Beyin hücrelerinin

ise ilk yaradılıştaki miktarı artmaz, doğumdan ölüme

kadar gelişimini sürdürür (10/ sf: 137).4

18-30 yaş arası gençlik, 30-60 yaş arası

olgunluk ve 60 yaşından itibaren de yaşlılık dönemi

başlar.

5. İNSANI, İNSAN YAPAN UNSURLAR:

a.Maddi yönden;

4 Psikologların yaptığı araştırmaya göre, zekâmızın % 80’inin soyaçekime, % 20’sinin de çevre ve beslenme koşullarına bağlı olduğu sonucunu belirlemişlerdir. Benim çocukluk dönemim, İkinci Dünya Savaşı yıllarına rastlar. Halk fakirlik ve eğitimsizlikle mücadele etmekte. Köyde doğdum ve hayatın zorluklarını orada yaşadım. Orta okulu il merkezinde, lise öğrenimimi ise Rize’de devam ettirdim. Lise son sınıfa gelinceye kadar fen derslerinden aldığım notlar, genellikle zayıfla-orta arasında gidip geldi. Son sene her öğleyin döner yiyerek beslenmeye başladım. Zengin olduğumdan değil, diğer yemeklerden daha hesaplı bulduğumdan yemek ihtiyacımı bu şekilde karşıladım. O sene, özellikle matematik dersinden karne notu 7-8’den aşağı düşmedi. Bu olay, iki önemli faktörü öne çıkarmakta: 1. Zekânın 20 yaşlarına kadar gelişmekte olduğu, 2. Zekânın gelişmesine, çevrenin etkisi ve dengeli beslenmenin

katkısının bulunduğu.

57

İnsan, beden faaliyetleri yönünden bir çok

noktada diğer canlılarla benzerlik arz eder.

Beslenme, çoğalma, kan dolaşımı, sindirim sistemi,

sinir sistemi, korku ve tepki gibi. Fakat diğer

canlılardan ayrıcalık özelliği, akıl ve zekâ gibi üstün

bir kabiliyetin beyinde işlevinin devam etmesidir.

Akıl insana, doğru davranmayı, doğru karar

vermeyi, yanlış ile doğruyu ayırt etme becerisini

sağlar. Akıl bu işlemleri yaparken, bilgi bankası

görevini yapan hafıza (bellek)’dan yararlanır. Akıl ile

zekâ aynı anlama gelmekte ise de, zekâ daha geniş

kapsamlıdır. Bazı insanlar vardır, hesap makinesi

gibi dört işlemi (toplama-çıkarma-çarpma-bölme)

anında yapar. Örneğin, kendisine verilen üç

basamaklı sayıyı yine üç basamaklı başka sayı ile

çarpıp sonucunu bildirir. Bazı insanlar da geçmiş

tarihlerdeki olay ve konuşmaları aynen tekrar

edebilir. Bu becerilerinden dolayı hepsini üstün

zekâlı olarak görmek insanı yanılgıya götürür.

Hâlbuki bu insanların bazıları diğer zihinsel

faaliyetler yönünden < zihinsel özürlü >

durumundadır. İşte bu yeteneklerin zekâda sivrilmiş

58

oluşu, çevresinde kendisine karşı hayranlık

uyandırmasına sebep olur. Ancak, bu hal onun akıllı

olduğunu göstermez. Çünkü akıl doğruyu seçer ve

buna göre karar verir.

b. Manevi yönden;

İnsan, kendini bilimsel yönden incelerse nasıl

var olduğunu, yaşamının devamlılığını kime borçlu

olduğunu anlamada güçlük çekmez. Bir sindirim

sistemini ele alalım: İnsan ağzına aldığı besini

çiğneyip yutuncaya kadar iradesini kullanır. Bunun

dışındaki faaliyetler ise iradesi dışında cereyan eder.

Yutulan besinler önce midede bekler, mide duvarını

kuşatan kasların enine-boyuna ve halka şeklinde

kasılmaları sonucu besinler boza kıvamına girer. Bu

esnada mide, içinde hidroklorik asit bulunan bir su

salgılar. Ayrıca, asidin mide duvarlarına zarar

vermemesi için de <mukus> adlı koruyucu bir sıvı

salgılar. Böylece midedeki besinler kimyasal bir

değişime uğrar. Midedeki işlem bitince yarı sıvı

haline gelen besinler 3 m uzunluğundaki ince

bağırsağa geçer. Burada besinler kimyasal

59

değişimle: Proteinler amino asitlere, yağlar yağ

asitlerine ve gliserine, nişasta ve şeker glikoza

dönüşür. Bu ayrımdan sonra besinlerin işe yarayan

kısımları, ince bağırsak çeperleri tarafından emilerek

kana karışır. Kandaki yolculuk sırasında her

maddenin durağı bellidir. Gözün ihtiyacı göze, kalbin

ihtiyacı kalbe, alyuvarlar tarafından götürülür.

Geriye kalan posalar ise kalın bağırsağa geçerek

dışarı atılır (11/ sf:25).

Görüldüğü gibi bu kadar fevkalâde bir

organizasyon işlemekte, üstelik irademiz dışında

cereyan etmekte. Bu işlemler, kendiliğinden değil,

yaratıcı gücün belirlediği ölçü ve esaslara göre

yürütülmekte. İşte bu nedenle diyoruz ki, insan

yaratanını tanımalı ve O’na iman etmelidir. Esasen

her şeyi yaratan Yüce Rabb’imiz, kendisi ile beraber

meleklere vah’yettiği kitaplara, Peygamberlere

âhiret gününe, kadere, hayır ve şerrin Allah’tan

olduğuna, öldükten sonra dirilmenin hak olduğuna

inanmamızı zorunlu kılmış ve bu inançla beraber

İslâm’ın beş şartının (kelime-i şahâdet, namaz

60

kılmak, oruç tutmak, zekât vermek ve hac

ibadetinin) gereklerini de yapmamızı istemiştir.

İnsan, yaratılışı itibariyle kendisine özgü

özelliklere sahiptir. Melekler, Allah’a ibadet edip

buyruklarını yerine getirmek ve günah işlememek;

şeytanlar, insanları günah işlemeye teşvik etmek

gibi özellikleri bulunan yaratıklardır. İnsan ise, hem

melek yönü bulunan ve hem de şeytan işlerini

yapabilir bir kabiliyette yaratılmıştır. İnsan, acıma,

hoşlanma, kızma, öfke, darılma, sevgi ve hoşgörü

gibi duygularla donatılmıştır. Bunları, aklın

öngördüğü zaman ve mekânlarda kullanır.

Davranışın doğruluk derecesi ise, kişinin eğitim

derecesine göre ölçülür. Diğer bir ifade ile şeytan,

daha çok cahil insanlara vesvese verip kötülüklere

sürükler. Böylece insan, aklını kullanmaya başladığı

yaştan itibaren ölünceye kadar akıl-nefis

mücadelesinde bir sınava tabi tutulur.

c. İslâm ahlâkı yönünden;

İnsanı, insan yapan unsurların birisi de, güzel

ahlâktır. Ahlâkı gidişatı kötü olanlar, nefislerinin

61

dürtülerine uyup hayvanlar âlemi yaşantısına

yaklaşanlardır. Bu nedenle İslâm dini, mensuplarını,

söz, hâl ve gidişatlarında eğitip topluma yararlı insan

seviyesine getirmeye özen göstermiştir. Hedefe

ulaşılması için başvurulması gerekli olan kaynak,

Kur’an ve Peygamber’in sünnetidir. Esasen böyle bir

uygulama sonunda ailede ve toplumda, huzur,

güven, hoşgörü, sevgi ve saygıya dayalı bir yaşam

tarzı ortaya çıkar. Bunun verdiği dinamizmle ilim

gelişir, yardımlaşma yaygınlaşır, geçim kolaylaşır ve

sonuçta devlet daha büyük hamlelere imza atar

duruma gelir.

Tarih boyunca, dünyamızda nice güçlü

devletler, imparatorluklar, krallıklar kurulmuş ve

belirli bir süreden sonra ortadan kalkmıştır. Nedeni?

Ahlâki çöküş ve ileriye dönük kalkınma hamlelerinin

bitişi!... Eğer bir ülkede – özellikle yönetim

kadrolarında – vurgunculuk, rüşvet, adam kayırma,

beceriksizleri iş başına getirme, hak ve hukukun

eşitlik ilkesi ötesinde çıkar çevreleri menfaatına

kullanılırsa, devlet bu kokuşmuşluğu ile mutlaka yok

olur. Helâl, haram ve günah gibi Allah ve Rasûl’unun

62

koyduğu ilkelere uyulmazsa yönetim hezimetle

sonuçlanır. Esasen bu gibi ahlâk dışı işler çeviren

kişiler, ibret olması yönünden zaman içerisinde

toplumun nefretini kazanır; ayrıca âhiret hayatındaki

ceza da yanlarına cabası kalır. En doğru söz, Allâh

kelâmıdır. Bakın yüce Rabb’imiz ne buyuruyor: <

Eğer onlar, Tevrat’ı, İncil’i ve Rabb’lerinden onlara

indirileni (Kur’an-ı) doğru dürüst uygulasalardı,

şüphesiz hem üstlerinden, hem de ayaklarının

altından yerlerdi (yer altı ve yer üstü servetlerinden

istifade ederek refah içinde yaşarlardı) (Mâide

Sûr./66). >

d. Ahlâkını, Kur’an ve Peygamber

sünnetiyle süsleyen Müslüman’ın özellikleri:

(1) Başına gelen felâketleri metanetle karşılar,

bunları başarı ile atlatabilmek için bütün gücünü

kullanır ve çaresiz kalırsa sabır gösterir. Hiçbir

zaman Allah’tan ümidini kesmez (Bakara Sûr./155,

Al-i İmran Sûr./17).

63

(2) Ana ve babaya itaat eder, onları üzecek

hiçbir söz ve davranışta bulunmaz.( İsra Sû./23)

(12/12.cilt, sf:132 ve 271).

(3) Sözünde durur, yaptığı antlaşmalara bağlı

kalır (Mü’minun Sûr. /8) (12/12.cilt, sf:172).

(4) Kendine verilmiş emânete hıyânet

(kötülük) etmez. Güven sarsıcı söz ve

davranışlardan kaçınır (Al-i İmran Sûr./161,

Mü’minun Sûr./8).

(5) Üzerine aldığı görevi en iyi şekilde

yapmaya çalışır.

(6) Giyim-kuşamını, oturup yattığı yerleri ve

bedenini özellikle de ağzını devamlı temiz tutar.

Dilini çirkin sözlerden sakındırır, kalbini fena

huylardan temizler. Her türlü temizliği ile topluma

örnek olmaya çalışır (Mâide Sûr./100).

İnsanlar arasında bozgunculuk çıkarmaz, kişileri

birbirine düşürecek söz ve işlerden sakınır (Nisa

Sûr./114) (12/8.cilt. sf:111).

(7) Kimsenin ayıplarını, gizli hallerini

araştırmaz ve ortaya dökmez (27/17.cilt, sf:329).

64

(8) Kumarcı, içkici, düzenci, aldatıcı, dalkavuk

ve hilekâr olmaz. (12/12.cilt, sf:153).

(9) Bilmediği bir şey hakkında hüküm vermez

(En’am Sûr./144).

(10) Başkalarına karşı kibirlenmez, büyüklük

satmaz ( 12/12.cilt , sf:107).

(11) Kötülük ve hayâsızlığın her türlüsünden

sakınır. Halkın iyiliğine çalışır (Al-i İmran Sûr./104).

(12) Özü sözüne, içi dışına uygun ve dosdoğru

olur (12/12.cilt, sf:159).

(13) Her nerede olursa olsun, isterse kendi

aleyhinde bile olsa, hak ve adaletten ayrılmaz

(Maide Sûr./8).

(14) Yalan söylemez, yalan yere yemin etmez

ve yalan şahitlik yapmaz (Furkan Sûr./72).

(15) Kime karşı yapılırsa yapılsın haksızlığı hoş

görmez (Mâide Sûr./8).

(16) Nefsi isteklerine uyarak doğru yoldan

sapmamağa özen gösterir. Kötülerle düşüp kalkmaz,

haram yemez, rüşvet almaz da vermez de (Mâide

Sûr./90) (12/8.cilt, sf:36) (Tirmizi, Ahkâm:9).

65

(17) İsraf (savurganlık) ve cimrilikten sakınır

(Âl-i İmran Sûr./180) (12/12.cilt, sf:107).

(18) Söz ve davranışlarıyla hiçbir kimseyi

incitmez (12/12.cilt, sf:216).

(19) Komşuluk ilişkilerine önem verir ve onları

gücendirmemeye dikkat eder (12/12.cilt, sf:142).

(20) Varlık zamanında da, darlık zamanında da

başkalarına elinden geldiği kadar yardım eder ve

dilenene de verir.

(21) Öfkelerini yenerek kusur ve uygunsuz

hareketleri affeder, öç almaya kalkışmaz (Âl-i İmran

Sûr./134) (12/12.cilt, sf:162).

(22) Bir kötülük işlemek ister veya haksızlık

yapacak olursa, hemen Allah’ı hatırlayarak tövbe

edip bağışlanmasını diler. Ayrıca, eğer bunu kişilere

karşı yapmış ise, onlardan özür diler affını ister

(27/11.cilt, sf:272-274).

(23) İnsanlara iyiliği önerir, çirkin işlere ve

zülme asla yardımcı olmaz, kötüleri korumaz ve

herkesi kötülüklerden çevirmeye çalışır (Âl-i İmran

Sûr./110-114).

66

(24) Dargınları barıştırır, kin gütmez ve haset

(kıskanmaz) etmez (12/12.cilt, sf:154).

(25) Kim söylerse söylesin, hakkı kabul eder,

ilim ve sanatı, hikmet ve hakikati nerede bulursa

alır.

(26) Müslüman tembel değildir. Hem dünyası

ve hem de âhireti için çalışır.

(27) Allah yolunda, millet ve vatan uğrunda

elinden gelen fedakârlığı göstermekten çekinmez.

(28) Müslümanların derdini, kendisine dert

edinir ve onların iyiliğine çalışır. Hastaları ziyaret

eder, cenazelerine gider, kendisinden büyüklere

saygı, küçüklere de şefkâtli olur (Nisa Sûr./86)

(12/12.cilt, sf:139).

(29) Mü’minleri kardeş bilir. Bütün insanların

hayatlarına ve haklarına saygılı olur (Hucûrat

Sûr./10).

(30) Kimse ile alay etmez, başkalarına kötü

lakap takmaz. Dilini gıybet, iftira, kovuculuk,su-i

zan, her türlü kaba ve çirkin sözlerden korur

(Hucûrat Sûr./11).

67

(31) Herkesle iyi ilişkiler içinde olur ve üç

günden fazla dargın durmaz (12/12.cilt, sf:154).

(32) Sevdiğini, Allah’ın hoşnuyluğunu

kazanmak için sever; sevmediğini de yine Allah için

sevmez (21/sf:28-29).

(33) Bir işin bitirilmesi için gerekli olan her

türlü sebebe yapıştıktan sonra Allah’a tevekkül eder

(Teğabûn Sûr./13).

(34) Allah ve Peygamber sevgisini her şeyden

üstün tutar (Âl-i İmran Sûr./31).

(35) Bir Müslüman için en büyük gaye, gerçek

bir Mü’min olmaya çalışması ve İslâm dininin

belirleyip önerdiği faziletleri yaşayarak bütün

insanlara örnek olmasıdır (13/sf:286-288).

6. ÂHİRET HAYATININ NASIL OLACAĞINI

BELİRLEYEN SINAV:

Önceden belirtildiği gibi insan bu dünyada

başıboş bırakılmamış, özgürce hareket etme

olanağını sınırlayan yasaklarla kısıtlanmış ve âhiret

hayatı için bir sınava tabi tutulmuştur. <Hanginizin

68

ameli daha güzeldir diye, sizi imtihan etmek üzere

hayatı ve ölümü yaratan odur. O, üstündür ve

bağışlayandır.> (Mülk Sûr./2). Bu âyetten de

anlaşılacağı üzere, insan devamlı bir sınav hali

geçirmekte ve sonuçta, âhiret hayatındaki yerini

kendisi hazırlamaktadır.

Allah insanı en güzel biçimde yaratmış ve ona,

akıl, hafıza, beş duyu organı ile kendisine özgü

duygular vermiş, ayrıca nasıl yaşaması gerektiğinin

kurallarını da kitap ve peygamberleri vasıtası ile

bildirmiştir. İşte imtihan bu noktada başlamaktadır.

İnsan bu yaşam sınavını başarabilmesi için Allah’ın

koyduğu yasakların ne olduğunu tam olarak bilmesi

ve bunlardan kaçınması gerekir.

İslâm dininin kurallaştırdığı yasaklar, dini

terim olan haram ve günah kelimeleriyle ifade edilir.

a.Haramlar:

Yenilip içilmesi ve yapılması yasak olan şeye

haram denir. Bunun karşıtı ise helâldır. Yani

yasaklanmamış olanlar da helâldır. Haram olan

şeyler sayılı ve sınırlıdır. Bir şeye “haramdır”

69

denilebilmesi için Kur’an ve Peygamberimizin

sünnetinde açık ve kesin hükümle belirtilmiş olması

gerekir. Bunun dışında hiçbir kimsenin “şu haramdır“

diyebilme hak ve yetkisi yoktur. Allah Teâlâ: <Allah

ve Rasûlü bir işe hüküm verdiği zaman, inanmış bir

erkek ve kadına o işi kendi isteklerine göre seçme

hakkı yoktur. Her kim Allah ve Rasûlüne karşı

gelirse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.>

buyurmaktadır (Ahzâb Sûr./36). Buna rağmen

diyenler olursa, Allah’a ait yetkiyi kullanmış olması

nedeniyle büyük bir suç “günah“ işlemiş olur. Bu

konuda İslâm âlimleri çok hassas davranmışlar,

sonradan yaygınlaşıp kötü ve zararlı olan şeylere

“mekruh“ demekle yetinmişlerdir. Örneğin, tütün

kullanma hakkındaki hüküm gibi. Nitekim Kur’an’da

<Dillerinizin yalan nitelemesi ile şu helâldır, şu

haramdır demeyin; aksi halde Allah’a iftira etmiş

olursunuz. Şüphesiz Allah’a yalan uyduranlar asla

kurtulamazlar.> buyurulmuştur (Nahl Sûr./116).

Allah’ın kullarına karşı sonsuz merhameti

vardır. Onların yaşamlarını sağlıklı ve huzur

içerisinde geçirebilmeleri için zararlı olanları

70

yasaklamıştır. Faydalı ve temiz olanları da tavsiye

etmiştir. Örneğin, <Ey Mü’minler! Size rızık olarak

verdiklerimizin helâl ve temiz olanlarını yiyiniz.>

(Bakara Sûr./172) buyurmuştur. Allah’ın Rasûlü de:

<Allah yolunda sefer yapmış, saçı başı dağınık, toz

toprak içinde (olduğu halde) ellerini göğe doğru

kaldırıp; - Ya Rabbi !Ya Rabbi! – diye dua eden,

halbuki yediği haram, içtiği haram, giydiği haram

olan ve haram ile beslenmiş bulunan bu adamın

duası nasıl kabul olunacak?> buyurmuştur (4/3.cilt,

sf:352) . Bu hadis, Allah’ın sevgili kulu ve

Peygamberimizin ümmeti olmayı isteyen her

Müslüman’ın dikkat etmeyi gerektiren bir gerçeği

bizlere açıklıyor.

Haramla ilgili bu açıklamadan sonra nelerin

haram olduğunu görelim :

Kur’an-i Kerim’de;

- <Leş, kan, domuz eti, Allah’tan başkası

adına kesilen, boğulmuş, vurulup öldürülmüş,

yukarıdan yuvarlanıp ölmüş, boynuzlanıp ölmüş,

canavarın yediği hayvanlar - ölmeden yetişip

kestikleriniz hariç-dikili taşlar(putlar) üzerine kesilen

71

hayvanlar ve fal okları ile kısmet aramanız size

haram kılınmıştır (Mâide Sûr./3).

- <Ey iman edenler,şarap,kumar,dikili

taşlar(putlar) , fal okları birer şeytan işi pisliktir;

bunlardan uzak durunuz ki,kurtuluşa eresiniz>

(Mâide Sûr./90).

- Mallarınızı haksız sebeple yemeyin. Kendiniz

bilip dururken insanların mallarından bir kısmını

yalan yemin ve şahadet ile yemeniz için o malları

hâkimlere vermeyin (Bakara Sûr./188).

- <Ey iman edenler, Allah’tan korkun. Eğer

gerçekten inanıyorsanız faiz olarak artan miktarı

almayınız...> (Bakara Sûr./278).

< Ey iman edenler, aranızda karşılıklı rızaya

dayanan ticaret hali olması müstesna, mallarınızı

bâtıl (haksız ve haram yollar ) ile yemeyin ve

kendinizi öldürmeyin> (Nisa Sûr./19).

Peygamberimizin Hadislerinde ( Bazılarının

konu başlıkları) :

-Sapan taşı ile vurulup ölen hayvanın etinin

helâl olmadığı (12/12.cilt, sf:15),

72

-Dört ayaklı hayvanlardan azı dişi olanların

hepsinin ( kuşlardan da tırnaklı ve pençeli olanların )

etinin yenmeyeceği (12/12.cilt, sf:28),

-Hayvan ve insan yüzüne dağ (dövme)

işaretinin vurulmayacağı (12/12.cilt, sf:31),

-Sarhoşluk veren her içkinin haram olduğu

(12/12.cilt, sf:45),

-Ümmetimden muhakkak bir takım zümreler

türeyecek, bunlar zina etmeyi, ipekli elbiseler

giymeyi, şarap içmeyi, def dümbelek (çengi, çiğana)

ile eğlenmeyi helâl ve mübah sayacakları

(12/12.cilt, sf:47),

-Hiçbir kimse ölümü istemesin (12/12.cilt,

sf:77),

-Hal ve hareketleriyle, erkeklerin kadınlaşması

ve kadınların da erkekleşmesinin lânetlendiği

(12/12.cilt, sf:118),

-Bir Müslüman’ın din kardeşini üç günden fazla

bırakması (küs durması)nın helâl olmadığı

(12/12.cilt, sf:155),

73

-Ramazan bayramının birinci günü ile Kurban

bayramının dört gününde oruç tutmanın haram

olduğu (12/12.cilt, sf:37),

-Gıybet yapmanın ve dinlemenin haram olduğu

(4/3.cilt, sf:102-112),

-İnsanlar arasını bozmak için söz getirip

götürmenin haram olduğu (4/3.cilt, sf:120),

-Yalan söylemenin haram olduğu (4/3.cilt,

sf:123),

-Haksız yere ölülere sövmenin haram olduğu

(4/3.cilt, sf:147),

-Bir kimsenin sahip olduğu nimetine haset

(kıskanma) etmenin ve yok olmasını istemenin

haram olduğu (4/3.cilt, sf:151),

-Borcun geciktirilmesinin haram olduğu

(4/3.cilt, sf:180),

-Riba (faiz)’nın haram olduğu (4/3.cilt,

sf:185),

-Şer’i bir lüzum ve ihtiyaç olmadan yabancı bir

kadına, güzel bir gence şehvetle bakmanın haram

olduğu (4/3.cilt, sf:191),

74

-Canlı mahluk sureti yapmanın haram olduğu

(4/3.cilt, sf:223),

-Bir Müslüman’a kâfir demenin haram olduğu

(4/3.cilt, sf:258),

-Bir kimse eşini yatağına çağırıp kadının da

özrü olmadığı halde gelmemesinin haram olduğu

(4/3.cilt, sf:268),

-İmama uyan bir kimsenin imamdan önce

başını rûku ve secdeden kaldırmasının haram olduğu

(4/3.cilt, sf:269),

-Namaz kılan kimsenin önünden geçmenin

haram olduğu (4/3.cilt, sf:273),

-Mezar üzerine oturmanın haram olduğu

(4/3.cilt, sf:278),

-Bir kadının, kocasından başka ölü için üç

günden fazla yas tutmasının haram olduğu (4/3.cilt,

sf:285),

-Kişinin kendi babasından başkasını baba

olarak kabul etmesinin haram olduğu ( 4/3.cilt,

sf:308).

75

b. Günahlar:

Günah, din kurallarına göre suç sayılan söz ve

davranışlara denir. Diğer bir ifadeyle, akıl ve irade

sahibi bir Müslüman’ın, Allah ve Peygamberimiz

tarafından yasaklanan işleri yapması, yapılmasına

rıza göstermesi veya yapılmasına yardımcı olmasına

denir. Demek ki, bir şeyin günah sayılabilmesi için;

(1) O, söz ve davranışın yapılması Allah ve

Peygamberi tarafından yasaklanmış olması veya

bunun;

(2) İslâm’da suç sayılması, gerekir.

İslâm’da günahlar, küçük ve büyük gibi bir

ayırımla ifade edilir. Suçun özelliğine göre derece

derece farklılık arz eder. Bunu bir örnekle açıklamak

gerekirse: Toplu taşım aracına binerken oturacak

yer bulabilmek amacıyla sırada olanları iterek öne

geçmek, başkaların hakkına saygı gösterilmediği için

günah işlenmiş olur. O kişi, araç içinde yürürken

aceleciği sonucu bir yolcunun ayağına basar.

Yolcunun canı acıdığından daha dikkatli olması için

ikaz eder. Fakat o, babasını da kapsayan bir

76

hakaretle cevap verir. İşte birinci suçu küçük günah,

ikinci suçu ise büyük günah sayılan söz ve

davranıştır.

Her Müslüman’ın, günahın büyük-küçük

demeden tümünden sakınması gerekir. Ancak,

dünya ve âhiretteki cezası yönünden özellikle büyük

günahlardan kaçınılması önem arz eder. Çünkü

<Eğer siz, yasak edildiğiniz günahların

büyüklerinden sakınırsanız, sizden diğer kusurlarınızı

(küçük günah) örteriz ve sizi iyi bir gidişata sokarız>

(Nisa Sûr./31) buyrulmuştur. Bu nedenle, büyük

günahların neler olduğu konusu bazı ayrıntılarıyla

açıklanacaktır.

Büyük Günahlar:

Büyük günah denince, genel olarak şu husus

anlaşılmalıdır: Büyük fesada sebebiyet veren,

dolayısıyla dinen şiddetli cezayı gerektiren kötü bir

suç ve fiil, büyük günahtır. Bir suçun büyük günah

sayılıp sayılmaması, Allah ve Resûlu’nun bildirdiği

hükümlere göredir. Büyük günahların sayısı

77

hakkında çeşitli görüşler mevcuttur. Bazıları 9, 10,

12 olarak tespit ederken Ebu Talib-i Mekkî’nin

rivayetine göre bunun sayısı 17 olarak bildirilmiştir.

Şimdi bunların âyet ve hadislere dayandırarak neler

olduğunu görelim:

(1) Küfür:

<Ey Mü’min’ler! Allah’a, Peygamberi’ne ve

Peygamberi’ne indirdiği Kur’an’a, daha önce indirdiği

kitaplara olan imanınızda devamlı bulunun. Kim

Allah’ı, meleklerini, kitaplarının, peygamberlerini ve

âhiret gününü inkâr ederse, muhakkak hidayetten

uzak bir sapıklığa düşmüştür> (Nisa Sur./136).

İbn-i Mes’ud (R.A.)’dan rivâyet edilmiştir.

