Post on 01-Mar-2020
AY
LIK
İLİM
- KÜ
LT
ÜR
VE
ED
EB
İYA
T D
ER
GİSİ
ŞUBA
T 2013
148
148
Dergisi Hediyesi...
Ş U B A T 2 0 1 3Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Her An Abdestli Olmak4414 Karahisar
Kalesi ve Afyon
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
ANADOLU VE EGE BÖLGESİNİN KAVŞAĞI: AFYON
Afyon iş geographicallay located in an important part of Turkey. It is an intersection point of roads from Anatolia and a natural door linking the west to the east and north to the south. It is a kind of service area for the travellers passing over there and combines the metropolises, Ankara, İstanbul, İzmir, Konya, Kütahya Eskişehir and Antalya, with the inner regions. One of the Mevlevi Lodges founded in Anatolia is Sultan Divani Mevlevi Lodge in Afyon. Gazlıgöl in Afyonkarahisan and the natural hot springs on the way of Kütahya highway have fantastically developed the city in terms of thermal tourism. Every season, It cures people with its thermal hotels, old Turkish Baths, apart villas, indoor pools and shopping centers. Afyon is famous for its Turkish saugage made from meat and Turkish cream, which is made from buffalo and cow milk. Our best regards are for Afyon, the intersection point of Anatolian and Aegean.
THE INTERSECTION OF ANATOLIAN AND AEGEAN REGION: AFYON
Afyonkarahisar ili, coğrafiî açıdan Türkiye’nin önemli bir geçiş bölgesinde yer almaktadır. Yolculuk es-nasında mutlaka konaklanacak bir nokta özelliği taşımaktadır. Ankara, İstanbul, İzmir, Konya, Eskişehir, Kütahya ve Antalya gibi büyük şehirlerin diğer şehirlerle ve iç bölgelerle bağlantısını sağlayan bir kavşak şe-hirdir. Şehre ismini veren Karahisar Kalesi, şehir merkezinde, volkanik özellikli, yüksekliği 226 metre olan doğal bir kaya kütlesi üzerindedir. Bölge, M.Ö. 1350 yıllarında Hitit İmparatoru olan II. Murşil zamanında Arzava seferinde müstahkem mevki olarak kullanılmıştır. Kale önce Hapanuva, Roma ve Bizans dönemle-rinde Akroenos, Selçuklular döneminden itibaren ise, Karahisar adını almıştır. Selçuklu Sultanı I. Alaaddin Keykubat zamanında Kale Dizdarı Bedrettin Gevhertaş tarafından kale surları onarılmıştır. Ayrıca Kale içi-ne lacivert çinileriyle tanınan küçük bir mescit ve saray yaptırılmıştır.
Anadolu’da kurulan ilk mevlevîhânelerden biri Afyon Sultan Divânî Mevlevîhânesidir. Özellikle 16. yüz-yılda Hz. Mevlânâ’nın yedinci kuşak torunlarından Sultan Dîvânî zamanında Afyon Mevlevîlik açısından Konya’dan sonra ikinci bir merkez olmuştur. Bahçesinde Derviş Odaları, Matbah, Hamuşan (Mezarlık) bu-lunan, son olarak 2008 yılında restore edilen ve “Sultan Dîvânî Mevlevîhâne Müzesi” olarak hizmete sunu-lan tarihî mekân, Afyonkarahisar Belediyesi bünyesinde hizmet vermektedir.
Timûr Han zamanında, devlet hazinesinin süsü olmak üzere bir fermanla Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin Dîvân-ı Kebîr’i Konya’daki türbeden alınarak Mâverâünnehr’e götürülür. Daha sonra bölge-de çıkan karışıklıklar sırasında Dîvân-ı Kebîr bâtınî fırkasından olan Şah İsmâil’in eline geçer. Bu yüzden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sultan Dîvânî’ye manevî işâretle Dîvân-ı Kebîr’i o bid’at ehlinin elinden kurtar-ması, eski yerine koymasını emreder. Çeşitli serencamlardan sonra Sultan Dîvânî Hazretleri Dîvân-ı Kebîr’i Konya’ya getirir ve asıl yerine koyar. Sultan Dîvânî’nin Afyon’daki türbesi halen ziyaretgâhtır. Ayrıca, kırk ahşap sütun ile ayakta duran Ulu Camii, dikdörtgen planlı olup, 1272-77 yıllarında Sahipata Nusratüddin Hasan tarafından yaptırılmıştır.
Afyonkarahisar’da sivil mimariye ait evler, Kale ve Hıdırlık eteklerinde yer alan mahallelerde bulunmak-tadır. Kalenin güneyinde ve doğusunda, yeni mahalleler kurulması ile şehir özellikle doğru yönünde geliş-miş olup, günümüzde ovaya doğru yayılarak genişlemektedir. Afyonkarahisar Gazlıgöl mevkii ve Kütahya karayolu üzerinde bulunan Kaplıcalar, şehri termal turizmi açısından fevkalade geliştirmiştir. Termal otel-ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.
Başta İscehisar olmak üzere Afyonkarahisar’ın zengin mermer ocaklarından çıkarılan mermerlerinin gö-rünüş ve renkleri çok farklıdır. Mimarî yapılarda, dekorasyon işlerinde, heykelcilik işlerinde ve hediyelik eşya yapımında Afyon mermeri ülkemizin her tarafında kullanılmaktadır. Türklerin pastırma ve kavurma ile birlikte Orta Asya’dan beri, tükettiği et ürünlerinden olan sucuk ise, Ege bölgesinde Afyon ili ile özdeş-leşmiştir. Yine bu şehrimize özgü bir süt ürünü olan Afyon Kaymağı, manda ve inek sütünden elde edilir. Tarihî ve turistik özellikleriyle Anadolu ve Ege bölgesinin kavşağı olan Afyon’a gönülden selamlar…
3
36
52 66 74
NİDEYDİM ÂLEMİ - Hüseyin ALPSOY (10)
KADIN SÛFÎLER - Kadir ÖZKÖSE (18)
KÖTÜLÜĞÜ SUYA YAZ - Hanifi KARA (23)
EL-MUKADDİM EL-MUAHHİR - Ramazan ALTINTAŞ (24)
EN YÜKSEK RÜTBE: KULLUK - Bekir OĞUZBAŞARAN (27)
TEMİZ ASIL TEMİZ NESİL - Musa TEKTAŞ (28)
BEŞÎR B. AKRABE (r.a) - Bünyamin ERUL (33)
KÜLTÜR BİLİM VE SANAT AYNASI - Bilal KEMİKLİ (34)
HAZRET-İ MEVLÂ… - Rıfat ARAZ (38)
SİHİR VE BÜYÜ - Abdullah KAHRAMAN (40)
DAYAN YÜREĞİM DAYAN - Mürsel GÜNDOĞDU (43)
UNUTULAN BİR GELENEĞİMİZ: HER AN ABDESTLİ OLMAK – Enbiya YILDIRIM (44)
PENCERE - Celalettin KURT (47)
SULTAN V. MEHMET - Resul KESENCELİ (48)
BİLGENİN SOFRASI - Erol AFŞİN (56)
BENİM İSTEDİĞİM GİBİ OL! - Rukiye KARAKÖSE (58)
AFYON GÜZELLEMESİ - M. Nihat MALKOÇ (61)
OSMANLI TARİHİNDE SIRLI OLAYLAR - İsmail ÇOLAK (62)
ZULÜM HADDİ AŞMAKTIR - Mehmet DERE (68)
AFYON VELÎLERİ - Yusuf HALICI (72)
NAYLON AYAKKABI - Selim TUNÇBİLEK (76)
ÇOCUKLARDA SUSMA BİLİNCİ - M. Emin KARABACAK (80)
SÜKÛTUMU İKRAR SANANLARA !... - Mehmet SERTPOLAT (83)
TİTİZ ANNELER VE HASTA ÇOCUKLAR - Akın DİNDAR (84)
ENGİNAR - Şifalı Bitkiler (86)
DÜĞÜN ÇORBASI - Mesude SARI (87)
KUR’ÂN KISSALARI
BİLGİ VE BİLGİNİN DEĞERİ
HİKMETLER NÜSHASI
MUTLUKLUKTAN
ÖTE BİR SIRRA ERMEK
KARAHİSAR KALESİ VE AFYON
İRFANÎ GELENEK
06Hayat düstûrumuz Kur’ân, bir tarih kitabı değildir. Geçmişte yaşanmış pek çok kıssa Kur’ân’da anlatılır. Ancak Kur’ân’ın bu anlatımları Kur’ân’a özgündür.
Hazreti Mevlânâ’nın insanları bilgilerine göre sınıflandırmaktadır. Ancak bu bilgi nasıl bir bilgidir? Günümüzdeki bilgi anlayışıyla ne kadar benzeşir? Şimdi bu suallerin cevabını birlikte arayalım.
Neylî, Klasik Türk şiirinin mazmunlarını ve sanatlarını ustaca istif ettiği bu rubaisinde Hz. Muhammed’i farklı bir anlatımla tavsif ediyor.
İslam düşünce geleneğinde sevgi kavramının belki de en yoğun işlendiği ve somutlaştığı önemli isimlerden biri Yunus Emre’dir. Şiirleriyle anlattığı hissiyatı...
Afyon serinliğin ve derinliğin adresidir. Öteki adıyla Afyonkarahisar… Egenin bağrındaki ince ve saf güzelliğin serin rüzgârlarla söyleştiği şehir.
Sûfîler, Allah’a ve diğer iman esaslarına şeksiz şüphesiz bir şekilde iman etmenin öncelikli bir görev olduğu kanaatindedirler.
14Ali AKPINAR
Cihan OKUYUCU M. Doğan KARACOŞKUN
Meryem Aybike SİNANFatih ÇINAR
Adana 0 322 334 00 65Amasya 0 533 681 33 82Ankara 0 312 324 40 75Antalya 0 242 339 60 57Bartın 0 278 228 69 41Bolu 0 374 270 38 14Bursa 0 224 331 71 11Denizli 0 258 371 09 28Düzce 0 542 661 90 08Elazığ 0 424 224 46 46Elbistan 0 344 415 01 88Erzurum 0 442 329 03 10Gaziantep 0 342 321 43 34Hatay 0 505 921 18 06İstanbul 0 216 472 08 92İzmir 0 232 435 90 91K. Maraş 0 535 518 47 23
Karabük 0 542 240 67 63Karaman 0 338 214 28 92Kayseri 0 352 311 30 76Kocaeli 0 262 426 12 72Konya 0 332 233 38 74Malatya 0 422 321 66 64Manisa 0 236 412 37 80Mersin 0 324 336 31 09Niğde 0 388 232 32 01Osmaniye 0 328 846 21 39Sakarya 0 264 339 23 65Samsun 0 362 431 44 55Sinop 0 368 671 24 50Sivas 0 346 222 48 46Şanlıurfa 0 414 312 41 24Tokat 0 541 845 75 12Zonguldak 0 372 253 24 74
Vedat Ali TOK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 19 Sayı: 148 Şubat 2013Basım Tarihi: 01 Şubat 2013
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA
Reklam MüdürüYusuf YILMAZ
Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR
Musa TEKTAŞ
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL
YapımARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU
Sanat YönetmeniAli GÜRSOY
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 54 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - bilgi@somuncubaba.net
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.
Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70
Kurum Abone : 140
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 54’ü arayınız.
/SomuncuBabaDergisi
55Şubat 20134
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Doksansekizinci Hutbe
Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden
Hutbeler
Muhterem Cemâatı Müslimîn!
Peygamberimiz gelmeden önce yeryüzünde
yine insanlar yaşıyordu, dünya yine bugünkü
dünya idi. Yine öfkeleri, kavgaları vardı. İnsan-
ların dünyası karanlık, insanlar câhildi. Halkın
kendisiyle, halkın âmirleri ile arası iyi değildi.
Yanlış inanmalar almış yürümüş idi. En içten
duygular, en mutlu gülücükler unutulmuştu.
İnsanlar, sonu kurtuluş olmayan bir çıkmaza
düştüklerinin farkında değildiler. Yeryüzün-
de karanlık, karamsarlık hâkimdi. Devrin ünlü
ediplerinde, şairlerinde bile kardeşlik konusu
yer almıyordu. Kadın, sadece zevkin, düşkün-
lüğün sembolü idi. Kuvvetli olan haklı çıkıyor-
du. Kısacası kin ve öç alma duygularının beğe-
nildiği her çeşit ahlâksızlığın hoş görüldüğü,
bir toplum yaşıyordu. Dünyada bu toplum yal-
nız Arap yarımadasında yaşamıyordu. Sapıklık
her yeri sarmıştı. Bütün bu olaylar ve kötü du-
rum, aydınlık bir günün belirtisi idi. Gecelerin
sonu sabah olduğu gibi karanlığın bir ucu da
aydınlığa çıkardı ve öyle oldu.
Bir ışık demeti nasıl yırtarsa karanlıkları ve
bir güneş nasıl doğarsa zulmet üstüne, birden-
bire Hazret-i Muhammed (s.a.v.) de öylesine
doğuvermişti yeryüzüne. Nisan yağmuru gibi,
rahmet, ışık ışık... salât ve selâm ona olsun.
O iyi, yararlı işler yapanları kurtuluşla, mut-
lulukla müjdelemiş, uyuyanları uyandırmış,
günah işleyenleri sakındırmıştır. İnsanları en
güzel bir biçimde doğru yola davet etmiştir.
Bu çağrıyı yaparken kendisi bir şey eklemedi-
ği gibi hiçbir şey de eksiltmemiştir. İnsanlara
insanlık değerini ve şerefini bildirmiş, insana
tapınmaya değil, bu yüce Yaratıcıya tapmaya
memur olduğunu anlatmıştır. Tanrılar fikri-
ni, tek Allah, yani tevhid inancını getirmiştir.
Kendisi bütün davranışları ile bütün insanlara
örnek olmuş, çok zor şartlar içinde bulunduğu
zamanlarda bile doğruluktan iyilikten ayrılma-
mıştır. En üstün ahlâkı tamamlamak için gön-
derildiğini söylemiş, en faziletli yola çağırmış-
tır. Miskinliği, tembelliği yıkan, onun yerine
çalışmayı, hareketi koyan kurallar getirmiştir.
Onun insanlara tebliğ ettiği İslâm dini; bil-
gine, bilgiye en üstün yeri vermiştir. Bilen-
le bilmeyeni bir tutmamış “Oku!” onun yüce
Allah’tan aldığı ilk emir olmuştur. Huzur ve
barış, onun getirdiği dinin temel düşüncelerin-
den birisidir. Çünkü İslâm’da insan en şerefli
bir varlıktır. O, sevgiyi, merhameti getirmiştir.
Hakk’tan yardımlaşmanın en güzelini getirmiş
ve “İnsanlara merhamet etmeyene Allah mer-
hamet etmez.” buyurmuşlardır. Onun getirdiği
kuru dünya değil, inanç dolu, hareket dolu bir
dünyayla kaçınılmaz olan âhirettir.
İslâm önce kalp işidir, yürek işidir. Doğru
ya da yanlış işlerin mihenk taşıdır. Yürek, baş-
ka bir deyişle yüreğin çizdiği yolun doğruluğu
veya eğriliği hareketlerle işlerle kendisini gös-
terir. Kurtuluş savaşında Mehmetçiği ölmezler
arasına katan ve onun erişilmez üstünlüğünü
cihana tanıtan yine onun getirdiği esaslardır.
Mehmetçik, inancı ile Mehmetçik olmuştur.
İstanbul’un çağ açıp kapayarak, asıl sa-
hiplerine geçişini yine Hazret-i Muhammed
(s.a.v.)’in çağlar ötesinden verdiği işaretle bir-
likte değerlendirmek gerekir. İslâm dininin
Arap yarımadasında doğmuş olması, insanlığa
mâl olmasına engel teşkil etmemiştir. Hazret-i
Muhammed (s.a.v.) veda hutbesinde bütün in-
sanlığa hitâb etmiştir. Gaye; insanlığın mutlu-
luğu idi. Onun ilkelerinde renk ayrımı, zengin
fakir ikiliği yoktur. Asıl değer özdedir. Özü dışa
yansıtan davranışlardır.
Kısaca belirtmek gerekirse, Hazret-i Mu-
hammed (s.a.v.) neyin gelmesi gerekse, insan-
lığa onu getirmiştir. Hakk’tan, hayâtı pahasına
da olsa insanları mutluluğa götürme gayretin-
den bir an geri durmamıştır. En üstün insan,
en son O’dur. Âlemlere rahmet olarak gelmiş.
Salât ona, selâm ona.
7Şubat 20136 7
İlim ve Hayat Ali AKPINAR*
KUR’ÂN
KISSALARI
Hayat düstûrumuz Kur’ân, bir ta-
rih kitabı değildir. Geçmişte ya-
şanmış pek çok kıssa Kur’ân’da
anlatılır. Ancak Kur’ân’ın bu anlatımları Kur’ân’a
özgündür. Kur’ân, bunları tarihî bilgi vermek için
anlatmaz. Bu sebeple onun kıssa üslubunda, kro-
nolojik bir sıra yoktur. Kıssanın yaşandığı zaman
açıklanmaz. Kıssanın yaşandığı yerler, çoğu za-
man zikredilmez. Kıssanın kahramanları da bir-
kaç örnek dışında zikredilmez. Bunun sayısız hik-
metleri vardır. Şöyle ki:
Kıssalarda ayrıntı bilgiler yoktur. Belki de bu-
gün elimizdeki Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan kıs-
salarla, Kur’ân kıssalarının ayrıldığı en temel
nokta budur. İlkinde kıssalarda oldukça fazla ay-
rıntıya girilir. Kur’ân ise mesajının,
ayrıntılar içerisinde kaybolmasına
izin vermez. Kıssayı, mesaj verecek
yönleriyle anlatır.
Kur’ân kıssaları, tarihî bir sı-
raya göre anlatılmaz. Sözgelimi
Kur’ân’da en fazla bahsedilen Hz.
Musa ve İsrailoğulları kıssası, tarihî
sırasına göre anlatılmaz. Kur’ân’ın
kıssa anlatmadaki asıl hedefi, me-
sajını kalıcı, canlı ve etkili bir şekil-
de anlatmak olduğu için, kıssanın
içerisinden seçtiği kesitleri mesa-
jına hizmet edecek şekilde anlatır.
Mesajla doğrudan alakalı olmayan kısımlar ise
Kur’ân’da geçmez.
Kıssanın yaşandığı zaman açıkça belirtilmez.
Hangi tarihte, hangi asrın kaçıncı senesinde ya-
şandığı anlatılmaz. Bunun en temel amacı, kıs-
sadaki mesajın tüm zamanları kapsamasını sağ-
lamaktır. Bu şekilde, kıssa yaşandığı zamanda
kalmaz. Her zaman ve her yerde mesajıyla yaşa-
nılabilir özelliktedir.
Kıssanın geçtiği yerlere temas edilmez. İstisnâî
olarak bazı yerlerin adı geçer Kur’ân’da. Ancak
zikredilen bu yerler, insanlık tarihinin kilomet-
re taşları olan yerlerdir. Mekke, Medine, Mescid-i
Aksa gibi. Kur’ân mesajının bütün yerleri kapsa-
ması için, yer adlarını çok fazla zikretmez. Buna
göre, her şehir, her yer kıssada kendisini bulabilir.
Kur’ân kıssalarında şahıs isimleri de çok faz-
la geçmez. İstisnâî olarak geçen şahıs isimle-
ri, insanlığın önderleri peygamberler ve bunla-
rın dışında birkaç isimdir. Bu özellik de kıssadaki
mesajın bütün herkese hitap etmesine yöneliktir.
Kıssayı okuyan herkes, iyi bir kimse ise de kötü
bir kimse ise de kıssada kendini bulabilir, buna
göre kendine pay çıkarabilir.
Kur’ân kıssalarının bu özellikleri, anlatılan kıs-
saların yaşanmamış, hayalî kıssalar olduğu anla-
mına gelmez. Zira Kur’ân bunu açıkça beyan eder.
Elbette Kur’ân kıssaları, geçmişte yaşanmış, bu-
Asha
b-ı K
ehf /
Afş
in
Sule
jman
MU
RAD
OVİ
C
Ashab-ı Kehf Mağrası
9Şubat 20138
karan kervancıların, onu satın alıp saraya götüren
Mısır Azizi ve karısının, sarayda hakemlik yapan
kişinin, saraydaki kadınların, zindan arkadaşları-
nın adı kıssada geçmez. Yine Yûsuf’un küçük yaş-
ta gördüğü rüya ile başlayan kıssada, Yûsuf’un
peygamber oluşu ve peygamber olduktan sonra-
ki tevhîn mücadelesi anlatılmaz. Yûsuf’un anne
babası ve kardeşlerini Mısır’a getirmesiyle kıssa
kapanır. Ondan sonra ne oldu, Hz. Yakub ve Hz.
Yûsuf ne kadar yaşadılar, Hz. Yûsuf ne zaman, ki-
minle ve nasıl evlendi, onun hükümranlığı ne ka-
dar sürdü ve ne zaman sona erdi gibi soruların ce-
vabı kıssada yer almaz.
Özetleyecek olursak, Kur’ân kıssalarını ken-
di bağlamı içerisinde, bulunduğu yerden kopar-
madan kıssayı günümüze ve hayatımıza taşıyarak
okumalıyız. Bunun için öncelikle kıssanın yaşan-
dığı dönem ve ortamlara/şartlara gitmeli; oradan
alacağımız mesajları günümüze getirerek kıssayı
izlemeliyiz.
Kıssada yer almayan ayrıntı bilgilerin peşine
düşmemeliyiz.
Kıssadaki verilmek istenen Kur’ân mesajlarını
kendi hayatımıza indirgeyerek, sanki bize iniyor-
muşçasına, sanki bizi anlatıyormuşçasına Allah’ın
âyetlerini okumalıyız.
Kıssadaki olumlu yahut olumsuz özellikleri an-
latılan kimselerin yerine kendimizi koyarak kıssa-
yı okumalıyız. Biz olsaydık ne yapardık, nasıl bir
tavır ortaya koyardık, kimin safında yer alırdık,
sorularını sorarak kıssayı okumak, anlatılan kıs-
salardan ibret almayı sağlayacaktır ki Kur’ân’ın
kıssa anlatmaktaki hedefi budur.
Peygamberimizin Kur’ân Kıssalarını Hayatına Uyarlaması
Peygamberimizin Kur’ân kıssalarını nasıl ha-
yatına uyarladığını şu birkaç örnekte görmemiz
mümkündür:
Mekke fethinde Peygamberimiz, Kâbe’nin et-
rafında toplanan insanlara, Bugün size Yûsuf’un
kardeşlerine söylediğini söylerim, demiş ve “Bu-
gün size kınama ve başa kakma yoktur”5 âyetini
okumuştur. O bu uygulamasıyla yıllar önce
Mekke’de inen suredeki bu âyeti yıllar sonra gün-
deme getirmiştir.
İfk olayında iftiraya uğrayan Hz. Aişe peygam-
berimize ve ana-babasına şöyle demişti: “Vallahi
ben, kendim ve sizin için Hz. Yakub’un oğulları
ile olan misalinden başka getirecek misal bula-
mıyorum. Nitekim o zaman Yakub şöyle demiş-
ti: ‘Artık bana düşen güzelce sabretmektir. Sizin
şu söylediklerinize karşılık yardımına sığınıla-
cak olan ancak Allah’tır.”6
Ömrünün son anlarında hasta yatağında olan
Peygamberimiz, yanındakilere “Ebubekir’e söy-
leyin, namazı kıldırsın”, buyurunca Hz. Aişe ve
Hz. Hafsa annelerimiz, “O çok yufka yüreklidir,
Ömer’e söyleyelim namazı o kıldırsın!” diye iti-
raz ettiklerinde Peygamberimiz “(Aykırılıkta ve
birbirinizle kafa kafaya vermede) sizin durumu-
nuz, Yûsuf’un yanındaki saray kadınlarının du-
rumu gibidir!” buyurarak onlara yine Yûsuf kıs-
sasını hatırlatmıştı.
Görüldüğü üzere Peygamberimiz ve sevgili eşi
Yûsuf kıssasını hep gündemde tutmuşlar ve onu
hayatlarına uyarlayarak okumuşlardır.
1 3/Âl-i İmrân, 62.2 18/Kehf, 13.3 7/A’râf, 176.
4 12/Yûsuf, 111.5 12/Yûsuf, 92.6 12/Yûsuf, 18.
*Prof. Dr.
Dipnot
gün ve yarınlarda yaşanılabilecek şeylerdir. “Şüp-
hesiz bu anlatılanlar gerçek olaylardır. Allah›tan
başka tanrı yoktur. Doğrusu Allah güçlüdür,
hâkimdir.1 Ashâb-ı Kehf’in olayını sana Biz ger-
çek olarak anlatıyoruz. Onlar Rablerine inanmış
birkaç gençti.”2
Ashâb-ı Kehf Kıssası
Sayılan bu hikmetleri, Kur’ân’ın tek bir surede
anlattığı en gizemli kıssalardan biri olan Ashâb-ı
Kehf kıssasında şöylece görebiliriz:
Ashâb-ı Kehf, müşrik olan babalarına karşı
gelmiş, onların güdümüne girmekten çekinerek
yaşadıkları imkânları ve evlerini terk edip bir ma-
ğaraya sığınmış bir grup gençti. Bu gençlerin kaç
kişi oldukları (üç mü beş mi yedi mi, onların kaç
kişi olduklarını en iyi Rabbim bilir.), isimlerinin
ne olduğu, terk ettikleri şehrin neresi olduğu, sı-
ğındıkları mağaranın nerede bulunduğu, mağara-
da kaç yıl kaldıkları (üç yüz yahut üç yüz dokuz yıl
mı, onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bi-
lir.), uyutulup uyandırıldıktan sonraki akıbetleri-
nin ne olduğu açıkça Kur’ân’da anlatılmaz. Olayın
tarihi, hangi hükümdar zamanında yaşandığı da
kıssada geçmez.
Kıssa, Ashâb-ı Kehf’in, mağaraya sığınmala-
rıyla başlar. Ondan öncesi anlatılmaz. Sözgelimi
müşrik babalarına ve toplumlarına rağmen, onla-
rın kimin vasıtasıyla nasıl hidâyete erdikleri, yaş-
larının, toplumdaki konumlarının, adlarının ne
olduğu anlatılmaz. Üstelik Kur’ân, onların sayıla-
rı ve mağarada kaldıkları süreyi tartışanları eleş-
tirir. Elbette bu bilgiler kıssa ile sunulmak istenen
mesajın anlaşılmasına katkıda bulunsaydı Kur’ân
onları söylemekten çekinmezdi. Ancak bunlar ay-
rıntı bilgilerdi. Kıssa içerisinde onlara yer veril-
seydi kıssa olduğundan fazla uzayacak ve okuyu-
cuların dikkati dağılacaktı.
Kur’ân’ın bu kıssa ile vermek istediği en temel
mesajlar, “Yüce Allah’ın olmazları olduran erişil-
mez kudrete sahip olduğu, ölüleri diriltmeye de
kadir olduğu, en olumsuz şartlarda bile insan-
ların isterlerse hakikati bulabilecekleri, yoluna
adanmış olanları Yüce Allah’ın sahipsiz bırak-
mayacağı, Mekke’deki tevhîn mücadelesinde zor
zamanlar yaşayan Peygamberimiz ve sayıca az
Müslümanların sabırlı ve kararlı olmalarının ge-
rektiği” gibi konulardı. Kıssayı okuyan kimse, bu
mesajları net bir şekilde görebilmektedir. Şâyet
kıssada Ashâb-ı Kehf’in yaşadığı yer, yaşadıkla-
rı zaman, mağaralarının bulunduğu yer, sayıları,
isimleri ve mağarada kaldıkları süre açıklanmış
olsaydı, okuyucu bu ayrıntılara takılıp kalacak,
asıl mesajlardan kopacaktı. Kur’ân ise, bu eşsiz ve
özgün üslubu ile buna izin vermemektedir.
Anlatmadaki Temel Hedef
Kur’ân, kıssa anlatmadaki temel hedefini net
bir şekilde şöyle vurgular:
“Bu kıssayı anlat, belki düşünür öğüt alırlar.”3
“Elbette onların hikâyelerinde akıl sâhipleri
için ibret vardır.”4
Kur’ân, çoğu zaman bir kıssayı bölümler halin-
de farklı surelere serpiştirerek anlatır. Sözgelimi
Kur’ân’da en fazla gündeme getirilen Hz. Musa ve
İsrailoğulları kıssası, farklı kesitleriyle Kur’ân’ın
pek çok suresinde sunulur. Bazen kıssanın aynı
kesitleri, farklı surelerde tekrarlanır. Dikkat-
li okunduğunda bu tekrarların birbirini tamam-
layan anlatımlar olduğu, her tekrarın bulunduğu
yerde farklı mesajlar içerdiği görülür. Ama yüzler-
ce âyete konu olmasına rağmen İsrailoğulları kıs-
sasında yine ayrıntılar yer almaz. Kıssanın zama-
nı, yaşandığı yerler, Hz. Musa, Hz. Hârûn, Sâmirî,
Fir’avun gibi bir kaç kişi dışında kıssadaki kahra-
manların adları kıssada geçmez. Meselâ, ilmiyle
amel etmeyen ve kaynaklarda adının Bel’am ol-
duğu söylenen kişinin adı, Fir’avun’un iman eden
eşinin adı, Fir’avun’un kavminden iman eden
kimsenin adı kıssada geçmez.
Yine tek bir surede anlatılan en uzun kıs-
sa olan, Kur’ân’ın deyişi ile “kıssaların en güze-
li” Yûsuf kıssasında pek çok insan tipinden bah-
sedilir. Ancak bu isimlerden Hz. Yakub ve Hz.
Yûsuf dışında hiç kimsenin adı geçmez. Meselâ,
Yûsuf’un kardeşlerinin isimleri, onu kuyudan çı-
11Şubat 201310 11
Hulûsi Kalb’denHüseyin ALPSOY
NİDEYDİM
ÂLEMİ
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Haz-
retleri, tasavvufî düşüncesiyle hep
gönüllere hitap etmiştir. Sâliklere
yol gösteren mürşid kimliğiyle şiiri insanları doğ-
ruyola götürmekte bir araç olarak kullanmıştır.
Üzerinde duracağımız “olaydım yâr” redifli ga-
zeli de Dîvân’ındaki bu seslenişin güzel örnekle-
rinden birisidir. Gazelin tamamında hissedilen
‘Sevgili’nin, kavramlar ve maddeler üstü gerçek
bir ‘Sevgili’ olduğu anlaşılmaktadır.
Ediplerin yegâne gâyesi kimi zaman yalnız-
ca sanatlı söz söylemek olmuştur. Ancak tasavvuf
ehli olan ediplerin şiire, söz söyleme gayesinin dı-
şında daha yüce gayeler yüklediklerini görürüz.
Necip Fazıl gibi kimi şairler söz söylemeyi ancak
bir ‘çelik çomak’ olarak görmüşler. Ve asıl gâyenin
gerçek sevgiliyi anlatmak olduğunu ifade etmiş-
lerdir. Canı bir kenara koyan Hak ehli kimselerin
bütün gâyesi ise Cânân olmuş ve hep ona kavuş-
manın yollarını aramışlardır.
Kurbânın Olaydım Yâr
N’ideydim âlemi âlemde hayrânın olaydım yâr
N’ideydim âdemi âdemde kurbânın olaydım yâr
( Ey ) Yâr ne yapayım âlemi, (bu) âlemde (se-
nin) hayrânın olaydım (bana yeter), ( Ey ) Yâr
ne yapayım âdemoğlunu (onlar içinde) senin
kurbânın olaydım ( bana yeter).
Âlem, sözlüklerde dünya, cihan, kâinat anlam-
larıyla kullanılır. Ancak tasavvufî mânâda Allah’ın
yaratmış olduğu herşeydir.1 Bu nedenle dünya,
klasik Türk edebiyatında âşık açısından, fânî ve
yalan oluşu sebebiyle itibar edilmemesi gereken
yer olarak ifade edilir.2 Hulûsi Efendi âlemi, Allah
tarafından yaratılmış ve seyriyle gönüllerde O’na
duyulan hayranlığı arttıracak bir mekân olarak
algılamıştır. İlk beyitte bizlere seyr-i sülûkdaki
önemli iki aşama anlatılmaktadır. Birinci basa-
mak cemâl seyri ile hayran olmak, ikinci basamak
mazhar olduğu bu cemâl seyri neticesinde varlı-
ğından tecerrüd ederek fâni olmaktır.3 İlk mısrada
ifade edilen hayranlığı, ikinci mısrada kurban ol-
mak şeklinde kendini feda etme sûretiyle bir adım
öteye taşır. Zaten şiir boyunca bir âhenk unsuru
olarak kullanılan “N’ideydim” ifadesi, Allah’dan
gayrı herşeye gönlü kapalı bir Hak dostunun sa-
mimi yakarışıdır.
“Kurbân olmak” ifadesi kendini fedâ etme biçi-
minde düşünüldüğü zaman, bizleri Hz. İbrahim’in
Hz. İsmâil’i kurban etmesi olayına götürür. Çünkü
Hz. İsmâil de nefsinden fedâkârlık ederek tered-
düt etmeden bıçağın altına yatabilmiştir. Hulûsi
Efendi’de insanlar içinde kendini Yâr için fedâ
edebilecek bir insan olmayı ister. Böylece sevgili
için fedâkarlığın sınırlarını Hz. İsmâil’in teslimi-
yetiyle birleştirir.
