148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları...

47
148 Dergisi Hediyesi... ŞUBAT 2013 Fiyatı: 8 AYLIK İLİM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ Her An Abdestli Olmak 44 14 Karahisar Kalesi ve Afyon

Transcript of 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları...

Page 1: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

AY

LIK

İLİM

- KÜ

LT

ÜR

VE

ED

EB

İYA

T D

ER

GİSİ

ŞUBA

T 2013

148

148

Dergisi Hediyesi...

Ş U B A T 2 0 1 3Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Her An Abdestli Olmak4414 Karahisar

Kalesi ve Afyon

Page 2: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Başyazı Sebahaddin ATEŞ

ANADOLU VE EGE BÖLGESİNİN KAVŞAĞI: AFYON

Afyon iş geographicallay located in an important part of Turkey. It is an intersection point of roads from Anatolia and a natural door linking the west to the east and north to the south. It is a kind of service area for the travellers passing over there and combines the metropolises, Ankara, İstanbul, İzmir, Konya, Kütahya Eskişehir and Antalya, with the inner regions. One of the Mevlevi Lodges founded in Anatolia is Sultan Divani Mevlevi Lodge in Afyon. Gazlıgöl in Afyonkarahisan and the natural hot springs on the way of Kütahya highway have fantastically developed the city in terms of thermal tourism. Every season, It cures people with its thermal hotels, old Turkish Baths, apart villas, indoor pools and shopping centers. Afyon is famous for its Turkish saugage made from meat and Turkish cream, which is made from buffalo and cow milk. Our best regards are for Afyon, the intersection point of Anatolian and Aegean.

THE INTERSECTION OF ANATOLIAN AND AEGEAN REGION: AFYON

Afyonkarahisar ili, coğrafiî açıdan Türkiye’nin önemli bir geçiş bölgesinde yer almaktadır. Yolculuk es-nasında mutlaka konaklanacak bir nokta özelliği taşımaktadır. Ankara, İstanbul, İzmir, Konya, Eskişehir, Kütahya ve Antalya gibi büyük şehirlerin diğer şehirlerle ve iç bölgelerle bağlantısını sağlayan bir kavşak şe-hirdir. Şehre ismini veren Karahisar Kalesi, şehir merkezinde, volkanik özellikli, yüksekliği 226 metre olan doğal bir kaya kütlesi üzerindedir. Bölge, M.Ö. 1350 yıllarında Hitit İmparatoru olan II. Murşil zamanında Arzava seferinde müstahkem mevki olarak kullanılmıştır. Kale önce Hapanuva, Roma ve Bizans dönemle-rinde Akroenos, Selçuklular döneminden itibaren ise, Karahisar adını almıştır. Selçuklu Sultanı I. Alaaddin Keykubat zamanında Kale Dizdarı Bedrettin Gevhertaş tarafından kale surları onarılmıştır. Ayrıca Kale içi-ne lacivert çinileriyle tanınan küçük bir mescit ve saray yaptırılmıştır.

Anadolu’da kurulan ilk mevlevîhânelerden biri Afyon Sultan Divânî Mevlevîhânesidir. Özellikle 16. yüz-yılda Hz. Mevlânâ’nın yedinci kuşak torunlarından Sultan Dîvânî zamanında Afyon Mevlevîlik açısından Konya’dan sonra ikinci bir merkez olmuştur. Bahçesinde Derviş Odaları, Matbah, Hamuşan (Mezarlık) bu-lunan, son olarak 2008 yılında restore edilen ve “Sultan Dîvânî Mevlevîhâne Müzesi” olarak hizmete sunu-lan tarihî mekân, Afyonkarahisar Belediyesi bünyesinde hizmet vermektedir.

Timûr Han zamanında, devlet hazinesinin süsü olmak üzere bir fermanla Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî Hazretleri’nin Dîvân-ı Kebîr’i Konya’daki türbeden alınarak Mâverâünnehr’e götürülür. Daha sonra bölge-de çıkan karışıklıklar sırasında Dîvân-ı Kebîr bâtınî fırkasından olan Şah İsmâil’in eline geçer. Bu yüzden Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî, Sultan Dîvânî’ye manevî işâretle Dîvân-ı Kebîr’i o bid’at ehlinin elinden kurtar-ması, eski yerine koymasını emreder. Çeşitli serencamlardan sonra Sultan Dîvânî Hazretleri Dîvân-ı Kebîr’i Konya’ya getirir ve asıl yerine koyar. Sultan Dîvânî’nin Afyon’daki türbesi halen ziyaretgâhtır. Ayrıca, kırk ahşap sütun ile ayakta duran Ulu Camii, dikdörtgen planlı olup, 1272-77 yıllarında Sahipata Nusratüddin Hasan tarafından yaptırılmıştır.

Afyonkarahisar’da sivil mimariye ait evler, Kale ve Hıdırlık eteklerinde yer alan mahallelerde bulunmak-tadır. Kalenin güneyinde ve doğusunda, yeni mahalleler kurulması ile şehir özellikle doğru yönünde geliş-miş olup, günümüzde ovaya doğru yayılarak genişlemektedir. Afyonkarahisar Gazlıgöl mevkii ve Kütahya karayolu üzerinde bulunan Kaplıcalar, şehri termal turizmi açısından fevkalade geliştirmiştir. Termal otel-ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Başta İscehisar olmak üzere Afyonkarahisar’ın zengin mermer ocaklarından çıkarılan mermerlerinin gö-rünüş ve renkleri çok farklıdır. Mimarî yapılarda, dekorasyon işlerinde, heykelcilik işlerinde ve hediyelik eşya yapımında Afyon mermeri ülkemizin her tarafında kullanılmaktadır. Türklerin pastırma ve kavurma ile birlikte Orta Asya’dan beri, tükettiği et ürünlerinden olan sucuk ise, Ege bölgesinde Afyon ili ile özdeş-leşmiştir. Yine bu şehrimize özgü bir süt ürünü olan Afyon Kaymağı, manda ve inek sütünden elde edilir. Tarihî ve turistik özellikleriyle Anadolu ve Ege bölgesinin kavşağı olan Afyon’a gönülden selamlar…

Page 3: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

3

36

52 66 74

NİDEYDİM ÂLEMİ - Hüseyin ALPSOY (10)

KADIN SÛFÎLER - Kadir ÖZKÖSE (18)

KÖTÜLÜĞÜ SUYA YAZ - Hanifi KARA (23)

EL-MUKADDİM EL-MUAHHİR - Ramazan ALTINTAŞ (24)

EN YÜKSEK RÜTBE: KULLUK - Bekir OĞUZBAŞARAN (27)

TEMİZ ASIL TEMİZ NESİL - Musa TEKTAŞ (28)

BEŞÎR B. AKRABE (r.a) - Bünyamin ERUL (33)

KÜLTÜR BİLİM VE SANAT AYNASI - Bilal KEMİKLİ (34)

HAZRET-İ MEVLÂ… - Rıfat ARAZ (38)

SİHİR VE BÜYÜ - Abdullah KAHRAMAN (40)

DAYAN YÜREĞİM DAYAN - Mürsel GÜNDOĞDU (43)

UNUTULAN BİR GELENEĞİMİZ: HER AN ABDESTLİ OLMAK – Enbiya YILDIRIM (44)

PENCERE - Celalettin KURT (47)

SULTAN V. MEHMET - Resul KESENCELİ (48)

BİLGENİN SOFRASI - Erol AFŞİN (56)

BENİM İSTEDİĞİM GİBİ OL! - Rukiye KARAKÖSE (58)

AFYON GÜZELLEMESİ - M. Nihat MALKOÇ (61)

OSMANLI TARİHİNDE SIRLI OLAYLAR - İsmail ÇOLAK (62)

ZULÜM HADDİ AŞMAKTIR - Mehmet DERE (68)

AFYON VELÎLERİ - Yusuf HALICI (72)

NAYLON AYAKKABI - Selim TUNÇBİLEK (76)

ÇOCUKLARDA SUSMA BİLİNCİ - M. Emin KARABACAK (80)

SÜKÛTUMU İKRAR SANANLARA !... - Mehmet SERTPOLAT (83)

TİTİZ ANNELER VE HASTA ÇOCUKLAR - Akın DİNDAR (84)

ENGİNAR - Şifalı Bitkiler (86)

DÜĞÜN ÇORBASI - Mesude SARI (87)

KUR’ÂN KISSALARI

BİLGİ VE BİLGİNİN DEĞERİ

HİKMETLER NÜSHASI

MUTLUKLUKTAN

ÖTE BİR SIRRA ERMEK

KARAHİSAR KALESİ VE AFYON

İRFANÎ GELENEK

06Hayat düstûrumuz Kur’ân, bir tarih kitabı değildir. Geçmişte yaşanmış pek çok kıssa Kur’ân’da anlatılır. Ancak Kur’ân’ın bu anlatımları Kur’ân’a özgündür.

Hazreti Mevlânâ’nın insanları bilgilerine göre sınıflandırmaktadır. Ancak bu bilgi nasıl bir bilgidir? Günümüzdeki bilgi anlayışıyla ne kadar benzeşir? Şimdi bu suallerin cevabını birlikte arayalım.

Neylî, Klasik Türk şiirinin mazmunlarını ve sanatlarını ustaca istif ettiği bu rubaisinde Hz. Muhammed’i farklı bir anlatımla tavsif ediyor.

İslam düşünce geleneğinde sevgi kavramının belki de en yoğun işlendiği ve somutlaştığı önemli isimlerden biri Yunus Emre’dir. Şiirleriyle anlattığı hissiyatı...

Afyon serinliğin ve derinliğin adresidir. Öteki adıyla Afyonkarahisar… Egenin bağrındaki ince ve saf güzelliğin serin rüzgârlarla söyleştiği şehir.

Sûfîler, Allah’a ve diğer iman esaslarına şeksiz şüphesiz bir şekilde iman etmenin öncelikli bir görev olduğu kanaatindedirler.

14Ali AKPINAR

Cihan OKUYUCU M. Doğan KARACOŞKUN

Meryem Aybike SİNANFatih ÇINAR

Adana 0 322 334 00 65Amasya 0 533 681 33 82Ankara 0 312 324 40 75Antalya 0 242 339 60 57Bartın 0 278 228 69 41Bolu 0 374 270 38 14Bursa 0 224 331 71 11Denizli 0 258 371 09 28Düzce 0 542 661 90 08Elazığ 0 424 224 46 46Elbistan 0 344 415 01 88Erzurum 0 442 329 03 10Gaziantep 0 342 321 43 34Hatay 0 505 921 18 06İstanbul 0 216 472 08 92İzmir 0 232 435 90 91K. Maraş 0 535 518 47 23

Karabük 0 542 240 67 63Karaman 0 338 214 28 92Kayseri 0 352 311 30 76Kocaeli 0 262 426 12 72Konya 0 332 233 38 74Malatya 0 422 321 66 64Manisa 0 236 412 37 80Mersin 0 324 336 31 09Niğde 0 388 232 32 01Osmaniye 0 328 846 21 39Sakarya 0 264 339 23 65Samsun 0 362 431 44 55Sinop 0 368 671 24 50Sivas 0 346 222 48 46Şanlıurfa 0 414 312 41 24Tokat 0 541 845 75 12Zonguldak 0 372 253 24 74

Vedat Ali TOK

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır

KurucusuA. Şemsettin ATEŞ

Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803

Yıl: 19 Sayı: 148 Şubat 2013Basım Tarihi: 01 Şubat 2013

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni

Sebahaddin ATEŞ

Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA

Reklam MüdürüYusuf YILMAZ

Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR

Musa TEKTAŞ

Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK

Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ

Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR

Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN

Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL

Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEProf. Dr. Mahmut YEŞİL

YapımARTWORKS

www.artworks-tr.com

Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU

Sanat YönetmeniAli GÜRSOY

Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi

Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA

Tel: (422) 615 15 54 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]

Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım

Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.

Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70

Kurum Abone : 140

Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068

Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01

Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 54’ü arayınız.

/SomuncuBabaDergisi

Page 4: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

55Şubat 20134

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

Doksansekizinci Hutbe

Şeyh Hâmid-i Veli Minberinden

Hutbeler

Muhterem Cemâatı Müslimîn!

Peygamberimiz gelmeden önce yeryüzünde

yine insanlar yaşıyordu, dünya yine bugünkü

dünya idi. Yine öfkeleri, kavgaları vardı. İnsan-

ların dünyası karanlık, insanlar câhildi. Halkın

kendisiyle, halkın âmirleri ile arası iyi değildi.

Yanlış inanmalar almış yürümüş idi. En içten

duygular, en mutlu gülücükler unutulmuştu.

İnsanlar, sonu kurtuluş olmayan bir çıkmaza

düştüklerinin farkında değildiler. Yeryüzün-

de karanlık, karamsarlık hâkimdi. Devrin ünlü

ediplerinde, şairlerinde bile kardeşlik konusu

yer almıyordu. Kadın, sadece zevkin, düşkün-

lüğün sembolü idi. Kuvvetli olan haklı çıkıyor-

du. Kısacası kin ve öç alma duygularının beğe-

nildiği her çeşit ahlâksızlığın hoş görüldüğü,

bir toplum yaşıyordu. Dünyada bu toplum yal-

nız Arap yarımadasında yaşamıyordu. Sapıklık

her yeri sarmıştı. Bütün bu olaylar ve kötü du-

rum, aydınlık bir günün belirtisi idi. Gecelerin

sonu sabah olduğu gibi karanlığın bir ucu da

aydınlığa çıkardı ve öyle oldu.

Bir ışık demeti nasıl yırtarsa karanlıkları ve

bir güneş nasıl doğarsa zulmet üstüne, birden-

bire Hazret-i Muhammed (s.a.v.) de öylesine

doğuvermişti yeryüzüne. Nisan yağmuru gibi,

rahmet, ışık ışık... salât ve selâm ona olsun.

O iyi, yararlı işler yapanları kurtuluşla, mut-

lulukla müjdelemiş, uyuyanları uyandırmış,

günah işleyenleri sakındırmıştır. İnsanları en

güzel bir biçimde doğru yola davet etmiştir.

Bu çağrıyı yaparken kendisi bir şey eklemedi-

ği gibi hiçbir şey de eksiltmemiştir. İnsanlara

insanlık değerini ve şerefini bildirmiş, insana

tapınmaya değil, bu yüce Yaratıcıya tapmaya

memur olduğunu anlatmıştır. Tanrılar fikri-

ni, tek Allah, yani tevhid inancını getirmiştir.

Kendisi bütün davranışları ile bütün insanlara

örnek olmuş, çok zor şartlar içinde bulunduğu

zamanlarda bile doğruluktan iyilikten ayrılma-

mıştır. En üstün ahlâkı tamamlamak için gön-

derildiğini söylemiş, en faziletli yola çağırmış-

tır. Miskinliği, tembelliği yıkan, onun yerine

çalışmayı, hareketi koyan kurallar getirmiştir.

Onun insanlara tebliğ ettiği İslâm dini; bil-

gine, bilgiye en üstün yeri vermiştir. Bilen-

le bilmeyeni bir tutmamış “Oku!” onun yüce

Allah’tan aldığı ilk emir olmuştur. Huzur ve

barış, onun getirdiği dinin temel düşüncelerin-

den birisidir. Çünkü İslâm’da insan en şerefli

bir varlıktır. O, sevgiyi, merhameti getirmiştir.

Hakk’tan yardımlaşmanın en güzelini getirmiş

ve “İnsanlara merhamet etmeyene Allah mer-

hamet etmez.” buyurmuşlardır. Onun getirdiği

kuru dünya değil, inanç dolu, hareket dolu bir

dünyayla kaçınılmaz olan âhirettir.

İslâm önce kalp işidir, yürek işidir. Doğru

ya da yanlış işlerin mihenk taşıdır. Yürek, baş-

ka bir deyişle yüreğin çizdiği yolun doğruluğu

veya eğriliği hareketlerle işlerle kendisini gös-

terir. Kurtuluş savaşında Mehmetçiği ölmezler

arasına katan ve onun erişilmez üstünlüğünü

cihana tanıtan yine onun getirdiği esaslardır.

Mehmetçik, inancı ile Mehmetçik olmuştur.

İstanbul’un çağ açıp kapayarak, asıl sa-

hiplerine geçişini yine Hazret-i Muhammed

(s.a.v.)’in çağlar ötesinden verdiği işaretle bir-

likte değerlendirmek gerekir. İslâm dininin

Arap yarımadasında doğmuş olması, insanlığa

mâl olmasına engel teşkil etmemiştir. Hazret-i

Muhammed (s.a.v.) veda hutbesinde bütün in-

sanlığa hitâb etmiştir. Gaye; insanlığın mutlu-

luğu idi. Onun ilkelerinde renk ayrımı, zengin

fakir ikiliği yoktur. Asıl değer özdedir. Özü dışa

yansıtan davranışlardır.

Kısaca belirtmek gerekirse, Hazret-i Mu-

hammed (s.a.v.) neyin gelmesi gerekse, insan-

lığa onu getirmiştir. Hakk’tan, hayâtı pahasına

da olsa insanları mutluluğa götürme gayretin-

den bir an geri durmamıştır. En üstün insan,

en son O’dur. Âlemlere rahmet olarak gelmiş.

Salât ona, selâm ona.

Page 5: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

7Şubat 20136 7

İlim ve Hayat Ali AKPINAR*

KUR’ÂN

KISSALARI

Hayat düstûrumuz Kur’ân, bir ta-

rih kitabı değildir. Geçmişte ya-

şanmış pek çok kıssa Kur’ân’da

anlatılır. Ancak Kur’ân’ın bu anlatımları Kur’ân’a

özgündür. Kur’ân, bunları tarihî bilgi vermek için

anlatmaz. Bu sebeple onun kıssa üslubunda, kro-

nolojik bir sıra yoktur. Kıssanın yaşandığı zaman

açıklanmaz. Kıssanın yaşandığı yerler, çoğu za-

man zikredilmez. Kıssanın kahramanları da bir-

kaç örnek dışında zikredilmez. Bunun sayısız hik-

metleri vardır. Şöyle ki:

Kıssalarda ayrıntı bilgiler yoktur. Belki de bu-

gün elimizdeki Kitab-ı Mukaddes’te anlatılan kıs-

salarla, Kur’ân kıssalarının ayrıldığı en temel

nokta budur. İlkinde kıssalarda oldukça fazla ay-

rıntıya girilir. Kur’ân ise mesajının,

ayrıntılar içerisinde kaybolmasına

izin vermez. Kıssayı, mesaj verecek

yönleriyle anlatır.

Kur’ân kıssaları, tarihî bir sı-

raya göre anlatılmaz. Sözgelimi

Kur’ân’da en fazla bahsedilen Hz.

Musa ve İsrailoğulları kıssası, tarihî

sırasına göre anlatılmaz. Kur’ân’ın

kıssa anlatmadaki asıl hedefi, me-

sajını kalıcı, canlı ve etkili bir şekil-

de anlatmak olduğu için, kıssanın

içerisinden seçtiği kesitleri mesa-

jına hizmet edecek şekilde anlatır.

Mesajla doğrudan alakalı olmayan kısımlar ise

Kur’ân’da geçmez.

Kıssanın yaşandığı zaman açıkça belirtilmez.

Hangi tarihte, hangi asrın kaçıncı senesinde ya-

şandığı anlatılmaz. Bunun en temel amacı, kıs-

sadaki mesajın tüm zamanları kapsamasını sağ-

lamaktır. Bu şekilde, kıssa yaşandığı zamanda

kalmaz. Her zaman ve her yerde mesajıyla yaşa-

nılabilir özelliktedir.

Kıssanın geçtiği yerlere temas edilmez. İstisnâî

olarak bazı yerlerin adı geçer Kur’ân’da. Ancak

zikredilen bu yerler, insanlık tarihinin kilomet-

re taşları olan yerlerdir. Mekke, Medine, Mescid-i

Aksa gibi. Kur’ân mesajının bütün yerleri kapsa-

ması için, yer adlarını çok fazla zikretmez. Buna

göre, her şehir, her yer kıssada kendisini bulabilir.

Kur’ân kıssalarında şahıs isimleri de çok faz-

la geçmez. İstisnâî olarak geçen şahıs isimle-

ri, insanlığın önderleri peygamberler ve bunla-

rın dışında birkaç isimdir. Bu özellik de kıssadaki

mesajın bütün herkese hitap etmesine yöneliktir.

Kıssayı okuyan herkes, iyi bir kimse ise de kötü

bir kimse ise de kıssada kendini bulabilir, buna

göre kendine pay çıkarabilir.

Kur’ân kıssalarının bu özellikleri, anlatılan kıs-

saların yaşanmamış, hayalî kıssalar olduğu anla-

mına gelmez. Zira Kur’ân bunu açıkça beyan eder.

Elbette Kur’ân kıssaları, geçmişte yaşanmış, bu-

Asha

b-ı K

ehf /

Afş

in

Sule

jman

MU

RAD

OVİ

C

Ashab-ı Kehf Mağrası

Page 6: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

9Şubat 20138

karan kervancıların, onu satın alıp saraya götüren

Mısır Azizi ve karısının, sarayda hakemlik yapan

kişinin, saraydaki kadınların, zindan arkadaşları-

nın adı kıssada geçmez. Yine Yûsuf’un küçük yaş-

ta gördüğü rüya ile başlayan kıssada, Yûsuf’un

peygamber oluşu ve peygamber olduktan sonra-

ki tevhîn mücadelesi anlatılmaz. Yûsuf’un anne

babası ve kardeşlerini Mısır’a getirmesiyle kıssa

kapanır. Ondan sonra ne oldu, Hz. Yakub ve Hz.

Yûsuf ne kadar yaşadılar, Hz. Yûsuf ne zaman, ki-

minle ve nasıl evlendi, onun hükümranlığı ne ka-

dar sürdü ve ne zaman sona erdi gibi soruların ce-

vabı kıssada yer almaz.

Özetleyecek olursak, Kur’ân kıssalarını ken-

di bağlamı içerisinde, bulunduğu yerden kopar-

madan kıssayı günümüze ve hayatımıza taşıyarak

okumalıyız. Bunun için öncelikle kıssanın yaşan-

dığı dönem ve ortamlara/şartlara gitmeli; oradan

alacağımız mesajları günümüze getirerek kıssayı

izlemeliyiz.

Kıssada yer almayan ayrıntı bilgilerin peşine

düşmemeliyiz.

Kıssadaki verilmek istenen Kur’ân mesajlarını

kendi hayatımıza indirgeyerek, sanki bize iniyor-

muşçasına, sanki bizi anlatıyormuşçasına Allah’ın

âyetlerini okumalıyız.

Kıssadaki olumlu yahut olumsuz özellikleri an-

latılan kimselerin yerine kendimizi koyarak kıssa-

yı okumalıyız. Biz olsaydık ne yapardık, nasıl bir

tavır ortaya koyardık, kimin safında yer alırdık,

sorularını sorarak kıssayı okumak, anlatılan kıs-

salardan ibret almayı sağlayacaktır ki Kur’ân’ın

kıssa anlatmaktaki hedefi budur.

Peygamberimizin Kur’ân Kıssalarını Hayatına Uyarlaması

Peygamberimizin Kur’ân kıssalarını nasıl ha-

yatına uyarladığını şu birkaç örnekte görmemiz

mümkündür:

Mekke fethinde Peygamberimiz, Kâbe’nin et-

rafında toplanan insanlara, Bugün size Yûsuf’un

kardeşlerine söylediğini söylerim, demiş ve “Bu-

gün size kınama ve başa kakma yoktur”5 âyetini

okumuştur. O bu uygulamasıyla yıllar önce

Mekke’de inen suredeki bu âyeti yıllar sonra gün-

deme getirmiştir.

İfk olayında iftiraya uğrayan Hz. Aişe peygam-

berimize ve ana-babasına şöyle demişti: “Vallahi

ben, kendim ve sizin için Hz. Yakub’un oğulları

ile olan misalinden başka getirecek misal bula-

mıyorum. Nitekim o zaman Yakub şöyle demiş-

ti: ‘Artık bana düşen güzelce sabretmektir. Sizin

şu söylediklerinize karşılık yardımına sığınıla-

cak olan ancak Allah’tır.”6

Ömrünün son anlarında hasta yatağında olan

Peygamberimiz, yanındakilere “Ebubekir’e söy-

leyin, namazı kıldırsın”, buyurunca Hz. Aişe ve

Hz. Hafsa annelerimiz, “O çok yufka yüreklidir,

Ömer’e söyleyelim namazı o kıldırsın!” diye iti-

raz ettiklerinde Peygamberimiz “(Aykırılıkta ve

birbirinizle kafa kafaya vermede) sizin durumu-

nuz, Yûsuf’un yanındaki saray kadınlarının du-

rumu gibidir!” buyurarak onlara yine Yûsuf kıs-

sasını hatırlatmıştı.

Görüldüğü üzere Peygamberimiz ve sevgili eşi

Yûsuf kıssasını hep gündemde tutmuşlar ve onu

hayatlarına uyarlayarak okumuşlardır.

1 3/Âl-i İmrân, 62.2 18/Kehf, 13.3 7/A’râf, 176.

4 12/Yûsuf, 111.5 12/Yûsuf, 92.6 12/Yûsuf, 18.

*Prof. Dr.

Dipnot

gün ve yarınlarda yaşanılabilecek şeylerdir. “Şüp-

hesiz bu anlatılanlar gerçek olaylardır. Allah›tan

başka tanrı yoktur. Doğrusu Allah güçlüdür,

hâkimdir.1 Ashâb-ı Kehf’in olayını sana Biz ger-

çek olarak anlatıyoruz. Onlar Rablerine inanmış

birkaç gençti.”2

Ashâb-ı Kehf Kıssası

Sayılan bu hikmetleri, Kur’ân’ın tek bir surede

anlattığı en gizemli kıssalardan biri olan Ashâb-ı

Kehf kıssasında şöylece görebiliriz:

Ashâb-ı Kehf, müşrik olan babalarına karşı

gelmiş, onların güdümüne girmekten çekinerek

yaşadıkları imkânları ve evlerini terk edip bir ma-

ğaraya sığınmış bir grup gençti. Bu gençlerin kaç

kişi oldukları (üç mü beş mi yedi mi, onların kaç

kişi olduklarını en iyi Rabbim bilir.), isimlerinin

ne olduğu, terk ettikleri şehrin neresi olduğu, sı-

ğındıkları mağaranın nerede bulunduğu, mağara-

da kaç yıl kaldıkları (üç yüz yahut üç yüz dokuz yıl

mı, onların ne kadar kaldıklarını en iyi Allah bi-

lir.), uyutulup uyandırıldıktan sonraki akıbetleri-

nin ne olduğu açıkça Kur’ân’da anlatılmaz. Olayın

tarihi, hangi hükümdar zamanında yaşandığı da

kıssada geçmez.

Kıssa, Ashâb-ı Kehf’in, mağaraya sığınmala-

rıyla başlar. Ondan öncesi anlatılmaz. Sözgelimi

müşrik babalarına ve toplumlarına rağmen, onla-

rın kimin vasıtasıyla nasıl hidâyete erdikleri, yaş-

larının, toplumdaki konumlarının, adlarının ne

olduğu anlatılmaz. Üstelik Kur’ân, onların sayıla-

rı ve mağarada kaldıkları süreyi tartışanları eleş-

tirir. Elbette bu bilgiler kıssa ile sunulmak istenen

mesajın anlaşılmasına katkıda bulunsaydı Kur’ân

onları söylemekten çekinmezdi. Ancak bunlar ay-

rıntı bilgilerdi. Kıssa içerisinde onlara yer veril-

seydi kıssa olduğundan fazla uzayacak ve okuyu-

cuların dikkati dağılacaktı.

Kur’ân’ın bu kıssa ile vermek istediği en temel

mesajlar, “Yüce Allah’ın olmazları olduran erişil-

mez kudrete sahip olduğu, ölüleri diriltmeye de

kadir olduğu, en olumsuz şartlarda bile insan-

ların isterlerse hakikati bulabilecekleri, yoluna

adanmış olanları Yüce Allah’ın sahipsiz bırak-

mayacağı, Mekke’deki tevhîn mücadelesinde zor

zamanlar yaşayan Peygamberimiz ve sayıca az

Müslümanların sabırlı ve kararlı olmalarının ge-

rektiği” gibi konulardı. Kıssayı okuyan kimse, bu

mesajları net bir şekilde görebilmektedir. Şâyet

kıssada Ashâb-ı Kehf’in yaşadığı yer, yaşadıkla-

rı zaman, mağaralarının bulunduğu yer, sayıları,

isimleri ve mağarada kaldıkları süre açıklanmış

olsaydı, okuyucu bu ayrıntılara takılıp kalacak,

asıl mesajlardan kopacaktı. Kur’ân ise, bu eşsiz ve

özgün üslubu ile buna izin vermemektedir.

Anlatmadaki Temel Hedef

Kur’ân, kıssa anlatmadaki temel hedefini net

bir şekilde şöyle vurgular:

“Bu kıssayı anlat, belki düşünür öğüt alırlar.”3

“Elbette onların hikâyelerinde akıl sâhipleri

için ibret vardır.”4

Kur’ân, çoğu zaman bir kıssayı bölümler halin-

de farklı surelere serpiştirerek anlatır. Sözgelimi

Kur’ân’da en fazla gündeme getirilen Hz. Musa ve

İsrailoğulları kıssası, farklı kesitleriyle Kur’ân’ın

pek çok suresinde sunulur. Bazen kıssanın aynı

kesitleri, farklı surelerde tekrarlanır. Dikkat-

li okunduğunda bu tekrarların birbirini tamam-

layan anlatımlar olduğu, her tekrarın bulunduğu

yerde farklı mesajlar içerdiği görülür. Ama yüzler-

ce âyete konu olmasına rağmen İsrailoğulları kıs-

sasında yine ayrıntılar yer almaz. Kıssanın zama-

nı, yaşandığı yerler, Hz. Musa, Hz. Hârûn, Sâmirî,

Fir’avun gibi bir kaç kişi dışında kıssadaki kahra-

manların adları kıssada geçmez. Meselâ, ilmiyle

amel etmeyen ve kaynaklarda adının Bel’am ol-

duğu söylenen kişinin adı, Fir’avun’un iman eden

eşinin adı, Fir’avun’un kavminden iman eden

kimsenin adı kıssada geçmez.

Yine tek bir surede anlatılan en uzun kıs-

sa olan, Kur’ân’ın deyişi ile “kıssaların en güze-

li” Yûsuf kıssasında pek çok insan tipinden bah-

sedilir. Ancak bu isimlerden Hz. Yakub ve Hz.

Yûsuf dışında hiç kimsenin adı geçmez. Meselâ,

Yûsuf’un kardeşlerinin isimleri, onu kuyudan çı-

Page 7: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

11Şubat 201310 11

Hulûsi Kalb’denHüseyin ALPSOY

NİDEYDİM

ÂLEMİ

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Haz-

retleri, tasavvufî düşüncesiyle hep

gönüllere hitap etmiştir. Sâliklere

yol gösteren mürşid kimliğiyle şiiri insanları doğ-

ruyola götürmekte bir araç olarak kullanmıştır.

Üzerinde duracağımız “olaydım yâr” redifli ga-

zeli de Dîvân’ındaki bu seslenişin güzel örnekle-

rinden birisidir. Gazelin tamamında hissedilen

‘Sevgili’nin, kavramlar ve maddeler üstü gerçek

bir ‘Sevgili’ olduğu anlaşılmaktadır.

Ediplerin yegâne gâyesi kimi zaman yalnız-

ca sanatlı söz söylemek olmuştur. Ancak tasavvuf

ehli olan ediplerin şiire, söz söyleme gayesinin dı-

şında daha yüce gayeler yüklediklerini görürüz.

Necip Fazıl gibi kimi şairler söz söylemeyi ancak

bir ‘çelik çomak’ olarak görmüşler. Ve asıl gâyenin

gerçek sevgiliyi anlatmak olduğunu ifade etmiş-

lerdir. Canı bir kenara koyan Hak ehli kimselerin

bütün gâyesi ise Cânân olmuş ve hep ona kavuş-

manın yollarını aramışlardır.

Kurbânın Olaydım Yâr

N’ideydim âlemi âlemde hayrânın olaydım yâr

N’ideydim âdemi âdemde kurbânın olaydım yâr

( Ey ) Yâr ne yapayım âlemi, (bu) âlemde (se-

nin) hayrânın olaydım (bana yeter), ( Ey ) Yâr

ne yapayım âdemoğlunu (onlar içinde) senin

kurbânın olaydım ( bana yeter).

Âlem, sözlüklerde dünya, cihan, kâinat anlam-

larıyla kullanılır. Ancak tasavvufî mânâda Allah’ın

yaratmış olduğu herşeydir.1 Bu nedenle dünya,

klasik Türk edebiyatında âşık açısından, fânî ve

yalan oluşu sebebiyle itibar edilmemesi gereken

yer olarak ifade edilir.2 Hulûsi Efendi âlemi, Allah

tarafından yaratılmış ve seyriyle gönüllerde O’na

duyulan hayranlığı arttıracak bir mekân olarak

algılamıştır. İlk beyitte bizlere seyr-i sülûkdaki

önemli iki aşama anlatılmaktadır. Birinci basa-

mak cemâl seyri ile hayran olmak, ikinci basamak

mazhar olduğu bu cemâl seyri neticesinde varlı-

ğından tecerrüd ederek fâni olmaktır.3 İlk mısrada

ifade edilen hayranlığı, ikinci mısrada kurban ol-

mak şeklinde kendini feda etme sûretiyle bir adım

öteye taşır. Zaten şiir boyunca bir âhenk unsuru

olarak kullanılan “N’ideydim” ifadesi, Allah’dan

gayrı herşeye gönlü kapalı bir Hak dostunun sa-

mimi yakarışıdır.

“Kurbân olmak” ifadesi kendini fedâ etme biçi-

minde düşünüldüğü zaman, bizleri Hz. İbrahim’in

Hz. İsmâil’i kurban etmesi olayına götürür. Çünkü

Hz. İsmâil de nefsinden fedâkârlık ederek tered-

düt etmeden bıçağın altına yatabilmiştir. Hulûsi

Efendi’de insanlar içinde kendini Yâr için fedâ

edebilecek bir insan olmayı ister. Böylece sevgili

için fedâkarlığın sınırlarını Hz. İsmâil’in teslimi-

yetiyle birleştirir.