Demiştir ki Resûlullah’a:

Hangi günah daha büyüktür, diye sordum:

< Seni yaratmış olduğu halde Allah’a ortak

koşmandır> dedi (4/4.cilt, sf:350).

Küfrün çeşitleri:

(a) Allah’tan başka canlı ve cansız varlıkları

ilah kabul etmek. Allah’a inanmakla birlikte, O’na

başka şeyleri şerik (ortak) koşmak. Hırıstiyanlık’taki,

78

Allah, İsa ve Ruh’ul Kudüs inancı (Teslis Akıdesi) bu

çeşittendir.

(b) Allah kabul edilmekle beraber, O’na

yakınlığı temin etmek ve O’nun katında şefaatçı

olmak üzere putlara ve heykellere tapmak (eski

Araplar’daki putperestlik bu türdendir). Ayrıca, türbe

ve yatırlardan yardım istemek ve bazı mekânlara

bez bağlayıp dilekte bulunmak,

(c) Bir kısım insanların kendi aralarından

bazılarını “Rabb” olarak kabul etmeleri, Allah’ın emir

ve yasakları yerine, onların emrettiklerini yapmaları

(Musevilik’teki, Yahudiler’in Tevrat’ı bırakıp

Hahamlar’ını Tanrı yerine koymaları ve bunlara itaat

etmeleri bu cinstendir.

(d) Şirkin en kapalı görülen bir şekli de,

insanın kendi heves ve süfli arzularına körü körüne

uymasıdır. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de: <Kendi nefsi

arzularını mâbût edinen kimseyi gördün mü?>

(Furkan Sûr. /43) buyrulmaktadır. Allah’ın emirlerini

terk ederek başka bir kimsenin veya kendi nefsi

arzularına itaat etmenin şirk türünden olduğu

böylece anlaşılmaktadır. Örneğin, bir konu üzerinde

79

görüşünü (iyi veya kötü- helâl veya haram

söylerken, “benim görüşüme veya mantığıma göre,

bu haram değildir – kötü olarak kabul edilmemesi

gerekir” şeklinde hüküm beyan etmesi, Allah’ın

hükmü dururken kendi arzusuna uyması şirk olarak

kabul edilmektedir.

(e) Tabiatın, yaratıcı ve düzenleyici varlık

olduğuna inanmak. Tabiat yaratıyor ve yapıyor

şeklindeki inanç Allah’a şirk koşmaktır (13/ sf: 64).

(f) İbadeti, Allah’ın emri olduğu için değil,

şahsi ve dünyevi maksatlar için yapmak bir çeşit

şirktir (13/sf: 65).

(g) Karşılıklı konuşmalarda”Allah baba” bana

ne verdi ki şeklindeki ifadeler şirk olmaktadır.

(ğ) Kur’an-ın belirlediği emir ve yasakları

küçümseme, ciddiye almama ve bunlarla alay etme,

gibi söz veya davranışlarda bulunmak (Mâûn Sûr./1-

7).

(2) Küçük Olsa Bile Bir Günahı İşlemeye

Devam Etmek:

80

İslam uleması, küçük günahlarda ısrar edip

devamlı işlerlerse, bu günahlar, büyük günahlara

dönüşür diye görüş bildirmişlerdir (27/1.cilt, sf:157).

(3) Allah’u Teâlâ’nın Rahmeti’nden

Ümidini Kesmek:

<De ki: Ey nefislerine fenalık yapmakta ileri

gidenler, Allah’ın rahmetinden ümit kesmeyiniz.

Çünkü Allah bütün günahları bağışlar. Şüphesiz ki,

O, çok yargılayıcıdır, çok esirgeyicidir> (Zumer

Sur./53).

Hz. Ömer’den rivayet edildiğine göre, bir gün

Rasûl-i Ekrem (S.A.) esirler arasında çocuğundan

ayrılmış bir kadını gördü. Kadın, çocuğuna

üzüntüsünden rast geldiği çocuğu kucağına alıyor ve

emziriyordu. Rasûl-i Ekrem,Ashabına:

“Hiç bu kadın çocuğunu ateşe atar mı? Dedi.

Onlar:

- Asla, cevabını verdiler. Bunun üzerine

Rasûlullah:

81

- O halde biliniz ki, Allah’ın kullarına

merhameti, bu kadının çocuğuna

merhametinden çok daha fazladır.” buyurdu

(4/1.cilt, sf:454).

(4) Allah’u Teâlâ’nın Mekrinden Emin

Olmak:

Mekri İlâhi’den emin olmak, Allah’ın azap

edeceğini düşünmemek veya kabul etmemek,

anlamındadır.

<Onlar ki, Rablerinin azabından korkarlar.

Çünkü, Rablerinin azabından emin olunamaz>

(Meariç Sûr/26-27).

(5) Sarhoş Eden Her Hangi Bir Şeyi

İçmek:

<Ey iman edenler; içki, kumar, putlar ve fal

okları şüphesiz şeytan işi pisliklerdir. Bunlardan

kaçınınız ki saadete eresiniz.

Şeytan şüphesiz içki ve kumar yüzünden

aranıza düşmanlık ve kin sokmak ve sizi Allah’ı

82

anmaktan, namazdan alıkoymak ister. Artık

bunlardan vazgeçerseniz değil mi? (Mâide Sûr./90-

91)

Hz. Aişe (R.A) şöyle dedi: <Rasûlullah’a bıt’ı

(içkisinin hükmü) sorulmuştu.” Rasûlullah (S.A.):

Sarhoşluk veren her içki haramdır.”buyurdu. (Bıt’ı,

baldan yapılan bir çeşit içki) (8/6.cilt, sf:226).

(6) Yetim Malını Yemek (Veya Hakkını

Gasbetmek):

<Yetimlerin malına yaklaşmayın, ancak

yetimin malını korumak ve verimli bir hale getirmek

gibi en güzel tasarruf tarzı müstesnadır (En’am

Sûr./152).

Nebiyy-i Muhterem (S.A):

<Siz (fertlerin ve milletlerin mahvına sebep

olan) yedi günahtan sakınınız.> buyurdu. Ashab-ı

Kiram :

- Ya Rasûlullah, bunlar hangileridir ? diye

sordular. Peygamberimiz:

- <Allah’a şirk koşmak, büyü yapmak, Allah’ın

katlini haram kıldığı kimseyi öldürmek, tefecilik

yapmak,yetim malı yemek, düşman ile harp

83

yapılırken kaçmak,namuslu bir kadına zina iftira

etmektir> buyurdu (4/3.cilt, sf:184).

(7) Faiz Yemek Ve Faiz Vermek:

<Riba yiyenler, kıyamet gününde

mezarlarından şeytan çarpmış saralılar gibi deli

divane olarak kalkarlar. Halbuki, Allah Teâlâ, alış

verişi helâl, ribayı (faizi) haram kılmıştır.> (Bakara

Sûr./275).

İbn-i Mes’ud (R.A.) anlatıyor: Peygamberimiz,

<Ribayı (faizi) alana da verene de lânet etti>, dedi (

4/3.cilt, sf:186).

Tarih 8 Mart 632, günlerden Cuma,

Peygamberimiz Hz. Muhammed (S.A.) “Veda haccı“

maksadı ile bulunduğu Arafat Vâdisi’nin ortasında ve

Kasva adlı devesi üzerinde, çevresinde toplanmış

124,000 Müslüman’ın şahsında bütün insanlığa şöyle

sesleniyordu:

<Ashabım! Kimin yanında bir emanet varsa

onu sahibine versin. Faizin her çeşidi kaldırılmıştır,

ayağımın altındadır. Fakat aldığınız borcun aslını

84

ödemek gerekir. Ne zulmediniz ne de zulme

uğrayınız. Allah’ın emriyle bundan böyle faizcilik

yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin âdetin her

türlüsü ayağımın altındadır. İlk kaldırdığım faiz de

Abdulmuttalib’in oğlu amcam Abbas’ın faiz

alacağıdır> (26/sf:246-247).

Türkiye 1970 yılından itibaren gittikçe artan ve

bu kitabın yazıldığı tarihe dek yüksek enflasyonlu bir

ekonomik kriz yaşamaktadır. Örneğin, tüketici fiyat

endeksini baz kabul edersek yıllık enflasyon oranı

Ocak 1997’de: % 77.7, Ocak 1998’de: % 93.3,

Ocak 2000’de: % 69.7, Ocak 2002’de: % 73.1

olarak gerçekleşmiştir. Gelişmiş ülkelerde yıllık

enflasyonun % 1 veya 2 civarında olduğu

bilinmektedir. Bu da Türkiye de enflasyonun ne denli

yüksek olduğunu göstermektedir. Enflasyon demek,

pahalılık demektir. Türk parasının değer kaybı, alım

gücünün düşüşü demektir. Yine bir örnekle konuya

açıklık getirelim :

3 Ocak 1984 tarihinde toz şekerin kilosu: 100

lira, patatesin kilosu: 35 lira, iken 1 Ekim 2001

tarihinde toz şekerin kilosu: 795 bin TL, patatesin

85

kilosu: 200 bin TL olmuştur. Özet olarak 17 yıl

içinde toz şeker 7950 kat, patates ise 5714 kat artış

göstermiştir. Dolar karşısında Türk parasını

incelersek, 15 Ocak 1991 tarihinde T.C. Merkez

Bankası efektif dolar alışı: 1 dolar = 3019 TL iken; l5

Ocak 2002’de: 1 dolar = 1.339.245 TL düzeyine

yükselmiştir. Bu da, dolar karşısında Türk parasının

değer kaybını gösteriyor.

Bu olumsuz gelişmeler karşısında vatandaşın

elindeki tasarruflarının enflasyon nedeniyle değer

kaybına uğramaması için bazı kişiler banka faizinin

haram olmadığı, faiz olarak verilen ilâve paranın,

tasarrufun aşınma payı olduğu, şeklinde beyanlarda

bulunmuşlardır. Yine bu kişiler, yıllık enflasyon oranı

altında verilen banka faizlerinin haram olmayacağı

yönünde görüş belirtmişlerdir. Ancak, enflasyon

oranı, tüketici ve toptan eşya endeksine göre ayrı

ayrı ifade edilmektedir. Bunun hangisini ölçü kabul

ettiklerine açıklık getirmemişlerdir.

Öte yandan banka faizinin haram olduğuna

dair Diyanet İşleri Başkanlığı Din İşleri Yüksek

Kurulunun bir fetvası (beyanı) vardır: “171-

86

Almanya bankalarına yatırılan paranın faizi helâl olur

mu?”

İslâm müctehid ve fakıhlarının çoğunluğuna

göre, Müslüman için İslâm ülkelerinde yapılması

haram olan bir şeyin, İslâm ülkesi olmayan yerlerde

yapılması da haramdır. Bu itibarla, İslâm ülkelerinde

haram olan faizli akitlerin yapılması, İslâm ülkesi

olmayan yerlerde de haramdır...” (26/sf:99).

Bu bilgiler ışığında çıkış yolu, ancak Veda haccı

hutbesinde Peygamberimizin hitabına kulak vererek

bulunabilir: <Allah’ın emriyle, bundan böyle faizcilik

yasaktır. Cahiliyetten kalma bu çirkin âdetin her

türlüsü ayağımın altındadır.>

(8) Yalan Söylemek Ve Yalan

Şahitlik Yapmak:

Yalan söz söyleme konusunda Allah, <Ey iman

edenler! Allah’a iman edin ve yalan söz söylemeyin

ki, Allah işlerinizi başarıya ulaştırsın ve sizi

bağışlasın...> (Enfal Sûr./71-72) buyurarak işlerin

yararımıza sonuçlanabilmesi için yalan sözden

kaçınmanın gerekliliği koşulu getiriliyor.

87

Peygamber Efendimiz:

- <En büyük günahları size haber vereyim

mi?> dedi. Evet ya Rasûlullah, dedik.

- <Allah’a şirk koşmak, anaya babaya âsî

olmaktır.> dedi. Yatmış olduğu yerden doğrulup

oturdu ve:

- <Haberiniz olsun! Aman, yalan sözden ve

yalan yere şahitlik yapmaktan sakınınız.> buyurdu

ve bu cümleyi durmadan tekrar etti (4/3.cilt,

sf:138).

(9) Açıkça Kazfetmek (Temiz Bir Kimseye

Zina Yapıyor Demek):

<İffetli Müslüman kadınlara zina iftira edenler,

sonra dört şahit getiremeyenler (var ya), işte

bunlara seksen değnek vurun. Bunların şahitliklerini

ebediyen kabul etmeyin. Bunlar asıl fasıklardır>

(Nur Sûr./4).

<Zinadan haberi bulunmayan iffetli Mü’min

kadınlara zina istinat edenler, dünyada ve âhirette

88

lânete uğramışlardır. Onlara büyük bir azap vardır>

(Nur Sûr./23).

(10) Yalan Yere Yemin Etmek:

Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur:

<Büyük günahlar; Allah’a şirk koşmak, ana babaya

asi olmak, haksız yere adam öldürmek, bile bile

yalan yere yemin etmektir (4/3.cilt, sf:247).

(11) Sihir Yapmak:

<Büyücü ise nerede olsa felah bulamaz.>

(Taha Sûr./69). <De ki: Yarattığı şeylerin şerrinden,

karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,

düğümlere üfleyen (büyücülerin) şerrinden, haset

eden kişinin şerrinden, felâkın (sabah) Rabb’ına

sığınırım.> (Felâk Sûr.).

(12) Zina Yapmak:

<Zinaya da yaklaşmayın, çünkü o pek çirkindir

ve kötü bir yoldur> (İsra Sûr./32).

89

Muhakkak Allah zina yapan kadınlar için bir yol

tayin etmiştir: Evlenmiş yahut dul, evlenmiş yahut

dul ile; evlenmemiş, evlenmemiş olanla zina

ettiğinde, evlenmiş ve yahut da dulun cezası yüz

değnek ve sonra taşla taşlanmaktır (Recm). Bekâr

olanın cezası ise yüz değnek vurulmak ve sonra da

bir yıl sürülmektir (4/5.cilt, sf:286).

Zina, reşit yaştaki erkek ve kadının nikâh akdi

olmadan cinsi ilişkide bulunmalarına denir. Bu

ilişkiye fuhuş adı da verilir. Zina evlilik bağlarını

çözdüğü, aileyi dağıttığı ve nesli bozduğu için eski

toplumlarda olduğu gibi İslâm dininde de yasak

edilmiş ve büyük günah sayılmıştır.

Zinanın ne denli çirkin bir iş ve kötü bir gidişat

olduğu için İslâm, değil cinsi ilişkide bulunmayı,

zinaya yaklaştıracak yolları da yasaklamıştır. Bu

itibarla, aralarında evlilik bağı ve nişan akdi

bulunmayan kadın ve erkeğin birbirine bakışması,

cinsel isteği kabartan söz ve davranışlarda

bulunması hoş karşılanmamıştır. Peygamber

Efendimiz’in bir Hadis-i Şerif’inde: <Gözün zinası

bakmaktır, kulağın zinası dinlemektir. Dilin zinası

90

konuşmaktır. Elin zinası yapışık tutmaktır. Ayakların

zinası (o işi yapmak üzere) yürümektir.>(Ahmed b.

Hambel, Müsned,ll.343,376) buyurarak, yukarıdaki

âyetin bir yorumunu yapmıştır.

Zamanımızda kadın erkek ilişkileri alabildiğine

serbestlik kazanmış ve basın, yayın, moda, reklâm,

hatta ticaret kazançlarını, insanların şehevi arzuları

üzerine bina etmişler, cinsi eğilimleri bir çıkar

vasıtası olarak kabule başlamışlardır. Toplum ve

aileyi olumsuz yönde etkileyen bu davranış

karşısında Mü’min kadın ve erkeğe düşen görev,

Kur’an ve sünnetin hükümlerine uymak ve

nefislerine uygulamak, olmalıdır (7/sf:768).

Genelde zinaya yaklaştıran birinci yol,

bakışmadır. Bu nedenle Allah Teâlâ meâlen <(Ey

Rasûlüm!) Mü’min erkeklere söyle, gözlerini

haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar, bu

kendileri için daha temiz (davranıştır)...>, <(Ey

Rasûlüm!) Mü’min kadınlara söyle, gözlerini

haramdan sakınsınlar, ırzlarını korusunlar...> (Nur

Sûr./30-31) buyurarak zinaya geçiş yolunu

kapatmıştır. Günlük yaşamımızda, sokakta,

91

pazaryerinde, iş yerinde, okul ve hastane gibi

mekânlarda kadın ve erkek bir arada bulunmak,

karşı karşıya gelmek zorunluluğunda olup ister

istemez birbirine bakacaklardır. Bu davranış âyet ve

hadislere göre günah olup olmadığı konusunda bir

kararsızlık ortaya çıkmaktadır. Bakışma, her iki taraf

için cinsel isteğini ön plâna çıkarma aşamasına

geldiği taktirde günah sayılmaktadır. Nitekim bu

konuda Peygamberimiz bir hadisinde: <Bakışları ard

arda getirmeyin> buyurmuştur.(Tirmizi Sûnen

Edeb:28). Yani, İlk bakışta günah olmadığı

anlaşılmaktadır. Netice olarak zinaya yaklaşma

konusunda Mü’minler büyük bir sınav geçirmekteler.

İnsanlara, neslinin çoğalıp devam etmesi

yönünden kadın erkek arasında bir yakınlaşma,

birbirlerini sevme ve yaşamlarını bir arada geçirme

duygusu verilmiştir. Doğuştan gelen bu istek

doğrultusunda kadın-erkek arasında evlilikle

sonuçlanan yakınlaşma her zaman olmaktadır.

Ancak bu yakınlaşma, belirli kurallara uygun ve

meşru zeminlerde yapıldığı takdirde beğeni kazanır.

Aksi halde kişileri, günah işlemeye ve harama

92

yönlendirir. Burada da yine akıl ile nefsin (şehevi

arzuların) öne geçme mücadelesi verilmektedir.

Allah rızasını gözeterek nefsini yenen kişi, hem

sevap kazanır, hem de Allah’ın makbul (mutteki)

kulları arasına katılmak üzere bir adım daha atmış

olur.

(13) Livata Yapmak:

<Kadınlara Allah’ın emrettiği yerden cinsi

ilişkide bulunun.> (Bakara Sûr./222)

buyurulmuştur. Ebu Hureyre (R.A.) anlatıyor:

Rasûlullah (S.A.) demiştir ki: <Bir kadına arkadan

cinsi ilişkide bulunan lânetllidir.> Diğer bir hadisinde

Peygamberimiz : <Bir erkeğe veya kadına

arkasından cima eden (cinsi ilişkide bulunan)

kimseye Allah nazar kılmaz (yüzüne bakmaz)

(14/3.cilt, sf:294-296).

İslâm alîmleri, hayvanlarla cinsi ilişkide

bulunmanın çirkin bir gidişat olduğunu beyan edip

aynı cezai hükümle cezalandırılacağını

belirtmişlerdir.

93

(14) Haksız Yere Adam Öldürmek:

<Kim de bir Mü’mini kasten öldürürse, onun

cezası, içinde devamlı kalmak üzere, Cehennem’dir.

Allah ona gazap etmiş, lânet etmiş ve büyük bir

azap hazırlamıştır.> (Nisa Sûr./93). Peygamberimiz

de: <İnsan Allah’ın binasıdır; o binayı yıkan

lânetlenmiştır.> buyurmuştur (14/3.cilt, sf:496).

(15) Hırsızlık Yapmak:

<Erkek hırsız ile kadın hırsızın – o yaptıklarına

bir karşılık ve Allah’tan ibret verici bir ceza olmak

üzere-ellerini kesin. Allah mutlak galiptir, yegâne

hüküm ve hikmet sahibidir (Mâide Sûr./38).

Rasûlullah (S.A.) de buyurmuştur ki: < Hırsızın eli,

çeyrek dinarda ve daha fazlasında kesilir.> Bu

konuda mezhepler arası bir görüş birliği

sağlanmamıştır. Hanefi Mezhebi, el kestirmeyi

gerektiren hırsızlığın en az 10 dirhem veya o

kıymette mal olmasını ön görmüştür. Şafilerde ise,

çeyrek dinar altın veya 3 dirhem gümüştür

(14/4.cilt, sf:42-43).

94

(16) Harpte Düşman Karşısından Kaçmak:

<Ey iman edenler, toplu bir halde kâfirlerle

karşılaştığınız zaman onlara arkalarınızı dönmeyin

(kaçmayın) (Enfâl Sûr./15). Rasûl-i Ekrem Efendimiz

de: <Siz düşmanla karşılaşmayı arzu etmeyiniz,

karşılaştığınız zaman da sabredip karşı koyunuz.>

buyurmuştur (4/2.cilt, sf 573).

(17) Ana- Baba Hakkına Saygı

Göstermemek:

<Rabb’ın kesin olarak şunları emretti: Ancak

kendisine ibadet edin, ana- babaya güzellikle

muamele edin; eğer onlardan biri veya ikisi senin

yanında ihtiyarlık haline ulaşırsa, sakın onlara“ öf“

bile deme ve onları azarlama. İkisine de iyi ve

yumuşak söz söyle> (İsra Sûr./23). Peygamberimiz

de : <Büyük günahlar: Allah’a şirk koşmak, ana ve

babaya âsi olmak, haksız yere adam öldürmek ve

yalan yere yemin etmektir.>, <Rasûlullah: Bir

kimsenin, ana ve babasına sövmesi, büyük

95

günahtır> buyurduğunda, Ashab:- Ya Rasûlullah! Bir

adam ebeveynine söver mi? dediler.

- <Evet, bir kimse başkasının babasına söver,

o da (karşılıklı) onun babasına söver; başkasının

anasına söverse, o da onun anasına söver.>

buyurdu (4/1.cilt, sf:369).

Diyanet İşleri Başkanlığınca yayınlanan bir

eserde, gıybet (çekiştirme), kovuculuk, sû-i zan,

alay etmek, hile yapmak, kibir (büyüklük taslamak)

ve farz olan ibadetleri (İslâm’ın beş şartı) terk

etmenin de büyük günahlardan sayıldığı ifade

edilmiştir (15/ sf:43-53).

S o n u ç :

Bu dünya hayatı geçicidir. Hakiki ve devamlı

olan âhiret hayatıdır. Bu dünya hayatı, âhiret için bir

imtihan yeri, çalışma ve kazanç elde etme (iyi

ameller) mekânıdır. Âhiret aleminde rahat, sükûn ve

huzur içinde bulunmak (cennet yaşantısı), ancak bu

dünyada iken Allah’ın hoşnutluğunu kazanmakla

(dinin emirlerine uymakla) mümkündür.

Peygamberler hariç her insanın dini konularda

kusur ve günahı olabilir. Mümkün olduğu ölçüde

96

Allah’ın azametini ve Cehennem hayatının ıstırabını

düşünerek bütün günahlardan kaçınmak ve özellikle

büyük günahları işlemekten sakınmak gerekir. Bu

hususta Kur’an-ı Kerim’de Allah’u Teâlâ bizlere şöyle

buyuruyor: <Gizli ve aşikâr olan günahı bırakın.

Çünkü günah kazananlar, kıyamette kazandıklarının

cezasını muhakkak çekecektir.> (En’am Sûr./120).

<O gün (kıyamette) insanlar, amellerinin karşılığı

kendilerine gösterilmek için (derecelerinin gereği)

fırka fırka (kabirlerinden) çıkacaktır. Zıra, kim zerre

miktarı bir kayır işlerse, onun mükâfatını görecek;

kim de, zerre miktarı bir kötülük işlerse onun

cezasını görecektir.> (Zilzal Sûr./6,7,8). Büyük

günahlardan sakınmak hususunda da: <Eğer siz

yasak edildiğiniz günahların büyüklerinden

sakınırsanız, sizden diğer kusurlarınızı örteriz ve sizi

iyi bir gidişata sokarız.> (Nisa Sûr./31) belirtilmiştir.

İnsan, hayat yaşantısı sürecinde arzu ve

isteklerinin etkisinde kalıp dinin yasak saydığı

herhangi bir fiili işlerse, kazanmış olduğu bu

günahtan nasıl temizlenmesi gerekir? Ben, günahkâr

bir insanım diyerek günah işlemesine devam etmesi

97

doğru mudur? Hayır! Allah-u Teâlâ, bizlerin iradesi

zayıf birer yaratık olduğumuzu bildikleri için yine

bizlerin yararına “tövbe“ kapısını açık bırakmıştır. Bu

bakımdan kul, yaptığı günah bir işten ötürü hemen

pişmanlık duyup bağışlanması için Allah’a karşı

tövbe etmesi gerekir. Nitekim Kur’an-ı Kerim’de

Tanrı’mız şöyle buyuruyor: <O kimseler ki, kötü

işlerde ısrar ederken onlardan birine ölüm gelip

hayattan ümidini kesince ben, şimdi tövbe ettim,

der. O kimseler için tövbe yok (tövbeleri kabul

edilmez). Kâfir oldukları halde ölenlere de tövbe

yok, işte biz onlar için âhirette acıklı bir azap

hazırlamışızdır.> (Nisa Sûr./18). <Rabb’iniz,

içinizdekini daha iyi bilir. Eğer, iyi kimseler olursanız,

elbette Allah, kendisine dönüp tövbe edenleri

bağışlayacaktır.> (İsra Sûr./25). Âyet-i kerimenin

açık ifadesinden de anlaşıldığı üzere tövbe,

pişmanlıkla, halisane ve vecd içinde yapılmalıdır ki,

Allah katında makbul olabilsin. Eğer insan, yaptığı

tövbeden sonra aynı kusurları işlemeye devam

ederse, yapılan tövbeler yine makbul sayılmaz.

98

Küçük Günahlaın En Önemlileri

(1). Gıybet ( Çekiştirme )

Müslümanlar’ın yaptıkları ibadet ve hayır

hasanetlerini devamlı kemirip bitiren hastalıkların

başında gıybet gelir. Bundan kurtulmak hiç de kolay

olmayan bir mücadeledir. Her Müslüman söz ve

davranışında gıybetten uzak kalabilmesi için bu

konuda Allah ve Rasûlu’nun emir ve yasaklarını iyi

öğrenmesi, ayrıntılara girip nelerin gıybet olup

olmadığını tespit edip kendi yaşantısına uygulaması

gerekir. Bu nedenle, gıybet konusu ayrıntıları ile

açıklamaya çalışılacaktır.

Allah-u Teâlâ şöyle buyuruyor: <Biriniz

diğerini gıybet etmesin sizden biri ölü kardeşinin

etini yemek ister mi? Elbette bundan ikrah edersiniz.

O halde Allah’tan korkunuz Allah tövbeleri kabul

eder, çok esirger.> (Hucurat Sûr./12).

Gıybet Nedir?

Çekiştirmek anlamında olan gıybet, Müslüman

kardeşini arkasından kötülemek maksadıyla

99

kusurlarını onu tanıyan kimselere söylemektir. Bu

kusur, ister dini faaliyetlerinde olsun, ister sözünde,

ister işinde, ister oturup kalkmasında, yiyip

içmesinde, giyip konuşmasında, ister bedeninde,

ister ahlâkında ve buna benzer davranışlarında olsun

(hasis, cimri, uzun, kısa, siyah, korkak, geveze gibi)

bütün bunları Hz. Peygamber’imiz şöyle hulasa

etmiştir: <Gıybet, kardeşini hoşlanmadığı şey ile

anmaktır.> (4/3.cilt, sf:110).