Sana Seyrân Olaydım Yâr
N’ideydim hûr u gılmânı n’ideydim bâğ-ı Rıdvânı
N’ideydim başka seyrânı sana seyrân olaydım yâr
(Ey) Yâr ne yapayım hûri ve gılmanı, ne yapa-
yım Rıdvân Cennetini, ne yapayım başka (şeyle-
rin) seyrini seni seyretseydim (bana yeter).
Beyitte ifade edilen huri, gılman ve Rıdvan
bahçesi cennet ile ilgili ifadelerdir. Hulûsi Efen-
di cennet ile ilgili varlıkları söyleyerek bütün bun-
Şubat 201312 13
ların Allah’ı seyretmekden daha değerli olmadı-
ğını ifade etmiştir. Çünkü bir hadisde cennette
Allah’ın mü’minler ile görüşeceği “Adn Cennetin-
deki, mü’minlerin Allah’la görüşmelerine Allah’ın
mübarek yüzündeki Kibriyâ örtüsünden başka
hiçbir şey engel olmaz “4 şeklinde ifade edilmiştir.
Hulûsi Efendi söyleyişini bu hadise dayandırarak
oradaki Cemâlullâh seyrinin herşeyin üstünde ol-
duğunu ifade eder.
Hulûsi Efendi’nin söyleyişi akıllarımıza Yunus
Emre’nin “Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle
birkaç huri/ İsteyene ver sen anı bana seni gerek
seni”5 şiirini getirmektedir. İki ifadeyi alt alta koy-
duğunuzda tasavvuf ehlinin cennette bile yalnız-
ca vuslat-ı yâr ile meşgul olmak istedikleri görül-
mektedir.
Sana Mihmân Olaydım Yâr
N’ideydim devlet-i câhı n’ideydim izzet-i şâhı
N’ideydim mihr ile mâhı sana mihmân olaydım yâr
(Ey) Yâr ne yapayım makamın yüceliğini, ne
yapayım padişahlığın izzetini, ne yapayım ay ile
güneşi (yalnızca) sana dost olsaydım (bana yeter).
Bir önceki beyitte cenneti bile Allah’ın seyri-
nin karşısında önemsemediğini ifade eden Hulûsi
Efendi, bu beyitte sevgiliyle dost olmayı dünya
saltanına ve hatta ayın ve güneşin hakimiyetine
bile değişmeyeceğini ifade ediyor.
İkinci mısrada ayın ve güneşin hakimiyeti me-
selesi bizi çok farklı yerlere götürmektedir. Hulûsi
Efendi (k.s.) Allah’ın dostu olmak yolunda Hz.
Muhammed (s.a.v.)’in sadakatini kendinde ör-
nek aldığını söylemektedir. Samimi bir mü’minin
ulaşmak istediği yegâne makam ise zaten Hz. Mu-
hammed (s.a.v.)’in yaşantısıyla göstermiş oldu-
ğu çizgidir. Ay ve güneşin hakimiyetine karşılık
Allah’ın dostluğunu seçmek bize Hz. Muhammed
(s.a.v.)’in yaşantısından bir kesiti hatırlatmakta-
dır. Mekke’de tebliğe ilk başladığı sırada Mekke
müşrikleri Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yanına ge-
lerek, davasından vazgeçmesi karşılığında her is-
tediğini ve hatta Mekke’nin hakimi olmasını teklif
ederler. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ise “Sağ elime
güneşi, sol elime ayı koysanız yine de davâmdan
vazgeçmem.” dediği ifade edilmektedir. Hulûsi
Efendi kendine çizmiş olduğu çizgide Allah’a dost
olma yolunda Hz. Muhammed (s.a.v.)’i rehber al-
dığını ifade etmek istemiştir.
N’ideydim yâr u ağyârı n’ideydim bülbül-i zârı
N’ideydim gül ü gül-zârı sana giryân olaydım yâr
(Ey) Yâr ne yapayım yâri ağyârı, ne yapayım
inleyen bülbülü, ne yapayım gülü gül bahçesini,
(senin için) gözyaşı dökseydim (bana yeter).
Hulusi Efendi beyitte dünyadaki gerçek sevgi-
liyi de işin içine katarak anlamı kuvvetlendirmiş-
tir. Ehl-i aşk için amaç her zaman gerçek sevgi-
lidir. Gerçek sevgilinin dışındaki bütün sevgiler
fânîdir. Beyitte inleyen bülbül, gül ve gül bahçe-
sinden söz edilmektedir. ‘Gül’ ifadesiyle bir çok
çağrışım yapılabileceği gibi, burada asıl ifade edil-
mek istenen dünyadaki sevgilidir. Gül bahçesi ise
yaşadığı muhiti ifade etmektedir. İnleyen bülbül
ise sevgili için âh u efgân eden âşıklardır. Hulûsi
Efendi bütün bu dünyalık aşk hengâmesinden öte
samimi bir mü’min olarak Allah için gözyaşı dök-
menin öneminden bahsetmektedir.
Ayrıca gönül gözü, maddî gözün göremediği
esmâ tecellîlerini görür, hayrân olur, ilâhî güzelli-
ğe duyduğu özlemle hüzne gark olarak maddî göz-
den yaş akıtır.6 İkinci mısrada dünyalık olan sev-
gilerden geçen ve gerçek sevgiliyi temâşâ eden
Hulusi Efendi’nin giryan olmak istemesi bu ne-
denledir.
N’ideydim yârın olsaydım n’ideydim varın olsaydım
N’ideydim zârın olsaydım sana nâlân olaydım yâr
(Ey) Yâr ne yapayım yârın olsaydım, ne yapa-
yım varın olsaydım, ne yapayım zarın olsaydım,
sana nâlân olsaydım (bana yeter).
Kul her zaman Allah’ı ister. Ancak Allah’ın
da kulu istemesi önemlidir. Beyitde ‘Ben senden
râzıyım, Sende benden râzı ol’ söyleyişinin bir
başka şekliyle karşılaşırız. Âşık, Allah için var ol-
manın, yâr olmanın, zâr olmanın çok ötesinde bir
şey istemektedir. O’nun için nâlân olmak. O’nun
yolunda gece gündüz gözyaşı döken âh u efgân
eden olmak ister.
N’ideydim zülf-i leylâyı n’ideydim çeşm-i şehlâyı
N’ideydim başka sevdâyı sana sûzân olaydım yâr
(Ey) Yâr ne yapayım Leylâ’nın zülfünü, ne ya-
payım şehlâ bakışlı gözleri, ne yapayım başka
sevdâları, (senin aşkınla) yansaydım (bana yeter).
Hulûsi Efendi beyte, sevgiliye ait güzellik un-
surlarını sayarak başlamıştır. Böylece dünyalık
sevgililerin hiçbir husûsiyetinde gözü olmadığı-
nı, asıl meselesinin gerçek sevgili olan Allah’ın aş-
kıyla yanmak olduğunu anlatmıştır. Ayrıca beyitte
zülf ve leylâ kelimelerinin aynı terkib içinde kul-
lanılması önemlidir. Leylâ’nın kelime anlamı ka-
ranlık gecedir. Klasik Türk edebiyatında saç da
her zaman siyah olarak hayâl edilir. Aynı zaman-
da saç tasavvufta kesreti ifade etmektedir.7 İki si-
yah unsurun yanyana getirilmesi bizlere kesretin
yoğunluğunu ifade etmektedir. Sâlikin kalbi kes-
ret, ya da mâsivâ demek olan saça dolandıkça
vahdete ulaşması zorlaşır.8 Hulusi Efendi vahdet
yolundan uzaklaştıran bütün mâsivâya gönlünün
kapalı olduğunu vurgulamıştır.
N’ideydim şânına lâyık Hulûsî’n olmasa âşık
N’ideydim olmayı ayık sana mestân olaydım yâr
(Ey) Yâr ne yapayım Hulûsi’n senin şânına
lâyık âşık olmasa, ne yapayım ayık olmayı, (senin
aşkınla) sarhoş olaydım (bana yeter).
Hulûsi Efendi âşık olsa bile sevgilinin şânına
lâyık âşık olamamaktan korkmaktadır. Ayrı-
ca ‘Hulûsi’n’ ifadesiyle liyâkati vurgulamaktadır.
Hulûsi Efendi aşk âleminde mest olmayı istemek-
tedir. Zaten bu durum seyr-i sülûkda bir maka-
mın karşılığıdır. Beyitte dikkat edilmesi gereken
bir diğer husus âşığın mestlik makamında olma-
sı. Çünkü âşık ancak mest olunca gerçek âşıklık
makamına ermiş demektir. “Mest olmak” gönlün
ilâhî aşkla kuşatılıp başka hiçbir varlığa nazarını
çevirip bakmaması hâline denir.9 Gönül aşk şara-
bıyla sarhoş olunca artık hayret makamına var-
mış demektir. Ve bu makama varan kişinin gözü
Zât-ı Ulûhiyetten başka birşey görmez. Artık son
beyitte en yüce makama erişmeyi arzulamakta-
dır. Adeta nefsin yedi makamı gibi Hulusi Efen-
di de yedi beyitli bu gazelinde aşkın yedi makamı-
na dikkatlerimizi çekmek ister. Ve her makamda
‘N’ideyim’ ifadesiyle Allah’dan gayrı herşeyden
vazgeçtiğini ifade etmek istemiştir. Allah bes gay-
ri heves...
1 Pala İskender, Ansiklopedik Divan şiiri Sözlüğü, âlem maddesi, L&M Yayınları, 2002, İstanbul
2 Kurnaz Cemal, Hayâli Bey Divânı Tahlili, Kurgan Edebiyat Yayınları, 2012, Ankara, s.82
3 Kaplan Mahmut, Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Divânında Gönül ve Aşka Dair, Nasihat Yayınları, 2012, Ankara, s.112
4 Sahîh-i Buhârî, Kitabu’t-Tevhid, “Vucuhun Yevmeizin Nazire” bö-
lümü, c.4, s.191; Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, “İsbâtu Ru’yeti’l-Mü’minîn Fi’l-Ahireti Rabbehum” bölümü, hadis: 296.
5 Toprak Burhan, Yunus Emre Diva-nı, İstanbul, 2006, s.18
6 Kaplan Mahmut, a.g.e. s.507 Kurnaz Cemal, a.g.e. s.8 Kaplan Mahmut, a.g.e. s.519 Kaplan Mahmut, a.g.e. s.64
Dipnot
15
KARAHİSAR KALESİ VE
Şubat 201314
Afyon se-
r i n l i ğ i n
ve derin-
liğin adresidir. Öteki adıyla Af-
yonkarahisar… Ege’nin bağrın-
daki ince ve saf güzelliğin serin
rüzgârlarla söyleştiği şehir. Bü-
yük İskender’den bu yana nice
kültür ve medeniyetin bayraklaş-
tığı ve geçmişin geleceğe fısıltılı
türküler söylediği efsunlu diyar.
Sultan Alpaslan’ın Malaz-
girt’i düşlerinin başkentinden
çıkarıp Anadolu’yu gönül yur-
du haline getirişinin ardında
motif motif Türk yurdu olma-
ya adanan şehirlerin başında
gelir Afyon. Sultan 1. Mesut’un
emriyle şehrin sarp dağları-
nın eteklerine Karaşar Türk-
lerinin yerleşmesiyle kendini
vatan olmaya adayan ve bağ-
rında Alple-
rin, Erenlerin
otağ kurdu-
ğu bir ak
şehir ol-
m a k
i ç i n
ayağa kalkan şehirdir Afyon-
karahisar!
Selçuklu vezirlerinden Sahip
Ata Fahrettin Ali’nin ‘sahip’ ün-
vanı nedeniyle “Karahisar- ı Sa-
hip” diye de bilinen bu güzel şe-
hir sık sık meydan savaşlarına
sahne olmuş ancak son nefesi-
ni hep hürriyetten yana sakla-
mıştır.
Afyon Çok Ötelerden Gelen Bir Zaferler
Sağanağıdır
Vezirin Karahisar’ı ne denli
bahtı kara olsa da bir ak düşün
yolunda istikametini Kutalmı-
şoğlu Süleyman Şah ve Alaattin
Keykubat’ın izine düşürmüştür
bütün yollarını.
Karahisar Kalesi’nden şehre
bakarsanız şayet binbir güzel-
lik ve efsun sizi kucaklaya-
cak ve asla tahmin edeme-
yeceğiniz bir cazibenin
seline kapılacaksınız.
Ova ova sizi çağıran
Şehir Güzellemesi
Meryem Aybike SİNAN
17Şubat 201316
bir şehir bulacaksınız gözleri-
nizin aynasında. Afyon Ova-
sı, Sandıklı Ovası, Gül Ovası,
Çamur Ovası, Şuhut Ovası gel
diyecektir size.
Ve Ansızın Orada Bulacaksınız
Kendizi Belki de…
Karahisar kalesi bir dağın
öteki adıdır belki de… Sultan
Dağları, Ak Dağ, Emir Dağla-
rı, Kumalar Dağı, Ahir Dağı,
Kızılçal Dağı, Paşa Dağı, Ka-
sım Dağı, Kirseli Dağı, Asar
Dağı Eyerli Dağı, duman du-
man göklere yükselmektedir
huzurun güvertesinde. Ve bir
aşığın yanık sesi Emir Dağ’ına
seda vermektedir dosta düş-
mana inat:
Emirdağ’dan bir geçmeyinen yol olmaz
Altın yere düşmeyinen pul ol-maz
Fadime’mi sevmelere doyulmaz
Al bohçanı tut yaylanın yolunu
Afyonkarahisar, gölleriy-le de göz ve gönül doldu-ran bir güzellikler manzume-sidir. Göl göl kendini suyun sevdasına kaptırmış bir şeh-rin görkemi ve gururu vardır Afyonkarahisar’da…
Akşehir Gölü, Eber Gölü, Karamık Gölü, Acı Göl ve Işık-lı Göl de geçmişinin özlemiyle ağır aksak bir şarkının beste-si gibidir uzun vakit söylenme-yen. Şifalı suların başkentidir Afyonkarahisar. Termal tesis-
lerin bin bir çeşidi her dem ge-lenin gidenin gönlünü fethet-menin sancısını çekmektedir. Sıcak suyun huzuru buhar bu-har misafirlerinin yolunu göz-lemektedir.
Ve mutfaklarımızın tezgâh-
larına konan beyaz güvercin
“mermer” en çok bu şehrin elle-
rine tutuşturulmuş bir özge ar-
mağandır Allah vergisi. Bem-
beyaz mermerler bu şehrin alın
yazısıdır adeta.
Afyon Mutfağı da Bir Zenginlikler
Abidesidir
Haşhaş, kaymak, sucuk, su-
cuk döneri, lokum, patatesli ek-
mek, ekmek kadayıfı, merci-
mekli bükme, pişi, mutfaktaki
güzelliklerin damak adı ve da-
mak tadıdır. Çullama köfte, sulu
köfte, sırt dolması, göce köf-
tesi, keşkek, arabaşı, ağzıaçık,
ikiz börek, katmer, ocak bükme-
si, şepit, cızdırma, cücü, çörek,
nohut çöreği sofraya destursuz
oturmaktadır. Dolama, ev ha-
muraşı ev makarnası, nuska ha-
muraşı, sakala çarpan, velense
hamuraşı, miyane çorbası övme,
peksimet, ak pide, haşhaşlı pide,
katıklı pide, yalım pidesi, halka
pişi, lokma pişi gibi sayısız ye-
mek misafirlerinin yoluna bak-
maktadır.
Karahisar Kalesinden şehre
baktığınızda neler neler görür ve
neler düşünürsünüz! Milli Mü-
cadelenin son perdesini oyna-
dığı ve buraya kadar dediği şe-
hirdir Afyon. Büyük Taarruz’un
altın meydanı, Kocatepe’nin zir-
vesidir. Bir devrin kapandığı ve
yeni bir devrin kalelerden ovala-
ra indiği meydandır Afyon.
Yıkılmayan Kale
“Karahisar kalesi yıkılır gi-
der” dese de türküler Afyon’da
hiçbir kale yıkılmamıştır ger-
çekte. Camileri gibi kaleleri de
ayaktadır bu düşünceli kentin.
Ulu Camii, camilerin en eskisi ve
en kıdemlisidir eskimeyesi. Sel-
çukludan bu yana gökleredir bü-
tün mesaisi. İmaret Camii, Mısri
Camii, Ot Pazarı Camii, Yeni Ca-
mii, Mevlevi Camii, Sandıklı Ulu
Camii, Sinan Paşa Camii, Rüs-
tem Paşa Camii menzil menzil
dualarını ol büyük dergâha re-
van kılmanın huzuru ve sükûnu
içinde yüzyıllara meydan oku-
maktadır.
Ve Sultan Divani Mevleviha-
ne müzesinin billur gibi manevi
atmosferini solumadan Afyon-
dan çıkılmaz! Bir rüya denizin-
de söylenecek ve dinlenecek söz-
leriniz varsa şayet, zaman henüz
tükenmediyse, yollar bitmediy-
se, umutlarınız varsa ve siz yola
revan olacak vaktin efkârında
iseniz buyurunuz yolunuzu
Afyonkarahisar’a düşürünüz.
Karahisar Kalesinden zama-
nın dehlizlerine uzanınız. Af-
yonkarahisar aslında yanı ba-
şınızdadır. Dönüp bakarsanız
şayet…
Bekir SARI
19Şubat 201318 19
KADIN
SÛFÎLER
İlk dönem sûfî kadınlara “âbide”,
“zâhide”, “sâliha”, “kânita” ve
“sâiha” gibi adlar verilmektedir.
Bu adlandırmalar Kur’ân-ı Kerim’de mü’min ka-
dınlar için serdedilen sıfatlardır. İslâm tarihi bo-
yunca bu niteliklere sahip ka-
dınlara saygı duyulmaktadır.
İslâm toplumlarında Müslü-
man kadınlar, bu vasıftaki ha-
nım sûfîlere imrenmiş ve onları
kendilerine örnek almışlardır.
Marifet ve irfân sahibi bu ka-
dınları hiç kimse küçük gör-
memiş, hafife almamış, tersine
herkes onlara hürmet etmiş ve
dualarını almak için çalışmış-
tır. Sülemî Zikru’n-Nisveti’l-
Muteabbidâti’s-Sûfîyye isimli
eserinde, İbnu’l-Cevzî Sıfâtu’s-
Safve isimli eserinde bu zâhidelerin faziletleri,
meziyetleri, ahlakları, dindarlıkları hakkında ge-
niş bilgiler vermişlerdir.1
Bahsedilen niteliklere sahip sûfî kadınlar, hem
İslâmiyet’i daha iyi anlamaya çalışıyor, hem de
dinî hayatı samimi bir şekilde yaşayarak mânevî
tecrübe sahibi oluyor, zihin ve gönül âlemlerini
zenginleştiriyorlardı. İslâmiyet’i uygulayarak ve
yaşayarak etrafındakilere sunuyor, pek çok kadın
ve erkek feyiz almak için onların çevresinde top-
lanıyor, öğütlerini can kulağıyla dinliyor, menkı-
belerini birbirlerine anlatıyorlardı. Bunlar ilk defa
Basra’da, Şam’da, Bağdat’ta ve Horasan’da görül-
müşlerdi.2
Sûfî hanımlardan birçoğu evlenmiş, çocuk sa-
hibi olmuş, iyi bir eş ve aile kadını olarak tanın-
mış, eşini mutlu etmek için elinden geleni yapmış-
tır. Eşlerine sadâkat kadar, eşlerinin hukûkuna
riâyette de onların hassas davrandıkları görül-
mektedir. Öyle ki, hamur yoğururken kocasının
ölüm haberini alan sûfî bir kadının ellerini ha-
murdan çekip, “Bundan sonra mirasçıların bu ha-
murda hakları vardır, bunu tek başıma sahiplen-
mem helal olmaz.” şuurunda hareket ettiği rivâyet
edilmektedir.
Sûfî kadınların bir kısmı melâmî meşrep isim-
lerdi. Gönüllerine düşen ilâhî muhabbet ateşiyle
yanar tutuşurlar, ama sermestlik hallerini delilik
perdesiyle örterler, bu hallerini çevrelerindekile-
re delilik şeklinde yansıttıklarından halk onları
divâne/mecnûne zannederlerdi.
Kaynaklarda bahsedilen sûfî kadınların bir di-
ğer özelliği takva ehli, kerâmet ve keşf sahibi ol-
malarıdır. Bunların her biri bağrı yanık ve içli ka-
dınlardır. Gönüllerinden kopup Hakk’a yükselen
samimi duaları, niyazları, yakarışları ve müna-
catları bulunmaktadır. Bu tür yakarışlarıyla onlar
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
“Râbiatu’l-Adeviyye Allah’a olan sevgisinden dolayı,
ibadetlere mukâbil cennet beklentisini, efendisine
ücret karşılığı hizmet eden bir hizmetçi konumuna
düşmek olarak görmüştür. Yine o nefsânî aşkla ilâhî
aşkı dikkatlice ayırmış ve Allah sevgisine engel olan
her türlü sevgiyi Hakk’a perde olarak görmüştür.”
Şubat 201320 21
bütün velilere örnek, Allah’a giden yolda rehber
olmuşlardır.3
İşte böylesi nitelikleri ile tanınan hanım
sûfîlerden birkaçını burada ele almak ve değer-
lendirmek istiyoruz:
1. Râbiatu’l-Adeviyye
Basralı büyük bir Allah dostudur. Hicri
95//705 yılında doğmuş,185/801 yılında vefat et-
miştir. Râbiatü’l-Adeviyye, gönlünü dünya varlık-
larından arındırmış ve ilâhî tecellîlerle doldurmuş
bir Hak dostudur. Râbiatu’l-Adeviyye kutsallığın
yalnızlığına bürünmüş, ihlâs örtüsü ile örtünmüş,
aşk ve özlemle tutuşmuş, Allah’ın birliğinde yok
olmuş, herkesin İkinci Lekesiz Meryem diye tanı-
dığı “İlk zâhidlerin öğretilerine Ben’in yok olduğu
aşk unsurunu getiren, sûfîliğe de gerçek tasavvuf
rengini veren kimse” diye tanınır.4
Râbiatu’l-Adeviyye bekârdı.5 Halktan bir şey
de almazdı. Kendisine bir şeyler gönderenleri,
“Benim dünyalığa ihtiyacım yok.” diyerek geri çe-
virirdi. Yaşı sekseni aşmış olmasına rağmen kim-
seden yardım almaz kendi kendine yürümeye ça-
lışırdı. Duasını almak, öğütlerini dinlemek ve
öğrencisi olmak için çevresinde hayranları topla-
nırdı. Tasavvufta büyük isim yapmış olan Mâlik b.
Dînâr (ö.131/748), Rebahü’l-Kaysî (ö.?), Şakîk-i
Belhî (ö.194/809) ve Süfyân-ı Servrî (ö.161/777)
bunlardan birkaçı idi.
Râbiatu’l-Adeviyye’ye göre tasavvufun esası
sevgidir. Onun geliştirdiği tasavvufî hayat, sevgi
ağırlıklıdır. Allah’ı zâtından dolayı severek dün-
yadan el-etek çekmek ve yalnız O’nun cemâlini
temâşâya gönül vermektir. Bu özelliğinden do-
layı Râbiatu’l-Adeviyye, sıcak bir aşktan kay-
naklanan vuslatı tadan ve Allah aşkına koyulan
bir zâhide idi.
Râbiatu’l-Adeviyye Allah’a olan sevgisinden
dolayı, ibadetlere mukâbil cennet beklentisini,
efendisine ücret karşılığı hizmet eden bir hizmet-
çi konumuna düşmek olarak görmüştür.6 Yine o
nefsânî aşkla ilâhî aşkı dikkatlice ayırmış ve Allah
sevgisine engel olan her türlü sevgiyi Hakk’a per-
de olarak görmüştür.7
Kısaca Râbiatu’l-Adeviyye yaşantısı, ahlakı,
söylemleri, tutum ve davranış-
ları ile kadın sûfîlerin gözdesi
olmuş. Hak erenliğinin cinsi-
yete dayalı değil erdem ve kur-
biyete bağlı olduğunu göster-
miştir.
2. Hafsa binti Sîrîn
Sekizinci ve dokuzuncu
yüzyıllarda Basra’daki par-
lak ruhânî kişiliklerden biri
olan Hafsa binti Sîrîn, en eski rüya yorumcula-
rından Muhammed b. Sîrîn’in kız kardeşidir.8
Hafsa ibadeti, zühdü ve fıkıh bilgisiyle şöhret
bulmuş, hârikulâde hal ve kerâmetlere sahip
bir kadındır.9 Muhammed b. Sîrîn, Kur’ân’la il-
gili yorumlar için insanları kız kardeşine yol-
lardı. Kendisi de evliyâdan olan anneleri on-
ları çok büyük bir özenle yetiştirmiştir. Hafsa,
riyâzet konusunda da son derece yetkin bir ki-
şidir.10
Farz ibadetlerin yerine getirilmesinde taviz-
siz davranan Hafsa Hatun, müstehapları işle-
meyi de âdet edinen ve kendini İslâmî ilimlere
vakfetmiş bir kadındır. Hafsa Hatun’un şöy-
le öğüt verdiği söylenir: “Ey gençler toplulu-
ğu! Henüz genç iken nefislerinizi terbiye edin!
Zira ben hakikî amelin ancak gençlikte yapılan
ameller olduğuna inanıyorum.”11
3. Nîşâbûrlu Fâtıma
Nîşâbûrlu Fâtıma, Ahmed Hadraveyh’in zev-
cesidir. Zünnûn-ı Mısrî ondan “üstad” diye bahse-
der. Bâyezîd-i Bestâmî ve Cüneyd-i Bağdâdî, onun
üst düzey söylemlerine ve yüksek mânevî hallerle
hallenmiş olmasına hayranlık duyarlar.12 Bâyezîd-i
Bistâmî şunları söyler: “Ömrümde bir erkek, bir
kadın gördüm, bu kadın Nîşâbûrlu Fâtıma idi.
Mânevî yolculuğumda hiçbir menzilden Nîşâbûrlu
Fâtıma’ya söz açmadım ki o, bu menzile daha evvel
varıp onu apaçık görmemiş olsun.”13
4. Hakîm Tirmizî’nin Eşi
Hakîm Tirmizî’nin hayatı boyunca gerçekleş-
tirdiği tasavvufî deneyimlerinde eşi kendisine
önemli ölçüde destek vermiştir. Tirmizî, eşinin
kendisi ile ilgili gördüğü rüyalara önem vermiş ve
bunlardan hareketle tasavvufî makamı hakkında
bazı çıkarımlar yapmıştır. Hatta ona göre bu rü-
yaların en isabetli ve doğru tabirlerini eşi yapmış-
tır.14 Bu durum Tirmizî’nin hanımının tasavvufî
hayata aşina olup eşi gibi bu hayatın içinde yer al-
dığına işaret etmektedir. Ayrıca, tasavvufî yolcu-
luğunda eşinin Hakîm Tirmîzî’ye destek olmanın
yanında onun üzerinde tıpkı annesi gibi yönlendi-
rici bir rol de oynamıştır.15
5. Nîşâbûrlu Ayşe
Nîşâbûrlu Ayşe, “Yaratandan ötürü yaratılanı
sevmek” ilkesindeki sevgi ve hoşgörünün kayna-
ğı olan sûfî bir hanımdır. Onun velâyet çizgisin-
de insaniyet, insan sevgisi ve bütün yaratılmışlara
şefkat öncelikli rol oynamaktadır. Ona göre tasav-
vuf, “Allah’ın emirlerine saygı ve bütün yaratıkla-
ra şefkattir.” 16
6. Râbiatü’eş-Şâmiyye
Râbiatü’ş-Şâmiyye Ahmed İbn Ebi’l-Havârî’nin
eşidir. İbn Ebi’l-Havârî eşinin sahip olduğu mânevî
makamdan haberdâr olup kendisine çok hürmet
göstermiştir. Karısının faziletleri ve sahip olduğu
yüksek vecdi vesîlesiyle saygınlık kazandığını dü-
şünmektedir.
7. Meymûne es-Sevde
Kûfe’de yaşayan sûfîlerden Rebî’ İbn Heysem’e
yakaza halindeki bir müşâhedesinde, cennet-
te kendisine Meymûne es-Sevde adlı bir kadının
eş olacağı haberi verilir. Ayıldıktan sonra, kadı-
nı aramaya gider ve onu bir koyun sürüsünü otla-
tırken bulur. Üç gün boyunca onu izler. Bu siyahî
esir kızın hangi vasıfları sebebiyle, çoktan seçkin-
ler zümresine dâhil olduğunu anlamaya çalışır.
Hâlbuki Meymûne, nafileleri yerine getirmeksizin
sadece emrolunan beş vakit namazını eda etmek-
tedir. Takvası sebebiyle daha çok şey uman Rebî’
şaşırır. Nihayet gidip kendisine; “Benim gördü-
ğümden başka bir şey yapmaz mısın?”diye sorar.
O da “Hayır! Gerek sabah, gerek akşam, hangi
halde olursam olayım. Hakk’ın bana ihsan etti-
ğinden râzı olup hiçbir şey murad etmemenin dı-
şında, başka bir şey yapmıyorum.” cevabını ve-
rir Rebî’ İbn Heytem, bu cevaptan memnun kalır.
Bu, ona göre velâyetin en yüksek suretteki bir ta-
rifidir. İbn Heysem onu en saf fenâ haline ulaş-
mış, ermiş ruhlardan sayar.
“Ebû Süleyman ed-Dârânî’ye göre Ümm-i Hârûn, vecd
hallerinin ileri düzeyde tezahür ettiği sûfî bir hanımdır.
Ümm-i Hârûn, vecde gelen, ilâhî muhabbet kadehinden
içip sermest olan, istiğrâk halleri yaşayan, cezbelenen ve
kendinden geçen ermiş kadınlardan biridir.”
Şubat 201322 23
KÖTÜLÜĞÜ SUYA YAZ
Biri kalıcı olsun, diğeri ise anlıkHer iyiyi bir taşa, kötülüğü suya yaz.Güzel olan ne varsa, onu öyle yücelt kiHerkes ona imrensin, Merih’e yaz, Ay’a yaz.
Sırası gelen gider, zannetme ki daha erFilan ölmedi deme, günü gelince yer; yerSen şefkatli bir doktor, silahınsa bir neşterŞifâ sunan iksiri, okuna yaz, yaya yaz.
Yaratılış gayen ne, Hak katında sen nesin? Küfür; Hakk’ı boğarken, çıkmaz oldu hiç sesinBâtılı tepelesin, atın her an kişnesinO da koşsun dörtnala, kısrağa yaz, taya yaz.
Frenkler atlı iken, müminler kalmış yayaHiç bir söz tesir etmez, ne bayana, ne bayaO’na kavuşmak için, bir an önce deryâyaAksın götürsün yâre, ırmağa yaz, çaya yaz.
Kişinin her fiili, her hâl olmalı etikBu kural hiç değişmez, isterse çeksin nutuk Aşk imânın yakıtı, aşksız insan körkütükİstersen mezarıma, “Kara âşık diye yaz…”
Hanifi KARA
8. Ümm-i Hârûn
Ebû Süleyman ed-Dârânî’ye göre Ümm-i
Hârûn, vecd hallerinin ileri düzeyde tezahür et-
tiği sûfî bir hanımdır. Ümm-i Hârûn, vecde ge-
len, ilâhî muhabbet kadehinden içip sermest olan,
istiğrâk halleri yaşayan, cezbelenen ve kendinden
geçen ermiş kadınlardan biridir.
9. Emetullah
Emetullah, Bâyezîd-i
Bistâmî’nin mürîdesidir. Emetul-
lah sezgileri güçlü, ilhâmî irfâna
bürünen, oldukça hassas bir ruh
haline sahip, fıtratı gereği ilham
almaya da ilham kaynağı olma-
ya da müsait bir isimdir. Ferase-
ti, hissi ve sezgisi kuvvetli olan bu
kadın hakkında Bâyezîd-i Bistâmî
şu değerlendirmeyi yapmaktadır:
“Abdullah Cebelî’ye himmet ettim
ama bunun etkisi eşi Emetullah’a
zuhûr etti.”17
10. Zünnûn-ı Mısrî’ye Muhabbet Dersi Veren Meçhul Kadın
Zünnûn-ı MIsrî Nil boyunca dolaşır, çöllerde
seyâhatler gerçekleştirir, sonunda kendisine ta-
savvuf yolunun sırlarını öğreten meçhul bir kadın-
la karşılaşır. O bu deneyimini şu şekilde nakleder:
“Yaptığım seferlerin birinde karşılaşmış olduğum
bir kadına muhabbetin son derecesi nedir?” diye
sordum. O da; “Saçmalama sersem! Muhabbetin
sonu olmaz.” dedi. “Niye?” dedim “Sevgili, son-
suz da ondan.” dedi.18
Tabakât kitaplarında daha nice sûfî kadınların
mânevî hallerinden bahsedilmektedir. Bunlardan
birkaçının ismini sıralayarak makalemi tamamla-
mak istiyorum.
- Allah’tan başkasını gözü görmeyen, gönlü-
nün neşesi olarak Allah’ı gören, ilâhî vuslatı arzu-
layan, Cemâlullah’ı temâşâ için cennet iştiyâkına
bürünen Reyhâne-i Vâlihe.
- İbn-i Hafif’in annesi olup Kadir Gecesi’nin
hârikulâde tecellîlerini temâşâ edebilen sûfî Ra-
biyye.
- Ömrü boyunca geceleri ibadet, tâat ve secde ile
değerlendiren, kendisine duyduğu mahcûbiyetten
kocasını terk-i diyâr kıldıran Muhammed İbn
Şücâ’nın eşi.
- Bağdat’ta ağabeyinden öte er kişi göreme-
diğini beyan edecek kadar zamanın velâyet ehli-
nin çözümlemesini yapan Hallâc-ı
Mansûr’un kız kardeşi.