Sana Seyrân Olaydım Yâr

N’ideydim hûr u gılmânı n’ideydim bâğ-ı Rıdvânı

N’ideydim başka seyrânı sana seyrân olaydım yâr

(Ey) Yâr ne yapayım hûri ve gılmanı, ne yapa-

yım Rıdvân Cennetini, ne yapayım başka (şeyle-

rin) seyrini seni seyretseydim (bana yeter).

Beyitte ifade edilen huri, gılman ve Rıdvan

bahçesi cennet ile ilgili ifadelerdir. Hulûsi Efen-

di cennet ile ilgili varlıkları söyleyerek bütün bun-

Page 8: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Şubat 201312 13

ların Allah’ı seyretmekden daha değerli olmadı-

ğını ifade etmiştir. Çünkü bir hadisde cennette

Allah’ın mü’minler ile görüşeceği “Adn Cennetin-

deki, mü’minlerin Allah’la görüşmelerine Allah’ın

mübarek yüzündeki Kibriyâ örtüsünden başka

hiçbir şey engel olmaz “4 şeklinde ifade edilmiştir.

Hulûsi Efendi söyleyişini bu hadise dayandırarak

oradaki Cemâlullâh seyrinin herşeyin üstünde ol-

duğunu ifade eder.

Hulûsi Efendi’nin söyleyişi akıllarımıza Yunus

Emre’nin “Cennet cennet dedikleri birkaç köşkle

birkaç huri/ İsteyene ver sen anı bana seni gerek

seni”5 şiirini getirmektedir. İki ifadeyi alt alta koy-

duğunuzda tasavvuf ehlinin cennette bile yalnız-

ca vuslat-ı yâr ile meşgul olmak istedikleri görül-

mektedir.

Sana Mihmân Olaydım Yâr

N’ideydim devlet-i câhı n’ideydim izzet-i şâhı

N’ideydim mihr ile mâhı sana mihmân olaydım yâr

(Ey) Yâr ne yapayım makamın yüceliğini, ne

yapayım padişahlığın izzetini, ne yapayım ay ile

güneşi (yalnızca) sana dost olsaydım (bana yeter).

Bir önceki beyitte cenneti bile Allah’ın seyri-

nin karşısında önemsemediğini ifade eden Hulûsi

Efendi, bu beyitte sevgiliyle dost olmayı dünya

saltanına ve hatta ayın ve güneşin hakimiyetine

bile değişmeyeceğini ifade ediyor.

İkinci mısrada ayın ve güneşin hakimiyeti me-

selesi bizi çok farklı yerlere götürmektedir. Hulûsi

Efendi (k.s.) Allah’ın dostu olmak yolunda Hz.

Muhammed (s.a.v.)’in sadakatini kendinde ör-

nek aldığını söylemektedir. Samimi bir mü’minin

ulaşmak istediği yegâne makam ise zaten Hz. Mu-

hammed (s.a.v.)’in yaşantısıyla göstermiş oldu-

ğu çizgidir. Ay ve güneşin hakimiyetine karşılık

Allah’ın dostluğunu seçmek bize Hz. Muhammed

(s.a.v.)’in yaşantısından bir kesiti hatırlatmakta-

dır. Mekke’de tebliğe ilk başladığı sırada Mekke

müşrikleri Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yanına ge-

lerek, davasından vazgeçmesi karşılığında her is-

tediğini ve hatta Mekke’nin hakimi olmasını teklif

ederler. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in ise “Sağ elime

güneşi, sol elime ayı koysanız yine de davâmdan

vazgeçmem.” dediği ifade edilmektedir. Hulûsi

Efendi kendine çizmiş olduğu çizgide Allah’a dost

olma yolunda Hz. Muhammed (s.a.v.)’i rehber al-

dığını ifade etmek istemiştir.

N’ideydim yâr u ağyârı n’ideydim bülbül-i zârı

N’ideydim gül ü gül-zârı sana giryân olaydım yâr

(Ey) Yâr ne yapayım yâri ağyârı, ne yapayım

inleyen bülbülü, ne yapayım gülü gül bahçesini,

(senin için) gözyaşı dökseydim (bana yeter).

Hulusi Efendi beyitte dünyadaki gerçek sevgi-

liyi de işin içine katarak anlamı kuvvetlendirmiş-

tir. Ehl-i aşk için amaç her zaman gerçek sevgi-

lidir. Gerçek sevgilinin dışındaki bütün sevgiler

fânîdir. Beyitte inleyen bülbül, gül ve gül bahçe-

sinden söz edilmektedir. ‘Gül’ ifadesiyle bir çok

çağrışım yapılabileceği gibi, burada asıl ifade edil-

mek istenen dünyadaki sevgilidir. Gül bahçesi ise

yaşadığı muhiti ifade etmektedir. İnleyen bülbül

ise sevgili için âh u efgân eden âşıklardır. Hulûsi

Efendi bütün bu dünyalık aşk hengâmesinden öte

samimi bir mü’min olarak Allah için gözyaşı dök-

menin öneminden bahsetmektedir.

Ayrıca gönül gözü, maddî gözün göremediği

esmâ tecellîlerini görür, hayrân olur, ilâhî güzelli-

ğe duyduğu özlemle hüzne gark olarak maddî göz-

den yaş akıtır.6 İkinci mısrada dünyalık olan sev-

gilerden geçen ve gerçek sevgiliyi temâşâ eden

Hulusi Efendi’nin giryan olmak istemesi bu ne-

denledir.

N’ideydim yârın olsaydım n’ideydim varın olsaydım

N’ideydim zârın olsaydım sana nâlân olaydım yâr

(Ey) Yâr ne yapayım yârın olsaydım, ne yapa-

yım varın olsaydım, ne yapayım zarın olsaydım,

sana nâlân olsaydım (bana yeter).

Kul her zaman Allah’ı ister. Ancak Allah’ın

da kulu istemesi önemlidir. Beyitde ‘Ben senden

râzıyım, Sende benden râzı ol’ söyleyişinin bir

başka şekliyle karşılaşırız. Âşık, Allah için var ol-

manın, yâr olmanın, zâr olmanın çok ötesinde bir

şey istemektedir. O’nun için nâlân olmak. O’nun

yolunda gece gündüz gözyaşı döken âh u efgân

eden olmak ister.

N’ideydim zülf-i leylâyı n’ideydim çeşm-i şehlâyı

N’ideydim başka sevdâyı sana sûzân olaydım yâr

(Ey) Yâr ne yapayım Leylâ’nın zülfünü, ne ya-

payım şehlâ bakışlı gözleri, ne yapayım başka

sevdâları, (senin aşkınla) yansaydım (bana yeter).

Hulûsi Efendi beyte, sevgiliye ait güzellik un-

surlarını sayarak başlamıştır. Böylece dünyalık

sevgililerin hiçbir husûsiyetinde gözü olmadığı-

nı, asıl meselesinin gerçek sevgili olan Allah’ın aş-

kıyla yanmak olduğunu anlatmıştır. Ayrıca beyitte

zülf ve leylâ kelimelerinin aynı terkib içinde kul-

lanılması önemlidir. Leylâ’nın kelime anlamı ka-

ranlık gecedir. Klasik Türk edebiyatında saç da

her zaman siyah olarak hayâl edilir. Aynı zaman-

da saç tasavvufta kesreti ifade etmektedir.7 İki si-

yah unsurun yanyana getirilmesi bizlere kesretin

yoğunluğunu ifade etmektedir. Sâlikin kalbi kes-

ret, ya da mâsivâ demek olan saça dolandıkça

vahdete ulaşması zorlaşır.8 Hulusi Efendi vahdet

yolundan uzaklaştıran bütün mâsivâya gönlünün

kapalı olduğunu vurgulamıştır.

N’ideydim şânına lâyık Hulûsî’n olmasa âşık

N’ideydim olmayı ayık sana mestân olaydım yâr

(Ey) Yâr ne yapayım Hulûsi’n senin şânına

lâyık âşık olmasa, ne yapayım ayık olmayı, (senin

aşkınla) sarhoş olaydım (bana yeter).

Hulûsi Efendi âşık olsa bile sevgilinin şânına

lâyık âşık olamamaktan korkmaktadır. Ayrı-

ca ‘Hulûsi’n’ ifadesiyle liyâkati vurgulamaktadır.

Hulûsi Efendi aşk âleminde mest olmayı istemek-

tedir. Zaten bu durum seyr-i sülûkda bir maka-

mın karşılığıdır. Beyitte dikkat edilmesi gereken

bir diğer husus âşığın mestlik makamında olma-

sı. Çünkü âşık ancak mest olunca gerçek âşıklık

makamına ermiş demektir. “Mest olmak” gönlün

ilâhî aşkla kuşatılıp başka hiçbir varlığa nazarını

çevirip bakmaması hâline denir.9 Gönül aşk şara-

bıyla sarhoş olunca artık hayret makamına var-

mış demektir. Ve bu makama varan kişinin gözü

Zât-ı Ulûhiyetten başka birşey görmez. Artık son

beyitte en yüce makama erişmeyi arzulamakta-

dır. Adeta nefsin yedi makamı gibi Hulusi Efen-

di de yedi beyitli bu gazelinde aşkın yedi makamı-

na dikkatlerimizi çekmek ister. Ve her makamda

‘N’ideyim’ ifadesiyle Allah’dan gayrı herşeyden

vazgeçtiğini ifade etmek istemiştir. Allah bes gay-

ri heves...

1 Pala İskender, Ansiklopedik Divan şiiri Sözlüğü, âlem maddesi, L&M Yayınları, 2002, İstanbul

2 Kurnaz Cemal, Hayâli Bey Divânı Tahlili, Kurgan Edebiyat Yayınları, 2012, Ankara, s.82

3 Kaplan Mahmut, Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Divânında Gönül ve Aşka Dair, Nasihat Yayınları, 2012, Ankara, s.112

4 Sahîh-i Buhârî, Kitabu’t-Tevhid, “Vucuhun Yevmeizin Nazire” bö-

lümü, c.4, s.191; Sahih-i Müslim, Kitabu’l-İman, “İsbâtu Ru’yeti’l-Mü’minîn Fi’l-Ahireti Rabbehum” bölümü, hadis: 296.

5 Toprak Burhan, Yunus Emre Diva-nı, İstanbul, 2006, s.18

6 Kaplan Mahmut, a.g.e. s.507 Kurnaz Cemal, a.g.e. s.8 Kaplan Mahmut, a.g.e. s.519 Kaplan Mahmut, a.g.e. s.64

Dipnot

Page 9: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

15

KARAHİSAR KALESİ VE

Şubat 201314

Afyon se-

r i n l i ğ i n

ve derin-

liğin adresidir. Öteki adıyla Af-

yonkarahisar… Ege’nin bağrın-

daki ince ve saf güzelliğin serin

rüzgârlarla söyleştiği şehir. Bü-

yük İskender’den bu yana nice

kültür ve medeniyetin bayraklaş-

tığı ve geçmişin geleceğe fısıltılı

türküler söylediği efsunlu diyar.

Sultan Alpaslan’ın Malaz-

girt’i düşlerinin başkentinden

çıkarıp Anadolu’yu gönül yur-

du haline getirişinin ardında

motif motif Türk yurdu olma-

ya adanan şehirlerin başında

gelir Afyon. Sultan 1. Mesut’un

emriyle şehrin sarp dağları-

nın eteklerine Karaşar Türk-

lerinin yerleşmesiyle kendini

vatan olmaya adayan ve bağ-

rında Alple-

rin, Erenlerin

otağ kurdu-

ğu bir ak

şehir ol-

m a k

i ç i n

ayağa kalkan şehirdir Afyon-

karahisar!

Selçuklu vezirlerinden Sahip

Ata Fahrettin Ali’nin ‘sahip’ ün-

vanı nedeniyle “Karahisar- ı Sa-

hip” diye de bilinen bu güzel şe-

hir sık sık meydan savaşlarına

sahne olmuş ancak son nefesi-

ni hep hürriyetten yana sakla-

mıştır.

Afyon Çok Ötelerden Gelen Bir Zaferler

Sağanağıdır

Vezirin Karahisar’ı ne denli

bahtı kara olsa da bir ak düşün

yolunda istikametini Kutalmı-

şoğlu Süleyman Şah ve Alaattin

Keykubat’ın izine düşürmüştür

bütün yollarını.

Karahisar Kalesi’nden şehre

bakarsanız şayet binbir güzel-

lik ve efsun sizi kucaklaya-

cak ve asla tahmin edeme-

yeceğiniz bir cazibenin

seline kapılacaksınız.

Ova ova sizi çağıran

Şehir Güzellemesi

Meryem Aybike SİNAN

Page 10: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

17Şubat 201316

bir şehir bulacaksınız gözleri-

nizin aynasında. Afyon Ova-

sı, Sandıklı Ovası, Gül Ovası,

Çamur Ovası, Şuhut Ovası gel

diyecektir size.

Ve Ansızın Orada Bulacaksınız

Kendizi Belki de…

Karahisar kalesi bir dağın

öteki adıdır belki de… Sultan

Dağları, Ak Dağ, Emir Dağla-

rı, Kumalar Dağı, Ahir Dağı,

Kızılçal Dağı, Paşa Dağı, Ka-

sım Dağı, Kirseli Dağı, Asar

Dağı Eyerli Dağı, duman du-

man göklere yükselmektedir

huzurun güvertesinde. Ve bir

aşığın yanık sesi Emir Dağ’ına

seda vermektedir dosta düş-

mana inat:

Emirdağ’dan bir geçmeyinen yol olmaz

Altın yere düşmeyinen pul ol-maz

Fadime’mi sevmelere doyulmaz

Al bohçanı tut yaylanın yolunu

Afyonkarahisar, gölleriy-le de göz ve gönül doldu-ran bir güzellikler manzume-sidir. Göl göl kendini suyun sevdasına kaptırmış bir şeh-rin görkemi ve gururu vardır Afyonkarahisar’da…

Akşehir Gölü, Eber Gölü, Karamık Gölü, Acı Göl ve Işık-lı Göl de geçmişinin özlemiyle ağır aksak bir şarkının beste-si gibidir uzun vakit söylenme-yen. Şifalı suların başkentidir Afyonkarahisar. Termal tesis-

lerin bin bir çeşidi her dem ge-lenin gidenin gönlünü fethet-menin sancısını çekmektedir. Sıcak suyun huzuru buhar bu-har misafirlerinin yolunu göz-lemektedir.

Ve mutfaklarımızın tezgâh-

larına konan beyaz güvercin

“mermer” en çok bu şehrin elle-

rine tutuşturulmuş bir özge ar-

mağandır Allah vergisi. Bem-

beyaz mermerler bu şehrin alın

yazısıdır adeta.

Afyon Mutfağı da Bir Zenginlikler

Abidesidir

Haşhaş, kaymak, sucuk, su-

cuk döneri, lokum, patatesli ek-

mek, ekmek kadayıfı, merci-

mekli bükme, pişi, mutfaktaki

güzelliklerin damak adı ve da-

mak tadıdır. Çullama köfte, sulu

köfte, sırt dolması, göce köf-

tesi, keşkek, arabaşı, ağzıaçık,

ikiz börek, katmer, ocak bükme-

si, şepit, cızdırma, cücü, çörek,

nohut çöreği sofraya destursuz

oturmaktadır. Dolama, ev ha-

muraşı ev makarnası, nuska ha-

muraşı, sakala çarpan, velense

hamuraşı, miyane çorbası övme,

peksimet, ak pide, haşhaşlı pide,

katıklı pide, yalım pidesi, halka

pişi, lokma pişi gibi sayısız ye-

mek misafirlerinin yoluna bak-

maktadır.

Karahisar Kalesinden şehre

baktığınızda neler neler görür ve

neler düşünürsünüz! Milli Mü-

cadelenin son perdesini oyna-

dığı ve buraya kadar dediği şe-

hirdir Afyon. Büyük Taarruz’un

altın meydanı, Kocatepe’nin zir-

vesidir. Bir devrin kapandığı ve

yeni bir devrin kalelerden ovala-

ra indiği meydandır Afyon.

Yıkılmayan Kale

“Karahisar kalesi yıkılır gi-

der” dese de türküler Afyon’da

hiçbir kale yıkılmamıştır ger-

çekte. Camileri gibi kaleleri de

ayaktadır bu düşünceli kentin.

Ulu Camii, camilerin en eskisi ve

en kıdemlisidir eskimeyesi. Sel-

çukludan bu yana gökleredir bü-

tün mesaisi. İmaret Camii, Mısri

Camii, Ot Pazarı Camii, Yeni Ca-

mii, Mevlevi Camii, Sandıklı Ulu

Camii, Sinan Paşa Camii, Rüs-

tem Paşa Camii menzil menzil

dualarını ol büyük dergâha re-

van kılmanın huzuru ve sükûnu

içinde yüzyıllara meydan oku-

maktadır.

Ve Sultan Divani Mevleviha-

ne müzesinin billur gibi manevi

atmosferini solumadan Afyon-

dan çıkılmaz! Bir rüya denizin-

de söylenecek ve dinlenecek söz-

leriniz varsa şayet, zaman henüz

tükenmediyse, yollar bitmediy-

se, umutlarınız varsa ve siz yola

revan olacak vaktin efkârında

iseniz buyurunuz yolunuzu

Afyonkarahisar’a düşürünüz.

Karahisar Kalesinden zama-

nın dehlizlerine uzanınız. Af-

yonkarahisar aslında yanı ba-

şınızdadır. Dönüp bakarsanız

şayet…

Bekir SARI

Page 11: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

19Şubat 201318 19

KADIN

SÛFÎLER

İlk dönem sûfî kadınlara “âbide”,

“zâhide”, “sâliha”, “kânita” ve

“sâiha” gibi adlar verilmektedir.

Bu adlandırmalar Kur’ân-ı Kerim’de mü’min ka-

dınlar için serdedilen sıfatlardır. İslâm tarihi bo-

yunca bu niteliklere sahip ka-

dınlara saygı duyulmaktadır.

İslâm toplumlarında Müslü-

man kadınlar, bu vasıftaki ha-

nım sûfîlere imrenmiş ve onları

kendilerine örnek almışlardır.

Marifet ve irfân sahibi bu ka-

dınları hiç kimse küçük gör-

memiş, hafife almamış, tersine

herkes onlara hürmet etmiş ve

dualarını almak için çalışmış-

tır. Sülemî Zikru’n-Nisveti’l-

Muteabbidâti’s-Sûfîyye isimli

eserinde, İbnu’l-Cevzî Sıfâtu’s-

Safve isimli eserinde bu zâhidelerin faziletleri,

meziyetleri, ahlakları, dindarlıkları hakkında ge-

niş bilgiler vermişlerdir.1

Bahsedilen niteliklere sahip sûfî kadınlar, hem

İslâmiyet’i daha iyi anlamaya çalışıyor, hem de

dinî hayatı samimi bir şekilde yaşayarak mânevî

tecrübe sahibi oluyor, zihin ve gönül âlemlerini

zenginleştiriyorlardı. İslâmiyet’i uygulayarak ve

yaşayarak etrafındakilere sunuyor, pek çok kadın

ve erkek feyiz almak için onların çevresinde top-

lanıyor, öğütlerini can kulağıyla dinliyor, menkı-

belerini birbirlerine anlatıyorlardı. Bunlar ilk defa

Basra’da, Şam’da, Bağdat’ta ve Horasan’da görül-

müşlerdi.2

Sûfî hanımlardan birçoğu evlenmiş, çocuk sa-

hibi olmuş, iyi bir eş ve aile kadını olarak tanın-

mış, eşini mutlu etmek için elinden geleni yapmış-

tır. Eşlerine sadâkat kadar, eşlerinin hukûkuna

riâyette de onların hassas davrandıkları görül-

mektedir. Öyle ki, hamur yoğururken kocasının

ölüm haberini alan sûfî bir kadının ellerini ha-

murdan çekip, “Bundan sonra mirasçıların bu ha-

murda hakları vardır, bunu tek başıma sahiplen-

mem helal olmaz.” şuurunda hareket ettiği rivâyet

edilmektedir.

Sûfî kadınların bir kısmı melâmî meşrep isim-

lerdi. Gönüllerine düşen ilâhî muhabbet ateşiyle

yanar tutuşurlar, ama sermestlik hallerini delilik

perdesiyle örterler, bu hallerini çevrelerindekile-

re delilik şeklinde yansıttıklarından halk onları

divâne/mecnûne zannederlerdi.

Kaynaklarda bahsedilen sûfî kadınların bir di-

ğer özelliği takva ehli, kerâmet ve keşf sahibi ol-

malarıdır. Bunların her biri bağrı yanık ve içli ka-

dınlardır. Gönüllerinden kopup Hakk’a yükselen

samimi duaları, niyazları, yakarışları ve müna-

catları bulunmaktadır. Bu tür yakarışlarıyla onlar

Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*

“Râbiatu’l-Adeviyye Allah’a olan sevgisinden dolayı,

ibadetlere mukâbil cennet beklentisini, efendisine

ücret karşılığı hizmet eden bir hizmetçi konumuna

düşmek olarak görmüştür. Yine o nefsânî aşkla ilâhî

aşkı dikkatlice ayırmış ve Allah sevgisine engel olan

her türlü sevgiyi Hakk’a perde olarak görmüştür.”

Page 12: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Şubat 201320 21

bütün velilere örnek, Allah’a giden yolda rehber

olmuşlardır.3

İşte böylesi nitelikleri ile tanınan hanım

sûfîlerden birkaçını burada ele almak ve değer-

lendirmek istiyoruz:

1. Râbiatu’l-Adeviyye

Basralı büyük bir Allah dostudur. Hicri

95//705 yılında doğmuş,185/801 yılında vefat et-

miştir. Râbiatü’l-Adeviyye, gönlünü dünya varlık-

larından arındırmış ve ilâhî tecellîlerle doldurmuş

bir Hak dostudur. Râbiatu’l-Adeviyye kutsallığın

yalnızlığına bürünmüş, ihlâs örtüsü ile örtünmüş,

aşk ve özlemle tutuşmuş, Allah’ın birliğinde yok

olmuş, herkesin İkinci Lekesiz Meryem diye tanı-

dığı “İlk zâhidlerin öğretilerine Ben’in yok olduğu

aşk unsurunu getiren, sûfîliğe de gerçek tasavvuf

rengini veren kimse” diye tanınır.4

Râbiatu’l-Adeviyye bekârdı.5 Halktan bir şey

de almazdı. Kendisine bir şeyler gönderenleri,

“Benim dünyalığa ihtiyacım yok.” diyerek geri çe-

virirdi. Yaşı sekseni aşmış olmasına rağmen kim-

seden yardım almaz kendi kendine yürümeye ça-

lışırdı. Duasını almak, öğütlerini dinlemek ve

öğrencisi olmak için çevresinde hayranları topla-

nırdı. Tasavvufta büyük isim yapmış olan Mâlik b.

Dînâr (ö.131/748), Rebahü’l-Kaysî (ö.?), Şakîk-i

Belhî (ö.194/809) ve Süfyân-ı Servrî (ö.161/777)

bunlardan birkaçı idi.

Râbiatu’l-Adeviyye’ye göre tasavvufun esası

sevgidir. Onun geliştirdiği tasavvufî hayat, sevgi

ağırlıklıdır. Allah’ı zâtından dolayı severek dün-

yadan el-etek çekmek ve yalnız O’nun cemâlini

temâşâya gönül vermektir. Bu özelliğinden do-

layı Râbiatu’l-Adeviyye, sıcak bir aşktan kay-

naklanan vuslatı tadan ve Allah aşkına koyulan

bir zâhide idi.

Râbiatu’l-Adeviyye Allah’a olan sevgisinden

dolayı, ibadetlere mukâbil cennet beklentisini,

efendisine ücret karşılığı hizmet eden bir hizmet-

çi konumuna düşmek olarak görmüştür.6 Yine o

nefsânî aşkla ilâhî aşkı dikkatlice ayırmış ve Allah

sevgisine engel olan her türlü sevgiyi Hakk’a per-

de olarak görmüştür.7

Kısaca Râbiatu’l-Adeviyye yaşantısı, ahlakı,

söylemleri, tutum ve davranış-

ları ile kadın sûfîlerin gözdesi

olmuş. Hak erenliğinin cinsi-

yete dayalı değil erdem ve kur-

biyete bağlı olduğunu göster-

miştir.

2. Hafsa binti Sîrîn

Sekizinci ve dokuzuncu

yüzyıllarda Basra’daki par-

lak ruhânî kişiliklerden biri

olan Hafsa binti Sîrîn, en eski rüya yorumcula-

rından Muhammed b. Sîrîn’in kız kardeşidir.8

Hafsa ibadeti, zühdü ve fıkıh bilgisiyle şöhret

bulmuş, hârikulâde hal ve kerâmetlere sahip

bir kadındır.9 Muhammed b. Sîrîn, Kur’ân’la il-

gili yorumlar için insanları kız kardeşine yol-

lardı. Kendisi de evliyâdan olan anneleri on-

ları çok büyük bir özenle yetiştirmiştir. Hafsa,

riyâzet konusunda da son derece yetkin bir ki-

şidir.10

Farz ibadetlerin yerine getirilmesinde taviz-

siz davranan Hafsa Hatun, müstehapları işle-

meyi de âdet edinen ve kendini İslâmî ilimlere

vakfetmiş bir kadındır. Hafsa Hatun’un şöy-

le öğüt verdiği söylenir: “Ey gençler toplulu-

ğu! Henüz genç iken nefislerinizi terbiye edin!

Zira ben hakikî amelin ancak gençlikte yapılan

ameller olduğuna inanıyorum.”11

3. Nîşâbûrlu Fâtıma

Nîşâbûrlu Fâtıma, Ahmed Hadraveyh’in zev-

cesidir. Zünnûn-ı Mısrî ondan “üstad” diye bahse-

der. Bâyezîd-i Bestâmî ve Cüneyd-i Bağdâdî, onun

üst düzey söylemlerine ve yüksek mânevî hallerle

hallenmiş olmasına hayranlık duyarlar.12 Bâyezîd-i

Bistâmî şunları söyler: “Ömrümde bir erkek, bir

kadın gördüm, bu kadın Nîşâbûrlu Fâtıma idi.

Mânevî yolculuğumda hiçbir menzilden Nîşâbûrlu

Fâtıma’ya söz açmadım ki o, bu menzile daha evvel

varıp onu apaçık görmemiş olsun.”13

4. Hakîm Tirmizî’nin Eşi

Hakîm Tirmizî’nin hayatı boyunca gerçekleş-

tirdiği tasavvufî deneyimlerinde eşi kendisine

önemli ölçüde destek vermiştir. Tirmizî, eşinin

kendisi ile ilgili gördüğü rüyalara önem vermiş ve

bunlardan hareketle tasavvufî makamı hakkında

bazı çıkarımlar yapmıştır. Hatta ona göre bu rü-

yaların en isabetli ve doğru tabirlerini eşi yapmış-

tır.14 Bu durum Tirmizî’nin hanımının tasavvufî

hayata aşina olup eşi gibi bu hayatın içinde yer al-

dığına işaret etmektedir. Ayrıca, tasavvufî yolcu-

luğunda eşinin Hakîm Tirmîzî’ye destek olmanın

yanında onun üzerinde tıpkı annesi gibi yönlendi-

rici bir rol de oynamıştır.15

5. Nîşâbûrlu Ayşe

Nîşâbûrlu Ayşe, “Yaratandan ötürü yaratılanı

sevmek” ilkesindeki sevgi ve hoşgörünün kayna-

ğı olan sûfî bir hanımdır. Onun velâyet çizgisin-

de insaniyet, insan sevgisi ve bütün yaratılmışlara

şefkat öncelikli rol oynamaktadır. Ona göre tasav-

vuf, “Allah’ın emirlerine saygı ve bütün yaratıkla-

ra şefkattir.” 16

6. Râbiatü’eş-Şâmiyye

Râbiatü’ş-Şâmiyye Ahmed İbn Ebi’l-Havârî’nin

eşidir. İbn Ebi’l-Havârî eşinin sahip olduğu mânevî

makamdan haberdâr olup kendisine çok hürmet

göstermiştir. Karısının faziletleri ve sahip olduğu

yüksek vecdi vesîlesiyle saygınlık kazandığını dü-

şünmektedir.

7. Meymûne es-Sevde

Kûfe’de yaşayan sûfîlerden Rebî’ İbn Heysem’e

yakaza halindeki bir müşâhedesinde, cennet-

te kendisine Meymûne es-Sevde adlı bir kadının

eş olacağı haberi verilir. Ayıldıktan sonra, kadı-

nı aramaya gider ve onu bir koyun sürüsünü otla-

tırken bulur. Üç gün boyunca onu izler. Bu siyahî

esir kızın hangi vasıfları sebebiyle, çoktan seçkin-

ler zümresine dâhil olduğunu anlamaya çalışır.

Hâlbuki Meymûne, nafileleri yerine getirmeksizin

sadece emrolunan beş vakit namazını eda etmek-

tedir. Takvası sebebiyle daha çok şey uman Rebî’

şaşırır. Nihayet gidip kendisine; “Benim gördü-

ğümden başka bir şey yapmaz mısın?”diye sorar.

O da “Hayır! Gerek sabah, gerek akşam, hangi

halde olursam olayım. Hakk’ın bana ihsan etti-

ğinden râzı olup hiçbir şey murad etmemenin dı-

şında, başka bir şey yapmıyorum.” cevabını ve-

rir Rebî’ İbn Heytem, bu cevaptan memnun kalır.

Bu, ona göre velâyetin en yüksek suretteki bir ta-

rifidir. İbn Heysem onu en saf fenâ haline ulaş-

mış, ermiş ruhlardan sayar.

“Ebû Süleyman ed-Dârânî’ye göre Ümm-i Hârûn, vecd

hallerinin ileri düzeyde tezahür ettiği sûfî bir hanımdır.

Ümm-i Hârûn, vecde gelen, ilâhî muhabbet kadehinden

içip sermest olan, istiğrâk halleri yaşayan, cezbelenen ve

kendinden geçen ermiş kadınlardan biridir.”

Page 13: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Şubat 201322 23

KÖTÜLÜĞÜ SUYA YAZ

Biri kalıcı olsun, diğeri ise anlıkHer iyiyi bir taşa, kötülüğü suya yaz.Güzel olan ne varsa, onu öyle yücelt kiHerkes ona imrensin, Merih’e yaz, Ay’a yaz.

Sırası gelen gider, zannetme ki daha erFilan ölmedi deme, günü gelince yer; yerSen şefkatli bir doktor, silahınsa bir neşterŞifâ sunan iksiri, okuna yaz, yaya yaz.

Yaratılış gayen ne, Hak katında sen nesin? Küfür; Hakk’ı boğarken, çıkmaz oldu hiç sesinBâtılı tepelesin, atın her an kişnesinO da koşsun dörtnala, kısrağa yaz, taya yaz.

Frenkler atlı iken, müminler kalmış yayaHiç bir söz tesir etmez, ne bayana, ne bayaO’na kavuşmak için, bir an önce deryâyaAksın götürsün yâre, ırmağa yaz, çaya yaz.

Kişinin her fiili, her hâl olmalı etikBu kural hiç değişmez, isterse çeksin nutuk Aşk imânın yakıtı, aşksız insan körkütükİstersen mezarıma, “Kara âşık diye yaz…”

Hanifi KARA

8. Ümm-i Hârûn

Ebû Süleyman ed-Dârânî’ye göre Ümm-i

Hârûn, vecd hallerinin ileri düzeyde tezahür et-

tiği sûfî bir hanımdır. Ümm-i Hârûn, vecde ge-

len, ilâhî muhabbet kadehinden içip sermest olan,

istiğrâk halleri yaşayan, cezbelenen ve kendinden

geçen ermiş kadınlardan biridir.

9. Emetullah

Emetullah, Bâyezîd-i

Bistâmî’nin mürîdesidir. Emetul-

lah sezgileri güçlü, ilhâmî irfâna

bürünen, oldukça hassas bir ruh

haline sahip, fıtratı gereği ilham

almaya da ilham kaynağı olma-

ya da müsait bir isimdir. Ferase-

ti, hissi ve sezgisi kuvvetli olan bu

kadın hakkında Bâyezîd-i Bistâmî

şu değerlendirmeyi yapmaktadır:

“Abdullah Cebelî’ye himmet ettim

ama bunun etkisi eşi Emetullah’a

zuhûr etti.”17

10. Zünnûn-ı Mısrî’ye Muhabbet Dersi Veren Meçhul Kadın

Zünnûn-ı MIsrî Nil boyunca dolaşır, çöllerde

seyâhatler gerçekleştirir, sonunda kendisine ta-

savvuf yolunun sırlarını öğreten meçhul bir kadın-

la karşılaşır. O bu deneyimini şu şekilde nakleder:

“Yaptığım seferlerin birinde karşılaşmış olduğum

bir kadına muhabbetin son derecesi nedir?” diye

sordum. O da; “Saçmalama sersem! Muhabbetin

sonu olmaz.” dedi. “Niye?” dedim “Sevgili, son-

suz da ondan.” dedi.18

Tabakât kitaplarında daha nice sûfî kadınların

mânevî hallerinden bahsedilmektedir. Bunlardan

birkaçının ismini sıralayarak makalemi tamamla-

mak istiyorum.

- Allah’tan başkasını gözü görmeyen, gönlü-

nün neşesi olarak Allah’ı gören, ilâhî vuslatı arzu-

layan, Cemâlullah’ı temâşâ için cennet iştiyâkına

bürünen Reyhâne-i Vâlihe.

- İbn-i Hafif’in annesi olup Kadir Gecesi’nin

hârikulâde tecellîlerini temâşâ edebilen sûfî Ra-

biyye.

- Ömrü boyunca geceleri ibadet, tâat ve secde ile

değerlendiren, kendisine duyduğu mahcûbiyetten

kocasını terk-i diyâr kıldıran Muhammed İbn

Şücâ’nın eşi.

- Bağdat’ta ağabeyinden öte er kişi göreme-

diğini beyan edecek kadar zamanın velâyet ehli-

nin çözümlemesini yapan Hallâc-ı

Mansûr’un kız kardeşi.