Bu ifadeden de anlaşıldığı üzere bir şahsın

arkasından ve onu tanıyanlara, bu kimsenin

kusurlarını açıklamak, hatalarını döküp saymak

gıybet olmaktadır. Hiçbir kimse kendisini tanıyanlar

karşısında küçük düşmek ve onlarca gizli olan

hatalarını öğrenmelerini hoş karşılamaz. Bu

bakımdan kendisi aleyhinde gıybet yapılmasını da

hoş görmez. İslâm dini toplum düzenine büyük

önem verir ve Müslümanlar’ın birlik içinde

yaşamalarını teşvik eder. İşte bu nedenle

Müslümanlar arasında beraberliği rencide edecek her

davranış yasak kılındığı gibi gıybet de

yasaklanmıştır. Denebilir ki “Ben gıybet etmiyor

100

onun üzerinde mevcut kusurları söylüyor ve

eleştiriyorum.”, yukarıda izah edildiği gibi velev ki o

kusur şahsın üzerinde bulunsa dahi, duyduğu zaman

hoşlanmayacağını dikkate almayarak, teşhir etmek,

tanındığı çevreye yaymak ve küçük düşürmek gibi

hareketler gıybet hükmüne girmektedir. Şayet,

arkasından çekiştirilen şahısta gerçekten o kusurlar

mevcut değilse, o zaman şahsa karşı iftira edilmiş

olur. Dini hükümlere göre bunun cezası ise daha

ağırdır.

Gıybetin Çeşitleri:

-Kalp ile yapılan gıybet (Sû-i zan)

-Söz, işaret, îmâ ve hareketlerle yapılan gıybet

(alay etmek)

-Yazı ve şiir ile yapılan gıybet

Bunlar içinde dini bakından büyük ceza

gerektiren, yazı ve şiir ile yapılan gıybettir. Çünkü

bu çeşit yayın yoluyla herkesin okuması ve

öğrenmesi mümkün olmaktadır. En hafifi ise kalp ile

yapılan gıybettir.

Neden Gıybet Yapılır?

101

Gıybetin kaynağı, haset, çekemezlik, gadap ve

hiddettir. İnsanlar, genel olarak karşısındaki kişilerin

başarılarını hazmedemez ve onları kıskanırlar. Kendi

iç dünyaları rahatsız olur ve bir türlü huzur

bulamazlar. Bu hastalıktan kurtulmak için nefsin

istekleri etkisine kapılarak haset ettiği şahsın

arkasından – varsa eğer – kusurlarını çekiştirmek

suretiyle hastalığına şifa arar. Deşarj olmakla

(psikolojik bakımdan boşalma) bir anlık sükûnete

kavuşur. Ancak, farkında olmadan Allah ve

Rasûlu’nun önemli emir ve tavsiye ettikleri

toplumdaki Müslümanlık beraberliğini yıktığından

dolayı ilâhi gazaba uğramış olur. İnsanlar yine

çekemediği veya kızdığı kimseye bir şey

yapamayınca, onu gözden düşürmek ve kötülemek

üzere her türlü kusurlarını araştırıp fırsat buldukça

toplantılarda teşhir eder.

Gıybet Yapılmasının Uygun Olduğu Yerler:

Gıybet, yasak ve haram olmasına rağmen bazı

şer-i meselelerde yapılmasına “İslâm Uleması’nca”

cevaz verilmiştir. Şöyle ki:

102

-Mazlumun, uğradığı zulümden korunmak için

durumunu ilgililere anlatması; dini bir meseleden

dolayı müftüye sorup fetva alması,

-Fenalık yerlerini veya isyan yapılan yerleri

ilgililere haber vermesi,

-Çevresine kötülük yapan ve güven sarsıcı

davranışlarda bulunan kişilerin topluma tanıtılması.

Gıybet Günahının Affı:

Gıybet günahının affı, Allah’a tövbe etmek ve

gıybetini yaptığı şahısla helâllaşmak, ondan af

edilmesini istemekle ancak mümkün olur. Gıybet

edilen şahıs ölmüşse onun için Allah’tan bağışlanma

ve rahmet dilemelidir.

(2) Gurur ve Kibir:

İnsanı yaradılış gerekçesine ters düşüren

duygu ve davranışlardan biri de gurur ve kibirdir. Bu

manevi hastalık, insanı, toplum içinde küçük

düşürdüğü gibi dünyada ve âhirette birçok zararlara

da sokar. Onun günahkâr olmasına sebep olur.

Çünkü gurur ve kibir, nefse üstünlük ve benlik

103

sağlarken, Allah’ın emirlerine karşı da muhalefeti

güçlendirir.

Oysaki büyüklük, her şeyin hâkimi ve yaratıcısı

Allah’a mahsustur. O’nun varlığı ezeli ve ebedidir.

Sonsuz kuvvet ve kudret sahibidir. İnsan, Allah’a

kulluk etsin; O’nun yüceliği, kuvvet ve kudreti

karşısında hiçliğini ve muhtaçlığını bilsin diye

yaratılmıştır. Bu nedenle kulluk ile büyüklük

bağdaşmaz. Bir insan büyükleniyorsa bu gerçeği

göremiyor ve kulluğuna gölge düşürüyor, demektir.

İnsanlar, Allah’a kulluk yönünden eşit olarak

yaratılmıştır. Ancak, toplum içinde sosyal yaşantıları

için kendilerine farklı özellik ve beceriler

sağlanmıştır. Verilen bu üstünlükten dolayı

büyüklenmek ve imkânların amacı dışında özellikle

diğer insanları aşağılama, baskı, zulüm ve sömürü

aracı olarak kullanılması, Kur’an ve Peygamber’in

sünnetine ters düşmektedir. Nitekim Allah Taâlâ

Kur’an-ı Kerim’inde < Allah, kurumlu, böbürlenen

insanları sevmez > (Nisa Sûr/ 36). “İçinde ebedi

kalmak üzere cehennemin kapılarına girin.

Kibirlenenlerin yeri ne kötüdür.“ (Nahl Sûr/:29).

104

<Yeryüzünde kabara kabara yürüme, çünkü sen yeri

yırtamazsın, boyca da dağlara erişemezsin.> (İsra

Sûr/37). <İşte Allah her kibirli zorbanın kalbini böyle

mühürler.> (Mü’min Sûr/35).

Hz. Peygember de: <Kalbinde zerre kadar

kibir olan Cennet’e giremez. Allah güzeldir, güzeli

sever. Kibir ise hakkı kabul etmemek ve insanları

hor görmektir.> (4/2.cilt, sf:44) demek suretiyle

gurur ve kibirin ne derece zararlı duygu olduğunu

belirtmişlerdir.

Tarihte gurur ve kibirle yoğrulmuş ve bizlere

ibret olabilecek pek çok acı olaylar mevcuttur.

Aşağıda dikkatlere sunulan birkaç olay bunun birer

örneğini teşkil etmektedir.

(a) Huneyn Savaşı ( 6 Şevval 8/ 27 Ocak 630)

Mekke’nin fethi sevincini yaşayan

Müslümanlar, dönüş hazırlıklarına başlarken üzücü

bir haber alırlar. Mekke’ye yakın bir bölgedeki

Hevazin Kabilesi, Müslümanlar’la savaşa

hazırlanmışlar. Müslümanlar da düşmanı kendi

topraklarında karşılamak üzere 12,000 kişilik bir

ordu oluştururlar. Mekke çevresi, şimdiye kadar

105

böyle bir ordu görmemişti. Huneyn Vâdisi’ne doğru

yürüyen İslam Ordusu, adeta ufukları çınlatıyordu.

Etrafa dehşet saçan bu manzara ise,

Müslümanlar’dan bazılarını gurura sevketmekteydi.

İçlerinden “Bu ordu hiç mağlup olur mu?” diye

hislerini üst perdeden ifade edenler bile oluyordu.

Müslüman Ordusu akşam vakti Huneyn

Vâdisi’ne ulaştı. Sabah alaca karanlığında savaş

başladı. Boğazın iki tarafında düşman siperlerinden

üzerlerine yağan oklar, bir anda paniğe

kapılmalarına ve kaçışa sebep oldu. Hatta o kargaşa

içinde, yanlış hedeflere saldıranlar bile oldu. Durum

oldukça tehlikeliydi. Ancak, Hz. Peygamber yerinden

kıpırdamamıştı. Geri kaçan Müslümanlar’ı görüyor,

onları durdurmaya çalışıyordu. “Ben Peygamberim,

bunda yalan yok. Ben Abdülmuttalip

Oğulları’ndanım.“ diye etrafa sesleniyordu.

Komutanlar, emirleri altındaki kabileleri ayrı ayrı

çağırıp zorlukla bir araya topladılar. Bu defa

Müslümanlar taarruz ederek siperlerinden ayrılmış

Hevazin’leri bozguna uğratıp savaşı kazandılar

(30/cilt:1, sf:200). Bu olayı Kur’an-ı Kerim şöyle

106

açıklıyor:<Şüphe yok ki Allah, size birçok savaş

yerlerinde zafer verdi ve Huneyn gününde size

yardım etti. O vakit Huneyn’de çokluğunuz size

güven vermişti de bir faydası olmamıştı. Yeryüzü, o

genişliği ile başınıza dar gelmişti. Sonra bozularak

arkanızı dönmüştünüz.> (Tövbe Sûr/:25).

b) Kadisiye Savaşı (Hicri

14/ M635)

İran tahtına Yezdgerd adında bir kral

getirilmişti. İlk işi ülkede genel seferberlik

hazırlıklarını başlatmak oldu. Bu durum Halife Hz.

Ömer’in endişelenmesine yol açtı. Sa’d bin Ebi

Vakkas komutasında bir ordu hazırlatıp Irak

istikametinde yola çıkardı. Küfe’ye 15 mil (24 Km)

mesafedeki Kadisiye civarına gelip ordugâh kuruldu.

Rüstem komutasındaki İran Ordusu da Kadisiye’ye

hareket etti. İran Ordusu 120,000 kişiden oluşurken

buna karşılık, Müslümanlar’ın mevcudu 30-40 bin

arasında idi. İran Başkomutanı Rüstem, kendisine

pek güveniyor ve bütün Arabistan’ı mahvedeceğini

söylüyordu. Bir askerinin “Tanrımız isterse… “

107

şeklindeki ikazı üzerine de, “-İstemese de ...“

diyerek gurur ve benliğini ortaya koyuyordu.

İran Ordusu davullar, borular, ziller çalarak

savaşa hazırlanırken, Müslümanlar dört defa tekbir

alarak savaş hazırlıklarını tamamladılar. Savaşın

ikinci günü Suriye’den gelen takviye birlikler,

Müslümanlar’ın maddi ve manevi güçlerini artırdı.

Üçüncü gün İran Ordusu dağıtıldı. Rüstem de ölüler

arasında idi. Daha sonra İran'’n başkenti Medain'’

girilmiş ve kisranın zengin sarayı ganimet olarak ele

geçirilmişti (35/1cilt, sf:251).

( c) Alp Arslan’ın Öldürülüşü (Mayıs

1072)

Sultan Alp Arslan, Karahanlı topraklarında yer

yer baş gösteren ayaklanmaları bastırmak üzere

Mayıs 1072’de 200,000 kişilik ordusuyla

Maveraünnehir’e geçti. İsyancılardan Yusuf Harezmi

adında bir kale komutanı yakalanıp huzura getirildi.

Alp Arslan, dört kazık çaktırıp elleri ve ayaklarının

bağlanmasını emretti. Yusuf ona “Be korkak! Benim

gibi yiğit böyle mi katlolunur?“ deyince Sultan,

108

gazaba gelip yayını eline aldı ve “bırakın şunu“ dedi.

Bıraktılar, Sultan ona bir ok attı, fakat isabet

ettiremedi. Yusuf hemen Sultan’ın üzerine sıçrayıp

yanındaki bıçakla yaraladı. Mehterler koşup

kaçmasını önlediler ve Yusuf’u orada katlettiler.

Sultan Alp Arslan yaralı olarak kalkıp çadırına

döndüğünde “Her ne zaman düşman üzerine

azmetsem Allah Taâlâ Hazretleri’nden yardım

isterdim. Dün, bir tepe üzerine çıktığımda askerimin

çokluğundan, ordumun ağırlığından bana ayağımın

altındaki dağ çalkalanıyor gibi geldi. Kuvvete mağrur

oldum. Kendi kendime: “Ben dünyanın padişahıyım.

Bana kim galebe edebilir?”, dedim. Bugün Cenab-ı

Hak, en aciz bir kulu ile beni aciz kıldı.“ deyip tövbe

etti. On gün sonra da vefat etti (31/2.cilt, sf:243)

( d ). İzmir’in İşgali ( 15 Mayıs 1919)

Mondros Mütarekesi sonrası Anadolu yer yer

işgal ediliyordu. İngilizler’in destek ve teşvikiyle

Yunanlılar da 15 Mayıs 1919’da İzmir’e asker çıkarıp

işgale başladılar. İzmir’de, 17’nci Kolordu

109

Komutanlığı bulunuyordu. Mütareke gereğince

askerler kışlada toplandılar. Yunan kuvvetlerinin

kışlaya girmek istemeleri üzerine silahlı çatışma

çıktı. Türk askerleri elde mevcut son mermiyi de

attıktan sonra teslim olmak zorunda kaldılar.

Askeralma Daire Başkanı Albay Süleyman Fethi Bey

de, bunların arasında idi. Bir Yunan askeri Süleyman

Fethi Bey’e “Yüzbaşı emrediyor, kalpağını çıkarıp

atacaksın ve Zito Venizelos diye bağıracaksın.“ dedi.

Süleyman Fethi Bey “ Benim Türk Ordusu’nun Albay

rütbesinde bir subayı olduğumu Yüzbaşı’na söyle “

diye cevap verdi. Yunan Yüzbaşısı’nın küstah bir

kahkaha ile “Sizin Türk Ordusu dediğiniz bu perişan

insanlar mıdır?” demesi üzerine, Albay Süleyman

Fethi Bey “ Türk Ordusu o değil, budur” diyerek

suratına indirdiği yumruklarla şımarık Yunan

Yüzbaşı’sını yere devirdi. Bunun üzerine 2 Yunanlı

asker de Süleyman Fethi Bey’i süngüleyerek

yaraladılar. Tedavi edildiği hastanede 23 Mayıs 1919

günü şehit olarak vefat etti (32/5.cilt, sf:48).

15 Mayıs 1919’da mağrur ve sevinç

çılgınlıklarıyla Anadolu’yu işgale başlayan Yunan

110

Ordusu, “Perişan insanlar“ olarak küçümsedikleri

Türk Ordusu’na yenilmiş, Başkomutan’ı da esir

vererek 9 Eylül 1922’de üzgün ve utanç duygularıyla

Anadolu’dan çekilmek zorunda kalmıştı.

( e ) Madalyonun Diğer Yüzü

Örnek: 1

1512 yılında 42 yaşında iken Osmanlı tahtına

oturan Yavuz Sultan Selim, kendisinden önce gelen

sekiz padişahın hepsinden (8.5 yıl gibi) az saltanat

sürmesine rağmen, İmparatorluğu 3 misline yakın

genişletip Türk hakimiyetini geniş bir sahaya

yaymıştı.

1514 yılı Mart ayı sonlarında Edirne’den yola

çıkan Yavuz, Anadolu’yu geçip Şah İsmail ile

Çaldıran Savaşı’nı, Memluklar’la 24 Ağustos 1516’da

Merc-i Dabık, 28 Ocak 1517’de de Ridaniye

Savaşları’nı zaferle sonuçlandırmıştı. Yavuz Sultan

Selim 25 Temmuz 1518’de İstanbul’a dönüyordu.

İstanbul’da benzeri görülmemiş bir heyecan havası

yaşanıyordu. Halk, muhteşem zaferlerden dönen

Cihan Padişahı’nı alkışlamak için bekliyordu.

111

Yavuz, bu hareketi öğrenmiş ve sıkılmıştı.

Kendisine özel bir gösteri yapılmasından hicab

duyacağını hissetti. Bu sebeple yürüyüşü biraz

yavaşlattı ve gece karanlığı basınca Anadolu

yakasına geldi. Buradan kayığa binip Sarayburnu’na

geçti. Ertesi sabah kısa bir duyuru ile durumu halka

açıkladı. Mütevazi kahraman, böylece zaferin

sevabını, gurur ve kibirden korumuş oldu (35/2.cilt,

sf:539).

Örnek: 2

9 Eylül 1922 tarihi, İzmir’in düşman işgalinden

kurtarıldığı gündür. Başkomutan Mustafa Kemal

Paşa ve beraberindeki komutanlar ertesi gün Nif’den

(Kemalpaşa’dan) hareket edip İzmir Hükümet

Konağı’na geldiler. Dışarıda, Hükümet Konağı ile

Konak Vapur İskelesi arasında büyük bir kalabalık

vardı. Konak alanı hıncahınç dolmuştu. Öyle ki; o

meydandaki ağaçlar insan başından ve yüzünden

değişik bir görünüm almıştı. Alkışlar, “Yaşa Mustafa

Kemal Paşa!“ sesleri göklere yükseliyordu. O büyük

insan Atatürk, kısa bir dinlenmeden sonra bir ara

112

Hükümet Konağı’nın balkonuna çıkarak, kendisine

çılgınca sevgi gösterilerinde bulunan halkı selamladı.

Onlara:

“Başarı benim değil, sizin, milletindir!“ diyerek

seslendi (33/sf:84). Her şeyini milletine adayan bu

büyük insan, kazanılan zaferden gurur ve kibire

kapılmayıp tevazu gösterdi. Atatürk’ü yakından

tanıyan Yakup Kadri Karaosmanoğlu 1922 yılında

hakkında şöyle diyordu: “ Her kahramanın, her

dahînin mezarı olan kibir ve gurur, O’nun semtine

bile uğramamıştır (34/sf:7).

Önemli Hatırlatma:

Günlük hayatımızda, kendimiz, aile fertleri ve

çok sevdiğimiz birinin başarılı hizmetleri karşısında

başkalarının takdirleri bizlere sevinç kaynağı olur;

ondan gurur ve onur duyarız. Bu gurur ve onur,

kişileri daha büyük hizmetlere yönlendirir,

başkalarını da özendirir. Bu duygusal olay, toplum

için yararlı bir davranıştır. Yeter ki kişi, kendisine

gösterilen saygı ve takdir karşısında başkalarının

yanında (ben, ne becerikli ve kabiliyetli bir kişiyim,

113

diye) büyüklük-üstünlük kibirine kapılmasın. Çünkü

böyle bir düşünce kişiyi günaha götürür.

c. Sâlih Amel İşlemek :

İslâm dininde amel, Müslüman’ın belirli bir

maksat için bilinçli olarak yaptığı iş ve davranış

şeklinde tanımlanır. Salih, iyi, değerli ve güzel

anlamında kullanılır. Salih amel ise, genellikle

Allah’ın rızasını kazanmak maksadı ile kişinin yaptığı

(namaz, oruç, zekât, hac gibi) ibadetleri ile kendisi,

ailesi ve diğer insanların yararına olan işlerini

kapsayan güzel davranışlardır. Buna göre Allah ve

Rasûlü’nün emirlerini yapıp yasakladığı şeylerden

kaçınan kişi, her an salih amelle meşgul oluyor

demektir.

Ayrıca, kişi kendinin ve ailesinin geçimini

sağlamak üzere dürüst olarak çalışıp helâl yoldan

kazanması salih amel bir iştir. Kazancından tasarruf

ettiği ile çocuklarına miras bırakması da salih amel

bir davranıştır. Başkalarına zarar vermesi muhtemel

olan olayları önlemesi de salih ameldir. Yoksul ve

114

muhtaçlara yapılacak her türlü yardım, hatta

yabancılara yol ve adres göstermek dahi salih amel

kapsamındadır. Yeter ki, yapılan bütün işlerde Allah

rızası gözetilsin ve niyet de bu yönde olsun. Nitekim

Peygamber Efendimiz bir hadisinde şöyle buyuruyor:

<Eğer sen Allah rızası için başkasına yiyecek ikram

etsen sevap elde edersin, hatta karının ağzına

verdiğin bir lokmayla bile sevap elde edersin.>

(8/5.cilt.sf:179)

Salih amel, sınırları çizilmiş ve sayıları belirli

değildir. Zamana, mekâna ve kişiye göre sevap

derecesi değişebilir. Örneğin, özel otomobilinle

seyahate çıktın, yol bir vadiden geçip tepeye

tırmanacak, o sırada yaya yolculuk yapan bir kişiyi

gördün; üstelik sırtında da yükü var. Hayli yorulmuş

olacak ve Allah rızasını düşünerek arabana davet

ediyorsun. Tepeyi aştıktan sonra ilk beldede size

teşekkür edip arabadan iniyor. Bu yolculuk, yazın

sıcağı, kışın soğuğu ve gece karanlığında olması

önem taşır. Yolcu, bayan veya özürlü de olabilir.

İyilik yapılan kişi ne kadar fazla hoşnut kalırsa

yapılan işin sevabı da o kadar fazla olur. Bu nedenle

115

iyilik yaparken zaman ve mekân faktörüne de dikkat

edilmelidir.

Salih amel, diğer bir ifadeyle kazancı bol bir

alış- veriştir. Siz ihtiyacı olana iyilik yaparsınız,

bundan dolayı Allah size daha fazlasını nasip eder.

<Ey Peygamber! Temiz şeylerden yiyin, salih amel

işleyin; doğrusu ben yaptığınızı bilirim.> (Mü’minûn

Sûr./51). <İyi hareket edenin sevabını zayi etmeyiz.

Doğrusu, inanıp salih amel işleyenlere işte onlara,

içlerinden ırmaklar akan And Cennetleri vardır.>

(Kehf Sûr./30-31) .

Salih amelin karşıtı, kötü veya çirkin ameldir.

Yani kişinin, başkalarının hoşnut olmayacağı bir iş

yapması veya incitici söz ve davranışlarda

bulunmasıdır. İslâm ahlâkından nasibini almamış

bazı kişiler, insanlara karşı bilinçli olarak yaptıkları

kötülüklerden, verdikleri eziyetlerden zevk alırlar. Bu

kötü davranışları kendilerine huy edinmişlerdir. Yüce

Allah, Kur’an-i Kerim’inde kötü amellerden

sakınılmasının gerektiğini, aksi halde öbür dünyada

ceza göreceğini beyan etmiştir.

116

< Kim kötü amel işlerse cezasını görür.> (Nisa

Sûr./123)

İman ve sâlih amel yönünden insanların dereceleri

farklı olup beş ayrı grupta; (kâfir, münafık, Müslim,

Mü’min ve gerçek Mü’min) şeklinde toplanır.

( 1) Kâfir:

-Kâfirin sözlük anlamı, örtmektir. Dindeki

anlamı ise, Allah’ı inkâr etmek, O’na eş ve ortak

koşmak,

-Hz. Peygamberi tanımamak gibi inançsızlık

hali demektir. Yani gerçek ve doğru olanı örtmektir.

Kâfir küfrü yaymaya çalışır. Allah’ın emir ve

yasaklarına uymaz, helâl ve haram olma keyfiyetini

gözetmez, sevap ve günah gibi sorunu olmaz. Çünkü

o, inançsızdır. Bu sorumsuz söz ve davranışlarından

ötürü ahirette cezası Cehennemde devamlı

kalmasıdır

-Yahudi ve Hıristiyanlar, semavi dinlere

mensup olmalarına rağmen, ilâhi kitaplarını

bozmaları sonucu Allah inancında yanılgıya

düşmüşlerdir. Yahudiler Uzeyr Peygamberi,

117

Hıristiyanlar da İsa Peygamberi Allah’ın oğlu

olduklarına inandıkları için kâfir topluluğundan

sayılmışlardır. Bu konuda Kur’an-i Kerim’in

açıklaması şöyledir: <Yahudiler Uzeyr Allah’ın

oğludur, dediler. Hıristiyanlar da, Mesih (İsa) Allah’ın

oğludur, dediler. Bu onların ağızlarıyla geveledikleri

sözlerdir. (Sözlerini) daha önce kâfir olmuş

kimselerin sözlerine benzetiyorlar. Allah onları

kahretsin! Nasıl da (haktan batıla) dönüyorlar.>

(Tövbe Sûr./30).

Şu an yaşadığımız dünyada, hem eğitim, hem

ekonomi (sanayi), hem de yönetim ve demokrasi

yönünden kalkınmış, refah düzeyi yüksek devletler,

kâfir diye nitelenen topluluklardan oluşmaktadır.

Müslüman toplumlar ise, mevcut ölçülere göre geri

kalmış ülkelerdir. Neden böyle oluyor, derseniz!

Verilecek cevap, iki gerçeğin anlamında saklıdır:

(a) Allah, Rahman ve Rahim’dir. Yani dünyada

bütün yaratıklara rahmet etmekte, ahirette ise,

Mü’minlere rahmet edicidir.

(b) Osmanlı İmparatorluğunun son

zamanlarında makam sahibi bir devlet adamımız

118

Avrupa seyahatı yapar. Yurda dönünce kendisinden

izlenimi sorulur. Verdiği cevap çok kısa ve anlam

yönünden ilginç olur: “Dinleri var işimiz gibi , işleri

var dinimiz gibi!..” Demek istenilen şey, Avrupa

toplumunun yaptıkları işler, İslâm dininde olduğu

gibi sağlam kurallara bağlanmış ve kendilerini

başarıya ulaştırmış. Fakat onların dinleri, bizim

işlerimiz gibi çürük, dikiş tutmuyor; başarıya değil

başarısızlığa götürüyor. Esasen bütün bunlar,

insanın Allah huzurundaki sınavından başka bir şey

de değildir.

(2) Münafık:

Münafık, kalben iman etmediği halde dıştan

iman etmiş gibi görülmeye çalışan kişidir. Diğer bir

ifade ile ikiyüzlü, aldatıcı ve bozguncu kimsedir.

Bu tip insanlar her dönemde mevcut olduğu

gibi, özellikle İslâmiyetin Medine’de ilk yayılmaya

başladığı sırada etkili olarak görülür. İnsanların

İslâm dinini seçmelerine söz ve davranışları ile engel

olmaya çalıştıkları, savaşmaktan caydırdıkları,

Medine’li Müslümanlar ile Yahudi kolonileri arasını

119

bozmaya ve Yahudileri kışkırtmaya çalıştıkları

tarihten bilinen olaylardır. Hâl böyle olunca Allah’u

Teâlâ Kur’an-ı Keriminde münafığın davranış ve

özelliklerini belirten ayetler vahyetmiştir. Hatta

onları kurdukları tuzakları Cebrail aracılığı ile

Peygamberimize haber verdirmiştir. Örneğin, Uhud

savaşına katılan askerin arasında üçte bir kadar

münafık bulunuyordu. Bunlar yarı yolda iken sırf

mücahitlerin morallerini bozmak ve onları savaştan

caydırmak amacı ile geri döndüler. Mü’minler ise,

bunların kötü niyetlerine alet olmayıp savaşa devam

edip “cihad” sevabını kazandılar.

