Download - SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Transcript
Page 1: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ

RECEP TAYYIP ERDOGAN

UNIVERSITY JOURNAL OF

SOCIAL SCIENCES

ISSN: 2149-2239

CİLT 1 SAYI 2 (TEMMUZ 2015)

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Adına Sahibi

Owner on Behalf Of Recep Tayyip Erdogan University

Prof. Dr. Şevket TOPAL

Editör / Editor

Doç. Dr. Selami YANGIN

Editör Yardımcıları / Subeditors

Doç. Dr. Cem TOPSAKAL

Yrd. Doç. Dr. Hacı Yusuf ACUNER

Page 2: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Yayın Kurulu / Editorial Board

Prof. Dr. Alaattin KIZILTAN

Prof. Dr. Hasan Ali ESİR

Prof. Dr. Mehmet KÜÇÜK

Prof. Dr. Yavuz KÖKTAŞ

Yrd. Doç. Dr. İhsan ARSLAN

Yrd. Doç. Dr. Mustafa SAVCI

Dergi Sekreteri / Editorial Secretary

Araş. Gör. Musa TÜRKAN

Araş. Gör. Ali Haydar BÖLÜKBAŞ

Araş. Gör. Enes BÜYÜK

Page 3: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Bilim Danışma ve Hakem Kurulu / Science Advisory and Reviewer Board

Abdullah OKUMUŞ (İstanbul Üniversitesi)

Abdurrahman HAÇKALI (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Adem BELDAĞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Adil TÜRKOĞLU (Adnan Menderes Üniversitesi)

Ahmet İshak DEMİR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Ahmet ÖGKE (Akdeniz Üniversitesi)

Ahmet TEKBIYIK (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Ali Faruk YAYLACI (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Ali Murat SÜNBÜL (Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi)

Ali Rıza ABAY (Yalova Üniversitesi)

Ali Rıza AKDENİZ (Karadeniz Teknik Üniversitesi)

Ali Rıza SANDALCILAR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Ali Sait ALBAYRAK (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Ali Sabri İPEK (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Ali SEYYAR (Sakarya Üniversitesi)

A. Tansu SAY (Kocaeli Üniversitesi)

Ayfer KOCABAŞ (Dokuz Eylül Üniversitesi)

Ayşe Zişan FURAT (İstanbul Üniversitesi)

Bahadır NAMDAR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Barış ÇAYCI (Niğde Üniversitesi)

Bekir BULUÇ (Gazi Üniversitesi)

Betül Aydın (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Bilal KEMİKLİ (Uludağ Üniversitesi)

B. Zafer ERDOĞAN (Anadolu Üniversitesi)

Cahit PESEN (Siirt Üniversitesi)

Cem TOPSAKAL (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Cemalettin İPEK (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Cemalettin KALAYCI (Karadeniz Teknik Üniversitesi)

Coşkun TOPAL (Karadeniz Teknik Üniversitesi)

Çavuş ŞAHİN (Çanakkale Onsekiz Mart Üniversitesi)

Demet Sancı UZUN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Ebru GÜVELİ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Emre ÜNAL (Niğde Üniversitesi)

Emre Yıldırım (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Enes GÖK (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Ercan ATASOY (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Ercan GEGEZ (Marmara Üniversitesi)

Erol DURAN (Uşak Üniversitesi)

Eyüp ŞİMŞEK (Atatürk Üniversitesi)

Fatih CAMADAN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Fazıl KIRKBİR (Karadeniz Teknik Üniversitesi)

Fikret KARAPINAR (Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi)

Firdevs GÜNEŞ (Bartın Üniversitesi)

Gülhiz PİLTEN (Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi)

Halil DİNDAR (Gazi Üniversitesi)

Halil İbrahim TURHAN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Halil İbrahim SAĞLAM (Sakarya Üniversitesi)

Halis DEMİR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Hasan AKTAŞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Hasan AYYILDIZ (Karadeniz Teknik Üniversitesi)

Havva Tunç ÇELEBİ (İstanbul Üniversitesi)

Hayati AKYOL (Gazi Üniversitesi)

H. Sabri KURTULDU (Karadeniz Teknik Üniversitesi)

İbrahim COŞKUN (Trakya Üniversitesi)

İhsan ARSLAN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

İhsan SAFİ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

İlhan TURAN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

İsrafil BALCI (Ondokuz Mayıs Üniversitesi)

Kader Birinci KONUR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Kemal YILDIZ (Marmara Üniversitesi)

Kenan AYDIN (Yıldız Teknik Üniversitesi)

Kenan ÇELİK (Karadeniz Teknik Üniversitesi)

Macit YILMAZ (Atatürk Üniversitesi)

Mehmet Kaan DEMİR (Çanakkale Onsekiz Mart Üniv.)

Mehmet Şamil BAŞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Muhammet YILMAZ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Muharrem ÖNDER (Akdeniz Üniversitesi)

Mustafa ERSUNGUR (Atatürk Üniversitesi)

Mustafa TATÇI (Gazi Üniversitesi)

Müge ASLAN (Marmara Üniversitesi)

Müjdat ÖZMEN (Eskişehir Osmangazi Üniversitesi)

Nagihan YILDIRIM (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Nazihan URSAVAŞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Namık Kemal OKUMUŞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Nihal SÜTÜTEMİZ (Sakarya Üniversitesi)

Nil Yıldız DUBAN (Afyon Kocatepe Üniversitesi)

Nimet PIRASA (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Nurettin ÖZGEN (Ankara Üniversitesi)

Nurullah ALTAŞ (Atatürk Üniversitesi)

Orhan Kemal TAVUKÇU (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Osman KARAMUSTAFA (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Ömer Faruk URSAVAŞ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Ömer TORLAK (Konya KTO Üniversitesi)

Pusat PİLTEN (Konya Necmettin Erbakan Üniversitesi)

Remzi ALTUNIŞIK (Sakarya Üniversitesi)

Sabri SİDEKLİ (Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi)

Salih Sabri YAVUZ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Selahattin KAYMAKÇI (Karadeniz Teknik Üniversitesi)

Selçuk URAL (Kafkas Üniversitesi)

Serdarhan Musa TAŞKAYA (Mersin Üniversitesi)

Serkan Volkan Sarı (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Sevil KURT (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Seyfettin ARTAN (Karadeniz Teknik Üniversitesi)

Seymur AĞAYEV (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Sima NART (Sakarya Üniversitesi)

Sinan ÇINAR (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Süleyman TURAN (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Şengül ATASOY(Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Şuayip ÖZDEMİR (Afyon Kocatepe Üniversitesi)

Turan TEMUR (Dumlupınar Üniversitesi)

Tülay YENİÇERİ (Aksaray Üniversitesi)

Uğur SİVRİ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Ümit ALNIAÇIK (Kocaeli Üniversitesi)

Veli TOPTAŞ (Kırıkkale Üniversitesi)

Yasin GÖKBULUT (Gaziosmanpaşa Üniversitesi)

YAVUZ AKBAŞ (Ege Üniversitesi)

Yılmaz GEÇİT (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Zafer ERGİNLİ (Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi)

Zafer TANGÜLÜ (Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi)

ISSN:2149-2239

Page 4: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Baskı / Printing

www.sbe.erdogan.edu.tr/sbedergi/web Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Rektörlüğü Matbaası

Recep Tayyip Erdoğan University Rectorate Press

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi yılda iki kez (Ocak-Temmuz) yayınlanan hakemli bir dergidir. Bu dergide yayınlanan makalelerin bilim, etik ve dil bakımından sorumluluğu yazarlara aittir. Dergide yer alan makalelerdeki görüş ve düşünceler yazarların kişisel görüşleri olup, hiçbir şekilde Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi’nin veya Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nün görüşlerini yansıtmaz. Tüm hakları saklıdır. Derginin adı belirtilmeden hiçbir alıntı yapılamaz. Recep Tayyip Erdoğan University Journal of Social Sciences is a refereed journal and published biannually (January-July). Authors are responsible for the content and linguistic of their articles. Articles published here could not be used without referring to the Journal. The opinions in the articles published belong to the authors only and do not reflect those of Recep Tayyip Erdoğan University and Recep Tayyip Erdoğan University, Graduate School of Social Sciences. No part of this publication may be reproduced or utilized in any form without referring the name of the journal.

ISSN: 2149-2239

Page 5: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İÇİNDEKİLER

EDİTÖR VE YAYIN KURULU

BİLİM DANIŞMA VE HAKEM KURULU

BASKI

Sayı Başlık Yazar(-lar)

1 Selahaddin-i Eyyubi’nin Nil’den Dicle’ye Uzanan Ortadoğu

Barış Misyonu’na Yeniden Bakmak Mehmet Hişyar KORKUSUZ

2 Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları Muhammet YILDIZ

3 Batı’da Hz. Muhammed Algısı - Karen Armstrong Örneği - İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU

4 Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile Düşünce Okulu’nun Ecel,

Ömür Ve İlim Anlayışı Namık Kemal OKUMUŞ

5 Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankalarının Geleceği İsmail ÇELİK

6 Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı Üzerine Bir

Uygulama Ensar LOKMANOĞLU

7 Yapısal Dönüşüm Ve Dönüşümün Yapısı: Türkiye Örneği Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ

8 Doğu Karadeniz Bölgesi Lojistik Köyünün Bölgesel

Entegrasyonu Ve Uluslararası Rekabet Gücü: Türkiye Filiz KARPUZ

9 Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme Çiğdem KARAÇAY

10 Edebiyatta Kurgusal Gerçeklik Aytaç ÖREN

11 Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar: Kadınların Kariyer

İlerlemelerinde Karşılaştıkları Engeller Ve Etkili Liderlik Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL

12 Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı Yaklaşıma

Yönelik Tutumlarının İncelenmesi Yılmaz GEÇİT

13 Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik

Öz-Yeterliklerinin Çeşitli Değişkenler Bakımından İncelenmesi

Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ

MAKALE YAZIM İLKELERİ

ISSN: 2149-2239

Page 6: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 1-10

[201?]

Selahaddin-i Eyyubi’nin Nil’den Dicle’ye Uzanan Ortadoğu Barış

Misyonu’na Yeniden Bakmak

A New Approach to Salah ad-Din’s Middle East Peace Mission which

Extending from Nile to Dicle (Tigris)

Mehmet Hişyar KORKUSUZ

ÖZ: Ortadoğu, verimli su kaynakları ve bereketli toprakları ile insanlığın sosyo-ekonomik gelişiminde

önemli bir yer tutmuştur. Tek Tanrılı dinlerin de ortaya çıktıkları yer olan Ortadoğu, medeniyetler arasında bir

kavşak konumundadır. Ortadoğu, 12. yüzyılda Kudüs merkezli olarak temelde müslümanlar ile hristiyanlar arasında

çok önemli bir askeri mücadeleye sahne olmuştur. Bu mücadelenin en önemli tarihsel aktörü hiç şüphesiz

Selahaddin Eyyubi’dir. O yaşadığı dönemde sadece askeri alanda başarılı bir komutan olarak kalmamıştır. O aynı

zamanda taşıdığı barış ve kardeşlik misyonu ile yüzyıllardır hem doğuda ve hem de batıda tüm insanlık tarafından

bir bilge devlet adamı olarak kabul görmüştür. İslam Dünyası’nın yetiştirdiği bu çok özel şahsiyetin dünya vizyonu,

farklı inançlara karşı hoşgörüsü ve özgün uygulamaları bugün Ortadoğu ve birçok farklı coğrafyada yaşanan çıkar

ve güç çatışmalarının sona erdirilmesi için ihtiyaç duyulan bir yol haritası olabilecektir.

Anahtar sözcükler: Ortadoğu, Selahaddin Eyyubi, Kudüs, Haçlı seferleri, İslam, Barış

ABSTRACT: Middle East takes an important place for socio-economic development of human being with

its plentiful water resources and fertile soil. As a place where monotheistic religions emerges, Middle East is an

junction among the civilizations. In 12. century throughout, Middle East has witnessed a significant military

struggle mainly between muslims and christians, based in Jerusalem. Undoubtedly the most important historical

actor of this fight was Salah ad-Din. He was not just a successful military commander in his time. At the same time,

he is accepted as a wise statesman by all humanity both east and west for ages with the mission of peace and

brotherhood that he carries out. As a very special personality who brought up in Islamic World, Salah ad-Din’s

vision on World, his tolerance towards different faiths and his original applications can be a needed road map for

ending the conflicts of interest and power that occured in Middle East and in many different geographies

Keywords: Middle East, Salah ad-Din, al-Quds (Jarusalem), The Crusades, Islam, Peace

1. GİRİŞ

Mezopotamya ve Nil vadisi gibi bereketli toprakları kendi yapısında bulunduran

Ortadoğu, Mısır, Sümer, Babil, Asur gibi nehir eksenindeki medeniyetlere kaynaklık etmiştir.

Tarım başta olmak üzere ticaret ve şehirleşmenin temelleri buradan dünyaya yayılmıştır. M.Ö.

1278 yılında imzalanan en eski barış anlaşması yine bu bölgenin ürünüdür. Yazılı tarih de

buradan başlar. Dünyanın en büyük dinler ve kültürlerarası kavşak noktası olan Ortadoğu

kültür ve medeniyetlerin en yoğun yüzleşme noktası olmuştur (Turan: 2003, s. 18).

Çandar’a göre, Ortadoğu’nun eşsiz jeopolitik bir değeri vardır: “Yeryüzünün en önemli

kara ve suyollarına kumanda etmesinin kendisine kazandırdığı eşsiz jeopolitik değer,

Ortadoğu'yu tarihin ilk dönemlerinden bu yana dünya egemenliği peşinde koşan güçlerin -her

kim olursa olsun- birincil hedefi haline getirmiştir. Ortadoğu'da etkili bir varlık kuramayan

Marmara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü’nden Siyaset ve Sosyal Bilimler Doktoru olarak (24.01.2011)

mezun olmuştur. Daha sonra Arel Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Kamu Yönetimi Bölümüne Yardımcı Doçent

ataması gerçekleştirilmiştir (10.05.2012). Akademik çalışmalarını üniversite dışında sürdürmektedir. e-mail:

[email protected]

Page 7: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Mehmet Hişyar KORKUSUZ 2

hiçbir güç dünya egemenliği üzerinde iddia ileri süremez. Bu bölgede varlık sağlayan ya da

sağlayacak herhangi bir güce, karşı koyabilecek durumda bulunmayan güçler ise peşinen

yenilgiyi kabul ederler” (Çandar: 1984, s. 8). Bu konum ve değer tarih boyunca bölgeye

dışarıdan müdahaleleri de beraberinde getirmiştir.

Ortadoğu’da değişiklikler genellikle Ortadoğu’nun yerli geleneklerine çok yabancı olan

toplumlardan ve kültürlerden yani dışarıdan bir etkiden kaynaklanmaktadır (Lewis: 2011, s. 3).

Bu durum Ortadoğu’nun jeostratejik önemi kadar dinlerin ve kültürlerin anayurdu olması ile de

ilişkilidir. Mesela Hz.İbrahim hem yahudilerin hem hristiyanların hem de müslümanların ortak

ata mesabesinde gördükleri bir büyük dini manevi önderdir. Genellikle Ortadoğu’nun kendi

içinden çıkardığı önder ve kahramanlar bu dış müdahalelere karşı bir direniş odağı ve güç

merkezi oluşturmuşlardır.

Tarihteki bazı olayların etkisi bölgesel değil global ve bazı liderlerin etkisi de dönemsel

değil kalıcı olmaktadır. Bu farklılıkta rol oynayan temel parametreler, hadiselerin karmaşıklığı

karşısında geliştirilen derin bir vizyon ve vicdanla birlikte insanlığın gerçek ihtiyaçlarının ve

beklentilerinin karşılanma derecesiyle de ilişkilidir. Kısa vadeli dar sokak siyasetlerinin

ötesinde çağın ruhunu doğru okuyan bir bilgi ve tutumla gelişip güçlenen erdemli ve olgun

davranışların tarihe, topluma ve insanlığa bıraktığı miras elbette iyilikle ve pozitif olarak

anılacaktır. Güç politikasını aşan etik, estetik ve entellektüel yönelimler zihinlere yerleşerek

kalplerde kök salacaktır. Doğu’da ve Batı’da adı hala hayırla anılan gerçek kahramanlardan

birisi olan ‘Selahaddin’ de onlardan birisidir. Bu yazıda onun siyasetinin temel yönelimleri ele

alınıp yansıtılmaya çalışılacaktır.

2. SELAHADDİN EYYUBİ’Yİ ORTAYA ÇIKARAN TARİHSEL VE

TOPLUMSAL ŞARTLAR

Tarihte Batı Dünyası’nın İslam Dünyası’yla ilişkilerde hem anahtar hem de kilit rolü

oynamış en temel süreç Haçlı Seferleri’dir. Bizans ordusunun 1071’de Selçuklu Sultanı

Alparslan’ın karşısındaki kesin mağlubiyeti önce 1074’de Papa VII. Greorius’un haçlı seferleri

fikrini işlemeye başlamasına yol açar. Onun yapamadığını 1095’de Clermont konsülünde Papa

II.Urban gerçekleştirir. 1.Haçlı seferi 1096-1099 tarihleri arasında gerçekleşir ve 1099’da

haçlılar halkını kılıçtan geçirerek Kudüs’ü ele geçirirler. 2.Haçlı seferi 1147-1149 arasında

olmuştur. Halep Atabeyi İmameddin Zengi 1144’te Edessa’yı (Urfa) Haçlılardan geri alır.

Bundan endişelenen Papa harekete geçse de sonuç alamaz. İmameddin’in başlatmış olduğu

mücadeleyi oğlu Nureddin Zengi sürdürür. Ancak Haçlılara karşı en büyük darbeyi başlangıçta

Zengi’lerin komutanı olarak tarih sahnesine çıkan ve aşamalı bir şekilde stratejisini uygulayan

Selahaddin Eyyubi vuracaktır. Mısır’daki Fatımi hanedanına son veren Selahaddin Eyyubi

devletini kurar (1171-1250) ve onu tarihe taşıyacak olan en büyük başarısını Hıttin’de frank

ordusunu bozguna uğratarak 1187’de Kudüs’ü kurtararak sağlar (Turan: 2003, s. 60-61).

Bernard Lewis, Selahaddin Eyyubi’yi ortaya çıkaran tabloyu şu şekilde tasvir

etmektedir: “Haçlılar ile Zengiler arasındaki çekişme noktalarından birisi de, Fatımi

halifeliğinin çökmek üzere olduğu Mısır’ın kontrolünü ele geçirmekti. Batı’da Selahaddin

olarak tanınan Salah el-Din1 adlı bir Kürt subayı Mısır’a gönderilerek hem Fatımiler’in veziri

hem de Nureddin’in çıkarlarının temsilcisi oldu. Nureddin’in 1174’te ölümünden sonra

Selahaddin, Müslüman Suriye’yi onun halifelerinin elinden alarak Haçlılar’a karşı 1187’deki

cihada hazırlandı. 1193’te öldüğünde Kudüs’ü ele geçirmiş, Haçlılar’ı dar bir kıyı şeridi

dışında her yerden atmıştı. Haçlı devletlerin dayanmaları ancak Suriye-Mısır

İmparatorluğu’nun Selahaddin’in halifeleri arasında bölünmesiyle mümkün oldu. 13. yüzyılda

Memluklar yönetimiyle kurulan bir Suriye-Mısır Devleti, Suriye’nin diğer devletleriyle

haçlıların da sonunu getirdi” (Lewis: 2011, s. 116). Bu konuda Colin McEvedy durumu biraz

daha farklı bakış açısıyla ele almaktadır: “Nureddin Mısır’ı fethettikten sonra da Musul’da

1 Bu isimlendirmeler alıntı yapılan kaynaklara göredir.

Page 8: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Selahaddin-i Eyyubi’nin Nil’den Dicle’ye… 3

ikamet etti. Mısır’ı onun adına bir Kürt komutanı olan Selahaddin yönetiyordu. Bu bir hataydı,

çünkü boynuz kulağı geçmişti; Nureddin ölür ölmez Selahaddin sultanlığı ele geçirdi (1174).

Yönetimin ve kurduğu Eyyubi hanedanının başarısı Hıttin zaferiyle (1187) pekişti; böylece

müslümanların Levant’taki Latinlere karşı taaruzu muzaffer bir sonuca erdi. Kudüs

Krallığı’nın ordusu hemen hemen yok edildi, krallık artık Sûr (Tyre) limanından ibaretti”

(McEvdey: 2005, s. 68). Selahaddin’in Kudüs’ün fethinden sonra ortaya koyduğu icraatlar da

çok dikkat çekici olmuştur. Onun Filistin’de müslümanların hakimiyetini tam olarak

kurmasından sonra yaptığı çağrı üzerine yahudiler de tekrar Filistin’e dönmeye başlamışlardır.

Mısır, Suriye, Mezopotamya, Fransa, İngiltere ve diğer Avrupa ülkelerinden birçok yahudi

Kudüs’e göç etmiştir (Arı: 2005, s. 110). Görüldüğü gibi Selahaddin’in günümüzde diplomasi

literatüründe önemi sıkça vurgulanan insani ve kültürel kaynaklı diplomatik insiyatifi

kullandığı gayet iyi bir şekilde anlaşılmaktadır. O, insani diplomatik etkinlikte öncü vizyoner

kişiliğe sahiptir. Elbette bunda Selahaddin’in hakiki bir müslüman olarak dindar kişiliği rol

oynamakla beraber ileriyi gören vizyonu da devlet adamlığı vasfına ek olarak tezahür

etmektedir.

İbn-i Haldun’un Selahaddin Eyyubi ve Eyyubiler ile ilgili tespitleri dikkat çekicidir. İbn-

i Haldun’a göre küllî devletler ‘nesep (soy) veya vela (ittifak) asabiyesi’yle yönetilirler. Küllî

devlet; hükümdarların uzun bir zaman süresince, birbiri ardınca geldiği devletlerdir. Sahip

oldukları ‘asabiyeleri’yle üstünlüğü başka hak sahiplerinin ellerinden çekip alırlar, önceki

devletin elindeki işleri üstlenirler. ‘Asabiye’ kuvvetiyle kurdukları düzen vergilerin ve servetin

artışı onları dünyevi tutkulara, israfa ve şımarıklığa iter. Sonuçta gelir gideri karşılamaz olur,

yönetimde olmayan güç sahipleri harekete geçerek devleti (mülkü) bir başka aşiretin

öncülüğünde elde ederler bu süreçle birlikte âdeta yeni bir devlete dönüşürler, bu da bir süre

yaşar, bunun da başına ilkinin başına gelenler gelir. İbn-i Haldun; Selahaddin Eyyubi’nin Türk-

Memluk Devleti içinden yeni bir usulle süreç içerisinde Mısır ve Suriye’ye de hâkim olacak

Beni Hazan adındaki Kürt kökenli aşiretiyle başlangıçta ‘asabiye’si zayıf olmasına rağmen

Selahaddin’in yapmış olduğu cihad çağrısıyla birlikte diğer Müslümanların da geniş katılımıyla

‘asabiyesi’ni büyüttüğünü ve çağrısını her yana duyurduğunu ve Allah’ın dini onun eliyle

muzaffer kılarak Kudüs’teki Mescid-i Aksa’yı haçlıların elinden aldığını vurgulamaktadır.

Selahaddin’den sonra Eyyubi’lerin mülkü yukarıda anılan nedenlerle durumları iyice bozularak

oğulları ve kardeşinin oğulları arasında bölüşüldü (İbn-i Haldun, 2004: s. 200-201).

Devlet ve yönetim, hükümdar ile uyruğu arasındaki yani taraflar arasındaki karşılıklı

ilişkinin tayin ettiği nisbî işlerdendir. Devletin halkına karşı sert ve katı olması ona zarar verir

ve düzeni bozar, idarecilerin kendi tebaasına (bağlılarına) bolluk ve refah içinde bir hayat

sağlaması ve onları koruması gerekmektedir. Şefkatli ve merhametli olunmalı ve iyi

davranılmalıdır. Halkın, insanların kaldıramayacağı sorumluluklar onlara yüklenmemelidir.

Burada İbn-i Haldun, Hz. Muhammed‘in “En zayıfınızın yürüyüşüne göre yürüyün!” sözünü

aktarır (İbn-i Haldun, 1997: s. 474-477; İbn-i Haldun, 2004: s. 267-268). Burada halkın mevcut

verili durumunun temel alınması gerektiği gözlenmektedir. Bir zincirin kuvvetinin, en zayıf

halkasının kuvvetiyle ölçüleceği bilinen hususlardandır. Zincir zayıf halkadan kopacağı gibi bir

sistemin, devletin gücü ve kuvveti de halkın, sade vatandaşların, zayıfların, yoksulların,

mahrumların ve mağdurların durumuna bağlıdır.

Kahır ve galibiyetle, kuvvet ile devletin başına geçen yönetimler halktan yüz çevirerek

haktan ve gerçekten uzaklaşırlar ve insanları fakirliğe ve yoksulluğa düşürürler. Akılcı bir

siyasetle hukuk ve kanun hâkimiyeti sağlanmalı ve akılcı bir yaklaşımla insanların yararına

olan şeyler gerçekleştirilmeli zararına olan şeyler de onlardan uzaklaştırılmalıdır (İbn-i Haldun,

1997: s. 478-481; İbn-i Haldun, 2004: s. 269-270). Buradaki akılcı siyaset yaklaşımı ‘siyaset-i

akliye’ günümüzde de ortak akıl ve iletişimsel akıl gibi yaklaşımlarda kendini ortaya

koymaktadır. Yani yöneticiler, yönetilenleri, yönetim sürecine dâhil edecek bir kıvam ve

olgunluk sahibi olmalıdırlar.

Nesep ve akrabalık bağları çok az kimsenin dışında insanlar için tabii bir durumdur.

Nesep bağı aslında hakikati olmayan vehmî bir şeydir. Faydası da insanlar arasındaki

birleşmeyi sağlamaktan ibarettir (İbn-i Haldun, 2004: s. 171). Burada ‘nesep asabiyesi’nin

Page 9: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Mehmet Hişyar KORKUSUZ 4

vehmi bir şey olduğu vurgulanırken âdeta ‘hayâli cemaat’ yaklaşımının özüne ışık

tutulmaktadır. Toplum yaşamında insanların alışkanlıklarının önemi büyüktür. İbn-i Haldun

“insan alışkanlıklarının oğludur, onunla alışıp kaynaşmıştır” demektedir (İbn-i Haldun, 1997:

s. 314). Bu sözle İbn-i Haldun insanın alıştığı bir durumun giderek onun karakteri haline

dönüşeceğini vurgulamaktadır.

Yine İbn-i Haldun ilginç bir şekilde çok fazla kabile ve asabiyelerin bulunduğu yerlerde

kuvvetli ve devamlı bir devletin az görüleceğini vurgulamaktadır. Farklı görüş yöneliş, çeşitli

arzu ve dilekler dolayısıyla her bir görüş ve yönelişin diğer görüşlerle mücadele etmesinden

dolayı, devlete karşı isyan ve ihtilâller hiç eksik olmaz (İbn-i Haldun, 1997: s. 417; İbn-i

Haldun, 2004: s. 231). Burada İbn-i Haldun’un ‘nesep asabiyesi’nden ‘sebep asabiyesi’ne

geçişe vurgu yaptığı düşünülebilir. Süreç içerisinde devletin bedevîlikten yerleşik hayata doğru

geçişi söz konusudur. Medeniyet servet ve nimetin, bolluk ve genişliğin bir neticesidir.

Medeniliğin açığa çıkışı lüks ve rahatlık biçiminde olmaktadır. Bu ise zenginlik, servet ve

imkânlara bağlıdır. Bunların her biri devletin büyüklüğüne ve gücüne göredir (İbn-i Haldun,

1997: s. 441; İbn-i Haldun, 2004: s. 246). Burada ekonomik imkânlar ile siyasal güç arasındaki

karşılıklı etkileşim ve korelasyonu ortaya koymaktadır. Bir bakıma ekonomik bağımsızlık

olmadan siyasî bağımsızlık söz konusu olmayacaktır.

Dünyanın en meşhur Eyyubi dönemi tarih araştırmacıları olan M.C.Lyons ve

D.E.P.Jackson, Selahhadin-i Eyyubi’nin Mısır’a yerleşmesinden önceki siyasî karışıklıkla

ilişkili olarak “İbn-i Haldun’a göre, asabiyenin zayıflamasının ardından gelmesi kaçınılmaz

olan dejenerasyonun örneği olabilirdi” derken ilginç bir noktaya temas etmiş oluyorlardı.

Selahaddin’in ordusunun çoğunluğunu meydana getiren Türkler ve Kürtlerle birlikte doğal

olarak, daha doğuya doğru uzanan bir İslami ağırlık merkezi düşünmüş olabilirdi (Lyons,

Jackson, 2006: s. 72-73).

Selahaddin-i Eyyubi’nin annesinin Türk babasının Kürt kökenli olmasının avantajını da

kullanarak hem ‘nesep asabiyesi’ni -Türklük ve Kürtlük unsurunu devreye sokabilme

maharetini göstermek- hem de ‘sebep asabiyesi’yle -Araplık unsurunu da devreye sokarak- o

dönemin hâkim kültürel kodu ve ortak aklı kapsamında İslam Dini’nin birlik hedeflerini büyük

bir ustalıkla harekete geçirebilme yeteneğine sahip olduğunu görüyoruz.

Mısır’daki başarılı yönetimini takiben Selahaddin ileriki safhalarda aşama aşama

Yemen, Hicaz ve Suriye’yi de bugünkü doğu, güneydoğu Anadolu’yu da topraklarına katarak

Kudüs’ü bir yüzüğün taşı biçiminde bütünüyle içine alacak şekilde çevrelemişti. Kardeşi Turan

Şah Yemen’den Suriye’ye gelince yaptığı konuşmada Kuran-ı Kerim’den alıntıyla “Ben

Yusuf’um, bu da kardeşim” diyerek hitabına başladı (Lyons, Jackson, 2006: s. 131). O

dönemin arşiv, belge ve el yazmalarına varıncaya kadar geniş bir araştırmayı yürüten bu

yazarlar ilginç bir noktaya daha vurgu yaparak, Frenklerle yeni bir harbe çıkılacağı esnada

Memlükler Selahaddin’e Kudüs’te ya kendisinin ya da ailesinden birinin kalmasında ısrar

ediyorlardı, çünkü aksi halde “ne Kürtler Türklerden ne de Türkler Kürtlerden emir almazdı”

diyorlardı (Lyons, Jackson, 2006: s. 426-427). Jackson ve Lyons’un bu aktarımı –subjektif

unsurları içermekte olan-, Selahaddin’in misyonunun zorluğuna ve başarısının ustalığına işaret

edebilir. Zaten, Selahaddin’in başarısını, farklı unsurları bir araya getirmedeki bilgelik, incelik

ve ustalıkta ve insan tabiatıyla uyumlu çözüm ve alternatifleri mümkün kılacak uygulamalarda

aramak gerekir. 1187 Hıttin Savaşı’ndan sonra Kudüs’ün müslümanlar tarafından yeniden

alınabilmesi bu stratejik yönetim ve taktik adımlarla ancak gerçekleştirilebilirdi.

Page 10: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Selahaddin-i Eyyubi’nin Nil’den Dicle’ye… 5

3. SELAHADDİN EYYUBİ’DEN ÇAĞIMIZA BARIŞ VE

BİR ARADA YAŞAMA DENEYİMİ

Uluslararası ilişkilerde ülke, devlet, millet ve halkların politik hedeflerine ulaşabilmek

için meşruluk temelinde en çok başvurdukları yöntem ve mekanizma ‘diplomasi’ ve

diplomatlar üzerinden yürütülse bile klasik dış politika ve strateji unsurları günümüzdeki

medya ve kamuoyunun egemenliğindeki karmaşık ve ‘düzensiz’ ve hatta asimetrik dış ilişkiler

çerçevesinde beklenen etkiyi sağlayamamaktadır. Bu durum diplomasinin içeriğinde,

süreçlerinde ve yöntemlerinde değişikliği beraberinde getirmiştir. Aktörlerin ve diplomatik

kanalların çeşitlenmesi söz konusu olmaktadır. Egemenlik kavramıyla birlikte diplomasi

kültürünün de değişimi söz konusudur. Uluslararası toplum ve ilişkilerin demokratik bağlamda

ilerletilmesi ve bunlara ilaveten uluslararası güvenlik sorunları kapsamında diplomatik

normların farklılaşması gündeme gelmektedir (İskit: 2012, s. 349-358). Modern diplomasinin

çevre, insan hakları, insani ve enerji diplomasisi olmak üzere dört temel alanda yeni işlevlere

sahip olmaya başladığını görmekteyiz (İskit: 2012, s. 363-376). Uluslararası politikanın ve

diplomasinin adı geçen alanlarda etkin, başarılı ve sürdürülebilir sonuçlara ulaşması ilgili

toplum ve toplulukların tarihsel ve kültürel arka plan muvacehesindeki deneyim ve birikimlerin

tüm bu süreçlere aktif bir şekilde dahil edilmesiyle mümkündür.

Özellikle Ortadoğu’da hala canlı ve dipdiri özelliğini sürdüren din ve inanç konularında

kültürel çoğulculuğa ve dini hoşgörüye en önemli örnek olarak gösterilebilecek Selahaddin

Eyyubi’nin tutum ve davranışları bu makalenin ana eksenini oluşturmaktadır. Tevhid, barış,

adalet, özgürlük ve eşitlik temelinde -tabi ki kendi çağının şartları kapsamında ele alınmak

kaydıyla- bir uluslararası toplumun barış vizyonunun çekirdek enerjisini bu dönemde görmek

mümkündür. Elbette tarihte dönemleri kendi şartları içerisinde ele alarak ‘Anakronizm’

olgusunu gözardı etmeden değerlendirmek gerekir. Ancak tarihi Batılı düşünce okullarının

modernist, düz çizgisel seyir rotasında ilerlemeci bir mantıkla ele almak ideolojik tarih

okumasından başka da bir şey değildir. Kadim zamanlardan modern zamanlara ve içinde

bulunduğumuz postmodern ya da global çağa ulaşıncaya dek Tarih’in temel tanımının değişim

ve süreklilik güçlerinin gerilimi sonucunda ortaya çıkan tablo olduğunu unutmamak gerekir.

Geleneksel, modern ve modern sonrası toplumların tümünde insan ve ona ait öz ve gerçeklik

saklıdır.

Bir devletin dünyadaki konumunun belirleyici faktörü, “mukayeseli avantajlarından en

üst düzeyde yararlanma yeteneği” olarak tanımlanabilir. 21. yüzyılın merkez sahnesini

Avrasya oluşturacak ve Asya ile Avrupa karşılıklı bağımlılık içerisinde yeni ekonomik ve

politik açılımlara gidebilecektir. Bu süreçte enerji kaynakları ve koridorları üzerindeki etki

belirleyici pozisyondadır. Soğuk savaş sonrasında Balkanlar, Kafkasya ve Orta Asya’da ortaya

çıkan yeni devletler Türkiye’nin tarih, inanç ve dili paylaştığı topluluklardan teşekkül

etmektedir. Bu durum tarih ve kültür boyutları olan bir ortamı Türkiye’ye hazırlamıştır.

Paylaşılmış bir tarihin ve türdeş kültür özelliklerinin işlevi öne çıkmaktadır. Tarih boşlukta

yaşanan bir deney değildir. Mazi teori’yi hazırlar ve bugünü biçimlendirir. Günümüz ise

teori’yi hayata geçirirken geleceği öngörerek tanımlamaya çalışır (Cem: 1998, s. 3-4).

Türkiye’nin üç temel ekseninde birini diğerine asla feda edemeyeceği uluslararası bölgeler

Ortadoğu, Balkanlar ve Kafkaslar’dır. Bunların içerisinde başta petrol, doğalgaz ve su

kaynakları gözönüne alınacak olursa Ortadoğu’nun hala yüzüğün taşı mesabesinde olduğu

görülecektir.

Jeopolitik, politik seviyede veri, data üretmek için coğrafi ve beşeri değerleri kullanır.

Bir bakıma siyasi coğrafyanın beşeri değerlerle aktif hale gelmesidir. Siyasetin iki temel

dayanağı olan güç ve hedefi coğrafya açısından değerlendirir. Dr. Erich Obest “Jeopolitik iyice

öğrenilmeden meşgul olunursa tehlikeli yolların ve polemiklerin açılmasına neden olur.

Jeopolitik devletin coğrafi vicdanı olmak ister” tespitiyle bu konudaki endişesini dile

getirmektedir. Akademisyenler bu kavramın iyice açık bir şekilde tanımlanması gerekliliğini

vurgulamaktadırlar. Bu kavramın çerçevesinin belirlenip içeriğinin tam olarak doldurulması

Page 11: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Mehmet Hişyar KORKUSUZ 6

uluslararası politika teorisi bakımından gerekli görünse de daha çok realist okulun gölgesinde

algılandığı ifade edilebilir. Jeopolitiğin 1967 yılından beri güç merkezlerine göre yapılan

değerlendirmeleri yeni teorilerin üretimine geçit vermemektedir. Coğrafi unsurlar stratejide

‘mekan’ ile beşeri unsurlar ise stratejide ‘güç’ komşuluğu ile tezahür eder. Her ikisi için konu

ve düşünceleri akıcı kılan ‘zaman’dır. Güç merkezlerinin oluşumunu sağlayan iki mühim unsur

insan ve kaynaklardır. İnsanı değerli kılan eğitim ve kültür, kaynakları ise değerlendiren bilgi

ve teknolojidir. Güç merkezleri nitelikli insan ile stratejik kaynağın elverişli coğrafyada

buluşmasıyla ortaya çıkmaktadır. Bütün bu unsurların bir bütün olarak değerlendirilmesi

coğrafi sınırlar içerisinde ulusal gücü; ulusal gücün küresel ölçekli etki ve kontrol kapasitesi de

küresel potansiyel ortaya çıkarır (Aktaran Çiftçi: 2008, s. 215-220).

1990’lardan itibaren Batı Dünya’sında İslam karikatürize edilerek Sovyetlerin ‘kızıl

tehdit’i yeşil renge dönüştürme eğilimine girildi. Sömürgeci imparatorlukların dağılmasından

sonra küresel ve derinlikli olarak İslam’ın dirik ve patlayıcı bir güç olarak her yerde ortaya

çıkması umut ve kimi sınırlarda da paniği beraberinde getirdi. Batı’yla İslam dünyası arasında

antagonizm (zıtlık) çemberinin popüler kültürden ve entellektüel ön yargılardan kaynaklanan

karşılıklı sebepleri vardır. Buna çağdaş, siyasi, sosyal ve kültürel unsurlar ile antipatinin derin

tarihsel köklerini de başta Haçlı seferleri olmak üzere dahil etmek mümkündür. Bu tutum ve

davranışları değiştirmek güç olsa bile yapıcı bir tutum değişikliği çözümde rol oynayabilir

(Braibanti: 1995, s. 3-29).

Günümüz Ortadoğusu’ndaki kriz ve çatışmalarda da toplum ve toplulukların karşılıklı

tanıma, anlama ve kabul süreciyle başlayan diyalog ve iletişime geçmeyle ilerleyen müzakere

yol haritasıyla kuvvet kazanan çözüm süreci iradesi ve icraatlarına ihtiyaç vardır. Güven,

anlayış temelinde insani ve kültürel ortak değerler hemen her konudaki kilitlenmeyi açacak

anahtar tutum ve davranış setidir.

Selahaddin Eyyubi, günümüzde Ortadoğu’da ve tüm dünyada ihtiyaç duyulan özgün

insani uygulamaları tarihin sayfalarına yazmayı başarmıştır. Selahaddin, fakir müslümanlara,

hristiyanlara ve yahudilere eşit olarak dağıtılmak üzere vasiyetnamesinde miraslar ayırmıştır.

Böylece, bütün insanların kardeş olduklarını, onlara yardım etmek için inançlarını değil,

ıstıraplarını göz önünde tutmak gerektiğini anlatmak istemiştir (Voltaire, 1975: s. 62).

19. yüzyılın ikinci yarısında vatan ve hürriyet kavramları ile birlikte din ve modernliği

de birlikte ele alan bireysel ve toplumsal ilerlemenin ve gelişmenin unutulmaz simalarından

Namık Kemal 1885’te İstanbul’da yazdığı ‘Evrak-ı Perişan’ adlı eserinde Selahaddin Eyyubi

ile ilgili olarak; onun kendisini ilim ve irfan sohbetlerine vermesi ahlâkı, adaleti, yeteneği ve

aziz hatırasıyla ve dünya devletini bir gölgeye benzeterek halkı ve insanlarıyla bütünleşmesini

vurgular ve onun bütün çabalarında halkının refah ve saadetini sağlamaya yönelmesine, büyük

bunalımlar karşısındaki sağlam duruşuna ve çıkış yolları bulmadaki maharetine işaret eder.

Onun unvan-ı azametinin (azametli ünvanının) dünyanın yedi harikasının şöhreti gibi dünya

durdukça baki olduğunu belirtir (Kemal, 2010: s. 29-77). Namık Kemal’in de gayet ustaca

tasvir ettiği gibi aslında Türkiye’nin üzerinde biçimlendiği coğrafya ve kültür kan, soy ve dil

bağlarının çok üzerinde bir çeşitlilik ve zenginliği içeren ve ‘asabiyeler’ arasındaki geçişkenliği

mümkün kılan bir ortak akıl, bilgi görgü ve nezaket çerçevesi sunmaktadır. Namık Kemal belki

de ustaca kurtuluşun yeniden sadelik, tabiilik, samimiyet ve tecrübeyle köklere dönüşü

içerecek, ama çağı da yakalayacak bir bütüncül bakış açısının kökleşmesinden geçtiğini

görmekteydi.

Nil Nehri üzerine kurulu Mısır Valiliğinden hedefine doğru adım yürüyen Selahaddin ve

yol arkadaşları planlarını aşama aşama gerçekleştirerek Urfa, Diyarbekir ve Hasankeyf’i de

alarak Nil’den Dicle’ye bir açılım ve genişleme siyaseti izleyecekti. Siyasetinin odak

noktasında insan vardı ve bunu barışı sağlamak adına yürütmekteydi. Elbette o da zaman

zaman kimi hata ve yanılgılardan uzak değildi bu süreçte. Ancak kendini sürekli hesaba çeken

ve eleştiriye açık kişiliği, kinden uzak affedici, merhametli oluşu; cömert ve yardımsever

yapısı ve alçakgönüllü, insancıl yönü büyük resmin onun lehine olmasını sağlıyordu.

Barış’a ihtiyaç her zaman için Savaş’a olan ihtiyaçtan daha fazla olmuştur. Ancak tarih

boyunca Barış’ın kahramanları sayıca yine de çok azdır. Fakat insanların, milletlerin ve

Page 12: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Selahaddin-i Eyyubi’nin Nil’den Dicle’ye… 7

halkların kalbini kazanan - bu Barış, Birlik ve Kardeşlik ruhunu besleyip büyüten onurlu ve

özverili Bilgi’de üstün, Onur’da yüce ve İnanç’ta kuvvetli düşünür ve eylemci kişilikleri ile

erdem-irade-eylemi bütünleştirebilen - örnek şahsiyetler de eksik olmamıştır. Hiç şüphesiz

aklı, kalbi ve bileğiyle Hak’tan ve Aşk’tan başkasına eğilmeyen Şark’ın kudretli hükümdarı

Selahaddin bu şahsiyetlerden birisi olmuştur. Barış için savaşanların daima galip geldiğini

söylemek mümkündür. Selahaddin’in portresi de bu tabloyla birebir örtüşmektedir.

Tarihin akışı içerisinde birçok farklı başlangıç noktası seçilebilir. Ancak modern

Ortadoğu için tek bir çıkış noktasından söz etmek olanaklı değildir. Ortadoğu’da modernleşme

teorileri çift yönlü bir etkiyle artı ve eksi kutupları harekete geçirse bile beklenen ve umulan

hedefe ulaşmadı. Batı ve Batılı olmayan toplumlar arasındaki etkileşim kültürel antropoloji ve

edebiyat eleştirileri üzerinden ikiz etkilerin bir sentezi olarak alternatif değerlendirmelere yol

açtı. Parçalanan imparatorluklar, milliyetçilikler, sömürgecilik ya da kapitalizmin ürkütücü

gücü insanların yaşamlarını etkiledi. Bu etkiler kırsal ve kentsel alanlarda farklı düzeylerde

oldu. Ortadoğu’ya modernleşme de bir ideoloji olarak tesir etti. Bugün için Ortadoğu’nun ne

ölçüde İslami ya da modern Batılı olduğunu söylemek kategorik olarak kolay

görünmemektedir (Pappé: 2009, s. 1-17).

Ortadoğu’ya bölge dışı müdahalede bulunan küresel güçlerin başında ABD ve AB

gelmektedir. Ortadoğu her iki büyük gücün sürtünme ve tıkanma merkezini de teşkil eder.

ABD askeri ve güvenlik konusunda İsrail’i öncelerken AB’nin diplomatik olarak “pro-Arab”

ya da Filistin öncelikli bir diş politika içerisinde olduğu ileri sürülebilir. Bununla birlikte

ABD’de bölgede Arap ülkeleriyle olan ekonomik ve ticari ilişkilerini korumaktadır. ABD’nin

soğuk savaş döneminde SSCB’nin etki ve kontrolü altına giren kimi Arap rejimlerine karşı

“pro-Israel” (İsrail taraftarı) yönelimine rağbet ettiği bilinmektedir. Avrupa’nın bölgedeki eli

zayıftır ve belki de bu onların seçimidir. Bölgede değişen dengeler bağlam’ın çözülmesini

beraberinde getirmiştir (Haass: 1997, s. 61-68). Yevgeni Primakov, Rusların gözüyle Ortadoğu

kitabında şu ilginç tespitlere yer vermektedir: “...Barzani’nin kışlık karargâhına gidiyorduk.

Kürt bölgesine gelmiştik. Kendimi tutamayarak bir küçük lirikten konu dışı söz etmek

istiyordum. Bu masal diyarı gibi bölgede iki bin küsur yıldır gururlu bir halk yaşamaktadır.

Bazen onlara ‘Doğunun şövalyeleri’ de derlerdi. Haçlıların yenemedikleri Selahaddin Eyyubi

de Kürttü. Ama Nuri Said’in de bir Kürt olması onlara fazla kıvanç getirmemişti. Fakat doğa

muhteşemdi. Göklere uzanan dağlar, şarıldayan duru sular. Renklerin cesur birleşimi...”

(Primakov: 2009, s. 384).

Ortadoğu’ya ilişkin kullanılan metaforların en ilginçlerinden birisi de Philippe

Lannois’in ‘Şaşkın Doğu’ kavramsallaştırmasıdır. 20. yüzyıl Ortadoğusu’na bakarken ‘şaşkın,

afallamış, yolunu şaşırmış’ ifadeleriyle özetlenebilecek bu yaklaşımda Lannois dini ve

toplumsal köken farklılığının etkilerini tartışarak Ortadoğu’daki karışıklıkların özünde mevcut

sosyal yapının karmaşıklığının mevcut olduğunu öne sürer. Ortadoğu’daki küçük sosyal ve dini

gruplar bölge dışındaki ülkeler tarafından manipüle edilmektedir (Aktaran Dursun: 1995, s.

311-313).

Günümüzün Ortadoğu realitesinde başat faktörler olan dış güçler her zaman için konuyu

kendi jeostratejik önceliklerine göre reel politik çıkarları bağlamında ve enerji ve petrol odaklı

olarak ele almaktadırlar. Selahaddin’in kendi çağında gerçekleştirdiği bölgenin zenginliğini

bölge halkıyla paylaşma ve onlara dağıtma prensibine tam manasıyla sahip çıkacak bir siyasi

irade ve merkez hali hazırda ortaya çıkmamıştır. Bunda elbette monarşik zengin petrol

şeyhlerinin etkisi kadar demokrasi dışı yollarla iş başına gelen darbeci sivil ve askeri cuntaların

da rolü vardır.

D. Acemoğlu ve J. A. Robinson “Why Nations Fail” (Milletler niçin başarısız olur) adlı

eserlerinde ‘teoriler mevcut haliyle işlemez’ bölümünde Ortadoğu’daki yoksulluk ile İslam dini

arasında kurulmak istenen ilişkinin geçersiz olduğunu söylerler ve bu kanaatin kültür

hakkındaki yanlış düşüncelerden kaynaklandığını belirtirler. Coğrafya ve Kültür hipotezlerinin

bütünüyle açıklayıcı olmadığını vurgularlar. Bilgisizlik ve cehaletin dünyanın yoksulluk

sarmalındaki ülkelerde etkili olduğunu belirtmekle beraber asıl sorunun fakir ülkelerdeki güç

ve iktidar sahiplerinin yoksulluk üreten politik tercihler yapmalarından kaynaklandığını

Page 13: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Mehmet Hişyar KORKUSUZ 8

vurgularlar. Geleneksel olarak ekonomistler politikayı önemsemezler ancak siyaset ve yönetim

yetersizliği dünyadaki eşitsizliğin açıklanmasında temel bir faktördür (Acemoğlu ve Robinson:

2013, s. 61-69). Zaten tarihin hiçbir döneminde dünyanın belli başlı bölgeleri sürekli bir

zenginlik ya da yoksulluk üretmemiştir. Kaldı ki İslam Dünyası Abbasi, Eyyubi, Selçuklu ve

Osmanlı tecrübelerinde görüldüğü gibi kültür ve medeniyet bakımından en zengin ve görkemli

dönemlerin ortaya çıkışına da sebep olmuşlardır. İslam Dünyası’ndaki modern zamanlarda

gözlenen spazm ve içe kapanma 20. yüzyılın ikinci yarısıyla birlikte açılım ve toparlanma

dönemi denilebilecek dinamiklerin önce sosyo-kültürel sonra ekonomik ve ardından politik

yeniden dirilişe ve yapılanmaya doğru gittiğini gözlemlemek olanaklıdır. Gecikme ve faz

farkının birçok nedeni vardır ve bun unsurlar derinlikli ve çok yönlü olarak ele alınmayı hak

etmektedir.

4. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Reel politik faktörlerin ötesinde insani ve etik temelli bir küresel vicdan okuyuşuna başta

Ortadoğu olmak üzere tüm dünyanın ihtiyacı kaçınılmaz bir seviyeye gelmiştir. Ekonomik

gereklilik diyerek Kapitalizmin postulalarını (önermelerini) yegâne bilimsel varsayım olarak

kabul etmek nasıl ideolojik bir yönelim ise aynı şekilde uluslararası ilişkileri güç ve çıkar

eksenli realist okulun görüş ve değerlendirmeleri temelinde ele almak yine ideolojik bir

tutumdur. Günümüzde insan hakları ve insani diplomasi eğiliminin yükselmesini başta

Ortadoğu, Afrika ve Asya olmak üzere bugünkü Küresel Sistem’in kolonyalist ve yayılmacı

geçmişine bir tepki olarak yorumlamak daha sağlıklı olacaktır. Tek Tanrılı dinlerin birbirine

yakın temel öğretileri insanlık ailesi için bir barış ve kardeşlik iklimi sunsa bile icraatta bu,

‘yüksek stratejik çıkarlar söylemi’yle devreden çıkarılabilmektedir. Elbette Selahaddin’in

uygulamalarında da bazı eleştirilebilecek yönler bulunabilir. Ancak bir bütün olarak

bakıldığında üzerinden sekiz asır geçtiği halde hala tüm insanlık için bir ortak simge ve sembol

olarak adil yönetici niteliğini imaj ve hakikat olarak sürdürmeye devam etmektedir. Bu

durumun tipik göstergelerinden birisi de onu Arap kökenlilerin Arap, Türk kökenlilerin Türk

ve Kürt kökenlilerin Kürt olarak görüp içtenlikle sahip çıkması onun gerçek anlamda irfan ve

vicdan sahibi adaletli bir müslüman yönetici olmasından kaynaklanmaktadır. Onun Fatımilere

karşı mücadelesini de klasik anlamda bir sünni refleks ve tepki olarak görmek yerine o

dönemdeki Fatımi yönetiminin Kuran ve Sünnet referanslarının çok uzağına düşen tutum ve

davranışlarında aramak gerekir. Ancak elbette bu konuda çevresinin kimi yönlendirmeleri ile

tartışılabilecek uygulamaları söz konusu edilebilir.

Türkiye’nin Eyyubi, Selçuklu ve Osmanlı mirası üzerinde yükselen geniş ve engin

siyaset birikimi ve devlet deneyimi Kudüs başta olmak üzere Filistin-İsrail meselesi ve diğer

bölgesel sorun başlıkları ile alâkalı olarak hem Dışişleri Bakanlığı hem de İKÖ (İslam

Konferansı Örgütü) kapsamında Selahaddin Eyyubi Ortadoğu Barış ve İnsiyatifi ve Platformu

teşekkülü ile bu bilge devlet adamının kazanımlarını insanlık ve dünya için sürekli kılacak

gelişmeye vesile olması önemli bir adım olacaktır. Hem çözüm süreci açısından hem de İslam

Dünyası’nın kendi sorunlarını kendi iradesiyle çözebilecek bir yetkinliğe ulaştığını gösterme

bakımından bu girişim çok verimli ve yararlı sonuçlar doğuracaktır.

Page 14: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Selahaddin-i Eyyubi’nin Nil’den Dicle’ye… 9

KAYNAKLAR

Acemoğlu, Daron & James A. Robinson (2013). Why Nations Fail. Second Published. London: Profile

Books Ltd.

Arı, Tayyar. (2005). Geçmişten Günümüze Orta Doğu Siyaset, Savaş ve Diplomasi. 2.Basım.

İstanbul: Alfa Yayınları.

Braibanti, Ralph. (1995). The Nature and Structure of the Islamic World. First Published. Chicago:

International Strategy and Policy Institute.

Cem, İsmail. (1998). Türkiye ve Dünya 2010-2020. İstanbul: Divak Yayınları.

Çiftçi, Hakkı. (2008). “Türkiye ve Ortadoğu’nun Politik ve Ekonomik Önemi ve Geliştirilecek

Politikalar”. Türkiye’nin Ortadoğu Politikası. (Editör: Sedat Aybar). İstanbul: Kadir Has

Üniversitesi Yayınları, 209-244.

Çandar, Cengiz. (1984). Ortadoğu Çıkmazı. 2.Bası. İstanbul: Hil Yayın.

Dursun, Davut. (1995). Ortadoğu Neresi. İstanbul: İnsan Yayınları.

Haass, Richard N. (1997). “The United States, Europe, and the Middle East Peace Process”. Allies

Divided: Transatlantic Policies for the Greater Middle East. (Ed. Robert D. Blackwill, Michael

Stürmer). London: The MIT Press Cambridge, 61-78.

İbn-i Haldun. (2004). Mukaddime I-II. Halil Kendir (çev.). İstanbul: Yeni Şafak Yayınları.

İbn-i Haldun (1997) Mukaddime I-II-III. Zakir Kadiri Ugan (çev.). İstanbul: Millî Eğitim Bakanlığı

Yayınları.

İskit, Temel. (2012). Diplomasi: Tarihi, Teorisi, Kurumları ve Uygulaması. 4.Baskı. İstanbul:

İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.

Kemal, Namık. (2010). Selahaddin. İstanbul: Avesta Basın Yayın.

Korkusuz, Mehmet Hişyar. (2012). Mukaddime’den Muahhire’ye: Modern Dünya’nın, Ulus-

Devlet’in, Din’in ve Milliyetçiliklerin Ekonomi, Kültür ve Siyaset Atlası. 2.Baskı. İstanbul:

Bilge Kültür Sanat Yayıncılık.

Lewis, Bernard. (2011). Ortadoğu: İki Bin Yıllık Ortadoğu Tarihi. 8.Baskı. Selen Y. Kölay (çev.).

Ankara: Arkadaş Yayınevi.

Lyons, Malcolm Cameron ve D.E.P.Jackson. (2006). Selahaddin: Kutsal Savaşın Politikaları. 1.Baskı.

Zehra Savan (çev.). İstanbul: Pınar Yayınları.

McEvedy, Colin. (2005). Ortaçağ Tarih Atlası. 2.Baskı. Ayşen Anadol (çev.). İstanbul: Sabancı

Üniversitesi Yayınları.

Pappè, Ilan. (2009). Ortadoğu’yu Anlamak. 1.Baskı. Gül Atmaca (çev.). İstanbul: NTV Yayınları.

Primakov, Yevgeni. (2009). Rusların Gözüyle Ortadoğu. 1.Baskı. Olga Tezcan (çev.). İstanbul: Timaş

Yayınları.

Turan Ömer. (2003). Tarihin Başladığı Nokta Ortadoğu. İstanbul: Yeni Şafak Yayınları.

Voltaire. (1975). Türkler, Müslümanlar ve Ötekiler. Osman Yenseni (çev.). Ankara: Türkiye İş

Bankası Kültür Yayınları.

Page 15: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Mehmet Hişyar KORKUSUZ 10

Extended Abstract

Middle East is a special region due to its historical, social, cultural, religious, economical and

political characteristics. It stretches from Egypt to Iran, it contains the Nile River and Mesopotamia, it

expands from Morocco to Pakistan. It is a geographical region that contains the cultural richness of

humankind, the belonging of civilization, the petrol, the desert climate and the Mediterranean. Middle

East is one of the most important place that takes an substantial role for socio - economic development

of human being. Recorded history begins in the Middle East. Middle East has also a unique value for

believers. Monotheistic religions emerged in the Middle East. Middle East could be characterized as an

junction among the civilizations. Middle East always has a great geostrategic importance. In Modern

Times, the need of change in established traditions in Middle East came from outer sources. Changes in

Middle East were often shaped by the societies and cultures that were strangers to local traditions.

Crusaders has played an important role in relations between the Muslim World and the Western

World. First crusade was organized between 1069 – 1099 and the crusaders overran the al – Quds

(Jarusalem). In 12. century throughout, Middle East has witnessed a crucial military struggle mainly

between muslims and christians, based in Jerusalem. Salah ad - Din was the most important historical

actor of this fight. Salah ad – Din saved Jerusalem in 1187. But the effects of some of the leaders are

permanent. Salah ad - Din was one of them. He was not just a successful military commander. Salah ad -

Din’s actions after the conquest of Jerusalem have also been very remarkable. After the call he did, Jews

and other believers began returning to Palestine again. Salah ad - Din was able to bring different social

groups together. Salah ad – Din is accepted as a wise statesman by all humanity both east and west for

ages with the mission of peace and brotherhood that he carries out. He was a very special personality and

he reached the targets of Islam.

Middle East is both the lock and the key of the world in geocultural, geoeconomical and

geopolitical aspects. It is a hinterland that none of the world powers can ignore. Middle East is the key of

global economy and political-strategic balances. Middle East region is divided by political conflicts

whose reason is unresolved issues that are both national and international. These issues exist due to the

features of this region. In recent times, especially the factors of ethnic conflicts and tensions affected the

world and changed it drastically. Probably, the place where this effect and change were the most severe

and fastest was the Middle East geography. In recent times, Islam has come to the forefront once again

and this has caused the questioning of European based nation-state models. Between the nation-state

nationalism and ethnic nationalism (moreover including some sectarian factors) there are many

problems ranging from the tension to the conflicts. In the context of personal and collective identities,

the questions and problems increased. Nationalisms still exists like a syndrome. The political, social and

psychological reflections of the nationalist debates and some other relioguos motivated groups are

observed everywhere. The need of integration is needed more than ever. There are very serious humane,

economic and political losses caused by nationalism and it is not restricted to the Middle East. In this

article we tried to handle new challenges of middle east with historical and cultural aspect of views.

The solutions for social problems should be traced back to their origins first. However, it should

be noted that the impact and dosage of the interdependence is increasing not only within but also among

the countries; thus, the problems should be handled in a multi-directional dynamic and active approach,

and the options for solutions and alternatives should be increased. The importance of common sense,

political and social cooperation, mutual understanding and dialog will be perceived better; and under the

impact of a momentum, this process will be able to overcome the mental and social obstacles against

accepting ‘the other’ as a reality without marginalizing, alienating and degrading them. The scientific

research and studies along with free thoughts to be employed in the solution of all global and local

problems play the role of a key that would unlock all the locks. A real enlightenment would be possible

only when science, mind and experience are re-explored in terms of the innate and transcendent

dimensions of belief, culture and tradition. Salah ad - Din’s vision on World, his tolerance towards

different faiths and his original applications can be a needed road map for ending the conflicts of interest

and power that occured in Middle East and in many different geographies.

Page 16: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 11-20

[201?]

Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları

Armenian Policies Of The Western Powers

Muhammet YILDIZ

ÖZ: Dünya siyasetinde altı asırdan fazla yer alan Osmanlı Devleti, yirminci asrın son dünya düzeninde

belirleyici rol oynamıştır. Bu düzen, Osmanlı topraklarının genişlemesinin getirmiş olduğu hâkimiyet zorluğu ve

devletin uzun süre yıpranmışlığının da etkisiyle yıkılmıştır. Birinci Dünya Savaşı ile birlikte Osmanlı Devleti’nin

milletler yapısı kesin olarak çözülmeye başlamış ve bu çözülme ile birlikte Ermeni Sorunu da devlet içinde geniş yer

bulmuştur. Türk-Ermeni sorununun günümüze kadar gelmesi ise bu meselenin çözülememesinden

kaynaklanmaktadır. Bu çalışma ile Türk-Ermeni sorununun tarihi boyutu ve Avrupalı devletlerin bu mesele

üzerinden yaptığı siyaset üzerinde durulacaktır.

Anahtar sözcükler: Ermeni, Osmanlı, Avrupa.

ABSTRACT: Ottoman Empire appeared in world politics more than six centuries played a crucial role in

the last world order of 20ᵗͪ century. This order wasended with having difficulty of sovereignty as a result of Ottoman

Empire’s widened land sandlong-lasting wear out of the empire. World War I brought about a crash in multi-

national structure of Ottoman Empire and this crash revealed out armenian question with a widespread coverage.

The inability of solving this problem, armenian question, brought the issue until today. This study focuses on the

historical dimension of Turkish-Armenian problem and will focus on the politics of the European states made over

this issue.

Keywords: Armenian, Ottoman, Europe.

1. GİRİŞ

Asırlarca her dil, din ve ırktan milletleri bir arada refah ve barış içerisinde yaşatabilme

başarısını göstermiş olan Osmanlı Devleti’nin yapısı adeta bir milletler mozaiği gibidir.

Osmanlı Devleti’nin içinde yaşayan her farklı unsur bu mozaiğin bir parçası durumundadır.

Bütün bu unsurlar Osmanlı Devleti’nin adil yönetimi altında asırlarca ahenk içinde

yaşamışlardır. Ancak Osmanlı milletler sistemi 1683 yılı askeri bozgun ve akabinde imzalanan

Karlofça Antlaşmasıyla bozulmaya başlamıştır. Nitekim askeri ve siyasi sorunlar, gelişen

dünya düzeni içerisinde devam ederken, asıl sorun dünyada meydana gelen ihtilaller ile

meydana çıkmıştır. Çünkü Rönesans ve Reform hareketleri dünya içerisinde çoktan yayılmış

ve değişik unsurları bünyesinde barındıran devletleri, milliyetçi amaçlar doğrultusunda

sarmıştır. Fransız İhtilali bu doğrultuda ulusal bir ihtilal gibi gözükse de, aslında etkileme

bakımından uluslararası bir sonuç doğurmuştur. İşte bu amaçla söylenebilir ki tarih ve süreç,

bazı devletlerin bu durumdan faydalanmasını sağlamıştır. Ekonomik, siyasi, içtimai, kültürel

ve coğrafi olarak üstünlük mücadelesinin kendilerine geçtiğini anlayan Batı, dünya

coğrafyasında iktidarın Osmanlı topraklarından geçtiğini fark edip bu siyasi gelişmeleri de

kullanmaya başlamışlardır.

1815 Viyana Kongresinin içeriği yukarıda anlatılan gerçeklerle örtüşür niteliktedir ve

bilhassa İngiltere, Fransa ve Rusya’nın konuyla alakalı yakından ilgilenmesi de bu durumu

aşikâr kılmaktadır. Osmanlıyı dünyada gelişen milliyetçi akımlarla vurmayı hedefleyen Batı,

bu durumu kendi çıkarlarını da göz önüne alarak gerçekleştirmek istemiştir. Bütün bu

Okt. Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Bölümü, Rize-Türkiye,

[email protected]

Page 17: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Muhammet YILDIZ 12

anlatılanlar sebebi ile Osmanlıyı her türlü sorunda öncelik sırasına alan Avrupa, menfaatler

doğrultusunda

Anadolu’ya hâkim olmanın Balkanlara, Ortadoğu’ya, Trans Kafkasya’ya, Akdeniz ve

Ege’ye hâkim olmaktan geçtiğini anlarmışlarcasına saldırıya geçip tüm Osmanlı anasırını

birbirlerine karşı kışkırtarak hamilik yapmaya soyunmuştur. Bu şartlar içinde Ermenilerin

Osmanlıyla sorun yaşamasının ilk dönemi 1815 Viyana Kongresi ile başlamıştır demek tarihi

bir gerçek olarak karşımıza çıkmaktadır. Bunun temel sebebi ise Albert Sorel’in de deyimi ile

yakışıklı beyaz tenli Türklerin İslam’ı seçmesi ve batıya karşı koruyucu tavır takınması tam bir

Avrupa hasımlığı idi. Bunun sonucu ise Osmanlıyı parçalamak olacaktı. Dolayısıyla Osmanlıyı

parçalamanın en önemli yolu da ülkede yaşayan milletleri ayaklandırmak ve gerekirse nüfusu

fazla olan milletlere Anadolu’da vatan vermekti. İşte bu oyundan nasibini alan Ermeniler,

bağımsız olmak isteyen her millet gibi Osmanlı idaresine karşı isteklerde bulunmaya

başlamışlardır.

2. OSMANLI TOPLUMUNDA ERMENİLER

Kafkasya bölgesindeki çok milletli ve çok dinli karışık yapının bir unsuru olan

Ermenilerin bu bölgeye ne zaman ve nereden geldikleri hakkında fikir birliği yoktur.

Ermenilerin bölgeye yerleşmeleri hakkındaki en dikkate değer görüş, M.Ö. IV. Yüzyılda

batıdan gelerek şu anda yaşadıkları coğrafyaya dağınık bir şekilde ve düzenli bir teşkilat

kuramadan kabile yapısı içinde yerleştikleridir. Ufak derebeylikler halinde ve aralarında bir

birlik olmadan yasayan Ermeniler Kafkasya Bölgesindeki tarihleri boyunca Bizans, İran,

Makedonya, Roma, İslâm ve Türk devletlerinin hâkimiyeti altında yaşamışlardır. Etrafı sürekli

büyük devletlerle çevrili olan Kafkasya, her zaman için bu devletler arasında mücadele sahası

olmuştur. Önceleri muhtelif dönemlerde Makedonya, Roma, Bizans ve İran devletleri arasında

yaşanan bu mücadele, daha sonra Bizans, Selçuklu ve Osmanlı İran devletleri arasında devam

etmiş, XVI. yüzyıldan sonra devreye Rusya faktörü girmiştir. Böyle büyük mücadelelerin

yaşandığı bu coğrafyada, bölgenin birçok etnik unsurundan biri olan Ermenilerin, derebeylik

yapısını kıramamış olmalarından dolayı, etkili olamadıkları ve devletleşmeyi başaramadıkları

görülmektedir.

Selçuklular zamanında Türklerle tam manasıyla münasebete giren Ermenilerin, tarih

boyunca birbirlerine vatan bağıyla bağlılıkları olmadığı gibi, aralarında siyasî bir bağ da

mevcut değildir. Aralarındaki irtibatı sadece gelenekleri, dilleri ve dinleri sağlamıştır. Mezhep

yönünden de bir birliğe sahip olmayan Ermenilerin çoğunluğu Gregoryen Kilisesine tâbi idi.

Ondan sonra Katolik Kilisesi ve Protestan Kilisesi gelmekteydi. Ermeniler Doğu Anadolu köy

ve kasabalarında genellikle kendi topraklarında çiftçilik, zanaat ve küçük çapta ticaretle meşgul

idiler. Şehirlerde ise iç ve dış ticaret, sarraflık, bankerlik, müteahhitlik ve mültezimlik gibi

işlerle meşgul oluyorlar ve Türklerden daha müreffeh bir hayat sürüyorlardı.

Selçuklularla başlayan iyi ilişkiler daha sonra Osmanlı Devleti ile devam etmiştir.

Osmanlı Devleti Ermenilerin siyasi, sosyal ve ekonomik bakımdan kaderlerini değiştirmiştir.

Nitekim Osmanlı hâkimiyeti altında asırlarca yaşayan Ermeniler, devlet içinde önemli

mevkilerde bulunmuşlar ve ticari bakımdan ileri seviyelere gelmişlerdir. Özellikle Fatih Sultan

Mehmet’in daha Bursa’da iken Ermenilerle kurduğu dostluk, 1461 yılında Ermenilerin bir

millet olarak tanınması ile daha da gelişmiştir. Aynı yıl Fatih Sultan Mehmet, Ermeni ileri

gelenlerinden Yovakim’i ve altı aileyi İstanbul’a davet etmiş, ayrıca Anadolu’nun çeşitli

şehirlerinden çok sayıda Ermeni’yi İstanbul’a getirterek, burada altı cemaatli bir Ermeni

toplumu meydana getirmiştir. Başlarına da millet başı olarak Yovakim’i tayin etmiştir. Ermeni

dini liderlerinin Patrik unvanı alması ise muhtemelen Kanuni Sultan Süleyman zamanında

olmuştur. Aynı tarihte gerçekleşen ilginç bir tarihi olay da, Kozan’daki Ermeni Patrikliğinin

Eçmiazin’e taşınmasıdır.

Page 18: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları… 13

Osmanlı milletlerinden birisi olarak Ermeniler çok huzurlu bir dönem yaşamışlar ve

İmparatorluğun büyümesinde her bakımdan önemli hizmetlerde bulunmuşlardır. Devlete

bağlılık ve hizmetlerinden dolayı ise “Millet-i Sadıka” ile tanımlanmışlardır. Nitekim 1835-

1839 yılları arasında Türkiye’de bulunan Helmut’von Moltke İstanbul’da Serasker Hüsrev

Paşa’nın Ermeni tercümanı Mardiraki ve ailesinden "Bu Ermenilere, hakikatte, Hıristiyan Türk

denilebilir. Rumların kendi özelliklerini korumalarına karşılık bunlar Türk adetlerini, hatta

dilini benimsemişlerdir. Dinleri onların, Hıristiyan olarak, tek kadınla evlenmelerine izin verir,

fakat onlar Türk kadınlarından fark edilemez, ayrılmaz. Bir Ermeni kadını sokakta sadece

gözlerini ve burnunun üst kısmını gösterir, diğer tarafını kapatır" der . Pek çok gözlemci ve

seyyah Ermenilerin Türkçeden başka dil bilmediklerini kaydetmişlerdir. Amerikan

misyonerleri de mezhep değiştirdikleri Ermenilere bile Türkçe olarak ayin yapmak zorunda

kalmışlardır.

Türkler ile kaynaşmaları ve geliştirdikleri bu dostluk sayesinde Ermeniler Osmanlı

Devleti’nde önemli görevler üstlenmişlerdir. Osmanlı arşiv belgeleri Ermenilerin tercüman,

vergi toplayıcısı, mimar, zanaatkâr, hazinedar ve hatta bakan olarak her türlü göreve ön

yargısız olarak tayin edildiklerini göstermektedir. Böylece pek çok aristokrat Ermeni ailesi

ortaya çıkmıştır. Kuyumcu olan Düzyan ailesi, mimar olan Balyan ailesi tekstilci Bezciyan

ailesi, ressam Manus ailesi, mühendis ve diplomat çıkaran Dadyan ailesi akla ilk gelenlerdir.

Ayrıca özellikle Tanzimat sonrasında pek çok Ermeni de bakanlık seviyesine kadar yükselerek

Osmanlı İmparatorluğunu dış ülkelerde temsil etmişlerdir. Bunlardan G. Noradonkyan Dışişleri

bakanı olarak ünlenmiştir. Dahası Osmanlı sultanları sağlık ve geleceklerini Ermeni doktorlara

emanet etmekten de çekinmemişlerdir. Nitekim Bogos Sasyan (1744–1814), Avedis

Nakkaşyan (1915), Manuel (1775–1858) ve Pavlaki (1806-1887) gibi bazı Ermeniler saray

hekimliği yapmışlardır.

Tüm bu muhabbet ve sıcaklığa rağmen Ermeniler, özellikle 19. yüzyılın ikinci

yarısından itibaren, emperyalist devletlerin teşvik ve tahrikleriyle, memleket içerisinde

karışıklıklar çıkarmaya ve Osmanlı Hükümeti için problem olmaya başlamışlardır. Nitekim dış

güçlerin yardımıyla oluşturulan Ermeni komiteleri aracılığı ile memleketin her yerinde

kulüpler ve kitaplıklar açılmış, buralara devam eden kişilere Ermeni Tarihi ve Ermeni

büyükleri hakkında bilgiler verilerek, Ermeni milliyetçiliği aşılanmaya çalışılmıştır. Bu arada

Türklüğe ve Türklere karşı Ermeni halkında nefret uyandıracak eserler de neşredilmiştir.

Ermeni Patrikhanesi ise, dini yükümlülüğünü bir tarafa bırakıp, bütün mevcudiyeti ile

komitecilerin karargâhı haline gelmiştir. Rus Çarlığı da, Kilikya (Adana, Maraş, İskenderun)

bölgesindeki Ermenileri Ortodoks mezhebine geçirerek kendisine bağlamayı ve bu yolla

Akdeniz’e çıkmayı hedeflediği için, devamlı olarak Ermenileri kışkırtmaktan geri kalmamıştır .

3. ERMENİ SORUNUNUN ORTAYA ÇIKIŞINDA KİLİSENİN ROLÜ

Osmanlı Ermenilerinin büyük çoğunluğu Gregoryen Ermeni Kilisesi’ne bağlı olmakla

birlikte Katolik ve Protestan Ermeniler de vardır. Osmanlı Devleti içerisinde ki Ermeniler

gerek misyonerlik faaliyetleri sonucu gerekse ticari ve ekonomik imtiyazlardan yararlanmak

için Gregoryen Kilisesi’nden ayrılıp Protestan ve Katolik mezheplerine bağlanmaya

başlamışlardır. Özellikle Rusya Gregoryen Ermenilerin hamiliğini üstlenmiştir.

Ermeni Milleti Nizamnamesinin 1863 yılında ilan edilmesiyle Ermeni Milleti’nin işlerini

düzenlemek üzere bir Ermeni Meclisi kurulmuştur. Meclisin fermanda belirtilen görevi

“Ermenilerin idare-i emval ve Umur-ı Diniyeleri ile ilgilenmektir.” Bir sure sonra bu meclis

politik mevzuların görüşüldüğü bir yer halini almıştır. 140 üyeli bu meclisin 20 üyesi ruhban

120 üyesi ise halktan oluşmaktadır. Böylece Ermeni cemaatinde laikleşme ve siyasileşme

birlikte başlamıştır. Ancak toprağa dayalı bağımsız bir egemenlik olmayışı, Ermeni cemaatinin

tam anlamıyla millet olmasının tek eksiği haline gelmiştir. Bu sebepten dolayı kilise, çareyi

özerk ya da bağımsız bir Ermenistan’ın kuruluşunda görmeye başlamıştır. Patrikler Osmanlı

Page 19: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Muhammet YILDIZ 14

Devleti’ne yönelik faaliyetlerinde Rusya başta olmak üzere büyük devletlere yanaşarak siyasi

hedeflerine ulaşmaya çalışmışlardır. Bu nedenlerle Patrikler 1863 Nizamnamesinden sonra

daha çok siyasi alanda çalışma yapmışlardır.

Ermeni sorununda büyük güçlerin hamiliğinin kazanılmasında olduğu gibi, Müslüman

halkın Hıristiyan Ermenileri katlettiği şeklindeki yalan haberleri yayarak ve propaganda

yaparak bu ülkelerin kamuoylarını harekete geçirme görevini de kilise üstlenmiştir. Ermeni

Kilisesinin milliyetçilik hareketlerinde ve Ermeni sorununda ön safta yer almasının siyaset

sosyolojisi acısından izahı ise, giderek laikleşen ve etnik temeli daha belirginleşen Ermeni

Milliyetçiliği hareketinde ve ayrılıkçı faaliyetlerde kilisenin kurum olarak siyasi ve sosyal

tabanını kaybetme endişesi seklinde değerlendirilebilir.

Avrupa’daki milliyetçilik fikirleri, sosyalist hareketler ve büyük güçlerin Osmanlı

Devleti üzerindeki emperyalist politikalarından etkilenerek gelişen Ermeni milliyetçiliği ve

onun talepleri karşısında kilise de, gelişen toplumsal ve siyasi cereyanların gerisinde kalarak

toplumdaki konumunu tehlikeye sokmak yerine, oluşum sürecindeki hareketlere önderlik

vazifesini üzerine alarak toplum liderliği fonksiyonunu bu şekilde sürdürmeyi tercih etmiştir.

Tüm bu süreçler Türk-Ermeni ilişkilerinin tamamen gerilmesine sebep olmuştur.

Böylece ileride işleyeceğimiz üzere gerek ermeni kilisesinin etkisi gerekse Batılı güçlerin

tahriki ile günümüze değin sürecek olan tarihi meselenin temelleri atılmıştır.

4. BATILI GÜÇLERİN ERMENİ SORUNU İLE İLGİLİ POLİTİKALARI

Yukarıda verilen bilgiler çerçevesinde meselenin yalnızca bir Ermeni meselesi

olmadığını aslında bir uluslararası sorun olduğunu ortaya konan veriler kanıtlamaktadır. Batılı

devletlerin bu mevzuyu devamlı gündemde tutmak istemesi Türk-Ermeni sorununun Batı

eksenli olmasını mecbur kılmış ve Osmanlı siyaseti dönemin olumsuz koşulları neticesinde bu

mevzunun uzamasına engel olamamıştır. Böylece Anadolu’nun Türklerin elinden alınması

veya Türklerin Anadolu’ya hapsedilmesi şeklinde bir amaca dayanan bu sorun, diğer sebepler

içerisinde de gündemini hala korumaktadır.

Viyana Kongresi’nin 1815 yılında ele aldığı önemli meseleler, genel olarak Osmanlı

Devleti’ne müdahale niteliğini taşıdığından ilerideki yüzyıl içerisinde bu mevzuların

gerekçelere dayanılması hasebiyle, bu saplantının önemli bir kısmı Ermeni sorununa

indirgenecektir. İşte günümüzde de uluslararası kamuoyunu meşgul eden ve Türkiye

Cumhuriyeti’ne saldırı niteliği taşıyan bu sorun aslında Batı orijinli bir sorundur.

Batılı devletlerin Ermeni sorununa bakışı ve kendi içinde ermeni sorununu geliştirmesi

ise incelenmesi gereken önemli bir başlık olması muhakkaktır.

4.1. İngiltere ve Ermeni Sorunu

İngiltere'nin XVIII. yüzyıldan itibaren Doğu'yu ve İslam Dünyası'nı elde etmek için

yaptığı mücadeledeki durumunu tayin eden hususlardan birincisi, Hindistan'ın muhafazası

kaygısı, ikincisi İngiltere'nin 90 milyondan fazla Müslüman tebaayı elde tutma çabası idi. Bu

sebeplerle, XVIII. Yüzyılın ikinci yarısından sonra İngiliz siyasetinin temelini, Doğu'da

Hindistan, Batı'da ise Mısır oluşturacaktır. İngiltere'nin Osmanlı Devleti’nin "Sadık Tebaası"

olarak bilinen Ermeni unsuru üzerinde güttüğü siyaset ve onun Doğu Anadolu'da bir Ermeni

Devleti kurmak için giriştiği diplomatik faaliyet, işte bu siyası temele dayandırılmıştır.

18. Yüzyılın son çeyreğine kadar Osmanlıya karşı yakın ve sessiz siyaset güden

İngilizlerin yukarıda da belirtildiği gibi Mısır ve Hindistan sömürgeleri için Anadolu

topraklarının Osmanlının elinde kalmasını istemesi, Osmanlının Fransa ve Rusya gibi

devletlere tampon görevi görmesinden kaynaklanmıştır.

Page 20: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları… 15

1870'den sonra Avrupa'da olduğu gibi, Osmanlı Devletinde de yeni bir dönem açıldı.

İtalyan ve Alman milli birliklerinin kurulması üzerine Avrupa'nın batısındaki milliyetçi

akımların başarıya ulaşmasına paralel olarak, Osmanlı Devleti’nin Balkanlar ve Asya

topraklarında milli devletlerin kurulma süreci başladı. Sırpçılık, Yunancılık, Bulgarcılık gibi

asıl konumuzu ilgilendiren Ermenicilik de Rusya'nın tahrikleri sonucu ortaya çıkıyordu.

İngiltere, Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü koruma politikası takip ettiği için önce bu

ayrılıkçı cereyanlar karşısında sessiz kalıyor, hatta Osmanlı Devleti'ni destekler politika takip

ediyordu. Rusya'nın sürekli tahrikleri sonucu gittikçe kuvvet kazanan bu cereyanlar karşısında

İngiltere, bunların aleyhinde bulunmanın kendi menfaatine aykırı olduğunu görmeye

başlayacaktır. Nitekim İngiltere bu milletleri menfi netice ile kendi emellerini gerçekleştirmek

uğrunda Rusya'ya karşı kullanmaya ve zayıf Osmanlı Devleti'nden kopararak Hindistan yolu

üzerinde Rus tehlikesine karşı yeni tampon devletler olarak teşkilatlandırmaya yönelik

politikalar geliştirdi. İşte Ermenicilik de böyle bir gidişatın sonucu olarak XIX. yüzyılın son

çeyreğinde İngiltere'nin elinde Rusya'ya karşı silah olarak kullanılmaya başlanacaktı. Böylece,

İngiltere'nin XVIII. yüzyıldan itibaren Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünü korumak

politikasından vazgeçip, XIX. yüzyıl son çeyreğinde onun parçalanmasına yönelik politikalar

yürürlüğe koyduğu görülecektir.

1856 Paris Antlaşması ile Batılı devletlerin Doğu Anadolu’yu Ermenistan olarak tabir

etmesi İngiltere’nin Osmanlı siyasetinde değişikliğe gitmesine sebep olmuştur. Nitekim

bölgesel olarak Doğunun siyasi bir projeye konu olması Rusya’nın işine gelecekti. Çünkü

bölgesel olarak yakınlığı ve dinsel olarak da temas kurulabilecek bir yapının Doğuda

devletleşmesi, Rusya’nın Doğuya yerleşmesi ve İngiltere’nin planlarının sekteye uğraması

manasına geliyordu. Dolayısıyla bunun farkına varan İngiltere, siyasetini buna göre yapmış ve

Rusya’nın Ermeniler üzerindeki planına engel olmaya çalışmıştır.

Anlaşıldığı üzere İngiltere, Rusya'nın Doğu Anadolu'yu da Balkanlaştırmaya

çalışacağını ve burada yarattığı nüfuzdan yararlanarak sıcak denizlere inme planını anladı.

Buna karşılık Rusya'nın, Osmanlı Devleti’ndeki milliyetçi cereyanları sürekli olarak tahrik

ettiğini gören İngiltere de, imparatorluk içerisindeki “Gayr-i Müslim” unsurları, kendi

emellerini gerçekleştirmek uğrunda Rusya'ya karşı kullanmaya, zayıf Osmanlı Devleti'nden

kopacak bu unsurları Hindistan yolu üzerinde Rus tehlikesine karşı yeni tampon devletler

olarak teşkilatlandırmaya yönelik politikalar geliştirdi. Böylece, İngiltere, güdümlü bağımsız

bir Ermeni Devleti'nin Doğu Anadolu'da Osmanlı Devleti'nden daha sağlam bir set olacağını

düşünerek, Ermeniliği Rusya'ya karşı silah olarak kullanmaya başladı .

İngilizler aynı zamanda Osmanlının Türk-İslam milletleriyle de bağlantısını kesmek

amacıyla Doğu Anadolu’da bir Ermeni varlığını uygun görmüştür. Ancak 1919 yılına kadar

Ermenilere destek veren İngiliz siyaseti Rusya’nın ihtilal ile uğraşması ve dengelerin

değişmesiyle bu desteği Ermenilerden geri çekerek onları kaderine terk etmiştir.

4.2. Rusya ve Ermeni Sorunu

Osmanlı Devletinin yıkılması gerektiğini hasta adam tabiri ile ortaya koyan Rusya, kendi

menfi siyasetini birinci derecede Osmanlı toprakları üzerinde uygulamıştır. Tekrar olsa da

sıcak denizlere inme programını Balkanlar ve doğudan denemek isteyen Rusya, aslında

İngiltere Almanya ve Fransa arasındaki sömürge yarışında kendine yer bulmak istemiştir.

Bugün olduğu gibi Batının Ortadoğu’da bulunmasını kendine hakaret sayan Rusya, bunun

önlemini Osmanlı üzerinden almak istemiş ve bu hususta da Osmanlı yıkımını uygulamaya

koymuştur. XIX. Yüzyıla kadar İngiltere’nin Osmanlıyı koruması ve Osmanlıyı Rusya’ya karşı

denge unsuru olarak görmesi Rusya’nın psikolojisini bozmuş olacak ki Rusları başka çareler

aramaya itmiştir.

Page 21: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Muhammet YILDIZ 16

Bu çerçevede 1856 Paris Konferansı ile başlayan Ermeni devlet adının gündeme gelmesi

Ermenileri de teşvik etmiştir. Nitekim 1878’e kadar birçok dernek ve siyasi oluşum içinde

çalışan Ermeni ileri gelenleri Rusya’nın bu desteği karşısında ellerinden geleni yapmış ve

milliyetçi akımların içinde kendine yer bulmuştur. Tüm bu çabalar içinde Rusya'nın

Balkanlar'da Panslavizm’i sağlamak amacı ile 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlılar aleyhine

Balkanlar ve Kafkaslarda başlatmış olduğu 1877-1878 savaşında alınan yenilgi sonrasında

imzalanan Ayastefanos (Yeşilköy) antlaşmasının ayrı bir yeri vardır. Ayastefanos’ta devam

eden barış görüşmeleri sırasında bizzat Ermeni Patriği Nerses Varjebedyan ve bazı Ermeni ileri

gelenleri, Rus Murahhas Heyeti Başkanı, Çar'ın kardeşi Grandük Nikola ile görüşerek,

antlaşmaya Ermeniler ile ilgili bir madde koydurmaya muvaffak olmuşlardı.

3 Mart 1878 tarihinde Osmanlı Devleti ile Rusya arasında imzalanan Ayastefanos

Antlaşması'nın 16. Maddesi Ermenilere ayrılmıştı. Bu Maddede Rusya, Rus askerinin Doğu

Anadolu'yu boşaltması ve Osmanlı Devleti'ne iadesi, o bölgede iki devlet ilişkilerinde

karışıklıklara yol açabileceği ileri sürülerek, Osmanlı Devleti'nin Ermenilerin de içinde

bulunduğu mevcut mahallerde derhal ıslahat yapmayı ve Ermenilerin bölgedeki diğer etnik

unsurlar olan Kürtlere ve Çerkezlere karşı korunmalarını sağlamayı taahhüt ettiği

belirtiliyordu.

Bu antlaşma ile Ermeni adı, ilk defa milletlerarası bir antlaşmaya geçirilmiş oluyordu.

Ayrıca bu antlaşma, Osmanlı-Rus ilişkilerinde de bir dönüm noktasıdır. Kars, Ardahan ve

Batum’un terk edilmesi ile Rusya, büyük tehlike arz eden bir kuvvet haline gelmiş bulunmakta

idi. Böylece, Rusya bir taraftan Doğu Anadolu'dan Orta Doğu'ya ulaşmak için önemli bir

köprübaşı ele geçirirken, diğer taraftan da Ermeniler üzerinde nüfuzunu kuvvetlendirmiş

oluyordu. Durum itibariyle bu antlaşma Rusya’nın Ermenilerin hamisi konumunu

güçlendiriyordu. Ancak bu antlaşma İngiltere ve diğer batılı güçlerin tepkisini çekiyordu.

Özellikle İngiltere’nin doğu planları bu antlaşmayla suya düşüyordu. Bu konuya özellikle

dikkat çeken İngiltere’nin İstanbul elçisi Layard da, ,Ayastefanos Antlaşması ile ortaya çıkan

durumu ve endişelerini hükümetine bildiriyor, Batum, Kars ve Ardahan sancaklarının Rusya'ya

verildiğini, böylece İngiltere'nin yüzyıllarca Karadeniz'den Kuzey İran'a gitmekte olan ticaret

yolunun tehlikeli bir rakibin eline geçmiş olduğunu belirtiyordu.

Sonuçta İngiltere’nin bu antlaşmayı kabul etmemesi ve Rusya’ya yaptığı tehditler sonuç

bulmuş, Rusya bu antlaşmanın geçersiz olduğunu kabul etmiştir. Ancak İngiltere ile yaptığı

gizli görüşmeler neticesinde Rusya’yı ikna teşebbüsünde Osmanlıyı kullanmış ve Kıbrıs’ta üst

kurmayı kabul ettirmiştir. Gelişmeler birbirini izlemiş ve Rusya milletlerarası bir toplantının

düzenlenmesini kabul etmiştir.

Bu arada boş durmayan Ermeniler siyasi girişimlerini sürdürüyor ve ileride yapılacak

olan milletler toplantısına hazırlıklı gitmek istiyordu. Nitekim 17 Mart 1878 tarihinde Patrik

Nerses, İstanbul'da İngiliz Büyükelçisi Layard'ı ziyaret ederek, "Bir yıl önce Osmanlı

idaresinden şikâyetimiz yoktu, ancak; Rus zaferi şimdi durumu değiştirdi. Doğu'da bağımsız

bir Ermenistan istiyoruz. Eğer siz yardım edemezseniz bunu gerçekleştirmek için Rusya'ya

müracaat ederiz" demiş, elçi Ermenistan'dan nereyi kastettiğini sorunca, "Van, Sivas,

Diyarbakır ve Kilikya" diye cevap vermişti. Elçinin, "Evet ama bu yerlerin hiçbirinde

çoğunlukta değilsiniz" demesi üzerine de, "Bunu biliyoruz, ama şimdi Rusya, Doğu'da

topraklar kazanıyor. Rusya ile Osmanlı Devleti arasındaki güç dengesi değişti. Biz de

geleceğimizi düşünmeliyiz" diye Ermenilerin amacını açıklamıştı.

Ermeni ileri gelenlerinin tüm girişimlerine rağmen yeni bir Ayestefanos gerçekleşmemiş

ve Ermeni sorunu Berlin’de gündeme gelmemiştir. 13 Temmuz 1878’de imzalanan Berlin

Antlaşması’nda bir sorun olarak ele alınmayan Ermeni meselesi, Ayestefanos içinde 16. Madde

olarak kendine yer bulabilmiştir. Yalnız bu amaçla aynen kabul edilen 16. Madde, Berlin

Antlaşması’ndan sonra 61. Madde olarak Osmanlıyı zor duruma sokuyordu. Çünkü Doğu

vilayetlerinde yaşayan Ermenilerin Kürtler ve Çerkezler tarafından rahatsız edilmesinin önüne

Page 22: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları… 17

geçilmesi Osmanlı Hükümetine dikta ediliyordu. Bundaki asıl amaç ise ileride olacak sorunlara

gerekçe oluşturmaktı. Osmanlı ıslahatının artık Ermenileri kapsaması da bu doğrultuda kabul

edilmiş oluyordu.

Sonuç olarak bu antlaşmalar neticesinde Birinci Dünya Savaşına gidilmesi ve

Ermenilerin Osmanlı içinde isyancı tavırlara girmesi, Rusya’nın uygulamış olduğu bu nifak

tohumlarının bir ürünü olmuştur. Özellikle Birinci Dünya Savaşı içinde Doğu Anadolu’nun

Erzurum, Muş, Van ve Bitlis gibi illerinden Rusların çekilmesi tam manasıyla Ermeni

mezalimlerinin başlamasına sebep olmuştur. Özellikle bölgede yapılan kazı çalışmaları bu

durumu açıkça ortaya koymaktadır. Nitekim Erzurum, Cinis, Van ve Muş illerinde yapılan

kazılarda çıkarılan toplu mezarların Müslüman ahaliye ait olduğu ulusal ve uluslararası

medyanın gözleri önünde kanıtlanmıştır. Rusya’nın Bolşevik İhtilali sonrasında Doğu

illerinden çekilmesi ve bütün mühimmatlarını Ermeni çetecilere bırakması ile Ermeni

katliamları tarif edilemez boyutlara ulaşmıştır. Özellikle Ermeni komutanlarından Antranik

Çelebiyan’ın hatıralarında hangi silah deposundan ne kadar silah alıp hangi Türk köylerine

baskın yaptıkları kendisi tarafından itiraf edilmektedir. Doğu Anadolu Bölgesi’nde Ermeni

katliamlarına karşılık verilememesinin sebebi ise Birinci Dünya Savaşının olması dolayısıyla

Osmanlı cephelerinin genişlemesi ve genç erkek nüfusunun bu cephelerde savaş halinde

olmasından kaynaklanmaktadır. Doğal olarak bölgede savunmasız kalan Müslüman ahali

Ermeni tecavüzlerine karşılık verecek dinamik yapıda olmadığından bu harekâta maruz

kalmıştır.

4.3. Diğer Devletlerin Ermeni Sorununa Bakışı

Ermeni meselesinin resmi olarak ortaya çıkışının 1878 Ayestefanos ve akabinde

imzalanan Berlin Antlaşmasıyla olduğunu daha önce belirtmiştik. İngiltere ve Rusya’nın bunda

etkili rol üstlenmesi diğer devletlerinde duruma kayıtsız kalamayacağı sonucunu çıkarmış,

ticari ve siyasi merkezde bulunan tüm batılı devletler duruma müdahil olmuşlardır. Böylece

Fransa, İtalya Almanya ve ABD gibi devletler konuyla yakından ilgilenmiş, devamlı bu

mevzuyu gündemde tutarak bundan nemalanmaya çalışmışlardır.

1535 yılında Osmanlı-Fransa ahitnamesi ile başlayan Türk-Fransız ilişkileri Fransa’ya

Osmanlı içinde ticaret yapma ve serbestlik hakkı tanımıştır. Böylece Fransızların deyimi ile

Kapitülasyonlar Kanuni Sultan Süleyman’ın deyimi ile Ticari ve dostluk ilişkileri başlamıştır.

Ancak Fransa’nın, çoğu zaman, Osmanlı Devleti’ne karşı dostça olmayan davranışlarda

bulunduğu, elçilik ve konsolosluk raporlarında sık sık görülmektedir. Nitekim XVII. Yüzyıl

başlarında Kudüs ve Halep konsolosları, IV. Murat ve IV. Mehmet zamanlarında bölgedeki

ayrılıkçı grupları tahrik etmişlerdi. Bu yüzden her iki devirde, Fransa ile ilişkiler, bir müddet

askıya alınmıştır. Buna rağmen Fransa bu konudaki tutumunu bırakmamış, aksine, devletin

zayıf olduğu zamanlarda daha da ileri gitmiştir. Bu konuda Fransa’nın, XVIII. Yüzyılda, elçilik

ve konsolosluk faaliyetleri, Osmanlı Devletinin ekonomik ve siyasi bakımlardan gerilemesine

paralel olarak daha da artmıştır.

Bu girişimlerden nasibini alan Ermeniler, özellikle Fransız İhtilali sonrasında milliyetçi

tavırlarla Fransız ileri gelenleri tarafından kışkırtılmıştır. Fransa Osmanlı toprağına gelen

seyyah ve tüccarlar tarafından da ayrılıkçı fikirleri Osmanlı milletleri içinde yaymaya

çalışmıştır. Bunların yanında Fransız misyoner ve dini kuruluşlar da Ermeni milletleri

tarafından ilgi görmüş ve bu kuruluşlar gizliden Ermeni propagandasına destek vermişlerdir.

Ayrıca Fransız İhtilali’nden sonra Fransa da Ermeni meselesi ile alakalı 200 den fazla

yayın çıkarılarak bu makale ve kitaplarla halk galeyana getirilmiş ve ayrılıkçı tohumlar

ekilmiştir.

Fransızlar tüm bu sistemle Birinci Dünya Savaşından sonra Anadolu’ya saldırarak

önceden başlatmış olduğu Ermeni destekli propagandayı Milli Mücadele zamanında Kilikya’da

Page 23: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Muhammet YILDIZ 18

sürdürmüştür. Bölgede yaşayan Ermeni nüfusunu devlet vaadiyle Müslümanların üzerine

saldırmaya teşvik etmiştir. Neticede birbirleriyle barış içinde yaşayan halk arasında hasımlık

başlamış ve Fransa’nın bu girişimleri gibi diğer büyük devletlerde bu oyunun içinde yer

almışlardır. Örneğin Almanya Birinci Dünya Savaşında Müttefiki olan Osmanlıya karşı

devamlı olarak bu konuyu gündemde tutmuştur. Savaştan yenik çıkması faaliyetlerini aksatsa

da Bismarc’ın Ayastefanos ve Berlin’deki düşünceleri açıktır. Yine İtalya’nın ticari faaliyetleri

doğrultusunda Ermenilere verdikleri destekler açıktır.

ABD’nin bu konudaki tarihi sürecine bakacak olursak 1900’lü yıllara uzanmamız

gerekecektir. Çünkü o yıllarda Osmanlıdan ABD’ye yoğun bir Ermeni akını başlamıştır. Bu

durum ABD içinde kurulan ayrılıkçı derneklerle ileri seviyelere taşınmıştır. Ermeni Diasporası

ABD’den sık sık Türkiye’ye gelerek olaylara karışmışlar ve olaylarda elebaşılığı yapmışlardır.

1830 yılında Osmanlı-ABD yasasına göre gelişen bu olaylar neticede iki devlet arasında

hukuki sorunlara yol açmış ve ABD’nin bunlara engel olmaması da desteklediğinin açıkça

kanıtı olmuştur. Birinci Dünya Savaşı ile yayınlanan Wilson Prensiplerinin 12. Maddesi ise

Doğu Anadolu’yu kana bulayacaktır. Nitekim milletlerin çoğunlukta olduğu toprakların sahibi

olması ilkesi Ermeni çetecileri faaliyete geçirecek ve Müslüman nüfusun azaltılması için kıyım

başlayacaktı. Yapılan bilimsel çalışmalarda Doğu Anadolu Bölgesi’nde 500.000 Müslüman’ın

bu yolla katledildiği saptanmıştır.

Sonuç olarak başka ülkelerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmasının hangi

durumlara yol açtığı açıktır. Bugün hala devam eden bu sorunun baş mimarı işte bu

devletlerdir.

5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Ermeni Meselesinin ortaya atılmasında ve desteklenmesinde Batılı devletlerin esas

gayeleri gerçekte bir Ermeni devleti meydana getirmekten çok Türkiye’de ekonomik ve siyasi

hâkimiyet kurmaktı. Aralarındaki çekişme ve rekabet yüzünden bu hâkimiyeti kuramadıkları

gibi, mesele, Ermenilerin beklediği sonucu vermemiştir. Ancak, bu devletler tarafından, kendi

çıkarları uğruna, yüzyıllarca, Türk idaresinde Türklerle birlikte kardeşçe yaşamış olan

Ermeniler, Türklere düşman edilerek, 1880’lerden 1920’lere varıncaya kadar, isyana itilmişler

ve desteklenmişlerdir. Sonunda mesele, 1920 Gümrü Antlaşması ile kapanmıştır. Fakat

neticede, Türkler ve Ermeniler büyük zarar görmüşlerdir. Binlerce Ermeni vatandaşı tahrik

edildikleri ülkelere göç etmiş ve faaliyetlerini gittikleri yerlerde intikam duyguları ile

sürdürmüşlerdir. Örneğin günümüzde Fransa, ekonomisini ve nüfusunu yeniden güçlendirmek

amacıyla Ermeni sorununu ele alarak Türkiye üzerinde baskı kurmak istemesi aşikar olan bir

durumdur. Aradan uzun yıllar geçmesine rağmen, Türklere karşı Ermeni terörünün ortaya

çıkması ile meselenin kapanmadığı anlaşılan bir durumdur. Ancak, Ermeni meselesinin ortaya

çıkmasında rolü olan devlet ve milletlerin, Ermeni terörünün de ortaya çıkmasında büyük rolü

ve sorumluluklarının olduğu da bilinmektedir.

Tarih tedbirini almayan milletler için tekerrür eder cümlesinin gerçekleşmemesi için bu

meselenin nasıl neden ve kimler tarafından ortaya çıkarıldığı bilinmesi ve önlemlerin muhatap

devletler tarafından alınması gerekmektedir. Bu halde Türkiye’nin elinde olan en büyük delil

ise Türk Tarihi’nin insana verdiği değerin kanıtlanması ve bunun tüm kamuoyuna

açıklanmasıdır. Bu konuda siyasetin gücü de devletin istikrarı da çok önemlidir. Bu amaçlar

doğrultusunda tarih boyunca kullanılmaya çalışılan Ermeniler ve bunlara aslında en büyük

düşmanlığı eden Avrupa’nın bu meseleden elini çekmesi için Türk ve Ermeniler tarafından iyi

tezler ortaya konmalı ve akademik olarak hazır bulunulmalıdır. Yüzyıllarca milletleri esir eden

Batı’nın bu politikalarını eleştirmek ve Türk-Ermeni dostluğunun yeniden kurulması için

Türkiye Cumhuriyeti ve Ermenistan devletleri barışın ve gerçeğin peşinde koşarak bu sorunu

karşılıklı iletişim halinde çözmelidir.

Page 24: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Batılı Güçlerin Ermeni Politikaları… 19

KAYNAKLAR

Abdülhaluk Mehmet Çay, Her Yönüyle Kürt Dosyası, Ankara, 1993.

Dündar Aydın, “Ermeni Meselesinin Ortaya çıkmasında Fransa’nın Rolü”, Tarih Boyunca Türklerin

Ermenilerle İlişkileri Sempozyumu, Ankara, 1985, s. 285–295.

Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi: ıslahat Fermanı Devri (861–1876), Türk Tarih Kurumu Yayınları,

Ankara, 1956.

Erdal İlter, “Ermeni Meselesinin Doğuşunda ve Gelişmesinde İngiltere’nin Rolü”, Ankara Üniversitesi

Osmanlı Tarihi Araştırma ve Uygulama Merkezi Dergisi, Ankara, 1995, S. 6, s. 1.

Esat Uras, Tarihte Ermeniler ve Ermeni Meselesi, Yeni Matbaa Yayınları, Ankara, 1950.

H. Kemal Türközü, Türkmen Ülkesi (Doğu Anadolu) Adı ve Emperyalizmin Etkileri, Türk Kültürünü

Araştırma Enstitüsü Yayını, Ankara 1985.

Haluk Selvi, “Ermeşe (Akmeşe) Manastırı ve Ermeni Olaylarındaki Yeri”, Sakarya Üniversitesi Dergisi,

2006, s. 1-3.

Helmuth’von Moltke, Briefe über Zustande und Begebenheiten in der Türkei aus den Jahren 1835-1839,

Berlin 1917.

İsmail Yılmaz,Ermeni Meselesini Hazırlayan Sebepler, (Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi Sosyal Bilimler

Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi), Van, 2010.

İsmet Binark, “Osmanlı Belgelerinde Ermeniler, 1915–1920”, Başbakanlık Arşivleri Genel Müdürlüğü,

Ankara, 1995, s. 1.

Kamuran Gürün, Ermeni Dosyası, Türk Tarih Kurumu Yayınları,Ankara, 1983.

Necati Gültepe, “Ermeni Meselesi ile İlgili Dış Tertipler”, Yeni Türkiye Dergisi, Ocak-Şubat, 2001, S.

37, s. 216.

Nejat Göyünç, Ermeniler ve Türkler, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2005.

Pars Tuğlacı, Osmanlı Mimarlığında Batılılaşma Dönemi ve Balyan Ailesi, Yeni Çığır Yayınları,

İstanbul, 1993.

Rh. Y. G. Çark, Osmanlı Devleti Hizmetinde Ermeniler, Yeni Matbaa Yayınları, İstanbul, 1953.

Yuluğ Tekin Kurat, Henry Layard'ın İstanbul Elçiliği, 1877–1880, Ankara 1968.

Zekeriya Kaya, Tarihin Yansıması Erzurum’dan Hocalıya Ermeni Soykırım Hareketi Belgeseli, (Kültür

ve Turizm Bakanlığı Katkılarıyla) Atatürk Üniversitesi İletişim Fakültesi, Erzurum, 2010

Page 25: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Muhammet YILDIZ 20

Extended Abstract

Since the second half of the 19th century, with the encouragement and agitation of imperialist

states, the Armenian began to make disordinance in the country and cause problems for the Ottoman

Government. Thus, with the help of Armenian Committees, there have been clubs and libraries all over

the state opened and to the people who attend here being given know ledge about Armenian History and

Armenian old people, Armenian nationalismus has been inocutated to them meanwhile, new works have

been published to make the Armenian hate the Turks and Turkishness.

The Armenian Patriarchute has left the religious liability one side and has been the military

quarter of all the committees with all its presence.

The significant issues that Wien Congress approached, generally sustaining the eligibility of

intervention, in the next centuries, a significant part of this obsession has degreded to Armenian Issue,

well, this issue that keeps the international public opinion occupied and has the eligibility of attac

towards the Turkish republic, is a west origined problem.

As it is understand, this issue that has engraued between Ottaman and Armenian, holds an both

religious and sociological. The glance of the western state towards the Armenian Issue and to improve

that issue is a significant subtitle that issue is a significant subtitle that shoult also be researched and

assessed on.

Page 26: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 21-42

[201?]

BATI’DA HZ. MUHAMMED ALGISI -Karen Armstrong Örneği-

*

PERCEPTION OF HZ. MUHAMMED IN WESTERN -Example of Karen Armstrong-

İhsan ARSLAN

**, Muhammet Ali KESTİOĞLU

***

ÖZ: Batı dünyası asırlardır mücadele verdiği İslam dünyası ile hem savaş meydanlarında hem de fikrî

alanda mücadele içinde bulunmuştur. Haçlı Seferleriyle İslam beldelerini ele geçirmeye çalışan Batılılar, aynı

zamanda Hz. Peygamber (s.a.v) üzerinden İslam dinini yıpratmaya ve kendi dinlerinin üstün olduğu imajını vermeye

çalışmışlardır. Bu seferlerin askeri ve siyasi yönden başarısızlığa uğramasından bu yana özellikle Hz. Peygamber’e

yönelik fikri saldırılar artarak devam etmiş, böylece onun üzerinden İslam ve Müslümanlar karalanmak istenmiştir.

Buna rağmen son yıllarda (özellikle yirminci yüzyılın ikinci yarısından itibaren) bazı müsteşrikler daha ılımlı ve

İslam Tarihi kaynaklarına uygun eserler vermeye başlamışlardır. İşte bu oryantalistlerden biri de Karen

Armstrong’tur. Armstrong, Batılı bir yazar olmasına rağmen Hz. Peygamber’in hayatına ilgi duymuş, onu objektif

bir bakış açısıyla ele almaya çalışmış ve gerektiği yerlerde Batı zihniyetini onun hakkındaki mesnetsiz ve insafsız

fikirleri nedeniyle eleştirmiştir. Armstrong, Hz. Muhammed’in beşerî yönünden ve barışçı yapısından oldukça

etkilenmiştir. Onun Mekke gibi kaotik bir atmosfere sahip şehirde ortaya çıkmasına rağmen -zorunlu yaptığı

savaşlar dışında- işlevsel bir barış politikası ortaya koyarak o toplumu kuşattığını ifade etmeye çalışmıştır.

Anahtar sözcükler: Armstrong, Oryantalizm, Hz. Muhammed, İslam, Batı.

ABSTRACT: Western world has struggled both mental area and war area with islamic world for centuries.

Westerns who wanted to gain islamic places with the Crusaders excursion tried to wear out Islam belief on Holiness

Prophet. Also they tried to surpass their beliefs. Since these military and political excursion failed, espicially mental

attacks to Holiness Prophet have continued by getting more and more, so Islam and Muslims are asked to

defamation. However in recent years (especially since the second half of twentieth century) some orientalists started

to write productions which are suitable to Islam Historic sources and more soft-shelled. Already one of these

orientalists is Karen Armstrong. Although Armstrong is a western writer, she is interested in Holiness Prophet’s life,

she tried to deal with him an objective perspective and when necessary she criticised Western mentality because of

their baseless and relentless thoughts. Armstrong was impressed quitely from Muhammad’s humanity sence and

peaceful structure. As he came up in a fighter and complicated city such as Mecca, he attempted to indicate bringing

the community to heel with applying peace politics.

Keywords: Armstrong, Orientalism, Holiness Muhammad, Islam, West.

*Bu makale “Karen Armstrong’un Siyer ve İslam Tarihine Bakışı” adlı yüksek lisans tezimizden yararlanılarak

oluşturulmuştur (RTEÜ. Sosyal Bilimler Enstitüsü-Rize. 2011).

**Yrd. Doç. Dr. RTEÜ. İlahiyat Fakültesi, Rize-Türkiye, [email protected]

***Doktora Öğrencisi, Atatürk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Erzurum-Türkiye, [email protected]

Page 27: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 22

1. GİRİŞ

Batı dünyası rakip din olarak gördüğü İslâm’a, onun temel unsurlarından biri olan Hz.

Peygamber’e asırlarca ön yargıyla yaklaşarak, O’nu araştırma ve inceleme zahmetinden

kaçınmıştır. İslâm’a karşı yapılan fikri saldırıların çoğu Hz. Peygamber üzerinden olmuştur.

Herhangi bir insana yakıştırılamayacak ifadeler bu dinin kurucusu hakkında kullanılmıştır. Bu

söylemlerden beslenen Haçlı Seferleriyle Müslümanlar hem fikrî, hem de askerî açıdan baskı

altına alınmaya çalışılmıştır. Dolayısıyla pratik saldırıların şekillenmesi için teorik zemin

hazırlayan oryantalistlerin çalışmaları daha anlamlı ve dikkate şayan hale gelmiştir.

Oryantalizm, Doğu Bilimi, Doğu Dünyası Bilimi ya da Şark ilmi demektir. Bu bilim

dalı genel anlamıyla, Yakın, Orta ve Uzak Doğu’yu, dili, edebiyatı, uygarlığı ve dinleriyle bir

bütün olarak incelemeye çalışan Batılı ilim dalı için kullanılan bir isimdir. Oryantalist ise bu

bilimle uğraşan bilim insanı demektir (Zakzuk, 2006, s. 23-24; Said, 1993, s. 13).