- Kâdirî Şeyhi Molla Şâh’ın mü-
ridi olup şeyhinin hayatını kaleme
alan, kardeşini siyasi sultanın bas-
kısından kurtaran Dara Şikuh’un
ablası.
- Babalarına vârid olan ilham-
lara vâkıf olan Sidi Muhammed
İbn-i Abdullah el-Endelüsî’nin
Rukiyye, Ayşe ve Safiye isimli kızları.19
- Müstecâbü’d-da’vet/ağzı dualı kadınlar-
dan kabul edilen Osman b. Mağribî’nin kızı Ayşe
Hâtun.
- Kuraklığın hüküm sürdüğü bir mevsimde
yağmur duasına çıkması için kendisine müracaat
edilen kadınlardan Abdulkadir Geylânî’nin halası.
1 İbn Arabî, el-Fütuhatu’l-Mekiyye, c. II, s. 8–52.2 Uludağ, “Tasavvufta Kadın”, Keşkül, Sayı: 8, s. 8.3 Uludağ, “Tasavvufta Kadın”, Keşkül, Sayı: 8, s. 12-13.4 Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s. 45.5 Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 115.6 Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 113-114.7 Nasr, Tasavvufi Makaleler, s. 195.8 Komisyon, Sahabeden Günümüze Allah Dostları, c. V, s. 443.9 Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 847.10 Helminski, Sufi Kadınlar, s. 57.11 Komisyon, Sahabeden Günümüze Allah Dostları, c. V, s. 444-447.12 Chodkiewicz, “İslâm’da Kadın Velâyeti”, Keşkül, Sayı: 8, s. 16.13 Uludağ, Sûfî Gözüyle Kadın, s. 46. 14 Schimmel, Ruhum Bir Kadındır, s. 44.15 Çift, Hakîm Tirmizî ve Tasavvuf Anlayışı, s. 63.16 Uludağ, “Tasavvufta Kadın”, Keşkül, Sayı: 8, s. 12.17 Uludağ, “Tasavvufta Kadın”, Keşkül, Sayı: 8, s. 12.18 Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s. 58-59.19 Chodkiewicz, “İslâm’da Kadın Velâyeti”, Keşkül, Sayı: 8, s. 17-18.
*Prof. Dr.
Dipnot
Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*
25
EL-MUKADDİM
EL-MUAHHİR“İnsan, nasıl ki doğarken kendi irâdesiyle doğmamışsa, bu hayatta yaşaması
gereken ömrünü bitirip giderken de kendi irâdesiyle gitmeyecektir. Ölümü ve
dirimi yaratan Allah’tır.”
Şubat 201324
El-Mukkadim, “öne
geçiren, öne alan”;
el-Muahhir ise, “ge-
riye bırakan, erteleyen” an-
lamlarına gelir. Her iki isim,
Yüce Allah’ın en güzel isimle-
rindendir. Bu iki güzel isim,
Tirmizî’nin esmâ-i hüsnâ
rivâyetinde yer almış olup, diğer
hadis metinlerinde Allah’a izâfe
edilmiştir. El-Mukaddim ve el-
Muahhir isimleri Hz. Peygam-
ber (s.a.v.)’in namazda teşeh-
hüd ile selâm arasında okuduğu
dualarından birisinde şöyle geç-
mektedir:
“Allâhümmağfirlî mâ kad-
demtü, vemâ ahhartü, vemâ es-
rartü, vemâ a‘lentü, vemâ esraf-
tü, vemâ ente a‘lemü bihî minnî,
ente’l-mukaddimü ve ente’l-
muahhir, lâ ilâhe illâ ente.”
“Allah’ım! Şimdiye kadar
yaptığım, bundan sonra yapa-
cağım, gizlediğim ve açığa vur-
duğum, ölçüsüz bir şekilde işledi-
ğim ve benden daha iyi bildiğin
günahlarımı affeyle! Öne geçiren
de Sen, geride bırakan da Sensin.
Senden başka ilâh yoktur.”1
Bu iki ilâhî ismin, tabiatın ku-
ruluş ve işleyişinde tecellîsi gö-
rülebileceği gibi, insanın mânevî
hayatında da tesirleri görülebi-
lir. Elbette maddî ve mânevî ha-
yatın gelişme göstermesinde in-
sanın çaba sarf etmesi kadar Yüce
Allah’ın müdâhalesinin önemi
büyüktür. Öne geçiren de Yüce
Allah, geride bırakan da O’dur.
İnsan, salt ameline ve çalışması-
na güvenmemelidir. Yaptığı işler-
den Allah’ı müstağnî görmemeli-
dir. Hiçbirimiz salt amellerimizle
cennete giremeyeceğiz. Amellerle
birlikte O’nun ilâhî inâyeti, lutfu,
yardımı ve tevfîki ile cennete gi-
receğiz. Şu âyette bu konuya işa-
ret edilir: “Şüphesiz kendileri için
tarafımızdan en güzel mükâfat
hazırlanmış olanlar var ya; işte
bunlar cehennemden uzaklaştı-
rılmışlardır.”2 Görüldüğü gibi bu
âyette, Allah’ın yardımıyla önden
giden kullar, cehennemden uzak-
laştırılarak cennete kavuşturul-
muştur.
Nihâî Takdîr, Yüce Allah’a Aittir
İnsan, nasıl ki doğarken kendi
irâdesiyle doğmamışsa, bu hayat-
ta yaşaması gereken ömrünü bi-
tirip giderken de kendi irâdesiyle
gitmeyecektir. Ölümü ve dirimi
yaratan Allah’tır. Dolayısıyla bü-
tün mahlukatın ecelini de belir-
leyen ve tayin eden O’dur. İslâm
kelâmcılarının ‘kader-i mübrem’
konusu içinde saydıkları ecel ko-
nusu, insanın irâdesinin dışında-
dır. Bu konuda insanın ecelini öne
alma ya da geri bırakma gibi bir
özgürlüğü yoktur. Nihâî takdîr,
Yüce Allah’a aittir. İnsanın eceliy-
le ilgili karar verecek olan da el-
Mukaddim ve el-Muahhir olan
Allah’tır. Kur’an-ı Kerim’de bu
husus şöyle beyan edilir: “De ki:
Sizin için belirlenen bir gün var-
dır ki, ondan ne bir saat geri ka-
labilirsiniz, ne de ileri geçebilirsi-
niz.”3
Şer’î açıdan, öne geçirme
ve geri bırakma, Allah’ın fii-
li ve takdîriyledir. O, kullarının
yararı için bazı hükümleri, di-
ğer hükümlere takdîm etmiştir.
Bütün peygamberlerin diğer in-
sanlara üstünlüğü, Hz. Peygam-
ber (s.a.v.)’in diğer bütün pey-
gamberlere üstünlüğü, ulü’l-azm
peygamberlerin diğer peygamber-
lere üstünlüğü buna örnek olarak
gösterilebilir. Yine O, sâlih insa-
nı, fâsıka; âlimi câhile; itâat ede-
ni âsiye; sâlih ameli mâsiyete üs-
tün kılmıştır. O, dilediğini öne
geçirir, dilediğini geriye bırakır.
O’nun, kullarını günahları sebe-
biyle hemen cezâlandırmayıp ge-
riye bırakması da el-Muahhir is-
minin bir tecellîsidir. Şu âyette
açıklandığı gibi: “Eğer Allah, in-
sanları zulümleri yüzünden he-
men cezâlandırsaydı, yeryüzün-
de hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat
onları belli bir süreye kadar erte-
ler. Ecelleri geldiği zaman ise ne
bir an geri kalabilirler, ne de öne
geçebilirler.”4
Allah Katında Önde Olanlar Kimlerdir?
Kur’an-ı Kerim’de, kendileri-
ne nimet verilen kimseler sayılır-
ken, bu kişilere atıflarda bulunul-
maktadır. Bu bağlamda Allah’a
en yakın olanlar; peygamberler,
sıddîklar, şehidler ve salihlerdir.5
27Şubat 201326
Öyleyse bir Müslüman Allah’a
yakın olmak istiyorsa, her birisi
mukarrebûndan olan bu kimsele-
rin ahlâk-ı hamîdelerini örnek al-
malı ve onların yolundan gitmeli-
dir. İmam Gazâlî’nin dediği gibi,
bu sınıfta her bir geride kalan, bir
önündekine göre geride bırakıl-
mış, bir gerisindekine nazaran da
takdîm edilmiş, öne geçirilmiştir.
Şanı yüce olan Allah, hem takdîm
eder, hem de te’hîr eder.
Dünya hayatı bir yarış pisti-
ne benziyor. Herkes bu pistte ko-
şuyor. Kimi geride kalıyor, kimi
bu yarışta öne geçiyor. Kimileri,
Müslümanlığının kalitesini artır-
mak, cennette daha yüksek ma-
kamlara ulaşmak adına yarışıyor.
Kimileri de, servetine servet kat-
mak, kariyerini daha da yükselt-
mek, daha çok kazanmak, daha
çok şöhret elde etmek, daha çok
alkış almak gibi niyetlerle koşu-
yor, yarışıyor. Herkesin, koşma
ve yarışma niyeti farklı farklıdır.
Fakat Yüce Allah bizden hayır
yolunda koşmamızı istemekte-
dir. Gerçek Müslümanlarda hay-
ra karşı bir istek ve meyil vardır.
Zira hayır denen şey, öyle bir ke-
narda durup insanların kendisi-
ne doğru gelmesini bekleyen bir
şey değildir. İnsanlar istedikleri
zaman ona gitsinler, selâm ver-
sinler, hal-hatır sorsunlar, böy-
le bir pozisyona geçiş yoktur,
İslâm’da. Hayır, bazen bir yoksu-
lun doyurulmasıdır. Hayır, kimi
zaman, bir hastanın ziyâret edil-
mesidir. Yerine göre hayır, bir
muhtacın ihtiyacının giderilme-
sidir. Yani hayır, Yüce Allah’ın
bizden istediği salih bir ameldir.
Bu süreklidir, ama kişiyle be-
raberliği sürekli değildir. Onun
için Müslüman nerede bir ha-
yırlı iş görürse, o işi yerine ge-
tirmek adına koşmalıdır. Çünkü
Kur’an-ı Kerim’de, “Haydi hep
hayırlara koşun, yarışın!”6 buy-
rulmaktadır. Sahâbe bu imtihanı
kazanmıştır. Bu mânâda önden
gidenler; Muhâcir ve Ensârdır.
Onun için Yüce Allah, onlardan
hoşnut olmuştur.7 Bir gün Allah
Elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.),
Uhud Savaşı günlerinde mübârek
eline aldıkları bir kılıcı havaya
kaldırır. Bunu benden kim al-
mak ister deyince, elleri havada
olan bütün sahâbelerin her birisi
“Ben Ya Rasûlallah!” diye çığlık
atarlar. Hepsinde de hayra karşı
bir şevk, bir heyecan, bir coşku,
bir koşuşturma vardır. Hemen
bunun arkasından Allah Elçisi-
nin ikinci cümlesi gelir. “Bunun
hakkını vermek üzere bunu ben-
den kim alacak?” buyurunca,
hep bir ağızdan sahâbeler, ‘Onun
hakkı nedir ey Allah’ın Rasûlü?’
diye sorarlar. Bunun üzerine
Allah Rasûlü Hz. Muhammed
(s.a.v.), “Kırılıncaya, eğilince-
ye, bükülünceye, dökülünceye ve
iş göremez hale gelinceye kadar
onu düşmana çalmaktır.” buyu-
rur. Nihâyetinde bu kılıç, Ebu
Dücâne’ye nasip olur.
Hayır Yolunda Koşmak
Bu olaydan bizler şu sonu-
cu çıkarmalıyız. Müslümanlar
hayır konusuna yürüyerek de-
ğil, koşarak gitmelidirler. Çün-
kü hayırda acele etmek gerekir.
Zira hiç unutmayalım ki, hayır
öyle bir kenarda sizi, bizi, “aman
gelsin” diye bekleyip durmaz.
Meselâ hasta ziyâreti, ”Eh, bir
gün gideriz nasıl olsa…” deme-
ye gelmez. Hasta, siz gelecek-
siniz diye bekleyip durmaz ki;
ya iyi olup kurtulmuştur, ya da
Hakk’ın rahmetine kavuşup kur-
tulmuştur. Yine bir adamın kar-
nı aç, “Nasıl olsa bir gün de ben
doyururum.” dememek gere-
kir. Gücümüz yetiyorsa hemen
doyurmalıyız. Bazen çevremiz-
de, “Bir emekli olsam, şu cami-
de din anlatacağım, bir vakıfta
gönüllü olarak çalışacağım, bir
gazete ya da derginin köşe ya-
zarlığını yapacağım.” diye şart-
lı konuşanlarımız vardır. Aca-
ba, ömrümüzün o günlere vefa
edeceğine garantimiz var mıdır?
Öyleyse, bugün, hemen proje-
miz neyse onu gerçekleştirme-
ye çalışmalıyız. Yarınlar geç ola-
bilir ve biz geri kalabiliriz. Bir
hayrı ihyâ için, zaman bekleme-
mek gerekir. İçinde bulunduğu-
muz imkânlar en kötü şartlar al-
tında olsa bile, hemen o hayra
tâlip olmalıyız. Çünkü her geçen
zaman, diğer geçen zamana nis-
petle daha kötü olabilir. Mü’min
kimse, hayır yolunda yarıştık-
ça yarışmalıdır. Böyle bir yarış
övülmüştür.8 Müslümana dü-
şen, salih amel yolunda daima
önden gitmeli, arkaya kalmama-
lıdır. İşte böyle davranan kimse-
ler ahlâkî anlamda Yüce Allah’ın
el-Mukaddim ve el-Muahhir is-
minin gereğini yapmış olurlar.
1 Müslim “Müsâfirîn” 201; “Zikir” 70; Buharî “Te-heccüd” 1; Ebu Davud “Salat” 119.
2 21/Enbiyâ, 101.3 34/Sebe’, 30.4 16/Nahl, 61.5 4/Nisâ, 69.6 2/Bakara, 148. 7 9/Tevbe, 100.8 79/Nâziât, 4.
*Prof. Dr.
Dipnot
EN YÜKSEK RÜTBE: KULLUK
İnsan aldatmayı hüner sayanlarYalancının mumu yatsıya kadar
Muhammedü’l Emin buyurmuşlar kiYalancı, ateşe odun hazırlar
Kimse inanmamış evi yanmış daAklı olan ancak bir defa kanar
Yârabbî yolundan ayırma biziŞeytanın kurduğu bin bir tuzak var
Oğuz der ki, kulluk, en yüksek rütbeEmîn ol doğru yol Allah’a çıkar…
Bekir OĞUZBAŞARAN
29Şubat 201328
TEMİZ ASIL
TEMİZ NESİL Atalar sözüdür “Aslı temiz olanın
nesli de temiz olur.” Sevgili Pey-
gamberimizin neslinden olan seç-
kin şahsiyetler her dönemde topluma örnek olmuş-
lardır. Bunlardan biri de Altın Silsilenin 15. halkası
olan Seyyid Emir Külâl Hazretleridir.
Peygamber Efendimizin neslinden geldiği için
Seyyid ve Emir, çömlekçilik yaptığı için de Külâl
diye anılan Emir Külâl Hazretleri Buhara yakınla-
rındaki Efşene Köyünde 1281 senesinde dünyayı
teşrif eder.
Sâlih bir zât olan babası Emir Hamza, Medine’den
gelip Buhara’nın Efşene Köyüne yerleşmiştir ve
Yesevî şeyhlerinden ve devrin meşhur velîlerinden
Seyyid Ata’nın dostudur. Zamanın meşhur zâtları
ile kalabalık bir gurup hâlinde Efşene’den ge-
çen Seyyid Ata, Emir Hamza ile bu
yolculuğu sırasında tanış-
mıştır. Bundan son-
ra Seyyid Ata’nın her ne
zaman oraya yolu düşse,
önce doğrudan Seyyid
Hamza’nın evine gider,
başkalarıyla daha sonra
görüşür. Yine bir defa-
sında Efşene Köyüne uğrar ve Seyyid Hamza’nın ya-
nına gelir. Bu gelişinde ona bir müjde verip; “Karde-
şim! Allah (c.c.) sana şanı pek yüce olacak bir evlat
verecek. Cihan, baştanbaşa onun hizmetine gire-
cektir. Bu çocuk doğduğu zaman ismini Emir Külâl
koy!” der. Aradan yıllar geçer. Seyyid Hamza’nın
bir oğlu olur. Seyyid Ata’nın işareti üzerine ismini
“Emir Külâl” koyar.1
EdebiyatMusa TEKTAŞ
Şubat 201330 31
Emir Külâl (k.s.), nesep itibariyle seyyid ve asil
bir ailenin evladı olması sebebiyle mânevî bir at-
mosferde yetişir. Hatta bazı menkıbelerde onun
daha ana karnındayken şüpheli yiyecekler konusun-
da annesini uyardığı nakledilir. Menkıbeye göre an-
nesi bu durumu şu şekilde anlatmaktadır: “Ne za-
man şüpheli bir şey yiyecek olsam, karnımı sancı
tutardı. Hatta bu sancı üç defa peş peşe tekrarlar-
dı. Böylece ben yediğimin şüpheli olduğunu anlar ve
yediğimi çıkarırdım. Bütün bunlar karnımda taşıdı-
ğım çocuğun nuranîliği sebebiyle idi. Bu yüzden yi-
yeceklerime çok dikkat ederdim.”2
Maneviyat büyüklerinin halleri ve yetişme tarz-
ları birbirine benzerlik arz etmektedir. Buna benzer
bir manevi hâl de Es-Seyyid Osman Hulûsi Efen-
di (k.s.)’de zuhur etmiştir. Mektûbât-ı Hulûsî-i
Dârendevî adlı eserinde kendileri annelerinden na-
kille şöyle ifade ediyorlar:
“Annemin neşeli bir anı idi; ‘Canım anne! Eniş-
teler, evlatlardan daha sevgili olur, derler. Sizde de
bu his böyle midir?’ diye sormuştum. Annem göz-
leri nemli olarak yüzüme baktı; ‘Yok efendi oğlum!
Evlatların sevgideki farkını izhâr etmek lâyık olmaz,
ama ne yalan söyleyeyim Ahmed ilk evlâdım oldu-
ğu için daha çok severdim. Lâkin gördüğüm bir rüya
üzerine farkınız yoktur. Ahmed’de genç idim, pek
riâyet edemedim. Fakat size abdestsiz süt verme-
dim.’ diyerek rüyalarını beyân etmişlerdi.”3
Ruhları Kir Denizinden Kurtaran Kaptanlar
Gürbüz bir yapıya sahip olan Emir Külâl (k.s.)’in
gençlik yıllarında güreş sporuyla meşgul olduğu ri-
vayet edilir. Hatta onun gibi seyyid neslinden gelen
birine güreş gibi bir sporla meşgul olmayı yakıştıra-
mayan bir zâta ait şöyle bir menkıbe nakledilir:
“Büyük bir kalabalık arasında güreş tutan Emir
Külâl’i seyredenlerden biri; ‘Peygamber soyundan
gelen biri nasıl olup da böyle bid’at sayılabilecek
bir işle meşgul olabiliyor?’ diye gönlünden geçir-
miş. Hatırına bu düşünce gelince kendisini bir uyku
hâli bastırmış. Uykuya dalınca rüyasında kıyametin
koptuğunu ve kendisinin bir bataklık içinde batma-
mak için çırpındığını görmüş. Öyle bir bataklık ve
öyle bir çırpınış ki çırpındıkça batıyor, battıkça çır-
pınıyor. Kendisinden ve hayatından ümit kestiği bir
anda Emir Külâl karşısında zâhir olmuş ve kuvvet-
li pazusuyla onu belinden kavradığı gibi çekip çıkar-
mış. Adam uyanmış ki güreşini tamamlayan Emir
Külâl kendisine dönmüş ve şunları söylemektedir:
‘Bizim pehlivanlığımız, çamura düşenleri bataktan
çıkarmak içindir.”4
Maneviyat önderleri etrafındaki insanların kur-
tuluşuna vesile olur, onları yanlış duygu, düşünce ve
hareketlerden kurtarmak için çalışır, zaman zaman
ikaz ederler.
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) 1960’lı
yıllarda Balaban Kasabasına Şeyh Abdurrahman-ı
Erzincanî Camii ve Türbesinin inşaatına başlar. Ba-
laban halkından cami civarında evi olan bir kimse,
kendi kendine yapılan işe itiraz edip “Hulûsi Efen-
di bu kadar masraf edip cami/türbe yaptıracağına
Balaban’a içme ve sulama suyu getirtseydi daha iyi
olurdu” diye söylenir, içinden geçirir.
O gece rüyasında üç kişi gelir bu kimseyi alır
yüksekçe bir yere çıkarırlar. Üç kişiden yaşlı olan
zat, “Büyüklerin işine karıştı, Allah dostuna itiraz-
da bulundu bunu buradan atalım” der. En genç
olanları, “Efendim bir hatadır yapmış, pişman
olur, bir daha yapmamaya söz verirse, bu defalık
hoşgörün, bağışlayın” der. Yaşlı olan zat “Peki o
zaman” der. Kurtulma sevinciyle o kimse uyanır.
Aradan yıllar geçer bu hatırasını H. Hamidettin
Ateş Efendi’ye anlatır. H. Hamidettin Ateş Efendi
o kimseye: “Büyükler camiyi de yapar, suyu da ge-
tirir. Sabırlı olanlar, büyüklere tâbi olanlar dün-
ya ve ahirette kazanır. Bakın Gökpınar Sulama
Projesi Hulûsi Efendi (k.s)’nin bürokratik çaba ve
himmetiyle tamamlandı. Bu beldelerimiz sulama
suyuna kavuştular, tarım ileride daha da gelişe-
cek.’ buyurur. Âşık Feymani de bir medhiyesinde
Hulûsi Efendi’yi şöyle tanımlar:
Gelmiş bir ulu şehire
Çıkmış bir yüce sefere
Kir bahrine düşmüşlere
Kaptandır Seyyid Hulûsi
(Yüce neseb-i âlinin evlatları manevî yolculukla-
ra çıkmış, insanları kötülük bataklıklarından iyilik
deryasının kıyısına taşımıştır. Onun ahlâkı, örnek-
liği, hayatı, insanlara öğütleri binlerce insanın gön-
lünü temizlemiş, günah kirlerinden arındırarak, gü-
zellik diyarına ulaşmalarına vesile olmuştur. O öyle
bir maneviyat gemisinin kaptanıdır ki, dünyevî fır-
tınalar, onun selamet gemisini etkilemez. O gönül
gemisinde kendine yer bulanlar huzura yelken açar-
lar.)
Manevî İşaretler
Rivayete göre, bir gün Emir Külâl Hazretleri,
Cuma namazını Buhara’da kıldıktan sonra bazı mü-
ridleriyle Sûhârî’deki evine dönerken Kelâbâd’a ge-
lir ve çayırda oturmuş bir grup insan görür. Emir
Timur’un da bunların arasında olduğunu öğrenir.
Timur da bu zâtın Emir Külâl (k.s.) olduğunu öğre-
nince, onun yanına gelip tavsiye ister. Ancak Emir
Külâl (k.s.), “Biz meşâyihtan işaret gelmedikçe bir
şey söyleyemeyiz, ama bekleyin ve uyanık olun, sizin
işinizi aydınlık görüyorum.” diyerek evine döner.
Orada halvete giren Emir Külâl (k.s.), yatsı nama-
zından sonra sırdaşı olup Karaman Köyünde ikâmet
eden Şeyh Mansur’u çağırtır ve “Hemen Timur’un
yanına git ve hiç durmadan Harizm’e hareket etme-
sini, orayı fethettikten sonra Semerkand’a yönelme-
sini söyle.” der. Şeyh Mansur bu haberi ulaştırınca
Timur hemen Harizm’e hareket eder. Onun hareke-
tinden kısa bir süre sonra, bir grup gelip Timur’un
çadırını kuşatırlar, ama çadır boş olduğu için kim-
seyi bulamazlar.
Gönüllerinde maneviyat sırları olan büyükler her
zaman özlü sözlerle önemli olaylara işaret etmişler-
dir. Konuya benzer bir menkıbe de şöyledir:
4. Murat Bağdat seferine giderken Darende’ye
uğrar, Somuncu Baba Hazretlerinin soyundan ge-
len Ahmed-i Velî Hazretlerini ziyaret eder ve bir na-
sihat ister. Ahmed-i Velî Hazretleri, “Hünkârım ak-
şamın işini sabaha bırakma” der. Ve bir ibrik hediye
eder. Ordu Bağdat önlerine gelir akşam vakti gir-
miş, 4. Murat taarruz emri için sabahı beklemek-
tedir. Akşam namazı için abdest almak üzere ‘ibrik’
gelir, ibriğin kapağını kaldırır ki kapağın altında bir
yazı var. Orada Ahmed-i Velî Hazretlerinin tavsiye-
si yazılıdır, “Akşamın işini sabaha bırakma.” Hemen
taarruz emri verilir ve Bağdat feth olur.
Uzunca bir ömür süren Emir Külâl (k.s.), 28 Ka-
sım 1370 tarihinde vefat ederek Sûhârî’de defnedil-
miştir.
Üç Tavsiye
Tüm bu tespitlerden sonra Seyyid Emir Külâl
Hazretleri’nin düşünce dünyasını yansıtan üç tavsi-
yesi ve aynı konularda yine temiz neslin evladı H.
Hamidettin Ateş Efendi’nin görüşlerine yer verelim.
Tevbe İlâhî Rızaya Talip Olmaktır
Emir Külâl Hazretleri tevbe hakkında şu öğütler-
de bulunmuştur:
“Tevbe ediniz. Tevbekâr ve edepli olmak gerekir.
Tevbe, bütün itaatlerin başıdır. Tevbe, sadece dil ile
olmaz. Tevbe, işlenen günahlara kalpten pişman-
lık duymak ve bir daha günahı işlememektir. Allah
(c.c.)’tan daima korkunuz. Kendi günahlarınıza ba-
kıp tevbe ediniz. Başkaları sizden hoşnut olsun. Gü-
nahlarınıza pişman olup o kadar ağlayıp tevbe edi-
niz de gerçekten size tevbekâr densin.Dünyadayken
günahlara pişman olup kulluk vazifesini yaparak
ahireti kazanmak gerekir.
H. Hamidettin Ateş Efendi de bu konuda şöyle
buyurmaktadır:
Şubat 201332
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
Adı : Bahîr veya Buceyr idi, Hz. Pey-gamber (s.a.v.) Beşîr veya Bişr olarak değiştirdi.Künyesi : Ebu’l-Yemân.Lakabı : Filistin, Filistinî yani Filistinli Doğum yılı : Tespit edilemedi.Doğum yeri : Yesrib (Medine).Baba adı : Akrabe (Uhud Savaşı’nda şehit düştü.)Anne adı : Tespit edilemedi.Eş(ler)i : Tespit edilemedi.Akrabaları : Tespit edilemedi.Oğulları : Abdullah, Ukbe.Kızları : Tespit edilemedi.Kabilesi : Cüheyne.İslâm’a girişi : Hz. Peygamber (s.a.v.) Medi-ne’ye hicret ettiğinde. Sohbet süresi : Takriben 10 yıl.Rivayeti : 2.Yaşadığı yer : Medine, Şam, Remle ve Filistin.Mesleği : Memur.Hicreti : Şam, Remle ve Filistin.Savaşları : Tespit edilemedi.Görevleri : Tespit edilemedi.Fizikî yapı : Tespit edilemedi.Mizacı : Duygusal ama akıllı, müttakî ve açık sözlü biri.Ayrıcalığı : Uhud yetimi idi ve Hz. Peygam-ber (s.a.v.) ile Aişe ona manevî ana-babalık etti. Ömrü : 85 civarında.Ölüm yılı : H. 85.Ölüm yeri : Tespit edilemedi.Ölüm sebebi : Yaşlılık.
Hakkında : Bişr b. Akrabe’yi şöyle derken işittim:“Babam, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile birlikte katıldığı bir savaşta şehit düşmüştü. Bir gün Pey-gamber (s.a.v.) yanıma uğradı ve ben ağlamaktay-dım. Benim başımı okşadı ve ağlamamamı istedi ve buyurdu ki: “Benim, senin baban, Aişe’nin de annen olmasını istemez misin?” Bunu duyar duy-maz ben: “Anam babam sana feda olsun, elbette isterim ey Allah’ın Rasûlü” dedim.Hadisleri : Abdulmelik b. Mervân, Amr b. Saîd b, el-Âs vefat edince Beşîr’e: “Ey Ebu’l-Yemân, bugün senin konuşmana ihtiyaç duymakta-yım, kalk konuş!” deyince: “Ben Rasûlullah (s.a.v.)’ı şöyle derken işittim: “Kim sırf gösteriş ve kendini duyurmak amacıyla konuşursa, Allah onu kıyamet gününde gösteriş ve kendini duyurma mahallinde durdurur.” dedi (ve teklifi kabul etmedi.)Sözleri : “Hz. Peygamber (s.a.v.) eliyle başımı okşadı. Peygamberimizin başıma dokun-duğu yerlerdeki saçlar siyah kaldı, diğer yerler ise ağardı. Dilimde de kekemelik vardı. Hz. Peygam-ber (s.a.v.) okudu ve düzeldi.”
Kaynaklar: Üsd, III. 264-265; Nubela, II. 413-426; İsabe, II. 320-3321; DİA, VI. 4; Sahabi-ler Ansiklopedisi, s. 45-46; Ahmed, Müsned, III. 500; İbn Tanrıverdî, En-Nücûmu’z-Zâhira, I. 84; Buhârî, et-Tarihu’l-Kebir, II. 78. no: 1751; İbn Asâkîr, Târîhu Dimaşk, X. 2988-302.
*Prof. Dr.
BEŞÎR B. AKRABE (r.a)
33
“Tevbe, kötü işlerden vazgeçip, iyiliklere dön-
mektir. Tevbe, Hakk’ın rızasına talip olanların ilk
müracaat edeceği kapıdır. Avamın tevbesi günah-
tan, havasın tevbesi ise gaflettendir. Kulluk merte-
besinin başlangıcında olanlar azap korkusundan,
nihayetinde bulunanlar Allah’ın kereminden utanç-
larından tevbe ederler.”5
İyiliği ve Kötülüğü Ayırt Edebilmek
Emir Külâl Hazretleri şöyle buyurur:
“Emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker/iyiliği
emretmek, kötülükten sakındırmak vazifesini ye-
rine getiriniz. Dinin yasak ettiği
şeylerden, dine uygun olmayan
işlerden ve bidatlerden sakını-
nız. Âyet-i kerimede mealen şöy-
le buyurulmaktadır: “Ey inanan-
lar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı
insanlar ve taşlar olan ateşten
koruyun. Onun başında, acıma-
sız, güçlü, Allah (c.c.)’ın kendile-
rine buyurduğuna karşı gelme-
yen ve emredildiklerini yapan
melekler vardır.”6Ahirette bun-
lardan olmamak için çok korkup sakınınız!”
H. Hamidettin Ateş Efendi de konuyla ilgili şöy-
le buyurmaktadır:
“Bir kişinin saadete ermesi hayatta hayrını ve
şerrini bilmesiyle iyiliği ve kötülüğü birbirinden
ayırt etmesiyle mümkündür. İyilikler ve hayırlar bi-
linmeli ki yapılsın. Kötülükler şerler tanınmalı ki
onlardan kaçınılsın. Kötülerden ve kötülüklerden
nefret ediniz. İyilerle beraber olunuz, iyileri kendi-
nize dost edininiz. İnsanları kötülüklerden sakın-
dırınız.”7
Allah’ın Sevip Seçtiği Kullar
Emir Külâl Hazretleri Allah’ın rızasının seçkin
kullar vesilesiyle kazanılacağına işaret eden öğütle-
ri şöyledir:
“Dostlarım! Gidişatınızdan habersiz olmak ka-
dar kötü bir şey yoktur. Bu hâl, gaflet içinde olma-
nın delilidir. Başkalarının habersiz olduğu şeyler,
bu yolun büyüklerine açılmıştır. Onların maksadı,
Allah (c.c.)’ın rızasını aramaktır. Onlar, buna kavuş-
muşlardır. Allah (c.c.), her asırda sevip seçtiği kulla-
rından bir büyük zât yaratır. Böylece herkesi belâ ve
felaketlerden korur.
Dostlarım! Böyle olan zâta talebe olunuz. Böy-
lece dünya ve ahiret saadetine kavuşursunuz. Al-
lah (c.c.)’ın emirlerine itaat ediniz. Nerede olur-
sanız olun, ilim öğrenmekten ve amel etmekten
uzak kalmayınız. Her ne olursa olsun, karşını-
za her ne güçlük çıkarsa çıksın, ilmi ve ameli asla
terk etmeyiniz.
H. Hamidettin Ateş Efendi’nin
Allah dostlarıyla ilgili şu kelamla-
rıyla yazımızı taçlandıralım:
“Allah dostlarının ve ilmiyle
âmil ilim adamlarının sohbetle-
rinde bulunmak çok bereketli ve
feyizlidir. Onların ilmî neşveleri,
ruhanî ve ahlâkî meziyetleri, tak-
va ve salah durumları insanların
gönlüne huzur verir. Duaları, ahirette şefaatleri
gibi nice ganimetler sohbetlerine katılmakla kaza-
nılır. Allah dostlarını hakir görmek alçaklıktır.”8
“Çeşitli resmi görevlerde bulunmuş, paşaların
veya diğer Osmanlı veya Cumhuriyet döneminde-
ki önemli görülen şahsiyetlerin isimleri unutul-
masına rağmen, manevî önderler, Allah dostları
yüzyıllar geçmesine rağmen, halkın gönlünde ya-
şamakta, isimleri anılmakta, hatıraları dilden dile
anlatılmaktadır.”