Münafığın belirli özelliği, gerçek niyetini

saklayıp sahte kimlikle iş görmesidir. Böyle olunca

Müslümanları aldatıp günah işlemelerine sebep

olurlar. Bu nedenle münafık kâfirden daha çok

tehlikelidir. Kâfiri, yaptığı iş ve davranışından herkes

tanır ve kendisinden sakınmaya çalışır. Fakat

münafık gerçek yüzünü saklar, kendisini imanlı

gösterir ve aldatma oyunu sergiler, etkisi altına

aldığı Müslümanlar arasınada bozgunculuk

çıkarmaya çalışırlar. Bu bakımdan yüce Allah:

120

<İnsanlardan kimi de var ki, Allah’a ve âhiret

gününe inandık derler, oysa inanmamışlardır. Sözde

Allah’ ve mü’minleri aldatmaya çalışırlar. Hâlbuki

yalnız kendilerini aldatırlarda farkında olmazlar.

Onların kalplerinde hastalık vardır, Allah da

hastalıklarını artırmıştır. Yalan söyledikleri için

onlara acı bir azap vardır. Onlara yeryüzünde

bozgunculuk yapmayın dendiğinde, biz sadece

düzelticileriz derler. İyi bilin ki onlar ortalığı

bozanlardır.> (Bakara Sûr./8-12) buyurarak

münafıkların özellikleri tanıtılmıştır.

Peygamber Efendimiz de bir hadisinde şöyle

buyuruyor :<Münafığın üç belirtici özelliği vardır:

Konuşurken yalan söyler, verdiği sözden döner,

emanete hıyanet eder.>(8/1.clt.Sf:119). Bu kıstasa

göre, münafık kimsenin tanınması biraz daha kolay

olacaktır.

Yaşadığımız şu dönemde aramızda değişik

karaktere sahip birçok münafık mevcuttur. Dinin

yasak ve emirlerini bildikleri halde ciddiye almazlar.

Kendi menfaat ve çıkarlarından başkasını

önemsemezler. Bütün toplulukların, sömüren ve

121

sömürülen şahıslardan oluştuğunu, kendilerinin ise

kurnaz olduklarından dolayı başkalarını sömürmeye

daha yetkili olduklarını zannederek halk üzerinde

üstünlük kurmaya çalışırlar. Ancak, bu gibilerin kötü

niyet ve çabaları kısa sürede açığa çıkıp halkın

nefretine, adaletin de cezasına hedef olurlar.

(3) Müslim:

Peygamberimizin hayatta bulunduğu

dönemde, korku veya menfaat nedeniyle İslâmiyet’i

kabul etmiş Bedevi Arapları, “Biz de iman edip

Mü’min olduk!” diyerek böbürleniyorlardı. Halbuki,

onların kalplerine iman tam olarak yerleşmemiş ve

İslâm disiplinine henüz alışamamışlardı. Bu konuda

Allah Teâlâ : <Göçebe Araplar: Biz iman ettik

dediler. Onlara de ki: Siz iman etmediniz; fakat “ Biz

İslâm olduk” deyiniz. İman henüz yüreklerinize

girmiş değildir....> (Hucûrat Sûr./14). Bunu takip

eden âyette ise: <Mü’min olanlar, Allah’a ve

Rasûlu’ne, tereddütsüz inanmış olanlar ile Allah

uğrunda mallarını ve canlarını harcayanlardır. İşte

122

gerçek iman sahibi bunlardır...> (Hucûrat Sur./15)

buyrularak gerçek imanın nasıl olduğu açıklanmıştır.

Yaşadığımız ortamda da buna benzer kişiler

mevcuttur. Nüfus cüzdanının dini hanesine, İslâm

yazar. Kendisine sorulsa dininin İslâm olduğunu

söyler. Fakat gerek bilgisi ve gerek yaşantısında

İslâm dini esasları görülmez. Her Müslüman’ın

bilmesi gereken iman ve İslâm’ın şartlarını say

desen sayamaz. Kâfirden farkı, Allah’ı ve elçisi Hz.

Muhammed’i tanıyıp bunlara inanmış olmasıdır.

Bunların günlük yaşamlarına dinin yönlendirici

emir ve yasakları değil, nefsinin istekleri etkili olur.

Ticarette teraziyi eksik tartmanın, kul hakkı ve

hırsızlık olduğunu hatırına getirmez. Özellikle genç

neslin ahlâkını bozacak tarzda çirkin söz söylemenin

ve yazı yazmanın günah olduğunu düşünmez.

Gözleri önünde vuku bulan bir haksızlığa, bir eziyete

veya bir cinayete şahitlik etmekten kaçınmanın ne

denli günah olduğunun bilincinde de değildir.

Yolunda giden bir kediye veya köpeğe taş atmak,

kuşları kovalamak, hayvanlara eziyet vermek onlar

için sıradan bir davranıştır. Başkalarını iğrendirecek

123

şekilde sokakları kirletmek, gelen geçene eziyet

verecek tarzda işgal etmek İslâm görgü kurallarına

uymayan hareketlerdir. İşte bu durumda olanlar,

dinsiz veya münafık sayılmaz. Fakat onlara

Mü’min’lik payesi de verilemez. Onlar, eğitime-

aydınlanmaya açık, öğüde muhtaç dindaşlardır.

Onlar, Mü’min olmaya namzet birer Müslim olarak

kabul edilmelidir.

(4) Mü’min:

Mü’min, Allah’ı hem seven ve aynı zamanda da

O’ndan korkan, Allah’ın emir ve yasaklarına uyan,

Allah ve Rasûlüne itaat eden, Kur’an ve

Peygamberimiz’in sünnetiyle ahlâkını güzelleştiren

Müslüman kişiye denir.

Mü’min, takva sahibi olmayı kendisine gaye

edinir ve bu bağlamda, büyük ve küçük günahlardan

sakınır. Yalan söz söylemez, yalan şahitlik yapmaz,

hırsızlık ve hileye yönelmez; başkasının malına,

ırzına göz koymaz, haset etmez ve dil uzatmaz;

herkese iyilik yapmayı, başkalarını da iyilik yapmaya

teşvik ve kötülüklerden uzak kalmaya yardımcı

124

olmayi, Müslümanlar’ı kardeş bilip sorunlarıyla

ilgilenmeyi kendisine görev sayar. Sözün özü,

imanın ve İslâm’ın şartlarını yerine getirip sâlih amel

işlemeye devam edenlerdir.

Ancak, mü’min hiç suç işlemeyen değil, bilerek

veya bilmeyerek günah sayılan şeyleri arada sırada

işleyen Müslüman’dır. Bir farkla ki, işlediği günahın

akabinde tövbe edip bağışlanmasını diler.

İbadetlerinde noksanlık, insanlarla ilişkilerinde de

hataları olabilir, ancak samimi bir istekle bunları

gidermeye çalışır.

Önemli bir hatırlatma:

(a) Allah’a yakışır kul olmak ve takva

elbisesine bürünmek isteniyorsa, özellikle büyük

günahlardan uzak durulmalı. Çünkü bunlar cezayı

gerektiren suçlardır. Cezası ise ( Alah af etmediği

takdirde) Cehennem azabıdır. Affı ise, ceza

çekildikten sonradır.

(b) Ayrıca küçük günah ve hatalardan da uzak

durmaya özen gösterilmeli. Çünkü bunlar, yapılan

ibadetlerle af edilmekte ancak, ibadet sevabının

azalmasına sebep olmaktadır. Nitekim Rasûlü Ekrem

125

bir kutsi hadisinde Allah Teâlâ’nın şöyle

buyurduğunu haber verdi: <Kul, kıyamet gününde

iyilikleriyle beraber getirilir. İyilikleriyle kötülükleri

birbiriyle karşılaştırıldıktan sonra bir hasenesi

(sevabı) kalırsa onu Cennet’e ithal ederim.> (Hadis-i

Taberani rivayet etmiştir) (22/sf:14). Ayrıca, küçük

günah işlemeye devam edilirse, bu da büyük günah

sayılır.

(c) İnsanlara örnek olduğunuzu unutmayın.

Çünkü küçükler veya İslâm’ı yaşamaya henüz

başlayanlar sizi örnek alabilirler ve dolayısıyla

zararınız onları da etkiler.

(d) Din kuralları hakkındaki doğru bilgiyi şahıs

ve kuruluşlardan değil, Diyanet İşleri Başkanlığı Din

İşleri Yüksek Kurulu’ndan veya Başkanlığın yayınları

ile müftülüklerden öğrenilmelidir. Diğer kişi ve

kuruluşların sorumluluğu olmadığı için zaman zaman

yanıltıcı beyanları ile Müslümanlar’ın kafalarını

karıştırıp inançlarını zedelerler. Bu konuya çok

dikkat edilmelidir.

Örnek-1:

126

Din yolu, Dini ve İçtimai Dergi. 5 Nisan 1956

Perşembe. Cilt:1, Sayı:3, Sayfa:6. Güney Matbaası,

Ankara. Konu: Kadının Örtünmesi (Tesettür). Yazan:

Neşet Çağatay, İlahiyat Fak. Doçenti.

<Hz. Peygamber’e kadınların sorduğu sorulara

O’nun verdiği cevapta, kadınların örtünmesi

konusunda daha sonrakilerin anlamak istedikleri

mananın anlaşılamayacağını açıkça göstermektedir.

Hz. Peygamber’e aileleri, giyecekleri elbisenin

uzunluğunun ne kadar olması gerektiğini sordular. O

da, bir karış (her halde belden aşağı kısmı) dedi.

Onlar, bu uzunluktaki bir elbisenin mahrem yerlerini

örtmeyeceğini söyleyince, Peygamber öyle ise bir

zirâ olabilir, dedi (Müsned-i İbn-i Hambel, II.cilt,

sf:90).

Örtünme ile ilgili Kur’an-ı Kerim’deki Allah

buyruğu şöyledir: < Ey Peygamber! Karılarına,

kızlarına ve Mü’minlerin kadınlarına söyle ki, (sokağa

çıktıklarında) örtülerini örtsünler. Bu suret onların

tanınması ve rahatsız edilmemeleri bakımından daha

uygundur.> (Ahzâb Sur./59). Hadis diye nitelenen

haberde sözle Peygamber Efendimiz, kadınların

127

elbisesinin uzunluğunu belden itibaren bir karış

aşağıya kadar olacağını belirtiyor. Bugünkü

yaşantımızda kadın ve kızların “mini“ diye

nitelendirilen çok kısa etek boyunu ifade eder. Bu da

hiçbir şekilde İslâm anlayışına uygun bir örtünme

şekli değildir. Böyle bir haberin Peygamber sözü

olarak kabul görmesi, “batılı hakkın“ önüne

geçirmekten başka bir anlamı yoktur. Ayrıca, fikir

değiştirip “öyle ise bir zirâ olabilir“ demesi de şüphe

ile karşılanabilir. Esasen, İslâm âlimlerince doğru ve

inanılır olarak kabul edilen hadis kitapları (1-Sahih-i

Buhari, 2-Sahih-i Müslim, 3-Sünen-i Ebu Davud, 4-

Sünen-i Tirmizi, 5-Sünen-i Nese-i, 6-Sünen-i İbn-i

Mâce) arasında Müsned-i İbn-i Hambel yer

almamıştır. Not: Sözlükte “bir zirâ“ 75-90 cm

arasında değişen eski bir uzunluk ölçüsü olduğu

belirtilmiştir.

Örnek-2:

400 Soruda İslâm. Prof. Dr. Yaşar Nuri Öztürk,

(VI.baskı, İstanbul, 1996, sf:142).

128

Bazı fakıhlar Kur-an’ın: “O’na tertemiz

olanlardan başkası el süremez” (Vakıa Sûr./79)

âyetini delil göstererek abdestsiz Kur-an’a el

sürülmez diyorlar. Bu konuda ne söylenebilir?

Cevap: Kur-an’ın o âyetinde geçen temizliğin

aptestle hiçbir ilgisi yoktur. Kur-an’ın Levh-i

Mahfuz’dan dünya âlemine getirilişini sağlayan

ruhsal unsurlardan bahseden âyetler içinde

geçmektedir. Bunu aptesle açıklamak saptırma bir

yorumdur ve hiç kimse bu yoruma uymak zorunda

değildir, denilmektedir.

Şunu iyi düşünmemiz gerekir: Allah Teâlâ

Kur-an’ı kimin için gönderdi? Yarattığı biz kulları için.

Emir ve yasakları kimin içindir? Yine biz kulları için.

Söz konusu âyet kime hitap ediyor? Kıyamete kadar

yaşayacak Müslümanlar’a. İnancımıza göre

meleklerin, yeme-içme-cinsi ilişki-gibi dünya

yaratıklarına has özellikleri var mı? Yoktur! Öyle ise

aptest (temizlik) ile meleklerin ne ilgisi var?

İşte böylece, yazılı ve sözlü beyânlarla

Müslümanlar’ın kafalarını karıştırmaya

çalışılmaktadır.

129

(5)Gerçek Mü’min:

Mevlânâ Celâleddin-i Rum-i’nin kendisini

tanıtan güzel ve anlamlı bir tekerlemesi

vardır:”<Hamdım, piştim, yandım!.” Bunun gibi,

İslâm’la ilk tanışanlara “hamlık“ dönemi, iman ve

İslâm’ın kurallarını yerine getirip bir kısmına

uyanlara “pişme“ dönemi, İslâm’ın kurallarının

tümünü yerine getirenlere de “yanma“ dönemi

olarak ifade edilebilir.

Gerçek mü’min, Müslüman’ın olgunlaşmış üst

tabakasını temsil eder. Onlar için önemli olan Allah

sevgisi ve Hz. Muhammed (S.A.) muhabbetidir.

Allah’ı seven, Allah’tan korkar. Allah’tan korkan emir

ve yasaklarına karşı gelmekten çekinir. Devamlı

sâlih amel işler ve Allah’ın hoşnutluğunu kazanmaya

çalışır.

Gerçek Mü’minin özelliklerini bizlere en güzel

ve anlaşılır şekilde, yine Allah-u Teâlâ tanıtmakta:

<Mü’min’ler, ancak onlardır ki, Allah anıldığı zaman

kalpleri ürperen, Allah’ın âyetleri karşılarında

okununca imanlarını artıran, yalnızca Allah’a güvenip

130

dayanan kimselerdir. Onlar, namazlarını dosdoğru

kılar ve kendilerine rızık olarak verdiğimiz şeylerden

Allah yolunda harcarlar. İşte onlar, gerçek

Mü’minlerdir. Onlar için Rab’ları katında üstün

dereceler, bol bağışlanma ve sonsuz bir nimet

(Cennet) vardır.> (Enfâl Sûr./2-4). <Onlar, öyle

kimselerdir ki, Allah anıldığında kalpleri ürperir,

başlarına bir musibet (kötülük) gelirse ona

sabrederler, namazlarını dosdoğru kılarlar,

kendilerine verdiğimiz rızıktan hak yoluna

harcarlar.> (Hac Sûr./35), <Onlar,yer yüzünde

tevazu ve sükûnetle yürürler. Geceyi secde ve kıyam

içinde geçirirler.>, <Onlar, harcayacakları zaman,

ne israf (savurganlık), ne de cimrilik (tutuculuk)

ederler, ortalama bir yol tutarlar.>, <Allah’tan

başkasına tapmazlar>, <Haksız yere adam

öldürmezler.>, <Zina etmezler.>, <Yalan yere

şahitlik yapmazlar.>, <Ey Rabb’imiz! Bize, eşlerimizi

öyle ihsan etki, onların yaptıkları iyiliklerle

gözlerimiz aydın olsun!>, <Bizi,” Allah’ın emirlerini

yerine getiren, yasaklarından sakınan muttakilerin

131

başına geçir!” derler.> (Furkan

Sûr./63,64,67,68,74)

Gerçek Mü’minler, ruhi ve ahlâki bakımdan

kendi aralarında farklı dereceler arz ederler. Bunların

en üst seviyesine ulaşmış olan dört grup ise,

<Peygamberler, sıddıklar, şehitler ve sâlih kullar>

olarak belirtilmiştir (Nisa Sûr./ 69). Nitekim Fatiha

sûresinde meâlen <Allah’ım, bizi doğru yola, nimet

verdiklerin yoluna ilet!>, denilmektedir. Tefsircilerin

yorumuna göre “nimet verilen” den maksat bu dört

grup olduğu belirtilmiştir.

Âyetlerde belirtilen nitelikleri sıralamak

gerekirse, gerçek Mü’min:

(a) Allah’a karşı oluşan sevgi, bağlılık ve korku

nedeniyle “ Allah anıldığında” kalpleri titrer,

(b) Karşılarında Kur’an okunduğunda imanları

artar,

(c) Başlarına gelen kötülüklere karşı

sabrederler,

(d) Yeryüzünde tevazu ve sükûnetle hareket

ederler,

132

(e) Namazlarını, belirlenmiş kurallara göre

huşu içinde kılarlar,

(f) Rızık olarak kendilerine ihsan edilen mal-

mülk ve kazancı, Allah’ın emrettiği yerlere harcarlar.

Bu harcamalarında ne savurganlık ve ne de cimrilik

yaparlar. Ortalama bir yol tutarlar,

(g) Allah’ın emir ve yasaklarına uyarlar,

(h) Dua edip kendilerinin de, Allah’ın hoşnut

olduğu “mutteki kullarından“ olmalarını isterler.

Bu gayretlerinden ötürü, Allah Teâlâ da

âhirette, üstün dereceler, bol bağışlanma ve sonsuz

bir nimet (Cennet)’i vaat etmektedir. Gerçek

Mü’min, her söz ve davranışı ile Allah’a daha çok

yakın bir kimsedir. Onun kalbi oldukça hassas ve

insanlara karşı ilişkilerinde çok merhametlidir. Diğer

bir deyişle, Allah’ın makbul kulu seviyesindedir.

Bakın, Süleyman Çelebi Mevlid-i Şerifinde bunu ne

güzel ifade ediyor:

Bir kez Allah dese aşk ile lisan

Dökülür cümle günah, misli hazan

İsmi pâkin pak olur zikreyleyen

Her murada erişir Allah diyen

133

İslâm tarihinde olgun iman ve üstün ahlâk

nitelikleriyle seçkin duruma gelmiş binlerce gerçek

Mü’minler vardır. Bu özellikteki Mü’minler,

yaşadıkları ülkenin milli ve İslâmi seciyesini temsil

ederler. Onların ahlâk ve davranışlarındaki

dürüstlük, bütün bir ulusun yüzünü ak ve geleceğini

güvenli kılar. Onlar olmazsa toplum ruhsuz kalır ve

yönetimde büyük bir boşluk duyulur. Çünkü onlar,

yaptıkları her işte Allah rızasını gözettikleri için işleri

düzgün gider ve başarı ile sonuçlanır.

Osmanlı İmparatorluğu, üç kıtada hükümran

olmuş, dil, din, ırk yönünden değişik milletleri tek

çatı altında toplayıp 600 yıllık bir sürede yönetmiştir.

Bu yönetim kadrolarında görev alıp devletin

otoritesinin içte ve dışta güçlü kılınmasında büyük

hizmetleri geçmiş Müslüman devlet adamlarının

etkinliği inkâr edilmeyen bir gerçektir. Görev bilinci

ve hizmet aşkını bir ibadet sayıp devletin yüce

menfaatları uğrunda canla başla çalışan bu kişiler,

tarih sayfalarında şerefli yerlerini almışlardır. Buna

örnek olarak, yaşamıyla gerçek Mü’min izlenimini

134

veren bir devlet adamımızın hayat öyküsü

anlatılmaya çalışılacaktır:

Hekimoğlu Ali Paşa’nın Hayat Öyküsü :

Sultan III. Osman’ın padişahlığı döneminde

(1754-57) İstanbul’da bir tüccar iflas eder; bütün

mal ve servetini kaybettiği gibi bir de borca girer. Bu

sıkıntılı durumda iken müracaat ettiği bütün eş dost

kapıları yüzüne kapanır. (İslâm’da sosyal

dayanışmanın bir kuralı ve sevabı da büyük olan

‘Karz-ı hasen’ yani ödünç verme sistemi sanki

unutulmuştur.) Adamcağız bu çaresiz haldeyken bir

gece rüyasında Peygamberimizi görür ve O’ndan

yardım ve destek ister. Peygamberimiz ona:

- “Git Allah’ın makbul kulu Ali Paşa’ya benden

selâm söyle, sana 100 altın versin” der. Adam:

- “Ya Rasûlullah ben Ali Paşa’ya selâmınızı iletir,

bana 100 altın vermesini emrettiğinizi söylerim

ama, bana inanmaz” der. Hz. Peygamber (S.A.V.)

şöyle buyurur:

- “Sana inanması için belge vereceğim. Ali Paşa

bana her akşam 100 salâvatı şerife okurdu, ama

135

geçen Perşembe akşamı okumadı, bunu kendisine

söylersen inanır.”

Sabah olunca adam hemen Ali Paşa’ya koşar.

Rüyasını anlatır, ancak Ali Paşa:

- “Peygamberimiz niye bana söylemiyor da sana

söylüyor?” diye inanmak istemez. Adam, Hz.

Peygamber’in (S.A.V.) belirttiği belgeyi öne sürer.

- Efendim sizin bana inanmayacağınızı Hz.

Peygamber’e (S.A.V.) söyledim. O da bana bir

belge verdi. Siz her gece Efendimize 100 salâvatı

şerife okuyormuşsunuz, ancak geçtiğimiz

Perşembe akşamı okumamışsınız” der. Ali Paşa

düşünür ve hakikaten o gece okumadığını fark

eder. Bunun üzerine adama şöyle der:

- “Peki, Hz. Peygamber sana ne söyledi ise aynen

tekrarla.” Adam tekrarlar:

- “Git! Allah’ın makbul kulu Ali Paşa’ya benim

selâmımı söyle sana 100 altın versin.” Ali Paşa:

- “Bir daha söyle.” diye tam yedi defa tekrarlatır.

Adam, Ali Paşa’yı kendisiyle alay ediyor sanar ve

paradan da ümidini keser ki, Ali Paşa:

136

- Sana Peygamber’in (S.A.V.) her selâmı için 100

altın vereceğim. Yedi defa tekrarlattım 700 altın

eder” der ve gerçekten 700 altını verir (23).

Rivayette ‘Allah’ın makbul kulu’ olarak tanıtılan

Ali Paşa kimdir? Yaşamı nerede başlayıp nerede

bitmiştir? Özel ve resmi kişiliği nasıldır? Yaşam

mücadelesi nasıl geçmiş ve olaylara tepkisi nasıl

olmuştur? Hayatı merak konusu olan bu muhterem

zatı bir de yazılı tarih belgelerine göre tanımaya

çalışalım:

Ali Paşa, 1689’da İstanbul’da doğmuş, babası

sarayda Hekimbaşı Nuh Efendi, annesi Safiye

Hanım’dır. Tarihçi Hammer’in kaydettiğine göre

babası Nuh Efendi, aslen Venedik’li olup Padova

Üniversitesi’nde öğrenim görmüş ve rivayette orada

bir Türk hanımla tanışmış, sonuçta aşkı uğruna

İslâmiyeti kabul etmiştir. Böylece Nuh Efendi

İstanbul’a gelip sarayda hekimliğe başlar. Daha

sonra Hekimbaşı olur ve Rumeli Kazasker payesine

kadar yükselir.

Ali Paşa, bu ortamda çok iyi bir öğrenim görür

ve genç yaşta Sultan III. Ahmet zamanında Hassa

137

Silahşörü olur ve daha sonra Dergâh-ı Âli

Kapıcıbaşıları’ndan birine tayin edilir. Zekâsı,

terbiyesi ve zarafeti ile tanınır. Bu özelliklerinden

dolayı III. Ahmet, Hekimoğlu Ali Paşa’yı süratle terfi

ettirip kendisine damat yapmak ister. Fakat

Padişah’ın bu teveccühünü kıskanan Damat (Şehit)

Ali Paşa, bir müddet taşralarda hizmet görüp

yetişmesi uygun olur gerekçesiyle Padişah’ı oyalar

ve Zile Voyvodalığı’na atandırarak İstanbul’dan

uzaklaştırır. Hekimoğlu Ali Paşa’nın bir ömür boyu

sürecek olan gezginci hayatı böylece başlamış olur.

Hekimoğlu, bundan sonra Yeniil (Maraş)

Türkmen Voyvodalığı’na tayin olunarak üç sene

burasını gayet güzel idare eder. Bu başarılı

hizmetinden dolayı bu voyvodalığa ilave olarak

Adana Valiliği görevi de verilir.

Ali Paşa, Ekim 1722’de Yeniil Voyvodalığı

üzerinde kalmak ve İran seferine katılmak koşuluyla

Halep Valiliği’ne tayin olunur. 1724’te İran seferi

başlar. Tebriz’in alınması sırasından gösterdiği

fevkalâde yararlık üzerine 11 Ekim 1725’te vezirlik

verilip birkaç gün sonra da Anadolu Valisi olarak

138

atandırılır. Ancak, İran seferinde Serasker

(Başkomutan) olan Köprülüzâde Abdullah Paşa’nın

hastalanması üzerine Temmuz 1726’da Tebriz

cephesi Seraskerliği’ne tayin olunur.

1727 yılında İran’la geçici bir sulh anlaşması

yapılır. Ali Paşa’nın Kethüdası ile Divan Katibi bu

ortamı fırsat bilerek halk üzerinde işkenceye varan

baskılarda bulunurlar. Halkın bir bölümü şehirden

göç eder. Mezalimle ilgili haberlerin saraya ulaşması

üzerine Ali Paşa Seraskerlik’ten azlolunur ve

Şehrizur Valiliği’ne getirilir. Eylül 1728’de de Sivas

Valiliği’ne atandırılır. Bu görevde iken Çarutale

Bölgesi’nde baş gösteren isyan ve terörist faaliyetleri

önler. Bölgede sükûneti yeniden tesis etmesi üzerine

Padişah fermanı ile takdir ve taltif edilir.

1730 yılında İran’la tekrar savaş başlar. Tebriz

İranlılar’ın eline geçer. Şark seferinin aleyhimize

sonuç vermeye başlaması üzerine Ali Paşa, önce

Diyarbakır Valiliği’ne, arkasından Erzurum Valililği ile

Revan Seraskerliği’ne tayin olunur. Bu sırada

İstanbul’da vukua gelen isyan sonucu I. Mahmut

hükümdarlığa getirilir.

139

Hekimoğlu Ali Paşa, önce Urmiye üzerine

yürür. 65 gün muhasaradan sonra şehir düşer.

Tebriz seferi için bir engel böylece ortadan

kalkmıştır. Tebriz’in savunması kısa sürede kırılarak

şehir tekrar ele geçirilir. Bu fetih dolayısıyla

I.Mahmut’a gazi ünvanı verilir. I.Mahmut da,

Serasker Ali Paşa’ya gönderdiği fermanda sevinç ve

takdirini özetle şöyle ifade eder:

“İzzet sahibi Rabb’in lütfettiği yardım

sayesinde, kale muhasarasını, gücünü esirgemeden

canla başla sürdürmeniz, gayret ve secaat gösterip

Tebriz dahil zaptedilmesindeki üstün hizmetiniz

Sadaret katında makbul görülmüş ve sevince sebep

olmuştur. Hepiniz berhudar ve yüzleriniz ak olsun.

Bundan sonra da Sadaret’e yakışır güzel hizmet ve

kudretinizi esirgemeyiniz“

Hekimoğlu Ali Paşa, bu hizmetine karşılık

olarak Sadrâzam (Başbakan) tayin olunur. 10 Mayıs

1732 tarihinde İstanbul'a gelerek kendisine mühri

hümayun verilir. Üç buçuk yıl bu görevde kalır.

Sadaret’i zamanında humbaracı ocağı kurulur;

140

Avusturya ile Rusya’ya karşı diplomatik görüşmeler

yapılır; Fransa ile işbirliği yapılması yolları araştırılır.