Watt’a göre, Haçlı Seferlerinin başladığı 1100’lü yıllarda Batı Avrupa’da İslâmiyet

hakkında hemen hemen hiç doğru bilginin olmaması ve birçok yanlış anlayışın mevcut olması,

İslam’a dönük bilimsel ilginin artmasını sağlamıştır (Watt, 1992, s. 413). Ortaçağ

Avrupa’sında görülmüş olan bu bilimsel ilginin amacı da Hristiyanlığı geliştirmek

Müslümanlığı zayıflatmak düşüncesidir. Bu ilgiyi, oryantalizmin doğmasına etki eden dini

faaliyet olarak görebiliriz (Bayraktar, 2004, s. 21, 25). Hem bilgi eksikliği ve zihniyet farklılığı

(Hourani,1996, s. 85-86), hem de kısa zaman içinde tarihte bir eşine daha rastlanmayacak

büyüklükte fetihlerin gerçekleşmesi, Hristiyan Batının sadece Müslüman fâtihlere değil,

onların hareket noktalarını besleyen inançlarına da saldırıyı beraberinde getirmiştir (Kara,

2005, s. 148-149).

Avrupa, Haçlı seferleri sırasında İslâm medeniyetinin hayat tarzı, şehirleri, yolları,

güvenlik sistemi, tarımı, bağ-bahçeleri, teknolojisi, bilimi ve idari yapısı gibi konularda ilk

defa doğrudan müşahedeye dayalı bilgiye ulaşmıştır (Sarıçam-Erşahin, 2007, s. 7). Bu

müşahededen sonra Doğu’nun üstün vasıflarıyla karşılaşan Batılılar, teknik olarak geri

kalmışlıklarını dinî düzlemde tolore etmeye çalışmışlardır. Bu üstünlük kurma düşüncesi

sebebiyle Avrupalıların İslâmiyet hakkındaki düşünceleri çarpıtılmış İslâm imajının

tahakkümünde kalmış, Müslümanlara karşı duyulan kin ve düşmanlık Haçlı seferleriyle doruğa

ulaşmıştır (Kara, 2005, s. 149). Ancak Haçlı seferleri, İslâm kültürünün yok edilmesini bir

sevap ve Tanrı’nın hoşuna gidecek bir iş sayan fanatik gruplarca yöneltildiğinden olumlu ve

kalıcı bir etki yapmaktan uzak kalmıştır (Bebel, 2011, s. 89). Bu seferlerin askerî ve siyasî

yönden hezimetle sona ermesinden bu yana Batılılar, İslâmiyet’ten farklı şekillerde intikam

alma fikrinden bir an olsun vazgeçmemiştir (Sibai, 1993, s. 95).

Ortaçağ Hristiyan yazarları, yani ilk oryantalistler, Haçlı savaşlarında Müslümanları

karalamak amacıyla İslâm dini ve onun Peygamberi hakkında iftira ve kötülemeyi esas alan bir

yaklaşım benimsemişlerdir. Hz. Muhammed’i Mekke’nin putlarından biri, bir kabilenin tanrısı,

şeytanın cisimleşmiş şekli veya pek çok evlilik yapmış şehvet düşkünü biri olarak

tanıtmışlardır. Yine onlara göre, eşi Hz. Hatice’nin de Onunla evlenmeden önce şato, şehir ve

köylere sahip bir baron gibi çok zengin olduğundan ve Hz. Muhammed’in onun yanında

çalıştığından söz etmişlerdir (Hakyemez, 2006, s. 166). Hatta İtalyan şair Dante Alighieri

(1265-1321), İlahi Komedya (The Divine Comedy) adlı eserinde Hz. Peygamber ve Hz. Ali’yi

cehennemin en alt tabakasında azap çekiyor halde tasvir etmiştir (Palacios, 1968, s. 103;

Görgün, 2005, XXX, s. 476). Dolayısıyla oryantalistlerin İslâm konusundaki çalışmaları, onu

anlamak için değil, gözden düşürmek için olmuştur (Hüseyin, Olsen ve Kureşi, 1989, s. 18).

Schimmel’e göre, 18. yüzyıldan itibaren Hz. Muhammed Batı’da ciddi olarak

araştırılmaya başlanmış, her ne kadar kendisine “müşriklerin başı” sıfatı verilmişse de bazı

aydınlanma düşünürleri onu akla dayanan bir dinin temsilcisi olarak görmüşlerdir. 19.

yüzyıldan itibaren Arapça kaynak eserler ilmi olarak incelenmeye başlanmıştır. Ancak o

Page 28: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 23

dönemde yazılan biyografilerin ön yargılarla dolu olması nedeniyle Hz. Muhammed’e biçilen

rol, asla bir mü’minin Hz. Peygamber’e bakışı gibi olmamıştır (Schimmel, 2007, s. 15).

İslâm tarihi çalışmalarında umumiyetle Müslüman tarihçilerin bakışı ve

Oryantalistlerin bakışı olmak üzere iki temel görüş söz konusudur (Ağarı, 2006, s. 417).

Oryantalistler tamamen Batılı kavramlara göre ve İslâm tarihini göz ardı eden bir tarih anlayışı

meydana getirmişlerdir (Asaf, 1989, s. 25). Bu tek yönlü tavır tarih ilminin Avrupa merkezli

işlerlik kazanmasını amaç edinmiştir. Nitekim Oryantalistler bu amaçla kongreler tertip

etmişlerdir. Özellikle İkinci Dünya Savaşı’na kadar olan süreçte oryantalizm, kolonicilik ve

sömürgecilikle beraber yürütülmeye çalışılmıştır (Davutoğlu, 2003, s. 28).

19. yüzyılın ortalarındaki emperyalist tutum Avrupa ülkelerinin Doğu’ya bakışlarına

tesir etmiştir. Böyle olunca, sömürgeci siyasetçiler, maksatlarına hizmet etmeleri için bazı

oryantalistlerden istifade etmişlerdir. Örneğin Hollandalı Snouck Hurgronje, Rus Barthold,

Alman H. Becker gibi isimler bu tür oryantalistlerden olmuşladır. Keza Fransa ve İngiltere’de

bir kısım oryantalistler Dışişleri Bakanlıklarında danışman olarak görev yapmışlardır.

Görünüşte dinî, arka planında ise emperyalizmin teorik düzlemden pratik düzleme çıkmasının

bir aracı olan Haçlı savaşlarının uzantısı diyebileceğimiz sömürgecilik, Batılıların siyasi ve

askeri anlamda istilâ ettikleri İslam ülkelerine her anlamda bir boyun eğdirme politikası olarak

kullanılmıştır. (Yıldırım, 2003, s. 28).

Burada şunu belirtmemiz gerekir ki, 20. yüzyılın bilhassa ikinci yarısından itibaren

klasik oryantalistlerle yeni oryantalistler arasında metod ve üslup farklılıkları göze

çarpmaktadır. İlk grup Hz. Peygamber’e alenî olarak hakaret etmeyi ve doğruları çarpıtarak

anlatmayı patolojik bir tavır haline getirirken, ikinci grup ise, aynı Peygambere karşı daha

ılımlı yaklaşımda bulunmaktadır. Daha farklı biçimde ifade etmek gerekirse, savundukları

olumsuz yargıları rencide edici tarzda değil, bilimsellik düşünce adı altında Müslümanların

rahatsız olmayacağı bir şekilde dile getirmektedirler. Bu durum, kuşkusuz oryantalist

zihniyetin Müslümanlara karsı daha yakın durmalarından ya da onları incitmelerini insanlık

değeri açısından doğru bulmadıklarından kaynaklanmamaktadır. Söz konusu yumuşamanın

hedefi doğrudan emperyalist amaçlarına yöneliktir (Kara, 2005, s. 160).

Kara’ya göre, Oryantalistler arasında gerçekten bilimsel arzularla Doğu kültür ve

inançlarına yaklaşanlar olmakla beraber, objektif kriterlere göre yazan oryantalistler diğerlerine

oranla hiç kuşkusuz çok azdır. İyi niyetli olanları da vardır (Kara, 2005, s. 160). Sıbaî ise,

oryantalistler arasında iyi niyetli olanlarının tam manasıyla olmasa bile araştırmalarında

tarafsız kalabildiklerini, böylelerinin sayısının bir elin parmaklarını geçmediğini ifade etmiştir

(Sıbaî, 1995, s. 15). Özellikle son zamanlarda Hz. Muhammed’in hayatını asıl kaynaklara

dayanarak ele almaya çalışan, ön yargıdan ve bilgisizlikten kaynaklanan tutumlara karşı bir

duruş sergileyen, toplumların birbirini anlamasına yardımcı olmak için ortak zemin arayan,

kendi kamuoylarını karşı taraf hakkında olumlu düşüncelerle beslemeye ve doğru

bilgilendirmeye matuf; diyalog bağlamında çalışma yapanlar da bulunmaktadır (Sarıçam, 2013,

s. 24). Mahmut Aydın, bu bağlamda değerlendirilebilecek iki ismin (Montgomery Watt ve

Hans Küng) fikirlerini ele almış ve onların görüşlerini İslam-Hristiyan diyaloğuna katkısı

açısından değerlendirmiştir (Aydın, 2003, s, 271).

İşte objektif kriterlere ve İslam Tarihinin temel eserlerine bağlı kalmaya çalışarak Hz.

Peygamber’in hayatını yazan son dönem oryantalistlerinden biri de Karen Armstrong’dur.

Batılı olmasına rağmen, Batı’nın geçmişten günümüze İslâm’a bakışını çok ince tahlillerle

eleştirmesi, kendi kamuoyunun kabul edeceği şekilde mantıklı açıklamalar yapması ve Hz.

Muhammed hakkında yazdığı eserlerde O’nu çok iyi yansıtmaya çalışması nedeniyle onun

Allah Resulü’ne bakışını inceleyeceğiz.

Page 29: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 24

1.1. Karen Armstrong’un Hayatı

Karen Armstrong, 14 Kasım 1944 yılında İngiltere’de Birmingham yakınlarındaki

Worcestershire kasabasında İrlandalı bir aileye mensup olarak dünyaya geldi. İkinci Dünya

Savaşı’nın sonunda doğması hasebiyle çocukluğu yokluk içinde geçti. Ortaöğretim

sürecindeyken ailesi Oxford’a gitmesini çok istemesine rağmen o bir rahibe olmayı tercih etti

(Armstrong, 1981, s. 7-8;21;44). Karen Armstrong 1962’de zeki ve idealist olan, ama tam

olgunluğa erişmemiş bir genç olarak 1969’a kadar sürecek manastır hayatına başladı. Ancak

zamanla manastırda dostluğa izin verilmemesi, oradaki atmosferin soğuk ve bazen incitici

olması hasebiyle bulunduğu ortamdan sıkılmaya, bunun da ötesinde manastırların bir reforma

ihtiyacı olduğunu düşünerek onları eleştirmeye başladı. 1968’de bu duyguları açıkladığı zaman

artık devam edemeyeceğine hemen hemen karar vermişti ve bunun sonucu olarak Ocak 1969

sonunda rahibeliğe girişte yaptığı yeminlerden feragat ettiğini belirterek kilise hayatından

ayrıldı (Armstrong, 2004, s. 11-12).

Karen Armstrong küçüklüğünden beri modern edebiyata olan ilgisi ve okumaya

düşkünlüğünden dolayı rahibelik hayatı esnasında Oxford Üniversitesi St. Anne Fakültesi (St.

Anne’s College) giriş sınavını kazanarak okula kabul edildi (Armstrong, 2004, s. 15).

Armstrong Edebiyat lisans dönemini başarıyla bitirip diplomasını aldıktan sonra Londra

Üniversitesi’nde modern edebiyat dersleri vermeye başladı. 1982’ye gelindiğinde serbest

yazarlığa ve görsel yayıncılığa başladı.1 The Guardian başta olmak üzere çeşitli gazeteler ve

dergiler için dinler hakkında makaleler yazdı. 2

Karen Armstrong’un şu ana kadar yayınlanmış 20 kitabı, çeşitli gazetelerde makaleleri

ve televizyon programları bulunmaktadır. Eserlerini İslâm ile ilgili olanlar, İslâm ve diğer

dinlerle ilgili olanlar, sadece diğer dinlerle ilgili olanlar, kişisel biyografiler, çeşitli konular,

gazete makaleleri ve görsel yayınlar olarak tasnif edebiliriz.

Peygamberimizle ilgili yazdığı eserler şunlardır: Hz. Muhammed/İslâm Peygamberinin

Biyografisi, İslâm/Kısa Bir Tarih, Muhammed/Prophet for Our Time, Encyclopedia of

Religion’da “Muhammad” maddesi ve diğer ilahi dinlere de yer verdiği Tanrı’nın Tarihi adlı

eserlerdir.

1.2. Armstrong’u Hz. Peygamber’in Hayatını İncelemeye Götüren Sebepler

Karen Armstrong Hz. Peygamber’in hayatını neden yazmıştır? Onun hayatını yazmaya

götüren sebepler nelerdir?

Armstrong, Batılıların İslâm’a karşı hoşgörülü olmayı beceremediklerini, bu inanç

sistemiyle ilgili fikirlerinin daima kabaca, baştan savma ve kibirli olduğunu belirtmiş, bu tür

cahilce ve ön yargılı tutumu sürdürmemeleri gerektiğini vurgulamıştır. Ona göre, yirmi birinci

yüzyılda Batılı halkların aynı gezegeni paylaştıkları Müslümanları anlamayı, onların

inançlarına, ihtiyaçlarına, öfkelerine ve amaçlarına saygı duymayı öğrenmeleri gerektiğini

belirtmiştir. Ayrıca Armstrong, gerçekten bunu yapmak istiyorsak özgün dehası ve bilgeliğiyle

tüm zamanları aydınlatabilecek Hz. Muhammed’in hayatını incelemekten daha iyi bir

başlangıç düşünülemeyeceğini de ifade etmiştir (Armstrong, 2005, s. 15).

Armstrong, Hz. Muhammed’in hayatını yazmasının diğer bir nedeni olarak da; Batılı

insanların çoğunun İslâm ile ilgili bilgilerinin Selman Rüşdi’nin ‘Şeytan Âyetleri’ adlı kitabına

dayandığını ifade etmiştir. Ayrıca o, dünya tarihi boyunca gelmiş geçmiş en önemli

şahsiyetlerden biri olduğuna inandığı Hz. Muhammed’in gerçek hayat öyküsünün okurlara

sunulması gerektiğini dile getirmiştir (Armstrong, 2005, s. 10).

Armstrong, Hz. Muhammed’in Arabistan’da savaşı tam anlamıyla barışa çevirmek için

mücadele ettiğini, onun hayatının hırsa, adaletsizliğe, kibre karşı yorulmaz bir çaba içerisinde

1 https://tr.m.wikipedia.org/wiki/Karen_Armstrong, (28/08/2015). 2 https://www.theguardian.con/profile/karenarmstrong, (28/08/2015).

Page 30: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 25

geçtiğini, O’nun kişiliğini, iç dünyasını ve etrafını yorumlamada hem Müslümanlar hem de

Batılılar için önemli bir ders olduğunu ifade etmektedir (Armstrong, 2007, s. 19).

2006 yılında New York Public Radio’da yaptığı bir söyleşide Hz. Muhammed’e olan

ilgisini onun beşeriyetine bağlayan Armstrong, onun hayatı hakkında bilinenlerin başka hiçbir

peygamber hakkında bilinmediğini, İsa’dan uzun yıllar sonra geldiği için hayatı hakkında

ayrıntılı bilgilerin var olduğunu ve ilk siyercilerin O’nun hayatının her yönünü yazdıklarını

ifade etmiştir. 3

Armstrong, aynı söyleşide Hz. Muhammed’in zorluklarla mücadele edişini sevdiğini,

onun şiddetin, ümitsizliğin, vahşetin hâkim olduğu bir topluma gelmesine rağmen böyle bir

topluma şiddet kullanmadan barış ve huzur getirmeyi başardığını ifade etmiştir. Yine

Armstrong’a göre, Hz. Muhammed Mekkeli müşriklerin Müslümanları kökten yok etmek

istemeleri nedeniyle zorunlu olarak beş altı sene boyunca onlarla savaşmış ancak mücadeleyi

şiddetle değil, şiddete karşı olmakla kazanmıştır. Ayrıca Armstrong, Hz. Muhammed’in şiddet

kullanmadan sabırla mücadele vermesini Gandi gibi barış telkin eden liderlerin yaptığından

geri kalır bir yanı olmadığını da belirtmiştir.4

Bu ifadelerden anlıyoruz ki Armstrong, 1). Batı’nın İslam’a karşı olan hoşgörüsüzlüğünü

gidermek ve Müslümanlarla iyi diyalog kurmak için Hz. Peygamber’in hayatını incelemiştir.

2). Batılıların, Hz. Muhammed’in hayatını Selman Rüşdî gibi yanlış bilgi veren insanların

eserlerinden öğrenmelerini istemediği için -doğru bilgi vermek amacıyla- onun hayatını

yazmıştır. 3). Hz. Peygamber’in sabırlı ve barışçı politikasından, zorluklarla mücadele

edişinden, beşer olarak üstün kişiliğinden etkilenmiştir. Bu izlenimler onu İslâm’ı ve Hz.

Peygamber’i araştırmaya sevk etmiştir.

1.3. Batı’daki Hz. Muhammed Algısına Bakışı

Armstrong, kendilerinin Batı kültüründe Haçlı Seferlerinden bu yana İslâm korkusuna

sahip olduklarını, Müslümanlar ve Batılılar arasındaki acı ilişkinin başlangıcı olarak da

özellikle Müslüman İspanya’da Hz. Muhammed’e düzenlenen saldırının gösterilebileceğini

vurgulamış tır. Perfectus adındaki bir rahibin Kurtuba’da Hz. Muhammed’e yaptığı ağır

hakaretler sonucunda hapse atılmasının bu süreci başlattığını beyan etmiştir (Armstrong, 2005,

s. 22).

Armstrong’a göre, 12. yüzyılda Avrupa’daki Hristiyan rahipler İslâm’ı, kılıcın ve

saldırganlığın inancı olarak görmüşler ve Hz. Muhammed’i de dünyaya silah gücü ile inancını

kabul ettirmeye çalışan biri, hatta onun çapkın ve cinsi sapık olduğunu bile iddia etmişlerdir

(Armstrong, 2007, s. 17-18). Ayrıca o, ortaçağ zihniyetine sahip Hristiyanların, İslâm inancını

Hristiyanlık dininin yanlış ve saptırılmış bir biçiminden ibaret olarak gördüklerini de

belirtmiştir (Armstrong, 2005, s. 43). Hz. Muhammed’in, dünyayı aldatmak için peygamberlik

ilan eden bir şarlatan, iğrenç yalanların içinde yüzen bir sapık ve insanları kılıcının gücüyle

dinlerinden döndüren biri şeklinde ifade edildiğini beyan etmiştir. Armstrong, Hz.

Peygamber'in hayatı hakkındaki bu çarpık iddiaların Batı fikriyatında kabul edilir hale

geldiğini ve Batılı zihniyetin daima Hz. Muhammed’i objektif bir şekilde değerlendirmede

zorlandığını zikretmiştir (Armstrong 2007, s. 17-18). Bu algının bir ara durulduğunu fakat

Avrupa’nın uluslararası arenaya çıkmak istemesiyle O’na olan saldırıların tekrar kullanılmaya

başlandığını ve ortaya çıkmakta olan yeni Batılı kimliğin en büyük düşmanının Hz.

Muhammed olarak görüldüğünü ifade etmiştir (Armstrong, 2005, s.27).

O dönemde (ortaçağda) Avrupa, barbar kabilelerin tehdidi altında kültürel bir lağım

haline gelirken, İslâm müthiş bir dünya gücü olarak varlığını sürdürüyordu. Bu durum

dünyanın küresel manada, İslam dinine yönelmesi endişesini doğurmuştur. Bu nedenle on

3 http://www.tumgazeteler.com/?a=2617652, (03/05/2009). 4 http://www.tumgazeteler.com/?a=2617652, (03/05/2009).

Page 31: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 26

sekizinci yüzyıla kadar İslâm, Batı için sürekli bir sorun oluşturmuştur (Armstrong, 2005, s.

26).

Armstrong, 11 Eylül 2001’de, Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılmasıyla eski ortaçağ

zihniyetinin ortaya çıktığını ifade etmiştir. ABD’deki Evangelistler ile bazı Batı medyasının

geleneksel düşmanlık fikriyle hareket ederek Hz. Muhammed’i bir savaş bağımlısı olarak

gösterdiklerini, bazılarının ise; onun bir terörist ve sübyancı olduğunu iddia ettiklerini dile

getirmiştir (Armstrong, 2007, s. 17-18). Bu olaydan sonra İslâmiyet’in cinayet ve şiddeti

vurgulayan fanatik bir inanç sistemi olduğu yönündeki tüm olumsuz fikirlerin yeniden

alevlendiğini, Batılıların bu fikirlerin teyidi için Kur’ân-ı Kerîm’deki ateşli bölümleri bulup

çıkardıklarını, âyetlerin aşırılığı ve fanatizmi kolayca teşvik edebileceğinin savunulduğunu

belirtmiştir. Öte yandan Musevi ve Hristiyan kutsal metinlerinin de aynı derecede kavgacı

özellik gösterdiğini hiç kimsenin dikkate almadığını, hatta İncil’in bir yerinde Hz. İsa’nın

barışı değil, kılıcı getirmek için geldiğini ifade etmiştir. Daha da önemlisi Armstrong, Hristiyan

Sırplar, Sırbistan’da sekiz bin Müslüman’ı katlederken kimsenin bu ayetlerden bahsetmediğini,

kimsenin Hristiyanlık dinini tehlikeli ve şiddet eğilimli bir inanç sistemi olarak görmediğini de

zikretmiştir (Armstrong, 2005, s. 10-11).

Dünya Ticaret Merkezi’nin yıkılmasından sonra Batı dünyasının İslâm dünyasına karşı

yeni bir Haçlı Seferi içinde olduğunu ispat etmek için aşırı uç görüşteki insanların sarf ettikleri

düşüncelerin kendileri tarafından daha fazla desteklenemeyeceğini vurgulamıştır. O, Hz.

Muhammed’in zorba bir adam olmadığını, çünkü ona yakıştırılan yargıların Batı kültürünü

karakterize eden hoşgörü, özgürlükçü düşünce ve merhamet gibi düşüncelere zarar verdiğini

ifade etmiştir. Dolayısıyla kendilerinin Hz. Muhammed’in pek çok başarısını takdir etmek ve

onun hayatına daha tarafsız bir bakış açısıyla yaklaşmak zorunda olduklarını; liberal ilkelerin,

düşüncelerin tekrardan Ortaçağ zihniyetindeki ön yargılarla savunulmasının yanlışlığını

zikretmiştir (Armstrong, 2007, s. 18).

Armstrong: “İncil’i okuduğunuzda, İsa’nın güldüğü bir sahneye rastlanılmadığını, ama

Hz. Muhammed’in sık sık gülümsediğini ve insanlarla zaman zaman şakalaştığını

görebilirsiniz” demektedir. Ayrıca o, İslâm tarihi kaynaklarında onu çocuklarla oynarken,

eşleriyle tartışırken, bir dostu öldüğünde acı ile ağlarken, herhangi bir baba gibi sevinçten yeni

doğmuş çocuğu gururla etrafındakilere gösterirken gördüğümüzü ifade etmektedir (Armstrong,

2005, s. 69). Bu ifadeleriyle Armstrong, İncil’deki peygamber anlayışını eleştirirken

muhtemelen kendi görmek istediği peygamber algısını Hz. Peygamberin hayatında bulmuştur.

Batılıların, İslâmiyet’i âdil bir şekilde yargılayacak veya bu konuları yapıcı bir şekilde

tartışacak kadar derin bir anlayışa sahip olmadıklarını belirten Armstrong (Armstrong, 2005,

s.11), bu olumsuz bakış açısının düzeltilmesinde ne gibi katkısı olduğunu anlamak için ondört

yüzyıl önce Mekke’nin hemen dışında bir dağın zirvesinde yalnız kalan bir Peygamber’in

bulunduğu trajik dünyaya gitmek gerektiğini vurgulamıştır (Armstrong, 2007, s. 20).

2. MEKKE DÖNEMİ

2.1. Risâlet Öncesi Hz. Peygamber’in Hayatına Bakışı

2.1.1 Mekke’de Genel Durum

Armstrong’a göre, Mekke’nin coğrafi konumu, arazi ve iklim şartları tarım yapmaya

müsait değildi. Arapların çoğu Sâsâni ve Bizans İmparatorluklarında olduğu gibi fazla ürüne

sahip olamadıkları için açlık sınırında yaşamaktaydı. (Armstrong, 2008, s. 20). Bu nedenle

çölde pek çok Arap, sürülerini bir su kuyusundan diğerine götürerek, yiyecek ve gıda için diğer

kabilelerle umutsuzca yarışarak yaşam savaşı veriyordu (Armstrong, 2005, IX, s. 6220).

Kureyş kabilesinin bu zor şartlar yüzünden çevre ülkelerle ticaret yapmaya başladığını ve bu

şekilde zenginleştiğini, Mekke’nin giderek bir ticaret merkezi haline geldiğini, ama saldırgan

ve açgözlü zenginlik arayışı sırasında kabilenin bazı eski geleneklerinin kaybolduğunu ileri

Page 32: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 27

sürmektedir. Göçebe yaşam prensiplerinin gerektirdiği gibi kabilenin daha zayıf üyeleriyle

ilgilenmek ve onları korumak yerine, Kureyşliler’in şimdi daha yoksul aile grupları veya

klanları ezme pahasına para kazanmaya çalıştıklarını, bundan dolayı Mekke’de ve bütün

yarımadada bir huzursuzluğun var olduğunu dile getirmektedir (Armstrong, 2008, s. 15).

Yazarımız, Kâbe’nin kutsallığından dolayı Mekke’de ve çevresinde şiddetin yasak

olduğunu, bu durumun Arap steplerine iyice yerleşmiş olan kronik kabile savaşlarından uzak

bir şekilde, orada barış içinde ticaret yapmayı mümkün kıldığını belirtmektedir (Armstrong,

2005: IX, 6220). Ayrıca o, bölgenin büyük güçleri olan Sâsâni ve Bizanslılar’ın Arabistan’ın

bu zorlu arazisine ilgi duymadıkları için, Kureyşliler’in Mekke’de büyük güçlerin kontrolü

dışında modern bir ekonomi yarattığını ifade etmektedir (Armstrong, 2007, s. 34). Ona göre,

Mekke’deki bu aşırı kapitalizm, Hz. Muhammed’in kendi kabilesi olan Haşimoğulları’nı da

içeren bazı zayıf kollarına pahalıya mal oluyor ve diğer kollarının aşırı zenginleştiği

görülüyordu. Eski değerler kayboluyor yeni hiçbir şey onların yerini almıyordu ve Kureyş’in

daha başarılı mensupları bu gelişmelerle doğal olarak mutluyken, zayıf kollar tehlikeye düşmüş

ve kaybolmuş olduklarını hissediyorlardı (Armstrong, 2005, IX, s. 6220).

Armstrong, Hz. Muhammed’in Kureyş’in parayı din edindiğini bildiğini, fakat Kureyş’in

maddiyatçı olmasının şaşırtıcı olmadığını, çünkü her Bedevî aşiretinin her gün yok olmakla

karşı karşıya olduğu Arap çölünde elde ettikleri zenginliklerin onlar için çok önemli olduğunu

belirtmiştir. Bu ticaret sayesinde elde edilen zenginliğin Arapları göçebe yaşamın

tehlikelerinden kurtardığını ve salgın aşiret şiddetinden de koruduğunu beyan etmiştir

(Armstrong, 2008, s.216). Armstrong, Hz. Muhammed’in, bu yeni maddiyat düşkünlüğünün

kabilesinin dağılmasına, ahlakî açıdan parçalanmasına ve siyasal olarak birbiriyle mücadele

eder duruma düşüreceğine emin olduğunu ifade etmektedir. Bu düşüncelere ek olarak, İslâm

öncesi dönemin Müslümanların cahiliye adını verdiği son aşamasında, Mekke toplumunda

yaygın bir tatminsizlik ve ruhsal huzursuzluğun bulunduğunu da vurgulamaktadır (Armstrong,

2008, s. 216;218). Yukarıdaki ifadelerden de anlaşılacağı üzere Armstrong eserlerinde

genellikle, Mekke toplumunda sosyal ve siyasî hayatın şartlarını ekonomik durumun

belirlediğini vurgulamaya çalışmış, Hz. Peygamberi de öncelikle bu durumu düzeltmek adına

hem kendi kabilesi hem de diğerleri için çözüm arayan biri olarak lanse etmiştir.

2.1.2 Mekke’de Cahiliye İnanç Sistemi

Yazarımıza göre, Arapların geleneksel anlamda dinle uyuşacak durumları yoktu. Pagan

ilahlar olarak benimsedikleri putlara taparlardı. Fakat Araplar, bu ilahların ve kutsal yerlerin

ruhsal yaşamdaki yerlerini açıklayan bir mitoloji geliştirmiş değillerdi. Armstrong, o dönemde

Araplar’ın ölümden sonraki hayata inanmadıklarını, bunun yerine, zaman veya kader olarak

çevrilebilecek olan dehr’in üstünlüğüne inandıklarını, ölüm oranının çok yüksek olduğu bir

toplumda bunun önemini anlamanın da zor olmadığını vurgulamaktadır (Armstrong, 2008, s.

217). Kur’ân-ı Kerîm’ de buyurulduğu üzere onlar “Hayat, ancak bu dünyada yaşadığımızdır,

ölürüz ve yaşarız. Bizi ancak zaman (dehr) helak eder” (Câsiye,45/24) diyorlar ve bu şekilde

ahireti inkar ediyorlardı.

Armstrong, putperestliğe rağmen Arapların, tanrıların içinde en önemlisi olduğunu

düşündükleri Allah’a inandıklarını ve Kâbe’nin sahibi olarak O’na taptıklarını zikreder. Onlara

göre Allah dolaylı olarak ulaşılan bir figür, sorumsuz ve eve gelmeyen ilgisiz bir baba gibiydi

(Armstrong, 2007, s. 40). Burada şunu ifade etmeliyiz ki, Kur’ân-ı Kerîm’de, müşriklerin,

putlardan ayrı olarak, kendilerini, gökleri ve yeri yaratanın Allah olduğunu bildikleri (Zümer,

39/38), yağmur yağdıran ve toprağı canlandıranın Allah olduğuna inandıkları (Ankebut,

29/63), Allah’a yaklaştırsın diye putlara taptıkları (Zümer, 39/3) buyrulmaktadır.

Araplar, yaşamın sürebilmesi için zorunlu olan toplumsal ruhun halk arasında

gelişmesine yardımcı olmaya yönelik olarak mürüvvet adıyla anılan bir ideoloji geliştirmişlerdi

ve bu ideoloji dinin işlevlerinden çoğunu yerine getirmekteydi (Armstrong, 2008, s. 217).

Mürüvvet kavramı, cesaret, sabır ve katlanmayı; kabilenin zayıf üyelerini korumayı,

Page 33: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 28

düşmanlarına meydan okumayı; kabileye herhangi bir yanlış hareket yapıldığında öç almak

için kendini adamayı içeren bir sistemdi (Armstrong, 2007, s. 24).

Bütün bunlara rağmen Armstrong, Arapların, Bizans ve Pers İmparatorluklarında

sürdürülen Musevilik ve Hristiyanlık inançlarının kendi pagan dinlerinden daha gelişmiş ve

güçlü olduğunu bildiklerini iddia eder. Kureyşlilerden bazılarının Musevi ve Hristiyanların

taptığı Tanrı’nın kendi mabetlerindeki en yüce Tanrı olan Allah olduğuna inanmaya

başladıklarını ama Allah’ın, o zamana kadar Araplara kendi dillerinde bir kitap ya da bir

peygamber göndermediğini ifade etmektedir (Armstrong, 2008, s. 15-16). Başka bir

oryantalist’e göre, Araplar arasındaki bu tektanrıcılık önsezileri, esas itibariyle Hristiyan ve

Yahudi etkilerinden kaynaklanmaktadır. Arapların Hristiyan Bizans, Habeş ve hatta Pers

İmparatorluklarıyla olan temasları onlarda bu fikri oluşturmuştur (Watt, 1986, s. 33-34).

2.1.3 Hz. Muhammed’in Doğumu, Çocukluğu ve Gençliği

Karen Armstrong, Hz. Muhammed’in 570 yılında Arabistan’ın Hicaz bölgesindeki

Mekke’de, yönetici kabile Kureyş’in en seçkin aile gruplarından biri olan Hâşimoğulları’na

mensup olarak 12 Rabi’ülevvel’de doğduğunu belirtmektedir (Armstrong, 2005, s. 103).

Armstrong’un vermiş olduğu 570 tarihi İslâm tarihi kaynaklarına uygun değildir. Muhtemelen

Montgomery Watt’dan etkilenmiştir. Çünkü Watt’da 570 tarihini vermektedir (Watt, 1986, s.

39).

Hz. Peygamberin çocukluk ve gençlik dönemiyle ilgili ise; doğumundan kısa süre önce

babasının vefat edişini, sütanneye verilişini, altı yaşına kadar süt ailesinin yanında kalıp çetin

bedevi yaşam hakkında tecrübe kazanışını, Mekke’ye getirildikten kısa bir süre sonra annesinin

vefat etmesi nedeniyle gençliğinde çok başarılı bir tüccar olan dedesi Abdülmuttâlib’in

himayesine verilişini, onun vefat etmesiyle amcası Ebû Tâlib’in yanında yaşamaya başlayışını

ise kaynaklarımıza uygun olarak vermektedir (Armstrong, 2005, s. 103; Armstrong, 2007, s.

35-36).

2.1.4 Hz. Hatice ile Evlenmesi ve Diğer Evlilikleri

Arabistan’da çokeşlilik yaygın olmasına rağmen, Hz. Muhammed Mekke’de bulunduğu

sürece sadece Hz. Hatice ile evli kalmıştı. Medine’de Hz. Muhammed büyük bir şef olmuştu ve

büyük bir hareminin olması bekleniyordu. Hz. Âişe ve Hz. Hafsa dışındaki eşlerinden çoğu

hâmileri olmayan daha yaşlı kadınlar veya ümmetin müttefiği haline gelen kabilelerin

şeflerinin akrabalarıydı. Yani evliliklerinin çoğu politikti (Armstrong, İslâm, s. 28-29).

Armstrong, Hz. Muhammed’in çok sayıda eşinin olmasının, Batı’da genellikle şehvet

düşkünlüğü olarak algılandığını, ama Peygamber’in daha sonraki bazı İslâm hükümdarlarının

yaptığı gibi kendisini cinsel zevke kaptırdığını düşünmenin kesinlikle yanlış olduğunu

vurgulamaktadır (Armstrong, İslâm, s. 28). Başka bir oryantalist Delcambre de, Hz.

Peygamberin evliliklerinin çoğunun kökeninde, ya bir siyasi neden ya da çölün yasasına saygı

olduğunu belirtmektedir (Delcambre, 2004, s. 106).

Armstrong’un göre, İslâm öncesi cahiliye döneminde çoğu kadın kölelerle eşit

sayılmasına rağmen Hz. Hatice gibi bazı kadınlar önemli derecede iktidar ve ayrıcalık sahibi

olabilmiştir. İslam’ın gelmesiyle kadınlar, bu dinî ilk seçenler arasında olmuşlar ve hiçbir

şekilde köle gibi algılanmamışlardır. Yine o, Kur’ân’ın, kız çocuklarının diri diri gömülmesini

kesinlikle yasakladığını ve Arapların kız çocukları dünyaya geldiğinde pişmanlık duymalarını

engellediğini, ayrıca yine Kur’an’da kadınlara miras ve boşanma konularında yasal haklar

verildiğini vurgulamaktadır. Ona göre, çoğu Batılı kadın 19. yüzyıla kadar buna benzer haklara

sahip olamamasına rağmen Batı’da İslâm’ı kalıtımsal olarak kadın düşmanı bir din olarak

tanımlamak yaygınlaşmıştır. (Armstrong, 2008, s. 250).

Page 34: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 29

2.2 Peygamberlik Hayatına Bakışı

2.2.1 İlk Vahiy

Armstrong, Hz. Muhammed’in 40 yaşına gelene kadar düzenli bir şekilde her yıl ruhsal

bir çekilme dönemi yaşayarak kendini ibadete adadığını ve Peygamberliğin gelişine yakın

zamanlarda “sabahın ilk ışığı gibi umut ve vaat yansıtan rüyalar” görmeye başladığını ifade

etmektedir. Armstrong’a göre muhtemelen bu rüyalar ve düşünceler Hz. Muhammed’in

Mekke’deki olumsuzluğu doğru bir şekilde teşhis etmesine yardımcı oluyordu. Bu aynı

zamanda Araplar’ın tehannus dediği ruhsal bir egzersizdi (Armstrong, 2005, s. 113). Hz.

peygamber her sene ramazan ayında bir ay Hira mağarasında itikâfa girerdi. Araplar buna

tehannüs derlerdi (İbn Hişam, 1936, I, s. 251).

İlk vahiyle ilgili olarak Armstrong, Hz. Muhammed’in 610 yılı Ramazan ayının 17. günü

böyle bir inziva esnasında ezici bir gücün varlığını hissederek uyandığını belirtmektedir

(Armstrong, 2008, s. 15-16). Ancak Ramazanın 17. günü ifadesi kaynaklarımıza uygun

değildir. Resûl-i Ekrem’e 40 yaşındayken Hira mağarasında, Ramazan’ın 27. gecesi meleğin

geldiği zikredilmektedir (İbn Sa’d, ty, I, s. 194; Belâzûrî, 1996, I, s. 115; Taberî 1987, II, s.

376-377).

Hz. Muhammed’e bir meleğin göründüğünü, meleğin “Oku!” diye kısa emir verdiğini

buna karşılık Yahudi peygamberlerin genellikle Tanrı kelamını söylemekten çekinmeleri gibi,

Hz. Muhammed’in de “Ben okuma bilmem” diyerek itiraz ettiğini açıklamaktadır. Devamında

Armstrong, bunun üzerine meleğin Hz. Peygamber’i çok büyük bir güçle sardığını ve Hz.

Muhammed’in bütün soluğunun kesildiğini, melek tarafından bu şekilde üç kere sıkıldıktan

sonra ağzından Kur’ân adıyla bilinecek olan yeni bir kitabın ilk sözlerinin döküldüğünü

belirtmektedir (Armstrong, 2008, s. 222). Kaynaklarımızda bu olay aynı şekilde ifade

edilmektedir (İbn Hişâm, 1936, I, 252-253).

Armstrong, Hz. Muhammed’in bu vahiy alma sürecinin akabinde korktuğunu ve

kendisinin insanların develeri kaybolduğunda başvurduğu bir kâhin’e dönüşmüş olabileceği

düşüncesiyle sarsıldığını ifade etmiştir (Armstrong, 2008, s. 222-223). Armstrong’a göre Hz.

Muhammed, kâhin ve ozanlara ilham veren ve yalnız avlanan bir cin tarafından saldırıya

uğradığını düşünmüş, hatta bu nedenle yaşama isteğini kaybedip kendisini dağdan aşağı atmak

istemiştir (Armstrong, 2007, s. 21; Armstrong, 2008, s. 223). Bu cin hikâyesi Delcambre ve

Marshall Hodgson’un eserlerinde de geçmektedir (Delcambre. 2004, s. 22; Hodgson, 1993, s.

94). Kur’ân-ı Kerîm de, Arapların bazılarının cinleri yeryüzünde oturan ilahlar olarak kabul

ettikleri ve cinlere taptıkları ( Sebe, 34/41), Allah ile cinler arasında akrabalık bağı olduğunu

ileri sürdükleri (Sâffât, 37/158), cinleri Allah’a ortak koştukları belirtilmektedir (En’am,

6/100). Kaynaklarımızda oryantalistlerin söylemlerine malzeme olacak bilgiler mevcuttur.

Şöyle ki, Hz. Muhammed’in endişe ve korkusunun, mâhiyetini bilmediği bir durumla

karşılaşmasından kaynaklandığı, bu nedenle bunun bir cinnet alâmeti, bir kehânet başlangıcı

olabileceği kaygısını taşıdığı belirtilmektedir (İbn Sa’d, ty, I, 195; Belâzûrî, 1996, I, 115).

Muhammed Hamidullah’a göre, halk tarafından bir yalancı, bir büyücü, bir meczup ya da

kâhinmiş gibi nitelendirilme korkusu doğaldı. Zira o dönemde bazı insanlarda görülen

bilinçlenmelere rağmen, ülkede hiç kimse, hatta en başta Allah’ın elçisi bile, ilâhi tebliğin ne

olduğunu bilmiyor, şeytanî bir aldatmaca ile rahmanî ilham arasında ince ayırım yapamıyordu

(Hamidullah, 2014, s. 82). Ancak şunu belirtmeliyiz ki; bazı müsteşriklerin cin hikâyesi ve

intihar düşüncesi üzerinde ısrar etmesinin nedeninin hem vahyi bulandırmak hem de Hz.

peygamber’i âciz göstermek amaçlı olduğunu düşünmekteyiz.

Hz. Muhammed’in iki yıl boyunca başka vahiyler de gelmesine rağmen bu deneyimden

eşi Hatice ve onun kuzeni Varaka bin Nevfel’den başka kimseye söz etmediğini iddia eden

Armstrong, o ikisinin vahiylerin Tanrı’dan geldiğine emin oldukları bilgisini de eklemektedir

(Armstrong, 2008, s. 16). Bu noktada şunu belirtmeliyiz ki, Armstrong yukarıdaki ifadelerinde

zaman ve kişiler hakkında eksik bilgi vermiştir. Çünkü kaynaklarımızda İslâm’a davetin üç yıl

Page 35: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 30

gizlice sürdüğü, bu dönemde önce eşi Hz. Hatice, sonra yakın dostu Ebû Bekir, Ali b. Ebû

Tâlib, Zeyd b. Hârise, kızları Zeynep, Rukiyye ve Ümmü Gülsûm ile başka kişilerin de

Müslüman oldukları ile ilgili bilgiler mevcuttur (İbn Hişâm, 1936, I, s. 257-279; Mustafa

Fayda, 2005, XXX, s. 411).

Armstrong, Hz. Muhammed’in Mekke’de tebliğe başladığında, rolü konusunda çok

kapsamlı bir düşüncesi olmadığını, yeni evrensel bir dinin kurucusu olduğuna inanmadığını,

Kureyş’e eski tek Tanrı dinini getirdiğini düşündüğünü iddia etmektedir. Ona göre Hz.

Muhammed, başlangıçta öteki Arap aşiretlerine tebliğ edeceğini bile düşünmemiş, yalnızca

Mekke ve çevresindeki halka hitap edeceğini düşünmüştü (Armstrong, 2008, s. 227).

Armstrong’un yukarıdaki yargıya varmasının nedeni Kur’ân-ı Kerîm’deki şu âyettir:

“Şehirlerin anası (olan Mekke’de) ve onun çevresinde bulunanları uyarman ve asla şüphe

olmayan toplanma günüyle onları korkutman için, sana böyle Arapça bir Kur’ân vahyettik.

(İnsanların) bir bölümü cennette, bir bölümü de çılgın alevli cehennemdedir” (Şûra, 42/7).

Yukarıdaki ifadelerde Varaka b. Nevfel’e ve eski tek Tanrı inancına yapılan vurgunun

oryantalistler tarafından kasıtlı yapıldığı düşüncesindeyiz. Ekrem Ziya Ümerî’ye göre,

oryantalistler eserlerinde her şeyden önce Hz. Muhammed’in İslâmiyet’i, Yahudilik,

Hristiyanlık, hatta Sabiîlikten pek çok şey alarak oluşturduğunu iddia etmektedirler. İslâm’ın

tüm –genel kabul gören- güzelliklerinin, Yahudiliğin veya Hristiyanlığın bir esasına

dayandırılmaya çalışılması, başından beri uygulanan hatta günümüzdeki çağdaş oryantalistlerin

ifadelerinde de görülen bir usuldür. Bunlar eserlerinde Allah’ın birliği ve dini inançlar ile ilgili

konularda, Rahip Bahîra ve Varaka b. Nevfel’in etkisine işaret etmektedirler (Ümerî, 2003, s.

238).

Armstrong’a göre, Hz. Muhammed ilk başlarda küçük bir inanan grubu toplamış ve kısa

zaman içinde yetmiş kadar aile İslâm’a girmiştir. Başlangıçta Mekke’deki en güçlü kişiler

Müslümanlara aldırmamış, ama 616 yılına gelindiğinde babalarının dinine küfrettiğini ve

Peygamber olduğunu iddia eden bir şarlatan olduğunu düşündükleri Hz. Muhammed’e gittikçe

kızmaya başlamışlardı (Armstrong, 2008, s. 24-25).

Armstrong, Kur’ân’ın nuzûlü, derlenmesi ve toplanması hususunda önemli bilgiler

vermektedir. Ona göre, Hz. Muhammed 23 yıl boyunca Tanrıdan doğrudan mesajlar alan ve

bunları Kur’ân adı verilen kitapta toplayan biridir. Ona göre Kur’ân, Tevrat ya da Yasa’nın

Sina Dağında Hz. Musa’ya indiği gibi tek seferde inmemiştir. Kur’ân, Hz. Muhammed’e satır

satır, âyet âyet, bölüm bölüm inmiştir (Armstrong, 2005, s. 64). Her yeni bölüm indiğinde,

okur-yazar olmayan Hz. Muhammed, bunları yüksek sesle tekrarlamış ve Müslümanlar bunları

ezberlemiş ve okur-yazar olan bir azınlık da kaleme almıştır. Hz. Muhammed’in ölümünden

yirmi yıl kadar sonra vahiyler ilk kez resmi olarak bir araya getirilmiştir (Armstrong, 2008, s.

226). Bize göre Armstrong’un dile getirmiş olduğu bu ifadeler, Kur’ân-ı Kerîm’in orijinal bir

metin olduğunu kabul açısından son derece önemlidir.

Burada şunu belirtmeliyiz ki, âyetlerin nuzûlü konusunda Armstrong’un yukarıda

vurguladığı konu Kur’ân-ı Kerîm’de şöyle ifade edilmektedir: “İnkar edenler, Kur’ân-ı Kerîm

ona bir defada topluca indirilmeli değil miydi? Dediler. Biz onu senin kalbine iyice

yerleştirmek için parça parça indirdik ve onu tane tane okuduk” (Furkan, 25/32). Ayrıca o

dönemde Kur'ân-ı Kerîm’in iki kapak arasına alınmamasının sebebi, Hz. Peygamber’in hayatta

olması nedeniyle vahyin ne zaman kesileceğinin bilinmemesidir. Resûlullah’ın vefatından

sonra Yemâme savaşı ile diğer bazı savaşlarda hâfız sahâbilerin şehit olması Hz. Ömer’i

telaşlandırmış ve Kurân’ın toplanması (cem’) fikrini Hz. Ebu Bekir’e açarak onu razı etmiştir.

Hz. Ebubekir, Zeyd b. Sabit’i görevlendirerek bu işi tamamlatmıştır.(Birışık, 2002, XXVI, s.

385).

Page 36: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 31

2.2.2 Garânîk Hadisesi

Armstrong’a göre, şeytan âyetleri öyküsü ne Kur’ân’da ne de herhangi eski sözlü veya

yazılı kaynakta yer almaktadır. Hz. Peygamber’in en yetkin biyografisi olan İbn İshâk’ın

Sîreti’nde de yoktur. Ancak onuncu yüzyıl tarihçisi Ebû Câfer et-Taberî’nin (ö. 923) eserinde

sözü edilir (Armstrong, 2008, s. 236). Garânîk hadisesinden sadece Taberî’nin eserinde değil

(Taberî, 1987, II, 420-424), İbn Sa’d’ın eserinde de bahsedilmektedir (İbn Sa’d, ty, I, s. 205-

206).

Bazı İslâm tarihi kaynaklarında yer alan ve ‘Garânîk Kıssası’ diye bilinen bu habere göre

Hz. Peygamber Kâbe’nin yanında Necm Sûresi’ni okurken, “Gördünüz mü o Lât ve Uzzâ’yı?

Ve üçüncüleri olan ötekini, Menât’ı”(Necm, 19-20) âyetlerini okuduktan sonra, “Bunlar yüksek

kuğulardır, onların şefaatleri umulur” sözlerini şeytanın telkiniyle söylemiş. Secde ayetine

gelince secdeye gitmiş, bütün kâfirler de secde etmişlerdir. Müşrikler, putların Hz. Peygamber

tarafından övülmesine sevinmişlerdir. Akşam olunca Cebrâîl gelerek Hz. Peygamber’e “Allah

tarafından vahy edilmeyen sözleri söylediğini” bildirmiş, Hz. Peygamber buna çok üzülmüş ve

şeytanın söylediği sözleri iptal etmiştir (İbn Sa’d, ty, I, s. 205-206; Taberî, 1987, II, s. 420-

424). Ahmed Hamdi Aksekili, İslâm dininin hasımları olan ve kalın bir taassup perdesiyle göz

ve basîretleri örtülmüş olan ecnebîlerin, Müslümanlığı tenkit ederken daima vahyi ve tebliğ

görevini bulandırmaya çalıştıklarını belirtmiştir. Ayrıca Müslümanlar arasında da muhakeme

ihtiyacı hissetmeksizin nakilleri hemen alanların ve eserlerine yazanların bulunduğunu ifade

etmiştir. Garânîk hikâyesinin rivâyet ve dirâyet açısından tenkîde uğradığını, naklen ve aklen

reddedildiğini vurgulamıştır (Aksekili, 1992, s. 125-128). İsmail Cerrahoğlu, bu konuda gelen

haberlerin lafızlarındaki ihtilaflar, rivayetlerindeki zayıflıklar ve senedlerindeki kopukluklar

nedeniyle araştırmacıların, Kur’ân, sünnet ve aklî delillere dayanarak hikâyenin bâtıl ve

merdûd olduğuna hükmettiklerini beyan etmiştir (Cerrahoğlu, 1981, s. 69-71; Cerrahoğlu,

1996, s. 361-366; Şimşek, 1993, s. 149-153).

Armstrong’un ifadesine göre, Garânîk olayı gerçek olsa bile, Hz. Muhammed bu olayda

çok tanrıcılıkla herhangi bir uzlaşma yapmış değildir. Şeytan’ın rolünden bahsetmekle de

Kur’ân’ın şeytan tarafından herhangi bir zamanda bulandırıldığı anlamını çıkarmak doğru

değildir (Armstrong, 2008, s. 237). Bu ifadelerle Armstrong, Garânîk Kıssası’nın bir anlamda

uydurma olduğunu teyit etmiştir.

2.2.3 Boykot

Armstrong’a göre, yaklaşık iki yıl süren boykot esnasında yaşanan yiyecek kıtlığı,

muhtemelen Hz. Muhammed’in sevgili eşi Hz. Hatice’nin ölümünün en önemli nedeniydi.

(Armstrong, 2008, s. 25-26; Armstrong, 2008, s. 244). Kaynaklarımızda ise boykotun üç yıl

sürdüğü (616-619) ifade edilmektedir (Belâzûrî, 1996, I, s. 270-271; Sarıçam, 2005, s. 106).

Ayrıca kaynaklarımızda boykotun sona ermesinden sonra, Hz. Peygamber’i koruyan ve seven

amcası Ebû Tâlib ve Hz. Peygamber’in eşi Hz. Hatice’nin kısa süre arayla vefat ettikleri5 ifade

edilmiştir. Ebû Tâlib boykotun kalkmasından sekiz ay yirmi gün sonra, Hz. Hatice de ondan

kısa bir süre sonra, bi’setin 10. yılında, 10 Ramazan/ 19 Nisan 620’de vefat etmişlerdir. (İbn

Hişâm, 1936, II, s. 57; Belâzûrî, 1996, I, 273; İbn Kesîr, 1992, II, s. 120; M. Yaşar

Kandemir, 1997, XVI, s. 466; Sarıçam, 2005, s. 107). Dolayısıyla şunu diyebiliriz ki, Hz.

Hatice’nin boykottan sekiz ay sonra vefat etmesi nedeniyle Armstrong’un onun açlıktan ölmüş

olabileceği yargısı zorlama bir yorum olarak gözükmekle birlikte üç yıl boyunca aç kalmanın

Hz. Hatice’ye zarar verdiği gerçeği de göz ardı edilmemelidir.

Page 37: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 32

3. MEDİNE DÖNEMİ

3.1 Medine’ye Hicret

Armstrong’a göre, Akabe Biatları’nda Medine’den söz alan Hz. Muhammed, kendisine

inananları, amacı sadece coğrafi değişiklik olmayan Mekke’den Medine’ye hicret etmeye

hazırlamıştı. Mekke’deki Müslümanlar Kureyşliler’i geride bırakacak ve kendileriyle hiçbir

kan bağı bulunmayan yabancı bir kabilenin sürekli koruması altına gireceklerdi. Daha önce

benzeri görülmemiş olan bu durum, Araplar için en az kendi putperest tanrıçalarının

aşağılanması kadar hakaret anlamı taşımaktaydı (Armstrong, 2005, s. 216).

Armstrong’a göre hicret, Hz. Muhammed’in Kur’ân idealini tam olarak uygulamaya

başlayabildiği ve İslâm’ın tarihte önemli bir unsur haline geldiği Müslüman çağının

başlangıcını işaret etmektedir. Dolayısıyla hicret sadece adres değişikliği değildir. Aynı

zamanda bir lider olarak Hz. Muhammed, birbirleriyle kan bağı olmayan insanları ortak bir

ideoloji etrafında bir araya getirerek Arap toplumunda son derece çarpıcı bir yenilik ortaya

koymuştur. Hicretten sonra Medine’de ise Müslümanlar, müşrikler ve Museviler tek bir

topluma dâhil edilmişlerdir. Bunlar birbirlerine saldırmayacaklarına hatta birbirlerini

koruyacaklarına dair söz vermişlerdi. Bu sıra dışı yeni ‘süper kabile’ haberi yayılınca, o

dönemde kimse hareketin uzun ömürlü olacağına inanmamıştı. Ama hicretten on yıl sonra

-632’de Hz. Muhammed ölmeden önce- bunun bütün Arabistan’ı birleştirebilecek bir başlangıç

olduğu anlaşılmıştı (Armstrong, 2008, s. 27). Hz. Peygamber’in Muhacirler ile Ensâr

arasında kardeşlik tesis etmesi ve Yahudilerle saldırmazlık antlaşması yapması ile ilgili

bakınız (İbn Hişâm, 1936, II, s. 151-152; İbn Kesîr, 1992, III, s. 222-224).

3.2 Seriyyeler

Yine onun ifadelerine göre, Hz Muhammed ve Mekke’den göç eden Müslümanların

çoğu tüccar ve iş adamı oldukları için Medine’de para kazanmak hususunda zorluk

çekmişlerdir. Ensar olarak bilinen Medineliler onlara sürekli yemek veremedikleri için de

göçebeler, o dönemde Arabistan’da bir tür ulusal spor olarak kabul gören akıncılığı meslek

edinmişlerdir. Aynı zamanda bu spor, ekilecek yeterince alan olmayan bir yerde kaynakların

yeniden dağıtılmasını sağlamak için de kabaca bir yol kabul edilmektedir. Kureyşliler’in

ellerinde zulüm görmüş ve evlerinden uzaklaşmaya zorlanmış olan muhacirler zengin Mekke

kervanlarına saldırmaya ve gelir elde etmeye başlamışlardır. Ancak kişinin kendi kabilesine

saldırması önceden benzeri görülmemiş bir değişikliktir (Armstrong, 2008, s. 32-33).

Armstrong eserlerinde, seriyyeleri ve gazveleri yağmacılık olarak nitelemektedir. Hatta

daha ileri giderek Hz. Ömer’in fetihlerinin tamamen pragmatik olduğunu ve o fetihlere

katılanların sadece kazanç istediklerini belirtmektedir (Armstrong, 2008, s. 45). Armstrong’un

bu ifadelerinin temelini Montgomery Watt’ta görmekteyiz. Watt’a göre, hicretten sonra Hz.

Muhammed’in ashabından bir kısmı ‘yağmacılık’ denen bir işle meşgül olmaya başlamışlardır.

Belki de bu, Kur’ân-ı Kerîm’de ‘Allah yolunda savaşmak’ veya ‘Allah yolunda cihâd etmek’

diye zikredilen bir mücadeleye diğerlerini teşvik etmek içindir. Ayrıca Watt; cihadın

bedevilerin yağmacılığı yüzünden çıkması nedeniyle iştirakçilerin çoğunun dinî bir maksattan

ziyade maddî gayelerle hareket ettiklerini belirtmiştir (Watt, 2000, s. 23).

Yukarıdaki ifadeler Armstrong’un bu konudaki fikri temelleri hususunda açık bir bilgi

vermektedir. Seriyye, gazve ve fetihlerin çıkar amaçlı olduğunu düşünmek İslam’ın cihad ve

fetih anlayışına aykırıdır. Armstrong’da, Kur’ân-ı Kerîm’in asla savaşı kutsal saymadığını,

öldürmeyi, saldırganlığı ve talancılığı lanetlediğini belirtmesine (Armstrong, 2008, s. 46)

rağmen yine de yağmacılıktan ve çıkarcılıktan bahsetmesi içinde bulunduğu ikilemi gözler

önüne sermektedir.

Başka bir oryantalist olan Marshall Hodgson ise, Müslümanların baskına çıkmasının

normal Arap baskınlarından ayıran iki önemli sebebi olduğunu belirtmektedir. 1). Bu gazveler,

Page 38: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 33

mutlaka gerekli olmasa da, Hz. Muhammed’in kendi adamlarının Medine’de bağımsız bir

iktisadî konuma erişmeleri için önemli bir araçtı. Bu iktisadî bağımsızlık gerçekleşmezse,

Medine’deki yeni cemaatin hayat ve cemiyet düzeni yapmacık kalacaktı. 2). Baskınlar belki

ilahi gazap taşıyan fiillerle, hatta bizâtihi Kur’ân-ı Kerîm’de emredilen bir mücâhedenin

tezahür ediyor olacağı fiillerle Kureyşliler’in kibrini kırmaya yönelikti. Hz. Muhammed,

ticaretlerini tahrip etmek ve onları İslâm’la beklediklerinden daha fazla bir şey olarak

karşılaştırmak istemiş olmalıdır (Hodgson, 1993, s. 115).

Muhammed Hamidullah, Müslümanların hicretten sonra Mekke’de yağmalanan

mallarına karşılık Kureyşliler’e ekonomik baskı uyguladıklarını, kervanların, kontrol ve etkileri

altındaki topraklardan geçişlerini yasaklayarak misillemede bulunduklarını ifade etmektedir.

Ayrıca Kureyş kervanlarına yapılan saldırıların basit bir çapulculuk şeklinde

değerlendirilmemesi gerektiğini, ne Kureyşliler’in masum, ne de saldırganların çapulcu çetesi

olduğunu vurgulamıştır (Hamidullah, 2012, s. 38). Hamidullah başka bir eserinde, Hz.

Peygamberin Medine’ye gelişinden yaklaşık bir yıl sonra ilk Müslüman askerî birliğini

göndererek, onlara “artık Kureyş kervanlarının İslâmî nufûz bölgelerinden geçemeyeceklerini”

bildirdiğini ifade etmiştir. Ona göre, burada dikkat edilmesi gereken nokta, bu ve daha sonraki

seferlerde (seriyyelerde) Müslümanlar sadece –o sıralarda savaş halinde oldukları- Mekkeli

kervanlara saldırı düzenlemişler, ülkedeki diğer gayri-müslim topluluklara ilişmemişlerdir.

Yani ortada basit yağmalama ve çete faaliyetlerinden farklı olarak, tam bir savaş hukuku söz

konusu idi. (Hamidullah, 2014, s. 186-187; Mahmudov, 2010, s. 47-61 ).

3.3 Kıble Değişikliği

Armstrong’a göre, Ocak 624’te Hz. Muhammed en yaratıcı hareketlerinden birini

yaptı. Namaz sırasında, cemaate Kudüs yerine Mekke’deki Kâbe’ye doğru ibadet etmelerini

söyledi. Armstrong’a göre, kıblenin bu şekilde değişmesi bir bağımsızlık işaretiydi. Kudüs

yerine Hristiyanlık ve Mûsevilik ile hiçbir ilgisi olmayan Kâbe’ye dönülmesi İncil ve

Tevrat’tan çok önce yaşamış olan Hz İbrahim’in gerçek tektanrıcı dinine döndüklerini

gösteriyordu (Armstrong, 2008, s. 31-32). Armstrong, ilk zamanlar Müslümanların Kâbe ile

sembolize edilen putperest dine sırtlarını döndüklerini ve bu olaydan sonra takip etmeye kararlı

oldukları monoteist geleneğe doğru uzandıklarını, Müslümanların namaza duruşunun, onların

köklü tutum ve davranışlarını değiştirmek için tasarlandığını ifade etmiştir (Armstrong, 2005,

IX, s. 6221).

3.4 Bedir, Uhud ve Hendek Savaşları

Armstrong’a göre, 13 Mart 624’te (h. 2/Ramazan 17) Hz. Muhammed, büyük bir

Mekke kervanının yolunu kesmek için muhacirlerden oluşan ekibiyle birlikte sahil şeridine

hareket etmişti. Bu cüretkârlığı duyduklarında, Kureyşliler kervanı savunmak için bir ordu

gönderdiler, ama Müslümanlar Bedir kuyusunun başında Mekkelilere karşı şaşırtıcı bir zafer

kazandılar (Armstrong, 2008, s. 33).

Yine Armstrong’a göre, Ebû Süfyan Bedir Savaşı’ndan sonra Medine’deki

Müslümanlara karşı iki büyük saldırı gerçekleştirmişti. Amacı, sadece Müslümanları savaşta

yenmek değil, onları tamamen ortadan kaldırmaktı. Dolayısıyla ilk Müslüman toplumu

tamamen yok olma tehlikesiyle karşı karşıyaydı. 625 yılında (h. 3/Şevval 7), Mekkeliler Uhud

Savaşı’nda Müslümanları ağır bir yenilgiye uğrattılar (Armstrong, 2008, s. 34). Uhud

Savaşı’nda Müslümanların içine düştüğü durumun yenilgi olarak değerlendirilmemesi gerekir.

Müslümanlar yetmiş şehit vermelerine rağmen düşmana teslim olmamışlar, savaşmaktan

yılmamışlar ve toprak da kaybetmemişlerdir. Daha da önemlisi düşman ordusu

Müslümanlardan esir ve ganimet elde edememiştir. Hatta Medine’ye saldırmaya bile cesaret

edemeyip Mekke’ye dönmüşlerdir (Sarıçam, 2005, s. 177). Bu savaşta Müslümanların

yenilmediğini ve büyük yara almadığını ispat eden de bir gün sonra Hz. Peygamber ve

ordusunun Mekke’ye dönen müşrikleri takip etmesi ve onlara gözdağı vermesidir. Tarihte bu

Page 39: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 34

hâdiseye Hamrâülesed gazvesi denmektedir (Hişam, 1995, III, s. 92-93; Fayda, 2005, XXX, s.

417).

Marshall Hodgson, Uhud savaşında Hz. Muhammed’in belli siperleri korumakla

görevli adamlarının, onun emirlerinin aksine ganimet toplamaya katılmak için bulundukları

siperleri terk etmeleri nedeniyle, savaşın bir yenilgiye dönüştüğünü, ama Hz. Muhammed’in

yaralanmasına rağmen yerini terk etmeyerek geri çekilmek için bir yer oluşturduğunu ifade

etmektedir. Kureyşliler’in kendilerini Medinelilerin istihkamlarına saldıracak kadar güçlü

hissetmeyerek, biraz prestij kazanmış olarak, ama Hz. Muhammed’e boyun eğdiremeden

döndüklerini vurgulamaktadır (Hodgson, 1993, s. 130).

Armstrong’a göre, iki yıl sonra (Zilkade 5/Nisan 627) Medine’de yapılan savaşta

Müslümanlar onları ilginç bir sürprizle karşılamıştı. Hz. Muhammed, Medine’yi korumak için

şehrin etrafına çok derin ve geniş bir hendek kazdırmıştı. Savaşları hâlâ bir süvari oyunu gibi

gören Kureyşliler, böyle bir stratejiyle atlarının etkisiz kaldığını görünce ne yapacaklarını

şaşırmışlardı. Yine ona göre, Hz. Muhammed’in onbin Mekkeli’ye karşı üç bin Müslüman ile

karşı durduğu bu savaşta kimsenin burnu kanamamıştı (Armstrong, 2008, s. 34).

Kaynaklarımıza göre bu savaş esnasında altı Müslüman şehit düşmüş, müşriklerden de üç kişi

ölmüştür (İbn Hişâm, 1936, III, s. 264; Vâkidî, 2004, I, s. 421-422).

Armstrong’a göre, dönüm noktası olan Hendek savaşından sonra göçebe kabileler, Hz.

Muhammed’in yükselişini kabul etmişler, uğrunda savaştıkları tanrıların etkisiz olduklarına ve

Kureyş tahakkümünün geride kaldığına inanmışlardı. Bu nedenle birçok kabile Müslüman

toplumla ittifak kurmak istememişti. Ölümcül tehlikelerle dolu beş yıldan sonra Hz.

Muhammed artık Müslüman toplumun hayatta kalacağına inanabilirdi (Armstrong, 2008, s. 34-

35).

3.5 Kaynuka, Nadir ve Kureyza Kabileleri

Medine’de olan üç Yahudi kabilesi, Kaynukâ, Nadr ve Kureyzâ, Hz. Muhammed’i yok

etmek için Mekke ile ayrı ayrı ittifak kurmuşlardı (Armstrong, 2008, s. 35) İkamet yerleri bir

kuşatma anında kolaylıkla Mekke ordusuna katılabilme ve ümmete içeriden saldırabilme

imkânı verdiği için gizli bir tehlike oluşturmaktaydılar. 625 yılında Benî Kaynukâ, Hz.

Peygamberle aralarında olan ittifakı bozunca Arap geleneklerine uygun olarak Medine’den

sürülmüşlerdir (Armstrong, 2005, IX, s. 6225).

Hz. Muhammed, kendileriyle özel bir anlaşma yaparak güvence verdiği Nadîr

kabilesinin de kendisini öldürtmek için komplo kurduğunu öğrenince, onlar da Medine’den

sürüldüler ve yakınlardaki Yahudi yerleşim merkezine göç ederek, kuzey Arap kabileleri

arasında Ebû Süfyan için destek toplamaya başladılar. Böylece Nadir kabilesi, Medine dışında

da tehlikeli olduğunu kanıtlamıştı (Armstrong, 2008, s. 35).

Hendek Savaşı’nda Kureyzâ kabilesinin Mekke’nin tarafını tutması ve Müslümanların

yenilgiye uğrayacak gibi görünmesinden sonra Hz. Muhammed’in Kureyzâ’ya merhamet

göstermediğini zikreden Armstrong, bu olay sonucunda bu kabileden yedi yüz erkeğin

öldürüldüğünü ve çocuklarla kadınların köle olarak satıldığını belirtmiştir (Armstrong, 2008, s.

35). Kaynaklarımıza uygun olan bu ifadelerle ilgili geniş bilgi için bakınız (İbn Hişâm, 1936,

III, s. 251-253; Taberî, 1987, III, s. 179-181; Fayda, 2005, XXX, s. 417). Resûlullah

Kaynukâoğulları ve Nadîroğullarına gösterdiği af ve hoşgörüyü – yani yurtlarından

ayrılmalarına izin vermesi- Kureyzâoğullarına göstermemiştir. Çünkü onlar Müslümanlara

savaşın tam ortasında ihanet ederek çok zor anlar yaşatmışlardır. İki ateş arasında kalan

Müslümanlar yok olma tehlikesiyle karşı karşıya kalmışlardır. Bundan dolayı

Kureyzâoğullarına en ağır ceza verilmiştir. Bu gazvedeki önemli nokta, kararın Sa’d b. Muâz

tarafından Kur’ân-ı Kerîm’e göre değil, Tevrat’a göre verilmesidir (Arslan, 2014, s. 228-229;

Tesniye, 20: 10-15).

Page 40: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 35

Armstrong, Kureyzâ katliamının korkunç bir olay olduğunu, ama o günkü ilkel toplum

kurallarını günümüzün standartlarıyla değerlendirmenin yanlış olacağını beyan etmiştir. Ona

göre Hz. Muhammed’in Kureyzâ’yı sürgün etmekle yetinmemesinin nedeni, onların

Hayber’deki Yahudi kuvvetlerine katılıp Müslüman toplum üzerine yeni bir savaş getirme

ihtimali olarak değerlendirmiştir. Yedinci yüzyılda Arabistan’da, bir Arap şefin Kureyzâ gibi

hainlere merhamet göstermesinin beklenmemesi gerektiğini ifade etmiştir. Ayrıca Armstrong,

Hz. Muhammed’in Kureyzâ’ya karşı verdiği kararların, düşmanlıkları olabilecek en çabuk

şekilde sona erdirme amacını taşıdığını ve onun, yarımadada sağlamaya çalıştığı değişikliğin

kan dökmeden başarılamayacağını da vurgulamıştır (Armstrong, 2008, s. 35-36).

Marshall Hodgson’a göre, birçok eski halklar arasında olduğu gibi Arap geleneklerine

göre de düşman esir alınınca, kadınlar ve çocuklar köleleştirilir, ama yetişkin erkekler

kendilerine köle olarak güvenilmeyeceğinden ya öldürülür ya da fidye için tutulurlardı. Hz.

Muhammed’in bu defa fidyeye izin vermediğini ve sayıları 600 kadar olan erkeklerin tümünün

öldürülmesine ısrar ettiğini iddia etmektedir (Hodgson, 1993, s. 131). Başka bir oryantalist

olan Maxim Rodinson, Kureyzâ’nın Medine’de kalmasının sürekli tehlike arz ettiğini, onların

Medine’den gitmelerine izin vermenin ise, Hayber’deki İslâm karşıtı entrika yuvasını

güçlendirmekten başka bir işe yaramayacağını belirterek yukarıdaki ifadeleri bir anlamda teyid

etmiştir (Rodinson, 1994, s. 165).

İhsan Arslan’a göre, Medine’de bulunan üç Yahudi kabilesinin cezalandırılma

sebepleri şunlardır: “Hz. Peygamber ve Müslümanlarla alay etmeleri, İslâm devletini ve

davetini tehdit etmeleri, Hz. Peygamber’i ve otoritesini itibarsızlaştırmaya çalışmaları, iç ve

dış güçlerle işbirliği yaparak onları İslâm aleyhinde kışkırtmaları, iç huzuru bozarak ülkenin

birlik ve beraberliğini zedelemeleri, Müslüman hanımlara sarkıntılık etmeleri, devlet

başkanına suikast girişiminde bulunmaları, yaptıkları anlaşmayı bozmaları, vatana ihanet

etmeleri suretiyle İslâm toplumunun geleceğini tehlikeye atmalarıdır” (Arslan, 2014, s. 229).

3.6 Hudeybiye Seferi

Armstrong’a göre, Hendek Savaşı’ndan sonra Hz. Muhammed Mekkelileri yenilgiye

uğratmış, Medine’de isyancıları bastırmıştı. Artık daha barışçıl bir yöntem izleme zamanının

geldiğini düşünmekteydi. Bu nedenle o, Zilkade 6/Mart 628’de, çatışmayı sonuca ulaştıran

cüretkâr bir planı uygulamaya koyarak Mekke’ye hacca gideceğini ilan etmiş ve gönüllülerden

kendisine eşlik etmelerini istemişti. Hacıların silah taşıması yasak olduğundan, Müslümanlar

aslanın inine girecek ve kendilerini öfkeli Kureyşliler’in merhametine bırakacaklardı. Bu

amaçla bin kadar Müslüman beyaz hac kıyafetlerini giyerek Mekke’ye doğru yola

koyulmuşlardı. Kureyşliler, silahsız hacıları şiddetin yasak olduğu bölgeye ulaşmadan önce

saldırmak için hareket etmişlerdi, ama Hz. Peygamber onları yanıltmış ve Hudeybiye’de kamp

kurmuştu. Kureyşliler bu barışçıl gösteri sayesinde Müslümanlar ile bir anlaşma yapmak

zorunda kalmışlardı (Armstrong, 2008, s. 37). Hudeybiye öncesi Mekke’ye umre amaçlı yola

çıkılması, katılanların sayısı ve üzerlerindeki silahlarla ilgili olarak bakınız (İbn Hişâm, 1936,

III, 321-322; İbn Sa’d, ty, II, s. 95).

Hudeybiye barış antlaşması iki taraf için de istenmeyen bir gelişmeydi. Müslümanların

çoğu eyleme geçmek istemekte ve anlaşmanın utanç verici olduğunu düşünmekteydi. Hz.

Muhammed ise zaferi barışçıl yöntemlerle kazanmaya kararlıydı. Hudeybiye antlaşması

sonrası daha fazla bedevî etkilendi ve İslâm inancına girmek güçlü bir eğilim haline geldi

(Armstrong, 2008, s. 37). Başka bir oryantalist olan Marshall Hodgson, Hudeybiye’de yapılan

antlaşma gereği Kureyşliler’in, bedevî müttefiklerine kendilerini terk etme izni vermek

zorunda kaldıklarını ve bunun sonucunda Kureyşle önceden ittifak kurmuş bazı kabilelerin

anlaşmalarını bozup hemen Hz. Muhammed’in saflarına katıldığını ifade etmektedir (Hodgson,

1993, s. 134). Delcambre ise, Hudeybiye’nin sahâbeler için gerçek bir hayal kırıklığı olduğunu,

fakat önderleri Hz. Muhammed’in bu anlaşmada olumlu sonuçlar gördüğünü, çünkü

Page 41: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 36

Mekkelilerle Müslümanların ilk kez eşit şartlarda barış masasına oturduğunu belirtmiştir

(Delcambre, 2004, s. 96).

3.7 Mekke’nin Fethi

Armstrong, Kureyşliler’in Hz. Muhammed’in müttefiklerinden bir kabileye saldırıp

Hudeybiye antlaşmasını çiğnediklerini, bu nedenle Hz. Muhammed’in onbin kişilik bir orduyla

Mekke’ye yürüdüğünü belirtmektedir (Armstrong, 2008, s. 38). Kaynaklarımızda,

Müslümanlarla ittifak halinde olan Huzaa kabilesi ile Kureyşle ittifakı olan Benû Bekr kabilesi

arasında bir savaş çıktığı, Kureyşliler’in Hudeybiye Antlaşması’na aykırı davranarak Benû

Bekr’e silah yardımı yaptığı ve onlarla beraber gece savaştığı belirtilmektedir (İbn Hişâm,

1936, IV, s. 31-32).

Bu ezici güç ve taşıdığı anlam karşısında ezilen Kureyşliler’in, şehir kapılarını

açtıklarını ve kan dökülmeden Mekke’nin fethedildiğini ifade eden Armstrong, Hz.

Muhammed’in Kâbe’nin içindeki ve etrafındaki putları kırıp Kâbe’yi Allah’a adadığını,

belirtmektedir (Armstrong, 2008, s. 38). Yukarıda geçen ‘kan dökülmeden’ ifadesi

kaynaklarımızla örtüşmemektedir. Mekke’nin fethi esnasında Resûl-i Ekrem kumandanlarına

mecbur kalmadıkça savaşmamalarını, kaçanları takip etmemelerini, yaralıları ve esirleri

öldürmemelerini bildirmiştir. Buna rağmen harekâtın sonunda direniş gösteren 12 veya 13

müşrik öldürülmüş, iki veya üç Müslüman da şehit olmuştur (İbn Hişâm, 1936, IV, s. 50;

Fayda, 2005, XXX, s. 419). Vâkıdî, Mekke’nin fethi esnasında ondört müşriğin öldürüldüğünü,

iki Müslüman’ın da şehit olduğunu belirtmektedir (Vâkidî, 2004, I, s. 293). Mekke’ye girişte

Sa’d b. Ubâde’nin: “Bugün ölüm günüdür. Kutsalın ihlal edildiği bir gün ve Allah’ın Kureyş’i

alçalttığı bir gündür” demesi üzerine Hz. Peygamber’in kendisini görevden alıp yerine oğlu

Kays b. Sa’d’ı tayin etmesi, onun kan dökmek istemediğini, kansız bir şekilde sulh yoluyla

şehre girmek istediğini göstermektedir. Ayrıca Resûlullah’ın bu hareketi düşmanları olsa dahi

insana ne kadar değer verdiğini ortaya koymaktadır. Allah Resûlü fetih günü geniş bir hoşgörü

örneği göstererek, kendisine her türlü eziyet ve işkenceyi yapıp sonunda kendisini doğup

büyüdüğü şehirden kovan insanları bir çırpıda affetmiştir. Acaba dünya tarihi, halkı tarafından

kovulup daha sonra oraya muzaffer olarak giren bir kumandanın, Hz. Peygamber’in gösterdiği

bu âlicenaplığı göstermesine tanık olabilmiş midir? (Arslan, 2014, s. 109-110) diyerek

Resûlullah’ın hoşgörüsünün sınırlarını vermeye çalışmıştır.

3.8 Vefâtı ve Sonrası

Armstrong, olağanüstü zekâ sahibi olan Hz. Muhammed’in ölümüne kadar Arabistan’ın

neredeyse bütün aşiretlerini yeni bir ümmet çatısı altında topladığını, Araplara kendi

geleneklerine uyan özgün bir mâneviyat getirdiğini ve kendisinden sonraki yüzyıl içinde

Himaliyalardan Pireneler’e kadar kurulacak bir İmparatorluğun güç kaynaklarını harekete

geçirdiğini ifade etmiştir (Armstrong, 2008, s. 219).

Armstrong’a göre, Hz. Muhammed 8 Haziran 632’de (13 Rebîülevvel) sevgili eşi

Âişe’nin kollarında vefat ettiğinde, Arabistan’daki kabilelerin neredeyse hepsi Arap

konfederasyonuna katılmış veya İslâm’a girmişti. Hz. Muhammed’in yaşamı ve başarıları,

Müslümanların ruhsal, politik ve ahlakî vizyonlarını sonsuza kadar etkileyecekti. Hz.

Muhammed ümmetine ilahi güce mükemmel teslimiyet konusunda ideal örnek olmuştu ve

Müslümanlar, ruhsal ve sosyal yaşamlarında bu standartlara ulaşmaya çalışacaklardı. O’na

göre, Hz. Muhammed asla ilahi bir varlık olarak görülmemiştir, ama ‘Mükemmel İnsan’ olarak

kabul edilmiştir. Allah’a teslimiyeti öylesine tamdır ki, bu teslimiyet onun Arap dünyasını

sonsuza kadar değiştirmesini ve Arapların uyum içinde yaşamasını sağlamıştır (Armstrong,

2008, s. 38-39).

Page 42: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 37

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Batı dünyası yüzyıllardır mücadele verdiği İslam dünyası ile hem savaş meydanlarında

hem de fikrî alanda mücadele içinde bulunmuştur. Haçlı Seferleriyle İslam beldelerini ele

geçirmeye çalışan Batılılar, aynı zamanda Kur’ân-ı Kerîm ve Hz. Peygamber üzerinden İslam

dinini yıpratmaya ve kendi dinlerinin üstün olduğu imajını vermeye çalışmışlardır. Bu

seferlerin askeri ve siyasi yönden başarısızlığa uğramasından bu yana özellikle Hz.

Peygamber’e yönelik fikri saldırılar artarak devam etmiş, böylece onun üzerinden İslam ve

Müslümanlar karalanmaya çalışılmıştır. Yakın zamanda Fransa’da yaşanan karikatür krizi

bunun en somut örneğidir. Bu bağnaz yaklaşımlara rağmen yirminci yüzyılın ikinci yarısından

itibaren Hz Peygamberle ilgili ifadelerin daha yumuşadığını ve ılımlı hale geldiğini

söyleyebiliriz. Son yıllarda ise bazı müsteşrikler daha ılımlı ve İslam Tarihi kaynaklarına

uygun eserler vermeye başlamışlardır. İşte bu oryantalistlerden biri de Karen Armstrong’tur.

Armstrong, Batılı bir yazar olmasına rağmen Hz. Peygamber’in hayatına ilgi duymuş,

onu objektif bir bakış açısıyla ele almaya çalışmış ve gerektiği yerlerde Batı zihniyetini onun

hakkındaki mesnetsiz ve insafsız fikirleri nedeniyle eleştirmiştir. Armstrong, Hz.

Muhammed’in beşerî yönünden ve barışçı yapısından oldukça etkilenmiştir. Onun Mekke gibi

kavgacı ve karışık bir şehirde ortaya çıkarak -zorunlu yaptığı savaşlar dışında- o toplumu, barış

politikası uygulayarak dize getirdiğini belirtmeye çalışmıştır.

Batılıların aynı gezegeni paylaştıkları Müslümanları anlamayı, onların inançlarına,

ihtiyaçlarına, öfkelerine ve amaçlarına saygı duymayı öğrenmeleri gerektiğini ifade etmiştir.

Bunun özgün dehası ve bilgeliğiyle karanlık ve korkutucu zamanları aydınlatabilecek Hz.

Muhammed’in hayatını anlamaktan geçtiğini belirtmiştir. Ortaçağ boyunca İslam’ı bir hedef

olarak gören Batının, barbar kabilelerin tehdidi altında kültürel bir lağım halinde olduğunu,

ama İslam’ın müthiş bir dünya gücü olarak varlığını sürdürdüğünü vurgulamıştır. Batı’da temel

eleştiri konularından biri olan Hz. Peygamber’in evliliklerine olumlu yaklaşmış ve Mekke gibi

çokeşliliğin yaygın olduğu bir toplumda Hz. Muhammed’in sadece Hz. Hatice ile evli kaldığını

vurgulamıştır. Medine’deki diğer evliliklerinin de politik olduğunu, şehvetinden dolayı harem

kurmak gibi bir düşüncesi olmadığını ifade etmiştir. Günümüzde Batı’da bu konuda bazı kişiler

ve gruplarca yapılmaya çalışılan Hz. Peygamber’e iftira ve karalama çalışmalarına en güzel

cevabı bu ifadeleriyle vermiştir.

Armstrong, Hz. Peygamber’in Cebrâil vasıtasıyla vahye muhatap olduğunu ve Allah’ın

Araplar’a kendi dillerinde bir kitap ile kendilerinden olan birini uyarıcı gönderdiğini ifade

etmiştir. Ancak Arapların aşırı putperestliklerinden dolayı Hz. Peygamber’e ve ilk inananlarına

sert karşılık verdiklerini beyan etmiştir. Garânîk olayı hususunda, bu olayın varlığı gerçek olsa

bile, Kur’ân’ın herhangi bir anda şeytan tarafından bulandırıldığını düşünmenin doğru

olmadığını ifade ederek bir anlamda bu olayı reddetmiştir. Hicretle ili olarak ise, Hicretin

sadece bir adres değişikliği değil, Hz. Muhammed’in Kur’ân idealini tam olarak

gerçekleştirebilmesi için bir dönüm noktası olduğunu vurgulamıştır. Ancak Hicret edenlerin

geçimlerini sağlamak için akıncılık adı verilen bir meslek geliştirerek kendi kabilelerinin

kervanlarına saldırdıklarını ve onları yağmaladıklarını iddia etmiştir. Yani seriyye ve gazveleri

“yağmacılık” olarak nitelendirmiştir.

Armstrong, Batı’da Hz. Muhammed’in zorla İslam’ı kabul ettirmeye çalışan bir savaş

önderi olarak tanıtıldığını, oysa gerçeğin farklı olduğunu, onun yaşamı için savaştığını ve

kimseyi dinini değiştirmeye zorlamadığını vurgulamıştır. Ayrıca, Bedir, Uhud ve Hendek

savaşlarından sonra Kureyş tahakkümünün geride kaldığına inanan çevre kabilelerin Hz.

Muhammed’in üstünlüğünü kabul ettiklerini belirtmiş ve ölümcül tehlikelerle dolu bu beş

yıldan sonra Müslüman toplumun hayatta kalma ümidinin arttığını ifade etmiştir. Medine’de

meskûn bulanan üç Yahudi kabilesinin ikâmet yerlerinin bir kuşatma anında kolaylıkla Mekke

ordusuna katılabilme ve ümmete içeriden saldırabilme imkânı verdiği için gizli bir tehlike

oluşturduklarını ifade etmiştir. Kaynukâ’nın anlaşmayı bozması sonucunda, Nadiroğullarının

Page 43: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 38

da Hz. Peygamber’e suikast düzenleme teşebbüsünden sonra Medine’den sürüldüklerini, Benû

Kurayzâ’nın ihanetinin ise, yediyüz erkeğin öldürülmesi, kadın ve çocuklarının ise köle olarak

satılmasıyla son bulduğunu belirtmiştir. Birçok oryantalist tarafından vahşet olarak nitelenen

bu olayı Armstrong, kendi şartları içerisinde değerlendirmiş ve o dönemde Arap bir şefin

Kureyzâ gibi hainlere merhamet göstermesinin beklenmemesi gerektiğini vurgulamıştır.

Armstrong, Hz. Muhammed’in çatışmayı sonuca ulaştıran cüretkâr bir planı uygulayarak

umre için Mekke’ye yöneldiğini, sonuçta Kureyşliler’in Müslümanlar ile anlaşma yapmak

zorunda kaldıklarını, bu antlaşmadan sonra daha fazla bedevî kabilesinin etkilendiğini ve

İslam’a girmenin güçlü bir eğilim haline geldiğini vurgulamıştır. Kureyşliler’in Hudeybiye

antlaşmasına aykırı davranmaları nedeniyle Hz. Muhammed’in onbin kişilik bir orduyla

Mekke’ye yöneldiğini, bu güce karşı koyamayacaklarını anlayan Kureşlilerin şehir kapılarını

açtıklarını, kan dökülmeden şehrin fethedildiğini vurgulamıştır. Olağanüstü zekâ sahibi olan

Hz. Muhammed’in ölümüne kadar Arabistan’ın neredeyse bütün aşiretlerini yeni bir ümmet

çatısı altında toplandığını, Araplara kendi geleneklerine uyan özgün bir mâneviyat getirdiğini

ve kendisinden sonraki yüzyıl içinde Himalayalardan Pireneler’e kadar kurulacak bir

imparatorluğun güç kaynaklarını harekete geçirdiğini ifade etmiştir.

Armstrong, Hz. Muhammed’in yaşamı ve başarılarının Müslümanların ruhsal, politik ve

ahlaki vizyonlarını sonsuza kadar etkileyeceğini, mükemmel insan ve ideal örnek olması

nedeniyle inananlarının onun standartlarına ulaşmaya çalışacaklarını belirtmiştir.

İfade etmeye çalıştığımız şudur ki; Karen Armstrong, hem oryantalizm geçmişini

sorgulamış hem de Batının Müslümanlarla kuracağı olumlu ilişkilerde kilit noktanın Hz.

Peygamberi anlamak olduğunu vurgulamıştır. Onun peygamberliğini ve insanî boyutunu

kaynaklarımıza uygun ifadelerle vermeye çalışmıştır. Hatalı ve eksik olduğu bazı noktalar hem

bu makalede hem de tezimizde yorumlanmıştır.

Page 44: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 39

KAYNAKLAR

Ağarı, M. (2006). Oryantalist tarihçiliğe karşı oksidental tarihçilik. Marife, 3, ss. 413-423.

Aksekili, A. H. (1992). Hâtemu’l-enbiyâ hakkında en çirkin bir iftiranın reddiyesi. İslâmî Araştırmalar

Dergisi, VI,(2), ss. 125-141.

Armstrong, K. (2005). Hz. Muhammed: İslâm peygamberinin biyografisi, (S. Yeniçeri, Çev.). İstanbul:

Koridor Yay.

________. (2008). İslâm: Kısa bir tarih, (S. Yeniçeri, Çev.). İstanbul: Koridor Yay.

________. (2008). Tanrı’nın tarihi. (O. Özel, H. Koyukan, K.Emiroğlu, Çev.). Ankara: Ayraç Kitabevi

Yay.

________. (1981). Through the narrow gate. New York: St. Martin Press.

________. ( 2004). The spiral staircase: My climb out of darkness. New York: Knopf.

________. (2007). Muhammed: Prophet for our time. Londra:Published by Harper Perennial.

_______ . (2005). Muhammad. Encyclopedia of religion, (Second Edition), IX, NewYork, ys., ss. 6220-

6225.

Arslan, İ. (2014). Beşerî ve siyasî yönleriyle Hz. Peygamber’in hoşgörüsü. Rize: Sts Yayınları.

Aydın, Mahmut (2003). Bazı çağdaş Hristiyan düşünürlerine göre Hz. Muhammed’in Peygamberliği.

Diyanet İlmi Dergi, (Özel Sayı). Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. ss. 271-296.

Bayraktar, İ. (2004). Müsteşrikler ve Hz. Peygamber’e bakışları. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi

Dergisi, 21, ss. 7-61.

Bebel, A. (2011). Hz. Muhammed ve Arap İslâm kültürü, (S. Çelik, H. Erdem, Çev.) İstanbul: Arya

Yay.

Belâzûrî (1996). Ensâbi’l-Eşrâf, (S. Zekkar, R. Zirikli, Tahk.). I-XXIII, Beyrut:Daru’l-Fikr.

Birışık, A. (2002). Kur’ân. TDV İslam ansiklopedisi, XXVI, Ankara: TDV Yay. ss. 385-388.

Cerrahoğlu, İ. (1981). Garânîk meselesinin istismarcıları. Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi,

24, ss. 69-91.

________. (1996). Garânîk. TDV İslam ansiklopedisi. XIII, İstanbul: TDV Yay. ss. 361-366.

Davutoğlu, A. (2003). Batı’da İslâm çalışmaları üzerine. Batı’da İslâm Çalışmaları Sempozyumu,

Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay. ss. 23-39.

Delcambre, A. (2004). Allah’ın Resulü Hz. Muhammed. İstanbul: Yapı Kredi Yayınları.

Fayda, M. (2005). Muhammed. TDV İslam Ansiklopedisi. XXX, İstanbul: TDV Yay. ss. 408-423.

Görgün, H. (2005). Batı dünyası. TDV İslam Ansiklopedisi. XXX, İstanbul: TDV Yay. ss. 476-478.

Hakyemez, C. (2006). Oryantalistlere göre Hz. Muhammed. İslâmi İlimler Dergisi, 1, ss. 161-176.

Hamidullah, M. (2012). Hz.Peygamber’in savaşları. (E. Y. Nazire, Çev.). İstanbul: Beyan Yay.

________. (2014) İslam Peygamberi. (Y. Mehmet, Çev.). İstanbul: Beyan Yay.

Hodgson, M. G.S. (1993). İslâm’ın serüveni. (İ. Akyol ve diğr. Çev.). İstanbul: İz Yay.

Hourani, A. (1996). Batı düşüncesinde İslâm. (M. Kürşat Atalar, Çev.). İstanbul: Pınar Yay.

Hüseyin, A., Olsen, R., Kureşi, Cemil, C. (1989). Oryantalistler ve İslâmiyatçılar. İstanbul: İnsan Yay.

İbn Hişâm (1936). es-Sîretü’n-Nebeviyye. I-IV, Beyrut: Mektebetu’l-Asriyye.

İbn Kesîr (1992). el-Bidâye ve’n-Nihâye. I-VIII, (M. es-Sıbbıka ve diğr. Tahk.). Beyrut: Mektebet’ul-

Me’arif.

İbn Sâ’d (ty). et-Tabakâtü’l-Kübrâ. I-VIII, Beyrut: Daru’l-Sadr.

İbnü’l-Esîr (1982). el-Kâmil fi’t-Târih. I-XII, Beyrut: Daru’l-Sadr.

Page 45: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 40

Mahmudov, E. (2010). Sebepleri ve sonuçları açısından Hz. Peygamber’in savaşları. İstanbul: İsam

Yay.

Kandemir, M. Y. (1997). Hatice. TDV İslam Ansiklopedisi. XVI, İstanbul: TDV Yay. ss. 465-466.

Kara, S. (2005). Hz. Peygamber’e karşı oryantalist bakış ve bu bakışın kırılması. Ankara Üniversitesi

İlahiyat Fakültesi Dergisi, 23, ss. 145-169.

Palacios, M. (1968). İslam and divine comedy. London: Frank Cass.

Rodinson, M. (1994). Hz. Muhammed, (A. Tokatlı, Çev.). İstanbul: Sosyal Yay.

Said, Edward W. (1999). Şarkiyatçılık, (Berna Ülner, Çev.). İstanbul: Metis Yay.

Sarıçam, İ. (2005). Hz. Muhammed ve evrensel mesajı. Ankara: Diyanet İşleri Başkanlığı Yay.

________. (2013) Batı oryantalizminin İslam Peygamberine fenomenolojik bakışı. Modern Türklük

Araştırmaları Dergisi, X, (2), ss. 23-42.

Sarıçam, İ., Erşahin, S. (2007). Batı oryantalizminin Hz. Peygamber’e bakışı. Eski Yeni Dergisi, 5, ss. 5-

21.

Schimmel, A. (2007). Hz. Muhammed. (O. Aytolu, Çev.). İstanbul: Profil Yay.

Sıbai, M. (1993). Oryantalizm ve oryantalistler. İstanbul: Beyan Yay.

Şimşek, M. S.,(1993). Garanik rivâyetinin tarihi değeri. Bilgi ve Hikmet Dergisi, 2, ss. 147-162.

Taberî (1987). Târihu’l-ümem ve’l-mulûk. I-XIII, (M. Ebu’l-Fazl İbrahim, Tahk.). Beyrut: Daru’l-Fikr

Ümeri, Ekrem Ziya (2003). Oryantalizmin sünnet ve Siyer ilmine yaklaşımı, (A. Yavuz, Çev.). Selçuk

Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 16, ss. 231251.

Vâkidî (2004). Kitâbu’l-meğazî. I, Beyrut: Dâru’l-Kitâbi’l-Âlemiyye.

Watt, W. M. ( 1986). Muhammed Mekke’de. (M. Rami Ayas-A. Yüksel, Çev.). Ankara: Ankara

Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yay.

________.(1992). Oryantalistlerin İslâm araştırmaları. (T. Küçükcan, Çev.). Dokuz Eylül Üniversitesi

İlahiyat Fakültesi Dergisi, 7, ss. 411-421.

_________.(1998). İslâm düşüncesinin teşekkül devri, İstanbul: Birleşik Yay.

________.(2000). İslâm Avrupa’da. (H. Yavuz, Çev.). İstanbul: Marmara Ünv. İlahiyat Fakültesi Yay.

Zakzuk , M. Hamdi (2006). Oryantalizm veya medeniyet hesaplaşmasının arka planı, (A. Hatip, Çev.)

İzmir: Yeni Akademi Yay.

Yıldırım, S. (2003). Oryantalistlerin yanılgıları. İstanbul: Ufuk Kitapları.

Ansiklopedik Sözlük/Bilgi Sayfası. https://tr.m.wikipedia.org. Erişim Tarihi: 28.08.2015.

Guardian Sayfası. https://www.theguardian.com. Erişim Tarihi: 28.08.2015.

Gazete Haberleri Sayfası. http://www.tumgazeteler.com. Erişim Tarihi: 03.05.2009.

Ansiklopedik Sözlük/Bilgi Sayfası. http:/www.turkcebilgi.com. Erişim Tarihi: 28.08.2015.

Page 46: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Batı’da Hz. Muhammed Algısı… 41

Extended Abstract

Western world has struggled both mental area and war area with islamic world for centuries.

Westerns who wanted to gain islamic places with the Crusaders excursion tried to wear out Islam belief

on Quran and Holiness Prophet. Also they tried to surpass their beliefs. Since these military and political

excursion failed, espicially mental attacks to Holiness Prophet have continued by getting more and more.

So Islam and Muslims have been tried to defame. Caricature crise is the most concrete example wich

came out in France in near past. Despite these bigote d things, since the second half of twentieth century,

we can say that the expresses about Holiness Prophet are getting soft shelled. Especially last years, some

orientalists started to write productions which are suitable to Islam Historic sources and more soft-

shelled. Already one of these orientaists is Karen Armstrong.

Although Armstrong is a western writer she is interested in Holiness Prophet’s life, she tried to

deal with him an objective perspective and when necessary she criticised Western mentality because of

their baseless and relentless thoughts. Armstrong was impressed quitely from Muhammad’s humanity

sence and peaceful structure. As he came up in a fighter and complicated city such as Mecca, he

attempted to indicate bringing the community to heel with applying peace politics.

Armstrong expressed that western people need to understand Muslims whom they shared the

same planet and to respect their beliefs, needs, angers and aims. She expressed that it was possible to

understand it with the help of Prophet’s life wich was able to lighten to darkness and frightening times

with his original mastermind and wisdom. During middle age, Armstrong emphasised that western

which had seen to Islam as a target, has become a cultural sewer under barbarian tribes threat, but Islam

as a great world power, has continued its existence. Armstrong found favourable Holiness Prophet’s

marriages which of the main critic subjects in Western and she emphasised that Holiness Prophet stayed

married with only Holiness Hatice in a community which is common polygamy such as Mecca. She

expressed Holiness Prophet’s other marriages were, politics, not cause of his lustfulness and there wasn’t

an idea making a hareem. Today Armstrong gave the best answer with these expresses to slander and

defamation workings to Holiness Prophet which are been tried to be done by some people and groups in

this subject in Western.

Armstrong expressed that Holiness Prophet was an interlocuter to divine inspiration via Gabriel,

and God sent o book which was in their language to Arabs with a collocutor who was one of themselves.

However Arabs declared that they responded harshly to Holiness Prophet and the first believers because

of pagan rituals with the cause of their not having a suitable position with religion. Armstrong expressed

about Garanik event that it wasn’t true the thinking of Quran was blurred in any time by devil even if

this event’s existence was real and in a manner of speaking she denied this event. Armstrong expressed

that not only Hejira is a change of adress but also it is a milestone for exactly realising of Muhammad’s

Quran ideal. Armstrong claimed that emigress attacked and plundered their own tribes’ camel trains as

improving a job named raider for their livelihood. I mean she described Seriyye and Gazve as plunder.

We have thought that she was affected by other orientalists’ expreses.

Armstong emphasised that Holiness Muhammad is being introduced as a war leader who imposed

to establish Islam forcely whereas reality is different and he fought for his life and he didn’t impose

anybody for changing somebody’s religion. Also she declared that after Badr, Uhud and Trench wars

neighbourhood tribes wich believed Quraysh domination stayed behind, accepted Muhammad’s

distinction. She expressed that after these five years when are full of mortal dangerous, Muslim

community’s existence hope increased. Armstrong expressed that tree Jewish tribes’ place of residence

which are residential in Medina, can participate in Mecca army in a surrounding moment and they can

be a secret dangerous cause of giving an attack innerside to Muslim ummah. She expressed that

Qaynuka’ died consequence of like an infidelity and after Nadirsons’ initiative regulation of an

assassination to Prophet they were exiled to out of Medina, Benu Qurayzah’s infidelity finished with

being killed of seven hundred men and being sold their women and children as a slave. Armstrong

evaluated this event which was described a forecity by many orientalists, in her situation and she

emphasised that, in that term, it wasn’t needed to wait an Arab chief showed mrcy to treacherous like

Qurayzah. Armstong emphasised that as Muhammad was applying a courageous plan to carry out a

conflict for visiting Kabah in any time. He directed to Mecca and in consequence; Qurayshis had to

make convention with Muslims, after this convention more Bedouin tribes were affected and it became

tendency to attend Islam.

Page 47: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İhsan ARSLAN, Muhammet Ali KESTİOĞLU 42

Armstong emphasised that Qurayshis had directed to Mecca with a ten thousand peopled army

because of behaving eccentricly to Hudaybiyyah convention and Qurayshis opened the door of city

against this overwhelming power and its consisting mean, the city was conquered without shedding

blood. Armstrong expressed that untill Holiness Muhammad who had a predigious intelligence died, he

collected almost all nomadics of Arabia under a new ummah framing, he brought authentic spirituality

which was suitable for Arabs’ own traditions and next century after himself he moved off power source

of an empire which would be built from Himalayas to Pirenes.

Armstrong indicated that Holiness Muhammad’s life and successes affects Muslim’s spiritual and

moral visisons forever and cause of being perfect human and ideal example, people who believe struggle

to reach his standarts.

Our things we want to Express are that, Karen Armstrong emphasised both she interrogated the

past of orientalism and the key factor was understanding to Holiness Prophet about Western’s setting up

positive relationship with Muslims. She studied to give his prophethood and his humanity dimension

with the suitable expresses to our sources. Some points which were wrong and lacking were commented

both in this our article and our thesis.

Page 48: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 43-79

[201?]

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile Düşünce Okulu’nun

Ecel, Ömür Ve İlim Anlayışı

In The Context Of Fatal, Death And Knowledge Mentality Of

Mutazila School

Namık Kemal OKUMUŞ

ÖZ: Çalışmamız süresince Mu’tezile Düşünce Okulu’nun ezelî yazgı bağlamında ecel düşüncesini ele

aldık. Zira ecel konusu, kader düşüncesinin içerisinde merkezî bir konumda bulunmaktadır. Öyle ki, İslâmî

geleneğin büyük bir kısmında ezelde takdir edilmiş olan ecel ve ömür algısı, yine ezelde yazılmış olan kader

düşüncesinin bir devamı niteliğinde görülmüştür. Her ne kadar Mu’tezile ekolü, klâsik Ehl-i Sünnet düşüncesinden

farklı olarak insan sorumluluğunu dikkate alarak meseleyi tanımlamıştır denilebilirse de, son tahlilde onların kader

anlayışları da ezelî ilim anlayışlarının gölgesinde kalmış gibidir. Bu yüzdendir ki, beşer tasavvurunu derinden

etkilemiş olan bu kadîm sorun, sağlıklı bir çözüme kavuşturulamadığı gibi, hâlâ insanlığın başat problemi olmaya

devam etmektedir.

Anahtar sözcükler: Ezelî takdir, kader, ecel, ömür, ilim, rızık, lütuf.

ABSTRACT: During our work, we have discussed Mutazila School’s death idea in the concept of

primordial destiny. Because death is located as a central location in the idea of fate. It is appreciated that the

perception of life and death is a continuation of the idea of past eternity, whose fate has been written. Mu'tazila

school, as opposed to the classical idea of Ahl al-Sunnah, explained the topic by considering human responsibility.

However, their way to understand fate has remained in the shadow of their understanding of primordial knowledge.

That’s why, this ancient issue which effected human conception deeply and not resolved yet, is still one of the

biggest problems.

Keywords: Primordial destiny, knowledge, fate, death, lifetime, livelihood, grace.

1. GİRİŞ

İslâm kültür tarihi içerisinde kaderci eğilimin temel unsurlarından birisi olarak kabul

edilmiş olan ecel algısı, kişisel özgürlük bağlamında ele alınması gereken önemli bir meseledir.

Düşünce geleneği itibariyle konunun ezelî yazgı bağlamında ele alınmış olması, kanaatimizce

ilgili sorunun çözümüne de herhangi bir katkı sağlamayacaktır. Bu nedenledir ki, Mu’tezile

Düşünce Okulu’nun kurucu ataları,1 bahse konu olan algıyı, ezelî takdir alanı içerisinde değil,

Yrd. Doç. Dr. Namık Kemal OKUMUŞ, Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi İlâhiyat Fakültesi. 1Meşhur olan görüşe göre Mu’tezile Mezhebi’nin kurucu atası Vâsıl b. Ata (ö. 131/748)’dır. Onun mezhebin kurucu

fikri mesabesinde olan el-menzile açılımı ise, ekolün hem fikrî anlamda doğuşundaki hem de mezhepleşmesindeki

ana sâik olarak kabul edilebilir. Rivâyete göre büyük üstad Hasan Basrî (ö. 110/728)’ye Haricîler, büyük günâh

işleyenler hakkında Mürcie’nin yaklaşımlarını sorduklarında, Vâsıl hocasının cevabını beklemeden hemen ileri atılır

ve bu husustaki fikrini söyler. Ona göre büyük günâh işleyen ne Haricîlerin dediği gibi kâfirdir, ne de Mürcie’nin

iddia etmiş olduğu gibi mü’mindir. Bilâkis ikisi arasında bir yerde yani el-menzile beyn’el-menzileteyn’dedir.

Bununla kalmayan Vâsıl, fikrini ifade ettikten sonra hocasından ayrılıp kenara çekildiğinde, durumun nezaketinin

farkında olan Hasan Basrî de bunu üzerine: Vâsıl bizden ayrıldı! (Kad i’tezele annâ’l-Vâsıl) demek suretiyle

gerçekleşen oluşuma adını vermekten geri durmamıştır. Bunun üzerine Vasıl ve mezhebin önde gelen

şahsiyetlerinden olan Amr b. Ubeyd (ö. 144/761) o meclisten ayrılmışlardır. İlginç olan şudur ki, hayatının kırk

kusur yılını Mu’tezile içerisinde geçiren Eş’arî’de Vâsıl’ın ortaya koymuş olduğu bu yaklaşımla paralel olan bir

eylem tarzıyla Mu’tezîle’den ayrılmıştır. Belki de bu yüzden, içerisinde yetiştikleri ana bünyeden kopup gelen

şahsiyetlerin fikrî keskinliğinin diğerlerinden daha etkin konumda seyretmesinin sebepleri oldukça anlaşılır

durmaktadır. (Bkz. İbn Nedim, Fihrist, Beyrut 1994, s. 206; Ebu’l-Hasen el-Eş’arî, Kitâbu’l-Luma fi’r-Reddi Âlâ

Ehli’z-Ziyâğ ve’l-Bidea, Beyrut 1952, s. 76; Abdulkâhir Bağdâdî, el-Fark Beyn’el-Firâk, s. 20-21; Abdulkerim eş-

Page 49: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 44

daha ziyade kişisel özgürlükler bağlamında ele almaya özen göstermişlerdir. Onların bu çabası

sayesindedir ki, özgürlük-sorumluluk değeri üzerinden misak alınmış olan beşerin haddizatında

kendini ifade edebileceği güçlü bir düşünsel alan da ortaya çıkmıştır. Mamafih adı geçen

mezhebin kurumsal anlamda gelişim basamaklarına göre farklılaşmış olan fikrî eğilimlerden

olan Basra ve Bağdat Okulları da konuyu bu bağlam dışına taşırmamıştır. Bu yüzden, Mu’tezîlî

gelenekte bireysel sorumluluk düşüncesi içerisinde ele alınmış olan ezelî yazgı fikri, ilgili

kabulün mâkul sınırlarını da tayin edecektir kanaatindeyiz.

Mu’tezile Mezhebi, tarihsel olarak İslâm düşüncesinin gelişmesinde büyük katkıları

olmuş olan bir düşünce okulu’dur.2 Bu mezhep, gelişim itibariyle birbirini bütünleyen iki farklı

kola da ayrılmıştır. Beş esas adıyla Mezhebin temel esasları olarak bilinen meşhur ilkeler,3

kolları oluşturan düşünce adamları vasıtasıyla geliştirilmiş ve de sistemli bir hâle getirilmiştir.

Mu’tezile’nin iki büyük kolu arasında temel esaslar hususunda belirgin bir fark olmasa da, tâlî

konularda bazı görüş ve değerlendirme farklılıklarının olduğu da bir gerçektir. Tâbir caiz ise bu

ayrılıklar, genel olarak mezhebin düşünsel çizgisini değiştirebilecek temel esasları ilgilendiren

ana konularda değil, bazı ikincil alanlarda baş göstermiştir.4 Mezhep içi tartışma konuları

olarak da görülebilecek olan bu farklılıklar, Mu’tezîlî düşüncenin ana karakterine bir halel de

getirmemiştir. Bu yüzden sistematik eleştirilerimiz bâkî kalmak kaydıyla iddia edebiliriz ki,

mezhep içerisinde oluşmuş olan bazı ayrılıklara rağmen yine de Mu’tezile Mezhebi, özgür

Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihâl, Beyrut, 1992, I, 38, 39; Ebu’l-Muzaffer İsferâyînî, et-Tabsır fi’d-Dîn ve Temyîzu’l-

Fırkati’n-Nâciye ani’l-Firâki’l-Hâlikin, Mısır 1940, s. 65; İbnü’l- Murtazâ, Tabakâtu’l-Mu’tezile, Beyrut 1961, s. 4-

5). 2 Mu’tezile ismi, ilk defa Hz. Ali dönemindeki kargaşa ortamında hiçbir gruba katılmayan ve tarafsız kalanlar için

kullanılmıştır. Bu dönem için itikâdî farklılaşma çok belirgin olmadığından esas ayrışma daha sonra olmuştur.

Mu’tezile olarak, hicri II. asırdan itibaren Basra’da oluşan Müslüman düşünürler topluluğu ifade edilmektedir.

Mu’tezile Mezhebi, H. II. Asrın ortalarından itibaren ortaya çıkan ilk düşünce okuludur. Abbasîler döneminde ise

Bağdat ekolün önemli merkezlerinden birisi olmuştur. Bu nedenledir ki, onların, akâid ve kelâmla ilgili olan her

kavramın oluşmasında şu veya bu şekilde katkıları olmuştur. (Bkz. Osman Aydınlı, Mu’tezile’nin Beş Esasının

Teşekkülünde Ebü’l-Hüzeyl’in Yeri, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 1998, s. 12). Bu düşünce okulu, hem kelâm,

hem de akâid sahasında varlığını sürdürmüştür. Mu’tezile kavramının kendisinden doğmuş olduğu itîzâl kelimesi,

uzaklaşmak, ayrılmak, bir tarafa çekilmek anlamlarına gelen (a-z-l) kelime kökünden türetilmiştir. (Bkz. Ebu’l-Fazl

İbn Manzur, Lisanu’l-Arab, Beyrut 1988, XI, 440; Abdulkerim eş-Şehristânî, age, I, 38; Ebu’l-Abbas Makrîzî,

Kitâbu’l-Mevâizu ve’l-İtîbâr bi-Zikri’l-Hitât ve’l-Âsâr, Londra 1995, II, 164-165; Abdurrahman es-Samedî, el-Adl-i

İlâhî, Beyrut 1996, s. 85-86; Ebu’l-Kasım el- Belhî, Fazlu’l-İtîzâl ve Tabakâtu’l-Mu’tezile, Tunus 1974, s. 108-109).

Grubun adlandırılmasıyla ilgili olarak da geleneksel olan kabule göre, Vâsıl b. Ata’nın büyük günâh (mürtekibu’l-

kebîre) meselesinde hocası Hasan Basrî’den ayrılması neden olarak gösterilir. Başka bir görüşe göre ise, mezhebin

büyüklerinden olan Amr b. Ubeyd’in, büyük bilgin Katâde (ö. 118/736)’nin meclisini terk ettiği için ayrılanlar, yan

çizenler anlamında meşhur olduğu ifade edilmiştir. Diğer bir görüşe göre ise bu kişiler, tarafsızlar anlamında, Hz.