1 Komisyon, Evliyâlar Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi, İstanbul 1992, c. X,ss. 325-326.
2 Safî, Ali b. Hüseyin Vâiz el-Kâşifî, Reşahâtu ayni’l-hayât, çev.: Mehmed Rauf Efendi, İstanbul 1291 (taş baskı), s. 64; H. Kamil Yılmaz, Altın Silsile, ErkamYayınları, İstanbul 1994, s. 108.
3 Ateş¸ Es-Seyyid Osman Hulûsi¸ Mektûbat-ı Hulûsî-i Dârendevî¸ (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz)¸ Nasihat Yay.¸ İstanbul¸ 2006¸ s. 8
4 Kadir Özköse-H. İbrahim Şimşek¸ Altın Silsileden Altın Halkalar¸ Nasihat Yay¸ Ank¸ 2009¸ s. 210.
5 H. Hamidettin Ateş Hutbe Arşivi, 28.02.1986.6 66/Tahrim, 6.7 H. Hamidettin Ateş Hutbe Arşivi, B/298 H. Hamidettin Ateş Hutbe Arşivi, 18.08.1995.
Dipnot
35Şubat 201334
BİLİM VE SANAT AYNASIKÜLTÜR
Garip bir milletiz… Ga-
ribiz; zira iş söze gelin-
ce hepimiz konuşuruz,
ama hadi şu meseleyi birlikte hal-
ledelim deyince de kaçacak kapı
ararız.
Değerlerimiz sözde… Bu de-
ğerleri tanımak, yeniden üretmek
ve insanlığa sunmak için çabala-
yan bir avuç, kültür, bilim ve sa-
nat insanı var. Onların çoğu, çok
değil yakın zamana kadar yalnız-
lığa terkedilmişlerdi. Kendi hal-
lerinde, kendi gayretleriyle tari-
he, ana ve yarına gidip geldiler.
Eserler ortaya çıktı. Maalesef ala-
kadar olması gereken kişi ve ku-
rumlar, o eserleri de görmezden
geldiler. O kişi ve kurumlar siyasi
nutuklarında mütemadiyen “Bize
ait değerler”, dediler; ama hangi
değerlerden bahsettiklerini kim-
se anlamadı. Çünkü kendilerinin
“bizi”, o yalnızlığa terkedilmiş kül-
tür, bilim ve sanat adamınınkin-
den farklıydı.
Sözü örtmeye gerek yok; açık-
ça beyan edeyim. Millî kültür, la-
fını çokça ettik; ama bir millî kül-
tür politikamız olmadı. İlimde ve
fende muasır medeniyet seviyesini
yakalamayı amaçladık, bu meyan-
da onca nutuk attık; lakin bilim
adamlarımızı teşvik edip, önlerini
açmayı, onların dertleriyle hem-
dert olmayı bir türlü akıl edeme-
dik. Akıl tutulması yaşadık, se-
nelerce… Millî kültür ve bilimde
sahih politikalar olmayınca, sa-
natta da ikilem yaşanacaktır. Ni-
tekim yaşandı da. Sözgelimi Türk
müziğinin Cumhuriyet dönemi
yaşadığı trajik hikâyeyi hatırlaya-
lım; o vakit ne demek istediğimiz
açıkça anlaşılacaktır. Oysa aşa-
ğılık duygusuna kapılarak tarihi
okumaya, yenilgiyi kabullenme-
ye gerek yoktu. Biz “ne” isek, “o”
idik; o neliğimizin idrakinde za-
manın ruhunu yakalamanın yolu-
nu yordamını aramalıydık. Şimdi
o yıllar alan eski-yeni tartışmala-
rını, köhne kültür diye aşağılayıcı
resmî aydın bakışını ve kendi ha-
linde sabırla eserlerine hayat ve-
ren münevver sanat, kültür ve bi-
lim insanlarını hatırlayalım.
Sahi Kim Kazandı?
Millet olarak kazanmak, mil-
let olarak başarmak, millet olarak
onur duymak varken; bunca telaş,
bunca aydın diktasına ne hacet
vardı? Bizi bunlar nereye götürdü?
Bir koca hiç… Hiç, işte. Oysa ne-
rede durduğumu bilirsem, nereye
gideceğimi de bilirim.
Modernleşme süreci, maale-
sef nerede durduğunu bilmeyen
aydınların ve bu aydınların üret-
tiği karmaşık duyguların etkisin-
de kalan siyasetçilerin sözde çaba-
larıyla sorun üretme süreci olarak
kaldı. İğreti, yabancı ve mütekeb-
bir… Cumhurbaşkanlığı Kültür
Sanat Büyük Ödülleri töreninde,
Çankaya’da ödüle layık görülen sa-
nat, bilim ve kültür insanlarını, bil-
hassa değerli sanatkârımız Ahmet
Hatiboğlu’nu dinlerken bendeniz
bunları düşündüm… Ahmet Hati-
boğlu, kendisinden yeterince ya-
rarlanamasam da öğrencisi olma
şerefine erdiğim kardeşi Prof. Dr.
Mehmet Hatiboğlu’nun cümleleri-
ni andıran, sade, ama anlamlı söz-
leriyle dinleyicileri adeta büyüledi.
Şimdi orada bir yerlerde, merhum
Cinüçen Tanrıkorur da vardı; o da
dinledi… Evet, dinledi; zira Sayın
Hatiboğlu, onun sıkça dile getir-
diği konuları, Türk müziğinin, ta-
savvufun, bize ait olan sanatların
“öteki” muamelesi ve “eski” yahut
“köhne” damgasıyla dışlanması-
nın hikâyesini anlattı.
Ahmet Hatiboğlu’na verilen
ödül, kültür ve sanat politikala-
rının mecrasına oturduğuna işa-
retti. Orada Cumhurbaşkanımızın
şu cümlesi bu işareti ele veriyor:
“Türkiye olarak sanat, kültür, bi-
lim alanına önem vermenin, onu
öne çıkarmanın zamanı çoktan
geldi.” Evet, zamanı çoktan gel-
di… Bu adeta bir itiraftır. Bu mil-
letin yıllarına hükmedenlerin, bu
cümleyi tekrar tekrar düşünme-
sinde yarar var. Defterime Cum-
hurbaşkanımızın şu cümlelerini
de not etmişim:
“Türkiye pek çok medeniyetle-
re ev sahipliği yapmış. Bu toprak-
larda bırakılan kültür miraslarını
bugün nasıl hepimizin zenginliği
olarak görüyorsak, bizim de şimdi
Türk milleti olarak bırakacağımız
sadece kendi insanlarımıza değil,
bütün insanlığa hediye edeceğimiz
muhakkak ki sanat, kültür, bilim
başarıları söz konusu olacaktır.”
Ne demiş eskiler? Marifet iltifata
tabidir… Bu garip millet artık ken-
di sesine kavuşuyor mu? Ne dersi-
niz? * Prof. Dr.
KültürBilal KEMİKLİ*
37
İrfanî Gelenek Perspektİfİnden
ZAMANIMIZA BAKIŞ“Sûfîler, Allah’a ve diğer iman esaslarına şeksiz şüphesiz bir şekilde iman etmenin
öncelikli bir görev olduğu kanaatindedirler. Çünkü Allahu Teâlâ, insanı bu âlemde
kendisini tanıması/bilmesi ve kendisine ibadet etmesi için yaratmıştır.”
Şubat 201336
Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak
Padişah konmaz saraya hâne mamûr olmadan
Şemseddin Ahmed Sivasî (k.s.)
İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren şekillen-
meye başlayan tasavvufî sistem eşyaya, olaylara
ve var oluşa dair görüş ve düşünce sistemi ile her
dönemde dikkat çeken bir sistem olmuştur. İrfanî
geleneğimizin temsilcileri, bizlere, hayatı anlamlı
kılabilme adına ezelden ebede seyreden ‘var olma
serüveni’ hakkında çok zengin ve geniş bir mi-
ras bırakmışlardır. Onlar, Allahu Teâlâ’nın birli-
ği, gerçek anlamda sadece O’nun varlığı ve bütün
eşyanın gölge varlıklar olması şeklindeki genel
düşüncelerini‘Nefsini bilen Rabbini bilir’1 düs-
turunca insanın kendisini tanımasına/bilmesine
bağlamışlardır. İman, ibadet ve ahlâka dair görüş-
lerinin de temelini oluşturan bu düstur ile hayatı,
eşyayı ve var oluşu anlamlı hale getirmeye çalış-
mışlardır. Sûfîlerin bu derûnî fikir dünyaları on-
ları dünya ve ahiret dengesine sahip bir hayat ya-
şamaya sevk etmiştir. Dünya ve içerisindekilerin
sevgisinden kurtulmayı Allahu Teâlâ’ya ulaşmak
için hedef olarak belirleyen sûfîler, zikir, tefekkür
ve yoğun bir ibadet hayatı ile gerçek mutluluk ve
huzurun peşinde olmuşlardır. Onların iman, amel
ve ahlâka dair görüş ve düşüncelerinden, koşuş-
turmalar, hırslar ve farklı sevgileri kalplere nak-
şetmeye çalışan sekülerizm/dünyevileşme2 has-
talığı ile karşı karşıya kalan günümüz insanının
istifade edeceği birçok husus olduğu kanaatinde-
yiz. İrfanî geleneğimizin büyülü dünyasından gü-
nümüz insanının inanç, amel ve ahlâkî boyutunu
şekillendirecek ve onu bir iç huzura kavuşturacak
şu ilkeleri çıkarmak mümkündür:
İnanç ve İbadet Hayatımıza İrfanî Geleneğimiz Açısından Bir Bakış
Sûfîler, Allah’a ve diğer iman esaslarına şeksiz
şüphesiz bir şekilde iman etmenin öncelikli bir gö-
rev olduğu kanaatindedirler. Çünkü Allahu Teâlâ,
insanı bu âlemde kendisini tanıması/bilmesi ve
kendisine ibadet etmesi için yaratmıştır. 3Sûfîlere
göre, Allahu Teâlâ’yı gizli-açık her türlü şirkten
uzak bir şekilde tanımak nefsin hile ve tuzakla-
rından kurtulup fena ve beka makamlarını geçe-
rek hakikatleri bütün çıplaklığı ile görmeye bağ-
lıdır.4 Yükselişinde tevhid-i ef’âl, tevhid-i sıfat ve
tevhid-i zât mertebelerini, iniş kavsin de ise Cem’,
Hazretü’l-Cem ve Cem’u’l-Cem mertebelerini içe-
ren bu manevî yolculuk kişiyi Allahu Teâlâ’nın bir
olduğu fikrinin/tevhidin bütün sırlarına ulaştıra-
cak bir sistemdir.5 Bütün berraklığı ile kişinin gö-
nül dünyasını kaplayacak bu temiz tevhid inan-
cı sayesinde mü’min, tarifi mümkün olmayan bir
iç huzura kavuşacaktır. Çünkü gönül huzurunun
önündeki nefis, dünya, şeytan ve şeytanî vasıflara
bürünen insanlar silinip gidecek gerçek mutlulu-
ğun kaynağı olan Allah’tan başka her şeyin sevgi-
si yok olacaktır. Dünya sevgisi ile her tarafı sarı-
lan, nefsini peşinden koşturacak birçok albeni ile
imtihan olan ve şeytanın birçok yolla gönlüne ta-
sallut etmesi kolaylaşan günümüz insanı ancak
böyle bir inanç sistemi ile iç huzura kavuşacaktır.
Baktığı her şeyde Allahu Teâlâ’nın tecellisini gö-
ren ‘mü’min’ var edilen her şeye derinden bir bağ
ile bağlanacak ve saygı duyacaktır. Gerçek amacın
Allahu Teâlâ’yı tanımak olduğunu fark eden ‘gö-
nül insanı’ dünyanın debdebesi ve günlük koşuş-
turmacaları içerisinde kaybolmadan esas hede-
fine kilitlenecek, huzuru ve mutluluğu kendisine
yoldaş edinecektir.
Bu âriflik bilinci ile ibadetlerine yönelecek
mü’min bıkmadan, usanmadan ve herhangi bir
gevşeklik göstermeden var edilişinin gereği olan
ibadet hayatını sönmeyecek kandillerle taçlandı-
racaktır.6 İslâm’ın direği olan namaza koşan kişi
İ. Hakkı Bursevî’nin (ö.1725) şu tespitleri ile ir-
kilip kendine gelecek, şuur ve gayret ile ibadeti-
ne dört elle sarılacaktır: “İşin gerçeği şudur: Sağ
el ahiretten, sol el ise dünyadan ibarettir. Elle-
ri kaldırmak ise dünya ve ahiret ilgisini elden
çıkarıp arka tarafa atmak ve her ikisi sebebiy-
le de büyüklenmeyi yok etmek anlamını taşır.”7
Kişi, Serrac’ın (ö.988) işaret ettiği şu hakikatler-
le namazını eda edecektir: “Namazda kıyam ede-
KültürFatih ÇINAR
Şubat 201338 39
HAZRET-İ MEVLÂ…
Ömrümü sardıkça aşkın çilesi,Kalbi, yâr eyledi rahmet-i Mevlâ!..Başımda döndükçe sevdâ halesi, Arzı dar eyledi izzet-i Mevlâ!..
Âh ile dağlandım duydum melâli;Var mı ki âlemde canın emsâli?..Her zerrem yanarken toprak misâli;Yoktan var eyledi kudret-i Mevlâ!..
Sabreyle, sus sözün durduğu yerde, Nice söz, hâl oldu er oğlu erde!..Bir umut yeşerdi, bu akan terde;Aşkı zor eyledi haşyet-i Mevlâ!..
Duy aşkla söyleşir Dâvûd’un sesi, Bu aşkla yükselir Mesîh nefesi!.. Tutup dört kapıda her bir hevesi,Kulda bir eyledi nusret-i Mevlâ!..
Ezel ‘kader’ dedi yazdı nasibi;Âlemlere rahmet kıldı ‘Habib’i!..Bildim, yedi nefsin odur sahibi,Bende yer eyledi hikmet-i Mevlâ!..
Gönül dergâhında gül oldu çağrım;Haddeden geçtikçe doğruldu eğrim!..Nesimî değilim, soyuldu derim;Canı sır eyledi Hazret-i Mevlâ!..
Rıfat ARAZ
bi, Allah’ın huzurunda bulunma şuurudur. Kıraat
edebi, Kur’ân ayetlerini gönül kulağıyla dinliyor-
muş gibi yahut da Allah’a okuyormuş gibi bir duy-
guyla okumaktır. Rükû edebi, Allah’ı yüceltmek,
kendisini bir toz zerresi gibi görmek; secde ede-
bi ise Allah’a yakın olma halini hissetmek ve
O’nu aziz bilmektir.”8 Ruhuna, aklına ve nefsi-
ne oruç tutturmaya çalışan mü’min, orucu, Hz.
Mevlânâ’nın (ö.1273) ifadesiyle insanı Mirac’a gö-
türen, Kur’ân’ın sırrı olan, insana taze can bağış-
layan ve onu varlıkta yokluğa ulaştıran bir ibadet
şuuru9 ile ifa edecektir. Zekât vermesi gereken bir
mü’min ise madde ve mal düşkünlüğünü tedavi
için bu ibadetinde dikkatli davranacaktır. Hacca
yönelen bir mü’min ise Allah’ın evi olan Kâbe’ye
gösterilmesi gereken önem kadar gönül Kâbe’sine
de önem verilmesi gerektiği şuuru ile haccını eda
edecektir.10 Tıpkı Yunus’un dediği gibi:
Ak sakallı pîr koca bilmez ki hâli nice
Emek vermesin hacca bir gönül yıkar ise11
İrfanî Geleneğimiz ile Ahlâkî Yaşantımıza Bakış
Sûfîler, tasavvufu sadece şekil ve ilmi kriter-
lerle sınırlandırılmış bir yol olarak görmemiş-
lerdir. Onlara göre hedef ahlâkî bir değişim/dö-
nüşüm yaşayarak Allahu Teâlâ’nın ahlâkı ile
ahlâklanabilmektir. O’na (c.c) tevekkülü Hz.
Mevlânâ’nın;
Gel tevekkül et, çalışmak üzre hep,
Önce tohum ek sonra kıl Hakk’tan talep
mısralarında gören birey tembellik ve sefahat-
ten uzak duracak ve böylece hazır yiyicilikten
son derece kaçınmış olacaktır. Yine, İbrahim
Tennurî’nin (ö.1482) ‘Lütfun da hoş kahrında hoş’
anlayışı ile rıza halini iliklerine kadar hissedecek-
tir. Kişi, Allah’tan başka her şeyi gönlünden çıka-
rarak zühde; Muhammed b. Hafif’in (ö.?)12 ‘Elden
çıkanın ardından bakmamak ve var olanla yetin-
mek’ şeklinde tanımladığı kanaate ve İbnAtâ’nın
(ö.923 veya 931) ‘Kalbi Allah’a tahsis etmek’ şek-
linde ifade ettiği istikameteulaşacaktır. Böylece
Hz. Peygamber’in (s.a.v.) cömertlik, yalan söyle-
meme, doğruluk, sır tutma, hakaret etmeme, sev-
gi, hoşgörü, sabır, teenni,tevbe, merhamet, takva
ve israftan uzak durma gibi bütün güzel ahlâk il-
kelerini hayatına yansıtabilen bir ayna olacaktır.13
Baş döndürücü bir hızla gelişen teknoloji, bilim ve
ekonomik refah ile birlikte müsrif, bencil, sevgi ve
hoşgörüden yoksun, sıkıştığında yalandan sakın-
mayan, tahammülsüz, aceleci ve daha birçok kötü
ahlâk ilkesini sıradanlaştırangünümüz dünyasın-
da kalbi ve gönlü büyük yanılgılara maruz kalan
bizlerin, sûfîlerin bu çağrısına büyük ölçüde ih-
tiyaç duyduğumuz açıktır. Onlar, Kur’ân ve sün-
netten ilham alarak şekillendirdikleri güzel ahlâk
anlayışlarını düşünce sistemleri içerisinde kilit
bir noktada görmüşlerdir. Modern çağın tesiri ile
kendinden gün geçtikçe uzaklaşan günümüz in-
sanının gönlünü ve gidişatını Kur’ân ve sünnetin
gösterdiği güzel ahlâka yönlendirmesi dileği ile…
“Tasavvuf, ahlâktır. Ahlâkça senden üstün olan
tasavvufta da senden üstündür.”14 (Kettani)
“Ahlâkı ile halkı hoşnut etmeyen kimsenin Al-
lah katında hiçbir değeri yoktur.” (Feridüddin
Atar) “Güzellik sûretialdayan bir kisve ile olma-
yıp mekârim-i ahlâk ve mehâsin-i ahvâl ile ol-
duğu muhakkaktır. Âlem-i beşeriyyetin senden
beklemekte olduğu da güzel huyluluğun ve güzel
ef’âlinden ibarettir.”15 (Es-Seyyid Osman Hulûsi
Efendi)
1 Aclûnî, Keşfu’l-Hafâc.II, s. 262. (Ha-dis No:2532).
2 Ramazan Altıntaş, Din ve Sekülerleş-me, Pınar Yayınları, İstanbul 2005, s.101-193.
3 Zariyat 51/56. 4 SadreddinKonevî, en-Nusûs fî
tahkîkitavri’l-mahsûs, (Vahdet-i Vücûd ve Esasları),Çev: Ekrem Demirli, İz Yay., İstanbul 2004, s.19-25.
5 Necmettin Şahinler, Ganiyy-i Muhtefi’denMerâtib-i Tevhîd Risalesi Yorumu, İnsan Yayınları, İstanbul 2011, s.85-176.
6 AhmedZerruk, Tasavvufun Esasları, Çeviren: Mehmet Uysal, Özkan Matbaacılık, Ankara 2010, s.130, 219.
7 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbü’n-Netîce, Hazırlayan: Ali Namlı-İm-dat Yavaş, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, c.II, s.62.
8 Ebu NasrSerrac et-Tusî, el-Lum’a, Çeviren: H. Kamil Yılmaz, Altınoluk Yayınları, İstanbul 1996, s.160.
9 Müjgân Cumbur, ‘Mevlana’ya Göre Oruç Ayı’, I. Milletlerarası Mevlana Kongresi Tebliğleri İçerisinde, Konya 1988.
10 Bu konuda geniş bilgi için bkz; Mehmet Demirci, İbadetlerde Manevi Boyut, Mavi Yayıncılık, İstan-bul 2004, s.29-85.
11 Yunus Emre, Divan, Hazırlayan: Mustafa Tatçı, Akçağ Yayınları, An-kara 1991, s.207.
12 Feridüddin atar, Tezkiretü’l-Evliya, Tercüme: Süleyman Uludağ, Mavi Yayıncılık, İstanbul 2002, c.I, s. 609
13 H. Kamil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Ta-savvuf ve Tarikatlar, Ensar Yayınları, İstanbul 2011, s.156-183.
14 Süleyman Ateş, İslam Tasavvufu, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul Ta-rihsiz, s.333.
15 Osman Hulûsî-i Darendevî, Mektubât-ı Hulûsî-i Darendevî, Nasi-hat Yay., İstanbul 2006, Mektubât, s.216. (Altmış İkinci Mektup)
Dipnot
41
BÜYÜSİHİR VE
Şubat 201340
Büyünün Tanımı ve Mahiyeti
Sihir ve büyünün tarihi insan-
lık tarihi kadar eskidir. Vahyin
etki alanından uzaklaşan insan-
lar, bunu insanları etki altında bu-
lundurma ve sömürme yolu ola-
rak kullanmışlardır. Hayatın bir
takım zorluk ve çıkmazları kar-
şısında sihir zaman zaman çare
olarak da görülmüştür. Bazen de
düşmanlık beslenilen kimselere
kötülük yapmak için bu yola baş-
vurulmuştur. Bu yüzden İslâm
büyüye karşı tavır almış ve onu
büyük günahlardan saymıştır.
Çünkü sihirde hakkı bâtıl, bâtılı
hak; hakikati hayal, hayali haki-
kat gösterme uğrunda ortaya ko-
nan esrarengiz bir yanıltma çabası
vardır. Tarihte sihirbazlar, kendi-
lerinde gizli güçler vehmettirerek
peygamberlere alternatif olma-
ya çalışmışlardır. Sihrin en büyük
kötülüğü insanları, tamamen in-
sanlığın hayrına olan vahyin ay-
dınlığından büyünün karanlık
dünyasına çekmesidir. Bu yüzden
vahye tepki gösteren ve ona inan-
mayan kâfirler, kendilerini haklı
çıkarabilmek ve Allah’ın elçilerini
yalanlamak için onları büyücülük-
le suçlamışlardır.1
Arapça’da “sihir” kelimesiy-
le ifade edilen büyü, din ile ilgi-
si olmayan dualarla ve hareketler-
le ruh üzerine tesir yapmaktır. Bu
kelime, gözbağcılık ve hile yoluy-
la insanları manyetize ederek tabi-
at kanunlarına aykırı olaylar orta-
ya koyma sanatını ifade etmek için
kullanılır. Bu yüzden büyü şöyle
tarif edilmiştir: Herhangi bir çı-
kar uğruna başkasına zarar ver-
meye yönelik meşru olmayan yol-
larla bir takım gizli kuvvetleri
yönlendirerek yapılan ve gerçeğe
uymayan gözbağcılık, düzenbaz-
lık, oyunculuk şeklindeki işlerdir.
Büyücülük, İslâm’dan
önce Araplar’da, Rumlar’da,
Hintliler’de, Mısırlılar’da yaygın
idi. Özellikle Hz. Musa (a.s.) za-
manında büyücülük itibarlı bir
meslek idi. Hz. Süleyman (a.s.) za-
manında da yaygındı. Bu yüzden
Kur’ân büyüden ve büyücülerden
bahsetmekte ve Kur’ân›da “sihir”
kelimesi değişik türevleriyle 57
defa geçmektedir. Konuyla ilgili en
uzun âyet şöyledir: “Süleyman’ın
hükümranlığı hakkında onlar,
şeytanların uydurup söyledik-
lerine tâbi oldular. Hâlbuki Sü-
leyman büyü yapıp kâfir olma-
dı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular.
Çünkü insanlara sihri ve Babil’de
Hârut ile Mârut isimli iki meleğe
indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki
o iki melek, herkese: ‘Biz ancak
imtihan için gönderildik, sakın
yanlış inanıp da kâfir olmaya-
sınız’, demeden hiç kimseye (si-
hir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar,
o iki melekden, karı ile koca ara-
sını açacak şeyleri öğreniyorlar-
dı. Oysa büyücüler, Allah’ın izni
olmadan hiç kimseye zarar vere-
mezler. Onlar, kendilerine fayda
vereni değil de zarar vereni öğre-
nirler. Sihri satın alanların (ona
inanıp para verenlerin) ahiretten
nasibi olmadığını çok iyi bilmek-
tedirler. Karşılığında kendilerini
sattıkları şey ne kötüdür! Keşke
bunu anlasalardı!”2
Bu âyette yer alan sihrin ma-
hiyeti, iki meleğin ne öğrettiği
ve sihrin tesiri konusunda fark-
lı yorumlar yapılmıştır. Âyetten
alınması gereken birkaç net me-
saj şunlardır: Hz. Süleyman (a.s.)
devrinde sihirbazlık yaygındır.
Hatta o dönemde Hz. Süleyman’ın
rüzgâra hükmetmesi, kuşlarla ko-
nuşması ve güçlü bir saltanat
oluşturması inanmayanlar tara-
fından hep sihirle izah edilmiştir.
Onun bunları sihir bilgisi saye-
sinde yaptığı yayılmıştır.3 Tahrif
edilmemiş Tevrat, büyüyü şiddet-
le yasaklamış ve onu puta tapmak-
la eşdeğer saymıştır. Buna rağmen
Tevrat’a sırt çeviren Yahudiler bü-
yücülüğü meslek haline getirmiş-
lerdir. Bu yüzden âyet esasen Hz.
Süleyman’ın bu işlerden beri oldu-
ğunu ifade etmek, sihrin kötü bir
iş olduğunu anlatmak ve büyücü-
lerin Allah’ın izni olmadan kimse-
ye zarar veremeyeceklerini anlat-
mak için nâzil olmuştur. Özellikle
ayette, eşler arasını bozmak için bu
yollara başvurmanın çirkinliğine
ve bunun şeytan işi olduğuna
dikkat çekilmektedir.
Büyünün Çeşitleri
Büyünün kendine göre özellik-
leri ve çeşitleri vardır. Mesela, bazı
sihirler el çabukluğu ile yapılır. Bu,
sırf hileden ibarettir. Hokkabaz-
lık ve gözbağcılığı da denen sihrin
bu türü, algıyı yanıltmaktan iba-
rettir. Şapkadan tavşan, limonun
içinden yumurta çıkarırmış gibi
yapmak böyledir. Bu tür sihirden
etkilenenlerin durumu, vapurda
giderken sahili hareket ediyor gibi
görmeğe benzer. Hz. Musa (a.s.)
zamanında da yapılan bu sihre
Kur’ân işaret etmektedir.4
Bazı sihirler cinlerden yar-
dım görerek yapılır. Sihir, insan
ruhunun belli eğitim, egzersiz ve
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
Şubat 201342
DAYAN YÜREĞİM DAYAN Toplamış bizi bu han Üstünde tüter duman Eriyoruz an be an Az mı geldi bu cihanHep gözyaşı her yer kan Mazlumlara dan dan dan... Dünyaya dalmış insan Sohbetlerimiz yavan Sözde kaldı din iman.
Baş tacı bizde yalanDeğerler olmuş talan Kıymetsiz arda kalan. Yağmalanmış bu vatan Kar etmiş çalıp kaçan Hala doymamış yılan Kaldı mı içten gülen Ahd-ı vefayı bilen Aşk hasretiyle solan
Kurtulur insan olan İlim irfanla dolan Bir hoş sedadır kalan
Böyle gelmiş bu devran Böyle gidemez inan Dayan yüreğim dayan
Mürsel GÜNDOĞDU
43
arıtılmasından sonra gizli şeyleri
görebilecek derecede his ve idra-
kinin artması ve böylece çeşitli
varlıklarda tesir icra etmesiyle de
yapılır. Buna manyetizma, hipno-
tizma ve fakirizm denir.
Bütün sihirler ya sırf yalan,
gözbağcılık, hile ve aldatmadan
ibarettir veya bazı gerçekleri kötü-
ye kullanarak ortaya konulmakta-
dır. Felak ve Nâs sureleri bu konu-
da nâzil olmuştur. Bu sureler, sihir
ve büyünün kötü, bunları yapanla-
rın ise şerli insanlar olduğuna işa-
ret etmektedir. Bunlardan kurtul-
manın ve korunmanın yolunun da
başka büyülere başvurmak değil
sadece Allah’a sığınmak olduğunu
ortaya koymaktadır.
Büyünün Tesiri ve Hükmü
Ebu Bekir Cessas gibi bazı ehl-i
sünnet âlimleri ile Mu’tezile bil-
ginlerine göre sihrin gerçekle hiç-
bir ilgisi yoktur. O, bir hayalden
ibarettir. Büyüden etkilenmek psi-
kolojiktir. Sihir ve büyü, aldat-
maca ve gözbağcılıktan ibarettir.
Ancak ehl-i sünnet bilginlerinin
çoğunluğuna göre sihrin gerçek
yönü ve etkisi vardır. Fakat Allahu
Teâlâ›nın dilemesi olmadan sihrin
kimseye zararı dokunmaz. Sihrin
etkisini kabul etmek, sihir yapan
kişinin tabiat güçlerine egemen
olduğunu ve dilediği her şeyi
gerçekleştirebileceğini düşünmek
anlamına gelmez. Mü’mine dü-
şen görev, sihirle uğraşmaktan, si-
hir yaptırmaktan uzak durmak ve
her türlü kötülüğe karşı Allah’a sı-
ğınmaktır. Nitekim Felak ve Nâs
sureleri bu konuda nazil olmuş,
şerli insanlardan ve bunların yap-
tığı çirkin işlerden kurtulmak
için Allah’a sığınmayı emretmiş-
tir. Kimse gökten değişik cisimler
yağdırma, ölüyü diriltme gibi Alla-
hu Teâlâ’nın peygamberlerine lüt-
fettiği mucize mahiyetinde olaylar
ortaya koymaya güç yetiremez. Bu
konuda bütün İslâm bilginleri fikir
birliği etmişlerdir.
İslâm bilginlerine göre, sihri
öğrenip, öğretmek haramdır.
Sihrin haramlığını inkâr eden
dinden çıkmış (kâfir) sayılır. Bu
sebeple İslâm hukukçularının
çoğu sihir yapanın dinden dön-
düğü için ölüm cezasına çarptı-
rılacağına hükmetmişlerdir. Ebu
Hanîfe, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel
başta olmak üzere bazı âlimlere
göre sihrin haramlığına inanmak-
la beraber yine de onu yapan kim-
se küfre düşmüştür. İmâm Şafiî ve
kelam bilginlerinin çoğunluğuna
göre ise yapılan sihirde iman esas-
larından birinin inkârı söz konusu
değilse, sihirle meşgul olmak “kü-
für” olmayıp büyük günahlardan
sayılır.5
Büyünün Kötülüğü ve Yasaklanma Sebebi
İslâm, taşıdığı kötülük ve se-
bep olduğu yıkımlar sebebiyle bü-
yüyü ve büyücülüğü kesin olarak
yasaklanmıştır. Çünkü büyü,
kötüye kullanılmakta ve insanlara
psikolojik olarak büyük zararlar
vermektedir. Büyücülerin kontrol
altında tutulmaları imkânsızdır.
Bunu yapanlar Allah’ın kurdu-
ğu tabiî düzeni yani ‘sünnetullâh’ı
değiştirme amacı taşımaktadırlar.
En azından insanların zihninde bu
konuda şüpheler uyandırmakta-
dırlar. İnsanların Allah’a olan gü-
ven ve tevekküllerini bozarak bu
güveni kendilerine çevirmekte-
dirler. İnsanların bilimsel tedavi
yöntemlerine başvurmalarına en-
gel olarak tedavinin gecikmesine
yol açmaktadırlar. Onların, zaaf,
korku, ümit ve inançlarını sömür-
mekte ve onları aldatmaktadır-
lar. Bir âyette, büyücülerin iflah
olmayacağı6 belirtilmiştir. Hadis-
lerde büyü helak eden yedi şeyden
sayılmış7 ve büyü yapan kişinin
küfre girdiği ifade edilmiştir. Ay-
rıca muhabbet için efsun yapma-
nın, ipliğe okumanın, büyü yap-
manın şirk olduğunu8 ve büyüye
inanan kişinin cennete giremeye-
ceği de belirtilmiştir.9 Büyücüye,
müneccime, gaipten haber veren
kimseye inanan kişinin Kur’an’ı
inkâr etmiş olduğunu ifade eden
hadisler de vardır.10
Gece ve gündüz, âyetü’l-
kürsî, Felak, Nâs sureleri,
“Âmenerrasülü” olarak bilinen
Bakara Suresi’nin son üç âyeti
tam bir teslimiyetle okunduğu za-
man mü’min kendisini büyü ve
benzeri olumsuz etkilere karşı bir
anlamda sigortalamış olur. Bu-
nun dışında büyücülere müracaat
etmek gerekmez.
1 Büyücülükle suçlanan peygamberler arasında Hz. İsa (a.s.) (61/Sâf, 6), Hz. Musa (a.s.) (43/Zuhruf, 49), (51/Zâriyat, 39), Hz. Süleyman (a.s.) (2/Bakara, 102), Hz. Muhammed (s.a.v.) (15/Hicr, 6) zikre-dilmektedir. İnanmayanların bütün peygamberleri büyücülükle suçladıkları da görülmektedir. (51/Zâriyat, 52).