Hekimoğlu Ali Paşa, Ruslar’ın tutumundan

şüphelendiği için İran ile sulh yapmak ister. Bu

sırada İran hükümdarı Nadirşah’tan bir mektup gelir.

Sulh teklifinde bulunur. Ali Paşa bu fırsatı

değerlendirmek üzere cevap mektubunda yumuşak

ifadelere yer verir ve uyuşmak taraftarı olduğunu

belirtmek ister. Ancak bu mektup, İran Seraskeri

tayin olunan Köprülüzâde Abdullah Paşa’nın eline

geçer. Abdullah Paşa, bu tutuma olumlu bakmaz ve

mektubu geri gönderir. Bu tatsız olay Padişah’ın

başkanlığında toplanan devlet ricalı toplantısında

görüşülür. Hekimoğlu’ndan sadaret mührü alınır ve

Midilli’de ikamete gönderilir. İran’la sulhe aleyhtar

olup Hekimoğlu’nun Sadrazamlık’tan azline sebep

olan İran Seraskeri Abdullah Paşa ise, beceriksizliği

sonucu Arpaçayı Muharebesi’nde mağlup olup şehit

düşer.

Hekimoğlu Ali Paşa, kısa zaman sonra Girit

Valiliği’ne getirilir ve aynı sene Nisan 1736’da Bosna

Valiliği’ne atandırılır. Bosna devamlı düşman

141

saldırılarına sahne olmaktadır. 3 sene arka arkaya,

dört-beş yerden Bosna’ya hücum eden büyük

düşman kuvvetlerine karşı koyar ve bozguna

uğratarak önemli başarılar elde eder. Bu sırada

Belgrat da geri alınır.

Mısır’daki Kölemen Beyleri, oraya gönderilen

valilere rahat vermiyor, yönetimi ellerine geçirip

İstanbul’a gönderilmesi gereken vergilere engel

oluyor ve halkı isyana teşvik ediyorlardı. Şöhreti

iyice artan Ali Paşa, asayişi bozan Kölemen Beyleri’ni

cezalandırmak üzere Haziran 1740’da Mısır

Valiliği’ne tayin edilir.

Hekimoğlu, burada Mısır’ı ikinci defa elde

edercesine gayret göstererek bir sene içinde

zorbaları temizler ve Mısır’da yeniden Osmanlı

hakimiyetini kurar. Devam eden İran, Bosna ve

Mısır’daki başarıları Sultan I. Mahmut’un beğeni ve

takdirine neden olur. Bu son başarısından dolayı

önce Eylül 1741’de Adana Valiliği, aynı sene merkezi

Kütahya olan Anadolu Valiliği verilir. Dört buçuk ay

sonra da, yani Nisan 1742’de Padişah’ın gizlice

gönderdiği bir hattı hümâyunla Sadrazam olmak

142

üzere acele İstanbul’a çağrılır. Şehelâ Ahmet

Paşa’nın yerine ikinci kez Sadrazam olur.

Bu ikinci Sadrazamlığı bir buçuk yıl sürer.

Görevden azlı ise yine İran meselesinden ileri

gelmiştir. İran hükümdarı Nadirşah’ın büyük bir

kuvvetle gelip önce Kerkük’ü işgal edeceği ve Dicle

üzerindeki iki yerden köprü kurdurup Musul,

Diyarbakır ve Rakka taraflarına geçmek istediği

haberi alınır. Hekimoğlu Ali Paşa da karşı bir önlem

olarak, devlet ileri gelenleriyle görüşüp kendisinin

bizzat sefere çıkmasını ve müsait bir yerde

kışlayarak ilkbaharda düşmanın vaziyetine göre

hareket edilmesinin uygun olacağını kararlaştırır.

Ancak, bu teklif I.Mahmut’a arz edildiğinde,

düşmanın birkaç ay önceden saldırısını ihtimal

dahilinde iken Diyarbakır Seraskeri’ne gerekli

yardımın yapılmayarak sefere bizzat Sadrazam’ın

çıkması Padişah’ı kuşkulandırır ve hatta kızmasına

neden olur.

Bu olay üzerine Ali Paşa, 23 Eylül 1743’te

Sadrazamlık’tan azl edilir ve Midilli Adası’nda

ikâmete gönderilir. Midilli’de iki ay kalır. Kasım

143

1743’te Kandiye muhafızı ve Girit Valiliği’ne tayin

olunur. Ekim 1744’te de Bosna Valiliği’ne gönderilir.

1745’te Halep Valiliği’ne, sonra Anadolu eyâleti ile

Şark Serdarlığı’na tayin edilir. İran’la barış

anlaşması yapılması üzerine 28 Kasım 1746’da

üçüncü kez Bosna Valiliği’ne gönderilir ve bu defa

Hersek Sancağı da uhtesine verilir. Sadrazam Tiryaki

Mehmet Paşa, Ali Paşa’nın başarılı hizmetlerini

kıskanmaktadır. Onun İstanbul’dan uzak

tutulmasının kendi geleceğine uygun düşeceği

düşüncesiyle Şubat 1748’de Tırhala Sancağı’na ve

daha sonra da Özi Valiliği’ne gönderilir. Birkaç

seneden beri fasılasız oradan oraya nakledilmesi Ali

Paşa’yı tedirgin etmiş ise de yine de verilen görevleri

yerine getirir. Özi eyâleti’nde eşkıya faaliyetine son

verirken tekrar sükûn ve asayişi temin eder. Bu

hizmetinden dolayı kendisine gönderilen bir fermanla

takdir ve taltif edilir. 1750’de Vidin muhafızlığına

naklolur. 1751’de de, Zaralı Mehmet Paşa’nın yerine

asayişi bozuk olan Trabzon Eyâleti’ne tayin edilir.

Epey zamandan beri asayişi bozuk olan

Trabzon ve bağlı bölgelerinde, Hekimoğlu, becerikli

144

yönetimiyle bir yıl içerisinde sükûn ve güveni sağlar.

Halka musallat olan eşkıyadan bölgeyi temizler. Bu

vesileyle Padişah fermanıyla takdir edilir. Trabzon ve

çevresinde güvenliğin iyice sağlanmasını müteakip

1755’te Anadolu Valiliği’ne tayin olunur. 35 gün

sonra da üçüncü kez Sadrazamlığa atandırılır (24/4.

cilt, sf: 323-335).

Hekimoğlu’nun bu defaki Sadrazamlığı üç

buçuk ay kadar sürer. Padişah III.Osman asabi bir

mizaca sahip kişi idi. Ayrıca, etrafın etkisinde de

kalırdı. Saray halkından bazıları Sadaret işlerine

karışması üzerine Hekimoğlu’nun bağımsız görev

yapmasını olumsuz yönde etkiler ve bazı sözlerle

tepkisini göstermek ister. Fakat bir kısım Padişah

adamları bu sözleri abartarak III. Osman’a

ulaştırırlar. Böylece Padişah ile Sadrazam

Hekimoğlu’nun arası açılır. Bu sırada III. Osman

amcasının oğlu veliaht şehzade Mehmet’in bertaraf

edilmesini, yani öldürülmesini ister. Ama Hekimoğlu

Ali Paşa, insan olarak da, Sadarazam olarak da, bu

işe asla taraftar olmaz. Bu tutumuda bardağı taşıran

son damla olur. Osmanlı hükümdarı, devletin ileri

145

gelenlerinden bazılarının telkinleriyle Ali Paşa’yı

derhal huzura çağırtır ve:

-“Bak Paşa! Seni şimdi azleder, yerine

hamallar kâhyası Ali Ağa’yı Vezir-i Âzam yaparım “

diye gürler.

Hekimoğlu Ali Paşa hiç tereddüt etmeden:

“-Emru ferman Şevketlü Padişah

Efendimiz’indir! Hamallar kâhyası Ali Ağa’yı Vezir-i

Âzam yaparsınız. Hamal Ali Paşa olur. Olur ama,

hiçbir zaman Hekimoğlu Ali Paşa olamaz! “ diye

cevap verir. Bu cesurane ve cinaslı konuşma üzerine

Padişah gazaba gelerek kıymetli Sadrazam’ın derhal

Kızkulasi’nde katlini irade eyler (Mayıs 1755).

Ali Paşa, Padişah’ın bu buyruğunu tevekkülle

karşılar. Hayırhah olmaktan öte hiçbir kusuru yoktu.

Kendisi Topkapı Sarayı’nın “ Ceza kapısı “ denilen

dördüncü kapısına götürülür. Bu kapının arkasında

bir hücre vardır. Hücrede aptest alacak bir musluk

ve namaz kılmaya elverişli bir yer mevcuttur.

Hekimoğlu Ali Paşa burada aptestini tazeler ve iki

rekât namaz kılar. Yanında bulunan birkaç kişiyle

helâllaşır. Sonra balıkhaneye indirilir ve Saraya ait

146

ufak bir saltanat kayığına bindirilerek Kızkuzlesi’ne

doğru hareket edilir.

Ali Paşa, ölümden korkan bir insan değildir.

Kendisine, ölüme mahkûmiyetin bir ifadesi olan

“siyah kaftan“ giydirilir. Kayıkta Bostancıbaşı ve

cellatların arasında ayakta dimdik durur. Kasrın tam

önüne geldikleri vakit Padişah’ın kendisini

seyrettiğini fark eder. Âl-i Osman’a ve Devlet-i

Âliyye’ye bağlılığı ve saygısını bildirir bir hareket

yapmayı bu vaziyette dahi ihmal etmez. Kayıktan

Padişah’a yerle bir temenna eder. III. Osman bu çok

çelebice hareketi görür, yanındaki müsahibine:

“Fe Sübhanallah! Yahu ne garip Âdem’dir.

Böyle bir hengâmede dahi istifin bozmayıp tekâpû

eyler. Allah Allah! Ne korkmaz, ne gayyur Âdem’dir,

ya Rabbi!“ diye hayret ve takdirini gizleyemez.

Zeki bir adam olan ve Ali Paşa’yı da çok seven

müsahip, bu fırsatı kaçırmaz. Padişah’a:

“Hünkârım! Paşa kulunuz kadim bir vezirdir.

Devlete hidematı bi payandır. Edeb-i vüzeraya ve

kaide-i mülüke pek aşinadır.“ sözleriyle af için ilk

çıkışı yapar. Kayığın Kızkulesi’ne yanaşmasına

147

ramak kalmıştı ki, Padişah’ın yanına Şefsuvar Valide

Sultan koşarak gelir ve:

“Arslanım! Paşa kulunuz için afv-ı şâhânenize

hep birlikte intizar vermekteyiz.“ der. Bu esnada III.

Osman’ın gazabı da geçmişti. Paşa’yı af eder ve

ölüm cezasını Kıbrıs’a kale bentliğe çevirir.

Kıbrıs’a gelip ikamete başlar. Şöhretinden

dolayı çok elçi ve diğer devlet erkânı tarafından

ziyaret edilip çeşitli hediyeler takdim edilir. Ali Paşa

da kabul ettiği hediyeleri ihtiyaç sahiplerine dağıtır.

Bir yıl içinde adadaki fakirlere 100,000 kuruştan

fazla sadaka verdiği söylenir.

Bir süre sonra Kıbrıs’tan Rodos’a nakledilir.

1755’te de beşinci defa Anadolu Valisi olur. Valilik

makamı Kütahya’da bulunmasına karşın bir müddet

İzmir’de oturmasına müsaade edilir. Artık

yaşlanmıştı. Sadârette geçen görev süresi toplamı

beş yıldı. Bu süre hariç bütün hayatı bir diyardan

ötekine göçle geçmişti. 12 Ağustos 1758’de

(prostatla ilgili bir hastalıktan) 71 yaşında vefat eder

ve Kütahya’da gömülür. Vasiyeti üzerine 26 gün

sonra cesedi İstanbul’a getirilir daha önce kendi

148

parasıyla inşa ettirdiği camii yanındaki türbesine

gece yarısı defnedilir. Böylece ölü olarak da bir göç

olayı yaşar (25/2. cilt, sf: 672).

Hekimoğlu Ali Paşa askeri, idari ve siyasi

sahalarda başarılı olmuş bir Osmanlı Veziri idi.

Sadaret’i, baştan sona kadar başarılı geçmişti.

Muharebelerde düşmanı tuzağa düşürecek harp

hilelerini çok iyi bilir ve uygulardı. Düşmanın

çokluğundan endişe etmez, buna karşın gereken

önlemlerini alırdı. Bu nedenle de katıldığı her

muharebe zaferle sonuçlanmıştı.

Hekimoğlu Ali Paşa’nın her işinde başarılı

olmasının bir nedeni de kalabalık, becerikli ve

güvenilir bir yardımcı kadroya sahip olması idi.

Mahiyetini disiplinli bir ortam içinde yönetir; bunların

halka en küçük bir haksızlık yapmasına izin

vermezdi. 1727 yılında İran’da başından geçen olay

ona tecrübe kazandırmıştı. Bu nedenle görev yaptığı

vilayet ve eyâletlerdeki idaresinden, âdilâne

uygulamasından halk memnundu.

Hekimoğlu Ali Paşa, zor günlerin adamı idi. İş

bilir, iş becerir ve iş bitirir bir yeteneğe sahipti.

149

Geçmiş hayatına bakıldığında, devletin emniyet ve

asayişi temin edemediği en karışık yerlere bunun

görevlendirildiği ve en kısa zamanda devlet

hâkimiyetinin tekrar sağlandığı görülür. Bilhassa

Mısır, Özi, Carutale ve Trabzon bölgelerinde baş

gösteren eşkıyaya karşı icraatı fevkalâde dahili

başarılarındandır.

Ali Paşa, göçmen ve hayli de uzun memuriyet

hayatında dürüstlükten hiç ayrılmamış, irtikâp ve

rüşvet gibi yüz kızartıcı hareketlerden uzak kalarak

katiyen lekelenmemiştir. Başarılı hizmetlerinden

dolayı genelde Padişah’ların takdirlerini kazanmış bir

vezir oluşu nedeniyle, devamlı başkalarının haset ve

çekemezliğine hedef olmuştur. İstanbul’dan uzak

yörelerde görevlendirilişi, üç kez Sadrazamlık’tan

azlı, bu çirkin oyunun sonucudur. Örneğin Tiryaki

Mehmet Paşa’nın Sadareti döneminde epey tehlike

atlatmış ve kendisini seven Sultan Mahmut’un ikazı

üzerine katledilmekten kurtulmuştur.

Ali Paşa, fevkalâde cömertti. Vezir-i

Âzamlık’tan her defa azlinde ancak birkaç yüz kese

gibi az bir parası birikirdi. Bütün paralarını hayır

150

işlerinde kullanır, ehl-i tarik ve ulema sınıfından

olanlara daha fazla ihsanda bulunurdu. Hatta bazı

seyisler, arabacılar başlarına ulema kavuğu giyip

geldikleri zaman, hallerince ikram görürler, halk ve

mahiyetindekileri bu hale şaşarlar hatta ahbabından

biri bu aldatmayı niçin fark etmezsiniz dediği zaman:

“Fark ederim, ama fark etmem, ben cümlesini

iyilerden düşünürüm. Belki aradığım içlerinde

bulunur.“ der.

Ali Paşa, dünyada sorumlu olduğu işleri büyük

gayret, ciddiyet ve başarılı olarak yürütürken, âhireti

için de elinden geldiği kadar hasenette bulunmuştu.

İstanbul’da Cerrahpaşa ile Kocamustafapaşa

semtleri arasında güzel bir cami, sebil, kütüphane

yaptırmıştı. Türbesi de burada bulunmaktadır.

Kabataş ve Çemberlitaş’ta da birer çeşmesi vardır.

YORUM:

Hekimoğlu Ali Paşa, neden “ Allah’ın makbul

kulu “ olarak tanıtılmıştır?

1. Çünkü O, devlet hâkimiyetinin egemen

olması ve halkın huzur içinde yaşaması için

çalışmıştı. Carutale, Mısır, Özi ve Trabzon

151

bölgelerinde baş gösteren terörist faaliyetleri önleme

ve temizlenmesinde gösterdiği üstün başarı bunun

birer örneğidir.

2. Çünkü O, Allah sevgisi ve Rasulûllah

muhabbeti ile dopdolu gerçek bir Mü’min olarak ne

dünyasını âhiretine, ne de âhiretini dünyasına tercih

etmişti. Uzun bir memuriyet hayatını bir yerden

başka yere kısa aralıklarla göç ederek geçirmesi,

inişli çıkışlı bir makamdan başka makama

atandırılması O’na bezginlik ve kızgınlık da

vermemişti. İnsanoğlunun bu dünyada “ biraz açlık,

biraz korku, biraz da candan maldan ve ürünlerden

noksanlık görerek denendiğini, sonunda kazananın

sabredenler olduğunu (Bakara Sûr./A: 155) bilerek

olumsuz her olay karşısında sabır ve tevekkülle

davranmıştı. O’nun gerçek ideali makam yeri değil,

halka ve devlete hizmetti. Üç kez Başbakanlığa

(Vezir-i Âzam) getirilmiş, azledilerek görevden

uzaklaştırılmış ve muayyen yerlerde ikâmete

zorlanmış, sonra bir şey olmamış gibi vali, komutan,

kale muhafızı gibi makamlara atandırılmıştı.

152

Devletin üst kademelerinde görev yapmasına

karşın hiç zengin olamamış, alın teri kazancı ile

ancak geçimini sağlamış, tasarruf edebildiği bir

miktar para ile de İstanbul’un nadide yerlerinde

adına saray, köşk, konak gibi gayrimenkul

edinmemiş, bunun yerine cami, kütüphane ve çeşme

yaptırarak halka hizmette bulunmuştu. O’nun

yoksullara sadaka dağıtması övgü ile anlatılmıştı.

3. Çünkü O, haksız olarak bir Mü’min’in

öldürülmesinin büyük günah ve cezasının

cehennemde yanmak olduğunu, ayrıca Allah

tarafından lânetlendiğini (Nisa Sûr./A:93) “veda

haccı hutbesi“ nde Peygamberimiz tarafından da açık

ve kesin olarak yasaklandığını biliyor, bu inançla

Padişah’ın yeğenini öldürtme isteğine karşı

geliyordu.

Padişah’ın kendisi hakkındaki idam edilme

fermanını tevekkülle karşılamıştı. Çünkü Kur’an-ı

Kerim’de Allah’ın, her yaratığın bir ömrünün olduğu,

ömür bitmeyince ölümün gelmeyeceği, ömür bitince

de hiçbir kimsenin bunu durduramayacağını, doğum

ve ölümün ancak Allah iradesiyle gerçekleştiğine (Âl-

153

i İmran Sûr./ A: 45) kesin inancı vardı. İşte bu

nedenle de ölüm fermanından hiç de etkilenmemişti.

Ayrıca, ölüm fermanının icra edileceği Kız

Kulesi’ne kayıkla götürülmesi esnasında kendisini

saray penceresinden izleyen Padişah’ı fark edince

hemen çelebice temenna alarak devlet başkanına

karşı sonsuz bağlılığını göstermişti. Gerçekten O’nun

bu tutumu, Kur’an’daki “Ey iman edenler! Allah’a

itaat ediniz, Peygambere de itaat ediniz ve sizden

olan emir sahiplerine (Ulû’l-emre) de.“ (Nisa

Sûr./A:59) meâlindeki yüce Allah’ın buyruğundan

kaynaklanmakta idi.

4. Sözün özü: O yaşamını Kur’an ve

Peygamberin sünnetiyle güzelleştirmiş, Allah’ın

buyruğunu ve Peygamber’in tavsiyelerini kendisine

değişmez düstur edinmişti. Nitekim Peygamber

Efendimiz’in<Cuma günü bana salâvatı çok okuyun.

Çünkü okunan salâvatlar meşhuttur ( melekler ona

tanıklık ederler). Bana salâvat eden hiç kimse yoktur

ki o daha okumasını bitirmeden salâvatı bana

ulaştırılmamış olsun.> (28/17.cilt, sf:153-154)

tavsiyesine uyarak Peygamberimiz’e salâvat

154

okumayı devam ettirmiştir. Zor durumda kalan

esnafın gördüğü rüyaya istinaden ve

Peygamberimiz’in selâmına karşılık 700 altın bağışta

bulunması, Ali Paşa’nın manevi yönünün

sağlamlığının bir göstergesidir. İşte bundan dolayıdır

ki O, “Allah’ın makbul kulu“ olarak tanıtılmıştır.

(O’nun aziz ve örnek alınacak hatırasını

şükranla anar, Allah’ın bol rahmetine kavuşmasını

dilerim.)

d. Tevekkül Anlayışı :

Tevekkül, Allah’a dayanmak, güvenmek ve bir

işin olması için çalışıp sonucunu Allah’tan

beklemektir. Diğer bir tanımla, kul kendisine düşeni

yapacak, sonucu Allah’a bırakacak. Örneğin, çiftçi

tarlasında verimli ürün yetiştirmek istiyor. Bunun

için, önceden tarlasını sürecek, toprağın analizine

göre hangi tür gübre ve ne miktar gerekiyorsa

bunları da hazırlayacaktır. Toprağın nem durumu ve

mevsim koşulları uygunsa tohumu toprağa ekecek.

Tohum çimlenip çıktıktan sonra varsa yabancı otlar

155

temizlenecek. Gerekiyorsa sulama işlerini de

yapacak. Buraya kadar olan işler çiftçinin görevidir,

bu hizmeti eksiz yerine getirecektir. Bundan sonra

ürünün verimli olması Allah’ın takdirine

kalmıştır.(Yağmur, dolu, sel, yangın gibi tabii

afetlere maruz kalıp mahsul harap olabilir.) Bu

nedenle Allah Teâlâ : <Deki: Hiçbir zaman bize,

Allah’ın bizim için takdir ettiğinden başkası

dokunmaz. O bizim, Mevlâmızdır, mü’minler ancak

Allah’a tevekkül etsinler.> (Tövbe Sûr./51)

buyurmuştur.

Tevekkül, “Allah kerimdir?” deyip kendini

uyuşukluk içine bırakmak değil, gerektiği gibi

çalıştıktan sonra, işi asıl yapanın Allah olduğunu

düşünerek başarıyı O’ndan beklemektir. Eğer

tevekkül, çalışmayı bırakıp işin olmasını, rızkın

gelmesini Allah’tan beklemek anlamına gelseydi,

Peygamber Efendimiz ve sahabileri, İslâmın

yayılması için o kadar uğraşlar vermez, eziyetlere,

sıkıntılara katlanmazlardı.

156

Tevekkülü nasıl anlamamız gerektiği konusu,

milli şairimiz Mehmet Akif Ersoy’un “Azimden Sonra

Tevekkül” isimli şiirinde ne güzel ifade edilmiştir:

“Allah’a dayandım!” diye sen çıkma yataktan...

Mânâ-yi tevekkül bu mudur? Hey gidi nâdan!..

Ecdadını, zannetme asırlarca uyurdu;

Nereden bulacaktın eldeki yurdu?

Üç kıtada, yer yer kanayan izleri şahit.

Dinlenmedi bir gün o büyük nesl-i mücahit.

Âlemde “tevekkül” demek olsaydı “atalet”,

Miras-ı diyanetle yaşar mıydı bu millet?

Çoktan kürenin meş’al-i tevhidi sönerdi;

Kur’an duramaz nezd-i ilâhiye dönerdi.

Allah’a ne kadar tevekkül edilir, güven

duyulursa iyi bilinmelidir ki O, daha fazlasına

lâyıktır. Ve O’ndan başka tevekkül edilecek, bel

bağlanacak, gücüne sığınılacak hiçbir makam

yoktur. Fakat şunu unutmamak gerekir ki, tevekkül

demek görevin ifasını Allah’a havale etmek, demek

değildir. Sadece işin sonuca ulaşma emir ve kararını

Allah'a bırakmak demektir.

157

Bir bedevi, Peygamberimize gelip: Akşam

devemi Allah’a emanet ettim, sabahleyin yoktu,

kaçmış gitmiş, dedi. Efendimiz sordu :<Bağladın

mı?> Bedevi bağlamadım, dedi. Bunun üzerine

Efendimiz: <Önce sağlam kazığa bağla, sonra

Allah’a emanet et!> ,dedi. Bedevi, bağladıktan sonra

Allah’a emanet etmeğe ne gerek var, deyip gitti.

Ertesi sabah bedevi geldiğinde Efendimiz

sordu: <Ne oldu?> Bedevi anlattı: <Devemi

bağlamıştım, gece canavar gelip devemi

parçalamış.> Efendimiz cevaben: <Bu gece de

benim dediğim gibi yap!> buyurdu. Ertesi gün

bedevi tekrar geldiğinde ne oldu diye sorulunca

bedevi: Devemi sağlam kazığa bağlamıştım, gece

canavar gelirken hayvan onu hissetmiş olmalı ki,

hafif bir huzursuzluk sesi çıkardı. Ben sesi duyunca

kalkıp canavarı öldürdüm ve devemi kurtardım.

Peygamber Efendimiz şunları söyledi: <Allah

insana işte böyle yardım eder. Canavar deveni

parçalarken çıkan çok büyük gürültüyü duymadın.

Akşam ise küçük bir sesi duydun. O sesi sana Allah

duyurdu. Deveyi bağlamak insanın görevi, ancak

158

ondan sonra onu korumak Allah’ın işidir. Sen sana

düşeni yaparsan, O da kendine düşeni yapar. Sen

yapmazsan O da yapmaz.> (17/3.cilt, sf:278-280).

Allah Teâlâ : <...İş hakkında onlara danış.

Kararını verdiğin zaman da artık Allah’a dayanıp

güven. Çünkü Allah, kendisine dayanıp güvenenleri

sever.> (Âl-i İmran Sûr./159) buyurmuştur. Bu

âyette, tevekkülün nasıl yapılması gerektiği

açıklanıyor. Allah’a dayanıp güvenmenin nasıl olması

gerektiğini, Hz. İbrahim Peygamber’in eşi Hz.

Hacer’in yaşam öyküsünden öğrenelim:

Hz. İbrahim, karısı Hacer ile henüz annesini

emmekte olan oğlu İsmail’i Allah’ın emri ile

Filistin’den alıp Mekke’ye götürdü. Halen, Zemzem

kuyusunun bulunduğu yerde, büyük bir ağacın altına

yerleştirdi. Onlara bir dağarcık hurma ve bir kırba su

bırakarak, tekrar Filistin’e dönmek üzere hareket

etti. O esnada Mekke’de ne bir insan, ne su, ne de

hayat işareti vardı.

Hz. Hacer, eşi Hz. İbrahim’in arkasından

koşarak:

159

- Ey İbrahim! Konuşulacak bir kişinin, yiyip

içilecek bir şeyin bulunmadığı bu ıssız vadide bizi

kime bırakıp gidiyorsun? Bunu sana Allah mı

emretti, diye seslendi. Hz. İbrahim arkasına

bakmadan:

- Evet, Allah böyle emretti, diye cevap verdi.

Hz. Hacer:

-O halde, o bizi korur, diyerek derin bir

teslimiyet içinde oğlunun yanına döndü.

Hz. İbrahim, eşi ve çocuğundan ayrılıp onları

göremeyecek kadar uzaklaştıktan sonra, Kâbe’nin

bulunduğu yere yönelerek :

“Ey Rabb’im, ben soyumdan bir kısmını senin

kutsal evinin yanında ekin bitmez (çorak) bir vadi

içinde yerleştirdim. Rabb’imiz (Beytin’de) namaz

kılmaları için insanlardan bir kısmının gönüllerini

onlara meylettir. Şükretmeleri için onları meyvelerle

rızıklandır.” (İbrahim Sûr/A:37) diye dua etti.