- Kâdirî Şeyhi Molla Şâh’ın mü-

ridi olup şeyhinin hayatını kaleme

alan, kardeşini siyasi sultanın bas-

kısından kurtaran Dara Şikuh’un

ablası.

- Babalarına vârid olan ilham-

lara vâkıf olan Sidi Muhammed

İbn-i Abdullah el-Endelüsî’nin

Rukiyye, Ayşe ve Safiye isimli kızları.19

- Müstecâbü’d-da’vet/ağzı dualı kadınlar-

dan kabul edilen Osman b. Mağribî’nin kızı Ayşe

Hâtun.

- Kuraklığın hüküm sürdüğü bir mevsimde

yağmur duasına çıkması için kendisine müracaat

edilen kadınlardan Abdulkadir Geylânî’nin halası.

1 İbn Arabî, el-Fütuhatu’l-Mekiyye, c. II, s. 8–52.2 Uludağ, “Tasavvufta Kadın”, Keşkül, Sayı: 8, s. 8.3 Uludağ, “Tasavvufta Kadın”, Keşkül, Sayı: 8, s. 12-13.4 Schimmel, Tasavvufun Boyutları, s. 45.5 Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 115.6 Yılmaz, Tasavvuf ve Tarikatlar, s. 113-114.7 Nasr, Tasavvufi Makaleler, s. 195.8 Komisyon, Sahabeden Günümüze Allah Dostları, c. V, s. 443.9 Câmî, Nefahâtü’l-üns, s. 847.10 Helminski, Sufi Kadınlar, s. 57.11 Komisyon, Sahabeden Günümüze Allah Dostları, c. V, s. 444-447.12 Chodkiewicz, “İslâm’da Kadın Velâyeti”, Keşkül, Sayı: 8, s. 16.13 Uludağ, Sûfî Gözüyle Kadın, s. 46. 14 Schimmel, Ruhum Bir Kadındır, s. 44.15 Çift, Hakîm Tirmizî ve Tasavvuf Anlayışı, s. 63.16 Uludağ, “Tasavvufta Kadın”, Keşkül, Sayı: 8, s. 12.17 Uludağ, “Tasavvufta Kadın”, Keşkül, Sayı: 8, s. 12.18 Schimmel, İslamın Mistik Boyutları, s. 58-59.19 Chodkiewicz, “İslâm’da Kadın Velâyeti”, Keşkül, Sayı: 8, s. 17-18.

*Prof. Dr.

Dipnot

Page 14: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Güzel İsimler Ramazan ALTINTAŞ*

25

EL-MUKADDİM

EL-MUAHHİR“İnsan, nasıl ki doğarken kendi irâdesiyle doğmamışsa, bu hayatta yaşaması

gereken ömrünü bitirip giderken de kendi irâdesiyle gitmeyecektir. Ölümü ve

dirimi yaratan Allah’tır.”

Şubat 201324

El-Mukkadim, “öne

geçiren, öne alan”;

el-Muahhir ise, “ge-

riye bırakan, erteleyen” an-

lamlarına gelir. Her iki isim,

Yüce Allah’ın en güzel isimle-

rindendir. Bu iki güzel isim,

Tirmizî’nin esmâ-i hüsnâ

rivâyetinde yer almış olup, diğer

hadis metinlerinde Allah’a izâfe

edilmiştir. El-Mukaddim ve el-

Muahhir isimleri Hz. Peygam-

ber (s.a.v.)’in namazda teşeh-

hüd ile selâm arasında okuduğu

dualarından birisinde şöyle geç-

mektedir:

“Allâhümmağfirlî mâ kad-

demtü, vemâ ahhartü, vemâ es-

rartü, vemâ a‘lentü, vemâ esraf-

tü, vemâ ente a‘lemü bihî minnî,

ente’l-mukaddimü ve ente’l-

muahhir, lâ ilâhe illâ ente.”

“Allah’ım! Şimdiye kadar

yaptığım, bundan sonra yapa-

cağım, gizlediğim ve açığa vur-

duğum, ölçüsüz bir şekilde işledi-

ğim ve benden daha iyi bildiğin

günahlarımı affeyle! Öne geçiren

de Sen, geride bırakan da Sensin.

Senden başka ilâh yoktur.”1

Bu iki ilâhî ismin, tabiatın ku-

ruluş ve işleyişinde tecellîsi gö-

rülebileceği gibi, insanın mânevî

hayatında da tesirleri görülebi-

lir. Elbette maddî ve mânevî ha-

yatın gelişme göstermesinde in-

sanın çaba sarf etmesi kadar Yüce

Allah’ın müdâhalesinin önemi

büyüktür. Öne geçiren de Yüce

Allah, geride bırakan da O’dur.

İnsan, salt ameline ve çalışması-

na güvenmemelidir. Yaptığı işler-

den Allah’ı müstağnî görmemeli-

dir. Hiçbirimiz salt amellerimizle

cennete giremeyeceğiz. Amellerle

birlikte O’nun ilâhî inâyeti, lutfu,

yardımı ve tevfîki ile cennete gi-

receğiz. Şu âyette bu konuya işa-

ret edilir: “Şüphesiz kendileri için

tarafımızdan en güzel mükâfat

hazırlanmış olanlar var ya; işte

bunlar cehennemden uzaklaştı-

rılmışlardır.”2 Görüldüğü gibi bu

âyette, Allah’ın yardımıyla önden

giden kullar, cehennemden uzak-

laştırılarak cennete kavuşturul-

muştur.

Nihâî Takdîr, Yüce Allah’a Aittir

İnsan, nasıl ki doğarken kendi

irâdesiyle doğmamışsa, bu hayat-

ta yaşaması gereken ömrünü bi-

tirip giderken de kendi irâdesiyle

gitmeyecektir. Ölümü ve dirimi

yaratan Allah’tır. Dolayısıyla bü-

tün mahlukatın ecelini de belir-

leyen ve tayin eden O’dur. İslâm

kelâmcılarının ‘kader-i mübrem’

konusu içinde saydıkları ecel ko-

nusu, insanın irâdesinin dışında-

dır. Bu konuda insanın ecelini öne

alma ya da geri bırakma gibi bir

özgürlüğü yoktur. Nihâî takdîr,

Yüce Allah’a aittir. İnsanın eceliy-

le ilgili karar verecek olan da el-

Mukaddim ve el-Muahhir olan

Allah’tır. Kur’an-ı Kerim’de bu

husus şöyle beyan edilir: “De ki:

Sizin için belirlenen bir gün var-

dır ki, ondan ne bir saat geri ka-

labilirsiniz, ne de ileri geçebilirsi-

niz.”3

Şer’î açıdan, öne geçirme

ve geri bırakma, Allah’ın fii-

li ve takdîriyledir. O, kullarının

yararı için bazı hükümleri, di-

ğer hükümlere takdîm etmiştir.

Bütün peygamberlerin diğer in-

sanlara üstünlüğü, Hz. Peygam-

ber (s.a.v.)’in diğer bütün pey-

gamberlere üstünlüğü, ulü’l-azm

peygamberlerin diğer peygamber-

lere üstünlüğü buna örnek olarak

gösterilebilir. Yine O, sâlih insa-

nı, fâsıka; âlimi câhile; itâat ede-

ni âsiye; sâlih ameli mâsiyete üs-

tün kılmıştır. O, dilediğini öne

geçirir, dilediğini geriye bırakır.

O’nun, kullarını günahları sebe-

biyle hemen cezâlandırmayıp ge-

riye bırakması da el-Muahhir is-

minin bir tecellîsidir. Şu âyette

açıklandığı gibi: “Eğer Allah, in-

sanları zulümleri yüzünden he-

men cezâlandırsaydı, yeryüzün-

de hiçbir canlı bırakmazdı. Fakat

onları belli bir süreye kadar erte-

ler. Ecelleri geldiği zaman ise ne

bir an geri kalabilirler, ne de öne

geçebilirler.”4

Allah Katında Önde Olanlar Kimlerdir?

Kur’an-ı Kerim’de, kendileri-

ne nimet verilen kimseler sayılır-

ken, bu kişilere atıflarda bulunul-

maktadır. Bu bağlamda Allah’a

en yakın olanlar; peygamberler,

sıddîklar, şehidler ve salihlerdir.5

Page 15: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

27Şubat 201326

Öyleyse bir Müslüman Allah’a

yakın olmak istiyorsa, her birisi

mukarrebûndan olan bu kimsele-

rin ahlâk-ı hamîdelerini örnek al-

malı ve onların yolundan gitmeli-

dir. İmam Gazâlî’nin dediği gibi,

bu sınıfta her bir geride kalan, bir

önündekine göre geride bırakıl-

mış, bir gerisindekine nazaran da

takdîm edilmiş, öne geçirilmiştir.

Şanı yüce olan Allah, hem takdîm

eder, hem de te’hîr eder.

Dünya hayatı bir yarış pisti-

ne benziyor. Herkes bu pistte ko-

şuyor. Kimi geride kalıyor, kimi

bu yarışta öne geçiyor. Kimileri,

Müslümanlığının kalitesini artır-

mak, cennette daha yüksek ma-

kamlara ulaşmak adına yarışıyor.

Kimileri de, servetine servet kat-

mak, kariyerini daha da yükselt-

mek, daha çok kazanmak, daha

çok şöhret elde etmek, daha çok

alkış almak gibi niyetlerle koşu-

yor, yarışıyor. Herkesin, koşma

ve yarışma niyeti farklı farklıdır.

Fakat Yüce Allah bizden hayır

yolunda koşmamızı istemekte-

dir. Gerçek Müslümanlarda hay-

ra karşı bir istek ve meyil vardır.

Zira hayır denen şey, öyle bir ke-

narda durup insanların kendisi-

ne doğru gelmesini bekleyen bir

şey değildir. İnsanlar istedikleri

zaman ona gitsinler, selâm ver-

sinler, hal-hatır sorsunlar, böy-

le bir pozisyona geçiş yoktur,

İslâm’da. Hayır, bazen bir yoksu-

lun doyurulmasıdır. Hayır, kimi

zaman, bir hastanın ziyâret edil-

mesidir. Yerine göre hayır, bir

muhtacın ihtiyacının giderilme-

sidir. Yani hayır, Yüce Allah’ın

bizden istediği salih bir ameldir.

Bu süreklidir, ama kişiyle be-

raberliği sürekli değildir. Onun

için Müslüman nerede bir ha-

yırlı iş görürse, o işi yerine ge-

tirmek adına koşmalıdır. Çünkü

Kur’an-ı Kerim’de, “Haydi hep

hayırlara koşun, yarışın!”6 buy-

rulmaktadır. Sahâbe bu imtihanı

kazanmıştır. Bu mânâda önden

gidenler; Muhâcir ve Ensârdır.

Onun için Yüce Allah, onlardan

hoşnut olmuştur.7 Bir gün Allah

Elçisi Hz. Muhammed (s.a.v.),

Uhud Savaşı günlerinde mübârek

eline aldıkları bir kılıcı havaya

kaldırır. Bunu benden kim al-

mak ister deyince, elleri havada

olan bütün sahâbelerin her birisi

“Ben Ya Rasûlallah!” diye çığlık

atarlar. Hepsinde de hayra karşı

bir şevk, bir heyecan, bir coşku,

bir koşuşturma vardır. Hemen

bunun arkasından Allah Elçisi-

nin ikinci cümlesi gelir. “Bunun

hakkını vermek üzere bunu ben-

den kim alacak?” buyurunca,

hep bir ağızdan sahâbeler, ‘Onun

hakkı nedir ey Allah’ın Rasûlü?’

diye sorarlar. Bunun üzerine

Allah Rasûlü Hz. Muhammed

(s.a.v.), “Kırılıncaya, eğilince-

ye, bükülünceye, dökülünceye ve

iş göremez hale gelinceye kadar

onu düşmana çalmaktır.” buyu-

rur. Nihâyetinde bu kılıç, Ebu

Dücâne’ye nasip olur.

Hayır Yolunda Koşmak

Bu olaydan bizler şu sonu-

cu çıkarmalıyız. Müslümanlar

hayır konusuna yürüyerek de-

ğil, koşarak gitmelidirler. Çün-

kü hayırda acele etmek gerekir.

Zira hiç unutmayalım ki, hayır

öyle bir kenarda sizi, bizi, “aman

gelsin” diye bekleyip durmaz.

Meselâ hasta ziyâreti, ”Eh, bir

gün gideriz nasıl olsa…” deme-

ye gelmez. Hasta, siz gelecek-

siniz diye bekleyip durmaz ki;

ya iyi olup kurtulmuştur, ya da

Hakk’ın rahmetine kavuşup kur-

tulmuştur. Yine bir adamın kar-

nı aç, “Nasıl olsa bir gün de ben

doyururum.” dememek gere-

kir. Gücümüz yetiyorsa hemen

doyurmalıyız. Bazen çevremiz-

de, “Bir emekli olsam, şu cami-

de din anlatacağım, bir vakıfta

gönüllü olarak çalışacağım, bir

gazete ya da derginin köşe ya-

zarlığını yapacağım.” diye şart-

lı konuşanlarımız vardır. Aca-

ba, ömrümüzün o günlere vefa

edeceğine garantimiz var mıdır?

Öyleyse, bugün, hemen proje-

miz neyse onu gerçekleştirme-

ye çalışmalıyız. Yarınlar geç ola-

bilir ve biz geri kalabiliriz. Bir

hayrı ihyâ için, zaman bekleme-

mek gerekir. İçinde bulunduğu-

muz imkânlar en kötü şartlar al-

tında olsa bile, hemen o hayra

tâlip olmalıyız. Çünkü her geçen

zaman, diğer geçen zamana nis-

petle daha kötü olabilir. Mü’min

kimse, hayır yolunda yarıştık-

ça yarışmalıdır. Böyle bir yarış

övülmüştür.8 Müslümana dü-

şen, salih amel yolunda daima

önden gitmeli, arkaya kalmama-

lıdır. İşte böyle davranan kimse-

ler ahlâkî anlamda Yüce Allah’ın

el-Mukaddim ve el-Muahhir is-

minin gereğini yapmış olurlar.

1 Müslim “Müsâfirîn” 201; “Zikir” 70; Buharî “Te-heccüd” 1; Ebu Davud “Salat” 119.

2 21/Enbiyâ, 101.3 34/Sebe’, 30.4 16/Nahl, 61.5 4/Nisâ, 69.6 2/Bakara, 148. 7 9/Tevbe, 100.8 79/Nâziât, 4.

*Prof. Dr.

Dipnot

EN YÜKSEK RÜTBE: KULLUK

İnsan aldatmayı hüner sayanlarYalancının mumu yatsıya kadar

Muhammedü’l Emin buyurmuşlar kiYalancı, ateşe odun hazırlar

Kimse inanmamış evi yanmış daAklı olan ancak bir defa kanar

Yârabbî yolundan ayırma biziŞeytanın kurduğu bin bir tuzak var

Oğuz der ki, kulluk, en yüksek rütbeEmîn ol doğru yol Allah’a çıkar…

Bekir OĞUZBAŞARAN

Page 16: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

29Şubat 201328

TEMİZ ASIL

TEMİZ NESİL Atalar sözüdür “Aslı temiz olanın

nesli de temiz olur.” Sevgili Pey-

gamberimizin neslinden olan seç-

kin şahsiyetler her dönemde topluma örnek olmuş-

lardır. Bunlardan biri de Altın Silsilenin 15. halkası

olan Seyyid Emir Külâl Hazretleridir.

Peygamber Efendimizin neslinden geldiği için

Seyyid ve Emir, çömlekçilik yaptığı için de Külâl

diye anılan Emir Külâl Hazretleri Buhara yakınla-

rındaki Efşene Köyünde 1281 senesinde dünyayı

teşrif eder.

Sâlih bir zât olan babası Emir Hamza, Medine’den

gelip Buhara’nın Efşene Köyüne yerleşmiştir ve

Yesevî şeyhlerinden ve devrin meşhur velîlerinden

Seyyid Ata’nın dostudur. Zamanın meşhur zâtları

ile kalabalık bir gurup hâlinde Efşene’den ge-

çen Seyyid Ata, Emir Hamza ile bu

yolculuğu sırasında tanış-

mıştır. Bundan son-

ra Seyyid Ata’nın her ne

zaman oraya yolu düşse,

önce doğrudan Seyyid

Hamza’nın evine gider,

başkalarıyla daha sonra

görüşür. Yine bir defa-

sında Efşene Köyüne uğrar ve Seyyid Hamza’nın ya-

nına gelir. Bu gelişinde ona bir müjde verip; “Karde-

şim! Allah (c.c.) sana şanı pek yüce olacak bir evlat

verecek. Cihan, baştanbaşa onun hizmetine gire-

cektir. Bu çocuk doğduğu zaman ismini Emir Külâl

koy!” der. Aradan yıllar geçer. Seyyid Hamza’nın

bir oğlu olur. Seyyid Ata’nın işareti üzerine ismini

“Emir Külâl” koyar.1

EdebiyatMusa TEKTAŞ

Page 17: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Şubat 201330 31

Emir Külâl (k.s.), nesep itibariyle seyyid ve asil

bir ailenin evladı olması sebebiyle mânevî bir at-

mosferde yetişir. Hatta bazı menkıbelerde onun

daha ana karnındayken şüpheli yiyecekler konusun-

da annesini uyardığı nakledilir. Menkıbeye göre an-

nesi bu durumu şu şekilde anlatmaktadır: “Ne za-

man şüpheli bir şey yiyecek olsam, karnımı sancı

tutardı. Hatta bu sancı üç defa peş peşe tekrarlar-

dı. Böylece ben yediğimin şüpheli olduğunu anlar ve

yediğimi çıkarırdım. Bütün bunlar karnımda taşıdı-

ğım çocuğun nuranîliği sebebiyle idi. Bu yüzden yi-

yeceklerime çok dikkat ederdim.”2

Maneviyat büyüklerinin halleri ve yetişme tarz-

ları birbirine benzerlik arz etmektedir. Buna benzer

bir manevi hâl de Es-Seyyid Osman Hulûsi Efen-

di (k.s.)’de zuhur etmiştir. Mektûbât-ı Hulûsî-i

Dârendevî adlı eserinde kendileri annelerinden na-

kille şöyle ifade ediyorlar:

“Annemin neşeli bir anı idi; ‘Canım anne! Eniş-

teler, evlatlardan daha sevgili olur, derler. Sizde de

bu his böyle midir?’ diye sormuştum. Annem göz-

leri nemli olarak yüzüme baktı; ‘Yok efendi oğlum!

Evlatların sevgideki farkını izhâr etmek lâyık olmaz,

ama ne yalan söyleyeyim Ahmed ilk evlâdım oldu-

ğu için daha çok severdim. Lâkin gördüğüm bir rüya

üzerine farkınız yoktur. Ahmed’de genç idim, pek

riâyet edemedim. Fakat size abdestsiz süt verme-

dim.’ diyerek rüyalarını beyân etmişlerdi.”3

Ruhları Kir Denizinden Kurtaran Kaptanlar

Gürbüz bir yapıya sahip olan Emir Külâl (k.s.)’in

gençlik yıllarında güreş sporuyla meşgul olduğu ri-

vayet edilir. Hatta onun gibi seyyid neslinden gelen

birine güreş gibi bir sporla meşgul olmayı yakıştıra-

mayan bir zâta ait şöyle bir menkıbe nakledilir:

“Büyük bir kalabalık arasında güreş tutan Emir

Külâl’i seyredenlerden biri; ‘Peygamber soyundan

gelen biri nasıl olup da böyle bid’at sayılabilecek

bir işle meşgul olabiliyor?’ diye gönlünden geçir-

miş. Hatırına bu düşünce gelince kendisini bir uyku

hâli bastırmış. Uykuya dalınca rüyasında kıyametin

koptuğunu ve kendisinin bir bataklık içinde batma-

mak için çırpındığını görmüş. Öyle bir bataklık ve

öyle bir çırpınış ki çırpındıkça batıyor, battıkça çır-

pınıyor. Kendisinden ve hayatından ümit kestiği bir

anda Emir Külâl karşısında zâhir olmuş ve kuvvet-

li pazusuyla onu belinden kavradığı gibi çekip çıkar-

mış. Adam uyanmış ki güreşini tamamlayan Emir

Külâl kendisine dönmüş ve şunları söylemektedir:

‘Bizim pehlivanlığımız, çamura düşenleri bataktan

çıkarmak içindir.”4

Maneviyat önderleri etrafındaki insanların kur-

tuluşuna vesile olur, onları yanlış duygu, düşünce ve

hareketlerden kurtarmak için çalışır, zaman zaman

ikaz ederler.

Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s.) 1960’lı

yıllarda Balaban Kasabasına Şeyh Abdurrahman-ı

Erzincanî Camii ve Türbesinin inşaatına başlar. Ba-

laban halkından cami civarında evi olan bir kimse,

kendi kendine yapılan işe itiraz edip “Hulûsi Efen-

di bu kadar masraf edip cami/türbe yaptıracağına

Balaban’a içme ve sulama suyu getirtseydi daha iyi

olurdu” diye söylenir, içinden geçirir.

O gece rüyasında üç kişi gelir bu kimseyi alır

yüksekçe bir yere çıkarırlar. Üç kişiden yaşlı olan

zat, “Büyüklerin işine karıştı, Allah dostuna itiraz-

da bulundu bunu buradan atalım” der. En genç

olanları, “Efendim bir hatadır yapmış, pişman

olur, bir daha yapmamaya söz verirse, bu defalık

hoşgörün, bağışlayın” der. Yaşlı olan zat “Peki o

zaman” der. Kurtulma sevinciyle o kimse uyanır.

Aradan yıllar geçer bu hatırasını H. Hamidettin

Ateş Efendi’ye anlatır. H. Hamidettin Ateş Efendi

o kimseye: “Büyükler camiyi de yapar, suyu da ge-

tirir. Sabırlı olanlar, büyüklere tâbi olanlar dün-

ya ve ahirette kazanır. Bakın Gökpınar Sulama

Projesi Hulûsi Efendi (k.s)’nin bürokratik çaba ve

himmetiyle tamamlandı. Bu beldelerimiz sulama

suyuna kavuştular, tarım ileride daha da gelişe-

cek.’ buyurur. Âşık Feymani de bir medhiyesinde

Hulûsi Efendi’yi şöyle tanımlar:

Gelmiş bir ulu şehire

Çıkmış bir yüce sefere

Kir bahrine düşmüşlere

Kaptandır Seyyid Hulûsi

(Yüce neseb-i âlinin evlatları manevî yolculukla-

ra çıkmış, insanları kötülük bataklıklarından iyilik

deryasının kıyısına taşımıştır. Onun ahlâkı, örnek-

liği, hayatı, insanlara öğütleri binlerce insanın gön-

lünü temizlemiş, günah kirlerinden arındırarak, gü-

zellik diyarına ulaşmalarına vesile olmuştur. O öyle

bir maneviyat gemisinin kaptanıdır ki, dünyevî fır-

tınalar, onun selamet gemisini etkilemez. O gönül

gemisinde kendine yer bulanlar huzura yelken açar-

lar.)

Manevî İşaretler

Rivayete göre, bir gün Emir Külâl Hazretleri,

Cuma namazını Buhara’da kıldıktan sonra bazı mü-

ridleriyle Sûhârî’deki evine dönerken Kelâbâd’a ge-

lir ve çayırda oturmuş bir grup insan görür. Emir

Timur’un da bunların arasında olduğunu öğrenir.

Timur da bu zâtın Emir Külâl (k.s.) olduğunu öğre-

nince, onun yanına gelip tavsiye ister. Ancak Emir

Külâl (k.s.), “Biz meşâyihtan işaret gelmedikçe bir

şey söyleyemeyiz, ama bekleyin ve uyanık olun, sizin

işinizi aydınlık görüyorum.” diyerek evine döner.

Orada halvete giren Emir Külâl (k.s.), yatsı nama-

zından sonra sırdaşı olup Karaman Köyünde ikâmet

eden Şeyh Mansur’u çağırtır ve “Hemen Timur’un

yanına git ve hiç durmadan Harizm’e hareket etme-

sini, orayı fethettikten sonra Semerkand’a yönelme-

sini söyle.” der. Şeyh Mansur bu haberi ulaştırınca

Timur hemen Harizm’e hareket eder. Onun hareke-

tinden kısa bir süre sonra, bir grup gelip Timur’un

çadırını kuşatırlar, ama çadır boş olduğu için kim-

seyi bulamazlar.

Gönüllerinde maneviyat sırları olan büyükler her

zaman özlü sözlerle önemli olaylara işaret etmişler-

dir. Konuya benzer bir menkıbe de şöyledir:

4. Murat Bağdat seferine giderken Darende’ye

uğrar, Somuncu Baba Hazretlerinin soyundan ge-

len Ahmed-i Velî Hazretlerini ziyaret eder ve bir na-

sihat ister. Ahmed-i Velî Hazretleri, “Hünkârım ak-

şamın işini sabaha bırakma” der. Ve bir ibrik hediye

eder. Ordu Bağdat önlerine gelir akşam vakti gir-

miş, 4. Murat taarruz emri için sabahı beklemek-

tedir. Akşam namazı için abdest almak üzere ‘ibrik’

gelir, ibriğin kapağını kaldırır ki kapağın altında bir

yazı var. Orada Ahmed-i Velî Hazretlerinin tavsiye-

si yazılıdır, “Akşamın işini sabaha bırakma.” Hemen

taarruz emri verilir ve Bağdat feth olur.

Uzunca bir ömür süren Emir Külâl (k.s.), 28 Ka-

sım 1370 tarihinde vefat ederek Sûhârî’de defnedil-

miştir.

Üç Tavsiye

Tüm bu tespitlerden sonra Seyyid Emir Külâl

Hazretleri’nin düşünce dünyasını yansıtan üç tavsi-

yesi ve aynı konularda yine temiz neslin evladı H.

Hamidettin Ateş Efendi’nin görüşlerine yer verelim.

Tevbe İlâhî Rızaya Talip Olmaktır

Emir Külâl Hazretleri tevbe hakkında şu öğütler-

de bulunmuştur:

“Tevbe ediniz. Tevbekâr ve edepli olmak gerekir.

Tevbe, bütün itaatlerin başıdır. Tevbe, sadece dil ile

olmaz. Tevbe, işlenen günahlara kalpten pişman-

lık duymak ve bir daha günahı işlememektir. Allah

(c.c.)’tan daima korkunuz. Kendi günahlarınıza ba-

kıp tevbe ediniz. Başkaları sizden hoşnut olsun. Gü-

nahlarınıza pişman olup o kadar ağlayıp tevbe edi-

niz de gerçekten size tevbekâr densin.Dünyadayken

günahlara pişman olup kulluk vazifesini yaparak

ahireti kazanmak gerekir.

H. Hamidettin Ateş Efendi de bu konuda şöyle

buyurmaktadır:

Page 18: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Şubat 201332

Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*

Adı : Bahîr veya Buceyr idi, Hz. Pey-gamber (s.a.v.) Beşîr veya Bişr olarak değiştirdi.Künyesi : Ebu’l-Yemân.Lakabı : Filistin, Filistinî yani Filistinli Doğum yılı : Tespit edilemedi.Doğum yeri : Yesrib (Medine).Baba adı : Akrabe (Uhud Savaşı’nda şehit düştü.)Anne adı : Tespit edilemedi.Eş(ler)i : Tespit edilemedi.Akrabaları : Tespit edilemedi.Oğulları : Abdullah, Ukbe.Kızları : Tespit edilemedi.Kabilesi : Cüheyne.İslâm’a girişi : Hz. Peygamber (s.a.v.) Medi-ne’ye hicret ettiğinde. Sohbet süresi : Takriben 10 yıl.Rivayeti : 2.Yaşadığı yer : Medine, Şam, Remle ve Filistin.Mesleği : Memur.Hicreti : Şam, Remle ve Filistin.Savaşları : Tespit edilemedi.Görevleri : Tespit edilemedi.Fizikî yapı : Tespit edilemedi.Mizacı : Duygusal ama akıllı, müttakî ve açık sözlü biri.Ayrıcalığı : Uhud yetimi idi ve Hz. Peygam-ber (s.a.v.) ile Aişe ona manevî ana-babalık etti. Ömrü : 85 civarında.Ölüm yılı : H. 85.Ölüm yeri : Tespit edilemedi.Ölüm sebebi : Yaşlılık.

Hakkında : Bişr b. Akrabe’yi şöyle derken işittim:“Babam, Hz. Peygamber (s.a.v.) ile birlikte katıldığı bir savaşta şehit düşmüştü. Bir gün Pey-gamber (s.a.v.) yanıma uğradı ve ben ağlamaktay-dım. Benim başımı okşadı ve ağlamamamı istedi ve buyurdu ki: “Benim, senin baban, Aişe’nin de annen olmasını istemez misin?” Bunu duyar duy-maz ben: “Anam babam sana feda olsun, elbette isterim ey Allah’ın Rasûlü” dedim.Hadisleri : Abdulmelik b. Mervân, Amr b. Saîd b, el-Âs vefat edince Beşîr’e: “Ey Ebu’l-Yemân, bugün senin konuşmana ihtiyaç duymakta-yım, kalk konuş!” deyince: “Ben Rasûlullah (s.a.v.)’ı şöyle derken işittim: “Kim sırf gösteriş ve kendini duyurmak amacıyla konuşursa, Allah onu kıyamet gününde gösteriş ve kendini duyurma mahallinde durdurur.” dedi (ve teklifi kabul etmedi.)Sözleri : “Hz. Peygamber (s.a.v.) eliyle başımı okşadı. Peygamberimizin başıma dokun-duğu yerlerdeki saçlar siyah kaldı, diğer yerler ise ağardı. Dilimde de kekemelik vardı. Hz. Peygam-ber (s.a.v.) okudu ve düzeldi.”

Kaynaklar: Üsd, III. 264-265; Nubela, II. 413-426; İsabe, II. 320-3321; DİA, VI. 4; Sahabi-ler Ansiklopedisi, s. 45-46; Ahmed, Müsned, III. 500; İbn Tanrıverdî, En-Nücûmu’z-Zâhira, I. 84; Buhârî, et-Tarihu’l-Kebir, II. 78. no: 1751; İbn Asâkîr, Târîhu Dimaşk, X. 2988-302.

*Prof. Dr.

BEŞÎR B. AKRABE (r.a)

33

“Tevbe, kötü işlerden vazgeçip, iyiliklere dön-

mektir. Tevbe, Hakk’ın rızasına talip olanların ilk

müracaat edeceği kapıdır. Avamın tevbesi günah-

tan, havasın tevbesi ise gaflettendir. Kulluk merte-

besinin başlangıcında olanlar azap korkusundan,

nihayetinde bulunanlar Allah’ın kereminden utanç-

larından tevbe ederler.”5

İyiliği ve Kötülüğü Ayırt Edebilmek

Emir Külâl Hazretleri şöyle buyurur:

“Emr-i bi’l-maruf nehy-i ani’l-münker/iyiliği

emretmek, kötülükten sakındırmak vazifesini ye-

rine getiriniz. Dinin yasak ettiği

şeylerden, dine uygun olmayan

işlerden ve bidatlerden sakını-

nız. Âyet-i kerimede mealen şöy-

le buyurulmaktadır: “Ey inanan-

lar! Kendinizi ve ailenizi, yakıtı

insanlar ve taşlar olan ateşten

koruyun. Onun başında, acıma-

sız, güçlü, Allah (c.c.)’ın kendile-

rine buyurduğuna karşı gelme-

yen ve emredildiklerini yapan

melekler vardır.”6Ahirette bun-

lardan olmamak için çok korkup sakınınız!”

H. Hamidettin Ateş Efendi de konuyla ilgili şöy-

le buyurmaktadır:

“Bir kişinin saadete ermesi hayatta hayrını ve

şerrini bilmesiyle iyiliği ve kötülüğü birbirinden

ayırt etmesiyle mümkündür. İyilikler ve hayırlar bi-

linmeli ki yapılsın. Kötülükler şerler tanınmalı ki

onlardan kaçınılsın. Kötülerden ve kötülüklerden

nefret ediniz. İyilerle beraber olunuz, iyileri kendi-

nize dost edininiz. İnsanları kötülüklerden sakın-

dırınız.”7

Allah’ın Sevip Seçtiği Kullar

Emir Külâl Hazretleri Allah’ın rızasının seçkin

kullar vesilesiyle kazanılacağına işaret eden öğütle-

ri şöyledir:

“Dostlarım! Gidişatınızdan habersiz olmak ka-

dar kötü bir şey yoktur. Bu hâl, gaflet içinde olma-

nın delilidir. Başkalarının habersiz olduğu şeyler,

bu yolun büyüklerine açılmıştır. Onların maksadı,

Allah (c.c.)’ın rızasını aramaktır. Onlar, buna kavuş-

muşlardır. Allah (c.c.), her asırda sevip seçtiği kulla-

rından bir büyük zât yaratır. Böylece herkesi belâ ve

felaketlerden korur.

Dostlarım! Böyle olan zâta talebe olunuz. Böy-

lece dünya ve ahiret saadetine kavuşursunuz. Al-

lah (c.c.)’ın emirlerine itaat ediniz. Nerede olur-

sanız olun, ilim öğrenmekten ve amel etmekten

uzak kalmayınız. Her ne olursa olsun, karşını-

za her ne güçlük çıkarsa çıksın, ilmi ve ameli asla

terk etmeyiniz.

H. Hamidettin Ateş Efendi’nin

Allah dostlarıyla ilgili şu kelamla-

rıyla yazımızı taçlandıralım:

“Allah dostlarının ve ilmiyle

âmil ilim adamlarının sohbetle-

rinde bulunmak çok bereketli ve

feyizlidir. Onların ilmî neşveleri,

ruhanî ve ahlâkî meziyetleri, tak-

va ve salah durumları insanların

gönlüne huzur verir. Duaları, ahirette şefaatleri

gibi nice ganimetler sohbetlerine katılmakla kaza-

nılır. Allah dostlarını hakir görmek alçaklıktır.”8

“Çeşitli resmi görevlerde bulunmuş, paşaların

veya diğer Osmanlı veya Cumhuriyet döneminde-

ki önemli görülen şahsiyetlerin isimleri unutul-

masına rağmen, manevî önderler, Allah dostları

yüzyıllar geçmesine rağmen, halkın gönlünde ya-

şamakta, isimleri anılmakta, hatıraları dilden dile

anlatılmaktadır.”