Ali dönemindeki iç savaşlarda hiç kimsenin yanında durmayanlar olarak bilinir. (Bkz. İbn Nedim, age, s. 206;

Eş’arî, age, s. 76; Bağdâdî, age, s. 20-21; Şehristani, age, I, 38-39, 65; İbn Murtazâ, age, s. 3-5; İsferâyînî, age, s.

65; Kemal Işık, Mu’tezile’nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, Ankara 1967, s. 59; İrfan Abdulhamid, İslâm’da İtikâdi

Mezhepler ve Akâid Esasları, İstanbul 1983, s. 94-95). Kendileri ise, bu ismin Kur’an’dan alındığını çeşitli âyetleri

delil göstererek ileri sürmektedirler. Bu iddiaya göre onlar bu ismi, dalâlet topluluğu olan Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat

ile Haricîler’den ayrıldıkları için almışlardır. (Bkz. Kâdî Abdulcabbâr, el-Mecmû Li’l-Muhît bi’t-Teklîf , Kahire ts.,

s. 422; Makrizî, age, II, 476; İbn Manzur, age, XI, 440). 3 Mu’tezile Mezhebi’nin beş esası olarak bilinen ana ilkeleri şunlardır: 1-Adl, 2-Tevhid, 3-İnfâzu’l-vaîd, 4-El-

Menzile Beyne’l-Menzileteyn, 5-El-Emr Bi’l-Ma’ruf Ve’n-Nehy Ani’l-Münker. (Bkz. İbn Ebi’l-İzz el-Hanefî, age,

s. 643). 4 Mezhebin iki büyük kolundan biri olan Bağdat Kolu, Basra Kolu’ndan farklı olarak Hz. Ali’yi dört halifenin en

üstünü olarak görmektedir. Ayrıca Bağdat ekolü, dönemleri itibariyle siyasetle de iç içe olmuş ve mezheplerinin

görüşlerini iktidar eliyle yaymayı öncelikli olarak ele almışlardır. Kişisel özgülüğü kendisine miyar edinmiş olan bir

düşünce okulunun iktidara eklemlendiği bu süreç, Mu’tezîlî düşünceye yarardan çok zarar getirmiştir. Belki de ilgili

düşünce okulunun halkın gözünden düşmesinin nedenlerinin başında, bu dönemde devlet aygıtı kanalıyla yapmış

oldukları fikrî baskılar gelmektedir. Zira onların bu baskıcı uygulamaları, zaman içerisinde büyük bir mağdur

kitlesinin doğmasına da zemin hazırlamıştır. O kadar ki, hadis okullarının zaferi olarak görülebilecek olan devirler,

bahsi geçen bu sürecin peşi sıra gelen zaman dilimleridir. Bunun yanı sıra Bağdat ekolü, imamet anlayışı hususunda

Şia’ya yakın bir eğilim içerisinde de olmuştur. Hatta onlar, Basra Ekolü’nün genel düşünce eğiliminin aksine,

sadece Yüce Allah’ın sıfatları hususuna değil, varlık meselesi’ne de büyük bir önem vermişlerdir. Son olarak ifade

edilebilir ki Bağdat Okulu, Yunan felsefesiyle de Basra Okulu’ndan önce tanışmıştır.” (Bkz. Ramazan Altıntaş,

Sistematik Dönem Kelam Okulları Mu’tezile-Önemli İsimler, Temel İlkeler Ve Ana Eserler, Ankara 2012, s. 72).

Page 50: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 45

düşünce taraftarları anlamında tarihsel kimliğini koruyarak günümüze kadar devam ede gelen

yegâne hür düşünce mektebi olarak kabul edilmelidir.

Mu’tezîlî Düşünce Okulu’nun ezelî yazgı anlayışını daha iyi kavrayabilmek için,

öncelikle ekolü oluşturan iki büyük kolun temsilcilerinin genel fikrî eğilimleri üzerinde durmak

gerekmektedir. Bu noktada kurucu atalardan sayılan düşünürler ile ilgili gruplardan daha

bağımsız bir karakterde düşünce serdeden bir kısım Mu’tezîlî aydının da yazgı anlayışlarına

daha yakından bakmamız gerekmektedir. Zira ekolün hâlihazırdaki fikrî müktesebâtı, daha

ziyade bu düşünürlerin fikirleri üzerinden teorik bir karakter kazanmış gibidir. Tarihsel olarak

Mu’tezile’nin iki büyük kolu arasındaki düşünsel farklılıklar, küçük detaylar’dan ibaret olduğu

düşüncesi genel bir kabul olsa da, kanaatimizce ezelî yazgı konusunda ilgili düşünce ekolleri

arasında oluşan farklılıklar, ilerleyen bölümlerde değineceğimiz gibi hafife alınacak cinsten

şeyler değildir.

Ezelî yazgı bağlamında denilebilir ki, diğer düşünce okullarında olduğu gibi Mu’tezile

Düşünce Ekolü’nün Tanrısal Bilgi’ye yaklaşımları da, kaza ve kader anlayışlarının paralelinde

şekillenmiştir. Bu algıdan dolayıdır ki, ilgili düşünce ekolünün ezelî yazgı ve ecel

anlayışlarının da, genel hatlarıyla ilim ve irade anlayışı üzerinde kurgulandığı görülmektedir.

Bu yüzden Mu’tezîlî düşüncede var olan ezelî takdir anlayışı, Yüce Allah’ın ezelî ilmine uygun

olarak yorumlanmış ve ezelî olan bu ilmin sonradan olacak olan her türlü değişimi de

kapsadığı kanaatine ulaşılmıştır. Netice olarak denilebilir ki, insan özgürlüğünü temsil etme

iddiasında olan bu yeni anlayış, kulların iradeli fiillerinin aidiyeti konusunda Yüce Yaratıcı’ya

dönük güçlü bir açılımı da beraberinde getirmekle beraber, İslâm kültüründeki genel kaderci

eğilimin dışına da çıkabilmiştir. Öyle ki bu açılım, kitlelerde güçlü bir farkındalığı da

beraberinde getirerek, sorunun bireysel sorumluluk ilkesi üzerinden tartışılmasının da işaret

fişeği olmuştur. Bugün itibariyle ilâhî irade’den bağımsız mânâda bir ifade özgürlüğünden

bahsedilebiliyorsa, bunda ilgili okulun düşünce ve eylem planında büyük bir katkısının olduğu

da akıllardan çıkarılmamalıdır.

Geneli itibariyle Mu’tezîlî düşünürler için söylenecek şey, onların ezelî yazgı konusunu

ahlâki açıdan değerlendirme eğilimin sahip oldukları yönündeki kanaattir Mu’tezile Düşünce

Okulu’nun genel kanaatine göre, Yüce Allah’ın ezelî ilmi, kulların davranışları üzerinde

zorlayıcı bir karakterde değildir. Bu yönüyledir ki onların ilim anlayışları, diğer düşünce

okullarından bütünüyle farklı bir sistematik içerisinde ele alınmıştır. İlgili okulun ekser

düşünürlerinin kanaatine göre, Yüce Allah’ın ezeldeki bilgisine dayalı olarak takdir etmiş

olduğu bütün olgular, kulların eylemleri üzerinde baskıcı bir nitelik arzetmediğinden, kullar

kendi iradeleri ile işledikleri fiillerden mutlak mânâda sorumlu tutulacaklardır. Kulların işlemiş

oldukları fiillerin, ezelî ilmin münderecâtıyla mütenasip bir şekilde takdir edilmiş olması da,

son tahlilde Cenâb-ı Allah’ın ezelî olan bilgisinin, kulların bilgisine göre öncelikli oluşuyla da

açıklanmıştır. Ezelî olan bu bilgiye dayalı olarak kaleme alınan Levh-i Mahfuz’daki kayıtlı

durum, dünya hayatındaki olası değişikliklerden etkilenmeyecek kesinlikte ifadeler

içermektedir. Bu yazgı anlayışının kümülâtif bir şekilde değerlendirilmesi ise ilgili düşünce

okulu içerisinde şu doktriner sonucun doğmasına kapı aralamıştır: “Ne şekilde olursa olsun

insanın eceli, Allah’ın ezelî olan ilmindeki bir takdire göredir ve bu yazgıyı insanın sonradan

oluşan davranışları bozamaz.”5

İnsan fiillerini Yüce Allah’ın ezelî ilminin kapsamında değerlendirme alışkanlığı, İslâmî

ekollerin genel bir düşünce karakteristiği olarak görülmektedir. Hür düşünce ile birlikte

sorgulama ve mantıklı düşünebilme yeteneklerini temel ilke olarak benimsemiş olan Mu’tezîli

düşünürlerin, insan sorumluluğunu iptal eder şekilde bir ezelî ilim anlayışına sahip olmaları

düşünülemez. Bu nedenledir ki ekol içerisinde Ehl-i Sünnet’in ilim algısına yakın düşünenler

olduğu gibi, ezelî ilmin kapsama alanını ilâhî irade üzerinden değerlendirenler de vardır. İkinci

5 İbnü’l- Murtazâ, Tabakatu’l-Mu’tezile, Beyrut 1961, s. 98; İbn Hazm, Kitâbu’l-Fasl fi’l-Milel ve’l-Ehvâ ve’n-

Nihâl, Mısır 1902, III, 84-85; A. Mahmud Subhi, ez-Zeydiyye, Kahire 1984, I, 371; Ebû Bekr Bakıllânî, et-Temhid

fi’r-Reddi Ale’l-Mülhidi’l-Muattıla ve’r-Râfıza ve’l_Havâriç ve’l-Mu’tezile, Kahire 1947, s. 332; Abdurrahman

Bedevî, Mezâhibu’l İslâmiyye, Beyrut 1979, I, 623.

Page 51: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 46

düşünüş şekliyledir ki, ilgili algının varmış olduğu son nokta, insan sorumluluğunu ön plana

çıkarmış olmasıdır. Mamafih gerek Mu’tezîlî düşüncede, gerekse de klâsik Ehl-i Sünnet

düşüncesinde temel bir çelişki olan kişinin iradeli fiillerinin ezelî ilme dayalı olarak takdir

edilmiş olması algısı, zaman zaman zihinleri de bulandırmamış değildir. Adı geçen zihinsel

bulanıklığı Mu’tezile ekolünün düşünce kalıpları üzerinden kritik eden Watt, hür düşünce

okulunun mensuplarıyla ilgili olan eleştirilerini şu şekilde ifade etmektedir:“Kaza ve kadere

inanıyorsak maktulun ecelinin de tayin ve takdir edilmiş olduğunu, kişilerin bu bilgiye uygun

olarak ölmesini kabul etmeliyiz. Çünkü ilâhî bilgi, sonradan olan değişimleri kabul etmez. Bu

yüzden “Allah bilir” ifadesi şeklen Allah’a iman kabilinden olup, gerçekte ise faili açıkça belli

olmayan, üstelik hadiseleri tayin ve takdir eden bir bilgiyi değil de ancak bunları tavsif eden

bir bilgiyi ima eder. İnsanın kabiliyet ve kudretinin kendi kaderini tayin edebileceği anlayışı da

bu açıklıktan çıkarılmıştır. Bu ilim anlayışı ile fatalizm aşılamaz. Zira insanın kaderi

konusunda tespit ve gözlem rolü hariç bütün takdiri Allah’a bırakan bir ilim anlayışına sahip

oldukları görülmektedir. Hâlbuki teklif bir kudret’i gerekli kılmış olmalıydı.”6

Mu’tezile’nin ilim anlayışını Ehl-i Sünnet’in ilim anlayışından ayıran temel fark, ezelî

ilmin karakteri hakkındaki yaklaşım farklarıdır. Zira Mu’tezile Mezhebi’nin ekser ulemasına

göre Yüce Allah’ın ezelî ilmi, kişilerin iradeli eylemleri üzerinde zorlayıcı bir karakterde

olmadığı için, kişilerin iradeli fiillerinin ezeldeki ilmin kapsamında biliniyor olmuş olması bir

eksiklik olarak görülemez. Bu anlayışın paralelinde sistemleştirmiş oldukları maktul’un eceli

yaklaşımları da, temelinde Yüce Allah’ın değişmez ilim ve bilgi anlayışı üzerinden tesis

edilmiştir. Konuyu daha da detaylandırmış olan Mu’tezile: “Bizim bir insanın katl-öldürme-

fiilini işleyeceğini önceden bilip, bir tarafa yazmamız, nasıl ki o kişinin fiiline icbarî anlamda

bir etkisi yoksa, Yüce Allah’ın tespiti de böyledir. Çünkü O’nun ilminin insan davranışlarına

göre öncelikli oluşu, fiilin Allah’a aidiyetini doğrulamaz” derken, hem ezelî ilme uygun bir

şekilde belirleme yapmış olmanın Yüce Allah’ın ilminin mahiyetine uygun oluşunu, hem de

akabinde bu ilmin tarafsız olabileceğini işleri sürmüşlerdir. Onlara göre Yüce Allah’ın ezeldeki

bilgisi, O’nun kudret ve adâletiyle uyumlu bir tarz oluşturduğu zamandır ki, ezelî olan o

bilgiye uygun içerikte işler yapılmaktadır.

Tarihsel süreç içerisinde Mu’tezile Mezhebi adıyla tesmiye edilmiş olan bütünüyle

homojen bir düşünce topluluğundan bahsedilemediği içindir ki, bu isimle anılan ve da

birbirinden çok farklı düşünen kelâmcıların olduğu da bir gerçektir.7 Bu nedenle, muhaliflerin

onları tanımlarken kullanmış oldukları toptancı ifadeler, hemen her konuda paralel düşünen ve

yeknesâk bütünlük arzeden fikrî bir teşekkülü ifade etmez. Zira adı geçen bu okul içerisinde

hem fikrî anlamda, hem yapısal olarak, hem de bölgesel kaynaklı pek çok uyuşmazlık noktaları

da bulunmaktadır. O kadar ki, ezelî yazgı ve ecel konusu da bu zihinsel karmaşanın ya da

çeşitliliğin dışında ele alınamaz. Haddizatında Mu’tezile’nin yapmış olduğu veçhile insanın

iradeli fiillerini kişisel sorumluluk bağlamında değil de, ezelî tespit bağlamında ele almak,

Yüce Allah’ın tenzîhî değerlerine bir katkı da sağlamayacaktır. Kanaatimizce onların iddia

ettikleri şey de, insanı köleleştirmekten maada, bundan daha ötesini yani Yüce Allah’ın

konumunu ilgilendirmektedir. Hâlbuki Mu’tezile Mezhebi, esas olarak, fiillerin ezelî ilimle

olan bağından çok, kimin tarafından yaratıldığıyla ilgiliydiler. Bu yüzden de onlar, kişisel

sorumluluğu iptal eden kesb anlayışına da şiddetle karşı çıkmışlardır. Netice olarak denilebilir

ki, fikrî yapı anlamında muarızları olan Ehl-i Sünnet Ekolü’nden hiç de farklı olmayan şu

6 Montgomery Watt, Hür İrade ve Kader, İstanbul 1996, s. 86-89, 196. Batı felsefesinin büyük filozoflarından kabul

edilen Kant’ da teklif kavramının kudret içermesi gerektiğini ifade eder. (Bkz. Halife Keskin, İslâm Düşüncesinde

Kader ve Kaza, İstanbul 1997, s.196). 7 Siyasî ve itikâdî farklılaşmanın tazyikiyle Mu’tezile Mezhebi mensuplarına Kaderiyye, Cehmiyye ve Muattıla gibi

isimler de verilmiştir. Bu isimlendirmelerin ortak özelliği ise, bütünüyle muhalifler tarafından verilmiş olmasıdır.

(Bkz. Bağdâdî, age, s. 107-108; Samedî, age, s. 85, 113; Işık, age, s. 57; Abdulhamid, age, s. 94). Onların

tanımlamalarına göre Kaderiyye ezelî takdir konusunda şöyle düşünmektedir: “Kaderiyye, maktul, ecelinden önce

ölür, der. Bu Kitab’ın âyetine ( A’raf, 7/34) aykırıdır. Ölüm, sebeplere bağlıdır. Kâtil de bir sebeptir. Hastalık vb.

gibi.” (Bkz. Bağdâdî, Usûl, s. 143; Sabûnî, Matüridiyye Akaidi, Ankara 1991, s. 159; Ebu Muhammed el-Irakî, el-

Fıraku’l-Müfterika Beyne Ehli’z-Zeyğ ve’z-Zanadika, Ankara 1961, s. 451).

Page 52: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 47

değerlendirme, okulun tamamını temsil etmese de Mu’tezile Düşünce Ekolü’nun ecel

anlayışını büyük ölçüde ortaya koymaktadır düşüncesindeyiz: “Allah’ın malumu olan bir

bilgiyi katil ters çeviremez. Zira Yüce Allah’ın ilmindeki bilginin değişmesi mümkün değildir.

Öyleyse hem “katl”, hem “kâtil”, hem de “maktul”, Yüce Allah’ın malumu olan ve ezelde

takdirli bir yazıyı içeren ilme göre oluşan sonuçlar olara kabul edilmelidir. Neticede ecellerin

tayin ve takdirle oluşu, Yüce Allah’ın ilmiyle tespitli oluşunu anlatır ki, kâtilin buna

müdahalesi imkânsızdır.”8

Sadece Ehl-i Sünnet düşüncesi ile değil, neredeyse bilumum Müslüman ekoller ile

Mu’tezile düşüncesi arasında süreç içerisinde oluşan fay, epistemolojik bir ayrışmayı da

beraberinde getirmiş gibidir. Ne gariptir ki, Sünnî dünya, ya da daha spesifik anlamıyla Ehl-i

Sünnet topluluğu, kimliklerin aidiyeti noktasında müzmin muhâlif tabiriyle ifade edilebilecek

olan bir fikrî eğilim içerisinde olmayı kendileri için normal bir davranış olarak görmüşlerdir.

Bu eğilimin başat karakteri ise aidiyet hissinin kader, ecel ve ezelî ilim bağlantısı noktasından

hareketle tesis edilmiş olmasıdır. Bu meyanda onlar, Mu’tezile’nin onulmaz muhalifi olmayı

kendileri için bir çıkış yolu olarak da görmüşlerdir. Hâlbuki eleştirdikleri bu durum, kendi fikrî

eğilimlerinden pek de farklı olmayan yeni bir düşünce simetrisine kapı aralamıştır. Öyle ki bu

düşünsel eğilim, paralel fikrî kodlarından hareket ettiği için, yazgı algısı noktasında paydaş bir

durumun ortaya çıkmasına da neden olmuştur. Bu itibarladır ki Ehl-i Sünnet uleması, katl-

öldürme/öldürülme fiili üzerinden, ebedî muhalifleri gibi gördükleri Mu’tezîlî düşünceyi eksik

bir anlayışla eleştirme cihetine gitmişlerdir. Zira bu hareket tarzıyla onlar, irâdî fiillerin Yüce

Allah’ın ezelî ilmiyle olan bağı konusunda kendi düşünce tarzlarıyla benzeşen bir yaklaşımı da

görmezden gelebilmişlerdir. Onların Mu’tezile’yi tanımlarken içerisine düşmüş oldukları şu

toptancı yaklaşım, hükümlerinin isabeti konusunda kuşku uyandırmakta gibidir: “Mu’tezile,

hem kesb’i hem de yaratma’yı insana vererek, Allah’ın ilmine uygun olmayan bir yaklaşım

içerisinde olmuştur. Hâlbuki Yüce Allah, taat ve masiyeti de önceden bildiği için bu şekilde

takdir etmiştir.”9

Ezelî yazgı konusunda insanın iradeli eylemlerindeki sorumluluğunu devre dışı bırakan

geleneksel kabuldeki bu açmazdan kurtulmak için farklı çözüm yolları da aranmıştır.10

İlgili

çözüm yollarından biri olarak, bilme ile yazma’nın niteliksel olarak farklı oluşundan hareketle

sorun aşılmaya çalışılmıştır. Bu noktada Yüce Allah’ın insanın iradeli eylemlerini bilmesi’ni

nötr kabul edip, aynı şekilde Allah’u Teâla’nın ezelde yazmış olmasını’nı ise mümkün

görmeyenler,11

kişisel fiiller konusunda insanın serbest iradesini ön plana çıkarmak

istemişlerdir. Bu çözüm sahipleri, öncelikli olarak şer bir eylem olan katl ve maktûl olayında

insanın fiillerine dönük olarak ortaya konulmuş olan bu eğilimi, kişisel sorumluluk

çerçevesinde ele almışlardır. Yoksa onların bu tercihi, kişinin bütün yaşamsal alanlarını kapsar

şekilde ihata edilmemiştir. Bu aşamada konunun bağlamsal çerçevesinde ileri sürülebilir ki, söz

konusu insan hürriyeti olduğunda, asıl kaynak kişilerin sözleri değil, temel esaslar olmalıdır.

Kur’an’ın açık verileri göz önünde dururken hiçbir beşerî söz onu ta’til edemez ve de o sözün

üstünde ilke ihdas edemez.

Ezelî yazgı algısını Yüce Allah’ın küllî ilmiyle bütünleştiren düşünceye göre, katilin katl

olayını ve maktûlun katledilmiş olacağını önceden bilmek, ölümü ve eceli oluşturan şartları

nasıl olacaksa öyle biliyor olmayı da kapsayacağından, sürecin ifadesi için temel olarak ezelî

bilgi’ye dayalı bir yazgı formu kabul edilmiştir denilebilir. Hâlbuki yukarıdaki kabul, insana

sorumluluk alanı bırakmamaktadır. Eğer bu düşünce kendi içerisinde tutarlı bir şekilde

8 Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbihu’l-Kur’an, Kahire 1969, I, 170, II, 517; Sırrı Giridi, Nakdu’l- Kelâm Fi Akaidi’l-

İslâm, İstanbul 1324, s. 229-230; Osman Karadeniz, Ecel Üzerine, İzmir 1992, s. 21. 9 Ramazan Efendi, Akaid Şerhi, İstanbul 1965, s. 212. 10 Mu’tezile Mezhebi’nin genel çözümlerinden birisi, iyiliği-hayr Yüce Allah’a, kötülüğü-şerr de insana ait fiiller

olarak hamletmiş olmasıdır. Bu anlayışa göre kötülük kula nispet edilince, kulun işlemiş olduğu fiil de kendi irade

ve kudretine müteallik olarak oluşmaktadır. (Bkz. Muhammed Fuzûlî, Matlau’l-İtikâd fî Mârifeti’l-Mebdeî ve’l-

Meâd, Ankara 1962, s. 49). 11 Saduddîn Taftâzânî, Şerhu’l-Akaid, İstanbul 1304, s. 64; Hasan Hanefi, Mine’l-Akide, Kahire 1988, III, 347;

Mustafa İslamoğlu, İman Risalesi, İstanbul 1993, s. 229.

Page 53: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 48

kodlanmış olsaydı, yani diğer bir deyişle bu kabul, sistemli bir düşüncenin ürünü idiyse bu

noktada şu sorunun açık yüreklilikle sorulması gerekirdi: “Cenâb-ı Allah’ın ezelî olan bilgisi,

sonradan meydana gelecek olan şeylerin takdirinin de yegâne kaynağı ise, insanın iradeli

eylemlerinin ezelde takdir edilmesinin ne anlamı olabilir ki?” Zira bu tespitin yedeğinde ileri

sürülebilir ki, ezeldeki yazgı inancının insan sorumluluğuna getirmiş olduğu karmaşadan başka

bir kazanımı bulunmamaktadır. Hem, Yüce Allah’ın bir şeyi ezelde yazmasıyla, süreç

içerisinde yazması arasında kişisel sorumluluklar açısından olmasa da, O’nun takdiri açısından

herhangi bir fark da bulunmamaktadır. Zaten hiç kimse Yüce Allah’ın ezelî olan mutlak

bilgisini sorgulamamaktadır. Problemin kaynağı, insanın irâdî eylemlerinin bütünüyle kendi

istek, arzu ve fiilleri dışında muhayyel bir tasavvurla belirlendiğinin ileri sürülmesidir. Hâsılı,

varlıkla ilişkisinde merkez duygusu adalet, merhamet ve ahlâk olan yüce bir Tanrı’nın insan

için bu denli itiraz alanı bırakacağı düşünülmemelidir.

Ancak klâsik Sünnî gelenek, yazgı anlayışının temeline önceden bilme öğesini

yerleştirdiği için, insanın fiilleri konusunda farklı bir sonuca varabilmelerinin de önünü

tıkamıştır. Nitekim de bu durumun kabulü, kendi fikrî rasyonalitesi içerisinde bile çelişik bir

durum arzetmektedir denilebilir. Zira ilgili düşüncenin genel eğilimine göre ölüm bilgisi,

ezeldeki bilginin tespitli bir hâlinden başka bir şey değildir. Zaten süreç de, bu ezelî bilgiye

uygun olarak işlemektedir. Durumun nazikliğini gösteren şu ifade ise bahsedilen yazgı

anlayışının kişilerin iradelerini de bağlayıcı bir mahiyet taşıdığını haber vermektedir: “Ölüm,

kaderin takdirli oluşundaki bir bilgidir. Bu bilgi insanı bağlayıcı niteliktedir.”12

Bu noktadan hareketle denilebilir ki mesele, ahlâkî açıdan pek çok güçlüğü beraberinde

taşımaktadır. Ezelî yazgının mahiyeti konusundaki şu soru, disipliner anlamda cevaplanmadığı

sürece, düşünce kodlarımızdaki çelişik durum ilânihâye devam edecektir: “Ezelî ilme uygun

düşen, fiilin önceden yaratılması mıdır? Yoksa yazılması mıdır? Yoksa kâtilin, kendisi için

yaratılanı tercih etmesi midir?”13

Hâlbuki insanın iradeli eylemlerindeki sorumluluk ilkesini

dışarıda bırakmayacak şekilde bir ilim anlayışı ortaya konulabilseydi, süregelen zihinsel güçlük

kendiliğinden bertaraf edilmiş olabilirdi. O zaman bu güçlüğü aşmak için çeşitli çareler aramak

zorunda da kalınmazdı. Belki de sırf bu nedenden ötürü geleneksel düşünce, ölümün ve hayatın

ecelini birbirinden ayırma yolunu da tercih etmiştir. Onlar hayatın ecelini potansiyel olarak

Yüce Allah’ın ilmiyle bilip tespit ettiği müddet 14

olarak açıklamışlardır. Bu çaba ise nihayetinde

insanın fiillerinden sorumlu olmasına bir katkı sunmamış, hatta probleminin makyajından öte

bir sonuç da doğurmamıştır. Kanaatimizce çözüm mercii olarak ortaya konulmuş olan bu

yaklaşım, esas itibariyle ölüm eceli’nin ezelî bilgiyle olan ilişkisinin sınırlarını da kapsadığı

için, hesaba müteallik kişisel iradenin etkinliği konusunda yine de eksik bir yaklaşım olarak

karşımızda durmaktadır.

Mu’tezile Mezhebi’nin ecel konusundaki genel kanaati, ekolün bütünü için ortak bir

kanaati ifade etmezse de, düşünürlerin bireysel eğilimlerindeki ufak tefek farklılıkları dışarıda

tutulacak olursa, şöyle bir paragrafta toparlanabilir düşüncesindeyiz:“Ecel, vakit demektir.

Yüce Allah’ın her insan için çizdiği bir hayat müddeti vardır. Ecel de bu müddetin adı ve

vaktin sonudur. Bu vakti Yüce Allah ezelde bildiği için, O’nun bilmiş olduğu bu vakit de

insanın eceli olmaktadır. Buna göre insan ve hayvan aynıdır. Tıpkı borç vb. de aynı olduğu

gibi. Öyleyse, insan hayatının eceli, hayatın vakti ve süresi, ölümü ise, öldüğü zamandır.”15

Bazı müteahhîr Ehl-i Sünnet âlimleri arasında, taât’e binaen yapılmış olan ömür

artışları, (40+70+X yıl) gibi farklı seçenekleri içeren bir dizgede ele alınmış olması, ilk bakışta

kişisel özgürlükler lehinde bir durum olarak görülse de, son tahlilde bu rakamların da ezelî

bilgiyle ilişkilendirilme geleneği umut kırıcı olarak görülmektedir. Hâlbuki ömür artırıcı veya

12 İgnaz Goldziher, Ecel md, MEBİA, İstanbul ts., IV, 104; Keskin, age, s. 197. 13 İbrahim İsferâyînî, Haşiye Ala Şerh-i Akaid-i Nesefi li’l- Taftâzânî, İstanbul 1288, s.176-177. 14 Ebu Ya’la el- Ferrâ, Kitabu’l- Mu’temed Fî Usulu’d-Din, Beyrut 1974, s. 148. 15 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh Usulu’l-Hamse, Kahire 1988, s. 780, 781; el-Muğnî fî Ebvâbi’t-Tevhîd ve’l-Adl, Mısır

1962, XI, 4; İbn Ebi’l-Hadîd, Şerh Nehcu’l-Belâğâ, Beyrut 1965, V, 133; Eş’arî, Makâlâtu’l-İslâmiyyîn ve İhtilâfu

Musallîn, Weisbaden 1980, I, 321; Bakıllânî, Temhîd, s. 333; Bedevî, age, I, 623; Semih Dugaym, Felsefetu’l-Kader

fî Fikri’l-Mu’tezile, Beyrut 1985, s. 318.

Page 54: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 49

ömür eksiltici eylemlerin kişisel iradeye dayalı fiiller olması kadar doğru bir seçenek olamaz.

Tamamiyle kişisel tercihlere dayalı olması gereken bir artışı, ezelî takdir formunda ifade etmiş

olmak, insanlığa kurtuluşu için açık bir kapı da bırakmamıştır. Üstelik de kâtilin eceli kesmiş

olma ihtimali, Mu’tezîlî düşünce içerisinde bile bütün detaylarıyla tartışılırken, Ehl-i Sünnet’in

bu grubu homojen bir düşünce ekolü olarak tanıtması, doğru bir yaklaşım değildir.16

Hâlihazırdaki bulgulara göre ise Mu’tezile Ekolü’nün bu kadîm sorunu, Yüce Allah’ın ilim,

kudret ve irade sıfatlarıyla çözmek istemiş olduğunu göstermektedir. Câlib-i dikkat olan bu

çaba neticesinde onlar, Yüce Allah’ın iradesi ile ezelî yazgının mahiyetini zaman olarak farklı

yorumlayarak insanoğluna bir nebze olsun nefes alma imkânı sağlamışlardır. Kanaatimizce

Ehl-i Sünnet’in Mu’tezile’yi eleştirirken kullandığı argümanlardan biri olan: “Bunu iddia

edenler, öncelikle Allah’ın bilgisinin neleri kapsadığını, sonra da insanın ömrünün suresini

bilmeliler ki, böyle bir hükme varabilsinler”17

ifadesi, ilgili ekolün genelini kapsayan bir

değerlendirme değil, bazı Mu’tezîlî düşünürlerin ileri sürdükleri fikirlerden ibarettir. Gerçi Ehl-

i Sünnet Düşünce Ekolü, böyle kesin bir hükmü ifade etmekle, Mu’tezîlî düşünürler tarafından

ortaya konulmuş olan insanî birikime olan güvensizliğini ifşâ etmiştir.18

Netice-i kelâm olarak denilebilir ki bu gibi teorik gerçekliklerden hareketle görünür

vakaların izahının zorluğu, Mu’tezile Ekolü’nü oluşturan âlimleri sistematik olarak te’vil

anlayışına19

sürüklemiştir. Onlara göre, gaybe ait olmayan bu sorunun, insanlığın düşünce

dünyasını bu denli kuşatmış olması, çözüm yollarında karşılaştıkları pek çok güçlüğün

üstesinden gelmelerini de engellemiştir. Mu’tezile düşünce okulunun pek çok düşünürü de bu

genel hükmün içerisinde yer almaktadır. Onların yaklaşımlarına göre ise bu sorun, hem Yüce

Allah’ın adâletine hâlel getirmeyecek şekilde, hem de insanı memnun edecek tarzda bir

çözüme kavuşturulmalıdır ki, bu durum anlamlı bir çözümü ifade etsin. Ne hikmettir ki

Mu’tezile Okulu da ilgili soruna nihâi bir çözüm geliştiremediği için, geleneksel anlayışın

güçlü izleğinde kaybolup gitmiştir. Teorik bazda epeyce farklılık içeren bu düşünceleri, onları

halkın kabulüne mazhar kılmamış, bilâkis ana gövdeyle farklı düşünmelerinin bedelini de

sosyal katmanlardan dışlanmakla ödemişlerdir.

Bize göre metafizik bir değer olan Allah’ın önceden bilmesi ile, tamamen bireysel

tercihlere dayalı olarak oluşan ölüm vakası arasında zorunlu bir korelasyon aramak doğru

değildir. Bu ikisi arasında birbirini tetikleyen bir zorunluluk yoktur, olması da ahlâkî değildir.

Yüce Allah’ın ölen kişinin canını melekleri aracılığıyla alıyor olması,20

bu hususta herkes için

bağlayıcı ve genel geçer bir yasanın olmasını da gerekli kılmalıdır. Ölüm vakasının teorik bir

planlamayla ezelî bilgiye dayalı olarak önceden düzenlenmiş olması başka bir şey, onun ezelî

yazgı haline getirilerek günlük hayat içerisinde bütün ayrıntılarıyla beraber takdir edilmiş

olduğunu kabul etmek bambaşka bir şeydir. Çünkü iki durum da aynı anlama gelmemektedir.

Hatta iddia edilebilir ki, diğer varlıklardan müstesna olmak üzere, kişisel hesabını doğrudan

16 Mu’tezile Mezhebi’nin yeknesâk bir şekilde tanıtımındaki asıl amaç, ilgili ekolün düşünce kamuoyundaki

değerini düşürmeye yönelik bir hamle olarak da görülebilir. Zira bu konudaki yanlış ve de eksik tanımlamalar,

halkın bu düşünce eğiliminden uzaklaşmasını, hatta yabancılaşmasını da beraberinde getirmiştir. Akılcı ve de

hürriyetçi bir eğilime sahip olan bu düşünce ekolü, aslında insanın temel bir sorununu çözme iştahından hareket

etmiş olduğu için, bu kadar hoşgörüyü de hak ediyor kanaatindeyiz. Nitekim de bu yanlış algıyı eleştiren Uludağ,

şöyle bir tespit yapmaktadır: “Mu’tezile, ecel konusunda bir değil, birçok görüşe sahiptir. Bazıları Eş’ariye ve

Mâtüridiye’ye uygundur. Hâlbuki Sünnî Ekol, Bağdat kolunu dikkate alarak eleştiri yapmıştır. Bu da onların yanlış

ve eksik bilinmesine sebep olmuştur. Kendi kaynak ve eserlerine dayanarak fikirlerini vermek, ilmî ve fikrî mânâda

dürüstlüğün gereğidir. Mu’tezile, eksik tanıtıldığı için, eleştiriler de eksiktir.” (Bkz. Süleyman Uludağ, Kelâm İlmi

ve İslâm Akaidi, İstanbul 1982, s. 225). 17 Ebu Abdurrahman eş-Şarânî, el-Yevakıt ve’l- Cevâhir Fî Beyâni Akâidi’l-Ekabîr, Mısır 1889, I, 134. 18 Mu’tezile Mezhebi ile Ehl-Sünnet ekolü arasındaki esas ayırım, temel ilkeler üzerindeki yaklaşım farklılığı yani

ilkesel uyuşmazlık yatmaktadır denilebilir. Zira Mu’tezile, şer ifade eden eylemlerdeki esas sorumluluğu bireye

vermekle, katl/maktul olayındaki bütün sorumluluğu insana yüklemiş olmaktadırlar. Bu düşünceye göre eğer kul şer

ifade eden bu fiilini yaratıyor ise, ölümün-öldürmenin sebeplerini de kendisi oluşturmuş olmaktadır. (Naşi el-Ekber,

age, s. 95-96; Muhammed A. Tahanevî, Keşşâf Istılahâti’l-Fünûn, İstanbul 1984, I, 84; Birgili Mehmet Efendi,

Tuhfetu’l-Müsterşidîn fî Beyân-i Fırak-ı Mezâhibi’l-İslâmiyyîn, DEÜİFD, İzmir 1989, VI, 185). 19 İbn Rüşd, Faslu’l- Makâl, İstanbul 1992, ss. 77-78, 110-111. 20 İlhami Güler, Allah’ın Ahlakîliği Sorunu, Ankara 1998, s. 125.

Page 55: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 50

ilgilendiren bu sonucun pratik düzenlemesini insan yapmalıdır ki, bu eyleminden hesaba

çekilecek olan insanın Âhiret hayatındaki sorumluluğundan bahsedilebilsin.

2. BASRA EKOLÜ VE ECEL/YAZGI ANLAYIŞI Bu makale içerisinde Mu’tezile Düşünce Okulu’nun kurucu ataları mesabesinde olan

Basra ve Bağdat Ekolü ile nispeten daha bağımsız düşünebilen Mu’tezîlî aydınların ezelî yazgı

bağlamında ecel, ömür ve ilim düşüncesini ele aldık. Binaenaleyh ecel konusu, ezelî yazgı

fikriyâtının omurgasını teşkil eden kader düşüncesinin içerisinde merkezî bir konumda

bulunmaktadır. Zira özgür düşüncenin neredeyse bütün veri tabanlarının aşikâr olduğu

zamanımızda bile insanlığın ortak algısı gibi dayatılan ve de güçlü bir şekilde ezelde takdir

edilmiş olan ecel ve ömür algısını besleyen kadîm tasavvur, yine ezelde yazılmış olan kader

düşüncesinin bir devamı niteliğinde görülmektedir. Ne var ki, genelde Mu’tezile düşünce

okulu, özelde ise Basra ve Bağdat ekolü, bahse değer meselede insanlığın önünü açacak

derecede güçlü bir gelenek de oluşturamamıştır. O kadar ki, Mu’tezile düşünce okulu, klâsik

Ehl-i Sünnet düşüncesinden farklı olarak insan sorumluluğunu dikkate alarak meseleyi

tanımlamıştır denilebilir. Ancak onların kader anlayışları da ezelî ilim anlayışlarının gölgesinde

kaldığı içindir ki, bu kadîm sorun hâlâ insanlığın başat problemi olmaya devam etmektedir

denilebilir.

Bilindiği kadarıyla Mu’tezîlî düşünce geleneği, gerek oluşum, gerekse de gelişim tarihi

itibariyle kendisine iki ana kol üzerinden varlık alanı bulmuş gibidir. Diğer bir deyişle

Mutezile Ekolü, ana izlek olarak Basra ve Bağdat okulu adıyla yaygınlık kazanmıştır.21

Çalışmamızın daha önceki bölümlerinde Mu’tezile ismiyle meşhur olmuş olan bu düşünce

okulunun ezelî yazgı anlayışına genel hatlarıyla değinmiştik. Bu noktada ise ekolü oluşturan iki

büyük kol üzerinden giderek, Mu’tezîlî düşüncenin ilgili kabullerine değinmek istiyoruz. 22

Kanaatimizce Mu’tezîlî düşüncenin neşvü nemâ bulmasının iki başat nedeni vardır.

Bunlardan ilki, kurucu zihniyet olarak adı geçen kolu daha ziyâde ilmî planda geliştirmiş olan

Basra Ekolü,23

diğeri ise, bazı dönemler itibariyle siyasî erkle olan yakınlığıyla da bilinen

Bağdat Ekolü’dür.24

Haddizatında gerek Basra ve gerekse de Bağdat ekolüne ait olan

21 Kurucu Ata olarak Hasan Basrî’ye dayanan Basra ekolü, daha çok ilmî plandaki çalışmalarıyla tezâhür etmiştir.

Beş esasın teşekkülünde önemli rolleri vardır. H. II. Asrın başlarında Vasıl b. Ata ve Amr b. Ubeyd gibi iki büyük

düşünüre sahip olan bu kol, başlangıçta Ebu’l-Hasen el Eş’arî’ye de fikir yuvası olarak destek vermiştir. Bugün

itibariyle çok da meşhur olmayan pek çok düşünür bu kolun düşünsel plandaki desteğinden yararlanmıştır

denilebilir. Osman et-Tavîli, Hafs b. Salim, Hasan b. Zukvân, Halid b. Safvân, İbrahim b. Yahya, el-Medenî, Ebû

Bekr el Asâm, Muammer b. İbâd, Sahhâm, Fuvatî, Esverî, Abbâd b. Süleyman, Amr b. Dırar ve İbnu’l-Ayya bu gibi

isimler arasında sayılabilir. (Bkz. Samedî, age, s. 109-110; İbn Nedim, age, s. 206, 216; İbn Hazm, age, IV, 192-

204; Malâtî, Kitâbu’t-Tenbîh ve’r-Reddu Âlâ Ehli’l-Ehvâ ve’l-Bedâ, Beyrut 1968, ss.36-41). 22 Mu’tezîlî düşüncenin kaynak kişilerinden birisi olan Hasan Basrî, insanın iradeli işlerine taalluk eden konularda

ezelî takdir fikrini kabul etmez. Bu nedenledir ki onun düşüncesine göre yazgı, şartlı bir şekilde kodlandığı için,

fiilin oluş anında gerçekleşmektedir. (Bkz. Hasan Basrî, Risâle fi’l-Kader, Kahire 1971, s. 85-86). Bu yaklaşımıyla

Hasan Basrî, alınyazısı düşüncesine ilmî bir tepki ortaya koymakla kalmamış, siyasî veçheleriyle inşâ edilmiş olan

itaat kültürüne de karşı çıkmıştır. Daha sonraları Mu’tezile düşüncesine de sirayet etmiş olan bu özgürlükçü algıya

göre, kişinin iradeli eylemlerinde önceden yazgı belirleyici değildir. Çünkü bu konu, ezelî takdire dönük bir şekilde

anlaşılamaz. İnsanın hesap verebilmesini rasyonel hâle getirmiş olan bu eğilim, hür düşüncenin bayrak yarışı olarak

görülmelidir. Zira her şeyin Allah tarafından irade edildiğini beyan eden bir siyasî otoriteye karşı, ancak bu şekilde

bir özgürlükçü tavırla karşı konulabilirdi. Belki de sırf bu nedenden dolayıdır ki Mu’tezile Ekolü, kötü olan şeyleri

Allah’a değil, başta siyasî oluşumun iradesi olmak üzere kişisel iradeye taalluk eden bir husus olarak görmüşlerdir.

Hâlbuki siyasî otorite, bu anlamda insan düşüncesinin bir vekili olmadığı için, insanın işlemiş olduğu şer eyleminin

Yüce Allah’ın yaratıcılık sahasından çıkarılmış olması, kendi içerisinde tutarsız bir durum yaratmış gibidir.

Kanaatimizce özgürlükçü bir algının oluşabilmesi için, iyilik ve kötülük insanın iradeli eylemlerinin bir mahsulü

olarak görülmeliydi. Çünkü Yüce Allah’ın mutlak olan iradesi, bu konuda ahlâki uyarılardan öte bir şey takdir

etmez. 23 Mu’tezile Mezhebi’nin Basra Kolu olarak bilinen grubu genel olarak şu meşhur şahsiyetlerden oluşmaktadır:

Hasan Basrî (ö.110/728), Vâsıl b. Ata (ö.131/748), Amr b. Ubeyd (ö.144/761), Ebu’l- Hüzeyl el-Allâf (ö.227/841),

İbrahim en-Nazzâm (ö.231/845), Amr b. Bahr el- Câhız (ö.255/868), Ebu Ali el- Cübbâî (ö.303/915), Ebu Hâşim

el- Cübbâî (ö.321/933). 24 Mu’tezile Mezhebi’nin Bağdat kolu, hicrî. III. Asrın başlarında Bişr b. Mu’temir (ö. 210/825) tarafından

kurulmuştur. Bağdat grubu adıyla da meşhur olmuş olan bu kol, zaman zaman ilgili kişilerin adlarıyla da

Page 56: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 51

şahsiyetler, ilk etapta Emevî iktidarına karşı siyasî bir tavır takınarak imâmet-siyaset konusu

üzerinden bir muhalif kimlik de geliştirmişlerdir.25

Keza, H. II. Asır itibariyle siyasî iktidarla

olan mücadelelerinin de esas olarak itikâdî değil, siyâsî bir veçhesi bulunmaktaydı. Yani o

dönem itibariyle ulema ile umera arasındaki çekişme, öz olarak imâmet/siyaset doktrini

etrafında şekillenmekteydi. Dönem itibariyledir ki, bu baskıcı siyasî yapılanmanın ideolojik ve

sosyal temelleri, Mu’tezîle gibi dînî ve felsefî bir ekolün doğuşunu da hazırlamıştır. Dahası,

mezkur ekolün iman ilkeleri sayılabilecek olan beş esas’ı da Basra Kolu zamanında

sistemleştirilmiştir. Bunun yanı sıra Yunan felsefesinin etkisiyle felsefî tartışmaların içerisine

dalan Bağdat kolu ise, halku’l-Kur’an meselesinde tabir caiz ise hadlerini aşarak siyasi erkle

bütünleşerek gerek bir kısım ulemaya, gerekse de onların yanında saf tutan halka kendilerinden

beklenmeyen bir baskı uygulamışlardır.26

O yüzdendir ki, Mu’tezîle düşünce sistematiğinin

bânisi olan iki ekol arasında hem kurumsallaşmada, hem de düşünce yönelimlerinde bazı temel

farkların oluşmasını da bu gibi fikrî ve eylemsel arka planda aramak gerekmektedir.

Gelinen bu aşamada Mu’tezile Mezhebi özelinde denilebilir ki, kollarının ezelî yazgı

hususundaki fikirleri, ekolü oluşturan kişilerin düşüncelerinden bağımsız olarak ele alınamaz.

Zira günümüz ölçeğinde bile Mu’tezîlî düşünce okulu, hâlâ kurucu ataların fikirleri üzerinden

tanımlanmaktadır. Bu nedenle denilebilir ki, Mu’tezîlî düşünce okulu, ekolün ilk kurucularının

düşünsel iradeleri gereği olarak, genel hatlarıyla özgür bir insan modeli üzerinde inşâ

edilmiştir. Bunun içindir ki ilgili beşerî eğilim, kısa bir panorama ile geçiştirilecek bir birikim

de değildir. Aşağıdaki bölümlerde bu düşüncenin izsüren takibini kişiler bağlamında ele almak

istiyoruz.

Hasan Basrî (ö. 110/728), Mu’tezile Düşünce Okulu’nun gelişmesinde fikrî kaynaklık

bakımından kurucu atası sayılmaktadır. Onun asıl mücadelesi, siyasî otoritenin insan algısının

totaliter yapısı üzerinde yapmış olduğu düzenleyici faaliyetleridir. Hasan Basrî, zaman zaman

Ehl-i Sünnet düşüncesiyle teğet fikirler serdetmiş olsa da,27

ezelî yazgının mahiyetini değiştiren

görüşleri, insanlığın düşünce tarihinde hâlâ bir şaheser gibi durmaktadır.

Basra Ekolü’nün düşünce sistematiği dışında görüş belirtmiş olan Hasan Basrî, bu

ekolün ileri sürmüş olduğu ne şekilde olursa olsun maktûl, eceliyle ölmüş ve ömrünü

tamamlamıştır28

tezinin yanlışlığını, Emevî İktidarı’nın uygulamalarına karşı güçlü bir tez

mahiyetinde olan kader risâlesi’nde ortaya koymuştur. Meşhur risâle’nin temel vurgusu ise,

insanın kaderi olgusunun esas belirleyicisinin, bireyin iradeli seçimleri olduğudur. Bu tema,

insan sorumluluğunu ortaya çıkardığı için, Basra Ekolü’nün takdirli ecel anlayışıyla

uyumsuzluk içerisindedir.29

anılmaktadır. Kolu oluşturan başlıca şahsiyetler şunlardır: Ebu Sehl Bişr b. El- Mutemir (ö.210/825), Ebu Musa b.

El- Murdar (ö.226/840), Sümame b. Eşres (ö.213/828), el- Cafereyn: 1-Cafer b. Harb (ö.236/851), Ebu Muhammed

Cafer b. Mübeşşir es- Sakâfî (ö.234/848), Ahmed b. Ebi Duad (ö.240/854), Ebu Süleyman el- Hayyât (ö.300/912),

Ebu’l Kasım el- Belhî el Ka’bî (ö.319/931), Zürkân, Kâdî Abdulcabbâr (ö.415/1024), Zemahşerî (ö. 538/1143).

(Bkz. Samedî, age, s. 110; Ebû Muhammed Nevbahtî, Kitâbu Fıraku’ş-Şia, İstanbul 1931, s. 25-26. 25 Muhammed Ammara, Mu’tezile ve Devrim, İstanbul 1988, s. 63, 65, 99; Bağdâdî, age, s. 82. Mu’tezile Ekolü, Şiî

düşünce eğilimiyle benzeşen fikrî eğilimlere da sahiptir. Zira bu ekol, Şia’nın temel düşüncelerinden birisi olan,

imametin nass ve tayinle oluştuğu inancına destek vermişlerdir. Onların ileriye sürmüş oldukları fâdıl-mefdûl

ayırımı, imamet düşüncesi üzerinden okunmalıdır. (Arif Tamer, Mu’cem Fıraku’l-İslâmiyye, Beyrut, ts., s. 23-24;

Naşî el-Ekber, Mesâilu’l-İmâme ve Muktefât Mine’l-Kitâbi’l-Evsât fi’l-Makâlât, Beyrut 1971, s. 50-51). 26 İbn Nedim, age, s. 216; Malâtî, age, s. 40-41; İbn Küteybe et-Dîneverî, Te’vîlu Muhtelifu’l-Hadis, İstanbul 1979,

s. 17, 51; T. J. De Boer, İslâm’da Felsefe Tarihi, Ankara 1960, ss. 96-106; Louis Gardet, Dieu et La Destine de

L’Homme, Paris 1976, s. 135; W. Montgomery Watt, age, ss. 83-108; İslâmî Tetkikler, Ankara 1968, s. 61. Watt,

Mu’tezile’ye atfedilmiş olan hür düşünürler sıfatını eleştirir. Öyle olsaydı mihne süreci yaşanmazdı demektedir.

(Bkz. Watt, İslâm Tedkikleri, s. 61; İ. Agâh Çubukçu, Mu’tezile ve Akıl Meselesi, AÜİFD, Ankara 1964, XII, 61. 27 Hasan Basrî’nin sonraki devirler itibariyle de Sünnî olduğu ileri sürülmektedir. Bkz. Hüseyin Atay, İbn Sina’da

Varlık Nazariyesi, Ankara 1983, s. 13; Osman Karadeniz, Hasan Basrî ve Kelâmi Görüşleri, DEÜİFD, İzmir 1985,

II, 137-139. 28 İbnü’l-Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid fî Tashîhi’l-Akâid, Beyrut, ts., s. 98; Nesefî, Tabsıratu’l-Edille, Dimeşk 1993, II,

686; Eş’arî, Makalât, s. 257; Abdülmelik Cüveynî, Kitabu’l-İrşâd İlâ Kevati’il-Edilleti Fî Usuli’l-İtikâd, Beyrut

1996, s. 361. 29 İbnü’l-Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 98; İbn Hazm, Kitâbu’l-Fasl, III, 84-85; Bakıllânî, Temhîd, s. 332; Subhî,

Zeydiyye, I, 371.

Page 57: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 52

Hasan Basrî’ye göre ecel ve ölüm yazılmış olan bir gerçekliktir.30

Zira En’âm Suresi’nin

2. âyetinde belirtilmiş olan ilk ecel, kişinin yaratılışı ile ölümü arasındaki ecelidir. Bu ecel

dünya üzerindeki bir süreyi kapsamaktadır. Müsemmâ ecel ise, ba’s yani diriliş ve kıyamet

ecelidir.31

Yüce Allah’ın olacak olanları ezelde bilmiş olması, O’nun ilminin bir gereğidir.

Ancak bu bilginin insanın iradeli tercihleri üzerinde bir müdahalesi söz konusu değildir.32

Hasan Basrî, Bakara Suresi’nin 57 ve 58. âyetleri ile Hud Suresi’nin 43. âyetini bu meyanda

yorumlayarak insanın sorumluluğuna dair etkili bir kapı aralamak istemiştir. Ona göre yazgı,

insanın iradeli fiilleri için oluş anındaki tespitler üzerinde belirginleşmektedir. Yani insanın

iradeli işleri, oluş anında tespit edilip kayıt altına alınmaktadır.33

Onun bu eğiliminin altında

yatan ana saik, devrin siyasî otoritesinin kaderci anlayışının iptaline yönelik itiraz gerekçesi

oluşturma isteğidir.34

Zira siyasî otorite, yapmış olduğu her şeyi, ezelî yazgı içerisinde

kesinleşmiş olan tespitler üzerinden tanımladığı için, kendi eylemlerinin de bir nevi ilâhî kader

olduğunun kabulünü istemiştir. Hasan Basrî’nin itirazı, bu dayatmaya karşı durmakla inşâ

edilmiştir denilebilir.

Basra ekolünün kurucu şahsiyetlerinden birisi olan Ebu’l- Hüzeyl el-Allâf (ö. 235/852)35

ise Mu’tezîlî düşünce içerisinde önemli bir yere sahip büyük bir düşünür olarak da

bilinmektedir. Onun bilinen en önemli yönü ise, ilgili Mezheb’in amentüsü sayılan Beş Esas’ın

teşkilindeki entelektüel katkısıdır.36

Mu’tezile Düşünce Ekolü’nün büyük şahsiyetlerinden olan düşünür Ebu’l-Hüzeyl, ecel

anlayışı hususunda Eş’arî Ekolü’ne yakın fikirler serdeden bir âlim olarak bilinir. Allâf’a göre

ecel: “Bir kimsenin hayatının önceden tayin edilmiş müddeti” dir.37

Bu nedenledir ki Allâf,

kişilerin ölüm vakitlerini, Yüce Allah’ın ezelî olan ilmiyle doğrudan bağlantılı bir konu olarak

değerlendirmektedir. Ona göre kişilerin eceli, ezeldeki bilgiye matuf olarak düzenlenmiş ve

takdir edilmiştir. Zira insan davranışlarına önceliği olmuş olan bu bilginin, kişilerin ölüm

vakitlerini de içermesi kadar doğal bir şey olamaz. Bu nedenle katl, yani öldürme olayı,

ezeldeki bilginin tabîi bir sonucundan ibarettir. Ezelî ilme göre oluşan kişisel hayatlarımızda

ise, takdir edilmiş olan ömürlerimizin artması veya eksilmesi söz konusu olamaz. Bu konuda

bir artışın düşünülmesi de dinen caiz değildir. Neticede bu düşüncelerine dayalı olarak Ebu’l-

Hüzeyl, maktûl konusundaki görüşünü şu şekilde formüle etmiştir: “ Maktûl öldürülmemiş olsa

bile, onun ölüm vakti, Yüce Allah’ın onun için ilmiyle bildiği ve takdir ettiği vakittir.”38

30Hasan Basrî, Tefsîru Hasan Basrî, Kahire, ts., I, 254; İbn Abd Rabbîh, Kitâbu İkdu’l-Ferîd, Beyrut 1992, II, 203,

205. 31 Hasan Basrî, Tefsîr, I, 350. 32 Hasan Basrî, Risâle fi’l-Kader, s. 79; Tefsîr, II, 360; Karadeniz, age, s. 147. 33 Hasan Basrî, Risâle fi’l-Kader, s. 86; Yahya el-Hüseynî, Resâilu’l-Adl ve’t-Tevhid, 1971, Yy., II, 85; Lütfü

Doğan-Yaşar Kutluay, Hasan Basrî’nin Kader Hakkında Halife Abdulmelik b. Mervan’a Mektubu, AÜİFD, Ankara

1954, III, 83. 34 Hasan Basrî, bu mektubunda, siyasî otoritenin gerçekleştirmek istediği itaat kültürü’nü reddederek, gelişmeler

karşısında insanın sorgulayıcı karakterini öne çıkarmak istemiştir. Bu düşünceden hareketle o, Hud Suresi’nin 102,

105 ve 106. âyetlerini insan özgürlüğü lehinde yorumlayarak, kaderci anlayışın tesisine olan itiraz gerekçelerini

oluşturmuştur. (Bkz. Hasan Basrî, Risâle, s. 86; A. Mahmud Subhi, Fî İlm-i Kelâm, Beyrut 1985, I, 272). 35 Ebu’l-Hüzeyl el- Allâf (135-235/752-852). Abbasilerin dokuz halifesi döneminde yaşamıştır. Ancak onun aktif

ilim hayatı, dönemleri itibariyle Harun Reşit(786-809), Me’mun (813-833), Mu’tasım (833-842) ve Vâsık (842-

847) dönemleridir. Allâf, Mu’tezile-Mu’tezîlîlik düşüncesinin iktidar olduğu mihne dönemlerinde (198-232/813-

847) Abbasî Halifeleri Me’mun, Mutasım ve Vâsık ile bu düşüncenin önde gelen teorisyeni olarak uzun süre birlikte

çalışmıştır. Allâf’ın diğer bir yönü de, Mu’tezîlî düşünce içerisinde kelâm ilminin incelikli konularını felsefi

yaklaşımla beraber ele alıp, sistemleştirmiş olmasıdır. Buna ek olarak Ebu’l-Hüzeyl, Basra Mu’tezilesi’nin felsefî

eğiliminin de kurucu babalarından sayılır. Kendi döneminde gnostik eğilimlerden olan Mecusîlik ve Senevîyye’nin

ileri gelen düşünürleriyle de büyük tartışmalara girmiştir. (Bkz. Osman Aydınlı, Mu’tezile’nin Beş Esasının

Teşekkülünde Ebu’l-Hüzeyl’in Yeri, Ankara 1998, s. 66-69, 97-98). 36 Aydınlı, age, s. 97-98. 37 Samedî, age, s. 94; Mes’ûdi, Murucu’z-Zeheb, Beyrut 1988, III, 380; İbn Hazm, age, III, 84. 38 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 782-783; el-Mecmu, s. 405, 411; Daniel Gimaret, La Doctrine da’l Ashari, Paris 1990,

s. 42; Şehristânî, Milell, I, 46; İbn Ebi’l- Hadîd, Şerh Nehcu’l- Belağa, V,1347; Bağdâdî, Usûlu’d-Din, s. 143; Watt,

İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, Ankara 1981, s. 292.

Page 58: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 53

Mu’tezîlî düşüncenin kurucu atalarından sayılan Allâf, bu şekildeki klâsik yaklaşımıyla,

ekolün diğer önemli şahsiyetleriyle temel değerlere yaklaşım bakımından görünür bir ayrılığa

da düşmüştür denilebilir. Onun temel düşüncesine göre ecellerin artması ya da eksilmesinin

imânsız olduğu fikri, insan hayatında takdirli bir alanın oluştuğunu göstermektedir. Ecelle ilgili

olan her ayrıntı ezeldeki bu takdirin içerisine girmektedir. Kâtil-maktul olayı da bu alanda

değerlendirilmelidir. Çünkü kâtil, kendi iradesine binaen seçmiş olduğu fiiller nedeniyle,

maktûl’un ezelde tespit edilmiş olan ecelini kesemez. Sünnî düşüncenin temel paradigmalarını

deruhte etmiş olan bu klâsik kanaat, düşünürümüzde hâkim bir değer olarak ön planda

gözükmektedir. Zira bu algıyı destekler şekilde Allâf: “Maktûl öldürülmeseydi bile Allah’ın

onun için bildiği aynı vakitte mutlaka ölürdü” demek suretiyle, “ne şekilde olursa olsun kişinin

öldüğü vakit, onun ecelidir” şeklindeki görüşü kabul etmiş olmaktadır. Bu yüzdendir ki,

Mu’tezile Mezhebi’nin tarihsel gelişimi hakkında muhalled bir eser kaleme almış olan büyük

düşünür İbn Murtazâ, onu Cebriye’nin sahip olmuş olduğu mücbir anlayışa yakın olmakla

suçlamıştır.39

Çünkü Allâf: “Maktûl öldürülmeseydi yine de kendisi için takdir edilmiş olan

aynı vakitte ölürdü, ancak bu durumda yine onun ecel-i müsemma’sı kesilmemiştir, der ki, bu

da muhâldir.”40

demektedir.

Basra mevâlisinden olan Ebu’l- Hüzeyl, günümüzde Eş’arîlik olarak bilinen düşüncenin

paralelinde fikirler de öne sürmüştür. Bu meyanda onun serdetmiş olduğu ecellerin takdir

edilmiş olduğu fikri, 41

Ehl-i Sünnet’in kaderci yaklaşımını andırmaktadır. Düşünürümüz Allâf,

ecel ve maktûl konusunda yukarıdaki açıklamalarına ek olarak devamla, eleştirilerine mâruz

kalmış olduğu Mu’tezîli düşünür olan Ka’bî’nin aksine, ecelin kesilmesi vakasına ve bunun

karşılığında oluşacak olan cezanın onayına uygun aklî bir yaklaşımı bulmak için şu izahatı da

vermektedir: “ Maktûl öldürülmeseydi, ölüm yine mutlak olarak vuku bulacaktı. Böyle olmazsa,

katil maktûlun ecelini kesmiş olurdu ki, bu mümkün değildir.”42

Yukarıdaki görüşüyle Allâf, hem kendisini eleştirmiş olan Ka’bi’ ye itiraz etmekte, hem

de Ka’bî’nin düşüncesine yakın olanlara da kendi düşünce eğilimine uygun olarak yeterli

gördüğü bir cevabı da vermiş olmaktadır. Düşünürümüz Allâf, kendisini eleştiren Ka’bî’yi

düşünsel eğilim olarak Ehl-i Sünnet’e yakın olmakla suçlayarak, böylelikle ezelde tayin ve

tespit edilmiş olan ecelin ziyade ve noksan kabul etme düşüncesini reddetmiş olmaktadır.

Neticede ise o, ezelde kişiler için takdir edilmiş olan ecel vaktinin kesin olduğunu ve bu vaktin

hiçbir durumda şaşmazlığını kabul etmiştir. 43

Aynı düşünceye ek olarak Allâf, maktûl için şu

değerlendirmeyi yapmaktan da geri durmamıştır: “Maktûl kendisi için tayin edilmiş olan o

vakitte eğer ölmeseydi- ölüm olayının mutlak olarak oluşması gerekmeseydi-, Yüce Allah’ın

ilminin cehl’ e dönüşmesi ve katilin, maktûlun ecelini kesmiş olması gerekirdi ki bu ise ilâhî

ilmin muktezasınca imkânsız bir durumdur.”44

demekle suretiyle maktûle, ne şekilde olursa

olsun ecel vaktinde ölüm hakkı tanımıştır. Zira Allâf’ın düşüncesine göre ölüm, iki durumda da

kaçınılmaz bir sondur.45

Son olarak ileri sürülebilir ki cedel ilminin üstadı sayılan Allâf’ın bu

yaklaşımını sebeplilik-determinizm ilkesine uygun olarak zorunlu sebep-netice çıkarımına

uygun olduğunu ileri süren düşünürler de yok değildir. 46

Mutezile Mezhebi’nin büyük reislerinden olan filozof Allâf, ezeldeki takdirin bazı

şeyleri dışarıda bıraktığı düşüncesindedir. Onun Mezhebin genel kanaatine de uygun bir

şekilde, fiil anlayışına esas olarak gelişen bu düşüncesi, insanların dünya üzerinde işlemiş

oldukları kötülüklerin yaratılmasının Yüce Allah’a isnadının iptaline yönelik bir manevra

39 İbnü’l-Murtazâ, Kitabu’l-Kalâid, s. 98; Tabakât, s. 44-45. 40 İbnü’l-Murtazâ, Kitabu’l-Kalâid, s. 98; Tabakât, s. 44-45. 41 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 782-783. 42 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 782-783; Eş’arî, Makalât, s. 257; Nesefî, Tabsıra, II, 686; Bağdâdî, Usûl, s. 142;

Cüveynî, Kitâbu’l-İrşâd, s. 361; Şehristânî, Milel, II, 66-67. 43 Sabûnî, el-Bidâye Fi Usûli’d- Din, ts., s. 159; Maturidiyye Akaidi, s. 240; Watt, Hür İrade, s. 85. 44 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 783; Eş’arî, Makâlât, s. 257; Nesefî, Tabsıra, II, 686; Şehristânî, Milel, II, 66-67. 45 Kâdî Abdulcabbâr, Muğni, XI, 3; Bağdâdî, Usûl, s.142; Şehristânî, Milel, I, 46; Aydınlı, age, s. 171; Watt, Hür

İrade, s. 85. 46 Hilmi Ziya Ülken, İslâm Felsefesi, Ankara 1967, s. 115-116.

Page 59: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 54

olarak görülmelidir. Bu kabulüne göre Allâf, şer bir eylem olan ölüm şeklinin ezelde tayin ve

tespit edildiğine açık olarak inanmaz. Ona göre Yüce Allah, insana fiilini gerçekleştirmek için

irade ve kudreti fiilden önce vermiştir. Çünkü Yüce Allah’ın kendisi şerri yani kötü olan bir

fiili kul için tercih etmez. İnsan ise kendi mutluluğu için hayrı işlemek zorundadır.47

Allâf’ın dağınık gibi görünen ecel ve rızık fikirleri, Mu’tezile’nin genel düşünce ekseni

içerisinde kabul edilemez giriftlikler de içermektedir. Haram olan şeylerin, kullar için ezelde

takdir edilmiş olan bir rızık olmadığını kabul eden Allâf,48

Mu’tezîlî düşüncenin genel

kodlarına göre hareket etmektedir denilebilir. Onun bu düşüncesi, ezelî yazgı anlayışına uygun

bir şekilde ifade edilmiş olsaydı, aslında haram olayının da bir çeşit insan fiilinden neş’et

ettiğini kabul etmesi daha doğru olurdu. Zira en nihayetinde gerek helal, gerekse de haram

insanın iradeli tercihleri sonucunda oluşan fiilî bir durumdan ibarettir. Ezelî yazgıyla hüküm

anlamı dışında bir bağıntısı yoktur. Geneli itibariyle denilebilir ki, Mu’tezile Mezhebi’nin

ekser düşünürlerine sirayet etmiş olan bu tutarsız görünüm, tenzih fikrinin abartısından başka

bir şey değildir. Bu fikrin çelişik yönlerine vurgu yapan Watt, ezelî yazgı anlayışı üzerinden

tesis etmiş olduğu eleştirilerini şu şekilde dile getirmektedir: “Allâf, ecel ve rızık gibi

kavramları sahte bir bağlılıkla incelemiştir. Yorumları da sınırsızdır. O ölüm şeklinin önceden

tayin edildiğine inanmaz görünür, ancak ecelin vaktinin şaşmazlığını ve kaçınılmazlığını iddia

eder gibidir. Sanki önceden kararlaştırılmış şeklini düşünüyor.”49

Ebu’l- Hüzeyl, dünya üzerinde insan için tek ecel’in olduğunu savunmaktadır. Ona göre:

“Her ne şekilde olursa olsun kişi ezelde takdir edilmiş olan ecelinin vaktinde ölür.” 50

Allâf,

bu yaklaşımıyla Ehl-i Sünnet’in tek ecel anlayışına uygun olarak kendi ecel düşüncesini

konuşlandırmakta, hatta daha da ileri giderek, ezelde kesinleşmiş olan ilâhî bilgiyle doğrudan

bağlantılı olarak açıkladığı ecel olayını, yine ezelde takdir ve tayin edilmiş olan kaza ve

kaderin bir parçası olarak algılıyor gibidir. Bu görüşleri yüzündendir ki, onun irade hürriyetini

daralttığı ve Eş’arî’lerin insan fiilleri hususunda genel kaderci teorilerinden olan kesb

nazariyesini kabul etmiş olduğu ileri sürülmüştür. Allâf hakkında eleştiri yapanlar bu tespitle

yetinmeyip, onun kesb nazariyesi’yle örtüşen fikirleri nedeniyle, ilgili nazariyeyi Eş’arî’den

önce savunan muasırı Dırar b. Amr’a yakın olmakla beraber, onunla Mu’tezile Ekolü arasında

doğrudan ilişki kurduğunu da söylemişlerdir.51

Yukarıdaki düşüncelerine ek olarak Allâf, kendi düşünce sisteminin ispatı için aklî

prensiplerden yararlanma yolunu tercih etmiş olduğu kadar, kişisel eğilimlerine Kur’an

ayetlerinden deliller bulmak suretiyle de, tezine uygun görüşlere de yer vermiştir. Ezelî tespit

düşüncesine uygun olarak Allaf’ın yapmış olduğu şu tespit, onun kendi iddialarını

temellendirmek için zaman zaman aklî yorum metodu’nu aşarak, subjektif-öznel

değerlendirmelerde bulunduğunu, hatta delillendirmenin objektif kriterlerini de göz ardı

ederek, sonucunda ise nesnel yaklaşımdan uzaklaştığını da göstermektedir. Bu iddiamızın

ispatının en güzel örneği, düşünürümüz Allâf’ın henüz kesinleşmemiş olan bir durum hakkında

serdetmiş olduğu şu kanaatinden çıkarılabilir: “Maktûl’ un, eğer ölmeseydi yaşayacağı müddet-

öldüğü için yaşayamadığı süre- kendisi için ecel olamaz. Zira öldürülmeseydi de ölürdü.”52

Hâlbuki maktûl, katil tarafından öldürülmeseydi bile, yine de aynı vakitte öleceğini söylemek,

gaybe ait bir konuda kesinlik içeren bir iddiada bulunmaktır ki, bu durumun ifadesi fâni kişiler

için asla anlamlı değildir.

47 Ebu’l-Hüseyin el-Hayyât, Kitabu’l- İntisar ve’r-Redd Âla İbn el-Ravendî el-Mülhîd Âle’l-Müslimîn ve’t-Tâne

Aleyhim, Beyrut 1957, s. 45; Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 782; Aydınlı, age, s. 171. 48 Abdülkahir el-Bağdâdî, el- Fark Beyne’l- Firak, Beyrut ts., s. 126. 49 Watt, Hür İrade, s. 84-85; Aydınlı, age, s. 172-173. 50 İbnü’l- Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 98. 51 İbnü’l- Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 98; Aydınlı, age, s. 173. 52Nesefî, Tabsıra, II, 686. Allâf, insanın iradeli fiilleri konusunda farklı düşündüğünü de söylemektedir. Buna göre

Allâf: “Allah’ın yaratmasıyla, insanın kendi fiillerindeki sorumluluğunu dengeleyememiş ve de insanın iradeli

fiillerini Yüce Allah’ın yaratmasını, adâlet ve insanın sorumluluğu ilkesine aykırı bularak, fiiller konusunda

yaratma dâhil tüm hususları insana ait görmektedir.” (Bkz. Aydınlı, age, s. 172).

Page 60: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 55

Mu’tezile Düşünce Okulu’nun önemli şahsiyetlerinden birisi de Ebu Osman Amr b.

Bahr el-Câhız (ö.255/869)’dır. Kendisi aslen mevalî’ den olup, Basra Ekolü’nün reisi olarak

bilinen ve Mu’tezile Mezhebi’nin büyük düşünürü olan Nazzâm’ın öğrencisidir. Arap dilinin

en büyük nesircilerinden olan Câhız, aynı zamanda Mu’tezile kelâmcısı olarak bu düşüncenin

şekillenmesindeki büyük katkısıyla da bilinir. Halife Me’mun döneminde ilmî tartışma

meclislerinin aranan şahsiyeti olan düşünürümüz, yaşadığı dönemdeki gnostik anlayışlarla

mücadele etmiş ve onların sapık fikirlerine karşı İslâm düşüncesinin müdafâsını yapmıştır.

Câhız, kendi dönemi itibariyle yapılmış olan, ecellerin ezelde tespit edilip edilmediği

tartışmasıyla ilgili olarak pek derinlikli fikirler ileri sürmemiş, diğer bir deyişle bu

tartışmalardan yeterince uzak kalmış gibidir. Buna mukâbil olarak Câhız, yine de ezelî

yazgıyla ilgili konuların fikrî bağlamından uzak kalamamış, en önemli eserlerinden birisi olan

el-Beyan ve’t- Tebyîn’ de ecel konusunu kısa da olsa işleyerek, klâsik Mu’tezile geleneğinin

kadîm tartışma konularına kendince katkıda bulunmakla iktifa etmiştir. Görebildiğimiz

kadarıyla Câhız, ecel kavramını, düşünce geleneğine uygun bir şekilde ölüm şeklinde anlamış

ve iki kavramı da aynı anlamda kullanmıştır. Nitekim o, ecel konusunda kısa da olsa kendi

kanaatini izhâr eden şu görüşleri ileri sürmüştür: “Ömürlerin uzun olmasını eceller-ölümler-

kesti. Kişinin devrilmesi de ölümdür.”53

Mu’tezile ekolünün diğer bir şahsiyeti olan Ebû Ali el-Cübbâî (ö. 303/915), İslâm kültür

geleneğinde saygın bir kişilik olarak kabul edilmektedir. Cübbâî, Mu’tezîlî düşünce içerisinde

yetişmiş olan Ebu ‘l-Hasen el-Eş’arî’nin hocası olarak da bilinmektedir. Düşünürümüz, bir

süreliğine Basra Ekolü’nün büyük üstatlarından olan Ebu’l- Hüzeyl’in öğrenciliğini yapmış,

bilahare diğer hocası eş- Şahhâm’ın vefatından sonra, Basra Mu’tezile Okulu’nun başkanlığını

üstlenmiştir. İlmî gelenek olarak Mu’tezîlî zihniyet içerisinde önemli bir yer almış olan

düşünürümüze göre, takdir edilmiş olan eceller, nihaî olarak Yüce Allah’ın ezelî olan ilmiyle

doğrudan bağlantılı olan bir husustur. Bu gerekçe üzerinden düşünce üretmiş olan

düşünürümüz, kişisel düşüncesini şu cümledeki gibi kesin bir ilke hâline getirmiştir: “Ecel,

Allah’ın ilmine konu olan bir husustur.”54

Benzer şekilde Cübbâî’ye göre: “Maktûl’un eceli,

Yüce Allah’ın nasıl gerçekleşecek ise o şekilde ezelde bildiği bir vakittir. Bu da maktûl’un,

ezeldeki ilmin mahiyetine göre kesinleşmiş olan ölüm vakti demektir. O kişi için başka bir ecel

vakti düşünmek, her ne kadar aklen caiz ise de, bir vakıa olarak mümkün değildir.”55

İbn Murtâzâ, Ebu Ali el-Cübbâî’nin görüşlerini özetlediği eserinde, onu, Ebu Haşim el-

Cübbâî’nin görüşleriyle birlikte Behşemiyye’nin bir parçası olarak tanıtmaktadır. Onun bu

husustaki ifadesi şöyledir: “ Onlara göre, ecel birdir ve o da ölüm vaktidir. Maktul

öldürülmeseydi, yine de ölürdü. Öldürülme işinden sonra eceli kesilir. Başkası da caiz

olmaz.”56

Bu düşünceye göre, maktul, Allah tarafından öldürülmüştür. Eceli de o süredir.

Ölümün sebebi katl olmasaydı, o vakitte bir başka nedenden dolayı ölecekti. Çünkü bilinen

eceli oydu. Katilin harekete geçip maktulu öldürmesi, Allah’ın ilminin önceliği itibariyle

bilinmektedir. Allah’ın takdiri bu şekilde gerçekleşmiştir. Öldürülme, maktulun müsemma olan

ecelini kesemez. Demek ki En’âm Suresi’nin 2. âyetinde de ifade edilmiş olduğu gibi tek ecel

vardır, bu ecel de Allah’ın ilminde bilinen ölüm vaktidir.57

53 Câhız, el-Beyan ve’t-Tebyîn, Kahire 1985, III, 251; Samedî, age, s. 110; Şehristânî, el-Milel ve’n-Nihal adlı

ansiklopedik eserinde Câhızıyye ekolünden bahsederken, ekolün kurucusu olarak Ebu Osman Câhız’ı göstermiştir.

(Bkz: Şehristânî, Milel-Nihal, I, 65). 54 Bağdâdî, Usûl, s. 143. 55 Bağdâdî, Usûl, s. 143; Abdurrahman Cezîrî, Tavdihu’l- Akaid Fî İlmi’t- Tevhid, 1932 Yy., s. 151. Ebû Ali el

Cübbâî, aynı zamanda kendi adıyla anılan bir grubun lideri olarak da gösterilmektedir. Cübbâiyye şeklinde

isimlendirilmiş olan bu ekol, bazen de Behşemiyye içerisinde dile getirilmiştir. Cübbâiyye’nin fikirleri için bkz.

Samedi, age, s. 139-141; Şehristânî, age, I, 67-72. Birgili’ye göre bu kol, Kaderiyye-Mu’tezile içerisinde 8. koldur.

Bunlar, katledilen kimse ecelinden önce ölmüştür demekle, A’raf Suresi’nin 34. âyetini inkâr ederler. (Bkz. Birgili

Mehmet Efendi, Tuhfetu’l- Müsterşidin fî Beyani Fırakı Mezahibi’l- Müslimin, DEÜİFD, İzmir 1989, VI, 185, 201). 56 İbnü’l-Murtâza, tek ecel anlayışını eleştirir. Madem ki orada ölmedi, eceli değildir demektedir. En’âm Suresi’nin

2. âyetindeki ikinci ecel, Kıyamet’in ecelidir demektedir. Bkz. İbnü’l-Murtâzâ, Kitâbu’l-Kalâid,, s. 98. 57 İbnü’l-Murtâzâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 98; Nesefî, Tabsıra, II, 686; Subhî, Zeydiyye, I, 371.

Page 61: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 56

Görülüyor ki Cübbâî, tek ecel konusunda kararlı bir tutum sergilemekle birlikte, bazı

Mu’tezile düşünürleri tarafından ileri sürülmüş olan, maktûl öldürülmeseydi kalan süreyi

yaşayabilirdi hususunda ise, bütünüyle kararsız görüntü veren bir eğilim göstermiş, böylelikle

de nihaî kararı Yüce Allah’a bırakmış görünmektedir. Ona göre, eğer maktûl’un eceli, katil

tarafından kesilmemiş olsaydı bile, bu konuda fikir yürütmek ve kesinlik içeren düşünceler

serdetmek doğru bir yaklaşım olmazdı. Bu nedenle Cübbâî : “Bu Allah’a kalmış ve O’nun

bileceği bir iştir. İsterse onu yaşatır, isterse de öldürür”58

demek suretiyle, Mu’tezile düşünce

geleneğinin baskın tartışma konularından olan bu husustaki tartışmalardan uzak kalmayı

yeğlemiştir.

Ebû Ali el-Cübbâî’ nin yukarıda genel hatları verilmiş olan ve bir denge noktası bulma

endişesinden neş’et ettiği intibaını veren ecel görüşünü, Mu’tezîlî düşünce içerisinde daha

akıllıca bulan kişiler de vardır.59

Ona göre aklen caiz olan pek çok şey, vakıa olarak mümkün

olmayabilir, ya da bir durumun aklen caiz olması onun vakıa olarak mutlaka gerçekleşeceği

anlamına gelmez. Bu düşünce, Cübbâî terminolojisinde şu şekilde doktriner hâle getirilmiştir:

“Allah bir kimsenin 20 sene de öleceğini bilirse, o vakitte o kişi ölür ve eceli de o andır. Ölüm

olayının gerçekleştiği an, o kişi için “ölüm eceli” dir. Kişinin bu ecelinden başka bir ecelinin

olması caiz değildir. Bu Allah’ın imkân takdirindedir.”60

Müslüman kelâm geleneğinde Cübbâî’lerden kabul edilen diğer bir kişilik de Ebû Hâşim

el-Cübbâî (ö.321/933)’dir. Büveyhî hanedanı zamanında yaşamış olan ve Behşemiyye ismiyle

anılan Mu’tezile düşünce ekolünün etkin şahsiyetlerinden birisidir. Babası Ebû Ali el- Cübbâî

gibi Basra Mu’tezile okulunun büyük düşünürlerinden kabul edilmektedir. Ebû Hâşim’ in,

Mu’tezile Düşünce Ekolü’nün genel eğilimiyle uyuşmayan ve kendine has pek çok görüşünün

olmasının yanı sıra, imamet konusu gibi bazı konularda Ehl-i Sünnet ile benzer yaklaşım

içerisinde olduğu da bilinmektedir.

Ebû Haşim el- Cübbâî ve onun düşünce okulunun sistemleşmiş eğitim ocağı olan

Behşemiyye grubu, ecel konusunda Mu’tezile düşünce okulunun genel eğilimine uygun kanaat

serdetmişlerdir. Onlara göre, ilâhî ilme göre ezelde takdir edilmiş olan eceller birdir. Kişiler

için ezelde takdir edilmiş olan ecel, dünya içinde başlarına gelecek olan ölüm vakitleri’nden

ibarettir ve bu vaktin son bulmasıyla vukua gelirler. Bu tespitli vakit, hiçbir durumda

değiştirilemez bir kesinlikte kayıt altına alınmıştır. Hatta maktûl konusunda bile ilgili yazının

kesinleşmiş olan hükmü carîdir. Ebû Hâşim ve Behşemiyye’ nin ecel konusundaki kabullerini

şu cümlede özet olarak verebiliriz: “Ecel birdir, o da ölüm vaktidir. Maktûl öldürülmeseydi

yine de o vakitte ölürdü. Kişinin eceli, öldürülme işinden sonra kesilir. Başkası da caiz

olmaz.”61

58 İbnü’-Murtâzâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 98. 59 Gimaret, age, s. 427. 60 İbn Murtâzâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 98; Gimaret, age, s. 427-428. Mu’tezile’nin Neccâriyye/Hüseyniyye okulu’nun

kurucusu olarak bilinen ve de daha bağımsız düşünebilen bir düşünürü olan Hüseyin b. Muhammed en-Neccâr,

bazen Kaderiyye, bazen de Eş’ariyye ekolüne yakın düşünce serdetmiştir. Onun şu düşüncesi, Eş’arî Ekolü’nün

kabulüyle aynı içerikte ifade edilmiştir: “Ölen de, öldürülen de eceliyle ölmüş ve de öldürülmüştür.” (Bkz. Watt,

Teşekkül, s. 292). Ebu Abdullah Muhammed b. Kerrâm es-Sicistânî ( ö.255/869)’nin kurmuş olduğu

Kerrâmiyye’nin de aynı görüşte olduğu söylenmektedir. (Bkz. Bağdâdî, Fark, s. 160, 163; Watt, Hür İrade, s. 134-

135; İbn Hadîd, age, V, 134; Dugaym, age, I, 12). 61 İbnü’l-Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 98; Bağdâdî, Fark, s. 82; Şehristânî, Milel, II, 67-72. Behşemiyye, Kaderiyye-

Mu’tezile okulunun sekizinci koludur. Bazı Ehl-i Sünnet âlimlerine göre bu grup, Kur’an âyetlerinin ifade etmiş

olduğu gerçeklikleri reddetmek suretiyle inkârcı bir düşünce niteliğine sahip olduklarından, genel hatlarıyla

Müslümanların düşünceleriyle aynı şeyleri ifade etmezler. Onlar: “Katledilen kimse ecelinden önce ölmüştür”

demek suretiyle, A’raf Suresinin 34. âyetini inkâr ederler.” (Bkz. Birgili, age, VI, 185, 201).

Page 62: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 57

3. BAĞDAT EKOLÜ VE ECEL/YAZGI ANLAYIŞI Araştırma süresince de görüldüğü şekliyle, Mu’tezile Düşünce Okulu’nun kurucu ataları

mesabesinde olan kişilerin ezelî yazgı bağlamında kader, ecel, ömür ve ilim düşüncesi, nisbî

konumu itibariyle de olsa insanlığa güçlü bir umut ışığı sağlamaktadır. O kadar ki, mevzî

olarak ilgilenmekte olduğumuz ecel konusunu ele alış biçimleri bile, ezelî yazgı fikriyatının

omurgasını teşkil eden kader düşüncesinin içerisinde merkezî bir konumda bulunmakta

olduğundan dolayı, onların çabalarının ne derece kıymetli olduğu daha yakından

anlaşılmaktadır. Zira geçmiş dönemlere nazaran bireysel ve toplumsal özgürlüğün

kurumsallaştığı devirleri ifade eden zamanımızda bile, insanlığın ortak algısı gibi dayatılan bir

şekilde ezelde takdir edilmiş olan ecel ve ömür algısı, yine ezelde yazılmış olan kader

düşüncesinin bir devamı niteliğinde görülmektedir. Ne var ki, genelde Mu’tezile düşünce

okulu, özelde ise Basra ve Bağdat ekolü, fikrî muarızlarını mesabesinde olan klâsik Ehl-i

Sünnet, Selef ve Şia düşüncesinden oldukça farklı olarak meseleye yaklaşmış, hatta bu sayede

insan sorumluluğunu dikkate alarak meseleyi tanımlamıştır denilebilir. Ancak onların kader

anlayışları da zaman zaman ezelî ilim anlayışlarının gölgesinde kaldığı içindir ki, beşerin

mutlak ve âdil hesabına taalluk edecek tarzda özgürlük-sorumluluk dizgesinde istenilen verim

bir türlü elde edilememiştir. Belki de sırf bu yüzden, Mu’tezîle’nin bırakmış olduğu boşluk

doldurulamadığı gibi, bu kadîm sorun hâlâ insanlığın başat problemi olmaya devam

etmektedir. Kanaatimizce sorunun çözümünde anahtar mesabesinde olan Mu’tezîlî algı, vahyin

deklere etmiş olduğu insan tasavvuru gölgesinde yeniden reforme edilmeden de sağlıklı bir

sonuca ulaşabilmenin imkânı görülmemektedir.

Mu’tezile Mezhebi’nin ikinci büyük kolu olan Bağdat Okulu, düşünce skalası açısından

Basra Okulu’ndan farklı olarak daha çok felsefî içerikte tartışmalar yapmışlardır denilebilir.

Okulun kurucu babaları, tartışma içeriği olarak ele aldıkları hususlarda kendi iddialarını ispat

etmek için Yunan Felsefesi’nin bazı düşünce ve mantık kalıplarını sıklıkla kullanmış, hatta

felsefî anlayış tarzını mezhebin düşünce kodu olarak benimsemiş görünmektedirler. Adı geçen

kolun varlık anlayışı’na getirmiş oldukları İslâmî açılım, bu iddianın bir ispatı sayılabilir. İnsan

sorumluluğunu temel alan başlıca düşünce okullarından biri olan bu grup, tarihsel olarak da

İslâm kültür ve medeniyeti içerisinde özgür düşünce taraftarı olarak bilinir. İlginç bir şekilde,

Ehl-i Sünnet Ekolü’nün Mu’tezile eleştirileri daha ziyade bu kol üzerinden işlevsel hâle

getirilmiştir.

Bağdat ekolü de ezelî yazgı anlayışı olarak Yüce Allah’ın ilmini önceleyen bir yaklaşımı

benimsemiş görünmektedir. Grup, genel hatları ile kişisel özgürlük sorununu çözmek için Yüce

Allah’ın ilim sıfatından hareket etmiştir. Bu nedenle okulun geneline sirayet etmiş olan bir

yaklaşımla, kavramları bu kabule uygun olarak yeniden tanımlama işine girişmişlerdir. Onlara

göre ecel: “İnsanın öldüğü veya öldürüldüğünün Allah tarafından bilindiği vakittir.”62

Mu’tezile düşüncesinin başlıca temsilcilerinden olan Bağdat Ekolü içerisinde, ecelin

adedi konusunda Basra ekolünden farklı olarak genellikle iki ecel anlayışı hâkimdir. Onlara

göre iki ecel anlayışı temel olarak Kur’an’dan çıkarılan bir gerçekliktir. Zira En’âm Suresi’nin

2. âyetinde belirtildiği gibi: “Ecel ve takdir edilenin ecel O’nun katındadır.” İnsan, Allah’ın

bu takdiriyle ölür. Ecel-i müsemma da O’nun yanındadır. Bu yüzden maktûl öldürülmeseydi

ecel-i müsemma’ya, yani Allah’ın ezelî ilminde kayıtlı olan ecele kadar yaşayacaktı. Bu

nedenledir ki ecelleri geciktirme veya öne alma işindeki esas sorumluluk, öldürme işinden

sorumlu olan katilindir.63

Bağdat ekolünün bu yaklaşımlarının temelinde Yüce Allah’a şer isnadının izalesi

düşüncesi vardır. Nitekim onlar bu düşüncelerini ortaya koyarken katl veya öldürme işinin

kötü/şer bir fiil olduğunu ve şer olan bu fiili Allah’ın yaratmasının mümkün olmadığını ileri

süren geniş bir tenzih fikrinden hareket etmişlerdir. Bu nedenledir ki ekolün büyük düşünürleri,

ezelî takdir mutlak olarak şerr’i de kapsayacağı için, insan fiillerinde önceden takdirli olan ecel

anlayışını reddettiler. Muhtemeldir ki onlar bu yaklaşımlarıyla, haksız yere adam öldürerek şer

62 Subhî, Fî İlm-i Kelâm, I, 272. 63 Subhî, age, I, 272.

Page 63: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 58

işleyen bir kişinin, ilgili fiilini Allah’a isnat etmekten kaçınmak istemişlerdir. Yalnız onların bu

düşüncelerini ortaya koyarken ileri sürmüş oldukları: “Bir kimse öldürüldüğü takdirde, eğer o

vakitte öldürülmemiş olsaydı, yaşaması gereken tarihe kadar mutlak yaşardı” 64

iddiaları,

insanın iradeli fiillerine yönelik güçlü bir kanaati ortaya koymakla kalmaz, sorumluluğun

temeli olan bir hususta kişisel edimlere olan kuvvetli bir güven anlayışını da beraberinde

getirmiştir. Onlara göre öldürme veya öldürülme eylemine mâtuf olan Yüce Allah’ın ezelî

ilminde belirlenmiş olan vakit, kişinin şerr’i tercih etmesiyle değişmemiştir. Çünkü şer, Yüce

Allah’ın kendi iradesiyle isteyip de takdir etmiş olduğu bir vakıa değildir. Bu iş, kulların hür

iradelerine bağlı gelişen kişisel bir durumdur.

Aşağıda Bağdat Mu’tezilesi’ne mensup bazı âlimlerin ezelî yazgı konusundaki

fikirlerine değineceğiz. Efkâr-ı Umûmiye’de bilindiği şekliyle Mu’tezile Mezhebi’nin genel

kanaati denilince, ilk akla gelen grup bu kol olmaktadır. Bu nedenledir ki bahse konu olan

kişilerin ezelî yazgı konusundaki düşüncelerini takip etmemiz, öncelikle ekolün yazgı ve ecel

anlayışı konusundaki genel eğilimi hakkında bizlere doyurucu bir fikir de verecektir.

Bağdat Ekolü’nün önde gelen şahsiyetlerinin başında Ebu’l- Hüseyin el- Hayyât

(ö.300/912) gelmektedir. Mu’tezile Mezhebi’nin önemli düşünürlerinden olan Hayyât, aynı

zamanda ekolün Bağdat Kolu’nun düşünsel anlamda gelişmesinde azımsanmayacak katkıları

olan büyük bir şahsiyettir. Hayyât, yaşadığı devirler itibariyle, klâsik bir kelâm âlimi olarak

İslâm dinine karşı yapılan her türlü fikrî saldırıya cevap vermiş, hatta bu uğurda pek çok eser

de kaleme almıştır. O, Mu’tezile Ekolü içerisinde neşvünema bulmuş olan ve Hayyâtiyye

olarak bilinen düşünce okulunun da önderidir. Hayyât, aynı zamanda ekolün gelişmesinde

büyük katkıları olan Mü’tezîlî âlim olan Ka’bî’nin de hocası olarak tanınmaktadır.65

Hayyât, Mu’tezile düşüncesinin genel kodlarına uyarak insanlar için takdirli olan bir ecel

anlayışından hareket etmektedir. Ancak o, Mu’tezile’nin diğer bazı düşünürlerden farklı olarak

ecellerin yazılı olduğunu da kabul etmektedir. Buna mukabil Hayyât, maktûl konusunda ise

daha özgürlükçü bir yaklaşım sergileyerek şu iddiada bulunmuştur: “ Maktûl, eğer katil

tarafından o vakitte öldürülmeseydi, ezelde Allah’ın ilmine göre kendisi için takdir edilmiş

olan ecelinin sonuna kadar mutlaka yaşardı.” demektedir. 66

Hayyât’ a göre ezelde yazılmış olan eceller konusunda insan için tercih edebileceği bir

irade ve ihtiyar yoktur. O, bu görüşünü kurgusal olarak şöyle bir mantıkî gerekçelendirme ile

kamuoyuna duyurmuştur: “Eceller insanlar için ezelde yazılmıştır. Maktûl konusunda ise

durum böyle midir? Öldürme olayında katilin sorumluluğu var mıdır? Yoksa katil o fiili

işlemeye mecbur mudur? Maktûl eğer o vakitte öldürülmeseydi, yine de ölür müydü? Hayır,

eğer maktûl katil tarafından o vakitte öldürülmeseydi, yaşayacaktı. Çünkü zalim olan bir kişi,

insanların çoğunun tanıdığı bir vakitte ve zamanda öldürüldü ki, bu Allah’ın kazası ve takdiri

olarak nasıl kabul edilebilir?” 67

Denilebilir ki Hayyât, içinde bulunduğu grubun genel eğilimine uygun olarak düşünce

serdetme endişesinden de uzak kalabilmiş güçlü bir şahsiyettir. Nitekim de o, Mu’tezile’nin

genelinin ve diğer Mu’tezîlî grubun düşünürleriyle Yüce Allah’ın ilmi ve insanın mes’ûliyeti

konusunda fikri kararsızlık içerisine düşmeden, büyük bir kararlılıkla kendi düşüncesini

sahiplenebilmiştir. Hayyât, Basra Ekolü’nün genel düşünce kodlarına pek de uymayan bir fikrî

eğilimle, maktûl konusunda ısrarlı bir şekilde şu görüşünü ileri sürmektedir: Eğer maktûl, kâtil

tarafından o vakitte öldürülmeseydi, mutlak olarak ecelinin sonuna kadar yaşayacaktı. 68

Nihayetinde Hayyât, analitik mantık kurallarını işleterek yapmış olduğu bu diyalektik

tartışmadan sonra, netice olarak ezelî ilmin sınırlarını da ifade eden şu kanaate varmıştır:

“Öldürme Allah’ın bilgisinde vardı, ancak o bunu çirkin gördü. Maktûl öldürülmeseydi,

yaşayacaktı.” 69

64 Watt, Hür İrade, s. 85. 65 Şehristânî, age, I, 66-67. 66 Subhî, age, I, 272. 67 Subhî, age, I, 272; Şehristânî, age, I, 66-67. 68 Subhî, age, I, 272. 69 Şehristânî, age, I, 67.

Page 64: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 59

Düşünürümüz Hayyât, Mu’tezile düşünürlerinin ekserisine hâkim bir düşünce formuna

uygun olarak, sadakanın kazayı sildiğine de inanır. Bu anlayış, esas itibariyle değişmez kader

ve kaza algısına karşı olan güçlü bir fikrî kabulü de beraberinde getirmektedir. Zira eğer ki

kader ezelde yazılmış olsaydı, böyle bir ezelî yazgıda sonradan olacak olan değişimlerin

mümkün olmaması gerekirdi. Hâlbuki bazı durumlarda bu kaderin değiştiği bilinmektedir. Bu

nedenlere binaendir ki Hayyât, hadis kültüründe sıklıkla ifade edilmiş olan bazı nasslardan

hareketle, şöyle bir sonuca varmaktadır: “Sadaka bilinen, değişmez, tespitli kaderi giderir. Bu

te’vile açıktır. Yüce Allah, kim zekât malını vermeyi men ederse onu fâcir ve fâsık yapar. Kişi

eğer kendisi infak ederse Yüce Allah, ezelde yazılmış olan kazayı üzerinden alır.”70

Mu’tezile düşüncesinin sistemleşmesinde aklî metodolojiyi sıklıkla kullanan bir düşünür

olan Hayyât, ecelin vakitlice yazıldığını, ancak bu yazının bazı aşamaları da kapsadığını iddia

etmektedir.71

İlâhî takdirin bazı biyolojik aşamaları da kapsadığını ileri sürmüş olan Hayyât,

takdirin oluşabilmesi için insanoğlunun biyolojik gelişim süreçlerini öne çıkararak, ezelî

yazgıyı başka bir formatta açıklama cihetine gitmiş ve takdir edilmiş olan ecellerdeki

değişimin imkânını, meleklerin sayfalarındaki olası değişikliklere hamletmiştir. Ona göre

ezeldeki yazgıya göre daha sonraki zamanlarda meydana gelecek olan her türlü olası

değişiklik, Levh-i Mahfuz’daki yazının ilgisi dâhilinde değildir. Zira bu olası değişiklikler,

ancak değişebilme özelliği içeren sayfalarda mümkün olmaktadır. Binaenaleyh onun bu

şekildeki düşüncesine göre denilebilir ki, ezeldeki yazının aşamaları, birbirini destekler şekilde

bütüncül bir karakterde şu şekilde kaleme alınmıştır: “Yüce Allah vakitlice bir ecel tayin etti. O

ecel meleklerin yazdıkları kitaptadır. Nitekim Allah, insana nutfe iken bir, alaka iken de bir

ecel tayin etti. Büyüyünce ismini değiştirdi, eski eceli sildi, yenisini yazdı. Mudga, sonra çocuk

oldu, daha da büyüyünce bunu da sildi, bâliğ-ergen oldu. Erzel-i ömre-yaşlılık- gelince bunu

sildi, akıl ve güçlü yazdı. Kâfir oldu, bir ecel yazıldı. Mü’min oldu, bu ecel silindi ve yeni bir

ecel yazıldı. Yaşadı, yaşam eceli yazıldı. Öldü, ölüm eceli yazıldı.”72

Mu’tezîlî düşünce içerisinde kişisel özgürlüğe kapı aralayan büyük bir düşünür olan

Hayyât, yazgı konusunda nisbî anlamda da olsa insan tarafında durduğunu deklere etmiş

gibidir. Bu nedenledir ki Hayyât, kitap ve yazgı kavramlarını, ekol içerisinde temerküz edilmiş

olan genel kabulün dışında değerlendirmiştir. Bu fikrî evrimle, onun bireysel özgürlüğe güçlü

bir kapı aralama isteğinden neş’et etmiş gibi durmaktadır. Kanaatimizce onun asıl mücadelesi,

insan sorumluluğuna uygun bir yazgı anlayışını ortaya koyma endişesinden ibaret

görünmektedir. Bu yüzden Hayyât’ın, aşağıdaki şekilde kendi mezhebî düşünce platformuna

uygun bir kavramsallaştırmaya da gittiği görülmektedir: “ Ümmü’l- Kitap, meleklerin yazarak

topladığı ve Allah’ın ilminden önce olmayan, meleklerin topladığı asıl kitaptır. Buradaki yazı,

bütün değişimleri kapsayacak şekilde kaleme alınmıştır. Bazıları da “her ecelin bir kitabı

vardır” âyetini, “her kitabın bir sonu-yazgısı vardır” şeklinde anlamışlardır. Tevrat’ın eceli,

uygulandığı zaman dilimi, İncil’in eceli, uygulandığı kendi dönemi ve Zebur’un da uygulandığı

dönem itibariyle belirli bir eceli vardır. Allah, Kur’an’ ın da bir ecelini tespit ederek dilediğini

silen, dilediğini de serbest bırakan bir iradesinin olduğunu ortaya koymuştur. Asıl kitap, O’nun

yanındadır.”73

Tarihsel olarak Mu’tezile düşünce okulunun karakteristik vasfının kazanmasında

oldukça etkin olan düşünürlerden bir diğeri de Ebu’l Kasım el-Belhî el-Ka’bî (ö.319/931)’dir.

Ka’bî, Bağdat Mu’tezîlî düşüncesinin büyük imamlarından birisi olarak tanınmıştır. Ayrıca o,

kişisel sorumluluğu merkeze almış olduğu düşünceleriyle, içerisinde bulunmuş olduğu düşünce

okulunun gelişimine de büyük katkılarda bulunmuştur. Nihayetinde ise, Ka’biyye şeklinde

kendi ismiyle anılan bir ekolün de kurucusu olarak bilinir.74

70 Hayyât, Kitâbu’l-İntisâr, s. 94-95. 71 Hayyât, age, s. 94. 72 Hayyât, age, s. 94. 73 Hayyât, age, s. 94. 74 Hayreddin ez-Ziriklî, el-Â’lâm, Beyrut 1984, IV, 189; İbn Hazm, Fasl, III, 84; Michel S. J. Ailllard, Le Probleme

des Attribut Divins, Beyrut 1965, s.78; Nesefî, Tabsıra, II, 686.

Page 65: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 60

Ka’bî’nin ecel anlayışı, hem Mu’tezile Mezhebi’nin azımsanmayacak derecedeki

kısmının, hem de Ehl-i Sünnet Düşünce Ekolü’nün büyük çoğunluğunun kabullerinin aksine

olarak iki ecel’ in varlığı üzerine kuruludur. Onun anlayışına göre, Kur’an-ı Kerim’de

belirtilmiş olduğu üzere eceller ikidir. Bunlar, takdir olunmuş olan, yani mukadder olan ecel

ve müsemma olan ecel şeklinde iki başlık altında toplanabilir. Bunlardan birincisi, yani kaza

eceli de denilen ve ezelde takdir edilmiş olan mukadder ecelimiz, şiddet yoluyla olmadan

eriştiğimiz ecelimizdir. Kaza eceli de denilen bu ölüm şekli, Kur’an âyetlerinde kesin bir dille

ifade edilmiş, hatta sonradan meydana gelecek her türlü değişiklikten uzak kalan bir

bağlayıcılıkla kaleme alınmıştır. Dünya hayatımızda kaza eceline mâtuf olarak gerçekleşen

ölüm şekillerimiz, Yüce Allah’ın ezelî olan ilmine göre oluşmakta ve kişileri mutlak olarak

bağlamaktadır. Kur’an âyetlerinde belirtilmiş olan diğer ecel ise müsemma ecel ismiyle bilinen

ve kişilerin serbest iradeleri neticesinde gerçekleşen eceldir. Diğer bir deyişle, müsemma ecel,

katl yani öldürme fiili sonucunda oluşan eceldir. Kâtil, bu eceli, iradeli tercihlerine bağlı olarak

seçmiş olduğu öldürme eylemi neticesinde belirlemektedir.75

Bu nedenle de bütün sorumluluk

kendisine aittir.

Ka’bî’nin düşüncesine göre kâtil, maktûl’un ecelini kesmiştir.76

Bu nedenle de eceller

öne alınabilir. Öyleyse denilebilir ki maktûl için, katl/öldürülme ve kaza, yani normal yollardan

gerçekleşen ölüm olmak üzere, iki ecel vardır. Neticede maktûl’un nezdinde gerçekleşmiş olan

öldürülme ya da ölüm eylemi, ilâhî bir fiil değil, insanî bir fiildir.77

Yani katletme fiilindeki

öldürme tercihi, kulun iradeli tercihlerine bağlı olarak gelişen bir güçle yapılır. İlgili fiilin

nihayetinde gerçekleşen ölüm olayı ise, Yüce Allah tarafından anında yazılır. Bu demektir ki

maktûl, eğer katil tarafından bilinen vakitte öldürülmeseydi, mutlak olarak gerçek anlamda

ölüm zamanı olan ecel-i mukadder’inin gelmesine kadar yaşayacaktı.78

Bize göre Hayyât’ın bu

düşüncesinin pek çok Mu’tezîlî düşünürlerden bariz olan farkı; mevt (ölüm) ile katl (öldürme)

fiilini ayırmış olmasıdır. O, katl olayında, öldürme eylemini insana, ölüm’ü yaratmayı da

Allah’a ait bir fiil olarak görmektedir.79

Düşünürümüz Ka’bî, gerek biyolojik yasalarla,

gerekse de mantık kurallarıyla uygunluk arzeden bu yaklaşımıyla, ezelî yazgı algısının

içerisindeki mevcut güçlüğü aşmak istemiş görünmektedir. Onun bu çabası, son tahlilde, insan

özgürlüğü bağlamında ele alınabilecek olan çok değerli bir uğraştır.

Ka’bî, benimsemiş olduğu iki ecel anlayışının yanı sıra, buna bağlı olarak ömürlerdeki

ziyade’yi de kabul etmektedir. Düşünürümüz, ömürlerdeki ziyade ve noksanlık düşüncesini

irdelerken, genellikle Kur’an âyetlerini kullandığı hâlde, bazen de konuyla ilgili olan hadis

rivayetlerinden faydalanmış, böylelikle de kendi kabullerini âyet ve hadisler bağlamında

temellendirmek istemiştir. Ona göre, ömür hem artabilir hem de azalabilir.80

Bu yüzden

maktûl’ün ömrünü azaltan fiil, katilin kendi iradesiyle seçmiş olduğu öldürme fiilidir. Bu

düşüncenin sahihliğinin ikinci delili de, Kur’an’da kâtilin ceza görmesi gerektiğini bildiren

âyetlerdir. Buna göre Ka’bî: “ Eğer maktûl eceliyle ölmüş olsaydı, katilin cezalandırılması

anlamsız olurdu.”81

demek suretiyle, kanaatimizce dinsel algı olarak da çok doğru bir yerde

durmaktadır. Onun bu yaklaşım tarzı, esasında öldürme fiilindeki kişisel sorumluluğu ön plana

75 Eş’arî, Makâlat, s. 321; İbnü’l-Murtazâ, Kitabu’l-Kalaid, s. 98; Bağdâdî, Usul, s. 142-143; Taftâzânî, Şerhu’l-

Makâsid, Beyrut ts., IV, 315; Şerhu’l- Akaid, s. 44; İsferayînî, Şerhu’l-Akaid, s. 176-177; Sırrı Giridi, Nakdu’l-

Kelâm, s. 231; Tokadî, Akaid, s. 6; Sabunî, el-Bidâye, s. 76; Maturidiyye Akaidi, s. 159; Gardet, Dieu, s. 135. 76 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 4; el- Mecmû, s. 405; Dugaym, Kader, s. 318; Bağdâdî, Usûl, s. 143. 77 Sabunî, Maturidiyye Akaidi, s. 159; Tahanevî, Keşşaf Istılahâti’l-Fünûn, I, 84. Sırrı Giridi, Mu’tezile

büyüklerinden olan Ka’bî’yi bazı hususlarda Ehl-i Sünnet düşüncesine yakın durmasıyla övüp akabinde şöyle

demektedir: “O, bununla beraber iki ecel anlayışını da kabul eder. Ayrıca, ‘maktûl eceliyle ölmüştür’ der.” (Bkz.

Giridi, age, s. 231). 78 Bağdadî, Usûl, s.142-143; Gimaret, La Doctrine, s. 427. 79 Nesefî, Tabsıra, II, 686; Abdulselam Lekkanî, Şerh Cevheru’t-Tevhid, Mısır 1317, s. 214; Watt, Hür İrade, s. 85.

Bu yaklaşıma itiraz eden Ömer Nasuhi Bilmen, öldürme fiilinin peşi sıra ölümün yaratılmış olmasını carî olan bir

adet-i ilâhiye olarak tanımlamaktadır. Ona göre vâkî olacak olan bu sonucu bildiği için ölüm ezelde Yüce Allah

tarafından değişmez bir kesinlikle yazılmıştır. (Bkz. Bilmen, Muvazzâh İlm-i Kelâm, İstanbul ts., s. 316). 80 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s.780. 81 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s.780; Taftâzânî, Şerhu’l- Akaid, s. 222; Sabunî, Maturidiyye Akaidi, s. 159.

Page 66: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 61

çıkarma endişesinden kaynaklanmış olmalıdır. Zira Ka’bî, maktul konusunda kişisel

değerlendirmesini gerekçelendirirken, öldürülme hadisesinin hemen akabinde şu mantıklı

tespiti yapmaktadır: “Maktûl, katil tarafından öldürülmeseydi, yaşardı.”82

Kanaatimizce onun

bu kabulü, Mu’tezile Ekolü içerisinde bile, Kur’an’ın ortaya koymuş olduğu özgür insan

modeline uygun olan en doğru yaklaşım olarak görülmelidir.

Büyük bir Mu’tezîlî düşünür olan Ka’bî’ye göre, eğer ecellerin te’hir edilmesi babında

ömürde artma ve eksilme olmasaydı, Hz. Ömer, Şam’da baş gösteren ve salgın hâline gelmiş

olan taun hastalığının sirayeti zamanında, Yüce Allah’a ecelinin te’hiri için dua etmezdi.83

Bu

düşünceyi başka bir açıdan ele alan son dönem Mu’tezîli düşünürlerden olan Zamahşerî de

onaylanmış ve Fatır Suresi’nin 35. âyetini açıklanırken ilgili düşünceye şu şekilde bir eklemede

bulunmuştur. “Hz. Ömer –hastalıktan uzaklaştığı zaman- ecelinin te’hir olacağını bildiği için

-ayrıca bu konuda -dua etmek istememiştir.” 84

Ka’bî’nin insanın bireysel sorumluluğuna istinaden ortaya koymuş olduğu bazı

görüşlerine dayanarak, muhalifler tarafından Mu’tezile Mezhebi’nin tamamını homojen bir

yapıda gösterme eğilimi, İslâm düşünce geleneğinde yeni olmayan bir yaklaşımdır. Hiç de âdil

olmayan bir yaklaşımla bütün bir Mu’tezîlî gelenek, onun özgürlükçü fikirleriyle yargılamak

istenmiştir.85

Üstelik de Mu’tezile Ekolü’ne mensup önemli bazı şahsiyetlerin de kabul etmiş

oldukları veçhile, dünya hayatımızda iki ecelin var olduğu anlayışıyla, Mu’tezile Düşünce

Okulu’nun, Ehl-i Sünnet Ekolü’yle de ortak bir yaklaşım beraberliği içerisinde olduğu noktalar

varken, böyle bir iddianın dillendirilmesi, en hafifinden tarafgirlik olarak yorumlanmalıdır.

Ancak bu fikrî gelenek, tarihsel süreç itibariyle de tevârüs edilmiş gibidir. İki ekolün az sayıda

da olsa düşünce konuları itibariyle birbiriyle uyuştuğunu iddia etme geleneği ise, şaz bir

yaklaşım olarak durmaktadır. Bu eğilim, tarihsel olarak İslâm düşünce ekollerini

yakınlaştırmak için başvurulan yaygın bir kanaat beyan etme üslûbu da değildir.

Maktûl eceliyle ölmüştür iddiasını, Yüce Allah’ın ezelî olan ilmiyle açıklama yolunu

tercih etmiş olan Ka’bî, bu noktada gerçekleşmiş olan işlemin tarafları hakkındaki genel

kanaatini de izhâr etmektedir. Ona göre bu durumun bilinmesi, ezelî olan ilmin bir mahiyeti

dolayısıyladır. Bu ilmin, kâtilin işlemiş olduğu fiile herhangi bir dahli söz konusu olamaz. Bu

nedenledir ki maktul, ezelde bilinmiş olan ve kulun işlemiş olduğu bir ecelle ölmüş olmaktadır.