Yanlarındaki su ve hurma bittikten sonra Hacer,

çocuğunu olduğu yerde bırakarak bir can yoldaşı

görebilmek amacıyla yüksekçe yer olan “Safa tepesi”

ne çıktı. Çevreyi gözledi ve bir şey göremedi.

160

Oradan ayrılıp karşı taraftaki “Merve tepesi”ne

yöneldi. Orada da bir şey göremedi. Böylece yedi

defa tepeler arasında gidip geldi. Merve’ye son

gelişinde bir ses işitti. Sesin geldiği yere yönelince

melek Cibril’in oğlunun yanında kanadı ile yeri eşip

“Zemzem suyunu” çıkardığını gördü. Hacer sevinçle

koşup sudan kana kana içti. Suyun etrafını çevirip

havuz haline getirdi. Cibril yanlarından ayrılırken

Hacer’e:

Sakın burada yok olacağız diye korkmayın, işte

şurası, Beytullah’ın yeridir. Onu bu çocukla babası

yapacaklardır. Allah, Beyti’nin ehlini zayi etmez, dedi

(18/sf:11-13).

Bu yaşanmış olayla bizlere verilmek istenen

mesaj:

(1) Allah sevgisi ve Allah’ın emirlerine itaat her

şeyin üzerindedir. Bu olayla Hz. İbrahim, hiçbir

kimsenin başarması mümkün görülmeyen zorlu bir

sınav geçirmiştir.

(2) Hz. Hacer’in, kadın oluşu ve üstelik bebek

sayılan oğlu ile yapayalnız ıssız bir beldede ikâmete

mecbur kalışında gösterdiği metanet ve sabır,

161

Allah’a teslimiyet ve tevekkülün en belirgin

örneğidir.

e. Kader ve Rızık:

İmanın esas kurallarından biri de “kadere”

inanmaktır. Kader nedir? Ezelden geleceğe kadar

olacak şeylerin, ne şekil ve ne zamanda olacaklarsa,

onların hepsini ezelde -daha onlar yok iken bilip

Allah’ın o surette- takdir buyurmasına, kader denir.

Kader, kulun bütün iş ve davranışlarının ezelde

takdir edildiğine ve kulun bu takdirin dışına

çıkmasına imkân olmadığına inanmasıdır. Bu

noktada birçok kimse yanlış yorumlara kalkıştığı için

mezhepler doğmuştur.

Ehli sünnet topluluğuna göre -ki, doğru inanç

ve sağlam akide budur- kulun, hem ezelde takdir

edilene uygun hareket etmek zorunda oluşu, yani

kulun fiilini Allah’ın halk ettiğine inanması ve hem de

amellerinden sorumlu olduğunu kabul etmesidir.

Diğer bir ifadeyle şöyle de denir: Kaza ve

kadere iman demek, hayır ve şer, iyi ve kötü, acı ve

162

tatlı, canlı ve cansız her ne varsa onların hepsi

henüz olmadan, Allah tarafından bilinip öylece

ezelde takdir edip zamanı gelince yaratmasına

“kaza“ inanmak demektir. Ayrıca, Allah’ın takdirine

uymayan hiçbir amelin (eylemin ) işlenmesine

insanlar muktedir değildir.

Konuyu bir örnekle açıklamaya çalışalım: Bir

insanın eylemi, üç safhada teşekkül eder.

Birinci safha : Doğuş

İkinci safha : Düşünce ve karar verme

Üçüncü safha: Eylemin oluşması

Birinci safha, herhangi bir işin akıla gelişinden

ibarettir. Örneğin, eve bir buzdolabı almak

düşüncesi akla gelir.

İkinci safha, düşünce ve karar verme, yani

akla gelen herhangi bir işin gerçekleşmesi için

ayrıntılarını düşünüp karar vermektir. Şöyle ki,

buzdolabının hangi marka olacağı, diğer markalara

göre özelliği, alım yapılabilmesi için gerekli paranın

hazır olup olmadığı, hangi satıcıdan alım yapılacağı

gibi konular düşünülüp uygun olanı seçip almaya

karar verme, ikinci safhayı oluşturur.

163

Üçüncü safha ise karar verilen işin eyleme

dönüşmesidir. Bütün hareketlerimiz bu üç safhadan

geçerek eylem sonuçlanır.

Hareket ve davranışlarımızın birinci ve üçüncü

safhaları, yani doğuş ve oluş safhalarında bizim

hiçbir etkinliğimiz yoktur. Örneğin, biz her zaman

dilediğimiz şeyi hatırlayamayız. En yakın bir

arkadaşımızın, hatta çocuğumuzun ismini dahi

unutur bir türlü hatırlayamayız. Aynı şekilde üçüncü

safhadaki oluşumda da bizlerin etkinliği yoktur.

İşlerimiz mutlaka bizim istediğimiz şekilde cereyan

etmez. Ticarette bunun pek çok örneklerini görürüz.

Aynı yerde yan yana iki dükkânda aynı işi yapan iki

esnaf düşünelim: Sermayeleri aynı ve satışını

yaptıkları mallarda aynı türdendir. Fakat birisi büyük

kazanç elde ettiği halde, öteki zararına çalışıp iflasa

gittiği çok görülmüştür. Ortaya, niçin böyle bir farklı

durum çıkıyor?

Diğer bir örnek, birini öldürmek isteyen şahıs

mutlaka bu eyleminde sonuca ulaşamaz. Nitekim bu

adam tabancasını öldürmek kastı ile istediği kişiye

çevirip tetiği çektiği halde ateş almadığı görülür.

164

Veya ateş ettiği adam yaralandıktan sonra iyileşir ve

ölmez. Sonuç olarak görülüyor ki, “üçüncü safha” da

bizim elimizde değildir. Biz her istediğimiz şeyi,

istediğimiz zamanda ve kesinlikle istediğimiz şekilde

yapamayız. Netice olarak şu gerçeğe teslimiyet

gösteriyoruz: Üçüncü safha, Allah’ın takdir ve

dilemesiyle oluşur.

Fiil (eylem) ve davranışlarımızın ikinci safhası

ise kendi irademize bırakılmıştır. Kul, seçim ve

iradesini dilediği tarafa yönlendirir. Düşünüp karar

vererek eylemini gerçekleştirmeye koyulur. Ceza ve

ödüllendirme de zaten bu aşamadadır. Nitekim

Kur’an-i Kerimde <Emene Rasûlu...> bilinip okunan

âyette yüce Allah : <...Nefsin yaptığı iyi şeyler

kendisine ve karar verip işlediği kötü şeyler de

aleyhinedir> (Bakara Sûr./286) buyurmaktadır.

Başka bir örnek; katil, herhangi bir kimsenin

ölümüne sebep olduğu zaman, o adam öldüğü için

cezalandırılmaz. Çünkü ölüm tabii bir olaydır.

Ölümün zamanı Allah tarafından belirlenmiş olup ne

öne alınabilir, ne de ertelenebilir. Ölüm, ruhun

bedeni terk edişi hadisesidir. Ancak, katil hakkı ve

165

yetkisi olmadığı halde birini öldürmeye azmettiği,

öldürmeyi kesbettiği (kendi güç ve iradesini yani

kesin kararını bu işe yönlendirdiği) için ceza görür.

Veya Allah’ın kesinlikle yasaklamış olduğu bir işi

yapmaya karar verip eyleme giriştiği için

cezalandırılır.

Mükâfat ve ceza, azmetme ile ilgili olduğu

içindir ki, iyi bir iş yapmak isteyen kimse onu

yapmayı çok arzu ettiği halde yapamazsa dahi

yapmış gibi sevap kazanır. Bu konuda Peygamber

Efendimiz bir hadisinde şöyle buyuruyor: <Bir kimse

Allah Teâlâ’dan canı gönülden şehitlik istese, o

kimse yatağında ölse bile Allah onu şehitler

derecesine ulaştırır.> Bunun aksinin de aynı olması

gerekir diye düşünülebilir. Bir kötülüğü düşünüp

işlemeyi kararlaştırdığı halde bunu

gerçekleştiremeyene de işlemiş gibi ceza verilmesi

adalet gereğidir. Fakat burada Cenab-ı Hak’kın

rahmeti ilâhisi kulun imdadına yetişir ve cezadan

affedilir. Şöyle ki, bir kudsi hadis de Cenabı-ı Hak :<

Benim rahmetim, gazabımı geçti.> buyurur

(21/sf:25). Onun içindir ki, kullarına sonsuz

166

rahmetinden dolayı eylem haline geçmeyen iyi bir

azmetmenin mükâfatı aynen verildiği halde, eyleme

geçmeyen kötülüğe azmetmeyi affeder de cezası

verilmez. Yine Peygamber Efendimizden rivayet

edilen diğer bir Kuds-i Hadis de şöyle buyurmuştur:

Allah Teâlâ <Kulum bir iyilik yapmağa azmeder de

bir engelden dolayı onu başaramazsa, onun için bir

hasene yazarım. Azmettiği iyiği yaparsa on

haseneden yedi yüz misline kadar sevap yazarım.

Bir fenalık yapmağa teşebbüs eder de yapmazsa,

aleyhine hiçbir şey yazmam. Eğer niyetlendiği kötü

işi yaparsa yalnız bir günah yazarım.> demiştir

(21/sf:20) (Hadisi Buhari, Müslim, Tirmizi rivayet

etmiştir).

Bu aşamada şöyle bir soru akla gelebilir: Niçin

bizim olmasına karar verip istediğimiz her şey

gerçekleşmiyor? Bu kesbimize (karar alıp

istediğimize) göre takdir yapılmıyor? Çünkü her

istek, mutlaka oluş safhasına intikal etmesi icap etse

idi, o zaman hem kâinatın ve hem de toplumun

düzeni bozulurdu. İnsan oğlu neler istemez ki!...

Onun içindir ki, Cenab-ı Hak her azmetmeyi takdir

167

etmemiş, ancak şu âlemin nizamını bozmayacak

takdiratı yapmıştır (19/sf:3-8).

Allah Rasûlu, kendisine verilen islâmi tebliğ

görevi ile bütün insanların imanlı birer ümmet

olmasını canı gönülden istemekteydi. Fakat dünya

ve âhiretle ilgili gerçekleri açıklayarak tebliğ

etmesine rağmen, müşrik ve kâfir durumunda

olanlar Müslüman olmaktan kaçınmışlar, münafıklar

ise aldatma oyunlarını sergilemişlerdi. Bu olumsuz

gelişmeler, Peygamber Efendimizi çok üzmüş olacak

ki, onu teselli etmek üzere Allah Teâlâ şöyle

buyurmuştur: <(Rasûlum!) Eğer Rabbın dileseydi,

yeryüzündekilerin hepsi elbette iman ederlerdi. O

halde, inanmaları için sen mi zorlayacaksın?>,

<Allah’ın izni olmadıkça hiç kimse inanmaz. O,

akıllarını kullanmayanları murdar (inkârcı ) kılar>

(Yunus Sûr./99-100). <Ve bir şey hakkında: Ben

bunu elbette yarın yapacağım, deme. Ancak, Allah

dileyecek olursa, yapacağım, de ...> (Kehf Sûr./23-

24).

Bu âyetlerde açık olarak ifade edildiği üzere,

kişi bir konuda karar verip istedikten sonra kararın

168

eyleme dönüşmesi, ancak Allah’ın dilemesiyle

gerçekleşir. Bazı isteklerimizin karar aşamasından

azmettiğimiz (istediğimiz) halde, Allah’ın takdir

etmediği, yanı gerçekleşmediğini görürüz. Bunda da

bir hikmetin olduğunu düşünmeliyiz. Belki de sonuç

yararımıza olacaktır.5

5 1955 yılının Eylül ayı idi. Lise mezunu olarak Ankara Üniversitesi’nin bir fakültesine girme uğraşısı veriyordum. Fakir bir ailenin çocuğu olmam dolayısıyla tercihim burs verecek okula kaydımı yaptırmaktı. Ancak, gelişen olaylar bu isteğimin gerçekleşemeyeceğini gösteriyordu. Bir arkadaş, konuşma esnasında, Tapu-Kadastro Genel Müdürlüğü burslu öğrenci alacağını, öğrencilere 11 ay kurs gösterdikten sonra teknisyen memur ataması yapacağını, yaz aylarında arazi çalışmaları sırasında harcırah verip maaşın iki kat artacağı, şeklinde bilgi verdi. Onlar iki arkadaş olarak müracaat ettiklerini ve sağlık raporu için Ankara Numune Hastanesi’ne havale yapıldıklarını da sözlerine ilave ettiler. Ben de ertesi günü gidip müracaatımı yaptım. Beni de hastaneye gönderdiler. Hastane giriş kapısındaki görevli memur, yazıyı okuduktan sonra bana dönüp: <Burası okul değil, kurs yeri. Senin muayenen ücrete tabidir. Beş muayene ve tahlil için 75 Lira ödemen gerekiyor. Parayı yatırırsan içeri girersin.> dedi. Kendisine bir gün önce gelip ücretsiz muayene olan arkadaşları hastane bahçesinde göstermeme rağmen kabul ettiremedim ve üzüntülü olarak oradan ayrıldım. Sonra İlahiyat Fakültesi’ne kaydımı yaptırdım. Burs alabilmek için beklerken bu fakültede Silahlı Kuvvetler’in de beş öğrenci kontenjanının bulunduğunu öğrendim. Kayıt işleri Kara Harp Okulu K.lığı’nca yapıldı ve askeri öğrenci olarak fakülteye devam ettim. Bitirince Teğmen rütbesiyle göreve başladım ve 30 yıllık bir hizmet sonunda Albay rütbesiyle emekli oldum.

169

İnsanların rızkı (kazançları) kaderle ilgilidir.

Allah herkesin rızkını takdir buyurmuştur. Fakat

takdir edilmiş bu rızkı arayıp bulmak ise kulun

görevidir. Çalışıp aramak kuldan, yaratmak da

Allah’tan beklenmelidir. İnsan, Allah’ın kendisine

lütfettiği akıl ve hür iradesiyle kendi yararına olan

rızkını arayacak, bu yönde gerekli çalışma ve gayreti

gösterecek, sonra da gerçekleşmesi için Allah’ın

takdirini bekleyecektir. Sonuç istediği gibi olmazsa

hemen üzüntüye kapılmayacak ve bunda da kendisi

için bir hayır olduğunu düşünecektir. Çünkü kul,

devamlı sınav geçirmekte ve denenmektedir.

Rızkı veren Allah, bunu bütün kullarına eşit

olarak dağıtmamış, bazısına çok, bazısına da az

takdir etmiştir. Netice, şükretmek- sabretmek

sınavıdır. Nitekim Allah Teâlâ : <Ve eğer Allah, rızkı

kulları için yayacak olsa elbette yerde haddi tecavüz

Şimdi bu yaşanmış olayın kritiği yapıldığında o tarihteki istek ve kararımın gerçekleşmemesinin nedeni daha kolay anlaşılmaktadır. Nitekim Allah Teâlâ buyuruyor ki: <Olur ki, bir şey hoşunuza gitmezken, sizin için o hayırlı olur. Ve bir şey de sevdiğiniz halde o, hakkınızda şer olur. Allah bilir, siz bilemezsiniz.> (Bakara Sur./A: 216).

170

ederlerdi. Velâkin dilediğini bir miktar ile indiriyor.

Şüphe yok ki O, kullarından haberdardır.

Görücüdür.> (Şuarâ Sûr./27). <Allah rızık hakkında

bir kısmınızı, bir kısmınızdan üstün kıldı. Kendilerine

fazla rızık verilenler de, rızıkları elleri altında

bulunanlara vermiyorlar ki, onda eşit olsunlar.>

(Nâhl Sûr./71). Allah’ın her takdiri bir hikmetin

müjdecisidir. İnsan, kendini kendine yeterli görürse

azar, yani aşırı davranışlarda bulunur. Bu da günah

kazanmasına sebep olur. Dolayısıyla rızkın azlığı bu

felâketi önlemiş olur. Ayrıca, Allah verdiği rızıkla

(mal-mülk) ile imtihan eder. Bundan dolayı

şükrediyor mu, malının zekâtını verıyor mu,

muhtaçlara sadaka verip koruyor mu gibi hayır

işleriyle imtihan eder. Eğer bu sınavı kazanıp

âhirette kurtuluşa eremezse, dünya kadar malı

olmuş neye yarar!... Âhiret yolculuğuna çıkanları

görüyoruz, yanlarında yaptıkları iyilik ve kötülük

dışında bir şey götürebiliyorlar mı? Atalarımız ne

güzel demişler: “Dünya malı, dünyada kalır!...”

Besmelenin meâlinde, ”Rahman (dünyada

bütün yaratıklara rahmet eden onların rızkını veren

171

yaşamlarını kolaylaştıran) ve Rahim (âhirette yalnız

Mü’minlere merhamet gösteren) olan Allah’ın adıyla

başlarım.” denmektedir. Dünya hayatında, Allah’ı

tanısa da, inkâr etse de, ister kâfir, ister dinsiz olsa

da bütün insanların rızkını Allah takdir etmekte ve

vermektedir. Kâfir ve dinsizlere bolca verdiği mal-

mülk ve çocuklardan maksat, onun içinde bulunduğu

küfür yaşamını devam ettirmesi içindir. Hz.

Peygamberimizin şahsında bütün insanlara Allah’ın

hitabı şöyledir: <Artık onların malları da çocukları da

seni imrendirmesin. Doğrusu Allah ancak bununla

onlara dünya hayatında azap etmeyi ve kâfirler

olarak canlarının çıkmasını ister.> (Tövbe Sûr./55).

<Onlardan bazılarına, denemek için verdiğimiz

dünya hayatının süsüne gözlerini dikme. Rabb’inin

rızkı daha hayırlı ve daha devamlıdır.> (Tâhâ

Sûr./131).

Rızkın daraltılıp genişletilmesinin yetki hakkı

Allah’a aittir. Dilediğini zengin, dilediğini fakir kılar.

Bunda da Allah’ın bir hikmeti bulunmaktadır.

Nitekim Peygamber Efendimizin bir hadisinde Allah

şöyle buyuruyor: <Kullarımdan bazıları vardır ki,

172

yalnızca fakirliğe elverişlidir. Onları zenginleştirsem

dinlerine karşı bozgunculuğa dalarlardı. Kullarımdan

bazıları da vardır ki, ancak zenginliğe elverişlidirler.

Onları fakirleştirmiş olsaydım dinlerinde fesada

(bozgunculuğa) dalarlardı.> (20/9.cilt, sf:4728).

Netice olarak diyebiliriz ki, helâl olsun, haram

olsun, kişinin yararlandığı her türlü rızkı, Allah takdir

edip vermektedir. Helâl rızık, esenlik ve huzur içinde

yaşamaya, âhirette de Cennete girmeye sebep

olmakta. Haram rızık ise, önce aldatıcı hoşça bir

yaşam, arkasından ıstırap dolu Cehennem azabı...

Helâl rızkı veren Allah, haram rızkı veren de

Allah olduğuna göre, neden Rabb’imize dua edip

helâl rızık istemiyoruz? Helâl kazanç yolları varken,

neden haram kazanç yollarında geçimlik arıyoruz?

Neden, Allah’ın helâl kazanç yollarından emeğimize

karşılık takdir edip verdiği rızkın azlık-çokluk

miktarına kanaatkâr bir düşünce ile yaklaşıp ”Benim

rızkım bu kadarmış, Allah hayrını göstersin!”

demiyoruz da daha çok kazanma ihtirasına

kapılıyoruz? Sonra da, az bir çaba ile daha çok

kazanalım diye dinimizin haram saydığı kazanç

173

yollarına koşuyoruz. Hâlbuki talih ve şans oyunları,

kumar, rüşvet, hırsızlık, soygun, daha akla

gelebilecek her türlü aldatma yol ve yöntemleri,

özellikle Mü’minlerin düşecekleri tuzaklar

olmamalıdır. Ne diyor Peygamber Efendimiz?

<...Yediği haram, içtiği haram, giydiği haram ve

haram ile beslenmiş bulunan kimsenin duası nasıl

kabul olunacak!>

Allah’tan başka kimden, hem dünya

yaşantımız ve hem de âhiretteki geleceğimiz için

yardım isteyebiliriz! Her şeyi yaratan ve yönlendiren

dururken kula kulluk etmemiz aklın gereği olabilir

mi? Öyleyse aklı nefsin önüne çıkararak Allah ve

Rasûl’unun öğütlerine uymalıyız.

7. ÂHİRET HAYATINA GEÇİŞ :

a. Ölüm:

Ölüm, ruhun iç ve dış ilişkilerini kesip

bedenden tamamen ayrılması olayıdır. Ölüm halinde

ruhun hem bilinci, hem de hayat veren etkinliği

174

bedenden ayrılır ve beden canlı olma özelliğini

kaybeder. Uykuda ise bilinci alınır, hayatı da

bedende kalır.

Ölüm, insanoğlunun değişmez kaderidir.

Doğup dünyada hayata başlayan her canlı belirli bir

süre sonra ölecektir. Kur’an-ı Kerimde: <Her nefis

ölümü tadacaktır.> (Âl-i İmran Sûr./185) buyrulur.

Aslında Allah dışında her şey fanidir, yani varlığı

belirli bir süre içindir.

Yüce Allah, ibadetleri, günahlardan sakınmayı,

yasaklara uymayı ve diğer her şeyi insanların yararı

için emretmiştir. Ölüm emri de onların yararı içindir.

İnsan fiziki yapısı itibarı ile gençlikten ihtiyarlığa

doğru devamlı yaşlanma sürecindedir. Zaman gelir,

eklemler işlevini yapamaz, dolayısıyla kişi

yürüyemez, hatta ayağa dahi kalkamaz olur. Göz

görmez, kulak işitmez, beyin işlemez duruma gelir.

İşte bu sıkıntı ve üzüntüleri Allah kullarına

çektirmemek için ölümle onu kurtarır.

Ölüm, yok olma değil, dünya kapısından âhiret

yurduna geçiştir. Bu dünya, eğitim, öğrenme,

olgunlaşma, kârlı kazanç temin etme yeridir. Diğer

175

bir tanımla, çalışma, yorulma, sıkıntı çekme ve

meşakkat yeridir. Attığı her adımda zorunlu sınav

vardır. Bu engelleri aşarak sınavında başarı

sağlayanları Cennet beklemektedir. O Cennetler ki,

sonsuz nimetler, köşkler, hizmetçiler ile salih kulları

ağırlayacaktır. Artık orada, ne çalışma, ne sıkıntı, ne

yorulma, ne de insanların zulmü vardır. İşte yüce

Allah sevdiği kullarını bu güzelliklerle

ödüllendirebilmesi için âhiret kapısından geçmeyi,

yani ölmeyi gerekli kılmıştır.

< Allah’ın izni olmadıkça hiçbir kişiye ölüm

yoktur. Ölümün vakti Allah’ın ilminde belirlenmiş bir

yazıdır...> (Âl-i İmran Sûr./145). Bu âyette, Allah’ın

takdir ettiği ecel gelmeden hiçbir canlının

ölmeyeceği açıklanıyor. Yatağında ölen de, savaşta

ölen de, trafik kazasında ölen de, O’nun takdiriyle

ölür.

Her canlı için Allah bir süre tespit etmiştir. Bu

süre ne ileri gider, ne de geri kalır. Her insanın bir

eceli vardır. Her ne surette olursa olsun ölen kişi,

kendi eceliyle ölür. Bazı kişiler, “ Ecel-i müsamma

“zamanı belli ecel” ve “Ecel-i kaza“ zamanı

176

gelmeden bir kaza sonucu ölüm diye iki ecel

düşünürler. “Zavallı, eceli gelmeden, erken öldü.”

derler. Bilmezler ki, kişi ne kadar yaşamışsa, eceli

odur. Allah’ın takdirinde değişiklik olmaz. Böylece

bilgisizce konuşma veya inanç kişiyi günaha götürür.

<Deki: Allah sizi yaşatıyor, sonra sizi

öldürüyor, sonra sizi toplayıp kıyamet gününde bir

araya getirecektir...> (Casiye Sûr./26).

Ölme ve dirilme de kimsenin elinde değildir.

Yüce Allah, kıyamete kadar ölmüş ve ölecek

insanların ruhlarını, hesap gününde yeni bedenlere

sokup kaldıracaktır. Çünkü dünya hayatında ruh

çıkınca, beden çürüyüp toprağa karışır. Kur’an’da

tekrar dirilmenin bu vücutlar ile olacağına dair bir

işaret yoktur. Fakat yeni bir yaratılışla olacağına

işaret vardır (Vâkıa Sûr./35).

Bedenden ayrılan ruh, Allah’ın iradesindedir.

Mü’min olan kul vefat edeceği zaman, Allah Teâlâ iki

melek gönderir. Kulun ruhuna şöyle denir: Ey

huzura kavuşmuş ruh! Çık, ruha ve reyhana çık.

Rabb’in senden hoşnut olarak çık. Bu hitaptan sonra

kulun ruhu, hoş misk kokusu gibi çıkar. Sonunda ruh

177

Rabb’ine getirilir ve O’nun önünde secdeye kapanır.

Sonra “Mikail’e“ denir ki: <Bu ruhu al ve Mü’minlerin

nefislerinin bulunduğu yere koy.> Böylece ruh,

Allah’ın seçkin kullarının arasına karışır ve O’nun

Cennetine girer. Nitekim âyette: <...Seçkin kullarım

arasına karış ve Cennetime gir.> buyurulur (Fecr

Sûr./29-30) (17/3.cilt, sf:401-431).

Gerçek Mü’min ölümden korkmaz. Çünkü

korkmak ölüme çare değildir. Allah’a teslimiyet

göstermeye çalışan kişi için ölüm, Rabb’ine ve O’nun

Rasûl’üne, diğer sevdiklerine kavuşma anıdır.

Ölümden ancak, âhiret hazırlığını henüz yapamamış

veya günahları sâlih amelinden fazla olup ceza

görme endişesi olanlar çekinebilir.

Ölümü hatırlamak ve ölümden sonraki hayata

inanmak insanda, merhamet, hoşgörü ve acıma

duygusunu geliştirir. İnsanlarla olan ilişkilerinde

nefis değil, aklı selim öne geçer ve güzel bir hayat

yaşanmasına neden olur (2/sf:7).

b. Kıyamet Ve Mahşer:

178

Dini terim olarak kıyamet, ezelde Allah’ın

takdirine göre zamanı gelince, dünyadaki bütün

canlıların ölmeleri ve dünyanın da aslına dönecek

şekilde madde değişikliğine uğramasıdır.

Kıyamet, küçük ve büyük olmak üzere iki

şekilde anlaşılır. Küçük kıyamet, kişinin ölmesi,

büyük kıyamet ise dünya ile beraber bütün canlıların

yok olmasıdır. Kıyametle ilgili bilgiler, Kur’an-ı Kerim

ve Peygamberimizin hadisleriyle sınırlı kalmaktadır.