2 Bakara, 2/102.3 Zemahşerî, Keşşâf, I, 85.4 20/Tâhâ, 66, 7/A’râf, 116.5 Bk. İnanç, İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi,
“Büyü” md.6 20/Tâhâ, 69.7 Müslim, İman, 144.8 Nesâî, Tahrim, 19.9 Ahmed b. Hanbel, II, 83; IV, 399.10 Ebû Davûd, Tıp, 21.
* Prof. Dr.
Dipnot
45Şubat 201344
UNUTULAN BİR GELENEĞİMİZ: HER AN
ABDESTLİ OLMAK
İslâm ümmeti-
ni “ümmet” yapan
şiarlar vardır. Bu
ümmet namaz kılar, zekât verir,
oruç tutar, hacca gider. Farz olan
ve kendisini diğer din mensup-
larından ayıran bu değerler ile
mü’minler “Müslüman” olarak
bilinir ve tanınır. Mü’minlerin
kimliklerini oluşturan değerler
elbette sadece farz olan ibadet-
ler ve kaçınmaları istenen ha-
ramlardan uzaklaşmaları de-
ğildir. Onlar İslâm’ın tezyînâtı
olarak kabul edilen ve kalplerini
güzelleştiren, bazen sünnet ba-
zen müstehâb bazen de mendup
olarak isimlendirilen güzellikle-
ri hayatlarına hâkim kılarlar ve
başka din mensuplarından fark-
lı olduklarını belirginleştirirler.
Bir yandan Rablerinin muradı-
nı yakalamaya çalışırken, diğer
yandan da kendilerini ümmet
yapan değerleri ayakta tutma-
ya çabalarlar. Bu yüzden yeme-
leri, içmeleri, konuşmaları, yat-
maları velhasıl hayatlarının her
yönü farklıdır. İslâmî değerleri
hayatlarında tatbik eden bu in-
sanlar farklı kültürlerden olup
da İslâm’a dair bilgisi olan kim-
seler tarafından görüldüklerin-
de, Müslüman oldukları hemen
anlaşılır. Çünkü Müslümanla-
rı Müslüman yapan değerler
diğer inanç sahiplerinden çok
farklıdır. Bunlar onların ayırıcı
alâmetleridir.
Esasında bu durum dinle-
rine bağlı diğer din mensupla-
rında da kolayca görülür. Kipa
dedikleri küçük takkeyi başına
tutturmuş, saçlarının kâkülünü
uzatmış, koluna Tevrat’tan par-
çalar içeren tefilin’i takmış biri-
ni gördüğümüzde onun Yahudi
olduğunu hemen anlarız. Aynı
şekilde kafasında kocaman sa-
rığı olan birini gördüğümüzde
“Bu sihtir.” deriz. Çünkü özel
giysiler onların dindarlıklarının
bir göstergesi olmuştur. Ayrıca
bundan büyük de bir haz alır-
lar. Hiçbir şart ve baskıdan çe-
kinmeksizin yaşamlarını ken-
di inançlarına göre sürdürmeye
azimlidirler.
Her Geçen Gün “Biz Olmaktan” Biraz
Daha Uzaklaşıyoruz
Müslümanları Müslüman
yapan değerler vardır ancak ya-
şadığımız dünyada batı kültü-
rünün baskısı altında erozyona
uğrayan ve savrulan bu kitlenin
kıymetlerine eskisi kadar tutu-
namadığı bir vâkıadır. Geçmi-
şe kıyasladığımızda kendilerini
farklı kılan değerlerin hayatla-
rından bir bir kopup gittiğini
görmekteyiz. Bu nedenle İslâm
ümmetinde genel anlamda bir
çözülme ve değerlerden uzak-
laşma olduğundan söz etmek
mümkündür. Bu ümmet ger-
çekten de büyük bir sınavla kar-
şı karşıyadır. Bu noktada üm-
meti suçlayıp, kendisine sahip
çıkmadığını söylemek işin kola-
yına kaçmak olur. Yüreği dertli,
olup bitenler karşısında üzüntü
çeken bizlerin bile bir kısım de-
ğerlerimize kendi hayatımızda
sahip çıkamadığımız gerçeği-
ni göz önüne getirecek olursak
işimizin ne kadar zor olduğu-
nu daha iyi kavrarız. Çünkü her
geçen gün “biz olmaktan biraz
daha uzaklaşıyoruz.”
Yavaş yavaş hayatımızdan
çıkardığımız ve belki de öne-
mini idrak edemediğimiz de-
ğerlerin başında hiç şüphe yok
ki abdestli olmak gelmektedir.
İslâm’ın hayata egemen oldu-
ğu dönemlerde Müslümanların
özellikleri sayılırken zikredilen
maddelerden bir tanesi de “her
zaman abdestli olmak” idi. Çün-
kü mü’min abdestsiz durmaz,
evinden mutlak surette abdestli
çıkar, abdesti bozulduğunda bir
an önce abdest almaya bakardı.
Abdestli olmak ayrılmaz vasıfla-
rından idi.
Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ab-
destle ilgili olarak pek çok ha-
disi vardır. Nitekim bunun ne
kadar önemli olduğunu ifade
etmek için şöyle buyurmuşlar-
dır: “Müslüman yahut mü’min
bir kul abdest alır da yüzünü
yıkarsa, gözleri ile baktığı her
günah suyla yahut suyun son
damlası ile yüzünden çıkar. El-
lerini yıkadığı vakit ellerinin
tuttuğu her günah su ile yahut
suyun son damlası ile beraber
ellerinden çıkar. Ayaklarını yı-
kadığı vakit ayaklarının yü-
rüyerek işlediği her günah su
ile yahut suyun son damlasıy-
la birlikte çıkar. Nihayet o kul
günahlardan temiz pak olup çı-
kar.” 1
Cennetin Sekiz Kapısı Birden Açılır
Allah Rasûlü abdestin dua
ile taçlandırılmasını da ister
ve şöyle buyurur: “Sizden biri-
KültürEnbiya YILDIRIM*
Sule
jman
MU
RAD
OVİ
C
PENCERE
Boynunu büken gülün Susuzluğu var dilimde Ah! Yanmışım yalaz yalaz Sahralara dönmüşüm Düşmüşüm hasretine Bir katre sevda suyunun Oy yürek yakanım Seni ne kadar Ne kadar çok sevmişim Bir damla suya hasret Göklere uzattığım ellerim Bu mevsim çok aykırı Bu mevsim bahtıbaranlar bile yok Bilmem ki neyleyeceğim bu mevsim Ayrılığın elinden İstemem senden Gün solgunu, gün çalgını ışıklar Üstüme saçacaksan Gül sürgünü saç ışıklar Diyorsan ki açarım Gel bahtımın dehlizlerine Küçük küçük pencereler aç
Seni ne çok sevmişim meğer Tarifi var mı bunun Ama böyle geçmez Ki aşkın vardiyası Ağıtlı, acılı, pür-matem De haydi yürek yakanım Bu aşka bir dermân buyur Derman buyurmazsan İçim kandır dışım kan Çağır gözlerinin Büyüsüne kapılayım Ekileyim toprağına Ihlamur fidanlarınca Oy yürek yakanım Gülüm, gülşenim Seni ne kadar Ne kadar çok sevmişim
Celalettin KURT
Şubat 201346 47
niz güzelce abdest alır, abdes-
tini aldıktan sonra da: ’Ben
Allah’tan başka ilah olmadı-
ğına, ortağı olmayıp tek oldu-
ğuna ve Muhammed’in Allah’ın
kulu ve Rasûlü olduğuna şa-
hitlik ederim‘ derse, o kimseye
cennetin sekiz kapısı (birden)
açılır, istediğinden girer.”2
Allah Rasûlü nazarında ab-
dest almak yeterli değildir. Bu
yüzden insanın bunun ötesi-
ne geçerek abdestin ardından
iki rekât nafile namaz kılınma-
sını tavsiye etmişlerdir. Böylece
farz namazlar dışında da insa-
nın Rabbiyle olan bağının güçlü
tutulmasını arzulamışlardır. Bir
hadislerinde şöyle buyurmakta-
dırlar: “Benim bu abdestim gibi
abdest alıp hatırına bir şey ge-
tirmeden iki rekât namaz kılan
kimsenin geçmiş günahları af-
folunur.”3
Allah Rasûlü abdest üzerin-
de o kadar hassasiyetle dur-
maktadırlar ki, abdestin insa-
na sağladığı mânevî huzur ve
Rabbiyle olan bağlantısını güç-
lü tutmasından dolayı, abdestli
olan mü’minlerin bile yeni ab-
dest almalarını tavsiye etmişler-
dir. Çünkü yeni abdest insanın
mânevî dinçliğini harekete ge-
çirmekte, kulluk bilincini pekiş-
tirmektedir. Şöyle buyurmak-
tadırlar: “Temiz yani abdestli
iken tekrar abdest alan kimse-
ye Allah on sevap yazar.”4 Ni-
tekim vecîz bir sözde “Abdestli
iken abdest almak, nur üzerine
nurdur.” denmiştir.
Allah Rasûlünün tavsiyele-
ri elbette sadece gündüzle sı-
nırlı değildir. İnsanın yatağa gi-
rerken bile abdestli olmasını
arzulamışlar, böylece gecenin
başlangıcının da ibadetle süs-
lenmesini, Allah hatırlanarak
uykuya dalınmasını istemişler-
dir. Böylece abdesti insanın yir-
midört saatini haramlara karşı
koruyan, Allah ile irtibatı can-
lı tutan bir araç haline getirmiş-
lerdir. Şöyle buyurmuşlardır:
“Kim abdestli uyursa Allah onu
affeder.”5
Pek Çok Mânevî Boyutu Olan
Bir İbadet
Günümüz Müslümanları-
nın abdestli olmaya her za-
mankinden fazla ihtiyacı var-
dır. Çünkü haramlar daha fazla
belirgin, insanı kulluktan ve
Rabbiyle olan irtibattan kopa-
ran, menhiyyata düşüren tu-
zaklar çok daha fazladır. Hat-
ta dışarı çıkıldığında insanın
yaşamını kuşatan şeyler tama-
mıyla haramlardan oluşmak-
tadır. Bu yüzden mü’minlerin
dinlerini yaşamaları her za-
mankinden fazla zorlaşmıştır.
İşte abdest bu noktada devreye
girmekte ve mü’min için bir sı-
ğınak olmaktadır. Pek çok yan-
lışa düşmesine engel olmak-
ta ve pek çok hayrı işlemesine
vesîle olmaktadır. Mü’minler
abdestin değerini bildiklerin-
de, bu değer diğer değerlerin
bilinmesinin de kapısını ara-
layacak ve daha iyi bir kulluğa
götürecek yolun başlangıcını
oluşturacaktır. Bu nedenle ba-
sit gibi görünen abdest pek çok
mânevî boyutu olan “çok bü-
yük” bir ibadettir.
Bu büyük ibadetin yarar-
larından bir kısmı şunlardır:
Evinden abdestli olarak çıkan
bir insan ile abdestsiz çıkan di-
ğer kişi arasında büyük bir fark
vardır. Abdesti kuşanan kişi ab-
destli olduğunu düşünerek dı-
şarıda haram ve helal hususun-
da çok daha fazla dikkatli olur.
Kuşandığı mânevî silahtan hayâ
ederek başkalarına eziyet et-
mekten, haklarını yemekten,
harama bakmaktan çok daha
fazla sakınır. Çünkü abdest al-
mış da namaza durmak üzerey-
miş gibi düşünür. Allah ile irti-
batını koparacak hususlardan
olabildiğince kaçınmaya gayret
eder. Böylece abdest onu hem
pek çok haramdan korur hem
de onlarca hayrı işlemesine ve-
sile olur. Ayrıca insan sürekli
abdestli olduğunda ve bu şekil-
de evinden çıktığında Allah’ın
kendisini koruması altına al-
dığını düşünür ve bu halin-
den büyük bir haz alır. Abdest-
li olmasından dolayı büyük bir
mutluluk duyar. Allah ile irtiba-
tını abdest vasıtasıyla canlı tut-
tuğundan dolayı da dünyanın
kasâveti kendisini fazla etkile-
mez. Namazdaymış gibi ken-
disini ibadetin içinde hisseder.
Hayatı abdest vasıtasıyla daha
güzel olmaya başlar.
İnşallah bu güzel geleneğimi-
zi hayatımıza tekrardan hâkim
kılarız ve yaşamımızı güzelleş-
tirmeye abdest ile başlarız.
1 Tirmizî, 22 Ebû Dâvûd, 1693 Abdurrezzâk, 1404 Ebû Dâvûd, 575 Kenzü’l-Ummâl, 28854
* Prof. Dr.
Dipnot
49
SULTAN
V. MEHMETŞubat 201348
V. Mehmet Re-
şat, Osmanlı
İmparatorluğu’nun
35. padişahı ve 114. İslâm Ha-
lifesidir.1 II. Mahmut’un toru-
nu, Sultan Abdülmecit’in üçün-
cü oğludur. Annesi Gülcemal
Kadın Efendi’dir. 31 Mart Ola-
yı ardından 1909’da, II. Abdül-
hamit Meclis-i Milli tarafından
tahttan indirildi ve 65 yaşında
olan Veliaht Mehmet Reşat, İt-
tihat ve Terakki Cemiyeti’nin
desteğiyle tahta çıkartıldı. Salta-
nat adı olarak, asıl adı olan “Re-
şad” değil, “Mehmed”
adının kullanması ka-
rarlaştırıldı. Cülus tö-
reni Beyazıt’ta bulu-
nan Sirkeci’ye oradan
Beyazıt’a geçerken yo-
lun iki tarafında dizili
İstanbullular tarafın-
dan coşkunlukla alkış-
landı. Biat duasından
sonra yaptığı konuş-
mada, “Hürriyetin ilk
padişahı benim ve bunda müf-
tehirim.” demiş ve bundan son-
ra “Meşrutiyet Padişahı” olarak
anılmaya başlanmıştır.2
5 Mayıs 1909’da II.
Abdülhamit’in son sadrazamı
olan Ahmed Tevfik Paşa İttihad
ve Terakki Cemiyeti üyelerinin
zorlamaları ile istifa etti ve yeni
hükümet Hüseyin Hilmi Paşa
sadrazamlığı altında kuruldu.
10 Mayıs 1909 günü V. Meh-
med için Eyüp’te kılıç alayı ya-
pıldı. Padişah Dolmabahçe’den
“Söğütlü” yatına bindi ve Bo-
ğaz ve Haliç üzerinden denizden
Eyüp’e gitti. Eyüp Türbesi’nde
Şeyhülislâm Sahip Efendi ve
Konya Mevlevî Dergâhı Post-
nişini Abdülhalim Efendi ta-
rafından Sultan Osman’ın kı-
lıcını kuşandı. Sonra saltanat
arabasına binen V. Mehmet Fa-
tih Camii’nde Fatih türbesi-
ni ziyaret etti. Sonra yine sal-
tanat arabası ile Dolmabahçe
Sarayı’na döndü.3 Padişahlığı
sırasında devlet yönetimi daha
çok İttihat ve Terakki Partisi’nin
genç ve dinamik ileri gelenle-
rinden Enver Paşa, Talat Paşa
ve Cemal Paşa’nın elinde kaldı.
Bu liderlerin yeni padişahı çok
sevdikleri gösterileri yapılmak-
taydı. Piyasaya onun adını taşı-
yan “Reşat Altını” sürüldü. Bir-
çok İstanbul semtine, Anadolu
kasaba ve köylerine “Reşadiye”
adı verildi. V. Mehmet’in ilk sal-
tanat günlerinde adi suçluların
ve özellikle 31 Mart Olayı ile iliş-
kili ve İttihad ve Terakki Partisi
aleyhtarı siyasi suçluların ken-
tin meydanlarında asılmaları-
na onay vermeyeceğini mabeyn
üyelerine ısrarla bildirmesine
rağmen sonunda iktidarda bu-
lunan İttihat ve Terakki Fırka-
sı idarecilerinin ısrarlarına karşı
gelemeyip bunlara onay vermek
zorunda kaldı.4
Sıkıntılı Dönem
1910’da Arnavutluk İsya-
nı çıktı ve bu ayaklanma 1 Ocak
1911’de üzerine gönderilen Har-
biye Nazırı Memduh Şevket
Paşa komutasındaki güçler ta-
rafından bastırıldı. 1908’de
Girit Parlementosu üyeleri-
nin başbakanın tatilde olması-
nı ve Osmanlı İkinci Meşruti-
yet kurulmasını fırsat bilerek
Yunanistan’la birleşme oyu ver-
melerinden sonra güven sarsıl-
dı, problem başladı. Kozmopolit
Efendi’nin sahibi ve Ahmed Sa-
mim Bey’in başyazarı olarak çı-
karılan “Sada-yı Millet” gazete-
sinin Patrikhane lehine
çalıştığı söylentileri
yayılması üzerine, 9
Haziran 1910’da Ah-
med Samim Bey bir
suikasta hedef olarak
Bahçekapı’da vuru-
lup öldürüldü.5 6 Şu-
bat 1911’de devlet ida-
resinin merkezi olan
Babıali’de yangın çık-
tı, Sadrazamlık ile Ha-
riciye Nezareti daireleri kur-
tulup. Şura-yı Devlet, Dâhiliye
Nezareti, Mektupçu, Teşrifatçı,
Beylikçi, Sadaret Kalemi daire-
leri ile Vak’anüvis daireleri ta-
mamen yandı.6 5 Haziran 1911
günü Sultan V. Mehmet deniz-
den “Barbaros” zırhlısı ile Ru-
meli gezisine başladı. Selanik,
Üsküp ve Priştina’yı ziyaret
etti. Kosova’da bulunan ceddi I.
Murad’ın türbesi olan Meşhed-i
Hüdevandigar’da 100.000 kişi-
nin katıldığı bir cemaatle cuma
namazı kıldı.7
Trablusgarp (Libya)
16. yüzyılda başlayan sö-
mürgeleştirme hareketleri-
TarihResul KESENCELİ
31 Mart Vakası
51Şubat 201350
nin dışında kalan İtalya, Fran-
sız İhtilali’nden sonra 1870
yılında siyasi birliğini geç ola-
rak sağladığında sömürgele-
rin çoğu İngiltere ve Fransa ta-
rafından paylaşılmıştı. 1881’de
Fransa’nın Tunus’u işgali, ar-
dından da İngiltere’nin 1882’de
Mısır’ı ele geçirmesinden son-
ra İtalya, Kuzey Afrika’da ka-
lan son Osmanlı toprağı olan
Trablusgarp’la ilgilenmeye baş-
lamıştı. 1898 yılında İngiltere
ve Fransa arasında, sömürge-
lerin paylaşımı yüzünden çı-
kan Faşoda Buhranı sonunda
Kuzey Afrika’nın paylaşımı ya-
pıldı ve böylece Trablusgarp da
İtalya’ya bırakıldı. İtalya, Os-
manlı Devleti’ne bir ültima-
tom vererek, Trablusgarp’ın
kendisine bırakılmasını iste-
di. İtalyanların bu isteği redde-
dilince Trablusgarp ve Binga-
zi işgal edildi. (1911.)Temmuz
1912’de İtalya Çanakkale’de
Osmanlı istihkâmlarını deniz-
den topa tuttu. Ayrıca Ege De-
nizi’ndeki 12 adaya asker çıkar-
dı. Mustafa Kemal ve Enver Bey
Trablusgarp’a geçerek Derne
ve Tobruk’ta zaferler kazandı-
lar. Balkan Savaşlarının başla-
ması üzerine İtalyanlarla barış
imzalandı ve savaş sona erdi.
Uşi Antlaşması’na göre Trab-
lusgarp ve Bingazi İtalya’ya ve-
rildi. 12 ada Yunanistan’ın iş-
gal etmemesi için geri verilmek
üzere İtalya’da bırakıldı. Trab-
lusgarp Savaşı, ilkler sebebiy-
le de ilginç bir savaştır. Dünya
tarihinde ilk kez uçakların sa-
vaş aracı olarak kullanılması bu
savaşa rastlar. Biz ise Kuzey Af-
rika’daki son toprak parçamızı
kaybetmiş olduk.
Halâskârân-ı Zabıtan
Arnavut isyanı sırasın-
da, İstanbul’daki siyasî mu-
halefetle ve ordu içinde
“Halâskârân Zabitler” adı ve-
rilen grup arasındaki ilişkiler
önemlidir. Balkanlar ve özel-
likle Arnavutluk’ta ve İzmir’de
ki kıtaların subayları, İtti-
hat ve Terakki Partisi aley-
hinde siyasi baskıya giriştiler.
“Halâskârân Zabitler” adına
Bostancı’da bir toplantı yapıl-
dı. Bu toplantıya Ferit Paşa,
Suphi Paşa ve Zeki Paşa güya
aracı olarak katıldı. Melami-
ler Şeyhi Terlikçi Salih Efen-
di gibi Hürriyet ve İtilaf Par-
tisi elemanları da toplantıda
bulundular. Bu toplantıda bir
beyanname yayımlandı. Be-
yannamede hükümetin istifası
istenmekteydi. Ayrıca Meclis-i
Mebusan Başkanı Halil Bey’in
evine hükümetin düşmesini
sağlamak için bir gizli tehdit
mektubu gönderildi.
Harbiye Nazırı ve Bahriye
Nazır’ının istifaları üzerine 16
Temmuz 1912’de Mehmet Said
Paşa sadrazamlıktan istifa etti.
Yerine en kıdemli olarak Ah-
met Muhtar Paşa “Büyük Ka-
bine” adı verilen yeni bir hü-
kümet oluşturdu. Bu hükümet
partiler ve siyasal görüşler üstü
bir politika uygulamayı hedef-
lemişti. Fakat Balkan Savaşı
çıkması dolaysıyla bu hedefi-
ne yetişmede başarılı olamadı.
4. Meclis-i Mebusan dağıtıldı.
Sıkıyönetim ilan edildi. Ahmet
Muhtar Paşa istifa etti, yerine
Kıbrıslı Mehmet Kâmil Paşa
getirildi.8
Balkan Savaşları
Osmanlı Devleti’ni Balkan-
lardan çıkarmak isteyen Bulga-
ristan, Sırbistan, Yunanistan ve
Karadağ Trablusgarp Savaşı’yla
uğraşan Osmanlı Devleti’ne sa-
vaş açtılar. Osmanlı Devle-
ti ise ordularını terhis etmişti.
I. Balkan Savaşı sırasında bir-
çok cephede birden savaşmak
zorunda kalan Osmanlı Devle-
ti ağır yenilgiler aldı. Bulgar-
lar Çatalca’ya kadar ilerlediler,
Yunanlar Selanik’i işgal etti. Bu
olaylardan faydalanan Arnavut-
luk bağımsızlığını ilan etti. Os-
manlı Devleti’nden aldıkları
toprakları kendi aralarında pay-
laşırken anlaşmazlık içerisine
girdiler. Sırbistan, Yunanistan
ve Romanya, Bulgaristan’a kar-
şı savaşa başladı. Osmanlı Dev-
leti bu fırsattan Edirne’yi kur-
tardıktan sonra Meriç’e kadar
ilerledi ancak, Avrupalı devletle-
rin müdahalesi ihtimaline karşı
daha fazla ileri gitmedi. II. Bal-
kan Savaşı sonunda yapılan İs-
tanbul Antlaşması ile Edirne ve
Kırklareli Osmanlı Devleti’ne
geri verildi. Kavala ve Dedeağaç
ise Bulgaristan’da kaldı. İki dev-
let arasında Meriç Nehri sınır
oldu.9Balkan yenilgisini iç plan-
da; sınırların daralması, prestij
kaybı, ulusçuluk düşüncesinin
uyanışı, İttihat ve Terakki ikti-
darının kuvvetlenmesi noktaları
ile değerlendirirken dış planda
ise Asya’daki Osmanlı eyaletle-
rinin paylaşılması fikri ve Doğu
Avrupa’da dengesizlik noktala-
rı ile sınıflandırmak gerekmek-
tedir. Sonuç olarak; Osmanlı
devletinin prestijininsarsıldığı
bu savaşlar Balkanları başta “sı-
nır” ve “azınlık” sorunları olmak
üzere bir dizi sorunla karşı kar-
şıya getirirken; yakın dönem
Türk tarihine askerî, siyasî, kül-
türel ve demografik problemler
bırakmıştır.10
Cihad-ı Ekber ve Sonuçları
1914´ün 14 Kasım sabahı fet-
va, Süleymaniye´deki
Meşihat makamın-
dan Fatih Camii´ne
büyük bir merasim-
le götürüldü ve cema-
ate ‘‘Fetva Emini’’ Ali
Haydar Efendi tarafın-
dan okundu. Cihad ilan
edildiğini öğrenen halk,
bayraklar, sancaklar ve
dualarla sokaklara fır-
ladı, minarelerden salâ
verildi.
Cihad-ı Ekber, Türkçe (Os-
manlıca), Arapça ve Acem-
ce ilan edilmiştir ve ilk bölü-
mü ise şu şekildedir. “ İslâmlık
aleyhine düşman hücumu vaki
ve İslâm memleketlerinin gasp
ve yağma edilmesi ortaya çıkın-
ca İslâm padişahı bütün halkı
silah altına almak suretiyle ci-
hadı emrettikçe ayetlerin hük-
münce bütün Müslümanlar üze-
rine cihat farz olup genç ihtiyar,
piyade ve süvari olarak bütün
memleketlerdeki Müslümanla-
rın mal ve canıyla cihada baş-
vurmaları farz-ı ayn olur mu?
El cevap: Olur…”11
Bir hafta sonra, fetva-
nın İslâm dünyasına duyu-
rulması maksadıyla bir be-
yanname yayınlandı. Metnin
altında Şeyhülislam Ürgüp-
lü Hayri Efendi´nin, daha önce
şeyhülislamlık yapmış olan
üç kişinin, on bir kazaskerin
ve devrin önde gelen on dört
din âliminin imzası vardı. An-
cak, büyük ümitlerle ilan edilen
“Cihad-ı Ekber” hiçbir işe yara-
madı ve kimseler ciddiye alma-
dı. Cihad ilan edildiğini sara-
yında öğrenen eski padişah II.
Abdülhamit, “Şevketlû birade-
rim yanlış yaptı; bu büyük bir si-
lah idi, kullanılmadıkça daha da
büyük görünürdü. Asla kullanıl-
mamalıydı...” demişti.
Son dönemin sadrazam ve
genelkurmay başkanlarından
Ahmet İzzet Paşa da; “Bazı şöh-
retler vardır ki, potansiyel ola-
rak kaldıkça güce sahip olur-
lar. Biz çocukluğumuzdan beri
Sancak-ı Şerif çıkarılır, mu-
kaddes cihat ilan edilirse İslâm
dünyası ayağa kalkar, dünya
birbirine geçer diye işitir durur-
duk. Böyle gereksiz ve zamansız
bir şekilde bu fetvanın ilanı, hi-
lafetin elindeki bu tehdit silahı-
nın önemini de ne yazık ki yok
etti. Bu fetvadan haberdar olur
olmaz, mahkûm olduğu üzücü
sonucu pek çoğumuz daha ön-
ceden anladık. “ demiştir.
Cihad ilanı, beklenildiği-
nin aksine, Kutsal Topraklar
sayılan Arabistan’da Halife-i
Müslimin’e ve Osmanlı Dev-
letine karşı tepki doğurdu. Ne
zamandır İngilizlerin parasıyla
beslenen ve onlardan “krallık”
sözü alan Mekke Şerifi Hüse-
yin ardı ardına verdiği iki fet-
va ile bu cihada karşı koydu ve
akabinde Arap isyanını başlat-
tı. Düşman ise, Hint-
lisindenSenegallisine
dünyanın her yerinden
devşirdiği Müslüman
askerleriyle Osman-
lı ordusunun karşısı-
na çıktı.12Birinci Cihan
savaşı ise çok çetin ve
kanlı geçmiştir.
V. Mehmet Reşat’ın
saltanatı 9 yıl sürdü. 3
Temmuz 1918 tarihinde kalp
yetmezliğinden vefat etti. Ken-
disi sağlığında Mimar Kema-
lettin Bey’e yaptırdığı Eyüp’te-
ki Sultan Reşat Türbesi’nde
yatmaktadır.
1 Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa (1908-1914), İstanbul 2005.
2 Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları, İstanbul 1999.
3 Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları, İstanbul 1999.
4 Halit Ziya Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, İstanbul 2012.5 Ali Şükrü Çoruk, 100. Yıldönümünde Bir Gazeteci
Suikastı.6 Halit Ziya Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, İstanbul 2012.7 Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları, İstanbul
1999.8 Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları, İstanbul
1999.9 Cevdet Küçük, Balkan Savaşı, TDVİA, İstanbul
1991.10 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi,c.VIII, Ankara,
1983.11 22 Zilhicce 1332 - 29 Teşrînievvel 1330 Tarihli
Cihad-ı Ekber ilanının İlk bölümünün Türkçe Çe-virisi.
12 http://www.gnoxis.com/v-mehmet-resatin-cihat-ilani-49071.html
Dipnot
53Şubat 201352
VE BİLGİNİN DEĞERİ
BİLGİ
Fikr odur ki insana bir yol açsın
Yol odur ki oradan bir şah geçsin
Hazreti Mevlânâ’nın insan-
ları bilgilerine göre sınıflandır-
maktadır. Ancak bu bilgi nasıl
bir bilgidir? Günümüzdeki bil-
gi anlayışıyla ne kadar benze-
şir? Şimdi bu suallerin cevabını
birlikte arayalım. Günümüzde
amacı ve kullanım alanı düşü-
nülmeksizin bilginin zati bir de-
ğer olarak yüceltildiğine şahit
oluyoruz. Çağımıza verdiğimiz
“Bilgi Çağı” isimlendirmesi de
bir durum tespiti olduğu kadar
bu yüceltmenin de ifadesi. Oysa
İslâm kültüründe her şeye oldu-
ğu gibi bilgiye de daha çok ama-
cına ve yaradığı işe göre bir de-
ğer biçilmiştir. Bu kabule göre
bilginin de işe yarayanı var ya-
ramayanı var. Nitekim yukarı-
ya aldığımız veciz beytinde Hz.
Mevlânâ böyle bir tespitte bu-
lunuyor ve mealen şöyle diyor:
“İnsana bir çıkış yolu göster-
meyen fikri, bilgiyi, ilmi ne ya-
payım ben! Bilgi ve fikir bir işe
yaramalı ki değeri olsun. Diğer
taraftan bir fikrin ve bilginin de-
ğeri gördüğü hüsn-i kabulle de
ölçülür. Bilginin açtığı yoldan
bir padişah geçmeli ki o bilginin
değeri belgelenmiş olsun.” Şim-
di bu fikirlere tercüman olan
hikâyemizi aktaralım:
Filozof ve Bedevi
“Bedevinin biri buğdayını
devesine yüklemiş, kendisi de
üstüne oturmuş gidiyordu. Yolu
üzerinde yaya gitmekte olan bir
bilginle karşılaştı. Konuşarak
bir müddet birlikte yürüdüler.
Önce bilgin bedeviye kim oldu-
ğunu, nereden gelip nereye git-
tiğini ve çuvallarda ne taşıdığını
sordu. Bedevi iki çuvalın birinde
buğday, diğerinde kum taşıdığı-
nı söyledi. Bilgin, bunun sebebi-
ni sorunca beriki açıkladı:
- Tek çuval devenin sırtında
durmaz, kayar. Kum çuvalı öbü-
rünü dengelemek içindir. Bil-
gin:
- İyi ama böyle yapmakla de-
venin yükünü boş yere iki katı-
na çıkarmışsın. Kum çuvalını
boşaltıp buğdayı iki çuvala böl-
sen daha iyi değil mi? dedi.
- Bedevi bu aklı pek beğendi
ve yol arkadaşının çok bilgili biri
olduğunu anladı.
- Aferin dedi, ne güzel aklın
var. Ben bin yıl düşünsem bunu
bulamazdım. Sonra onu devesi-
ne bindirdi ve:
- Şimdi sen de bana kendini
anlat, dedi. Niçin böyle yaya ve
arkadaşsız kalmışsın... Bu kadar
bilgili ve akıllı olduğuna göre ya
bey olmalısın ya vezir? Beriki;
- Ne beyi, ne veziri birader,
dedi, halim kıyafetim ortada de-
ğil mi?
Bedevi bu sefer onun varlık-
lı biri olduğunu düşündü; kaç
devesi ve keçisi olduğunu sor-
du; dükkândan, paradan puldan
söz açtı. Fakat bedevi her ne sor-
duysa bilgin hepsine hayır ceva-
bı verdi ve dedi ki:
- O senin söylediklerinden
hiçbirine sahip değilim. Gördü-
ğün gibi yayan yapıldak dolaşan
yoksul bir gezginim ben. Ora-
dan oraya dolaşır, kim bir kap
yemek verirse onun kapısında
yatarım. Hâsılı senin o kadar
beğendiğin bunca bilgi ve hik-
metten benim elime geçen baş
ağrısından başka bir şey değil.
Bunun üzerine bedevi onu he-
men devesinden indirdi ve şöy-
le dedi:
- O halde tez yanımdan uzak-
laş. Aklın da senin olsun, bilgin
de! Sırtını giydirip, karnını do-
yuramayan o bilginin bana hiç
lüzumu yok. Varsın bu cahil ak-
lım kumla buğdayı denk etmeye
devam etsin. Değil mi ki işleri-
mi görmeme yetiyor, bu aptallık
ve bilgisizlik bana mübarektir.”