1 Komisyon, Evliyâlar Ansiklopedisi, Türkiye Gazetesi, İstanbul 1992, c. X,ss. 325-326.

2 Safî, Ali b. Hüseyin Vâiz el-Kâşifî, Reşahâtu ayni’l-hayât, çev.: Mehmed Rauf Efendi, İstanbul 1291 (taş baskı), s. 64; H. Kamil Yılmaz, Altın Silsile, ErkamYayınları, İstanbul 1994, s. 108.

3 Ateş¸ Es-Seyyid Osman Hulûsi¸ Mektûbat-ı Hulûsî-i Dârendevî¸ (Haz. Prof. Dr. Mehmet Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz)¸ Nasihat Yay.¸ İstanbul¸ 2006¸ s. 8

4 Kadir Özköse-H. İbrahim Şimşek¸ Altın Silsileden Altın Halkalar¸ Nasihat Yay¸ Ank¸ 2009¸ s. 210.

5 H. Hamidettin Ateş Hutbe Arşivi, 28.02.1986.6 66/Tahrim, 6.7 H. Hamidettin Ateş Hutbe Arşivi, B/298 H. Hamidettin Ateş Hutbe Arşivi, 18.08.1995.

Dipnot

Page 19: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

35Şubat 201334

BİLİM VE SANAT AYNASIKÜLTÜR

Garip bir milletiz… Ga-

ribiz; zira iş söze gelin-

ce hepimiz konuşuruz,

ama hadi şu meseleyi birlikte hal-

ledelim deyince de kaçacak kapı

ararız.

Değerlerimiz sözde… Bu de-

ğerleri tanımak, yeniden üretmek

ve insanlığa sunmak için çabala-

yan bir avuç, kültür, bilim ve sa-

nat insanı var. Onların çoğu, çok

değil yakın zamana kadar yalnız-

lığa terkedilmişlerdi. Kendi hal-

lerinde, kendi gayretleriyle tari-

he, ana ve yarına gidip geldiler.

Eserler ortaya çıktı. Maalesef ala-

kadar olması gereken kişi ve ku-

rumlar, o eserleri de görmezden

geldiler. O kişi ve kurumlar siyasi

nutuklarında mütemadiyen “Bize

ait değerler”, dediler; ama hangi

değerlerden bahsettiklerini kim-

se anlamadı. Çünkü kendilerinin

“bizi”, o yalnızlığa terkedilmiş kül-

tür, bilim ve sanat adamınınkin-

den farklıydı.

Sözü örtmeye gerek yok; açık-

ça beyan edeyim. Millî kültür, la-

fını çokça ettik; ama bir millî kül-

tür politikamız olmadı. İlimde ve

fende muasır medeniyet seviyesini

yakalamayı amaçladık, bu meyan-

da onca nutuk attık; lakin bilim

adamlarımızı teşvik edip, önlerini

açmayı, onların dertleriyle hem-

dert olmayı bir türlü akıl edeme-

dik. Akıl tutulması yaşadık, se-

nelerce… Millî kültür ve bilimde

sahih politikalar olmayınca, sa-

natta da ikilem yaşanacaktır. Ni-

tekim yaşandı da. Sözgelimi Türk

müziğinin Cumhuriyet dönemi

yaşadığı trajik hikâyeyi hatırlaya-

lım; o vakit ne demek istediğimiz

açıkça anlaşılacaktır. Oysa aşa-

ğılık duygusuna kapılarak tarihi

okumaya, yenilgiyi kabullenme-

ye gerek yoktu. Biz “ne” isek, “o”

idik; o neliğimizin idrakinde za-

manın ruhunu yakalamanın yolu-

nu yordamını aramalıydık. Şimdi

o yıllar alan eski-yeni tartışmala-

rını, köhne kültür diye aşağılayıcı

resmî aydın bakışını ve kendi ha-

linde sabırla eserlerine hayat ve-

ren münevver sanat, kültür ve bi-

lim insanlarını hatırlayalım.

Sahi Kim Kazandı?

Millet olarak kazanmak, mil-

let olarak başarmak, millet olarak

onur duymak varken; bunca telaş,

bunca aydın diktasına ne hacet

vardı? Bizi bunlar nereye götürdü?

Bir koca hiç… Hiç, işte. Oysa ne-

rede durduğumu bilirsem, nereye

gideceğimi de bilirim.

Modernleşme süreci, maale-

sef nerede durduğunu bilmeyen

aydınların ve bu aydınların üret-

tiği karmaşık duyguların etkisin-

de kalan siyasetçilerin sözde çaba-

larıyla sorun üretme süreci olarak

kaldı. İğreti, yabancı ve mütekeb-

bir… Cumhurbaşkanlığı Kültür

Sanat Büyük Ödülleri töreninde,

Çankaya’da ödüle layık görülen sa-

nat, bilim ve kültür insanlarını, bil-

hassa değerli sanatkârımız Ahmet

Hatiboğlu’nu dinlerken bendeniz

bunları düşündüm… Ahmet Hati-

boğlu, kendisinden yeterince ya-

rarlanamasam da öğrencisi olma

şerefine erdiğim kardeşi Prof. Dr.

Mehmet Hatiboğlu’nun cümleleri-

ni andıran, sade, ama anlamlı söz-

leriyle dinleyicileri adeta büyüledi.

Şimdi orada bir yerlerde, merhum

Cinüçen Tanrıkorur da vardı; o da

dinledi… Evet, dinledi; zira Sayın

Hatiboğlu, onun sıkça dile getir-

diği konuları, Türk müziğinin, ta-

savvufun, bize ait olan sanatların

“öteki” muamelesi ve “eski” yahut

“köhne” damgasıyla dışlanması-

nın hikâyesini anlattı.

Ahmet Hatiboğlu’na verilen

ödül, kültür ve sanat politikala-

rının mecrasına oturduğuna işa-

retti. Orada Cumhurbaşkanımızın

şu cümlesi bu işareti ele veriyor:

“Türkiye olarak sanat, kültür, bi-

lim alanına önem vermenin, onu

öne çıkarmanın zamanı çoktan

geldi.” Evet, zamanı çoktan gel-

di… Bu adeta bir itiraftır. Bu mil-

letin yıllarına hükmedenlerin, bu

cümleyi tekrar tekrar düşünme-

sinde yarar var. Defterime Cum-

hurbaşkanımızın şu cümlelerini

de not etmişim:

“Türkiye pek çok medeniyetle-

re ev sahipliği yapmış. Bu toprak-

larda bırakılan kültür miraslarını

bugün nasıl hepimizin zenginliği

olarak görüyorsak, bizim de şimdi

Türk milleti olarak bırakacağımız

sadece kendi insanlarımıza değil,

bütün insanlığa hediye edeceğimiz

muhakkak ki sanat, kültür, bilim

başarıları söz konusu olacaktır.”

Ne demiş eskiler? Marifet iltifata

tabidir… Bu garip millet artık ken-

di sesine kavuşuyor mu? Ne dersi-

niz? * Prof. Dr.

KültürBilal KEMİKLİ*

Page 20: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

37

İrfanî Gelenek Perspektİfİnden

ZAMANIMIZA BAKIŞ“Sûfîler, Allah’a ve diğer iman esaslarına şeksiz şüphesiz bir şekilde iman etmenin

öncelikli bir görev olduğu kanaatindedirler. Çünkü Allahu Teâlâ, insanı bu âlemde

kendisini tanıması/bilmesi ve kendisine ibadet etmesi için yaratmıştır.”

Şubat 201336

Sür çıkar ağyârı dilden tâ tecellî ede Hak

Padişah konmaz saraya hâne mamûr olmadan

Şemseddin Ahmed Sivasî (k.s.)

İslâm’ın ilk dönemlerinden itibaren şekillen-

meye başlayan tasavvufî sistem eşyaya, olaylara

ve var oluşa dair görüş ve düşünce sistemi ile her

dönemde dikkat çeken bir sistem olmuştur. İrfanî

geleneğimizin temsilcileri, bizlere, hayatı anlamlı

kılabilme adına ezelden ebede seyreden ‘var olma

serüveni’ hakkında çok zengin ve geniş bir mi-

ras bırakmışlardır. Onlar, Allahu Teâlâ’nın birli-

ği, gerçek anlamda sadece O’nun varlığı ve bütün

eşyanın gölge varlıklar olması şeklindeki genel

düşüncelerini‘Nefsini bilen Rabbini bilir’1 düs-

turunca insanın kendisini tanımasına/bilmesine

bağlamışlardır. İman, ibadet ve ahlâka dair görüş-

lerinin de temelini oluşturan bu düstur ile hayatı,

eşyayı ve var oluşu anlamlı hale getirmeye çalış-

mışlardır. Sûfîlerin bu derûnî fikir dünyaları on-

ları dünya ve ahiret dengesine sahip bir hayat ya-

şamaya sevk etmiştir. Dünya ve içerisindekilerin

sevgisinden kurtulmayı Allahu Teâlâ’ya ulaşmak

için hedef olarak belirleyen sûfîler, zikir, tefekkür

ve yoğun bir ibadet hayatı ile gerçek mutluluk ve

huzurun peşinde olmuşlardır. Onların iman, amel

ve ahlâka dair görüş ve düşüncelerinden, koşuş-

turmalar, hırslar ve farklı sevgileri kalplere nak-

şetmeye çalışan sekülerizm/dünyevileşme2 has-

talığı ile karşı karşıya kalan günümüz insanının

istifade edeceği birçok husus olduğu kanaatinde-

yiz. İrfanî geleneğimizin büyülü dünyasından gü-

nümüz insanının inanç, amel ve ahlâkî boyutunu

şekillendirecek ve onu bir iç huzura kavuşturacak

şu ilkeleri çıkarmak mümkündür:

İnanç ve İbadet Hayatımıza İrfanî Geleneğimiz Açısından Bir Bakış

Sûfîler, Allah’a ve diğer iman esaslarına şeksiz

şüphesiz bir şekilde iman etmenin öncelikli bir gö-

rev olduğu kanaatindedirler. Çünkü Allahu Teâlâ,

insanı bu âlemde kendisini tanıması/bilmesi ve

kendisine ibadet etmesi için yaratmıştır. 3Sûfîlere

göre, Allahu Teâlâ’yı gizli-açık her türlü şirkten

uzak bir şekilde tanımak nefsin hile ve tuzakla-

rından kurtulup fena ve beka makamlarını geçe-

rek hakikatleri bütün çıplaklığı ile görmeye bağ-

lıdır.4 Yükselişinde tevhid-i ef’âl, tevhid-i sıfat ve

tevhid-i zât mertebelerini, iniş kavsin de ise Cem’,

Hazretü’l-Cem ve Cem’u’l-Cem mertebelerini içe-

ren bu manevî yolculuk kişiyi Allahu Teâlâ’nın bir

olduğu fikrinin/tevhidin bütün sırlarına ulaştıra-

cak bir sistemdir.5 Bütün berraklığı ile kişinin gö-

nül dünyasını kaplayacak bu temiz tevhid inan-

cı sayesinde mü’min, tarifi mümkün olmayan bir

iç huzura kavuşacaktır. Çünkü gönül huzurunun

önündeki nefis, dünya, şeytan ve şeytanî vasıflara

bürünen insanlar silinip gidecek gerçek mutlulu-

ğun kaynağı olan Allah’tan başka her şeyin sevgi-

si yok olacaktır. Dünya sevgisi ile her tarafı sarı-

lan, nefsini peşinden koşturacak birçok albeni ile

imtihan olan ve şeytanın birçok yolla gönlüne ta-

sallut etmesi kolaylaşan günümüz insanı ancak

böyle bir inanç sistemi ile iç huzura kavuşacaktır.

Baktığı her şeyde Allahu Teâlâ’nın tecellisini gö-

ren ‘mü’min’ var edilen her şeye derinden bir bağ

ile bağlanacak ve saygı duyacaktır. Gerçek amacın

Allahu Teâlâ’yı tanımak olduğunu fark eden ‘gö-

nül insanı’ dünyanın debdebesi ve günlük koşuş-

turmacaları içerisinde kaybolmadan esas hede-

fine kilitlenecek, huzuru ve mutluluğu kendisine

yoldaş edinecektir.

Bu âriflik bilinci ile ibadetlerine yönelecek

mü’min bıkmadan, usanmadan ve herhangi bir

gevşeklik göstermeden var edilişinin gereği olan

ibadet hayatını sönmeyecek kandillerle taçlandı-

racaktır.6 İslâm’ın direği olan namaza koşan kişi

İ. Hakkı Bursevî’nin (ö.1725) şu tespitleri ile ir-

kilip kendine gelecek, şuur ve gayret ile ibadeti-

ne dört elle sarılacaktır: “İşin gerçeği şudur: Sağ

el ahiretten, sol el ise dünyadan ibarettir. Elle-

ri kaldırmak ise dünya ve ahiret ilgisini elden

çıkarıp arka tarafa atmak ve her ikisi sebebiy-

le de büyüklenmeyi yok etmek anlamını taşır.”7

Kişi, Serrac’ın (ö.988) işaret ettiği şu hakikatler-

le namazını eda edecektir: “Namazda kıyam ede-

KültürFatih ÇINAR

Page 21: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Şubat 201338 39

HAZRET-İ MEVLÂ…

Ömrümü sardıkça aşkın çilesi,Kalbi, yâr eyledi rahmet-i Mevlâ!..Başımda döndükçe sevdâ halesi, Arzı dar eyledi izzet-i Mevlâ!..

Âh ile dağlandım duydum melâli;Var mı ki âlemde canın emsâli?..Her zerrem yanarken toprak misâli;Yoktan var eyledi kudret-i Mevlâ!..

Sabreyle, sus sözün durduğu yerde, Nice söz, hâl oldu er oğlu erde!..Bir umut yeşerdi, bu akan terde;Aşkı zor eyledi haşyet-i Mevlâ!..

Duy aşkla söyleşir Dâvûd’un sesi, Bu aşkla yükselir Mesîh nefesi!.. Tutup dört kapıda her bir hevesi,Kulda bir eyledi nusret-i Mevlâ!..

Ezel ‘kader’ dedi yazdı nasibi;Âlemlere rahmet kıldı ‘Habib’i!..Bildim, yedi nefsin odur sahibi,Bende yer eyledi hikmet-i Mevlâ!..

Gönül dergâhında gül oldu çağrım;Haddeden geçtikçe doğruldu eğrim!..Nesimî değilim, soyuldu derim;Canı sır eyledi Hazret-i Mevlâ!..

Rıfat ARAZ

bi, Allah’ın huzurunda bulunma şuurudur. Kıraat

edebi, Kur’ân ayetlerini gönül kulağıyla dinliyor-

muş gibi yahut da Allah’a okuyormuş gibi bir duy-

guyla okumaktır. Rükû edebi, Allah’ı yüceltmek,

kendisini bir toz zerresi gibi görmek; secde ede-

bi ise Allah’a yakın olma halini hissetmek ve

O’nu aziz bilmektir.”8 Ruhuna, aklına ve nefsi-

ne oruç tutturmaya çalışan mü’min, orucu, Hz.

Mevlânâ’nın (ö.1273) ifadesiyle insanı Mirac’a gö-

türen, Kur’ân’ın sırrı olan, insana taze can bağış-

layan ve onu varlıkta yokluğa ulaştıran bir ibadet

şuuru9 ile ifa edecektir. Zekât vermesi gereken bir

mü’min ise madde ve mal düşkünlüğünü tedavi

için bu ibadetinde dikkatli davranacaktır. Hacca

yönelen bir mü’min ise Allah’ın evi olan Kâbe’ye

gösterilmesi gereken önem kadar gönül Kâbe’sine

de önem verilmesi gerektiği şuuru ile haccını eda

edecektir.10 Tıpkı Yunus’un dediği gibi:

Ak sakallı pîr koca bilmez ki hâli nice

Emek vermesin hacca bir gönül yıkar ise11

İrfanî Geleneğimiz ile Ahlâkî Yaşantımıza Bakış

Sûfîler, tasavvufu sadece şekil ve ilmi kriter-

lerle sınırlandırılmış bir yol olarak görmemiş-

lerdir. Onlara göre hedef ahlâkî bir değişim/dö-

nüşüm yaşayarak Allahu Teâlâ’nın ahlâkı ile

ahlâklanabilmektir. O’na (c.c) tevekkülü Hz.

Mevlânâ’nın;

Gel tevekkül et, çalışmak üzre hep,

Önce tohum ek sonra kıl Hakk’tan talep

mısralarında gören birey tembellik ve sefahat-

ten uzak duracak ve böylece hazır yiyicilikten

son derece kaçınmış olacaktır. Yine, İbrahim

Tennurî’nin (ö.1482) ‘Lütfun da hoş kahrında hoş’

anlayışı ile rıza halini iliklerine kadar hissedecek-

tir. Kişi, Allah’tan başka her şeyi gönlünden çıka-

rarak zühde; Muhammed b. Hafif’in (ö.?)12 ‘Elden

çıkanın ardından bakmamak ve var olanla yetin-

mek’ şeklinde tanımladığı kanaate ve İbnAtâ’nın

(ö.923 veya 931) ‘Kalbi Allah’a tahsis etmek’ şek-

linde ifade ettiği istikameteulaşacaktır. Böylece

Hz. Peygamber’in (s.a.v.) cömertlik, yalan söyle-

meme, doğruluk, sır tutma, hakaret etmeme, sev-

gi, hoşgörü, sabır, teenni,tevbe, merhamet, takva

ve israftan uzak durma gibi bütün güzel ahlâk il-

kelerini hayatına yansıtabilen bir ayna olacaktır.13

Baş döndürücü bir hızla gelişen teknoloji, bilim ve

ekonomik refah ile birlikte müsrif, bencil, sevgi ve

hoşgörüden yoksun, sıkıştığında yalandan sakın-

mayan, tahammülsüz, aceleci ve daha birçok kötü

ahlâk ilkesini sıradanlaştırangünümüz dünyasın-

da kalbi ve gönlü büyük yanılgılara maruz kalan

bizlerin, sûfîlerin bu çağrısına büyük ölçüde ih-

tiyaç duyduğumuz açıktır. Onlar, Kur’ân ve sün-

netten ilham alarak şekillendirdikleri güzel ahlâk

anlayışlarını düşünce sistemleri içerisinde kilit

bir noktada görmüşlerdir. Modern çağın tesiri ile

kendinden gün geçtikçe uzaklaşan günümüz in-

sanının gönlünü ve gidişatını Kur’ân ve sünnetin

gösterdiği güzel ahlâka yönlendirmesi dileği ile…

“Tasavvuf, ahlâktır. Ahlâkça senden üstün olan

tasavvufta da senden üstündür.”14 (Kettani)

“Ahlâkı ile halkı hoşnut etmeyen kimsenin Al-

lah katında hiçbir değeri yoktur.” (Feridüddin

Atar) “Güzellik sûretialdayan bir kisve ile olma-

yıp mekârim-i ahlâk ve mehâsin-i ahvâl ile ol-

duğu muhakkaktır. Âlem-i beşeriyyetin senden

beklemekte olduğu da güzel huyluluğun ve güzel

ef’âlinden ibarettir.”15 (Es-Seyyid Osman Hulûsi

Efendi)

1 Aclûnî, Keşfu’l-Hafâc.II, s. 262. (Ha-dis No:2532).

2 Ramazan Altıntaş, Din ve Sekülerleş-me, Pınar Yayınları, İstanbul 2005, s.101-193.

3 Zariyat 51/56. 4 SadreddinKonevî, en-Nusûs fî

tahkîkitavri’l-mahsûs, (Vahdet-i Vücûd ve Esasları),Çev: Ekrem Demirli, İz Yay., İstanbul 2004, s.19-25.

5 Necmettin Şahinler, Ganiyy-i Muhtefi’denMerâtib-i Tevhîd Risalesi Yorumu, İnsan Yayınları, İstanbul 2011, s.85-176.

6 AhmedZerruk, Tasavvufun Esasları, Çeviren: Mehmet Uysal, Özkan Matbaacılık, Ankara 2010, s.130, 219.

7 İsmail Hakkı Bursevî, Kitâbü’n-Netîce, Hazırlayan: Ali Namlı-İm-dat Yavaş, İnsan Yayınları, İstanbul 1997, c.II, s.62.

8 Ebu NasrSerrac et-Tusî, el-Lum’a, Çeviren: H. Kamil Yılmaz, Altınoluk Yayınları, İstanbul 1996, s.160.

9 Müjgân Cumbur, ‘Mevlana’ya Göre Oruç Ayı’, I. Milletlerarası Mevlana Kongresi Tebliğleri İçerisinde, Konya 1988.

10 Bu konuda geniş bilgi için bkz; Mehmet Demirci, İbadetlerde Manevi Boyut, Mavi Yayıncılık, İstan-bul 2004, s.29-85.

11 Yunus Emre, Divan, Hazırlayan: Mustafa Tatçı, Akçağ Yayınları, An-kara 1991, s.207.

12 Feridüddin atar, Tezkiretü’l-Evliya, Tercüme: Süleyman Uludağ, Mavi Yayıncılık, İstanbul 2002, c.I, s. 609

13 H. Kamil Yılmaz, Ana Hatlarıyla Ta-savvuf ve Tarikatlar, Ensar Yayınları, İstanbul 2011, s.156-183.

14 Süleyman Ateş, İslam Tasavvufu, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul Ta-rihsiz, s.333.

15 Osman Hulûsî-i Darendevî, Mektubât-ı Hulûsî-i Darendevî, Nasi-hat Yay., İstanbul 2006, Mektubât, s.216. (Altmış İkinci Mektup)

Dipnot

Page 22: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

41

BÜYÜSİHİR VE

Şubat 201340

Büyünün Tanımı ve Mahiyeti

Sihir ve büyünün tarihi insan-

lık tarihi kadar eskidir. Vahyin

etki alanından uzaklaşan insan-

lar, bunu insanları etki altında bu-

lundurma ve sömürme yolu ola-

rak kullanmışlardır. Hayatın bir

takım zorluk ve çıkmazları kar-

şısında sihir zaman zaman çare

olarak da görülmüştür. Bazen de

düşmanlık beslenilen kimselere

kötülük yapmak için bu yola baş-

vurulmuştur. Bu yüzden İslâm

büyüye karşı tavır almış ve onu

büyük günahlardan saymıştır.

Çünkü sihirde hakkı bâtıl, bâtılı

hak; hakikati hayal, hayali haki-

kat gösterme uğrunda ortaya ko-

nan esrarengiz bir yanıltma çabası

vardır. Tarihte sihirbazlar, kendi-

lerinde gizli güçler vehmettirerek

peygamberlere alternatif olma-

ya çalışmışlardır. Sihrin en büyük

kötülüğü insanları, tamamen in-

sanlığın hayrına olan vahyin ay-

dınlığından büyünün karanlık

dünyasına çekmesidir. Bu yüzden

vahye tepki gösteren ve ona inan-

mayan kâfirler, kendilerini haklı

çıkarabilmek ve Allah’ın elçilerini

yalanlamak için onları büyücülük-

le suçlamışlardır.1

Arapça’da “sihir” kelimesiy-

le ifade edilen büyü, din ile ilgi-

si olmayan dualarla ve hareketler-

le ruh üzerine tesir yapmaktır. Bu

kelime, gözbağcılık ve hile yoluy-

la insanları manyetize ederek tabi-

at kanunlarına aykırı olaylar orta-

ya koyma sanatını ifade etmek için

kullanılır. Bu yüzden büyü şöyle

tarif edilmiştir: Herhangi bir çı-

kar uğruna başkasına zarar ver-

meye yönelik meşru olmayan yol-

larla bir takım gizli kuvvetleri

yönlendirerek yapılan ve gerçeğe

uymayan gözbağcılık, düzenbaz-

lık, oyunculuk şeklindeki işlerdir.

Büyücülük, İslâm’dan

önce Araplar’da, Rumlar’da,

Hintliler’de, Mısırlılar’da yaygın

idi. Özellikle Hz. Musa (a.s.) za-

manında büyücülük itibarlı bir

meslek idi. Hz. Süleyman (a.s.) za-

manında da yaygındı. Bu yüzden

Kur’ân büyüden ve büyücülerden

bahsetmekte ve Kur’ân›da “sihir”

kelimesi değişik türevleriyle 57

defa geçmektedir. Konuyla ilgili en

uzun âyet şöyledir: “Süleyman’ın

hükümranlığı hakkında onlar,

şeytanların uydurup söyledik-

lerine tâbi oldular. Hâlbuki Sü-

leyman büyü yapıp kâfir olma-

dı. Lâkin şeytanlar kâfir oldular.

Çünkü insanlara sihri ve Babil’de

Hârut ile Mârut isimli iki meleğe

indirileni öğretiyorlardı. Hâlbuki

o iki melek, herkese: ‘Biz ancak

imtihan için gönderildik, sakın

yanlış inanıp da kâfir olmaya-

sınız’, demeden hiç kimseye (si-

hir ilmini) öğretmezlerdi. Onlar,

o iki melekden, karı ile koca ara-

sını açacak şeyleri öğreniyorlar-

dı. Oysa büyücüler, Allah’ın izni

olmadan hiç kimseye zarar vere-

mezler. Onlar, kendilerine fayda

vereni değil de zarar vereni öğre-

nirler. Sihri satın alanların (ona

inanıp para verenlerin) ahiretten

nasibi olmadığını çok iyi bilmek-

tedirler. Karşılığında kendilerini

sattıkları şey ne kötüdür! Keşke

bunu anlasalardı!”2

Bu âyette yer alan sihrin ma-

hiyeti, iki meleğin ne öğrettiği

ve sihrin tesiri konusunda fark-

lı yorumlar yapılmıştır. Âyetten

alınması gereken birkaç net me-

saj şunlardır: Hz. Süleyman (a.s.)

devrinde sihirbazlık yaygındır.

Hatta o dönemde Hz. Süleyman’ın

rüzgâra hükmetmesi, kuşlarla ko-

nuşması ve güçlü bir saltanat

oluşturması inanmayanlar tara-

fından hep sihirle izah edilmiştir.

Onun bunları sihir bilgisi saye-

sinde yaptığı yayılmıştır.3 Tahrif

edilmemiş Tevrat, büyüyü şiddet-

le yasaklamış ve onu puta tapmak-

la eşdeğer saymıştır. Buna rağmen

Tevrat’a sırt çeviren Yahudiler bü-

yücülüğü meslek haline getirmiş-

lerdir. Bu yüzden âyet esasen Hz.

Süleyman’ın bu işlerden beri oldu-

ğunu ifade etmek, sihrin kötü bir

iş olduğunu anlatmak ve büyücü-

lerin Allah’ın izni olmadan kimse-

ye zarar veremeyeceklerini anlat-

mak için nâzil olmuştur. Özellikle

ayette, eşler arasını bozmak için bu

yollara başvurmanın çirkinliğine

ve bunun şeytan işi olduğuna

dikkat çekilmektedir.

Büyünün Çeşitleri

Büyünün kendine göre özellik-

leri ve çeşitleri vardır. Mesela, bazı

sihirler el çabukluğu ile yapılır. Bu,

sırf hileden ibarettir. Hokkabaz-

lık ve gözbağcılığı da denen sihrin

bu türü, algıyı yanıltmaktan iba-

rettir. Şapkadan tavşan, limonun

içinden yumurta çıkarırmış gibi

yapmak böyledir. Bu tür sihirden

etkilenenlerin durumu, vapurda

giderken sahili hareket ediyor gibi

görmeğe benzer. Hz. Musa (a.s.)

zamanında da yapılan bu sihre

Kur’ân işaret etmektedir.4

Bazı sihirler cinlerden yar-

dım görerek yapılır. Sihir, insan

ruhunun belli eğitim, egzersiz ve

FıkıhAbdullah KAHRAMAN*

Page 23: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Şubat 201342

DAYAN YÜREĞİM DAYAN Toplamış bizi bu han Üstünde tüter duman Eriyoruz an be an Az mı geldi bu cihanHep gözyaşı her yer kan Mazlumlara dan dan dan... Dünyaya dalmış insan Sohbetlerimiz yavan Sözde kaldı din iman.

Baş tacı bizde yalanDeğerler olmuş talan Kıymetsiz arda kalan. Yağmalanmış bu vatan Kar etmiş çalıp kaçan Hala doymamış yılan Kaldı mı içten gülen Ahd-ı vefayı bilen Aşk hasretiyle solan

Kurtulur insan olan İlim irfanla dolan Bir hoş sedadır kalan

Böyle gelmiş bu devran Böyle gidemez inan Dayan yüreğim dayan

Mürsel GÜNDOĞDU

43

arıtılmasından sonra gizli şeyleri

görebilecek derecede his ve idra-

kinin artması ve böylece çeşitli

varlıklarda tesir icra etmesiyle de

yapılır. Buna manyetizma, hipno-

tizma ve fakirizm denir.

Bütün sihirler ya sırf yalan,

gözbağcılık, hile ve aldatmadan

ibarettir veya bazı gerçekleri kötü-

ye kullanarak ortaya konulmakta-

dır. Felak ve Nâs sureleri bu konu-

da nâzil olmuştur. Bu sureler, sihir

ve büyünün kötü, bunları yapanla-

rın ise şerli insanlar olduğuna işa-

ret etmektedir. Bunlardan kurtul-

manın ve korunmanın yolunun da

başka büyülere başvurmak değil

sadece Allah’a sığınmak olduğunu

ortaya koymaktadır.

Büyünün Tesiri ve Hükmü

Ebu Bekir Cessas gibi bazı ehl-i

sünnet âlimleri ile Mu’tezile bil-

ginlerine göre sihrin gerçekle hiç-

bir ilgisi yoktur. O, bir hayalden

ibarettir. Büyüden etkilenmek psi-

kolojiktir. Sihir ve büyü, aldat-

maca ve gözbağcılıktan ibarettir.

Ancak ehl-i sünnet bilginlerinin

çoğunluğuna göre sihrin gerçek

yönü ve etkisi vardır. Fakat Allahu

Teâlâ›nın dilemesi olmadan sihrin

kimseye zararı dokunmaz. Sihrin

etkisini kabul etmek, sihir yapan

kişinin tabiat güçlerine egemen

olduğunu ve dilediği her şeyi

gerçekleştirebileceğini düşünmek

anlamına gelmez. Mü’mine dü-

şen görev, sihirle uğraşmaktan, si-

hir yaptırmaktan uzak durmak ve

her türlü kötülüğe karşı Allah’a sı-

ğınmaktır. Nitekim Felak ve Nâs

sureleri bu konuda nazil olmuş,

şerli insanlardan ve bunların yap-

tığı çirkin işlerden kurtulmak

için Allah’a sığınmayı emretmiş-

tir. Kimse gökten değişik cisimler

yağdırma, ölüyü diriltme gibi Alla-

hu Teâlâ’nın peygamberlerine lüt-

fettiği mucize mahiyetinde olaylar

ortaya koymaya güç yetiremez. Bu

konuda bütün İslâm bilginleri fikir

birliği etmişlerdir.

İslâm bilginlerine göre, sihri

öğrenip, öğretmek haramdır.

Sihrin haramlığını inkâr eden

dinden çıkmış (kâfir) sayılır. Bu

sebeple İslâm hukukçularının

çoğu sihir yapanın dinden dön-

düğü için ölüm cezasına çarptı-

rılacağına hükmetmişlerdir. Ebu

Hanîfe, Mâlik ve Ahmed b. Hanbel

başta olmak üzere bazı âlimlere

göre sihrin haramlığına inanmak-

la beraber yine de onu yapan kim-

se küfre düşmüştür. İmâm Şafiî ve

kelam bilginlerinin çoğunluğuna

göre ise yapılan sihirde iman esas-

larından birinin inkârı söz konusu

değilse, sihirle meşgul olmak “kü-

für” olmayıp büyük günahlardan

sayılır.5

Büyünün Kötülüğü ve Yasaklanma Sebebi

İslâm, taşıdığı kötülük ve se-

bep olduğu yıkımlar sebebiyle bü-

yüyü ve büyücülüğü kesin olarak

yasaklanmıştır. Çünkü büyü,

kötüye kullanılmakta ve insanlara

psikolojik olarak büyük zararlar

vermektedir. Büyücülerin kontrol

altında tutulmaları imkânsızdır.

Bunu yapanlar Allah’ın kurdu-

ğu tabiî düzeni yani ‘sünnetullâh’ı

değiştirme amacı taşımaktadırlar.

En azından insanların zihninde bu

konuda şüpheler uyandırmakta-

dırlar. İnsanların Allah’a olan gü-

ven ve tevekküllerini bozarak bu

güveni kendilerine çevirmekte-

dirler. İnsanların bilimsel tedavi

yöntemlerine başvurmalarına en-

gel olarak tedavinin gecikmesine

yol açmaktadırlar. Onların, zaaf,

korku, ümit ve inançlarını sömür-

mekte ve onları aldatmaktadır-

lar. Bir âyette, büyücülerin iflah

olmayacağı6 belirtilmiştir. Hadis-

lerde büyü helak eden yedi şeyden

sayılmış7 ve büyü yapan kişinin

küfre girdiği ifade edilmiştir. Ay-

rıca muhabbet için efsun yapma-

nın, ipliğe okumanın, büyü yap-

manın şirk olduğunu8 ve büyüye

inanan kişinin cennete giremeye-

ceği de belirtilmiştir.9 Büyücüye,

müneccime, gaipten haber veren

kimseye inanan kişinin Kur’an’ı

inkâr etmiş olduğunu ifade eden

hadisler de vardır.10

Gece ve gündüz, âyetü’l-

kürsî, Felak, Nâs sureleri,

“Âmenerrasülü” olarak bilinen

Bakara Suresi’nin son üç âyeti

tam bir teslimiyetle okunduğu za-

man mü’min kendisini büyü ve

benzeri olumsuz etkilere karşı bir

anlamda sigortalamış olur. Bu-

nun dışında büyücülere müracaat

etmek gerekmez.

1 Büyücülükle suçlanan peygamberler arasında Hz. İsa (a.s.) (61/Sâf, 6), Hz. Musa (a.s.) (43/Zuhruf, 49), (51/Zâriyat, 39), Hz. Süleyman (a.s.) (2/Bakara, 102), Hz. Muhammed (s.a.v.) (15/Hicr, 6) zikre-dilmektedir. İnanmayanların bütün peygamberleri büyücülükle suçladıkları da görülmektedir. (51/Zâriyat, 52).