Cenab-ı Hak buyuruyor ki: <1- Kıyamet koptuğu

zaman, 4-Yer şiddetle sarsıldığı, 5-Dağlar

parçalandığı, 6-Dağılıp toz duman haline geldiği>

(Vâkıa Sûr.). <13,14,15-Artık Sûr’a bir defa

üflendiği, yeryüzü ve dağlar kaldırılıp birbirine tek

çarpışla çarpılıp darmadağın edildiği zaman, işte o

gün olacak olur (kıyamet kopar). 16-Gök de yarılır

ve artık o gün o, çökmeye yüz tutar.> (Hakkâ Sûr.).

< 8,9,10,11-Yıldızların ışığı söndürüldüğü, gök

kubbe yarıldığı, dağlar ufalanıp savrulduğu ve

Peygamberlerin (ümmetleri hakkında şahitlik) vakti

tayın edildiği zaman (artık kıyamet kopmuştur.)>

(Murselât Sûr.).

179

Bazı cahil Araplar Peygamberimize gelip:

Kıyamet ne zaman kopacak? diye sorarlardı.

Rasûlullah da bunların en küçük yaşlısına bakarda:

<Şu genç yaşarsa buna ihtiyarlık erişmeden sizin

başınıza kıyametiniz kopar (ölürsünüz)>

buyurdu.(12/12.cilt, sf:224). Yani küçük kıyamet

kopmuş olur. Büyük kıyamet ise kainatın yok

olmasıdır.

Ebu Said Hudri (R.A) ‘den rivayete göre

Peygamberimiz şöyle buyurmuştur: <Kıyamet

gününde arz tandırda pişirilen bazlama ve pide gibi

olur. Allah Teâlâ onu yedi kudretiyle evirir, çevirir,

alt-üst eder.>

Hz. Aişe anlatıyor; Peygamberimiz: <İnsanlar

ayakkabısız, vücudu çıplak ve (ilk yaratılışları gibi)

sünnetsiz haşrolunacaklardır.> buyurdu. Ben de:

<Ya Rasûlullah erkek, kadın beraber mi? Bunlar

birbirlerine ( edep yerlerine) bakarlar.> dedim.

Rasûlu Ekrem: <Ya Aişe, haşr işi çok güçtür,

insanların birbirine bakmalarına müsait değildir.>

buyurdu.

180

Peygamber Efendimiz diğer bir hadisinde şöyle

buyurmuştur: <Sizden biriniz öldüğünde sabah,

akşam âhiretteki yeri kendisine gösterilir. Eğer o ölü

ehli Cennetten ise kendisine Cennet makamları, eğer

ehli nârdan ise Cehennem’liklerin yeri gösterilir.>

(12/9.cilt, /sf:37).

Kıyamet koptuktan sonra Allah’ın emriyle

İsrafil tarafından ikinci kez Sûr üflenecek, bunun

üzerine yine Allah’ın emriyle bütün insanlar yeniden

dirilecek ve şaşkınlık içinde bekleyeceklerdir. Sonra

herkesin dünyada yaptıklarının hesabı sorulacak.

Sağ iken kendisini takip eden melekler tarafından

tutulan “Amel Defteri” de kişiye verilir. Buna göre

sevap ve günahları karşılaştırılır, sevabı fazla olan

Cennete, günahı fazla olan da Cehenneme

gönderilir.

c. Cennet ve Özellikleri :

Cennet, ölümden sonraki âlemde bulunan,

Allah’a inanan, Allah ve Rasûl’una itaat eden, Allah’a

ibadet eden, Allah’ın emirlerine uyan ve

yasaklarından kaçınan, günah sayılan şeyleri

181

işlemeyen veya işledikten sora tövbe edip

bağışlanmasını dileyen ve günahlardan temizlenmiş

olanların girecekleri ödüllendirme yeridir.

Cennet, Kur’an-ı Kerim’de âhiret hayatında,

takva sahibi ve günahtan temizlenmiş Müslümanlar

için hazırlanmış, akılla tasavvur edilemeyecek

kapsamda ferah ve huzur yeri olarak zikredilmiştir.

Ayrıca şu kelimelerde Kur’an’da Cennet anlamında

kullanılmıştır: 1-Firdevs Cenneti, 2-Adn Cenneti, 3-

Me’va Cenneti, 4-Naim Cenneti, 5-Huld Cenneti, 6-

Karan Cenneti, 7-Darü’s-Selâm, 8- Darü’l- Mukame.

Bazı yorumcular ise bunları, çeşitli adlardaki

Cennetler olarak nitelemişlerdir.

Cenâb-ı Hak cennetin özelliklerini,

Müslümanların anlayıp özen göstermeleri yönünden,

dünyada mevcut olanaklara benzetip tanıtmaktadır.

Gerçek durumunu ise Allah bilir. Bu bağlamda

Cennette, Mü’minlerin hoşnut olup devamlı

kalacakları, her türlü konfora sahip konutların

bulunduğu, meyveli ağaçlar, altlarından ırmaklar

akan dinlenme yerleri, tertemiz eşler, hizmet gören

huriler, içenlere lezzet veren ve dünyadaki

182

benzerlerinden çok farklı olan süt-süzülmüş bal-

şarap akan nehirlerin Mü’minler için yaratıldığı

beyan edilmektedir. Cennete girecek Mü’minler,

hepsi aynı yaşıt (30 yaş) ve kötü huylardan

arındırılmış (günah işlemeyen, kavga, haset, ve

gıybet etmeyen), birbirleriyle Allah’ın selâmı ile

selâmlaşan, günahsız kişilerden oluşacak.

Peygamber Efendimiz: <Bir kimse Cennetlik olarak

ölünce, büyük veya kücük, yaşı ne olursa olsun, 30

yaşında bir kimse olarak Cennete girer ve artık bu

yaş ebediyen değişmez. Cehennem’likler için de

durum böyledir.> (Tirmizi, Cennet:23, rivayet

etmiştir.) Ayrıca diğer bir hadisinde: <Cennet ehlinin

vücudu kılsız, yüzü sakalsız, gözleri sürmelidir:

gençlikleri zail olmaz, elbiseleri eskimez.>

buyurmuştur. (Tirmizi, Cennet: 8 rivayet etmiştir.)

Peygamberimiz bir kudsi hadisinde şöyle

buyurmuştur: <Allah Teâlâ Cennetlik’lere:

-Ey ehli Cennet! diye hitap eder. Onlar da:

-Ey Rabb’imiz, ferman buyurunuz, emrinizi

yapmaya her zaman hazırız! derler. Cenâb-ı Hak:

- Nasıl şu halinizden razı mısınız? buyurur.

183

-Tanrımız nasıl razı olmayalım. Sen bize hiçbir

kimseye vermediğin bunca nimetleri ihsan

buyurdun!

-Size onlardan daha şerefli bir nimet

vereceğim.

-Tanrımız bu nimetlerden daha kıymetli nasıl

bir nimet olabilir ki?

-Sizden razı ve hoşnut olmamın şerefi size

lâyık kılındı. Artık bundan böyle size ebedi

darılmayacağım.> (12/12.cilt; sf:232).

(1) Soyların Cennete Yükselmesi:

Âyet-i Kerim’de: <İman edipte soyları da

imanda kendilerine tâbi olanlar; onlara soylarını da

kattık. Onların işlediklerinden hiçbir şey eksiltmedik.

Herkes kazandığı ile bağlıdır.> (Tûr Sûr./52)

buyrulmuştur. Allah Teâlâ yaratıklarına olan lütfu,

ihsanı, nimeti ve ikramını haber veriyor. Mü’minlerin

çocukları, imanda babalarına tâbi oldukları zaman,

her ne kadar babalarının amellerine erişememiş

olsalar da Allah Teâlâ, babalarının bulunduğu

184

derecelere eriştirir. Böyle yaparken ameli

mükemmel olanın ne amelini ne de derecesini

düşürmez. Bu, babalarının amelinin bereketi ile

çocuklara olan lütfudur. Aynı şekilde çocuklarının

duası bereketiyle babalara da ihsan olur. Nitekim,

Allah Rasûlu şöyle buyurmuştur: <Şüphesiz Allah

Teâlâ, Cennette sâlih kulun derecesini yükseltir de

kul: Ey Rabbım, bu bana nereden geldi? diye sorar.

Rab Teâlâ: <Çocuğunun sana olan istiğfarı (af

dilemesi) ile> buyurur. Ayrıca, Sahih-i Müslim’de

Ebu Hureyre’den rivayet edilen bir hadiste

Peygamber Efendimiz şöyle buyurmuştur: <Adem

oğlu öldüğü zaman üç şey dışında ameli kesilir:

Sadaka-i cariye, faydalanılan bir ilim, kendisi için

dua eden sâlih bir evlât.> (20/13.cilt, sf:7512-

7514).

(2) Cennette Evlilik Yaşamı:

Allah’u Teâlâ buyuruyor: <Gerçekten biz

onları, yeni bir yaratılışla yarattık.> (Vâkıa Sûr./35).

< Ve onları el değmemişler kıldık.> (Vâkıa Sûr./36).

185

<Eşlerine düşkün hep bir yaşıttalar.> (Vâkıa

Sûr./37).

Ümmü Seleme, ey Allah’ın Rasûlu! Bana Allah

Teâlâ’nın (yukarıda geçen âyetler hakkında) kavlini

haber verir misin? dedi. Buyurdu ki: <Onlar dünya

hayatında iken yaşlı, çapaklı ve saçı kırlaşmış olarak

ruhları alınmış olan kadınlardır. Allah Teâlâ bu

yaşlılıktan sonra onları yeniden yaratır ve sevimli

alımlı bakireler haline getirir. Hepsi aynı

yaştadırlar.>

Ümmü Seleme, ey Allah’ın Rasûlu! Dünya

kadınları mı değerlidir, yoksa şahin gözlü huriler mi?

diye sorduğunda, buyurdu ki: <Dünya kadınları

hurilerden daha değerlidir. Tıpkı elbisenin dış

yüzünün iç yüzünden değerli olduğu gibi.> Yine

buyurdu ki: <Namazları, oruçları ve Allah Azze ve

Celle’ye ibadet etmelerinden dolayı, Allah onların

yüzlerine nur, bedenlerine ipek giydirmiştir. Renkleri

bembeyazdır, elbiseleri yemyeşildir, süsleri

sapsarıdır.>

Dedim ki: Ey Allah’ın Rasûlu, bizden bir kadın

iki, üç ve dört erkekle evleniyor. Sonra ölüp Cennete

186

gider ve eşleri de onunla birlikte Cennete girerlerse,

hangileri onların eşleri olacaktır? Buyurdu ki: <Ey

ümmü Seleme, onlar kendileri muhayyer bırakılırlar

ve kocalarından ahlâkı en güzel olanı onlar seçer>

ve derler ki: Ey Rabbımız bunun ahlâkı çok güzeldir.

Onu benimle evlendir. Ey Ümmü Seleme, güzel

ahlâk dünya ve âhiretin hayrıdır.>

Abdullah İbn Vehb der ki: “Bana Amr İbn Haris

...Ebu Hureyre’den nakletti ki: <O, Rasûlullah

(S.A.)’a şöyle demiş: Biz Cennette cinsi ilişkide

bulunacak mıyız?> Rasûlullah (S.A.) buyurmuş ki:

<Evet, nefsim kudret elinde olan Allah’a and olsun

ki; pek çok kere cinsi temasta bulunacağız. Cinsel

temas bitince, kadın tekrar tertemiz bâkire haline

dönüşecek.>” (20/14.cilt, sf:7685-7693).

d. Cehennem ve Özellikleri:

Kur’an-ı Kerim ve hadislerde Cehennem

kelimesi, âhirette günahkârların cezalandırma

yeridir. Cennet’te olduğu gibi Cehennemin de

tanıtılması, her ne kadar dünyada mevcut olay ve

187

mekânlara mecâzi olarak benzetilmekte ise de,

bunun gerçek mahiyeti bilgimiz dışındadır. Örneğin,

Cehennem’de alevli ateş, kaynar su, zakkum ağacı

ile 7 kapısı ve 19 bekçisinin (zebâni) bulunduğu

ifade edilir. Kur’an’da Cehennem, 37 yerde geçmiş

olup aynı anlamda” Cahim, Sair, Leza, Hutam,

Haviye ve Nar” kelimeleri de kullanılmıştır.

Yine Kur’an-ı Kerim’de, Cehennem’in ne kötü

dönüş yeri olduğu, yakıtının insan ve taşlardan

oluştuğu, kaynarken çıkardığı uğultunun duyulduğu,

oraya bir topluluk atıldığında onun bekçileri onlara:

<Sizi bu azap ile uyaran bir uyarıcı gelmedi mi?>

diye sordukları ve onların da: <Evet bizi uyaran

uyarıcı geldi, fakat biz onu yalanladık, Allah hiçbir

şey göndermedi, siz olsa olsa bir sapıklık

içindesiniz.> diye, söyledikleri, <Eğer düşünen ve

akıl edenlerden olsaydık şimdi burada

bulunmazdık.> dedikleri, ifade edilmiştir.> (Mülk

Sûr./ 6-10) ( Tahrim Sûr./6).

Allah Rasûlu de buyurdu ki: <Allah Cennet

ehlini Cennet’e kor; O dilediğini rahmetiyle Cennet’e

sokar. Cehennem ehlini de Cehennem’e sokar;

188

sonra: <Bakın, kalbinde hardal tanesi kadar iman

olan kimi bulursanız, onu Cehennem’den çıkarın.>

der. Bunun üzerine böyleleri kömür gibi yanıp

kavrulmuş olarak Cehennem’den çıkarılırlar ve hayat

veya hâya nehrine atılırlar. Orada, sel kenarındaki

otun bitişi gibi biterler. Siz, o otun, nasıl sapsarı

kıvrılmış olarak çıktığını hiç görmediniz mi?>

(8/1.cilt, sf:172).

Hadis-i Şerif’te, kalbinde hardal tanesi kadar

iman olan kimseler, Cehennem’den çıkarılıp

Cennet’e girecekleri müjdeleniyor. Ancak, belirtmek

gerekir ki, onların Cehennem’de ne kadar süre

kalacaklarını tayin etmek elbette mümkün değildir.

Bu sürenin takdiri, Allah’a aittir. Büyük günah

işleyenler de Cehennem’de devamlı kalmayacak,

cezalarını çektikten sonra Cennet’e gideceklerdir.

Cehennem’le ilgili bilgiler kısıtlı olması

nedeniyle hakkında yorum ve araştırma yapmak

mümkün görülmemekte, yapılsa da verilecek bilgi

hem yanıltıcı ve hem de gerçek dışı olacaktır. Bu

nedenle Kur’an ve hadislerde belirtilen bilgiler

189

ışığında bizlerin bilmesinde yarar görülen hususlar

aşağıda özetlenmiştir:

(1) Cehennemin ceza çekme yeri olduğu,

(2) Buraya ceza gününde günahı ağır olanların

atılacağı ve azabın çok şiddetli olacağı,

(3) Dünya yaşamında “Kelime-i Tevhit”

Allah’tan başka ilâh olmadığı, Hz. Muhammed’in

Allah’ın kulu ve elçisi olduğuna inanmış her

Müslümanın cezasını çektikten sonra Allah’ın takdir

ve izniyle Cennete gideceği,

(4) Allah’ın kendilerine şefaat etme izni

verilenlerin yapacakları şefaat ile de bazı Cehennem

ehlinin yine Allah’ın bağışlaması ile Cennet’e

gidecekleri (Bakara Sûr./255),

(5) Kâfir ve münafıkların ise Cehennem’de

devamlı kalıp işkence çekecekleri (Tövbe Sûr/68),

(6) Münafıkların cezaları daha ağır olması

nedeniyle Cehennem’in en aşağı tabakasına

atılacakları (Nisa Sûr./145).

8. OKUYUCU İLE SOHBET:

190

Buraya kadarki bölümlerde, normal bir akıla

sahip her insanın kendini ve bütün evreni yaratan

Allah’ı tanımasının gerekliği, toplum içinde ve

yaşamı süresince uyması gereken kurallar ile takip

edeceği doğru yolun ne olduğu örnekleri ile

açıklanmaya çalışıldı.

İnsanın yaradılışındaki gerekçenin, yaratanına

kulluk (ibadet) olduğunu, kulluk görevini nasıl yerine

getireceği, Allah ve Peygamberimizin belirledikleri

ibadetlerin neler olduğu, reşit yaştan itibaren

ölünceye kadar devamlı bir imtihan geçirdiği ve bu

sınav sonunda Cennet veya Cehennem’lik olduğunun

belirlendiği, bu bağlamda helâl-haram, sevap-günah

konuları işlenip tevekkül ve kaderi nasıl anlamamız

gerektiği üzerinde duruldu. Diğer bir ifadeyle, iyi ve

kötü davranışlar tanıtılıp gerçek anlamda Allah ve

Rasûlu’nun belirlemiş oldukları kurtuluş yoluna

açılan kapılar gösterilmeye çalışıldı.

Bilindiği gibi bir yılda, 4 mevsim,12 ay ve 365

gün var. Her sabah uykudan uyanınca yeni bir günle

tanışırız. Belli kurallar içinde günler ayları, aylar

mevsimleri kovalayıp takip eder. Tıpkı, bir daire

191

içinde dönen renkli toplar gibi. İlkbahar aylarında

tabiat canlanır, bitkiler çıkar, ağaçlar yaprak ve çiçek

açar, topraktaki bakteriler işlevini yapıp bitkilerin

beslenmesine yardımcı olur, kanatlı böcek ve

kelebekler uçuşur; yani doğa canlıları ile yaşamına

başlar ve güzelliği ile de şairlerin şiirlerine konu olur.

Yaz aylarında, meyveler ve ürünler hasat edilir,

gelecek yıl için tohumlar oluşur. Sonbaharda ise

yaşamımıza renk katan yeşillikler yavaş yavaş

kaybolur, yerini sararmış yaprak ve çöplere bırakır.

Kış mevsimi ise bir tür tabiatın ölümü sayılır.

Yükseklere yağan kar ve soğuklar birçok canlıyı da

beraberinde götürür. Doğada olan bu değişiklikleri

bizler de hayatımızın her döneminde yaşayarak

izleriz. Her mevsimin kendine özgü özellikleri ve

güzellikleri var. Ancak hepsi bir süre için var;

zamanı dolunca değişime uğrama zorunluluğunda

kalır. Yani hepsi geçici. Uzun vadede ağaçlar,

hayvanlar, insanlar ve hatta gerek dünyamız,

gerekse evren dahi geçici varlıklar. Bunların da

zaman içerisinde ömürleri bitecek ve değişikliğe

uğrayacaklar.

192

Çocukluk ve gençlik dönemini hatırlayalım: O

yaşamlarımız ne kadar da güzeldi! Sorumluluk yok,

aş, iş ve ev geçindirme sorunu yok, stres yok.

Yaşama sevinci, eğlence, arkadaş sohbeti var. Günü

gün etme çabası var. Eğitim öğretim, bilgi ve kültür

sahibi olma yarışı var.

İşte o mutlu günlere şimdi uzaktan bakıyoruz.

Ve diyoruz ki, o da hatıralarda iz bırakan bir yaşam

biçimi imiş. Ne var ki, geçici bir yaşam biçimi. Gönül

ister ki, kalıcı bir yaşam olsaydı. Ancak bu, dünya

için değil, âhiret hayatı için geçerli bir istek.

Hele 65 yaşın üzerindeki yaşlılar, güç-kuvvet

kalmamış, fiziki yapı değişmiş, cildindeki tazelik

yerini pörsürmüş ve buruşmuş bir görünüme

bırakmış, yıpranmış eklemleriyle eğilip kalkması,

merdiven çıkması sorun olmuş. Kulağı duymuyor,

gözü görmüyor. Dilinde ise devamlı özlemini çektiği

gençlik dönemi hatıraları... Nerede o günler, diye bir

de “ah“ çekiyor. Yeme, içme ve hayattan tat alma

başka bir sorun. Gençken, acı, tatlı, yağlı, tuzlu

demeden yemekleri büyük bir iştahla yerdi. Şimdi

ise, tansiyonu, şekeri var. Veya başka bir

193

rahatsızlıktan dolayı diyet uygulama zorunda kalmış.

Tuzsuz, az yağlı, az bir porsiyon yemek nasıl iştahla

yenebilsin. İşte bu olumsuzluklar, geçmişin özlemini

hatırlatıp durur

Bu çaresiz kişiye sorsanız, geçmişteki

yaşantınızın geri gelmesi için neler yaparsın?

Cevabı: Kendime ait her şeyi feda edebilirim! Pekiyi,

mümkün mü? Hayır! Giden geri gelmiyor. Fakat

büyük bir güç bize, gençliğin geri geleceğini, daha

güzel, huzur ve refah dolu sonsuz bir yaşamla

tanışacağımızı müjdeliyor. Ancak bir koşulla... Allah

ve Rasûlunu tanımak, kulluk görevini yerine getirip

yasaklarından kaçınmak. Başka bir deyişle, hayat

sınavını başarmak...

Sözün özü, gerçeğin tam kendisi, şüphesiz ki

Rabb’imin kelâmıdır. Allah Teâlâ buyuruyor: <Bilin ki

dünya hayatı ancak bir oyun, eğlence, bir süs,

aranızda bir övünme ve daha çok mal ve evlat sahibi

olma isteğinden ibarettir... Dünya hayatı aldatıcı bir

geçimlikten başka bir şey değildir.> (Hâdit Sûr./20).

Ayrıca Dûhan Sûresi 51-57 âyetlerinde de,

muttakilerin Cennette pınar başlarında ipekli kumaş

194

giyip karşılıklı oturacakları, iri gözlü hurilerle

evlendirileceği, devamlı güven içinde her türlü

meyveyi yiyecekleri, orada ölüm olmayacağı ifade

edilmiştir.

Doğru düşünüp doğru söyleyelim. Bir şeyin aslı

ile gölgesi aynı olur mu? Işık gidince gölge

kaybolmaz mı? Fakat asıl, varlığını korur. Dünya

hayatımız âhiret hayatının bir gölgesi; ölümle gölge

kaybolur, ikinci hayat ise sonsuza dek devam eder.

Hal böyle iken bizler neden dünyanın geçici

cazibesine aldanıp devamlı olan ikinci hayatı

düşünmüyor ve hazırlık yapmıyoruz? Allah her şeyi

dengeli yaratmış ve insana da yaşam mücadelesini

başarabilmesi için zekâ, akıl, irade gücü ile birçok

melekeler vermiş. Fakat genelde bizler bunları

gereği gibi kullanmayıp nefis ve şeytanın

önderliğinde doğru olmayan yolu seçip geleceğimizi

karartırız. Akıllı insan, kendisi ve toplum için yararlı

olanı seçendir. Oysaki o insanlar, toplum içinde

başarılı işlerinden ötürü böbürlenip kendilerini akıllı

sanarlar. Kendi geleceklerini akıllarına dahi

getirmezler. Dünyada her şeyin zaman içinde

195

değişime uğradığı, kendilerinin de ömürleri

süresinde bebeklik-gençlik- olgunluk-yaşlılık

dönemlerini geçirip değişikliğe uğrayacağı gerçeği

üzerinde pek fazla durmazlar. Bütün amaçları, mal-

mülk ve daha fazla kazanç elde edebilme hırsı...6

Dünya menfaatını araç değil, amaç olarak kullanma

yanılgısı içindeler. Halbuki insan, dünya ve âhiretini

birbirine tercih etmemeli; hem dünyası ve hem de

âhireti için çalışmalıdır. Allah’ın vaat ettiği

Cennet’teki sonsuz nimetler, geçici arzuların tatmin

edilmesine ve bununla geçici huzura kavuşmasına

feda etmeye değer mi? Neden, aklımızı kullanmayıp

kendimizi, Cehennem ateşine atıp orada şiddetli

azap çekmeye hazırlanıyoruz? Aklı ile hareket eden

6 Bir iş için bankaya gitmiştim. Müşteriler gişe önünde sıraya girmiş işlem sırasının kendisine gelmesini bekliyorlardı. Yaşlı bir adam kızının refakatinde, o da sırada... Gözünde kalın mercekli gözlük, hafif sakallı yüz, ak saçlarını örten şapka ve titreyen elleriyle cebinden çıkardığı banka hesap defterini memura uzattı. İşlem bitip defter geri iade edildiğinde kızı koluna girip götürmek istedi, fakat adam direnip memura: “ Faizi ne kadar oldu? “ diye sorup öğrenmeden oradan ayrılmadı. Olay bana çok ilginç ve ibret verici geldi. Kendi kızının doğru söyleyeceğine güveni yok. Eli ayağı tutmuyor, fakat mal edinme hırsı halen devam ediyor. Nereye kadar!...

196

bir kişi, hiç bile bile elini ateşe sokar mı? Eğer ateş

korunu almak gerekirse maşa kullanıp parmakların

yanmasını önler. Böyle bir işlemde canının geçici bir

acı çekmesine dayanamayan kişi, Cehennem’de

devamlı yanıp azap içerisinde kalmaya nasıl da

gönlü razı olabiliyor? Halbuki, o azabın çok şiddetli

olacağı Allah tarafından ısrarla belirtilip insanlar

uyarıldığı halde!...

Allah’a ibadet edip yasaklarından kaçınmak

çok mu sakıncalı veya zor geliyor? Çevremizde

binlerce insanın teslimiyet gösterip hedefe doğru

koştuklarının hiç farkında değil misiniz? Onlar da

bizim gibi insan, bizim gibi çalışıp uğraşıyor, gezip

eğleniyor, elverdiği ölçüde dünya olanaklarından da

yararlanıyor. Bir farkla ki, onlar yaptıkları her iyi şeyi

ibadet niyetiyle yapmakta ve âhiret için yol

hazırlığını biriktirmekteler. Unutulmamalı ki,

dünyada kötülükler kolayca işlenir, fakat iyilik ve

yararlı olanlar daha çok gayreti ve çalışmayı

gerektirir. Sonuç ise kişiyi mutlu eder...

Sâlih amel bölümü incelenirken insanları inanç

ve davranışları yönünden beş gruba ayırmış ve her

197

grubun yaşayarak izledikleri yol ve yöntemin

özellikleri ayrı ayrı belirtilmişti. (1-Kâfir olanlar, 2-

Münafıklar, 3-Müslimler, 4-Mü’minler, 5-Gerçek

Mü’minler.) Bu kişiler, kendi özgür iradeleriyle

seçtikleri mukadder hedefe doğru koşmaktalar.

Çevresine bakıp kendi gidişatının en doğru ve güzel

olduğunu zanneder, kendisine benzemeyenleri

eleştirip kınarlar. Sorulduğunda kendilerinin doğru

yönde olduklarını söylerler. Oysaki hangi hedefin

kendilerine mutluluk kazandıracağı ancak, bitiş

noktasına ulaşıldığında anlaşılmış olacaktır. Fakat o

zamanda iş işten geçmiştir; dönüp yeni bir yol

yöntem belirleme fırsatı kalmamıştır. Bu nedenle,

sona varıldığında yapılan pişmanlık, sahibine hiçbir

şey kazandırmayacaktır.

Sabır ve hoşgörü gösterip buraya kadar

okuma zahmetinde bulunan sayın okuyucum! Yine

hoşgörünüzü dileyerek size bir sorum olacak.

Anlatılmaya çalışılan gerçeklere göre siz hangi

kulvarda koşuyorsunuz?

Eğer, cevabınız 1’inci veya 2’inci kulvar ise

size önerim, sakıncalı bir yoldasınız. Hemen

198

durumunuzu değerlendirip kurtuluş yolunu seçmeniz

geleceğiniz için yararlı olacaktır.