Düşünürümüz Ka’bî, devam eden süreçte, sosyal anlamda bir ecelin varlığını da

savunmaktadır. Ona göre, insanların veya toplumların takdir edilmiş olan vakitlerinin geldiğini

Yüce Allah, ezeldeki ilmine müstenit olarak bilmektedir. Cenâb-ı Allah’ın carî olan sünnetine

de aykırı olmayan bu bilme eylemine göre eceller, ezelde takdir edilir. Gerçekleşmesine ise o

vakitte hükmedilir. Bu konuda ümmetler de insanlar gibidir. Onların ecelleri öne alınsa da,

yine Allah’ın ilminde mevcut olan ecele göre ölmüşlerdir.86

Ehl-i Sünnet anlayışını doktriner anlamda hatasız kabul eden Bağdâdî, hem genel olarak

Mu’tezîlî düşünce için, hem de özel olarak Ka’bî’nin ilgili konudaki düşüncelerini

değerlendirirken bidat tanımlamasını kullanmıştır. Buna uygun bir şekildedir ki o, ezelî yazgı

konusundaki görüşlerini, kendi düşüncesine muarız olarak gördüğü âlimlerin düşüncelerinin

eleştirisi üzerinden sağlamlaştırmak istemiş gibidir. Bağdadî, Mu’tezile Düşünce Okulu

mensuplarına ezelî yazgı konusunda eleştiri yapmakla kalmaz, daha da ileri giderek ithamlarda

bulunur. Onun, Mu’tezile Mezhebi hakkında hiç de âdil olmayan şu kanaati, İslâ kültür

geleneğinde eleştirel düşüncenin gelmiş olduğu seviye hakkında güzel bir örnek sayılabilir:

“Kaderiyye’den: ‘Öldürülen kimsenin eceli vaktinden önce kesilmiş olur’ iddiasında

82 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 4 83 Zemahşerî, el-Keşşâf an Hakâiki Avami’t-Tenzil ve Uyûni’l-Ekâvil fî Vucûhi’t-Te’vil, Beyrut 1987, IV, 604. 84 Zemahşerî, age, IV, 604. 85 Klâsik Ehl-i Sünnet düşüncesine doğrudan eklemlenmiş olan bu sorunlu anlayış, muhalif gördüğü her düşünce

hakkında, ekol içerisindeki bütün farklılıkları göz ardı ederek, genel bir kanıya istinaden, kendileri için her durumda

kesinlik içeren şu açıklamayı yapmaktan geri durmamıştır: “Onlar derler ki: “Tayin ve tespit edilmiş bir ecel vardır

ve bu ecelden önce ölüm de vardır.” (Bkz. Vasıf Canbay, Hurafesiz İslâm Dini ve Kur’an Dini, Adana 1958, s. 46). 86İsferayînî, Şerhu’l-Akaid’n-i Nesefî, s. 15-16; Sırrı Giridi, age, s. 231; Fahreddin Razî, Tefsir-i Kebîr, Ankara

1989, XVI, 426.

Page 67: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 62

bulunanlar ile: ‘Öldürülen kimse ölü değildir’ diyen ve Allah’ın: ‘Her insan ölümü tadacaktır’

buyruğu, yukarıdaki kimsenin görüşüne aykırıdır. Ka’bî’nin benimsediği bu bidatler, utanç

olarak ona yeter.”87

Netice olarak şu söylenebilir ki, Ehl-i Sünnet Düşüncesi’nin mahsulü olarak bilinen

kitaplarda, genel hatlarıyla düşünürümüz Ka’bî’nin görüşleri olarak verilmiş olan pasajlar,

Mu’tezile Mezhebi’nin görüşlerini tanımlayan doğru bir yaklaşım olmamakla beraber, yine de

Mu’tezile Ekolü’nün geneline ait fikirlermiş gibi sunulmuştur. Sünnî bir bakış açısıyla

değerlendirilmiş olan bu düşünceler, bunlara karşı serdedilmiş olan eleştiriler, az da olsa yine

de büyük bir cesaretle ifade edilmiş olan övgülerin tamamı, kişilerin düşünceleri üzerinden

ekolün geneline yapılmıştır. Ehl-i Sünnet düşünürlerinin bu konuda yapmış oldukları en

belirgin eleştiri, bazı Mu’tezîli düşünürlerin iddia ettikleri iki ecel anlayışı ve buna bağlı olarak

ortaya çıkan kişilerin yazılmış olan ecellerinden önce ölebilme ihtimali’ni ifade eden

yaklaşımlarıdır. Maktûl konusunda Ka’bî’nin dile getirmiş olduğu ve Bağdâdî’nin de eleştirmiş

olduğu; maktul, ölü değildir yaklaşımı, normal ölü değildir, katledilerek öldürülmüştür

iddiasını açıklamak için kullanılmış bir yaklaşım tarzıdır. Kanaatimizce Ka’bî’nin

düşüncesinde eleştiri konusu yapılacak bir husus varsa o da, ecelleri Allah’ın değişmez ilminin

konusu yapmış olmasıdır. Kanaatimizce bu tenzîhi yaklaşım, son tahlilde herkesin ölümünün

yine de Yüce Allah’ın ezelde tespit etmiş olduğu ilmine göre gerçekleştiğini savunmaktadır.

Zira onun sistemleştirmeye çalışmış olduğu bu mutlak durum, Kitabî bir değer olan özgürlük-

hesap anlayışıyla çelişik bir mahiyet içermektedir.

4. EKOL ÜSTÜ BAĞIMSIZ ŞAHSİYETLERİN ECEL/YAZGI ANLAYIŞI Bu bölümde bahse konu edineceğimiz şahsiyetler den ilki, Mu’tezile düşüncesi

içerisinde yer almakla birlikte, gerek Basra, gerekse de Bağdat Ekolü’nün fikri geleneğinden

bağımsız düşünebilen Kâdî Abdulcabbâr’dır. Bahse konu olan diğer şahsiyet ise, yaşadığı

dönem itibariyle de bilimsel anlamdaki hoşgörünün zirve yapmış olduğu bir devrin düşünce

adamı olarak bilinen Zemahşerî (ö.538/1143)’dir. Düşünürümüz Zemahşerî, itikâdi anlamda

Mu’tezile düşüncesine mensup olmakla beraber, fıkhî olarak Hanefî Mezhebi’ne mensup bir

şahsiyet olarak da tanınmıştır. Son olarak ezelî yazgı konusunda özgün düşüncesine

başvuracağımız bilim insanı İbn Murtazâ (ö. 840/1437)’dır. İbn Murtazâ, tıpkı Zemahşerî gibi

itikâdi bakımdan Mu’tezile düşünce sistemine yakın durmakla beraber, aslen Şiî düşünce

içerisinde sayılabilecek Zeydî geleneğe mensup olan ve son devir Mu’tezîlî düşünceye

azımsanmayacak katkıları bulunan, hatta bu uğurda çeşitli eserler de kaleme almış büyük bir

ansiklopedik âlim olarak da bilinir.

Bilindiği kadarıyla Kâdî Abdulcabbâr (ö.383/1025), Mu’tezile düşüncesinin

sistematikleşmesinde öncülük yapmış kişi olarak bilinmektedir. Mu’tezile Mezhebi içerisinde

kabul edildikleri hâlde, mezhebin iki büyük kolu dışında sayılabilecek bağımsız

düşünürlerimizden ilki olan Kâdî Abdulcabbâr, Mu’tezîlî düşüncenin tanınmasında önemli

katkıları olmuş büyük bir şahsiyettir. Kâdî Abdulcabbâr, Mu’tezile Mezhebi’nin ilmî, siyasî ve

düşünsel hayatı hakkında genel hatları ile en kapsamlı bilgilerin bulunduğu eserlerin yazarı

olarak tanınmıştır. Onun, zaman zaman kendi geleneği içerisinde olan ve Mu’tezile’nin iki

büyük kolunu teşkil eden grupları eleştirerek farklı bir yol izlediği de bilinmektedir. Bu

nedenle denilebilir ki, günümüzde Mu’tezîlî düşüncenin ne’liği hakkındaki en kapsayıcı

bilgileri onun eserlerinde görmekteyiz.

Mu’tezile ekolünün ilmî manada son temsilcilerinden sayılması gereken Kâdî

Abdulcabbâr, kendi geleneği içerisinde hem Basra ekolü hem de Bağdat ekolü ile temelde

farklılaşan düşüncelere de sahiptir. Düşünürümüzün fikrî yelpazesi o kadar geniştir ki, bazı

konularda Ehl-i Sünnet’in Mâtürîdiyye koluyla, özellikle de ecel yaklaşımlarının benzerliği

hususunda ortak görüşlere sahip olduğu bilinmektedir. O kadar ki, Kâdî Abdulcabbâr’ın fikrî

serüvenine bakacak olursak daha ziyade, kişisel özgürlük-sorumluluk dengesini bireyin

aleyhine bozmuş olan gruplar üzerinden eleştiriler yaptığını görürüz. Bu nedenle o, insanın

87 Bağdâdî, Fark, s. 268.

Page 68: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 63

eceli konusundaki kaderci fikirleri nedeniyle Mücebbire ve Müşebbihe’yi şiddetli bir şekilde

eleştirmiştir.88

Eleştirilerini kişisel sorumluluk bandında geliştirmiş olan düşünürümüzün dik

duruşu sayesindedir ki Mu’tezîlî düşünce, özgürlükçü bir eşiğe doğru evrilme gösterebilmiştir.

Uzun zamandır rivayet kültürünün hâkimiyet kurmuş olduğu bir düşünsel ortamda, onun açmış

olduğu akılcı kapı, ümmetin düşünen bireylerine nefes aldıracaktır. Hâlihazır durum için

söyleyecek olursak, onun bu düşünsel tavrı, insanın hesabı konusunda bizlere umut

aşılamaktadır.

Kâdî Abdulcabbâr’a göre ecel: Belirtilmiş bir vakit 89

anlamındadır. Örf’de ise bu

anlamının dışında farklı kullanımlarına da rastlamaktayız. Bu kullanımlar ise kavramın kök

anlamlarına uygun bir şekilde belli bir vakit, hududu ve vukuu belli olan bir süre şeklinde ifade

edilmektedir. Düşünürümüz, bu şekilde kullanılmış olan ecel kavramında, mutlak olarak bir

süre tayininin olması gerektiğini söylemekte ve eğer süre belirtilmemiş ise ecel olmaz

demektedir. Düşünürümüz, ecel kavramını bu kullanımların dışında hayatın eceli, borcun eceli,

ölüm eceli ve diğer alanlarda da kullanarak,90

kavramın insan hayatındaki önemi üzerinde

durmuştur.

Kâdî Abdulcabbâr, ecel kavramını ve bu kavramın olası sınırlarını genel olarak şu

şekilde açıklamaktadır: “Ecel, Allah’ın bir kimse hakkında öleceğini bildiği vakittir. Buna göre

ölen de öldürülen de kendi eceliyle ölür. Bunun delili de ecelden kastın ölüm vakti olmasıdır.

Burada bir hilaf yoktur. İkisi de kendi ölümleri için belirlenmiş olan vakitte ölmüşlerdir. Esas

ayrılık maktûl konusundan çıkmıştır. Kişinin, eğer katil tarafından öldürülmeseydi ölüm ve

yaşam konusundaki durumu ne olacaktı? Bize göre ölen kendi eceliyle öldüğü gibi, yaşayan da

kendi eceliyle yaşar. Öldürülmeseydi kesin olarak ölürdü veya yaşardı denilemez. Katil onu

öldürmeseydi yaşaması caiz olan o döneme ecel denemez. Öyleyse o anda yaşaması veya

ölmesi de mümkündür. Bu konuda bir kesinlik yoktur. Bu iki durumdan birini –ölürdü veya

yaşardı- kesin olarak söyleyemeyiz. Burada imkân vardır. Ebu’l- Hüzeyl’in görüşü hatalıdır.

Çünkü ‘kesin ölürdü’ demek, doğru değildir. Üstelik biz, bâkî ve kadîm olan şeylerde

sınırlamanın mümkün olmadığını iddia etmekteyiz.” 91

Görülüyor ki Kâdî Abdulcabbâr, hem kesin yaşardı hem de kesin ölürdü şeklindeki

Mu’tezîli fikirlerin ortasında, kendine has bir düşünce tarzı olan imkân’ı kabul ederek, içinde

bulunduğu geleneğin düşünsel algısının dışında farklı bir noktada konuşlanmış gibidir. Onun,

hem Mu’tezile Mezhebi’nin büyüklerinden olan Ebu’l- Hüzeyl’in kesin ölürdü tezine, hem de

Kab’î’nin kesin yaşardı tezine itirazı vardır. Ona göre, eğer maktûl öldürülmeseyd, onun kesin

yaşayacağı veya öleceği vakti mukadder ecel olarak alamayız. Hele de maktûl öldürülmeseydi

‘mutlak olarak ecelinin sonuna kadar ulaşırdı’ diye bir kural yoktur. Varabilir de

varamayabilir de. Zira o, ‘eğer maktûl, kesin ölecek idiyse, ecelinin kesilmesi de anlamsız

olurdu’ kanaatini taşımaktadır.92

Kâdî Abdulcabbâr, yukarıdaki açıklamasının hemen arkasından da bu konudaki kesin

kanaatini şu şekilde izhâr etmektedir: “Birisini öldüren onun çocuklarını öldürdü denilebilir

mi? Ölmeseydi, yaşardı ve çocuklarını da beslerdi. Katil, onun malını da kaybetmiştir, zira

ölmeseydi yiyecekti. Bu bir imkândır. Durum ise böyle değildir. Bizden birisi başkasının

mülküne girip onun koyununu keserse, ona iyilik mi etmiş olur? Gerçek böyle değildir.

Kesmese idi, ‘hayvanlar, ecelleri zamanında murdar olarak öleceklerdi’ denilebilir miydi?”93

Ecel düşüncesini genel hatlarıyla imkân seçeneği üzerinde tahkim etmiş olan Kâdî

Abdulcabbâr, kendi düşünsel geleneği içerisinde ifade edilmiş olan; eğer öldürülmeseydi

şartından sonra verilen iki cevabın da eleştirisini yapmaktadır. Ona göre: “Bu gaybe ait bir

88 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 782; Muğnî, XI, 4; Mecmû, s. 405; İbn Hadîd, age, V, 133; Taftazânî, Şerhu’l-Akaid,

s. 224. 89 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 781; Mecmû, s. 406; İbn Hadîd, age, V, 133-134. 90 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 781-782; Müteşâbihu’l- Kur’an, I, 165, 180; Mecmû, s. 405; Dugaym, Mustalahat-ı

İlm-i Kelâmi’l-İslâmî, Beyrut 1998, I, 12; Subhî, Zeydiyye, I, 179. 91 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 783; Mecmû, s. 406. 92 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 783. 93 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 783; Belhî, Fazlu’l- İtizal, s. 415; Samedî, Adl-i İlâhî, s. 320,324.

Page 69: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 64

konudur, nasıl olur da bu kadar kesin olarak yaşardı veya ölürdü denilebilir?”94

Nitekim o,

kontra bir hareketle müntesibi bulunduğu Mu’tezîlî gelenek içerisinden seslendirilmiş olan bu

gibi iddiaları çürütmek için, hem aklî hem de naklî delillerden yararlanmıştır. Zira bu düşünsel

dizgeye uygun bir şekilde Kâdî Abdulcabbâr, maktûl’un durumu konusunda Bağdat Ekolü’nün

düşüncesini eleştirirken der ki: “Bağdatlılar, bazen derler ki, ‘âdeten biliyoruz ki, büyük bir

cemaat bir anda ölmez. Onların bir anda öldürülmelerine imkân varsa da âdeten böyle bir şey

olmaz.’ Peki, sizin söylediğiniz nasıl doğru olur? Bu konuda ‘kesin yaşayacaktı’ cevabını

nereden buldunuz? Bunu ispatlayacak bir bilginiz var mı? Yoktur! Katil, maktûle hiçbir faydası

olmayan bir zarar vermiştir. Nasıl olur da zâlim olmaz? Bir zararı da ortadan kaldırmamıştır.

Üstelik bu iki durumun aksini iddia edecek bir oluşum da yoktur. Allah, o insan yaşasaydı ona

çeşitli mükâfatlar verecekti, bunu önlediği için katil, zâlim sayılmaz mı? Zira Allah onu

yaşatabilirdi de. Toplu ölümler konusunda ise şunu söyleyebiliriz: “O apaçık bir olaydır. Bir

anda öldürülenler bir anda ölürler. Bu görülmüş bir şeydir. Şam’daki taun-veba olayını bilen

bunu nasıl inkâr edebilir?”95

Genel anlamda ezelî yazgı anlayışı olarak yaratmak, bilmek ve mecbur kılmak

kavramlarının arasını açan Kâdî Abdulcabbâr, kaderin insana dönük bir yönünün bulunduğunu

da kabul etmektedir. Nitekim O, bu konudaki yazgı anlayışını şu şekilde

detaylandırmıştır:“Birisi sana derse ki, eceller Allah’ın kaza ve kaderi ile midir? Ona şu

açıklamayı yapman lazımdır: ‘Kazadan kastın ‘yaratılmak’ ise, evet!’ Yukarıda geçtiği şekilde

ecel, evrenin hareketlerinden ibarettir. Bu da Allah’ın fazlıdır. ‘Mecburiyeti’ kastediyorsan,

hayır! ‘Bildiğini’ kastediyorsan, Allah meleklere bu ölümü bildirebilir, bu caizdir.”96

Kâdî Abdulcabbâr, bu yaklaşımıyla ecelin yazılması konusunda zorlama ve icbar

seçeneklerini reddetmektedir. O, ‘maktûl öldürülmeseydi kesin yaşardı’ veya ‘kesin ölürdü’

iddialarını bir icbar olarak kabul ederek, akabinde şu açıklamayı yapmıştır: “Maktûl’un, eğer

öldürülmeseydi o vakte kadar yaşaması caizdi. Maktûl, öldürülmeseydi ecelinin olduğu o

zamana kadar yaşayabilirdi. Bu ikisinden birinin çirkin olduğunu akıl anlayamaz. Şeriatte de

bunlar için açık bir delil yoktur. Bu konuda biraz şüpheci olmak lazımdır. Elimizde ikisinin de

öyle olduğuna dair kesin bir delilimiz yoktur.”97

Düşünürümüz, yukarıdaki detaylı açıklamasından sonra, imkân anlayışını desteklemek

için Kur’an-ı Kerim’deki bazı âyetlerden çeşitli deliller getirmek suretiyle,98

şahsî kanaatini

pekiştirme işine geçmiştir. Bu meyanda Kâdî Abdulcabbâr, En’âm Suresi’nin 2. âyetinde

belirtilmiş olan iki ecel anlayışını kabul eder. Ona göre yukarıdaki âyette açık olarak belirtilmiş

olan iki ecelden biri dünyada, diğeri ise Âhiret’tedir. İkinci ecel olan musemma ecel,

Âhiret’teki eceldir. 99

Bundan sonra o, kendi geleneği içerisinde yüksek sesle seslendirilmiş

olan: “Ecel birdir, öldürülen eceliyle ölür veya öldürülmeseydi yaşayacaktı, dolayısıyla

eceliyle ölmemiştir” iddialarını, dünya ve Âhiret’te iki eceli kabul ettiği için yanlış bulur.100

Kâdî Abdulcabbâr, öldürme olayı ile ölme olayını birbirinden ayırmaktadır. Ona göre

öldürme fiili kişinin, bu fiilin sonucunda oluşan ölme’nin faili de Yüce Allah’tır. Zira bu

durumun yaratılması ancak Yüce Allah’ a yakışan bir eylemdir. Bunun içindir ki o: “Kişinin

eceli ölüm vaktidir. Bu kavram bazen mecaz olarak da kullanılmıştır: “Ecelini kesti” şeklinde

olduğu gibi. Bize göre öldürülenin durumu, ticaretten men edilenin durumu gibidir. Allah’ın

yaratmasındaki imkânı düşünmeden, bizden birisi öldürülürse eceli kesilmiş olur. Maktûl’un

bunu bilip bilmemesi önemli değildir. Ancak öldürme olayında Allah ve katil arasında şöyle bir

94 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 784; Mecmû, s. 411. 95 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 782-784; Muğnî, III, 547; Mecmû, s. 411. 96 Kâdî Abdulcabbâr, Şerh, s. 782-784; Muğnî, III, 547; Mecmû, s. 411. 97 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 24; İbn Hadîd, age, V, 137. Kâdî Abdulcabbâr’ın bu yaklaşımını eleştirenler:

“Mukadder olan bir hayatın ve takdirli olan ecelin öncesinde nasıl bir ömür oluşturulabilir ki? Hâlbuki ölüm,

katilin fiili değil, Allah’ın fiilidir. Bundan nihâi olarak bir kaçış mümkün değildir. Ama sıkıntı ve tehlikelerden kaçıp

kurtulmak da mümkündür” diyerek, ecellerin takdir edilmesi olayını fiillerin yaratılması bağlamında ele

almışlardır.” (Bkz. Dugaym, Felsefetu’l-Kader, s. 318-319). 98 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 24; Müteşâbihu’l-Kur’an, I, 225. 99 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 24. 100 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 24.

Page 70: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 65

fark vardır. Allah öldürürse ona vereceği menfaat kalmamıştır. Katil öldürürse, öldürülmediği

sürece yiyeceği rızkı, menfaati vardır. Bu yüzden insanı öldüren de hayvanı izinsiz boğazlayan

da günâh işlemiştir. Allah bu iki fiili- öldürme ve kesme- kula bırakmakla bu eylemlerin

karşılığını vereceğini taahhüt etmiştir. Bunu işleyen de bilerek zalim olmuş olur.” 101

Kâdî Abdulcabbâr’a göre ölüm vakası’nı yaratmak, mutlak mânâda Yüce Allah’a ait bir

iştir. Ancak, Al-i İmrân Suresi’nin 154. âyetinde bahsedilen ölüm, ezelde yazılanların

durumundaki gibi kesinleşmiş olan ölüm olayıyla ilgilidir. Yoksa öldürme fiili, kâtile ait bir

iştir. Bu süreç içerisinde öldürme fiili’nin işlenmesi kâtile, ölüm fiilinin yaratılması da Yüce

Allah’a ait bir yetki olduğundan, kâtil, bu fiili işlediği zaman yasak bir iş yapmış olmaktadır.

Bu nedenden ötürü de kâtil, emre itaatsızlık cezası alır. Öldürme olayındaki izin verme durumu

ise, doğrudan ilim sıfatı içerisine girmiş olan bir iştir. Bu yüzden Al-i İmrân Suresi’nin 154.

âyetindeki Allah’ın izni, Allah’ın ilmi şeklinde anlaşılmalıdır. Ancak bu durumda bile kişi için,

O’nun emriyle öldü denemez. Çünkü emir, mutlak itaat ve fiile doğrudan te’sir gerektirir.

Hâlbuki Allah, böyle bir iş yapmamıştır. Neticede ise onun ölmesi, Yüce Allah’ın kendisine

ezelde tayin ettiği ecel vaktinde olur.”102

Kâdî Abdulcabbâr, ilim anlayışı konusunda ise, Yüce Allah’ın önceden bilmesi’ni bazı

aklî delillerle açıklama yoluna giderek şöyle bir değerlendirmede bulunur: “Bu şuna benzer.

Bizim birinin önceden öleceğini bilmemiz veya bir yere yazmamız, katil için fiilini yapmasına

zorlayıcı bir neden olamaz. Bunun gibi, Allah’ın da bu öldürme işini önceden bilmesi, bu işin

Allah’a aidiyetini gerekli kılmaz. Allah’ın bilmesi, katilin işlediği fiilin kötülüğünü de ortadan

kaldırmaz.”103

Bu yaklaşıma göre, ezelî ilmin, kişisel davranışlar üzerinde zorlayıcı bir etken

olması seçeneği reddedilmiş, ancak yine de kişisel ecelleri bile ezelî ilmin konusu yapmakla,

Yüce Allah için her şeyi bilme niteliği, insanın fiillerinin takdirinde baskın bir değer olarak

kabul edilmiştir. Buna mukabil Kâdî Abdulcabbâr, ezelî ilmin mahiyetini içeriklendirirken,

farklı bir tutum benimsemiş ve insan fiilleri söz konusu edilince ilmin tek belirleyici oluşunu

sınırlandırmıştır. Onun bu kabulü, kişisel eylemlerdeki sorumluluk ilkesine büyük bir imkân

getirmiştir denilebilir. Bu meyanda o, Hicr Suresi’nin 5. âyetini açıklarken, ezelî takdirin fiiller

üzerindeki olası zecrî tesirini şu ifadelerle reddetmiştir: “Allah’ın ertelemeye veya öne almaya

gücü varsa da, bu konuda takdim ve te’hir caiz değildir. Allah, bu vakitte vuku bulacak diye

emrettiyse hilaf caiz olmaz. Zira ecel, kişinin ölümünün ve helâkının içinde oluştuğu vakittir.

Allah ise bu vakti sınırlandırabilir ve insanı bağlayıcı karar alabilir.” 104

Bize göre ise, takdir

edilmiş olan ecellerde bir imkânın olmuş olması, süreç içerisinde takdim ve te’hirin de

imkânının olmasının doğal bir sonucudur. Ancak Kâdî Abdulcabbâr, bunun imkânlı oluşunu

kabul etmemekte ve emrin kesinleşmiş hâline inanmaktadır.

Ezelî yazgı konusunda ilim algısının sınırları dairesinde dolaşan düşünürümüz, insanın

yaşamında sonradan olacak olan her şeyin da ancak bu bilginin içerisinde takdir edilmiş

olduğunu kabul etmektedir. Kanaatimizce Kâdî Abdulcabbâr, iradî değerler üzerinden

gidebilseydi; ecel konusunu, ezelî ilmin değil, küllî irade’nin bir açılımı olarak görme şansına

sahip olabilirdi. O zaman da çözüm sürecinin daha kolay olduğunun farkına varabilirdi. Ancak

o, ara formüllerle işin çözülebileceği zehâbına kapıldığındandır ki, ezelî yazgının aşamalarını

takdir anlayışının merkezine yerleştirmektedir. Bu anlayışa göre ifadelendirmiş olduğu her

gerekçe, Melekler’in Levhi anlayışına doğru bir eğilim göstermektedir. Zira ona göre Yüce

Allah, her canlını hayatına ve ölümüne bir ecel tayin etmiş ve bunu meleklere de bildirmiştir:

101 Kâdî Abdulcabbâr, Muğnî, XI, 4, II, 547, 550; Aduddin el-Îcî, el-Mevâkıf fî İlm-i Kelâm, Beyrut ts., s. 320;

Cürcanî, Şerhu’l-Mevâkıf, VIII, 170-171; Gimaret, La Doctrine, s. 425. 102 Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbih, I, 165,170, II, 517; İbn Hadîd, age, V,135. 103 Kâdî abdulcabbâr, Müteşâbih, II, 517. 104 Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbih, I, 180, 425. Kâdî Abdulcabbâr, kendi düşünce kodlarına büsbütün uygunluk

arzeder tarzda katl hususunda diğer Mu’tezile âlimi olan Ebu’l- Hüzeyl’i eleştirerek şu düşünceyi ileri sürmektedir:

“Öldürme-öldürülme tek ecelle belirtilen iki emirdir. Mücmelen iki husustur. İlki, katilin onu öldürmesi, ikincisi de

yaşamın müddetinin -ecelin- bitmesidir. “Öldürülme sebeplerinden kaçılarak ölümden kaçılmaz.” İddiası yanlıştır.

Yüce Allah da mutlak olarak ölüneceğini söylemektedir.” (Bkz. Kâdî Abdulcabbâr, age, II, 154, 156, 168; İbn

Hadîd, age, V, 135-136).

Page 71: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 66

“Allah’ın bu süreyi meleklere bildirmesindeki amaç, meleklerin bu zamana riayet ederek iş

yapmalarını temin içindir. Bu konuda kesin olan tek şey, canlıların mutlak olarak öleceği

gerçeğidir ki bu da âdeten bilinir.”105

Genel olarak Mu’tezile içerisindeki zihinsel çizgiyi takip etmiş olan Kâdî Abdulcabbâr,

dünya üzerinde tek ecel olduğu fikrinden hareket etmekle, bazı Mu’tezîlî bilginlerin ileri

sürmüş oldukları iki ecel fikrinin kabul edilemez olduğunu ileri sürmektedir. Bu itibarladır ki

düşünürümüz, bu kabulüne istinaden dünyadaki ecellerin artma ve eksilmesi konusunda

seleflerinden farklı bir noktada durmaktadır. Ona göre: “Ecel sabittir ve ölümün vukû bulduğu

andır. Dünyada iki ecelin olmayışına bağlı olarak onun kesilmesi de mümkün değildir. Ancak,

bazılarının iddia ettikleri gibi iki ecel de dünyadaki hayatta olsaydı, belki kesilmiş olabilirdi.

Hâlbuki En’âm Suresi’nin 2. âyetinde belirtilmiş olan ikinci ecel, dünya eceli değil, Âhiretteki

eceldir. Allah, dünya için bir ecel tayin etmiştir. Bilinen bu vakte gelenler mutlaka ölür. Çünkü

tayin ve takdir edilen bu zaman, onun için yaşaması gereken hayat zamanıdır. Kişinin ölümü

hem bilinen bu vakit içinde, hem de takdir edilen bu vakte ulaşarak oluşur. Yanlış anlaşılan

ikinci ecel ise, yalnızca Âhiretle ilgilidir. O da dünyanın kıyametiyle açıklanmıştır. Bunların

başka türlü oluşuna bir delil yoktur.” 106

Kâdî Abdulcabbâr’a göre Levh-i Mahfuz’da eceller tespitlidir. Dolayısıyla dünyada

ecelin kesilmesi anlamsız olur. Eğer ki dünya hayatı için iki ecel tayin edilmiş olsaydı, o vakit

iki ecelin varlığını ileri sürenler haklı olabilirdi. Ancak ona göre bunun böyle olduğuna dair bir

delil yoktur. Bu nedenledir ki dünya hayatı için takdir edilmiş olan ecel, tek eceldir. Bu ecel de,

sonradan olabilecek olan şeylerle değişim kabul etmeyen bir levhada kesin olarak kayıt altına

alınmıştır. Bu düşüncenin paralelinde fikir geliştirmiş olan Kâdî Abdulcabbâr, bu konudaki

düşüncesini Kur’an âyetleri üzerinden giderek şu şekilde temellendirmiştir: “A’raf Suresi’nin

34. âyetine göre ecellerin kesilmesi düşüncesi anlamsız olur. Bu âyete göre, dünya ecelinin

kesilmesi söz konusu değildir. Öyle olsaydı kâtilin Allah’a galip gelmesi ve Levh’de tespitli

olan yazının kesilmiş olması gerçekleşirdi ki ecel teriminin anlamından bunun imkânsızlığını

çıkarabiliriz. Çünkü ecel her ne şekilde olursa olsun ölümün vukû bulduğu andır. Bu yüzden

‘bedâ’ fikri de yanlıştır. Kâtilin eceli kesmesi veya öldürme olayı, bedâ’ya delâlet etmez. Zira

olayın içinde bulunduğu vakitten kesme olamaz.” 107

Sonradan tespitli bir süre, bir vakit olan

ecel, Yüce Allah’ın bilmesi ve hükmetmesiyle oluşmaktadır. İnsanın veya insanların ölüm

şekillerinden birisini tercih ederek ölmesinde Yüce Allah’ın herhangi bir zorlaması olamaz. O,

biliyor ki, ikisinden biri olmayacaktır. Yaşam varsa ölüm yoktur, ölüm varsa yaşam yoktur.”108

Kâdî Abdulcabbâr, son olarak hayat ve lütûf kavramlarına açıklık getirerek, ezelî ilme

mâtuf bir şekilde kurgulamış olduğu yazgı sistemini, aklî ve naklî deliller üzerinden tahkim

etme yolunu tercih etmiştir. Kanaatimizce hayat, lütûf ve bunlara bağlı olarak insanın

sorumluluğu konusunda, o güne kadar söylenmiş en güzel sözler onunkilerdir. İnsan olmanın

onuru, onun açıklamalarıyla daha da zevkli bir hâle gelmiştir denilebilir. Zira ona göre insan,

Yüce Allah’ın bir rakibi olarak görülemez. Bu nedenle de onun eylem sahası, imkânlarla

donatılmış olmalıdır ki, herhangi bir hesap olgusundan bahsedilebilsin. Kişisel özgürlüğün

105 Kâdî Abdulcabbâr, Mecmû, s. 406, 411. 106 Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbihu’l-Kur’an, I, 178, 235; Mecmû, s. 414. Mu’tezile geleneğinin sistemleşmesinin

yanı sıra, sonraki devirler üzerinde etkin bir fikrî yapı oluşturan düşünsel bir tarz hâline gelmesinde önemli

kilometre taşlarından olan Kâdî Abdulcabbâr, Basra Mu’tezilesi’nin büyük düşünürü olan Ebu’l-Hüzeyl’in

düşüncelerini şöyle bir mantıkla eleştirmektedir: “Kâtl fiili sonrasında oluşmuş olan öldürülme ile ölüm olayı,

mucmel olarak tek ecelle belirtilmiş olan iki emirdir, iki husustur. Bunlardan ilki, kâtilin o kişiyi öldürmesi, ikincisi

de ölüm sayesinde yaşamın müddetinin bitmesidir. ‘Öldürülme sebeplerinden kaçılarak ölümden kaçılmaz’ iddiası

yanlıştır. Zira Al-i İmran Suresi’nin 154,156 ve 168. âyetlerinde ifade edildiği gibi bazı durumlarda Yüce Allah

mutlak olarak ölüneceğini bildirmektedir.” İbn Hadîd, age, s. V, 135-136. Düşünürümüz devamla ölümün sebepleri

üzerinden bir tahlil de yaparak konuyu şu şekilde bağlamaktadır. “Ancak Allah’ın bildiği bu vakitte hayatın biteceği

kesin olmayabilir. Ezelî bilgi onu oraya götürür. Hayat, ölümü oluşturan sebeplerle biter. Bu da Allah’ın eşyayı

mahiyetleri icabı bilmesini doğrular. Çünkü Yüce Allah’ın kişinin ölümünü bildiği vakit, katilin onu öldürdüğü

vakittir.” (Bkz. Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbihu’l-Kur’an, II, 517; İbn Hadîd, age, V, 134,136). 107 Kâdî Abdulcabbâr, Mecmû, s. 411,414. 108 Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbihu’l-Kur’an, I, 180.

Page 72: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 67

temel parametrelerini deruhte eden her açıklama gibi, insanın lehine ifade edilmiş olan bu gibi

söylemlere ne kadar da muhtacız! Aklî sorgulamanın bir şaheseri olan aşağıdaki

değerlendirmeler, günümüz Müslümanı için yeteri kadar açıklayıcı gözükmektedir! Nimet-

külfet dengesinin âdil ilkeler üzerinde kurulmuş olduğu bir fikrî eğilime sahip olan

düşünürümüze göre bu durum şöyle açıklanabilir: “Hayatın eceli, insanın içinde yaşadığı

vakittir. Bu lütûf olamaz. Böyle olup olmadığı tartışmalıdır. Zira bir şeyin lütûf olabilmesi için

imkân takaddümü gerekir. Verilmiş bir zaman olmasaydı, mükellefler de istenilen görevleri

yapamaz ve güçlenemezdi. İnsan zaten bu vakitte yaşıyor, bu nasıl lütûf olur? Belki şu

söylenebilir: Zeyd’ in yaşaması, Amr için bir lütûf olabilir, Ancak kendisi için olamaz. Çünkü

o, onunla yaşıyor. Hayatın ecelini lütûf olarak saymazsak, onsuz yaşayamayacağımız şeyleri

de lütûf olarak sayamayız. Bunların hükmü de hayatın ecelinin hükmüyle aynıdır. Ölümün

eceli, ölen için bir lütûf olamaz. Onu tekliften mahrum bırakır. Fakat kişinin mutlaka öleceğini

bilmesi lütûf olabilir.”109

Bizce de bu yaklaşım hem esaslı bir kaynaktan, yani insanın özgür yaratılmış olduğu

kabulünden neş’et etmekte, hem de insanın verili olana şükrü için rasyonel bir alan açmaktadır.

Denilebilir ki insan için şükür vesilesi olacak olan şeyler, onun mecbûri olan yaşam alanına ait

demirbaşlar olmamalıdır. Bunların verili olması eşyanın tabiatı gereğidir. Şükrünü eda

edeceğimiz şeyler, yaşamın mecbûri birikimlerinden uzak, bizler için artı değer olarak sunulan

nimetler olmalıdır. Mesela, havanın varlığı bir şükür unsuru olmamalıdır. Zira hava olmasaydı,

insanın dünya üzerindeki yaşamından ve bu yaşama bağlı olarak temerküz edilen kişisel

sorumluluktan bahsedilemezdi. Aynı şekilde, hesaba müteallik olan her durumda, paket

program denilebilecek kazanımlardan bahsedilecekse, bunların yaratılmış olması şükrün bir

ifadesi değil, sorumlu olmanın yeter şartı sayılmalıdır. Zira hayatın idâmesi için olmazsa olmaz

olan şeyler, şükür konusu değil, ibret konusu olmalıdır diye düşünmekteyiz.

Mu’tezile düşünce sistematiği içerisinde olmakla birlikte genel anlamda yukarıda

bahsedildiği şekliyle ekol üstü şahsiyetler bağlamında ele alabileceğimiz bir diğer şahsiyet de

Ebu’l-Kâsım Mahmud b.Ömer ez-Zemahşerî (ö.538/1143)’dir. Bilindiği kadarıyla Zemahşerî,

yaşadığı dönem itibariyle Mu’tezile Mezhebi içerisinde şekillenmiş ekollerden bağımsız

düşünebilen önemli bir şahsiyettir. Diğer bir deyişle o, Mu’tezile düşüncesinin hem

bidayetinde, hem de nihayetinde ortaya çıkmış olan farklılıkları günümüz ulaştırmış

kişiliklerden kabul edilebilir. Dahası Zemahşerî, son dönem Mu’tezîlî düşünceyi de temsil eden

önemli bir kişiliktir.

Tespit edebildiğimiz kadarıyla Zemahşerî, görüşleri itibariyle daha ziyade Bağdat

ekolüne yakın durmaktadır. Bu nedenden ötürü düşünürümüzün ecel anlayış, adı geçen ekolün

görüşleri paralelinde şekillenmiştir denilebilir. Zemahşerî, ecel anlayışını ifade ederken

öncelikle kavramın kelime anlamları üzerinde durmaktadır. Ona göre ecel kavramı, kelime

anlamları itibariyle zaman, süre ve vakit manasına gelmektedir. Tespit edilmiş olan bu vakit

ise, ezeldeki ilme uygun olarak takdir edilmiş ve yaşadığımız zamanın içerisine konulmuştur.

Kur’an’da Yüce Allah’ın isimlendirdiği ve vaktini tayin ettiği ecel ise, müddetin sonu, zaman,

ay, yıl, ölüm, kıyamet vs. olarak da bilinir.110

Bu eceli ise sadece Allah bilir. Nitekim O, bu

eceli Levh-i Mahfuz’da takdir etmekte ve bir kitapta toplamaktadır. Yüce Allah tarafından

ezelde takdir edilmiş olan dünya eceli ise iki değil, tektir.111

Zemahşerî, ecel kavramını, yukarıdaki kullanımların dışında daha teknik bir içerikle,

günlük yaşamın dilimlerini ifade eden bir zaman aparatı olarak da kullanmıştır. Ona göre: Ecel

kavramı, insan yaşamı için kullanılırsa zaman, ay, yıl, gün ve saat gibi taraflardan birinin

koyduğu bilinen bir vakit de olabilir. Mesela; hasat zamanı deyişinde olduğu gibi. Ancak bu

tür kullanılış daha özeldir.112

109 Kâdî Abdulcabbâr, Mecmû, s. 416-417. 110 Zemahşerî, Keşşâf, II, 101, 148; III, 440; IV, 604; Cihat Tunç, Ecel md., TDVİA, İstanbul 1988, X, 381;

Zemahşerî Kelâmının Ana Meseleleri, Ankara 1976, ss. 14-28. 111 Zemahşerî, age, IV, 604. 112 Zemahşerî, age, I, 325.

Page 73: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 68

Mu’tezile Mezhebi’nin son dönem büyük üstatlarından kabul edilmiş olan Zemahşerî,

ezelde takdir edilmiş olan sürelerle ilgili açıklama yaparken, mezhebî anlamda fikrî seleflerinin

izinden giderek, konuyu Yüce Allah’ın ezelî ilmi çerçevesinde ele almaktadır. Ona göre, Yüce

Allah’ın ezelî ilminin kapsamına uygun olarak dünyadaki kişiler için ezelde bir ecel takdir

edilmiştir. Bu konudaki takdir ise, ilmin gerekliliği üzerine bina edilmiştir. Kişiler için ezelde

takdir edilmiş olan ecellere mâtuf olan ölüm zamanı veya ölüm yasası/kitabı, değişimin

mümkün olmadığı levh olan Levh-i Mahfuz’da yazılmıştır.113

Zira Yüce Allah’ın ezelî ilmi, bu

yazıyı da kapsamaktadır. Bu şekilde takdir edilmiş olan her şey, bir başka levh’de değişimin

olası nedenleri ile kayıt altına alınmıştır. Netice olarak da her türlü değişimi kapsayıcı bir

özellik içeren kitap ise Ümmü’l- Kitap olarak bilinmektedir.114

Etkili bir Mu’tezîlî düşünür olan Zemahşerî, kendi ilmî geleneğinin ekser zevâtının da

kabul etmiş olduğu veçhile, En’âm Suresi’nin 2. âyetinde belirtilmiş olan iki ecel ifadesini,

Mu’tezile Mezhebi’nin genel kanaatine uygun olarak açıklama yolunu tercih etmiştir.115

Onun

düşüncesine göre yukarıdaki âyette ifade edilmiş olan iki ecel kavramından ilki, dünya için

konulmuş olan ecelleri kapsamaktadır. Bu nedenledir ki, insan hayatını ilgilendiren ecel, tek

ecel olmaktadır. Bu ecelin bir diğer ismi de kişiler için belirlenmiş olan ölüm eceli ya da ölüm

vakti olarak tesmiye edilmiştir. Ona göre ilgili âyette bahsedilmiş olan ikinci ecel ise kıyamet

vakti olarak anlaşılmalıdır. Ecelin bu ikinci şeklinin kişilerin hayatlarını doğrudan ilgilendiren

bir tarafı da yoktur. Zemahşerî ye göre dünya için tek olan ilk ecel, ertelenemez ve de öne

alınamaz şekilde takdir edildiğinden, bu tespit onun kesinlikli olan durumunu açık bir şekilde

ifade eder. Dünya hayatı için tek ecel olgusunu temel almış olan üstadımız, konuyu bize göre

pek de anlaşılır olmayan bir gerekçelendirme ile şu şekilde detaylandırmaktadır: “ Nitekim Nuh

Suresi’nin 4. âyetinde belirtilmiş olan ‘erteleme’ olayında ise, Yüce Allah’ın: ‘Eğer Nuh Kavmi

iman ederse ömürleri 1000/bin yıldır, yok eğer küfürlerinde devam ederlerse 950 yılın başında

helâk olurlar. İman edin ki Allah sizi ecel-i müsemma’ya kadar ertelesin’ denilmiştir. Bu

yüzden, geçmiş milletlere helâklerinden önce konulmuş olan bir süre va’di vardır.116

Bu va’din

sonunda gerçekleşecek olan ecel, ‘müsemma’ ismiyle ifade edilmiş olan kıyamet ecelidir. Gök

cisimlerinin gerçek olan eceli de budur. Gece ve gündüzün eceli de böyledir.”117

Î’tizâlî gelenekte müteahhîr dönemin önemli düşünürlerden sayılan Zemahşerî, genel

olarak ilk devir klâsik kelâm tartışmalarının sürükleyici ortamından da uzak kalmıştır. Bu

yüzdendir ki düşünürümüz ilgili konulardaki şahsî fikirlerini, muhalled eseri ola Keşşâf’ta

ifade etmeyi daha uygun bulmuştur. Zemahşerî, bahse konu olan eserinde, tartışma konularına

atıf olabilecek âyetlerin tefsirlerini yaparken, kısa da olsa kendi düşünsel mirasına uygun

açıklamalar da yapmıştır. Onun bu metoduna güzel bir örnek olarak, uyku ve ölüm ecelleri

hakkındaki fikrini delil olarak gösterebiliriz. Ona göre uykunun eceli ile ölümün eceli ayrı ayrı

takdir edilmiştir.118

Esasında Zemahşerî, böyle bir açıklama yapmakla, aslında dünya

yaşamımızda teknik olarak birbirinden bütünüyle farklı olan alanları ifade etmek istemiş

gibidir. Neticede onun bu ayrımı, farklı alanlarda takdir edilmiş olan yasal düzenlemelerin

sınırları üzerinde bir kanatın oluşmasını da sağlayabilir.

Zemahşerî, Kur’an’da ecellerin ertelenme ihtimalinden bahsedilmiş olan Nuh Suresi’nin

4. âyetini tefsir ederken, yaşanılan ömürler hususunda ziyade ve noksanın imkânlı oluşunu da

açık yüreklilikle tartışır. Düşünürümüze göre, biyolojik olarak vukua gelmesi pek de mümkün

olmayan yaşam süreleri, dünya hayatında ömür süren fânî kişiler için mutlak ömür değeri

anlamında, kesinlikle erişebilecekleri yaşam süresi olarak kabul edilemez. Bu nedenle o,

maksimum yaşam sınırları ile ilgili olarak seleflerinden farklı bir tarzda şöyle kurgulamalarda

da bulunmuştur: “Yaşanabilecek en uzun vakit, sizin için tayin olunan ve o süreden öteye

geçemeyeceğiniz 1000 yıldır… Öyleyse bu süre gelmeden önce yapılmış olan ‘iman edin!’

113 Zemahşerî, age, II,534. 114 Zemahşerî, age, I, 424; IV, 604. 115 Zemahşerî, age, II, 4, 45. 116 Zemahşerî, age, II, 101;IV, 615. 117 Zemahşerî, age, II, 502; III, 605; IV, 112. 118 Zemahşerî, age, IV, 615.

Page 74: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 69

daveti, ömürlerde olabilecek olan ziyadeyi açıklar.”119

Onun düşüncesine göre, dünya üzerinde

yaşanabilecek en uzun süre olarak böyle bir maksimum sınırın konulmuş olması, belki de insan

yaşamı hususunda ileriki zamanlarda oluşabilecek tıbbî değişimleri de kapsaması endişesinden

kaynaklanmış olabilir. Zemahşerî, dünya üzerinde yaşanılması muhtemel olan bu nihaî sınırı,

insanoğlunun ömür anlamında yaşayabileceği maksimum süre olarak tanımlanırken, sanki

potansiyel ömür anlayışına dikkat çekmiş olmaktadır. Muhtemeldir ki, kişiler ve toplumlar için

alternatifli bir sorumluluk alanını tahkim eden böyle bir sürenin olmuş olması, ilgili sürenin

nihayetinde her hangi bir ertelemenin de olmayacağını temin etmek içindir.

Zemahşerî’nin ezelî yazgı anlayışına göre, insan yaşamı için olduğu kadar, milletlerin

yaşamları için de bir ecel takdir edilmiştir. Ona göre, tayin ve tespit anlamında mutlak mânâda

kesinlik içeren bu vakit, iyi ameller işlemek ve iman etmekle ertelenebilir veya işlenen kötü

fiillerle öne de alınabilir. Bunlara bağlı olarak helâk edilecek kişi ve toplumlar için ekstra

müdahaleler de vardır.120

Mamafih düşünürümüz Zemahşerî, takdir edilmiş olan süreler

hususunda bazen ön kabulleriyle uyumlu olmayan açıklamalar da yapmaktadır. Kanaatimizce,

ecellerin bir kitapta kayıtlı olduğunu iddia ettikten sonra, aynı kararlılıkla bu sürelerin

değişebileceğini de ileri sürmek, en hafif tabiriyle bir çelişik durum arzetmektedir. Bu

meyanda onun dile getirmiş olduğu şu ifadeler, kesinlik içeren yazgı anlayışıyla uyuşmayan

nitelikteki açıklamalar hükmünde kabul edilmelidir: “İnsanların ve milletlerin tutum ve

davranışları onların ömürlerini artırabilir. Böyle bir artma ve eksilmenin kayıtları da kir

kitapta tespitlidir. Öyle olmasaydı, Hz. Ömer’in bir seferde yaralanması esnasında Ka’b b.

Ahbâr’ın: “Ömer dua etseydi, eceli te’hir edilirdi” açıklamasının anlamı olamazdı.”121

Zemahşerî, ömür anlayışı olarak Ümmü’l-Kitap’taki yazgıyı ve buna bağlı olarak tespit

edilmiş olan ezelî belirlemeyi esas almaktadır. Onun düşüncesine göre ömürlerin uzun veya

kısa olması da Levh-i Mahfuz’da kayıtlıdır. Kişilerin ömrünün 40 veya 60 yıl olması o

kitaptaki ezelî tespitle olur. Ancak sıla-i rahim ile de ömür artabilir. Bunun böyle olacağı da

yine o kitapta kayıtlıdır. Bu anlayışına uygun olarak Zamahşerî, uzun veya kısa ömür dağıtma

işini (muammer) de imkânsız görerek, bu durumu farklı açılardan yorumlamaya çalışmıştır. O,

Fatır Suresi’nin 11. âyetinde bahsedilen uzun ömür verilenler’den kastın, ileride kendisine uzun

ömür verilecek olandır, yoksa fizikî olarak uzun ömürlü olanı kastetmemiştir’ şeklinde

olduğunu açıklamıştır. Buna göredir ki düşünürümüz, muammer ifadesini; gelecekte vâkî

olacak olan uzunluğu ifade eder tarzında anlama cihetine de gitmiştir. Neticede ona göre ömrü

ilgilendiren bu ayrıntı da yine Levh-i Mahfuz’da kayıtlıdır. Buna binaen denilebilir ki, bir

insanın hem uzun ömürlü, hem de kısa ömürlü olması imkânsızdır. İlgili âyetteki kullanım,

toleranslı bir kullanımdır. İnsanlar günlük yaşamda kendi aralarında da böyle ifadeleri

kullanmaktadırlar.122

Netice olarak denilebilir ki, Mu’tezîlî düşüncenin üstatlarından kabul edilen

Zamahşerî’nin yukarıdaki açıklamalarından hareketle, dünyadaki yaşamda tek ecel anlayışını

kabul ettiği yönünde kesin yargılarda bulunulabilir. Ona göre, sonradan meydana gelebilecek

her türlü değişimleri itibariyle, Yüce Allah’ın ezelî ilminde kayıtlı olan ecel ve ömür süreleri;

oluş vaktindeki zamanla takdir edilmiş ve mutlak gerçeklik olarak insana muhatap kılınmıştır.

Bu demektir ki, Levh-i Mahfuz’daki yazıda ömür sürelerindeki artma ve eksilmenin şartları da

kayıtlıdır. Ezelî ilimde tayin ve tespit edilmiş olan ecel ve ömür sürelerinde herhangi bir

değişiklik olamaz. Kavramların farklı anlaşılmasındaki zorluk ise, dildeki zorluktan

kaynaklanmaktadır.123

Gerçek durum ise böyle değildir.

Mu’tezîlî tasavvuru kabul ettiği hâlde ekol üstü kabul edilebilecek olan diğer bir şahsiyet

de Ahmed b. Yahya b. el-Murtazâ (ö.840/1437)’dır. Genel hatları ile Mu’tezîlî düşünce

içerisinde kabul edilebilecek olan İbnü’l-Murtazâ, aynı zamanda Şîa düşünce geleneği

içerisinde bulunan Zeydiyye Mezhebi’nin büyük imâmı ve velûd bir ansiklopedik âlim olarak

119 Zemahşerî, age, IV, 615. 120 Zemahşerî, age, II, 542; III, 460. 121 Zemahşerî, age, IV, 604. 122 Zemahşerî, age, IV, 604, 615. 123 Zemahşerî, age, IV, 604.

Page 75: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 70

da meşhurdur. İtikatta Mu’tezile Mezhebi’nin görüşlerini benimsemiş olan İbnü’l- Murtazâ,

tarihsel olarak Mu’tezile Düşünce Okulu’nun sonraki nesillere tanıtılmasında büyük katkılarda

bulunmakla kalmamış, bu meyanda Tabakâtü’l-Mu’tezile adlı ansiklopedik eseri de kaleme

almıştır. İbnü’l- Murtazâ, Mu’tezile Mezhebi içerisinde düşünsel olarak bulunmuş olan

İmamiyye âlimlerinden bahsetmiş olduğu eserlerinde ise, hem Mu’tezile’nin temel esaslarını

anlatmış, hem de Şia’nın Mu’tezile Mezhebi’yle olan ortak fikrî yapısından bahsetmiştir

Mu’tezîlî düşüncenin zihinsel kurbiyet anlamında son temsilcilerinden kabul edilen

İbnü’l- Murtazâ, esas itibariyle Mu’tezile Mezhebi’nin teknik mânâda bir düşünürü de değildir.

Buna nazaran o, bazı konularda Mu’tezile gibi düşünen Zeydiyye ve ona tâbi olanların

düşüncelerine yakın bir duruş içerisinde yer almıştır. Bu itibarladır ki İbnü’l- Murtazâ, Şiî

düşünsel ekolü içerisinde yer almış olduğu hâlde, Mu’tezile’nin bazı düşünürleri hakkındaki

eleştirilerinden de geri kalmamıştır. İbnü’l-Murtazâ, kendi fikrî yapısını temellendirirken,

sistematik düşünen bütün âlimlerin yaptıkları gibi, ilk önce ilke ve kuralları koymakta, sonra da

ilgili âyetleri bu kurallar çerçevesinde yorumlamaktadır. Bu noktada o, kendi düşüncesine

uygun olmayan farklı anlayışların delillerini de âyetler veya aklî deliller üzerinden giderek

eleştirmektedir.

İbnü’l-Murtazâ’ya göre ecel, Mu’tezile Mezhebi’nin çoğunluğunun iddia etmiş olduğu

veçhile: “Ölenin de öldürülenin de içinde bulunduğu vakittir.” Mezhebin ekser âlimlerinin

düşünce eğilimine uygun olan bu kabul, aynı zamanda şu olası sonuçları da doğurmuştur:

“İnsan için tek ecel vardır, insanın içinde ölmediği vakit onun için ecel olamaz.” 124

İbnü’l-

Murtazâ, En’âm Suresi’nin 2. âyetinde belirtilmiş olan ilk ecelin dünya için, ikinci ecelin ise

kıyamet için olduğunu açıklamıştır. Ona göre zulüm, hak edilen bir şey olmadığı için, birisi

zulümle öldürülürse bu onun yaşayacağı anlamına gelmez. O kişinin o vakitteki ölümü de

Allah’ın takdirine göredir.125

İbnü’l-Murtazâ, ecel anlayışı konusunda diğer düşünürlerden farklı bir eğilim

içerisindedir. Ona göre tek ecel anlayışı doğru değildir. Bu nedenle İbnü’l-Murtazâ, tek ecel

anlayışına sahip olan düşünürlerin fikirlerini eleştirerek, Mu’tezîlî düşüncenin büyük

üstatlarının sahip oldukları düşünceye karşı olan farklı bir fikir ortaya koymuştur. İbnü’l-

Murtazâ, maktûl konusunda akılcı yaklaşımı ön plana alarak durumun sorgulamasını yapar ve

ecelin iki olduğunu, birinin dünyadakiler için diğerinin de kıyamet için va’z edildiğini söyler.

Nitekim İbnü’l-Murtazâ, bu konudaki düşüncesini şu şekilde ifade etmiştir: “ Kişi mademki

orada ölmedi, o vakit onun eceli değildir. En’âm Suresi’nin 2. âyetinde bahsedilen ikinci ecel,

kıyamet için takdir edilmiş olan eceldir.” 126

İbnü’l-Murtazâ, yaşadığımız dünya üzerinde tek ecelin varlığını, Yüce Allah’ın ezelî

olan ilmine mâtuf olan takdiriyle açıklamaktadır. Bunun dışındaki ecel tayinini ise, insanın

iradeli davranışlarının dışında gerçekleşen bir belirleme olan kıyamete süre tayini olarak kabul

ettiğinden, bu durumun Kur’an âyetleriyle de sabit olduğunu ileri sürmektedir. Onun genel

düşünce eğilimine uygun olarak denilebilir ki, ilgili âyette belirtilmiş olan birinci ecel, insanı

ve onun sorumlu olmasını doğrudan ilgilendiren bu dünya yaşamında, ikinci ecel ise, insanı

doğrudan ilgilendirmeyen bir alan olan Kıyamet için bir belirleme yapmaktadır. Bu nedenledir

ki kişilerin hayatları için tanzim edilmiş olan yalnızca bir ecel vardır. O da dünya hayatımızın

bütününü kapsar şekilde takdir edilmiştir.

Kendi düşünsel geleneğinin bir izdüşümü olan fikrî çizgisini ısrarla takip etmiş olan

İbnü’l-Murtazâ, haleflerinin bazılarının yaptığından farklı olarak, Mu’tezîlî algıda sadece tek

ecel anlayışını eleştirmiştir. Bunun dışındaki hususlarda özellikle de maktûl konusunda

geleneksel Mu’tezile Ekolü’nün sadık bir ferdi olarak kişisel düşüncesini ortaya koymuştur

denilebilir. Olmuş olanın mutlak olarak doğru olması gerektiği üzerinden giden düşünürümüze

göre, takdir edilmiş olandan başkası gerçekleşemez. Gerçekleşmiş olan da ezelî takdirin

olmasını istediği sonuçtur. Onun kendi fikrî geleneğine de teğet olan bu kanaati, maktûl’un

124 İbnü’l-Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 34. 125 İbnü’l-Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 34, 98; Subhî, Zeydiyye, I, 372. 126 İbnü’l-Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid, s. 98.

Page 76: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 71

eceli konusunda şu cümlede açıklıkla ifade edilmiştir: “Maktûl, Allah tarafından öldürüldü,

onun eceli oydu. O zaman ki ölümünün sebebi ‘katl’ olmasaydı, Allah onu o anda başka bir

nedenden dolayı öldürecekti. Çünkü kişinin ezelde tayin edilmiş olan eceli o vakittir.” 127

İbnü’l-Murtazâ, insan fiilleri konusunda kişisel iradeye değil, ezelî ilme öncelik

vermektedir. Ona göre insanların fiil bazında tercih etmiş oldukları her şey, nihayetinde ezelî

ilmin kapsama alanı içerisindedir. Bu nedenledir ki, kişinin işlemiş olduğu fiilleri, ilmin

mahiyetine göre önceden takdir edilmektedir. Bu noktadan hareketle denilebilir ki, ona göre

katilin harekete geçerek maktûl’u öldürmesi ya da öldürmemesi, kendi elinde olan bir şey

değildir. Yüce Allah’ın ilmi, kişilerin fiillerine öncelikli olduğundan dolayı, katilin bu seçeneği

tercih etmiş olması ezeldeki bilginin mahiyetine göre tayin ve tespit edilerek o kişiye fiil olarak

kaydedilmiştir. Maktûl’un ecelinin takdir edilmiş olması, bilgi olarak Yüce Allah’ın ilmindeki

önceliğini gösterdiğinden, kişinin o andaki ölümü de takdirli bir durumun ifadesidir. Onun

düşünce geleneğinde bu gibi takdirli durumlar, kişisel sorumluluğu iptal edecek bir şekilde

yazıya geçirilmediğinden, işlemiş olduğumuz fiillerimizdeki sorumluluk değeri, insanın hesabı

için yine de önemli bir yer tutmaktadır.

İbnü’l-Murtazâ, Al-i İmrân Suresi’nin 154. âyetinde belirtilmiş olan ölüm vakasını

açıklarken, yukarıda belirtilmiş olan bir takdir anlayışından hareket etmektedir. Ona göre,

gerçekleşmiş olan son durum, olması gereken durumdur. Klâsik kader eğiliminin temel

ilkelerinden birisi olan, olmuş olanı kutsamak düşüncesi, düşünürümüzde belirgin bir fikrî

açılım olarak temâyüz etmiş gibidir. Ona göre olan her şey, başka bir şekilde olma olasılığı

ortadan kalktığı için öyle olmaktadır. Bu nedenle de olana itaat emek kulluk görevidir.

Mevcudun rasyonalizasyonu üzerinden ilerleyen bu eğilim, insanın iradesini iptal ettiğindendir

ki, insanın özgürlüğü lehinde bir yorum olarak ileri sürülemez. Yorumun kutsallığı, mesajın

açılımını engeller bir seviyede algılandığı içindir ki, kültür tarihimiz yorum egemenliği

üzerinden inşâ edilen bir fikrî geleneğin mirasçısı durumundadır. Bu sonuca uygun bir tarzda

düşünce üreten İbnü’l-Murtazâ, müsemma eceli açıklarken şu ifadeleri kullanmaktadır: “Ölen

veya öldürülen o kişinin eceli, ölümün gerçekleştiği o zamanıdır. Kişi savaşta vs.

öldürülmeseydi de kesinlikle o vakitte ölürdü. Yoksa öldürme maktûl’un müsemma olan ecelini

kesemezdi.”128

Netice olarak denilebilir ki, İbnü’l-Murtazâ’ya göre En’âm Suresi’nin 2. âyetinde

bahsedildiği şekilde tek ecel vardır. Âyette zikredilmiş olan ikinci ecel de insanın dünya

hayatını ilgilendiren bir husus şeklinde anlaşılmalıdır. Ancak bizler için dünya hayatımızda

konulmuş olan tek ecel vardır. Bu ecelin isimlendirilmiş şekli olan müsemma ecel ise, genel

kanaatin aksine Yüce Allah’ın ilminde mündemiç olan ölüm vakti’dir. Ezeldeki bilginin

mahiyetine uygun olarak belirlenmiş olan bu vaktin, davranışlarımız üzerinde doğrudan bir

etkisi yoktur.

127 Nesefî, Tabsıra, II, 686. 128 Subhî, Zeydiyye, I, 371. Bu düşünce grubu içerisinde daha bağımsız düşünebilen Hüseyin b. Muhammed en-

Neccâr ise Eş’arî’nin görüşüne yakın bir fikri savunmaktadır. Neccâriyye-Hüseyniyye’nin kurucusu olarak da bilinen

en- Neccâr, düşünce eğilimi olarak bazı konularda Kaderiyye’ye, bazı konularda ise Eş’ariyye’ye yakın düşündüğü

bilinmektedir. Ona göre “Ölen ve öldürülen de eceliyle ölmüş ve öldürülmüştür.” (Bkz. Watt, Teşekkül, s. 292). Ecel

konusunda ilâhî belirlenimi esas kabul eden Neccâriyye’nin bu düşüncesi, Ebû Abdullah Muhammed b. Kerrâm es-

Sicistânî (ö.255/869)’nin kurucusu olduğu Kerrâmiyye ekolünde de kabul edilmiş görünmektedir. İki ekol de

ecellerin belirlenmiş olduğu noktasında aynı görüşü benimsemiş görünmektedir. (Bkz. İbn Ebi’l-Hadîd, age, V, 134;

Bağdâdî, Fark, s. 181; Dugaym, age, I, 12; Watt, Hür İrade, s. 134-135).

Page 77: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 72

5. MU’TEZİLE’DE ECEL/YAZGI VE İLİM İLİŞKİSİ Mu’tezile Ekolü’nun ilim anlayışı, kaza ve kader inancının bir izdüşümü olarak

görülebilir.129

Zira esas itibariyle gaybe ait bir konu olan ezelî ilim sahasında tam yetkili Yüce

Allah’ın mutlak iradesi olmaktadır. Bu nedenledir ki onlara göre ecel ve maktûl’un eceli

konusu, değişim kabul etmez mahiyette olan ilâhî ilmin kapsamındadır. Bu ilmin kesin bir

verisi olan ecelin takdiri ise, ezelî ilmin kapsamına uygun olarak bütün olası değişimleri de

kapsar nitelikte tespit edilmiştir. Takdirin mahiyetine göre de fiillerin sahipliği meselesi

belirginleşmektedir. Olguyu takdir edenin ezelî bilgisi, insan fiilleri üzerinde zorlayıcı bir

karakter taşımadığından, bu yazgı kişisel iradenin olası sonuçlarına da zarar veremez. Yüce

Allah’ın bilgisinin insanın fiillerine olan önceliği, Levh-i Mahfuz ve Ümmü’l-Kitap’taki kayıtlı

oluşunun da gerçek sebebidir. Ne şekilde olursa olsun insanın eceli, ezelî bilginin mahiyeti

icâbi takdir edilir ve sonradan oluşacak olan değişimler bu yazıya bir zarar veremez.

Mu’tezile Düşünce Ekolü’nün ekser görüşü, ezelî ilmin, kaza ve kader inanışıyla

ilişkisinin olduğu yönündedir. Bu nedenledir ki ezelî ilmin mahiyeti dikkate alınacak olursa,

maktul’un ecelinin tayin ve tespit edilmiş olması gerekmektedir. Çünkü ilâhî bilgi, bu alanda

sonradan oluşacak olan her türlü müdahaleyi reddeder. Bu yüzden Allah bilir ifadesi, şeklen

Allah’a iman kabilinden olup, gerçekte ise hadiseleri ezelî ilme göre takdir eden bir yaratıcıya

olan güveni ifade eder. Bu mutlak irade, faili belli bir sürecin yaratıcısı olmakla, hadiseleri de

ezelde tayin ve takdir edebilir. Onun bilgisi, bütün bunların tavsifini de gerekli kılmaktadır.

Mu’tezile’de bile ezelî ilmin vakalara olan önceliği anlayışı, bu mutlak algı üzerinden

yürümektedir denilebilir.

Bütün eksikliklerine rağmen yine de hür düşüncenin kurucu atası sayılabilecek olan

Mu’tezile Düşünce Okulu, ezelî ilim anlayışı konusunda daha muhafazakâr bir görüntü

vermektedir. Kendi fiilinin yaratıcısı olan insan modelini büyük bir cesaretle savunmuş olan bir

ekol, ilim anlayışı olarak muhaliflerinin gölgesinde kalmış olmasını anlamakta zorluk

çekiyoruz. Zira onların bu eğilimi, düşünsel muhaliflerinin efkâr-ı umûmiye’de güçlü bir mevzi

kazanmasına neden olmuştur denilebilir. Öyle ki ekole sirayet etmiş olan bu klâsik algıya göre,

insanın verili kabiliyetinin kendi fiillerini oluşturacağı inanışı da ezelî ilimde öylece kayıt

altına alınmıştır. Kendi kudretine sahip bir varlık olan insan, atacağı her adım itibariyle ezelî

ilmin evrelerinde kayıtlıdır. Zaman zaman fatalizmin sınırlarında görülen bu muhafazakâr

eğilim, insanın kaderi konusunda mutlak bir hürriyet olgusunu da ileri süremez gibi

algılanmıştır. Onların bu ilim anlayışına göre insan, kendi kaderi için mutlak belirleyici

konumundan çıkarılmıştır. Tercih, tespit ve gözlem dışında kalan bütün alanlar, ezelî ilmin

kuşatıcılığı açısından ilâhî takdire, yani Yüce Allah’a hasredilmiştir. Hâlbuki bu alanda olası

bir teklif, mutlak mânâdaki kudreti ifade etmeliydi.130

Çünkü insanın yaratılışı bu değer

üzerinden kurgulanmıştır. Emanetin yüklenilmiş olmasının anlamı budur.131

İşte o zaman,

sorumlu bir insan projesi hayata aksetmiş olabilirdi.

Ezelî ilmin vasfı üzerinde ayrıntılı bir şekilde duran Mu’tezile Düşünce Okulu, Yüce

Allah’ın ezeldeki tespitinin mahiyetini, icbârsızlık şeklinde ifade etmektedir. Bu meyanda

onlar: “Bizim bir insanın ölüm-öldürme fiilini işleyeceğini önceden bilip bir tarafa yazmamız,

nasıl ki o kişinin fiiline icbârî manada bir etki etmezse, Yüce Allah’ın ezelî tespiti de böyledir.

129 Mu’tezile Ekolü denildiğinde homojen bir gruptan bahsedilemez. Ekol içerisinde birbirinden çok farklı düşünen

kişilikler vardır. Bu nedenledir ki ortak bir kanaate ulaşmak zordur. İlk dönem kaynaklarda onların yeknesâk bir

grup gibi gösterilmiş olduğu görülmektedir. Onlar şunu zannettiler ki, onlardan bazıları der ki, Kaderiyye’nin bir

kısmının icmaı şudur…gibi genel ifadeler, gerçeğin sadece bir kısmını gözler önüne sermektedir. Hüküm genel

itibariyle verildiğinden, sanki Mu’tezile Mezhebi’nin hepsi şu kanaattedir intibası yaratılmaktadır: “Allah, onların

rızkını ve ecelini belirli, bilinen vakte kadar erteledi, kayıt altına aldı. Kim ki, katledilerek eceline varmadan öldü,

rızkından ve ecelinden önce öldü. Ölüm ise, Allah’ın fiilidir. Takdir edilmiş olan ölüm, insanın fiili olamaz. İnsan bu

anlamda yaratıcı değildir.” (Bkz. Malâtî, Tenbîh, s. 176; Tahânevî, age, I, 84; Ebu Ya’lâ el-Ferrâ, Kitabu’l-

Mu’temed, s. 148; Sabûnî, Akidetu’s-Selef, s. 138). 130 Watt, Hür İrade, ss. 86-88. Aydınlanmanın büyük filozofu Kant da insana yapılmış olan bir teklif varsa, bu teklif

mutlak olarak kula ait olan bir kudret’i de içermelidir demektedir. (Bkz. Keskin, age, s. 196). 131 Ahzâb Suresi, 33/72.

Page 78: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 73

Çünkü O’nun ezelî ilminin kulun fiiline öncelikli oluşu, işlenmiş olan bu fiilin Allah’a aidiyetini

doğurmaz.”132

derken, ezelî ilmin tarafsız bir şekilde belirleme yaptığını ileri sürmektedirler.

Yüce Allah’ın ezelî olan bilgisi, sonsuz olan kudreti ile uyumlu işler yaptığındandır ki,

netice olarak ezelî olan bu bilgiden asla zulüm doğmaz. Mâlûm-u âlîdendir ki Yüce Allah’ın

ezelde bilgisi dâhilinde olan bir şeyi kâtilin iradesi ters çeviremez. Zira Yüce Allah’ın ezelî

ilminin değişmesi mümkün değildir. Öyleyse hem katil, hem de maktûl, Allah’ın malûmu ve

takdiri olan bir ilme göre oluşan sonuçlarla karşı karşıyadır. Bu yüzdendir ki ecellerin ezelî

tayin ve takdirle oluşu, Yüce Allah’ın ezelî ilmiyle takdir edilmiş olduğunu gerektirir ki, katilin

buna müdahalesi imkânsızdır.133

Mu’tezile’de kişilerin işlemiş oldukları taât’a binaen olacak artışların ezelî ilme uygun

olarak takdir edildiğini söyler. Artışların ezelde kayıtlı olan bir sürece yönelik olması, ilmin

fiile olan önceliğini ifade eder. Zira ecelin kesilmesi hadisesi de bu ezelî bilginin sınırları

içerisindedir. Neticede ise olası değişimlerin hepsi bu bilginin kapsama alanı içerisindedir.

Bazı Mu’tezîlî aydınların ileri sürmüş olduğu veçhile, ecelin kesilmesinin imkânlı oluşu fikri

ise, yine aynı şekilde ezelî bilginin mahiyeti üzerinden eleştirilmiştir.134

Eleştirilerin odak

noktasında ise, onların ortaya koymuş oldukları bu bilgiye olan güvensizlik yatmaktadır. Bu

konuda mezhep içerisinde büyük bir zihin karmaşası yaşandığı da açık bir gerçekliktir. Çünkü

Mu’tezile’ye göre ilme uygun düşen yaratma mı? Yazma mı? Yoksa kâtilin yaratılanı tercih

etmesi mi?135

olduğu çok net değildir.

Mu’tezile Düşünce Okulu’nun kader algısı, esas olarak Yüce Allah’ın ezelî ilmi

çerçevesinde ele alınmış olması hasebiyle, zaman zaman Ehl-i Sünnet’in yazgıyı merkeze

almış olan düşünce kodlarıyla paralellikler arzettiği de görülmektedir. Bu algının merkez

değeri olan ezelî ilim değeri, konusu bütünüyle muğlâk bırakılmış bir alan olmakla birlikte,

kişisel tercihlere kapalı olan bir ilim sürecini de ifade etmektedir. Denilebilir ki kader ya da

ezelî yazgı anlayışının ilim bandında ele alınmış olması, muhalif iki düşüncenin birbirlerine

teğet olarak ileri sürmüş oldukları önemli bir yaklaşım tarzı olarak da bilinmektedir. Ne

hikmettir ki ilim anlayışlarının paralel değerler üzerinde inşâ edilmiş olmasına rağmen,

yaşamsal değerleri ifade eden olgusal durumun tam zıddına bir şekilde, Ehl-i Sünnet’in genel

algısına göre Mu’tezile Mezhebi, hem kesbi hem de yaratmayı insana vererek, Yüce Allah’ın

ezelî ilmine uygun olmayan bir yaklaşım içerisinde olmuşlardır. Hâlbuki onlar, Sünnî anlayışın

iddialarını dışarıda bırakacak şekilde ilim anlayışları müvacehenesinde derler ki: “Yüce Allah,

kulların yapacak oldukları olası taât ve mâsiyeti önceden bildiği için bu şekilde takdir

etmiştir.”136

İnsanın eylem özgürlüğü bahis konusu olunca Mu’tezile Ekolü, meseleye biraz da ahlâki

açıdan bakmaktadır. Bu nedenle de ezelî ilmin kapsayıcılığı anlayışlarını, icbar anlayışları

üzerinden te’vil yoluna gitmişlerdir. Hiç yoktan iyi kabul edilebilecek olan bu eğilime göre

onlar, yaşanılan ömür ile takdir edilmiş olan hayatın ecelini ayırmışlardır. Onlara göre ilme de

uygun düşen bir ezelî belirleme, takdirli olan bu ikinci alanda gerçekleşmektedir. Bu

nedenledir ki onlar, hayatın ecelini, Yüce Allah’ın ezelde bildiği ve ilmine göre tespit ettiği

süre olarak tanımlamışlardır.137

Bu durumda ezelde takdir edilmiş olan hayatın eceli, potansiyel

takdiri de ifade eder. Ölümün eceli ise, kâtilin sorumluluğunu tazammum eder ki bu durumda

sorumluluk bütünüyle bireysel tercihler üzerinde ikâme edilmiştir. Onlara göre bahis konusu

olan iki durumun da ezelî ilimle olan ilişkisi, zamansal olarak da birbirlerinden farklı

olmaktadır. Bu nedenle kayıt altına alınmaları da değişik zamanlarda olmaktadır.

132Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbih, I, 170. 133 Kâdî Abdulcabbâr, Müteşâbih, I, 170; II, 517; Sırrı Giridi, Nakdu’l-Kelâm, s. 229-230. 134 Bu eleştirilerin birisinde şöyle denilmektedir: “Bunu iddia edenler, öncelikle Yüce Allah’ın bilgisinin neleri

kapsadığını, sonra da insanın ömrünün süresini bilmeliler ki, böyle bir hükme varabilsinler.” (Bkz. Şârânî, Kitabu’l-

Yevakıt, I, 134). 135 İsferâyinî, Şerhu’l-Akaid, s. 16, 176, 177. 136 Ramazan Efendi, Akâid, s. 212. 137 Ebu Ya’lâ el-Ferrâ, Kitabu’l-Mu’temed, s. 148.

Page 79: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 74

Mu’tezile Mezhebi, kadîm problemin çözümü için genel bir kanaat olarak Allah’ın

bilmesi ile yazmasının arasını açmayı da düşünmüştür. Bu metodoloji sayesinde büyük bir

çelişkiden kurtulacaklarına da inanmışlardır. Durumun nazikliği onların bu tercihlerinin kalıcı

çözüm için güçlü bir aparat olacağını göstermektedir. Çünkü ancak bu şekilde ezelî ilmin

mutlak takdirli olan alanı dışına çıkıp, insana derin bir nefes aldırılabilir. Bu meyanda

denilebilir ki onlara göre Yüce Allah’ın bilmesi söz konusu olunca bilme eylemi, nötr bir

eylemden öte bir şey değildir. Bu bilginin kişisel tercihler üzerinde baskıcı bir yönü yoktur.

Ancak yazma eylemi böyle değildir. Yazma, mutlak bir gerekliliği tazammum eder ki, insanın

eylemleri yapılışları esnasında yazıcı melekler vasıtasıyla kayıt altına alınmaktadır. Belki de

onlar şerr konusundaki sistemli yaklaşımlarını bütün fiillere genişletebilselerdi, insana

gidebileceği bir kapı aralamış olurlardı. Kanaatimizce insanın fiili ilmin değil, iradenin konusu

olmalıdır. Burada etkin olan irade, Yüce Allah’ın değil, insanın iradesidir. Bireyin işlemiş

olduğu fiil hususunda önceden bilip bilmemenin bir etkisi yoktur. Kâtilin tercihini önceden

bilmiş olmak, katil açısından bir tercih dayatmasına neden olmayacağı içindir ki, pratikte ona

bir faydası veya zararı yoktur. Ancak bu bildirimlerin kontrol ve hesap anlamında bir uyarıcı

etkisi olabilir ki, zannımca bu endişeden hareketle böyle bir kesinlikten söz edilmiştir.

Allah’ın bilgisi, takdirin de bilgisidir. Önceden bilme durumu ise, bu takdirin en esaslı

versiyonudur. Rabb’lığı ifade eden güçlü bir kullanım şeklidir. Bu mutlak kullanım, aynı

zamanda İlâhî Kudret’in başka bir kanalla izhârını da ifade eder. Haberiniz olsun, her şeyi

biliyorum. Hem de sizler o fiilleri daha yapmadan biliyorum. Dikkat edin! meâlindeki bir

uyarı, kişisel iradenin olası tercihlerine yönelik çıkış öncesi son uyarı olmaktadır. Değil

yaptıklarının, henüz işlemediklerinin de bilinebilir olması, insanı adeta teyakkuzda

tutabilecektir. Mamafih bu şuur, başıboş bırakılmayan bir varlığa tevcih edilmiş olan en değerli

kudret işareti sayılmalıdır. Çünkü yeryüzünün imarı için insan denilen varlıktan vazgeçmeyen

Yüce Yaratıcı, hem uyarı babında, hem de bilgilendirme niyetiyle durumu açıkça izah

etmektedir. Ezeldeki bilginin vasfına uygun bir şekilde var edilmiş olan ölüm vakası ise,

gerçek bir durum olarak insanın değişmez bir kaderdir ve ilâhî proje bu durumun ezelde

tekdirini genetik kodlama üzerinden yapmıştır. Bu yasal durumun ezelde takdir edilmiş

olmasının herhangi bir sakıncası da yoktur. Zira tercihler üstü bir seçenek olarak önümüzde

duran bu olgu, kişisel tercihlerle hayatiyet bulmaktadır. Denilebilir ki bu takdir, insanoğlunu

mutlak mânâda bağlayıcı bir karakterde kayıt altına alınmıştır.138

İlim anlayışı başta olmak üzere, pek çok konuda te’vil yolunu seçen Mu’tezile Mezhebi,

görünür vakalar üzerinden teorik gerçekliklerin izâhında büyük zorluklar da çekmişlerdir.139

Neticede ise onlar, teori ile pratiğin uyuşmadığı bu gibi noktalarda, te’vil yolunu tercih

etmişlerdir. Denilebilir ki Mu’tezile Ekolü, gabya ait gördükleri bir konuyu, Allah’ın ilminin

mahiyeti üzerinden çözmeye çalışmıştır. Hâlbuki onlar bu sorunu, gaybe ait bir alanda değil,

insan sorumluluğuna değinen irade ezerinden ele almış olsalardı, hem daha sağlıklı bir noktada

durmuş olurlardı, hem de tarihsel olarak böyle bir dışlanmaya da mâruz kalmazlardı. Zira hem

Yüce Allah’ı, hem de insanı kuşatacak bir çözüm, ancak bu yolla elde edilebilir kanaatindeyiz.

Belki de metafizik bir problem olan önceden bilme ile, bireysel ölümlerin arasında zorunlu bir

belirleyici/takdir yoktur. Allah canları meleği aracılığıyla alır140

diyenler, grup içerisinde daha

tutarlı davranmış olan grubu temsil ederler. Bu sorunun ikna edici bir çözümü için, insanı ve

onun sorumluluğunu merkeze alan beşerî bir eğilimin ön plana çıkarılması gerekmektedir.

Kanaatimizce Mu’tezile Düşünce Okulu’nun ilim anlayışındaki esas çelişkili durum,

ezelî takdirin kapsama alanına getirmiş oldukları sınırlayıcı etkidir. Tutarlı olma şartı gereği

onlar, insan fiiller konusunda ya bütünsel bir kapsayıcılığı tercih etmeli idiler, ya da hayır ve

şerri ezelî ilmin kapsama alanından dışarı çıkarmalı idiler. Onlar bu iki durumdan birini tercih

etmek yerine, parçacı bir anlayışı benimsemiş görünmektedirler. Bu anlayışın merkez vurgusu,

kötü olan şeylerin ilâhî iradeyle olan ilişkisini kesmek üzerinde şekillenmiştir. Buna uygun

138 Goldziher, Ecel md., MEBİA, IV, 104; Keskin, age, s. 197. 139 İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl, s. 77-78, 110-111. 140 Güler, age, s. 125.

Page 80: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 75

olarak geliştirmiş oldukları ilim anlayışında ise, şerr diye isimlendirdikleri olgular ile yüce

Allah arasında bir bağlantı kurmamışlar, hatta ezelî ilmin belirleyici oluşunu da bu olguları

bütünüyle dışarıda bıraktığı anlayışıyla te’lif etmişlerdir. Hâlbuki tutarlılık gereği eğer ezelî bir

takdir varsa, bu takdirin insanın şer olan eylemlerini de kapsaması gerekmektedir. İnsanın

kendi fiilini yaratması, ezeldeki ilmin müsâdesi sayesinde olmalıdır ki, ilâhî takdir hür bir

alanda işlerlik kazanabilsin. Bu nedenle de ecel ve kader konusu, ilâhî belirleme alanında değil,

bireysel tercih alanı içerisinde görülmelidir.

Öyle görülüyor ki, Mu’tezile Mezhebi’nin ilkesel bazdaki tutarsızlığı, konuyu irade

dairesinde değil, ilim dairesinde ele almalarına neden olmuştur. Oysaki kader ve ecel

konusunda olası tek çıkış yolu, ilahî iradenin beşerî iradeye belirli bir alan tanımış olması

fikridir. Diğer bir deyişle, Yüce Allah, insanoğluna hesabına müteallik konularda doğrudan

eylem hürriyeti tanıyarak, onun bahane üretmesinin de önüne geçmek istemiştir. Ezelî ilmin bu

konudaki muhtemel rolü, olanı ya da olacak olanı tespit yapmaktan öte bir faaliyet icra

etmemektedir. Bu yüzden de onlar, kişisel sorumluluğu izâh ederken bu denli devasa bir niyet

izharını atladıkları için parçacı gerçekliklerle iktifa etmek zorunda kalmışlardır. Öyle ki,

tutarsız eğilimleri sayesinde zaman zaman aşırı uçlar arasında savrulmuş olan bu ekol

düşünürleri, müzmin muhalifi pozisyonunda olan Ehl-i Sünnet Düşünce Okulu’nun benzer

argümanlarına kapı aralayan neticelere de varabilmişlerdir. Benzer yaklaşımların sergilenmesi

durumu, sorunun algılanmasındaki müşareketten zuhur etmiş olduğu için, Müslüman gelenekte

zihinsel anlamda büyük bir karmaşanın doğmasına da neden olmuştur denilebilir. Sonuçta ise

iradenin konusu olan yaratıcı bir değer, ilmin konusu hâline getirilince, sorun içinden çıkılmaz

bir mecraya sürüklenmiştir. Kâbil-i kıyas babından ifade edecek olursak, şu an itibariyle bile

Eş’arî’nin kesb teorisi’ne benzer bir karmaşık durumla karşı karşıyayız.141

Belki de kendisi

muhalefette, fikriyâtı iktidarda olan etkin bir düşünce yapısının adı olan Mu’tezîlî yaklaşım, ad

belirtilmeden muhalifleri kanalıyla toplumsal tabakalara derinden nüfuz edebilmiştir. Onun

nüfuz alanının etkinlik çerçevesi irdelendiğinde açıkça görülecektir ki, Mu’tezile ekolü, tarih

sahnesinden erkenden çekilmesine rağmen düşünce metodu, yaklaşım tarzı, çözümleri ve özgür

düşünebilen insan olgusunun yanında duran iradesi, şu veya bu şekilde varlığını hâlâ

sürdürmektedir.

Kişisel sorumluluğun tanzimi esnasında istitâat sahibi olma durumu, seçenek belirleme

yetkisinin verilmiş olmasının doğal bir sonucu olmalıdır ki, âdil bir hesaptan bahsedilebilsin.

Eğer sorun, Allah’ın ezelî ilminin mahiyeti üzerinden değil de, insan fiillerinin kaynağı

üzerinden işlevsel kılınabilseydi, kişisel özgürlüğün ilâhî iradeyle olan bağı daha da belirgin

hâle gelebilirdi. Bu tecellinin gecikmesi ise, tenzîhi bir metodolojik tercihten kaynaklanmış

gibidir. Hâlihazırdaki fikrî panorama, ehven-i şer kabilinden olan bu durumun zihinsel

aidiyetleri de etkilediğini göstermektedir. Kanaatimizce ilim ile irade sıfatları arasındaki

zorunlu ilişki yeniden yorumlanabilirse, insanın kurtuluşu için hâlâ güçlü bir seçeneğe sahip

olabiliriz.

6. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Daha önceki bölümlerde, gerek ekoller bazında gerekse de şahıslar bazında yaptığımız

incelemelerde, Mu’tezile düşünürlerinin ezelî yazgı, kader ve ilim anlayışının, içerisinde

yaşadığımız geleneksel algıyla örtüşen yanlarının da olduğunu görmüştük. Özellikle de ekolün

ezelî ilim anlayışı, bazı istisnalar dışarıda bırakılacak olursa, Sünnî düşünce geleneğinin temel

değerlerinden çok da farklı olmadığını görmüştük. Ezelî ilmin insanın iradeli eylemleri de dâhil

olmak üzere, her şeyi kapsayıcı oluşu algısı, neredeyse ortak bir algı gibi durmaktadır. Mezhep

içerisinde zaman zaman ana bünyeden farklılık gösteren bireysel çıkışlar ise, düşünsel gövdede

etkili bir değişime yol açmamıştır. Ya da onlarda değişime yönelik güçlü bir irade

141 Araplar, anlaşılması zor, karmaşık ve kapalı hususlar için ‘ahfâ min kesbi’l-Eş’arî/Eş’arî’nin kesb teorisi’nden

daha kapalı’ şeklinde bir darb-ı mesel söylemeyi âdet edinmişlerdir. (Bkz. A. Saim Kılavuz, Anahatlarıyla İslâm

Akâidi ve Kelâm’a Giriş, İstanbul 2012, s. 161).

Page 81: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 76

görülmemiştir. Buna mukabil onlar, ilme dayalı olarak gerçekleştirilmiş olan takdirin şerleri de

kapsadığı hususunda olağanüstü hassas davranmışlardır. Hâlihazırda bu eğilimden kaynaklanan

sorunlar, ekolün genel düşünce seyrini de etkilemiştir. Mezhebin geneline sirayet etmiş olan

baskın algıya göre, insanın iradeli eylemlerinde mevcut olması gereken bireysel gücü, yine

ilme mâtuf bir öncelik anlayışıyla izâh edilmektedir. Neticede onlar da şartları ilim tarafından

belirlenmiş olan bir kudret anlayışını kabul etmiş görünmektedirler.

Bize göre Mu’tezile Mezhebi’nin ezelî yazgıya dayalı olarak ele almış olduğu ecel ve

kader anlayışları temelde ilim kudret sıfatlarına dayandırılmış olması bir hatadır. O yüzden,

buna dayalı olarak yapılmış olan değerlendirmeler de nispeten eksik durmaktadır. Hâlbuki bu

konu ilmin değil, iradenin doğrudan ilgi alanındaki bir konudur. Binaenaleyh Yüce Allah,

sorumlulukla donatmış olduğu insanı tercihli eylemleriyle baş başa bırakmıştır. Nihayetinde

istitaat sahibi olmak, seçeneklerin oluşunu ve bunlar arasındaki bir tercihin iradeye verilmiş

temel bir hak olduğunu gösterir. İlâhî proje, insanın bu gibi yeteneklerle donatılmış olduğu tezi

üzerinde yükselmektedir. Bu durumun beşer lehine tevzîî ise, insanın kurtuluşu için bir kapı

aralayacaktır kanaatindeyiz. Mu’tezîlî düşüncenin gelmiş olduğu bu nokta, özgür düşünce için

bir umut ışığı olmalıyken, klâsik algılarla birebir örtüşen açıklamalar bu ümidin zayıflamasına

da yol açmaktadır. Orta yolu bulma endişesine kapılan her tasavvur biçimi, farklı bakış

açılarının temin edilmesinde köklü yeniliğe kapı aralayan Mu’tezile’nin getirmiş olduğu

sistematik farkları da ortadan kaldırmakta gibidir.

Kanaatimizce sağlıklı bir düşünsel mecraya sürüklenmemizin başat aktörleri

bulunmaktadır. İnsan tarafında bulunan akıl, irade, sorumluluk ve adalet unsurları, Yüce Allah

tarafında bulunan ilim, irade ve kudret sıfatlarıyla birleşince, ortaya doğrudan muhatap alınmış

olan bir varlık çıkmaktadır. Mamafih bu aktörlerin birlikte hareket etmiş olduğu her zaman

diliminde ezelî yazgı algısının ne’liği sorunu kolaylıkla halledilebilmiştir. Fakat adeta düşünsel

miras olarak tevârüs edilmiş olan kaderci algının dönüşebilmesi için de çözümlenmesi gereken

pek çok temel değer bulunmaktadır. Bunlar Yüce Allah’ın ilminin mahiyeti, bu ilmin insanın

fiillerine olan önceliği, ezelî ilmin kapsamı ve son olarak da insanın iradeli tercihlerinin bu

ilmin neresinde konuşlandığı hususudur.

İnsanın eylemlerinin dayanağı ilim midir, yoksa irade midir? Bu sorunun cevabı kişisel

özgürlük hususundaki yerleşik paradigmanın yeniden dizayn edilmesini gerektirmektedir.

Binnetice olarak şuna inanıyoruz ki, yukarıda izâh edilmiş olan bütün olgusal durumlar, esas

itibariyle bireysel özgürlük bağlamında ele alınıp yorumlanabilseydi, belki de kişisel özgürlük

sorunu bu denli büyümezdi. Bu tartışma tarihsel olarak Yüce Allah’ın ilmi üzerinden değil de,

O’nun iradesi ekseninde yapılmış olsaydı, noktasında Kur’an’ın temel değerlerinden birisi

olan Meleklerin yazması’nın anlamı, izâhı kâbil olan bir husus olurdu. Bu kapının sonuna

kadar açılması, insan için ümit verici bir durumun doğmasının da bileşik bir nedeni olabilir.

İnanıyoruz ki, Müslüman kültürün tarihsel okumaları bağlamında Mu’tezile

düşüncesiyle ilkesel bazda paralel giden pek çok algını oluşması işten bile değildir. Eğer ki,

daha bidayette insan sorumluluğunu merkeze alan böyle bir yola girilebilseydi, kişisel

sorumluluk değeri üzerinde yaratılmış olan insanın pek çok problemi kangren hâline

dönüşmeden çözüm eşiğine gelmiş olabilecekti. Dahası, düşünsel sürecin sağlıklı işlemesi,

sorumlu varlık olan bizlere ikili bir avantaj da kazandırabilecekti. Zira kişisel sorumluluk ilkesi

üzerinde detaylandırılmış olan bir okuma biçimi, hem ezeldeki yazgının boyutlarının daha iyi

anlaşılabilmesinin kapısını aralayacak, hem de insanın irâdî fiilleri konusundaki yeteneğinin

sınırlarını tespit edebilmemizi imkânlı hâle getirebilecekti. Nitekim her iki durumda da kârlı

çıkan yine insanoğlunun kendisi olacaktır. Umulur ki, insanın yaratılış gayesinin de bu amaç

üzere takdir edildiği bir sistemi, yalnız Müslüman bireyin değil, bütün olarak insanlığın

kurtuluşu için yeniden dizayn etme imkânına da kavuşabiliriz.

Page 82: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 77

KAYNAKLAR

Abdulhamid, İrfan, İslâm’da İtikâdi Mezhepler ve Akâid Esasları, çev., M. Saim Yeprem, Marifet

Yayınları, İstanbul 1983.

Aıllard, Michel S. J., Le Probleme des Attribut Divins, Beyrut 1965.

Akdemir, Salih, Son Çağrı Kur’an, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2009.

Altıntaş, Ramazan, Sistematik Dönem Kelam Okulları Mu’tezile: Önemli İsimler, Temel İlkeler ve Ana

Eserler, Kelam Kitabı İçinde, edt. Şaban Ali Düzgün, Grafiker Yayınları, Ankara 2012.

Ammara, Muhammed, Mu’tezile ve Devrim, çev., İ. Akbaba, Yöneliş Yayınları, İstanbul 1988.

Atay, Hüseyin, İbn Sina’da Varlık Nazariyesi, Gelişim Matbaası, Ankara 1983.

Aydınlı, Osman, Mu’tezile’nin Beş Esasının Teşekkülünde Ebu’l-Hüzeyl’in Yeri, Basılmamış Doktora

Tezi, Ankara 1998.

Bağdâdî, Abdulkâhir, el-Fark Beyne’l-Fırak, thk. N. Hüseyin Zerzûr, Mektebetu’l-Asrıyye, Beyrut 2013.

……….Usûlu’d-Din, İstanbul 1928.

Bakıllanî, Ebu Bekr, et-Temhîd Fi’r-Reddi Âle’l-Mülhidi’l-Muattıla ve’r-Rafıza ve’l-Havariç ve’l-

Mu’tezile, Kahire 1947.

Bedevî, Abdurrahman, Mezâhibu’l-İslâmiyye, (I-II), Beyrut 1979.

Bilmen, Ömer Nasuhi, Muvazzâf İlm-i Kelâm, Bilmen Yayınları, İstanbul ts.

Birgili, Mehmet Efendi, Tuhfetu’l-Müsterşidin fî Beyân-i Fırak-ı Mezâhibi’l-İslâmiyyîn, çev., A. İlhan,

DEÜİFD, C: VI, İzmir 1989.

Cahız, Ebu Osman, el-Beyân ve’t-Tebyîn, (I-IV), thk. A. Harun, Kahire 1985.

Canbay, Vasıf, Hurafesiz İslâm Dini ve Kur’an Dini, Zemin Matbaası, Adana 1958.

Cezîrî Abdurrahman, Tavdihu’l-Akâid fî İlmi’t-Tevhîd, Hadaratu’ş-Şarkıyye, Yy., 1932.

Cürcânî, Seyyid Şerif, Şerhu’l-Mevâkıf, (I-VIII), İstanbul 1325.

Cüveynî, Abdulmelik, Kitâbu’l-İrşâd ilâ Kevâti’il-Edilleti fî Usûli’l-İtikâd, thk. Esad Temîm, Kutubi’s-

Sakafiyye, Beyrut 1996.

Çubukçu, İ. Agâh, Mu’tezile ve Akıl Meselesi, AÜİFD, C: XII, Ankara 1964.

De Boer, T. J., İslâm’da Felsefe Tarihi, çev. Yaşar Kutluay, Yy., Ankara 1960.

Dugaym, Semih, Mustalahât-ı İlm-i Kelâmi’l-İslâmî, (I-II), Beyrut 1998.

Ebu’l-Kasım el-Belhî, Fazlu’l-İtîzâl ve Tabakâtu’l-Mu’tezile, thk. F. Seyyid, Tunus 1974.

Ebu Ya’la el Ferrâ, Kitabu’l-Mu’temed fî Usûlu’d-Dîn, thk. H. Zeydan, Beyrut, 1974.

Eş’arî, Ebu’l-Hasen, Kitâbu’l-Luma fi’r-Reddi Âlâ Ehli’z-Ziyâğ ve’l Bedea, thk. A. İzzeddin, nşr. R. J.

Mac Carthy, Beyrut 1952.

……….Makalâtu’l-İslâmiyyin ve İhtilâfu Musallîn, thk. H. Ritter, Wiesbaden 1980.

Gardet, Louis, Dieu et la Destine de L’Homme, Paris 1976.

Gimaret, Daniel, La Doctrine da’l-Ashari, Paris 1990.

Güler, İlhami, Allah’ın Ahlakîliği Sorunu, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 1998.

Hasan Basrî, Risâle Fi’l-Kader, thk. M. Ammare, Kahire 1971.

………..Tefsiru Hasan Basrî, (I-II), thk. M. Abdurrahman, Kahire ts.

……….Hasan Basrî’nin Kader Hakkında Halife Abdulmelik b. Mervan’a Mektubu, çev., Lütfi

Doğan, Yaşar Kutluay, AÜİFD, C: III, Ankara 1955.

Dugaym, Semih, Felsefetu’l-Kader fî Fikri’l-Mu’tezile, Dâru’t-Tenvîr, Beyrut 1985.

Page 83: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Namık Kemal OKUMUŞ 78

Fuzûli, Muhammed, Matlau’l-İtikâd fî Ma’rifeti’l- Mebde-i ve’l-Meâd, nşr. M. Cavit Tanci, Ankara

1962.

Goldziher, Ignaz, Ecel Maddesi, MEBİA (I-XII), MEB Yayınları, İstanbul ts.

Hasan Hanefi, Mine’l-Akide, (I-V), Kahire 1988.

Hayyat, Ebu’l-Hüseyin, Kitâbu’l-İntisâr ve’r-Redd Âlâ İbn el-Râvendî el-Mülhîd ve’t-Tâne Aleyhim,

thk. A. N. Nader, Matbaa Katolikiyye, Beyrut 1957.

El-Hüseynî, Yahya, Resâilu’l-Adl ve’t Tevhîd, thk. M. Ammare, Daru’l-Hilal, Yy.,1971.

İbn Abd Rabbih, Ebu Ömer, Kitâbu İkdu’l-Ferîd, (I-VII), Beyrut 1992.

İbn Ebi’l-Hadîd, Şerh Nehcu’l-Belâğa, (I-XX), thk. M. Ebu’l-İbrahim, Beyrut 1965.

İbn Ebi’l-İzz el-Hanefî, Ali, el-Akîdetu’t-Tahâviyye ve Şerhi, çev., M. Beşir Eryarsoy, Guraba

Yayınları, İstanbul 2011.

İbn Hazm, Ebu Muhammed, Kitâbu’l-Fasl Fi’l-Milel ve’l-Ehvâ ve’n-Nihal, (I-V), Mısır 1902.

İbn Küteybe ed-Dineverî, Te’vîlu Muhtelifu’l-Hadis, çev., M. Hayri Kırbaşoğlu, Kayıhan Yayınları,

İstanbul 1979.

İbn Manzur, Ebu’l-Fazl, Lisanu’l-Arab, (I-XVIII), Beyrut 1988.

İbnü’l-Murtazâ, Kitâbu’l-Kalâid fî Tashîhi’l-Akâid, Beyrut, ts.

………..Tabakâtu’l-Mu’tezile, thk. S. D. Wilzer, Beyrut 1961.

İbn Rüşd, Ahmed, Faslu’l-Makâl, çev., Bekir Karlığa, İşaret Yayınları, İstanbul 1992.

İbn Nedim, Ebu’l-Ferec, Fihrist, thk. Ş. Ramazan, Dâru’l-Fetva, Beyrut 1994.

Îcî, Aduddîn, El-Mevâkıf Fî İlm-i Kelâm, Beyrut ty.

İsferayînî, Ebu’l-Mzaffer, Et-Tabsîr fi’d-Din ve Temyîzu’l-Fırkatı’n-Naciye ani’l-Fırkati’l-Hâlikin, thk.

M. Kevserî, Mısır 1940.

İsferayînî, İbrahim b. Muhammed, Haşiye Âlâ Şerh-i Akâid-i Nesefî li’l-Taftazanî, İstanbul 1288.

İslamoğlu, Mustafa, İman Risalesi, Denge Yayınları, İstanbul 1993.

El-Irakî, ebu Muhammed, El-Fıraku’l-Müfterika Beyne Ehli’z-Zeyğ ve’z-Zanâdika, nşr. Yaşar Kutluay,

AÜİFY, Ankara 1961.

Işık, Kemal, Mu’tezile’nin Doğuşu ve Kelâmî Görüşleri, AÜİFY, Ankara 1967.

Kâdî Abdulcabbâr, El-Mecmû Li’l-Muhit bi’t-Teklîf, (I-II), thk. J. J. Hauben, Kahire ts.

……….El-Muğnî fî Ebvâbi’t-Tevhîd ve’l-Adl, (I-XVI), thk. A. Fuad, Mısır 1962.

……….Müteşâbihu’l-Kur’an, (I-II), thk. A. M. Zarzur, Dâru’t-Türas, Kahire 1969.

……….Şerh Usûlu’l-Hamse, Kahire 1988.

Karadeniz, Osman, Ecel Üzerine, Anadolu Matbaası, İzmir 1992.

……….Hasan Basrî ve Kelâmî Görüşleri, DEÜİFD, C: II, İzmir 1985.

Keskin, Halife, İslâm Düşüncesinde Kader ve Kaza, Beyan Yayınları, İstanbul 1997.

Kılavuz, A. Saim, Anahatlarıyla İslâm Akâidi ve Kelâm’a Giriş, Ensar Yayınları, İstanbul 2012.

Lekkanî, Abdulselam, Şerh Cevheretu’t-Tevhîd, Mısır 1317.

Makrîzî, Ebu’l-Abbas, Kitâbu’l-Mevâizu ve’l-İtîbâr bî-Zikri’l-Hitat ve’l-Âsâr, (I-II), thk. Emin F.

Seyyid, Türasi’l-İslâmiyye, Londra 1995.

Malatî, Ebu’l-Hüseyin, Kitâbu’t-Tenbîh ve’r-Reddu Âlâ Ehli’l-Ehvâ ve’l-Bedâ, thk. M. Zahid el-

Kevserî, Beyrut 1968.

Mes’udî, Ebu’l-Hasan, Murucu’z-Zeheb, (I-IV), thk. M. Abdulhamid, Beyrut 1988.

Page 84: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ezelî Yazgı Bağlamında Mu’tezile… 79

Naşî el-Ekber, Mesâilu’l-İmâme ve Muktefât Mine’l-Kitâbi’l-Evsâf Fi’l-Makalât-Usûlu’n-Nihal, thk. J.

Wan Ess, Beyrut 1971.

Nesefî, Ebu’l-Mu’in, Tabsıratu’l-Edille, (I-II), thk. C. Salame, Dimeşk 1993.

Nevbahtî, Ebu Muhammed, Kitâbu Fıraku’ş-Şia, thk. H. Ritter, İstanbul 1931.

Ramazan Efendi, Akâid Şerhi, Basın Ofset, İstanbul 1965.

Râzî, Fahrettin, Tefsîr-i Kebîr, (I-XXIII), çev., S. Yıldırım, L. Cebeci, vd., Akçağ Yayınları, Ankara

1989.

Sabunî, Nurettin, El-Bidâye fî Usûli’d-Din, Yy., ts.

………..Matüridiyye Akâidi, çev. Bekir Topaloğlu, DİB Yayınları, Ankara 1991.

Sâmedî, Abdurrahman, El-Adl-i İlâhî, Yy., Beyrut 1996.

Sırrı Giridî, Nakdu’l-Kelâm fî Akâidi’l-İslâm, Dersaadet Yayınları, İstanbul ts.

Subhî, A. Mahmud, Fî İlm-i Kelâm, (I-III), Beyrut 1985.

………. Ez-Zeydiyye, Kahire 1984.

Şarânî, Ebu Abdurrahman, el-Yevâkıt ve’l-Cevâhir fî Beyâni Akâidi’l-Ekâbir, Mısır 1889.

Şehristanî, Abdulkerim, el-Milel ve’n-Nihal, (I-III), Beyrut 1992.

Taftazanî, Saduddîn, Şerhu’l-Akâid, nşr. Usturumcalı Ömer, İstanbul 1304.

……….Şerhu’l-Makâsid, (I-V), thk. S. M. Şeref, Beyrut ts.

Et-Tahanevî, Muhammed Ali, Keşşâf Istılahâti’l-Fünûn, (I-II), Kahraman Yayınları, İstanbul 1984.

Tamer, Arif, Mu’cem Fıraku’l-İslâmiyye, Beyrut ts.

Tokadî, İshak Efendi, Akâid Manzumesi, İstanbul 1310

Tunç, Cihat, Ecel Maddesi, TDVİA, C: X, İstanbul 1998.

……….Zemahşerî Kelâmının Ana Meseleleri, Ankara 1976.

Uludağ, Süleyman, Kelâm İlmi ve İslâm Akaidi, Dergâh Yayınları, İstanbul 1982.

Ülken, Hilmi Ziya, İslâm Felsefesi, Selçuk Yayınları, Ankara 1967.

Watt, W. Montgomery, Hür İrade ve Kader, çev., Arif Aytekin, Kitabevi Yayınları, İstanbul 1996.

..……..İslâm Düşüncesinin Teşekkül Devri, çev., E. Ruhi Fığlalı, Umran Yayınları,

Ankara 1981. ……….İslâmî Tetkikler-I/İslâm Felsefesi ve Kelâmı, çev., Süleyman Ateş,

AÜİFY, Ankara 1968.

Zemahşerî, Mahmud b. Ömer, el-Keşşâf an Hakâiki Avami’t-Tenzîl ve Uyûni’l-Ekâvîl fî Vucûhi’t-

Te’vîl, (I-IV), thk. M. H. Ahmed, Dâru’l-Kutûbi’l-Arabî, Beyrut 1987.

Ziriklî, Hayreddin, el-Âlâm, (I-VIII), Beyrut 1984.

Page 85: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 80-97

[201?]

Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankalarının Geleceği

The Future of The Participation Banking in Religion and

Capitalism Clamp

İsmail ÇELİK

ÖZ: Özel Finans Kurumları ya da Katılım Bankacılığı, küresel finans pazarındaki yoğunluğu oldukça

derinleşmektedir. Dünyadaki teorik geçmişi 1950’lere, pratikte de “İslâmî Bankacılık” adıyla da 1970’li yıllara

kadar giden katılım bankaları, finansal bağımsızlığın neticesinde finansal alanda yeni bir finansal gelişmenin adıdır.

Bu bankacılık türünün ana hedefi; İslâmî finansman prensipleri dâhilinde, faize titizliği olan tarafların işlem

görmeyen fonlarını uluslararası ekonomiye aktarmaktır. Katılım bankaları faizi ilgilendirmeyen neredeyse genel

konvansiyonel bankacılık faaliyetlerini farklı tekniklerle yapmaktadırlar. Bu bankalar bir taraftan konvansiyonel

bankaların alternatifi olarak kabul edilmektedir. Diğer taraftan da geleneksel bankaları tamamlayıcı ve mali kesime

güven ve renklilik getiren finansal kurumlar olarak değerlendirilmektedir. Mudilerin bu bankaları seçmelerini

belirleyen en önemli etken “hizmet/ürün kalitesi”dir. Bunu “İmaj ve Güven”, “Personel Kalitesi” ve “Dini/Çevresel

motivasyonlar” etkenleri takip etmektedir. Gelecek yıllarda faizsiz finans sistemi bazı ülkelerdeki finansal

servislerin küçümsenmeyecek bir kısmında oldukça etkisini gösterecektir. Katılım bankaları farklı tartışmalara

sahne olmuştur. Hazırlanan bu çalışmada sözü geçen tartışmalar neticesinde elde edilen bilgilere müracaat edilmiş

ve netice olarak da olası tavsiyelerde bulunulmuştur.

Anahtar sözcükler: Özel Finans Kurumları, Katılım Bankacılığı, Kalkınma.

ABSTRACT: Private Financial Corporations or Participation Banking has been deepening its volume in the

global financial market. The participation banks, whose theoretical past goes back to 1950s in the world, has been

practicing since 1970s as “Islamic Banking”. As a result of financial independence is the name of a new financial

developments in the financial field. The main target of the participations is hand on, the unoperational funds of

interest of the parties with rigor in to international economy, inside the Islamic financing principals. The

participation bankings accomplish almost traditional bankings activies in several technics. These banks are

considered as an alternative to the conventional banks on the one hand. On the orher hand, the participation

bankings are considered as financial institutions that supplementary of the traditional banks and trust and variegation

to financial sector Judging by the results achieved. The most important fact affecting the investors’ select of

participation banks is “Product/Service Quality”. “Image and Trust”, “Personnel Quality”,

“Religious/Environmental Motivations” are to follow it. Interest finance system could account for a important

volume of financial duties in different countries. Participation banking was staged to different consultations. This

article describe these consultations and presents creative advices.

Keywords: Private Financial Corporations, Participation Banking, Development.

1. GİRİŞ

Finansal piyasalar, dolaşımda olan finansal araçların sayısı ne kadar çeşitli olursa o

oranda başarılı olacaklardır. Özellikle insanların manevi dinamikleri dikkate alınarak

uygulamaya geçmiş olan finansal araçlar, âtıl olan fonların piyasada döngüsünü

sağlayacaklardır.

Günümüzde katılım bankası olarak isimlendirilen finansal kurumlar, literatürde özel

finans kurumları, İslâm Bankacılığı (Islamic Banking), Faizsiz Bankacılık (Intresless Banking

veya Banking without Interest), Faizden Arınmış Bankacılık (Interest – Free Banking), Kâr

Zarara Katılmalı Bankacılık ( PLS- Profit Loss Sharing Banking) gibi isimlerle geçmektedir

(Akın, 1986:23).

Öğr. Gör. Sakarya Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Sakarya-Türkiye, [email protected]

Page 86: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 81

Suudi Arabistan Para Ajansı, katılım bankalarının tanımını; “İslâm’ın belirlediği ve teyid

ettiği ilkeler doğrultusunda banka faaliyetleri yapmak” (SAMA, 1980:2) şeklinde ifade

etmiştir.