2 Bakara, 2/102.3 Zemahşerî, Keşşâf, I, 85.4 20/Tâhâ, 66, 7/A’râf, 116.5 Bk. İnanç, İbadet ve Günlük Yaşayış Ansiklopedisi,

“Büyü” md.6 20/Tâhâ, 69.7 Müslim, İman, 144.8 Nesâî, Tahrim, 19.9 Ahmed b. Hanbel, II, 83; IV, 399.10 Ebû Davûd, Tıp, 21.

* Prof. Dr.

Dipnot

Page 24: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

45Şubat 201344

UNUTULAN BİR GELENEĞİMİZ: HER AN

ABDESTLİ OLMAK

İslâm ümmeti-

ni “ümmet” yapan

şiarlar vardır. Bu

ümmet namaz kılar, zekât verir,

oruç tutar, hacca gider. Farz olan

ve kendisini diğer din mensup-

larından ayıran bu değerler ile

mü’minler “Müslüman” olarak

bilinir ve tanınır. Mü’minlerin

kimliklerini oluşturan değerler

elbette sadece farz olan ibadet-

ler ve kaçınmaları istenen ha-

ramlardan uzaklaşmaları de-

ğildir. Onlar İslâm’ın tezyînâtı

olarak kabul edilen ve kalplerini

güzelleştiren, bazen sünnet ba-

zen müstehâb bazen de mendup

olarak isimlendirilen güzellikle-

ri hayatlarına hâkim kılarlar ve

başka din mensuplarından fark-

lı olduklarını belirginleştirirler.

Bir yandan Rablerinin muradı-

nı yakalamaya çalışırken, diğer

yandan da kendilerini ümmet

yapan değerleri ayakta tutma-

ya çabalarlar. Bu yüzden yeme-

leri, içmeleri, konuşmaları, yat-

maları velhasıl hayatlarının her

yönü farklıdır. İslâmî değerleri

hayatlarında tatbik eden bu in-

sanlar farklı kültürlerden olup

da İslâm’a dair bilgisi olan kim-

seler tarafından görüldüklerin-

de, Müslüman oldukları hemen

anlaşılır. Çünkü Müslümanla-

rı Müslüman yapan değerler

diğer inanç sahiplerinden çok

farklıdır. Bunlar onların ayırıcı

alâmetleridir.

Esasında bu durum dinle-

rine bağlı diğer din mensupla-

rında da kolayca görülür. Kipa

dedikleri küçük takkeyi başına

tutturmuş, saçlarının kâkülünü

uzatmış, koluna Tevrat’tan par-

çalar içeren tefilin’i takmış biri-

ni gördüğümüzde onun Yahudi

olduğunu hemen anlarız. Aynı

şekilde kafasında kocaman sa-

rığı olan birini gördüğümüzde

“Bu sihtir.” deriz. Çünkü özel

giysiler onların dindarlıklarının

bir göstergesi olmuştur. Ayrıca

bundan büyük de bir haz alır-

lar. Hiçbir şart ve baskıdan çe-

kinmeksizin yaşamlarını ken-

di inançlarına göre sürdürmeye

azimlidirler.

Her Geçen Gün “Biz Olmaktan” Biraz

Daha Uzaklaşıyoruz

Müslümanları Müslüman

yapan değerler vardır ancak ya-

şadığımız dünyada batı kültü-

rünün baskısı altında erozyona

uğrayan ve savrulan bu kitlenin

kıymetlerine eskisi kadar tutu-

namadığı bir vâkıadır. Geçmi-

şe kıyasladığımızda kendilerini

farklı kılan değerlerin hayatla-

rından bir bir kopup gittiğini

görmekteyiz. Bu nedenle İslâm

ümmetinde genel anlamda bir

çözülme ve değerlerden uzak-

laşma olduğundan söz etmek

mümkündür. Bu ümmet ger-

çekten de büyük bir sınavla kar-

şı karşıyadır. Bu noktada üm-

meti suçlayıp, kendisine sahip

çıkmadığını söylemek işin kola-

yına kaçmak olur. Yüreği dertli,

olup bitenler karşısında üzüntü

çeken bizlerin bile bir kısım de-

ğerlerimize kendi hayatımızda

sahip çıkamadığımız gerçeği-

ni göz önüne getirecek olursak

işimizin ne kadar zor olduğu-

nu daha iyi kavrarız. Çünkü her

geçen gün “biz olmaktan biraz

daha uzaklaşıyoruz.”

Yavaş yavaş hayatımızdan

çıkardığımız ve belki de öne-

mini idrak edemediğimiz de-

ğerlerin başında hiç şüphe yok

ki abdestli olmak gelmektedir.

İslâm’ın hayata egemen oldu-

ğu dönemlerde Müslümanların

özellikleri sayılırken zikredilen

maddelerden bir tanesi de “her

zaman abdestli olmak” idi. Çün-

kü mü’min abdestsiz durmaz,

evinden mutlak surette abdestli

çıkar, abdesti bozulduğunda bir

an önce abdest almaya bakardı.

Abdestli olmak ayrılmaz vasıfla-

rından idi.

Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ab-

destle ilgili olarak pek çok ha-

disi vardır. Nitekim bunun ne

kadar önemli olduğunu ifade

etmek için şöyle buyurmuşlar-

dır: “Müslüman yahut mü’min

bir kul abdest alır da yüzünü

yıkarsa, gözleri ile baktığı her

günah suyla yahut suyun son

damlası ile yüzünden çıkar. El-

lerini yıkadığı vakit ellerinin

tuttuğu her günah su ile yahut

suyun son damlası ile beraber

ellerinden çıkar. Ayaklarını yı-

kadığı vakit ayaklarının yü-

rüyerek işlediği her günah su

ile yahut suyun son damlasıy-

la birlikte çıkar. Nihayet o kul

günahlardan temiz pak olup çı-

kar.” 1

Cennetin Sekiz Kapısı Birden Açılır

Allah Rasûlü abdestin dua

ile taçlandırılmasını da ister

ve şöyle buyurur: “Sizden biri-

KültürEnbiya YILDIRIM*

Sule

jman

MU

RAD

OVİ

C

Page 25: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

PENCERE

Boynunu büken gülün Susuzluğu var dilimde Ah! Yanmışım yalaz yalaz Sahralara dönmüşüm Düşmüşüm hasretine Bir katre sevda suyunun Oy yürek yakanım Seni ne kadar Ne kadar çok sevmişim Bir damla suya hasret Göklere uzattığım ellerim Bu mevsim çok aykırı Bu mevsim bahtıbaranlar bile yok Bilmem ki neyleyeceğim bu mevsim Ayrılığın elinden İstemem senden Gün solgunu, gün çalgını ışıklar Üstüme saçacaksan Gül sürgünü saç ışıklar Diyorsan ki açarım Gel bahtımın dehlizlerine Küçük küçük pencereler aç

Seni ne çok sevmişim meğer Tarifi var mı bunun Ama böyle geçmez Ki aşkın vardiyası Ağıtlı, acılı, pür-matem De haydi yürek yakanım Bu aşka bir dermân buyur Derman buyurmazsan İçim kandır dışım kan Çağır gözlerinin Büyüsüne kapılayım Ekileyim toprağına Ihlamur fidanlarınca Oy yürek yakanım Gülüm, gülşenim Seni ne kadar Ne kadar çok sevmişim

Celalettin KURT

Şubat 201346 47

niz güzelce abdest alır, abdes-

tini aldıktan sonra da: ’Ben

Allah’tan başka ilah olmadı-

ğına, ortağı olmayıp tek oldu-

ğuna ve Muhammed’in Allah’ın

kulu ve Rasûlü olduğuna şa-

hitlik ederim‘ derse, o kimseye

cennetin sekiz kapısı (birden)

açılır, istediğinden girer.”2

Allah Rasûlü nazarında ab-

dest almak yeterli değildir. Bu

yüzden insanın bunun ötesi-

ne geçerek abdestin ardından

iki rekât nafile namaz kılınma-

sını tavsiye etmişlerdir. Böylece

farz namazlar dışında da insa-

nın Rabbiyle olan bağının güçlü

tutulmasını arzulamışlardır. Bir

hadislerinde şöyle buyurmakta-

dırlar: “Benim bu abdestim gibi

abdest alıp hatırına bir şey ge-

tirmeden iki rekât namaz kılan

kimsenin geçmiş günahları af-

folunur.”3

Allah Rasûlü abdest üzerin-

de o kadar hassasiyetle dur-

maktadırlar ki, abdestin insa-

na sağladığı mânevî huzur ve

Rabbiyle olan bağlantısını güç-

lü tutmasından dolayı, abdestli

olan mü’minlerin bile yeni ab-

dest almalarını tavsiye etmişler-

dir. Çünkü yeni abdest insanın

mânevî dinçliğini harekete ge-

çirmekte, kulluk bilincini pekiş-

tirmektedir. Şöyle buyurmak-

tadırlar: “Temiz yani abdestli

iken tekrar abdest alan kimse-

ye Allah on sevap yazar.”4 Ni-

tekim vecîz bir sözde “Abdestli

iken abdest almak, nur üzerine

nurdur.” denmiştir.

Allah Rasûlünün tavsiyele-

ri elbette sadece gündüzle sı-

nırlı değildir. İnsanın yatağa gi-

rerken bile abdestli olmasını

arzulamışlar, böylece gecenin

başlangıcının da ibadetle süs-

lenmesini, Allah hatırlanarak

uykuya dalınmasını istemişler-

dir. Böylece abdesti insanın yir-

midört saatini haramlara karşı

koruyan, Allah ile irtibatı can-

lı tutan bir araç haline getirmiş-

lerdir. Şöyle buyurmuşlardır:

“Kim abdestli uyursa Allah onu

affeder.”5

Pek Çok Mânevî Boyutu Olan

Bir İbadet

Günümüz Müslümanları-

nın abdestli olmaya her za-

mankinden fazla ihtiyacı var-

dır. Çünkü haramlar daha fazla

belirgin, insanı kulluktan ve

Rabbiyle olan irtibattan kopa-

ran, menhiyyata düşüren tu-

zaklar çok daha fazladır. Hat-

ta dışarı çıkıldığında insanın

yaşamını kuşatan şeyler tama-

mıyla haramlardan oluşmak-

tadır. Bu yüzden mü’minlerin

dinlerini yaşamaları her za-

mankinden fazla zorlaşmıştır.

İşte abdest bu noktada devreye

girmekte ve mü’min için bir sı-

ğınak olmaktadır. Pek çok yan-

lışa düşmesine engel olmak-

ta ve pek çok hayrı işlemesine

vesîle olmaktadır. Mü’minler

abdestin değerini bildiklerin-

de, bu değer diğer değerlerin

bilinmesinin de kapısını ara-

layacak ve daha iyi bir kulluğa

götürecek yolun başlangıcını

oluşturacaktır. Bu nedenle ba-

sit gibi görünen abdest pek çok

mânevî boyutu olan “çok bü-

yük” bir ibadettir.

Bu büyük ibadetin yarar-

larından bir kısmı şunlardır:

Evinden abdestli olarak çıkan

bir insan ile abdestsiz çıkan di-

ğer kişi arasında büyük bir fark

vardır. Abdesti kuşanan kişi ab-

destli olduğunu düşünerek dı-

şarıda haram ve helal hususun-

da çok daha fazla dikkatli olur.

Kuşandığı mânevî silahtan hayâ

ederek başkalarına eziyet et-

mekten, haklarını yemekten,

harama bakmaktan çok daha

fazla sakınır. Çünkü abdest al-

mış da namaza durmak üzerey-

miş gibi düşünür. Allah ile irti-

batını koparacak hususlardan

olabildiğince kaçınmaya gayret

eder. Böylece abdest onu hem

pek çok haramdan korur hem

de onlarca hayrı işlemesine ve-

sile olur. Ayrıca insan sürekli

abdestli olduğunda ve bu şekil-

de evinden çıktığında Allah’ın

kendisini koruması altına al-

dığını düşünür ve bu halin-

den büyük bir haz alır. Abdest-

li olmasından dolayı büyük bir

mutluluk duyar. Allah ile irtiba-

tını abdest vasıtasıyla canlı tut-

tuğundan dolayı da dünyanın

kasâveti kendisini fazla etkile-

mez. Namazdaymış gibi ken-

disini ibadetin içinde hisseder.

Hayatı abdest vasıtasıyla daha

güzel olmaya başlar.

İnşallah bu güzel geleneğimi-

zi hayatımıza tekrardan hâkim

kılarız ve yaşamımızı güzelleş-

tirmeye abdest ile başlarız.

1 Tirmizî, 22 Ebû Dâvûd, 1693 Abdurrezzâk, 1404 Ebû Dâvûd, 575 Kenzü’l-Ummâl, 28854

* Prof. Dr.

Dipnot

Page 26: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

49

SULTAN

V. MEHMETŞubat 201348

V. Mehmet Re-

şat, Osmanlı

İmparatorluğu’nun

35. padişahı ve 114. İslâm Ha-

lifesidir.1 II. Mahmut’un toru-

nu, Sultan Abdülmecit’in üçün-

cü oğludur. Annesi Gülcemal

Kadın Efendi’dir. 31 Mart Ola-

yı ardından 1909’da, II. Abdül-

hamit Meclis-i Milli tarafından

tahttan indirildi ve 65 yaşında

olan Veliaht Mehmet Reşat, İt-

tihat ve Terakki Cemiyeti’nin

desteğiyle tahta çıkartıldı. Salta-

nat adı olarak, asıl adı olan “Re-

şad” değil, “Mehmed”

adının kullanması ka-

rarlaştırıldı. Cülus tö-

reni Beyazıt’ta bulu-

nan Sirkeci’ye oradan

Beyazıt’a geçerken yo-

lun iki tarafında dizili

İstanbullular tarafın-

dan coşkunlukla alkış-

landı. Biat duasından

sonra yaptığı konuş-

mada, “Hürriyetin ilk

padişahı benim ve bunda müf-

tehirim.” demiş ve bundan son-

ra “Meşrutiyet Padişahı” olarak

anılmaya başlanmıştır.2

5 Mayıs 1909’da II.

Abdülhamit’in son sadrazamı

olan Ahmed Tevfik Paşa İttihad

ve Terakki Cemiyeti üyelerinin

zorlamaları ile istifa etti ve yeni

hükümet Hüseyin Hilmi Paşa

sadrazamlığı altında kuruldu.

10 Mayıs 1909 günü V. Meh-

med için Eyüp’te kılıç alayı ya-

pıldı. Padişah Dolmabahçe’den

“Söğütlü” yatına bindi ve Bo-

ğaz ve Haliç üzerinden denizden

Eyüp’e gitti. Eyüp Türbesi’nde

Şeyhülislâm Sahip Efendi ve

Konya Mevlevî Dergâhı Post-

nişini Abdülhalim Efendi ta-

rafından Sultan Osman’ın kı-

lıcını kuşandı. Sonra saltanat

arabasına binen V. Mehmet Fa-

tih Camii’nde Fatih türbesi-

ni ziyaret etti. Sonra yine sal-

tanat arabası ile Dolmabahçe

Sarayı’na döndü.3 Padişahlığı

sırasında devlet yönetimi daha

çok İttihat ve Terakki Partisi’nin

genç ve dinamik ileri gelenle-

rinden Enver Paşa, Talat Paşa

ve Cemal Paşa’nın elinde kaldı.

Bu liderlerin yeni padişahı çok

sevdikleri gösterileri yapılmak-

taydı. Piyasaya onun adını taşı-

yan “Reşat Altını” sürüldü. Bir-

çok İstanbul semtine, Anadolu

kasaba ve köylerine “Reşadiye”

adı verildi. V. Mehmet’in ilk sal-

tanat günlerinde adi suçluların

ve özellikle 31 Mart Olayı ile iliş-

kili ve İttihad ve Terakki Partisi

aleyhtarı siyasi suçluların ken-

tin meydanlarında asılmaları-

na onay vermeyeceğini mabeyn

üyelerine ısrarla bildirmesine

rağmen sonunda iktidarda bu-

lunan İttihat ve Terakki Fırka-

sı idarecilerinin ısrarlarına karşı

gelemeyip bunlara onay vermek

zorunda kaldı.4

Sıkıntılı Dönem

1910’da Arnavutluk İsya-

nı çıktı ve bu ayaklanma 1 Ocak

1911’de üzerine gönderilen Har-

biye Nazırı Memduh Şevket

Paşa komutasındaki güçler ta-

rafından bastırıldı. 1908’de

Girit Parlementosu üyeleri-

nin başbakanın tatilde olması-

nı ve Osmanlı İkinci Meşruti-

yet kurulmasını fırsat bilerek

Yunanistan’la birleşme oyu ver-

melerinden sonra güven sarsıl-

dı, problem başladı. Kozmopolit

Efendi’nin sahibi ve Ahmed Sa-

mim Bey’in başyazarı olarak çı-

karılan “Sada-yı Millet” gazete-

sinin Patrikhane lehine

çalıştığı söylentileri

yayılması üzerine, 9

Haziran 1910’da Ah-

med Samim Bey bir

suikasta hedef olarak

Bahçekapı’da vuru-

lup öldürüldü.5 6 Şu-

bat 1911’de devlet ida-

resinin merkezi olan

Babıali’de yangın çık-

tı, Sadrazamlık ile Ha-

riciye Nezareti daireleri kur-

tulup. Şura-yı Devlet, Dâhiliye

Nezareti, Mektupçu, Teşrifatçı,

Beylikçi, Sadaret Kalemi daire-

leri ile Vak’anüvis daireleri ta-

mamen yandı.6 5 Haziran 1911

günü Sultan V. Mehmet deniz-

den “Barbaros” zırhlısı ile Ru-

meli gezisine başladı. Selanik,

Üsküp ve Priştina’yı ziyaret

etti. Kosova’da bulunan ceddi I.

Murad’ın türbesi olan Meşhed-i

Hüdevandigar’da 100.000 kişi-

nin katıldığı bir cemaatle cuma

namazı kıldı.7

Trablusgarp (Libya)

16. yüzyılda başlayan sö-

mürgeleştirme hareketleri-

TarihResul KESENCELİ

31 Mart Vakası

Page 27: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

51Şubat 201350

nin dışında kalan İtalya, Fran-

sız İhtilali’nden sonra 1870

yılında siyasi birliğini geç ola-

rak sağladığında sömürgele-

rin çoğu İngiltere ve Fransa ta-

rafından paylaşılmıştı. 1881’de

Fransa’nın Tunus’u işgali, ar-

dından da İngiltere’nin 1882’de

Mısır’ı ele geçirmesinden son-

ra İtalya, Kuzey Afrika’da ka-

lan son Osmanlı toprağı olan

Trablusgarp’la ilgilenmeye baş-

lamıştı. 1898 yılında İngiltere

ve Fransa arasında, sömürge-

lerin paylaşımı yüzünden çı-

kan Faşoda Buhranı sonunda

Kuzey Afrika’nın paylaşımı ya-

pıldı ve böylece Trablusgarp da

İtalya’ya bırakıldı. İtalya, Os-

manlı Devleti’ne bir ültima-

tom vererek, Trablusgarp’ın

kendisine bırakılmasını iste-

di. İtalyanların bu isteği redde-

dilince Trablusgarp ve Binga-

zi işgal edildi. (1911.)Temmuz

1912’de İtalya Çanakkale’de

Osmanlı istihkâmlarını deniz-

den topa tuttu. Ayrıca Ege De-

nizi’ndeki 12 adaya asker çıkar-

dı. Mustafa Kemal ve Enver Bey

Trablusgarp’a geçerek Derne

ve Tobruk’ta zaferler kazandı-

lar. Balkan Savaşlarının başla-

ması üzerine İtalyanlarla barış

imzalandı ve savaş sona erdi.

Uşi Antlaşması’na göre Trab-

lusgarp ve Bingazi İtalya’ya ve-

rildi. 12 ada Yunanistan’ın iş-

gal etmemesi için geri verilmek

üzere İtalya’da bırakıldı. Trab-

lusgarp Savaşı, ilkler sebebiy-

le de ilginç bir savaştır. Dünya

tarihinde ilk kez uçakların sa-

vaş aracı olarak kullanılması bu

savaşa rastlar. Biz ise Kuzey Af-

rika’daki son toprak parçamızı

kaybetmiş olduk.

Halâskârân-ı Zabıtan

Arnavut isyanı sırasın-

da, İstanbul’daki siyasî mu-

halefetle ve ordu içinde

“Halâskârân Zabitler” adı ve-

rilen grup arasındaki ilişkiler

önemlidir. Balkanlar ve özel-

likle Arnavutluk’ta ve İzmir’de

ki kıtaların subayları, İtti-

hat ve Terakki Partisi aley-

hinde siyasi baskıya giriştiler.

“Halâskârân Zabitler” adına

Bostancı’da bir toplantı yapıl-

dı. Bu toplantıya Ferit Paşa,

Suphi Paşa ve Zeki Paşa güya

aracı olarak katıldı. Melami-

ler Şeyhi Terlikçi Salih Efen-

di gibi Hürriyet ve İtilaf Par-

tisi elemanları da toplantıda

bulundular. Bu toplantıda bir

beyanname yayımlandı. Be-

yannamede hükümetin istifası

istenmekteydi. Ayrıca Meclis-i

Mebusan Başkanı Halil Bey’in

evine hükümetin düşmesini

sağlamak için bir gizli tehdit

mektubu gönderildi.

Harbiye Nazırı ve Bahriye

Nazır’ının istifaları üzerine 16

Temmuz 1912’de Mehmet Said

Paşa sadrazamlıktan istifa etti.

Yerine en kıdemli olarak Ah-

met Muhtar Paşa “Büyük Ka-

bine” adı verilen yeni bir hü-

kümet oluşturdu. Bu hükümet

partiler ve siyasal görüşler üstü

bir politika uygulamayı hedef-

lemişti. Fakat Balkan Savaşı

çıkması dolaysıyla bu hedefi-

ne yetişmede başarılı olamadı.

4. Meclis-i Mebusan dağıtıldı.

Sıkıyönetim ilan edildi. Ahmet

Muhtar Paşa istifa etti, yerine

Kıbrıslı Mehmet Kâmil Paşa

getirildi.8

Balkan Savaşları

Osmanlı Devleti’ni Balkan-

lardan çıkarmak isteyen Bulga-

ristan, Sırbistan, Yunanistan ve

Karadağ Trablusgarp Savaşı’yla

uğraşan Osmanlı Devleti’ne sa-

vaş açtılar. Osmanlı Devle-

ti ise ordularını terhis etmişti.

I. Balkan Savaşı sırasında bir-

çok cephede birden savaşmak

zorunda kalan Osmanlı Devle-

ti ağır yenilgiler aldı. Bulgar-

lar Çatalca’ya kadar ilerlediler,

Yunanlar Selanik’i işgal etti. Bu

olaylardan faydalanan Arnavut-

luk bağımsızlığını ilan etti. Os-

manlı Devleti’nden aldıkları

toprakları kendi aralarında pay-

laşırken anlaşmazlık içerisine

girdiler. Sırbistan, Yunanistan

ve Romanya, Bulgaristan’a kar-

şı savaşa başladı. Osmanlı Dev-

leti bu fırsattan Edirne’yi kur-

tardıktan sonra Meriç’e kadar

ilerledi ancak, Avrupalı devletle-

rin müdahalesi ihtimaline karşı

daha fazla ileri gitmedi. II. Bal-

kan Savaşı sonunda yapılan İs-

tanbul Antlaşması ile Edirne ve

Kırklareli Osmanlı Devleti’ne

geri verildi. Kavala ve Dedeağaç

ise Bulgaristan’da kaldı. İki dev-

let arasında Meriç Nehri sınır

oldu.9Balkan yenilgisini iç plan-

da; sınırların daralması, prestij

kaybı, ulusçuluk düşüncesinin

uyanışı, İttihat ve Terakki ikti-

darının kuvvetlenmesi noktaları

ile değerlendirirken dış planda

ise Asya’daki Osmanlı eyaletle-

rinin paylaşılması fikri ve Doğu

Avrupa’da dengesizlik noktala-

rı ile sınıflandırmak gerekmek-

tedir. Sonuç olarak; Osmanlı

devletinin prestijininsarsıldığı

bu savaşlar Balkanları başta “sı-

nır” ve “azınlık” sorunları olmak

üzere bir dizi sorunla karşı kar-

şıya getirirken; yakın dönem

Türk tarihine askerî, siyasî, kül-

türel ve demografik problemler

bırakmıştır.10

Cihad-ı Ekber ve Sonuçları

1914´ün 14 Kasım sabahı fet-

va, Süleymaniye´deki

Meşihat makamın-

dan Fatih Camii´ne

büyük bir merasim-

le götürüldü ve cema-

ate ‘‘Fetva Emini’’ Ali

Haydar Efendi tarafın-

dan okundu. Cihad ilan

edildiğini öğrenen halk,

bayraklar, sancaklar ve

dualarla sokaklara fır-

ladı, minarelerden salâ

verildi.

Cihad-ı Ekber, Türkçe (Os-

manlıca), Arapça ve Acem-

ce ilan edilmiştir ve ilk bölü-

mü ise şu şekildedir. “ İslâmlık

aleyhine düşman hücumu vaki

ve İslâm memleketlerinin gasp

ve yağma edilmesi ortaya çıkın-

ca İslâm padişahı bütün halkı

silah altına almak suretiyle ci-

hadı emrettikçe ayetlerin hük-

münce bütün Müslümanlar üze-

rine cihat farz olup genç ihtiyar,

piyade ve süvari olarak bütün

memleketlerdeki Müslümanla-

rın mal ve canıyla cihada baş-

vurmaları farz-ı ayn olur mu?

El cevap: Olur…”11

Bir hafta sonra, fetva-

nın İslâm dünyasına duyu-

rulması maksadıyla bir be-

yanname yayınlandı. Metnin

altında Şeyhülislam Ürgüp-

lü Hayri Efendi´nin, daha önce

şeyhülislamlık yapmış olan

üç kişinin, on bir kazaskerin

ve devrin önde gelen on dört

din âliminin imzası vardı. An-

cak, büyük ümitlerle ilan edilen

“Cihad-ı Ekber” hiçbir işe yara-

madı ve kimseler ciddiye alma-

dı. Cihad ilan edildiğini sara-

yında öğrenen eski padişah II.

Abdülhamit, “Şevketlû birade-

rim yanlış yaptı; bu büyük bir si-

lah idi, kullanılmadıkça daha da

büyük görünürdü. Asla kullanıl-

mamalıydı...” demişti.

Son dönemin sadrazam ve

genelkurmay başkanlarından

Ahmet İzzet Paşa da; “Bazı şöh-

retler vardır ki, potansiyel ola-

rak kaldıkça güce sahip olur-

lar. Biz çocukluğumuzdan beri

Sancak-ı Şerif çıkarılır, mu-

kaddes cihat ilan edilirse İslâm

dünyası ayağa kalkar, dünya

birbirine geçer diye işitir durur-

duk. Böyle gereksiz ve zamansız

bir şekilde bu fetvanın ilanı, hi-

lafetin elindeki bu tehdit silahı-

nın önemini de ne yazık ki yok

etti. Bu fetvadan haberdar olur

olmaz, mahkûm olduğu üzücü

sonucu pek çoğumuz daha ön-

ceden anladık. “ demiştir.

Cihad ilanı, beklenildiği-

nin aksine, Kutsal Topraklar

sayılan Arabistan’da Halife-i

Müslimin’e ve Osmanlı Dev-

letine karşı tepki doğurdu. Ne

zamandır İngilizlerin parasıyla

beslenen ve onlardan “krallık”

sözü alan Mekke Şerifi Hüse-

yin ardı ardına verdiği iki fet-

va ile bu cihada karşı koydu ve

akabinde Arap isyanını başlat-

tı. Düşman ise, Hint-

lisindenSenegallisine

dünyanın her yerinden

devşirdiği Müslüman

askerleriyle Osman-

lı ordusunun karşısı-

na çıktı.12Birinci Cihan

savaşı ise çok çetin ve

kanlı geçmiştir.

V. Mehmet Reşat’ın

saltanatı 9 yıl sürdü. 3

Temmuz 1918 tarihinde kalp

yetmezliğinden vefat etti. Ken-

disi sağlığında Mimar Kema-

lettin Bey’e yaptırdığı Eyüp’te-

ki Sultan Reşat Türbesi’nde

yatmaktadır.

1 Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa (1908-1914), İstanbul 2005.

2 Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları, İstanbul 1999.

3 Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları, İstanbul 1999.

4 Halit Ziya Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, İstanbul 2012.5 Ali Şükrü Çoruk, 100. Yıldönümünde Bir Gazeteci

Suikastı.6 Halit Ziya Uşaklıgil, Saray ve Ötesi, İstanbul 2012.7 Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları, İstanbul

1999.8 Necdet Sakaoğlu, Bu Mülkün Sultanları, İstanbul

1999.9 Cevdet Küçük, Balkan Savaşı, TDVİA, İstanbul

1991.10 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi,c.VIII, Ankara,

1983.11 22 Zilhicce 1332 - 29 Teşrînievvel 1330 Tarihli

Cihad-ı Ekber ilanının İlk bölümünün Türkçe Çe-virisi.

12 http://www.gnoxis.com/v-mehmet-resatin-cihat-ilani-49071.html

Dipnot

Page 28: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

53Şubat 201352

VE BİLGİNİN DEĞERİ

BİLGİ

Fikr odur ki insana bir yol açsın

Yol odur ki oradan bir şah geçsin

Hazreti Mevlânâ’nın insan-

ları bilgilerine göre sınıflandır-

maktadır. Ancak bu bilgi nasıl

bir bilgidir? Günümüzdeki bil-

gi anlayışıyla ne kadar benze-

şir? Şimdi bu suallerin cevabını

birlikte arayalım. Günümüzde

amacı ve kullanım alanı düşü-

nülmeksizin bilginin zati bir de-

ğer olarak yüceltildiğine şahit

oluyoruz. Çağımıza verdiğimiz

“Bilgi Çağı” isimlendirmesi de

bir durum tespiti olduğu kadar

bu yüceltmenin de ifadesi. Oysa

İslâm kültüründe her şeye oldu-

ğu gibi bilgiye de daha çok ama-

cına ve yaradığı işe göre bir de-

ğer biçilmiştir. Bu kabule göre

bilginin de işe yarayanı var ya-

ramayanı var. Nitekim yukarı-

ya aldığımız veciz beytinde Hz.

Mevlânâ böyle bir tespitte bu-

lunuyor ve mealen şöyle diyor:

“İnsana bir çıkış yolu göster-

meyen fikri, bilgiyi, ilmi ne ya-

payım ben! Bilgi ve fikir bir işe

yaramalı ki değeri olsun. Diğer

taraftan bir fikrin ve bilginin de-

ğeri gördüğü hüsn-i kabulle de

ölçülür. Bilginin açtığı yoldan

bir padişah geçmeli ki o bilginin

değeri belgelenmiş olsun.” Şim-

di bu fikirlere tercüman olan

hikâyemizi aktaralım:

Filozof ve Bedevi

“Bedevinin biri buğdayını

devesine yüklemiş, kendisi de

üstüne oturmuş gidiyordu. Yolu

üzerinde yaya gitmekte olan bir

bilginle karşılaştı. Konuşarak

bir müddet birlikte yürüdüler.

Önce bilgin bedeviye kim oldu-

ğunu, nereden gelip nereye git-

tiğini ve çuvallarda ne taşıdığını

sordu. Bedevi iki çuvalın birinde

buğday, diğerinde kum taşıdığı-

nı söyledi. Bilgin, bunun sebebi-

ni sorunca beriki açıkladı:

- Tek çuval devenin sırtında

durmaz, kayar. Kum çuvalı öbü-

rünü dengelemek içindir. Bil-

gin:

- İyi ama böyle yapmakla de-

venin yükünü boş yere iki katı-

na çıkarmışsın. Kum çuvalını

boşaltıp buğdayı iki çuvala böl-

sen daha iyi değil mi? dedi.

- Bedevi bu aklı pek beğendi

ve yol arkadaşının çok bilgili biri

olduğunu anladı.

- Aferin dedi, ne güzel aklın

var. Ben bin yıl düşünsem bunu

bulamazdım. Sonra onu devesi-

ne bindirdi ve:

- Şimdi sen de bana kendini

anlat, dedi. Niçin böyle yaya ve

arkadaşsız kalmışsın... Bu kadar

bilgili ve akıllı olduğuna göre ya

bey olmalısın ya vezir? Beriki;

- Ne beyi, ne veziri birader,

dedi, halim kıyafetim ortada de-

ğil mi?

Bedevi bu sefer onun varlık-

lı biri olduğunu düşündü; kaç

devesi ve keçisi olduğunu sor-

du; dükkândan, paradan puldan

söz açtı. Fakat bedevi her ne sor-

duysa bilgin hepsine hayır ceva-

bı verdi ve dedi ki:

- O senin söylediklerinden

hiçbirine sahip değilim. Gördü-

ğün gibi yayan yapıldak dolaşan

yoksul bir gezginim ben. Ora-

dan oraya dolaşır, kim bir kap

yemek verirse onun kapısında

yatarım. Hâsılı senin o kadar

beğendiğin bunca bilgi ve hik-

metten benim elime geçen baş

ağrısından başka bir şey değil.

Bunun üzerine bedevi onu he-

men devesinden indirdi ve şöy-

le dedi:

- O halde tez yanımdan uzak-

laş. Aklın da senin olsun, bilgin

de! Sırtını giydirip, karnını do-

yuramayan o bilginin bana hiç

lüzumu yok. Varsın bu cahil ak-

lım kumla buğdayı denk etmeye

devam etsin. Değil mi ki işleri-

mi görmeme yetiyor, bu aptallık

ve bilgisizlik bana mübarektir.”

Bir Hatıra

Şimdi de Hazret-i Mevlânâ’nın

bu hikâyesinin bana hatırlattı-

ğı talebelik yıllarıma ait küçük

bir hatıramı paylaşayım. Efen-

dim, yıl 1976, yer İstanbul Ede-

biyat Fakültesi. Tesadüfen aynı

yıllarda okuyan bir okuyucu çı-

karsa hatırlayacaktır; o yıllarda

KültürCihan OKUYUCU*

Page 29: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Şubat 201354 55

öğle yemeği olmak üzere öğren-

ciye naylon poşet içinde kuman-

ya veriliyor… Poşetin içinde çey-

rek ekmek, yumurta, peynir gibi

öğrencinin her gün yemekten

gına getirdiği kuru şeyler var.