Bir Hatıra
Şimdi de Hazret-i Mevlânâ’nın
bu hikâyesinin bana hatırlattı-
ğı talebelik yıllarıma ait küçük
bir hatıramı paylaşayım. Efen-
dim, yıl 1976, yer İstanbul Ede-
biyat Fakültesi. Tesadüfen aynı
yıllarda okuyan bir okuyucu çı-
karsa hatırlayacaktır; o yıllarda
KültürCihan OKUYUCU*
Şubat 201354 55
öğle yemeği olmak üzere öğren-
ciye naylon poşet içinde kuman-
ya veriliyor… Poşetin içinde çey-
rek ekmek, yumurta, peynir gibi
öğrencinin her gün yemekten
gına getirdiği kuru şeyler var.
Dolayısıyla yarısı yeniyor, yarı-
sı çöpe gidiyor. Neticede her ye-
mek sonrası koridordaki kapaklı
büyük çöp bidonları yemek ar-
tıklarıyla dolup taşıyor. Bir gün
çöp kovalarını karıştırıp yemek
artıklarını toplayan yaşlıca bir
adam dikkatimi çekti. Dökülen
üstü başına nazaran herhangi
bir sokak dilencisine benzemek-
te ama bir dilencinin fakülte ko-
ridorunda ne işi var? Bu çöp ka-
rıştırma işi sonraki günlerde de
devam edince adamcağızı me-
rak etmeye başladım. Meğer
efendim, bizim çöpçü bu kori-
dorların neredeyse 40 senedir
aşina olduğu kıdemli bir tale-
be imiş. Bir bölümü bitirince di-
ğerine yazılmak suretiyle şimdi-
ye kadar 10 tane bölüm bitirmiş
ve son olarak da Felsefe tahsil
ediyormuş. Şimdi bu ilim aşkı-
nı ve gayreti takdir mi etmeli,
yoksa herkesin tek diplomay-
la aş, eş ve iş sahibi olduğu bu
dünyada onun bunca diplomay-
la karnını bile doyuramamasına
acımalı mı? Yukarıda naklettiği-
miz hikâyenin bakış açısıyla bi-
zim yaşlı talebe daha çok acın-
maya layık görünüyor. Zira Hz.
Mevlânâ metnin başına aldığı-
mız beytinde de ifade ettiği üze-
re bilginin pratik olanına, işe
yarayanına, yol açanına değer
veriyor. Sadece kitabî olan ve
kullanılamayan bilgiyi küçüm-
süyor. Şimdi de işe yaramayan
bilgiye örnek olarak da aşağıda-
ki meşhur hikâyeyi nakledelim:
Gramerci-Gemici
Kibirli bir lisan âlimi bir ge-
miye binmiş ve gemiciye dönüp:
- Sen hiç nahiv okudun mu arka-
daş, diye sormuş. Beriki; hayır,
deyince aşağılayıcı bir üslupla:
- Vah, vah! Ömrünün yarı-
sı boşa gitmiş dostum, demiş.
Gemici üzülmüş ama sabredip
susmuş. Bir müddet sonra fırtı-
na çıkmış ve girdaba yakalanan
gemi batmaya başlamış. Kaptan
can telaşına düşen dil âlime:
- Hey nahivci, demiş, sen yüz-
me biliyor musun? Beriki; hayır,
cevabını vermiş. Bunu üzerine
gemici: - Desene, demiş. Şimdi
senin de ömrünün tamamı gitti.
Hz. Mevlânâ bu hikâyeden
birden fazla ahlâki sonuç çıka-
rıyor. Ezcümle demek istiyor ki;
her bilgi her yerde geçmez. Şa-
yet denizdeysen gramer bilme-
nin sana hiçbir yararı yok. Diğer
taraftan bilgi bir varlık iddia-
sıdır, oysa denizde olana var-
lık değil, yok olma bilgisi lazım.
Nasıl ki su önce öldürür sonra
ölüyü başında taşırsa, sen de ölü
gibi ol ki su seni taşısın. Yoksa
kendi bilgi ve kabiliyetine güve-
nen kişinin bu deryadan kurtul-
ması zor.
Gerçek Bilgi ve Fil Tarifi
Çok zaman bilgi dediğimiz-
de insanın beş duyu ile kavra-
dığı ve elde ettiği şeyleri kaste-
deriz. Hâlbuki bu tür bir bilgi,
bilgi araçlarının yetersizliği do-
layısıyla eksik ve yanıltıcıdır. Di-
ğer taraftan her insan gerçeğin
sadece belli bir tarafını görür ve
onu hakikatin ta kendisi sanır.
Sezai Karakaoç’un benzetmesiy-
le; gerçek, 7 cephesi olan bir eh-
ram gibidir; her insan ehramın
sadece kendisine bakan yüzünü
görebilir. Hz. Mevlânâ bu duru-
mu birçok vesileyle tekrar edi-
len o meşhur fil benzetmesiyle
açıklar. Efendim özetle hikâye
şu:
“Bir padişaha hediye olarak
Hindistan’dan bir fil gelmişti.
Onu sarayın ahırına koydular.
Hayatlarında hiç fil görmemiş
insanlar onu görmeye geldi-
ler ama ahır karanlıktı. Biri fi-
kir edinmek için ellerini uzattı-
ğında filin hortumunu yakaladı.
Adam hortumu yokladı, eğdi
büktü ve arkadaşlarına:
-Bu fil içi boş yumuşak bir
boruya benziyor, dedi.
Bir diğeri filin kulağını tut-
muştu, onu kadife gibi kalın
ve yumuşak bir yelpazeye
benzetti. Başka bir adam
filin ayağını yokladı
ve onun kalın bir sü-
tun olduğunu sandı.
Geniş sırtına eli-
ni değdiren bir
diğeri filin bir
taht olduğu-
nu düşün-
dü. Böy-
lece her
b i r i
ken-
d i
zanlarınca bir fil tarifi yaptılar.”
Benzetmesinin sonunda
Mevlânâ şöyle der: “Bu adam-
ların ellerinde bir mum olsaydı,
filin nasıl bir şey olduğunu her-
kes görürdü de aralarındaki ih-
tilaf ortadan kalkardı.”
Yukarıdaki benzetme bir-
çok yönden tefsire müsait. Bir
kere bütün fil tarifleri hem doğ-
ru hem yanlış... Parça olarak
doğru olan şey onun bütün sa-
nılmasıyla yanlışa dönüyor. Fil
benzetmesi bize herhangi bir
konuda sabit fikirli olmama-
mız, bizden başkalarının da ger-
çeğin başka bir parçasıyla yüz
yüze gelebilecekleri ihtimalini
hatırda tutmamızı ihtar ediyor.
Peki ama ahır karanlık olma-
saydı ya da bir mumla aydın-
latılsaydı gözümüzün gördüğü
varlık, yani bütün o parçaların
bir araya gelmesiyle oluşan şey
acaba yine bizatihi filin kendi-
si olur muydu? İşte bu noktada
Hz. Mevlânâ -burada izahı yer-
siz olan- bilgi felsefesi ile ilgili
bir probleme geçiyor ve duyu
organlarıyla kavranan bil-
ginin hiçbir zaman mut-
lak bilgi olamayacağı-
nı belirtiyor: “Aslında
bu baş gözü de bir
nevi avuca ben-
zer. Avucun bü-
tün fili ku-
şatmasının
imkânsızlığı gibi göz de hakikati
kuşatamaz.” Peki ama duyu or-
ganlarının ve aklın verdiği bilgi
mutlak değilse mutlak bilgi ne-
rede ve bu bilgi hangi vasıtayla
elde edilir? İşte burada sufilerin
sıkça bahsettiği, kalbe ihsan olu-
nan ilahi bir hediye olarak irfanî
bilgi devreye girmektedir. Bun-
dan daha gerçek olanı ise vahye
dayalı bilgilerdir.
Halkın Bilgisi ve Gerçek Bilgi
Meseleye yukarıdaki zaviye-
den bakan Hz. Mevlânâ’ya göre
insan olgunluğu nisbetinde ger-
çek bilgiye yaklaşır. Dünya bir
oyun ve eğlence yeri olduğu gibi
bu oyuna dalan dünya halkının
ekserisi de manen çocukturlar.
Sanki çubuk atlara binmiş ço-
cuklar gibi onların savaşları da
barışları da asılsızdır, bir değer
taşımaz. Aynı şekilde bilgileri
oyunla, eğlenceyle ilgili çocukça
bilgilerdir. Manen ergen olanla-
rın bilgisi ise Ledün bilgisidir.
Bu tür bilgi vehbidir, aniden ve
bir lutuf olarak verilir.
Aslında halkın yüksek bil-
gi ve sırları bilmemesinde de
bir hayır vardır. Nasıl mı? Önce
bu konudaki beyitlere bakalım,
sonra üzerinde düşünelim:
Tıfl-râ ger nân dehi ber-cây-ı şîr
Tıfl-ı miskin-râ ez-ân nân mürdegir
Çünkü dendânha ber-âred ba’d-ez-ân
Hem be-hod talib şeved ân tıfl nân
Meali şu: “Eğer çocuğa süt
yerine ekmek verirsen ona iyilik
etmiş olmazsın; çünkü ekmek
henüz onu yiyecek durumda ol-
mayan zavallı çocuğu öldürür.
Ama ne zaman ki dişleri çıkar,
çocuk kendiliğinden ekmek iste-
meye başlar.” Demek ki yavruya
sütten başka bir şey verilemeye-
ceği gibi olgunluk bakımından
çocuk hükmünde olanlara da
yüksek bilgiler verilemez. Nite-
kim Hz. Peygamber (s.a.v.) “İn-
sanlarla konuşurken kendi se-
viyelerine/kapasitelerine göre
ve anlayabileceği bir dille ko-
nuşunuz.” buyurmuştur. Onun
varisleri de bu tavsiyeye uymuş-
lar, ana kuşun yemeği önce ken-
di kursağında eritip yavruya kay
haline getirerek vermesine ben-
zer tarzda hazmedilmiş bilgile-
ri aktarmışlardır. Bilgi ile kalın
efendim… * Prof. Dr.
KİTAPLIK
18 Beyit Dinle
M.Fatih Çıtlak
Sufi Kitap
Tel: (212) 511 24 24
40 Levha 40 Yorum
Prof. Dr. Mehmet Demirci
Kubbealtı Yayınları
Tel: (212) 516 23 56
Üsküp’ün
İçinde Kumaş Biçerler
Hâle Seval
Kaknüs Yayınları
Tel: (216) 341 08 65
En Güzel Dualar
Mustafa Karataş
Timaş yayınları
Tel: (212) 511 24 24
Kutlu Yolculuk Mekke ve
Medine Rehberi
Murat Erkol
Nesil Yayınları
Tel: (212) 551 32 25
57Şubat 201356
Ey gönül gel gayriden geç aşka eyle iktida,
Zümre-i ehl-i hakîkat anı kılmış mukteda.
Niyazî-i Mısri
Tarihçi yazar Orhan
Toğrulca’nın yeni yayımlanan ki-
tabı “Niyazî-i Mısri Bilge’nin Sof-
rası Aşk da Var İsyan da” Bilsam
Yayınlarından çıktı. Daha önce
Malatya’nın Siyasi Tarihi isim-
li kitabı bulunan Toğrulca’nın
yeni kitabı Malatya’nın önem-
li bir simasına dikkatleri çekiyor.
Bu biyografi çalışmasını Malatya-
lı bir yazarın yapmış olması Niyazî
Mısri’ye vefa örneğinin gösterge-
sidir.
Bu eseri ortaya çıkaran ise Malatya’da önem-
li projelere imza atan çeşitli konferanslarla bil-
giye susamış dimağlara merhem olmaya çalışan
Bilgi Yolu Eğitim Kültür ve Sos-
yal Araştırmalar Merkezi, yani
kısaca Bilsam’dır. Kitabın kapa-
ğı Osmanlı döneminden bir ke-
siti resmetmiş ve bizi geçmişe
doğru yolculuğa sürüklercesine
huzur veriyor. Kitabın ismindeki
“Bilge’nin Sofrası Aşk da Var İs-
yan da” ise Niyazî-i Mısri’nin zor-
lu yollardan geçtiğinin işaretçisi
oluyor.
Eserde Niyazî Mısri’nin doğdu-
ğu yere dair çeşitli bilgiler verilmiş.
Daha sonra yaşadığı yerlerden
bahsedilmiş. Mısır seyahatinden
kısaca demeçler bulunan kitap, Evliya Çelebi’nin
KitapErol AFŞİN
Malatya izlenimleriyle devam ediyor. Devrin sos-
yolojik olaylarını aktarması açısından da önemli
bilgilere yer verilen eserde Niyazî Mısri’nin mu-
halif bir yapısı olduğunu öğreniyoruz. Bu sebep-
le defalarca sürgün edildiği bilgisine de yer ve-
rilmektedir. Bu sürgünlerden ikincisini Limni
Adasında geçirdiği bilgisine rastlıyoruz. Bura-
da bir not ekleyelim, Yunus Emre hakkında ve
Niyazî Mısri hakkında çalışmaları olan Musta-
fa Tatçı’nın Limni’den Geliyorum diye bir eseri
daha önce yayımlanmıştı.
Kitabın ilerleyen sayfalarında Mısri’nin miza-
cı hakkında bilgilere yer verilmiş. Ayrıca Niyazî
Mısri’nin Hicivdeki ustalığına da dikkat çekile-
rek aşka, Allaha ve Peygambere dair şiirlerinden
kesitler sunulmuş. Bunların yanı sıra toplumsal
olaylara bakışını da şiirlerle süsleyen bir mizaca
sahip olan Mısri’nin iki yüzlülük üzerine şu mıs-
raları dikkat çekiyor:
Riyâ ile bu halkı gel azıtma,
Ko tâc-ü hırka vü şâlı n’irdesin.
(İki yüzlülük ile bu halkı gel şaşırtma,
Bırak tâc, hırka ve şâlı ne edersin.)
Farklı Dinlere Bakışı bölümünde, tasavvuf
ehli olan Mısrî’nin farklı dinlere nasıl baktı-
ğına dair şiirlerine yer verilmiş. Özellikle iki-
yüzlülüğe olan öfkesini şiirlerinden anlayabi-
liyoruz. Yine şiirlerinde Malatya sevgisine dair
izlere rastlanmaktadır. Kitabın sonunda ise
Niyazî Mısri’nin hangi eserlerinin olduğu be-
lirtilmiştir. Devamında ise Niyazî Mısri’den
sonra kendisi hakkında yazılan eserlerin ne-
ler olduğu ayrıntılı olarak verildiği görülmek-
tedir. Yine günümüzde Mısri hakkında yapılan
çalışmaların isimleri de not edilmiş. 1600’lü
yılların toplumsal olaylarını anlayabilmek ve
Niyazî Mısri’yi bir nebze tanıyabilmek açısın-
dan kayda değer bir biyografi çalışması oldu-
ğunu belirtmek gerek. Bu eseri temin etmek
isteyenler Malatya’da Bilsam Merkezini ziya-
ret ederek alabilirler ya da kitapçılardan temin
edebilirler.
BİLGENİN SOFRASI
“Eserde Niyazî Mısri’nin doğduğu yere dair çeşitli bilgiler verilmiş. Daha
sonra yaşadığı yerlerden bahsedilmiş. Mısır seyahatinden kısaca demeçler
bulunan kitap, Evliya Çelebi’nin Malatya izlenimleriyle devam ediyor.”
59
GİBİ OL!BENİM İSTEDİĞİM
Şubat 201358
Ka ç ı m ı z d a
Michelange-
lo komplek-
si var? Kaçımız diğer insanla-
ra, bizim deneyimli ellerimizde
şekillenmeye hazır hammadde-
ler gibi bakıyoruz? Kaçımız bizi
ve akıllıca sözlerimizi dinlediği
takdirde şekillendirebileceğimiz
en az bir insan düşünebiliyoruz?
Peki, bu insan bizi dinlemek için
ne kadar hevesli?
Hani derler ya: “Aklı bir te-
peye yığmışlar (artık idealar
âleminde mi yaptılar, bu iş na-
sıl olduysa…) herkes yine kendi
akılını beğenip almış.” İletişim
psikolojisinde ‘motto’larımız-
dan biridir: “Herkes genellikle
kendini haklı görür.”
“Ben aynı kalayım, o değiş-
sin.” düşüncesine sahip olan
insanların birlikte yaşamaları,
önemli sorunlar ortaya çıkarı-
yor olsa gerek. Evlenecek olan
genç insanlar karşılıklı şöyle dü-
şünüyor: “Bir sürü güzel özelli-
ği var, ama bazı huyları beni ra-
hatsız ediyor. Neyse, evlenince
ben onu değiştiririm.” Hatta bir
arkadaşım “Eşimin bazı yönle-
rine tahammül edemiyorum.”
dediğinde, “Peki evlenmeden
önce, çıktığınız dönemde na-
sıldı? Farklı mı davranıyordu?
Yoksa böyle biri olduğunu öngö-
recek ipuçlarına rastlamadın mı
hiç?” diye sorunca, “Hayır, aksi-
ne hiç kendini farklı gösterme-
di, evlenmeden önce neyse yine
o ama ben onu değiştiririm diye
düşünmüştüm.” dedi.
Çevremizdeki insanların bi-
zim gibi düşünmelerini ve bizim
istediklerimizi kendi istedikle-
riymiş gibi yapmalarını arzula-
dığımızda, onları değiştirmeye
çalışıyoruz demektir. İnsanla-
rı değiştirmeye hakkımız oldu-
ğunu düşündüğümüzde çatışma
yaşama ihtimalimiz artar. Çün-
kü kafamızdaki kurallara göre
davranmazlarsa kendimizi en-
gellenmiş hisseder ve öfkeye ka-
pılırız.
Zararlı İki Kanaat
Bir ilişkiye girdiğimizde ço-
ğumuz yaygın ve zararlı iki ka-
naat taşırızz
1- Birlikte olduğumuz kişi-
nin bizimle olduğu için değişe-
ceği (değişmesine yardımcı ol-
mayı planlarız),
2- Bu kişinin hiç değişmeye-
ceği, hep başlangıçta olduğu gibi
kalacağı.
Bunların her ikisi de birer ya-
nılgıdır. Çünkü insanlar sürekli
değişirler, kimse değişim süre-
Kadın ve AileRukiye KARAKÖSE
“Kendimizi değiştirebilir, yeni seçimler yapabilir ve davranış repertuarımızı yenileyebiliriz. Ama asla
eşimizin/arkadaşımızın ne yönde değişmeyi seçeceğini öngöremeyiz. İnsanlar için yapabileceğimiz en fazla
şey, bir ‘rol modeli’ oluşturup gayretlerinde onları yüreklendirmek olabilir...”
Şubat 201360
AFYON GÜZELLEMESİ
Mor beyaz haşhaşların bahçelerin süsüdürSerin derelerinin akışına yanmışımBembeyaz mermerlerin sonsuzluk örtüsüdürHaysiyet madalyası takışına yanmışım
Konakların, evlerin meydan okur zamanaNice eski çağları sığdırırsın bir ân’aTermal kaplıcaların çağırmakta dermanaKartal gözlü kalenin bakışına yanmışım
Göce tarhanasıyla kebabın hası sendeGurbetçinin hasreti, aşkı, sevdası sendeAcıların fay hattı, Dinar’ın yası sendeHüzün yüklü ağıtlar yakışına yanmışım
Mevlevî Camii’nde ruhu okşar ezanlarBaharın müjdecisi; ağır kışlar, hazanlarTarifte aciz kalır Afyon’umu yazanlarMermerleri süsleyen nakışına yanmışım
Karahisar Kalesi asil duruşlu yârdırKocatepe’de zafer, Sultandağı’nda kardırSandıklı, Çay, Bolvadin; işveli bir diyardırGönül göğümde şimşek çakışına yanmışım
Bu coğrafyada olur kaymakların en hasıTabiatın süsüdür; gölü, dağı, ovası...Gönülleri şen eyler Afyon oyun havasıBahçendeki güllerin kokuşuna yanmışım
Şehrengizler güzeli, bulamazlar denginiKalendeki al bayrak kandan alır rengini Mevlevîlik Dergâhı, maneviyat zengini Dağına, ovasına, yokuşuna yanmışım
M. Nihat MALKOÇ
61
cinden kaçamaz. Fakat kimse
bir başkasını değiştiremez. Ken-
dimizi değiştirebilir, yeni seçim-
ler yapabilir ve davranış reper-
tuarımızı yenileyebiliriz. Ama
asla eşimizin/arkadaşımızın ne
yönde değişmeyi seçeceğini ön-
göremeyiz. İnsanlar için yapa-
bileceğimiz en fazla şey, bir ‘rol
modeli’ oluşturup gayretlerinde
onları yüreklendirmek olabilir.
Onlara ‘değişime açık’, ‘güven-
li’ bir ortam sunabiliriz; ama bu,
onların istediğimiz yönde deği-
şeceklerini garantilemez. Tüm
gayretimizle birinin değişim sü-
recine yatırım yapmak ise bizi
sadece hasta eder ve benlik say-
gımızı elimizden alır.
Diğerinin değişmesi için “ta-
lep”, “tatlılıkla ikna”, “yönlen-
dirme”, “tehdit”, “emir”, “yal-
varma” ve “pazarlık” sadece
cesaret kırıcı ve zarar verici bir
ortam yaratır. Biz giderek asabi-
leşip, sevimsizleşirken karşımız-
daki bildiğini okumaya devam
eder ve artık bu kadar olumsuz
ve yıkıcı bir ortam oluşturduğu-
muz için kendinde bizi suçlama
hakkını bulur.
Birilerini değiştirmek/dö-
nüştürmek istiyorsak yapacağı-
mız şey değişimi kendimizden
başlatmaktır. Yok eğer değiş-
mek istemiyor, kusursuz oldu-
ğumuzu düşünüyorsak; biz de-
ğişime kapalıyızdır. Kendimize
güvenimiz eksiktir yahut ken-
dimizle yüzleşmekten korkuyo-
ruzdur.
İçimizdeki Manevî Gücü Keşfetmek
“Ben hep böyleydim, şim-
di niye değişeyim?” mi diyor-
sunuz? Çünkü artık bu şekilde
yürümüyor. Hayat iyi giderken
değişmeyiz. Sadece bazı şeyler
yürümüyorsa değişime ihtiyaç
duyarız. Zamanlama çok önem-
lidir ve herkesin bir zamanı var-
dır ancak o zaman geldiğinde
değişim ihtiyacı hissederiz. Za-
manın geldiğini ise anlarız; çün-
kü acı içinde oluruz ve acıyı din-
direcek yeni ve değişik bir şey
denemek isteriz. Eğer vakti gel-
diyse değişim ıstıraplı olacaktır
muhakkak ama bununla bera-
ber bu acı insanı arındırır ve bü-
yümesine yol açar.
Değişmeyi seçmek ve ken-
di kaderinize etki etmek, zor ol-
makla beraber en çok doyum
veren davranış tarzıdır, diyebi-
liriz. Zira zaman zaman değiş-
meye karar veririz ama bu ka-
rarı uygulamaya geçiremeyiz.
Değişim, üzerinden geçmeyi bir
türlü beceremediğimiz bir köp-
rü gibidir. Ancak değişiklik baş-
langıçta zor görünse de aslında
heyecanlı, zevkli ve insanı mut-
lu eden bir serüvendir.
İnsanların değişmesi için
en büyük güç, onların içinde-
ki manevî yaşamdan kaynakla-
nır. İçimizdeki manevî gücü keş-
fetmedikçe sadece entelektüel
bilgileri edinmekle, kendimizi
sürekli ve sağlıklı olarak değiştir-
memiz mümkün değildir. Kişiler
anlamın kaynağını içlerinde bu-
lunca, kendilerini daha sağlıklı
ve güçlü kılacak gücü de bulur-
lar. Bu noktada bize şu dua yar-
dımcı olabilir: “Tanrım! Değişti-
rebileceğim şeyleri değiştirmek
için bana güç ver. Değiştireme-
yeceğim şeyleri kabullenmek için
sabır ver. Bu ikisini (yani değişti-
rilebilir ve değiştirilemez olanla-
rı) ayırt etmek için de akıl ver.”
“İçimizdeki manevî gücü keşfetmedikçe sadece entelektüel
bilgileri edinmekle, kendimizi sürekli ve sağlıklı olarak
değiştirmemiz mümkün değildir.”
63
OSMANLI TARİHİNDE
SIRLI OLAYLAR
Şubat 201362
Osmanlı tarihine isti-
kamet veren birçok
önemli hadisenin ve
kazanılan pek çok parlak zaferin
teşekkülünde, manevî cephesin-
de yaşanan olağanüstü hâllerin
ve fizik ötesi unsurların da be-
lirleyici olduğu, tarihe materya-
list bir gözle bakmayanlar için
imanî bir hakikattir. Bu yazıda,
Osmanlı’daki kimi hâdiselerin ve
tarihî simaların sırlar ve hikmet-
lerle dolu saklı çehresini arala-
maya gayret edeceğiz.
Yıldırım Beyazıd ve Emir Sultan
Emir Sultan Hazretleri,
Osmanlı’nın manevî kurucula-
rından, kuruluş devrinin kandil-
lerindendi. Yıldırım Beyazıd’ın
kendisiyle tanışması, ona kızı-
nı vermesi ve Niğbolu Zaferi’nde
manevî desteğini görmesi bir dizi
sırlı olay sonucunda gerçekleşti:
Sultan Beyazıd, Niğbolu’da
kolundan yaralandı. Genç bir he-
kim ona yardım etti ve yarasını
sardı. Yarası derin olmasına rağ-
men hekim öyle bir sardı ki, Be-
yazıd sabah sargıyı çözdüğünde
hayretten dona kaldı. Çünkü ya-
radan eser kalmamıştı. Padişa-
hın, ilginç bir şey dikkatini çekti:
Sargıda kullanılan bezin bir par-
çası hanımının, nişanlıyken ken-
disine verdiği mendilin yarısıy-
dı. Bu da çözülmesi gereken ayrı
bir sırdı? Beyazıd, yaşadıklarının
sırrını çözmek istedi. Ancak ya-
rasını saran hekim çoktan sırra
karışmıştı.
Osmanlı ordusu Niğbolu’da
büyük kayıplar vermişti. Kale-
ye girmekte oldukça zorlanmış-
tı. Ama Sultan Beyazıd’ın azim
ve kararlılığı, kaleden daha bü-
yüktü. Yıldırım, ordusuna son
bir taarruz emri verdi. Sel gibi
kaleye akan ordu, kale kapısı-
nı açmayı başardı. Niğbolu Ka-
lesi artık Osmanlı’nın idi. Ordu-
yu âdeta kaleye buyur eden asker
ise, Padişah’ın yarasını saran
Tarihİsmail ÇOLAK
aynı genç hekimdi. Yıldırım, ta-
nık olduğu sırları çözmeye başla-
mıştı...
Emir Sultan’ın Sırrı Nasıl Çözüldü?
Yıldırım Beyazıd, bir ara
Edirne’de iken kızı Hundi
Hanım’ın, kendisinden izin alın-
madan evlendirildiğini duydu.
Çok öfkelendi. Bu işi gerçekleş-
tirenleri cezalandırmak için bir
adamını Bursa’ya gönderdi. Fakat
araya hatırı sayılır kişilerin girme-
si üzerine cezadan vazgeçti.
Niğbolu Zaferi dönüşünde
kendisini karşılayan halk ara-
sında Padişah’ın dikkatini bir
genç çekti. O genç, yarasını sa-
ran hekimin, Niğbolu’da kale ka-
pısını açan askerin ve kızı Hundi
Hanım’la evlenen kişinin ta ken-
disiydi. Çünkü elini sardığı men-
dilin diğer yarısını onun cebinde
görmüştü. Olan biten bunca sır-
lı hadiseden sonra Yıldırım Be-
yazıd anladı ki, kendisine savaş-
ta yardım eden bu kişi, damadı
Emir Sultan’dan başkası değildi.
Yıldırım Beyazıd, bundan sonra
Emir Sultan’a daha da gönülden
bağlandı.
Başka bir seferinde Yıldı-
rım Beyazıd, Rumeli tarafın-
da yine düşmanla vuruşuyordu.
Fakat ordusu ve kendisi çok sı-
kışmıştı. Çaresiz bir durum var-
dı. Yenilgi an meselesiydi. Tam
bu sırada Emir Sultan orta-
ya çıktı. Beyazıd’a şöyle seslen-
di: “Manevî işaretler, fethin ve
galibiyetin, Müslüman gazile-
re ait olduğunu gösteriyor! Gev-
şemeyin, toparlanın ve saldırın!
Zafer yakındır.” Şevk ve heye-
cana gelen Yıldırım ve askerle-
ri, düşman üzerine tekrar atıldı.
“Sultan II. Murad’ı, geleceğin Fatih’i, Şehzade Mehmed’in doğumu öncesinde büyük
bir heyecan sarmıştı. Doğumun olduğu gün, padişah sabaha kadar uyuyamadı.
Gece boyunca bol bol Kur’an-ı Kerim okudu.
Fetih Suresi’ne geldiğinde odasının kapısı çaldı.”
Şubat 201364 65
Emir Sultan’ın dediği çıktı. Os-
manlı ordusu, Allah’ın izni ve
yardımıyla galip geldi. Yıldırım
Beyazıd, yeni bir zaferle daha
Edirne’ye döndü.
Edirne Sarayındaki Sırlı Olay
Sultan II. Murad’ı, geleceğin
Fatih’i, Şehzade Mehmed’in do-
ğumu öncesinde büyük bir he-
yecan sarmıştı. Doğumun oldu-
ğu gün, padişah sabaha kadar
uyuyamadı. Gece boyunca bol
bol Kur’an-ı Kerim okudu. Fe-
tih Suresi’ne geldiğinde odasının
kapısı çaldı. Bir oğlan çocuğunun
dünyaya geldiği müjdelendiğin-
de ağzından farkında olmadan
şu sözler döküldü: “Allah’a şü-
kürler olsun, Murad’ın evinde
bir Muhammedî gül açtı!”
Sultan Murad’ın, İstanbul’u
fethetme arzusu içinde hiç sön-
müyordu. Hayattaki tek isteği,
mutlaka fethedileceğini bildiği
bu şehrin fethini sağlığında gö-
rebilmekti. Bu sırlı olayı çöze-
bilmek için Ankara’dan, devrin
büyük din bilginlerinden Hacı
Bayram-ı Velî’yi, Edirne’ye da-
vet etti. Daveti kabul eden Hacı
Bayram, Edirne’ye vardığında,
padişah tarafından büyük bir
saygıyla karşılandı. Biraz dinlen-
dikten sonra akşam saatinde sul-
tan ile bir araya geldi.
Sohbet sırasında Hacı
Bayram-ı Velî’ye bir beşik geti-
rildi. Beşiğe dikkatlice baktı ve
Fetih Suresi’ni orada bulunan-
ların işiteceği bir sesle okuma-
ya başladı. Her-
kes hayretler
içinde kaldı.
Çünkü beşik-
tekinin kim
olduğunu bil-
meden sureyi
okumuştu. Bu
esnada Hacı
Bayram-ı Velî,
Sultan’a döne-
rek şöyle dedi:
“Siz bir olgun
padişahsınız.
Şehzadeniz için okuduğunuz o
güzel şiiri okur musunuz?” Padi-
şah, bu şiiri daha önce kimseye
okumadığı halde Hacı Bayram’ın
buna işaret etmesi karşısında
hayretler içinde kaldı. “Murad’ın
evinde bir Muhammedî gül açtı!”
demeye gücü ancak yetti.
Hacı Bayram-ı Velî, konuş-
masına daha sonra şöyle devam
etti: “Fethin gerçekleşmemesi,
zamanının henüz gelmemesin-
dendir. Bey, sen Konstantiniye’yi
(İstanbul’u) alamayacaksın. Ama
orası mutlaka alınacaktır. Bunu
ben dâhi göremeyeceğim. Orası
şu beşikte yatan çocuk ve bizim
köse (Akşemseddin) tarafından
alınacaktır.”
Padişah ve oradakiler, bu söz-
ler karşısında gözyaşlarına bo-
ğuldular. Zira Hacı Bayram-ı
Velî, kendisine sorulacak tüm
sorulara, daha sorulmadan ce-
vap vermiş ve tam bir manevî
ziyafette bulunmuştu. Bu gö-
rüşmeden sonra Sultan Mu-
rad, Şehzade Mehmed’in eğitim
ve terbiyesine daha fazla önem
verdi. Geleceğin büyük Fatih’i-
nin bir an evvel yetişmesini, Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in müjdesi
ve Hacı Bayram’ın kerametinin
gerçekleşmesini dört gözle bek-
ler oldu. Hatta bunun biran ev-
vel gerçekleşmesi için sağlığın-
da tahtından iki kez indi, yerine
Şehzade Mehmed’i geçirdi.
II. Kosova Zaferi’nin Sırrı
II. Murad, Varna’dan son-
ra ordunun başında Edirne’ye
döndü. Tahtı yeniden oğlu
Mehmed’e bırakarak Manisa’ya
çekildi. Bir süre sonra Haçlı-
lar, Varna’nın intikamını almak
için yeniden hazırlanmaya baş-
ladılar. Bunun üzerine Sultan
Murad 1445’te ikinci kez oğlu-
nun yerine tahta geçmek zorun-
da kaldı.
Hünyadi Yanoş, Osmanlı’ya
karşı 90 bin kişilik bir ordu hazır-
ladı. Ordunun başında Kosova’ya
geldi ve savaş hazırlıklarına ko-
yuldu. Bu sefer çok daha kararlı
görünüyordu.Sultan Murad, 60
bin kişilik bir ordu hazırlayabil-
di. Ekim 1448’de Kosova’ya gel-
di. Savaş meclisini topladı ve ya-
pılacak mücadelenin, Osmanlı
ve İslâm Dünyası açısından ta-
şıdığı hayatî önemi belirten et-
kili bir konuşma yaptı.