Bu bankalar faizle bağlantısı olmayan diğer bütün bankacılık işlemlerinin yanı sıra,

sigortacılık, finansal kiralama (leasing), alacakların peşin tahsili (factoring) gibi işlemleri de

hizmet yelpazesi içerisinde bulundurmaktadır. Bu anlamda diğer bankalara bir alternatif olarak

kendilerine bakılırken, faizsiz işlemlerle de finansal sistemde tamamlayıcılık, derinlik ve

rekabet unsuru olarak bulunmaktadır (Özulucan ve Deran, 2009:86).

Çalışma prensibi açısından katılım bankalarını; bankanın kasasında olan paranın mal ve

hizmetlerle etkileşimde olduğu, her nakit hareketinin mutlaka bir mal ve hizmetle eşgüdümlü

çalıştığı, faaliyet sonuçlarının kâr ve zarar esasına göre dağıtıldığı bir bankacılık sistemi

şeklinde açıklamak yerinde olacaktır (Özsoy, Görmez ve Mekik, 2013:188).

Geleneksel bankacılık sisteminde faaliyet iradı, faiz olarak kendini gösterirken, katılım

bankalarında ise faizin bankacılık sisteminden elimine edilmesi üzerine bir anlayış vardır. Hem

haram olan faizin sistemden çıkarılması hem de dinî kaygılarından dolayı değerlendirilemeyen

tasarrufların sisteme dâhil edilmesi katılım bankalarının temel felsefesini oluşturmaktadır.

Ancak, yatırımcılar arasında bu bankaların sunduğu hizmetlerin net olarak bilinmemesi,

farklı dinî mezheplere göre uygulamaların değerlendirmeye tabi tutulması, bu bankalarca ele

geçirilen fonların nerelerde kullanıldığının şeffaf şekilde kamuoyu ile paylaşılmaması gibi

sebeplerle bu bankalardan beklenen finansal piyasadaki rolünün gerçek anlamda ortaya

çıkmasına engel oluşturmaktadır. Bu durumun ortaya çıkmasına sebep olan durum ise;

“toplumsal çevre” ile “iktisadi ve hukuksal çerçevenin” tam olarak sağlanamamış olduğu ifade

edilmektedir (Kalaycı, 2013:14).

Bu çalışmada katılım bankalarının dünyadaki ve Türkiye’deki tarihsel gelişimine yer

verilerek, bu bankacılık hizmetlerine olan tercih sebepleri üzerinde yapılan çalışmalar hakkında

bilgiler aktarıldıktan sonra dini ve kapitalist bakış açısına göre çekiştirilerek yanlış

değerlendirmelere muhatap olmaları ifade edilip gelecekte katılım bankalarının rolü hakkında

bir perspektif çizilmeye çalışılacaktır.

2. KATILIM BANKACILIĞININ TARİHİ-TEORİK TEMELLERİ

Söz konusu bankalar yarım yüzyıla yaklaşmış bir mazisi ve Arap ülkelerine ait

bölgelerde yaşamına başlayıp buralardan Türkiye’ye ve küresel bir coğrafyada kendine giderek

artan yönelimlerle yer bulmaktadır. Bu gelişmeler ana hatları ile aşağıda belirtilecektir.

2.1. Dünyadaki Gelişimi

Katılım bankacılığın ilk uygulamalarının milattan önce 2123-2081 tarihlerinde devlet

yöneticiliği yapan Hammurabi’ye kadar dayandırılmaktadır (Akın, 1986:110).

M.S. 1118 Hristiyan hacıların mal ve canını korumak için kurulmuş olan Temple

mezhebi ve mensubu olan “Templier”’liler yapılan bağışlarla ciddi bir servet ve güç sahibi

olmuşlardır. Avrupa’da 1000’den fazla şubeleri olan bu illegal örgüt askerî ve ticarî amaçlar

için faizsiz borç vermiştir (Akın, 1986:111).

Faizsiz finans müessesesi olarak Avrupa’da üyeleri arasında faizin alınmadığı ve aynı

zamanda tasarruf bankalarının da çekirdeğini oluşturan dostluk ve yardım cemiyetlerini

göstermek mümkündür. Bunlarla birlikte, 19.yüzyıldan önceki bu gelişmeleri faizsiz bankacılık

faaliyetlerinden çok, yardım teşekkülleri olarak ifade etmek yerinde olacaktır (Akın,

1986:111).

İslâm dünyasında ise bankacılık hizmetlerinin ilk rağbet gördüğü dönem Abbasiler (750-

1258) dönemi olmuştur. Özellikle savaş, müsadere gibi siyasi gelişmelerle hazinede aşırı

derecede ganimet ve servet birikimi olmuştur. Bunlarla sosyal ve ekonomik hayata katkı

sağlanmaya çalışılmıştır. Oryantalistler’in çalışmalarına bakıldığında İslâm dünyasının

bankacılık konusunda oldukça ilerlemiş olduğu kaydedilir. İslâm’da kesinlikle faiz içerikli bir

Page 87: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İsmail ÇELİK 82

banka uygulaması söz konusu olmamıştır. Faizsiz kredi işlemleri büyük bir titizlikle devlet

yetkililerince ve kuruluşlarca takip altına alınmıştır (Yusuf, 1971:82-89).

Günümüz şartlarındaki katılım bankacılığının ilk bilimsel gelişmeleri, Hintli ve

Pakistanlı bilim adamlarının 1950’lerden itibaren iktisadi hayata ilişkin uygulamaların İslâmî

kaynaklara göre yorumlanması ile başlamıştır. Dünyadaki ilk fiili uygulama ise Mısır’daki Mit

Gamr yerleşim yerinde gerçekleşmiştir. 1963-1967 arasında bankaların devletleştirilmesi

politikasına bir alternatif olarak denenen bu ilk katılım bankası uygulamasına göre, sınırlı

ölçekte olmasına rağmen bankacılığı, ticari ortaklığı, sigorta hizmetlerini, takas (barter) ve

finansal kiralama (leasing) uygulamalarına benzer finansal araçlarını birlikte ve bu çatı altında

toplayabilmiştir. Diğer taraftan aynı dönemlerde ortaya çıkan ve Hindistan’da Müslüman

yerleşim yerlerinde görülen “kooperatif bankacılık” faaliyetlerinin de ilk kez uygulanan faizsiz

finansman uygulamaları olarak belirtmek yerinde olacaktır (Karakaş, 2002: 43-44).

Günümüz şartlarında katılım bankalarının ilk temellerinin atıldığı gelişme ise; 1970’de

Cidde’de toplanan İslâm devletleri dış işleri bakanları toplantısıdır. Bu bankaların çağdaş ve

küresel çekirdeği İslam Kalkınma Bankası (IDB)’dır. İslâm ülkelerinin yetkililerinin müşterek

kararı ile 1973’te Cidde’de kurulmuştur. Bu bankadan beklenen; İslâm ülkeleri arasında

finansal dayanışmayı gerçekleştirmektir. Bütün bunları Şeriatın gereklerine bağlı kalarak

ekonomik ve sosyal kalkınmaya vesile yapmaktır (Akın, 1986:113-114).

Hali hazırda 56 üyesi olan ve 6 milyar İslâm dinarı tutarındaki sermayesi ile nominal

kıymeti 10.000 İslâm Dinarı üzerinden 600.000 hissesi bulunmaktadır. Türkiye bu oluşumda

%8,4’lik bir paya sahiptir. Bu konuda lider konumunda olan aynı zamanda İslâm Kalkınma

Bankasının başkenti konumundaki Suudi Arabistan’dır (Kalaycı, 2013:54).

İslam Konferansı Teşkilatı’nın üyeleri olarak kabul edilen İslam Kalkınma Bankası

(1973) ve İslam Bankaları Birliği faaliyetlerine başlayınca katılım bankacılığında iki tip akım

ortaya çıktı (Zaim, 2000:250):

Birincisi; İslâm dininin temel değerleri ile örtüşen toplum modeline geçmeye çalışılırken

İslâmî ekonomik sistem içinde mali sistemin ve bankacılık sektörünün yeniden ele alınarak

örgütlenmesinin gerçekleştirilmesidir. İran, Pakistan kısmen de Sudan bu prensipler

doğrultusunda bu modeli hayata geçirmiştir.

İkincisi de, dünya finansal yapısına hâkim olan liberal ekonomi piyasası içinde İslâmî

finansal kuruluşların sisteme dâhil edilerek rakip olmalarının önünün açılmasıdır. İran,

Pakistan ve Sudan dışında kalan diğer üye ülkeler bu modeli uygulamaya geçmişlerdir.

Bununla birlikte 1971’de Mısır’da faaliyete geçirilen “Nasır Sosyal Bankası”, katılım

bankası özelliklerine haiz yerli katılım bankacılık sisteminin kurulmuş önde gelen temsilcisidir.

Küresel alanda kendini ilk gösteren katılım bankası ise İslâm Kalkınma Bankası’dır. Zaman

içerisinde gösterdiği gelişme ile bankacılık sektöründe teknolojik seviyenin gerisine düşmemiş

ve coğrafi olarak kendine İslâm ülkeleri dışında da yer bulmuştur. Gerek Müslümanların dünya

genelinde yaşam sürmeleri gerekse de faiz unsurunun ekonomik hayatı olumsuz etkilemesi bu

bankacılık sistemini genel finansal yaşam içerisinde gerekli kılmaktadır. Bu gelişme seyri

aşağıdaki tabloda ana hatları ile verilmiştir.

Tablo 1: Katılım Banka Faaliyetlerinin Tarihsel Evreleri 1960-1970 1970-1980 1980-1990 1990-2000 2000-

Kuruluşlar

Tasarruf

Bankaları

+ Ticaret Ve

Yatırım

Bankaları

+Öfk, Tekâfül

Şirketleri

+ Varlık

Yönetim

Kuruluşları Ve

Aracı

Müesseseler

+

Elektronik

Banka Şubeleri

Uygulanan

Teknikler

Karz-ı

Hasan

Mudarabe

Muşareke

+Selem

+ Ticarî

Bankacılık

Ürünleri,

Katılım

Hesapları,

Tekâfül

+ Yatırım

Fonları, İslâmî

Bonolar, Hisse

Senetleri

+ Şeriat’a

uyumlaştırılmış

ürünler

Page 88: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 83

Uygulandığı

Yerler

Müslüman

Ülkeler

(Körfez)

+Müslüman

ülkeler

(Ortadoğu)

+Asya Pasifik,

Türkiye

Aynı bölgeler

+ Bazı Avrupa

ülkeleri ile

Amerika

Birleşik

Devletleri

Alıntı: Kalaycı, 2013:54.

Dünya geneline bakıldığında katılım bankaları hızlı bir şekilde şubeleşme

eğilimindedirler. Özellikle yaklaşık yetmiş beş adet Orta Doğu ve Güney Asya’ya ait yerlerde

üç yüzden ziyade İslâmî finansal aracı kurum faaliyet gerçekleştirmektedir. Bu ülkelerden

başka Amerika Birleşik Devletleri ile İngiltere başta olmak çoğu Avrupa ülkeleri ile Güney

Afrika Cumhuriyeti devleti de bu bankacılık sistemine finansal piyasalarında izin vermişlerdir.

Özellikle İngiltere, İslâmî finansal kesim açısından önemli bir durumdadır. Üç milyona

yaklaşmış İngiltere’de yaşayan Müslüman nüfusu, İslâmî Finansal kurumlar için ciddi

rakamlara ulaşacak işlem değerine sahip iddialı finansal bölge anlamına gelmektedir.

Dünya çapında bankacılık sistemi uygulamalarında söz sahibi olan geleneksel bankacılık

faaliyetinde bulunan dünyanın sayılı bankaları (Citibank, BNP gibi) katılım bankacılığı

pencerelerini bünyelerinde barındırmaktadırlar.

İslâmî bankacılık sisteminin son otuz yılını değerlendirdiği kitabında Chachi (2005: 37-

39),beş anakara, kırk sekiz ülke genelinde organize olmuş iki yüz seksen adet faizsiz işlem

gören bankacılığın dört yüz milyar dolarlık işlem hacmine yaklaştığını ifade etmiştir. Katılım

bankaları özellikle Batı Avrupa ve Japonya’da uygulama alanı bulmuş ve aynı zamanda

küresel bankacılık işlemlerini de gerçekleştirmektedirler (Al-Jarhi,2005:1).

Dünya genelinde uygulama alanı bulan katılım bankacılığı sisteminin en fazla ev

sahipliğini gerçekleştirenler hiç kuşkusuz İslâm ülkeleridir. Özellikle İran ve Pakistan sistemin

tam anlamıyla uygulandığı ülkelerdir. Katılım bankacılığının başlıca İslâm ülkelerinde genel

banka faaliyetlerindeki oranı %20 ile %49 dolaylarında şekillenmiştir. 2019 yılında bu

bankacılık hizmet oranının Suudi Arabistan için %70’ler civarına çıkacağı tahmin

edilmektedir. Geleneksel bankacılık sistemi uygulamalarına göre iki kat daha fazla büyümenin

sağlandığı Malezya’da ise katılım bankacılığın mevduat tutarı toplamı ise 100 milyar doları

aşmış durumdadır. Katar’da ise bankacılık hizmetlerinin %25’lik kısmını katılım bankacılığı

oluştururken bu oranın 2018 sonlarında %34 olarak gerçekleşmesi beklenmektedir

(www.dunya.com).

2.2. Katılım Bankalarının Türkiye’deki Tarihsel Gelişimi

Günümüzde katılım bankacılığının oldukça verimli bir şekilde uygulandığı Türkiye’de,

sürecin başlangıcı, Devlet Sanayi ve İşçi Yatırım Bankası’nın ülke iç ve ülke harici çalışanların

tasarruflarını İslâmî şartlarda ama kaynakların israf edilmeden kâr beklentisinin yüksek olduğu

esaslarına göre bir araya getirerek endüstri dallarına verilmesi koşulu ile 1975 yılında

kurulması ile gerçekleşmiştir. Bu anlamda 1983 yılında ilk defa Türkiye finansal piyasasında

var olma iddiası ile ortaya çıkan katılım bankaları için Devlet Sanayi ve İşçi Yatırım Bankası

bir örneklik oluşturmuştur (Kalaycı, 2013:55).

Katılım bankaları Türkiye’de 16.12.1983 tarihindeki Bakanlar Kurulu Kararı (BKK) ile

özel finans kurumu (ÖFK) adında faaliyete geçmişlerdir. Bankalar kanunu kapsamına 1999

yılında alınarak faaliyetlerini bu yasal alt yapıda sürdürmektedirler (SERPAM, 2013:7).

Türkiye’de katılım bankaları 5411 sayılı 19/10/2005 tarihli Bankalar Kanunu (B.K)’na

bağlı ve diğer geleneksel bankalarla eşit değere sahiptir. Katılım bankaları ticaret hukuku

açısından anonim şirket tüzel kişiliğine haiz olmak zorundadırlar. Bu kuruluşların

gerçekleştirebileceği çalışmalar ilgili yasanın 4. Maddesinde sıralanmıştır. Bu bankalar,

Bankacılık Düzenleme ve Denetleme Kurulu (BDDK)’nun icazeti ile kurulup faaliyette

bulunabilirler. Bu bankalara aktarılan katılım fonları diğer tasarruf mevduatları gibi Tasarruf

Mevduatı Sigorta Fonu (TMSF) vasıtası ile teminat altında tutulurlar. Diğer taraftan bu

Page 89: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İsmail ÇELİK 84

kuruluşların meslekî gelişmeleri ile ilgili kuruluşlar olan Türkiye Bankalar Birliği ile Türkiye

Katılım Bankaları Birliği’nin çalışma şartları ilgili yasanın 79. maddesinde tanzim edilmiştir

(Resmi Gazete).

Türkiye’de 1984 yılında Faisal Finans A.Ş. ilk kurulan katılım bankasıdır. Bu kuruluşu

takip eden Albaraka Türk Finans A.Ş. ise 1985 yılında faaliyetlerine başlamıştır.. Bunları

sırasıyla Kuveyt Türk (1989), Anadolu Finans(1991), İhlas Finans (1995) ve Asya Finans

(1996) katılım bankaları takip etmiştir. 2001 yılı ekonomik darboğazı sonucunda İhlas Finans

Kurumu tasfiye sürecine girmiştir. 2001 yılı içinde Ülker şirketince Family Finans adındaki

katılım bankası Faisal Finans’ın devir alınması ile kurulmuştur. Devamında bu yeni banka

tekrar bir başka katılım bankası olan Anadolu Finans ile bir araya gelerek 2005 yılında Türkiye

Finans adı ile faaliyetlerine başlamış ve hizmet vermeye devam etmektedir (Özsoy, 2011:22-

23).

Günümüz Türkiye’sinde mevcut 5 adet katılım bankası mevcut olup, Uluslararası

kontrol ve müşavirlik organizasyonu olan Ernst &Young (EY)’ın “Dünya İslami Bankacılık

Rekabet Raporu” verilerinde, 2014 yılı verilerine göre son beş yıllık periyotta bir iyileşme

ortaya çıkarak İslâmî varlıklar 45 milyar $civarına yükselmiştir. Türkiye’nin 2014 yılı itibari

ile pazar payı % 5,9 iken 2023’te ise %15 olması beklenmektedir (EY, 2013-2014 Raporu).

Katılım bankacılığının özel finans kurumu olarak toplumda tanıtımı faizsiz

uygulamalardan dolayı kabul görse de uluslararası finansal sahalarda anlamlandırılması ve

kabul görmesi ciddi bir problem olarak kendini göstermektedir (Yahşi, 2011:76).

Bu isimlendirilmenin dezavantajlarından kurtulmak amacı ile yapılan çalışmalar

sonucunda 5411 sayılı Bankacılık kanunu ile “Katılım Bankası” ismi uygun görülmüştür. Bu

değişiklik bu bankacılığın önündeki engelleri kaldırmış olup iki banka ve iki şube ile finansal

hayatta var olan bu bankacılık faaliyetleri 30/11/ 2011 tespitlerindeki bilgiler dâhilinde dört

merkez ve 680 şube yapılanmasına giderek nicelik ve niteliksel kalkınma kat etmiştir (Akyüz,

2011:34).

Türkiye’de faizsiz bankacılık hizmeti veren katılım bankaları ve bunların kuruluşları ve

finansal yapılanması aşağıdaki Tablo: 2’de verilmiştir.

Tablo 2: Türkiye’de Faaliyette Bulunan Katılım Bankalarının Genel Durumu BANKA ADI KURULUŞU EVRİMİ VE FİNANSAL YAPISI

Türkiye

Finans 1984

İlk adı Faisal Finans kurumudur. Ortaklığın hisselerinin sahibi

bulunan Dar Al-Maal Al-İslâmî grubu 1998 yılında haklarını

İsviçre’de bulunan OLFO adındaki ortaklığa bırakmıştır. 2001

yılında ortaklık haklarının %38,82'si Sabri Ülker tarafından devir

alınmış ve bu yılda bankanın adı Family Finans olarak

belirlenmiştir. 2001 yılı itibari ile Sabri Ülker’in ortaklık hissesi

%98,63'e yükselmiştir. 2005myılında ise daha önce piyasada

faaliyette bulunan Anadolu Finans Kurumu ile bir araya gelerek

Türkiye Finans adı ile faaliyetlerine devam etmektedirler. 2008’e

gelindiğinde ise bankanın %50’den fazlasını The National

Commercial Bank üzerine geçirmiştir. Hali hazırda söz konusu

Suudi Arabistan Milli Ticaret Bankasının hisse oranı %60’ları

geçmiş, diğer büyük hisse ise Gözde Finansal Hizmetler

kurumuna ait bulunmaktadır.

Albaraka Türk 1985

Orta Doğu kökenli kuruluşlardan olan Albaraka Bankacılık

Grubuna sahipliğinde bulunan bankanın %50’den fazla hissesi bu

kuruluşa ait olup %17’ civarındaki kısmı ise halka arz edilmiş

konumdadır.

Kuveyt Türk 1989

İlk olarak Özel Finans Kurumu olarak faaliyetlerine 1989 yılında

başlamış, daha sonra 1999 yılında Kuveyt Türk Katılım Bankası

olarak adını değiştirerek faaliyetlerine devam ettirmektedir.

Hissedarlığın %70’lik dilimine Kuveyt merkezli kuruluşlar sahip

bulunmaktadır.

Page 90: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 85

Asya 1996

İlk olarak Asya Finans adı ile faaliyetlerine başlamıştır. 2005

yılında ise adına katılım kelimesini ilave ederek adını

değiştirmiştir. Bankacılık faaliyetlerinin yeterince şeffaf

olmadığından dolayı 03/02/2015 tarihinde Bank Asya'nın karar

organını belirleyecek olan imtiyazlı payın yüzde 63'ü TMSF

aracılığıyla şekillendirilmesine BDDK tarafından

onaylandı. 29/05/2015 tarihinde de tamamı fona devredildi.

İhlas Finans 1995

1.000.000 TL sermaye ile kuruldu. 35 şubesiyle faaliyetlerini

sürdüren banka, 2001 yılı itibariyle Bankacılık Düzenleme ve

Denetleme Kurulu tarafından el konulmuş olup tasfiye süreci

devam etmektedir.

Ziraat Bankası 2015 675.000.000 TL sermaye ile ilk şubesini 29/05/2015 tarihinde

İstanbul/Eminönü’nde açmıştır.

Alıntı: Kalaycı, 2013: 57.

Son dönemde Türkiye Cumhuriyeti hükümeti de katılım bankalarının devlet bankaları olan

Ziraat, Halk ve Vakıfbank bünyesinde kurulması çalışmalarına başlamıştır.

Güncel bilgilere baktığımızda ise aşağıdaki bilgileri tablo olarak vermek mümkündür.

Tablo 3: Türkiye’de Katılım Bankaları ve Şube Sayıları Katılım Banka Adı Şube Sayısı

Albaraka Türk 209

Asya 200

Kuveyt- Türk 343

Türkiye Finans 285

Ziraat Katılım Bankası 11

Toplam 1048

Alıntı: www.tkbb.org.t(a)

3. LİTERATÜR TARAMASI

Literatür çalışmalarında; bankacılık hizmet maliyetlerinin az tahakkuk etmesi ve uygun

nispetlerde borç alma fırsatları, bankaların şube sayısı, şubelerdeki fizikî standartlar, insan

kaynaklarının bilgi seviyesi, banka çalışanlarının müşterilerine olan alakası, bankanın dinî

referanslara göre faaliyette bulunmaları, bankacılık hizmetlerinin sonuçlandırılmasındaki hız

ve etkinlik, bankanın algılanmasındaki imaj durumu gibi hususlara bu bankaların tercih

edilmesi sebepleri arasında olduğu tespit edilmiştir. (Sarı, 2010: 95-100).

Türkiye’de sınırlı sayıda çalışma yapılmış olmakla birlikte başka ülkelerde katılım

bankacılığının tercih edilmesinin sebeplerini belirlemek üzere yapılan çalışmalardan bazıları

aşağıda tablo halinde verilmiştir.

Tablo 4: Katılım Bankalarını Tercih Sebepleri

Yazar/lar Çalışmanın Niteliği Sonuç

Laroche vd.

(1986) Teorik

-Müşterilerine iyi davranan personel,

-hızlı hizmet sunumu,

-ulaşım kolaylığı ve

-etkin hizmet unsurları bu bankaların tercih

edilmesinde oldukça etkili olduğu sonucuna

ulaşmışlardır.

Kaynak

(1986)

Banka müşterileri ve banka

yöneticileri temelinde yapılan

ve “ Sizin tercihlerinize göre

ideal bir banka nasıl

olmalıdır?” sorusuna alınan

cevaplar.

Bankadan hizmet talep edenler için ilk sıralarda

gelen sebeplerin;

-vaktinde ve verimli hizmet sunumu olduğu,

banka yöneticilerine göre ise;

-toplumda statü elde etmek olduğu sonucuna

varmıştır.

Page 91: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İsmail ÇELİK 86

Erol vd.

(1989)

Ürdün’de ve 434 adet denek

üzerinde gerçekleştirilen anket

çalışmasıdır.

-zamanında ve sonuç odaklı servis sunumu,

- tanınırlık düzeyi, piyasa değerliliği ve güven

derecesi,

-sır saklama ilkesine sadık kalması ilk üç

sıradaki etmenler olarak sıralanmıştır.

-sahiplerine yatırım gelirleri,

-üçüncü kişilerin telkini ve

-inancı ilgilendiren referanslar hizmet tercihinde

yatırımcıların bu bankaları tercih etmelerindeki

diğer sebepler olarak belirtilmiştir.

Omer

(1992)

UK’da yapılmış bir doktora

çalışmasında 300 kişilik bir

anket çalışması.

Katılımcıların çoğunluğunun dinî beklentilerine

uygun finansal hizmet sunumundan dolayı

katılım bankacılığını tercih etikleri

değerlendirilmesi yapılmıştır.

Haron vd

(1994)

Malezya’da 301 Müslüman ve

Gayr-i Müslim müşteri

temelinde yapılan bir anket

araştırması

Anket sonuç değerlemesine göre; her iki müşteri

tipinin tercih sebepleri arasında kayda değer bir

fark olmadığı sonucuna ulaşılmıştır. Müslüman

katılımcılarının ancak %40’lık dilimi dinî

kaygıları gereği bu bankaları tercih ettikleri

tespit edilmiştir. Esas tercih sebepleri ise daha

çok müşterilerin hizmet sunumundaki hız,

samimi olarak yardımcı olan çalışanların varlığı

ve hizmet sunumundaki niteliksel özellikler

konularında yoğunlaştığı kanaatine

ulaşmışlardır.

Hagazy

(1995)

400 katılım bankası müşterisi

ile yapılan bir çalışma.

En etkili olan faktörün yakın arkadaş/akraba

tavsiyeleri olduğu sonucuna ulaşmıştır.

Hizmet sunumundaki kalite, banka hizmetlerine

ulaşımın kolaylığı, personelin müşterilere

davranış tutumu, kârlılık etkenine bakmaksızın

bankanın topluma hizmet sunma vizyonu en

etkili diğer unsurlar olarak belirtilmiştir

Metwally

(1996)

Suudi Arabistan, Mısır ve

Kuveyt’te ve 385’er kişi ile

gerçekleştirilen telefon

görüşmelerine göre sonuca

ulaşılmaya çalışılmıştır.

Etkili olan en temel unsurların

-din,

-etkinlik ve

-klasik bankacılık hizmetleri olduğu sonucuna

ulaşmıştır

Gerrard vd.

(1997)

Singapur’da 190 kişi ile

birlikte yapılan bir çalışmadır.

Müslümanların %62,1’i beklentilerinin altında

getiri sağlasalar dahi tasarruflarını bu katılım

bankalarında değerlendirmeye devam

edeceklerini belirtmişlerdir. Bu sonuç

yatırımcıların bu bankaları tercih etmelerindeki

en önemli etkenin dinî kaygılar olduğu şeklinde

yoruma sebep olmuştur. Hızlı ve sonuç odaklı

bankacılık hizmetleri ile sır saklama ilkesine

sadık olma sebepleri de diğer tercih sebebi olan

unsurlar arasında ifade edilmiştir.

Metawa vd.

(1998)

Bahreyn’de katılım

bankacılığının müşterilerinden

300 kişi arasında bir anket

çalışmasıdır.

Bankaların İslâmî finans ilkelere sadakati ilk

sırayı alırken ikinci sırayı ise yatırımlarının

kârlılık değerlendirmeleri almıştır. Bu sonuca

ulaşmakla birlikte verilen hizmetlerden tatmin

edildiklerini, fazla servis ücretlerinden de tatmin

edilmedikleri sonucu da saptanmıştır.

Page 92: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 87

Naser vd.

(1999)

Ürdün’de 206 adet hizmet

alıcısı ile gerçekleştirilen

araştırmasıdır.

Kurum imajı arasında tanınma derecesi, dinî

kaygılar, diğer bankaların sundukları

hizmetlerin katılım bankacılığında da

karşılığının olması bu bankaların müşteri

sayısını artırmasında önemli tercih sebepleri

arasında yer aldığı sonucuna ulaşılmıştır.

Othman vd.

(2001)

Kuveyt’e ait bir bankada

yapılan araştırmadır.

İnanca ve toplumsal değerlere ait unsurların bu

bankacılık faaliyetlerinin talep edilmesinde en

etkili sebepler olduğu tespit edilmiştir.

Ahmad vd.

(2002)

Malezya’da 45 kişiden oluşan

finans yöneticileri ile

yaptıkları bir anket

araştırması.

-Kârlılık ve

-hizmet sunumundaki kalite bu bankaların tercih

edilmesinde daha belirleyici unsurlar olarak

ifade edilmiştir.

Karakaya vd.

(2004)

Türkiye’de yapılan bir

araştırmadır.

-İslâmî kaygılar,

-kurumun toplumda kabul derecesi,

-çevrenin etkileri sıralaması ortaya çıkmış olup

getiri oranlarının etkisi en son sırada yer almış

olarak tespit edilmiştir.

Zainuddin vd.

(2004)

Malezya’da banka müşterileri

ile yaptıkları çalışma.

en önemli unsurun;

-dinî emredici unsurların motive edici olması ve

-güvenirlilik derecesi yüksek eş-dost

yönlendirmelerinin daha baskın şekilde kendini

hissettirdiği sonucuna ulaşmışlardır.

Okumuş

(2005)

Türkiye’de katılım bankacılığı

müşterilerinden 161 adet kişi

konusunda bir araştırmadır.

-Dini unsurlar ilk sırayı alırken,

-geleneksel bankaların sunduğu hizmetlerin bu

finansal kurumlar vasıtası ile veriliyor olması

ikinci unsur olmuş,

-personelin candan ilgisi ise üçüncü sebep

olarak saptanmıştır.

Wakhid vd.

(2007)

Endonezya’daki katılım

bankalarının hizmet

alıcılarının nitelikleri

konusunda bir çalışmadır.

-Dinî referansların halk tarafından bu bankaları

tercih etmelerinde en önemli unsur olduğu

sonucunu elde etmişlerdir.

Dusuki vd.

(2007)

Malezya’da dört farklı

bölgede 750 kişiye sorulan

anket soruları ile şekillenen bir

araştırmadır.

İnsan kaynaklarının bilgili, yetenekli, içten ve

saygılı olması ilk sırada dikkat edilen husus

olarak tespit edilmiştir. Katılım bankasına

ulaşımının kolay olması, kredi oranlarının

uygunluğu ise tercih sebeplerinde diğer önemli

unsurlar olarak saptanmıştır.

Amin

(2008)

Malezya’da yapılan bir

araştırmadır.

-Faiz unsurunun sistemde olmaması,

-uygulanan kredi oranları,

-şeffaf olmaları,

-finansman tedarik işlemlerinin yüz yüze olması

en çok dikkat edilen faktörler arasında kayda

değer bulunmuştur.

Al- Ajmi vd.

(2009)

Bahreyn kaynaklı yaptıkları

geleneksel ve katılım

bankacılığı tercih sebepleri ile

ilgili 655 kişi içerikli bir anket

çalışmasıdır.

-Dinî çekinceler,

-sosyal bilinç,

-hizmet sunumu kalitesi,

-etkin sonuçlandırılan hizmet sayısı,

-müşteri ilişkileri ve

-bankacılık hizmetlerine kolay ulaşma derecesi

katılım bankalarının en önemli tercih

sıralamasında yer almışlardır.

Page 93: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İsmail ÇELİK 88

Apil

(2009)

Türkiye’de yapılan bir

araştırmadır.

-Katılım bankalarının tanınma düzeyi,

-şube çalışanlarının yakın ilgisi ve

-müşteri hizmet kalitesi unsurları müşterilerin

bu bankaların tercih sebepleri arasında ilk

sıralarda yer aldığı ortaya konmuştur.

Diğer taraftan

-dini kaygılar,

-güvenilir insanların tavsiyeleri de müşterilerin

bu bankalara doğru kararlarının şekillenmesinde

etki olan sebepler olduğu ifade edilmiştir.

Bhatti vd.

(2010)

Pakistan temelli İslâmî

bankaların hizmetlerine

muhatap olan 120 kişi ile

yaptıkları değerlendirmedir.

-Dinî kaygılar ve

-kârlılık en ana unsurlar olarak tespit edilmiştir.

Bu unsurların yanında

-düşük maliyet,

-personelin samimi davranışları önemli olan

diğer unsurlar olarak sıralanmıştır.

Marimuthu vd.

(2010)

Malezya temelli yapılan diğer

bir çalışmadır.

-Maliyet- fayda mukayesesi,

-hizmet sunumu,

-etkinliğin sağlanması,

-arkadaş veya akraba referansına olması olarak

sıralanmıştır.

Khattak ve

Rahman

(2010)

Pakistan’da banka müşterileri

üzerinde yapılan bir araştırma

Müşterilerin bankaların sunduğu hizmetler

hakkında yeterli bilgiye bilgi sahibi olmadıkları

belirlenmiş, ayrıca bu bankaların tercih edilme

sebebinin banka şubelerinin konumunun özelliği

en etkin sebep olarak tespit edilmiştir.

Mansour vd.

(2010)

156 Müslüman ve Gayr-ı

Müslim banka çalışanlarına

uygulanan anket

araştırmasıdır.

Müşterilerin daha düşük hizmet bedelinden

dolayı bu bankaları tercih ettikleri birinci sırada

yer alırken bankanın İslâmî niteliği ikinci sırada

yer almıştır.

Lee vd.

(2011)

Pakistan’da bulunan Peshawer

ve İslamabad yerleşim

yerlerinde yaptıkları anket

değerlemesidir.

Müşterilerin çoğunluğu

-dini kanunlara göre faaliyette bulunmalarından

dolayı bu bankaları tercih ettikleri sonucuna

ulaşılmıştır.

Özsoy vd.

(2013)

Türkiye’de 217 kişilik

üzerinden yapılan bir anket

araştırmasıdır.

-Hizmet/Ürün Kalitesi

-İmaj ve Güven

-Personel Kalitesi

-İnanç/ Toplumsal moral değerleri de sonra

gelen etmen olarak sıralanmıştır.

Alıntı: Özsoy vd., 2013:190-193

4. DİN VE KAPİTALİZM KISKACINDAKİ KATILIM BANKALARI

Yapılan araştırmalar ve değerlendirme sonuçları katılım bankalarının geleneksel

bankacılık hizmeti veren bankalardan kayda değer bir farkının olmadığını ortaya koymaktadır.

Bankacılık faaliyetleri bağlamında klasik bankalarla rekabet halinde olan katılım bankalarının,

diğer kuruluş amacı olan dinî kaygıları gereği tasarruflarını yatırımlara aktaramayan tasarruf

sahipleri için uygun bir seçenek olması niteliği, bu bankaları tercih için bir cazibe

oluşturamamıştır.

Böyle bir sonucun ortada olmasının sebepleri irdelendiğinde elbette ki bir takım

çıkarımlarda bulunmak mümkündür. Ancak bu konunun temellendirilmesi yapıldığında

görülecektir ki, katılım bankalarına bakış açılarının farklı olması bu sonucun ortaya çıkmasını

kaçınılmaz kılmaktadır.

Page 94: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 89

Özellikle bu kurumlarda çalışanların görüşleri ele alındığında elde edilen sonuçlar da

göstermektedir ki, bu müessesenin onlar için dahi var oluş sebebi helal kazanç yeri olması

değil, prestij aracı olarak bu kurumları değerlendirmeleridir. Özellikle Müslüman olmayan

ülkelerde bu bankaların var oluş sebebine paralel bir müşteri profili ortaya çıkarken (Omer,

1992), Müslüman ülkelerde geleneksel bankacılık hizmetlerine olan talep, daha yoğun bir

şekilde bu bankaların müşteri profilini şekillendirmektedir (Haron vd., 1994). Bu sonuç da

göstermektedir ki; katılım bankaları özellikle Müslüman ülkelerinde yeterli şekilde

anlaşılamamıştır. Burada en önemli sorumluluk katılım bankacılığı hizmeti veren yetkililerde

olduğu bellidir.

Özellikle katılım bankacılığı ile meslek hayatı olan ve bu konuda akademik çalışma

yapanlara sorulan soruların başında hiç kuşkusuz katılım bankaları ne derece İslâmî kurallara

göre faaliyette bulunduğudur. Bu konuda ciddi tartışmaların olduğu da yadsınamayacak

derecededir. Bu tartışmaların temelinde referans farklılığı yatmaktadır. Özellikle İslâmî iktisat

sistemi sadedinde yazılmış olan ender eserler meselenin sadece fıkhî yönünü nazara verirken,

diğer eserler de ise pür iktisadî kurallara ağırlık vererek katılım bankaları faaliyetlerinin

gerekçelerini açıklamaktadırlar (Akın, 1986:12).

Bakış açısının farklılığının neticede tartışmaları da beraberinde getireceği açıktır. Bu

durumda mesele en temelinden alınarak yaklaşım sergilenmelidir. Katılım bankalarının

orijinine bakıldığında dinî hassasiyetlerin olmazsa olmaz bir prensip olarak uygulandığı bir

bankacılık sistemdir. Bu durumda pergelin bir ayağı sürekli burada kalmalı, diğer meseleler de

buna göre açıklığa kavuşturmalıdır. Konunun bu bağlamında katılım bankalarının amaçlarını

orijinindeki pür İslâmî kaygılara göre tekrar gözden geçirmelerinin gerekliliği ifade edilmeye

çalışılacak ve geleceğe ait bir perspektife göre katlım bankalarının nasıl bir duruş sergilemesi

gerektiği ifade edilecektir.

4.1. Faaliyet Konularının Faizli Uygulamalara Benzer Olmasının Önüne Geçilmesi

Başlangıçta hemen belirtmek gerekir ki; katılım bankalarının uygulamalarında faizli

uygulamalar ya da İslâm dinine aykırı faaliyetler vardır anlamına gelecek bir açıklamada

bulunmak istenmemektedir. Sadece bu konunun çok hassas bir konu olduğu ve yanlış

anlamalara meydan verilmesinin önüne geçilmesinin bir titizliği anlamında konu ifade

edilmeye çalışılacaktır. Ayrıçay ve arkadaşlarının ( 2013:128) yaptıkları araştırma da

göstermektedir ki; katılım bankalarının gerek kendilerini gerekse de faaliyetlerini anlatmakta

ve tanıtmakta oldukça yetersiz kaldıkları ileri sürülmüştür. Bu çalışmaya göre; katılım

bankacılığı önündeki engeller sıralamasında katılım bankacılığı hizmetleri ile ilgili bilgi

yetersizliği birinci sırada yer alırken ikinci sırada şube sayılarının azlığı ve üçüncü sırada da

katılım bankalarının reklam ve tanıtımdaki yetersizliği tespit edilmiştir.

“Faiz yiyenler, ancak şeytanın çarptığı kimsenin kalktığı gibi kalkarlar. Bu, onların,

“Alışveriş de faiz gibidir” demelerinden dolayıdır. Oysa Allah, alışverişi helâl, faizi haram

kılmıştır. Allah faizi tüketir (Faiz karışan malın bereketini giderir), sadakaları ise

bereketlendirir” (Bakara, 2:275-276) ayetlerinin ifadesine göre faizle ilgili bir meselenin

uygulamada cari olması katılım bankalarının kuruluş felsefesi ile taban tabana zıttır. Hangi

iktisadî yorum olursa olsun bu yorum bu ayetlere karşı bir anlam ifade etmeyecektir.

Diğer taraftan; “Bir şeyin ortaya çıkması ve devamı, onun gerekleri ile birlikte

olgunlaşmasına bağlıdır” (Badıllı, 2011:702) prensibine göre katılım bankacılığı

faaliyetlerinin İslâmî prensiplere ödün vermeden ve bu kaynaktan çözüm üreterek sürdürülmesi

gerekmektedir. En küçük bir geleneksel bankacılık faizli uygulamalarına benzeyiş katılım

bankalarının kabul edilebilirlik derecesini belirsizleştirecektir. Nitekim Tabakoğlu (2011:142-

164) bu konuyu ele almış ve katılım bankalarının geleneksel bankacılıktan tek farkının “sadece

başörtülü kadınların çalıştırılması” şeklinde ifade ederek ciddi bir eleştiri yapmıştır.

Özellikle kuruluşunda faizden arındırılmış bankacılık uygulamalarının yapılacağı,

ortaklığın esas alındığı ve bunlar vasıtasıyla mülkiyetin tabana yayılmasına hizmet edeceği

felsefesinin zamanla “maksimum kâr” olarak reform edilmesinin (Terzi,2013: 73 bir düşünce

Page 95: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İsmail ÇELİK 90

olan “amaç için her yola başvurulabilir” fikrinin uygulanabilirliğini gündeme getireceği için

katılım bankalarının var oluş amacını oldukça erozyona uğratabilecektir.

Yukarıda yazın taramasında da belirtildiği gibi Özsoy ve arkadaşları (2013:201) katılım

bankaları müşteri tercih sebepleri tespitinde, dini motivasyon dördüncü sırada yer alabilmiştir.

Bu sonuçlar katılım bankacılığının zamanla geleneksel bankacılığa yakın hizmet veren bir

finansal kurum olabileceği hakkında ipuçları verebilmektedir.

Diğer taraftan “Bugün size dininizi kemale erdirdim, üzerinizdeki nimetimi tamamladım

ve size din olarak İslam'ı seçip-beğendim” (Maide, 5:39) ayeti ile “Her bid’at dalâlettir ve her

dalâlet Cehennem ateşindedir” ( Müslim, Cum’a: 43) hadis-i şerifi İslâm adına ortaya çıkan

bir hareketin sınırlarının ve içeriğinin İslâm kurallarına bağlı kalınarak sürdürülmesi

gerekliliğini ortaya koymaktadır.

İslâm’ın birbirine sıkı sıkıya bağlı bir organlardan müteşekkil bir organizma olduğunu

vurgulayan Akın (1986:11), İslâm hükümlerinin parça parça değil bir bütünlük içinde ele

alınması gerektiğini ifade etmiştir. Çünkü İslâm, şahsi, sosyal, ekonomi, siyasi ortamlar ve

geleceği de ihata ederek bir hüküm koymuştur. Çünkü yukarıda belirtilen ayet İslâm dininin

kıyamete kadar geçerli olabilecek nitelikte bir yönünün olduğunu belirtmiştir.

Neccar (1978:56)’a göre, İslâm bankacılığı konusunda araştırma ya da uygulama yapan

kişilerin de İslâm dinin para ve faiz hakkındaki prensiplerini sürekli gündeminde tutması

gerekir. Bu bakımdan İslâm’ın ekonomik faaliyetlerinin, İslâm’ın sosyo-politik

düzenlemelerinden ayrı bir şekilde ele alınması sakıncalı olabileceği ikazında bulunmuştur.

Akın (1986:14) ise bu konunun çok ciddi bir konu olduğunu nazara verirken sadece dinî

konularda yeterli bilgiye sahip olmanın kâfi gelmediğini, aynı zamanda ekonomi başta olmak

üzere diğer ilimlerle de mücehhez olması gerektiğini ifade etmekte ve en temelde de dinî

salabetin olması lüzumuna vurgu yapmaktadır.

İslâmî bir oluşumun temel kaynakları “kitap” ve “sünnettir” (Akseki, 1974: 25). Ancak

“icma-ı ümmet” ve “kıyas-ı fukaha” uygulamaları da bu oluşumlarda referans alınabilecek

niteliklerdedir. Ancak bu iki metodun da dayanak noktası diğer iki kaynaktır (Uzair, 1978:1-2).

Hal bu merkezde iken gerek bu bankacılık sistemini uygulayanlar gerekse de müşteriler

konuyu dört başı mamul bir şekilde göremeyebileceklerinden katılım bankacılığı

uygulamalarının bu kaynaklara göre temellendirilerek tanıtımının yapılması gerekir. Yoksa

hem sistemi yürütenler hem de bu sisteme entegre olmak isteyenler arasında ciddi bir inatlaşma

olabilecektir. Katılım bankası sahip ve yöneticileri kendi varlıkları noktasından meseleye

bakarken, müşteriler de din noktasından değerlendireceği için çeşitli anlaşmazlık noktaları

olabilecektir.

Nitekim bu bankalar gerçekleştirdikleri mali faaliyetlerin dinî prensiplere göre

gerçekleşme derecesini tetkik etmek ve olur vermek hedefi ile bu konular üzerinde ihtisas

yapmış kişilerden danışmanlık talep etmektedirler. Fakat bu bankalar kurumlarında

oluşturdukları danışma kurullarının oluruyla bu uygulamaları gerçekleştirirken, bazıları ise

sadece katılım bankacılığı konularında ihtisas yapmış akademisyenlerden fikir almaktadırlar.

Bu uygulama da, hem her bankanın kendine göre danışma heyetinin olmasından, hem de

akademik olarak akademisyenlerin konuyu farklı açılardan değerlendirerek açıklamaya

çalışmalarından katılım bankacılığı uygulamalarında farklılıkları beraberinde getirmektedir

(SERPAM, 2013:8).

Nitekim yapılan araştırmaya göre katılım bankaları, haram olduğu konusunda ittifak

edilen katılım bankası uygulamalarını en düşük seviyede uygularlarken, ihtilaflı uygulamalara

daha çok faaliyetlerinde yer vermektedirler. Kâr- Zarar ortaklığı belgesine dayalı ortaklık

uygulamalarına bağlı fon kullanımı ise ancak %2’ler düzeyinde kalmıştır (Terzi, 2013: 73).

Al-Gamal ve İnanoğlu (2005:641-664) ile Arslan ve Ergeç (2010:156-168)’in

araştırmalarından elde edilen sonuçlara göre, bu bankaların, genelde piyasanın etkinliğini

artırmasında etkili olduğu söylenebilir. Çünkü katılım bankaları sunduğu geleneksel bankacılık

hizmetleri ile sektörde ciddi bir rekabeti piyasaya taşımışlardır. Bu da katılım bankalarının

hizmet yelpazesinde bir eksen kayması olduğunu gösteren ayrı bir göstergedir denilebilir.

Page 96: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 91

Bu gibi gelişmelerin ışığında belirtilmesi gereken; İslâmî ilkelere göre kurulduğunu

iddia eden ve o çıkış noktasına göre hareket ettiğini savunan katılım bankaları hem bu günler

için hem de gelecekte sürekli bankacılık sektöründe var olmaya devam etmek istiyorsa İslâmî

ilkelerden taviz vermeden faaliyetlerine devam etmelidir. Aksi takdirde uygulamalarına İslâm

ilkelerine ters düşecek tarzda yer verirse katılımcılar bu durumda geleneksel bankaları tercih

etmeye devam edeceklerdir. Bu da onlar için uhrevi sorumluluk anlamında ciddi bir tehdit

oluşturabilecektir. Adeta Terzi (2013:1)’nin dediği gibi katılım bankacılığı faaliyetleri, kitaba

uymak tarzında değil kitabına uydurmak şekline dönüşebilecektir.

“İnsanlar üzerine öyle günler gelecek ki, faiz yemeyen hiç kimse kalmayacak. Yemeyene

dahi tozu toprağı bulaşacak” (İbn Mâce, Ticârât 58) hadisi adeta katılım bankalarının bu

anlamda çok dikkatli davranması gerektiğini tavsiye etmektedir. Çünkü tasarruf sahipleri bu

bankalara faizden arındırılmış bir sistem olması özelliği ile gelmektedir. Eğer bir şekilde İslâm

prensipleri dışı uygulamalar olursa, yatırımcıların geleneksel bankalara müşteri olmaları

dolaylı bir şekilde teşvik edilmiş olacaktır. Bu da “Sebep olan işleyen gibidir” (Müslim, 2/704)

hadisinin sınırlarına girmek anlamına gelmektedir.

Diğer taraftan katılım bankalarının İslâmî hüviyet altında faaliyetlerini yapmaları eğer

kuruluş felsefesine göre olmazsa dini istismar etmenin finansal boyutu olarak da

anlaşılabilecek ve rekabet durumunda olunan geleneksel bankalar tarafından da bu suiistimal

edilebilecektir.

Bununla birlikte Faizsiz Bankacılık ya da İslâm bankacılığı isimlerinin yerine Katılım

Bankası ismi ile değiştirilmesinde bu bankaları diğer bankalar sırasına dâhil etmenin alt

yapısını oluşturmak anlamına gelebilecek yorumların yapılması için bir sebep

oluşturabilecektir. Yani müşteri çekmek için farklı bir özelliği olduğunu gündeme getirirken,

hayatını kapitalist sistemde devam ettirmek için de geleneksel bankalar görünümünde olma

çabası olduğu yorumlarına yol açabilecektir.

4.2. Gelecekte Katılım Bankalarına Olan İhtiyaç

Yukarıda bahsedilen olgulara rağmen İslâmî bir anlayışa sahip bankacılık faaliyetinin

varlığı ekonomik hayatta bir boşluğun doldurulması için gereklidir. İnançla insanın

eylemlerinin örtüşmesi gereklidir. Bu insan psikolojisi için gerekli olan bir ruh halidir (Harlak,

2000:17).

Çoğu fıkıh kitaplarında faiz, insanı helak edici büyük günahlar sırasında sayılmaktadır.

Diğer taraftan da insanın inancı gereği helal lokma ile hayatını geçirmek istemesi onun faiz

alan ve/veya veren olmadan huzurlu olabileceği bir finansal yapının varlığı ile mümkün

olabilecektir.

“Faiz yiyen, yediren, şahitlik ve kâtipliğini yapan, Allah'ın rahmetinden uzak

kalmıştır” (Müslim, Müsakat, 105). “Bir lokma haram yiyenin kırk gün duası ve namazı kabul

olmaz” (Ramûz-el-Ehadis: 409/4) hadisleri insanın inancı ile amelinin örtüşmesi gerektiğini

ifade etmektedir.

Bu konu, Müslüman nüfusunun önümüzdeki on yıllar içindeki durumu açısından önem

kazanmaktadır. Amerikan araştırma kuruluşu Pew Research Center'ın raporuna göre; dünya

nüfusu %35 artarken Müslüman nüfusundaki artış ise %73 olarak tahmin edilmektedir.

2050’de dünya nüfusunun %31,4’lik dilimini Müslümanlar oluşturarak dünyanın en kalabalık

dini olması öngörülmektedir (www.pewresearch.org).

Tabii Müslüman nüfus artarken aynı zamanda diğer dinlerden İslâm dinine katılmakta

söz konusu olabilecektir. Bütün bu gelişmelerle birlikte milli gelirin de beraberinde artacağı

kabul edildiğinde katılım bankaları için çok uygun bir ortamın şekilleneceğini söylemek

yerinde olacaktır. Önemli olan bu yapıya uygun bir bankacılık sisteminin varlığını sürdürmesi

ve taleplere cevap verilmesidir.

Diğer taraftan yaklaşık 45 yıllık mazisi olan katılım bankacılığı, düşük risk taşıma model

olma özelliği yönü ile ilgililerin göz ardı etmediği bir konudur. Uluslararası finansal krizlerden

cılız bir şekilde etkilenen faizsiz bankacılık uygulamalarına yer veren bazı İslâm ülkeleri,

Page 97: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İsmail ÇELİK 92

Birleşik Krallık başta olmak üzere diğer bazı Avrupa ülkeleri katılım bankacılığı faaliyetleri

için her türlü yasal düzenlemeleri teşvik edici tutum göstermişlerdir. Diğer taraftan Avrupa

ülkelerinde Müslüman nüfusun artış hızı İslâmî finans uygulamalarının giderek önem

kazanacağı anlamına da gelebilmektedir. Bununla birlikte dünyada Müslümanların nüfus

yoğunluğunun 2010-2030 dönemleri içinde %35 artacağı tahmin edilmektedir. Normal olarak

da Ortadoğu ve Asya’da bulunan birçok Müslüman ortaklıkları şirketlerinin İslâmî kaidelere

göre çalışan finansal sisteme göre yapılanması için gerekli çabayı sarf etmektedirler. Bütün

bunlarla birlikte faizsiz bankacılık sistemini uygulayan ülkeler beklenenden fazla büyüme

hamlelerini gerçekleştirmiş, bilhassa söz konusu ülkelere likidite giriş hızını artıran 2009’ten

itibaren meydana gelen petrol ücretlerindeki artışlar bu sektörü canlandırmıştır. Belirtilen

sebepler, yakın gelecekte İslâmî Finans uygulamalarının küresel finans sisteminde söz sahibi

olabilecek yapıda olduğunu ifade etmektedir (SERPAM, 2013:2).

Bu ve emsali gelişmeler göstermektedir ki; gelecek, pür İslâmî finansal uygulamaların

hâkim olduğu katılım bankacılık faaliyetlerini bünyesinde barındıracak özelliklerdeki finansal

aracılara ihtiyaç duyacaktır. Bu durumda olması gereken ise, ortama ve geçerli olan ekonomik

sitem ilkelerine göre değil İslâm’ın belirlediği prensiplere sadık olan katılım bankacılığı

uygulamalarına daha şimdiden ihtiyaç vardır.

Diğer taraftan sadece İslâm dünyasın değil Hristiyan dünyasında da katılım bankacılığı

uygulamalarına hız verilmesi konusunda Papa XVI Benedict tavsiyesi vardır.

(www.tkbb.org.tr) (b).

Bu gelişmelerin yanında ve her türlü sorunlara rağmen katılım bankalarının geleceği

oldukça parlak gözükmektedir. Özellikle girişimciler İslâmî prensiplere göre sunulan finansal

ürünleri daha fazla talep etmektedirler. İslâmî endeksli finansın gelecekte genişlemesini

sağlayacak unsurlar mevcuttur. Bu unsurlar:

- Ticari mal üretimleri sonucunda Müslüman ülkelerde üretim fazlaları oluşmaktadır. Bu

durum ise finansal aracılar kanalıyla dağıtılması kaçınılmaz olacaktır.

- Konvansiyonel bankalar katılım bankası modelinde bünyelerinde bölümler açmakta

Londra, Lüksemburg ve diğer başkentlerde taleplere cevap vermek için İslâmî finans

işlemlerine hız vermektedirler.

- Hizmette kalitenin artırılması ve yeni finansal seçeneklerin geliştirilmesi ile katılım

bankaları yatırımcılar ve tasarruf sahipleri için bir alternatif olmaktadır.

- Müslüman ülkelerdeki siyasi gelişmeler İslâmî finans seçeneklerinin önemini giderek

artıracak bir rol oynamaktadır.

- Borsa işlemlerinde borsaya kayıtlı katılım bankası endeksi uygulamaları, katılım

bankacılığı uygulamalarına olan talebi teşvik edici rol oynamaktadır (Mohieldin, 2012:1).

Ekonomik gelişmenin sağlanması ve istikrarın sürdürülmesinde katılım bankalarına da

görevler düşmektedir. Özellikle faiz uygulamalarının ekonomik kriz riski artırdığı gerçeğinden

hareketle faizsiz uygulamaları ile dikkati çeken katılım bankaları gerekli finansal hareketliliği

sağlayacak yapıdadır. Bir ülkede ekonomik kalkınmanın gerçekleştirilebilmesinin dört temel

sütunu vardır. Bunlar;

- Ülke için atıl kaynakların finansal yapıya transferinin sağlanması,

- Daha etkili ve akılcı finansal yardımlar,

- Yurt içi özel finans uygulamaları

- Yurt dışı özel finans uygulamalarıdır.

Söz konusu adımların uygulanmasında katılım bankacılığı hizmet seçeneklerinden

faydalanarak daha verimli kılınabileceği ve sürdürülebilir kalkınma hedeflerinin

gerçekleştirilmesinde katılım bankacılığının gelecekte oldukça faydalı olacağı belirtilebilir

(Mohieldin, 2015: 30-31).

Page 98: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 93

5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Katılım bankalarının kuruluş felsefesine ve finansal dünyadaki rolüne bakıldığında

sistemde olması gereken bir finansal aracı kurumdur. Finansal sistemde kendisinden beklenen;

âtıl fonları sisteme aktarmak, dinî kaygıları gereği piyasadaki finansal uygulamalardan uzak

duran kişilere yatırım fırsatı sunmaktır. Dinî beklentiler ve kaygılar etrafında kurulan bu

finansal kurumlar, aynı zamanda konjonktürel finansal sahada oldukları için güncel

beklentilere de cevap verebilme çabasındadırlar. Geleneksel bankacılık faaliyetleri yapan

bankalar finansal piyasalarda günün şartları neyi gerektiriyorsa bu şartlara uymakta herhangi

bir ikileme düşmezler. Kapitalist sistem o anda neyi gerektiriyorsa ona göre hareket etme

serbestliği vardır. Ancak, katılım bankalarının böyle bir özgürlüğü mevcut değildir.

Katılım bankaları kurulurken, faaliyetlerini yerine getirirken, yeni finansal uygulamalara

bünyesinde yer verirken daima dinî beklentilere ve emirlere göre hareket etmek zorundadır. Bu

mecburiyet, onları sürekli olarak atılan adımların meşruluğunu gündemde tutmayı gerektirir.

Bu müesseseler kendi bünyelerinde faaliyetlerinin dinsel anlamda temellendirmesini

yapmaktadırlar. Dini kaynaklara göre temellendirilmeyen faaliyetleri bünyesinde bulundurmak

istemezler. Bu anlamıyla katılım bankaları, zamana göre olması gerekeni değil, dine göre

olması gerekli bankacılık uygulamalarına göre hizmet verirler.

Diğer taraftan hem din bilim adamları, hem de finansal anlamda uzman bilim adamları

yapılan katılım bankacılığı uygulamalarını eleştirirken kendi bilgi pencerelerinden

uygulamaları değerlendirirler. Yani meselenin derinlemesine dini referanslarına ve güncel

ekonomik ve finansal meselelere vakıf olmadan değerlendirme ve değerlemesini yaparlar.

Durum böyle olunca da katılım bankaları ne geleneksel bir banka olmakta ne de tam anlamıyla

İslâmî bir kurum olmaktadırlar. Bu eleştiriler de zamanla bilgi kirliliği kanalıyla renk

değiştirerek katılım bankalarından beklenen performans ortaya çıkmasına engel olmaktadır. Bir

taraftan din adamlarının diğer taraftan da sadece ekonomi ve finansal konularda uzman

olanların katılım bankaları hakkındaki fikirleri bu bankaların kimliğinin sorgulanması için

ortam oluşturmaktadır.

Özellikle hizmet bedeli adı altında alınan karşılıkların geleneksel bankalara ödenen

faizlerle karşılaştırılması yapıldığında ciddi farklar olduğunda müşteriler hizmet alımı için

geleneksel bankalara yönelmektedir.

Bu durumda katılım bankalarının hareketlerini kıskaç altında tutan durumları şöyle

sıralamak mümkündür:

- Dini anlamda uzman olan bilim adamlarının bu bankaları değerlendirmelerindeki

farklılıklar,

- Kapitalist sistem verilerine göre ihtisas yapmış bilim adamlarının konuyu bu verilere

göre değerlendirmeleri,

- Tasarruf sahipleri ile yatırımcıların ceplerinden çıkan giderleri kıyas ederek geleneksel

banka hizmetlerine yönelmeleri,

- Katılım bankalarının uygulamalarında da farklılıkların gözlemlenmesi, gibi sebepler bu

bankaların faaliyet alanını sınırlamaktadır.

Bu gibi hususların varlığı ile birlikte aynı zamanda faiz uygulamalarının olmadığı klasik

bankacılık hizmetleri veren katılım bankaları hizmet kalitesi ve kendi faaliyetlerinin dine

uygun olarak gerçekleştiğine inanan müşterileri sayesinde varlıklarını devam ettirmektedirler.

Yapılan anket çalışmaları ve bu bankaların müşteri profiline bakıldığında dinî kaygıları

gereği oluşan bir müşteri hacmi mevcut değildir. Bu aslında katılım bankacılığının gelecekteki

hedefleri için bir avantaj olarak durmaktadır. Yani dinî kaygıları olan finansal yatırımcılar ve

tasarruf sahipleri daha tam anlamıyla bu bankalara muhatap olmamışlardır. Onların da bu

bankaların müşteri portföyüne girmeleri ile katılım bankalarının iş hacminde artışların

olacağını söylemek yerinde olabilecektir.

Diğer taraftan dünyadaki gelişmelere bakıldığında ve inanç eksenli yaşam beklentilerin

artacağı tahmin edilen önümüzdeki on yıllarda bu bankalara olan ihtiyaç daha ziyade

hissedilebilecektir. Yapılan araştırmaların tespitlerine göre dinî kaygıların ön planda olduğu

Page 99: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İsmail ÇELİK 94

yaşam standartları özellikle finansal anlamda bir beklentiyi beraberinde taşıyacaktır. Bu

beklentilere cevap verecek olan da katlım bankaları olduğuna göre; hem hakkındaki

dedikoduları hem de kalıcılığını sağlamak ve beklentilere cevap vermek için kendini kuruluş

felsefelerine göre finansal piyasada konumlandırmasının yollarını belirleyip gerekli adımları

atması gerekmektedir

Tabii, mesele sadece dini anlamda da değerlendirmemek gerekmektedir. Finansal kurum

olarak ekonomik hayata da katma değer üreten fonksiyonları olduğu için hem diğer

bankalardan farkını korumak hem de ekonomik hayattaki rolünü de düşünerek katılım

bankaları uzun soluklu bir var oluş serüvenini sürdürmelidirler.

Bütün bunların sonucunda katılım bankaları ortaklık uygulamalarını yaygınlaştırarak

dağıtılması gereken kârları İslâmî esaslara göre elde ederek mülkiyeti tabana yayma

fonksiyonunu yerine getirmelidir.

Yapılan araştırmalarda ayrıca ortaya çıkan bir tespite göre fiili ve potansiyel müşterilerin

bu bankaların misyonunu ve faaliyetleri hakkında yeterli bilgiye sahip olmadıkları söz

konusudur. Bu engelin aşılması için yapılabilecek faaliyetleri şu şekilde sıralamak yerinde

olabilecektir:

- Şubelerde katılım bankacılığı konusunda bilgi verebilecek danışma servisi bulunmalı,

bu servis diğer hizmet birimleri gibi çalışmalı, bilgi almaya gelen olmadığı zaman o personel

bankacılık hizmetlerini vermeye devam etmelidir.

- Genelde soru olarak sorulan ve cevaplandırılan konular dini referansları temelinde

broşürler halinde bastırılarak dağıtılmalıdır.

- Bu banka müşterilerinin en karakteristik özelliği din endeksli tercihlere göre olan

müşteri profili olması için gerekli hassasiyet gösterilmekle birlikte, bu beklentinin

gerçekleşmesi içim sivil toplum örgütleri ile birlikte çalışılmalıdır.

- Özellikle dini cemaatlerde katılım bankacığı hizmetlerinin meşruluğu çok konu

edildiği için bu konuda bu sivil kuruluşlar aydınlatılmalıdır. Böylece tek taraflı fetvalara ya da

kulaktan duyma söylentilere çözüm üretilmesinin önüne geçilmiş olunacaktır.

- Geleneksel bankalar arasındaki farklar net bir şekilde ortaya konulmalı ve bu konu

sürekli gündemde tutulmalıdır.

Page 100: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 95

KAYNAKLAR

Akseki, Ahmet Hamdi (1974), İslâm Dini, İbadet,İtikat ve Ahlâk, Diyanet İşleri Başkanlığı Yayınları,

26, No. 31/16, Ankara..

Akyüz, Osman (2001), Sabahattin Zaim İslam ve Ekonomi Sempozyumu 4. Tebliğler Kitabı

içinde,İkder (Ed.), Faizsiz Bankacılık ve Günümüz Uygulamaları, İstanbul.

Al-Gamal, Mahmoud, A. and İnanoğu, Hulusi, (2005). “Inefliciency and Heterogeneity in Turkish

Banking: 1990-2000”, Journal of Appliend Econometrics, 20(5).

Al-Jarhi, M. A. (2005), The Case for Universal Banking As a Component of Islamic Banking, Islamic

Economic Studies.

Akın, Cihangir (1986). “Faizsiz Bankacılık ve Kalkınma”, Kayıhan Yayınları, İstanbul.

Arslan B. G., Ve Ergeç E.H. (2010). “The Efficiency Of Participation and Conventional Banks in

Turkey: Using Data Envelopment Analysis”, International Research Journal of Finance And

Economics, 57.

Ayrıçay, Yüce, Ada, Şebnem, Kaya, Ahmet (2013). Katılım Bankacılığının Önündeki Engeller: Bir Alan

Araştırması, Kahramanmaraş Sütçü imam Üniversitesi İİB fakültesi Dergisi, Sayı 1.

Badıllı, Abdulkadir (2011). Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları, Envar Neşriyat, İstannbul.

Bashir, A. H. M. (2003), Determinants of Probability in Islamic Banks: Some Evidence from The

Middle East, Islamic Economic Studies.

Bddk,bddk.org.tr/WebSitesi/turkce/Raporlar/Finansal_Piyasalar_Raporlari/Finansal_Piyasalar_Raporlari

.aspx Erişim Tarihi: 25/05/2015.

Chachi, A. (2005). Iqbal-Molyneux: Thirty Yeras Of Islamic Banking. J.KAU: Islamic Economics,

19(1).

Ey, dunya.com/finans/bankacilik/turkiyede-islami-bankacilik-180-milyar-dolar-buyukluge-

gidiyor-248030h.htm. 2013-2014 Raporu, Erişim Tarihi: 25/05/2015.

Harlak, Hacer (2000). Önyargılar, Sistem Yayıncılık, Ankara.

Kalaycı, İrfan (2013). “Katılım Bankacılığı: Mali Kesimde Nasıl Bir Seçenek?”, Uluslararası Yönetim

İktisat ve İşletme Dergisi, Cilt 9, Sayı 19.

Karakaş, Salih (2002), İslami Bankacılık, İstanbul.

Mohieldin, Mahmoud (2012). Realizing the Potential of Islamic Finance, Economic Premise, The World

Bank, May, Number 77.

Mohieldin, Mahmoud, Habib, Ahmed (2015). On the Sustainable Development Goals and the Role of

Islamic Finance, Policy Research Working Paper 7266, May.

Neccar, Ahmed Abdül Aziz En (1978). İslâm Ekonomisine Giriş, (Çev: Ramazan Nazlı), Hilal Yayınevi,

İstanbul.

Özsoy, İsmail (2011). Türkiye'de Katılım Bankacılığı. İstanbul.

Özsoy, İsmail, Görmez, Birol, Mekik, Seden (2013). “Türkiye’de Katılım Bankalarının Tercih Edilme

Sebepleri: Ampirik Bir Tetkik”, Celal Bayar Üniversitesi İ.İ.B.F., Yönetim Ve Ekonomi, Cilt:20

Sayı:1.

Özulucan, Abitter, Deran, Ali (2009). “Katılım Bankacılığı ile Geleneksel Bankaların Bankacılık

Hizmetleri Ve Muhasebe Uygulamaları Açısından Karşılaştırılması”, Mustafa Kemal Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt:6.

Pew, pewresearch.org/fact-tank/2015/04/23/why-muslims-are-the-worlds-fastest-growing-

religious-group/ e. t: 28/05/2015.

Page 101: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

İsmail ÇELİK 96

Resmi Gazete, bddk.org.tr/websitesi/turkce/Mevzuat/Bankacilik Kanunu/15405411 sayılı bankacılık

kanunu.pdf. Erişim tarihi: 25/05/2015.

Sama (1980); Special Paper İs Presented at the Third Meeting of Governers of Cenral Banks and

Monetary Authorities of the Member States of Organisation of Islamic Conference Held in Riyad.

Sarı, Betül (2010). Türkiye’de Faizsiz Bankacılık Sektöründe Müşteri Memnuniyeti Ve Banka Tercihleri

Üzerine Bir Uygulama, İstanbul Ticaret Üniversitesi, No. Yüksek Lisans Tezi.

Serpam (Sermaye Piyasası Araştırma ve Uygulama Merkez) (2013), İslâmî Finans, Araştırma Notları 1,

İslamî Finans Kavramı, Ürünler, Dünyada ve Türkiye’de Gelişimi ve Geleceği.

Uzair, Muhammed (1978). Discussion on the paper “Riba-Free Banking”, Mohammed Mohsin,

presented at the International Seminar on Monatary and Fiscal Economics of Islam, Macca.

Tabakoğlu, Ahmet (2011). Para ve Finansman. Ensar Neşriyat (ed.), İslami İlimlerde Metodoloji – II

İslam Hukuku Açısından Tarihten Günümüze Kredi ve Finans Yöntemleri, İstanbul.

Terzi, Ahmet (2013). “Katılım Bankacılığı: Kitaba Uymak Mı: Kitabına Uydurmak Mı?”, Giresun

Üniversitesi, Karadeniz Sosyal Bilimler Dergisi, Yıl 5, Sayı 9.

Tkbb (a). tkbb.Org.Tr/Banka-Ve-Sektor- Bilgileri-Banka-Bilgileri, Erişim Tarihi 08/09/2015.

Tkbb(b). tkbb.org.tr/haber-detay/faizsiz-bankacilik-urunleri-artarsa-turkiye-pazarin-yuzde-15ini-alir—

haber5 Erişim Tarihi: 27/05/2015.

Yahşi, Fahrettin (2011), Türkiye'de Faizsiz Bankacılığın Tarihsel Gelişimi. İkder (Ed.), Sabahattin Zaim

İslam Ve Ekonomi Sempozyumu 4 Faizsiz Bankacılık Ve Günümüz Uygulamaları Tebliğler Kitabı,

İstanbul.

Yusuf; S.M. (1971). “Economic Justice İn Islam”, Sh. Muhammed Ashraf Kasmiri Bazar, Lahore.

Zaim, Sebahattin (2000). “İktisadi Ve Sosyal Kalkınmada Özel Finans Kurumlarının Yeri”, Kamu

İşverenleri Sendikası Yayın 38, 249-6.

Page 102: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Din Ve Kapitalizm Kıskacındaki Katılım Bankaları… 97

Extended Abstract

Interest-Free/Islamic Banking or Participatory Banking has been increasing its share in the world

financial market. The participation banks, whose institutional history goes back to 1950s in the world,

has been working since 1970s as “Islamic Banking”. Today, Participation Banks, previously known as

“Private Financial Corporations” (PFC), represent a reform in the financial sector of Turkey.

The Islamic countries, which were then underdeveloped in technology and heavy industry,

became committed to follow the banks. However the traditional banks were not successful in convincing

the religious capital owners as they worked throught interest system. Subsequent to this, a new banking

system generally called participation banking (also known as Islamic banking or interest – free banking)

was established as an alternative banking system. This new system was established reasoable Islamic

rules.

These establihments that are examined carefully because of the effect of globalisation of capital,

provide new possibilities to developing counutries and also provide that the community which isn't

pleased with interest free banking, presents their aggregations to the economy. On the other hand, the

participation banks has a intercessor role between owners of investment and aggregation as an institution

that the investors could find funds.

Activated by a heightened interest in financial instruments that highlight risk sharing, it has been

attracting grater attention in the wake of the recent financial crisis. Variety of multilateral development

institutions, including the World Bank, have long standing programs to support the development of the

industry and have used Islamic instruments, to varying extents, to tap capital markets. In the coming

years, Islamic finance could account for a critical share of financial services in variety of countries,

meeting the preferences of significant numbers of people, enhancing financial inclusion and transitional,

and furnishing more widely to financial stability and development. İn spite of the aforementioned

challenges, the perspectivies for the expansion of Islamic finance are strong. Contractors in the business

sector are insisting more Islamic products to finance their investments.

Islamic finance rules support socially-inclusive, environmentally-friendly and development-

promoting activities. However in practice, the industry’s provide to these objectives has been below its

latent. And in spite of the fact that it has been growing, its share globally remains small, even in Muslim

countries. Pragmatical sizes are required to eimprove the contribution of the Islamic financial sector to

achieve the sustainable development goals .

As intruduced earlier, financing for development focuses on four foundational pillars: domestic

resource mobilization, better, faster and smarter aid, domestic private finance, and external private

finance. In this context, Islamic finance has the potential to play a major role in supporting all four of

these pillars. Given the greatness of the sustainable development goals and the important role that can be

played by Islamic finance in supporting their application and ensuring more healthy and extensive

growth, the possibility to more closely link Islamic finance with sustainable development cannot be

missed.

Up to now, Islamic finance has been driven ascendantly by supply-side facts and considerations.

However, as highlighted above, there are important factors from the demand side that are likely to

change the dynamics of the practice of Islamic finance. One of the facts worthy of monitoring in the near

future is the growing demand for Islamic financial products by contractors across sectors and with

different sizes of operations.

The second fact is a potential rise in demand by dominant and quasi dominanant establihments in

accessing Islamic capital markets. This would help advance some Islamic finance products that were

developed in theory, but had little chance of being implemented in practice, such as mudarabah and

musharakah. Additionally, with greater significance on risk sharing, Islamic finance could contribute

expresively to financial stability.

Page 103: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 98-111

[201?]

Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı Üzerine Bir Uygulama

A Study About Law Enforcement Agency According To

Public Relations

Ensar LOKMANOĞLU

ÖZ: Bu araştırmada emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis algısını belirlemek ve algıların bağımsız

değişkenlere göre farklılaşma durumunun belirlenmesidir. Günümüz küresel piyasalarında rekabet ortamında

sürdürülebilirliklerini korumak isteyen tüm kurumlar, kuruluşlar ve örgütler için son derece önemli stratejik bir

kavram olan kurum imajına ilişkin olarak yürütülen bu çalışmada kurum imajı, emniyet teşkilatı açısından ele

alınmış ve emniyet teşkilatının kurumsal imajını ve emniyet teşkilatının en önemli iç kaynağı olan polise ilişkin

olarak geliştirilmiş algının belirlenmesine yönelik bir çalışma yürütülmüştür. Bu çerçevede 902'si (%59,8) İstanbul,

606'sı (%40,2) Rize halkı olmak üzere 1508 kişi üzerinde araştırma yapılmıştır. Araştırmada emniyet teşkilatı kurum

imajını ve polis imajını belirlemeye yönelik iki ölçek kullanılmıştır. Araştırma sonucunda emniyet teşkilatı kurum

imajı genel düzeyinin ve alt boyutlar olarak “teşkilata yönelik hizmet kalitesi”, “toplum destekli asayiş” ile ilgili

kurum imajının yüksek düzeyde algılandığı saptanmıştır. Polis algısı genel düzeyi, mesleğe yönelik imajı, görev ve

sorumluluk imajı yüksek olarak belirlenmiştir. Ayrıca İstanbul ile Rize’de emniyet teşkilatına yönelik imaj ile polis

imajı arasında fark olmadığı sonucuna ulaşılmıştır.

Anahtar sözcükler: İmaj, Kurum İmajı, Emniyet Teşkilatı.

ABSTRACT: In this study, to determine the law enforcement agencies and police perception and image of

the differentiation status is determined according to the arguments of perception. For protecting and continuing

sustainability in today’s high competitive global markets, all of the organizations must give enough importance to

corporate image which is an important strategic concept. This study is about corporate image in law enforcement

agency and the perception to the most important domestic fund of corporate image polices. 902's in this context

(59.8%) in Istanbul, 606's of (40.2%) Rize study was done on 1508 people, including the people. Research in police

two scales were used to determine the image and the image of the police institution. Research results in the image of

law enforcement agencies and the general level of the sub-dimensions "organization-oriented service quality",

"community-supported policing" of related corporate image was found that high levels of perceived. Police general

level of perception, the image of the profession, has been identified as a high image duties and responsibilities. It

has also been concluded that there is no difference between the image and the image of the police for the police in

Rize Istanbul.

Keywords: Image, Corporate Image, Law Enforcement Agency.

1. GİRİŞ

Rekabet şartlarının ağırlaşması, küreselleşme, bilgi ve iletişim teknolojilerindeki

gelişmeler, uzun dönemli rekabet avantajı sağlayan stratejilerin önemini arttırmıştır. Örgütler

için uzun dönemli rekabet avantajı sağlama hususunda önemli stratejilerden biri de kimliğe

ilişkin olan stratejilerdir. Diğer bir ifade ile kimlik faktörleri artık günümüz örgütleri için

rakiplerine yönelik rekabet avantajı sağlamada, müşteriler için birinci tercih olabilmede ve bu

sayede müşteri payını arttırıp sürdürülebilirliklerini koruma anlamında önemlidir. Dolayısıyla

günümüz örgütleri kurumsal kimlik ve kurumsal imaj kavramların son derece önem

vermektedir.

Örgütler açısından ele alındığında kurum imajı, kurumun faaliyetlerinden elde ettiği

getirilerin uzun dönemde artması ve önceden belirlenmiş amaç ve hedeflere ulaşmak

hususunda bir katalizör görevi görmesidir.

Yrd. Doç. Dr., Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Bilimsel Araştırma Birimi, Rize, Türkiye,

[email protected]

Page 104: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı … 99

Kurum imajı, örgütler açısından vizyon, misyon, amaç, politika, gibi örgütsel unsurları

tüm paydaşlara iletme kapsamında bir köprü görevi görmektedir. Bu köprüye ilişkin süreçler,

ne kadar etkin, sağlam ve doğru olursa, tüm paydaşların, ya da diğer bir ifade ile örgüte ilişkin

tüm çıkar gruplarının örgüte ilişkin doğru ve etkin bilgi alması ve bu sayede de örgüte ilişkin

güvenlerinin artması ve örgütü destekleme düzeylerinin artması beklenmektedir. Ayrıca, doğru

oluşturulmuş ve etkin yönetilen bir kurum imajı örgütler açısından rekabet avantajı sağlamanın

yanı sıra, örgütün hedef kitlelerine doğru ve etkin ulaşmasını sağlamakta ve bu sayede doğru

müşteri ilişkileri kurulmasını sağlamaktadır.

Bu çalışmada, örgütler açısından son derece önemli bir kavram olan kurum imajı

asayişin sağlanması, sosyal refahın arttırılması, suç ve suçlu ile mücadelenin yapılabilmesi

açısından önemli bir kurum olan emniyet teşkilatı açısından ele alınmıştır. Bu kapsamda,

emniyet teşkilatının kurum imajı ve emniyet teşkilatının faaliyetlerini etkin, doğru ve

zamanında yapabilmesi için gerekli olan en önemli insan kaynağı olan polise ilişkin olarak

geliştirilmiş algı incelenmiştir.

1.1. Kurum İmajı

Kurum imajı kavramı detaylandırılmadan önce, kavramın temelini teşkil eden imaj

kavramının ne olduğunun açıklanması yararlı olacaktır. İmaj kavramına ilişkin yapılan

tanımlamaların bir kısmında kavrama olumlu bakış açısı ile yaklaşıldığı, bir kısmında ise imaj

kavramının olumsuz açıdan ele alındığı görülmektedir. Bunun yanı sıra, imaj kavramı özellikle

günümüzde artan bir önem kazanmış ve birçok disiplinde – pazarlama, halkla ilişkiler,

kurumsal yönetim – ele alınan bir kavram halini almıştır.

Literatürde yer alan tanımlamalardan bir tanesine göre imaj; gerçekliğin görsel bir

sunumudur ve fiziksel ya da hayali olabilmektedir (Yazıcı, 1997, s. 12). Diğer bir tanımlamaya

göre ise imaj, bireylerin zihinlerinde yavaş yavaş ve birikimsel olarak biçimlenen, sonsuza

kadar sürdürülebilirliği olmayan imgelerin bütünüdür (Tolungüç, 2000, s. 23). Diğer bir ifade

ile imaj; bir kimsenin bir obje (şey) hakkındaki bir dizi inançları, fikirleri, izlenimleridir

(Kotler, 2000, s. 553).

Bu tanımlamalardan yola çıkarak, imaj kavramının bir anlamda bireyler tarafından

görülen, duyulan ve algılanan davranışlar sonucunda oluşan bir kavram olduğu söylenebilir.

İmaj kavramı, bireylerin gördükleri, duydukları ve algıladıkları davranışlar sonucunda

oluşmanın yanı sıra bireylerin bilgilenme düzeyleri, bireylerin sahip oldukları yargılar,

bireylere sunulan olanaklar ile direkt olarak ilişki içerisindedir (Tolungüç, 2000, s. 23). Diğer

bir ifade ile bireylerin bilgilenme düzeyleri, bireylerin sahip oldukları yargılar ve bireylere

sunulan olanaklar, bireylerin algılama düzeylerini etkileyen öğelerdir. Bu öğeler, bireylerin

algılama düzeylerini etkiledikleri ölçüde imajı oluştururlar (Özüpek, 2005, s. 2005).

Bilindiği gibi küreselleşme, piyasalardaki rekabet düzeylerini arttırmış ve günümüz

piyasalarında sürdürülebilirliklerini korumak zorunda olan firmalar, rekabet avantajı elde

etmek için yeni yöntemler geliştirmekte ve bazı kavramlara daha fazla önem vermektedirler.

İmaj kavramı da, günümüz rekabet ortamında rakiplerine karşı rekabet avantajı yaratarak

varlıklarını sürdürmeyi amaçlayan kurum, kuruluş ve şirketler için önemli bir kavram halini

almıştır. Kurum, kuruluş ve şirketler için önem arz eden ve imaj kavramını bir türü olarak

tanımlanan imaj türü kurum imajıdır.

Kurum imajı en temel anlamda, kurumun dışa yansıyan görüntüsüdür (Peltekoğlu, 2007,

s. 569). Diğer bir tanımlamaya göre ise kurum imajı; bireylerin kurumlara ilişkin olarak

gördükleri, duydukları ya da birebir kurum ile olan ilişkileri sonucunda elde ettikleri kanının

görüntüsüdür (Bilgin, 2008, s. 45). Kurum imajı kavramı Reklam Terimleri ve Kavramları

Sözlüğü’nde aşağıdaki gibi açıklanmaktadır (Gürsoy, 1999, s. 196);

1. Kurum imajı, bir kurum hakkında halk, tüketiciler, müşteriler, rakipler, birlikte

iş yaptığı diğer kuruluşlar ve kitle iletişim araçlarının elde edinmiş olduğu izlenimdir.

2. Kurum imajı, kuruluşun yukarıda sayılan kitlelere yansıtmak istediği izlenimdir.

Page 105: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ensar LOKMANOĞLU 100

Kurum imajı, özellikle günümüz küresel ve rekabet yoğun piyasalarında, kurumların

pazarlama stratejilerinin ve yönetsel çabalarının başarıya ulaşıp ulaşmadığına ilişkin etkiye

sahip stratejik bir kavramdır. Çünkü kurum imajı, hem kurumun iç ve dış kaynakları,

ortaklıkları, müşterileri, Pazar payı ile direkt olarak ilişki içerisinde olan bir kavramdır. Hem

de, kurumun sürdürülebilirliği ve örgütsel başarıyı elde etmesi hususunda önemli yeri olan

kurum kültürü, kurum iklimi, kurumsal kimlik gibi kavramlar ile direkt olarak ilişkilidir.

Dolayısıyla, kurum imajı, günümüz kurumları için rekabet avantajı yaratacak bir stratejik

öğedir ve iyi bir şekilde yönetilmesi gerekmektedir. Diğer bir ifade ile kurum imajını, örgüt

amaçlarına yönelik olarak örgütü rekabete hazırlayan bütünleşik bir yönetim disiplini olarak

görmek gerekmektedir (Gümüş & Öksüz, 2009, s. 19).

Şekil 1.1: Kurum İmajı ve İlişkili Olduğu Kavramlar (Vural, 1998, s. 190)

Kurum imajına ilişkin olarak yapılan tanımlamalarda görüldüğü gibi, kurum imajı somut

bir kavram değildir. Diğer bir ifade ile kurum imajı bireyler tarafından geliştirilen ve/veya

geliştirilemeyen bir takım duygusal algılardan etkilenmektedir. Bu noktada altının çizilmesi

gereken en önemli nokta kurum imajına ilişkin olarak ele alınan bireylerin kurum hedef

kitlesinin bir parçası değil, tümü olması gerekliliğidir (Bakan, 2005, s. 37). Bu noktada,

sorulması ve cevaplanması gereken soru; kurumlar için son derece önemli ve stratejik bir

kavram olan kurum imajı nasıl oluşur sorusudur.

Kurum imajı, başarılı olarak kabul edilebilmesi için, tutarlı, belirgin ve uyumlu

özelliklere sahip olmalıdır (Peltekoğlu, 1997, s. 125). Kurum imajının başarılı olarak

oluşturulabilmesinin yanı sıra başarı ile inşaa edilmiş kurum imajının sürdürülebilir olması

gerekmektedir. Başarılı ve sürdürülen bir kurum imajının kurumlara olan en önemli getirisi,

kamu önündeki ve gözündeki değerlerini artması ve bu değer artışı ile birlikte bir takım ticari

faktörler hususunda rakiplerine rekabet avantajı sağlamalarıdır.

Kurumlar, başarılı kurum imajı oluşturabilmek adına, kurumlarının ne olduğunu, ne

yaptığını, kurumlarına ilişkin felsefeleri, amaçları, yönetim kalitesini, hedef ve planları, ve tüm

paydaşlara ilişkin olarak duyulan sorumluluğu açık ve net bir şekilde bildirmelidirler (Özüpek,

2005, s. 125).

Kurum imajının on temel belirleyicisi vardır. Bunlar (Keller, 1998, s. 413);

Kurumun Kendisi

Kurumun Çalışanları

Kurumun Sosyal Sorumluluk Projeleri

Kurumun Satış Gücü

Kurumun ürün / hizmetleri

Kurumun fiyatı

Kurumun satış sonrası hizmetleri

Kurumun sahip olduğu dağıtım kanalları

Kurumun iletişim becerisi

Bir kurumun imajı; kurumun yeniliklere açık olup olmaması, sahip olduğu finansal güç,

kurumun mevcut sektöründeki konumu, sektör liderliği, kurumsal yönetimi gibi kurumun

kendisine ilişkin stratejiler, yönetsel süreçler ve bu süreçler ve stratejiler sonucunda elde

ettikleri ile ilgili olabilmektedir. Ayrıca kurum imajı, kurumların en önemli kaynaklarından bir

tanesi olarak kabul edilen insan kaynakları yani çalışanları ile de direkt olarak etkilidir.

Kurumların ürün ve hizmetlerinin oluşturulması ve müşterilere sunulması sürecinde özellikle

hizmet sektöründe faaliyet gösteren örgütler için kritik önem taşıyan insan kaynaklarının

müşteriler ile kurdukları ilişkiler, sahip oldukları eğitim ve kültür seviyesi ile de ilgilidir.

Page 106: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı … 101

Ayrıca kurum imajının çalışanlar açısından belirleyicileri ise, çalışanların aldıkları, ücret, prim,

ikramiye gibi maddi haklar ve sahip oldukları eğitim ve terfi olanakları ile alakalıdır. Kurum

imajı üzerinde önem sahibi olan bir diğer önemli değişken ise, kurumun sosyal sorumluluk

projelerine katılması, sosyal sorumluluk projeleri üretmesi ve okul, yol, vb. gibi sosyal hayata

katkı sağlayan ve ülke geleceği ve refahı üzerinde olumlu etki edecek oluşumlarda var olup

olmamasıdır.

Kurum imajına ilişkin olarak çalışmalar sürdüren Garbett, kurum imajına ilişkin olarak

birçok değişkeni, bileşeni incelemiş ve araştırmalarının sonucunda kurum imajına ilişkin olarak

aşağıdaki formülizasyonu oluşturmuştur (Okay, 2005, s. 51).

Şekil 1.2: Garbett’in Kurum İmajı Formülü

Sonuç olarak, kurum imajı, kurumun değerleri, amaçları, hedefler, kültüründen,

felsefesinden etkilenen ve kurumun bir anlamda kendisini görsel olarak tüm paydaşlara ifade

etmesini sağlayan ve tüm paydaş gruplar ile doğru ve etkin iletişim kurulmasını sağlayarak

müşteri payını, müşteri sadakatini olumlu yönde etkileyerek, kurum için uzun dönemli rekabet

avantajı yaratmayı hedefleyen önemli bir stratejidir.

2. YÖNTEM

2.1. Kurum İmajı Ve Polis İmajı Üzerine Bir Araştırma

Araştırma mevcut durumu belirlemeye yönelik ve herhangi bir durumu değiştirmeden

olduğu gibi ortaya koyan ilişkisel tarama modelinde tasarlanmıştır (Karasar, 2009). Bu

çerçevede araştırmada emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis algısını belirlemek ve algıların

bağımsız değişkenlere göre farklılaşmasının tespiti hedeflenmektedir.

2.2. Çalışma Grubu

Araştırmada çalışma grubu olarak İstanbul ve Rize’de ikamet eden halk alınmıştır. Bu

çerçevede araştırmaya 902'si (%59,8) İstanbul, 606'sı (%40,2) Rize olmak üzere 1508 kişi

alınmıştır. Araştırmaya katılan halk, yaş dağılımına göre 304'ü (%20,2) 19-30 yaş, 609'u

(%40,4) 31-40 yaş, 383'ü (%25,4) 41-50 yaş, 212'si (%14,1) 51-60 yaş olarak; eğitim durumu

dağılıma göre 142'si (%9,4) ilköğretim ve altı, 484'ü (%32,1) lise, 851'i (%56,4)

yüksekokul/üniversite, 31'i (%2,1) yüksek lisans / doktora olarak; cinsiyet dağılımına göre

868'i (%57,6) erkek, 640'ı (%42,4) kadın olarak; çalışılan sektör dağılımına göre 88'i (%5,8)

öğrenci, 835'i (%55,4) kamu sektörü, 350'si (%23,2) özel sektör, 235'i (%15,6) çalışmıyorum

olarak; aylık gelir dağılımına göre 169'u (%11,2) 1000 lira'dan az, 465'i (%30,8) 1001-2500

lira, 573'ü (%38,0) 2501-5000 lira, 241'i (%16,0) 5001-10000 lira, 60'ı (%4,0) 10000 lira üstü

olarak; medeni durum dağılımına göre 856'sı (%56,8) evli, 652'si (%43,2) bekâr olarak

dağılmaktadır.

2.3. Veri Toplama Aracı

Araştırmada veri toplama aracı olarak anket kullanılmıştır. Anket halkın kişisel

bilgilerini belirlemeye yönelik sorular, kurum imajı ölçeği ve polis imajı ölçeğinden

oluşmaktadır. Araştırmada kullanılan her iki ölçek araştırmacı tarafından ilgili literatür

taranarak oluşturulmuştur. Ölçeklerde yanıt aralığı “1- Hiç katılmıyorum” ile “5- Tamamen

Katılıyorum” arası değişmektedir. Kurum imajı ölçeği 11 maddeden oluşmaktadır. Kurum

imajı ölçeği için güvenirlik geçerlilik çalışması yapılmıştır. Ölçeğin güvenirliği α=0,847 olarak

bulunmuştur. Yapılan KMO ve Barlett analizi sonucunda KMO değerinin 0,815 olarak Barlett

değerinin ise 0,05 den küçük olduğu ve faktör analizinin yapılabilir olduğu görülmüştür. Faktör

Page 107: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ensar LOKMANOĞLU 102

analizi sonucunda toplam varyansı % 63,56 olan 2 faktör oluşmuştur. Bu faktörler “Teşkilata

Yönelik Hizmet Kalitesi”, “Toplum Destekli Asayiş” olarak isimlendirilmiştir. Ölçeğe ait

faktör yükleri 0,501 ile 0,879 arasında değişmektedir. “Teşkilata Yönelik Hizmet Kalitesi” alt

boyutunun güvenirlik katsayısı 0,844 olarak, “Toplum Destekli Asayiş” alt boyutunun

güvenirlik katsayısı 0,875 olarak yüksek bulunmuştur.

Polis imajı ölçeği 28 maddeden oluşmaktadır. Ölçeğin güvenirliği α=0,884 olarak

bulunmuştur. Polis imajı ölçeği için yapılan KMO ve Barlett analizi sonucunda KMO

değerinin 0,809 olarak Barlett değerinin ise 0,05 den küçük olduğu ve faktör analizinin

yapılabilir olduğu görülmüştür. Faktör analizi sonucunda toplam varyansı % 61,44 olan 2

faktör oluşmuştur. Bu faktörler “Mesleğe Yönelik İmaj”, “Görev Ve Sorumluluk İmajı” olarak

isimlendirilmiştir. Ölçeğe ait faktör yükleri 0,495 ile 0,855 arasında değişmektedir. “Mesleğe

Yönelik İmaj” alt boyutunun güvenirlik katsayısı 0,891 olarak, “Görev Ve Sorumluluk İmajı”

alt boyutunun güvenirlik katsayısı 0,879 olarak yüksek bulunmuştur.

2.4. Verilerin İstatistiksel Analizi

Araştırmada elde edilen veriler istatistik paket programı kullanılarak analiz edilmiştir.

Araştırmada tanımlayıcı istatistiksel metotları olarak sayı, yüzde, ortalama, standart sapma

kullanılmıştır. Sürekli değişkenin niceliksel iki gruplu değişkene göre farklığı t-testi ile sürekli

değişkenin ikiden fazla niteliksel grup arasındaki farkını belirlemek için Tek yönlü (One way)

Anova testi uygulanmıştır. Anova testinde farklılığa neden olan grubun tespitinde Scheffe testi

kullanılmıştır. Araştırmada sürekli değişkenler arasındaki ilişkiyi belirlemek üzere Pearson

korelasyon analizi uygulanmıştır. Elde edilen bulgular %95 güven aralığında, %5 anlamlılık

düzeyinde değerlendirilmiştir.

3. BULGULAR

Araştırmanın bu bölümünde emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis algısına yönelik

bulgulara yer verilmiştir. Emniyet teşkilatı kurum imajı alt boyutlar ile birlikte incelendiğinde

“teşkilata yönelik hizmet kalitesi” düzeyi yüksek (3,672 ± 0,967); “toplum destekli asayiş”

düzeyi yüksek (3,606 ± 0,949); “kurum imajı genel” düzeyi yüksek (3,630 ± 0,927)

bulunmuştur. Polis algısı düzeyi alt boyutları ile birlikte incelendiğinde “mesleğe yönelik imaj”

düzeyi yüksek (3,630 ± 0,887); “görev ve sorumluluk imajı” düzeyi yüksek (3,532 ± 0,888);

“polis imajı genel” düzeyi yüksek (3,573 ± 0,866); olarak bulunmuştur(Şekil 3 ve Tablo 1).

Şekil 3.1: Algılanan Kurum İmajı ve Polis İmajı Boyutları

Page 108: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı … 103

Halkın algılarına göre emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis imajı alt boyutları

arasındaki ilişkiler Tablo 1’de görülmektedir.

Tablo 1: Emniyet Teşkilatı Kurum İmajı ve Polis İmajı Alt Boyutları Arasındaki İlişkiler

Ort

ala

ma

Sta

nd

art

Sa

pm

a

Teş

kil

ata

nel

ik H

izm

et

Ka

lite

si

To

plu

m

Des

tek

li A

say

Ku

rum

İm

ajı

Gen

el

Mes

leğ

e

nel

ik İ

ma

j

rev

Ve

So

rum

lulu

k

İmajı

P

oli

s İm

ajı

Gen

el

Teşkilata Yönelik Hizmet

Kalitesi ,672 ,967 1,000

Toplum Destekli Asayiş ,606 ,949 ,874** 1,000

Kurum İmajı Genel ,630 ,927 ,948** ,983** 1,000

Mesleğe Yönelik İmaj ,630 ,887 ,640** ,651** ,667** 1,000

Görev Ve Sorumluluk İmajı ,532 ,888 ,632** ,648** ,662** ,907** 1,000

Polis İmajı Genel ,573 ,866 ,650** ,665** ,679** ,964** ,986** ,000

Toplum Destekli Asayiş ve teşkilata yönelik hizmet kalitesi arasında yüksek, pozitif

yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.874; p=0,000<0.05). Kurum İmajı Genel ve teşkilata

yönelik hizmet kalitesi arasında çok yüksek, pozitif yönde anlamlı ilişki

bulunmaktadır(r=0.948; p=0,000<0.05). Kurum İmajı Genel ve toplum destekli asayiş arasında

çok yüksek, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.983; p=0,000<0.05). Mesleğe

Yönelik İmaj ve teşkilata yönelik hizmet kalitesi arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki

bulunmaktadır(r=0.64; p=0,000<0.05). Mesleğe Yönelik İmaj ve toplum destekli asayiş

arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.651; p=0,000<0.05). Mesleğe

Yönelik İmaj ve kurum imajı genel arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki

bulunmaktadır(r=0.667; p=0,000<0.05). Görev Ve Sorumluluk İmajı ve teşkilata yönelik

hizmet kalitesi arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.632;

p=0,000<0.05). Görev Ve Sorumluluk İmajı ve toplum destekli asayiş arasında orta, pozitif

yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.648; p=0,000<0.05). Görev Ve Sorumluluk İmajı ve

kurum imajı genel arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.662;

p=0,000<0.05). Görev Ve Sorumluluk İmajı ve mesleğe yönelik imaj arasında çok yüksek,

pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.907; p=0,000<0.05). Polis İmajı Genel ve

teşkilata yönelik hizmet kalitesi arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki

bulunmaktadır(r=0.65; p=0,000<0.05). Polis İmajı Genel ve toplum destekli asayiş arasında

orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.665; p=0,000<0.05). Polis İmajı Genel ve

kurum imajı genel arasında orta, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.679;

p=0,000<0.05). Polis İmajı Genel ve mesleğe yönelik imaj arasında çok yüksek, pozitif yönde

anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.964; p=0,000<0.05). Polis İmajı Genel ve görev ve

sorumluluk imajı arasında çok yüksek, pozitif yönde anlamlı ilişki bulunmaktadır(r=0.986;

p=0,000<0.05).

Page 109: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ensar LOKMANOĞLU 104

Halkın algılarına göre emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis imajı alt boyutlarının

yaşanılan şehre göre düzeyleri aşağıda görülmektedir.

Tablo 2: Kurum İmajı Ve Polis İmajının Yaşanılan Şehre Göre Farklılık Düzeyleri

Gruplar İstanbul (n=902) Rize (n=606)

t p Ort Ss Ort Ss

Ku

rum

imajı

Teşkilata Yönelik Hizmet

Kalitesi 3,638 ,985 3,723 ,937 -1,670 ,095

Toplum Destekli Asayiş 3,572 ,993 3,656 ,879 -1,697 ,083

Kurum İmajı Genel 3,596 ,963 3,681 ,870 -1,739 ,076

Po

lis

imajı

Mesleğe Yönelik İmaj 3,616 ,932 3,653 ,814 -,797 ,413

Görev Ve Sorumluluk İmaj 3,517 ,924 3,555 ,831 -,829 ,398

Polis Algısı Genel 3,557 ,906 3,595 ,803 -,839 ,390

Araştırmaya katılan halkın teşkilata yönelik hizmet kalitesi, toplum destekli asayiş,

kurum imajı genel, mesleğe yönelik imaj, görev ve sorumluluk imaj, polis algısı genel puanları

ortalamalarının şehir değişkenine göre anlamlı farklılık göstermediği saptanmıştır (p>0,05).

Halkın algılarına göre emniyet teşkilatı kurum imajı ve polis imajı alt boyutlarının

yaşanılan cinsiyete göre düzeyleri aşağıda görülmektedir.

Tablo 3: Kurum İmajı Ve Polis İmajının Cinsiyete Göre Ortalamaları

Gruplar Erkek (n=868) Kadın (n=640)

t p Ort Ss Ort Ss

Ku

rum

imajı

Teşkilata Yönelik Hizmet

Kalitesi 3,720 ,950 3,608 ,985 ,220 ,027

Toplum Destekli Asayiş 3,640 ,938 3,560 ,963 ,621 ,105

Kurum İmajı Genel 3,669 ,912 3,577 ,945 ,898 ,058

Poli

s

imajı

Mesleğe Yönelik İmaj 3,680 ,866 3,564 ,910 ,513 ,012

Görev Ve Sorumluluk İmajı 3,573 ,874 3,477 ,904 ,096 ,036

Polis İmajı Genel 3,617 ,847 3,512 ,888 ,333 ,020

Erkeklerin teşkilata yönelik hizmet kalitesi algısı (x=3,720), kadınların teşkilata yönelik

hizmet kalitesi algısından (x=3,608) yüksek bulunmuştur. Erkeklerin mesleğe yönelik imaj

algısı (x=3,680), kadınların mesleğe yönelik imaj algıların (x=3,564) yüksek bulunmuştur.

Erkeklerin görev ve sorumluluk imajı algısı (x=3,573), kadınların görev ve sorumluluk imajı

algıların (x=3,477) yüksek bulunmuştur. Erkeklerin polis imajı genel algıları (x=3,617),

kadınların polis imajı genel algılarından (x=3,512) yüksek bulunmuştur. Araştırmaya katılan

halkın toplum destekli asayiş, kurum imajı genel puanları ortalamalarının cinsiyet değişkenine

göre anlamlı bir farklılık göstermediği saptanmıştır (p>0,05).

Tablo 4: Kurum İmajı Ve Polis İmajının Aylık Gelire Göre Ortalamaları

Grup N Ort Ss F p Fark

Teşkilata Yönelik

Hizmet Kalitesi

1000 Lira'dan Az 169 3,410 1,122

5,584 ,000 3>1

4>1

1001-2500 Lira 465 3,633 ,974

2501-5000 Lira 573 3,752 ,907

5001-10000 Lira 241 3,782 ,919

10000 Lira üstü 60 3,504 1,025

Page 110: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı … 105

Toplum Destekli

Asayiş

1000 Lira'dan Az 169 3,380 1,093

4,489 ,001 3>1

4>1

1001-2500 Lira 465 3,607 ,966

2501-5000 Lira 573 3,670 ,882

5001-10000 Lira 241 3,672 ,934

10000 Lira üstü 60 3,350 ,958

Kurum İmajı

Genel

1000 Lira'dan Az 169 3,391 1,072

5,067 ,000 3>1

4>1

1001-2500 Lira 465 3,616 ,943

2501-5000 Lira 573 3,700 ,863

5001-10000 Lira 241 3,712 ,899

10000 Lira üstü 60 3,406 ,945

Mesleğe Yönelik

İmaj

1000 Lira'dan Az 169 3,487 ,954

2,078 ,081 -

1001-2500 Lira 465 3,680 ,906

2501-5000 Lira 573 3,648 ,824

5001-10000 Lira 241 3,635 ,954

10000 Lira üstü 60 3,462 ,800

Görev Ve

Sorumluluk İmajı

1000 Lira'dan Az 169 3,396 ,962

1,848 ,117 -

1001-2500 Lira 465 3,557 ,944

2501-5000 Lira 573 3,555 ,813

5001-10000 Lira 241 3,569 ,910

10000 Lira üstü 60 3,361 ,784

Polis İmajı Genel

1000 Lira'dan Az 169 3,435 ,929

2,016 ,090 -

1001-2500 Lira 465 3,606 ,909

2501-5000 Lira 573 3,593 ,797

5001-10000 Lira 241 3,599 ,908

10000 Lira üstü 60 3,395 ,759

Aylık gelir değişkenine göre mesleğe yönelik imaj, görev ve sorumluluk imajı, polis

imajı genel boyutlarında anlamlı farklılık olmadığı görülmektedir(p>0.05). Aylık gelir mesleğe

yönelik imaj, görev ve sorumluluk imajı, polis imajı genel düzeylerini anlamlı ölçüde

etkilememektedir. Aylık gelir değişkenine bağlı olarak teşkilata yönelik hizmet kalitesi

düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını

belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, aylık gelir 2501-5000

lira olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanları (3,752 ± 0,907),aylık gelir 1000 Türk

Lirasından az olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanlarından (3,410 ± 1,122) anlamlı

olarak yüksek bulunmuştur. Aylık gelir 5001-10000 lira olanların teşkilata yönelik hizmet

kalitesi puanları (3,782 ± 0,919), aylık gelir 1000 Türk Lirasından az olanların teşkilata yönelik

hizmet kalitesi puanlarından (3,410 ± 1,122) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Aylık gelir

değişkenine bağlı olarak toplum destekli asayiş düzeyinde anlamlı farklılık olduğu

görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı

post-hoc analizi sonucunda, aylık gelir 2501-5000 lira olanların toplum destekli asayiş puanları

(3,670 ± 0,882), aylık gelir 1000 Türk Lirasından az olanların toplum destekli asayiş

puanlarından (3,380 ± 1,093) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Aylık gelir 5001-10000 lira

olanların toplum destekli asayiş puanları (3,672 ± 0,934), aylık gelir 1000 Türk Lirasından az

olanların toplum destekli asayiş puanlarından (3,380 ± 1,093) anlamlı olarak yüksek

bulunmuştur. Aylık gelir değişkenine bağlı olarak kurum imajı genel düzeyinde anlamlı

farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla

yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, aylık gelir 2501-5000 lira olanların kurum

imajı genel puanları (3,700 ± 0,863), aylık gelir 1000 Türk Lirasından az olanların kurum imajı

Page 111: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ensar LOKMANOĞLU 106

genel puanlarından (3,391 ± 1,072) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Aylık gelir5001-10000

lira olanların kurum imajı genel puanları (3,712 ± 0,899), aylık gelir 1000 Türk Lirasından az

olanların kurum imajı genel puanlarından (3,391 ± 1,072) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur.

Tablo 5: Kurum İmajı Ve Polis İmajının Eğitim Düzeyine Göre Ortalamaları

Grup N Ort Ss F p Fark

Teşkilata

Yönelik Hizmet

Kalitesi

İlköğretim Ve Altı 142 3,701 1,022

4,575 0,003 3>2 Lise 484 3,562 0,998

Yüksekokul/Üniversite 851 3,741 0,941

Yüksek Lisans / Doktora 31 3,379 0,695

Toplum Destekli

Asayiş

İlköğretim Ve Altı 142 3,668 0,989

3,798 0,010 3>4 Lise 484 3,532 0,982

Yüksekokul/Üniversite 851 3,652 0,924

Yüksek Lisans / Doktora 31 3,198 0,785

Kurum İmajı

Genel

İlköğretim Ve Altı 142 3,680 0,973

4,196 0,006 3>2 Lise 484 3,542 0,960

Yüksekokul/Üniversite 851 3,685 0,902

Yüksek Lisans / Doktora 31 3,264 0,709

Mesleğe Yönelik

İmaj

İlköğretim Ve Altı 142 3,848 0,796

5,728 0,001

1>2

1>3

1>4

2>4

3>4

Lise 484 3,616 0,882

Yüksekokul/Üniversite 851 3,619 0,898

Yüksek Lisans / Doktora 31 3,174 0,818

Görev Ve

Sorumluluk

İmajı

İlköğretim Ve Altı 142 3,703 0,841

6,299 0,000

1>4

2>4

3>4

Lise 484 3,532 0,868

Yüksekokul/Üniversite 851 3,525 0,902

Yüksek Lisans / Doktora 31 2,949 0,779

Polis İmajı

Genel

İlköğretim Ve Altı 142 3,761 0,802

6,359 0,000

1>4

2>4

3>4

Lise 484 3,566 0,851

Yüksekokul/Üniversite 851 3,564 0,880

Yüksek Lisans / Doktora 31 3,032 0,743

Eğitim durumu değişkenine bağlı olarak teşkilata yönelik hizmet kalitesi düzeyinde

anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek

amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, eğitim

durumu yüksekokul/üniversite olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanları (3,741 ±

0,941), eğitim durumu lise olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanlarından (3,562 ±

0,998) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu değişkenine bağlı olarak toplum

destekli asayiş düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların

kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, eğitim

durumu yüksekokul/üniversite olanların toplum destekli asayiş puanları (3,652 ± 0,924), eğitim

durumu yüksek lisans / doktora olanların toplum destekli asayiş puanlarından (3,198 ± 0,785)

anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu değişkenine bağlı olarak kurum imajı

genel düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını

belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, eğitim

durumu yüksekokul/üniversite olanların kurum imajı genel puanları (3,685 ± 0,902), eğitim

durumu lise olanların kurum imajı genel puanlarından (3,542 ± 0,960) anlamlı olarak yüksek

bulunmuştur. Eğitim durumu değişkenine bağlı olarak mesleğe yönelik imaj düzeyinde anlamlı

farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla

Page 112: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı … 107

yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, eğitim durumu ilköğretim ve altı olanların

mesleğe yönelik imaj puanları (3,848 ± 0,796), eğitim durumu lise olanların mesleğe yönelik

imaj puanlarından (3,616 ± 0,882) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim

durumu ilköğretim ve altı olanların mesleğe yönelik imaj puanları (3,848 ± 0,796), eğitim

durumu yüksekokul/üniversite olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,619 ± 0,898)

anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu ilköğretim ve altı olanların mesleğe

yönelik imaj puanları (3,848 ± 0,796), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların mesleğe

yönelik imaj puanlarından (3,174 ± 0,818) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim

durumu lise olanların mesleğe yönelik imaj puanları (3,616 ± 0,882), eğitim durumu yüksek

lisans / doktora olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,174 ± 0,818) anlamlı olarak

yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu yüksekokul/üniversite olanların mesleğe yönelik imaj

puanları (3,619 ± 0,898), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların mesleğe yönelik imaj

puanlarından (3,174 ± 0,818) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu değişkenine

bağlı olarak görev ve sorumluluk imajı düzeyinde anlamlı farklılık olduğu

görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı

post-hoc analizi sonucunda, eğitim durumu ilköğretim ve altı olanların görev ve sorumluluk

imajı puanları (3,703 ± 0,841), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların görev ve

sorumluluk imajı puanlarından (2,949 ± 0,779) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim

durumu lise olanların görev ve sorumluluk imajı puanları (3,532 ± 0,868), eğitim

durumu yüksek lisans / doktora olanların görev ve sorumluluk imajı puanlarından (2,949 ±

0,779) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim durumu yüksekokul/üniversite olanların

görev ve sorumluluk imajı puanları (3,525 ± 0,902), eğitim durumu yüksek lisans / doktora

olanların görev ve sorumluluk imajı puanlarından (2,949 ± 0,779) anlamlı olarak yüksek

bulunmuştur. Eğitim durumu değişkenine bağlı olarak polis imajı genel düzeyinde anlamlı

farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla

yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, eğitim durumu ilköğretim ve altı olanların

polis imajı genel puanları (3,761 ± 0,802), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların

polis imajı genel puanlarından (3,032 ± 0,743) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Eğitim

durumu lise olanların polis imajı genel puanları (3,566 ± 0,851),eğitim durumu yüksek lisans /

doktora olanların polis imajı genel puanlarından (3,032 ± 0,743) anlamlı olarak yüksek

bulunmuştur. Eğitim durumu yüksekokul/üniversite olanların polis imajı genel puanları (3,564

± 0,880), eğitim durumu yüksek lisans / doktora olanların polis imajı genel puanlarından

(3,032 ± 0,743) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur.