Dolayısıyla yarısı yeniyor, yarı-

sı çöpe gidiyor. Neticede her ye-

mek sonrası koridordaki kapaklı

büyük çöp bidonları yemek ar-

tıklarıyla dolup taşıyor. Bir gün

çöp kovalarını karıştırıp yemek

artıklarını toplayan yaşlıca bir

adam dikkatimi çekti. Dökülen

üstü başına nazaran herhangi

bir sokak dilencisine benzemek-

te ama bir dilencinin fakülte ko-

ridorunda ne işi var? Bu çöp ka-

rıştırma işi sonraki günlerde de

devam edince adamcağızı me-

rak etmeye başladım. Meğer

efendim, bizim çöpçü bu kori-

dorların neredeyse 40 senedir

aşina olduğu kıdemli bir tale-

be imiş. Bir bölümü bitirince di-

ğerine yazılmak suretiyle şimdi-

ye kadar 10 tane bölüm bitirmiş

ve son olarak da Felsefe tahsil

ediyormuş. Şimdi bu ilim aşkı-

nı ve gayreti takdir mi etmeli,

yoksa herkesin tek diplomay-

la aş, eş ve iş sahibi olduğu bu

dünyada onun bunca diplomay-

la karnını bile doyuramamasına

acımalı mı? Yukarıda naklettiği-

miz hikâyenin bakış açısıyla bi-

zim yaşlı talebe daha çok acın-

maya layık görünüyor. Zira Hz.

Mevlânâ metnin başına aldığı-

mız beytinde de ifade ettiği üze-

re bilginin pratik olanına, işe

yarayanına, yol açanına değer

veriyor. Sadece kitabî olan ve

kullanılamayan bilgiyi küçüm-

süyor. Şimdi de işe yaramayan

bilgiye örnek olarak da aşağıda-

ki meşhur hikâyeyi nakledelim:

Gramerci-Gemici

Kibirli bir lisan âlimi bir ge-

miye binmiş ve gemiciye dönüp:

- Sen hiç nahiv okudun mu arka-

daş, diye sormuş. Beriki; hayır,

deyince aşağılayıcı bir üslupla:

- Vah, vah! Ömrünün yarı-

sı boşa gitmiş dostum, demiş.

Gemici üzülmüş ama sabredip

susmuş. Bir müddet sonra fırtı-

na çıkmış ve girdaba yakalanan

gemi batmaya başlamış. Kaptan

can telaşına düşen dil âlime:

- Hey nahivci, demiş, sen yüz-

me biliyor musun? Beriki; hayır,

cevabını vermiş. Bunu üzerine

gemici: - Desene, demiş. Şimdi

senin de ömrünün tamamı gitti.

Hz. Mevlânâ bu hikâyeden

birden fazla ahlâki sonuç çıka-

rıyor. Ezcümle demek istiyor ki;

her bilgi her yerde geçmez. Şa-

yet denizdeysen gramer bilme-

nin sana hiçbir yararı yok. Diğer

taraftan bilgi bir varlık iddia-

sıdır, oysa denizde olana var-

lık değil, yok olma bilgisi lazım.

Nasıl ki su önce öldürür sonra

ölüyü başında taşırsa, sen de ölü

gibi ol ki su seni taşısın. Yoksa

kendi bilgi ve kabiliyetine güve-

nen kişinin bu deryadan kurtul-

ması zor.

Gerçek Bilgi ve Fil Tarifi

Çok zaman bilgi dediğimiz-

de insanın beş duyu ile kavra-

dığı ve elde ettiği şeyleri kaste-

deriz. Hâlbuki bu tür bir bilgi,

bilgi araçlarının yetersizliği do-

layısıyla eksik ve yanıltıcıdır. Di-

ğer taraftan her insan gerçeğin

sadece belli bir tarafını görür ve

onu hakikatin ta kendisi sanır.

Sezai Karakaoç’un benzetmesiy-

le; gerçek, 7 cephesi olan bir eh-

ram gibidir; her insan ehramın

sadece kendisine bakan yüzünü

görebilir. Hz. Mevlânâ bu duru-

mu birçok vesileyle tekrar edi-

len o meşhur fil benzetmesiyle

açıklar. Efendim özetle hikâye

şu:

“Bir padişaha hediye olarak

Hindistan’dan bir fil gelmişti.

Onu sarayın ahırına koydular.

Hayatlarında hiç fil görmemiş

insanlar onu görmeye geldi-

ler ama ahır karanlıktı. Biri fi-

kir edinmek için ellerini uzattı-

ğında filin hortumunu yakaladı.

Adam hortumu yokladı, eğdi

büktü ve arkadaşlarına:

-Bu fil içi boş yumuşak bir

boruya benziyor, dedi.

Bir diğeri filin kulağını tut-

muştu, onu kadife gibi kalın

ve yumuşak bir yelpazeye

benzetti. Başka bir adam

filin ayağını yokladı

ve onun kalın bir sü-

tun olduğunu sandı.

Geniş sırtına eli-

ni değdiren bir

diğeri filin bir

taht olduğu-

nu düşün-

dü. Böy-

lece her

b i r i

ken-

d i

zanlarınca bir fil tarifi yaptılar.”

Benzetmesinin sonunda

Mevlânâ şöyle der: “Bu adam-

ların ellerinde bir mum olsaydı,

filin nasıl bir şey olduğunu her-

kes görürdü de aralarındaki ih-

tilaf ortadan kalkardı.”

Yukarıdaki benzetme bir-

çok yönden tefsire müsait. Bir

kere bütün fil tarifleri hem doğ-

ru hem yanlış... Parça olarak

doğru olan şey onun bütün sa-

nılmasıyla yanlışa dönüyor. Fil

benzetmesi bize herhangi bir

konuda sabit fikirli olmama-

mız, bizden başkalarının da ger-

çeğin başka bir parçasıyla yüz

yüze gelebilecekleri ihtimalini

hatırda tutmamızı ihtar ediyor.

Peki ama ahır karanlık olma-

saydı ya da bir mumla aydın-

latılsaydı gözümüzün gördüğü

varlık, yani bütün o parçaların

bir araya gelmesiyle oluşan şey

acaba yine bizatihi filin kendi-

si olur muydu? İşte bu noktada

Hz. Mevlânâ -burada izahı yer-

siz olan- bilgi felsefesi ile ilgili

bir probleme geçiyor ve duyu

organlarıyla kavranan bil-

ginin hiçbir zaman mut-

lak bilgi olamayacağı-

nı belirtiyor: “Aslında

bu baş gözü de bir

nevi avuca ben-

zer. Avucun bü-

tün fili ku-

şatmasının

imkânsızlığı gibi göz de hakikati

kuşatamaz.” Peki ama duyu or-

ganlarının ve aklın verdiği bilgi

mutlak değilse mutlak bilgi ne-

rede ve bu bilgi hangi vasıtayla

elde edilir? İşte burada sufilerin

sıkça bahsettiği, kalbe ihsan olu-

nan ilahi bir hediye olarak irfanî

bilgi devreye girmektedir. Bun-

dan daha gerçek olanı ise vahye

dayalı bilgilerdir.

Halkın Bilgisi ve Gerçek Bilgi

Meseleye yukarıdaki zaviye-

den bakan Hz. Mevlânâ’ya göre

insan olgunluğu nisbetinde ger-

çek bilgiye yaklaşır. Dünya bir

oyun ve eğlence yeri olduğu gibi

bu oyuna dalan dünya halkının

ekserisi de manen çocukturlar.

Sanki çubuk atlara binmiş ço-

cuklar gibi onların savaşları da

barışları da asılsızdır, bir değer

taşımaz. Aynı şekilde bilgileri

oyunla, eğlenceyle ilgili çocukça

bilgilerdir. Manen ergen olanla-

rın bilgisi ise Ledün bilgisidir.

Bu tür bilgi vehbidir, aniden ve

bir lutuf olarak verilir.

Aslında halkın yüksek bil-

gi ve sırları bilmemesinde de

bir hayır vardır. Nasıl mı? Önce

bu konudaki beyitlere bakalım,

sonra üzerinde düşünelim:

Tıfl-râ ger nân dehi ber-cây-ı şîr

Tıfl-ı miskin-râ ez-ân nân mürdegir

Çünkü dendânha ber-âred ba’d-ez-ân

Hem be-hod talib şeved ân tıfl nân

Meali şu: “Eğer çocuğa süt

yerine ekmek verirsen ona iyilik

etmiş olmazsın; çünkü ekmek

henüz onu yiyecek durumda ol-

mayan zavallı çocuğu öldürür.

Ama ne zaman ki dişleri çıkar,

çocuk kendiliğinden ekmek iste-

meye başlar.” Demek ki yavruya

sütten başka bir şey verilemeye-

ceği gibi olgunluk bakımından

çocuk hükmünde olanlara da

yüksek bilgiler verilemez. Nite-

kim Hz. Peygamber (s.a.v.) “İn-

sanlarla konuşurken kendi se-

viyelerine/kapasitelerine göre

ve anlayabileceği bir dille ko-

nuşunuz.” buyurmuştur. Onun

varisleri de bu tavsiyeye uymuş-

lar, ana kuşun yemeği önce ken-

di kursağında eritip yavruya kay

haline getirerek vermesine ben-

zer tarzda hazmedilmiş bilgile-

ri aktarmışlardır. Bilgi ile kalın

efendim… * Prof. Dr.

Page 30: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

KİTAPLIK

18 Beyit Dinle

M.Fatih Çıtlak

Sufi Kitap

Tel: (212) 511 24 24

40 Levha 40 Yorum

Prof. Dr. Mehmet Demirci

Kubbealtı Yayınları

Tel: (212) 516 23 56

Üsküp’ün

İçinde Kumaş Biçerler

Hâle Seval

Kaknüs Yayınları

Tel: (216) 341 08 65

En Güzel Dualar

Mustafa Karataş

Timaş yayınları

Tel: (212) 511 24 24

Kutlu Yolculuk Mekke ve

Medine Rehberi

Murat Erkol

Nesil Yayınları

Tel: (212) 551 32 25

57Şubat 201356

Ey gönül gel gayriden geç aşka eyle iktida,

Zümre-i ehl-i hakîkat anı kılmış mukteda.

Niyazî-i Mısri

Tarihçi yazar Orhan

Toğrulca’nın yeni yayımlanan ki-

tabı “Niyazî-i Mısri Bilge’nin Sof-

rası Aşk da Var İsyan da” Bilsam

Yayınlarından çıktı. Daha önce

Malatya’nın Siyasi Tarihi isim-

li kitabı bulunan Toğrulca’nın

yeni kitabı Malatya’nın önem-

li bir simasına dikkatleri çekiyor.

Bu biyografi çalışmasını Malatya-

lı bir yazarın yapmış olması Niyazî

Mısri’ye vefa örneğinin gösterge-

sidir.

Bu eseri ortaya çıkaran ise Malatya’da önem-

li projelere imza atan çeşitli konferanslarla bil-

giye susamış dimağlara merhem olmaya çalışan

Bilgi Yolu Eğitim Kültür ve Sos-

yal Araştırmalar Merkezi, yani

kısaca Bilsam’dır. Kitabın kapa-

ğı Osmanlı döneminden bir ke-

siti resmetmiş ve bizi geçmişe

doğru yolculuğa sürüklercesine

huzur veriyor. Kitabın ismindeki

“Bilge’nin Sofrası Aşk da Var İs-

yan da” ise Niyazî-i Mısri’nin zor-

lu yollardan geçtiğinin işaretçisi

oluyor.

Eserde Niyazî Mısri’nin doğdu-

ğu yere dair çeşitli bilgiler verilmiş.

Daha sonra yaşadığı yerlerden

bahsedilmiş. Mısır seyahatinden

kısaca demeçler bulunan kitap, Evliya Çelebi’nin

KitapErol AFŞİN

Malatya izlenimleriyle devam ediyor. Devrin sos-

yolojik olaylarını aktarması açısından da önemli

bilgilere yer verilen eserde Niyazî Mısri’nin mu-

halif bir yapısı olduğunu öğreniyoruz. Bu sebep-

le defalarca sürgün edildiği bilgisine de yer ve-

rilmektedir. Bu sürgünlerden ikincisini Limni

Adasında geçirdiği bilgisine rastlıyoruz. Bura-

da bir not ekleyelim, Yunus Emre hakkında ve

Niyazî Mısri hakkında çalışmaları olan Musta-

fa Tatçı’nın Limni’den Geliyorum diye bir eseri

daha önce yayımlanmıştı.

Kitabın ilerleyen sayfalarında Mısri’nin miza-

cı hakkında bilgilere yer verilmiş. Ayrıca Niyazî

Mısri’nin Hicivdeki ustalığına da dikkat çekile-

rek aşka, Allaha ve Peygambere dair şiirlerinden

kesitler sunulmuş. Bunların yanı sıra toplumsal

olaylara bakışını da şiirlerle süsleyen bir mizaca

sahip olan Mısri’nin iki yüzlülük üzerine şu mıs-

raları dikkat çekiyor:

Riyâ ile bu halkı gel azıtma,

Ko tâc-ü hırka vü şâlı n’irdesin.

(İki yüzlülük ile bu halkı gel şaşırtma,

Bırak tâc, hırka ve şâlı ne edersin.)

Farklı Dinlere Bakışı bölümünde, tasavvuf

ehli olan Mısrî’nin farklı dinlere nasıl baktı-

ğına dair şiirlerine yer verilmiş. Özellikle iki-

yüzlülüğe olan öfkesini şiirlerinden anlayabi-

liyoruz. Yine şiirlerinde Malatya sevgisine dair

izlere rastlanmaktadır. Kitabın sonunda ise

Niyazî Mısri’nin hangi eserlerinin olduğu be-

lirtilmiştir. Devamında ise Niyazî Mısri’den

sonra kendisi hakkında yazılan eserlerin ne-

ler olduğu ayrıntılı olarak verildiği görülmek-

tedir. Yine günümüzde Mısri hakkında yapılan

çalışmaların isimleri de not edilmiş. 1600’lü

yılların toplumsal olaylarını anlayabilmek ve

Niyazî Mısri’yi bir nebze tanıyabilmek açısın-

dan kayda değer bir biyografi çalışması oldu-

ğunu belirtmek gerek. Bu eseri temin etmek

isteyenler Malatya’da Bilsam Merkezini ziya-

ret ederek alabilirler ya da kitapçılardan temin

edebilirler.

BİLGENİN SOFRASI

“Eserde Niyazî Mısri’nin doğduğu yere dair çeşitli bilgiler verilmiş. Daha

sonra yaşadığı yerlerden bahsedilmiş. Mısır seyahatinden kısaca demeçler

bulunan kitap, Evliya Çelebi’nin Malatya izlenimleriyle devam ediyor.”

Page 31: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

59

GİBİ OL!BENİM İSTEDİĞİM

Şubat 201358

Ka ç ı m ı z d a

Michelange-

lo komplek-

si var? Kaçımız diğer insanla-

ra, bizim deneyimli ellerimizde

şekillenmeye hazır hammadde-

ler gibi bakıyoruz? Kaçımız bizi

ve akıllıca sözlerimizi dinlediği

takdirde şekillendirebileceğimiz

en az bir insan düşünebiliyoruz?

Peki, bu insan bizi dinlemek için

ne kadar hevesli?

Hani derler ya: “Aklı bir te-

peye yığmışlar (artık idealar

âleminde mi yaptılar, bu iş na-

sıl olduysa…) herkes yine kendi

akılını beğenip almış.” İletişim

psikolojisinde ‘motto’larımız-

dan biridir: “Herkes genellikle

kendini haklı görür.”

“Ben aynı kalayım, o değiş-

sin.” düşüncesine sahip olan

insanların birlikte yaşamaları,

önemli sorunlar ortaya çıkarı-

yor olsa gerek. Evlenecek olan

genç insanlar karşılıklı şöyle dü-

şünüyor: “Bir sürü güzel özelli-

ği var, ama bazı huyları beni ra-

hatsız ediyor. Neyse, evlenince

ben onu değiştiririm.” Hatta bir

arkadaşım “Eşimin bazı yönle-

rine tahammül edemiyorum.”

dediğinde, “Peki evlenmeden

önce, çıktığınız dönemde na-

sıldı? Farklı mı davranıyordu?

Yoksa böyle biri olduğunu öngö-

recek ipuçlarına rastlamadın mı

hiç?” diye sorunca, “Hayır, aksi-

ne hiç kendini farklı gösterme-

di, evlenmeden önce neyse yine

o ama ben onu değiştiririm diye

düşünmüştüm.” dedi.

Çevremizdeki insanların bi-

zim gibi düşünmelerini ve bizim

istediklerimizi kendi istedikle-

riymiş gibi yapmalarını arzula-

dığımızda, onları değiştirmeye

çalışıyoruz demektir. İnsanla-

rı değiştirmeye hakkımız oldu-

ğunu düşündüğümüzde çatışma

yaşama ihtimalimiz artar. Çün-

kü kafamızdaki kurallara göre

davranmazlarsa kendimizi en-

gellenmiş hisseder ve öfkeye ka-

pılırız.

Zararlı İki Kanaat

Bir ilişkiye girdiğimizde ço-

ğumuz yaygın ve zararlı iki ka-

naat taşırızz

1- Birlikte olduğumuz kişi-

nin bizimle olduğu için değişe-

ceği (değişmesine yardımcı ol-

mayı planlarız),

2- Bu kişinin hiç değişmeye-

ceği, hep başlangıçta olduğu gibi

kalacağı.

Bunların her ikisi de birer ya-

nılgıdır. Çünkü insanlar sürekli

değişirler, kimse değişim süre-

Kadın ve AileRukiye KARAKÖSE

“Kendimizi değiştirebilir, yeni seçimler yapabilir ve davranış repertuarımızı yenileyebiliriz. Ama asla

eşimizin/arkadaşımızın ne yönde değişmeyi seçeceğini öngöremeyiz. İnsanlar için yapabileceğimiz en fazla

şey, bir ‘rol modeli’ oluşturup gayretlerinde onları yüreklendirmek olabilir...”

Page 32: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Şubat 201360

AFYON GÜZELLEMESİ

Mor beyaz haşhaşların bahçelerin süsüdürSerin derelerinin akışına yanmışımBembeyaz mermerlerin sonsuzluk örtüsüdürHaysiyet madalyası takışına yanmışım

Konakların, evlerin meydan okur zamanaNice eski çağları sığdırırsın bir ân’aTermal kaplıcaların çağırmakta dermanaKartal gözlü kalenin bakışına yanmışım

Göce tarhanasıyla kebabın hası sendeGurbetçinin hasreti, aşkı, sevdası sendeAcıların fay hattı, Dinar’ın yası sendeHüzün yüklü ağıtlar yakışına yanmışım

Mevlevî Camii’nde ruhu okşar ezanlarBaharın müjdecisi; ağır kışlar, hazanlarTarifte aciz kalır Afyon’umu yazanlarMermerleri süsleyen nakışına yanmışım

Karahisar Kalesi asil duruşlu yârdırKocatepe’de zafer, Sultandağı’nda kardırSandıklı, Çay, Bolvadin; işveli bir diyardırGönül göğümde şimşek çakışına yanmışım

Bu coğrafyada olur kaymakların en hasıTabiatın süsüdür; gölü, dağı, ovası...Gönülleri şen eyler Afyon oyun havasıBahçendeki güllerin kokuşuna yanmışım

Şehrengizler güzeli, bulamazlar denginiKalendeki al bayrak kandan alır rengini Mevlevîlik Dergâhı, maneviyat zengini Dağına, ovasına, yokuşuna yanmışım

M. Nihat MALKOÇ

61

cinden kaçamaz. Fakat kimse

bir başkasını değiştiremez. Ken-

dimizi değiştirebilir, yeni seçim-

ler yapabilir ve davranış reper-

tuarımızı yenileyebiliriz. Ama

asla eşimizin/arkadaşımızın ne

yönde değişmeyi seçeceğini ön-

göremeyiz. İnsanlar için yapa-

bileceğimiz en fazla şey, bir ‘rol

modeli’ oluşturup gayretlerinde

onları yüreklendirmek olabilir.

Onlara ‘değişime açık’, ‘güven-

li’ bir ortam sunabiliriz; ama bu,

onların istediğimiz yönde deği-

şeceklerini garantilemez. Tüm

gayretimizle birinin değişim sü-

recine yatırım yapmak ise bizi

sadece hasta eder ve benlik say-

gımızı elimizden alır.

Diğerinin değişmesi için “ta-

lep”, “tatlılıkla ikna”, “yönlen-

dirme”, “tehdit”, “emir”, “yal-

varma” ve “pazarlık” sadece

cesaret kırıcı ve zarar verici bir

ortam yaratır. Biz giderek asabi-

leşip, sevimsizleşirken karşımız-

daki bildiğini okumaya devam

eder ve artık bu kadar olumsuz

ve yıkıcı bir ortam oluşturduğu-

muz için kendinde bizi suçlama

hakkını bulur.

Birilerini değiştirmek/dö-

nüştürmek istiyorsak yapacağı-

mız şey değişimi kendimizden

başlatmaktır. Yok eğer değiş-

mek istemiyor, kusursuz oldu-

ğumuzu düşünüyorsak; biz de-

ğişime kapalıyızdır. Kendimize

güvenimiz eksiktir yahut ken-

dimizle yüzleşmekten korkuyo-

ruzdur.

İçimizdeki Manevî Gücü Keşfetmek

“Ben hep böyleydim, şim-

di niye değişeyim?” mi diyor-

sunuz? Çünkü artık bu şekilde

yürümüyor. Hayat iyi giderken

değişmeyiz. Sadece bazı şeyler

yürümüyorsa değişime ihtiyaç

duyarız. Zamanlama çok önem-

lidir ve herkesin bir zamanı var-

dır ancak o zaman geldiğinde

değişim ihtiyacı hissederiz. Za-

manın geldiğini ise anlarız; çün-

kü acı içinde oluruz ve acıyı din-

direcek yeni ve değişik bir şey

denemek isteriz. Eğer vakti gel-

diyse değişim ıstıraplı olacaktır

muhakkak ama bununla bera-

ber bu acı insanı arındırır ve bü-

yümesine yol açar.

Değişmeyi seçmek ve ken-

di kaderinize etki etmek, zor ol-

makla beraber en çok doyum

veren davranış tarzıdır, diyebi-

liriz. Zira zaman zaman değiş-

meye karar veririz ama bu ka-

rarı uygulamaya geçiremeyiz.

Değişim, üzerinden geçmeyi bir

türlü beceremediğimiz bir köp-

rü gibidir. Ancak değişiklik baş-

langıçta zor görünse de aslında

heyecanlı, zevkli ve insanı mut-

lu eden bir serüvendir.

İnsanların değişmesi için

en büyük güç, onların içinde-

ki manevî yaşamdan kaynakla-

nır. İçimizdeki manevî gücü keş-

fetmedikçe sadece entelektüel

bilgileri edinmekle, kendimizi

sürekli ve sağlıklı olarak değiştir-

memiz mümkün değildir. Kişiler

anlamın kaynağını içlerinde bu-

lunca, kendilerini daha sağlıklı

ve güçlü kılacak gücü de bulur-

lar. Bu noktada bize şu dua yar-

dımcı olabilir: “Tanrım! Değişti-

rebileceğim şeyleri değiştirmek

için bana güç ver. Değiştireme-

yeceğim şeyleri kabullenmek için

sabır ver. Bu ikisini (yani değişti-

rilebilir ve değiştirilemez olanla-

rı) ayırt etmek için de akıl ver.”

“İçimizdeki manevî gücü keşfetmedikçe sadece entelektüel

bilgileri edinmekle, kendimizi sürekli ve sağlıklı olarak

değiştirmemiz mümkün değildir.”

Page 33: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

63

OSMANLI TARİHİNDE

SIRLI OLAYLAR

Şubat 201362

Osmanlı tarihine isti-

kamet veren birçok

önemli hadisenin ve

kazanılan pek çok parlak zaferin

teşekkülünde, manevî cephesin-

de yaşanan olağanüstü hâllerin

ve fizik ötesi unsurların da be-

lirleyici olduğu, tarihe materya-

list bir gözle bakmayanlar için

imanî bir hakikattir. Bu yazıda,

Osmanlı’daki kimi hâdiselerin ve

tarihî simaların sırlar ve hikmet-

lerle dolu saklı çehresini arala-

maya gayret edeceğiz.

Yıldırım Beyazıd ve Emir Sultan

Emir Sultan Hazretleri,

Osmanlı’nın manevî kurucula-

rından, kuruluş devrinin kandil-

lerindendi. Yıldırım Beyazıd’ın

kendisiyle tanışması, ona kızı-

nı vermesi ve Niğbolu Zaferi’nde

manevî desteğini görmesi bir dizi

sırlı olay sonucunda gerçekleşti:

Sultan Beyazıd, Niğbolu’da

kolundan yaralandı. Genç bir he-

kim ona yardım etti ve yarasını

sardı. Yarası derin olmasına rağ-

men hekim öyle bir sardı ki, Be-

yazıd sabah sargıyı çözdüğünde

hayretten dona kaldı. Çünkü ya-

radan eser kalmamıştı. Padişa-

hın, ilginç bir şey dikkatini çekti:

Sargıda kullanılan bezin bir par-

çası hanımının, nişanlıyken ken-

disine verdiği mendilin yarısıy-

dı. Bu da çözülmesi gereken ayrı

bir sırdı? Beyazıd, yaşadıklarının

sırrını çözmek istedi. Ancak ya-

rasını saran hekim çoktan sırra

karışmıştı.

Osmanlı ordusu Niğbolu’da

büyük kayıplar vermişti. Kale-

ye girmekte oldukça zorlanmış-

tı. Ama Sultan Beyazıd’ın azim

ve kararlılığı, kaleden daha bü-

yüktü. Yıldırım, ordusuna son

bir taarruz emri verdi. Sel gibi

kaleye akan ordu, kale kapısı-

nı açmayı başardı. Niğbolu Ka-

lesi artık Osmanlı’nın idi. Ordu-

yu âdeta kaleye buyur eden asker

ise, Padişah’ın yarasını saran

Tarihİsmail ÇOLAK

aynı genç hekimdi. Yıldırım, ta-

nık olduğu sırları çözmeye başla-

mıştı...

Emir Sultan’ın Sırrı Nasıl Çözüldü?

Yıldırım Beyazıd, bir ara

Edirne’de iken kızı Hundi

Hanım’ın, kendisinden izin alın-

madan evlendirildiğini duydu.

Çok öfkelendi. Bu işi gerçekleş-

tirenleri cezalandırmak için bir

adamını Bursa’ya gönderdi. Fakat

araya hatırı sayılır kişilerin girme-

si üzerine cezadan vazgeçti.

Niğbolu Zaferi dönüşünde

kendisini karşılayan halk ara-

sında Padişah’ın dikkatini bir

genç çekti. O genç, yarasını sa-

ran hekimin, Niğbolu’da kale ka-

pısını açan askerin ve kızı Hundi

Hanım’la evlenen kişinin ta ken-

disiydi. Çünkü elini sardığı men-

dilin diğer yarısını onun cebinde

görmüştü. Olan biten bunca sır-

lı hadiseden sonra Yıldırım Be-

yazıd anladı ki, kendisine savaş-

ta yardım eden bu kişi, damadı

Emir Sultan’dan başkası değildi.

Yıldırım Beyazıd, bundan sonra

Emir Sultan’a daha da gönülden

bağlandı.

Başka bir seferinde Yıldı-

rım Beyazıd, Rumeli tarafın-

da yine düşmanla vuruşuyordu.

Fakat ordusu ve kendisi çok sı-

kışmıştı. Çaresiz bir durum var-

dı. Yenilgi an meselesiydi. Tam

bu sırada Emir Sultan orta-

ya çıktı. Beyazıd’a şöyle seslen-

di: “Manevî işaretler, fethin ve

galibiyetin, Müslüman gazile-

re ait olduğunu gösteriyor! Gev-

şemeyin, toparlanın ve saldırın!

Zafer yakındır.” Şevk ve heye-

cana gelen Yıldırım ve askerle-

ri, düşman üzerine tekrar atıldı.

“Sultan II. Murad’ı, geleceğin Fatih’i, Şehzade Mehmed’in doğumu öncesinde büyük

bir heyecan sarmıştı. Doğumun olduğu gün, padişah sabaha kadar uyuyamadı.

Gece boyunca bol bol Kur’an-ı Kerim okudu.

Fetih Suresi’ne geldiğinde odasının kapısı çaldı.”

Page 34: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Şubat 201364 65

Emir Sultan’ın dediği çıktı. Os-

manlı ordusu, Allah’ın izni ve

yardımıyla galip geldi. Yıldırım

Beyazıd, yeni bir zaferle daha

Edirne’ye döndü.

Edirne Sarayındaki Sırlı Olay

Sultan II. Murad’ı, geleceğin

Fatih’i, Şehzade Mehmed’in do-

ğumu öncesinde büyük bir he-

yecan sarmıştı. Doğumun oldu-

ğu gün, padişah sabaha kadar

uyuyamadı. Gece boyunca bol

bol Kur’an-ı Kerim okudu. Fe-

tih Suresi’ne geldiğinde odasının

kapısı çaldı. Bir oğlan çocuğunun

dünyaya geldiği müjdelendiğin-

de ağzından farkında olmadan

şu sözler döküldü: “Allah’a şü-

kürler olsun, Murad’ın evinde

bir Muhammedî gül açtı!”

Sultan Murad’ın, İstanbul’u

fethetme arzusu içinde hiç sön-

müyordu. Hayattaki tek isteği,

mutlaka fethedileceğini bildiği

bu şehrin fethini sağlığında gö-

rebilmekti. Bu sırlı olayı çöze-

bilmek için Ankara’dan, devrin

büyük din bilginlerinden Hacı

Bayram-ı Velî’yi, Edirne’ye da-

vet etti. Daveti kabul eden Hacı

Bayram, Edirne’ye vardığında,

padişah tarafından büyük bir

saygıyla karşılandı. Biraz dinlen-

dikten sonra akşam saatinde sul-

tan ile bir araya geldi.

Sohbet sırasında Hacı

Bayram-ı Velî’ye bir beşik geti-

rildi. Beşiğe dikkatlice baktı ve

Fetih Suresi’ni orada bulunan-

ların işiteceği bir sesle okuma-

ya başladı. Her-

kes hayretler

içinde kaldı.

Çünkü beşik-

tekinin kim

olduğunu bil-

meden sureyi

okumuştu. Bu

esnada Hacı

Bayram-ı Velî,

Sultan’a döne-

rek şöyle dedi:

“Siz bir olgun

padişahsınız.

Şehzadeniz için okuduğunuz o

güzel şiiri okur musunuz?” Padi-

şah, bu şiiri daha önce kimseye

okumadığı halde Hacı Bayram’ın

buna işaret etmesi karşısında

hayretler içinde kaldı. “Murad’ın

evinde bir Muhammedî gül açtı!”

demeye gücü ancak yetti.

Hacı Bayram-ı Velî, konuş-

masına daha sonra şöyle devam

etti: “Fethin gerçekleşmemesi,

zamanının henüz gelmemesin-

dendir. Bey, sen Konstantiniye’yi

(İstanbul’u) alamayacaksın. Ama

orası mutlaka alınacaktır. Bunu

ben dâhi göremeyeceğim. Orası

şu beşikte yatan çocuk ve bizim

köse (Akşemseddin) tarafından

alınacaktır.”

Padişah ve oradakiler, bu söz-

ler karşısında gözyaşlarına bo-

ğuldular. Zira Hacı Bayram-ı

Velî, kendisine sorulacak tüm

sorulara, daha sorulmadan ce-

vap vermiş ve tam bir manevî

ziyafette bulunmuştu. Bu gö-

rüşmeden sonra Sultan Mu-

rad, Şehzade Mehmed’in eğitim

ve terbiyesine daha fazla önem

verdi. Geleceğin büyük Fatih’i-

nin bir an evvel yetişmesini, Hz.

Peygamber (s.a.v.)’in müjdesi

ve Hacı Bayram’ın kerametinin

gerçekleşmesini dört gözle bek-

ler oldu. Hatta bunun biran ev-

vel gerçekleşmesi için sağlığın-

da tahtından iki kez indi, yerine

Şehzade Mehmed’i geçirdi.

II. Kosova Zaferi’nin Sırrı

II. Murad, Varna’dan son-

ra ordunun başında Edirne’ye

döndü. Tahtı yeniden oğlu

Mehmed’e bırakarak Manisa’ya

çekildi. Bir süre sonra Haçlı-

lar, Varna’nın intikamını almak

için yeniden hazırlanmaya baş-

ladılar. Bunun üzerine Sultan

Murad 1445’te ikinci kez oğlu-

nun yerine tahta geçmek zorun-

da kaldı.

Hünyadi Yanoş, Osmanlı’ya

karşı 90 bin kişilik bir ordu hazır-

ladı. Ordunun başında Kosova’ya

geldi ve savaş hazırlıklarına ko-

yuldu. Bu sefer çok daha kararlı

görünüyordu.Sultan Murad, 60

bin kişilik bir ordu hazırlayabil-

di. Ekim 1448’de Kosova’ya gel-

di. Savaş meclisini topladı ve ya-

pılacak mücadelenin, Osmanlı

ve İslâm Dünyası açısından ta-

şıdığı hayatî önemi belirten et-

kili bir konuşma yaptı.

II. Murad, gece hiç yatmadı.

Atası, Sultan I. Murad’ın yaptığı

gibi sabaha kadar namaz kıldı.

Dua edip Allah’a yalvardı. 1389

yılında Murad Hüdavendigâr’ın

verdiği mücadeleyive çekti-

ği çileyi şimdi o yaşıyordu. El-

lerini açtı ve aynen Murad

Hüdavendigâr’ın I. Kosova ön-

cesindeki o tarihî duaya ben-

zer bir dua yaptı: “Ey âlemlerin

Rabbi! Burada 59 sene önce sa-

vaşmış Murad kuluna zafer na-

sip etmiştin. Benim de adım

Murad’dır. Bana da zafer na-

sip et. Şimdi ben de bir zaman-

lar atam Murad Han’ın ettiği du-

ayı ederek Sana yalvarıyorum:

Mekânı Cennet olsun Sultan

Murad Han gibi, bu yolda bana

da şehitlik ver. Beni şehitlik rüt-

besine ulaştır. Ordumu muzaf-

fer eyle!”