II. Murad, gece hiç yatmadı.
Atası, Sultan I. Murad’ın yaptığı
gibi sabaha kadar namaz kıldı.
Dua edip Allah’a yalvardı. 1389
yılında Murad Hüdavendigâr’ın
verdiği mücadeleyive çekti-
ği çileyi şimdi o yaşıyordu. El-
lerini açtı ve aynen Murad
Hüdavendigâr’ın I. Kosova ön-
cesindeki o tarihî duaya ben-
zer bir dua yaptı: “Ey âlemlerin
Rabbi! Burada 59 sene önce sa-
vaşmış Murad kuluna zafer na-
sip etmiştin. Benim de adım
Murad’dır. Bana da zafer na-
sip et. Şimdi ben de bir zaman-
lar atam Murad Han’ın ettiği du-
ayı ederek Sana yalvarıyorum:
Mekânı Cennet olsun Sultan
Murad Han gibi, bu yolda bana
da şehitlik ver. Beni şehitlik rüt-
besine ulaştır. Ordumu muzaf-
fer eyle!”
Osmanlı ordusu, 18 Ekim
günü, Cuma namazından son-
ra çetin bir savaşa tutuştu. Sul-
tan Murad, Varna’daki aynı tak-
tik uygulanarak Haçlı ordusunu
yine gafil avladı. Akşama doğ-
ru Haçlılar büyük bir bozguna
uğradı. Hünyadi Yanoş, karan-
lıktan faydalanarak zor kaçtı.
Kosova Ovası, ikinci kez ezan
sesleriyle doldu. Osmanlı ordu-
su tarihî bir zafer daha kazan-
dı. Kazanılan zafer Yıldırım’ın
Niğbolu’da kazandığı zafere
denkti.
Osmanlı tarihinde yaşa-
nan diğer sırlı hadiseler hak-
kında Nesil Yayınlarından çı-
kan “Osmanlı’nın Gizli Tarihi”
ve “Bitmeyen Hesaplaşma: Hi-
lal ile Haç’ın Bin Yıllık Mücade-
lesi” kitaplarımıza başvurmanı-
zı tavsiye ederiz.
“Sohbet sırasında
Hacı Bayram-ı
Velî’ye bir beşik
getirildi. Beşiğe
dikkatlice baktı ve
Fetih Suresi’ni orada
bulunanların işiteceği
bir sesle okumaya
başladı.”
Şubat 201366 67
EdebiyatVedat Ali TOK Ey fahr-i rüsül pâdşeh-i ‘arş-ı cenâb
Kim zikrini ref’ içün nüzûl itdi kitâb
Bir nüsha-i hikmet-i ilâhîsin sen
Şerh itse n’ola sadrını Rabbü’l-erbâb1
Neylî (1673-1748)
Neylî, Klasik Türk şiirinin mazmunlarını ve sa-
natlarını ustaca istif ettiği bu rubaisinde Hz. Mu-
hammed (s.a.v)’i farklı bir anlatımla tavsif ediyor.
“Ey bütün peygamberlerin padişahı, göğün
efendisi! Kitap, senin adını yüceltmek için indi.
Sen, yüce hikmetlerin bir nüshasısın. Allah, senin
sadrını şerh etse buna şaşılmaz!”
Şiirde dikkat çekici birçok nokta var. Bunlar-
dan birisi hemen her kelimenin farklı anlamlarını
da düşünmemizi gerektirecek şekilde seçilmiş ol-
ması. İkincisi ise tenasüp ve tezat teşkil edecek ke-
limelerin ustaca kullanılması…
Rubaideki ilk mısra Hz. Muhammed’e bir hi-
tap cümlesidir. Hz. Muhammed, peygamberlerin
şâhıdır, başkanıdır. Padişah ile sadr (başkan) ke-
limeleri arasında bu mânâda bir ilgi vardır.
Ref’ kelimesinin bu şiirdeki anlamı “kaldırma,
yükseltme”dir. Nüzul ise “inme” mânâsındadır.
Bu iki kelime arasında anlam zıtlığı dikkat çeki-
yor. Kur’ân-ı Kerim, Peygamber Efendimizin adı-
nı yüceltmek için indirilmiştir. Çünkü Kur’ân’da
Hz. Muhammed’in vasıflarını ve yüceliğini anla-
tan âyetler mevcuttur.
Üçüncü mısrada Peygamber Efendimiz,
Allah’ın hikmetlerinin yazılı olduğu bir belge gibi
tasavvur edilmiş. Şairi böyle bir hayâle iten sebep,
Hz. Muhammed’in yaşayışı, ahlâkı, hâl ve tavırla-
rıyla Allahü Telâ’nın örnek gösterdiği Müslüman
kimliğini her yönüyle taşıyor olmasındandır.
İncelenmeye değer görülen ya da bir değer
taşıyan her yazının mutlaka şerhe, yani açıkla-
maya ihtiyacı vardır. İşte Allahü Teâlâ da Hz.
Muhammed’i şerh etmiş, açmış, açıklamıştır. Bu
anlatım ile Neylî, Hz. Muhammed’in göğsünün
yarılması hâdisesine telmihte bulunuyor. Âyette
de belirtildiği gibi, Hz. Muhammed’in göğsü me-
lekler tarafından açılmıştır. Hz. Muhammed ço-
cukken arkadaşları ile oynadığı bir sırada, Cebra-
il ona görünerek, onu yere yatırır, kalbini yarar,
içinden bir parça çıkarır. Sonra kalbini altın bir
tas içinde zemzemle yıkar ve göğsünü kapatır.
Miraca çıkarılmadan önce de bu amelenin tekrar
edildiği kayıtlıdır. Âyette bu hususla ilgili olarak
şöyle söyleniyor: “Biz senin göğsünü (kalbini) aç-
madık mı?/ Ağırlığından dolayı belini büken yü-
künü senden alıp atmadık mı?”2
Neylî, Peygamber Efendimiz için yazdığı şiir-
lerinde genellikle rubâî şeklini tercih etmiş. Bu,
şairin yaşadığı asra göre bir bakıma haklı ve akıl-
lıca bir tercihtir; zira Neylî’nin yaşadığı yıllara ka-
dar zaten birçok şair, söylenecek sözleri söyle-
miş; kullanılacak mazmunları birçok şiirde ustaca
kullanmıştır. Farklı bir anlatımı olmayan şairin,
söylenmiş onca sözün istifine imkân hazırlayan
rubâî şeklini kullanmasından daha akıllıca bir işin
de olmayacağı muhakkaktır. Nitekim Neylî’nin
Dîvânında 5’i yine rubâî kalıbında olmak üzere 6
tevhidden sonra, tamamı 16 olan na’tin 8’i rubâî
şeklindedir.
Neylî’nin, çağdaşı olan hikemî tarzın üstâdı
Nâbî’den geniş ölçüde etkilendiği gözleniyor.
Nâbî’nin:
Sakın terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-ı Hüdâdır bu
Nazargâh-ı İlâhîdir Makâm-ı Mustafâ’dır bu
beytiyle başlayan na’tine Neylî’nin:
Matâf-ı enbiyâ beyt-i Cenâb-ı kibriyâdır bu
Gözün aç gâfil olma kim nazargâh-ı Hudâdır bu
matlalı naziresi Peygamber Efendimiz ve Kâbe
vasfında yazılan güzel şiirlerdendir.
HİKMETLER
NÜSHASI
1 Atabey Kılıç, Mirzâ-zâde Ahmed Neylî (Hayatı, Eserleri ve Kişiliği) ve
Dîvânı, İstanbul 2004, s. 233.2 İnşirah Suresi, 1 / 2, 3. âyetler.
Dipnot
“Neylî, Klasik Türk şiirinin mazmunlarını ve sanatlarını ustaca
istif ettiği bu rubaisinde Hz. Muhammed (s.a.v)’i farklı
bir anlatımla tavsif ediyor.”
69
HADDİ AŞMAKTIR
ZULÜMŞubat 201368
DüşünceMehmet DERE
Kur’ân’ın üze-
rinde önem-
le durduğu kav-
ramların başında gelen zulüm,
sözlükte “bir şeyi kendi yerin-
den başka bir yere koymak, hak-
kını eksiltmek, hakkını verme-
mek, noksan yapmak, haddi/
sınırı aşmak, yoldan sapmak,
men etmek, yapılmaması gere-
ken bir davranışta bulunmak”
gibi anlamlara gelir.
Kur’ânî terminolojide ise zu-
lüm, “Kur’ân’ın emir ve yasak-
larına uygun olmayan her şey,
Allah’ın koyduğu sınırları/ku-
ralları (hududullah) aşmak,
haktan batıla sapmak, adalet-
sizlik, haksızlık” gibi anlamla-
ra gelir.
Zulmün, çoğulu zulümattır;
zıddı ise nur, aydınlık ve ada-
lettir.
Zulüm kavramı, İslâm öncesi
toplumda insanî ilişkilerde her
türlü olumsuz söz, fiil ve dav-
ranışları ifade etmekte kullanıl-
mıştır. Kur’ân’da ise bu kavram
insanlar arasındaki olumsuz
ilişkiyi ifade etmekle birlikte,
daha çok Allah’a karşı görevler-
de inkâr ve isyan olan söz, fiil ve
davranışları ifade eder.
Kur’ân’da zulüm kavramı
58 sûrede, 266 âyet-i kerime-
de, 289 defa geçmiş; şirk, kü-
für, nifak, günah, insanlara ya-
pılan haksız muamele, noksan
yapmak, azap, işkence, insan öl-
dürmek, hırsızlık, zarar vermek,
haksızlık etmek, nefse zarar ver-
mek, insanlara eziyet etmek vb.
ilâhî iradeye ters düşen her türlü
inanç, söz, fiil ve davranışlar an-
lamında kullanılmıştır.
Zulüm kavramı Kur’ân’da ta-
mamen olumsuz bir anlamı ifa-
de etmektedir. En büyüğünden
en küçüğüne kadar her türlü gü-
nahı/haramı işlemek, Allah’a
karşı isyan ve itaatsizlik zulüm-
dür. Allah’a şirk koşmak, Allah’ın
âyetlerini yalanlamak, içki, ku-
mar, zina, hırsızlık vb. fiiller zu-
lüm olduğu gibi, namaz kılma-
mak, mazeretsiz oruç tutmamak
gibi ibadetleri terk etmek, işle-
nen günahlara tevbe etmemek
gibi pek çok günah/haram zulüm
kapsamına girer. En büyük zu-
lüm ise şirktir, zira şirk Rabbimi-
zin asla bağışlamayacağı en bü-
yük günahtır. Zulüm üç kısımdır:
İnsanın Allah’a Karşı İşlediği Zulüm
Bu zulüm şirk ve küfürdür:
“İmân edip de imanlarına zu-
lüm karıştırmayanlar var ya,
işte korkudan emin olmak onla-
rın hakkıdır ve doğru yolu bu-
lanlar da onlardır.”1 âyeti inince,
ashab-ı kiramdan (r.a.) bazıla-
rı bu âyette geçen “İmâna zulüm
karıştırma” ifadesini Rasûlullah
Efendimiz (s.a.v.)’e gelerek
“Hangimiz nefislerine zulmet-
mez?” diye sordular. Bunun üze-
rine Rasûlullah (s.a.v.): “Şüphe-
siz ki, şirk büyük bir zulümdür.”2
âyetini okumuştur.3 Söz konusu
ayette geçen zulüm kelimesinden
şirk kastedilmiştir.
Yine konuyla ilgili bir âyette,
“Allah, iman edenlerin velîsidir.
Onları zulümat (karanlık)
tan nura çıkarır. Küfredenle-
rin velîsi ise tağuttur. O (ta-
“İnsanla diğer insanlar arasındaki zulüm, geniş
bir anlam alanına sahiptir. Zaten zulüm denince
ilk olarak insanların birbirlerine karşı olan
hareketlerindeki yanlış, kötü ve zararlı davranışlar
gelmekte; bunların işlenmemesi istenmiş ve
işleyenler tenkit edilmiştir.”
71Şubat 201370
ğut) da kendilerini nurdan
ayırıp, zulümata/karanlığa çı-
karır. İşte onlar cehennemlik-
lerdir ve orada ebedî olarak ka-
lırlar.” buyrulmuş; ayette geçen
“zulümat”tan maksadın inkâr/
küfür olduğu ifade edilmiştir.4
Yüce Allah’ın varlığını, birli-
ğini inkâr etmek zulüm olduğu
gibi, imân esaslarından herhan-
gi birini inkâr etmek de zulüm
ve küfürdür. Bütün bu husus-
larla ilgili çeşitli âyetler vardır:
“Onlardan her kim, Allah’ın
ilâhlığını inkâr ederek, ‘İlâh o
değil, benim!’ derse, biz onu ce-
hennemle cezalandırırız. İşte
biz, zalimlere böyle ceza veri-
riz!”5
Bu âyette, Yüce Allah’ın
ilâhlığını inkâr ederek,
ilâhlık iddiasında bulunanla-
rın durumu dile getirilmiştir.
Nemrud’un Allah’ın varlığı-
nı inkâr etmenin neticesinde,
düştüğü küfür ve zulmünü ha-
ber veren bir âyetin meâli de
şöyledir: “Allah, kendisine hü-
kümdarlık verdi diye, Rabbi
hakkında İbrahim’le tartışanı
görmedin mi? Hani İbrahim,
ona: ‘Benim Rabbim odur ki,
hem diriltir, hem öldürür’ de-
diği zaman, Nemrud: ‘Ben de
diriltir ve öldürürüm’ demişti.
İbrahim: ‘Rabbim, güneşi do-
ğudan getiriyor, haydi sen onu
batıdan getir!’ deyince inkâr
eden o kimse şaşırıp kaldı. Al-
lah zalimler topluluğunu doğ-
ru yola iletmez.”6
İsrâiloğullarının, Musa
(a.s.)’nın sözünü dinlemeyerek
buzağıya tapmalarının zulüm
olduğu hususunda da, Yüce Al-
lah şöyle buyurmuştur: “Musa
ile kırk gece için sözleşmiştik,
sonra siz onun ardından buza-
ğıyı ilâh edinmiştiniz. Kendini-
ze böylece zulmediyordunuz.”7
Kur’ân’da, Allah’ın âyetlerini
inkâr etmek ve Allah’ın daha
önce indirdiği vahiyleri değiş-
tirmek de zulüm olarak haber
verilmiştir: “Âyetlerimizi ya-
lanlayanlar ve kendilerine de
zulmeden topluluğun durumu
ne kötüdür!”8
“Âyetlerimiz hakkında (mü-
nasebetsizliğe) dalanları gör-
düğün zaman, onlar başka bir
söze geçinceye kadar onlardan
yüz çevir. Eğer şeytan sana
(bunu) unutturursa, hatırla-
dıktan sonra hemen kalk, za-
limler topluluğuyla oturma!”9
Peygamberliğe ve peygam-
berlere inanmamak da zulüm-
dür: “Şüphesiz ki, onlara kendi
içlerinden bir elçi geldi, fakat
onlar o elçiyi yalanladılar. Bu-
nun üzerine onlar zulümlerine
devam ederken, azabımız onla-
rı yakalayıverdi.”10
“Biz onların, seni dinlerken
ne sebeple dinlediklerini, ken-
di aralarında gizli konuşurlar-
ken de o zalimlerin: ’Siz büyü-
lenmiş bir adamdan başkasına
uymuyorsunuz!’ dediklerini
gayet iyi biliyoruz.”11
“Nuh kavmini de peygam-
berleri yalanladıkları vakit on-
ları da boğduk ve onları insan-
lara bir ibret yaptık. Zalimlere
acı bir azap hazırladık.”12
İnsanlar Arasındaki Zulüm
İnsanın diğer insanlara karşı
işledikleri suçlar, günahlar/ha-
ramlar ve haksızlıklar bu zulüm
kapsamındadır.
İnsanla diğer insanlar ara-
sındaki zulüm, geniş bir anlam
alanına sahiptir. Zaten zulüm
denince ilk olarak insanların
birbirlerine karşı olan hareket-
lerindeki yanlış, kötü ve zararlı
davranışlar gelmekte; bunların
işlenmemesi istenmiş ve işle-
yenler tenkit edilmiştir.
Bu zulüm kapsamına giren
belli başlı günahlara/haramlara
şunları örnek verebiliriz: Adam
öldürmek, hırsızlık yapmak,
zina yapmak, gıybet/dedikodu
yapmak, yalan söylemek, yalan-
cı şahitlik, iftira atmak, faiz ye-
mek gibi.
İnsanın Kendi Nefsine Zulmetmesi
“Nefse zulüm”; bir insanın
dünya veya âhirette kendisine
zarar verecek inanca sahip ol-
ması, söz, fiil ve davranışlarda
bulunmasıdır. Küçük-büyük, ki-
şinin kendisine veya başkalarına
yönelik bütün günah, söz, fiil ve
davranışları nefse zulümdür.
“Nefsine zulmeden”; kötü-
lükleri iyiliklerinden fazla olan,
büyük günah işleyip tevbe et-
meden ölen, inkâr etmeksizin
nimetlere nankörlük eden, he-
lal-haram demeden mal kaza-
nan, ibadetlerini gafletle yapan,
Kur’ân’ı okuyup onunla amel et-
meyen, amelinde kusuru olan,
emir ve yasaklara uymayan kim-
sedir, şeklinde tanımlanmıştır.
“Nefse zulüm” ifadesi
Kur’ân’da 29 defa geçmektedir.
İnkâr etmek, nifak/ikiyüzlülük,
Allah’a ortak koşmak, günah
olan ve nefse zarar veren söz, fiil
ve davranışlar, ilahî sınırları çiğ-
nemek, İslâm’ın emir ve yasak-
larına uymamak nefse zulüm-
dür.
Kâfir, münâfık ve müşrik-
ler, inkâr, nifak, şirk ve isyan
sebebiyle nefislerine zulmettik-
leri gibi, müminler de Allah’ın
emirlerine ve hükümlerine ve
Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in
sünnetlerine uymadıkları/ih-
mal ettikleri, günah/haram
olan söz, fiil ve davranışlarda
bulundukları zaman nefislerine
zulmetmiş olurlar. Her güna-
hın ve kötülüğün cezasını kişi-
nin kendisi çeker. Namaz kıl-
mayan, oruç tutmayan, yalan
söyleyen insan, nefsine zulmet-
miş olur.
Hadislerde de zulümle ilgi-
li olarak; Cenab-ı Hakk’ın kul-
larına asla zulmedici olmadı-
ğı, zulmün, sahibi için kıyamet
günü çeşitli azaplara sebep ola-
cağı, Allah’ın zulmeden kimseye
çok çetin ve amansız davranaca-
ğı zulme uğrayan mazlumun du-
asının/bedduasının kabul ola-
cağı, Müslüman’ın zulmedici
olmadığı, emniyet/güven sahi-
bi bir vasfa sahip olduğu bildi-
rilmiştir.
Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)
de, dünya hayatında insanla-
ra zulmeden kimsenin, zulme-
den kişiyi ahirette iflasa götü-
receğini bildirmiştir. Rasûlullah
(s.a.v.) bir gün, “Müflis kimdir,
biliyor musunuz?” diye sormuş-
tur. Orada hazır bulunan ashâb:
“Bizce müflis, parası olmayan ve
malı bulunmayandır.” deyince,
Rasûlullah (s.a.v.) şöyle devam
etmiştir: “Ümmetimden müflis,
kıyamet günü namaz, oruç ve
zekât sevabıyla ve amel defte-
rine ’şuna sövdü, buna zina if-
tirası yaptı, şunun malını yedi,
bunun kanını döktü, şunu döv-
dü.’ diye yazılmış olarak gelen
kimsedir. Onun hasenatının se-
vabından hak sahibi olan di-
ğer kimselere verilir. Eğer üze-
rindeki borç ödenmeden önce
ibadet ve iyiliklerinin sevabı
tükenirse, alacaklıların günah-
larından alınıp o kimsenin üze-
rine günahları yüklenir. Sonra,
günahını yüklendiği kimselerin
günahları ile birlikte cehenne-
me atılır.”13
Yine Rasûlullah Efendimiz
(s.a.v.) dualarında, zulmet-
mekten ve zulmedici olmaktan
Allah’a sığınmış, zulmün ne ka-
dar kötü bir vasıf/huy olduğunu
ifade etmiştir.
1 6/En’âm, 822 31/Lokman, 133 Buharî, İman, 23; Müslim, İman, 564 2/Bakara, 2575 21/Enbiyâ, 296 2/Bakara, 2587 2/Bakara, 51, 928 7/A’râf, 162, 177; 11/Hud, 59-609 6/En’âm, 6810 16/Nahl, 11311 17/İsrâ, 4712 25/Furkan, 3713 Müslim, Birr, 60; Tirmizî, Kıyamet, 2; Ahmed b.
Hanbel, Müsned, II/ 303, IV/372
Dipnot
73Şubat 201372
Allah dostları, insanların en kâmilleridir. Her hâlleri güzel olduğu için onlar gü-
zellik ve mükemmellik arz eder. Gönülle-ri, ulvî bir teslimiyet neşvesiyle Allah ve Rasûlü’ne dost olduğu için onlar, bütün mahlûkatla dost olarak yaşarlar.
Allah dostları, diğer insanlardan pek çok yönleriyle farklıdırlar. Kalpleri Allah’a yakındır. İbadetlerinde ciddiyet ve huşû vardır. Davranışlarına çok dikkat eder-ler. Daima Rasûlullah (s.a.v.)’ın izinden yürüdükleri, sünnet-i seniyyeye kâmilen ittibâ ettikleri ve nebevî ahlâka en çok onlar yaklaşabildikleri için, kaynağı Al-lah Rasûlü (s.a.v.)’nden gelen manevî bir heybet ve feyiz taşırlar. Dolayısıyla onla-rın duaları diğer insanların dualarından daha makbuldür. Vücutları zâkir hâle ge-lip sadırları da berraklaştığı için girdikle-ri yerlere ferahlık verirler.
Kalbin olgunlaşması ve manevî haki-katleri alıcı hâle gelmesi, bazı alışkanlık-ların kazanımıyla mümkündür. Bunun için de manevî kemâlâtın yollarını bilmek ve tatbik etmek icap eder. Bu yollardaki engelleri selâmetle aşabilmek için de Al-lah dostlarının rehberliğine ihtiyaç var-dır.
Çelebi Ârif Küçük
Anadolu’da yetişen Mevlevî tarikatının büyüklerinden olan Ârif Çelebi 1597’de dünyaya geldi. Hayatı hakkında kaynak-larda fazla bir bilgi yoktur. Sekiz yaşın-da yetim kalan Çelebi, Küçük Mehmed Efendi’nin terbiyesi altında, onun sohbet-lerinde yetişip kemâle geldi. İlim öğren-mek ve büyüklerin kabirlerini ziyaret için çeşitli beldeleri dolaştı. Daha sonra tek-rar Küçük Mehmed Efendi’nin dergâhına döndü.
Her ne vakit kalbinde peyda olan; “Su akmadığı zaman kokar.” düşüncesiy-le ceddi gibi sıkça seyahat etse de hocası ona; “Değişmeyen kokmayan derya, de-niz ol!” buyurarak ona artık seyahati, do-laşmayı bırakıp ikamet etmesini işaret etti. Böylece seyahati bıraktı. Hocası onu kızı ile evlendirerek kendisine damat yap-tı. Hocasının vefatından sonra Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretleri’nin manevî işareti, Kara Mustafa Paşa’nın tevcihi ile hocasının yerine geçerek Mevlevihane’ye şeyh oldu.
Çelebi Ârif Küçük, insanları irşad için hocasının yerine geçince, çekemeyenler tarafından kendisine iftira edildi. Şikâyet
Örnek Hayat Yusuf HALICI edenler Bol-
vadin mahke-mesine başvurup,
mahkeme ilâmı çıkart-tırdılar. Ancak keramet
olarak mahkeme ilâmı ken-dine ulaşmadan, o Bolvadin’de
bulundu. Mahkemede şikâyetçi olanlar kendisinden hak talebinde bu-
lundular. Yaratılıştaki cömertlikleri se-bebiyle istenilen meblağı itiraz etmeden ödedi ve şöyle buyurdu: “Hasımlarımın bu fakiri taciz ettiği, rahatsız ettiği akıl sa-hipleri indinde malumdur. Ancak, bu is-tenilen meblağın gerekçesinin açıklanma-sını istesek, biz onları taciz etmiş olurduk. Çünkü o zaman işin iç yüzü ortaya çıkardı. Sonra biz bu borçtan berî olduğumuza ye-min etsek, dedemiz Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in yolundan ayrılmış olurduk. Zira yok yere ona bin dinar borç isnat edildiğinde böyle bir borcu olmadığına dair yemin etmeyip, o borcu verdi. Ayrıca onların bize karşı muameleleri sebebiyle sevap kazanma-mız, onların ise bizim yüzümüzden ceza-landırılmaları bize uygun düşmez.”
Çelebi Ârif Küçük bir sohbetlerinde şöyle buyurdu: “Bizden istenilen malı iti-raz etmeden vermekle, o kadarcık bir şey için yemini feda etmekten, buna ilâveten aramızda düşmanlığın büyümesinden, padişahımızın başını ağrıtmaktan da sa-kınmış olduk.” Onun bu sözünü işiten pa-dişah, sözleri çok beğendi ve onu rahatsız edenlerin cezalandırılmasını istedi ise de Çelebi Ârif Küçük onların affedilmeleri-ni arz etti. Teklifi padişah tarafından ka-bul edilerek kendisini şikâyet edip hak ta-lebinde bulunanlar affedildi.
Başmakçılı Ahmed Dede
Selçuklu Sultanı Alparslan’ın 1071 yı-lında Malazgirt Savaşında Bizanslıla-
rı yenmesiyle bir-likte Anadolu’nun kapıları sonuna ka-dar Oğuz boyları-na açılmış bunun sonu-cu olarak da Türk boyları Anadolu’nun çeşitli bölgeleri-ne dağılarak oraları yurt edin-meye başlamışlardır.Bu boylardan Sarıkeçili Aşireti’nin Başmakçı kolu, Azerbaycan’ın güneyinden Anadolu’ya girmişbir kısmı kuzeye giderek Çorum ci-varına, diğer bir kısmı da batı yönüne gi-derek Afyon ili Başmakçı ilçesinin oldu-ğu yere yerleşmişlerdir. Bundan sonra da buranın adı Başmakçı olarak anılma-ya başlanmıştır. Başmakçı’da yetişen ev-liyalar içinde en bilineni hiç şüphesiz Ah-med Dede’dir.
Ahmed Dede Anadolu’nun manevî zenginliği olan velilerdendir. Doğum, ve-fat tarihleri ile yerleri bilinmeyen Ahmed Dede’nin Anadolu Selçuklu Devleti zama-nında yaşadığı tahmin edilmektedir. Tür-besi, Başmakçı ilçesinde oluptürbede ki-tabe yoktur.Hayatı hakkında fazla bir bilgi olmayan Ahmet Dede’nin vefatıyla ilgili şöyle bir menkıbe anlatılır:
İnsanlara Allahu Teâlâ’nın emir ve ya-saklarını anlatmakla ömrünü geçiren Ah-med Dede, sağlığında Cuma günleri, Cuma namazını Kâbe’de kılardı. Bir sohbet esna-sında Başmakçı’nın ileri gelenleri, Ahmed Dede’ye, Cuma namazına gelmiyorsun diye suçlamada bulunurlar. Ahmed Dede; “Biz hiç bir namazımızı geçirmeyiz. Cuma’yı da mübarek yerlerde kılıyoruz.” diyerek, du-rumu anlatmaya çalıştı ise de kimse an-lamaz. Suçlamalar o derece ileri gider ki, kaba sözlerle Ahmet Dede’yi itham etme derecesine varırlar. Bu duruma çok üzülen ve incinen Ahmed Dede; “Allah” dedikten sonra mübarek ruhunu orada teslim eder.
VELÎLERİAFYON
75
MUTLUKLUKTAN ÖTE
ERMEKBİR SIRRA
Şubat 201374
İslam düşünce geleneğinde sevgi kav-
ramının belki de en yoğun işlendiği ve
somutlaştığı önemli isimlerden biri
Yunus Emre’dir. Şiirleriyle anlattığı hissiyatı ve dü-
şünceleriyle, bir sevgi medeniyeti olan İslam mede-
niyetinin insan anlayışını çok güzel bir şekilde mıs-
ralara döker.
Ben gelmedim da’vi için benim işim sevi için
Dostun evi gönüllerdir gönüller yapmaga geldim1
Ona göre mutluluk kavramı, sevgi ve özellik-
le aşk kavramı yanında anlamsız kalır. O, dünyevi
pek çok nimete eğilim göstermemesinin yanı sıra,
uhrevi ödül olan cenneti ve onun içindeki nimetle-
ri bile, ilahi aşkın vereceği hazzın yanında değerli
bulmaz. Bu nedenle onun yaşayarak koyduğu hedef,
mutluluğun ötesinde bir sırra ermektir. Bunun yolu
da, sevgi ile yaşayıp, Allah aşkını benliğine yerleş-
tirerek, tüm yaratılmışları sevebilmektir. Her şeye
güzel bakmak, güzel görmek ve dünyanın kaygıla-
rını önemsemeyip aldatıcı sevinçleriyle oyalanma-
maktır. Bu temel tutum ve davranışlar sonucunda
gelinecek üst nokta, ona göre “kâmil insan” olmak-
tır. Kâmil insan (insan-ı kâmil) için, sıradan şeyler
mutluluk kaynağı olamaz. Ona göre asıl mutluluk,
insanın kendi gerçekliğinin farkına vararak, beşeri
benlikten sıyrılıp ilahi benliğe geçişindedir. Bu du-
rumda ideal ben bunu hedefler. Var olan ben, bu
ideal bene yani ilahi benliğe geçiş uğraşı içinde olur.
Çünkü artık mutluluk günübirlik beklentilerin öte-
sinde bir arayışın konusu olmuştur. Ancak bu bir
süreç işi olup, yoğun bir algısal ve davranışsal dö-
nüşümün parametrelerini ve ilişkisel boyutlarını
barındırır.
Benlik Algısı ve Mutluluk
Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi Yunus’un ben-
lik algısı, mutluluk anlayışıyla birebir ilişkilidir. Bu
bağlamda onun benlik algısı, insanın tekil gerçekli-
ğinin ötesine taşar. Bununla birlikte Yunus Emre’de
insanın varoluşunun da, bir başına anlamı vardır.
Bu anlam varoluşsal bir temele dayanır. Sorumluluk
temelinde devam edecek olan bir yaşantının belirle-
yici özüdür. Buna göre, söz konusu varoluşsal anlam
ve sorumlulukta ilk nokta, kendini tanımadır. İşte
bütün ilimlerin de ancak bu amaca hizmet ederlerse
insanlara katkısı olur. Yunus Emre bu doğrultudaki
düşünce ve duygularını şöyle dillendirir:
İlim ilim bilmekdür / İlim kendün bilmekdür
Sen kendüni bilmezsin / Yâ nice okımakdur 2
Bu mısralarda anlatılan temaya göre, nesnel ger-
çekliği anlamaya yarayan ilmin, bu bağlamda dün-
yayı değerli bulan ve yaşantımızda onu işlevsel kı-
lan bir duruma karşılık geldiğini3 anlamaktayız.
İşte bu işlevsel yaşantı alanında kendini bilmek
veya kendin olmak, sahip olunan insanî potansi-
yelleri geliştirmektir. Benliğin esaretinden kurtul-
mak iç huzuruna ulaşmaktır. Böyle yapabilen insan
daha yaşarken ölümün anlamını da kavrayacak-
tır. Yunus’un dediği gibi diri iken ölecek ve ölümü
ölümsüzleştirecektir:
Al gider benden benliği doldur içüme senliği
Dirliğünde öldür beni varup anda ölmeyeyin4
Bu yaşantıda kimi varoluşçu düşünürlerin ifade
ettikleri “hayatın anlamı yoksa, ölümün de anlamı
yoktur” sözüne paralel olarak, tersine bir yaklaşım-
la, hayatın anlamı varsa ölümün de anlamı olacak-
tır. Bu, ölümü yok eden ve aşan ölüm ötesi hayat-
la, bu dünya hayatını birleştirerek ebedileştiren bir
anlam olacaktır. Bu anlamlar, insanın özünde sak-
lıdır. Çağdaş psikanalist Fromm’un ifadesiyle, insa-
nın hayatı boyunca temel görevi de, kendi içsel güç
ve potansiyellerinin ortaya çıkmasına, kısaca “içsel
doğum”a gayret etmek ve özündeki doğru anlamları
yakalayabilmektir. Çünkü insanın özünde kötülük
meyli de vardır. Ama eğer insan özgürlüğünü doğ-
ru kullanarak iyiliği seçerse, sevgi ve adalet güçleri-
ne sahip ve bunları geliştirip kullanabilen bir varlık
olacaktır.5 Aksi halde açgözlü ve ihtiraslarının esi-
ri olmuş bir ilkel varlık, bir yamyam ve doğal ola-
rak yırtıcı olabilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim de, insa-
nın iki yönünden söz ederek, insanın ilahi emirler
doğrultusunda, güzel ve doğru işler yaparsa yaratıl-
mışların en üstünü ve şereflisi; aksi halde ise hay-
vanlardan daha aşağıda bir varlık olabileceğini ifa-
de eder.