Tablo 6: Kurum İmajı Ve Polis İmajının Yaşa Göre Ortalamaları

Grup N Ort Ss F p Fark

Teşkilata Yönelik

Hizmet Kalitesi

19-30 Yaş 304 3,336 1,006

16,445 ,000

2>1

3>1

4>1

31-40 Yaş 609 3,750 ,942

41-50 Yaş 383 3,802 ,921

51-60 Yaş 212 3,697 ,957

Toplum Destekli

Asayiş

19-30 Yaş 304 3,297 ,995

14,014 ,000

2>1

3>1

4>1

31-40 Yaş 609 3,680 ,911

41-50 Yaş 383 3,712 ,933

51-60 Yaş 212 3,644 ,934

Kurum İmajı Genel

19-30 Yaş 304 3,311 ,969

15,829 ,000

2>1

3>1

4>1

31-40 Yaş 609 3,705 ,895

41-50 Yaş 383 3,745 ,900

51-60 Yaş 212 3,663 ,911

Mesleğe Yönelik İmaj 19-30 Yaş 304 3,363 ,990

13,156 ,000 2>1

3>1 31-40 Yaş 609 3,692 ,847

Page 113: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ensar LOKMANOĞLU 108

41-50 Yaş 383 3,756 ,806 4>1

51-60 Yaş 212 3,609 ,906

Görev Ve Sorumluluk

İmajı

19-30 Yaş 304 3,264 ,959

13,546 ,000

2>1

3>1

4>1

31-40 Yaş 609 3,586 ,837

41-50 Yaş 383 3,672 ,843

51-60 Yaş 212 3,508 ,924

Polis İmajı Genel

19-30 Yaş 304 3,306 ,945

13,968 ,000

2>1

3>1

4>1

31-40 Yaş 609 3,629 ,819

41-50 Yaş 383 3,708 ,808

51-60 Yaş 212 3,548 ,901

Yaş değişkenine bağlı olarak teşkilata yönelik hizmet kalitesi düzeyinde anlamlı farklılık

olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan

tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, yaşı 31-40 olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi

puanları (3,750 ± 0,942), yaşı 19-30 olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanlarından

(3,336 ± 1,006) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı41-50 olanların teşkilata yönelik

hizmet kalitesi puanları (3,802 ± 0,921), yaşı 19-30 olanların teşkilata yönelik hizmet kalitesi

puanlarından (3,336 ± 1,006) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı 51-60 olanların

teşkilata yönelik hizmet kalitesi puanları (3,697 ± 0,957), yaşı 19-30 olanların teşkilata yönelik

hizmet kalitesi puanlarından (3,336 ± 1,006) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaş

değişkenine bağlı olarak toplum destekli asayiş düzeyinde anlamlı farklılık olduğu

görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı

post-hoc analizi sonucunda, yaşı 31-40 olanların toplum destekli asayiş puanları (3,680 ±

0,911), yaşı 19-30 olanların toplum destekli asayiş puanlarından (3,297 ± 0,995) anlamlı olarak

yüksek bulunmuştur. Yaşı 41-50 olanların toplum destekli asayiş puanları (3,712 ±

0,933), yaşı 19-30 olanların toplum destekli asayiş puanlarından (3,297 ± 0,995) anlamlı olarak

yüksek bulunmuştur. Yaşı 51-60 olanların toplum destekli asayiş puanları (3,644 ±

0,934), yaşı 19-30 olanların toplum destekli asayiş puanlarından (3,297 ± 0,995) anlamlı olarak

yüksek bulunmuştur. Yaş değişkenine bağlı olarak kurum imajı genel düzeyinde anlamlı

farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla

yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, yaşı 31-40 olanların kurum imajı genel

puanları (3,705 ± 0,895), yaşı 19-30 olanların kurum imajı genel puanlarından (3,311 ± 0,969)

anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı 41-50 olanların kurum imajı genel puanları (3,745 ±

0,900), yaşı 19-30 olanların kurum imajı genel puanlarından (3,311 ± 0,969) anlamlı olarak

yüksek bulunmuştur. Yaşı 51-60 olanların kurum imajı genel puanları (3,663 ± 0,911), yaşı 19-

30 olanların kurum imajı genel puanlarından (3,311 ± 0,969) anlamlı olarak yüksek

bulunmuştur. Yaş değişkenine bağlı olarak mesleğe yönelik imaj düzeyinde anlamlı farklılık

olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan

tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, yaşı 31-40 olanların mesleğe yönelik imaj puanları

(3,692 ± 0,847), yaşı 19-30 olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,363 ± 0,990)

anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı 41-50 olanların mesleğe yönelik imaj puanları (3,756

± 0,806), yaşı 19-30 olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,363 ± 0,990) anlamlı

olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı 51-60 olanların mesleğe yönelik imaj puanları (3,609 ±

0,906), yaşı 19-30 olanların mesleğe yönelik imaj puanlarından (3,363 ± 0,990) anlamlı olarak

yüksek bulunmuştur. Yaş değişkenine bağlı olarak görev ve sorumluluk imajı düzeyinde

anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların kaynaklarını belirlemek

amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, yaşı 31-40 olanların görev ve

sorumluluk imajı puanları (3,586 ± 0,837), yaşı 19-30 olanların görev ve sorumluluk imajı

puanlarından (3,264 ± 0,959) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı 41-50 olanların görev

ve sorumluluk imajı puanları (3,672 ± 0,843), yaşı 19-30 olanların görev ve sorumluluk imajı

puanlarından (3,264 ± 0,959) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı 51-60 olanların görev

Page 114: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı … 109

ve sorumluluk imajı puanları (3,508 ± 0,924), yaşı 19-30 olanların görev ve sorumluluk imajı

puanlarından (3,264 ± 0,959) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaş değişkenine bağlı olarak

polis imajı genel düzeyinde anlamlı farklılık olduğu görülmektedir(p<0,050). Farklılıkların

kaynaklarını belirlemek amacıyla yapılan tamamlayıcı post-hoc analizi sonucunda, yaşı 31-40

olanların polis imajı genel puanları (3,629 ± 0,819), yaşı 19-30 olanların polis imajı genel

puanlarından (3,306 ± 0,945) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı 41-50 olanların polis

imajı genel puanları (3,708 ± 0,808), yaşı 19-30 olanların polis imajı genel puanlarından (3,306

± 0,945) anlamlı olarak yüksek bulunmuştur. Yaşı 51-60 olanların polis imajı genel puanları

(3,548 ± 0,901), yaşı 19-30 olanların polis imajı genel puanlarından (3,306 ± 0,945) anlamlı

olarak yüksek bulunmuştur.

5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Kurum imajına yönelik olarak yürütülen bu çalışma, Türkiye’nin gerek coğrafik olarak

gerekse sosyolojik ve demografik anlamda farklılık gösteren iki şehri İstanbul ve Rize’de

hayatlarını sürdüren vatandaşların, emniyet teşkilatına ilişkin kurum imaj algılarını ve polis

algılarını belirlemek için yürütülmüştür.

Çalışma kapsamında elde edilen sonuçlar aşağıdaki gibi sıralanabilir;

Çalışmaya katılan vatandaşların emniyet kurumunun sahip olduğu imaj ve öğelerine

ilişkin algılar, emniyet teşkilatının vatandaşlara sunmuş olduğu hizmetlerin kalitesi ile direkt

ve pozitif yönde ilişkilidir. Diğer bir ifade ile emniyet teşkilatı, asayişi sağladığı, hizmet

kalitesini yükselttiği takdirde, vatandaşların emniyete ilişkin imaj algıları pozitif yönde artış

gösterecektir. Diğer bir ifade ile toplumsal refah ve asayişin sağlanamadığı ve emniyet

teşkilatının bünyesindeki hizmetlerin vatandaşlara etkin ve verimli aktarılamadığı sürece,

teşkilatın vatandaşların gözündeki imajı olumsuz olarak oluşacaktır.

Bilindiği gibi İstanbul ve Rize, gerek coğrafi, gerek sosyolojik gerekse demografik

olarak farklılık gösteren iki ildir. Dolayısıyla bu iki ilde ikamet eden vatandaşlara uygulanan

anket kapsamında, vatandaşların emniyet teşkilatına yönelik hizmet kalitesi, toplum destekli

asayiş, kurum imajı, mesleğe yönelik imaj, görev ve sorumluluk imajı, polis algısı, gibi algı

boyutlarının farklılaşması beklenmektedir. Ancak, araştırmanın sonuçlarına göre; araştırmaya

katılan Rize ve İstanbul vatandaşlarının bu algı düzeyleri arasında anlamlı bir farklılık

olmadığı sonucuna varılmıştır. Diğer bir ifade ile ikamet edilen yer ve vatandaşların emniyet

teşkilatına yönelik hizmet kalitesi, toplum destekli asayiş, kurum imajı, mesleğe yönelik imaj,

görev ve sorumluluk imajı, polis algısı değişkenleri arasında herhangi bir ilişki

bulunmamaktadır.

Araştırma kapsamında anket sorularının yöneltildiği vatandaşların ikamet durumları göz

önüne alınmadan cinsiyet kapsamında algı düzeylerinde bir farklılaşma olup olmadığı da

incelenmiştir. Bu kapsamda yapılan analizler sonucunda erkek vatandaşların, mesleğe yönelik

imaj algıları, teşkilata yönelik hizmet kalitesi algıları, görev ve sorumluluğa ilişkin imaj algıları

kadın vatandaşlardan daha yüksektir. Ancak, toplum destekli asayiş, kurum imajı genel algı

düzeyi, cinsiyete göre farklılaşmamaktadır.

Araştırmada yüksek gelirli vatandaşların kurum imajının daha yüksek gördükleri

belirlenmiştir. Az gelir sahibi vatandaşların kurum imajını düşük görmeleri, kurumun onlara

beklenen hizmeti yeteri kadar sağlamadığı önyargısından olduğu düşünülebilir. Polislik

mesleğine yönelik imaj gelir düzeyine göre farklılık göstermediği görülmektedir. Vatandaş

gözünde farklı gelir seviyelerinde mesleğin gözde bir meslek olarak görüldüğü düşünülebilir.

Eğitim seviyesi yüksek olanların kurum imajı algısının yüksek olduğu, eğitim seviyesi

düşük olanlarda ise polis meslek imajının yüksek olduğu sonucuna ulaşılmıştır. Eğitim seviyesi

yüksek olanların kurumu görev ve sorumlulukları yerine getirmesi açısından imajının yüksek

gördükleri düşünülebilir. Eğitim seviyesi düşük olanların polislik mesleğini arzu etme

durumları düşünüldüğünde polis meslek imajını yüksek gördükleri düşünülebilir.

Yaş olarak 30 yaş üstünün hem kurum imajını hem de polis meslek imajını yüksek

gördükleri sonucuna ulaşılmıştır. 19-30 yaş arasındaki vatandaşların daha hareketli bir yaşam

sergilediklerinden bu farklılığın oluştuğu düşünülebilir.

Page 115: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ensar LOKMANOĞLU 110

Emniyet teşkilatı kurum imajı ve halkın emniyet teşkilatı kurum imajına ilişkin algısının

incelendiği bu çalışmada bir anlamda kurum imajı-algı kavramları arasındaki ilişki

irdelenmiştir. Bu araştırma sonucunda görülmektedir ki, hedef kitlenin (bu çalışma için

emniyet teşkilatının hedef kitlesi olan halkın) algısının kurum imajı ile direkt olarak ilişkisi

bulunmaktadır. Dünyanın gerçeklikten oldukça farklı bir biçimde olabilen resminin çizilmesini

sağlayan, oldukça karışık bir süreç olan algılama (Luthans, 1992, s. 55), kurumların

belirledikleri hedef kitlelere göre farklılaşmaktadır. Çünkü belirlenen hedef kitlenin içerisinde

yer alan bireylerin algılamaları belirlenmeyen ya da doğru tanımlanmadığı için hedef kitlenin

dışında kalan bireylerden oldukça farklıdır.

Aktif bir süreç olarak kabul edilen algılama sürecinin kurum imajı çalışmaları

kapsamında iyi yönetilmesi gerekmektedir. Çünkü kurum imajı en nihayetinde bireylerin

algıladığı kadardır. Dolayısıyla, bireylerin algılarının belirlenmesine yönelik sürdürülen

çabalar etkin ve verimli sonuçlanırsa yani kurumlar tarafından yürütülen stratejiler bireylerin

kuruma ilişkin algılarını istenilen tarafa yönlendirirse, kurumların kurum imajlarının olumlu ve

sürdürülebilir olması içten değildir. Ancak, kurumların, bireylerin algılarını yönlendirebilecek

güce sahip olmaları ancak ve ancak, kurumların bireylerin algılamasının önemini fark etmesi

ile mümkün olacaktır. Kurumlar bireylerin algılarının önemini fark ettikleri takdirde, hedef

kitlelerinin içerisinde yer alan bireylerin algılarını ne şekilde yönlendirebileceklerine ilişkin

olarak doğru adımları atabileceklerdir.

KAYNAKLAR

Bakan, Ö. (2005). Kurumsal İmaj. Konya: Tablet Kitabevi.

Bilgin, L. (2008). Halkla İlişkiler. İstanbul: Kumsaati Yayın Dağıtım.

Gümüş, M., & Öksüz, B. (2009). Turizm İşletmelerinde Kurumsal İtibar Yönetimi. Ankara : Nobel

Basımevi.

Gürsoy, T. (1999). Reklam Terimleri ve Kavramları Sözlüğü. İstanbul: Adam Yayınları.

İnceoğlu, M. (2000). Tutum, Algı, İletişim. Ankara: İmaj Yayıncılık.

Keller, K. (1998). Strategic Brand Management: Building, Measuring, and Managing Brand Equity.

USA: Prentice Hall.

Kotler, P. (2000). Pazarlama Yönetimi. (N.Muallimoğlu, Çev.) İstanbul: Beta Basım Yayın Dağıtım.

Luthans, F. (1992). Organizational Behavior. USA: Mc-Graw Hill Inc.

Okay, A. (2005). Kurum Kimliği. İstanbul: Kapital Medya A.Ş.

Özüpek, M. (2005). Kurum İmajı ve Sosyal Sorumluluk. Konya: Tablet Kitabevi.

Peltekoğlu, F. (1997). Kurumsal İletişim Sürecinde İmajın Yeri. İstanbul Üniversitesi İletişim Fakültesi

Dergisi(4).

Peltekoğlu, F. (2007). Halkla İlişkiler Nedir? İstanbul: Beta Basım Yayın Dağıtım.

Tolungüç, A. (2000). Turizmde Tanıtım ve Reklam. Ankara: MediaCat Kitapları.

Vural, Z. (1998). Kurum Kültürü.

Yazıcı, İ. (1997). Kitle İletişiminde İmaj. İstanbul: Bilim Yayınları.

Page 116: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Halkla İlişkiler Bağlamında Emniyet Teşkilatı … 111

Extended Abstract

In this study, to determine the law enforcement agencies and police perception and image of the

differentiation status is determined according to the arguments of perception. For protecting and

continuing sustainability in today’s high competitive global markets, all of the organizations must give

enough importance to corporate image which is an important strategic concept. This study is about

corporate image in law enforcement agency and the perception to the most important domestic fund of

corporate image polices. 902's in this context (59.8%) in Istanbul, 606's of (40.2%) Rize study was done

on 1508 people, including the people. Research in police two scales were used to determine the image

and the image of the police institution. Research results in the image of law enforcement agencies and

the general level of the sub-dimensions "organization-oriented service quality", "community-supported

policing" of related corporate image was found that high levels of perceived. Police general level of

perception, the image of the profession, has been identified as a high image duties and responsibilities. It

has also been concluded that there is no difference between the image and the image of the police for the

police in Rize Istanbul.

Page 117: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 112-128

[201?]

Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı: Türkiye Örneği

Structural Transformation and Structure of Transformation:

Sample of Turkey

Harun YAKIŞIK*, Özlem FİKİRLİ

**

ÖZ: Bu çalışmada, Türkiye’nin; teorik yaklaşımlar çerçevesinde yapısal dönüşümü 1996-2013 dönemi için

incelenmiştir. Türkiye İstatistik Kurumu (TÜİK) kaynaklarından elde edilen, sektörlerin istihdam, dış ticaret ve

Gayri Safi Yurtiçi Hâsıla (GSYH) payları ile ilgili veriler grafikler kullanılarak değerlendirilmiştir. Elde edilen

değerlendirme sonuçlarına göre, Türkiye’nin imalat sanayi, dış ticaret ve istihdam alanlarında, kalkınma teorilerinin

ortaya koyduğu yapısal dönüşüm öngörülerinden sapmalar içerdiği görülmüştür.

Anahtar sözcükler: Yapısal Dönüşüm, Dış Ticaret, Ekonomik Kalkınma.

ABSTRACT: In this study, process of structural transformation of Turkey was evaluated for the period of

1996 to 2013 in the light of theoretical approaches. Data about employment, foreign trade and GDP shares of

sectors, compiled from Turkish Statistical Institute (TurkStat) are evaluated by using graphs. According to the

results, it is observed that structural transformation of Turkey has some deviations from development theories.

Keywords: Structural Transformation, Foreign Trade, Economic Development.

1. GİRİŞ

Gelişmekte olan ülkelerin en önemli sorunlarından birisi yapısal dönüşüm süreçlerinde

ortaya çıkmaktadır. Yapısal dönüşüm, sektörlerin istihdam ve GSYİH paylarındaki değişimin

tarımdan, sanayi ve hizmetler sektörüne doğru evrilmesini ifade etmektedir (Yeldan, 2010).

Aynı şekilde imalat sektörü içerisinde tüketim malları üretiminden yatırım malları üretimine

doğru dönüşümün yaşanması yapısal dönüşüm teorileri tarafından öngörülmektedir.

Dolayısıyla dönüşüm sürecinde tarım sektörü küçülürken hem sektörde verim artışı sağlanmalı

hem de küçülme imalat ve hizmet sektörleri çıktılarının ileri teknoloji temelli ürünlerle dış

ticaret ve GSYİH paylarını artırarak telafi edilmelidir.

Tarımdan hizmetler sektörüne doğru değişimin gerekçeleri temel iktisadi yaklaşımlarda

belirtilmektedir. Bu yaklaşımlardan birincisi, tarım ürünlerinin gelir talep esnekliğinin sanayi

ve ileri teknoloji ürünlerine göre düşük olmasıdır (Fisher, 1939). İkincisi ülkelerin gelir

seviyeleri arttıkça toplam talebin nispi olarak sanayi ve ileri teknoloji ürünlerine doğru

kayacağı, sonuncusu ise dış ticaret hadlerinin sürekli tarım ürünleri aleyhine bir seyir

izleyeceği yönündedir (Singer, 1950; Prebish, 1962). Dış ticaretin özellikle dış ticaret yapısı

içerisinde tarım ürünlerinden ileri teknoloji ürünlerine doğru evrilmenin gelişmekte olan

ülkeleri dışa bağımlılıktan kurtarmada önemi yadsınamaz. Bu bağlamda dış ticaretin gelişmiş

batı toplumlarının yapısal dönüşümlerini tamamlama da önemli rol oynaması gelişmekte olan

ülkelerin sürekli dikkatlerini çekmiştir (Tekelioğlu, 1993: 41-42; Öz, 2009).

Gelişmekte olan ülkeler yapısal dönüşümlerini hızlandırmak ve ekonomilerini dışa

bağımlılıktan kurtarmak için 1980 öncesi ithal ikameci politikalar kullanırken 1980 sonrası

dışa açık ve ihracata dayalı sanayileşme politikaları izledikleri görülmektedir. Bu ülkeler ithal

ikameci politikaların öngörüleri doğrultusunda yerli sanayilerini kurma aşamasında finansal ve

* Yrd. Doç. Dr, Çankırı Karatekin Üniversitesi, İİBF, Çankırı-Türkiye, [email protected] * *Arş. Gör, Çankırı Karatekin Üniversitesi, İİBF, Çankırı-Türkiye, [email protected]

Page 118: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı… 113

tasarruf açıklarını dış borçlarla finanse etme yollarına gitmişler ve bu durum dış ödeme

açıklarını derinleştirdiği görülmüştür. Derinleşen dış ödeme açıklarını finanse etmek için IMF

ve Dünya Bankası’nın 1970 sonrası uygulamaya koydukları düşük faizli kredi politikaları az

gelişmiş ülkeler açısından cazip hale gelmeye başlamıştır. Dolayısıyla IMF ve Dünya Bankası

1970 sonrası dış ticaret açıklarını finanse etme güçlüğü çeken az gelişmiş ülkelere düşük faizli

krediler önermeye başlamıştır. Fakat uygulanan politikaların bu ülkelerin dış ticaret açıklarını

daha da derinleştirdiği görülmüştür. Böylece Neo-liberal politikalar 1980 sonrası gelişmekte

olan ülkelerde uygulama alanı bulmaya başlamıştır. Neo-liberal politikalar, özel mülkiyetin

yaygınlaştırılıp kamunun ekonomideki gücünün kırılması temeline dayanan politikalardır.

Gelişmekte olan ülkelerin dış ticaret ve ekonomik kalkınma sorunlarına çözüm üretecek bir

reform paketi olarak sunulan Neo-Liberal politika önermeleri sonucunda; özelleştirme

politiğiyle yabancı sermayenin bu ülkelerde genişleme alanı yarattığı görülmüştür (Soyak,

2003:171-172).

Türkiye, 1980 öncesinde ithal ikameci sanayileşme stratejisi izlerken, dış ticaretini

geliştirmek ve uluslararası piyasalarda rekabet edebileceği yerli sanayisini kurabilmek için

1980 sonrası dışa açık ve ihracata dönük sanayileşme stratejisi izlemeye başlamıştır. Bu süreci

hızlandırmak için 1989 yılında da IMF nezdinde parasını konvertible hale getirmiştir. Dış

ticarette rekabetçi olabilmek ve ürün yelpazesini genişletebilmek amacıyla, 1996 yılında

Türkiye ile AB arasında Gümrük Birliği kurulmuştur. Bu uygulamaların temel hedefi, gelişmiş

ülkelerle uyum sağlamak, dış ticareti geliştirmek ve kalkınma dinamiklerinin temellerini

sağlam zemine oturtmak olmuştur.

Bu çalışmanın amacı, 1996 yılından başlayarak 2013 yılına kadar olan süreçte

Türkiye’nin yapısal dönüşümünü değerlendirmektir. Çalışmada Türkiye’nin 1996-2013 yılları

arasında sektörlerin; dış ticaret, GSYH payları ve istihdam oranlarının zaman içindeki değişimi

incelenmiştir. Bu yapısal dönüşümlerin kalkınma teorileriyle paralellik gösterip göstermediği

grafikler kullanılarak ortaya konulmuştur. Ayrıca Türkiye’nin yapısal dönüşümü yeni dönem

dış ticaret ve kalkınma yaklaşımlarıyla bağdaştırılmaya çalışılmıştır.

2. LİTERATÜR

Dış ticaret ve iktisadi kalkınma arasındaki bağıntı, klasik iktisat yaklaşımlarının temel

konularından biri olmuştur. Klasik iktisat yaklaşımlarıyla sistemleşen dış ticaret ve iktisadi

kalkınma ilişkisi, Neo-klasik iktisat yaklaşımıyla devam ettirilmiş ve farklı yaklaşımlardan

geçerek günümüze kadar gelmiştir. Dolayısıyla dış ticaret ve ekonomik kalkınma arasındaki

ilişki ve ilişkinin yönü uzun zamandır araştırmacıların dikkatini çeken konuların başında

gelmiştir. Bu bağlamda dış ticaret ve ekonomik kalkınma alanındaki çalışmaları dört temel

grup altında inceleyebiliriz. Birinci grup çalışmalar, geleneksel dış ticaret ve kalkınma teorileri,

ikinci grup çalışmalar, dış ticaretin ülke kalkınmasına olumlu katkı yaptığını ortaya koyan

çalışmalardır. Üçüncü grup çalışmalar, dış ticaretin ülke kalkınmasına olumsuz etkileri

olabileceğini savunan çalışmalardır. Son grup çalışmalar ise Neo-liberal politikalar, son dönem

dış ticaret yaklaşımları ve iktisadi kalkınma alanında yapılan çalışmalardır.

2.1. Geleneksel Dış Ticaret ve Kalkınma Teorileri

Dış ticaret ve ekonomik kalkınma arasındaki ilişki hem teorik hem de ampirik

çalışmalarda en çok inceleme alanı bulan konularından biridir. Özellikle klasik iktisatçılar,

pazar genişlemesiyle birlikte dış ticaretin iktisadi kalkınmanın önemli unsuru olacağını

vurgulamışlardır. Dış ticaretin teorik temelini oluşturan yaklaşımların ilki; Adam Smith’in

geliştirdiği mutlak üstünlükler teorisidir. Ülkelerin mutlak anlamda daha az maliyetle ürettiği

malın üretiminde uzmanlaşıp, maliyet avantajına sahip olmadığı malların üretiminden

vazgeçerek, bunları ithal etmesi gerektiği temeline dayanır. Ancak bu yaklaşım, bir ülkenin

mutlak anlamda birden fazla ürünü diğer ülkelere göre daha ucuz maliyetle üretmesi

durumunda dış ticaretin nasıl gerçekleşeceğini açıklamamaktadır. Bu açığı kapatmaya çalışan

yaklaşım ise David Ricardo’nun geliştirdiği karşılaştırmalı üstünlükler teorisidir.

Page 119: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 114

Karşılaştırmalı üstünlükler teorisine göre, uzun dönemde az gelişmiş ülkeler diğer ülkelere

göre, mutlak üstünlüğe sahip olma şartı olmadan, karşılaştırmalı üstünlüğe sahip olduğu

alanlarda dahi üretim yaparak serbest dış ticaretten hem ülke olarak karlı çıkacak hem de

dünya refahına olumlu katkı yapmış olacaktır.

Mutlak ve karşılaştırmalı üstünlüklere ek olarak ülkeler, farklı doğal kaynak ve

verimlilik seviyelerine sahip olduklarından, uzun dönemde ülkelerin dünya ticaretinde nispi

ağırlığı da farklılık arz etmektedir. Bu bağlamda dünya ticaretini yönlendiren güçlü ülkelerin

yanında bu ülkelerin serbest dış ticaret politika önermeleri ile açık pazarları haline gelmiş

güçsüz ülkelerin olması muhtemel bir süreç olarak karşımıza çıkmaktadır. Aynı zamanda

ülkeler arasında oluşan verimlilik, sermaye birikimi ve teknolojik seviye farkı, dünya

ticaretinin gelişmesini ve çeşitlenmesini güçlü ülkeler lehine avantajlı kılacaktır. Bu bağlamda

Ricardo’nun verimlilik farkları ve Heckscher-Ohlin’in faktör donanım farklarıyla açıkladığı dış

ticaret teorileri, uluslararası ticaretin sebeplerini açıklayan teorilerin temellerini

oluşturmaktadır.

Dış ticarette talep yapısının ihmal edildiği Adam Smith, D. Ricardo ve Heckscher-Ohlin

teorilerine karşılık John Stuart Mill “Karşılıklı Talep Kanunu” yaklaşımıyla, talebin şiddetinin

dış ticareti belirleyeceğini açıklamıştır. Alfred Marshall ise, dış ticaret hadlerinin

belirlenmesinde Mill’in geliştirdiği dış ticarette talebin şiddeti yaklaşımına ek olarak teklif

eğrilerinin dış ticareti belirleyeceğini öne sürmüştür. Ayrıca Gottfried Haberler klasik

iktisatçıların ihmal ettiği doğal kaynaklar ve girişimciliğin dış ticaretteki etkinliğini

değerlendirerek dış ticaret analizlerine ayrı bir boyut kazandırmıştır(Taban ve Kar, 2014: 174-

79 ).

Son dönemlerde ise klasik iktisat teorilerinin öngördüğü pazar genişlemesinin, artan

rekabet şartları altında daha da zorlaştığı ancak sürdürülebilir kalkınma açısından öneminin

arttığı görülmüştür. Az gelişmiş ülkelerin dışa bağımlılıktan kurtulması, kalkınmanın

finansmanında sermaye birikiminin sağlanması ve uluslararası piyasalarda rekabet avantajının

elde edilmesi önemli hale gelmiştir. Bu bağlamda az gelişmiş ülkelerin dış ticaret yapılarını,

teorilerde öngörülen gelişmiş ülke standartlarına uyumlaştırma sürecinde ortaya konulan

parametreler; (i) ihracat ve ithalatın GSMH içerisindeki payları, (ii) ihracat ve ithalat içerisinde

sektörlerin payları, (iii) sektörlerin istihdam payları olarak karşımıza çıkmaktadır.

2. 2. Yapısal Dönüşüm Teorileri, Dış Ticaret ve İktisadi Kalkınmaya Olumlu Etkileri

Literatürde serbest dış ticaretin az gelişmiş ülkelere olumlu katkılar yapacağını ileri

süren teorik ve ampirik çalışmalar geniş yer tutmaktadır. Dış ticaret ve kalkınma teorilerinin

temellerini oluşturan bu çalışmalar özellikle az gelişmiş ülkelerin sektörel yapılarını ve bu

sektörlerin istihdam ve milli gelir paylarındaki dönüşümlerini konu almaktadır. Dış ticaretin en

birincil etkisinin özellikle milli gelir artışı ve ekonomik büyümeye olumlu katkısı olacağı

belirtilmektedir (Taban ve Kar, 2014: 173-78).

Az gelişmiş ülkelerin yapısal dönüşümü gerçekleştirmeleri hem dış ticaretlerini

geliştirmeleri hem de gelir artışı sağlamaları açısından önem arz etmektedir. Ayrıca ülkeler

geliştikçe yapısal dönüşümün kaçınılmaz olacağı literatürde vurgulanmaktadır. Bu anlamda

yapısal dönüşüm ilk teorik temelini Allen G. B. Fisher ve Colin Clark tarafından “Clark-Fisher

Hipotezi” olarak formüle edilen yaklaşımdan almıştır. Bu yaklaşımın öne çıkan özelliği; Bir

ülkenin ekonomik kalkınmasının hızlanmasının tarım (birincil), sanayi (ikincil) ve hizmetler

(üçüncül) olmak üzere üç sektörde uzmanlaşma ve teknolojik gelişme sayesinde sermaye

birikimi ile sağlanmasıdır. Sermaye birikimi tarımdan daha verimli kullanılacağı sanayi

sektörüne doğru kayarak daha fazla istihdam yaratacaktır. Ülkenin geliştikçe tarımdan tarım

dışı sektörlere, öncelikle madencilik ve imalat sanayine, gelişmenin ileri dönemlerinde ulaşım,

iletişim, ticaret, özel ve kamu hizmet işletmelerine kayacağını Kuznets’in de yaklaşımlarında

görmek mümkündür (Kenessey, 1987:362). Dolayısıyla bu yapısal dönüşüm sonucu sektörlerin

istihdam ve GSYH içerisindeki payları tarımdan sanayi ve hizmetler lehine değişecek ve

Page 120: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı… 115

ülkelerin iktisadi kalkınmaları hızlanacaktır (Fisher, 1939; Chenery, 1960:624-654; Clark,

1957:493–495). Bununla birlikte az gelişmiş ülkelerin dışa açılmaları sonucu artan ihracat

gelirlerinin, bu ülkelerin gelir dağılımına da olumlu katkılar yapacağı ileri sürülmektedir

(Stolper-Samuelson, 1941:58-73). Aynı zamanda az gelişmiş ülkeler dış ticaret yoluyla dış

pazar genişlemesi yaşayacaktır ve dış ticaret yapılan ülkelerdeki yenilikler ülkeye transfer

edilerek ülkenin toplam faktör verimliliği artışına olumlu katkı sağlanacaktır (Frankel ve

Romer, 1999:379-399; Barro, 2000:5-32). Artan faktör verimliliği neticesinde bu avantajı

kullanan firmalar AR-GE faaliyetleri sonucu yeni ürünler üretme ve dış ticarette rekabet

avantajı sağlayarak çok uluslu şirket haline gelme fırsatları elde edeceklerdir (Krugman,

1979:469-479). Aynı zamanda dış ticarete açık olmanın yaratacağı ölçek ekonomilerine

ulaşma, ileri teknoloji kullanma ve verim artışı fırsatları da yakalanmış olacaktır.

Keesing (1966:249-258) ve Kenen’in (1965:437-460) geliştirdikleri nitelikli işgücü

teorisine göre; zengin ülkeler nitelikli işgücüne sahip olduklarından ürettikleri ürünler de

nitelikli sanayi ürünleri olacaktır. Buna karşın nitelikli insan gücüne sahip olmayan az gelişmiş

ülkeler ise nitelikli ürün avantajına sahip olamamaları neticesinde dış ticarette rekabet etme

şansını kaybedeceklerdir. Ancak az gelişmiş ülkelerin uzun dönemde dış ticarette avantajlı

konuma gelmelerinin emek faktörünü nitelik artırıcı eğitimlerle donanımlı hale getirmeleriyle

gerçekleşeceği önemini korumaktadır. Teknoloji açığı teorisine göre (Posner, 1961:323-341)

bir ülkenin yeni bir ürün ya da yönetsel başarı elde etmesinin sonucunda bu ürünün ihracatçısı

olma şansını elde edeceği belirtilmektedir. Ancak uzun dönemde ülkenin serbest dış ticaret

avantajına sahip olmasının, AR-GE faaliyetleri sonucu aramalı girdilerinin yerli sanayilerle

desteklenmesiyle mümkün olduğu öngörülmektedir (Rivera-Batiz ve Romer, 1991:531-556)

Özetle rekabete dayalı serbest dış ticaret politikalarının az gelişmiş ülkelerin ekonomik

kalkınmalarına katkıları şu şekilde ifade edilebilir;

i. Maliyet avantajına sahip ürünlerin üretiminde uzmanlaşmak,

ii. Ürün geliştirme deneyimlerini artırmak,

iii. Ölçek ekonomilerinden faydalanmak,

iv. Bilginin yayılma etkisi ve teknolojik avantajlar sayesinde üretim faktörlerinin etkin

kullanımını sağlamak,

v. Rekabetin getirdiği kaliteli ürün geliştirme ve etkin pazarlara ulaşma fırsatlarını

yakalamak. (Özgen ve Yenipazarlı, 2002:4).

2.3. Serbest Dış Ticaret ve Kalkınmaya Olumsuz Etkileri

Literatürde serbest dış ticaret politikalarının uzun dönemde az gelişmiş ülkeler için

kontrol edilemeyen olumsuz etkiler yaşatacağını ileri süren yaklaşımlar da bulunmaktadır (List,

1841). List, Özellikle İngiltere’nin yüksek gümrük tarifeleri gibi koruyucu dış ticaret

politikalarıyla gelişmişlik düzeyine ulaştıktan sonra, gelişmekte olan ülkelere serbest ticareti

önermesini eleştirmiştir. Eleştirisini şu şekilde ifade etmiştir:

‘Üretim gücünü ve denizciliğini başka bir ülkenin kendisiyle serbestçe rekabet

edemeyeceği ölçüde geliştiren herhangi bir ülke, büyüklüğünün bu merdivenlerini öteye

fırlatmaktan, diğer ülkelere serbest ticaretin yararlarını vaaz etmekten ve pişmanlık ifadesiyle

şimdiye dek yanlış yolda yürüdüğünü ve şimdi ilk kez gerçeği keşfetmede başarıya ulaştığını

ilan etmekten daha akıllıca bir şey yapamaz.’(List, 1841; Chang, 2002’den aktaran Chang,

2003).

Literatürde List’in ileri sürdüğü sonuçlara benzer bulguların elde edildiğini görmek

mümkündür. Az gelişmiş ülkelerin ihracata dayalı dışa açık sanayileşme stratejisi neticesinde

iktisadi büyümelerinin olumsuz etkileneceği ileri sürülmektedir (Dodaro, 1993:227).

Page 121: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 116

Özellikle literatüre Singer-Prebish tezi olarak geçen yaklaşım, az gelişmiş ülkelerin

ürettiği ürünlerin gelir-talep esnekliği düşük ürünlerden oluşacağını, az gelişmiş ülkeler için

gelir artışı sağlayamayacağını ve dış ticaret hadlerinin sürekli bu ülkeler aleyhine bozulacağını

ileri sürmektedir (Singer, 1950; Prebish, 1962; Kazgan, 1988: 50-53). Dolayısıyla az gelişmiş

ülkeler dış ticaret hadlerini lehlerine dönüştürecek ileri teknoloji ürünleri üretemediklerinden

ithalata bağımlı olmanın yarattığı dış ticaret açıkları, döviz kıtlığı sorunları yaşamakta ve düşük

teknoloji içeren birincil ürünlerde uzmanlaşmaları sonucu bu ülkelerde teknoloji, beceri,

verimlilik seviyeleri artmamaktadır (Kavoussi, 1985: 379).

İhracat ve ithalatın büyüme üzerine etkilerini ortaya koyan Türkiye’ye yönelik

çalışmalara baktığımızda farklı sonuçların elde edildiği görülmektedir. Şimşek (2003) yaptığı

çalışmada, dışa açık ve ihracata dayalı büyüme hipotezinin Türkiye açısından

desteklenmediğini ortaya koymaktadır. Demirhan’ın (2005) yaptığı çalışma bulgularına göre

ihracattan büyümeye doğru bir nedensellik desteklenirken, ithalattan büyümeye doğru bir

nedensellik desteklenmemektedir.

Güngör ve Kurt (2007) ise, dışa açık bir ekonomik yapı ile ekonomik büyüme arasında

kısa dönemden çok uzun dönemli bir ilişki olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Aktaş (2009)

çalışma sonuçlarını iki yapıda ortaya koymuştur. Kısa dönemde ihracat, ithalat ve ekonomik

büyüme arasında iki yönlü bir nedensellik ilişkisi görülürken uzun dönemde ise ihracattan

ithalata, ithalattan ihracata, büyümeden ihracata ve büyümeden ithalata doğru tek yönlü bir

nedensellik ilişkisi olduğu sonucuna ulaşmıştır. Gerni vd. (2008) yaptıkları çalışmada

Türkiye’nin büyümesinin özellikle ithalata bağımlı olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Bu

durumun artan cari açıklar sorununu derinleştirmesi sonucu ithalata dayalı dışa açık dış ticaret

politikasının uzun dönemde büyüme üzerinde olumsuz etkilerinin olacağı açıktır. Kıran ve

Güriş (2011) ticari dışa açıklık ile ekonomik büyüme arasında çift yönlü bir ilişki elde

etmelerine karşın finansal dışa açıklık ile ekonomik büyüme arasında anlamlı bir ilişkinin

olmadığı sonucuna ulaşmışlardır. Yükseler ve Türkan’ın (2008) elde ettikleri çalışma

bulgularına göre Türkiye imalat sektörünün dış ticaret hacmi içindeki payını artırmasına karşın

sektörün istihdam ve katma değer yaratma gücünü aynı oranda artıramadığı sonucuna

ulaşmışlardır.

2.4. Neo-Liberal Politikalar ve Yeni Dış Ticaret Yaklaşımları ve İktisadi Kalkınma

Neo-Liberal politikalar, 1970’li yıllarda yaşanan petrol ve borçlanma krizleriyle

gündeme gelmiştir, ancak uygulamalarda gösterdiği etki 1980 sonrası ortaya çıkmıştır. 1980’li

yıllara kadar uygulanan kalkınma teorileri, az gelişmiş ülkelerin sorunlarına çözüm

üretememesinin yanında sorunları daha da derinleştirdiğinden, yeni süreçte sorunların

çözümünün daha liberal politikalarla mümkün olacağı vurgulanmıştır (Altvater, 1984: 43).

Nobel ödüllü parasal iktisatçı Milton Friedman’nın da benzer yaklaşım geliştirdiğini

görmekteyiz. Devletin ekonomik sisteme müdahalesi sonucu, gelişmenin olumsuz

etkileneceğini ve ekonomik sorunların çözümünde serbest piyasa aktörlerinin devlet

müdahalesi gücünden daha etkili olacağını ileri sürmüştür (Friedman, 1988: 322).

Bu döneme damgasını vuran iktisatçılar Milton Friedman’la birlikte Peter Bauer, Ian

Little, Deepak Lal, Bela Balassa, Julian Simon, Jagdish Bhagwati ve Anne Krueger gibi

iktisatçılardır. Bu iktisatçıların vurguladıkları temel konu, geleneksel kalkınma teorilerinin,

gelişmiş ve az gelişmiş ülkeler arasındaki kalkınma açıklarının kapanmasına çözüm

üretemediğidir (Bauer, 1956; Little, 1961; Lal,1987; Balassa, 1967; Simon, 1970;

Bhagwati,1994; Krueger,1997). Müdahaleci politikaların uygulama sürecinde kalkınma

açıkları derinleşirken gelir dağılımının bozulduğu görülmüştür. Dünya nüfusunun en zengin

yüzde 20’lik kesimi ile en yoksul yüzde 20’lik kesimi arasında ortalama kişisel gelir farkı 1965

yılında 30 kat iken 1980’li yıllarla birlikte bu fark 60 katına çıkmıştır (Taban ve Kar,

2014:210). Eğer mevcut teoriler bu sorunları daha da derinleştirdiyse, uygulanacak kalkınma

politikalarının daha çok piyasa ve daha az müdahale temelli olması gerektiği ileri sürülmüştür.

Page 122: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı… 117

Bu bağlamda ülkelerin kendi iç dinamiklerine uygun kalkınma politikalarının hayata geçirilip

en az müdahaleyle piyasaya bırakılması öngörülmüştür. Gelişmiş ülkelerde daha az devlet ve

daha çok piyasa dinamikleriyle kalkınma politikaları uygulanarak başarı elde edildiğinden, az

gelişmiş ülkelerde aynı süreçlerin yaşanması gerektiği öngörüsünün reform politikalarına da

yansıdığı görülmektedir. Dolayısıyla 1980 sonrası süreçte, Türkiye’de de uygulamaya konulan

Neo-liberal politikalar, hem dış ticareti liberalleştirmiş hem de finansal piyasaların sermaye

akışını hızlandırarak serbest dış ticareti destekler yapıya dönüştürmüştür. Kalkınma iktisatçısı

John Williamson, uygulamaya konulan Neo-liberal politikalar için, 1989 yılında bildiri

hazırlayarak adına ‘Washington Uzlaşısı’ demiştir (Marangos, 2008’den aktaran Tekgül,

2014). Washington Uzlaşısı; Dünya Bankası, Uluslararası Para Fonu ve ABD Hazine

Bakanlığı’nın özellikle az gelişmiş ülkelere önerdiği piyasa temelli iktisat politikalarını

içermektedir. Bu uzlaşıyı Dünya Ticaret Örgütü ve Avrupa Merkez Bankası’nın da zaman

içerisinde desteklediği bilinmektedir (Marangos, 2009’dan aktaran Tekgül, 2014).

Neo-liberal politikaların öngörülerinin aksine; (i) ulusal dinamiklerini dikkate alarak

kurumsal yapıyla desteklenen başarılı ekonomik büyüme örnekleri (ii) 1990 sonrası artan

krizler (iii) son küresel krizin oluşumu, Neo-liberal politikaların da tekrar gözden geçirilmesi

gerektiğini gündeme getirmiştir. Neo-liberal politikaların geniş uygulama alanı bulduğu 1990

sonrası, az gelişmiş ülkelerle gelişmiş ülkeler arasında mevcut olan gelişme farklarının genel

anlamda daha da arttığı görülmüştür. Serbest dış ticaret sürecinde az gelişmiş ülkelerin ihracat

desenini oluşturan ürünlerin gelişmiş ülke ihraç ürünleriyle rekabet etme şansının zayıf olması

sonucu gelişmenin yolunu tıkadığı söylenebilir. Uzun dönemde az gelişmiş ülkelerin gelişmiş

ülkelerin yaptırımlarıyla sürekli karşı karşıya kalmaları ve ekonomik yapılarının gelişmiş

ülkelerle entegre olması sonucu dış ticarete konu olan ürünlerinin gelişme trendinden uzak

kalacağı ileri sürülmektedir (Amin, 1991: 180).

Az gelişmiş ülkelerin sanayileşmeleri ve dış ticareti çeşitlendirmelerinde, gelişmiş

ülkelerin gelişme süreçlerindeki yapısal dönüşümleri nasıl gerçekleştirdiklerinin analiz

edilmesi önem arz etmektedir. Gelişmiş ülkelerin geçmişten günümüze taşıdıkları değerler

içerisinde fiziksel, kültürel ve coğrafi faktörlerin ülkelerin farklı gelişme düzeylerine etki

yaptığı yadsınamaz. Dolayısıyla ekonomik kalkınma için her ülke özelinde geçerli olabilecek

bir kalkınma modelinin olamayacağı sonucuna ulaşılmıştır (Adelman ve Moris, 1967).

Az gelişmiş ülkeler için önerilen koşulsuz piyasa mekanizmasına dayalı serbest dış

ticaret, yaratacağı bağımlılık ve onun iktisadi büyüme üzerinde yaratacağı olumsuz etkiler

çalışmalara konu olmaya başlamıştır. Çalışmalarda önerilen yeni iktisadi paradigmaların

yoğunluklu olarak kamusal destekli yapısal bir sistemin oluşturulması alanında odaklandığı

görülmektedir. Bu yeni döneme damgasını vuran iktisatçılar; Weiss ve Hobson (1999: 12,

279), Hausmann ve Rodrik (2003), Shapiro (2007, Rodrik (2012: 53-6), Chang (2012: 120-5),

Krugman (2001) ve Stiglitz (2000) olarak karşımıza çıkmaktadır.

Kamu yönlendirmesi olmadan Neo-liberal politikaların insiyatifine bırakılan ekonomik

kararlarla gerekli yapısal dönüşümlerin sağlanamayacağı gibi dış ticarette ileri teknolojik

ürünlerin hâkim olduğu ihracat desenine ulaşılamayacağına dikkat çeken iktisatçıların başında

J. Stiglitz gelmektedir. Bu bağlamda geliştirdiği yaklaşım, Post-Washington uzlaşısıdır

(Kaynak, 2011:46-49). Bu yaklaşıma göre her ülkenin kendi yerel dinamikleri içerisinde

kalkınma modellerini geliştirmesi gerektiği öne sürülmektedir. Yaklaşımın odak noktasını,

Neo-liberal politikaların önermesi olarak tüm ülkeler için geçerli bir kalkınma modelinin

ülkelere dayatılmaya çalışılmasıyla toplumların gelişim süreçleri yapısına aykırı sonuçlar

doğuracağı oluşturmaktadır. Kalkınma sürecinde kamunun, kurumların, koordinasyonun, ortak

aklın ve kurumlar arası eşgüdümün önemi ortaya konulmaktadır (Parasız, 2008:51). Özellikle

Asya krizi sonrası Neo-liberal politikaların uygulanmasına öncülük eden IMF öngörülerini

uygulayan ve uygulamayan ülke örnekleri, kamu yönlendirmesinin önemini ortaya

koymaktadır. IMF politikalarını uygulamayıp kontrollü politikalar uygulayan Çin ve Hindistan

Page 123: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 118

(sırasıyla yüzde 7.8 ve 5.29) yüksek büyüme yakalarken IMF politikalarını uygulayan Asya’da

krize yakalanan ülkelerin yüzde 8.2 küçüldüğü görülmüştür (Stiglitz, 2000:1075-1086).

Stiglitz’in yaklaşımına benzer şekilde Weiss ve Hobson (1999: 12, 279), devletin,

ülkenin rekabet gücünü artıracak ve ileri teknolojik ürünleri üretecek sanayinin

geliştirilmesinde yönlendirici olabileceğini belirtmektedirler. Çünkü devlet bu hedefe ulaşmada

toplumun tüm paydaşlarını koordine etme gücüne sahip olduğundan, özel çıkar gruplarının

haksız kazanç elde etme pozisyonlarını da kontrol etme özelliğini elinde bulundurmaktadır.

Hausmann ve Rodrik (2003: 603-33) yaptıkları çalışmalarda ülkelerin dünya piyasalarında

rekabet edebilecek ürün üretebilmelerinin, kamu yönlendirmesiyle mümkün olabileceğini

vurgulamaktadırlar. Burada kamunun özel sektöre yönelik teşvik ve desteklemelerinin önemi

açıktır. Kamu, özellikle özel sektörün riskli gördüğü alanları düzenleme ve piyasa

aksaklıklarını giderme gücüne sahip olduğundan süreci hızlandırma şansına sahiptir. Böylece

az gelişmiş ülkelerde zaten kıt olan beşeri, fiziki ve finansal sermaye sistemleştirilmiş kamu

sektörüyle daha verimli kullanılacaktır. Benzer çalışmayı Shapiro (2007) gerçekleştirmiş ve

kurumsal yapının sanayileşme sürecine ivme kazandırıp, piyasa başarısızlıklarını ortadan

kaldırarak etkinliği sağlayacağına işaret etmiştir. Dolayısıyla Stiglitz’in de vurguladığı

Washington uzlaşısının alternatifi olabilecek Post-Washington yaklaşımını içeren köktenci

piyasa yaklaşımının aksine kamunun koordine edici rolü üzerinde durulmaktadır.

Rodrik (2012:53-6) yaptığı çalışma sonuçlarına göre Neo-liberal politikaların önemli

araçlarından olan dış ticaret serbestleşmesi ve özelleştirmenin az gelişmiş ülkelere beklenen

katkıları gösterememesinden dolayı kamunun kalkınma politikalarını yönlendirmesini

önermektedir. Kamu yönlendirme politikalarını gerçekleştirirken sektörlerin

desteklenmesinden çok ekonomik faaliyetlerin desteklenmesini önermektedir. Hedeflenen

başarıların elde edilmesi aynı etkin denetleme sisteminin oluşturulmasına dayandırılmaktadır.

Aynı süreçte özel kamu koordinasyonunun en şeffaf şekilde kurulması gerektiğine işaret

edilmektedir. Kamu mevcut sektörleri teşvik etmenin yanında ülkenin üstünlük yaratabileceği

sektörleri keşfedip bu sektörlere kamu destekleriyle öncelik verilmesini, bu alanlardaki

yatırımların desteklenmesini ve muhtemel risklere karşı risk sermayesinin oluşturulmasını

önermektedir. Chang, (2012: 120-5) ülkelerin kalkınması için sanayileşmesi, sanayileşmesi

için teknolojiyi geliştirmesi ve bu süreçte mevcut sektörlerle birlikte avantajlı olduğu

düşünülen sektörlerin de desteklenerek risklerin minimize edilmesi gerektiğini ileri

sürmektedir.

Krugman (2001) ise gelişmiş ülkeler daha çok kamusal destekli politikalar uygularken

diğer ülkelere politik önermelerinde Neo-liberal politikalar önerilmekte ve bu politikaların

küresel yönlendiricisi olan IMF gibi ülkelerin politik yaklaşımlarının olumlu olumsuz

yönleriyle iyi analiz edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Ayrıca Grossman ve Helpman

(1993), Krugman’ın çalışmasına benzer yaklaşımlarda bulunmaktadırlar. Bu çalışmalarla

klasik dış ticaret teorileri yerine “yeni dış ticaret teorisi” geliştirilmiştir. Yeni dış ticaret

teorisinin temelleri;

(i) Dış ticaretin karşılaştırmalı üstünlükler teorisine dayandırılması gerekmediği bunun

yerine ölçek ekonomileri ve ortalama maliyetlerin düşürülmesi gerektiğine,

(ii) Dış ticarette avantajlı ülke durumuna gelmenin en önemli şartı, sürekli AR-GE

yaparak yeni ürün geliştirip bunun dış ticarete yaratacağı katma değeri artırmaya

dayandırılmaktadır.

Page 124: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı… 119

3. VERİLER

Bu çalışmada kullanılan tüm veriler TÜİK’nun resmi internet sitesinden elde edilmiştir.

İhracat ve ithalat miktarları alınırken, uluslararası sanayi sınıflamasına göre (ISIC Rev.3)

TÜİK verileri kullanılmıştır. GSYH büyüme hızı için kullanılan veriler, 1998-2010 yılları için

TÜİK’ten alınmıştır. Kullanılan veriler 1998 yılı sabit fiyatları için hesaplanmış verilerdir.

Sektörlerin GSYH içindeki oranları, toplam yurt içi hâsıla içerisinde sektörlerin oransal

değerini ifade etmektedir. 1998-2013 oranları için, 1998 yılı sabit fiyatlarıyla sektörler

itibariyle GSYH’yı gösteren TÜİK verileri kullanılmıştır. Tarımın, sanayinin (sanayi = imalat

+ inşaat + madencilik ve taşocakçılığı + enerji) ve hizmetlerin GSYH içindeki oranları

hesaplanmıştır.

İstihdamın sektörel dağılımı, istihdam edilen nüfusun tarım, sanayi ve hizmetlerdeki

oranlarını ifade etmektedir. 1996-2013 yılları için istihdamın dağılım verileri TÜİK’ndan

alınarak düzenlenmiştir.

4. DEĞERLENDİRME SONUÇLARI

4.1. Dış Ticaret Hacmi

Çalışmada ilk olarak Türkiye’nin Gümrük Birliği sonrası yani 1996-2013 yılları

arasındaki dış ticaret hacmi verileri incelenmiştir. Dış ticaret hacminin ithalat ve ihracat

ağırlıklarının tespiti için ihracat/ithalat oranları TÜİK verilerinden alınmıştır. Bu veriler,

GSYH büyüme hızıyla birleştirilerek değerlendirilmiştir.

Grafik 1. Dış Ticaret Hacmi 1996-2013

Grafik 1’de görüldüğü gibi Türkiye’nin dış ticaret resmi özellikle ithalat yoğun

yapıdadır. Türkiye’nin ihracatı 1996 yılında yaklaşık 23,5 miyar dolardan 2013 yılında

yaklaşık 152 milyar dolara çıkmıştır. İthalatına baktığımız zaman 1996 yılında yaklaşık 43,5

milyar dolardan 2013 yılında yaklaşık 252 milyar dolara çıkmıştır. Dolayısıyla ihracat bu süre

içerisinde yaklaşık 6,5 kat atarken ithalatın yaklaşık 5,7 kat arttığını görmekteyiz. İhracat

artarken ithalatın da yaklaşık aynı oranda artığını görmekteyiz. Özellikle ithalatta yaşanan

artışlar ihracat yapısının ithalata bağımlı olduğunu göstermektedir. İhraç ettiği ürünlerin büyük

bir kısmı ara malı ve sermaye malı girdilerine bağımlı olduğundan dış ticaret trendi esas

itibariyle ithalat tarafından belirlenmektedir (Gerni vd., 2008). Bu ithalat yapısına karşılık ihraç

ettiği ürünler ise genel itibariyle tüketim mallarından oluşmaktadır (Acar, 2009). Ayrıca

Türkiye’nin ihracat ettiği ürünleri gelir talep esnekliği düşük ve orta düzeyde teknolojik

ürünlerden oluşmaktadır (Gerni vd., 2008). Aynı şekilde ülke içerisinde üretemediği ileri

teknoloji ürünlerini ithal ettiğinden ithalatın sürekli artış trendi içerisinde olduğu

Page 125: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 120

görülmektedir. Bunun yanında enerji ithalatının toplam ithalat içerisinde önemli yer tutması da

ithalatı sürekli artıran bir etken olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkiye’nin özellikle 2001

sonrası dönemde dışa açık dış ticaret politikaları neticesinde dış ticaretinin büyümesinde asıl

belirleyicinin ihracat artışından çok ithalat artışından kaynaklandığı görülmektedir. Dolayısıyla

Grafik 1’de görüldüğü gibi, Türkiye’nin dış ticaret ve iktisadi büyümesinin temel

belirleyicisinin ithalat olduğu daha önce yapılan çalışma bulguları tarafından

desteklenmektedir (Çeştepe vd., 2013:1-37; Gerni vd., 2008)

Grafik 2. GSYH Büyüme Hızı ve İhracatın İthalatı Karşılama Oranı 1996-2013

Grafik 2’de görüldüğü gibi dış ticaret hacminin arttığı yıllarda GSYH büyüme hızı

pozitiftir. Bu durum iktisat literatüründe genel kabul gören dış ticaret hacminin büyüme

üzerindeki olumlu etkisini Türkiye için doğrulamaktadır (Güngör ve Kurt, 2007; Kıran ve

Güriş, 2011:69-80). Bunun yanında Grafik 2 genel anlamda değerlendirildiğinde;

i. İthalat artış oranı ihracat artış oranından yüksek olduğu için ihracatın ithalatı karşılama

oranlarının sürekli düşük kaldığı (incelemenin içerdiği yıllar için ortalama karşılama oranı

yaklaşık yüzde 55),

ii. Dış ticaretin arttığı yıllarda ihracatın ithalatı karşılama oranının düştüğü ve dış

ticaretin azaldığı yıllarda ise ihracatın ithalatı karşılama oranının yükseldiği

iii. Dış ticaret hacminin daraldığı yıllarda GSYH büyüme hızının negatif olduğu ve

ekonominin daraldığı gözlenmektedir. Bu daralmaların özellikle 2001 ve 2009 krizlerinin

olumsuz etkileri sonucu yaşandığı açıkça görülmektedir.

4.2. Sektörlerin İhracat ve İthalat İçindeki Payları 1996-2013 (ISIC Rev.3’e göre)

İhracat ve ithalat hacminin yanı sıra ihracat ve ithalatın içerisindeki ürün deseninin hangi

sektörlerden, hangi oranda oluştuğu dış ticaretin ekonomik kalkınma açısından önemini

göstermektedir. Bu bağlamda çalışmanın kapsadığı yıllar için sektörlerin ihracat ve ithalat

içindeki oranlarına bakılmıştır.

Teorik yaklaşıma göre, ülkede sanayi geliştikçe beraberinde üç farklı değişimi de

meydana getirecektir. Bunlar; (i) bütün sektörler içerisinde imalat sanayinin öneminin artacağı,

(ii) sanayi içerisindeki ara malı ve yatırım mallarının üretiminin artacağı, (iii) üretim sürecinde

üretim teknikleri ve arz kaynaklarının da değişeceğidir (Chenery, 1960).

Page 126: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı… 121

İmalatın gıda ve düşük düzeyli teknolojik ürünlerden nitelikli, katma değer yaratan, gelir

talep esnekliği yüksek ve teknolojik yayılmaya katkı sağlayacak ürünlere doğru dönüşüm

gerçekleştirilememesi imalat sektörünün önünde bir engel olarak değerlendirilebilir. Türkiye

bu dönemde düşük teknoloji ürünlerinin payını azaltıp orta teknoloji ürünlerinin payını artırmış

ancak aynı başarıyı ileri teknoloji üretimi ve ihracatında gerçekleştirememiştir. Türkiye’nin

2013 yılı itibariyle ihracatın içerisindeki ileri teknoloji ürünlerinin payı yüzde 3’ler

civarındadır. Dolayısıyla Türkiye bu durumuyla orta gelir tuzağından çıkamama sorunsalıyla

karşı karşıyadır (Yeldan vd. 2012). Son dönemlerde ileri teknoloji üretimi ve ihracatıyla

dikkatleri çeken ve kısa sürede orta gelir tuzağından çıkan Güney Kore’nin ileri teknoloji

ürünü ihracatı toplam ihracatın yüzde 26’sı seviyelerindedir. İmalat sanayinin kilit sektör

olması durumunda ekonomik gelişmeyi de hızlandıracağı açıktır. Türkiye imalat sanayinin

yarattığı katma değer 1980-2011 arasında 5 kat artarken, aynı dönemde Güney Kore’de 13 kat

ve Çin’de 23 kat artmıştır. Bu süre içerisinde imalat sektörünün yarattığı katma değer artışı,

Güney Kore ve Çin’den daha az seviyede kalmıştır (Onuncu Kalkınma Raporu, 2014-2018: 8).

Türkiye’nin imalat sektörünün niteliğini artırmak için son dönemlerde bir dizi önlem

aldığı ve bu yapısal dönüşümü hızlandırmak için bir dizi reformu uygulamaya koyduğu

görülmektedir. Bu önlemlerin başında, yurt dışında teknoloji önderliği yapan firmalara nitelikli

beyin göçünün tersine göçe çevrilmesi için sosyoekonomik şartların iyileştirilmesi çalışmaları

gelmektedir. Siyasi otorite, 2023 hedefleri doğrultusunda imalat sanayi ihracatının payını

artırmanın yanında imalat içerisindeki ileri teknoloji ürünlerinin payını da artırmayı

hedeflemektedir. G. Kore’de bilgi ve iletişim teknolojileri (BİT)’nin imalat sektörü içerisindeki

payının 1995-2006 döneminde yüzde 16’dan yüzde 21,1’e çıkarılması önemli ipucu

oluşturmaktadır (Arslanhan ve Kurtsal, 2010:6).

Türkiye’de dış ticaret içerisinde tarım ürünlerinin payına baktığımızda, istihdamın yüzde

23’lere varan oranını oluştururken ihracatın ancak yüzde 7’lere varan kısmını

sağlayabilmektedir. Türkiye’de halen yüksek istihdam yaratmasına karşılık tarımda verimin

düşük olmasından ve endüstriyel tarımda istenen gelişmenin sağlanamamasından ihracattaki

payı düşük seviyelerde seyretmektedir. (TÜİK, 2014).

İktisat literatüründe genel yaklaşım ülke geliştikçe tarım ürünlerinin ihracat payı

azalırken sanayi ürünlerinin ihracat içerisindeki payının artacağı yönündedir (Fisher, 1939;

Clark, 1957: 493–495; Kenessey, 1987: 362). Türkiye’de tarımsal ürün ihracatı içerisinde

halen işlenmemiş maden ve hammaddelerin bulunması tarımın GSYİH içerisindeki öneminin

devam etmesine sebep olmaktadır. Buna karşılık Türkiye’de işlenmiş ve katma değeri yüksek

endüstriyel tarım ürünleri ithalatı da yüksek seviyelerdedir. Bu durum hem nüfus artışının hem

de tarımsal ürün talebinin önemini koruduğunu göstermektedir. Türkiye’de devam eden

tarımsal ürün ithalatı bağımlılığının sebepleri olarak küresel ısınmanın sebep olduğu

olumsuzluklar, tarım sektöründe uygulanan yanlış politikalar ve tarım üretiminin iç talebi

karşılayamaması karşımıza çıkmaktadır.

4.3. Sektörlerin GSYH içindeki payları

Az gelişmiş ülkelerde gelişme süreciyle birlikte sektörlerin GSYH paylarında da

dönüşümlerin yaşanacağı önde gelen teorik yaklaşımlar tarafından ortaya konulmaktadır.

Örneğin Fisher (1939) üretim faaliyetlerini üçlü yapıda analiz etmiştir. Ekonomik büyümenin

ilerleyen aşamalarında üretim faaliyetleri yapısının da değişeceği ortaya konulmuştur (Clark,

1940). Özellikle Clark, büyüme sürecinin devam etmesi ve ülkede üretim kapasitesinin ve milli

gelir artışının gerçekleşmesi sonucu birincil sektör olan tarımın milli gelir içerisindeki payı

azalırken, sanayi ve sonraki aşamada üçüncül sektör olan hizmetlerin milli gelir içerisindeki

payının artacağını açıklamaktadır. Bu dönüşümün neden tarım sektöründen sanayi sektörüne

doğru olacağı iki önemli sebebe dayandırılmaktadır. Bunlardan birincisi, gelir arttıkça talebin

birinci ürünlerden sanayi ürünlerine doğru kayması, ikincisi ise sanayi sektöründeki verimlilik

artışının tarım sektörüne göre daha hızlı artmasıdır. Bu gelişimi son dönemlerde gerçekleştiren

Page 127: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 122

ülkelerin başında G. Kore gelmektedir. G. Kore’de tarım sektörünün GSYİH payı hızlı bir

düşüşe geçmiştir. Özellikle 1970 sonrası sanayinin GSYİH payı hızlı bir artışa geçmiş, yüzde

40 seviyesinin üstüne çıkarmıştır (Arslanhan ve Kurtsal, 2010:4)

Türkiye’nin 2013 yılı itibariyle tarım, sanayi ve hizmet sektörünün GSYH payları sırasıyla

yaklaşık yüzde 9, yüzde 35 ve yüzde 56 seviyelerindedir (TÜİK, 2014). Bu durumun gelişmiş

ülkelerin sektörlerinin GSYH paylarına uyumdan uzak olduğu görülmektedir. Bunun en

belirgin göstergesi tarım sektöründe görülmektedir. Tarım sektörünün yarattığı istihdam yüzde

25’ler civarında iken GSYH payı yüzde 9 civarında seyretmektedir. Gelişmiş ülkelerde ise

tarımın GSYH payı istihdam yaratma kapasitesi açısından yüzde 3’lerin altındadır (TÜİK,

2014). Türkiye’de tarım sektörünün yüksek istihdam yarattığı ve bu istihdam kapasitesine

rağmen düşük milli gelir payına sahip olduğu için teorilerden ve gelişmiş ülke trendlerinden

sapmalar yaşandığı söylenebilir.

4.4. İstihdamın Sektörel Dağılımı

Ülkenin gelişme trendinde yapısal dönüşümün diğer parametresi sektörlerin istihdam

paylarındaki değişimdir.

Grafik 3. Sektörlerin İstihdam Payları 1996-2013

Veriler incelendiğinde tarımın ve sanayinin istihdam payı düşerken hizmetlerin istihdam

payı artış göstermiştir (Grafik 3). Teoriler neden tarım sektöründen sanayi sektörüne ve oradan

da hizmetler sektörüne istihdam kayması yaşanması gerektiğini tarım sektörünün sanayi

sektörüne nispeten daha düşük verim göstermesi temeline dayandırmaktadır. Türkiye’de sanayi

sektöründe kişi başına düşen katma değerin tarım sektöründen dört kat fazla olması bunu

doğrulamaktadır (Acar, 2009). Bu yaklaşımlar doğrultusunda kaynakların verimsiz olduğu

alanlardan verimli olduğu alanlara kaydırılması rasyonel bir süreç olarak görülmektedir. Yukarıdaki grafik verilerine göre (Grafik 3), Türkiye’de hizmet sektörü istihdam oranı

incelenen zaman dilimi içerisinde artış göstermiştir. Bu durum ise gelişmiş ülkelerin yapısal

dönüşüm süreçlerine benzerlik göstermektedir. Ancak gelişmekte olan bir ülke olarak

Türkiye’nin sektörel istihdam dağılımında tarımdan sanayiye oradan hizmetlere aşamalı geçiş

beklenirken, istihdam yaratan sektör hızlı bir şekilde hizmet sektörü olmuştur. İktisat

literatüründe bu durum istihdamsız büyüme olarak ifade edilir. Türkiye açısından istihdamsız

büyümenin boyutları hakkında yapılan bazı çalışmalara baktığımızda sorunun boyutları

görülmektedir. Bu yapısal dönüşüm süreci iyi kontrol edilemediği takdirde tarımdan hizmet

sektörüne doğru evrilme aşamasında tarımda açığa çıkan aşırı işgücü arzı imalat ve hizmet

Page 128: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı… 123

sektörleri tarafından istihdam edilemezse bu durum ülkede işsizlik oranlarının artmasına sebep

olacaktır (Yeldan, 2010). Bu çalışmalardan Sönmez (2010)’e göre, özellikle 1990 sonrası

yoğun olarak yaşanan düşük kur yüksek faiz politikaları sonucu ortaya çıkan kısa vadeli sıcak

para artışıyla büyüme reel sektör dışı istihdam yaratmadan gerçekleşmiştir. Diğer bir çalışma

ise Suiçmez (2007) tarafından gerçekleşmiştir. Çalışmasında ortaya koyduğu sonuç,

Türkiye’de büyümenin teknolojik ve verimlilik tabanlı olmadığından işgücünün istihdamının

eksik düzeylerde kaldığıdır.

5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Bu çalışmada 1996-2013 yılları arasında Türkiye’de yapısal dönüşümün, teorilerin

öngördüğü yapısal dönüşüm yaklaşımlarına uyum gösterip göstermediği değerlendirilmiştir.

Çalışmada elde edilen sonuçlar yapısal dönüşüm yaklaşımları doğrultusunda

değerlendirildiğinde; Türkiye’de teorilerden sapmaların yaşandığı görülmüştür. Türkiye’nin

yapısal dönüşümü Clark (1957) ve Lewis (1954)’in çalışma öngörüleri çerçevesinde

değerlendirildiğinde, sanayi ve hizmet sektörleri istihdam payları artış gösterse de, bu istihdam

artışının yarattığı reel büyümenin gelişmiş ülke trendlerinin gerisine düştüğü söylenebilir.

İstihdamın tarım sektöründen sanayi ve hizmetler sektörüne doğru evrilmesi için özellikle

sanayi ve hizmet sektörlerinde reel büyüme sağlayacak istihdam politikalarına öncelik

verilmesi önem arz etmektedir. Bu bağlamda politika yapımcılarının uzun vadeli tarım

planlarını istihdam şişmesinin ötesinde verimi artıracak, ve teknolojik dönüşümleri sağlayacak

şekilde yapılandırmaları gerektiği önemini korumaktadır. Sanayi politikalarında ise özel sektör,

AR-GE yatırımları ile ileri teknoloji üretecek yönde teşvik edilmelidir. Hizmet sektörünün aşırı

istihdam yaratmasının ötesinde uluslararası standartlarda hizmet ihracatı sağlayacak ve gelir

getirecek alanların desteklenmesi gerektiği belirgin hale gelmektedir.

Aynı şekilde elde edilen değerlendirme sonuçlarına göre, sektörlerin GSYİH paylarının

gelişmiş ülke verilerinin gerisinde kaldığı görülmüştür. Tarım sektörünün 2014 yılı itibariyle

yarattığı milli gelir payı yaklaşık yüzde 7,1 seviyelerindedir. Aynı şekilde tarım sektörü

istihdamın yüzde 21,4’ünü oluştururken milli gelir payının yüzde 7,2’lerde olması (TÜİK,

2014), teorilerin öngördüğü tarım sektöründe verimin düşük olduğunu aynı zamanda

Türkiye’de gelişmiş ülkelerin teknolojik yapısına ulaşmada gecikmelerin yaşandığını ortaya

koymaktadır (Fisher, 1939; Clark, 1957). Tarımın istihdam ve GSYİH paylarını genel anlamda

değerlendirdiğimiz zaman Türkiye’nin teorilerin öngördüğü yapısal uyumdan sapmalar

yaşadığı görülmektedir. Bu sapmanın iyileştirilmesinde, tarım sektöründe verim artışı

sağlayacak teknolojik altyapının geliştirilmesi ve bu yönde oluşturulacak kamu politikaları

önem arz etmektedir.

Çalışma bulguları genel anlamda değerlendirildiğinde Türkiye’de; sektörlerin istihdam,

dış ticaret ve GSYH payları açısından gelişmiş ülke yapılarından sapmaların yaşandığı

görülmektedir. Türkiye’de özellikle dış ticaret yapısında gelişmiş ülke trendlerinden ciddi

sapmaların yaşanması dış ticaretin sürdürülebirliliği konusunda riskler taşımaktadır.

Türkiye’nin ihraç ettiği ürünler içerisinde ileri teknoloji ürünlerinin payının toplam ihracatın

yüzde 3’ler seviyesinde olması buna karşın bu rakamın gelişmiş ülkelerde yüzde 20’lere

ulaşması yapısal dönüşümün seviyesi hakkında bilgi vermektedir. Dolayısıyla etkin bir yapısal

dönüşümün gerçekleşme dinamiklerinin, ileri teknoloji ürünleri ihracatına dayalı imalat

sektörünün geliştirilmesine dayandırılmasına karşın (Fisher, 1939; Clark, 1940; Chenery, 1960;

Özgen ve Yenipazarlı, 2002), Türkiye’nin dış ticaret yapısının bu öngörülerin gerisinde kaldığı

sonucuna ulaşılmıştır. Bu dönüşümün özellikle ileri teknoloji ürünlerinin üretilmesi ve bu

ürünlerin uluslararası pazarlarda alıcı bulmasıyla ekonomik gelişimi daha da olumlu

etkileyeceği önde gelen çalışmaların ortak sonucudur (Posner,1961; Clark, 1957). Ülkelerin az

gelişmişlikten kurtulma şartı çok sayıda iktisadi yaklaşım tarafından formüle edilmiş, bu

yaklaşımlar; sektörel dönüşüm, verimlilik ve pazar genişlemesi olarak kurgulanmıştır (Weiss

ve Hobson, 1999; Hausmann ve Rodrik, 2003; Shapiro, 2007; Rodrik, 2004; Chang, 2012;

Krugman,2001; Stiglitz, 2000).

Page 129: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 124

KAYNAKLAR

Acar, O. (2009). Türkiye Ekonomisindeki Yapısal Dönüşümün Dinamikleri, Uluslar arası Ekonomik

Sorunlar Dergisi, Sayı: XXXI

Adelman, I. ve Morris, C. T. (1967). Society Politics an Economic Development: A Quantitative

Approach, Johns Hopkins University Press, Baltimore.

Aktaş, C. (2009). “Türkiye’nin İhracat, İthalat ve Ekonomik Büyüme Arasındaki Nedensellik Analizi”

Kocaeli Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, (18) 2009/2.

Altvater, E. (1984). “Neo-Liberal Karşı Devrimin Hiç de Gizli Olmayan Çekiciliği”, Çev: N. Satlıgan,

İktisat Dergisi, Sayı: 241.

Amin, S. (1991). Eşitsiz Gelişme, Çev: A. Kotil, Arba Yayınları, İstanbul.

Ankara Ticaret Odası, www.atonet.org.tr, Gümrükte Kuşatma. (Erişim Tarihi: 10.02.2015)

Arslanhan, S. ve Kurtsal, Y. (2010). Güney Kore İnovasyondaki Başarısını Nelere Borçlu? Türkiye İçin

Çıkarımlar, TEPAV Politika Notu, (Erişim Tarihi: 01.02.2015)

http://www.tepav.org.tr/upload/files/12858286955.

Avrupa Birliği Bakanlığı, www.ab.gov.tr, Türkiye-AB İlişkilerinin Tarihçesi, Erişim: 17.02.2015

Balassa, В. (1967). Trade Creationand Trade Diversion in the European Common Market. The

Economic Journal, vol. 77.

Barro, R.J. (2000). “Inequality and Growth in a Panel of Countries”, Journal of Economic Growth,

Volume 5.

Bhagwati, J. (1994). "Threatsto the World trading System: Income Distribution and the Selfish

Hegemon" Journal of International Affairs, Spring

Bauer, P. (1956). Lewis’ Theory of Economic Growth: A Review Article. American Economic Review

46(4): 632-41. Reprinted in Bauer (1972).

Bulut, M. (1999). "XVII. Yüzyılın İlk Yarısında Hollandalı Tüccarların Osmanlı Bölgelerindeki

Faaliyetleri", Osmanlı cilt. 3, Yeni Türkiye Yay. Ankara.

Chenery, H.B. (1960): ‘Patterns of Industrial Growth’, American Economic Review, Cilt 50, Sayı 4.

Clark, C (1940). “The Conditions of Economic Progress”.

Clark, C. (1957). The Conditions of Economic Progress, 3.Edition, London, Macmillan.

Çeştepe, H., Yıldırım, E., Bayar, M. (2013). Doğrudan Yabancı Yatırım, Ekonomik Büyüme ve Dış

Ticaret: Toda-Yamamoto Yaklaşımıyla Türkiye’den Nedensellik Kanıtları, Akdeniz Üniversitesi

İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi, Cilt 13, Sayı 27.

Demirhan, E. (2005). “Büyüme ve İhracat Arasındaki Nedensellik İlişkisi: Türkiye Örneği” Ankara

Üniversitesi, Siyasal Bilgiler Fakültesi, Cilt 60, Sayı 4.

Dodaro, S. (1993). “ExportsandGrowth: A Reconsideration of Causality”, TheJournal of Developing

Areas.

Fisher, A (1939) Production: Primary, Secondary and Tertiary, Economic Record

Frankel, J. ve Romer, D. (1999). “Does Trade Cause Growth?”, American Economic Review, 89.

Friedman, M. (1998). "A Comment on CSWEP," Journal of Economic Perspectives, American

Economic Association, vol. 12(4).

Gerni, C., Emsen, Ö.S. ve Değer, M.K. (2008). İthalata Dayalı ihracat ve Ekonomik büyüme: 1980-2006

Türkiye Deneyimi, 2. Ulusal İktisat Kongresi, 20-22 Şubat 2008, DEÜ İİBF İktisat Bölümü, İzmir.

http://www.deu.edu.tr/userweb/iibf_kongre/dosyalar/deger.pdf. (Erişim Tarihi: 29.01.2015).

Grossman, G. M. & Helpman, E. (1993). "Trade Wars and Trade Talks," NBER Working Papers 4280,

National Bureau of Economic Research, Inc.

Güngör, B. ve Kurt, M. (2007). “Dışa Açıklık ve Kalkınma İlişkisi (1968 – 2003): Türkiye Örneği”

Atatürk Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi, Cilt:21, Erzurum.

Hausmann, R. and Rodrik, D. (2003). ”Economic development as self-discovery. ” Journal of

Development Economics, Volume 72.

Page 130: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı… 125

Kaynak, M. (2001). Kalkınma İktisadı, Gazi Kitabevi, Ankara.

Kavoussi, R.M. (1984). “Export Expansion and Economic Growth: Further Empirical Evidence”,

Journal of Development Economics, Vol. 14.

Kazgan, G. (1988). Ekonomide Dışa Açık Büyüme, Son Gelişme ve Rakamlarla Güncelleştirilmiş 2.

Basım, Altın Kitaplar Yayınevi, İstanbul.

Keesing, D.B. (1966). Labor Skills and Comparative Advantage. American Economic Review, 56(1/2).

Kenen, P.B. (1965). Nature, Capital and Trade. Journal of Political Economy, 73(5).

Kenessey, Z. (1987) “The Primary, Secondary, Tertiary And Quaternary Sectors Of The Economy”, The

Review of Income and Wealth, Review of Income and Wealth, Volume 33, Issue 4.

Kıran, B. ve Güriş, B. (2011). “Türkiye’de Ticari ve Finansal Dışa Açıklığın Büyümeye Etkisi: 1992-

2006 Dönemi Üzerine Bir İnceleme” Anadolu Üniversitesi, Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt:11, Sayı:2,

Eskişehir.

Krueger, A. O. (1997). Trade Policy and Economic Development: How We Learn The American

Economic Review, Vol. 87, No. 1.

Krugman, P. (1979). “Increasing Returns, Monopolistic Competition and International Trade”. Journal

of International Economics, Vol. 9.

Krugman, P. (2001). Other’s People’s Money, The New York Times, July 18.

Lal, D. (1987). Markets, Mandarins, and Mathematicians. Cato Journal 7 (1).

Lewis, W.A. (1954). Economic Development with Unlimited Supplies of Labour”, Manchester School

of Economic and Social Studies 22:139-91, Çev.: Metin Berk, Ankara:Orta Doğu Teknik

Üniversitesi İdari Bilimler Fakültesi Yayınları (1966), Ankara. Kuznets, S. (1963). “Quantitative

Aspects of the Economic Growth of Nations”, Economic Development and Cultural Change, 11(2).

List, F. (1841). The National System of Political Economy, 1841’de yayınlanan Almanca aslından

Sampson Lloyd tarafından 1885’te çevirilen İngilizcesinden alıntı, Longmans, Green, and Company

London; Chang, H.J. (2002). Kicking Away the Ladder – Development Strategy in Historical

Perspective, Anthem Press, London. Chang, H.J. (2003), Kalkınma Reçetelerinin Gerçek Yüzü,

Çev: Tuba Akıncılar Onmuş İletişim Yay. İst. ). Aktaran: Chang, H.J. 2003. ’Sanayileşmenin Gizli

Tarihi’

Little, I. M. (1961). Review of P. Bauer: Indian Economic Policy and Development. Economic Journal

72.

Marangos, J. (2008), “The Evolution of the Anti-Washington Consensus Debate: From ‘Post-

Washington Consensus’ to ‘After the Washington Consensus’, Competition & Change, Vol. 12, No.

3, September 2008. Aktaran: Tekgül, Y. ve Cin M.F. (2014).

Marangos, J. (2009), “The Evolotion of theTerm ‘Washington Consensus’”, Journal of Economic

Surveys Vol. 23, No. 2. Aktaran: Tekgül, Y. ve Cin M.F. (2014).

Onuncu Kalkınma Planı Öncelikli Dönüşüm Programları Eylem Planları

(1c),http://www.kalkinma.gov.tr/Pages/content.aspx?l=aef6c539-6ca3-484c-aea6-

ea4551a35a71&i=686. (Erişim Tarihi: 31.01.2015).

Onuncu Kalkınma Raporu, 2014-2018, Özel İhtisas Komisyonu Raporu,

http://www.kalkinma.gov.tr/Lists/zel%20htisas%20Komisyonu%20Raporlar/Attachments/247/%C4

%B0malat%20Sanayiinde%20D%C3%B6n%C3%BC%C5%9F%C3%BCm%20%C3%96zel%20%

C4%B0htisas%20Komisyonu%20Raporu.pdf. (Erişim Tarihi: 01.02.2015).

Öz, S. (2009). Kriz ve Korumacılık: Tarih Tekerrür Edecek mi?

Özgen F.B. ,Yenipazarlı A. (2002). "Globalizasyon Hakkındaki Doğru", Liberal Düşünce Dergisi, Yıl 7,

Sayı 27.

Parasız, İ., (2008). Ekonomik Büyüme Teorileri, Ezgi Kitabevi, 3. Baskı, Bursa.

Posner, M. V. (1961). “International Trade and Technical Change”, Oxford Economic Papers.

Prebisch, P. (1962). The Economic Development of Latin America and Its Principal Problems,

Economic Bulletin for Latin America.

Page 131: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 126

Rivera-Batız, L. And Romer, P. (1991). "Economic Integration and Endogenous Growth", Quarterly

Journal of Economics, 106 (2).

Rodrik, D. (2012). "Who Needs the Nation State?," CEPR Discussion Papers 9040, C.E.P.R. Discussion

Papers.

Shapiro, C. (2007). Patent Reform: Aligning Reward and Contribution, Working Paper 13141,

http://www.nber.org/papers/w13141.pdf. (Erişim Tarihi: 12.03.2015).

Simon, J. L. (1970). "The Concept of Causality in Economics", Kyklos, Vol. 23, Fasc. 2.

Singer, H. (1950). “The Distributions of Gains Between Investing and Borrowing Countries”, American

Economic Review, Papers and Proceedings, Vol. 40.

Soyak, A. (2003) Türkiye’de İktisadi Planlama: DPT’ye İhtiyaç var Mı? Doğuş Üniversitesi Dergisi,

Cilt 4, Sayı 2.

Sönmez, M. (2010). “Krizle Büyüyen İşsizlik, Güvencesizleştirme”, Özgürlük Dünyası, Sayı.214,

http://www.ozgurlukdunyasi.org/arsiv/36-sayi-214/308-krizlebuyuyen-issizlik-guvencesizlestirme.

(Erişim Tarihi: 06.01.2014).

Stiglitz, J. (2000). Capital Market Liberalization, Economic Growth and Insatability, World

Development, Vol28, Issue6.

Stolper, W.F., & Samuelson, P.A. (1941). “Protection and Real Wages”, The Review of Economic

Studies, Volume 9, Issue 1.

Suiçmez, H. (2007). “Türkiye’de Ekonomik Büyüme ve Verimlilik Artış Performansı Işığında Nasıl Bir

Kalkınma Politikası Benimsemeli?”, İşveren Dergisi,

http://www.tisk.org.tr/isveren_yazdir.asp?yazi_id=1618&id=84&baslik_id=&yapi=&gecerli_sayfa

=. (Erişim Tarihi: 07.11.2012)

Şimşek, M. (2003). “İhracata Dayalı Büyüme Hipotezinin Türkiye Ekonomisi Verileri İle Analizi: 1960

– 2002” D.E.Ü.İ.İ.B.F. Dergisi, Cilt:18, İzmir.

Taban, S. ve Kar, M. (2014). Kalkınma Ekonomisi, Ekin Basım Yayın Dağıtım, Bursa

Taylor, T. (2002). “The Truth About Globalization”, (Çeviren: F.B. Özgen Ve A. Yenipazarlı), Liberal

Düşünce, Yıl:7, Sayı:27.

Tekelioğlu, M. (1993). İktisadi Düşünceler Tarihi, Çukurova Üniversitesi Basımevi, Adana.

Tekgül, Y. ve Cin, M.F., (2014). ‘Neoklasik Paradigma Olarak Washington / Post Washington

Uzlaşısının Yükselişi ve Düşüşü: Post Keynesyen Alternatif Yaklaşım’, International Conference on

Eurasian Economies (2014) Bildirileri, İstanbul: Beykent Üniversitesi.

TÜİK, Veri Tabanları,

http://www.tuik.gov.tr/PreTabloArama.do?metod=search&araType=vt.(Erişim Tarihi: 01.11.2014).

Tüsiad-Koç Üniversitesi Ekonomik Araştırma Forumu Çalışma Raporu Serisi 0904,

http://core.kmi.open.ac.uk/download/pdf/6504362.pdf. (Erişim Tarihi: 16.09.2014).

Weiss, L. & Hobson, J. M.(1999). Devletler ve Ekonomik Kalkınma, Karşılaştırmalı Bir Tarihsel Analiz,

çev. K. Dündar, Dost Yayınları, Ankara.

Yeldan, E., Taşçı, K., ve Voyvoda, E. (2012). Orta Gelir Tuzağından Çıkış: Hangi Türkiye?

http://turkonfed.org/Files/ContentFile/ogt-1sektorel_analiz.pdf. (Erişim Tarihi: 02.11.2014).

Yeldan, E. (2010). İstihdamsız Büyüme, Esnek İşgücü,

http://yeldane.bilkent.edu.tr/Yeldan251_24Sub10.pdf. (Erişim Tarihi: 02.08.2015).

Yükseler, Z. ve Türkan, E. (2008). Türkiye’nin Üretim ve Dış Ticaret Yapısında Dönüşüm Küresel

Yönelimler ve Yansımalar, TÜSİAD-T/2008-02/453, Mikado Matbaacılık, İstanbul

Page 132: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Yapısal Dönüşüm ve Dönüşümün Yapısı… 127

Extended Abstract

1. INTRODUCTION

In developing countries one of the most important problems occurs in structural transformation

process. Structural transformation means sectoral employment and GDP shares convert to industry and

services from agriculture (Yeldan, 2010). Moreover structural transformation theories have foreseen that

production convert to capital goods from consumption goods in manufacturing sector. Hence, in

transformation process agriculture sector becomes smaller. This situation must be compensated with

productivity increase in agriculture sector and production of high technology goods in industry and

services sectors. Accordingly, GDP and external trade shares of industry and services sectors increase.

Basic economic approaches determine the reasons of transformation from agriculture to

services. First of these approaches put forward income elasticity of demand of agriculture goods is lower

than industry and high technology goods (Fisher, 1939). Second one brings forward when countries

GDP values increase, aggregate demand alter to industry and high technology goods relatively. The last

one determines international terms of trade always move along opposed to agriculture goods (Singer,

1950; Prebish, 1962). Transformation of production from agricultural goods to high technology goods is

important for developing countries in liberation from external dependence.

This study evaluates structural transformation of Turkey from 1996 to 2013. In this study,

changes of external trade, GDP and employment shares of sectors are examined. It is analyzed that

whether structural transformation of Turkey is parallel to development theories or not with graphs.

Moreover, structural transformation of Turkey is examined along new period external trade and

development approaches.

2. LITERATURE

The first theoretical principal of structural transformation put forward by Allen G. B. Fisher

and Colin Clark. This principal holds “Clark-Fisher Hypothesis”. It emphasizes that; countries must

provide specialization in agriculture (primary) sector, industry (secondary) sector and services (tertiary)

sector and capital stock with technological progress for acceleration of economic development. Capital

stock is invested to industry sector which is productive and provides more employment than agriculture

sector. In Kuznets’ approach it can be seen that while countries become more developing, capital stock

convert to mining and manufacturing primarily, transportation, communication, trade, services

management of public and private afterwards (Kenessey, 1987:362). Hence, result of structural

transformation, employment and GDP shares of sectors convert to industry and services from agriculture

and economic development of countries accelerate (Fisher, 1939; Chenery, 1960:624-654; Clark,

1957:493-495). All the same result of international expansion export incomes increase and this

increasing affect distribution of income positively (Stolper-Samuelson, 1941:58-73).

Approach which is named Singer-Prebish thesis especially in literature bring forward that goods

produced by developing countries have low income elasticity of demand, don’t provide income

increasing and international terms of trade break down opposed to these countries (Singer, 1950;

Prebish, 1962; Kazgan, 1988:50-53). Hence, developing countries are dependent on import because they

can’t produce high technology goods which affect international terms of trade positively. Consequently,

foreign trade deficit and foreign exchange gap occur. Technology, proficiency and productivity don’t

increase result of specialization on primary (low technology) goods in these countries (Kavoussi,

1985:379).

3. FINDINGS

Pattern of trade of Turkey is import intense especially. In 1996 and 2013, export of Turkey is

23, 5 billion dollars, 152 billion dollars and import of Turkey is 43, 5 billion dollars and 252 billion

dollars respectively. Export increased about % 650 and import increased about % 570 in the meantime.

Especially increasing in import shows that export is dependent on import. Import assigns external trade

because most of export goods are dependent on intermediate goods and capital goods inputs (Gerni vd.,

2008). In spite of import frame export goods are dominated by consumption goods (Acar, 2009).

Furthermore income elasticity of demand of export goods of Turkey is low and these are middle

technological goods (Gerni vd., 2008).

Export share of high technology goods is about %3 in Turkey, in 2013. Hence, Turkey come

across middle income trap in this situation (Yeldan vd., 2012). South Korea which get rid of middle

income gap in short time take attention by producing and exporting of high technology goods, its share

Page 133: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Harun YAKIŞIK, Özlem FİKİRLİ 128

of high technology goods about % 26 in export. It is clear that developing of manufacturing sector

enhances economic progress. While added value of manufacturing sector of Turkey increase about %500

from 1980 to 2011, this increasing in South Korea and China %1300, %2300 respectively. Added value

of Turkey lower than South Korea and China in the meantime ( The Tenth Development Plan, 2014-

2018:8).

General approach in economics literature put forward that when countries become more

developed export share of agricultural goods decrease while industry goods increase (Fisher, 1939;

Clark, 1957: 493-495; Kenessey, 1987:362). However opposed to theoretical approaches export of

agriculture goods is high in Turkey currently. This case shows that there is deviation from developed

countries trend in Turkey. GDP share of agriculture is important currently because export of agriculture

goods contain unprocessed mineral and raw material. On the other hand import share of processed and

high value added agriculture goods are high in Turkey. This case shows that population increase and

demand of agriculture goods maintain their importance. Reasons of dependency of agricultural goods

import are wrong policies in agriculture sector and suboptimal agriculture production.

GDP shares of agriculture, industry and services are about % 9, % 35, % 56 respectively in

Turkey, in 2013 (Turkstat, 2014). These shares are far from developed countries’ and the most

significant indicator for this case is agriculture sector. While employment share of agriculture sector is

about % 25 GDP share of agriculture sector is about % 9. Employment share of agriculture sector is less

than % 3 in developed countries (Turkstat, 2014). In Turkey there is deviation from theories and

developed countries trends because employment share of agriculture sector is high and GDP share of

agriculture sector is low.

It is expected that there is a gradual change in sectoral employment distribution of Turkey but

services sector dominate employment mercurially. This case is expressed jobless growth in literature.

There is many studies about Turkey’s jobless growth and the importance of this problem is seen in these

studies. If structural transformation process isn’t checked well, excessive labor supply which appear in

agriculture sector can’t be hired in industry and services sectors. So unemployment rates increase

(Yeldan, 2010).

4. CONCLUSION

In this study it is examined that whether structural transformation in Turkey from 1996 to 2013

parallel to theories or not. Results are evaluated according to structural transformation approaches and it

is seen that there is deviation from theories. Structural transformation of Turkey is analyzed according to

Clark’s (1957) and Lewis’ (1954) approach and it can be said that although employment shares of

industry and services sectors increase, real economic growth which consists of this increasing is lower

than developed countries trends. Therefore it is important that policymakers provide sectoral

productivity increasing and technological transformation in agriculture sector. Private sector is supported

with R&D investments in order to produce high technology goods in industry sector. Finally services

sector is supported in order to export services in international standard and GDP increasing.

When study findings are evaluated in general terms, it can be said that employment and GDP

shares of sectors and foreign trade deviate from developed countries structures. Especially significant

deviations in foreign trade have risk about sustainability of foreign trade.

Hence, although effective structural transformation is based on export of high technology goods

and developed industry sector (Fisher, 1939; Clark, 1940; Chenery, 1960; Özgen ve Yenipazarlı, 2002),

structure of Turkey’s foreign trade get behind the foresights. It is common result in primer frameworks

that production of high technology goods and marketing these goods in international market have

positive affect on economic progress (Posner, 1961; Clark, 1957). There is lots of economics approach

about liberation from underdevelopment. These approaches are built on sectoral transformation,

productivity and market expansion (Weiss ve Hobson, 1999; Hausmann ve Rodrik, 2003; Shapiro, 2007;

Rodrik, 2004; Chang, 2012; Krugman, 2001; Stiglitz, 2000).

Page 134: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 129-140

Doğu Karadeniz Bölgesi Lojistik Köyünün Bölgesel Entegrasyonu Ve

Uluslararası Rekabet Gücü: Türkiye

Regional Integration And International Competitiveness Of Eastern

Black Sea Region Logistics Village: In Turkey

Filiz KARPUZ 1,*

ÖZ: Bu çalışmanın amacı Doğu Karadeniz Bölgesinde kurulacak lojistik köyün Türkiye’nin doğusunda yer

alan ülkeler ile entegrasyonunu artırarak uluslararası rekabet gücüne sağlaması muhtemel katkıları incelemektir.

Lojistik köyün Türkiye’nin hedeflediği dış ticaret hacminin genişletilmesine hız kazandıracağı düşünülmektedir.

Doğu Karadeniz Bölgesinde lojistik köy kuruluş yeri seçimi ve özellikle bölgenin lojistik öneminin

değerlendirilmesi litedatür incelenmesi ile gerçekleştirilmiştir. Gelişmekte olan ülkelerin bölge üzerinden küresel

pazarlara yakınlaşması zaman ve maliyet tasarrufu ve bunlarla bağlantılı olarak rekabet avantajı sağlayacaktır. Bu

avantajlar bölgenin ulaşım ve lojistik önemini bölgesel, ulusal ve küresel boyutta arttırmaktadır. Lojistik köylerin

kuruluşları sabit sermaye ve altyapı yatırımı gerektirdiğinden finansman yapısında kamu-özel sektör işbirliği

faaliyetleri ile uygulamaya geçilmesi beklenmektedir. Ayrıca ülkeler arası ticareti olumsuz yönde etkilememesi

bakımından güvenlik, ulaşım altyapısı, mevzuat değişiklikleri gibi sorunların aşılması gerekir.

Anahtar Kelimeler: Lojistik Köy, Türkiye, Doğu Karadeniz Bölgesi, Rize (İyidere).

ABSTRACT: This study aims to prospect that the logistics village to be established in the Eastern Black

Sea Region will positively affect the international competitiveness by increasing its integration with Turkey's

eastern neighbour countries. The logistics village is expected to accelerate the expansion of Turkey's foreign trade

volume. The selection of the logistics village's location in the Eastern Black Sea Region and the evaluation of the

logistical importance of the region have been achieved by an examination of the literature. As the developing

countries get closer to the global market through the region, cost and time savings and thereby a competitive

advantage can be achieved. These advantages increase the transportational and logistical importance of the region,

both nationally and globally. Since the construction of the logistics villages require fixed capital and infrastructure

investments, it is expected to be implemented through public-private partnership activities for financial issues. In

addition, the problems such as safety, transport infrastructure and legislative changes must be overcome so that the

international trade will not be adversely affected.

Keywords: Logistics Village, Turkey, Eastern Black Sea Region, Rize (İyidere).

1 * Ph.D. candidate of Business Administration,

Southern University - IMBL, Rostov-on-Don (Russia)

* Lecturer of the Fındıklı Vocational High School, Department of Business Administration,

Recep Tayyip Erdogan University, Rize (Turkey)

email: [email protected]

Page 135: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Filiz KARPUZ 130

1. INTRODUCTION

Turkey has a strategic and geopolitical position which bridges Asia and Europe. Also, it

is a country surrounded on three sides by the sea with a developing transport infrastructure, an

expanding foreign trade volume and a position close to emerging economies. The growth

recorded in imports and exports has increased the value of the logistics sector in the globalized

world and Turkey. In order to ensure supremacy in global competition, the cost-effectiveness

must be achieved, the supply chain management efficiency must be increased and logistical

operations must be successful. The Logistics sector being one of the service sectors is the basis

for freight and passenger transport between the continents. The growth rate which Turkish

logistics sector has attained in foreign trade since the 2000s, enables it to be a dynamic sector

attracting local and foreign investors. However, Turkey can not make use of this potential

adequately. It is seen that the construction of the logistics villages has had a large space in the

transportation strategies of Turkey's targets in 2023. The construction of the logistics villages

and the activities to put them into service has been continuing rapidly.

The logistics villages/bases/centers which are the areas where the operative needs of the

enterprises can be met, come up frequently in the world and in our country and their number is

increasing rapidly. As our country is situated at the intersection of the east-west and north-

south axis on earth, it could be said to have the potential to become a regional power. The

Eastern Black Sea Region is an important area in terms of logistical activities carried out

through Turkey and transportation corridors.

This study aims to prove that the logistical village to be established in the Eastern Black

Sea Region will positively affect the international competitiveness by increasing its integration

with Turkey's eastern neighbour countries. The logistics village is expected to accelerate the

expansion of Turkey's foreign trade volume. The study is discussed in four parts. In the first

part; the information about the concept of logistics, logistics villages and their general

characteristics is given. In the second part, the development of logistics villages and the

logistics sector in Turkey are described. In the third part; the regional integration of the Eastern

Black Sea Region logistics village has been mentioned and the work has been completed with a

general evaluation in conclusion.

2. THE CONCEPT OF LOGISTICS, THE CONCEPT AND THE STRUCTURE

OF LOGISTICS VILLAGE

2.1. The Definition of Logistics

It was derived from the Greek word "logistikos" meaning "the science of accounting"

and also means "being good at accounting" (lojistikdunyasi.com). It is a word came out of the

process in which the soldiers in Ancient Greek, Roman, Byzantine civilizations meet their

needs by themselves (Logisticsworld.com). According to another definition, it is a term related

to the activity of moving equipment, supplies and people for military operations (Oxford

Advanced Learner's Dictionary). Logistics is a word passed from military terminology to the

civilian one. According to Turkish Language Association Dictionary, logistics is defined as the

effective and efficient planning and implementation of the transportation of all kinds products,

services and information from the standpoint to the destination to meet the needs of people

(tdk.gov.tr). Today, it is defined as the physical movement of the products/services between

one or more parties in the supply chain (Nebol, Uslu, Uzel, 2014: 313). Logistics is the process

which includes the implementation of the forward and reverse flow of transportation of the

goods and services and the relevant information between the source and demand areas meeting

the needs of the customer effectively and efficiently storage; its planning, implementation and

the control of the procedures (cscmp.org). In this definition, the importance of logistics in

terms of management and increasing service quality and customer satisfaction, while reducing

costs, are emphasized.

Page 136: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Regional Integration And International Competitiveness… 131

2.2.The Definition of Logistics Village

"Logistics villages" are generally dealt with its definitive variations of "logistics base"

and "logistics centers" (Elgün, 2011: 205). The concept of the logistics village is called "inland

port" in the USA (Aydın&Öğüt 2013). Due to the different customs procedures, it is also

conceptually called as "logistical park", "transport center", "integrated merchandise center"

(Aydın&Öğüt 2008). It came up as "freight village" in Europe in the late 1960s (Elgün, 2011:

207). Logistics villages are known by different concepts in different countries especially in

Europe. It is defined as "freight villages"in the UK; "plate forme logistique" and "plate forme

multimodal" in France, "güterverkehrszent" (GVZ) in Germany; "interporto" in Italy; "rail

service centre" (RSC) and "tradeports" in the Netherlands and "transport centre" in Denmark

(Yıldıztekin, 2012). Logistics village is a specific area where both national and international

transport, logistics and all the activities related to distribution of goods are implemented by a

variety of operators (Erdal, 2015: Slide No: 14). Beside these activities, they are also particular

regions where the integrated logistics activities such as storage, handling, consolidation,

separation, import, export, customs clearance, transit operations, insurance, banking,

consulting, infrastructure services and manufacturing (Kutlu&Gür, 2008: 6).

2.3.The Structure of Logistics Villages

The increased competition as a result of the growth in global trade also increases the

importance of investment in the logistics field. Therefore, today the logistics villages

integrating airline, land, sea, railway and pipeline transport has gained importance.

Logistics villages where distribution is made from one single center are built near cities

and managed from one single center. Logistics villages, as well as being an investment for the

long term development of cities, should be built in accordance with a master plan. Logistics

villages serve the logistics enterprises. Logistics villages have a structure including indoor-

outdoor storage areas, with intelligent storage system and in which customs procedures are

easily performed, support and assisted services can be provided (Yeşilyurt, 2013). In logistics

villages, container, loading, unloading; and in storage areas; storing and warehousing loads

splitting, merging and packaging services are provided.

When the formation of logistics villages is examined, they seem to be rather high cost in

terms of physical service and technological infrastructure. Logistics villages in Europe are

generally established as multi-partnered with capital support in return for a certain share of

money by public private partnership including municipal or local governments, the region's

boards of trade and industry, transport companies and by third parties. Logistics villages are

generally operated by a single body belonging to public and/or private sector. Hence, logistics

villages should be established by the cooperation of both public and private sectors.

Considering that logistics and trade are inseparable, logistics costs make up 10-20% ,

sometimes 40%, of the overall costs, In economic terms, logistics costs are the end point with

which companies can compete. In economical terms, the last point where the companies can

compete is logistics costs. Logistics includes receiving, warehousing and stocking, packing,

shipping, international and local transport and the integration of information processing related

to the relevant activities. That is to say, logistics is a concept that will always be the case as

long as the difference between the production point and consumption point exists (Tanyaş,

2008).

The logistics information technologies in modern terms, require a specialization in

which communication, human resources management, total quality management, supply chain

management and transportation and engineering are integrated (Gün, 2013).

Page 137: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Filiz KARPUZ 132

3. DEVELOPMENT OF LOGISTICS VILLAGES, LOGISTICS SECTOR

IN TURKEY

3.1. Development of Logistics Villages

When we take into consideration that logistics is based on transportation, it can be said

that this function is as old as humanity. It appeared in the military field in the French army in

the 17th century. Its recognition as a sector in the world dates back to the 1950s and it was

used in industry in the late 20th century. Today, it has been a part of the supply chain, enabling

the supply chain to function efficiently and economically (Nebol, Uslu, Uzel, 2014: 12). With

the increase need for supply, transportation and materials, the “logistics” concept has found its

place in business.

The concept of logistics village was initially born with the development of the industry

in the USA. In Japan, the concept of logistics villages are suggested to reduce the traffic

congestion, environmental, energy and labor costs. Logistics village administration has gone to

Western Europe from the United States. The first examples of it were established, on a large

scale, in Paris regional area: Garanor and Sagoris (Rungis) (Nebioğlu, Tuğrul, Gülec, 2013).

This application was developed in accordance with urban policy.

Since the late 1960s, Logistics villages have appeared in Italy and Germany in logistics

villages, land /rail transportation has facilitated intermodal transportation. In the 1980s and

1990s, the number of logistics villages began to increase rapidly in the world. Logistics

villages, first appeared in the United States, were quickly adopted by the United Kingdom,

France, Germany, Italy, the Netherlands, Denmark and Belgium afterwards (Aydın&Öğüt

2013). The process of globalization connects all the continents: America, Asia, Africa, except

Australia via land, which has increased the importance of logistics activities.

3.2. The Logistics Sector In Turkey

In our country, logistics sector operations including land, air, sea, rail and combined

transport began in the 1980s. The investments made in the field of logistics has gained

momentum in the 1990s. During the 2000s, national and international investments were made

and logistics businesses were set up. The logistics sector comprising import and export, has

come to the fore with large-scale retail and e-commerce. Thanks to the development of Internet

and the establishment of web-based stores has accelerated stocked and even without stock

business model retailing (Erdal et al., 2010: 66). The growth in the retail sector has attracted

many businesses around the world to Turkish market. In the growing market, the merging of

companies reduced the number of companies. Hence, the competition passes from price

focused strategies onto technology and logistics focused strategies. The manufacturing

enterprises in Turkey, meet 75% of logistics activities in Turkey from their own internal

resources. However, manufacturers can concentrate on their core activities by having other

companies do transportation, storage, handling, packaging, inventory, distribution other than its

main activities (Çevik&Kaya, 2010: 22-23).

Logistics villages, which was first pronounced in 2005 in our country, started to be

establised by Turkish State Railways (TCDD) in 2006. Considering the logistics villages in our

country, their establishment have started to be accepted by the private sector as well. The load

stations which have been in the city center, as in European countries, have been set up at 16

points at different scales ensuring effective road transport, an area preferred by customers,

capable of responding to major logistical needs, compatible with technological and economic

development in a modern way (TC State Railways, 2013). Turkey's foreign trade target in 2023

is 1.1 trillion dollars in total being $ 500 billion export and $ 600 billion import. While

logistics sector in the global economy reached $ 6 trillion, in Turkey the sector growing 18

percent last 5 years has reached $50 billion. By 2015, it is estimated to be over $ 120 billion

(yeniasir.com).

Page 138: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Regional Integration And International Competitiveness… 133

Figure 1: Turkey’s yearly foreign trade rates

(Source: Institute of Statistics Official Website Turkey, www.tuik.gov.tr, 2015. Data for 2014 is provisional).

It can be concluded from the table above that Turkey's foreign trade volume which

expanded after the 2000s, has continued to grow at a lower pace. Turkey, which adopted

export-oriented growth model, has $ 157 billion exports in 2014. According to provisional

foreign trade data in January 2015; Turkey's export amounts to 12 billion 331 million dollars

while import amounts to 16 billion 636 million dollars (gtb.gov.tr). In logistics villages where

transportation costs are low thanks to different modes of transport, total freight transport is

estimated to reach $500 billion by 2023, which increases the importance of logistics villages.

The scale of logistics sector is determined in relation to Gross National Product (GNP).

According to OECD reports, 15 % of the total employment is made up by logistics sector

(Gün, 2013:297). There are different evaluations regarding the scale of the sector varying from

country to country. The ratio in the developed countries is seen to range between 11-15% of

the GNP while it is %12 in Turkey. “Looking at the strategic location of Turkey, the GDP is

seen to have reached a total of 25 trillion US dollars. Our country has a strategic location in

terms of its access to the market with a value corresponding to half of the foreign trade in the

world. Providing easy access to the Middle East, North Africa, Eastern Europe and Central

Asia with a versatile bridge function, Turkey has become a base with its geographical location

where more than $ 2 trillion of freight transport is realized. The logistics industry is today

estimated to be 80-100 billion dollars and is expected to reach 108-140 billion dollars till

2017” (Aydın&Öğüt, 2013 ). To be able to attain the goal of being logistics base, Turkey needs

to increase the effectiveness of existing infrastructure and improve the efficiency of alternative

infrastructure investments along with development of alternative infrastructure investments.

A large part of the domestic transport sector is carried out with the highways. After the

year of 2002 with the construction industry of new highways, the sector has flourished.

However, the profitability has been reduced due to the increase in oil prices and road transport

adversely affects the environment.

The investment cost for railway transport is quietly high, but it has been given

importance in recent years. The Ministry of Transport, Turkey Transport and Communication

Strategy Target 2023 indicates railway transport corridors. The places which can be accessed

by means of railway are specified: Istanbul-Basra Railway Corridor, Hejaz Railway Corridor,

Southeast Asia Railway Corridor, the Trans-Anatolian Railway Corridor, Samsun-Antalya

Corridor, West-Vertical Corridor and East-Vertical Corridor.

0

50 000 000

100 000 000

150 000 000

200 000 000

250 000 000

300 000 000

200

0

200

1

200

2

200

3

200

4

200

5

200

6

200

7

200

8

200

9

201

0

201

1

201

2

201

3

201

4*

Exports Imports

Page 139: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Filiz KARPUZ 134

In line with its strategic and geopolitical position, Turkey has a potential to be a transit

center and provide functionality for alternative corridors among the countries in Asia, Europe,

the Middle East, the Arabian Peninsula, Africa. In an environment of an intense competition in

the international transport, Turkey should be integrated with the world. The investments in the

field of logistics will not only raise the sector standards in Turkey but also will speed up

Turkey in terms of its economic development and logistics base. This trade integration is

required to be done to reap the benefits as soon as possible.

4. REGIONAL INTEGRATION OF EASTERN BLACK SEA REGION

LOGISTICS VILLAGE

There are points in our country which has intersection of east-west, north-south axis of

the world. Our country, with its geopolitical and strategic features, has the distinction of being

a regional power. Eastern Black Sea Region is an important place in terms of its logistics

activities and transportation corridors.

This study has been realized with the examination of previous studies about the

evaluation of logistics importance of the region and village settlement selection in the Eastern

Black Sea Region. Determination of the place of logistics center is an important step in

settlement of it. The most important criteria affecting the selection of the place is having a site

which can be used by different transportation modes at the same time (Elgün &Elitaş, 2011:

631). Logistics villages are built in the areas with the related infrastructure and in connection to

principles such as economic, fast, secure, interoperability between the modes of transport.

To meet the clearance requirements in logistics villages and to build facilities for the

provision of combined transport services, the creation of large storage space is required. It is a

big advantage that Rize (İyidere) basin and its environment has the opportunity to expand over

flat terrain on both sides along with the wide river bed. Surface measurements made with

Google Earth shows that this can be extended up to 390,000 m2

area on land area and with sea

embankment.

Table 1: Planned field measurements of some logistics villages located in Turkey

Logistics Village Total Area (m2)

Kayseri (Boğazköprü) 511.000

Balıkesir (Gökköy) 200.000

Denizli (Kalkık) 300.000

Erzurum (Palandöken) 327.000

Konya (Kayacık) 120.000 (Source: The Moment Search, 2015).

When compared to logistics villages in Turkey, 390.000 m2 signifies a positive

measurement. Around the creek bed, there are inert lands that are suitable to build an airport.

This is possible rise in value with the expropriation of the land.

The depth of harbor is important in logistics villages in terms of transit transportation.

The Spice Road that is enlivened by Suez Canal has a 18 m depth (Bacak, 2011). Turkey is not

generally seen to have harbor depth higher than 14 meter. In scientific aspect, the best field to

build logistics village is Rize (İyidere) basin with 300 meter sea embankment and 18 meter sea

depth (rizeninsesi.net). With the formation of this sea depth, the large tonnage of cargo ships

that can visit Rize harbor will be important for the realization of international maritime

transport. Among the modes of transportation container ports has lower expense in maritime

transport, which increases its importance (Erdal, 2008: 522). Thus, maritime transportation

comprises the most important part of the logistics (Korkmaz, 2012: 100). Due to currents

formed by stream channel, the sand will not accumulate in the harbor of Rize (İyidere) basin,

Page 140: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Regional Integration And International Competitiveness… 135

so the harbor depth will not change. This will make the harbors of Eastern Black Sea Region

important.