Osmanlı ordusu, 18 Ekim

günü, Cuma namazından son-

ra çetin bir savaşa tutuştu. Sul-

tan Murad, Varna’daki aynı tak-

tik uygulanarak Haçlı ordusunu

yine gafil avladı. Akşama doğ-

ru Haçlılar büyük bir bozguna

uğradı. Hünyadi Yanoş, karan-

lıktan faydalanarak zor kaçtı.

Kosova Ovası, ikinci kez ezan

sesleriyle doldu. Osmanlı ordu-

su tarihî bir zafer daha kazan-

dı. Kazanılan zafer Yıldırım’ın

Niğbolu’da kazandığı zafere

denkti.

Osmanlı tarihinde yaşa-

nan diğer sırlı hadiseler hak-

kında Nesil Yayınlarından çı-

kan “Osmanlı’nın Gizli Tarihi”

ve “Bitmeyen Hesaplaşma: Hi-

lal ile Haç’ın Bin Yıllık Mücade-

lesi” kitaplarımıza başvurmanı-

zı tavsiye ederiz.

“Sohbet sırasında

Hacı Bayram-ı

Velî’ye bir beşik

getirildi. Beşiğe

dikkatlice baktı ve

Fetih Suresi’ni orada

bulunanların işiteceği

bir sesle okumaya

başladı.”

Page 35: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Şubat 201366 67

EdebiyatVedat Ali TOK Ey fahr-i rüsül pâdşeh-i ‘arş-ı cenâb

Kim zikrini ref’ içün nüzûl itdi kitâb

Bir nüsha-i hikmet-i ilâhîsin sen

Şerh itse n’ola sadrını Rabbü’l-erbâb1

Neylî (1673-1748)

Neylî, Klasik Türk şiirinin mazmunlarını ve sa-

natlarını ustaca istif ettiği bu rubaisinde Hz. Mu-

hammed (s.a.v)’i farklı bir anlatımla tavsif ediyor.

“Ey bütün peygamberlerin padişahı, göğün

efendisi! Kitap, senin adını yüceltmek için indi.

Sen, yüce hikmetlerin bir nüshasısın. Allah, senin

sadrını şerh etse buna şaşılmaz!”

Şiirde dikkat çekici birçok nokta var. Bunlar-

dan birisi hemen her kelimenin farklı anlamlarını

da düşünmemizi gerektirecek şekilde seçilmiş ol-

ması. İkincisi ise tenasüp ve tezat teşkil edecek ke-

limelerin ustaca kullanılması…

Rubaideki ilk mısra Hz. Muhammed’e bir hi-

tap cümlesidir. Hz. Muhammed, peygamberlerin

şâhıdır, başkanıdır. Padişah ile sadr (başkan) ke-

limeleri arasında bu mânâda bir ilgi vardır.

Ref’ kelimesinin bu şiirdeki anlamı “kaldırma,

yükseltme”dir. Nüzul ise “inme” mânâsındadır.

Bu iki kelime arasında anlam zıtlığı dikkat çeki-

yor. Kur’ân-ı Kerim, Peygamber Efendimizin adı-

nı yüceltmek için indirilmiştir. Çünkü Kur’ân’da

Hz. Muhammed’in vasıflarını ve yüceliğini anla-

tan âyetler mevcuttur.

Üçüncü mısrada Peygamber Efendimiz,

Allah’ın hikmetlerinin yazılı olduğu bir belge gibi

tasavvur edilmiş. Şairi böyle bir hayâle iten sebep,

Hz. Muhammed’in yaşayışı, ahlâkı, hâl ve tavırla-

rıyla Allahü Telâ’nın örnek gösterdiği Müslüman

kimliğini her yönüyle taşıyor olmasındandır.

İncelenmeye değer görülen ya da bir değer

taşıyan her yazının mutlaka şerhe, yani açıkla-

maya ihtiyacı vardır. İşte Allahü Teâlâ da Hz.

Muhammed’i şerh etmiş, açmış, açıklamıştır. Bu

anlatım ile Neylî, Hz. Muhammed’in göğsünün

yarılması hâdisesine telmihte bulunuyor. Âyette

de belirtildiği gibi, Hz. Muhammed’in göğsü me-

lekler tarafından açılmıştır. Hz. Muhammed ço-

cukken arkadaşları ile oynadığı bir sırada, Cebra-

il ona görünerek, onu yere yatırır, kalbini yarar,

içinden bir parça çıkarır. Sonra kalbini altın bir

tas içinde zemzemle yıkar ve göğsünü kapatır.

Miraca çıkarılmadan önce de bu amelenin tekrar

edildiği kayıtlıdır. Âyette bu hususla ilgili olarak

şöyle söyleniyor: “Biz senin göğsünü (kalbini) aç-

madık mı?/ Ağırlığından dolayı belini büken yü-

künü senden alıp atmadık mı?”2

Neylî, Peygamber Efendimiz için yazdığı şiir-

lerinde genellikle rubâî şeklini tercih etmiş. Bu,

şairin yaşadığı asra göre bir bakıma haklı ve akıl-

lıca bir tercihtir; zira Neylî’nin yaşadığı yıllara ka-

dar zaten birçok şair, söylenecek sözleri söyle-

miş; kullanılacak mazmunları birçok şiirde ustaca

kullanmıştır. Farklı bir anlatımı olmayan şairin,

söylenmiş onca sözün istifine imkân hazırlayan

rubâî şeklini kullanmasından daha akıllıca bir işin

de olmayacağı muhakkaktır. Nitekim Neylî’nin

Dîvânında 5’i yine rubâî kalıbında olmak üzere 6

tevhidden sonra, tamamı 16 olan na’tin 8’i rubâî

şeklindedir.

Neylî’nin, çağdaşı olan hikemî tarzın üstâdı

Nâbî’den geniş ölçüde etkilendiği gözleniyor.

Nâbî’nin:

Sakın terk-i edebden kûy-ı Mahbûb-ı Hüdâdır bu

Nazargâh-ı İlâhîdir Makâm-ı Mustafâ’dır bu

beytiyle başlayan na’tine Neylî’nin:

Matâf-ı enbiyâ beyt-i Cenâb-ı kibriyâdır bu

Gözün aç gâfil olma kim nazargâh-ı Hudâdır bu

matlalı naziresi Peygamber Efendimiz ve Kâbe

vasfında yazılan güzel şiirlerdendir.

HİKMETLER

NÜSHASI

1 Atabey Kılıç, Mirzâ-zâde Ahmed Neylî (Hayatı, Eserleri ve Kişiliği) ve

Dîvânı, İstanbul 2004, s. 233.2 İnşirah Suresi, 1 / 2, 3. âyetler.

Dipnot

“Neylî, Klasik Türk şiirinin mazmunlarını ve sanatlarını ustaca

istif ettiği bu rubaisinde Hz. Muhammed (s.a.v)’i farklı

bir anlatımla tavsif ediyor.”

Page 36: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

69

HADDİ AŞMAKTIR

ZULÜMŞubat 201368

DüşünceMehmet DERE

Kur’ân’ın üze-

rinde önem-

le durduğu kav-

ramların başında gelen zulüm,

sözlükte “bir şeyi kendi yerin-

den başka bir yere koymak, hak-

kını eksiltmek, hakkını verme-

mek, noksan yapmak, haddi/

sınırı aşmak, yoldan sapmak,

men etmek, yapılmaması gere-

ken bir davranışta bulunmak”

gibi anlamlara gelir.

Kur’ânî terminolojide ise zu-

lüm, “Kur’ân’ın emir ve yasak-

larına uygun olmayan her şey,

Allah’ın koyduğu sınırları/ku-

ralları (hududullah) aşmak,

haktan batıla sapmak, adalet-

sizlik, haksızlık” gibi anlamla-

ra gelir.

Zulmün, çoğulu zulümattır;

zıddı ise nur, aydınlık ve ada-

lettir.

Zulüm kavramı, İslâm öncesi

toplumda insanî ilişkilerde her

türlü olumsuz söz, fiil ve dav-

ranışları ifade etmekte kullanıl-

mıştır. Kur’ân’da ise bu kavram

insanlar arasındaki olumsuz

ilişkiyi ifade etmekle birlikte,

daha çok Allah’a karşı görevler-

de inkâr ve isyan olan söz, fiil ve

davranışları ifade eder.

Kur’ân’da zulüm kavramı

58 sûrede, 266 âyet-i kerime-

de, 289 defa geçmiş; şirk, kü-

für, nifak, günah, insanlara ya-

pılan haksız muamele, noksan

yapmak, azap, işkence, insan öl-

dürmek, hırsızlık, zarar vermek,

haksızlık etmek, nefse zarar ver-

mek, insanlara eziyet etmek vb.

ilâhî iradeye ters düşen her türlü

inanç, söz, fiil ve davranışlar an-

lamında kullanılmıştır.

Zulüm kavramı Kur’ân’da ta-

mamen olumsuz bir anlamı ifa-

de etmektedir. En büyüğünden

en küçüğüne kadar her türlü gü-

nahı/haramı işlemek, Allah’a

karşı isyan ve itaatsizlik zulüm-

dür. Allah’a şirk koşmak, Allah’ın

âyetlerini yalanlamak, içki, ku-

mar, zina, hırsızlık vb. fiiller zu-

lüm olduğu gibi, namaz kılma-

mak, mazeretsiz oruç tutmamak

gibi ibadetleri terk etmek, işle-

nen günahlara tevbe etmemek

gibi pek çok günah/haram zulüm

kapsamına girer. En büyük zu-

lüm ise şirktir, zira şirk Rabbimi-

zin asla bağışlamayacağı en bü-

yük günahtır. Zulüm üç kısımdır:

İnsanın Allah’a Karşı İşlediği Zulüm

Bu zulüm şirk ve küfürdür:

“İmân edip de imanlarına zu-

lüm karıştırmayanlar var ya,

işte korkudan emin olmak onla-

rın hakkıdır ve doğru yolu bu-

lanlar da onlardır.”1 âyeti inince,

ashab-ı kiramdan (r.a.) bazıla-

rı bu âyette geçen “İmâna zulüm

karıştırma” ifadesini Rasûlullah

Efendimiz (s.a.v.)’e gelerek

“Hangimiz nefislerine zulmet-

mez?” diye sordular. Bunun üze-

rine Rasûlullah (s.a.v.): “Şüphe-

siz ki, şirk büyük bir zulümdür.”2

âyetini okumuştur.3 Söz konusu

ayette geçen zulüm kelimesinden

şirk kastedilmiştir.

Yine konuyla ilgili bir âyette,

“Allah, iman edenlerin velîsidir.

Onları zulümat (karanlık)

tan nura çıkarır. Küfredenle-

rin velîsi ise tağuttur. O (ta-

“İnsanla diğer insanlar arasındaki zulüm, geniş

bir anlam alanına sahiptir. Zaten zulüm denince

ilk olarak insanların birbirlerine karşı olan

hareketlerindeki yanlış, kötü ve zararlı davranışlar

gelmekte; bunların işlenmemesi istenmiş ve

işleyenler tenkit edilmiştir.”

Page 37: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

71Şubat 201370

ğut) da kendilerini nurdan

ayırıp, zulümata/karanlığa çı-

karır. İşte onlar cehennemlik-

lerdir ve orada ebedî olarak ka-

lırlar.” buyrulmuş; ayette geçen

“zulümat”tan maksadın inkâr/

küfür olduğu ifade edilmiştir.4

Yüce Allah’ın varlığını, birli-

ğini inkâr etmek zulüm olduğu

gibi, imân esaslarından herhan-

gi birini inkâr etmek de zulüm

ve küfürdür. Bütün bu husus-

larla ilgili çeşitli âyetler vardır:

“Onlardan her kim, Allah’ın

ilâhlığını inkâr ederek, ‘İlâh o

değil, benim!’ derse, biz onu ce-

hennemle cezalandırırız. İşte

biz, zalimlere böyle ceza veri-

riz!”5

Bu âyette, Yüce Allah’ın

ilâhlığını inkâr ederek,

ilâhlık iddiasında bulunanla-

rın durumu dile getirilmiştir.

Nemrud’un Allah’ın varlığı-

nı inkâr etmenin neticesinde,

düştüğü küfür ve zulmünü ha-

ber veren bir âyetin meâli de

şöyledir: “Allah, kendisine hü-

kümdarlık verdi diye, Rabbi

hakkında İbrahim’le tartışanı

görmedin mi? Hani İbrahim,

ona: ‘Benim Rabbim odur ki,

hem diriltir, hem öldürür’ de-

diği zaman, Nemrud: ‘Ben de

diriltir ve öldürürüm’ demişti.

İbrahim: ‘Rabbim, güneşi do-

ğudan getiriyor, haydi sen onu

batıdan getir!’ deyince inkâr

eden o kimse şaşırıp kaldı. Al-

lah zalimler topluluğunu doğ-

ru yola iletmez.”6

İsrâiloğullarının, Musa

(a.s.)’nın sözünü dinlemeyerek

buzağıya tapmalarının zulüm

olduğu hususunda da, Yüce Al-

lah şöyle buyurmuştur: “Musa

ile kırk gece için sözleşmiştik,

sonra siz onun ardından buza-

ğıyı ilâh edinmiştiniz. Kendini-

ze böylece zulmediyordunuz.”7

Kur’ân’da, Allah’ın âyetlerini

inkâr etmek ve Allah’ın daha

önce indirdiği vahiyleri değiş-

tirmek de zulüm olarak haber

verilmiştir: “Âyetlerimizi ya-

lanlayanlar ve kendilerine de

zulmeden topluluğun durumu

ne kötüdür!”8

“Âyetlerimiz hakkında (mü-

nasebetsizliğe) dalanları gör-

düğün zaman, onlar başka bir

söze geçinceye kadar onlardan

yüz çevir. Eğer şeytan sana

(bunu) unutturursa, hatırla-

dıktan sonra hemen kalk, za-

limler topluluğuyla oturma!”9

Peygamberliğe ve peygam-

berlere inanmamak da zulüm-

dür: “Şüphesiz ki, onlara kendi

içlerinden bir elçi geldi, fakat

onlar o elçiyi yalanladılar. Bu-

nun üzerine onlar zulümlerine

devam ederken, azabımız onla-

rı yakalayıverdi.”10

“Biz onların, seni dinlerken

ne sebeple dinlediklerini, ken-

di aralarında gizli konuşurlar-

ken de o zalimlerin: ’Siz büyü-

lenmiş bir adamdan başkasına

uymuyorsunuz!’ dediklerini

gayet iyi biliyoruz.”11

“Nuh kavmini de peygam-

berleri yalanladıkları vakit on-

ları da boğduk ve onları insan-

lara bir ibret yaptık. Zalimlere

acı bir azap hazırladık.”12

İnsanlar Arasındaki Zulüm

İnsanın diğer insanlara karşı

işledikleri suçlar, günahlar/ha-

ramlar ve haksızlıklar bu zulüm

kapsamındadır.

İnsanla diğer insanlar ara-

sındaki zulüm, geniş bir anlam

alanına sahiptir. Zaten zulüm

denince ilk olarak insanların

birbirlerine karşı olan hareket-

lerindeki yanlış, kötü ve zararlı

davranışlar gelmekte; bunların

işlenmemesi istenmiş ve işle-

yenler tenkit edilmiştir.

Bu zulüm kapsamına giren

belli başlı günahlara/haramlara

şunları örnek verebiliriz: Adam

öldürmek, hırsızlık yapmak,

zina yapmak, gıybet/dedikodu

yapmak, yalan söylemek, yalan-

cı şahitlik, iftira atmak, faiz ye-

mek gibi.

İnsanın Kendi Nefsine Zulmetmesi

“Nefse zulüm”; bir insanın

dünya veya âhirette kendisine

zarar verecek inanca sahip ol-

ması, söz, fiil ve davranışlarda

bulunmasıdır. Küçük-büyük, ki-

şinin kendisine veya başkalarına

yönelik bütün günah, söz, fiil ve

davranışları nefse zulümdür.

“Nefsine zulmeden”; kötü-

lükleri iyiliklerinden fazla olan,

büyük günah işleyip tevbe et-

meden ölen, inkâr etmeksizin

nimetlere nankörlük eden, he-

lal-haram demeden mal kaza-

nan, ibadetlerini gafletle yapan,

Kur’ân’ı okuyup onunla amel et-

meyen, amelinde kusuru olan,

emir ve yasaklara uymayan kim-

sedir, şeklinde tanımlanmıştır.

“Nefse zulüm” ifadesi

Kur’ân’da 29 defa geçmektedir.

İnkâr etmek, nifak/ikiyüzlülük,

Allah’a ortak koşmak, günah

olan ve nefse zarar veren söz, fiil

ve davranışlar, ilahî sınırları çiğ-

nemek, İslâm’ın emir ve yasak-

larına uymamak nefse zulüm-

dür.

Kâfir, münâfık ve müşrik-

ler, inkâr, nifak, şirk ve isyan

sebebiyle nefislerine zulmettik-

leri gibi, müminler de Allah’ın

emirlerine ve hükümlerine ve

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)’in

sünnetlerine uymadıkları/ih-

mal ettikleri, günah/haram

olan söz, fiil ve davranışlarda

bulundukları zaman nefislerine

zulmetmiş olurlar. Her güna-

hın ve kötülüğün cezasını kişi-

nin kendisi çeker. Namaz kıl-

mayan, oruç tutmayan, yalan

söyleyen insan, nefsine zulmet-

miş olur.

Hadislerde de zulümle ilgi-

li olarak; Cenab-ı Hakk’ın kul-

larına asla zulmedici olmadı-

ğı, zulmün, sahibi için kıyamet

günü çeşitli azaplara sebep ola-

cağı, Allah’ın zulmeden kimseye

çok çetin ve amansız davranaca-

ğı zulme uğrayan mazlumun du-

asının/bedduasının kabul ola-

cağı, Müslüman’ın zulmedici

olmadığı, emniyet/güven sahi-

bi bir vasfa sahip olduğu bildi-

rilmiştir.

Hz. Peygamberimiz (s.a.v.)

de, dünya hayatında insanla-

ra zulmeden kimsenin, zulme-

den kişiyi ahirette iflasa götü-

receğini bildirmiştir. Rasûlullah

(s.a.v.) bir gün, “Müflis kimdir,

biliyor musunuz?” diye sormuş-

tur. Orada hazır bulunan ashâb:

“Bizce müflis, parası olmayan ve

malı bulunmayandır.” deyince,

Rasûlullah (s.a.v.) şöyle devam

etmiştir: “Ümmetimden müflis,

kıyamet günü namaz, oruç ve

zekât sevabıyla ve amel defte-

rine ’şuna sövdü, buna zina if-

tirası yaptı, şunun malını yedi,

bunun kanını döktü, şunu döv-

dü.’ diye yazılmış olarak gelen

kimsedir. Onun hasenatının se-

vabından hak sahibi olan di-

ğer kimselere verilir. Eğer üze-

rindeki borç ödenmeden önce

ibadet ve iyiliklerinin sevabı

tükenirse, alacaklıların günah-

larından alınıp o kimsenin üze-

rine günahları yüklenir. Sonra,

günahını yüklendiği kimselerin

günahları ile birlikte cehenne-

me atılır.”13

Yine Rasûlullah Efendimiz

(s.a.v.) dualarında, zulmet-

mekten ve zulmedici olmaktan

Allah’a sığınmış, zulmün ne ka-

dar kötü bir vasıf/huy olduğunu

ifade etmiştir.

1 6/En’âm, 822 31/Lokman, 133 Buharî, İman, 23; Müslim, İman, 564 2/Bakara, 2575 21/Enbiyâ, 296 2/Bakara, 2587 2/Bakara, 51, 928 7/A’râf, 162, 177; 11/Hud, 59-609 6/En’âm, 6810 16/Nahl, 11311 17/İsrâ, 4712 25/Furkan, 3713 Müslim, Birr, 60; Tirmizî, Kıyamet, 2; Ahmed b.

Hanbel, Müsned, II/ 303, IV/372

Dipnot

Page 38: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

73Şubat 201372

Allah dostları, insanların en kâmilleridir. Her hâlleri güzel olduğu için onlar gü-

zellik ve mükemmellik arz eder. Gönülle-ri, ulvî bir teslimiyet neşvesiyle Allah ve Rasûlü’ne dost olduğu için onlar, bütün mahlûkatla dost olarak yaşarlar.

Allah dostları, diğer insanlardan pek çok yönleriyle farklıdırlar. Kalpleri Allah’a yakındır. İbadetlerinde ciddiyet ve huşû vardır. Davranışlarına çok dikkat eder-ler. Daima Rasûlullah (s.a.v.)’ın izinden yürüdükleri, sünnet-i seniyyeye kâmilen ittibâ ettikleri ve nebevî ahlâka en çok onlar yaklaşabildikleri için, kaynağı Al-lah Rasûlü (s.a.v.)’nden gelen manevî bir heybet ve feyiz taşırlar. Dolayısıyla onla-rın duaları diğer insanların dualarından daha makbuldür. Vücutları zâkir hâle ge-lip sadırları da berraklaştığı için girdikle-ri yerlere ferahlık verirler.

Kalbin olgunlaşması ve manevî haki-katleri alıcı hâle gelmesi, bazı alışkanlık-ların kazanımıyla mümkündür. Bunun için de manevî kemâlâtın yollarını bilmek ve tatbik etmek icap eder. Bu yollardaki engelleri selâmetle aşabilmek için de Al-lah dostlarının rehberliğine ihtiyaç var-dır.

Çelebi Ârif Küçük

Anadolu’da yetişen Mevlevî tarikatının büyüklerinden olan Ârif Çelebi 1597’de dünyaya geldi. Hayatı hakkında kaynak-larda fazla bir bilgi yoktur. Sekiz yaşın-da yetim kalan Çelebi, Küçük Mehmed Efendi’nin terbiyesi altında, onun sohbet-lerinde yetişip kemâle geldi. İlim öğren-mek ve büyüklerin kabirlerini ziyaret için çeşitli beldeleri dolaştı. Daha sonra tek-rar Küçük Mehmed Efendi’nin dergâhına döndü.

Her ne vakit kalbinde peyda olan; “Su akmadığı zaman kokar.” düşüncesiy-le ceddi gibi sıkça seyahat etse de hocası ona; “Değişmeyen kokmayan derya, de-niz ol!” buyurarak ona artık seyahati, do-laşmayı bırakıp ikamet etmesini işaret etti. Böylece seyahati bıraktı. Hocası onu kızı ile evlendirerek kendisine damat yap-tı. Hocasının vefatından sonra Mevlânâ Celâleddin-i Rûmî Hazretleri’nin manevî işareti, Kara Mustafa Paşa’nın tevcihi ile hocasının yerine geçerek Mevlevihane’ye şeyh oldu.

Çelebi Ârif Küçük, insanları irşad için hocasının yerine geçince, çekemeyenler tarafından kendisine iftira edildi. Şikâyet

Örnek Hayat Yusuf HALICI edenler Bol-

vadin mahke-mesine başvurup,

mahkeme ilâmı çıkart-tırdılar. Ancak keramet

olarak mahkeme ilâmı ken-dine ulaşmadan, o Bolvadin’de

bulundu. Mahkemede şikâyetçi olanlar kendisinden hak talebinde bu-

lundular. Yaratılıştaki cömertlikleri se-bebiyle istenilen meblağı itiraz etmeden ödedi ve şöyle buyurdu: “Hasımlarımın bu fakiri taciz ettiği, rahatsız ettiği akıl sa-hipleri indinde malumdur. Ancak, bu is-tenilen meblağın gerekçesinin açıklanma-sını istesek, biz onları taciz etmiş olurduk. Çünkü o zaman işin iç yüzü ortaya çıkardı. Sonra biz bu borçtan berî olduğumuza ye-min etsek, dedemiz Hz. Ebu Bekir (r.a.)’in yolundan ayrılmış olurduk. Zira yok yere ona bin dinar borç isnat edildiğinde böyle bir borcu olmadığına dair yemin etmeyip, o borcu verdi. Ayrıca onların bize karşı muameleleri sebebiyle sevap kazanma-mız, onların ise bizim yüzümüzden ceza-landırılmaları bize uygun düşmez.”

Çelebi Ârif Küçük bir sohbetlerinde şöyle buyurdu: “Bizden istenilen malı iti-raz etmeden vermekle, o kadarcık bir şey için yemini feda etmekten, buna ilâveten aramızda düşmanlığın büyümesinden, padişahımızın başını ağrıtmaktan da sa-kınmış olduk.” Onun bu sözünü işiten pa-dişah, sözleri çok beğendi ve onu rahatsız edenlerin cezalandırılmasını istedi ise de Çelebi Ârif Küçük onların affedilmeleri-ni arz etti. Teklifi padişah tarafından ka-bul edilerek kendisini şikâyet edip hak ta-lebinde bulunanlar affedildi.

Başmakçılı Ahmed Dede

Selçuklu Sultanı Alparslan’ın 1071 yı-lında Malazgirt Savaşında Bizanslıla-

rı yenmesiyle bir-likte Anadolu’nun kapıları sonuna ka-dar Oğuz boyları-na açılmış bunun sonu-cu olarak da Türk boyları Anadolu’nun çeşitli bölgeleri-ne dağılarak oraları yurt edin-meye başlamışlardır.Bu boylardan Sarıkeçili Aşireti’nin Başmakçı kolu, Azerbaycan’ın güneyinden Anadolu’ya girmişbir kısmı kuzeye giderek Çorum ci-varına, diğer bir kısmı da batı yönüne gi-derek Afyon ili Başmakçı ilçesinin oldu-ğu yere yerleşmişlerdir. Bundan sonra da buranın adı Başmakçı olarak anılma-ya başlanmıştır. Başmakçı’da yetişen ev-liyalar içinde en bilineni hiç şüphesiz Ah-med Dede’dir.

Ahmed Dede Anadolu’nun manevî zenginliği olan velilerdendir. Doğum, ve-fat tarihleri ile yerleri bilinmeyen Ahmed Dede’nin Anadolu Selçuklu Devleti zama-nında yaşadığı tahmin edilmektedir. Tür-besi, Başmakçı ilçesinde oluptürbede ki-tabe yoktur.Hayatı hakkında fazla bir bilgi olmayan Ahmet Dede’nin vefatıyla ilgili şöyle bir menkıbe anlatılır:

İnsanlara Allahu Teâlâ’nın emir ve ya-saklarını anlatmakla ömrünü geçiren Ah-med Dede, sağlığında Cuma günleri, Cuma namazını Kâbe’de kılardı. Bir sohbet esna-sında Başmakçı’nın ileri gelenleri, Ahmed Dede’ye, Cuma namazına gelmiyorsun diye suçlamada bulunurlar. Ahmed Dede; “Biz hiç bir namazımızı geçirmeyiz. Cuma’yı da mübarek yerlerde kılıyoruz.” diyerek, du-rumu anlatmaya çalıştı ise de kimse an-lamaz. Suçlamalar o derece ileri gider ki, kaba sözlerle Ahmet Dede’yi itham etme derecesine varırlar. Bu duruma çok üzülen ve incinen Ahmed Dede; “Allah” dedikten sonra mübarek ruhunu orada teslim eder.

VELÎLERİAFYON

Page 39: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

75

MUTLUKLUKTAN ÖTE

ERMEKBİR SIRRA

Şubat 201374

İslam düşünce geleneğinde sevgi kav-

ramının belki de en yoğun işlendiği ve

somutlaştığı önemli isimlerden biri

Yunus Emre’dir. Şiirleriyle anlattığı hissiyatı ve dü-

şünceleriyle, bir sevgi medeniyeti olan İslam mede-

niyetinin insan anlayışını çok güzel bir şekilde mıs-

ralara döker.

Ben gelmedim da’vi için benim işim sevi için

Dostun evi gönüllerdir gönüller yapmaga geldim1

Ona göre mutluluk kavramı, sevgi ve özellik-

le aşk kavramı yanında anlamsız kalır. O, dünyevi

pek çok nimete eğilim göstermemesinin yanı sıra,

uhrevi ödül olan cenneti ve onun içindeki nimetle-

ri bile, ilahi aşkın vereceği hazzın yanında değerli

bulmaz. Bu nedenle onun yaşayarak koyduğu hedef,

mutluluğun ötesinde bir sırra ermektir. Bunun yolu

da, sevgi ile yaşayıp, Allah aşkını benliğine yerleş-

tirerek, tüm yaratılmışları sevebilmektir. Her şeye

güzel bakmak, güzel görmek ve dünyanın kaygıla-

rını önemsemeyip aldatıcı sevinçleriyle oyalanma-

maktır. Bu temel tutum ve davranışlar sonucunda

gelinecek üst nokta, ona göre “kâmil insan” olmak-

tır. Kâmil insan (insan-ı kâmil) için, sıradan şeyler

mutluluk kaynağı olamaz. Ona göre asıl mutluluk,

insanın kendi gerçekliğinin farkına vararak, beşeri

benlikten sıyrılıp ilahi benliğe geçişindedir. Bu du-

rumda ideal ben bunu hedefler. Var olan ben, bu

ideal bene yani ilahi benliğe geçiş uğraşı içinde olur.

Çünkü artık mutluluk günübirlik beklentilerin öte-

sinde bir arayışın konusu olmuştur. Ancak bu bir

süreç işi olup, yoğun bir algısal ve davranışsal dö-

nüşümün parametrelerini ve ilişkisel boyutlarını

barındırır.

Benlik Algısı ve Mutluluk

Yukarıda sözünü ettiğimiz gibi Yunus’un ben-

lik algısı, mutluluk anlayışıyla birebir ilişkilidir. Bu

bağlamda onun benlik algısı, insanın tekil gerçekli-

ğinin ötesine taşar. Bununla birlikte Yunus Emre’de

insanın varoluşunun da, bir başına anlamı vardır.

Bu anlam varoluşsal bir temele dayanır. Sorumluluk

temelinde devam edecek olan bir yaşantının belirle-

yici özüdür. Buna göre, söz konusu varoluşsal anlam

ve sorumlulukta ilk nokta, kendini tanımadır. İşte

bütün ilimlerin de ancak bu amaca hizmet ederlerse

insanlara katkısı olur. Yunus Emre bu doğrultudaki

düşünce ve duygularını şöyle dillendirir:

İlim ilim bilmekdür / İlim kendün bilmekdür

Sen kendüni bilmezsin / Yâ nice okımakdur 2

Bu mısralarda anlatılan temaya göre, nesnel ger-

çekliği anlamaya yarayan ilmin, bu bağlamda dün-

yayı değerli bulan ve yaşantımızda onu işlevsel kı-

lan bir duruma karşılık geldiğini3 anlamaktayız.

İşte bu işlevsel yaşantı alanında kendini bilmek

veya kendin olmak, sahip olunan insanî potansi-

yelleri geliştirmektir. Benliğin esaretinden kurtul-

mak iç huzuruna ulaşmaktır. Böyle yapabilen insan

daha yaşarken ölümün anlamını da kavrayacak-

tır. Yunus’un dediği gibi diri iken ölecek ve ölümü

ölümsüzleştirecektir:

Al gider benden benliği doldur içüme senliği

Dirliğünde öldür beni varup anda ölmeyeyin4

Bu yaşantıda kimi varoluşçu düşünürlerin ifade

ettikleri “hayatın anlamı yoksa, ölümün de anlamı

yoktur” sözüne paralel olarak, tersine bir yaklaşım-

la, hayatın anlamı varsa ölümün de anlamı olacak-

tır. Bu, ölümü yok eden ve aşan ölüm ötesi hayat-

la, bu dünya hayatını birleştirerek ebedileştiren bir

anlam olacaktır. Bu anlamlar, insanın özünde sak-

lıdır. Çağdaş psikanalist Fromm’un ifadesiyle, insa-

nın hayatı boyunca temel görevi de, kendi içsel güç

ve potansiyellerinin ortaya çıkmasına, kısaca “içsel

doğum”a gayret etmek ve özündeki doğru anlamları

yakalayabilmektir. Çünkü insanın özünde kötülük

meyli de vardır. Ama eğer insan özgürlüğünü doğ-

ru kullanarak iyiliği seçerse, sevgi ve adalet güçleri-

ne sahip ve bunları geliştirip kullanabilen bir varlık

olacaktır.5 Aksi halde açgözlü ve ihtiraslarının esi-

ri olmuş bir ilkel varlık, bir yamyam ve doğal ola-

rak yırtıcı olabilir. Nitekim Kur’an-ı Kerim de, insa-

nın iki yönünden söz ederek, insanın ilahi emirler

doğrultusunda, güzel ve doğru işler yaparsa yaratıl-

mışların en üstünü ve şereflisi; aksi halde ise hay-

vanlardan daha aşağıda bir varlık olabileceğini ifa-

de eder.

Sonuç olarak Yunus Emre düşüncesinde, hayat

ve ölümün anlamının, sevgi ve aşkın potasında eri-

yip şekillendiği insanı kemâlâta ulaştıran bir sırla-

rın sırrına ermek vardır. İşte bu sır, özünde Yara-

dana yaklaşmakla gerçekleşen öyle bir yaşantıdır

ki, mutluluk kavramının bile ötesine taşan bir süre-

ci ifade eder. Ne mutlu mutluluktan da öte olan bu

sırra erebilme imkânı bulabilenlere!

PsikolojiM. Doğan KARACOŞKUN*

1 Yunus Emre, Risalat al- Nushiyye ve Divan, haz. Abdülbaki Gölpınarlı, s. 123; Bur-salı, a.g.e., s. 164.

2 Mustafa Necati Bursalı, Yunus Emre Hayatı ve Bütün Şiirleri, İstanbul, 1981, s. 103; Tam ve Tekmil Yunus Emre Divanı, İstanbul, 1954, s. 315.

3 Hüseyin Subhi Erdem, “Yunus Emre’de İnsanın Varoluşsal Gerçekliği”, X. Uluslar arası Yunus Emre Sevgi Bilgi Şöleni Bildirileri, Haz. Erdoğan Boz, Eskişehir, 2011, s. 315.