Sonuç olarak Yunus Emre düşüncesinde, hayat
ve ölümün anlamının, sevgi ve aşkın potasında eri-
yip şekillendiği insanı kemâlâta ulaştıran bir sırla-
rın sırrına ermek vardır. İşte bu sır, özünde Yara-
dana yaklaşmakla gerçekleşen öyle bir yaşantıdır
ki, mutluluk kavramının bile ötesine taşan bir süre-
ci ifade eder. Ne mutlu mutluluktan da öte olan bu
sırra erebilme imkânı bulabilenlere!
PsikolojiM. Doğan KARACOŞKUN*
1 Yunus Emre, Risalat al- Nushiyye ve Divan, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, s. 123; Bur-salı, a.g.e., s. 164.
2 Mustafa Necati Bursalı, Yunus Emre Hayatı ve Bütün Şiirleri, İstanbul, 1981, s. 103; Tam ve Tekmil Yunus Emre Divanı, İstanbul, 1954, s. 315.
3 Hüseyin Subhi Erdem, “Yunus Emre’de İnsanın Varoluşsal Gerçekliği”, X. Uluslar arası Yunus Emre Sevgi Bilgi Şöleni Bildirileri, Haz. Erdoğan Boz, Eskişehir, 2011, s. 315.
4 Bursalı, a.g.e., s. 194.5 Erich Fromm, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, çev. Selçuk Budak, 4. baskı, Ankara, 1997,
ss. 163-165.
* Doç. Dr.
Dipnot
77Şubat 201376
HikâyeSelim TUNÇBİLEK
Köyde yaşadı-
ğın sürece ku-
ralın bir an-
lamı olduğunu hissetmezsin ve
çok az kuralla karşılaşırsın. Ku-
rallara uymakta asla zorlanmaz-
sın.Bütünüyle alışık olduğun
davranışlardır. Hayatta tümüyle
uyman gereken iki kural vardır.
Büyüklerine karşı saygılı olmak
ve terbiyesiz konuşmamaktır.
Camide hocanın hemen ardına
ilk sıraya varıp oturmamaktır.
Varıp oturuyorsan cemaate na-
mazı kıldıracak kadar bilgin ol-
malıdır. Bir de bilmek istiyor-
san dinlemelisindir. Bu bilmek
ve öğrenmek için önemli bir ku-
raldır. Sabah erken kalkmalı-
sın, zira erken kalkarsan nasibin
bol olur. Bizim orada her kura-
lın bir açıklaması ve hayatta ya-
şayıp gördüğün pratik bir karşı-
lığı vardır. Şehrin kuralları hem
karmaşık hem de anlaşılır ol-
maktan uzak. Köyden yeni gel-
mişsen şehrin kurallarıyla ba-
şın derttedir. Araçlar vızır vızır,
asfalt yollardan hızla geçerken
karşı tarafa geçmek için şaşkın
ördek gibi ne yöne adım ataca-
ğını bilmezsin. İçinde bir kor-
ku belirir ki, sanki ıssız dağ ba-
şında gecenin karanlığında tek
başınaymışsın gibi korkarsın.
Arabaların sesleri kurt sesine,
kornaları aslanpençesine ben-
zer. O an Allah canını alır. Her
korna sesinde ölür tekrar dirilir-
sin. Kendini güvende hissettiğin
an az olur. Güvende hissettiğin
an derin bir oh çekersin. Tedir-
ginlik yaşasan da huzurun ne
kıymetli şey olduğunu çetin bir
sınavla kavrar, anlarsın.
Babam, ben ilkokulu bitirin-
ce “Benim oğlum okuyup büyük
adam olacak.” dedi. Ona da Naci
Öğretmenim söylemiş. “Bu ço-
cuğu okutun.” demiş ve“Büyük
adam olur.” diye de eklemiş. Kö-
yümüzdeki okulu birinci olarak
bitirmiştim. Babamın benden
beklentisi neydi ki? Okumak iyi
bir şeydi. Ben de pek güzel ke-
kelemeden her şeyi radyodaki
ajans spikerleri gibi okuyordum.
Babam şehirden gazete alır ge-
lir köyün meydanındaki, köp-
rünün başında hiç hatasız bü-
tün bir gazeteyi okurdum. Pek
çok kelimelerin anlamını bil-
mezdim ama olsun. Köylü ken-
di arasında o kelimeyi tartışır-
ken ben de öğrenmiş olurdum.
Aslında buna tartışmak da de-
nilmezdi. Koca koca adamların
kelimeler yüzünden birbirleriyle
kavga ettiklerine bile şahit olur-
dum. Kelimelerin yapıcı ve yıkı-
cı özelliklerinin olduklarını orda
öğrendim. Babam kavgayı sev-
mezdi. Ortamı hep yumuşatma-
ya çalışırdı.
Ezan vakti babam birkaç in-
sanla camiye giderdi. O yıllar-
da en çok konuşulan ve üzerinde
tartışılan kelime bizim köylüle-
rin söylediği gibi “anarşik” ke-
limesiydi.Bizim köyde herkesin
“anarşik” dediği birileri var-
dı. Bu “anarşik” kimse hiç kim-
seye gözükmüyor, bizim köyde
çocukken korktuğumuz kara-
koncolosa benziyordu. Her kim
olursa olsun “anarşik”ten kor-
kuyordu. “Anarşik” kimsenin
bizim köyde hiç seveni yok-
tu. Öcünün biriydi. Bu keli-
meyi okurken ben çoğu zaman
acaba yanlış mı okuyorum diye
AYAKKABILAR
NAYLON “Okulda herkes benim ayaklarımı konuşuyor. Boyuma rahmet
okutur gibi. Önümde ismini yeni öğrendiğim İzzet oturuyor. İzzet de bizim gibi bir köy çocuğu.”
79Şubat 201378
tekrar tekrar kelimeye bakar-
dım. Anarşist kelimesine bak-
tım köyde kimse umursamıyor.
Ben de “anarşik” olarak okuma-
ya başladım. Babam benim oğ-
lan okuyacak dedikçe “Senin oğ-
lan sonra ‘anarşik’ olmasın?”
diye babama sorarlardı. Babam,
benim oğlumun kanı bozuk de-
ğil, derdi. Demek ki “anarşik”
kanı bozuk biriymiş. Sonra bu
kanı bozuk kelimesinin yanı-
na bir kelime daha eklendi. Te-
rörist. Onun adı az geçiyordu
ama terörist de aynı bizim köy-
deki “anarşik” gibi kanı bozuktu.
Sonra öğrendik ki, bunlar ülke-
nin kurallarını dinlemeyip, ku-
ralsız dayatmalarla memlekete
boyun eğdirmek isteyen dış güç-
lerin adamlarıymış. He dedik o
vakit, babam haklıymış bizim
kanımız bozuk değil.
Babam beni getirip
Kayseri’de ortaokula yazdırdı.
Şapka giymek mecburi. Biz köy-
de ayağımıza çorap bulamazken
şimdi de başımıza şapka çıktı.
Şapka beş lira. Beş lira kocaman
bir para. Şapkayı çözdük. Am-
camın oğlu olan abimin bir şap-
kası varmış onu takacağım başı-
ma.
Okuldan her gün bir kural-
la eve dönüyoruz. Evde yolumuz
dört gözle bekleniyor. Kaybola-
cağımızdan korkuyorlardı. Son-
ra kurallardan korkmaya baş-
ladılar. Okulun kuralları hep
babamın cüzdanıyla ilgiydi. Bi-
zim bilgimizle ilgili kurala hiç
rastlamıyorduk. Son kural iskar-
pin kuralıydı. Naylon ayakkabı-
larla okula gelinmeyecekti. Nay-
lon ayakkabıyla okula gelenler
okula alınmayacaklardı. Şehir-
de müdür, bizim köyde karakol
komutanından daha forsluydu.
Babam onun odasına girerken
şapkasını eline alıp kapıda bek-
liyordu. Ofluya pufluya müdü-
rün odasından simsiyah çıkıyor-
du. Ne diyeceğini bilemez halde
yüzüme bakıyor,,hadi sen sınıfı-
na çık, diyordu.
O gün naylon ayakkabıy-
la okul bahçesinden çevril-
dik. Müdürümüz Turgut Özbek
okulun bahçe kapısından gi-
renlerin ayaklarına bakarak is-
karpin ayakkabısı olmayanları
içeri almadı. Gidin iskarpinleri-
nizi giyin gelin dedi. Ama bizim
iskarpinimiz yoktu ki giyelim.
Babamın bile yoktu. Mesti ve
birde gıslavet mest lastiği vardı.
Bir tek sanayide çalışan abimin
iskarpini vardı. Ağlayarak eve
geldik. Durumu anneme anlat-
tık. Müdür ne giyeceğimize ne
karışıyordu ki? Müdür devlet-
miş anamdan onu öğrendik.
Koşa koşa Sümerbank ma-
ğazasına gittik. Amcamın oğlu
Metin’e uygun iskarpin vardı.
Yedi liraya ona aldık. Bana göre
yoktu. Annemi bir kaygı aldı.
Bütün suç benimdi. Benim ayak
ölçülerim ne çocuk ne yetişkin
ölçülerindeydi. Özelden alacak-
sınız dediler. Kapalı çarşının yo-
lunu tutuk. Buradaki ayakkabı-
lar artist ayakkabıları gibiydi.
Bunlardan alınacak diye sevin-
dim. Fiyatı duyunca aklımız şaş-
tı. Tam kırk lira. Sümer’den beş
çift ayakkabı bir de üzerine para
kalıyor. Akşama kadar kapa-
lı çarşıyı altına üstüne getirdik.
Alamadan eve döndük. Abim-
ler işten geldiler. Durumu abim
çözdü. Kendi ayakkabılarının
birini giyecektim. Fakat abim
benden beş yaş büyük oldu-
ğu için ayakkabılar da büyük ve
bir de ayakkabılarının ucu sivri.
Annem ucuna yün basacak. Ya-
rın okula gideceğim diye huzur-
la uyudum.
Sabah kaktım ki abimin en
kral ayakkabısı kapının önün-
de beni bekliyor. Sevinçle ayak-
kabıları giydim. Havamdan ge-
çilmiyor. Erciyes Dağı benim
yanımda cüce kalır. O yıllarda
yollar toprak. Okula vardığımı
koridora adım atınca fark ettim.
Koridorda abimin altında demir
pençesi olan ayakkabıları tak tak
sesi ile bana yol açıyor. Herkesin
gözü ayakkabılarımda. Sınıfa ye-
tişmem güçleşiyor. Koridorda
gören soruyor bu ayakkabı senin
mi? Yok abimden ödünç aldım,
diyemiyorum. Sınıfa kendimi
zor attım. Sıra imdadıma yetişti.
Okulda herkes benim ayaklarımı
konuşuyor. Boyuma rahmet oku-
tur gibi. Önümde ismini yeni öğ-
rendiğim İzzet oturuyor. İzzet de
bizim gibi bir köy çocuğu. Sıra-
nın altında ayakkabılarımın bur-
nu onun ayak topuklarına za-
man zaman değiyor. İzzet benim
uzun ayaklardan şikâyetçi. “Çek
şu ayaklarını arkadaş.” deyip du-
ruyor. Okulun ilk günleri ders-
ler daha başlamadı. Öğretmen-
lerimiz ve ders programımız belli
değil. Müdürün işi başından aş-
kın. Naylon ayakkabılarla uğraşı-
yor. Dersleri düzenlemeye vakit
yok. Nasıl olsa program yapılır,
öncelikli olarak şu naylon ayak-
kabı meselesini halletmeli.
Geçici sınıf başkanı ilk sıra-
ya İzzet’in numarasını, ikinci sı-
raya benimkini kara tahtanın üs-
tüne beyaz tebeşirle konduruyor.
Bütün okulda dersler boş. Sınıf-
lardan taşan gürültüler, idare-
nin naylon ayakkabı çalışmaları-
nı sekteye uğratıyor. Bizim sınıf
koridorun ilk odası. Ömer Ayna
isimli kafası ayna gibi parlayan
bir öğretmen sınıfa hışımla gi-
riyor. Sınıf başkanına, bütün bu
gürültüyü bu iki kişi mi yapıyor,
diye soruyor. Başkandan evet,
cevabını alınca öğretmen, kori-
dordaki gürültünün tamamının
bizden geldiğine hükmediyor.
Tahtada numarası olanlar şuraya
çıksın diye işaret ediyor. Benim
şansım arka sırada ve bir sonra-
ki numara olmak. İzzet önümde
korkuyla öğretmene yaklaşıyor.
“Öğretmenim arkadaşın ayakka-
bıları” cümlesi İzzet’in dudakla-
rında kalıyor. Benim ayakkabı-
larıma öğretmenin baktığı yok.
Öğretmen çantasından sopayı
çıkarır çıkarmaz İzzet’e rastge-
le vurmaya başlıyor. Ömer Ayna
arenadaki boğa gibi burnundan
soluyor. Ben kenarda dizlerim-
deki bütün gücü kaybediyorum.
Öğretmenimizin sinirinin yatı-
şacağı yok. İzzet’i döve döve yere
yıkıyor. Siniri geçmeyen öğret-
men yerde tekme tokat girişiyor.
İzzet’in beline beline tekmeler
iniyor. İzzet’in yerde gıkı çıkmı-
yor. Ağlıyor. Yalnızca ağlıyor. Bü-
tün sınıf tir tir titriyor. Sonun-
da tekmelere dayanamayan İzzet
tüm sınıfı bir acıdan kurtarıyor.
Beline gelen darbelerin sonucu
altına kaçırıyor. Sınıfın içinde
pantolonundan sızan ıslaklık-
la İzzet ayağa zor kalkıyor. Beni
dayaktan ayaktaki arkadaşımın
ıslak pantolonu kurtarıyor. Öğ-
retmen benim ayakkabılarıma
bakmayı nihayet akıl ediyor.
“Bu ayak senin mi?” “Evet öğ-
retmenim.” “Geç yerine.” Yeri-
mize geçiyoruz.
Teneffüs zili çalınca sınıfta
bir gürültü. Bütün sınıf benim
başımda. Ayaklarımı görmek
isteyen arkadaşlar ayakkabını
çıkar da bir bakalım diyorlar.
Mümkün mü? Çıkarır mıyım?
Ayaklarımı sıranın altından dı-
şarı hiç çıkarmıyorum. İkinci
ders zili çalıyor. İzzet önümde
yok. İzzet’i bir yıl sınıfça boşu-
na bekledik durduk. Sonraki
iki yıl daha bekledik. İlk tenef-
füs zilinden sonra giden İzzet
bir daha okula hiç dönmedi.
Ben o günden donra üç gün
okula gitmedim. Abim kapa-
lı çarşıdan uygun bir ayakka-
bı aldıktan sonra ayaklarım
küçülmüş olarak okula gittim.
Okulda kimse ayaklarımı on-
dan sonra konuşmadı. İzzet’i
helalleşmek için o gün bu gün
arar dururum. Kırk yıl geçti hiç
görmedim.
“Babam, ben
ilkokulu bitirince
“Benim oğlum
okuyup büyük adam
olacak.” dedi. Ona
da Naci Öğretmenim
söylemiş. “Bu çocuğu
okutun.” demiş ve
“Büyük adam olur.”
diye de eklemiş.
Köyümüzdeki
okulu birinci olarak
bitirmiştim. Babamın
benden beklentisi
neydi ki? Okumak iyi
bir şeydi.”
Şubat 201380 81
ÇOCUKLARDA
SUSMA BİLİNCİ
Dil eğitimi ço-
cuklar için çok
önemlidir. Ço-
cuklara verilecek uygun bir dil
eğitimi, onun ileriki dönemlerde
nerede, ne zaman ve nasıl konu-
şacağını öğrenmesini sağlayacak-
tır. Çocukların dil gelişimi için il-
gili ilgisiz konuşturmaya teşvik
etmek, susma eğitimine olumsuz
etki yapar.
Anne babalar, dil ve konuşma
gelişimi normal olan çocuğunu
daha konuşkan çocuklarla kıyas-
layıp onun yetersiz olduğu fikrine
kapılırlar. Bu konuda teşhis ko-
yacak yeterliliğe sahip olmayan
anne babalar, kulaktan dolma bil-
gilerle bazen yanlış yöntemler uy-
gulamakta bazen de yanlış yön-
lendirmelerde bulunmaktadırlar.
Okula giden fakat okul arka-
daşlarıyla yaşadığı olağan prob-
lemleri; kendini ifade edememe,
hakkını arayamama olarak algı-
layan anne babalar, bunu sıkıntı
yaparlar. Çocukların suskunluk-
larını güvensizliğe, fazla konuş-
mamalarını içine kapanıklılığa
bağlayan anne babalar, çok ko-
nuşkan oldukları zaman daha
girişken ve daha başarılı ola-
caklarını zannederler. Fazla ko-
nuşan çocukların özgüvenleri-
nin tam olduğunu düşünürler.
Özgüvenlerini geliştirmek için
de gerekli gereksiz konuşmaya
özendirirler.
Çocuklar ergenlik çağı öncesi
olan erinlik döneminde gelişim-
lerinin bir özelliği olarak önceki
dönemlere nazaran az konuşma
eğilimindedirler. Bebeklik ve
çocukluk döneminde konuşma-
sı için teşvik edilen çocuklar, bu
dönemde de, çok konuşuyorsun,
tepkisiyle karşılaşırlar. “Çok ko-
nuşuyorsun, susar mısın? Çene-
ni kapat…” anne babaların en
çok kullandıkları cümlelerin ba-
şında gelir.
Çocuklara bilinçli susma de-
ğil de anlamsız ve fazla konuş-
ma konusunda model olan anne
babalar, nasihatlerinin tutulma-
masıyla üzülürler. Daha düne
kadar özgüven kazanması ve dil
gelişiminin sağlıklı olması için
konuşması istenen çocuktan bu
sefer de susması istenince ne ya-
pacağını şaşırır. Bu ikilem için-
de kalan çocuk, buna bir de
anne babanın sürekli “Çok ko-
nuşma” serzenişleri ve tutarsız-
lıkları da eklenince iyice bunalır.
Otokontrol mekanizması za-
yıf, çok konuşan bu çocuklara;
anne babaların alttan almala-
rı, ricaları, bağırıp çağırmaları
uzun vadede etkili olmaz. Ne ya-
pacağını şaşıran anne babalar,
bilinçli susma konusunda model
olmak ve çocuğun konuşma ih-
tiyacını uygun yöntem ve sağlık-
lı iletişim kanallarıyla gidermek
yerine tehdit edebilirler, ahlâk
dersleri vermeye çalışırlar veya
konuşmalarını saygısızlık ola-
rak değerlendirip; “Büyüklerin
yanında fazla konuşulmaz!” ika-
zında bulunurlar.
Neden Susma?
Susmak; kişinin kendisi-
ni iletişime kapatması değildir.
Susmak; kişinin yerinde ve za-
manında ihtiyacı kadar konuş-
masıdır.
Fuzuli konuşma; kişinin ken-
disini ilgilendirmeyen bir şey
hakkında görüş bildirmesi ya da
gereksiz olarak bir şeyi teferru-
atlı olarak anlatmasıdır.
Hadis-i şerifte Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki:
“İnsan sabahlayınca, bü-
tün azaları dile müracaat eder
ve (âdeta ona) şöyle derler; Bi-
zim haklarımızı korumakta
Allah’tan kork! Biz ancak se-
nin söyleyeceklerinle ceza görü-
rüz. Biz, sana bağlıyız. Eğer sen
doğru olursan biz de doğru olu-
ruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çı-
karsan biz de sana uyar, senin
gibi oluruz.”1
İnsanoğlu yaradılışı gere-
ği iletişimini dille yapmaktadır.
Yaklaşık bir-bir buçuk yaşına
kadar istek ve ihtiyaçlarını ağla-
ma ile ifade ederken, bir-bir bu-
EğitimM. Emin KARABACAK
Şubat 201382
SÜKÛTUMU İKRAR SANANLARA !... Bir peygamber sözü kadar ak,Bir çoban türküsü kadar berrak,Ve çağa tanıklığımın nişanesi olarak,Haykırmak istiyorum;Hür ve gür bir sesle,Avazım çıktığı kadar bağırarak:Kıran ben değilim putları, düşüren odur alta,Kanıtım, çağdaşlık denen putun boynundaki balta.
Mehmet SERTPOLAT
83
çuk yaşından itibaren dille ifade
etmeye başlar.
Hayvanlar da yaradılışları
gereği iletişimi kendilerine özgü
bir dille kurarlar. Bazı insanlar
gibi dilini fuzuli olarak kullanan
hayvanlardan birisi de bülbül-
lerdir. Bülbüllerde fuzuli ötme-
nin cezası, yine kendisi gibi fu-
zuli konuşan insanlar tarafından
kafese konulmasıdır. Bülbül, fu-
zuli ötmesinin cezası olarak ka-
fese konulurken acaba fuzuli ko-
nuşan insanın cezası nedir?
Hadis-i şerifte Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki:
“Kul, iyice düşünüp taşın-
madan bir söz söyleyiverir de
bu yüzden cehennemin doğu ile
batı arasından daha uzak bir
yerine düşer gider.”2
Cenab-ı Hak Kur’an-ı
Kerim’de mealen buyurdu ki:
“O kimseler ki boş söz ve iş-
lerden yüz çevirirler.”3
“Sadaka vermek, iyiliği em-
retmek ve insanların arasını
bulmak hariç, konuşmakta, fı-
sıldaşmakta hayır yoktur.”4
İbni Abbas Hazretleri buyur-
du ki:
“Seni ilgilendirmeyen mev-
zuda konuşma. Çünkü böyle bir
konuşma fuzulidir.”
İslâm âlimlerinin ve velile-
rin büyüklerinden Celâleddîn-i
Devânî çok konuşmanın zarar-
larını ve konuşma adabını şöy-
le anlatır:
“Fazla konuşmamalıdır.
Zira çok konuşmak; zihin hafif-
liği, akıl zayıflığının alâmetidir.
Kişinin heybetini kırar, itibarı-
nı düşürür.”
Yine İslâm âlimleri;
“Eğer kalpte darlık ve üzün-
tü, vücutta bitkinlik ve hal-
sizlik, rızıkta eksiklik ve bere-
ketsizlik olursa, bunun boş ve
yersiz konuşmalardan meyda-
na geldiği bilinmelidir.” derler.
Dahhak b. Müzahim:
“Ben önceki büyüklere yetiş-
tim; onlar, ancak, sükût ve ve-
rayı öğreniyorlardı. Bugün ise
insanlar, hep konuşmayı öğre-
niyorlar.” demiştir.
Yine selef-i salihinden biri-
si der ki:
“Konuşmasını öğrendiğin
gibi, susmasını da öğren. Ko-
nuşman seni, doğruya ulaştı-
rırsa; sükûtun da seni tehlike-
lerden korur. Sükûtta senin için
iki faydalı haslet vardır:
1. Sükûtla, senden daha ca-
hil olan birisinin cahilliğini ve
edepsizliğini defedersin.
2. Yine sükût sayesinde, sen-
den daha âlim olan birinden
ilim öğrenirsin.”
“Çocuklarınıza dilini tutma-
sını öğretin; konuşmasını na-
sıl olsa öğrenecektir.” der B.
Franklın.
1 Tirmizî, Zühd, 612 Buhârî, Rikâk, 233 23/Mü’minûn, 34 4/Nisa, 114
Dipnot
85Şubat 201384
TİTİZANNELER VE HASTA ÇOCUKLAR
SağlıkAkın DİNDAR
Sonbahar – kış dö-
neminde çocuklar-
da en sık görülen
hastalıklar arasında soğuk algın-
lığı (nezle), grip, bademcik, fa-
renjit ve kulak iltihapları, küçük
çocuklarda ise larenjit yer alıyor.
Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uz-
manı Dr. Asuman Akça, özellikle
de yuvaya gitmeyen ve evde çok
hijyenik koşullarda bakılan titiz
annelerin çocuklarının okul veya
yuvaya başladıktan hemen son-
raki dönemde sık hastalandığı-
na dikkat çekiyor. Bağışıklığı ye-
terince gelişmediği için yuvadaki
diğer arkadaşlarından bulaşan
hastalıklar, bu çocuklarda ateş
ve öksürük, geçmeyen üst solu-
num yolu enfeksiyonlarına ne-
den olabiliyor. Çocuklarda 200’ü
aşkın soğuk algınlığı yapan virüs
bulunduğunu belirten Dr. Asu-
man Akça, sağlıklı çocuklarda
üst solunum enfeksiyonlarının
bir hafta içinde kendiliğinden
geçmesi gerektiğini vurguluyor.
Dr. Asuman Akça, bu has-
talıkların nedenleri ve tedavi-
leriyle ilgili şu bilgileri veriyor:
Solunum yollarını tutan hasta-
lıkların en sık nedeni enfeksi-
yonlar, bunların da, en sık etke-
ni virüs dediğimiz mikroplardır.
Nadiren bakteri ve çok daha na-
dir olarak diğer mikroplar, so-
lunum yollarının herhangi bir
bölümünü tutabilir. Hastalık
yerleştiği organa özgü bazı be-
lirtiler verebiliyor. Bunlar kulak
ağrısı, ses kısıklığı, bronşite bağ-
lı öksürük, nefes darlığı, hışır-
tı. Ortak bulgular ise, ateş, kır-
gınlık, halsizlik, iştahsızlık, baş
ağrısı, burun tıkanıklığı, burun
akıntısı, kas ağrıları, bazen bu-
lantı, kusma, ishal.
Hastalığın tedavisinde mu-
ayene sonucuna göre ve sebebe
yönelik ilaç seçimi yapılabiliyor.
Eğer ateş varsa, ateş düşürücü
şuruplar, gerçekten öksürük ra-
hatsız ediyorsa öksürük ilaçları
kullanılıyor. Ciddi bir enfeksiyon
oluştuysa da doktor kontrolün-
de antibiyotik tedavisi veriliyor.
Ancak, genellikle sağlıklı çocuk-
larda üst solunum yolu enfeksi-
yonları bir hafta içinde kendili-
ğinden geçebildiği için, gereksiz
ilaç kullanmamak, bol sıvı des-
teği yapmak, taze meyve ve mey-
ve suyu vermek, yatak istirahati,
bitki çayları ve bal (alerji yoksa
ve doktor öneriyorsa ) çok daha
iyi ve yeterli bir çözüm olabili-
yor.
Boğaz Ağrısının Nedenleri
Çocuklarda sık görülen bo-
ğaz ağrılarında en sık görülen
neden, enfeksiyonlar ve özellik-
le tonsillit ve farenjit diye adlan-
dırdığımız, bademcik ve yutak
dokularının iltihaplanmasıdır.
Boğaz bölgesinde yerleşen ba-
demcikler, yutak duvarında bu-
lunan lenf yapısı ve genizde bu-
lunan geniz eti dokusu nedeniyle
çocukluk çağında çok aktiftir.
Bu nedenle en hafif üst solunum
yolu enfeksiyonlarında mesela
nezlede bile bu dokular, kişinin
yapısı, mikrobun türü, mikro-
bun hastalık yapma gücü, yaşam
koşulları gibi pek çok etkene
bağlı olarak, hafif veya çok şişe-
biliyor, ağrıya neden olabiliyor.
Boğaz ağrısına neden olan
hastalık etkeni virüsler ise kesin-
likle antibiyotik kullanılmamalı,
hasta sıkı takip edilmeli, 3 gün
içinde ateş düşmemişse, tekrar
değerlendirilmeli, gerekirse tet-
kikler ile tanı doğrulanmalıdır.
Ancak etken bakteri olduğunda,
hastanın durumuna göre uygun
antibiyotik tedavisi verilmelidir.
Bol sıvı boğazı yumuşatan bitki
çayları, pastiller, bal ve yatak is-
tirahati önerilebilir.
Büyüklere önerilen babaan-
ne reçeteleri bir yaş üstündeki
çocuklara da önerilebilir. Özel-
likle ıhlamur, mayıs papatyası,
adaçayı, zencefil ve bal, limon
karışımı öksürük ve boğazı yu-
muşatmada etkili olabilir. Ancak
burada dikkat edilmesi gereken,
her şeyin herkese uygun olama-
yacağıdır. Öncelikle çocuğun
hastalığı nedir, önemli ve bak-
teriyel bir hastalık mıdır? Anti-
biyotik veya diğer ilaçları kul-
lanması gereken bir durum var
mıdır? Yoksa hafif bir soğuk al-
gınlığı ile seyreden viral enfek-
siyon mudur? Bu ayırımı, dok-
tor yapar ve o çocuk için bitkisel
çayları uygun görürse verilebilir,
alerjisi olan çocuklarda, önem-
li bir hastalığı olanlarda bu tür
bir tedavi vakit kaybına veya za-
rara yol açabilir. Unutulmama-
sı gereken çok önemli bir husus
da bitkisel destek ürünlerinin
de, bazı ilaçların da, bu tür viral
hastalıklarda bir mucize yarata-
mayacağıdır.
Şubat 201386 87
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Bekir SARI
EnginarSahip olduğu vitamin ve mi-
nerallerle tam bir sağlık dostu
olan enginarın yapraklarının da
yenmesi öneriliyor. Posa yönün-
den çok zengin olan ve karaciğeri
temizleyici özelliği bulunan en-
ginarın, faydaları saymakla bit-
miyor. Damar sertleşmesini en-
gelleyen, kanı temizleyen, beyin
hücrelerini yenileyen enginar,
aynı zamanda kolesterol düşma-
nı olarak da biliniyor. Enginar,
içerdiği bazı maddeler sayesinde
birçok önemli özelliklere sahip,
besin değeri yüksek bir sebzedir
protein, karbonhidrat, lif, fosfor,
kalsiyum, demir, sodyum, potas-
yum, magnezyum, çinko, A, B1,
B2, B6 ve C vitaminlerini bünye-
sinde barındıran enginar, buna
karşılık besin değeri son derece
yüksek olan bu sebze kolesterol
içermez.
Ayrıca antioksidan özellikleri
nedeniyle karaciğere çok faydalı
olan enginarda bulunan “Cyna-
rin” maddesi karaciğer, safra ke-
sesi, böbrekler ve bağırsak sis-
teminin düzenli çalışmasına
yardım eder. Yine, yiyeceklerin
sindirimini kolaylaştıran engi-
nar, mide ve bağırsakları dezen-
fekte edici özelliği ile ishale de iyi
gelir. Güçlü bir idrar söktürücü
olduğu gibi böbreklerin çalışma-
sını da düzenleyerek vücuttaki
zararlı sıvıların dışarı atılmasını
kolaylaştıran enginar, böbrekte-
ki kumların dökülmesine de yar-
dım eder.Enginarın kanı temizle-
diği ve toksik maddelerin idrarla
dışarı atılmasını sağladığı bilin-
mektedir. Yapılan araştırmalar-
da enginarın sindirim sisteminin
yanı sıra kalp için de yararlı ol-
duğu, kalp kaslarını güçlendire-
rek kalbin daha rahat çalışmasını
sağladığı, kolesterolü ve triglise-
ridi düşürdüğü ve damar sertliği-
ne iyi geldiği saptanmıştır.
Şifalı Bitkiler
Düğün çorbası (6 kişilik)
Malzemeler
250 gram küçük doğranmış kuşbaşı et6 su bardağı suTuz
Terbiyesi için3 çorba kaşığı un1 adet yumurta sarısı1 çay bardağı yoğurtYarım limon suyu
Üzeri için1 çorba kaşığı tereyağı1 çay kaşığı kırmızı pul biber
Hazırlanışı
Eti tencerenin içerisine alıp tuz ve suyunu ilave ettikten son-ra yumuşayana kadar haşlıyoruz. Bir kâsede un, yumurta sarısı, yoğurt, limon suyunu bir arada çırpıyoruz.
Çorba suyundan da bir miktar katıp terbiyeyi pürüzsüz hale getiriyoruz. Yavaş yavaş çorbaya terbiyeyi ilave ediyo-ruz. 5 dakika kadar kaynatıp altını kapatıyoruz.
Üzerine pul biberli tereyağını yakıp çorbayı servise hazırlı-yoruz. (Kuzu gerdan etini de tercih edebilirsiniz.) Afiyet ol-sun.
Şubat 201388
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Yl: 4 Say: 3
7
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 bilgi@somuncubaba.netwww.somuncubaba.net
2012 Yılı Çocuk ekiyle birlikte
yıllık abone bedeli
85
2012 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Online sipariş ve satış www.nasihatyayinlari.com
ÇIKTI
MOLLA FENâRî’NİN FATİHA SûRESİ TEFSİRİ
Bursa Ulu Camii MinberindeSomuncu Baba’nın Kelamıyla Tamamlanan
Fatiha Sûresinin manevî sırları Bursa Ulu Camii minberinde öyle açıklanır ki, herkes hayran kalır.
İşte Somuncu Baba Hazretlerinin kelamları birer gül demeti olarak Molla Fenârî Hazretleri tarafından bu kitabın
satırlarına serpiştirilir. Yüzyıllar önce Molla Fenarî Hazretleri tarafından keleme alınan
AYNÜ’L-A’YÂN / FATİHA SÛRESİ TEFSİRİ, Gaziantep Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı
Prof. Dr. Ali Akpınar’ın gayretleriyle, günümüz diline aktarılarak Nasihat Yayınları tarafından
siz kıymetli okuyucularımızın istifadesine sunuluyor...
Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyası
iphone, android, facebook ve twitter’da.
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
115M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
M KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak
AY
LIK
İLİM
- KÜ
LT
ÜR
VE
ED
EB
İYA
T D
ER
GİSİ
ŞUBA
T 2013
148
148
Dergisi Hediyesi...
Ş U B A T 2 0 1 3
Fiyatı: 8
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
Abdestli Olmak
4014 Karahisar Kalesi ve Afyon
/SomuncuBabaDergisi /HulusiEfendiVkf
www.somuncubaba.net