In connection with the Southeastern Anatolia Region and Black Sea Region; Eastern

Black Sea Region is also bridge in the formation of the North-South axis. Besides the ports, for

Eastern Black Sea Region to become a major transit route, Ovit-Erzurum Tunnel should get

started.

In 1922, the Governor of Erzurum, Mehmet Emin Yurdakul emphasized the importance

of reaching Rize and the sea with the opening of Erzurum-İspir-Ovit road. In 1935, Ekrem

ORHON wrote a thesis on Ovit road in USA. One of the biggest ideals in 1980s was the

construction of a port in Rize, the expansion of the city by filling the sea and the actualizing

Rize-İspir-Erzurum road. It was planned to complete Erzurum road, opening to Middle East

and with this road Iran oil pipelines passing through İyidere and open to Europe (Rize

Municipality, 2010). The former president of Rize Municipality Ekrem ORHON’s opening

Sarp door to tourism and many activities he foresaw are carried out today and the benefits are

offered to the community. Today the ongoing construction of Ovit-İspit-Erzurum tunnel has a

certain construction cost. It is considered that a railway construction can be designed next to

highway by enlarging the tunnel (Karpuz, 2013). Today’s technology has the infrastructure that

allow works such as tunneling and the construction of viaducts on the route of the railway

which will connect Erzincan to the Black Sea Region. When the geographical conditions are

taken into consideration, these methods are easier and more economical than road building

with excavation. This technical work is required to be carried out by concerned public

organizations and primarily TCDD.

With Ovit-Erzurum connection, the transportation from Eastern Black Sea Region to the

east of Turkey, to South Eastern Anatolia Region and to some of the cities situated in the

Eastern Anatolia Region and to Iran will be in the shortest way. Iran’s foreign trade volume has

been 94.5 billion dollar by 11th month, February 2015. When compared to the previous year,

there is an increase of 22% and 12.3% in export and import figures (old.mehrnews.com).

Logistics center that will be established in the Eastern Black Sea Region will provide the

opportunity to serve as a bridge to transport route of Caucasus, Central Asia and the Middle

East.

Turkey, between Europa and Asia, performs a duty as a bridge forming east-west axis.

With the TRAnsport Corridor Europa-Caucasus and Asia (TRACECA) project developed

under the leadership of European Union (EU) leadership, the Silk Road is tried to be

revitalized. It is aimed to improve transportation opportunities between Europe and the Black

Sea and Community of Independent States countries through the Caucasus with railway,

maritime and highway. Turkey's routes in the project (TRACECA) are based on highway.

The member states of TRACECA are Turkey, Georgia, Armenia, Azerbaijan,

Kazakhstan, Kyrgyzstan, Tajikistan, Turkmenistan, Uzbekistan, Moldova, Ukraine, Romania,

Bulgaria and Iran. Although Turkmenistan is a participant, it is not a party MLA. Pakistan’s

membership process continues. The emerge of the new transport corridor has increased the

freight shipment on Asia-Pacific region, Central Asia-Caucasus-Europe (traceca.org.tr).

Strategic importance of the Eastern Black Sea ports is great on North Sea-Danube-Black Sea-

sea route connecting to the ports of Turkey. However, when Georgia's Poti and Batumi ports

were elected in the project, the ports in the Eastern Black Sea Region of Turkey are not

included. The port foreseen to be built in Rize (İyidere) as loading port serving for

transportation will bring Rize and Hopa Ports into prominence (II. Rize Development

Symposium Final Report, 2013). The Eastern Black Sea ports can be connected to Caucasus

and Commonwealth of Independent States (CIS) Railways through Batumi railways. The ports

must be supported by the railroad in the area.

Page 141: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Filiz KARPUZ 136

Within “Turkey Transportation and Communication Strategy Target 2023” Northern

Railway Corridor will provide access from Erzincan to Batumi within the borders of Turkey as

a continuation of Kars-Baku-Kazakhstan-China corridor. Trans-Anatolian Railway Corridor is

a railway project connecting Edirne, Istanbul, Ankara, Sivas, Erzurum, Kars-Tbilisi-Baku. It is

indicated that connection will be provided with Erzincan-Batumi connection to Ufa, from Ufa

to Vladivostok through Trans Siberia. The construction of railway line in the east-west block of

Rize (İyidere) logistic village connecting to Batumi city will create a potential for creating

synergy for freight shipment and tourism. It will also reduce the density of road traffic occurs

in Sarp Border.

Eastern Black Sea region is key area for integration of regions situated in Turkey's east-

west axis and south-north axis. As the region is the closest point of Turkey to markets of

Russia, Ukraine, Central Asia, the Caucasus, Georgia, Iran and Iraq, its logistics significance

has become prominent. When the geographical advantages of the region become operational,

logistics center in the region will become functional. According to the 2014 annual data of TSI,

Iran, Iraq, Russia, Ukranie and Azerbaijan are among 20 countries that Turkey does the most

foreign trade.

5. RESULTS

Since there isn’t enough amount of load to be classified as logistics in the Eastern Black

Sea region, the way to provider adequate and quality services that will attract transit transfer to

the region is to build a logistics village. The arrival of logistics depends on infrastructure. In

the selection of the place for the logistics village organization, the places which are wide

enough to serve multimodal freight forwarding opportunities, storage and transportation

services are taken into consideration. Geographical constraints of the Eastern Black Sea

coastline restrict the storage space. In the region, Rize (İyidere) basin has a width of land to

build a logistics village. In the Eastern Black Sea Region, Rize (İyidere) basin is also able to

provide the integration of the intersection point for road, rail, navigation and airways. The

western part of Rize (İyidere) is close to Trabzon airport and its southern part is wide enough

host an logistical airport.

The routes of the Transport Corridor Europe Caucasus and Asia-TRACECA passing

through Turkey are based on land transportation. In fact, TRACECA has been developed by

the maritime and rail lines across the Black Sea. Strategic importance of the Eastern Black Sea

ports is great on North Sea-Danube-Black Sea-sea route connecting to the ports of Turkey. Port

must be supported with the railroad in the area. The Eastern Black Sea ports can be connected

to Caucasus and CIS Railways through Batumi railways.

In addition, the Eastern Black Sea-Erzincan railway link will connect the Erzincan-Kars-

Tbilisi-Beijing railway to the Black Sea. On the other hand the Eastern Black Sea ports will

provide links to GAP, Iran and Middle East countries through Erzincan and Bingöl railways.

The revival of the Silk Road will create a competitive advantage in international trade corridor

in the surrounding area. The construction of railway in the east-west block of Rize (İyidere)

logistics village connecting to Batumi city will create a potential for creating synergy for

freight shipment and tourism. Tourist transitions will accelerate the exchange of art and

technology along with culture. Another expectation is that the road traffic density at the border

of Sarp will decrease.

Turkey has a strategic and geopolitical position between the Asia continent and the

European continent. With the establishment of logistics village in Rize (İyidere) basin and the

establishment of ports supported with railways, the strategic importance of the Eastern Black

Sea region will increase. With a fully operating Erzurum-Ovit Tunnel connected to logistics

village the Eastern Black Sea Region will serve as a bridge in the east-west axis and north-

south axis. An additional railway can be built for Erzurum-Ovit tunnel having a certain

Page 142: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Regional Integration And International Competitiveness… 137

construction cost. It is possible to achieve the shortest path to markets in the Eastern part of

country and in Iran and in Iraq. Transport facilities on the route which serves as a bridge

between Caucasus, Central Asia and Middle East countries will speed up the foreign trade.

With an increase in the volume of international trade, maritime transportation which has the

highest transportation capacity will make the region an important transit route. It is possible to

form a deep sea port serving for cargo ships sea embankment. In addition, Russia’s

membership in World Trade Organization (WTO) increases the importance logistics of the

Eastern Black Sea Region. It is a great opportunity the hinterland of the region includes the

developing countries.

Since the construction of the logistics villages requires fixed capital and infrastructure

investments, in financing structure it is expected to be implemented through public-private

partnership activities. With new employment areas, an increase is expected in qualified

workforce and diversity of new jobs. Departments and programs in universities serving for

logistics should be opened and guidance should be made. In addition, not to affect trade

between countries adversely, problems such as safety experienced in the transport sector,

transport infrastructure and changes in legislation should be overcome. Considering there is a

need for plan and policies towards development of other sectors related to freight and

passenger capacity-building, it would be useful to have observation of the process in terms of

technical and political dimension by the related bodies.

Logistics villages provide interesting opportunities for industrial and transportation

works, which will promote economic development of the region. It is expected to provide

expansion into the national and global trade network from the Black Sea Region. This

expansion to all customers in the commercial network, the convergence to the target market

will help them save time and cost. Cost advantage of the resources and subsequent efficient

utilization of the sources will be provided in addition to a competitive advantage. All these

advantages increase the transportational and logistics importance in regional, national and

global dimension. All these indicators clearly demonstrate the importance of the integration

and it has the potential to be the logistics base for the Eastern Black Sea Region.

Page 143: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Filiz KARPUZ 138

REFERENCES

Aydın, G. T. ve Öğüt, K. S. (2008). Lojistik Köy Nedir?, 2. International Railway Symposium, TCDD.,

İstanbul, 15-17.10.2008,Vol. 2, pp.1439-1448.

Aydın, G. T. ve Öğüt, K. S. (2013). “Avrupa ve Türkiye’ de Lojistik Köyleri". Turkey Prime Ministry

Investment Support and Promotion Agency of the Official Website, Accessed: 17.03.2015,

http://www.invest.gov.tr/tr-TR/sectors/Pages/TransportationAndLogistics.aspx

Bacak, M. (2011). Süveyş Kanalı. Deniz Harp Okulu Pusula Dergisi. No:71, Accessed: 22.04.2013,

http://www.dho.edu.tr/pusula/71/suveys-kanali.html

Çevik, S. ve Kaya, S., (2010). Türkiye’nin Lojistik Potansiyeli ve İzmir’in Lojistik Faaliyetleri

Açısından Durum (Swot) Analizi, R&D Newsletter, 2010 November Sektoral.

Elgün, N. ve Elitaş, C. (2011). Yerel, Ulusal ve Uluslar arası Taşıma ve Ticaret AçısındannLojistik Köy

Merkezlerinin Seçiminde Bir Model Önerisi, CB University Journal of Social Sciences,Vol. 9,

No. 2, pp. 630-645.

Elgün, N. (2011). Ulusal ve Uluslar arası Taşıma ve Ticarette Lojistik Köylerin Yapılanma Esasları ve

Uygun Kuruluş Yeri Seçimi, Afyon Kocatepe University, Journal of Economics and

Administrative Sciences Faculty, Vol.13, No. 2, pp. 203-224.

Erdal, M (2008). Konteyner Deniz ve Liman İşletmeciliği, İstanbul: Beta Edition Release Distribution

Inc., (1st ed).

Erdal, M., Görçün, Ö. F., Görçün, Ö. ve Saygılı, M.S., (2010). Entegre Lojistik Yönetimi, İstanbul: Beta

Edition Release Distribution Inc., (2nd

ed).

Erdal, M. Lojistik Üs Kavramı ve Türkiye Analizi, Accessed: 17.03.2015,

http://utikad.org.tr/pdf/Lojistikuskavrami.pdf

Gün, D. (2013). Değişim Çağında Sürdürülebilir Lojistik Süreç ve Stratejilerinin Yönetimsel Bakış

Açısıyla Değerlendirilmesi ve Küresel Lojistik üs Vizyonu, II. Rize Development Symposium

Proceedings, 3-4 May 2013, the RTE University, pp. 293- 308.

Jointly Organized by the Recep Tayyip Erdogan University and Maltepe University (2013). II. Rize

Development Symposium Final Report. Press Release.

Institute of Statistics Official Website Turkey, Accessed: 21.03.2015,

http://www.tuik.gov.tr/PreTablo.do?alt_id=1046

Logisticsworld, Accessed: 14.09.2015, http://www.logisticsworld.com/logistics.htm

Karpuz, F. (2013). Demiryolları Lojistik Köy Konseptinin Rize İli Ekonomik Kalkınması Üzerine

Etkilerinin İncelenmesi, II. Rize Development Symposium Proceedings, 3-4 May 2013, the RTE

University, Oral Presentation.

Korkmaz, O. (2012). Türkiye’de Gemi Taşımacılığının Bazı Ekonomik Göstergelere Etkisi, Business

and Economics Research Lournal. V.3, N.2, pp. 97-109. ISSN: 1309-2448.

Kutlu, S. ve Gür, F. A. (2008). Lojistik Master Planı ve Bir Lojistik Üs Olarak Türkiye, Journal of

Mevzuat, Vol.11, No. 129, pp. 1-9.

Mehrnews.com., Tehran, Accessed: 25.03.2013,

http://old.mehrnews.com/tr/newsdetail.aspx?NewsID=1850656

Nebioğlu, E., Tuğrul, B ve Güleç, N. Türkiye’nin 15 farklı Lokasyonunda Lojistik Köy Projesi,

Accessed: 25.03.2013, http://www.osman.com.tr/upload/kutuphane/kutup98.pdf

Nebol, E., Uslu, T. ve Uzel, E. (2014). Tedarik Zinciri ve Lojistik Yönetimi, İstanbul: Beta Edition

Release Distribution Inc., (3rd

ed).

Moment Search (2015). February, No:45. Türkiye’de Lojistik Köyler Kuruluyor, Accesed: 14.03.2015,

http://www.moment-expo.com/turkiyede-lojistik-koyler-kuruluyor

Oxford Advanced Learner’s Dictionary, Accessed: 13.03.2015,

http://oald8.oxfordlearnersdictionaries.com/dictionary/logistics

Page 144: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Regional Integration And International Competitiveness… 139

Rize Municipality (2010). Ekrem ORHON 1911-1983 Rize Belediyesi Eski Başkanı.

RizeninSesi. 07.05.2015. Rize ve Bölge için Lojistiğe En Uygun Yer, Accessed: 13.03.2015,

http://www.rizeninsesi.net/2013/05/07/rize-ve-bolge-icin-lojistik-master-plani/#ixzz2Svcr3Abw

Supply Chain Management Terms and Glossary, Updated: August 2013, Accessed: 13.03.2015,

http://cscmp.org/sites/default/files/user_uploads/resources/downloads/glossary-2013.pdf

The Official Site of the Ministry of Customs and Trade (2015). Dış Ticaret İstatistikleri, No:18576,

Accessed: 18.03.2015,

http://www.gtb.gov.tr/data/54f072f4f29370a198161b78/Haber_Bulteni.pdf

Traceca National Secretariat of Turkey, Accessed: 13.03.2015, http://www.traceca.org.tr/

Türkiye’de Lojistik Köyler Kuruluyor, Accessed: 14.03.2015, http://www.moment-expo.com/turkiyede-

lojistik-koyler-kuruluyor

Tanyaş, M. (2008). Lojistik Yönetimi, Lecture Notes, Okan University, İstanbul.

Türk Dil Kurumu, Accessed: 13.03.2015,

http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_gts&arama=gts&guid=TDK.GTS.550f9632e99033

.31167416

Turkey Transport and Communication Strategy Target 2023, Accessed: 12.03.2015,

http://www.sp.gov.tr/upload/xSPTemelBelge/files/93C5Y+Turkiye_Ulasim_veIletisim_Stratejisi.

pdf

YeniAsir. Lojistik Sektörünün Hacmi 50 Milyar dolara Ulaştı. Accessed: 18.03.2015,

http://www.yeniasir.com.tr/ekonomi/2015/02/21/lojistik-sektorunun-hacmi-50-milyar-dolara-

ulasti

Yeşilyurt, Y. (2013). T. C. Railways Erzincan Erzurum Industrial Manager, Eastern Black Sea Railways

Talks. Erzurum: 02.04.2013.

Yıldıztekin, A. (14.06.2012). Lojistik Köyler, Merkezler, Üsler, Terminaller. Dünya Haber. Accessed:

15.04.2013, http://www.dunya.com/lojistik-koyler,-merkezler,-usler,-terminaller-148673yy.htm

Page 145: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Filiz KARPUZ 140

Extended Abstract

This study aims to prospect that the logistics village to be established in the Eastern Black Sea

Region will positively affect the international competitiveness by increasing its integration with Turkey's

eastern neighbour countries. Since there isn’t enough amount of load to be classified as logistics in the

Eastern Black Sea region, the way to provider adequate and quality services that will attract transit

transfer to the region is to build a logistics village. The arrival of logistics depends on infrastructure. To

meet the clearance requirements in logistics villages and to build facilities for the provision of combined

transport services, the creation of large storage space is required. It is a big advantage that Rize (İyidere)

basin and its environment has the opportunity to expand over flat terrain on both sides along with the

wide river bed. Surface measurements made with Google Earth shows that this can be extended up to

390,000 m2

area on land area and with sea embankment. In the Eastern Black Sea Region, Rize (İyidere)

basin is also able to provide the integration of the intersection point for road, rail, navigation and

airways. It is possible to form a deep sea port serving for cargo ships sea embankment. With the

establishment of logistics village in Rize (İyidere) basin and the establishment of ports supported with

railways, the strategic importance of the Eastern Black Sea region will increase. With a fully operating

Erzurum-Ovit Tunnel connected to logistics village the Eastern Black Sea Region will serve as a bridge

in the east-west axis and north-south axis. An additional railway can be built for Erzurum-Ovit tunnel

having a certain construction cost. In addition, the Eastern Black Sea-Erzincan railway link will connect

the Erzincan-Kars-Tbilisi-Beijing railway to the Black Sea. The Eastern Black Sea ports can be

connected to Caucasus and CIS Railways through Batumi railways. Also, Russia’s membership in World

Trade Organization (WTO) increases the importance logistics of the Eastern Black Sea Region. It is a

great opportunity the hinterland of the region includes the developing countries. The western part of

Rize (İyidere) is close to Trabzon airport and its southern part is wide enough host an logistical airport.

The routes of the Transport Corridor Europe Caucasus and Asia-TRACECA passing through Turkey are

based on land transportation. On the other hand the Eastern Black Sea ports will provide links to GAP,

Iran and Middle East countries through Erzincan and Bingöl railways. It is possible to achieve the

shortest path to markets in the Eastern part of country and in Iran and in Iraq. The revival of the Silk

Road will create a competitive advantage in international trade corridor in the surrounding area.

Transport facilities on the route which serves as a bridge between Caucasus, Central Asia and Middle

East countries will speed up the foreign trade.

Logistics villages provide interesting opportunities for industrial and transportation works, which

will promote economic development of the region. It is expected to provide expansion into the national

and global trade network from the Black Sea Region. As the developing countries get closer to the

global market through the region, cost and time savings and thereby a competitive advantage can be

achieved. Considering there is a need for plan and policies towards development of other sectors related

to freight and passenger capacity-building, it would be useful to have observation of the process in terms

of technical and political dimension by the related bodies. In addition, the problems such as safety,

transport infrastructure and legislative changes must be overcome so that the international trade will not

be adversely affected. Since the construction of the logistics villages require fixed capital and

infrastructure investments, it is expected to be implemented through public-private partnership activities

for financial issues. With new employment areas, an increase is expected in qualified workforce and

diversity of new jobs. Departments and programs in universities serving for logistics should be opened

and guidance should be made. All these advantages increase the transportational and logistics

importance in regional, national and global dimension. All these indicators clearly demonstrate the

importance of the integration and it has the potential to be the logistics base for the Eastern Black Sea

Region.

Page 146: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2: 141-155

Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme

An Examination into the Rugs with a View of Kirsehir

Çiğdem Karaçay*

ÖZ: Kırşehir, Orta Anadolu’nun önemli dokuma merkezlerinden biridir. Kırşehir halılarının bilinen ilk

örnekleri 18. ve 19. yüzyıllardan kalmadır. Genellikle seccade boyutunda olan bu halılarda çeşitli süsleme

kompozisyonları görülür. Bunlardan en dikkat çekeni manzara tasvirleridir. Manzara kompozisyonu, çoğunlukla

geometrik, bazen de natüralist üslupta ağaçlar ve ağaçların aralarında yer alan şematize evlerden oluşmaktadır.

Primitif görünümde tasvir edilen bu manzara kompozisyonu, halı zemini ya da mihrap zemininde üst üste birkaç sıra

tekrarlanır. Yabancı araştırmacılar tarafından mezarlıklı halı olarak adlandırılan bu halıların süsleme

kompozisyonlarında mezarı çağrıştıran motif bulunmamaktadır. Bu çalışmanın amacı, Ankara Vakıf Eserleri

Müzesi’nde, depoda ve teşhirde bulunan beş adet manzaralı Kırşehir halı örneğinden yola çıkarak, manzaralı

Kırşehir halılarını çeşitli sanatsal özellikleri ile tanıtmak ve mezarlıklı halı olarak adlandırılmalarının sebeplerini

tartışmaktır.

Anahtar sözcükler: Kırşehir halısı, seccade halısı, manzaralı halı, mezarlıklı halı, motif

ABSTRACT: Kırsehir is one of the most important weaving centres of Central Anatolia. The earliest known

examples of Kırsehir rugs belong to 18th and 19th century. These rugs are mostly in shape of prayer rug and have

various ornament compositions. The most conspicuous of them is landscape design. This landscape design

consisting of schematic house and trees, is referred ‘cemetery rugs’ by foreign researchers. But there is no motives

related to cemetery in the ornament compositions of these rugs. In this study, five piece of Kırsehir rug with

landscape, in Ankara Vakıf Museum, introduced and naming these rugs as ‘cemetery or grave rugs’ discussed.

Keywords: Kırsehir rug, prayer rug, landscape rug, cemetery rug, pattern

1. GİRİŞ

Kökleri Orta Asya’ya kadar uzanan Türk halı sanatı, Türklerin yerleştiği bölgelerde

başlamış ve onlarla birlikte yayılmıştır. Anadolu’ya Türklerle giren halı sanatı, Türklerin

yaşantısında önemli bir yere sahiptir. Türkler yurt tuttukları her yerde halı, kilim ve namazlık

dokumuşlardır. Göçebe halde oldukları için büyük ölçüde halı dokumamış; evde yere sermek,

kırda ve sahrada kuru toprağa oturmamak, üzerinde namaz kılmak için küçük halılar yapmıştır

(Atalay, 1967: 16-17). Anadolu’da ilk ortaya çıkan halı tipleri; namazlık halısı, seccade, yastık,

duvar halısı, sedir halısı, çift halı, döşek halısı, heybe, torba, eğer örtüsü ve at çuludur (Deniz,

2000: 75-77).

Halı türleri içerisinde, seccade halıları önemli bir grubu oluşturmaktadır. Büyük

halıların yetmediği yerleri doldurmak üzere dokunmuş halılara seccade halısı denmektedir. Her

zaman serili halde olan seccade halısı, namazlık değildir (Deniz, 2000: 75). Seccadelerin

mihraplı kompozisyonu kutsal bir mekânı ifade etmekte ve Kâbe yönüne doğrultularak namaz

kılmak için kullanılmaktadır (Tazecan, 1989: 8).

Seccadelerin bilinen en eski örnekleri 15. yüzyıldan kalmadır ve bugün Türk ve İslam

Eserleri Müzesi’ndedir. 15. yüzyılda dokunan Anadolu seccadelerinin bir grubu, 16. yüzyıl

sonuna kadar devam etmiştir. 16. yüzyıl Uşak seccadeleri kaliteleri ile diğer seccade

gruplarından ayrılır. Osmanlı saray halıları grubundan seccadelerin 16. yüzyıl sonunda ve 17.

yüzyılda İstanbul, Edirne ve Bursa tezgâhlarında dokunduğu düşünülmektedir (Aslanapa,

2005: 231-249). Klasik Osmanlı halı tiplerine paralel gelişen Anadolu seccadeleri, 17. yüzyılın

ikinci yarısı ile 18. yüzyılın başından itibaren görülür. Kula, Gördes, Kırşehir, Mucur

* Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Sanat Tarihi Anabilim Dalı, Doktora öğrencisi

Page 147: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Çiğdem Karaçay 142

örneklerinin yanı sıra Bergama, Lâdik, Konya Karaman, Milas, Yahyalı, Bor, Yağcıbedir ve

Yörük halıları ev atölyeleri ürünü olarak dokunmuştur (Durul, 1965: 7).

Bu merkezler içinde Kırşehir, Orta Anadolu’nun önemli dokuma merkezlerinden biri

olmuştur. Bugün Türkiye’de hemen hemen her müzede Kırşehir halısına rastlamak

mümkündür. Genellikle seccade boyutunda olan Kırşehir halılarının bilinen en erken örnekleri

18. yüzyıl sonu ve daha çok 19. yüzyıldan kalmadır (Deniz, 2000: 46; Deniz, 1984: 25;

Aslanapa, 2005: 269). Gördes düğüm tekniği ile dokunan Kırşehir halılarında; atkı, çözgü ve

ilme ipliğinin hammaddesi yündür. Ancak 20. yüzyılın ikinci yarısından itibaren dokunan

halılarda, atkı ve çözgü ipliklerinde pamuk görülür (Deniz, 1984: 32-34). Kırşehir halılarında

kırmızı, yeşil, sarı, mavi, mor, kahverengi, beyaz ve siyah renkler kullanılır. Mihrap zemininde

karakteristik renk kırmızı ve koyu vişnedir. Beyaz hemen hemen bütün Kırşehir halılarında

görülür. Beyaz zemin rengi olabildiği gibi desenlerde de tercih edilmektedir. Siyah çoğunlukla

kontürleri belirginleştirmek için kullanılır (Karaçay, 2011: 125-128).

Kırşehir halıları dıştan içe doğru, dar kenar (dar bordür), enli kenar (enli bordür),

sandık, köşe ve göbek bölümlerinden oluşmaktadır (Deniz, 1984: 76). Bordürlerde farklı

düzenlemeler görülür. En çok tercih edilen bordür tasarımı, iki dar ve ortada bir geniş

bordürdür. Bu düzenleme çift yönlü mihraplı halılarda pek tercih edilmez. Tek yönlü ve

mihrapsız halılarda daha çok uygulanır. Yan yana iki ya da üç dar bordür kullanımı da

yaygındır. Bordür düzeni bakımından çeşitlilik gösteren Kırşehir halılarında ortak olan özellik

bordürler arasında yer alan ince şeritlerdir (Karaçay, 2011: 137-170 ).

Dar bordürler, bitkisel karakterli motiflerle süslenir. Zikzak çizgiler arasına, bir ters bir

düz yerleştirilmiş çiçek motifinin yinelenmesinden meydana gelen çatıkkaş; yaprağa benzer

kıvrımlı bitkisel bir süsleme olan zikzaklı su; bordür boyunca çiçek motiflerinin yinelenmesi ile

oluşan gelin ağlatan, Kırşehir halılarının dar bordürlerinde en çok görülen motiflerdir. Geniş

bordürler, yöredeki baş bağlama şeklinden geliştiği için bağbaşı olarak anılan bitkisel

karakterli motif; çiçek ve yaprakların şaşırtmalı dizilmesinden meydana gelen küpeli; bitkisel

ve geometrik motiflerin karışımından meydana gelen ve deve izine benzediği için halk arasında

deve tabanı ismiyle bilinen motiflerle süslenir (Deniz, 1984: 43-47).

Kırşehir halılarında, mihrabın altında ve üstünde bulunan dikdörtgen çerçeveler ile

mihrap köşeleri de birer süsleme alanıdır. Mihrabın altında ve üzerinde bulunan dikdörtgen

çerçeveler günümüzde sandık ismiyle bilinmektedir. Bu çerçevelerin içerisi, bitkisel desenlerle

ya da yatık “S” şekilli ejder figürüyle doldurulur. Mihrap köşeleri, ağırlıklı olarak bitkisel

karakterli motiflerle süslenir. Bazen bu bölüm noktasal beneklerle doldurulur. Dokuyucular bu

benekleri sinek olarak isimlendirmişlerdir. Bu halılar sinekli Kırşehir adıyla da tanınmaktadır

(Deniz, 2000: 46).

Kırşehir halıları, zemin kompozisyonları esas alınarak, mihraplı ve mihrapsız olarak iki

gruba ayrılır. Mihraplı halılarda, çoğunlukla merdiven halinde daralarak yükselen mihrap, tek

yönlü ya da çift yönlü olabilmektedir. Tek yönlü mihraplı halılarda, mihrap içinin boş

bırakılması Kırşehir için karakteristiktir. Mihraptan sarkan bir kandil motifi de mihrap içini

süsleyebilir. Çift yönlü mihraplı halılarda, mihrap içinde bitkisel kompozisyon hâkimdir.

Kırşehir yöresinde mihrapsız halı fazla dokunmamıştır. Mevcut örneklerin zemini bitkisel

karakterli motiflerle doldurulur (Karaçay, 2011: 133-172).

Mihraplı ve mihrapsız Kırşehir halılarında dikkat çeken süsleme kompozisyonlarından

biri de manzara tasvirleridir. Manzara kompozisyonunu oluşturan motifler şematik tasvir edilir.

Tabiat ve mimari öğelerin natürel bir üslupla ele alındığı örnekler değildir. Manzara

kompozisyonu, çoğunlukla geometrik, bazen de natüralist üslupta ağaçlar ve ağaçların

aralarında yer alan şematize evlerden oluşmaktadır. Ağaç ve ev motiflerinin önünde yatay

veranda uzanır. Primitif görünümde tasvir edilen bu kompozisyon, zemin ya da mihrap

zemininde üst üste birkaç sıra tekrarlanır.

Page 148: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme... 143

Çalışmamızda, Ankara Vakıf Eserleri Müzesi’nde bulunan beş adet manzaralı Kırşehir

halısı detaylı olarak incelenmiştir. Zemin tasarımı, manzara kuşaklarının kompozisyonunu

etkilemektedir. Bu nedenle halılar; tek yönlü mihraplı, çift yönlü mihraplı ve mihrapsız

örneklerden seçilmiştir.

2. KIRŞEHİR MANZARALI HALI ÖRNEKLERİ

Ankara Vakıf Eserleri Müzesi’nde, 430 envanter numaralı Kırşehir halı seccade; Kastamonu Nasrullah Cami’nden, 17.03.2008 tarihinde bağış yoluyla müzeye gelmiştir.

Müzenin deposunda bulunan eser, 100x164 cm. boyutlarındadır. 19. yüzyıla ait eserin

dokumasında yün malzeme kullanılmıştır. Zeminde tek yönlü mihraplıdır. Mihrapta yatay

manzara tasarımı yer alır. Kırmızı, sarı, yeşil, mor, beyaz, siyah ve mavi renkler kullanılmıştır.

Halı iki dar bordürlüdür. Bordürler arasında ince kuşaklar yer alır. Birinci bordür, ince

bir dal motifinin bir ucunda taç yaprakları ile betimlenmiş küçük bir çiçek motifi, diğer ucunda

zikzaklı bir yaprak motifi ile bezenmiştir. Yaprak motifinin her iki yanına bir ters bir düz

yerleştirilmiş yine zikzaklı tasarlanan üçgen şekiller boşluk doldurmaktadır. İkinci bordürde,

çengel motifi ile çiçek motifi kaydırmalı olarak yinelenmektedir.

Tek yönlü mihraplı eserin mihrap köşelerini, karanfil motifleri doldurmaktadır.

Yatay manzara kuşakları, geometrik olarak soyutlanmış çift kuleli bir kapısı bulunan

mihrap formlu bordür içinde yer almaktadır. Bordür tasarımı, zikzak çizgilerin içerisine bir ters

bir düz yerleştirilmiş çiçek motifi ile tamamlanır. Zikzak çizgiler, mihrabın üçgen alınlığında

geometrik forma bürünür ve çiçek motifleri olmaksızın devam eder. Mihrabın alt kısmındaki

çift kulede ise birer çiçek motifi ile nihayetlenir. Mihrap formlu bordürün iç ve dış çeperini

şematik karanfil motifleri çevrelemektedir.

Halımızın manzara kompozisyonunda, mihrap nişine üst üste yerleştirilmiş beş yatay

manzara kuşağı görülür. Birinci manzara kuşağı, mihrabın alt kısmında yer alan çift kuleli

kapının hemen ortasında başlar. Şematik olarak pencere, kapı ve kırma çatılarıyla yan yana ve

arka arkaya istiflenmiş ve geometrize edilmiş evler sıkışık bir kent dokusunu vurgular.

İkinci, üçüncü ve dördüncü yatay manzara kuşağı, kent dokusu içinden seçilerek alınan

ve simetrik olarak tekrarlanan şematik sokak kesitlerinden oluşmaktadır. Aynı kompozisyona

sahip olan bu yatay manzara kuşaklarının her birinde, simetrik olarak yerleştirilmiş iki şematik

ev motifi, dört ağaç arasında yer almaktadır. Şematik evlerin kırma çatısı ince kontürlerle

belirlenmiştir. Bu evlerin cephesinde görülen düşey açıklıklar kapı ve pencereleri betimler.

Şematik evlerin arasında, iki kare öğenin ortasında yükselen, kırma çatısı ve cephesinde yer

alan noktasal motifleri ile pencerelerin tasvir edildiği bir küçük ev motifi daha vardır. Biri

geniş, diğeri dar yapraklı ve natüralist tasvir edilen ağaçlar kaydırmalı olarak devam

etmektedir. Ağaçların dalları arasında yer alan küçük çiçek motifleri boşluk doldurmaktadır.

Şematik ev ve ağaçların önünde uzanan yatay veranda ile kompozisyon tamamlanır. Sıralanan

ağaçlar arasında yer alan ev düzeni ile halı, bir mekân tanımlaması sunmaktadır. İkinci, üçüncü

ve dördüncü yatay manzara kuşağı, aynı düzenin pozitif ve negatif uygulamasıdır.

Beşinci yatay manzara kuşağı, mihrabın üçgen alınlığında yer almaktadır. Kırma çatısı

ince kontürlerle belirlenmiş bir ev motifi, kompozisyonun merkezindedir. Şematik evin

cephesinde yer alan noktasal motifler pencereleri tasvir etmektedir. Ev motifinin iki yanında

kalın duvarlar vardır. Şematik evin iki yanına simetrik olarak yerleştirilmiş, yine cephesinde

noktasal motiflerle pencerelerin tasvir edildiği, kırma çatılı küçük birer ev motifi daha yer alır.

Bu iki küçük ev, merkezde yer alan eve göre daha önde betimlenmiştir. Şematik evlerin

önünde uzanan yatay veranda ile kompozisyon tamamlanır.

Page 149: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Çiğdem Karaçay 144

Ankara Vakıf Eserleri Müzesi’nde, 595 envanter numaralı Kırşehir Halı Seccade; Kastamonu Nasrullah Cami’nden, 17.03.2008 tarihinde bağış yoluyla müzeye gelmiştir.

Müzenin deposunda bulunan eser, 106x167 cm. boyutlarındadır. 19. yüzyıla ait eserin

dokumasında yün malzeme kullanılmıştır. Zeminde tek yönlü mihraplıdır. Mihrapta yatay

manzara tasarımı yer alır. Kırmızı, sarı, beyaz, siyah, mavi ve pembe renkler kullanılmıştır.

Halı üç dar bordürlüdür. Bordürler arasında ince kuşaklar yer alır. Birinci bordür, ince

bir dal motifinin bir ucunda taç yaprakları ile betimlenmiş küçük bir çiçek motifi, diğer ucunda

zikzaklı bir yaprak motifi ile bezenmiştir. Yaprak motifinin her iki yanına bir ters bir düz

yerleştirilmiş yine zikzaklı tasarlanan üçgen şekiller boşluk doldurmaktadır. İkinci bordürde,

yıldız şekilli bir çiçek motifi, geometrize edilmiş yaprak motifi ile kaydırmalı olarak

yinelenmektedir. Geometrize çiçek motifi halının uzun kenarlarında yatay, kısa kenarlarında

düşey yerleştirilmiştir. Üçüncü bordür, birinci bordür ile aynı kompozisyona sahiptir.

Mihrap köşelerini, şematik çiçek motifleri doldurmaktadır.

Yatay manzara kuşakları, geometrik olarak soyutlanmış çift kuleli bir kapısı bulunan

mihrap formlu bordür içinde yer almaktadır. Bordür tasarımı, köşeli sürekli çizgilerden oluşan

geometrik karakterli motifin içerisine bir ters bir düz yerleştirilmiş küçük çiçek motifleri ile

tamamlanmıştır. Geometrik karakterli şekil, mihrabın üçgen alınlığında çiçek motifleri

olmaksızın devam eder. Mihrabın alt kısmındaki çift kulede ise birer çiçek motifi ile

nihayetlenir. Mihrabın iç ve dış çeperini karanfil motifleri çevreler.

Halımızın manzara kompozisyonunda, mihrap nişine üst üste yerleştirilmiş üç yatay

manzara kuşağı görülür. Yatay manzara kuşaklarından hemen önce, çift kuleli kapının

ortasında, tomurcukları ile betimlenmiş bir demet çiçek bizleri karşılar. Çiçek motifinden

mihrap nişine doğru devam ettiğimizde, kent dokusu içinden seçilerek alınan ve simetrik olarak

tekrarlanan üç şematik sokak kesiti yer alır. Aynı kompozisyona sahip olan bu yatay manzara

kuşaklarının her birinde, simetrik olarak yerleştirilmiş iki şematik ev motifi, geometrize

edilmiş dört ağaç arasında yer almaktadır. Evlerin kırma çatısı ince kontürlerle belirlenmiştir.

Bu evlerin cephesinde görülen düşey açıklıklar kapı ve pencereleri betimler. Evlerin arasında

yer alan küçük kare öğeler boşluk doldurmaktadır. Biri geniş, diğeri dar yapraklı tasvir edilen

ağaçlar kaydırmalı olarak devam etmektedir. Şematik ev ve ağaçların önünde uzanan yatay

veranda ile kompozisyon tamamlanır. Sıralanan ağaçlar arasında yer alan ev düzeni ile halı, bir

mekân tanımlaması sunmaktadır.

Mihrabın üçgen alınlığında, çift kuleli kapının ortasında yer alan çiçek motifi ile aynı

tasarıma sahip bir demet çiçek yer alır.

Ankara Vakıf Eserleri Müzesi’nde 616 envanter numaralı Kırşehir halı seccade; Bursa Ulu Cami’nden, 17.03.2008 tarihinde bağış yolu ile müzeye gelmiştir. Müzenin

deposunda bulunan eser, 96x154 cm. boyutlarındadır. 19. yüzyıla ait eserin dokumasında yün

malzeme kullanılmıştır. Mihrapsızdır. Zeminde yatay manzara tasarımı yer alır. Kırmızı, sarı,

mor, beyaz, gri, mavi, açık kahverengi ve krem rengi kullanılmıştır.

Halı bir dar ve bir geniş bordürlüdür. Birinci bordürde, zikzak çizgiler arasına çiçek

motifleri bir ters bir düz yerleştirilmiştir. Enli olan ikinci bordürde bitkisel kompozisyon

hâkimdir. Çiçek motifleri bordür boyunca yinelenmektedir. İkinci bordürden sonra iki ince

kuşak ile zemine geçilmektedir.

Zemin tasarımı orijinaldir. Zeminde yer alan yatay manzara kuşakları, kenarları zikzak

çizgilerle oluşturulmuş bir platform üzerinde yer almaktadır. Yatay manzara kuşaklarının

etrafı, çiçek motifleri, noktasal beneklerle oluşturulmuş üçgen öğeler ve zeminin zikzak

çizgilerinden uzanan zincir motifleri ile çevrelenmiştir. Tabanlık kısmında, zikzak çizgilerle

zemin duvarı arasında kalan kısımda şematik karanfil motifleri yer alır.

Page 150: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme... 145

Halımızın manzara kompozisyonu, kent dokusu içinden seçilerek alınan ve simetrik

olarak tekrarlanan şematik sokak kesitlerinden oluşmaktadır. Zemine üst üste yerleştirilmiş ve

aynı düzenin uygulaması olan üç yatay manzara kuşağının her birinde, simetrik olarak

yerleştirilmiş iki şematik ev motifi, geometrize edilmiş dört ağaç arasında yer almaktadır.

Orijinal zemin tasarımlı bu halımızı, diğer eserlerimizle karşılaştırdığımızda, şematik evler, iki

ağaç arasına sıkıştırılmış izlenimi uyandırmaktadır. Şematik evlerin üzeri, noktasal beneklerle

oluşturulmuş üçgen çatılarla örtülmüştür. Evlerin cephesinde görülen düşey açıklıklar kapı ve

pencereleri betimler. İki ev arasındaki çiçek motifleri ve ağaçların yaprakları arasında yer alan

küçük çiçek motifleri boşluk doldurmaktadır. Ev ve ağaçların önünde uzanan yatay veranda ile

kompozisyon tamamlanır. Bir sokak üzerinde sıralanmış evleri anımsatan tasarımda, yatay

manzara kuşakları üst üste yerleştirilerek manzaranın sürekliliği vurgulanmıştır. Sıralanan

ağaçlar arasında yer alan ev düzeni ile halı, bir mekân tanımlaması sunmaktadır.

Ankara Vakıf Eserleri Müzesi’nde 710 envanter numaralı Kırşehir Halı Seccade; Ankara Telli Hacı Halil Cami’nden, 17.03.2008 tarihinde müzeye gelmiştir. Müzenin

deposunda bulunan eser, 105x157 cm. boyutlarındadır. 19. yüzyıla ait eserin dokumasında yün

malzeme kullanılmıştır. Mihrapsızdır. Zeminde yatay manzara tasarımı yer alır. Kırmızı, sarı,

yeşil, beyaz, siyah ve mavi renkler kullanılmıştır.

Halı altı dar bordürlüdür. Üçüncü ve dördüncü bordürü ince kuşaklar çevrelemektedir.

Birinci bordürde, zikzak şekiller yinelenerek devam etmektedir. İkinci bordürde, çengel motifi

ile çiçek motifi kaydırmalı olarak devam eder. Üçüncü bordürde, ince bir dal motifinin bir

ucunda taç yaprakları ile betimlenmiş küçük bir çiçek motifi, diğer ucunda zikzaklı bir yaprak

motifi ile bezenmiştir. Yaprak motifinin her iki yanına bir ters bir düz yerleştirilmiş yine

zikzaklı tasarlanan üçgen şekiller boşluk doldurmaktadır. Dördüncü ve beşinci bordürde,

zikzak çizgiler arasına bir ters bir düz yerleştirilen çiçek motifleri görülmektedir. Altıncı

bordürün süslemesi geometrik karakterlidir. Bordüre, verev olarak yerleştirilmiş zincir

motifleri bordür boyunca yinelenmektedir. Halının kısa kenarında zincir motiflerinin üzerinde

bir sıra çiçek motifi yer alır.

Halımızın manzara kompozisyonu, bahçe tasviri ile başlar. Ağaç çitlerle çevrili

geometrik tasarımlı bitki dokusu, küçük noktasal motiflerle sembolize edilmiştir. Bahçe

tasvirini, ortada ve her iki yanda yükselen sütunlar bölmektedir. Orta kısımdan yükselen sütun,

motiflerin bitiminde iki kola ayrılmakta ve iki yanda yer alan sütunlarla birlikte bahçe

tasvirinin üzerine birer çiçek motifi ile sunulmaktadır. Bahçe tasvirinin devamında, zemine üst

üste yerleştirilmiş üç yatay manzara kuşağı yer alır. Kent dokusu içinden seçilerek alınan ve

simetrik olarak tekrarlanan şematik sokak kesitlerinin her birinde, geometrize edilmiş dört ağaç

motifi arasında, simetrik olarak yerleştirilmiş üç şematik ev motifi yer almaktadır. Evlerin

kırma çatısı ince kontürlerle belirlenmiştir. Bu evlerin cephesinde görülen düşey açıklıklar kapı

ve pencereleri betimler. Ağaçlar aynı düzenin uygulamasıdır. Yatay manzara kuşaklarının

etrafını çevreleyen şematik karanfil motifleri ile ağaçların dalları arasında yer alan küçük çiçek

motifleri boşluk doldurmaktadır. Şematik ev ve ağaçların önünde uzanan yatay veranda ile

kompozisyon tamamlanır.

Ankara Vakıf Eserleri Müzesi’nde, 2068 envanter numaralı Kırşehir Halı

Seccade; Ankara Ağaç Ayak Cami’nden, 17.03.2008 tarihinde bağış yoluyla müzeye gelmiştir.

Müzede teşhirde sergilenen eser, 101x167 cm. boyutlarındadır. 19. yüzyıla ait eserin

dokumasında yün malzeme kullanılmıştır. Zeminde çift yönlü mihraplıdır. Mihrapta üst üste

yerleştirilmiş yatay manzara tasarımı yer alır. Kırmızı, sarı, yeşil, mor, beyaz ve mavi renkler

kullanılmıştır.

Halı üç dar bordürlüdür. Bordürler arasında ince kuşaklar vardır. Birinci bordür, ince

bir dal motifinin bir ucunda taç yaprakları ile betimlenmiş küçük bir çiçek motifi, diğer ucunda

zikzaklı bir yaprak motifi ile bezenmiştir. Yaprak motifinin her iki yanına bir ters bir düz

yerleştirilmiş yine zikzaklı tasarlanan üçgen şekiller boşluk doldurmaktadır. İkinci bordürde,

Page 151: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Çiğdem Karaçay 146

çengel motifi ile çiçek motifi kaydırmalı olarak yinelenmektedir. Üçüncü bordür, tek sıra

yinelenen karanfil motifleri ile bezenmiştir.

Mihrap köşelerini, karanfil motifleri doldurmaktadır.

Yatay manzara kuşakları, geometrik olarak soyutlanmış çift yönlü mihrap formlu

bordür içinde yer almaktadır. Bordür tasarımı, köşeli sürekli çizgilerden oluşan geometrik

karakterli motifin içerisine bir ters bir düz yerleştirilen çiçek motifleri ile tamamlanır.

Geometrik karakterli şekil, mihrabın üçgen alınlıklarında, çiçek motifleri olmaksızın devam

eder. Mihrabın üçgen alınlıklarının dış çeperini, şematik karanfil motifleri ile bezenmiş ince bir

kuşak çevrelemektedir. Mihrabın iç çeperi de yine bir sıra şematik karanfil motifleri ile

bezenmiştir.

Halımızın manzara kompozisyonunda, mihrap nişine üst üste yerleştirilmiş üç yatay

manzara kuşağı görülür. Manzara kuşakları aynı kompozisyona sahiptir. Her bir yatay manzara

kuşağında, simetrik olarak yerleştirilmiş iki şematik ev motifi, geometrize edilmiş dört ağaç

arasında yer almaktadır. Şematik evlerin kırma çatısı ince kontürlerle belirlenmiştir. Bu evlerin

cephesinde görülen düşey açıklıklar kapı ve pencereleri betimler. Şematik evlerin arasında yer

alan kare öğeler boşluk doldurmaktadır. Biri geniş, diğeri dar yapraklı tasvir edilen ağaçlar

kaydırmalı olarak devam etmektedir. Ağaçların yaprakları arasında yer alan küçük çiçek

motifleri, boşluk doldurmaktadır. Şematik ev ve ağaçların önünde uzanan yatay veranda ile

kompozisyon tamamlanır. Sıralanan ağaçlar arasında yer alan ev düzeni ile halı, bir mekân

tanımlaması sunmaktadır. Bir sokak üzerinde sıralanmış evleri anımsatan tasarımda, yatay

manzara kuşakları üst üste yerleştirilerek manzaranın sürekliliği vurgulanmıştır.

3. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Çalışmada yer verilen Kırşehir yöresine ait manzaralı halı örnekleri, bordürlerde ve

mihrap köşelerinde yer alan motifler açısından Kırşehir halılarının karakteristik özelliklerini

yansıtmaktadır. Bu halılar, zeminde ve mihrapta tasvir edilen manzara kompozisyonları ile

Kırşehir halıları içinde ayrı bir grubu temsil etmektedir. Süsleme kompozisyonu; çoğunlukla

geometrik, bazen de natüralist üslupta tasvir edilen ağaçlar ve ağaçların aralarında yer alan

şematize evlerden oluşur. Primitif görünümde tasvir edilen bu kompozisyon, zemin ya da

mihrapta üst üste birkaç sıra tekrarlanır. Kent dokusu içinden seçilerek alınan ve simetrik

olarak tekrarlanan şematik sokak kesitlerinde mezarlığı çağrıştıran motifler yer almaz.

19. yüzyıl Türk halı sanatında, Kırşehir seccade halıları içerisinde süsleme

kompozisyonu açısından ayrı bir grubu oluşturan manzaralı halılar, 20. yüzyılın

ortalarına kadar dokunmaya devam etmiştir.

Çalışmada, Ankara Vakıf Eserleri Müzesi’ne, Türkiye’deki çeşitli camilerden bağış

yoluyla gelen beş adet Kırşehir manzaralı halı incelenmiştir. İncelenen eserlerin iki tanesi

Kastamonu Nasrullah Caminden (Envanter No: 430, 595), bir tanesi Bursa Ulu Caminde

(Envanter No: 616), iki tanesi ise Ankara’da Telli Hacı Halil Cami (Envanter No: 710) ve

Ağaç Ayak Caminden (Envanter No: 2068) 2008 yılında müzeye gelmiştir. 19. yüzyıla ait

eserlerin tamamı seccade boyutundadır ve dokumasında yün malzeme kullanılmıştır.

Çalışmada yer alan halıların zemin (Foto: 4) ve mihrap zemininde (Foto: 1, 2, 5) en

çok kullanılan renk kırmızıdır. Kırmızının yanı sıra krem rengi de mihrapsız bir eserimizde

zemin rengi olarak kullanılmıştır (Foto: 3). Mihraplı halılarda birer süsleme alanı olan mihrap

köşelerinin zemin renginde mavi renk tercih edilmiştir (Foto: 1, 2, 5). Motiflerde görülen ortak

renklerin başında yine kırmızı gelir. Ayrıca, sarı, mavi, beyaz ve siyah çalışmamızda

incelediğimiz halılarda görülen ortak renklerdir. Bu renkler dışında yine Kırşehir halıları için

karakteristik olan yeşil, mor, pembe ve kahverenginin tonları, incelediğimiz eserlerin

motiflerinde kullanılmıştır.

Page 152: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme... 147

Halıların dar bordürlerinde en çok uygulanan motif, zikzaklı yaprak ve çiçek motifinin

yinelendiği kompozisyondur (Foto: 1, 2, 4, 5). Yaprak motifinin iki yanına yine zikzaklı

yerleştirilmiş üçgen şekiller boşluk doldurmaktadır. Kırşehir halılarında, boşlukların geometrik

karakterli öğelerle doldurulması sıklıkla karşımıza çıkar. Bir diğer bordür motifi, çengel ve

çiçek motifinin kaydırmalı olarak yinelenmesiyle oluşmaktadır (Foto: 1, 4, 5). Zikzaklı yaprak

ve çiçek motifi ile çengel ve çiçek motifinden oluşan kompozisyon dar bordürlerde yan yana

yer almaktadır (Foto: 1, 4, 5). Halk arasında çatıkkaş olarak bilinen motif (Foto: 3, 4) ve

Kırşehir halılarında birçok alanda süsleme kompozisyonuna dâhil edilen karanfil motifi (Foto:

5) yine dar bordürlerde karşımıza çıkar. Geometrik motifler Kırşehir halılarında pek tercih

edilmez. Buna karşın zincir motifi, dar bordürlerde görülmektedir (Foto: 4). Enli bordürlerde

yine bitkisel kompozisyon hâkimdir. Enli bordür boyunca yinelenen çiçek motifi (Foto: 3) ve

geometrize edilmiş yıldız biçiminde çiçek motifi (Foto: 2) iki eserin enli bordürünü

süslemektedir.

Birer süsleme alanı olan mihrap köşelerini, karanfil motifi (Foto: 1, 5) ve stilize olmuş

çiçek motifleri (Foto: 2) doldurmaktadır.

Çalışmada yer alan eserlerden iki tanesi tek yönlü mihraplı (Foto: 1, 2), iki tanesi

mihrapsız (Foto: 3, 4) ve bir tanesi çift yönlü mihraplıdır (Foto: 5). Mihraplı Kırşehir

manzaralı halılarımızda, yatay manzara kuşakları, geometrik olarak soyutlanmış çift yönlü

mihrap formlu bordür içinde yer almaktadır. Tek yönlü mihraplı halılarda bu bordür, mihrabın

alt kısmında çift kule ile mihrap içine açılır. Mihrapsız eserlerimizde ise zemini çevreleyen

bordür yatay manzara kuşaklarını duvar formunda çevrelemektedir (Foto: 3, 4).

İncelediğimiz eserlerin tamamında, yatay manzara kuşakları, zemin ya da mihrapta üst

üste tek sıra tasvir edilmiştir. Mihrap formlu bordürün çift kule ile mihraba açıldığı bir

örneğimizde, ilk manzara kuşağı bu kuleli kapının ortasında başlar. Burada yer alan manzara

kompozisyonu, diğer manzara kuşaklarından farklıdır. Şematik olarak pencere, kapı ve kırma

çatılarıyla yan yana ve arka arkaya istiflenmiş ve geometrize edilmiş evler sıkışık bir kent

dokusunu vurgular (Foto: 1). Çift kuleli kapısı olan bir diğer halımızda, çift kulenin ortasında

manzara kuşağı yerine tomurcuklu bir çiçek motifi yer alır (Foto: 2).

Mihrapsız halılarda zeminde, mihraplı halılarda mihrapta yer alan ve aynı düzenin

uygulaması olan yatay manzara kuşakları, simetrik olarak üst üste iki ya da üç sıra halinde yer

almaktadır. Yatay manzara kuşaklarında genel kompozisyon; dört ağaç arasında yer alan iki ya

da üç şematik ev ve önlerinde uzanan yatay verandadan ibarettir. Ağaçlar natüralist üslupta

(Foto: 1) ya da geometrize edilerek verilmiştir (Foto: 2-5). Ağaçların arasında yer alan şematik

evler kırma çatılıdır ve cephelerinde kapı ve pencereleri betimleyen üç düşey açıklık bulunur

(Foto: 1-5). Manzara kompozisyonu, ağaçlar ve şematik evlerin önünde uzanan yatay veranda

ile tamamlanır.

Mihraplı bir eserimizde, mihrabın üçgen alınlığında, farklı formda bir manzara kuşağı

daha yer almaktadır. Bu manzara kuşağı diğerlerinden farklıdır. Bulunduğu alanın şekline

uygun olarak tasarlanmıştır. Merkezde yer alan şematik evin iki yanında, küçük birer ev motifi

daha vardır (Foto: 1).

İncelediğimiz eserlerde, zeminde ya da mihrap içinde sıralanan ağaçlar arasında yer

alan ev düzeni ile halı, bir mekân tanımlaması sunmaktadır. Çalışmada, manzaralı halılar

olarak değerlendirdiğimiz bu halılar, yabancı kaynaklarda mezarlıklı halı olarak anılmaktadır.

Halı sanatı üzerine yapılan araştırmalar Batı Avrupa ve Kuzey Amerika’da başlamıştır. Uzun

yıllar Türk araştırmacılar sahaya uzak kalmış, halıcılık konusunda Batılılar söz sahibi olmuştur

(Erdmann, 1957: 83). Dolayısıyla, Anadolu’da dokunmuş bu halıları mezarlıklı olarak

adlandıranlar Batılılar olmalıdır.

Yabancı kaynaklarda “cemetery rug” ya da “grave rug” ismiyle anılan manzaralı

halılar, ağırlıklı olarak Kırşehir yöresinde dokunmuş olmasına karşın, kaynaklarda özellikle

Page 153: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Çiğdem Karaçay 148

Kula’dan bahsedilmektedir. Yıllar önce Almanya’ya gemi ile bu halılardan çok sayıda

gönderildiğini ve orada “grave rugs” ya da “Friedhofteppiche” olarak bilindiklerini

kaynaklardan öğrenmekteyiz (Hawley, 1970: 172). Halılarda yer alan motiflerin mezarlık ile

alakası olmamasına karşın neden bu ismin yakıştırıldığı konusunda tatmin edici bir neden

sunulmamaktadır. En makul açıklama, batılı tüccarların, manzara kuşaklarında yer alan

ağaçları, servi ağaçlarına benzetmesi ve servi ağaçları ile mezarlık arasında bağlantı kurarak,

bu halıları mezarlıklı olarak adlandırmış olmalarıdır (Formenton, 1972: 95; Formenton, 1984:

93).

Yabancı kaynaklarda kullanılan, cemetery ya da grave rug terimi, Türk halı sanatına

mezarlıklı halı olarak aktarılmıştır. Halı alanında çalışan araştırmacılar, bu ismi benimsemiş ve

kullanımı günümüze kadar süregelmiştir. Mezarlıklı halı terimini kabul etmeyen araştırmacı

Prof. Dr. Rüçhan Arık, “Manzaralı Halılar” isimli makalesinde, farklı bakış açısını nedenleri

ile birlikte sıralamıştır. 18. yüzyılda batı etkilerini yansıtan başlıca motiflerle, manzaralı halılar

arasında bağ kurmaktadır. 18. ve 19. yüzyıllarda işlenen manzara tasvirlerinin bazıları

perspektif, gölge ve ışık oyunları bakımından batı özellikleri yansıtmaktadır. Batılı nitelikte

olanların dışında, minyatür geleneğinin resim anlayışına bağlı tasvirler, kavram resmi niteliği

taşımaktadır. Mezarlıklı olarak adlandırılan halılarda bu özellikleri yansıtır. O dönemde Türk

araştırmacıların ilgisini çekmeyen halı sanatı, yabancı araştırmacılar tarafından, dönemin

özelliği bilinmediği için mezarlıklı halı olarak adlandırılmıştır. Mezarlık motifi ile ilgisi

olmayan bu motifler, batılılaşma dönemi süslemelerinin en sevilen motifi olan, aralarına

mimari motifler yerleştirilen hayali manzara tasvirleridir (Arık, 1983: 119-125).

Page 154: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme... 149

KAYNAKLAR

Arık, R. (1983). Manzaralı halılar. II. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi Bildirileri, c. V,

Ankara, 23-30.

Aslanapa, O. (2005). Türk halı sanatının bin yılı. İstanbul: İnkılâp Kitabevi.

Atalay, B. (1967). Türk Halıcılığı ve Uşak Halıları. Ankara: Türkiye İş Bankası Kültür

Yayınları.

Deniz, B. (1984). Kırşehir halıları. Arkeoloji-Sanat Tarihi Dergisi III, 25-81.

Deniz, B. (2000). Türk dünyasında halı ve düz dokuma yaygıları. Ankara: Atatürk Kültür

Merkezi Başkanlığı Yayınları.

Durul, Y. (1965). Bugünkü Türk Halı Sanatındaki İstikrarsızlığın Sebepleri, Halı Semineri Özel

Sayısı, Ankara, 16-18.

Erdmann, K. (tarihsiz). Der Türkische teppiche des 15. jahrhunderts. (çev. Taner, H.), (15. asır

Türk halısı). İstanbul: İ.Ü Edebiyat Fakültesi Yayını.

Formenton, F. (1972). Oriental rugs and carpets. (çev. Phillips, P. L.). London: The Hamlyn

Publishing Group Limited.

Formenton, F. (1984). Le Livre Du Tapis, Milano.

Hawley, W. A. (1970). Oriental rugs antique and modern. New York: Dover Publications.

Karaçay, Ç. (2011). Ankara Etnoğrafya Müzesi’ndeki Kırşehir halıları. Basılmamış yüksek

lisans tezi, Gazi Üniversitesi, Ankara, TR.

Tazecan, H. (1989). Saf Kilim Seccadeler Üzerine Bir Deneme, Selçuk Üniversitesi Sosyal

Bilimler Enstitüsü, Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi, Konya.

Page 155: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Çiğdem Karaçay 150

Extended Abstract In this article, a group of Kırsehir rug with landscape, which are both in storehouse and

exposure in Ankara Vakıf Museum, will be introduced. In order to be clearer, general information about

Kırsehir rug will be given. Afterwards; Kırsehir rug with landscape inventory information in Ankara

Vakıf Museum will be given and rugs will be introduced in details. In last section, naming these rugs as

‘cemetery or grave rugs’ will be discussed and the importance of these rugs among Anatolian Turkish

Rugs will be established.

Kırsehir is one of the most important weaving centres of Central Anatolia. Today, there are

Kırsehir rugs in almost every museum. These rugs are mostly in shape of prayer rug. The earliest known

examples of these rugs belong to 18th

and 19th

century. They are weaved in Gordes node technique and

the material of them is wool. In Kırsehir rugs mostly red, green, yellow, blue, purple, brown, white and

black colors are used.

In Kırsehir rugs, there are sections such as ; from outside to inside, narrow border, wide border,

sandık and göbek. In rugs; mostly two narrow and wide borders in middle exist. Sometimes, it can be

two narrow border next to each other or three narrow borders. There are thin sprits between the borders.

Narrow borders are ornamented with floral motives known as Catıkkas, Gelinaglatan, Leblebili su,

Bagbası, Kupeli, Devetabanı colloquially.

In Kırsehir rugs, under and on the mihrab, rectangle frames can be found. Nowadays, these

frames are known as Sandık. These frames are filled with floral pattern or dragon figure in a shape of

sloping ‘S’. Corners of the Mihrab are ornamented with floral patterns. Sometimes, mihrab corners are

filled with little points. These points are known as ‘Sinek’ colloquially and these rugs are acknowledged

as Sinekli Kırsehir.

Kırsehir rugs are divided in to two parts according to ground composition; Mihrab and without

Mihrab. On the ground of the Mihrab, floral compositions, candle pattern with hanging from Mihrab

Niche and landscape description.

Kırsehir Rugs with landscape description is a special group. Five rugs in Ankara Vakıf Museum

is examined. They arrived in museum in 2008. They have been donated by mosques. These rugs are

among prayer rugs and one of them is on display, four of them are in storehouse. They all belong to

Kırsehir region. The colors used are red, yellow, purple, white, black, blue, pink, grey, brown and cream.

Two of them are with one side mihrab , two of them are without mihrab and one of them is with one side

mihrab. Floral ornament can be found on their borders and there are floral pattern on the corners of the

mihrab. Landscape units are inside the mihrab, if there is no mihrab, landscape units are on the ground of

the rug and in both cases , landscape units are described one after the other horizontally. In landscape

units, two or three schematic house motives between four trees. When the house number is two, the

space in the middle is filled with square motives, little houses or floral pattern, and the houses have roof.

Three vertical gaps exist on the sides and they describe doors and windows. Some of the trees are

described geometrical and some are naturalist. One of the trees is narrow and the other one is broadleaf.

A horizontal veranda is described in front of the trees and houses. One more landscape zone can be

found on the triangle niche and there is a house description.

We described these rugs as rugs with landscape. These are named as rugs with ‘cemetery or

grave’ in foreign resources. Turkish researchers did not pay attention on rug art for many years, mostly

western researchers has works on this subject. For this name might have been given by foreigners. On

resources published abroad, these rugs are described as ‘cemetery rug or grave rug’. Most of the rugs

belong to Kırsehir region but foreign resources mention Kula with landscape. Numerous rugs have been

taken Germany many years ago. They are known as “grave rugs” or “friedhofteppiche” in Germany.

There is no explanation on the reason of this name on resources. The trees on landscape zones must have

been liken to cypress tree. Cypress trees are mostly found on cemeteries. In this sense, they must have

established a connection between cypress trees and cemeteries. Most of the Turkish researchers accepted

this name, except from Prof.Dr. Ruchan Arık. Ruchan Arık explains the reasons of disapproval on her

article ‘Landscape Rugs’. According to her; the design on the rugs originates from the effects of the era.

In Turkey, some of the landscape design belonging 18th

and 19th

century, represent western

characteristics. Except those, other designs belonging to miniature tradition painting art. They are

concept paintings and these features are found on the rugs that we mentioned. Foreigners misattributed

these rugs as they did not know the characteristics of the era. These rugs are imaginary landscape

descriptions with architectural motives.

These rugs are in the Museums in Turkey and abroad. Some of them are in the special

collection. We analyzed five examples in our research. There are no cemetery motives in these rugs.

When we are able reach more examples, the uncertainty will go away.

Page 156: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme... 151

EKLER

FOTOĞRAFLAR

Ankara Vakıf Eserleri Müzesi

19. Yüzyıl Kırşehir Halı Seccade

Envanter No: 430

Foto: 1

Page 157: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Çiğdem Karaçay 152

Ankara Vakıf Eserleri Müzesi

19. Yüzyıl Kırşehir Halı Seccade

Envanter No: 595

Foto: 2

Page 158: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme... 153

Ankara Vakıf Eserleri Müzesi

19. Yüzyıl Kırşehir Halı Seccade

Envanter No: 616

Foto: 3

Page 159: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Çiğdem Karaçay 154

Ankara Vakıf Eserleri Müzesi

19. Yüzyıl Kırşehir Halı Seccade

Envanter No: 710

Foto: 4

Page 160: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Kırşehir Manzaralı Halılar Üzerine Bir İnceleme... 155

Ankara Vakıf Eserleri Müzesi

19. Yüzyıl Kırşehir Halı Seccade

Envanter No: 2068

Foto: 5

Page 161: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 156-162

[201?]

Edebiyatta Kurgusal Gerçeklik

Fictional Reality

Aytaç ÖREN

ÖZ: Kurgu, gerçek malzemelerden farklı bir gerçeklik içinde bir yapı oluşturularak yapılan temsili bir

gerçekliktir. Kurgu, mekân, zaman, karakter, hikâye gibi bütün kurgu öğeleri ile beraber kurgusal olan bir yapıdır.

Gerçeklik bu yapıda dille bir kırılmaya uğrar, farklı bir dünyaya taşınır ve yapısal değişikliğe maruz kalır. Farklı bir

boyutta bir gerçekliğe dönüşür. Edebi eserler hepsi bu şekilde yapılan birer kurgudur ve kurgusal gerçekliği

sunarlar. Bütün kurgular kurgusal olmalarına rağmen, kurgularda gerçekliğin nasıl kurgusallığı gerçek hayatta da

hayatın kurgularla anlaşıldığına işarettir. Dolayısıyla kurgusal gerçekliğin kurguyu aşan bir yönü de vardır ve

gerçekliğin anlaşılmasının bir araçtır.

Anahtar sözcükler: Kurgu, kurgusal, gerçeklik, gerçek, yapı.

ABSTRACT: A fiction is a representative reality made by creating a structure in a different reality from real

materials. Fiction is a fictional structure with all fiction elements like space, time, character and story. Within it,

reality undergoes a break with language; it is carried to a different world and is exposed to structural changes. It is

turned into a reality with a different dimension. Literary works are all fictions made in this way and offer a fictional

reality. Although all fictions are fictional, how reality is fictionalized in fictions is a sign of the fact that life is

understood with fictions in the real life. Thus, the fictional reality has an aspect which exceeds the fiction and is a

means of understanding reality.

Keywords: Fiction, fictional, reality, real, structure.

1. GİRİŞ

1.1. Kurgu Kavramı

David Mikics kurgu (fiction) kavramının, Latince ‘kalıba dökmek’ (to mould) veya ‘bir

tasarımı şekillendirmek’ (to shape to a design) ama aynı zamanda ‘sahtesini yapmak, aldatmak,

uydurmak’ (to fake) anlamına gelen ‘fingere’ kelimesinden türediğini ve Raymond Williams,

ondördüncü yüzyılın sonuna kadar kurgunun anlamlarından birinin ‘hayal ürünü bir eser’

olduğunu belirttiğini söyler (Mikics, 2007: 120). Yani kurgu, gerçeklikle ilgili bilinenden

hareketle göreceli olarak kurulan, oluşturulan, durumu kurgulayan bir ‘yapma, yapıntı veya

yalan’ gibidir. Chris Baldics ise sanat ve edebiyatta çoğu tiyatro oyunları ve şiirlerin kurgusal

olmasına rağmen kurgu kavramının daha çok düzyazı şeklindeki roman, kısa hikâye, novella,

romans, fabl ve bu tarz anlatılar için kullanılan bir terim olduğunu ve bu terimle

uydurulmuş/gerçek olmayan (invented) hikâyeler kastedildiğini belirtir (Baldick, 2001: 96).

Dolayısıyla kurgu, yaşamak dediğimiz şekilsiz bütünün parçalı ve değişken

şekillenişinin adıdır. İnsan bu biçimsiz dışını ancak kurgulayarak anlar. Roman da bir kurgu

türüdür ve bilindiği ve sınırları çizilebildiği kadarı ile kendi tür özellikleriyle yapılan bir

kurgudur. Buradan hareketle Peter Childs ve Rpger Powder ‘kurgu’ teriminin, birçok farklı

zihinsel aktivite ve kültürel kuruluş türlerini altında tutan bir şemsiyesi ve dolayısıyla da

seviyeli bir göreceliğin, anti-pozitivist ve anti-ampirik ikaz odağı olduğunun aşikârlığına dikkat

çeker (Childs ve Fowler, 2006: 89). Dışarıda ‘gerçeklik’ denilen bir meçhul vardır ve bu

gerçeklik ancak kurgularla insan dünyasına girebilmektedir. Kurgulanan bir şeyin sahteliği,

Okt. Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Yabancı Diller Yüksekokulu, Rize-Türkiye, [email protected]

Page 162: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Edebiyatta Kurgusal Gerçeklik… 157

yapma oluşu, kurgunun yapısı gereği doğasında mevcut bulunduğundan, kurguların

doğrulanma ihtiyacının olmaması da onun bazen inanılması zor bir yönüdür.

2. EDEBİYATTA KURGUDA GERÇEKLİK

Edebi anlamda kurgu dünyası, kurgusal bir gerçekliği temsil eder. Gerçeklik dediğimiz

şey değişikliğe uğrayarak edebi eserin içine girmiş ve hayatın gerçekliği ile sanatın gerçekliği

çakışmıştır. Gerçeklik, dil yoluyla kâğıt üzerinde yazılarak ve okunarak birçok farklı

gerçeklikler bir araya getirilerek yeniden üretilir. Kurguda üretilmiş bir gerçeklik vardır. Aslını

isterseniz bütün kurgular bir kurmaca, bütün sanat bir aldatmacadır ve bütün büyük yazarların

dünyaları kendi mantığı, kendi kuralları, kendi rastlantıları ile bir düş dünyasıdır (Nobokov,

1988: 32). Kurmaca metinler, bizim bildiğimiz, duyduğumuz, gördüğümüz insanların,

mekânların, olayların, duyguların, zamanların benzerlerini sunarlar bize, ancak dış dünya

gerçekliği ile kurmaca dünya içinde verilmeye çalışılan gerçeklik, temelde birbirlerinden bir

hayli uzak iki kutbu temsil ederler (Çıkla, 2002: 115). Roman dünyası ile gerçek dünya

arasındaki bağlantı ya taklide (representation) ya da temsile (illustration) dayalı gerçekleşir ve

bazı romanlarda karakterlerin gerçek insanlara, olayların gerçek hayattaki olaylara benzeyişleri

herhangi bir bakımdan anlamlı değildir; bunlar sadece roman dünyasındaki olaylara

okuyucunun dikkatini çekmek için vardır (Scholes & Kellogg, 1988: 341). Yani kurgu bir

‘mimesis’tir.

Edebi kurgular sadece dilsel birer gerçekliktirler ve kendine has kavramları ile içinde

yaşadığımız dünyaya bir alternatif olarak gönderge statülü hayali bir dünyayı dil yoluyla

kurarlar (Waugh, 1984: 100). Kurgular, gerçekliği dil yoluyla değişikliğe uğratarak bir

yanılsama şeklinde aktarırlar. Yani gerçekliği farklı bir ortama çeker ve farklı kuralları olan bir

yerde biçimlendirirler. Doğasından kopan gerçeklik hiçbir suretle orijinal olmayacak, yeni

ortamına kök salamayacak, çatışmalı bir varlık kazanacak, dolayısıyla bir kurgu olduğu özüne

işleyecek ve kurgu üstü bir nitelik taşıyacaktır. Bütün üst-kurgusal metinler gerçeklik ile kurgu

arasındaki yok edilemez çatışmanın varlığını sorgular ve günlük dünyanın veya birbirlerinin

gerçekliği ile yarışan alternatif dünyaların özbilinçsel yapılandırılmasıyla bu sorgulamalarının

izini sürer (Waugh, 1984: 111).

Bu durumda gerçeklik ortam değiştirmiş, doğası bozulmuş ve dille yeniden montelenmiş

ve haliyle bu yeni varoluştan uyumsuzluk ortaya çıkmıştır. Kurguya alınan gerçeklikle

kurgusal gerçekliğin yan yana getirilişi, ikisinin birleştirilmesi, bir arada tutulmaya çalışılması

kurguda kendini gösterir. Bu yerler, gerçeklikle kurmaca arasındaki sınırların görüldüğü yerler

olur. Bazen yazar araya girecek, yaptığı kurguyla ilgili yorumlar yapacak, bazen yazar anlatıcı

kurgu içi geniş rolünü sergileyecek, bazen okur hedef alınacak, bazen konular gerçek ve kurgu

malzemeleriyle beraber dokunulacak ve bazen de kurgunun bir dilden oluştuğu, sınırının dille

çizildiği hissettirilecektir. Kurgu okuru ise fiziksel olarak kurgu sınırının hemen bitişiğindedir

ama ayrı bir dünyadadır. Buna karşın kurgu da gerçek dünyanın fiziksel olarak bitişiğindedir

ama o da başka bir dünyadadır. Kurgu gibi kurgu bütünü oluşturan her kurgu parçası da

kurgusaldır. Gerçekliğe bir benzeyiş ama bir gerçek olamayış vardır. Örneğin edebi mekân,

nesnelerin ve karakterlerin yerleştirildiği, karakterlerin içinde yaşadığı ve hareket ettiği

ortamlardır (Jahn, 2012: 107). Ama insan, zaman gibi mekânı da edebiyat eserine olduğu gibi

aktarmaz, aktaramaz, bunu bir şekilde kendince yapılandırır (Tekin, 2004: 113). Çünkü

kurmaca esas itibari ile bir terkiptir ve diğer birçok eleman gibi mekân da bu terkibi meydana

getiren önemli bir unsurdur (Tekin, 2004: 129). Yani kurguda mekân, kurmacadır, var

olmayanların yerleştirildiği var olmayan –gerçekte varsa da var olduğu gibi olmayan– bir

yerdir, ama var olan bir kitabın içindedir.

Kurgusal zaman da bir gerçeklik yanılsamasıdır. Kurgu, ister sözle ister yazıyla sunulsun

inşa edilmiş bir yapıdır ve destandan romana kadar uzanan bu inşa edilmiş yapıların zaman

gerçeğinden soyutlanarak ‘inşa’ edilmesi mümkün değildir çünkü bu yapılar zamanla asıl

Page 163: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Aytaç ÖREN 158

değerini bulur ve belirli bir zaman içinde anlaşılır (Tekin, 2004: 110). Dolayısıyla bir anlatı

zamansız olamaz. Anlatı içindeki hikâye/ler belirli veya belirsiz bir zaman içinde geçer. Ama

kurgu dünyası dille oluşturulmuş yapma bir dünyadır ve gerçek dünyanın yazıdaki

yanılsamasıdır. Kurguyu oluşturan her parça gibi zaman da kurguda bir gerçeğimsidir ve

bundan dolayı suni bir dokusu vardır.

Kurgusal zaman, bir kitabın açılmasıyla başlayan ve kapatılması ile biten bir zamandır.

Gerçek zaman sürekli ilerlerken o sabittir. Kitap açılmadıkça başlamaz; açılınca da ancak

okudukça ilerler. Olayların anlatılma zamanları bir kurguda değişmediği için istenirse sayfalar

geriye çevrilerek kurguda geçen herhangi bir zamana dönülebilir. Yazarın yaşadığı, hissettiği,

gözlemlediği veya düşündüğü bir şey sonradan yazıya taşınır, yazıda ise bir zaman içinde

bunlar anlatılır, okur anlatılanları daha da sonra okur ve okurun okuma zamanları sürekli

değişir. Burada yaşanılan veya hissedilen bir zaman, yazılan bir zaman, hikâyede geçen bir

zaman ve okuma zamanı gibi birçok zaman vardır ve hepsi kurguda beraberdir. Aynı anda

birçok zaman yaratılır. Söylem zamanı metnin tamamı okunurken harcanan, metindeki kelime,

satır veya sayfa sayılarıyla ölçülebilen zamandır ama öykü zamanı metindeki bütün eylemin

işgal ettiği kurgusal zamandır (Jahn, 2012: 100).

Bir kurguyu oluşturan temel unsurlardan biri de karakterdir. ‘Karakter’ kelimesi

Almancada ‘figür’ ve Latincede ‘figura’ (şekil veya biçim) kavramının kökeni ‘fingere’den

(yanıltmak, uydurmak) gelmesine karşılık İngilizceye Yunanca ‘kharacter’ (işaret) ve

‘kharaksein’ (kazımak, şekillendirmek) kelimelerinden gelmiştir ve anlamı hem kurmacayı

hem de yazarak bir şeyi şekillendirmeyi içerir (Tepebaşılı,2012: 45). Kurgu yapısında yer alan

diğer bütün öğeler gibi karakterler de ‘yapma’dır. Bütün kurgu öğeleri, bu karakterler için

vardır ve karakterin etrafında döner. Kurmaca dünya onunla bir anlam ve işlev kazanır.

Kurguda geçen olayları yapan, onları gerçekleştiren, olduran karakterdir. O yüzden roman

yazarı oluşturacağı kurgusunda karakterleri belirler, nasıl kullanacağını planlar ve onları bir

kurgu dünyasında canlandırır. Dolayısıyla karakterlerin kurgusallıklarına dair metin içi veriler

de elde etmek mümkündür.

Kurguda anlatılanlar da kurgusal bir gerçekliktir. Gerçek hayatta yaşadığımız olaylar düz

bir zaman çizgisi izler ama bir kurguda olaylar hayattaki sıra takip edilerek anlatılmaz.

Kurguda olaylar, kendine özgü bir biçimde düzenlenir: bazen özetlenir, bazen olduğu gibi

verilir, bezen sıraları değiştirilir ve tüm bu kurgu hammaddeleri olay örgüsüne dönüşürken

sanatın gereklerine göre hayatta rastlayamayacağımız bir yapaylıkla düzenlenir (Moran, 2010:

183). Kurgunun mekân, zaman, karakter gibi olaylar da kurgusal bir biçime sokulur. Böylelikle

parçalar arası bir bütün oluşturulur. Dolayısıyla parçaların/yapay parçaların bir araya

getirilmesi/yapay bütünleme, aslında kurgunun iskeletini, bağlantı yerlerini ve nasıl bir

bütünlük kurduğunu belli eder. Kurgu, kendi içindeki kurgu yapısını oluşturan yapıları açık

veya gizli gösterir. Çünkü kurgu gerçekliğe karşı doğal bir ‘bağdaşmazlık’ refleksi gösterir.

Kurgu, her parçası ve bütünü ile farklı bir gerçekliktir, bir yapıntıdır. Bu inorganik

durum kurguya her anlamda ve her şekilde siner. Gerçeklik kurgusallaşır ve kurgusal bir

gerçekliğe dönüşür. Bu, fiktif bir dünyanın kabulleriyle oluşan bir gerçekliktir. Müdahale ve

yönlendirmeye açıktır. Yazar, bu dünyanın tanrısı gibidir. Aynı anda çok yerde olabilme

yazarın bir ayrıcalığıdır. Çünkü kurgu yazarının dünyalar arası, gerçeklikten kurguya ve

kurgudan gerçekliğe geçişler yapabilme özelliği vardır. Ama okurun bu gerçekliği nasıl

algılayacağına müdahale edemez. Kurgusal gerçeklik okurla beraber farklı boyutlar kazanır.

Her yazınsal metnin temel anlatım örgüsünü o metnin içinde yoğrulduğu ortamın gerçek

ya da düşünsel olguları belirler ve burada önemli olan bu örgü ile gerçek yaşam bağlamının

birçok yönü arasındaki karşılıklı etkileşim ve ilişkidir çünkü ancak böylelikle metnin temel

örgüsü, kimi yerde yaşam bağlamının değişik yönlerine kimi yerde yaşamın toplumsal,

tarihsel, kültürel akışına ve metnin gizli anlam güçlüklerine ışık tutabilir (Göktürk, 2010: 53).

Yazar, içinde yaşadığı dünyayı, kendi yaşamını edebiyatçı kimliği ve birikimi ile birleştirir ve

Page 164: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Edebiyatta Kurgusal Gerçeklik… 159

kurgu dünyasına yansıtır. Yazar aslında kendini ve dünyasını kurgulayarak yorumlamış ve

gerçekliğin de birer kurgu olabileceği olasılığını göstermiştir. Gerçekten de kurgular yaratmak

suretiyle gerçekliğin baskılarını bertaraf ederiz ve kurgular bizim gerçekliği biçim üzerinden

daha iyi anlayabileceğimiz düşüncesini sağlar (Jusdanis, 2012: 57). Edebiyat bizi sahici bir

yere elbette götürmez ama hayatla olan gerginliğimizi ortaya serer ve dünyayı bilmenin ve

anlamanın yolunun kurgulama gerçekliğinde yattığını bize hatırlatır. Yapılı/yapıntı olanla

gerçeklik arasında sürekli bir gerilim vardır ve kurgu/roman bu gerilimi bize açıkça gösterir.

Sanat vasıtasıyla yaşadığımız gerçekliğin özünde olup biteni görür, yaşadığımızı daha derinden

anlamlandırabilir ve gelip geçici olanın uğultusundan kurtulabiliriz (Cengiz, 2012: 54).

Gerçek hayatta da bize bilgiler yazı/dil yoluyla ulaşır, daha doğrusu yazı ile kurgulanıp

verilir. Sözle dünya arasında hiçbir ilişkinin bulunmadığını bizim onu göstergelerle yeniden

yarattığımızı ve kendimize göre yorumladığımızı, dilin keyfi ve gelişigüzel seçilmiş

sembollerden oluştuğunu unuturuz (Antakyalıoğlu, 2013: 54). Kurgu dünyalar arasında geçiş

yapabilen bir yapı olduğundan bize bunu hatırlatır. Bundan dolayı gerçekliği hem kurgusal ve

hem de kurgusal olmayan anlamda şüpheye düşürür.

Kurgunun gerçeklikle sınırlarının bazen belirli bazen belirsiz olması onun yapısından

kaynaklanır. Kurgu, gerçeklerden beslenir ama farklı bir dünyada var olur. Kurgunun bu ikili

yapısı üst/kurguyu, kurgunun üstü ile ilişkili oluşunu doğurur. Çünkü varın içinde değildir ama

yok da değildir, gerçeğimsidir. Gerçeklikle bağlantısı vardır ancak gerçek değildir. Yazar,

kurguyla ilişkimizi veya gerçeklikle ilişkimizi bu bağlamda şüpheye düşürür ve gerçekliğin ne

olduğu bulanıklaşır. Çünkü kurgunun her zaman bir diğer tarafı vardır: üstkurgu yani kurgunun

üstü. Kurgu ‘dış dünya’nın roman dünyasına girmesine sağlayarak kurgu ile gerçeklik

arasındaki ayırımı bozar ve böyle olunca üst-kurgu, kurgunun diğer tarafının da var olduğunu,

yani kurgusal dünyanın da gerçek dünyaya izinsiz girdiğini daha ustaca ortaya çıkarır (Nicol,

2009: 39). Gerçeklik kurguya sokulurken kurgu da gerçekliğe geçmektedir. İşte bu yüzden

kurgusal sınırlar bulanıktır.

Kurgusal gerçeklik dilsel bir gerçekliktir. Başlangıçta kullandığımız/okuduğumuz

sözcükleri yeniden açıklayamayız çünkü zaman geçmiştir, biz değişmişizdir, artık

başlangıçtaki anlam yoktur. Sayfa üzerindeki sözcüklerin değişmeden kalması anlamların da

değişmeden kalması demek değildir. Metin okuyucu ile oynarken okuyucu da metinle oynar.

Karşılıklı şifreler, çözümler ve yeni şifreler ve çözümler vardır. Metni heyecanlı kılan

ertelenen anlamlardır. Bütün anlam bir anda ele geçmez. Derrida’nın belirttiği gibi, gösterenle

gösterilen arasında birebir bir ilişki olmadığı, gösterilenin bir parçası her zaman bir başka

yerde olduğu, anlamın apaçık olmadığı, anlamın ertelendiği ve dolayısıyla bir metinde anlamın

inşa edilemeyeceği açık bir gerçektir (Uçan, 2008: 477-478). Metinde anlamlar her adımda bir

sonrakine kayar. Dolayısıyla edebiyat metinleri belirsizdir (Lodge, 1993: 274). Yazar, kasıtlı

olarak kurgu yoluyla bizim dünyamızla bir bağ kurar ve okur olarak okuma nedenimizi ve

metinle ilişkimizi bize sorgulatır: yaşadığımız gerçeklik kurgusal olabilir mi?

Bir yapıntı oldukları ne kadar roman başında belirtilse ve kurgu içinde kurgusal

olduklarını ortaya dökse de kurgunun gerçek dünya üzerine bir etkisi, sınır ihlaline bir eğilimi

vardır. Ünlü İngiliz roman ve hikâye kahramanı Şerlok Holmes’un yaşadığı varsayılan 221

Baker Caddesi, Londra adresine her gün yüzlerce mektubun gönderilmiş olduğu düşünülürse

düş ürünü olsun olmasın edebi eserlerin ne derece etkili olduğu anlaşılır ve bundan ötürü

gerçek insanlardan, gerçek ülkelerden bahseden romanlardan ve roman kahramanlarından

kişilerin etkilendikleri inkâr edilemez (Küçükboyacı, 1994: 217). Yazar bu etkiyi hayal

gücüyle yaratır. Ortaya gerçek görünümlü bir kurgu veya kurgu görünümlü bir gerçeklik

çıkarır. Ama sözle kurgu arasında hiçbir ilişkinin bulunmadığını, bizim onu göstergelerle

yeniden yarattığımızı ve kendimize göre yorumladığımızı, dilin keyfi ve gelişigüzel seçilmiş

sembollerden oluştuğunu, gerçekliğin kurgulanarak belleğimize girdiğini, tüm kültürü bu

kurgunun üzerine kurduğumuzu unuturuz ve unutarak yolumuzu anlamlandırmaya, doğrular

bulmaya devam ederiz (Antakyalıoğlu, 2013: 47). Yazar, kurgularını gerçekliğe bir yanaştırıp

Page 165: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Aytaç ÖREN 160

uzaklaştırarak bize aslında gerçek hayatın da bir kurgudan ibaret olduğunu hatırlatır.

Dünyaların farklılığı ile aynılığı arasında zihinlerimizde bir tereddüt oluşur.

Kurgu yazarı, bazen yazar anlatıcı olarak kurgu arasına girerek veya okura varlığını

hissettirerek kurgu ile gerçek dünyanın sınırlarını yer yer çizer. Okur ile kurgu arasına sınır

koyar ve dünyaların farklılığını hatırlatır. Aynı zamanda bir yazar olarak kendi varlığını da

böylesi doğrudan ifadelerle kurgu içinde belli ederek okunanın bir kurgu olduğu ve bu

kurgunun bir yazarı olduğu ve gerçekliklerin de ancak kurgu yoluyla yapılabildiği imasını

iletir. Metnin yazıldığına ilişkin bir gönderme metnin gerisinde gerçek bir yazarın varlığına

dikkat çeker ve kurgusal gerçekliğin görünümünü bozar (Lodge, 1993: 24). Ama kurgusallığın

böylesi açıkça vurgulanması hem roman yazarı ve okurun anlatının temel yapılarını, onların

işleyişlerini daha iyi anlamasına neden olur hem de yaşanılan dünyanın bir insan kurgusu, bir

insan yaratısı olduğuna işaret eder. Bu yolla yazar, kurgunun da gerçeklik üzerine bir söz hakkı

olduğunu ve sınırlarını aşabileceğini bizlere bildirir. Yazar kurgusunu oluştururken aslında

okura ve gerçek dünyaya bir ‘ses’ göndermektedir. Romanla gerçeklik arasındaki ilişki

‘hayal’dir, romanın yaşama benzemesi asla söz konusu olamaz çünkü roman bir yaratı, insan

zihninin malzemesi dil olan bir ürünüdür ve bundan dolayı roman dilin belli kalıplar içinde

kullanılışı, diğer edebi türler gibi yazılı bir metindir ve gerçeklikle ilişkisi herhangi bir metnin

olduğu kadardır (Menteşe, 1996: 100). Çünkü kurgu çoklu dünyalar yaratır ve bu dünyalar

metnin anlattığından daha büyük dünyalardır (Nicol, 2009: 171). Yani gerçekliği kırar ve sahte

bir gerçeklik algısı yaratır.

3. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Kısaca söylemek gerekirse kurgunun kendisini oluşturan bütün yapıları, kurgu lehine

işlerken, ona bir bütünlük ve anlamlılık katarken aynı zamanda kurgunun aleyhine bir işlevi

olduğu anlaşılmaktadır. Bu yapılar, kurgu kurulurken onun bir yapma olduğunu da yansıtırlar.

Yazarın kurgusunu kurma stratejisi, yöntemi, tekniği ve yaklaşımı aynı zamanda kurgu içinde

takip edilir, görülür veya sezilir izler bırakır ve bu izler kurguyu üst-kurguya taşır. Kurgu dilsel

bir gerçekliktir ve bu gerçeği kurguyu okurken nasıl gözümüz harflere takılıp onun kurgusal

oluşunu hatırlamamız gibi kurgunun tüm öğeleriyle bir kurma oluşturduğu da kurgu içinde

görülüp anlaşılabilir ve bu gerçeklikle bir kez daha yüz yüze kalınır. Böylelikle kurgunun

ontolojik temelleri sorgulanır ve sarsıntıya uğratılır. Kurgu hem gerçekliğe yakındır hem de

gerçeklikten çok uzaktır. Kurgunun sınırları bazen belli, bazen muğlaktır. Çünkü kurgusal

gerçekliğin sınırlarının nerede başladığı ve bittiği belirsizdir. Bu sınırlar hem kurgu içindedir

hem de kurgu dışına uzanır. Hem yazar hem de okur için dünyalar arası sık geçişler olduğu

için gerçeklik sabitlenemez.

Aslında kurgu, kurgusal gerçekliğin ötesindeki kabullere bir meydan okumadır. Bizim

bildiğimiz ve kabul ettiğimiz gerçekliğin de kurgusal olabileceğine dair bir göndermedir.

Dolayısıyla gerçekliğin sorgulanmasıdır. Çünkü yazar birçok şeyle beraber edebiyattan metin,

teori, eleştiri gibi malzemelerle kurgu hikâyesini oluştururken aslında gerçek hayatta insanın

kurgulama yaparak ve kurgulardan bir şeyler alarak kendi gerçekliğini- ki bu gerçeklik de

kurgusaldır- oluşturduğu imasını verir. Kurgunun nerede başlayıp bittiği şüphesi aslında

gerçekliğin nerede başlayıp nerede bittiği şüphesidir. Kurgu yazarı bu şüpheyi ayrıcalıklı

kimliği ile oluşturur. Çünkü o, gerçek dünya ile kurgu dünyasının gerçekliğini kurguda

birleştirebilen bir kişidir. Dolayısıyla okura da bu boz(dur)ulmuş, yapısı değiş(tiril)miş, doğası

farklılaş(tırıl)mış gerçekliği verir. Bu gerçeklik hem gerçekmiş hem de değilmiş gibi görünür.

Çünkü kurgu bir ‘sahte-gerçek’ veya bir ‘gerçek-sahte’dir. Dolayısıyla edebiyatta gerçeklik

gerçekliğin bir yansımasıdır, gerçeklikten izler taşır ama bunu kendi gerçekliği ile yoğurur ve

ortaya kurgusal, kurgu dünyasının kabullerine bulanmış bir gerçeklik çıkar.

Page 166: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Edebiyatta Kurgusal Gerçeklik… 161

KAYNAKLAR

Antakyalıoğlu, Zekiye (2013). Roman Kuramına Giriş. İstanbul: Ayrıntı Yayınları.

Baldick, Chris (2001). The Concise Oxford Dictionary of LiteraryTerms (2. bs.), New York: Oxford

University Press.

Cengiz, Metin (2012). Platon ve Aristoteles’te Şiir Düşüncesi. İstanbul: Şiirden Yayınevi.

Childs, P.,ve Fowler, R. (2006), The Routledge Dictionary of Literary Terms (3. bs.). New York:

Routledge.

Çıkla, Selçuk (Mayıs 2002) “Romanda Kurmaca ve Gerçeklik”, Hece Dergisi, 65-66-67, 111-129.

Göktürk, Akşit (2010). Okuma Uğraşı (5. bs.). İstanbul:YKY.

Jahn, Manfred (2012). Anlatıbilim: Anlatı Teorisi El Kitabı (2005). (Çev. Bahar Dervişcemaloğlu).

İstanbul: Dergah Yayınları.

Jusdanis, Gregory (2012). Kurgu Hedef Tahtasında (2010). (Çev. Çiçek Öztek). İstanbul: Koç

Üniversitesi Yayınları.

Küçükboyacı, M. Reşit (1994). “Çağdaş İngiliz Edebiyatında Türk İmajı”, Ege İngiliz ve Amerikan

İncelemeleri Dergisi, 10, 200-220.

Lodge, David (1993). A David Lodge Trilogy. London: Penguin Books.

Lodge, David (1993). Art of Fiction. New York: Viking Penguin.

Menteşe, Oya-Batum (1996). “Romanda Kurumlaşmış Biçimin Yıkılışı ve Yenilikçi ‘Avant-Garde’

Görüş”, Bir Düşün Yolculuğu: Edebiyat-Sanat-Eleştiri Yazıları. Ankara: Bilkamat Yayınları, 97-

101.

Mikics, David (2007). A New Handbook of LiteraryTerms. New Haven:Yale University Press.

Moran, Berna (2010). Edebiyat Kuramları ve Eleştiri (20. bs.). İstanbul: İletişim Yayınları.

Nicol, Bran (2009). The Cambridge Introduction to Postmodern Fiction. New York:

CambridgeUniversity Press.

Nobokov, Vladimir (1988). Edebiyat Dersleri (1980). (Çev. F. Özgüven, N. Akbulut). İstanbul: Ada

Yayınları.

Scholes, R., Kellogg, R. (1988). “Hayat ve Sanat”, (Ed. Philip Stevick), Roman Teorisi, (Çev. S.

Kantarcıoğlu), (ss. 340-347), Ankara: Gazi Üniversitesi Yayınları.

Tekin, Mehmet (2004). Roman Sanatı 1 (4. bs.). İstanbul: Ötüken Yayınları.

Tepebaşılı, Fatih (2012). Roman İncelemesine Giriş. Konya: Çizgi Yayınları.

Uçan, Hilmi (Ocak 2008). “J. Derrida ve Dil Bağlamında Postmodernizm”, Hece Dergisi, 138-139-140,

467-488.

Waugh, Patricia (1988). Metafiction. New York: Routledge.

Page 167: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Aytaç ÖREN 162

Extended Abstract

Reality is facts in the real world but fiction is different in that it creates a reality in a fictional

world. Fiction is made up of invented, imaginary, representative facts. Both the whole structure of a

fiction and all its parts are fictional. Its artificial characteristic reflects on everywhere in fiction. Because

fiction is known beforehand to be fictional, it is at peace with itself and does not feel uncomfortable with

this situation. On the contrary, it may use this within fiction on the behalf of itself. Shortly, fiction is a

different reality composed of a language.

Fiction is a multi-dimensional structure. It consists of many parts like time, space, character, story

and plot. Every element of it carries this fictionality and reflects this to fiction. Time is not as we know.

Space is not the same as what we perceive it. Characters are different from who we meet in the real

world. It is normal that many unusual things and coincidences happen in an anachronic way in its story.

Plot may seem absurd… In fiction, imagination is combined with reality and distorts it. There is a reality

in fiction as well but it is exposed to a structural alternation and turns into an illusion.

Fictional reality has another important aspect. It shows us that reality is only understood by

fictionalizing it. If it is so, all we know as a reality is, in fact, a fiction because what we call facts is what

we fictionalize from the reality. It can be seen that fiction lies beyond its boundaries, so it opens a door

to understanding what reality is like and raises doubt on ‘reality’: real but how real?. Fiction plays an

important role in apprehending ‘reality’.

Page 168: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 163-175

[201?]

Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar:

Kadınların Kariyer İlerlemelerinde Karşılaştıkları Engeller ve

Etkili Liderlik

Queen Bee in Glass Ceiling Shade: Obstacles Encountered By

Women's Career Advancement And Effective Leadership

Olcay ER*, Orhan ADIGÜZEL

**

ÖZ: Günümüzde iş hayatında üst düzey yöneticilik pozisyonunda bulunan kadın sayısı erkeklere oranla çok

azdır. Bu çalışmada, özellikle yurt dışı kaynaklardan yararlanmak suretiyle kadın üst düzey yönetici sayısının çok

düşük olması altında yatan nedenlerle ilişkilendirilen birçok etkenden yalnızca ‘kraliçe arı sendromu’ ve ‘cam tavan

sendromu’ üzerinde durulmaktadır. Bu çalışmaya göre, bu iki sendromdan ilki ile kadınların üst düzey yöneticilik

pozisyonunda erkeklere oranla çok az bir paya sahip olması arasında anlamlı bir ilişki olduğu değerlendirilmemiş

iken ikincisi arasında anlamlı bir ilişki olduğu çıkarımında bulunulmuştur. Ayrıca bu çalışmayla, bu iki sendrom da

göz önünde tutulmak suretiyle ‘liderlik’ bağlamında kadınların üst düzey yönetici olmalarının önündeki engelleri

kaldırmada ne tür motive ve teşvik edici unsurların yararlı olabileceği hususu değerlendirilmiştir.

Anahtar sözcükler: Cam Tavan, Kraliçe Arı, Yönetici, Liderlik

ABSTRACT: Nowadays the number of women in senior management positions in business compared to men

is very small. In this study, especially benefited from foreign sources, the underlying cause of several factors related

to the low number of senior women managers in business associated with only the 'queen bee syndrome' and 'glass

ceiling syndrome' are evaluated. According to this study, the first of these two syndromes with women in senior

management positions than men to have a very small share is not considered a significant relationship; on the other

hand, the second is concluded that a significant relationship. In addition, these two syndromes to be kept in mind in

the context of 'leadership' what kind of factors motivating and encouraging women to be senior managers could be

useful in removing the barriers that prevent are evaluated.

Keywords: Glass Ceiling, Queen Bee, Manager, Leadership

1. GİRİŞ

Dünya nüfusunun yarısını kadınların oluşturmasına karşın, her ne kadar son yıllarda

kadınların lehine değişiklik olsa da iş hayatında kadınların bu oranda temsil edilmediği

belirtilmektedir. Bundan da garip olanı ise iş hayatındaki üst düzey yöneticilik pozisyonunda

bulunan kadınların erkeklere oranla çok az bir paya sahip olmasıdır. 1995 yılı rakamlarına göre,

dünya genelinde büyük şirketlerin yönetimle ilgili bölümlerinde çalışanların %44 ünü kadınların

oluşturmasına rağmen, bu şirketlerin kıdemli yönetici pozisyonundaki kadınların sayısı %5’in

altında kalmıştır (Alcom, 1995, s.3). Örneğin, bu konuda dünya ortalamasının üzerinde olan

ABD’de, 1995 yılında 3000 yüksekokul müdürünün yalnızca 364’ünü bayanlar oluşturmakta idi

(Hurt, 1995, s.10). 2010 yılı rakamlarında da durum pek farklılık arz etmemektedir, şöyle ki

ABD’de iş hayatının % 46,5’ini bayanlar oluştururken, yalnızca % 8’i üst düzey yönetici

pozisyonundadır (Mukherji, 2010, ss. 23-42). Yine 2012 yılı rakamlarına göre ABD’de bulunan

en çok kazanan 500 şirketin yalnızca 21 tanesinin en üst düzey yöneticisi kadındır (Grant

Thornton International Business Report, 2013).

* Doktora Öğrencisi, Süleyman Demirel Üniversitesi, S.B.E. İşletme Bölümü, Isparta, Türkiye,

[email protected] **

Doç. Dr., Süleyman Demirel Üniversitesi, İ.İ.B.F. Sağlık Yönetimi Bölümü, Isparta, Türkiye,

[email protected]

Page 169: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 164

Kadın üst düzey yönetici oranının çok düşük olmasının altında sosyolojik, psikolojik ve

kültürel birçok etken yatmaktadır. Bu çalışmada, özellikle yurt dışı akademik kaynaklardan

yararlanmak suretiyle söz konusu durumun altında yatan nedenlerle ilişkilendirilen birçok

etkenden yalnızca ‘kraliçe arı sendromu’ ve ‘cam tavan sendromu’ üzerinde durulmaktadır. Bu

çalışmaya göre, bu iki sendromdan ‘kraliçe arı sendromu’ ile kadınların üst düzey yöneticilik

pozisyonunda erkeklere oranla çok az bir paya sahip olması arasında anlamlı bir ilişki olduğu

değerlendirilmemiş iken, ‘cam tavan sendromu’ ile arasında anlamlı bir ilişki olduğu kanaatine

varılmıştır.

Ayrıca, bu çalışmada söz konusu sendromlar da göz önünde tutulmak suretiyle etkili

liderlik becerileri de ele alınmıştır. Bu çalışmanın amacı ‘liderlik’ bağlamında ne tür motive ve

teşvik edici unsurların kadınların üst düzey yönetici olmalarının önündeki engelleri kaldırmada

yararlı olabileceğini tespit etmektir. Bu noktada, görünmez engellerin aşılması ve cam tavanın

kırılıp üst düzey yönetici pozisyonunda daha fazla kadının yer alması için etkili bir liderlik

eğitiminin önemli olduğu çıkarımında bulunulmuştur.

Bu çalışmanın ilk bölümünde ‘kraliçe arı sendromu’ üzerinde durulmuş, bu sendromun

kadınların kariyer ilerlemesinde karşılaşmış oldukları engelleri açıklamakta yetersiz olduğu

hususlar değerlendirilmiştir. İkinci bölümde ‘cam tavan sendromu’ değerlendirilmiş, bu

sendromun hangi manada kullanıldığı üzerinde durulmuş ve kadınların üst mevkilere

gelmesindeki engelleri açıklamada ne ölçüde yeterli olduğu açıklanmıştır. Üçüncü bölümde

kadınlar üzerindeki cam tavanın kırılması için etkili bir liderlik anlayışının önemi gözler önüne

serilmiştir. Son bölümde ise kadınların iş hayatında karşılaşmış oldukları engellerin nasıl

ortadan kaldırılabileceği temelinde çalışmanın ne anlam ifade ettiği ve ileride yapılacak

muhtemel çalışmalarla nasıl ilişkilendirilebileceği hususuna değinilmiştir.

2. KRALİÇE ARI SENDROMU

Arı kovanlarındaki kraliçe arının iktidarını sürdürme mücadelesi herkesçe malumdur.

Buna benzer olarak iş hayatında da kraliçe arı özelliklerini taşıyan kadınların bulunabileceği

öngörülmektedir. Bickford’a (2011) göre, eğer bir kadın idareci altında çalışan bir kadınsanız ve

idareciniz sizin kuyunuzu kazıp, gereksiz yere hayatınızı zorlaştırıyorsa; sizin idarecinizin

kraliçe arı sendromuna kapıldığı söylenebilir. Bu bağlamda kraliçe arı sendromu altındaki kadın

kendini çevresinde bulunan diğer kadınlara karşı tehdit altında hissettiği için çevresindeki

kadınların gelişimini engellemek, gücünü ve pozisyonunu kırmak için çabalar.

George’a (2002, s.16) göre her okulda birkaç etkili kız öğrencinin kendi popülerliklerini

ve güç alanlarını artırmak için diğer sınıf arkadaşlarıyla alay ederek onlara eziyet ettikleri ve

düşmanlığa dayanan bir sınıf atmosferi oluşturdukları da bilinen bir durumdur. Yine George,

erkeklerin kavga ederek veya arabalarını sergileyerek cesaretlerini ve üstünlüklerini diğerlerine

karşı gösterme eğiliminde olduklarının, kızların ise başkalarına karşı üstünlüklerini dedikodu

veya alay ederek diğerlerini manipüle etme gibi daha dolaylı yöntemlerle gösterme eğiliminde

oldukları düşüncesindedir. Ona göre, işte okuldaki bu etkili kızların iş hayatlarında ‘kraliçe arı

sendromuna’ kapılma olasılıkları kuvvetle muhtemeldir.

İngiltere’de yapılan bir araştırmaya göre, kadınların üçte ikisi erkeklerin daha açık

konuşmaları sebebiyle erkek bir yönetici ile çalışmak istiyorlar. Almanya’da yapılan bir

araştırmaya göre kadın yönetici altında çalışan kadınların erkek yönetici altında çalışan

kadınlara oranla daha çok sağlık problemlerinin olduğu görülmüştür. Yine ABD’de bulunan

Amerikan Yöneticiler Birliği’ne göre, kadınların %95’i kariyerlerinin herhangi bir aşamasında

başka bir kadın tarafından zarara uğramıştır (Bickford, 2011).

İş hayatında gücü elinde bulunduranlar mevcut güçlerini başkaları ile paylaşmak

istememektedirler. Kirwan-Taylor’a (2013, s.14) göre ‘güç’ sürekliliği olmayan ve geçici bir

durumdur. Bu sebeple gücü elinde bulunduranlar, kendi pozisyonlarının sağlam olmadığının

Page 170: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar… 165

farkındalardır ve bu sımsıkı sarılmış oldukları pozisyonlarının tehdit altında olduğunu

düşünmektedirler. Mevcut iş hayatındaki gücü elinde bulunduranların büyük bir kısmının

erkeklerden oluşması sebebiyle bu noktada ‘kraliçe arı sendromunun’ tutarsız oluğu

görülmektedir.

Hollanda Leiden Üniversitesi’nde profesor olan Belle Derks’in yapmış olduğu bir

araştırmaya göre, kadınların diğer kadınlara uygulamış olduğu kötü muamelelerin müsebbibinin

kadın yöneticiler olmadığıdır, aksine bu kötü muamelelerin çoğunluğunun erkeklerin

oluşturduğu cinsiyet ayrımı gözeten iş ortamının doğal bir sonucu olduğu, kadın yöneticilerin

kendilerini bu erkek egemen iş ortamına adapte etmek niyetiyle bu tarz davranışlarda bulunduğu

görülmüştür (Bickford, 2011). Örneğin, İngiltere seyahat ve turizm alanında iki milyonun

üzerindeki çalışanın %60’ını kadınlar oluşturmasına rağmen, bu sektördeki üst düzey

yöneticilerin yalnızca %6’sını kadınlar oluşturmaktadır. Kadın üst düzey yönetici oranının bu

kadar düşük olmasını yalnızca kraliçe arı sendromu ile açıklamanın yetersiz görülmekte, üst

düzey yöneticilikte daha çok belirgin olan esnek olmayan çalışma saatleri, rol model olabilecek

kadın eksikliği ve etkin bir iletişim ağının olmaması bu düşük oranın asıl sebebi olarak

değerlendirilmektedir (Bickford, 2011).

Kadınların iş hayatında erkeklerden daha geride kalmasının bir diğer sebebi de kadınların

erkeklere nazaran daha fazla ekip çalışmalarında yer almaları ve bireysel olarak ön plana

çıkamamaları düşünülebilir. Örneğin Avrupa Birliği ülkelerinde faaliyet gösteren kar amacı

gütmeyen kuruluşların yöneticilik pozisyonlarının büyük bir kısmını kadınlar oluşturmaktadır

(Claus, Callahan & Sandlin, 2013, s.338). Yine, Rajan (2002, s.9) kadın akademisyen ve bilim

adamlarının bağımsız çalışma yapmaktan daha ziyade grup çalışmasında bulunduklarını ifade

etmektedir. Ona göre, her ne kadar grup çalışmasına katılan kadınlar en az erkekler kadar zeki

olsalar ve en az erkekler kadar bilgi üretseler dahi, çalışma sonuçları toplantılarda genellikle

erkekler tarafından sunum yapılmakta ve çalışmalar erkeklere atfedilmektedir. Rajan’ın bu

açıklamaları, kadın ve erkeklerin oluşturmuş oldukları çalışma gruplarının başarılı

faaliyetlerinin, yalnızca erkeklerin kariyer ilerlemesine sebep olacağı düşüncesini doğurmuş,

işte bu noktada da kraliçe arı sendromundan bahsedilemeyeceği çıkarımında bulunabilinir.

Kraliçe arı sendromunun bir önyargıdan ibaret olduğunu gösteren Bickford (2011),

yapmış olduğu araştırmada başarılı kadınların büyük bir kısmının ekipteki diğer üyeleri

desteklemekte ve onların gelişimi için gayret göstermekte olduğunu görmüştür ve bu kadınlar

ekip arkadaşlarının başarılarını kendilerine bir tehdit olarak algılamamakta ve bu başarılarla

gurur duymaktadır. Bickford’a (2011) göre, ‘Kraliçe arı sendromu’ bayatlamış cinsiyet

ayrımcılığına dayalı bir önyargıdan ibaret olup, kadınlara gerekli eğitimin verilmesi ve düzgün

rol modellerle desteklenmesi ile kadınlar kariyerlerine yukarı doğru daha sağlam adımlarla

ilerleyebileceklerdir.

Bickford (2011), kıdemli kişilerin cinsiyet ayırımı gözetmeden oluşturmuş oldukları

kadınların adil olarak temsil edildikleri ekiplerdeki kadınlar, erkek egemen davranış kalıpları

taklit etme zorunluluğu hissetmemişler ve başarıyı yakalayarak kendilerini ispat etmişlerdir

tespitinde bulunmaktadır. Hem bu tespit hem de buraya kadar değinilen hususlar temelinde

‘kraliçe arı sendromu’ iş hayatındaki üst düzey yöneticilik pozisyonunda bulunan kadınların

erkeklere oranla çok az bir paya sahip olmasına sebebiyet verecek bir durum olarak

değerlendirilmemektedir. Bu sebeple çalışmanın ikinci bölümünde bu düşük orana sebep olması

muhtemel diğer bir sendrom olarak karşımıza çıkan ‘cam tavan sendromu’ ele alınacaktır.