Cevabınız, 3’üncü kulvar ise, seçiminiz noksan

olmuş. Gerçek hedefi, uzakta olsa bile görmüşsünüz,

artık size düşen görev, kulvar değiştirip doğru olan

yöne koşmak olacaktır.

Cevabınız 4’üncü kulvar ise, size takdir ve

tebrikler sunarım. İsabetli yol seçmişsiniz. Yönünüz

gerçek hedefe sizi ulaştıracaktır. Ancak, arada

sırada, bilerek veya bilmeyerek işlemekte olduğunuz

büyük günahlara pişmanlık duyarak tövbe edip bir

daha yapmamaya karar vermeniz ve haramlardan

uzak kalmanız gerekiyor. Aksi halde yolu gereksiz

olarak uzatmış olacaksınız.

Cevabınız 5’inci kulvar ise, size bir önerim

olmayacak ve olamazda. Çünkü atalarımız ne

demişler: <Arif olana, tarif gerekmez!...>

9. YARARLANILAN KAYNAK ESERLER :

1. Etrafımızdaki Hava. Taşkın TUNA ( Fizik

Yük. Müh.) , Yeni Asya Yayınları, İlim ve Teknik

serisi, Ayyıldız Matbaası, İstanbul 1981.

199

2. Kur’an-ı Kerim ( İlimler, Kavramlar, İsimler,

Hükümler, Mekânlar ) Ansiklopedisi. Erciyaş Üniv.

İlh.Fak. Öğretim Üyeleri, Tercüman Tesisleri,

İstanbul 1988.

3. İslâm Tarihi. Mustafa Asım KÖKSAL, Şamil

Yayınları, İstanbul.

4. Riyâzü’s- Sâlhin. Muhyiddin-i NEVEVİ (

Terc. Hasan Hüsnü EERDEM ) . Diyanet İşleri Reisliği

Yayınları Sayı: 64 , T.T.Kurumu Basımevi ,Ankara

,1958

5. Matha Yoga Nedir? Nasıl Yapılır. Eva

Ruchpaul, (Terc. Selma BENK, Sander Yayınları,

Menteş Matbaası, İstanbul-l969.

6. Hadis-i Şerif Külliyatı, Doç.Dr. M.Cemal

SOFUOĞLU, Yrd.Doç.Dr.Salih AKDEMİR. Tecüman

Gaz. Yayını, İstanbul-1984.

7. Ansiklopedik İslâm Lügati, Tercüman İlmi

Araştırma Grubu, Tercüman Tesisleri, İstanbul-1982.

8. Sahıh-i Muslim ve Tercemesi, Mehmet

SOFUOĞLU, (İst.Y.İ.E. Öğretim Üyesi), İrfan

Yayınları,İstanbul-1970.

200

9. Hücreden İnsana. Doç.Dr. Alparslan

ÖZYAZICI, Yeni Asya Yayınları, İlim Teknik seri,

İstanbul-1979.

10. Çocuk Sağlığı. Doç.Dr. Türkân YÜKSEL,

Tercüman Gazetecilik Matbaacılık A.Ş. İstanbul-1982

11. İnsan Vücudu. Doç.Dr. Mustafa NUTKU

(Grup yazar), Yeni Asya Yayınları, İlim ve Teknik

Serisi, İstanbul-1979.

12. Sahih-i Buhari, Tecridi Sarih Tercemesi ve

Şerhi. Mütercim Kâmil MİRAS, Diyanet İşleri Reisliği

Neşriyatı İstanbul- 1948.

13. İslâm Dini. (İtikat, İbadet ve Ahlâk ) A.

Hamdi AKSEKİLİ, Diyanet İşleri Reisliği

Yayınları.No: 31/16 Ankara- 1957.

14. Selâmet Yolları (Bülûğ’ül Merâm). Terc.

Ahmet DAVUTOĞLU, Sönmez Neşriyat A.Ş. Yayını

İstanbul-1967.

15. İslâm Dininde Haramlar ve Büyük

Günahlar. Lütfü ŞENTÜRK, Diyanet İşleri Başkanlığı

Yayınları, 98-06-9-0003-393.

16. Kimya’yı Saadet. İmamı Gazalı, Terc.

A.Faruk MEYAN. Bedir Yayınları. İstanbul-1969

201

17. Kâinatı Aydınlatan Kur’an-i Kerim’den

İnciler. Mehmet Fikri SEYHAN, Anadolu Matbaası

İzmir-1998.

18. Hac Rehberi. İrfan YÜCEL, (Din İşleri

Yük.Kurulu Üyesi) Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları.

Ankara-1988.

19. Kader. İbrahim EKEN. Tevhid Yayınları:2

Doğuş Ltd.Şti. Matbaası Ankara-1963.

20.Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri. İbn Kesir.

Terc. Dr. Bekir KARGILA, Dr.Bedrettin ÇETİNER.

Çağrı Yayınları,İstanbul-1989.

21. Kırk Kudsi Hadis. Derleyen: Aliyy-ül Kârî,

Çevr. Hasan Hüsnü ERDEM, Diyanet İşleri Başkanlığı

Yayını. T.T.K. Basımevi, Ankara-1963.

22. İlâhi Hadisler. Terc. Hasan Hüsnü ERDEM,(

Diyanet İşleri Başkanı.) Diyanet İşleri Bşk.lığı yayını:

31/4 T.T.K. Basımevi, Ankara-1963

23. Kıssadan Hisseler. İsmail ÖZCAN, Erkam

Yayınları, İstanbul-1992.

24. Osmanlı Tarihi. İ. Hakkı UZUNÇARŞILI,

Basım, 1959.

202

25. İstanbul Kültür ve Sanat Ansiklopedisi.

Tercüman Gazetesi Kültür Yayını, 1982.

26. Peygamberimizin Hayatı. İrfan YÜCEL, (Din

İşl.Yük.Krl.Üyesi), Diyanet İşleri Bşk.lığı Yayınları.

1982

27. Günümüz Meselelerine FETVALAR.

Derleyen: Yrd.Doç.Dr.Ahmet GÜRTAŞ, Türkiye

Diyanet Vakfı Yayınları/198, Ankara-1998.2

8. Hadis Ansiklopedisi- Kütüb-i Sitte. Prof. Dr.

İbrahim CANAN, Akçağ Yayını, Feza Gazetecilik A.Ş.

adına Zaman Gazetesi.

29. Kırk Hadis. Hazır.: Prof. Dr. Abdulkadir

KARAHAN, Cem Ofset Matbaacılık San.A.Ş. İstanbul-

1991 (Sabah Gazetesi armağanı).

30. Açıklamalı Dua Kitabı. Prof.Dr.M. Cemal

SOFUOĞLU, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, 75.

31. Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa. Ahmet

Cevdet Paşa, Bedir Yayınları.

32. Atatürk Ansiklopedisi. May Yayınları.

33. 100’üncü Doğum Yılına Armağan Atatürk

ve İzmir. İzmir Gazeteciler Cemiyeti, İzmir- 1981.

203

34. ATATÜRK İçin Diyorlar ki. Derleyen:

Selâhattin ÇİLLER. Varlık Yayınları, 1971, Sayı:1163.

35.Türk ve İslâm Ansiklopedisi, Tercüman

Yayınları.

10. E K L E R :

Namazda Okunan Ayet Ve Dualar :

1. Niyet:Niyet ettim Allah rızası için bu günkü,

( örneğin: öğle ) namazının ( 4 ) rekât ( farzını )

kılmaya, döndüm kıbleye. ( Cemaatle kılınan

namazda ise, “ uydum imama” sözü eklenmesi

gerekir.)

2. İlk Tekbir:

Allah’u Ekber, (denip namaza başlanır.)

< Allah en büyüktür.>

3. Subhaneke:

Subhâneke Allahumme ve bi hamdik, ve

tebarake’s-muk ve teâlâ cedduk. ( ve celle senâuke

) velâ ilâhe ğayruk.

< Allahım ! Seni tesbih eder, Sana hamd

ederim. Senin adın mubarek, şanın yücedir.Senden

204

başka Tanrı yoktur.> Not: “ Ve celle senâuke “

cenaze namazlarında okunur.

4. Eûzu Besmele:

Eûzu billâhi mine’ş-şeytanı’r-racim

bismillâhir’r-Rahmanir- Rahîm

< Taşlanmış şeytandan Allah’a sığınır, Rahman

ve Rahîm olan Allah’ın adı ile (başlarım )

5. Fatiha Sûresi:

(1)- Bismillâhirrahmanırrahim, (2)- El-hamdu

lillâhi rabbil- âlemin, (3)- er-rahmani’r- rahim, (4)-

Mâliki yevmi’d-din, (5)- İyyâke na’budu ve iyyake

nesta’in, (6)- İhdina’s-sırata’l-mustakim. (7)-

Sırata’llezine en’amte aleyhim, ğayri’l-mağdubi

alehim ve leddâllin. (Amin).

< (1)- Rahman (dünyada, bütün varlıklara) ve

Rahim (âhirette mü’minlere ) rahmet edici olan

Allah’ın adı ile başlarım. (2-4)-Hamd, Kıyamet

gününün sahibi, Rahman ve Rahim olan, âlemlerin

Rabbı olan Allah’a mahsustur. (5)- Yalnız Sana

ibadet eder ve yalnız Senden yardım dileriz. (6)- Bizi

doğru yola ilet, (7)- Kendilerine nimet verdiklerinin

205

yoluna. Gazabına uğrayanların ve sapıtmışların

yoluna değil. Amin.>

6. Rukû’da üç defa:

Subhâne Rabbiye’l- âzim (denir)

<Büyük Rabbımı tesbih ederim >

7. Rukû’den kalkarken:

Semia’llâhu limen hamideh

<Allah kendisine hamdedeni işitti.>

Doğrulunca: Rabbena leke’l-hamd.

< Ey Rabbımız! Hamd Sana mahsustur.>

8. Secdede üç defa:

Subhâne Rabbıye’l- a’lâ (denir)

< Çok ulu Rabbımı tesbih ederim

9. Et- Tahiyyâtu:

Et- Tahiyyâtu lillâhi va’s-salâvatu va’t-

tayyibatu es-selâmu aleyke eyyuhe’nnebiyyu ve

rahmetullâhi ve barakâtuhu es-selâmu aleynâ ve alâ

ibadi’llâhi’s-sâlihin. Eşhedu en la ilâhe illellâh ve

eşhedu enne Muhammeden abduhu ve Rasûluh.

< Bütün dualar, senalar ve ibadetler Allah’a

mahsustur. Ey Nebi selâm sana, Allah’ın rahmet ve

bereketi de senin üzerine olsun. Selâm ve esenlik

206

bize ve Allah’ın sâlih kulları üzerine olsun. Şahadet

ederim ki, Allah’tan başka ilâh yoktur Muhammed

O’nun kulu ve Rasûludur.>

10. Salâvat Duaları:

a. Allahumme sallı alâ Muhammedin ve alâ âli

Muhammed. Kemâ sallayte alâ İbrahime ve alâ âli

İbrahime inneke hamidun mecid.

< Allah’ım! Hz. Muhammed’e ve ailesine salât

et ( Onların şeref ve değerini yücelt ), Hz.İbrahim ve

ailesinin şeref ve değerini yücelttiğin gibi. Şüphesiz

Sen en çok övülensin, şanı yücesin.>

b. Allahumme bârik alâ Muhammedin ve alâ âli

Muhammed. Kemâ bârakte alâ İbrahime ve alâ âli

İbrahime inneke hamidun mecid.

< Allah’ım! Hz.Muhammed ve ailesini mubarek

eyle (Onların feyz ve bereketini artır). Hz.İbrahim ve

ailesinin feyz ve bereketini artırdığın gibi. Şüphesiz

Sen çok övülensin, şanı yücesin.>

11. Rabbena âtinâ fi’d-dünya haseneten ve fi’l-

âhirati haseneten ve kına azâbe’n-nar.

<Ey Rabbımız! Bize dünyada da âhirette de

iyilik ver, bizi Cehennem azabından koru.>

207

12. Rabbena’ğfirli ve livalideyye ve li’l-

mü’minine yevme yekumu’l- hisab.

< Ey Rabbımız! Beni, anamı-babamı ve bütün

mü’minleri hesap gününde mağfiret eyle (bağışla)

13. Namazdan çıkış selâmı ( sağa-sola):

Es-selâmu aleykum ve rahmetullâh

< Selâm ve Allah’ın rahmeti üzerinize olsun>

14. Vitir Namazında Okunan Kunut

Duaları(Hanefiler için):

a. Allahumme innâ nes’te’inuke ve

nestağfiruke ve nesdehdike ve nu’minu bike ve

netubu ileyke ve netevekkelu aleyke ve nusni

aleyke’l- hayre kullehu neşkuruke velâ nekfuruke ve

nahleu ve netruku men yefcuruk.

< Allah’ım! Senden yardım ve mağfiret

(günahların affını) diler, Senden hidayete (doğru

yola ) ulaştırmanı isteriz. Sana tövbe ederiz, Sana

tevekkül eder ve Sana güveniriz. Seni hayır ve

zikirle över, verdiğin bütün nimetler içinde

şükrederiz. Seni inkâr etmeyiz, Sana isyan edenleri

terkeder ve kendilerinden ilişkimizi keseriz.>

208

b. Allahumme iyyake na’budu ve nusallı ve

nescudu ve ileyke nes’a ve nahfidu nercu rahmetike

ve neş’a azâbeke inne azâbeke bil kuffarı mulhik.

< Allah’ım ! Yalnız Sana ibadet eder, Senin

rızan için namaz kılar ve Sana secde yaparız. Sana

koşar ve Sana yaklaştıracak şeyleri kazanmaya

çalışırız. Senin rahmetini umar, gazabından korkarız.

Şüphe yok ki, Senin azâbın kâfirlere ulaşır.>

15. Selâm verdikten sonra okunan dua:

Allahumme ente’s-selâmu ve minke’s-selâm,

tabarakte yâ zel- celâlı vel- ikram.

< Allah’ım ! Selâm Sensin ! Selâmet te ancak

Sendendir. Sen mubareksin ey celâl ve ikram sahibi

Allah’ım.>

16. Peygamberimize salât ve selâm getirme:

Allahumme salli alâ seyyidinâ ve nebiyyinâ

Muhammed.

< Efendimiz ve Peygamberimiz Muhammed’e

salâtu selâm (Yani, Allah’ın rahmeti, bağışlaması ve

esenliği üzerine> olsun

17. Allah’ı yüceltme duası:

209

Subhana’llâhi ve’l-hamdu lillâhi velâ ilâhe

illellâhu va’l-lahu ekber, velâ havle velâ kuvvete illâ

bi-llâhi’l-âliyyil-az^ım.

< Allah’ım ! Seni tesbih edip Sana hamd

ederim. Allah’tan başka ilâh yoktur. Allah en

büyüktür.Güç ve kudret ancak, büyük ve yüce olan

Allah’tandır.>

18. Ayetel Kursi:

Allah’u lâ ilâhe illâ huvel hayyul kayyum. Lâ

te’huzuhû sinetun velâ nevm. Lehu mâ fissemâvâti

ve ma fil’ard. Menzellezi yeşfeu indehu illâ biiznih .

Ya’lemu ma beyne eydihim ve ma halfehum.

Velâyuhitune bişey’in min ilmihi illâ bimâ şae. Vesia

kursıyyuhus’- semâvâtı vel’ard. Velâ yeuduhu

hifzuhumâ. Vehuve’l- âlıyyul- âzıym.

< Allah, O’ndan başka Tanrı yoktur; O, Haydır

(hayat sahibi) kayyumdur ( yarattığı bütün varlıkları

yönetir). Kendisine, ne uyku gelir, ne de uyuklama.

Göklerde ve yerdekilerin hepsi O’nundur. İzni

olmadan O’nun katında kim şefaat edebilir ? O,

kullarının yaptıklarını ve yapacaklarını bilir (O’na

hiçbir şey gizli kalmaz). Onlar ise, Allah’ın dilediği

210

kadarından başka O’nun ilminden hiçbir şeyi

bilemezler. O’nun kürsüsü gökleri ve yeri çevrelemiş

kuşatmıştır. Onları koruyup gözetmek kendisine zor

gelmez. O, yücedir,en büyüktür.>

19. Tesbih duaları:

a. 33 defa, “ Subhanallah “

(Allah’ım ! Seni, noksanlık ve ayıplardan uzak

tutar; Seni ibadetlerimle yüceltirim.)

b. 33 defa, “ Elhamdulillah”

(Allah’ım ! Verdiğin her şeyden dolayı Sana

hamd (şükür) ederim.

c. 33 defa, “ Allah’u Ekber “

(Allah en büyüktür.) , denilmeli.

20. Allah’ı yüceltme duası:

Lâ ilâhe illellahu vahdehu lâ şerike leh, lehul-

mülkü ve le hul- hamdu ve huve alâ kulli şey’in

kadir.

< Allah’tan başka ilâh yoktur. O, tektir, eşi ve

ortağı yoktur. Mülk O’nundur, hamd O’nadır, O, her

şeye kadirdir.>

21. Subhane Rabbıye’l- alıyyıl- a’lel- vehhâb:

211

< Yüceler yücesi Rabbimi tesbih ederim> . Bu

duadan sonra eller kaldırılıp “ amin “ diyerek Allah’a

dua edilir. Eller omuz hizasına kadar kaldırılır ve

ellerin içi kişinin yüzüne dönük tutulur.

22. Sabah ve akşam namazlarının sonunda

okunması önerilen Haşr Sûresinin son ayetleri:

Huvallâhullezi lâ ilâhe illâhû, âlimul- ğaybi ve

şehadeh, huver-rahmanur-rahim. Huvallahullezi

lâilâhe illâhû, el melikul kuddûsus selâmul mu’minul

muheyminul azîzul cebbarul mutekebbir,

subhanallâhi ammâ yuşrikun. Huvallahul halikul

bari’ul musavviru lehul esmaul husnâ, yusebbihu

lehu mafissemavati vel ard ve huvel azizul hakim.

<O, öyle Allah’tır ki, O’ndan başka hiçbir ilâh

yoktur. Gizliyi de aşikâr olanı da bilir. O, Rahman

(dünyada bütün yaratıklara merhamet eden) ve

Rahimdir (âhirette yalnızca mü’minlere merhamet

edendir.)

O, öyle Allah’tır ki, kendisinden başka ilâh

yoktur. O, Melik’tir(bütün kainatın sahibidir),

Kuddus’tur (noksanlıklardan beridir), Selâm’dır

(selâmete, esenliğe kavuşturandır.), Mü’min’dir

212

(güven verendir), Muheymin’dir ( kullarını kollayıp

gözetendir.), Azız’dir (herşeye galiptir), Cebbar’dır

(ihtiyaçlarını karşılayıp noksanlarını

giderendir.),Mutekebbir’dir (yücelik ve ululuk

sahibidir). Allah müşriklerin koştukları ortaklardan

da münezzehtir (uzaktır).

O, yaratan, yoktan var eden ve şekil veren

Allah’tır. En güzel isimler O’nundur. Göklerde ve

yerde olanlar, hep O’nu tesbih edip yüceltirler. O,

Azız’dir (herşeye galiptir), Hâkim’dir (hükmünde

hikmet sahibidir).

23. Yatsı namazından sonra okunması önerilen

“ Bakara Sûresinin “ son ayetleri:

Âmener- rasûlu bimâ unzile ileyhi min rabbihi

vel mu’minun. Kullun âmene billahi ve melâiketihi ve

kutubihi ve rusulih. Lâ nufarriku beyne ahadin min

rusulih. Ve kalû semi’na ve ata’na ğufraneke

rabbenâ ve ileykel masiyr.

Lâ yukelli fullahu nefsen illâ vus’ahâ. Lehâ mâ

kesebet ve aleyha mektesebet. Rabbena la

tuhahizna in nesiyna ev ağtayna, Rabbenâ velâ

tahmil aleynâ isran kemâ hameltehu alellezine min

213

kablinâ. Rabbenâ velâ tuhammilnâ mâ lâ takatelenâ

bih. Va’fu annâ vağfir lenâ varhamnâ. Ente Mevlânâ

fensurnâ alel kavmil kâfiriyn.

< Peygamber, Rabbi tarafından kendisine

indirilene iman etti, mü’minlerde (iman ettiler). Her

biri Allah’a, meleklerine, kitaplarına,

Peygamberlerine iman ettiler ve şöyle dediler:

Allah’ın Peygamberlerinden hiçbiri arasında ayırım

yapmayız. İşittik, itaat ettik. Ey Rabbimiz, affına

sığındık ! Dönüş Sanadır.

Allah her şahsı, ancak gücünün yettiği ölçüde

sorumlu tutar. Herkesin kazandığı (hayır) kendine,

yapacağı (şer ) de kendinedir. Rabbimiz! Unutursak

veya hataya düşersek bizi sorumlu tutma. Ey

Rabbimiz! Bizden öncekilere yüklediğin gibi bize de

ağır yük yükleme. Ey Rabbimiz! Bize gücümüzün

yetmediği işler de yükleme. Bizi affet! Bizi bağışla!

Bize acı! Sen bizim mevl’âmızsın. Kâfirler

topluluğuna karşı bize yardım et.>

Namazda Okunan Kısa Sûreler:

214

1. Fil Sûresi : (Bismillahirrahmanirrahim)

Elem tere keyfe feale rabbuke bi ashabil fil.

Elem yec’al keydehum fiy tadlilin ve arsele aleyhim

tayran ebabil. Tarmihim bi hicaratin min siccilin fe

cealehum ke’asfin me’kul.

<Rabbinin fil sahiplerine neler yaptığını

görmedin mi ? Onların kötü plânlarını boşa

çıkarmadı mı ? Onların üstüne ebâbil kuşlarını

gönderdi. O kuşlar, onların üzerine pişmiş tuğladan

yapılmış taşlar atıyordu. Böylece, Allah onları yenilip

çiğnenmiş ekine çevirdi.

2. Kureyş Sûresi : (Bismillahirrahmanirrahim )

Li ilâfi kureyşin ilâfihim rıhlete’ş-şitâi ves-sayf.

Felya’budu rabbe hazel beytillezi et’amehum min

cuin ve amenehum min havf.

< Kureyş’e kolaylaştırıldığı, evet,kış ve yaz

seyahatları Onlara kolaylaştırıldığı için Onlar da,

kendilerini açlıktan doyuran ve her çeşit korkudan

emin kılan şu evin (kâbe’nin) Rabbi’na kulluk

etsinler.>

3. Mâûn Sûresi (Bismillahirrahmanirrahim )

215

(1) Eraeytellezi yukezzibu biddin.(2)

Fezalikellezi yeduul yetim.(3) Velâ yehudu alâ taamil

miskin.(4) Feveylun lil musalline-(5)llezine hum an

salâtihim sahun.(6) Ellezine hum yuraune (7) ve

yemneunel mâun

< (1)- Dini yalanlayanı gördün mü ? (2-3)-

Yetimi itip kakan, yoksulu doyurmaya yanaşmayan,

işte odur. (4)- Yazıklar olsun o namaz kılanlara ki

(5)- onlar namazlarını ciddiye almazlar. (6)- Onlar

gösteriş yapanlardır; (7)- hayır yapana da engel

olurlar.>

4. Kevser Sûresi (Bismillahirrahmanirrahim )

İnna a’taynâ kelkefser. (2) Feselli li rabbike venhar.

(3) İnne şani eke huvel ebtar.

< (1)- ( Ey Muhammed !) Doğrusu Sana

kevseri (veya pek çok nimet ) verdik. (2)-Öyleyse

Rabbin için namaz kıl, kurban kes. (3)- Doğrusu

Sana nesli kesik diyenlerin bizzat kendilerinin

nesilleri kesiktir.>

5. Kâfirun Sûresi (Bismillahirramanirrahim )

(1) Kulyâ eyyuhel kâfirune (2) Lâ ağbudu mâ

tağbudun (3) Velâ entum âbidûne mâ ağbud. (4)

216

Velâ enâ âbidun mâ abedtum (5) Velâ entum

âbidûne mâ ağbud (6) Lekum diynikum veli yedin.

(Ey Muhammed ! ) De ki: Ey kâfirler ! (2)- Ben sizin

taptıklarınıza tapmam.(3)- Sizde benim taptığıma

tapmazsınız.(4)-Ben de sizin taptığınıza tapacak

değilim.(5)- Siz de benim taptığıma tapacak

değilsiniz.(6)- Sizin dininiz size, benim dinim

banadır.

6. Nasr Sûresi L(Bismillahirrahmanirrahim)

(1)İza cae nasrullâhi vel feth (2) Ve

raeytennâse yedhulûne fi dinillâhi efvacen fesebbih

bi-hamdi rabbike vestağfirh (3) İnnehu kâne

tevvabâ

< (1-3)- (Ey Muhammed !) Allah’ın yardım ve

zafer günü gelip, Allah’ın dinine insanların akın akın

girdiklerini görünce, Rabbini överek tesbih et;

O’ndan bağışlanma dile, çünkü O, tövbeleri daima

kabul edendir.>

7. Tebbet Sûresi (Bismillahirrahmanirrahim

(1)Tebbet yeda Ebi Lehebin ve tebb.(2) Mâ

âğnâ anhu mâluhu vemâ keseb (3) Seyaslâ nâran

217

zate-leheb (4) Vemra etuhu hammaletel- hatab.(5)

Ficidiha hablun min mesed.

< (1)- Ebu Leheb’in elleri kurusun; kurudu da

! (2)- Malı ve kazancı kendisine fayda vermedi.(3)-

O alevli ateşte yanacaktır. (4-5)- Sırtında odun

taşıyıcı olarak ve boynunda (hurma liflerinden

bükülmüş) ip olduğu halde karısı da ( o ateşe

atılacak).

8. İhlâs Sûresi (Bismillahirrahmanirrahim )

(1). Kul huvallâhu ehad. (2) Allahu’s-samed.

(3) Lem yelid ve lem yûled. (4) Velem yekullehu

kufuven ehad.

<(1)- (Ey Muhammed ! ) De ki : O Allah bir

tektir. (2)- Allah samedtir ( O’nun hiçbir şeye

ihtiyacı yoktur, herşey O’na muhtaçtır.) (3)- O

doğmamış ve doğurmamıştır.(4)- Hiçbir şey O’na

denk değildir.

9. Felâk Sûresi (Bismillahirrahmanirrahim )

(1) Kul eûzu birabbil felâk.(2) Min şerri ma

halak. (3) Ve min şerri ğasıkın izâ vekab. (4) Ve min

şerrin- neffâsati fil’-ukadi. (5) Ve min şerri hâsidin

izâ hased.

218

< (1-5)- De ki: Yaratıkların şerrinden,

karanlığı çöktüğü zaman gecenin şerrinden,

düğümlere üfürüp bûyu yapan üfürükçülerin

şerrinden ve kıskandığı zaman hased eden (kıskanç

kişinin) şerrinden tan yerini ağartan Rabbe,

sığınırım.

10. Nâs Sûresi (Bismillahirrahmanirrahim)

Kul eûzu birabbin-nasi. (2) Melikin_nasi.(3)

İlâhinnas-. (4) Min şerril vesvasil hannas (5) Ellezi

yuvesvisu fi sudurinnas.(6) Minel cinneti vennâs.

< (1-6)- De ki: İnsanlardan ve cinlerden olup

insanların kalplerine vesvese sokan o sinsi

vesvecinin şerrinden, insanların Rabbine, insanların

Melikine (mutlak sahibine), insanların ilâhına,

sığınırım. > (29/sf:64-110 ).