4 Bursalı, a.g.e., s. 194.5 Erich Fromm, Sevgi ve Şiddetin Kaynağı, çev. Selçuk Budak, 4. baskı, Ankara, 1997,

ss. 163-165.

* Doç. Dr.

Dipnot

Page 40: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

77Şubat 201376

HikâyeSelim TUNÇBİLEK

Köyde yaşadı-

ğın sürece ku-

ralın bir an-

lamı olduğunu hissetmezsin ve

çok az kuralla karşılaşırsın. Ku-

rallara uymakta asla zorlanmaz-

sın.Bütünüyle alışık olduğun

davranışlardır. Hayatta tümüyle

uyman gereken iki kural vardır.

Büyüklerine karşı saygılı olmak

ve terbiyesiz konuşmamaktır.

Camide hocanın hemen ardına

ilk sıraya varıp oturmamaktır.

Varıp oturuyorsan cemaate na-

mazı kıldıracak kadar bilgin ol-

malıdır. Bir de bilmek istiyor-

san dinlemelisindir. Bu bilmek

ve öğrenmek için önemli bir ku-

raldır. Sabah erken kalkmalı-

sın, zira erken kalkarsan nasibin

bol olur. Bizim orada her kura-

lın bir açıklaması ve hayatta ya-

şayıp gördüğün pratik bir karşı-

lığı vardır. Şehrin kuralları hem

karmaşık hem de anlaşılır ol-

maktan uzak. Köyden yeni gel-

mişsen şehrin kurallarıyla ba-

şın derttedir. Araçlar vızır vızır,

asfalt yollardan hızla geçerken

karşı tarafa geçmek için şaşkın

ördek gibi ne yöne adım ataca-

ğını bilmezsin. İçinde bir kor-

ku belirir ki, sanki ıssız dağ ba-

şında gecenin karanlığında tek

başınaymışsın gibi korkarsın.

Arabaların sesleri kurt sesine,

kornaları aslanpençesine ben-

zer. O an Allah canını alır. Her

korna sesinde ölür tekrar dirilir-

sin. Kendini güvende hissettiğin

an az olur. Güvende hissettiğin

an derin bir oh çekersin. Tedir-

ginlik yaşasan da huzurun ne

kıymetli şey olduğunu çetin bir

sınavla kavrar, anlarsın.

Babam, ben ilkokulu bitirin-

ce “Benim oğlum okuyup büyük

adam olacak.” dedi. Ona da Naci

Öğretmenim söylemiş. “Bu ço-

cuğu okutun.” demiş ve“Büyük

adam olur.” diye de eklemiş. Kö-

yümüzdeki okulu birinci olarak

bitirmiştim. Babamın benden

beklentisi neydi ki? Okumak iyi

bir şeydi. Ben de pek güzel ke-

kelemeden her şeyi radyodaki

ajans spikerleri gibi okuyordum.

Babam şehirden gazete alır ge-

lir köyün meydanındaki, köp-

rünün başında hiç hatasız bü-

tün bir gazeteyi okurdum. Pek

çok kelimelerin anlamını bil-

mezdim ama olsun. Köylü ken-

di arasında o kelimeyi tartışır-

ken ben de öğrenmiş olurdum.

Aslında buna tartışmak da de-

nilmezdi. Koca koca adamların

kelimeler yüzünden birbirleriyle

kavga ettiklerine bile şahit olur-

dum. Kelimelerin yapıcı ve yıkı-

cı özelliklerinin olduklarını orda

öğrendim. Babam kavgayı sev-

mezdi. Ortamı hep yumuşatma-

ya çalışırdı.

Ezan vakti babam birkaç in-

sanla camiye giderdi. O yıllar-

da en çok konuşulan ve üzerinde

tartışılan kelime bizim köylüle-

rin söylediği gibi “anarşik” ke-

limesiydi.Bizim köyde herkesin

“anarşik” dediği birileri var-

dı. Bu “anarşik” kimse hiç kim-

seye gözükmüyor, bizim köyde

çocukken korktuğumuz kara-

koncolosa benziyordu. Her kim

olursa olsun “anarşik”ten kor-

kuyordu. “Anarşik” kimsenin

bizim köyde hiç seveni yok-

tu. Öcünün biriydi. Bu keli-

meyi okurken ben çoğu zaman

acaba yanlış mı okuyorum diye

AYAKKABILAR

NAYLON “Okulda herkes benim ayaklarımı konuşuyor. Boyuma rahmet

okutur gibi. Önümde ismini yeni öğrendiğim İzzet oturuyor. İzzet de bizim gibi bir köy çocuğu.”

Page 41: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

79Şubat 201378

tekrar tekrar kelimeye bakar-

dım. Anarşist kelimesine bak-

tım köyde kimse umursamıyor.

Ben de “anarşik” olarak okuma-

ya başladım. Babam benim oğ-

lan okuyacak dedikçe “Senin oğ-

lan sonra ‘anarşik’ olmasın?”

diye babama sorarlardı. Babam,

benim oğlumun kanı bozuk de-

ğil, derdi. Demek ki “anarşik”

kanı bozuk biriymiş. Sonra bu

kanı bozuk kelimesinin yanı-

na bir kelime daha eklendi. Te-

rörist. Onun adı az geçiyordu

ama terörist de aynı bizim köy-

deki “anarşik” gibi kanı bozuktu.

Sonra öğrendik ki, bunlar ülke-

nin kurallarını dinlemeyip, ku-

ralsız dayatmalarla memlekete

boyun eğdirmek isteyen dış güç-

lerin adamlarıymış. He dedik o

vakit, babam haklıymış bizim

kanımız bozuk değil.

Babam beni getirip

Kayseri’de ortaokula yazdırdı.

Şapka giymek mecburi. Biz köy-

de ayağımıza çorap bulamazken

şimdi de başımıza şapka çıktı.

Şapka beş lira. Beş lira kocaman

bir para. Şapkayı çözdük. Am-

camın oğlu olan abimin bir şap-

kası varmış onu takacağım başı-

ma.

Okuldan her gün bir kural-

la eve dönüyoruz. Evde yolumuz

dört gözle bekleniyor. Kaybola-

cağımızdan korkuyorlardı. Son-

ra kurallardan korkmaya baş-

ladılar. Okulun kuralları hep

babamın cüzdanıyla ilgiydi. Bi-

zim bilgimizle ilgili kurala hiç

rastlamıyorduk. Son kural iskar-

pin kuralıydı. Naylon ayakkabı-

larla okula gelinmeyecekti. Nay-

lon ayakkabıyla okula gelenler

okula alınmayacaklardı. Şehir-

de müdür, bizim köyde karakol

komutanından daha forsluydu.

Babam onun odasına girerken

şapkasını eline alıp kapıda bek-

liyordu. Ofluya pufluya müdü-

rün odasından simsiyah çıkıyor-

du. Ne diyeceğini bilemez halde

yüzüme bakıyor,,hadi sen sınıfı-

na çık, diyordu.

O gün naylon ayakkabıy-

la okul bahçesinden çevril-

dik. Müdürümüz Turgut Özbek

okulun bahçe kapısından gi-

renlerin ayaklarına bakarak is-

karpin ayakkabısı olmayanları

içeri almadı. Gidin iskarpinleri-

nizi giyin gelin dedi. Ama bizim

iskarpinimiz yoktu ki giyelim.

Babamın bile yoktu. Mesti ve

birde gıslavet mest lastiği vardı.

Bir tek sanayide çalışan abimin

iskarpini vardı. Ağlayarak eve

geldik. Durumu anneme anlat-

tık. Müdür ne giyeceğimize ne

karışıyordu ki? Müdür devlet-

miş anamdan onu öğrendik.

Koşa koşa Sümerbank ma-

ğazasına gittik. Amcamın oğlu

Metin’e uygun iskarpin vardı.

Yedi liraya ona aldık. Bana göre

yoktu. Annemi bir kaygı aldı.

Bütün suç benimdi. Benim ayak

ölçülerim ne çocuk ne yetişkin

ölçülerindeydi. Özelden alacak-

sınız dediler. Kapalı çarşının yo-

lunu tutuk. Buradaki ayakkabı-

lar artist ayakkabıları gibiydi.

Bunlardan alınacak diye sevin-

dim. Fiyatı duyunca aklımız şaş-

tı. Tam kırk lira. Sümer’den beş

çift ayakkabı bir de üzerine para

kalıyor. Akşama kadar kapa-

lı çarşıyı altına üstüne getirdik.

Alamadan eve döndük. Abim-

ler işten geldiler. Durumu abim

çözdü. Kendi ayakkabılarının

birini giyecektim. Fakat abim

benden beş yaş büyük oldu-

ğu için ayakkabılar da büyük ve

bir de ayakkabılarının ucu sivri.

Annem ucuna yün basacak. Ya-

rın okula gideceğim diye huzur-

la uyudum.

Sabah kaktım ki abimin en

kral ayakkabısı kapının önün-

de beni bekliyor. Sevinçle ayak-

kabıları giydim. Havamdan ge-

çilmiyor. Erciyes Dağı benim

yanımda cüce kalır. O yıllarda

yollar toprak. Okula vardığımı

koridora adım atınca fark ettim.

Koridorda abimin altında demir

pençesi olan ayakkabıları tak tak

sesi ile bana yol açıyor. Herkesin

gözü ayakkabılarımda. Sınıfa ye-

tişmem güçleşiyor. Koridorda

gören soruyor bu ayakkabı senin

mi? Yok abimden ödünç aldım,

diyemiyorum. Sınıfa kendimi

zor attım. Sıra imdadıma yetişti.

Okulda herkes benim ayaklarımı

konuşuyor. Boyuma rahmet oku-

tur gibi. Önümde ismini yeni öğ-

rendiğim İzzet oturuyor. İzzet de

bizim gibi bir köy çocuğu. Sıra-

nın altında ayakkabılarımın bur-

nu onun ayak topuklarına za-

man zaman değiyor. İzzet benim

uzun ayaklardan şikâyetçi. “Çek

şu ayaklarını arkadaş.” deyip du-

ruyor. Okulun ilk günleri ders-

ler daha başlamadı. Öğretmen-

lerimiz ve ders programımız belli

değil. Müdürün işi başından aş-

kın. Naylon ayakkabılarla uğraşı-

yor. Dersleri düzenlemeye vakit

yok. Nasıl olsa program yapılır,

öncelikli olarak şu naylon ayak-

kabı meselesini halletmeli.

Geçici sınıf başkanı ilk sıra-

ya İzzet’in numarasını, ikinci sı-

raya benimkini kara tahtanın üs-

tüne beyaz tebeşirle konduruyor.

Bütün okulda dersler boş. Sınıf-

lardan taşan gürültüler, idare-

nin naylon ayakkabı çalışmaları-

nı sekteye uğratıyor. Bizim sınıf

koridorun ilk odası. Ömer Ayna

isimli kafası ayna gibi parlayan

bir öğretmen sınıfa hışımla gi-

riyor. Sınıf başkanına, bütün bu

gürültüyü bu iki kişi mi yapıyor,

diye soruyor. Başkandan evet,

cevabını alınca öğretmen, kori-

dordaki gürültünün tamamının

bizden geldiğine hükmediyor.

Tahtada numarası olanlar şuraya

çıksın diye işaret ediyor. Benim

şansım arka sırada ve bir sonra-

ki numara olmak. İzzet önümde

korkuyla öğretmene yaklaşıyor.

“Öğretmenim arkadaşın ayakka-

bıları” cümlesi İzzet’in dudakla-

rında kalıyor. Benim ayakkabı-

larıma öğretmenin baktığı yok.

Öğretmen çantasından sopayı

çıkarır çıkarmaz İzzet’e rastge-

le vurmaya başlıyor. Ömer Ayna

arenadaki boğa gibi burnundan

soluyor. Ben kenarda dizlerim-

deki bütün gücü kaybediyorum.

Öğretmenimizin sinirinin yatı-

şacağı yok. İzzet’i döve döve yere

yıkıyor. Siniri geçmeyen öğret-

men yerde tekme tokat girişiyor.

İzzet’in beline beline tekmeler

iniyor. İzzet’in yerde gıkı çıkmı-

yor. Ağlıyor. Yalnızca ağlıyor. Bü-

tün sınıf tir tir titriyor. Sonun-

da tekmelere dayanamayan İzzet

tüm sınıfı bir acıdan kurtarıyor.

Beline gelen darbelerin sonucu

altına kaçırıyor. Sınıfın içinde

pantolonundan sızan ıslaklık-

la İzzet ayağa zor kalkıyor. Beni

dayaktan ayaktaki arkadaşımın

ıslak pantolonu kurtarıyor. Öğ-

retmen benim ayakkabılarıma

bakmayı nihayet akıl ediyor.

“Bu ayak senin mi?” “Evet öğ-

retmenim.” “Geç yerine.” Yeri-

mize geçiyoruz.

Teneffüs zili çalınca sınıfta

bir gürültü. Bütün sınıf benim

başımda. Ayaklarımı görmek

isteyen arkadaşlar ayakkabını

çıkar da bir bakalım diyorlar.

Mümkün mü? Çıkarır mıyım?

Ayaklarımı sıranın altından dı-

şarı hiç çıkarmıyorum. İkinci

ders zili çalıyor. İzzet önümde

yok. İzzet’i bir yıl sınıfça boşu-

na bekledik durduk. Sonraki

iki yıl daha bekledik. İlk tenef-

füs zilinden sonra giden İzzet

bir daha okula hiç dönmedi.

Ben o günden donra üç gün

okula gitmedim. Abim kapa-

lı çarşıdan uygun bir ayakka-

bı aldıktan sonra ayaklarım

küçülmüş olarak okula gittim.

Okulda kimse ayaklarımı on-

dan sonra konuşmadı. İzzet’i

helalleşmek için o gün bu gün

arar dururum. Kırk yıl geçti hiç

görmedim.

“Babam, ben

ilkokulu bitirince

“Benim oğlum

okuyup büyük adam

olacak.” dedi. Ona

da Naci Öğretmenim

söylemiş. “Bu çocuğu

okutun.” demiş ve

“Büyük adam olur.”

diye de eklemiş.

Köyümüzdeki

okulu birinci olarak

bitirmiştim. Babamın

benden beklentisi

neydi ki? Okumak iyi

bir şeydi.”

Page 42: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Şubat 201380 81

ÇOCUKLARDA

SUSMA BİLİNCİ

Dil eğitimi ço-

cuklar için çok

önemlidir. Ço-

cuklara verilecek uygun bir dil

eğitimi, onun ileriki dönemlerde

nerede, ne zaman ve nasıl konu-

şacağını öğrenmesini sağlayacak-

tır. Çocukların dil gelişimi için il-

gili ilgisiz konuşturmaya teşvik

etmek, susma eğitimine olumsuz

etki yapar.

Anne babalar, dil ve konuşma

gelişimi normal olan çocuğunu

daha konuşkan çocuklarla kıyas-

layıp onun yetersiz olduğu fikrine

kapılırlar. Bu konuda teşhis ko-

yacak yeterliliğe sahip olmayan

anne babalar, kulaktan dolma bil-

gilerle bazen yanlış yöntemler uy-

gulamakta bazen de yanlış yön-

lendirmelerde bulunmaktadırlar.

Okula giden fakat okul arka-

daşlarıyla yaşadığı olağan prob-

lemleri; kendini ifade edememe,

hakkını arayamama olarak algı-

layan anne babalar, bunu sıkıntı

yaparlar. Çocukların suskunluk-

larını güvensizliğe, fazla konuş-

mamalarını içine kapanıklılığa

bağlayan anne babalar, çok ko-

nuşkan oldukları zaman daha

girişken ve daha başarılı ola-

caklarını zannederler. Fazla ko-

nuşan çocukların özgüvenleri-

nin tam olduğunu düşünürler.

Özgüvenlerini geliştirmek için

de gerekli gereksiz konuşmaya

özendirirler.

Çocuklar ergenlik çağı öncesi

olan erinlik döneminde gelişim-

lerinin bir özelliği olarak önceki

dönemlere nazaran az konuşma

eğilimindedirler. Bebeklik ve

çocukluk döneminde konuşma-

sı için teşvik edilen çocuklar, bu

dönemde de, çok konuşuyorsun,

tepkisiyle karşılaşırlar. “Çok ko-

nuşuyorsun, susar mısın? Çene-

ni kapat…” anne babaların en

çok kullandıkları cümlelerin ba-

şında gelir.

Çocuklara bilinçli susma de-

ğil de anlamsız ve fazla konuş-

ma konusunda model olan anne

babalar, nasihatlerinin tutulma-

masıyla üzülürler. Daha düne

kadar özgüven kazanması ve dil

gelişiminin sağlıklı olması için

konuşması istenen çocuktan bu

sefer de susması istenince ne ya-

pacağını şaşırır. Bu ikilem için-

de kalan çocuk, buna bir de

anne babanın sürekli “Çok ko-

nuşma” serzenişleri ve tutarsız-

lıkları da eklenince iyice bunalır.

Otokontrol mekanizması za-

yıf, çok konuşan bu çocuklara;

anne babaların alttan almala-

rı, ricaları, bağırıp çağırmaları

uzun vadede etkili olmaz. Ne ya-

pacağını şaşıran anne babalar,

bilinçli susma konusunda model

olmak ve çocuğun konuşma ih-

tiyacını uygun yöntem ve sağlık-

lı iletişim kanallarıyla gidermek

yerine tehdit edebilirler, ahlâk

dersleri vermeye çalışırlar veya

konuşmalarını saygısızlık ola-

rak değerlendirip; “Büyüklerin

yanında fazla konuşulmaz!” ika-

zında bulunurlar.

Neden Susma?

Susmak; kişinin kendisi-

ni iletişime kapatması değildir.

Susmak; kişinin yerinde ve za-

manında ihtiyacı kadar konuş-

masıdır.

Fuzuli konuşma; kişinin ken-

disini ilgilendirmeyen bir şey

hakkında görüş bildirmesi ya da

gereksiz olarak bir şeyi teferru-

atlı olarak anlatmasıdır.

Hadis-i şerifte Peygamber

Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki:

“İnsan sabahlayınca, bü-

tün azaları dile müracaat eder

ve (âdeta ona) şöyle derler; Bi-

zim haklarımızı korumakta

Allah’tan kork! Biz ancak se-

nin söyleyeceklerinle ceza görü-

rüz. Biz, sana bağlıyız. Eğer sen

doğru olursan biz de doğru olu-

ruz. Eğer sen eğrilir, yoldan çı-

karsan biz de sana uyar, senin

gibi oluruz.”1

İnsanoğlu yaradılışı gere-

ği iletişimini dille yapmaktadır.

Yaklaşık bir-bir buçuk yaşına

kadar istek ve ihtiyaçlarını ağla-

ma ile ifade ederken, bir-bir bu-

EğitimM. Emin KARABACAK

Page 43: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Şubat 201382

SÜKÛTUMU İKRAR SANANLARA !... Bir peygamber sözü kadar ak,Bir çoban türküsü kadar berrak,Ve çağa tanıklığımın nişanesi olarak,Haykırmak istiyorum;Hür ve gür bir sesle,Avazım çıktığı kadar bağırarak:Kıran ben değilim putları, düşüren odur alta,Kanıtım, çağdaşlık denen putun boynundaki balta.

Mehmet SERTPOLAT

83

çuk yaşından itibaren dille ifade

etmeye başlar.

Hayvanlar da yaradılışları

gereği iletişimi kendilerine özgü

bir dille kurarlar. Bazı insanlar

gibi dilini fuzuli olarak kullanan

hayvanlardan birisi de bülbül-

lerdir. Bülbüllerde fuzuli ötme-

nin cezası, yine kendisi gibi fu-

zuli konuşan insanlar tarafından

kafese konulmasıdır. Bülbül, fu-

zuli ötmesinin cezası olarak ka-

fese konulurken acaba fuzuli ko-

nuşan insanın cezası nedir?

Hadis-i şerifte Peygamber

Efendimiz (s.a.v.) buyurdu ki:

“Kul, iyice düşünüp taşın-

madan bir söz söyleyiverir de

bu yüzden cehennemin doğu ile

batı arasından daha uzak bir

yerine düşer gider.”2

Cenab-ı Hak Kur’an-ı

Kerim’de mealen buyurdu ki:

“O kimseler ki boş söz ve iş-

lerden yüz çevirirler.”3

“Sadaka vermek, iyiliği em-

retmek ve insanların arasını

bulmak hariç, konuşmakta, fı-

sıldaşmakta hayır yoktur.”4

İbni Abbas Hazretleri buyur-

du ki:

“Seni ilgilendirmeyen mev-

zuda konuşma. Çünkü böyle bir

konuşma fuzulidir.”

İslâm âlimlerinin ve velile-

rin büyüklerinden Celâleddîn-i

Devânî çok konuşmanın zarar-

larını ve konuşma adabını şöy-

le anlatır:

“Fazla konuşmamalıdır.

Zira çok konuşmak; zihin hafif-

liği, akıl zayıflığının alâmetidir.

Kişinin heybetini kırar, itibarı-

nı düşürür.”

Yine İslâm âlimleri;

“Eğer kalpte darlık ve üzün-

tü, vücutta bitkinlik ve hal-

sizlik, rızıkta eksiklik ve bere-

ketsizlik olursa, bunun boş ve

yersiz konuşmalardan meyda-

na geldiği bilinmelidir.” derler.

Dahhak b. Müzahim:

“Ben önceki büyüklere yetiş-

tim; onlar, ancak, sükût ve ve-

rayı öğreniyorlardı. Bugün ise

insanlar, hep konuşmayı öğre-

niyorlar.” demiştir.

Yine selef-i salihinden biri-

si der ki:

“Konuşmasını öğrendiğin

gibi, susmasını da öğren. Ko-

nuşman seni, doğruya ulaştı-

rırsa; sükûtun da seni tehlike-

lerden korur. Sükûtta senin için

iki faydalı haslet vardır:

1. Sükûtla, senden daha ca-

hil olan birisinin cahilliğini ve

edepsizliğini defedersin.

2. Yine sükût sayesinde, sen-

den daha âlim olan birinden

ilim öğrenirsin.”

“Çocuklarınıza dilini tutma-

sını öğretin; konuşmasını na-

sıl olsa öğrenecektir.” der B.

Franklın.

1 Tirmizî, Zühd, 612 Buhârî, Rikâk, 233 23/Mü’minûn, 34 4/Nisa, 114

Dipnot

Page 44: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

85Şubat 201384

TİTİZANNELER VE HASTA ÇOCUKLAR

SağlıkAkın DİNDAR

Sonbahar – kış dö-

neminde çocuklar-

da en sık görülen

hastalıklar arasında soğuk algın-

lığı (nezle), grip, bademcik, fa-

renjit ve kulak iltihapları, küçük

çocuklarda ise larenjit yer alıyor.

Çocuk Sağlığı ve Hastalıkları Uz-

manı Dr. Asuman Akça, özellikle

de yuvaya gitmeyen ve evde çok

hijyenik koşullarda bakılan titiz

annelerin çocuklarının okul veya

yuvaya başladıktan hemen son-

raki dönemde sık hastalandığı-

na dikkat çekiyor. Bağışıklığı ye-

terince gelişmediği için yuvadaki

diğer arkadaşlarından bulaşan

hastalıklar, bu çocuklarda ateş

ve öksürük, geçmeyen üst solu-

num yolu enfeksiyonlarına ne-

den olabiliyor. Çocuklarda 200’ü

aşkın soğuk algınlığı yapan virüs

bulunduğunu belirten Dr. Asu-

man Akça, sağlıklı çocuklarda

üst solunum enfeksiyonlarının

bir hafta içinde kendiliğinden

geçmesi gerektiğini vurguluyor.

Dr. Asuman Akça, bu has-

talıkların nedenleri ve tedavi-

leriyle ilgili şu bilgileri veriyor:

Solunum yollarını tutan hasta-

lıkların en sık nedeni enfeksi-

yonlar, bunların da, en sık etke-

ni virüs dediğimiz mikroplardır.

Nadiren bakteri ve çok daha na-

dir olarak diğer mikroplar, so-

lunum yollarının herhangi bir

bölümünü tutabilir. Hastalık

yerleştiği organa özgü bazı be-

lirtiler verebiliyor. Bunlar kulak

ağrısı, ses kısıklığı, bronşite bağ-

lı öksürük, nefes darlığı, hışır-

tı. Ortak bulgular ise, ateş, kır-

gınlık, halsizlik, iştahsızlık, baş

ağrısı, burun tıkanıklığı, burun

akıntısı, kas ağrıları, bazen bu-

lantı, kusma, ishal.

Hastalığın tedavisinde mu-

ayene sonucuna göre ve sebebe

yönelik ilaç seçimi yapılabiliyor.

Eğer ateş varsa, ateş düşürücü

şuruplar, gerçekten öksürük ra-

hatsız ediyorsa öksürük ilaçları

kullanılıyor. Ciddi bir enfeksiyon

oluştuysa da doktor kontrolün-

de antibiyotik tedavisi veriliyor.

Ancak, genellikle sağlıklı çocuk-

larda üst solunum yolu enfeksi-

yonları bir hafta içinde kendili-

ğinden geçebildiği için, gereksiz

ilaç kullanmamak, bol sıvı des-

teği yapmak, taze meyve ve mey-

ve suyu vermek, yatak istirahati,

bitki çayları ve bal (alerji yoksa

ve doktor öneriyorsa ) çok daha

iyi ve yeterli bir çözüm olabili-

yor.

Boğaz Ağrısının Nedenleri

Çocuklarda sık görülen bo-

ğaz ağrılarında en sık görülen

neden, enfeksiyonlar ve özellik-

le tonsillit ve farenjit diye adlan-

dırdığımız, bademcik ve yutak

dokularının iltihaplanmasıdır.

Boğaz bölgesinde yerleşen ba-

demcikler, yutak duvarında bu-

lunan lenf yapısı ve genizde bu-

lunan geniz eti dokusu nedeniyle

çocukluk çağında çok aktiftir.

Bu nedenle en hafif üst solunum

yolu enfeksiyonlarında mesela

nezlede bile bu dokular, kişinin

yapısı, mikrobun türü, mikro-

bun hastalık yapma gücü, yaşam

koşulları gibi pek çok etkene

bağlı olarak, hafif veya çok şişe-

biliyor, ağrıya neden olabiliyor.

Boğaz ağrısına neden olan

hastalık etkeni virüsler ise kesin-

likle antibiyotik kullanılmamalı,

hasta sıkı takip edilmeli, 3 gün

içinde ateş düşmemişse, tekrar

değerlendirilmeli, gerekirse tet-

kikler ile tanı doğrulanmalıdır.

Ancak etken bakteri olduğunda,

hastanın durumuna göre uygun

antibiyotik tedavisi verilmelidir.

Bol sıvı boğazı yumuşatan bitki

çayları, pastiller, bal ve yatak is-

tirahati önerilebilir.

Büyüklere önerilen babaan-

ne reçeteleri bir yaş üstündeki

çocuklara da önerilebilir. Özel-

likle ıhlamur, mayıs papatyası,

adaçayı, zencefil ve bal, limon

karışımı öksürük ve boğazı yu-

muşatmada etkili olabilir. Ancak

burada dikkat edilmesi gereken,

her şeyin herkese uygun olama-

yacağıdır. Öncelikle çocuğun

hastalığı nedir, önemli ve bak-

teriyel bir hastalık mıdır? Anti-

biyotik veya diğer ilaçları kul-

lanması gereken bir durum var

mıdır? Yoksa hafif bir soğuk al-

gınlığı ile seyreden viral enfek-

siyon mudur? Bu ayırımı, dok-

tor yapar ve o çocuk için bitkisel

çayları uygun görürse verilebilir,

alerjisi olan çocuklarda, önem-

li bir hastalığı olanlarda bu tür

bir tedavi vakit kaybına veya za-

rara yol açabilir. Unutulmama-

sı gereken çok önemli bir husus

da bitkisel destek ürünlerinin

de, bazı ilaçların da, bu tür viral

hastalıklarda bir mucize yarata-

mayacağıdır.

Page 45: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Şubat 201386 87

Gönülden İkramlar Mesude SARI

Bekir SARI

EnginarSahip olduğu vitamin ve mi-

nerallerle tam bir sağlık dostu

olan enginarın yapraklarının da

yenmesi öneriliyor. Posa yönün-

den çok zengin olan ve karaciğeri

temizleyici özelliği bulunan en-

ginarın, faydaları saymakla bit-

miyor. Damar sertleşmesini en-

gelleyen, kanı temizleyen, beyin

hücrelerini yenileyen enginar,

aynı zamanda kolesterol düşma-

nı olarak da biliniyor. Enginar,

içerdiği bazı maddeler sayesinde

birçok önemli özelliklere sahip,

besin değeri yüksek bir sebzedir

protein, karbonhidrat, lif, fosfor,

kalsiyum, demir, sodyum, potas-

yum, magnezyum, çinko, A, B1,

B2, B6 ve C vitaminlerini bünye-

sinde barındıran enginar, buna

karşılık besin değeri son derece

yüksek olan bu sebze kolesterol

içermez.

Ayrıca antioksidan özellikleri

nedeniyle karaciğere çok faydalı

olan enginarda bulunan “Cyna-

rin” maddesi karaciğer, safra ke-

sesi, böbrekler ve bağırsak sis-

teminin düzenli çalışmasına

yardım eder. Yine, yiyeceklerin

sindirimini kolaylaştıran engi-

nar, mide ve bağırsakları dezen-

fekte edici özelliği ile ishale de iyi

gelir. Güçlü bir idrar söktürücü

olduğu gibi böbreklerin çalışma-

sını da düzenleyerek vücuttaki

zararlı sıvıların dışarı atılmasını

kolaylaştıran enginar, böbrekte-

ki kumların dökülmesine de yar-

dım eder.Enginarın kanı temizle-

diği ve toksik maddelerin idrarla

dışarı atılmasını sağladığı bilin-

mektedir. Yapılan araştırmalar-

da enginarın sindirim sisteminin

yanı sıra kalp için de yararlı ol-

duğu, kalp kaslarını güçlendire-

rek kalbin daha rahat çalışmasını

sağladığı, kolesterolü ve triglise-

ridi düşürdüğü ve damar sertliği-

ne iyi geldiği saptanmıştır.

Şifalı Bitkiler

Düğün çorbası (6 kişilik)

Malzemeler

250 gram küçük doğranmış kuşbaşı et6 su bardağı suTuz

Terbiyesi için3 çorba kaşığı un1 adet yumurta sarısı1 çay bardağı yoğurtYarım limon suyu

Üzeri için1 çorba kaşığı tereyağı1 çay kaşığı kırmızı pul biber

Hazırlanışı

Eti tencerenin içerisine alıp tuz ve suyunu ilave ettikten son-ra yumuşayana kadar haşlıyoruz. Bir kâsede un, yumurta sarısı, yoğurt, limon suyunu bir arada çırpıyoruz.

Çorba suyundan da bir miktar katıp terbiyeyi pürüzsüz hale getiriyoruz. Yavaş yavaş çorbaya terbiyeyi ilave ediyo-ruz. 5 dakika kadar kaynatıp altını kapatıyoruz.

Üzerine pul biberli tereyağını yakıp çorbayı servise hazırlı-yoruz. (Kuzu gerdan etini de tercih edebilirsiniz.) Afiyet ol-sun.

Page 46: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Şubat 201388

Som

uncu

Bab

a De

rgisi

’nin

Ücr

etsiz

Eki

’dir.

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009

Yl: 3 Say: 36

İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.

Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte

Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan

bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze

kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o

söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve

kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak

Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de

söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek

laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-

seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini

indirir.” buyuruyor.

Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun

laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-

meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-

berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde

günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”

buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)

115

Dergisi Hediyesi...

M A Y I S 2 0 1 0

Fiyat: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ

Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih

Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010

Yl: 4 Say: 3

7

Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.

Adı / Soyadı:

Kurum Adı:

Ünvan:

Dergi Teslim Adresi:

Posta Kodu: Şehir:

Telefon: ( )

Faks: ( )

E-posta: @

Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD

Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.

Vergi Dairesi:

Vergi No:

Abone Başlangıç Tarihi:

İmza

Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]

2012 Yılı Çocuk ekiyle birlikte

yıllık abone bedeli

85

2012 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.

Onların da abone olmasını sağlayın.

Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068 Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58

Faturayı adıma kesiniz

Faturayı şirket adına kesiniz

Page 47: 148 - Somuncu Baba Dergisi · ler, eski Türk hamamları, apart villalar, kapalı yüzme havuzları ve alışveriş merkezleriyle yılın her mevsi-minde insanımıza şifa sunmaktadır.

Online sipariş ve satış www.nasihatyayinlari.com

ÇIKTI

MOLLA FENâRî’NİN FATİHA SûRESİ TEFSİRİ

Bursa Ulu Camii MinberindeSomuncu Baba’nın Kelamıyla Tamamlanan

Fatiha Sûresinin manevî sırları Bursa Ulu Camii minberinde öyle açıklanır ki, herkes hayran kalır.

İşte Somuncu Baba Hazretlerinin kelamları birer gül demeti olarak Molla Fenârî Hazretleri tarafından bu kitabın

satırlarına serpiştirilir. Yüzyıllar önce Molla Fenarî Hazretleri tarafından keleme alınan

AYNÜ’L-A’YÂN / FATİHA SÛRESİ TEFSİRİ, Gaziantep Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dekanı

Prof. Dr. Ali Akpınar’ın gayretleriyle, günümüz diline aktarılarak Nasihat Yayınları tarafından

siz kıymetli okuyucularımızın istifadesine sunuluyor...

Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyası

iphone, android, facebook ve twitter’da.

115

Dergisi Hediyesi...

M A Y I S 2 0 1 0

Fiyat: 7 TL

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ

Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih

115M A Y I S 2 0 1 0

Fiyat: 7 TL

M KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ

Ümitvâr Olmak

AY

LIK

İLİM

- KÜ

LT

ÜR

VE

ED

EB

İYA

T D

ER

GİSİ

ŞUBA

T 2013

148

148

Dergisi Hediyesi...

Ş U B A T 2 0 1 3

Fiyatı: 8

AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ

Abdestli Olmak

4014 Karahisar Kalesi ve Afyon

/SomuncuBabaDergisi /HulusiEfendiVkf

www.somuncubaba.net