Page 171: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 166

3. CAM TAVAN SENDROMU

İş hayatındaki cinsiyet ayırımcılığının ortadan kaldırılmasına yönelik çalışmaların hızla

yapılmasına karşın, ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) raporlarına göre sonuçlar beklentilerin

çok altında kalmaktadır. Örneğin, kadın ağırlıklı bir meslek grubu olan öğretmenlikte dahi

yönetici konumundakilerin çoğunu erkekler oluşturmaktadır ve kadınlar diğer birçok meslek

dalında da cam tavan sendromuna takılmaktadırlar. ‘Cam tavan sendromu’ kadınların iş

hayatında gelişimlerinin ve yükselmelerinin engellenmesi olarak tanımlanmaktadır (Kolade &

Kehinde, 2013, ss.79-99). Wall Street Journal’da türetilen ‘Cam tavan sendromu’ bir

organizasyonda çalışan kadınların önüne üstü kapalı ve zımni bir şekilde geçilemez engeller

konularak kurumsal merdivenlerin üst basamaklarına erkeklere oranla daha az tırmanabilmeleri

manasına gelmektedir. Yine Microsoft Encarta World Encyclopedia’ya göre, ‘cam tavan

sendromu’, kariyer ilerlemesinin önündeki engeller veya daha açık ifadesiyle herhangi bir

kişinin cinsiyet, yaş, ırk veya cinsel tercihlerini göz önünde bulundurmak suretiyle üst yönetici

pozisyonuna ulaşmasını engelleyen resmiyette olmayan fakat gerçekte var olan engellemeler

olarak açıklanmıştır (Kolade & Kehinde, 2013, ss.79-99).

Eğitim ve iş tecrübesi gibi usule uygun koşullara nazaran, cam tavan engelleri resmi

olarak görünmeyen kültürel, sosyal ve psikolojik kodları olan temelde cinsiyet farklılığına

dayanan bir olgu olarak düşünülmektedir. Mukherji (2010, ss. 23-42), ilk bakışta kadınların iş

hayatında daha üst basamaklara çıkışının önünde engeller oluşturulması gibi görünen ‘cam

tavan’, temelde bunun da ötesinde kadınların iş hayatlarında kendilerini iş ortamına adapte

olamamış ve güçsüz bireyler olarak hissetmelerini sağlayan bir durum olduğu görüşündedir. Bu

görüşünü, ‘cam tavan’ yerine ‘cam ev’ düşüncesiyle kuvvetlendirmektedir ki, ona göre,

kadınların önündeki görünmez engellerin yalnızca dikey olarak düşünülmemesi, aynı zamanda

yatay olarak da bir gerçeklik ifade ettiği anlaşılmaktadır. Yine kendi ifadesiyle, kadınlar

yalnızca üst yöneticilik konumuna yükselirken görünmez engellerle karşılaşmıyorlar, aynı

zamanda orta kademe yöneticilik pozisyonlarında ve hatta alt kademede dahi bir üst konuma

yükseltilme dışında kalan diğer konularda da bu görünmez engellerle karşı karşıya kalıyorlar.

Mukherji’nin buradaki açıklamalarından, iş hayatındaki kadınların öğrenilmiş bir çaresizliğe

itilmesini de cam tavanla açıklamak mümkün görünmektedir.

İster cam tavan veya isterse de bunun ötesinde bir düşünce olan cam ev olarak

düşünülsün, erkeklerden farklı olarak kadınların iş hayatında bir takım zorluklarla karşılaştıkları

muhakkaktır. Bu konuda araştırma yapan Reardon (2014), bu dengesizliği açıklamada tek

başına cinsiyet ayırımcılığının yetersiz olduğunu belirtir. Ona göre bu dengesizliğin altında

yatan asıl sebep süregelen işlevsiz iletişim biçimleri ve kadınlara mal edilmiş kalıplaşmış

yargılardır. O, işlevsiz iletişim biçimlerine örnek olarak kadınların giyinişleri veya bakışları ile

ilgili uygunsuz sözler, onların sözlerinin toplantılarda uygunsuz olarak kesilmesi ve onların

fikirlerinin önemli toplantılardan çıkarılmasını göstermektedir. Yine o, erkeklerin kadınlarla

sosyal hayatta iş hayatından daha kolay iletişimde olabilmesini temel problem olarak görmekte

ve bundan dolayı iş hayatındaki kadınlar erkeklerin kalıplaşmış etiketlemeleri doğrultusunda

anne, kız kardeş veya müstakbel sevgili olarak görülme eğilimindedirler. Reardon bu davranış

biçimini ‘küçük ve şirin görme sendromu’ olarak adlandırmaktadır. Bu sendroma göre ne zaman

ki kadınlar üst bir konuma yükselse onlar daha fazla küçük ve şirin olarak görülmekten çıkarak

bir tehdit unsuru halini almaktadır. Reardon’a (2014) göre kadınların büyük bir kısmı da

kendilerini erkek egemen ortama kabul ettirmek maksadıyla bu sendromun mağduru olana dek

gerekliliklerini yerine getirmektedirler.

Reardon’a (2014) göre kıdemli yönetici pozisyonundaki kadın sayısının artması için iş

hayatında süregelen işlevsiz iletişim biçimlerinin farklı bir iletişim tarzı ile değişmesi

gerekmektedir. Örnek olarak, bir gıda firmasının dört yöneticisinden biri olan 40 yaşındaki tek

kadın yönetici Janet, kendisinden habersiz diğer üç yöneticinin resmi olmayan bir toplantıda

ellerindeki proje ile ilgili önemli bir karar alındığını öğrenmesi üzerine yöneticilerden Fred ile

karşılaşır. Janet Fred’e duygusal bir tarzda sitem ederek kendisini bu proje dışında hissettiğini

Page 172: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar… 167

belirtir, ancak Fred bu duygusallığı sezdiği için Janet’e konuyu kişiselleştirmemesi telkininde

bulunarak Janet’i geçiştirir. İşte bu noktada Reardon, bu işlevsiz iletişim örneğinde Janet'in

duygusal yaklaşımının Fred’e konuyu geçiştirme imkanı sağladığı görüşündedir ve Janet’in

dolaylı ima yerine direk olarak bundan sonra kendisinden habersiz bir toplantı olmamasını

söylemesi gerektiğini belirtmektedir. Reardon’a (2014) göre, kadınların daha fazla üst yönetici

olabilmeleri için, feminist olarak etiketlenme korkularını yenerek ve risk alarak dolaylı iletişim

yerine doğrudan iletişim yollarını kullanmaları gerekmektedir.

Kadınların iş hayatında üretken olmadıkları için erkeklerden geride kaldıkları iddiası da

gerçekleri yansıtmamaktadır. Kadınlar çoğu tarafsız ölçümde imalat sanayiden tutun da ileri

teknoloji pazarına kadar birçok alanda yöneticilik vasıfları ve kabiliyetleri yönünden erkekleri

geride bıraktıkları halde ‘cam tavanla’ karşı karşıya kalmaya devam etmektedirler (Kolade &

Kehinde, 2013, ss.79-99). Yine Kaliforniya’da 52 adet farklı yöneticilik vasıf ve kabiliyetleri

göz önüne alınarak yapılan bir araştırmaya göre yüksek kaliteli çalışma, hedef koyma ve

danışmanlık yapabilme gibi 42 adedinde kadın yöneticilerin erkek yöneticileri geride

bıraktıkları görülmüştür (Kolade & Kehinde, 2013, ss.79-99). Fakat erkek egemen iş kültürü

başarıyı elde edilen kazanç, statü ve etki alanının yüksekliği ile değerlendirirken, kadın egemen

iş kültürü ise insanlar arası iletişim ve etkileşimi ön plana almakta ve kendileri gibi olabilme

çabasında, bir yandan çalışma saatlerinin esnek olmasını talep ederken diğer yandan da

işyerlerine anlamlı katkılarda bulunarak hem takımın bir parçası olmak hem de yaptıkları bu

katkının takdir edilmesini istemektedirler (Mukherji, 2010, ss. 23-42).

Kadınların çalışma prensipleri erkeklerden farklılıklar göstermektedir. Niederle’nin

2005’de yapmış olduğu bir araştırmaya göre, kadınların yarışın hakim olduğu bir atmosfer

içinde bulunmaktan hoşlanmadıkları, yarış ve rekabetten uzak durdukları görülmüştür. Ona

göre, bu ruh hali de kadınların daha kazançlı olan üst düzey pozisyonlara ulaşmalarında

erkeklere oranla daha az şanslarının olmalarına sebep olmaktadır. Yine ona göre, işyerindeki

erkek egemen gayrı resmî network rahat ve aynı zamanda takdir toplayacak görevleri kendi

aralarında taksim ederken, hiçbir taliplisi olmayan görevleri ise bu networkun dışında kalan

bayanlara yönlendirmektedir ki, bu da kadınların üst düzey pozisyonlara ulaşmalarının önünde

bir engel olarak karşımıza çıkmaktadır (Mukherji, 2010, ss. 23-42).

Özellikle kadınların geleneksel olarak erkek egemen yapıda kabul edilen mesleklere

girmesi ile erkek egemen değerleri daha başlangıçta kabul etmiş olmaları kendilerinden

beklenmektedir ki bu da onların daha kararlı, sert, hırslı, iddiacı yapıda olmalarını

gerektirmektedir (Temel, Yakın ve Misci, 2006, s.31). Tarihsel olarak bakıldığında model

olarak gösterilen iyi bir yönetici ‘erkek’ bir kişi olarak algılanmaktadır. Mukherji’ye (2010, ss.

23-42) göre, bu tarihsel yaklaşım işlevselliğini hala sürdürmekle birlikte kadınları fasit bir

daireye sürüklemekte ve onları her şartta mağlup olmakla karşı karşıya bırakmaktadır. Ona göre,

konu eğer tarihsel kalıplaşmış önyargı çerçevesinde değerlendirildiğinde kadının uygun bir

yönetici olmayacağı karşımıza çıkmakta iken, eğer ki kadın gerçekten tutarlı bir yönetici ise

uygun bir kadın olmadığı damgasını yemektedir.

Cam tavanın gerçek bir olgu olduğu kanaati hem batıda hem de diğer toplumlarda

yaygındır. Cam tavan ABD şirketlerinde yaygın olarak gözlenmektedir, şöyle ki yönetici

konumundaki %92 oranındaki kadınlar böyle bir durumun var olduğunu düşünmektedirler. Cam

tavan kadınların iş üretkenliğini düşürmekle ülke ekonomisine çok pahalıya mal olmaktadır.

Ayrıca orta düzey kadın yöneticilerin %80’i de cam tavan sebebiyle mevcut kariyer hayatlarını

sonlandırarak kendi işlerini kurmaya yönelmişlerdir (Belle, Townsend & Mattis, 1998, ss. 28-

42). Batı dünyasında yapılan araştırmalar neticesinde cam tavanın olduğunun birinci göstergesi

olarak kadın erkek arasındaki maaş farkı görülmektedir. İkincisi, erkek egemen yönetim

kültürüdür. Üçüncüsü, bayanların erkeklere nazaran daha yüksek dozajda eleştiri ve tenkide

uğramasıdır. Dördüncüsü, rol model olabilecek üst düzey bayan yönetici eksikliğidir (Mukherji,

2010, ss. 23-42).

Page 173: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 168

Nijerya’da yapılan bir araştırmaya göre, Nijerya kadınlarının proje ve inşaat şirketlerinde

çok az temsil edildiğini göstermiş ve bu temsil oranının çok düşük olmasının nedenlerini şöyle

sıralamıştır. Birincisi, kadınların ailelerine karşı sorumluluklarını yerine getirememe endişesidir.

İnşaat sektöründe çok sık şehir değiştirme ile karşılaşılması ve uzun çalışma saatleri

gerektirmesi sebebiyle kadınların çocuklarının belirli bir yaşın üzerine gelmesine değin bu

sektörden gelen teklifleri kabul etmedikleri görülmüştür. İkincisi, kadınlar tarafından inşaat

sektörünün imajının olumsuz algılanmasıdır. Bu sektördeki erkek egemen alt kültür, argo dil

kullanımı ve zor çalışma koşulları sektörün kadınlar tarafından çekici bulunmamasına yol

açmaktadır. Üçüncüsü, inşaat mühendisliği, harita mühendisliği, mimarlık gibi inşaat sektörüne

üst düzey eleman yetiştiren bölümlerdeki ana derslerin her ne kadar resmiyette olmasa da

pratikte kadınlara eğitim imkanı tanımayacak şekilde tasarlanmasıdır. Dördüncüsü, bu sektörün

uzun çalışma saatlerinin ve zor çalışma koşullarının bulunması sebebiyle işverenlerin erkeklere

nazaran daha nazik olan kadınları işe almak ve eğitmekte isteksiz olmalarıdır. Beşincisi, erkek

egemen olan bu sektörde, kadınların kendilerine danışmanlık yapacak ve yönlendirecek kişilere

ulaşılabilecek gayrı resmî iletişim ağlarının bulunmamasıdır. Altıncısı, sektördeki erkeklere

verilen ücretlerin kadınlardan fazla olması, kadınların performanslarının düşük görülmesine

yönelik önyargı ve cinsel taciz gibi cinsiyet ayırımcılığına dayalı davranış ve düşünce

kalıplarının yoğun olmasıdır. Kolade ve Kehinde’ye (2013, ss.79-99) göre eğer burada sayılan

altı faktör gözden geçirilerek iyileştirmeler yapılırsa inşaat sektöründe çalışan daha fazla kadın

görebilme imkânı doğacaktır.

‘Cam tavan sendromu’ ile ilgili olarak batı haricinde yapılan diğer bir araştırmada

Hindistan’da gerçekleşmiştir. Bu araştırmaya göre, Hindistan’da her ne kadar sübjektif

algılamalarda iş hayatında kadın ve erkek arasında fırsat eşitliği olduğu düşünülse de ‘Cam

tavan’ dünyanın diğer bölgelerinde hissedildiği kadar Hindistan’da da hissedilmektedir.

Geleneksel kadın için doğru ve uygun olan davranış kalıpları onları erkek aktivitelerinden uzak

olmalarına yönlendiriyor. Ayrıca erkeklere kadınların iş hayatında ikincil olmaları gerekliliği

direk olarak sorulduğunda ‘hayır’ cevabı alınsa da, yine erkekler dolaylı olarak kadınların

ekmek kazanma görevlerinin olmamasını sebep göstererek kadınların kariyer yapmalarının şart

olmadığı düşüncesindedirler (Mukherji, 2010, ss. 23-42).

Buraya kadar sayılanların yanında ‘cam tavan sendromunun’ gerçek bir olgu olmadığı

hususunda da bazı görüşler mevcuttur. Örneğin, Yousry (2006, ss. 93-111) kadınların

hedeflerine ulaşmasının önündeki algılanamayan engeller olarak takdim edilen ‘cam tavanın’

öfke ve kızgınlığı temel alan bazı feministler tarafından icat edilmiş bir metafor olduğunu iddia

etmektedir. Yousry’ye göre, ‘cam tavan’ bir cam değil, camdan da güçlü olan bir inançtır. Eğer

siz bazılarının sizin başarısız olmanız için çaba gösterdiğine inanmışsanız kaybedeceksinizdir,

eğer siz yukarı kademelere ulaşmanızın cinsiyetiniz, yaşınız, dininiz veya herhangi bir sıfatınız

sebebiyle engelleneceğine inanmışsanız kaybedeceksiniz, ve yine eğer siz başarılı olabilmeniz

için yeni hükümet desteklerine ve yasal kurallara ihtiyacınız olduğuna inanmışsanız

kaybedeceksiniz demektir. Fakat buraya kadar işaret edilen araştırmaları yorumlamak gerekirse,

Yousry’nin tamda aksi istikametinde bir çıkarımda bulunmak gerekmektedir, çünkü ‘cam tavan

sendromu’ Yousry’nin psikolojik indirgemesinin çok daha ötesindedir. Bu sebeple, cam tavanı

iş hayatında kadınların karşılaşmış oldukları engelleri ifade eden pratikte var olan bir olgu

olarak değerlendirmek gerekmektedir. Bu sebeple çalışmanın üçüncü bölümünde söz konusu

olguyu değiştirmeye katkı sağlayacak etkili liderlik teknikleri ele alınacaktır.

Page 174: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar… 169

4. ETKİLİ LİDERLİK TEKNİKLERİ İLE CAM TAVANI KIRMA

Şüphesiz ki iş hayatında kadınlara yönelik bir cam tavan olgusunun varlığının kabul

edilmesi önemlidir fakat yeterli değildir. Cam tavanın kırılması ve iş ortamındaki gerek açık ve

gerekse de gizli engellerin ortadan kaybolması için köklü değişikliklere ihtiyaç vardır (Belle,

Townsend & Mattis, 1998, ss. 28-42). Cam tavan olgusunun gerçek olduğu düşüncesindeki

kadın, çalışma hayatında daha üst basamaklara tırmanmanın imkânsız olduğu inancında olup

çalışma motivasyonundan yoksundur, çünkü sıkı çalışmanın ve azmin iş hayatında karşılığının

olmadığı kanaatindedir (Dreher, 2003, s.542). Bu sebeple hangi faktörlerin kadınların iş

hayatında üst düzey yönetici pozisyonuna gelmelerine katkı sağlayabileceğinin açığa

çıkarılması cam tavanın kırılmasında etkili olacaktır.

Koçel (2013, ss. 572-576) yöneticilik ve liderlik arasında birçok farkın olduğunu ifade

etmektedir. Örneğin yönetici mevcut koşullar altında organizasyonun en iyi sonucu

üretebilmesine çalışırken, liderlik ise işletmenin değişmelere uyabilmesi için gerekli yenilik ve

düzenlemeleri yapmak, organizasyona yeni bir vizyon vermekle ilgilidir, yine yöneticilik

tanımlanan hedeflere ulaşma, liderlik ise değişim ve dönüşüm yapabilme işidir. Ancak, etkili

liderlik özelliklerine sahip olmak bir yönetici de olması gereken vasıfların başında gelmektedir.

Kadın üst yönetici sayısını artırmanın yolunun bu durumun kadın veya erkeklerin ön

yargısından kaynaklandığını iddia ederek değil, üst düzey yönetici olmaya aday olan kadınların

kariyerlerinin yolunu açacak liderlik vasfını onlara kazandırmakla olacağı düşüncesindedir

(Bickford, 2011). Bu bağlamda kadınların bireysel liderlik becerilerinin geliştirilmesinin cam

tavanın kırılmasında en önemli faktör olduğu çıkarımında bulunmak mümkündür. Burada

kadınların cam tavanı kırması için ne tür bir bilgi ve tecrübeye sahip olmaları gerektiği sorusu

ve aynı zamanda nasıl bir liderlik programı ile bu bilgi ve tecrübenin desteklenebileceği durumu

ortaya çıkmaktadır.

Cam tavan sendromu ile ilgili yapılan önceki araştırmalar genellikle orta düzey yönetici

pozisyonundaki kadınların erkek meslektaşları seviyesinde nitelik ve yetkinliklere sahip

olduklarını iddia etmektedir. Fakat sahip olunan bu nitelik ve yetkinliklerin kadınların üst düzey

yönetici olabilmelerinin önünü açmakta yetersiz olduğu gözlenmektedir. Bu bağlamda çeşitli

araştırmalar tarafından orta kademe yönetici pozisyonundaki kadınların üst düzey yönetici

pozisyonlarına geçmelerine yardımcı olabilecek bazı potansiyel başarı faktörleri belirlenmiştir.

İşte bu potansiyel başarı faktörlerini McCarthy (2001, ss.35-38) şu şekilde özetlemektedir:

tutarlı sonuç üretebilme kapasitesine sahip olmak, gizli veya açık kurumsallaşmış engellerin

farkında olmak, informal kültür ve normların farkında olmak, deneyim-beceri yetkinliklerine

sahip olmak, örgütsel politika ve güçler dengesinde kiminle ve nasıl bir stratejik ortaklığa

girileceğini doğru tahmin eden örgütsel koalisyonlar oluşturmak, iletişim becerilerini iyi

kullanabilmek, entelektüel, duygusal, fiziksel ve ruhsal olarak zorluklara tahammül edebilecek

güçte olmak, mevcut işiyle ilgili özel bilgi ve beceriye sahip olmak ve çevresel düşünme

yetenekleri ile büyük resmi görme yeteneğine sahip olmak.

Yeterince kadın yönetici var olmamasından kaynaklı olarak kadınlar yöneticilik

pozisyonlarının hayatın doğal akışı içerisinde yalnızca erkeklere ait olması gerektiği hususunda

önyargı kalıplarına sahip olabilirler (Ibarra, Ely & Kolb, 2013, s.5). Bu önyargıların kırılması

için kadınların liderlik becerilerin geliştirilmesinde onlara yardımcı olacak rehberlere ihtiyaç

duyulmakta ve neticede kadınların çağdaş liderlik vasıflarına sahip olmaları gerekmektedir.

McCarthy (2001, s.7) orta kademe yönetici pozisyonundaki kadınların liderlik gelişimi için

yenilikçi eğitim programının yapılması gerekliliğini iddia etmektedir ki orta kademeden üst

kademeye daha fazla kadın yönetici geçebilsin. Onlara göre, liderlik öğrenilebilen bir olgudur

ve hem üst düzey yönetici pozisyonundaki kadın sayısının yetersizliği hem de üst düzey

yönetici pozisyonundaki kadınlara yönelik eğitim faaliyetlerinin yetersizliği bu öğrenilebilen

liderlik olgusundan kadınları yoksun bırakmaktadır.

Page 175: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 170

Kadınların liderlik vasıflarını kullanarak daha fazla üst düzey yönetici olabilmelerini

anlamak için öncelikle eski ve yeni liderlik anlayışını irdelemek gerekmektedir. Tarihsel olarak,

liderlerin seçkin bir aileden doğuştan gelen ve ‘erkek’ olduğu düşünülürdü. Yine son on veya

yirmi yıla kadar ‘lider kadın’ düşünülemez bir olgu olarak görülmekte olup, erkek, teknokrat,

hiyerarşik, kısa vadeli, pragmatik ve materyalist bir lider profili ön plana çıkmakta idi. Fakat 21.

yüzyıla girerken ‘liderlik’ kavramı üzerinde temelde bir değişiklik meydana gelmiş, iletişim ve

motivasyon becerilerini ön plana alan, bireysellikten öte işbirliğine dayalı dönüşümcü bir

liderlik kurumu ortaya çıkmıştır (Conger, 1999, ss.146-150). İşbirliğine ve değişime odaklı bu

liderlik anlayışında kadınlara yer açılmaktan ziyade onlara ihtiyaç hâsıl olmuştur, çünkü örgüt

içerisinde mikro ve makro düzeydeki her türlü işbirliğine dayalı değişim faaliyetlerinde kadınlar

daha etkili ve hızlı bir rol almaktadırlar (McCarthy, 2001, ss.11-12).

Geleneksel liderlik anlayışı düşünce yapısına göre kadın lider adayları bir kaybetme kısır

döngüsündedirler. Şöyle ki; eğer kadınların davranışları kalıplaşmış cinsiyet önyargılarına

dayalı hareket tarzına uyuyorsa onlar iyi bir lider olarak düşünülmemektedir ve eğer kadınların

davranışları iyi bir lider noktasında ise onlar normal bir kadın olarak düşünülmemektedir

(Mukherji, 2010, ss. 23-42). Çağdaş liderlik anlayışında ise kadınların varlığı vazgeçilemezdir

ve işte bu zaruretten dolayı bazı kadın liderlere göre, ‘bir kadın olmak için daha iyi bir zaman

var olmamıştı.’(Ziegler, 2003).

Çoğu araştırmacılar liderlik davranışlarının cinsiyete göre farklılık gösterdiğini

düşünmektedir. Erkekler başarı odaklı, iddialı ve maddi ödüllerle motive olan liderlik

davranışlarını ön plana çıkarmaktadır (Claus, Callahan & Sandlin, 2013, s.333). Kadınlar,

erkekler tarafından pek de önemsenmeyen davranış ve nitelikleri bir liderlik biçimi olarak öne

çıkarmaktadırlar. Bunların arasında özerk ve geleneksel liderlikten ziyade işbirliği ve takım

ortamında çalışma önceliği, yöneticiler ve çalışanlar arasında işbirliği düşüncesi, daha az

kontrol, sezgi, empati ve akılcılığı içeren problem çözme, sevecen, yardımsever, etkin dinleme

becerileri, açık, eşitlikçi, daha iyi ve toplumsal gelişme için bir arzusu olan liderlik davranışları

gelir. İlave olarak kadınlara göre liderlik hiyerarşik bir yapı değildir, bir değişiklik yapma ve bir

yenilik oluşturmadır, etik kurallarla beslenir, çeşitliliklere önem verir, öz farkındalık ve cesaret

gerektirir (McCarthy, 2001, ss.145-147).

Kadınların iş hayatında yükselmelerinin önündeki gizli engellerin ortadan kaldırılmasında

orta düzey yönetici pozisyonundaki kadınların takip edebilecekleri rol modellerin ön plana

çıkarılması gerekmektedir. ABD’de bulunan en zengin 1000 şirkette bulunan yönetici veya

yönetici yardımcısı konumundaki kadınlarla cam tavandan nasıl kurtuldukları hakkında yapılan

araştırma neticesinde; gösterebilecekleri en iyi performansı sergiledikleri, çevredeki erkeklerin

daha rahat davranış sergileyebilecekleri bir profesyonel çalışma stili benimsedikleri, iş hayatları

boyunca yalnızca bir alanda değil farklı alanlardaki görevleri üstlendikleri, mutlaka bir rehber

veya danışmanın fikir ve önerilerinden istifade ettikleri anlaşılmıştır (Belle, Townsend &

Mattis, 1998, ss. 28-42).

Erkeklerin kariyer ilerlemesi için gerekli olan kaçamak kurallar kümesi, bilgi, beceri ve

davranış koduna karşı daha bilinçli oldukları söylenebilir. Orta düzey yönetici pozisyonundaki

kadınların bu kodları öğrenip uygulaması onların üst düzey yöneticiliğe geçmesinde faydalı

olacaktır. Kadınların cam tavanı kırıp yukarı basamağa çıkabilmeleri için yeterlilik, sonuç

alabilme, güçlü ilişkiler geliştirebilme ve dayanıklılık olmak üzere dört kritik başarı faktörü

belirlenmiştir (McCarthy, 2001, s.22). Bu faktörlerin elde edilebilmesi için kadınların benlik

saygılarını olumlu yönde etkileyecek ve onların karşılaştıkları çevresel güçlülüklere karşı

mücadele etmelerine katkıda bulunacak etkili bir liderlik gelişimi programlarına ihtiyaç vardır

(McCarthy, 2001, s.144).

Page 176: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar… 171

Bugün liderlik programlarına katılmak kadınların yüklenmesi gereken bir yük değil,

bilakis iş hayatındaki kadınların hayatının bir parçası haline gelmesi gereken bir durumdur

(Hacıfazlıoğlu, 2010, s. 2267). McCarthy’e (2001, ss. 150-153) göre kadınlara yönelik liderlik

programlarının etkili olabilmesi için programın yalnızca kadınlara yönelik özel hazırlanmış ve

erkeklerden arındırılmış bir ortamda yapılması gerekir, çünkü kadınlar erkeklerin olmadığı

ortamlarda daha dürüst ve içtendirler ki bu da gelişimi olumlu etkilemektedir. Programların

davranış değişimlerine ve bilgi transferine yeteri kadar imkân sağlayacak bir süreye yayılması

gerekir. Ona göre bu programlarda orta düzey yönetici pozisyonundaki kadınların üst düzeyde

bulunanlarla iletişime ve etkileşime geçmelerinin yolu açılmalıdır.

Etkili bir liderlik gelişimi programı alan kadının kendine ait bilgi birikiminin farkında

olması, kendi güçlü ve zayıf yönlerini bilmesi ve aynı zamanda takım çalışmalarından

rahatsızlık duymayan, doğacak olan başarı ve başarısızlıkları için sorumluluk kabul eden ve her

türlü sonucu tecrübe olarak kabul eder pozisyonda olması gerekir. Bunlara ilaveten söz konusu

programlarla başarılı liderlerde bulunan risk almaktan korkmamak, esnek ve değişime açık

olmak, güvenilirlik, dürüstlük, etik kurallara bağlılık, sabır, adalet ve tutarlılık gibi özellikler de

kadın yöneticilere kazandırılmış olacaktır.

Liderlik daima değişimle ilgilidir, her değişim de liderlik gerektirir (Koçel, 2013, s. 573).

İyi bir liderlik anlayış ve uygulaması eğitilebilen ve geliştirilebilen bir olgu olmakla birlikte

değişen eğilimler ile güncel tutulması gerekmektedir. Görünmez engellerin aşılması ve cam

tavanın kırılıp üst düzey yönetici pozisyonunda daha fazla kadının yer alması için de liderlik

eğitiminin anahtar bir rol oynayacağı yadsınamaz bir gerçektir.

5. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Günümüzde kadınlar üst düzey yöneticilik pozisyonunda erkeklere oranla çok az bir paya

sahiptir. Fikirlerin derlenmesi neticesinde ortaya çıkan çalışmada bu olgu ile çevresindeki

kadınların gelişimini engellemek, gücünü ve pozisyonunu kırmak için çabalayan kadın

yöneticinin ruh halini yansıttığını varsayılan ‘kraliçe arı sendromu’ arasında anlamlı bir ilişkinin

olmadığı belirlenmiştir. Yine bu olgu ile iş hayatında kadınların önüne üstü kapalı geçilemez

engeller konularak kurumsal merdivenlerin üst basamaklarına erkeklere oranla daha az

tırmanabilmeleri manasına gelen ‘cam tavan sendromu’ arasında anlamlı bir ilişki olduğu

belirlenmiştir. Bu sebeple kadınların daha fazla üst düzey yönetici olabilmelerinin yolunu

açmanın ‘kraliçe arı sendromu’ üzerinde durup onu ortadan kaldıracak yöntemleri üretmekten

daha ziyade ‘cam tavan sendromu’ üzerinde yoğunlaşıp bu sendromu ortadan kaldıracak

yöntemleri üretmekten geçtiği ve söz konusu yöntemlerin başında kadınlara etkili bir liderlik

anlayışının kazandırılması geldiği yargısına varılmıştır.

Kadınların yalnızca cinsiyetlerinden dolayı başarılarına ve liyakatlerine bakılmaksızın

ilerlemelerinde karşılarına çıkan engelleri ifade eden ve pratikte var olan ‘cam tavanı’ ortadan

kaldırmak kadınların karşı karşıya kalmış oldukları gizli ve açık engelleri anlamak ve bu

engelleri aşacak stratejileri geliştirmekle mümkün olabilir. Bu bağlamda kadınların kendilerine

bakan bir sorumlulukları olduğu gibi hem topluma hem de yönetime ait bazı yükümlülüklerin

olduğu da aşikârdır.

Her ne kadar bu çalışma kadınların iş hayatında karşılaştıkları güçlükleri yalnızca

psikolojik boyutuyla ele almanın doğru olmadığı kanaatinde olsa da cam tavan sendromunun

dolaylı olarak kadınları mevcut durumu kanıksamaya itebileceği de imkân dâhilinde

değerlendirilmektedir. Bu sebeple iş hayatındaki kadınların öncelikle etkili bir liderlik gelişimi

programı almaları gerekmektedir ki kendilerini ‘öğrenilmiş çaresizlik’ psikolojisinden

kurtarabilsinler. Bu programın desteği ile kadınlar kendilerine ait bilgi birikiminin farkında

olacak, kendi güçlü ve zayıf yönlerini bilecek, güçlü ilişkiler geliştirebilecek ve karşılaştıkları

çevresel güçlülüklere karşı etkin mücadele edebilecek pozisyona geleceklerdir. İş hayatında

Page 177: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 172

kadınların üst düzey yönetici olma oranının çok düşük kalmasının değişmez bir durum

olmadığının öncelikle kadınlar tarafından benimsenmesi gerekir ki kadınlar başarabilme

özgüvenlerine sahip olsunlar ve üst düzey yönetici pozisyonlarına ulaşabilsinler.

Kadınların iş hayatında yükselmelerinin önündeki gizli engellerin ortadan kaldırılmasına

yönelik bir takım çalışmalar yapılsa da, kadınlar bunların uygulanabilir olmadıklarını

düşünmektedirler. Bu sebeple orta düzey yönetici pozisyonundaki kadınların takip

edebilecekleri rol modellerin ön plana çıkarılması gerekmektedir. Söz konusu kadınların başarı

öykülerinin ve uyguladıkları yöntemlerin ayrıntılarıyla paylaşılması diğer kadınlara da iş

hayatındaki merdivenlere tırmanmanın yollarını açacak ve iş hayatındaki kadınlar için

uygulanabilir ve rehber niteliğinde olacaktır.

Kadınların içindeki yaşamış oldukları çevre ve toplum tarafından kabullenilip, üst düzey

yönetici olarak görülmelerinde bir problemin bulunmaması gerekir. Üst düzey yöneticilerin

daha fazla seyahat etme ve daha fazla çalışma durumları ortaya çıkması sebebiyle, üst düzey

yönetici pozisyonundaki kadınların öncelikle ailelerinin bu konuda desteklerini almaları da çok

önemli bir etken olarak değerlendirilmektedir. Ailesinin ve çevresindeki insanların desteğini

alamamış çoğu başarılı kadın ya üst düzey yönetici pozisyonuna gelememiş ya da gelse dahi bu

pozisyonunda uzun soluklu kalamamıştır.

Kadınların iş hayatında daha etkin olabilmeleri için geliştirilecek bir takım strateji ve

politikalara da ihtiyaç vardır. Eğer kadınlara daha öğrenciliklerinden itibaren uygun ortamlarda

stajyerlik ve çıraklık yapma imkânı sağlamak gibi kadınları daha fazla gözeten plan ve

stratejiler uygulamaya konulursa, kadınların kariyer merdivenlilerini tırmanmaları önündeki

engeller hızlı bir şekilde ortadan kalkacaktır. Yine bu geliştirilecek plan ve stratejilere stratejik

konumdaki yönetici pozisyonlarının en az %35’inin kadınlara tahsis edilmesi yönündeki Nijerya

uygulaması örnek olarak gösterilebilir. Başlangıçta zorunluluk olarak görülen bu uygulama

zamanla kendiliğinden gerçekleşecektir. Şöyle ki, bu çalışmada ifade edildiği üzere iş hayatında

kadınların rol model olarak görebilecekleri kadın yönetici eksikliği bu tarz uygulamalarla son

bulacak ve uygun rol modeller önderliğinde daha fazla yönetici konumunda kadın iş hayatında

kendine yer bulacaktır.

Yapılan bu çalışma dünya genelinde iş hayatında kadınların karşılaşmış oldukları

engellerin nelerden kaynaklandığını ve bu engellerin aşılması için nelerin yapılması gerektiğini

açıklığa kavuşturmuştur. Bu araştırma özellikle ülkemizde çalışma yapacak bilim adamlarına ve

akademisyenlere bir ayna tutacaktır. Bu bağlamda bu konuda çalışma yapanların her ülkenin

farklı bir tecrübeye sahip olduğu ve her toplumun kendine has bir değer yargısının bulunduğunu

da göz ardı etmemesi gerekir. Geliştirilen stratejiler ve bu konuda atılacak adımlar farklı tecrübe

ve değer yargıları ile taban tabana zıt olmamalıdır.

Page 178: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar… 173

KAYNAKLAR

Alcorn, B. (19 Haziran 1995). ‘Commitments Cinderella and the Glass Ceiling’ Los Angeles Times (pre-

1997 Fulltext) (Los Angeles, Kaliforniya), s.3.

Belle, R.R., Townsend, B. & Mattis, M. (Şubat 1998).‘Gender gap in the executive suite: CEOs and

Female executives report on breaking the glass ceiling’ The Academy of Management Executive, ,

ss. 28-42.

Bickford, N. (11 Ekim 2011). ‘Queen bees - an evolving species or an office myth?’. financialtimes.com.

Claus, A., Callahan V. & Sandlin J. (18 Jun 2013). ‘Culture and leadership: women in nonprofit and for-

profit leadershippositions within the European Union’, Human Resource Development International,

published online.

Conger, J. A. (Summer 1999). “Charismatic and transformational leadership in organizations: An insider's

perspective on these developing streams of research.” Leadership Quarterly.

Dreher, G. F. (Mayıs 2003). ‘Breaking the glass ceiling: The effects of sex ratios and work-life programs

on female leadership at the top’ Human Relations.

George, P. (Ekim 2002). ‘Out with the "in crowd" the negative power of queen bees’ Leadership for

Student Activities NASC Edition, s.16.

Grant Thornton International Business Report, (2013). ‘Women in senior management: Setting the stage

for growth’.

Hacıfazlıoğlu, Ö. (Güz/Autumn 2010). ‘Yükseköğretimde Lider Olarak Göreve Uyum Sağlama Süreci:

Türkiye ve Amerika’dan Kadın Liderlerin Deneyimleri’, Kuram ve Uygulamada Eğitim

Bilimleri/Educational Sciences: Theory&Practice, ss.2221-2273.

Hurt, J. (18 Ocak 1995). ‘Glass ceiling cracking – slowly’ Milwaukee Journal (Milwaukee, Wis), s.10.

Ibarra, H., Ely, R. & Kolb, D. (September 2013). ‘Spotlight on Women in Leadership, Women Rising:

The Unseen Barriers,’ Harward Business Review.

McCarthy, Siobhain A. (2001). ‘Portals in the Glass Ceiling: The Role of Surreptitious Knowledge in the

Leadership Advancement of High Potential Middle Management Women,’ A dissertation submitted

in partial satisfaction of the requirements for the degree Doctor of Education University of

California, Los Angeles.

Mukherji, S. (Ocak-Mart 2010). ‘The Perception of 'Glass Ceiling' in Indian Organizations: An

Exploratory Study’ South Asian Journal of Management, ss. 23-42.

Kirwan-Taylor, H. (2013). ‘Suffering from ... Queen bee syndrome?’ Management Today, Nisan, s.14.

Koçel, T. (2013). ‘İşletme Yöneticiliği’, Beta Yayınları 14. Baskı.

Kolade, Obamiro J. & Kehinde, O. (Ocak 2013). ‘Glass Ceiling and Women Career Advancement:

Evidence from Nigerian Construction Industry’ Iranian Journal of Management Studies, ss.79-99.

Rajan, T. V. (16 Ekim 2002). ‘The queen bee syndrome’ The Scientist, s.9.

Reardon, Kathleen Kelley (Text Copyright 2014) ‘They don’t get it, do they? Communication in the

workplace_ Closing the gap between women and men’.

Temel, A., Yakın, M. ve Misci, S. (2006). ‘Örgütsel Cinsiyetlerin Örgütsel Davranışsal Yansıması’, Celal

Bayar Üniversitesi Yönetim ve Ekonomi Dergisi, Cilt:13 Sayı:1,.

Yousry, M. (İlkbahar 2006). ‘The Glass Ceiling - Isn't Glass’, Business Renaissance Quarterly, ss. 93-

111.

Ziegler, M., (25 Ağustos 2003). ‘Picture Brightens for Women in Government’ Federal Times.

Page 179: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Olcay ER, Orhan ADIGÜZEL 174

Extended Abstract

Nowadays the number of women in senior management positions in business compared to men is

very small. In this study, especially benefited from foreign sources, the underlying cause of several

factors related to the low number of senior women managers in business associated with only the 'queen

bee syndrome' and 'glass ceiling syndrome' are evaluated. According to this study, the first of these two

syndromes with women in senior management positions than men to have a very small share is not

considered a significant relationship; on the other hand, the second is concluded that a significant

relationship. In addition, these two syndromes to be kept in mind in the context of 'leadership' what kind

of factors motivating and encouraging women to be senior managers could be useful in removing the

barriers that prevent are evaluated. At this point, implications of effective leadership is very important in

order to overcome the invisible barrier and break the glass ceiling in senior management positions for

more women to take part.

The first section of this study has focused on 'queen bee syndrome' and how this syndrome is

insufficient to explain the obstacles women have faced in their career progression. The second section has

evaluated 'glass ceiling syndrome' and how this syndrome is sufficient to explain the obstacles women

have faced in their career progression. The third section has shown the importance of effective leadership

approach to break the glass ceiling for women. The last part has addressed what the study expresses now

ande how it can be associated with possible future studies on the basis of effective leadership approach

removing the barriers from women’s career progression.

Queen bee in the hives struggles to maintain its power. Likewise, in business it can be found in

women carrying the queen bee features. According to Bickford (2011), if a female boss undermines other

women, shows little support and makes life difficult for them too, she is said to be suffering from ‘Queen

Bee Syndrome’. Rather than wanting to advise, support or mentor them, she tries to suppress their

contribution and development. However, since the majority of boss is men in business life 'queen bee

syndrome' seems inconsistent.

Women also take part in team work more than men. Bickford (2011) says that the majority of

successful women support and develop all the members of their teams and they are not threatened by the

success of colleagues, but take pride in it, particularly if they have taken an active role in supporting that

individual’s career. All these findings as well as the basic issues referred to here show that 'queen bee

syndrome’ is insufficient to explain the obstacles women have faced in their career progression.

Wall Street Journal derived 'glass ceiling syndrome' for the meaning of the apparently invisible

barriers that prevent more than a few women from reaching the top levels of management. According to

Mukherji (2010, ss. 23-42), compared to formal barriers to career advancement such as education or

experience requirement, the glass ceiling barriers are less tangible hindrances- frequently anchored in

culture, society and psychological factors - that impede women's advancement to upper management or

other senior positions. Evidence of the glass ceiling has been described as invisible, covert and overt.

Nevertheles, as a result of research conducted in the western world, there are also some indications that

show glass ceiling such as, a salary difference between men and women, the dominant male management

culture, the higher dosage of critism on women than men, , the lack of senior women managers to be role

models (Mukherji, 2010, pp. 23-42). Thus, glass ceiling in business life should be evaluated in practice

and the relationship between the scarcity of senior women manager in business and the ‘glass ceiling

syndrome’ is significant.

Accepting the existence of a glass ceiling phenomenon for women in business is undoubtedly

important but not sufficient. Fundemental changes are needed to break the glass ceiling. Effective

leadership approach will be one of the most powerful changes that helps women removing the barriers

from their career progression. The development of women’s leadership skills are needed to break the

prejudices that women encountered and consequently will help to guide them. An innovative training

program for leadership development of women in middle management positions can provide them to

climb senior executives positions. At the end of the 20. Century, the concept of ‘leaderhip’ changed

basically from indivisualism to cooperative theme (Conger, 1999, ss.146-150).

Cooperation and exchange-oriented ‘leadership’ concept has become need women, rather than the

place opened to women because the micro and change based on all sorts of cooperation on macro-level

activity within the organization, women are getting a more efficient and rapid role (McCarthy, 2001,

ss.11-12). Leadership program is also an important tool in today’s business life for women in which it is

Page 180: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Cam Tavan Gölgesindeki Kraliçe Arılar… 175

not a burden , it is a situation that should become part of the business life. According to Mc Carthy (2001,

ss. 150-153), this kind of program should be done in a free environment for women where they are more

honest and sincere, which positively affects the development. This program should be a wonderful place

for women in middle-level managers to interact women in senior managers.

This study find outs what kind of syndromes that women encountered in world-wide business life

and how effective leadership may help to overcome obstacles comming from the syndrome of glass

ceiling. This research will be helpful particularly for Turkish scientists and academics for holding a

mirror. In this context, all countries have a different experience and a unique value which canshould not

be ignored in evaluating the situation.

Page 181: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEÜ Journal of Social Sciences) 2 : 176-185

[201?]

Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı Yaklaşıma

Yönelik Tutumlarının İncelenmesi*

Investigation of Attitudes of Pre-Service Social Studies Teachers

The Constructivist Approach

Yılmaz GEÇİT**

ÖZ: Bu çalışmada Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi ile Karadeniz Teknik Üniversitesi Eğitim

Fakültelerinin Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dallarında öğrenim gören 316 öğretmen adayının yapılandırmacı

yaklaşıma yönelik görüşleri çeşitli değişkenler açısından analiz edilmiştir. Veri toplama aracı olarak Evrekli ve diğ.

(2009a) tarafından geliştirilen 19 maddelik ölçek sosyal bilgilere uyarlanmış ve ön uygulamada güvenirlik katsayısı

ölçeğin geneli için .93 (Cronbach's Alpha) olarak belirlenmiştir. Cinsiyet, sınıf, mezun olunan lise türü ile anne-baba

eğitim durumları ve ailenin aylık gelir değişkenleri SPSS 16 paket programında t testi, Anova ve kruskal wallis

testleri ile analiz edilmiştir. Bu analizler sonucunda kızların erkeklere göre yapılandırmacı yaklaşıma yönelik daha

pozitif tutuma sahip oldukları belirlenmiştir. Ayrıca genel ve meslek lisesi mezunlarının Anadolu Lisesi

mezunlarına göre bu yaklaşıma daha pozitif baktıkları tespit edilmiştir. Son olarak babası üniversite mezunu olan

öğretmen adaylarının yapılandırmacı yaklaşımı daha fazla benimsedikleri belirlenmiştir.

Anahtar sözcükler: Sosyal bilgiler eğitimi, öğretmen adaylarının görüşleri, yapılandırmacı yaklaşım.

ABSTRACT: This study was carried out to investigate prospective social studies teachers’ attitudes towards

the constructivist approach against certain variables. The study was implemented with 316 students attending Social

Studies Department in Faculty of Education at Recep Tayyip Erdoğan University and Karadeniz Technical

University. For data collection, the scale developed by Evrekli et al. (2009) was used. The scale consisting of 19

items was adapted to social studies. A pilot study was implemented and overall reliability coefficient of the scale

was found as .93 (Cronbach's Alpha). Study variables including gender, grade, type of high school graduated,

parents’ education level and monthly income of families were analyzed with t test, ANOVA and Kruskal-Wallis

tests on SPSS 16. It was found out that girls have a more positive attitude towards constructivist approach than boys.

In addition, graduates of regular high schools and vocational high schools were found to have a more positive

attitude towards this approach than graduates of Anatolian High Schools. Lastly, a higher attitude towards the

constructivist approach was seen among participants whose fathers are university graduates.

Keywords: Social studies education, prospective teachers’ views, constructivist approach.

1. GİRİŞ

2005 yılı sonrası, yapılandırmacı veya yapılandırmacı yaklaşım eğitim literatürümüzde

sıklıkla kullanmaya başladığımız kavramlardandır. Öğrenme ortamlarında öğretmen merkezli

anlayış yerine öğretmen rehberlik anlayışını getiren, çeşitli etkinliklerle öğretim sürecine

öğrenciyi daha fazla çekmeye çalışan, öğrenenin ön bilgileriyle yeni bilgiler arasında bağ kuran

ve bu şekilde öğrencinin anlamı yapısallaştırmasını hedefleyen bir anlayışı benimsemiştir.

Aslında temeli oldukça eskilere dayanan bu yaklaşımının yeniden popüler olması biraz da

günümüz dünyasının ortaya çıkardığı gereksinimlerle ilgilidir. Çünkü oldukça kaotik sorunlarla

çevrili toplumsal ve kültürel çevrelerde kısmen daha rahat bir yaşam için bile olsa bireylerin

daha sorgulayıcı, daha aktif ve daha sorumlu hareket etmeleri gerekmektedir. Bu bağlamda var

olan ve hızla değişen-gelişen bilginin ezberlenmesi değil yeninden yapılandırılması,

yorumlanması ve gerekli durumlarda transferi büyük önem taşımaya başlamıştır. Bu

yaklaşımda öğrenen, öğrenilmiş bir bilgi ile yeni öğrenilen bilgiyi uyumlu hale getirerek

yapılandırdığı bilgiyi, yaşam problemlerini çözmede uygulamaya koyar (Perkins, 1999). Piaget

* Bu çalışmanın daha basit bir bölümü VII. Sosyal Bilimler Eğitimi Kongresinde bildiri olarak sunulmuştur. ** Doç.Dr., Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi, Eğitim Fakültesi, Rize-Türkiye, [email protected]

Page 182: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı… 177

ve Vygotsky gibi bilim insanları yapılandırmacılığın gelişimine oldukça katkı sağlarken,

Socrates’in, "öğretmen ve öğrenenler, karşılıklı konuşup sorular sorarak ruhlarında gizli

bulunan bilgiyi yorumlamalı ve oluşturmalıdırlar" fikrini savunması onun ilk büyük

yapılandırmacı olarak kabul edilebilmesine de olanak sağlamıştır (Erdem ve Demirel, 2002:

82). Öte yandan yapılandırmacılığı benimseyen ilk eğitimcinin 18. yüzyılda İtalya’da yaşayan

Giambatista Vico olduğunu ileri süren görüşlerde bulunmaktadır. Ancak Vico’nun

yapılandırmacı yaklaşımla ilgili görüşleri, o yüzyılda eğitimcilerin fazla dikkatini çekmemiştir

(Duffy ve Cunningham, 1996; Akt., Ünal ve Çelikkaya,2009 ).

Yapılandırmacı yaklaşım, öğrenmenin gerçekleşmesinden önce her bireyin konuya

ilişkin belirli ön bilgiye sahip olduğunu ve yeni bilgileri bu bilgi yapısıyla ilişkilendirerek

öğrenmenin gerçekleştiğini belirtmektedir (Evrekli ve ark., 2009b: 134). Öğretim sürecinde ön

bilgilerin önemi ve bu bilgilerle yeni bilgiler arasında etkin bir bağ kurma süreci büyük önem

taşımaktadır. Bilgiye ulaşmanın kolaylaştığı ve okul öncesi çağlarda bile bireylerin birçok bilgi

edindiği günümüz dünyasında öğrenenlerin tümüyle boş bir levha olarak görülmesi anlayışı

gerçekçi bir anlayış olamaz. Öte yandan uygulanan öğretim programları öğrenenlerin ön

bilgileriyle ne kadar ilişkilendirilebilinirse başarı şansı o derece yüksek olabilecektir.

Yapılandırmacı yaklaşımda bilginin dışarıdan insan zihnine aktarılamayacağı, tam tersine

bilginin bireylerin zihinlerinde oluşup şekillendiği kabul etmektedir (Schunk, 2004; Akt., Dinç

ve Doğan, 2010). Bu açıdan da bakıldığın yapılandırmacı yaklaşımının ön kabulleri oldukça

önemli görülmektedir. Ancak her yaklaşımın olduğu gibi bu yaklaşımın da bazı sınırlılıklarının

olduğu bir gerçektir. Eğitsel bir başarı da ancak bu sınırlılıkların farkına varılması ve dikkate

alınmasıyla mümkün olabilmektedir. Felsefi yönü ağır basan bu yaklaşım nesnel bilgiyi

tümüyle veya büyük oranda reddederken uzlaşmayı, işbirliğini, kültürü, bilginin değişkenlik,

geçicilik ve durumsallığını temel almakta, öznellik ve göreceliği ise vazgeçilmez ilkeler olarak

görmektedir (Şimşek, 2004: 115). Bu yaklaşım, 2005 yılı sonrasında genel anlamda eğitim

sistemimize özelde de sosyal bilgiler öğretim anlayışına hâkim olmaya başlamış ve programlar

bu bakış açısıyla hazırlanmıştır.

1.1. Amaç

Araştıran, sorgulayan, bilgiyi yapılandıran bireyler yetiştirmeyi hedefleyen

yapılandırmacı yaklaşım uygulamaları esasında çeşitli eleştirilere de maruz kalmıştır. Bazı

eleştirilerin bizzat program uygulayıcıları olan öğretmenlerden gelmesi de dikkat çekicidir

(Çiftçi ve diğ., 2013; Ataman ve diğ., 2009) Çünkü bu anlayışla yetişmeyen ve dolaysıyla

öğrenci ve etkinlik merkezli yaklaşımlara mesafeli duran eğitimcilerin direnişleri,

yapılandırmacı anlayışının tam olarak uygulanmasına ve zemin bulmasına da engel teşkil

edebilmektedir (Geçit ve Bulut, 2012). Bu bağlamda öğretmenlerin, öğretmen adaylarının

hatta öğrencilerin bu yaklaşıma yönelik görüşlerinin hangi değişkenler arasında ve ne ölçüde

değişimler gösterdiğinin belirlenmesi eğitim programlarının uygulanma başarı açısından

önemli görülmektedir. Özellikle sistemin içinde henüz birer çalışan olarak yer almamış aday

öğretmenlerin çeşitli konulardaki gözlem, düşünce ve tutumlarının belirlenmesi ve bu tespitler

ışığında gerekli revizelerin yapılması eğitim sisteminin geleceği açısından büyük önem

taşımaktadır (Beldağ ve Yaylacı, 2014: 92). Yapılan bazı çalışmalarda yapılandırmacı

yaklaşım temelli uygulamaların öğrencilerin akademik başarılarını ve derslere yönelik

tutumlarını artırdığı belirlenmiştir (Karaduman ve Gültekin, 2007; Akar, 2003; Gündoğdu,

2010). Yapılandırmacı yaklaşım uygulamalarına oldukça uygun olan sosyal bilgiler dersinin

vizyonu ise; 21. yüzyılın çağdaş, Atatürk ilkeleri ve inkılâplarını benimsemiş, Türk tarihini ve

kültürünü kavramış, temel demokratik değerlerle donanmış ve insan haklarına saygılı, yaşadığı

çevreye duyarlı, bilgiyi deneyimlerine göre yorumlayıp sosyal ve kültürel bağlam içinde

oluşturan, kullanan ve düzenleyen (eleştirel düşünen, yaratıcı, doğru karar veren), sosyal

katılım becerileri gelişmiş, sosyal bilimcilerin bilimsel bilgiyi üretirken kullandıkları

yöntemleri kazanmış, sosyal yaşamda etkin, üretken, haklarını ve sorumluluklarını bilen,

Page 183: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Yılmaz GEÇİT 178

Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarını yetiştirmektir (MEB, 2015). Bu derece önemli bir vizyona

sahip olan sosyal bilgiler öğretim programının uygulama başarısı toplumsal gelişimler ve

değişimler açısından da önem arz etmektedir. İşte bu çalışmada esas amaç, bu programı

uygulayacak olan öğretmen adaylarının yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının tespiti,

bu tutumların hangi değişkenler açısından farklılık gösterdiği ve çıkabilecek sonuçlar

doğrultusunda çeşitli çözüm önerileri sunmaktır.

2. YÖNTEM

2.1. Araştırma Modeli

Bu çalışma betimsel nitelikli tarama modelinde bir nicel çalışmadır. Tarama modeli

geçmişte veya halen var olan bir durumu var olduğu şekliyle betimlemeyi amaçlayan bir

araştırma yaklaşımıdır (Karasar, 2000).

2.2. Evren ve Örneklem

Çalışmanın evrenini Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi ve Karadeniz Teknik

Üniversitesi Sosyal Bilgiler Eğitimi Anabilim Dallarında öğrenim gören öğretmen adayları

oluşturmaktadır. Bu fakültelerde öğrenim gören öğrencilerden tesadüfi örneklem yöntemiyle

seçilen 176 kız ve 140 erkek olmak üzere toplam 316 öğretmen adayı araştırmanın örneklemini

oluşturmuştur.

2.3.Veri Toplama Aracı

Veri toplama aracı olarak Evrekli ve diğ. (2009a) tarafından geliştirilen 19 maddelik

ölçek sosyal bilgilere uyarlanmış ve bazı maddelerde küçük çaplı ifade değişiklikleri

yapılmıştır. Sonrasında 98 öğretmen adayına ön uygulama yaptırılmıştır. Bu çalışma

sonrasında güvenirlik katsayısı ölçeğin geneli için .93 (Cronbach's Alpha) olarak

belirlenmiştir. Kaiser-Meyer katsayısı ,94 ve Bartlett’s Küresellik Testi ,000 düzeyinde anlamlı

bulunmuştur. Bu sonuçlar ölçeğin ön uygulamada yeterli büyüklükteki örnekleme

uygulandığını göstermektedir. Faktör analizi yapıldığında ise tüm maddelerin faktör yük

değerlerinin ,431 ile ,819 arasında değiştiği belirlenmiş ve değerlerin madde seçimi için kabul

edilebilir olduğu söylenebilir. Faktör yük değerinin .63 ve yüksek olması madde seçimi için iyi

bir tercihtir. Ancak bir uygulamada az sayıda madde için bu sınır değer .30’a kadar indirilebilir

(Büyüköztürk, 2011). Buna göre ölçme aracındaki tüm maddelerin faktör yük değerlerinin

uygulama açısından geçerli olduğu söylenebilir. Ölçek 5’li lilert tipli olup, 1 kesinlikle

katılmıyorum, 2 katılmıyorum, 3 kararsızım, 4 katılıyorum, 5 kesinlikle katılıyorum şeklinde

kodlanmıştır. 11 olumlu ve 9 olumsuz ifadeden ibaret olan ölçekteki olumsuz ifadeler ters

yönde yeniden kodlanmıştır.

2.4. Verilerin Analizi

Cinsiyet, sınıf, mezun olunan lise türü ile anne-baba eğitim durumları ve ailenin aylık

gelir değişkenleri SPSS 16 paket programında t, anova, kruskal wallis ve scheffe testleri ile

analiz edilmiştir. Nonparametrik testlerden kruskal wallisin tercih nedeni baba eğitim

durumundaki verilerin homojenlik göstermemesidir. Bu test 3 ya da daha fazla değişkeni

karşılaştırmak için kullanılır. Parametrik bir test olan kruskal wallis Anovanın parametrik

olmayan (nonparametrik) karşılığı bir testtir. Bağımsız değişken düzeyi ikiden fazla olan

değişkenlere ilişkin farkların önem kontrolü, varyansların homojenliği durumunda tek yönlü

varyans analizi ile, varyansların homojen olmadığı durumlarda ise parametrik olmayan

testlerden Kruskal Wallis Testi ile belirlenir (Büyüköztürk, 2002).

Page 184: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı… 179

3. BULGULAR

Bu bölümde öğretmen adaylarının çeşitli özelliklerine göre (cinsiyet, mezun olunan lise

türü ve baba eğitim durumları) yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının istatistiksel

analizleri yapılmıştır.

Öğretmen adaylarının cinsiyet değişkenleri açısından yapılandırmacı yaklaşıma yönelik

tutumlarının istatistiksel analizi tablo 1’de gösterilmiştir.

Tablo 1: Sosyal Bilgiler Öğretmen Adayların Cinsiyet Durumlarına Göre t-Testi

Sonuçları

Cinsiyet N Ortalama Standart

Sapma t sd p

Kız 176 3,818 ,650 3,792 314 ,00*

Erkek 140 3,517 ,762

p<.05 anlamlılık düzeyi

Tablo 1’de görüldüğü üzere öğretmen adaylarının cinsiyet durumlarına göre

yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumları arasında anlamlı bir farklılık görülmektedir, t(314)

= 3,792; p<.05). Kız öğretmen adaylarının tutum düzeyleri erkelere göre daha yüksektir (Kız

=3,818, Erkek=3,517).

Öğretmen adaylarının mezun oldukları lise türlerine göre ortalama tutum puan değerleri

tablo 2’ de gösterilmiştir.

Tablo 2: Sosyal Bilgiler Öğretmen Adayların mezun Oldukları Lise Türlerine Göre

Ortalama Puanları Lise Türleri N Ortalama Puan Standart Sapma

Genel Liseler 154 3,806 ,699

Anadolu Liseleri 135 3,504 ,730

Diğer Liseler 27 3,898 ,536

Toplam 316 3,685 ,716

Tablo 2’de görüldüğü üzere tüm lise türü mezunlarının ortalama tutum puanlarının 3’ün

üstünde olduğu görülmektedir. Genel lise ile çoğunluğu meslek lisesi mezunu olan diğer liseler

değişkenlerinde ortalama tutum puanı 3,8 civarındadır. En düşük ortalama tutum puan ise 3,5

ortalama ile Anadolu Lisesi mezunlarına aittir.

Öğretmen adaylarının mezun oldukları lise türlerine göre yapılandırmacı yaklaşıma

yönelik tutumlarının istatistiksel analizi tablo 3’te gösterilmiştir.

Tablo 3: Sosyal Bilgiler Öğretmen Adayların Mezun Oldukları Lise Türlerine Göre

Anova Testi Sonuçları

Varyans kaynağı Kareler

Toplamı SD

Kareler

Ortalaması F p

Anlamlı Farlılık

(Scheffe)

Gruplar arası 7,894 2 3,947

8,024

,00* Genel >Anadolu

Diğer >Anadolu Gruplar içi 153,97 313 ,492

Toplam 161,87 315

p<.05 anlamlılık düzeyi

Tablo 3’te görüldüğü üzere Sosyal Bilgiler öğretmen adaylarının mezun oldukları lise

türleri ile yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumları arasında anlamlı bir farklılık

görülmektedir. Bu farklılık genel lise mezunları ile Anadolu lisesi mezunları ve diğer lise

mezunları ile Anadolu lisesi mezunları arasında olmak üzere genel ve diğer lise mezunlarının

lehine olarak ortaya çıkmaktadır, (F(2.313)=8,02; p<05).

Baba eğitim durumu değişkeni açısından öğretmen adaylarının yapılandırmacı yaklaşıma

yönelik tutumlarının istatistiksel analizi Tablo 4’te gösterilmiştir.

Page 185: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Yılmaz GEÇİT 180

Tablo 4: Sosyal Bilgiler Öğretmen Adayların Baba Eğitim Durumlarına Göre Kruskal

Wallis Testi Sonuçları

Eğitim Durumu N Sıra

Ort. Sd χ2 p

Anlamlı Fark

(Scheffe)

Okuryazar değil 11 116,45

4

42,74

,00*

Üniversite>Diğer tüm değişkenler

Lise>ortaokul ve okuryazar olmayan

İlkokul 114 158,03

Ortaokul 71 111,85

Lise 62 168,70

Üniversite 58 213,59

Toplam 316

p<.05 anlamlılık düzeyi

Baba eğitim durumları bağlamında yapılan 5’li tasnif (Okuryazar değil, ilkokul,

ortaokul, lise ve üniversite mezun durumları) puan ortalamaları arasında anlamlı bir farklılık

görülmektedir.

χ2 (sd=4, n=316)=42,74; p<.05). Grupların sıra puanına bakıldığında üniversite

mezunlarının en yüksek puana sahip oldukları, bunu lise mezunlarının takip ettiği

görülmektedir. Scheffe testine göre gruplar arasında görünen anlamlı fark üniversite mezunları

ile diğer tüm mezun gruplar arasında ayrıca lise mezunları ile okuryazar olmayan ve ortaokul

mezunları arasında görülmektedir (tablo 4).

4. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

2005 yılı sonrası eğitim sistemimize ve eğitim felsefemize yeni bir bakış açısı ve

uygulama durumu kazandırmayı hedefleyen yapılandırmacı öğretim yaklaşımı sağladığı birçok

yarar yanında bazı sınırlılıklar da ihtiva etmektedir. Özellikle öğretmenlerin bu yeni

programdaki alternatif ölçme ve değerlendirme yaklaşımları uygulamaları konusunda

problemler yaşadıkları bilinmektedir (Akbaş ve Gençtürk, 2013). Öte yandan öğretmenlerin

genel olarak yeni öğretim programını benimsemediğini ve yetersiz olarak gördüğünü gösteren

çalışmalar da bulunmaktadır (İrez ve Yavuz, 2009). Bir programının başarısı öncelikle bu

programı uygulayacakların sahip oldukları pozitif tutumla mümkün olabilmektedir. Bu

bağlamda geleceğin program uygulayıcıları yani öğretmenleri olacak olan öğretmen

adaylarının yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının bugünden belirlenmesi önem

taşımaktadır.

316 öğretmen adayının bu yaklaşıma yönelik ortalama tutum puanlarının 3,685 olduğu

belirlenmiştir. Bu ortalama puanın “yüksek düzeye” denk geldiği söylenebilir. Çünkü elde

edilen bulguların aritmetik ortalaması ( X ) aşağıdaki aralıklar dikkate alınarak yorumlanır

(Özdamar, 2003: 32): Çok düşük: 1-1.79, düşük: 1.80-2.59, orta: 2.60-3.39, yüksek:3.40-4.19,

çok yüksek: 4.20-5.00.

Bu çalışmada ayrıca cinsiyet, sınıf, mezun olunan lise türü, anne ve baba eğitim

durumları ile yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutum arasındaki ilişki düzeyi ortaya

konulmaya çalışılmıştır. Öğretmen adaylarının sınıf düzeyleri, anne eğitim durumları ve aile

aylık gelir değişkenleri açısından istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık bulgulanmamıştır.

Ancak cinsiyet, mezun olunan lise türü ve baba eğitim değişkenleri açısından istatistiksel

olarak anlamlı bir farklılık ortaya çıkmıştır.

Cinsiyet değişkeni açısından bakıldığında kız öğretmen adaylarının daha yüksek bir

tutum puanına sahip olduğu görülmektedir. Bu durum kızların, etkinlik ve oyun merkezli

yaklaşımlara daha yatkın oluşlarıyla ilişkilendirilebilir. Evrekli ve diğ. (2009b) tarafından

yapılan çalışmada da kız öğretmen adaylarının daha yüksek tutum puanına sahip olduğu

belirlenmiş ancak bu durumun istatistiksel olarak anlamlı bir fark oluşturmadığı görülmüştür.

Ancak kızların daha yüksek puana sahip olmasında onların öğretmenlik mesleğine yönelik

Page 186: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı… 181

tutum ve bakış açılarının daha pozitif oluşunun da etkili olduğu belirtilmiştir. Öte yandan

Tanrıögen (1997) ve Çapri ve Çelikkaleli’ye (2008) ait çalışmalarda da tutumun cinsiyete göre

farklılaşmasına öğretmenlik mesleğine toplumsal bakış açısının neden olabileceği belirtilmiştir.

Mezun olunan lise türü açısından bakıldığında, özellikle Anadolu lisesi mezunlarının

genel ve meslek lisesi mezunlarına göre bu yaklaşıma daha negatif baktıkları ortaya

konulmuştur. Bu durum akademik başarısı daha yüksek ve sınav merkezli düşünen lise

türlerindeki öğrencilerin etkinlik ve oyun tarzlı eğitsel yaklaşımlara daha mesafeli olmalarıyla

ilişkilendirilebilir. Evrekli ve diğ.’ne (2009b) ait çalışma sonucunda da Anadolu Lisesi

mezunlarının daha düşük bir puan toplamına sahip oldukları ancak gruplar arasında anlamlı bir

farklılığın oluşmadığı belirlenmiştir.

Gruplararası anlamlı bir farklılığın oluştuğu diğer bir değişken ise baba eğitim

durumudur. Burada özellikle eğitim seviyesi yükseldikçe yapılandırmacı yaklaşıma dönük

pozitif algının yükseldiği görülmektedir. En yüksek tutum puanı üniversite mezunu veli

çocuklarında görülürken en düşük puan ilk ve ortaokul mezunu veli çocuklarına aittir.

Bu genel sonuçlardan sonra şu öneriler sunulabilir:

Erkek öğretmen adaylarının yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının daha düşük

düzeyde oluşu tespitinden hareketle onların da bu yaklaşımı daha fazla benimsemelerini

sağlayıcı etkinlik merkezli çalışmalara katılımları sağlanmalıdır. Bu nedenle drama, özel

öğretim yöntemleri ve okul uygulamaları derslerinde bu sonuçların dikkate alınması önemli

görülmektedir.

Anadolu Lisesi mezunlarının daha düşük bir tutum oranına sahip olmaları, onların okulu

ve eğitim öğretim süreçlerini daha çok sınav merkezli düşünmeleriyle ilişkilendirilebilir.

Öğrenci merkezli, etkinlikli ve oyunlu öğretimlerin zaman alıcı oluşu, sınavlara (KPSS, YGS,

LGS gibi) hazırlık sürecinde bir sorun yarattığı algısını doğurabilmektedir. Bu durum esasında

eğitim sistemimizin biraz da çelişkileriyle ilişkilidir. Çünkü öğretim programlarımız

yapılandırmacı yaklaşım merkezli iken sınav sistemlerimiz bu yaklaşıma pek uygun değildir.

Bu durum özellikle akademik kaygısı yüksek olan öğrenciler için önemli bir sorun teşkil

edebilmekte ve yapılandırmacı yaklaşıma yönelik negatif tutumlar beslemelerine yol

açabilmektedir. Bu sorunun en etkili çözümü, sınav sistemlerinin program anlayışları

doğrultusunda yeniden revize edilmesidir.

Page 187: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Yılmaz GEÇİT 182

KAYNAKLAR

Akbaş, Y. ve Gençtürk, E. (2013). Coğrafya öğretmenlerinin alternatif ölçme-değerlendirme

teknikleri ile ilgili görüşleri: kullanma düzeyleri, sorunlar ve sınırlılıklar. Doğu Coğrafya

Dergisi, 18(30), 331-356.

Ataman, G. ve Okay, H.H. (2009). İlköğretim müzik öğretmenlerinin yapılandıramacı

yaklaşıma dayalı ilköğretim müzik dersi öğretim programına yönelik görüşleri (Balıkesir

İli Örneği.). 8. Ulusal Müzik Eğitimi Sempozyumu, 23–25 Eylül 2009, OMÜ.

Akar, H. (2003). Impact of constructivist leariıng process on preservice teacher education

students’ performance, retention, and attitudes. Yayınlanmamış Doktora Tezi. Ortadoğu

Teknik Üniversitesi.

Beldağ, A. ve Yaylacı, A.F. (2014). Sosyal bilgiler öğretmen adaylarının eğitim sistemi

hakkındaki görüşleri. Elektronik Sosyal Bilimler Dergisi, 13(48), 90-107.

Büyüköztürk, Ş. (2002). Sosyal bilimler için veri analizi el kitabı. Ankara: Pegem A

Yayıncılık.

Büyüköztürk, Ş. (2011). Sosyal bilimler için veri analizi el kitabı: İstatistik, araştırma deseni,

SPSS uygulamaları ve yorum (12. baskı). Ankara: Pegem Yayıncılık.

Çapri, B. ve Çelikkaleli, Ö. (2008). Öğretmen adaylarının öğretmenliğe ilişkin tutum ve

mesleki yeterlik inançlarının cinsiyet, program ve fakültelerine göre incelenmesi. İnönü

Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 9(15), 33-53.

Çiftçi, S., Sünbül, A.M. ve Köksal, O. (2013). Sınıf öğretmenlerinin yapılandırmacı yaklaşıma

göre düzenlenmiş mevcut programa ilişkin yaklaşımlarının ve uygulamalarının eğitim

müfettişlerinin görüşlerine göre değerlendirilmesi. Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi

Dergisi, 9(1), 281-295.

Dinç, E. ve Doğan, Y. (2010). İlköğretim ikinci kademe sosyal bilgiler öğretim programı ve

uygulanması hakkında öğretmen görüşleri. Sosyal Bilgiler Eğitimi Araştırmaları Dergisi,

1(1), 17-49.

Erdem, E. ve Demirel, Ö. (2002). Program geliştirmede yapılandırmacı yaklaşım. Hacettepe

Eğitim Fakültesi Dergisi, 23,81-87.

Evrekli, E., Didem İ., Balım, A.G.,Kesercioğlu, T. (2009a). Fen öğretmen adaylarına yönelik

yapılandırmacı yaklaşım tutum ölçeği: geçerlilik ve güvenirlik çalışması. Türk Fen Eğitimi

Dergisi, 2, 134-148.

Evrekli, E., Didem İ., Balım, A.G.,Kesercioğlu, T. (2009b). Fen öğretmen adaylarının

yapılandırmacı yaklaşıma yönelik tutumlarının incelenmesi. Uludağ Üniversitesi Eğitim

Fakültesi Dergisi, XXII (2), 673-687.

Geçit, Y. ve Bulut. N. (2012). “Sınıf Öğretmenlerinin İlköğretim 4 ve 5. Sınıf Sosyal Bilgiler

Programına Yönelik Görüşlerinin Bazı Değişkenler Açısından İncelenmesi”. 11. Ulusal

Sınıf Öğretmenliği Sempozyumu, 24-26 Mayıs, Recep Tayip Erdoğan Üniversitesi, Rize.

Gündoğdu, K. (2010). The effect of constructivist ınstruction on prospective teacher’s

attitudes toward human righs education. Electronic Journal of Resarch in Educational

Psychology, 8(1), 333-352.

İrez, S. ve Yavuz, G. (2009). Biyoloji öğretmenlerinin yeni öğretim programlarının getirdiği

değerlendirme yaklaşımları hakkındaki görüş ve uygulamaları. M.Ü. Atatürk Eğitim

Fakültesi Eğitim Bilimleri Dergisi, 30, 137-158.

Page 188: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı… 183

Karaduman, H. ve Gültekin, M. (2007). the effect of constructıvıst learnıng prıncıples based

learnıng materıals to students’ attıtudes, success and retentıon ın socıal studıes. The

Turkish Online Journal of Educational Technology, 6(3).

Karasar, N. (2000). Bilimsel araştırma yöntemleri. Ankara: Nobel Yayın Dağıtım.

Meb, (2005). Sosyal Bilgiler Dersi 6 ve 7. Sınıflar Öğretim Programı ve Klavuzu. Milli Eğitim

Bakanlığı Talim ve Terbiye Kurulu Başkanlığı, Ankara.

Özdamar, K. (2003). Modern bilimsel araştırma yöntemleri. Eskişehir: Kaan Kitabevi.

Perkins, D. N. (1999). The many faces of constructivism. Educational Leadership, 57(3), 6-11.

Şimşek, N. (2004). Yapılandırmacı öğrenme ve öğretime eleştirel bir yaklaşım. Eğitim

Bilimleri ve Uygulama, 3(5), 115-119.

Tanrıogen, A. (1997). Buca Eğitim Fakültesi Öğrencilerinin Öğretmenlik Mesleğine Yönelik

Tutumları. Pamukkale Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi. 3, 55-58.

Ünal, Ç. ve Çelikkaya, T. (2009). Yapılandırmacı Yaklaşımın Sosyal Bilgiler Öğretiminde

Başarı, Tutum ve Kalıcılığa Etkisi (5. Sınıf Örneği). Atatürk Üniversitesi Sosyal Bilimler

Enstitüsü Dergisi, 13 (2): 197-212.

Page 189: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Yılmaz GEÇİT 184

Extended Abstract

Since 2005, constructivism, also called constructivist approach, has been one of the

concepts often used often in our educational literature. With this approach, the teacher-centred

learning environment has been replaced with facilitating role of teachers. Also the

understanding has evolved to attract learners more to the teaching process through various

activities, establish a link between the new information and prior knowledge of learners and

thus help learners structuralize the meaning of what is learnt.

Constructive approach which aims to raise individuals researching, questioning and

structuring the information has been exposed to many critics, in fact. It is quite remarkable that

the harshest criticism is raised by some teachers, the exact actors in charge of implementing the

instructional curriculum. It should be noted that the resistance of the educators not brought up

with this understanding and thus distant to the student-centred and activity-centred approach

has posed a considerable impediment to profound implementation and finding ground of the

constructivist approach. In this context, it seems important for practical success of the

instructional curriculum to determine views of teachers, prospective teachers and even students

on this approach as well as which variables and at what extent their views vary. This study

aims to identify directly attitudes of prospective teachers who will implement this curriculum,

by which variables their attitude varies and lastly to provide recommendations in line with the

results.

For analyzing the views of prospective social studies teachers regarding the

constructivist approach by certain variables, 316 students participated in this study. The

participants were selected from students attending Social Studies Department in Faculty of

Education at Recep Tayyip Erdoğan University and Karadeniz Technical University. An

attitude scale was used for collecting data. A pretreatment was implemented and overall

reliability coefficient of the scale was found as .93 (Cronbach's Alpha). Study variables

included gender, grade, type of high school graduated, parents’ education level and monthly

income of families. These variables were analyzed with t test, ANOVA, Kruskal-Wallis and

Scheffe tests on SPSS 16.

As a result of the data analysis, the average score of the 361 participants in the scale was

found as 3.685, which can be regarded as a “high level” of attitude. As one of the aims of the

study, the level of relationship between the attitude towards the constructivist approach and

study variables such as gender, grade, high school of graduation and parents’ education status

was also investigated. As a result, no significant relationship was found between prospective

teachers’ grade levels and parents’ education level and their attitude towards the constructivist

approach. On the other hand, the relationship was found significant between the attitude of

participants and the variables such as gender, type of high school and parents’ education level.

From the gender aspect, it was found out that female participants obtained higher scores

than males. It can be explained with females’ being more apt to the game and activity-

centeredness. In relation with the high school type, it was seen that graduates of Anatolian

High Schools had a lower attitude towards the constructivist approach than graduates of regular

and vocational high schools. This could be associated with the distance of high-performing,

exam-oriented high schools to the educational approach based on activities and games. Another

significant variance was found between the participants’ attitudes and parents’ education

status. It was seen that the positive attitude towards the constructivist approach increased as

education level increased. The highest attitude score was obtained by the children of

university-educated parents, while the lowest scores were obtained by the students born to

parents with elementary and secondary level of education.

Page 190: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Sosyal Bilgiler Öğretmen Adaylarının Yapılandırmacı… 185

In the light of the study findings, following recommendations might be offered: Taking

into account the lower level of attitudes of male participants towards the constructivist

approach, they should be involved in activity-based, in-service training so that they can

internalize the approach better. As another finding, the lower attitude of graduates of Anatolian

High Schools could be caused by their perception of schooling and instruction as an

examination-oriented process. The fact that student-centred, activity and game-flourish

instruction is time-consuming might lead to thinking among students that it constitutes a

problem in the examination preparation stage; i.e. KPSS, YGS, LGS. This, in fact, is associated

with contradictions of our education system to a certain extent because our instructional

curriculum is constructivist-oriented, while the examination system does not align with this

purpose. This might cause an important problem for students who suffer from high levels of

academic concern. As a result, they might develop a negative attitude towards the

constructivist approach. It is thought that revising soonest the examination systems in

accordance with the curriculum would be the most effective solution to this problem.

Page 191: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi (RTEU Journal of Social Sciences) 2 : 186-201

[201?]

Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin

Çeşitli Değişkenler Bakımından İncelenmesi

Investigation of Science Teacher Candidates’ Physics Self-Efficacy in

terms of Different Variables

Ayşe SERT ÇIBIK*, Hümeyra TURGUT

**, Çiğdem Selvi AKKUŞ

***

ÖZ: Bu araştırmada fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterlik inançları; alt boyutlar,

yerleşim yeri, cinsiyet, sosyo-ekonomik düzey, Genel Fizik-I başarısı ve Genel Fizik-I notu değişkenlerine göre

incelenmiştir. Araştırmanın örneklemini; 2013-2014 eğitim-öğretim dönemi bahar yarıyılında Ankara ve Adana’da

bulunan devlet üniversitelerinin Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Eğitimi Ana Bilim Dalında

öğrenim gören, basit seçkisiz örnekleme yoluyla seçilen toplam 111 öğretmen adayı oluşturmuştur. Değişkenlerin

değişiminin belirlenmesinde Fizik Öz-Yeterlik Ölçeği (FÖÖ), veri toplama aracı olarak kullanılmıştır. Araştırma

sonunda; FÖÖ alt boyutlarının orta düzeyde olduğu, Fizik Bilgilerini Hatırlayabilme Öz-Yeterliliği alt başlığı

minimum puanının diğer alt boyutlara göre düşük olduğu tespit edilmiştir. Fizik öz-yeterlik inançlarında, il bazında

anlamlı farklılık olduğu ve bu farklılığın Ankara’daki adaylar lehine olduğu tespit edilmiştir. Cinsiyet değişkeni için

de il bazında anlamlı farklılık olduğu ve bu farkın hem kız hem de erkek öğrencilerde Ankara’daki adaylar lehine

olduğu görülmüştür. Adayların fiziğe yönelik öz-yeterlik inançlarının değişiminde, ebeveynlerin öğrenim ve gelir

düzeyi değişkenlerinin anlamlı bir fark yaratmadığı belirlenmiştir. Genel Fizik-I başarısı ve notu ile fizik öz-

yeterliliği arasındaki ilişkide ise farklılığın, yüksek başarılı ve ders notu “85-100” puan aralığında olan adaylar

lehine olduğu görülmüştür.

Anahtar sözcükler: Fen Bilgisi Öğretmen Adayı, Fizik Öz-Yeterlik, Yerleşim Yeri, Cinsiyet, Sosyo-

Ekonomik Düzey, Genel Fizik-I Başarısı ve Notu

ABSTRACT: In this study, self-efficacy beliefs of teacher candidates, who study in department of science

education, towards physics course were investigated. This investigation was carried out according to the sub-

dimensions and living location, gender, socio-economic level, General Physics-I course success and General Physics

I course grade variables. The sample of the study was consisted of a total of 111 teacher candidates who study in

state universities in Ankara and Adana in 2013-2014 academic year spring semester who were selected by a simple

randomized method. Physics Self-Efficacy Scale (PSS) was used as the data collection tool in order to define the

change in variables. Considering the subsections of scale at the end of the study it could be conferred that PSS sub-

dimensions are at mid-level and the minimum score of Self-Efficacy of Remembering Physics Knowledge sub-

dimension is lower than the other sub-dimensions. In terms of living location, there is a meaningful difference and

it’s in favor of candidates from Ankara. In terms of gender, there was again a meaningful difference for living

location; both females and males from Ankara got higher scores than candidates living in Adana. It was observed

that there is no meaningful difference in self efficacy beliefs of teacher candidates in terms of parental education and

income levels. For the relationship between candidates’ grades and success in General Physics-I course and self-

efficacy, the difference was observed in favor of “highly successful” and “grades between 85-100”.

Keywords: Science Teacher Candidate, Physics Self-Efficacy, Location, Gender, Socio-Economic Level,

General Physics-I Success And Grade

* Yrd. Doç. Dr, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Öğretmenliği Anabilim

Dalı, [email protected] ** Yüksek Lisans Öğrencisi, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Öğretmenliği

Anabilim Dalı, [email protected] *** Yüksek Lisans Öğrencisi, Gazi Üniversitesi Gazi Eğitim Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Öğretmenliği

Anabilim Dalı, [email protected]

Page 192: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin… 187

1. GİRİŞ

Eğitim, bütün öğrenimleri içine alan ve hayat boyu devam eden öğrenme faaliyetini

ifade etmektedir (Kurtkan, 82). Eğitimde amaçların gerçekleştirilmesi, sistemin bütün

parçalarının uygun şekilde çalışması ile mümkün olabilir. Çağdaş eğitim anlayışında öğretmen,

öğrenci, yönetici, müfettiş, okul, çevre ve aile birbiri ile sıkı bir etkileşim içinde olan bir

bütünün parçalarıdır. Bunların etkili ve verimli bir şekilde çalışmasını sağlayarak eğitimin

hedeflerine ulaşılmasında kilit konumda öğretmen vardır (Kahyaoğlu ve Yangın, 2007). En

genel tanımlama ile öğretmen; öğretme-öğrenme süreçlerini örgütleyen, iyi bir yönetici, iyi bir

gözlemci ve nitelikli bir rehberdir (Küçükyılmaz ve Duban, 2006). Bu bağlamda, öğretmenlik

mesleği günümüzde daha fazla yeterlik gerektiren bir meslek haline gelmiştir. Eğitimde,

öğrencilerin istenilen eğitim düzeyine ulaşabilmeleri için, öğretmenlerin bazı yeterliklere sahip

olmaları gerektiği düşünülmektedir. Yükseköğrenimini tamamlamış öğretmenler, becerilerini

açıkça ortaya koymaları açısından yeterlik kavramını son zamanlarda sıkça kullanmakta ve

duymaktadırlar (Yenilmez ve Kakmacı, 2008). Yapılan çalışmalar da gösteriyor ki, öz-yeterlik

inancı yüksek olan öğretmenler; öğretim uygulamalarında farklı öğretim yöntemleri

kullanmaya, kullandıkları öğretim yöntemlerini geliştirmek için araştırma yapmaya, öğrenci

merkezli öğretim stratejileri kullanmaya ve yaptıkları uygulamalarda araç-gereç kullanmaya

eğilimlidirler (Henson, 2001; Plourde, 2001).

Öz-yeterlik inancı ilk defa Bandura’nın sosyal öğrenme kuramıyla adını duyurmuştur.

Bu kavram kişilerin karşılaşabilecekleri olası durumlar karşısında, gerekli olan eylemleri ne

kadar iyi yapabileceklerini ifade eden duyuşsal bir faktördür. Diğer bir öz-yeterlik tanımı da:

kişilerin yaşamlarındaki olaylarda, davranış ve becerilerini ortaya koyma kapasiteleri ile ilgili

kendilerine olan inançları şeklindedir. Bu inançlar, kişilerin olaylar karşısındaki hislerinin,

düşüncelerinin ve davranışlarının nasıl olacağını belirlemektedir (Bandura, 1994). Bu

sebeplerden dolayı öz-yeterlik inancı; bireyin etkinlik seçimini, performansını, karşılaştığı

zorlukları çözme çabasını, bu zorluklara karşı gösterdiği sabrı etkilemektedir (Ekici, 2006).

Yani kısacası bireyde meydana gelebilecek değişikliklerde öz-yeterlik inancının önemli rolü

olduğu, akademik başarı, tutum, ilgi gibi değişkenlerin değişiminde de etkisinin olabileceği

söylenebilir. Enochs ve Rubeck (1990), yaptıkları araştırmada düşüncemizi destekler nitelikte

olup çalışmalarında, alan bilgisi zayıf olan öğretmenlerin alan bilgisi güçlü olan öğretmenlere

göre öz-yeterlik inançlarının daha düşük olduğunu belirtmişlerdir. Yani kısacası bireyde

meydana gelebilecek değişikliklerde öz-yeterlik inancının önemli rolü olduğu, akademik

başarı, tutum, ilgi gibi değişkenlerin değişiminde de etkisinin olabileceği söylenebilir.

Öz-yeterliği yüksek ve düşük olan öğretmenler arasında sınıf düzeni, yeni yöntemler

kullanma, öğrenme zorluğu çeken öğrencilere dönütler verme gibi konularda davranış

farklılıklarının olduğu ve bunun da öğrenci motivasyonu ve başarısını etkilediği ortaya

çıkmıştır (Yılmaz, Köseoğlu, Gerçek ve Soran, 2004). Olumlu öz-yeterlik algısının yeni ve

zorlu görevlerle başa çıkabilmeyi sağladığı; olumsuz öz-yeterlik algısının ise kişinin yeterli

çaba harcayabilmedeki güvenini kırdığı düşünülmektedir (Bıkmaz, 2004; Çapri ve Kan, 2006;

Yılmaz ve diğerleri, 2004). Öz-yeterlik algısının günlük hayatta kişinin katılacağı her türlü

faaliyette karşısına çıkan, sosyal ve akademik durumlarını etkileyen bir etmen olduğu göz

önünde bulundurulduğunda “öğretmenlerin öz yeterlik inançları” üzerinde önemle durulması

gerektiği belirtilmektedir (Akbaş ve Çelikkaleli, 2006). Bu kavram ve önemi göz önüne

alındığında son yıllarda öz-yeterlikle ilgili yurt içi ve yurt dışında yapılan çalışmaların,

üniversite öğrencileri ile öğretmenlerin öz-yeterlik inançları üzerinde yoğunlaştığı

görülmektedir (Akbaş ve Çelikkaleli, 2006; Arslan, 2012; Kahyaoğlu ve Yangın, 2007;

Kurbanoğlu, 2004; Özerkan, 2007; Yenilmez ve Kakmacı, 2008; Yeşilyurt, 2013).

Eğitimde öz-yeterliğin önemi düşünüldüğünde, öz-yeterlik kavramının farklı disiplinler

açısından da değerlendirilebileceği ve bunlardan birinin de fizik öz-yeterlik olduğu

söylenebilir. Fizik öz-yeterlik, bireyin fizik dersindeki olası durumların üstesinden gelmek için

öğretim faaliyetlerini düzenlemesi ve gerçekleştirmesi ile ilgili yeteneklerine olan inancıdır

Page 193: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ 188

(Abak, Eryılmaz ve Fakıoğlu, 2002). Ekici, Fettahlıoğlu ve Sert Çıbık (2009), yaptıkları

araştırmada biyoloji öz-yeterlik inancı yüksek olan öğrencilerin derslerle ilgili her türlü

etkinliklere daha istekli katıldıklarını ve bu etkinliklerden elde umdukları beklentilerin daha

yüksek olduğu sonucuna ulaşmışlardır. Bu araştırmaların sonuçları fizik de dahil tüm dersler

için öz-yeterliğin bireylerin ileriki öğrenmelerde önemli bir faktör olduğunun göstergesi

sayılabilir. Literatürde fiziğe yönelik öz-yeterliğin; başarı, cinsiyet, sınıf düzeyi gibi

değişkenlere olan etkisinin incelendiği çalışmaların yaygın olduğu görülmektedir (Azar, 2010;

Yenilmez ve Kaymakçı, 2008; Çalışkan, Selçuk ve Özcan, 2010). Bu çalışmada ayrıca sosyo-

ekonomik faktörler ve yerleşim yeri değişkenleri de incelenmiştir.

Sosyo-ekonomik açıdan Türkiye’nin 81 ili göz önüne alınacak olursa Ankara 2., Adana

8. sırada yer almaktadır (Özceylan ve Coşkun, 2012). Sosyo-ekonomik durumun yüksekliği,

eğitim tablosunun da yüksek olması gerektiğini beraberinde düşündürmektedir. Nitekim,

Ankara’daki ebeveyn gelir düzeylerinin, dolayısıyla eğitim durumlarının, Adana’daki

ebeveynlerden yüksek olması beklenebilir. Gelir seviyesi, iş imkânları, devlet ve özel

teşebbüsün istihdam programları bakımından Ankara’dan daha geride olan Adana’nın eğitim

seviyesi olarak da Ankara’dan daha geride olduğu belirtilmektedir (Özceylan ve Coşkun,

2012). TÜİK Nisan 2013 verilerine göre Ankara ili, Türkiye’nin en fazla fakülte ve yüksekokul

mezunu bireyini barındıran il olma unvanına sahiptir. Bu çalışmanın amacını en iyi şekilde

ortaya koymak adına sosyo-ekonomik durumu birbirinden farklı iki şehir seçilmiştir. Ankara

ve Adana illerinde öğrenim gören fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-

yeterliklerinin incelenmesi, literatürde var olan veri boşluğunu giderileceği düşünülmüştür.

Tüm belirtilenler ışığında, bu araştırmada; cinsiyet, sosyo-ekonomik düzey, yaşanılan yer

değişkenleri ile Genel Fizik-I başarısı ve Genel Fizik-I notu değişkenleri değerlendirilerek,

öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterliklerinin tespit edilmesi amaçlanmıştır.

1.1. Amaç

Bu araştırmada fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterliklerinin çeşitli

değişkenlere göre incelenmesi amaçlanmıştır. Bu bağlamda araştırmada aşağıdaki problemlere

cevap aranmıştır:

1. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterlik inançları alt boyutlar açısından

hangi düzeydedir?

2. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları yerleşim yerine

göre nasıl değişmektedir?

3. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları cinsiyet

değişkeni açısından yerleşim yerine göre nasıl değişmektedir?

4. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları sosyo-ekonomik

düzeylere göre nasıl değişmektedir?

5. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları Genel Fizik-I

başarısı ile Genel Fizik-I notuna göre nasıl değişmektedir?

Page 194: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin… 189

2. YÖNTEM

2.1. Çalışma Deseni

Bu araştırmada tarama (survey) modeli kullanılmıştır. Tarama modeli; bir konuya ya da

olaya ilişkin katılımcıların görüşlerinin alındığı veya ilgi, yetenek, tutum gibi özelliklerinin

belirlendiği incelemelerin, genellikle büyük örneklemler üzerinde yapıldığı bir araştırma

modelidir (Fraenkel ve Wallen, 2006).

2.2. Çalışma Grubu

Araştırmanın evrenini, Ankara il merkezindeki devlet üniversiteleri ile Adana il

merkezindeki devlet üniversiteleri oluşturmaktadır. Araştırmanın örneklemini ise 2013-2014

eğitim-öğretim dönemi bahar yarıyılında Ankara ve Adana’daki devlet üniversitelerinin Eğitim

Fakültesi İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Eğitimi Ana Bilim Dalı 1. sınıfta öğrenim gören ve

basit seçkisiz örnekleme yoluyla seçilen toplam 111 öğretmen adayı oluşturmaktadır. Adaylar

araştırmaya gönüllü olarak katılmıştır. Öğretmen adaylarının 57’si (%51.4) Ankara’da, 54’ü

(%48.6) ise Adana’da öğrenim görmektedir. Ayrıca cinsiyete göre dağılım incelendiğinde;

Ankara’daki adayların 45’i (%78.9) kız, 12’si (%21.1) erkek iken Adana’daki adayların 40’ı

(%74.1) kız, 14’ü (%25.9) erkektir. Adayların cinsiyet açısından öğrenim gördükleri illere göre

dağılımı Şekil 1’de gösterilmiştir.

Şekil 1: Öğretmen Adayların Cinsiyetlerinin Öğrenim Gördükleri İllere Göre Dağılımı

2.3. Veri Toplama Araçları

2.3.1. Fizik Öz-Yeterlik Ölçeği (FÖÖ)

Çalışkan, Selçuk ve Erol (2007) tarafından geliştirilen FÖÖ, 30 maddelik olup 5 alt

boyuttan oluşmaktadır. Bunlar;

✓ Boyut 1: Fizik Problemlerini Çözme Öz-yeterliği (FPÇÖ): 10 madde,

✓ Boyut 2: Fizik Ders Başarısı Öz-yeterliği (FDBÖ): 4 madde,

✓ Boyut 3: Fizik Bilgilerini Kullanabilme Öz-yeterliği (FBKÖ): 6 madde,

✓ Boyut 4: Fizik Bilgilerini Hatırlayabilme Öz-yeterliği (FBHÖ): 3 madde,

✓ Boyut 5: Fizik Laboratuar Başarısı Öz-yeterliği (FLBÖ): 7 madde

0

10

20

30

40

50

60

ankara adana

kız

erkek

toplam

Page 195: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ 190

Beşli likert tipinde hazırlanan ölçeğin 28 maddesi olumlu, 2 maddesi ise olumsuzdur.

Ölçekte her bir ifade; “Tamamen Katılıyorum”, “Katılıyorum”, “Kararsızım”, “Katılmıyorum”

ve “Hiç Katılmıyorum” şeklinde hazırlanmış olup üniversite düzeyinde öğrenim gören

öğretmen adaylarının kendileri ile ilgili fizik dersine ait bir işi başarabilmeye yönelik

yargılarını içermektedir. Ölçekte olumlu ifadelere 5, 4, 3, 2, 1 ve olumsuz ifadelere 1, 2, 3, 4, 5

şeklinde puanlar verilerek sonuçlar değerlendirilmiştir. Ölçekten alınabilecek en yüksek puan

150, en düşük puan ise 30’dur. Çalışkan ve diğerleri (2007) tarafından geçerlik ve güvenirlik

analizinin yapıldığı ölçeğin toplam alt boyutlarına göre hesaplanan Cronbach Alpha güvenirlik

katsayısı (α) .94’dür. Bununla birlikte ölçeğin alt boyutlarının Cronbach Alpha güvenirlik

katsayıları sırasıyla; Boyut 1:0.91, Boyut 2:0.79, Boyut 3:0.76, Boyut 4:0.70, Boyut 5:0.86

olarak hesaplanmıştır.

2.3.2. Kişisel Bilgi Formu

Araştırmada ayrıca öğrencilerin sosyo-ekonomik profillerini ortaya çıkarmak için, bu

profillerin yazıldığı “kişisel bilgi formu” uygulanmıştır. Kişisel bilgiler formunda; yerleşim

yeri, cinsiyet, ebeveyn öğrenim ve gelir düzeyi, Genel Fizik-I başarısı ve Genel Fizik-I dönem

sonu notu değişkenleri yer almaktadır. Değişkenlerin analizlerinde kolaylık sağlamak için

kendi içindeki faktörlerin tanımında sayısal rakamlar kullanılmıştır. Bunlar;

√ Ebeveyn öğrenim düzeyi için: 1- Okur-yazar değil, 2- Okur-yazar, 3- İlkokul, 4-

Ortaokul, 5- Lise, 6- Lisans, 7- Lisansüstü.

√ Gelir düzeyi için: 1- 1000-1500TL, 2- 1510-2000TL, 3- 2010-2500TL, 4- 2510-

3000TL, 5- >3010TL

√ Genel Fizik-I başarı için: 1- Başarılıyım (yüksek başarı), 2- Çok başarılı ya da çok

başarısız sayılmam (orta başarı), 3- Sınıf arkadaşlarımdan daha az başarılıyım (az başarı).

√ Genel Fizik-I dönem sonu notu için: 1- 0-44, 2- 45-54, 3- 55-69, 4- 70-84, 5- 85-100.

2.4. Verilerin Analizi

FÖÖ’nden elde edilen verilerin analizinde ölçekten alınabilecek toplam puanlar dikkate

alınmıştır. Verilerin analizinde SPSS-11.5 programı kullanılırken, verilerin çözümlenmesinde

betimsel istatistiklerden frekans (f)-yüzde (%), bağımsız gruplar t-Testi ve tek yönlü ANOVA

analizinden yararlanılmıştır. Bununla birlikte ölçekten elde edilen verilerin analizi için ölçeğin

aralık genişliğinin, “dizi genişliği/yapılacak grup sayısı” (Tekin, 1993) formülü hesaplaması

göz önünde tutulmuştur. Bu bağlamda araştırma bulgularının değerlendirilmesinde esas alınan

aritmetik ortalama ağırlıkları aşağıda belirtilmiştir:

● 1.00–1.80=Kesinlikle Katılmıyorum

● 1.81–2.60=Katılmıyorum

● 2.61–3.40=Kararsızım

● 3.41–4.20=Katılıyorum

● 4.21–5.00=Kesinlikle Katılıyorum

Page 196: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin… 191

3. BULGULAR

Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterliklerinin çeşitli değişkenlere

göre incelendiği bu araştırmanın alt problemlerinden elde edilen bulgulara aşağıda yer

verilmektedir.

3.1. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterlik inançları alt boyutlar

açısından hangi düzeydedir?

Fen bilgisi öğretmen adaylarının öz-yeterlik inançlarının alt boyutlar açısından hangi

düzeyde olduğunu belirlemek için betimsel istatistik analizi yapılmıştır. Elde edilen sonuçlar

Tablo 1’de verilmiştir. Bununla birlikte, adayların her bir alt boyutta aldıkları maksimum ve

minimum puanlar dikkate alınarak eşit aralıklı ölçeklendirme analizi yapılmıştır. Bu yolla,

adayların öz-yeterlik inanç düzeyleri “düşük, orta ve iyi” olmak üzere 3 farklı şekilde

sınıflandırılmıştır. Elde edilen sonuçlar Tablo 2’de verilmiştir.

Tablo 1: Alt Boyutlar Açısından Fiziğe Yönelik Öz-yeterlik İnancı Betimsel Değerleri Fizik öz-yeterlik inançları

(alt boyutlar)

Betimsel değerler

N X ss Minimum Maksimum

Fizik problemlerini çözme öz-yeterliği 111 3.52 0.49 2.00 5.00

Fizik ders başarısı öz-yeterliği 111 3.57 0.57 2.25 5.00

Fizik bilgilerini kullanabilme öz-yeterliği 111 3.88 0.53 2.17 5.00

Fizik bilgilerini hatırlayabilme öz-yeterliği 111 3.61 0.61 1.67 5.00

Fizik laboratuar başarısı öz-yeterliği 111 3.80 0.56 2.00 5.00

Tablo 1 incelendiğinde öğretmen adayların alt boyutlar açısından ortalama puanlarının

farklılık gösterdiği tespit edilmiştir.

Tablo 2: Alt Boyutlar Açısından Fiziğe Yönelik Öz-yeterlik İnancı Eşit Aralıklı

Ölçeklendirme Değerleri Fizik öz-yeterlik inançları

(Alt boyutlar)

Puan aralıkları

Düşük Orta Yüksek

Fizik problemlerini çözme öz-yeterliği 1<X≤3.03 3.03<X≤4.01 4.01<X≤5.00

Fizik ders başarısı öz-yeterliği 1<X≤3.00 3.00<X≤4.14 4.14<X≤5.00

Fizik bilgilerini kullanabilme öz-yeterliği 1<X≤3.35 3.35<X≤4.41 4.41<X≤5.00

Fizik bilgilerini hatırlayabilme öz-yeterliği 1<X≤3.00 3.00<X≤4.22 4.22<X≤5.00

Fizik laboratuar başarısı öz-yeterliği 1<X≤3.24 3.24<X≤4.36 4.36<X≤5.00

Tablo 2’de alt boyutlar açısından öz-yeterlik inancı ortalama puan dağılımları

verilmektedir. Buna göre adayların tüm alt boyutlardaki öz-yeterlik inançlarının orta düzeyde

olduğu görülmektedir.

3.2. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları yerleşim

yerine göre nasıl değişmektedir?

Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanlarına ilişkin

betimsel istatistik değerleri Tablo 3’de verilmiştir.

Page 197: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ 192

Tablo 3: Adayların Bağımlı Değişkenlere İlişkin Genel Dağılımları

Fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları

Betimsel değerler Ankara Adana

N 57 54

X 3.79 3.55

MEDYAN 3.76 3.55

MOD 3.77 3.27

ss .358 .401

Varyans .128 .168

Skewness .634 -.241

Kurtosis 1.077 .397

Ranj 1.93 2.03

Minimum 2.93 2.40

Maximum 4.87 4.43

Tablo 3 incelendiğinde, fen bilgisi öğretmen adaylarının yerleşim yerine göre FÖÖ

puanlarının farklılık gösterdiği tespit edilmiştir. Buna göre Ankara’da öğrenim gören adayların

en yüksek puanının 4.87 en düşük puanının ise 2.93 olduğu görülmektedir. Bu durumda dizi

genişliği 1.93’dür. Diğer yandan Adana’da öğrenim gören adayların en yüksek puanının 4.43

en düşük puanının ise 2.40 olduğu görülmektedir. Bu durumda dizi genişliği 2.03’dür.

FÖÖ’nden elde edilen verilerin “dizi genişliği/yapılacak grup sayısı” formülü hesaplaması göz

önünde tutulduğunda Ankara’da ve Adana’da öğrenim gören adayların fiziğe yönelik öz-

yeterlik inançlarının iyi düzeyde olduğu görülmektedir (Xankara=3.79, Xadana=3.55).

Öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanlarının analizi bağımsız

gruplar t-testi ile yapılmıştır. Elde edilen sonuçlar Tablo 4’ de verilmiştir.

Tablo 4: FÖÖ Toplam Puanların Betimsel İstatistik Değerleri ve Bağımsız Gruplar t-

Testi Sonuçları

Yerleşim yeri Fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları

N X ss F t df p

Ankara 57 3.79 .358

.902 -3.319 109

.001*

Adana 54 3.55 .409

*p<.05

Tablo 4 incelendiğinde, Ankara’daki adayların FÖÖ puan ortalaması X=3.79 iken,

Adana’daki adayların X=3.55’dir. Adayların FÖÖ puanları arasında istatistiksel olarak anlamlı

bir farklılık olduğu ve bu farklılığın Ankara’daki adaylar lehine olduğu görülmektedir [t(109)=-

3.319, p<.05]. Bu durum, fiziğe yönelik öz-yeterlik inancının yerleşim yerine göre değişkenlik

gösterebileceğini ve sonuçlarının çok yönlü olarak tartışılmasının literatüre önemli katkılar

sağlayabileceğini göstermektedir.

3.3. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları cinsiyet

değişkeni açısından yerleşim yerine göre nasıl değişmektedir?

Fen bilgisi öğretmen adaylarının cinsiyet değişkeni açısından yerleşim yerine göre

betimsel istatistik dağılımları Tablo 5’de gösterilmiştir. Ayrıca adayların fiziğe yönelik toplam

öz-yeterlik puanlarının cinsiyet açısından anlamlı olup olmadığının karşılaştırılmasına ilişkin

bağımsız gruplar t-Testi yapılmıştır. Sonuçlar sırasıyla Tablo 6 ve Tablo 7’de verilmiştir.

Page 198: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin… 193

Tablo 5: Cinsiyet ve Sınıf Değişkenine Göre Betimsel İstatistik Sonuçları Cinsiyet Yerleşim yeri N %

Kız Ankara 44 39.6

Adana 40 36.0

X(toplam) 84 75.6

Erkek Ankara 13 11.7

Adana 14 12.6

X(toplam) 27 24.4

Tablo 5’e göre çalışma grubunun 84’ü kız, 27’si erkektir. Örneklemin cinsiyet açısından

yerleşim yerine göre dağılımlarının birbirine yakın olduğu görülmektedir.

Tablo 6: Adayların Fiziğe Yönelik Toplam Öz-yeterlik Puanlarının Cinsiyet

Değişkenlerine İlişkin t-Testi Sonuçları Fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları

Cinsiyet Yerleşim

yeri

N X ss F t df *p

Kız

Ankara 44 3.80 .353 1.823 -2.213 82 .030

Adana 40 3.61 .415

Toplam 84 3.71 .393

Erkek

Ankara 13 3.77 .388 .279 -2.820 25 .009

Adana 14 3.37 .350

Toplam 27 3.57 .415

*p< .05

Tablo 6 incelendiğinde, kız ve erkek adayların fiziğe yönelik öz-yeterlik puanlarının

yerleşim yerine göre farklı olduğu görülmektedir. Buna göre; Ankara’daki kız adayların puan

ortalaması X=3.80 iken, Adana’daki kız adayların puan ortalaması X=3.61’dir. Kız adayların

genel puan ortalaması 3.71’dir. Kız adayların yerleşim yerine göre öz-yeterlik inançları

arasında anlamlı farkın olup olmadığı .05 anlamlılık düzeyinde test edildiğinde, aralarında

anlamlı farklılığın olduğu ve bu farklılığın Ankara’daki adaylar lehine olduğu görülmektedir

[F(44-40)=1.823, p<.05]. Öte yandan Ankara’daki erkek adayların puan ortalaması X=3.77 iken,

Adana’daki erkek adayların puan ortalaması X=3.37’dir. Erkek adayların genel puan

ortalaması 3.57’dir. Erkek adayların yerleşim yerine göre öz-yeterlik inançları arasında anlamlı

farkın olup olmadığı .05 anlamlılık düzeyinde test edildiğinde, aralarında anlamlı farklılığın

olduğu ve bu farklılığın da Ankara’daki adaylar lehine olduğu görülmektedir [F(13-14)=.279,

p<.05].

Sonuç itibariyle ortak bir bulgu olarak, hem kız hem de erkek öğrencilerin öz-yeterlik

inançlarının Ankara’da öğrenim gören adaylar lehine anlamlı olarak farklılaştığı

görülmektedir. Bu sonuç, başta öz-yeterlik kavramının değişiminde yerleşim yeri faktörünün

nasıl bir etkiye sahip olduğunun detaylı bir şekilde yorumlanmasını gerektirmektedir.

3.4. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları sosyo-

ekonomik düzeylere göre nasıl değişmektedir?

Fen bilgisi öğretmen adaylarının sosyo-ekonomik düzeylerden, ebeveyn öğrenim

düzeyleri ile gelir düzeylerine ilişkin frekans-yüzde dağılımları yapılmış olup, bu değişkenlere

ilişkin betimsel değerler Tablo 7 ve Tablo 8’de gösterilmiştir. Bununla birlikte, adayların fiziğe

yönelik toplam öz-yeterlik puanlarının sosyo-ekonomik düzeylere göre değişimine ilişkin

değerleri ortaya çıkarmak için bağımsız gruplar t-Testi yapılmış olup, sonuçlar Tablo 9’da

verilmiştir.

Page 199: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ 194

Tablo 7: Adayların Anne-Baba Öğrenim Düzeylerine Göre Betimsel Değerleri

Öğrenim düzeyi

Ankara Adana

Anne Baba Anne Baba

N % N % N % N %

Okur-yazar değil - - - - - - - -

Okur-yazar - - - - - - - -

İlkokul 16 14.4 8 7.2 26 23.4 19 17.1

Ortaokul 21 18.9 13 11.7 17 15.3 10 9.0

Lise 17 15.3 21 18.9 11 9.9 20 18.0

Lisans 2 1.8 14 12.6 - - 5 4.5

Lisansüstü 1 0.9 1 0.9 - - - -

Tablo 7 incelendiğinde Ankara’daki adayların annelerinin çoğunluğunun (%18.9)

ortaokul, Adana’daki adayların annelerinin çoğunluğunun (%23.4) ilkokul öğrenim düzeyine

sahip oldukları belirlenmiştir. Diğer yandan Ankara ve Adana’daki adayların babalarının

çoğunluğunun lise öğrenim düzeyine sahip oldukları belirlenmiştir.

Tablo 8: Adayların Gelir Düzeylerine Göre Betimsel Değerleri Ankara Adana

Gelir düzeyi N % N %

1000-1500 TL 10 17.5 18 33.3

1510-2000 TL 7 12.3 18 33.3

2010-2500 TL 13 22.8 10 18.5

2510-3000 TL 14 24.6 7 13.0

>3010 TL 13 22.8 1 1.9

Tablo 8 incelendiğinde adayların gelir düzeylerinin yerleşim yerine göre değişkenlik

gösterdiği belirlenmiştir. Buna göre Ankara’daki adayların çoğunluğunun 2010 TL ve üzeri

gelire, Adana’daki adayların çoğunluğunun 1000-2000 TL arası gelire sahip oldukları tespit

edilmiştir.

Tablo 9: Adayların Fiziğe Yönelik Toplam Öz-yeterlik Puanlarının Sosyo-ekonomik

Düzeylere Göre t-Testi ve Tek Yönlü ANOVA Sonuçları Sosyo-ekonomik düzeyler Varyansın kaynağı N X sd F p

Anne öğrenim Gruplar arası

11

1

3.67

4

106

.821 .514 Gruplar içi

Baba öğrenim Gruplar arası

.728 .575 Gruplar içi

Gelir Gruplar arası

1.00 .411 Gruplar içi

Tablo 9’a göre adayların fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanlarının ortalaması

3.67’dir. Adayların öz-yeterlik puanları arasında anne öğrenim düzeyi [F(4-106)=.821], baba

öğrenim düzeyi [F(4-106)=.728], aylık gelire [F(4-106)=1.000] göre istatistiksel olarak anlamlı bir

fark yoktur. Bu bulgular, adayların fiziğe yönelik öz-yeterlik inançlarının değişiminde sosyo-

ekonomik faktörlerin anlamlı etkisinin olmadığı yönünde genel bir fikre sahip olmamıza neden

olabilir.

Page 200: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin… 195

3.5. Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları Genel

Fizik-I başarısı ile Genel Fizik-I notuna göre nasıl değişmektedir?

Adayların yerleşim yerlerine göre, Genel Fizik-I başarısı ile Genel Fizik-I notuna ait

betimsel istatistik dağılımları Tablo 10’da gösterilmiştir. Ayrıca adayların fiziğe yönelik

toplam öz-yeterlik puanlarının, Genel Fizik-I başarısı ile Genel Fizik-I notu açısından anlamlı

olup olmadığının karşılaştırılmasına ilişkin tek yönlü ANOVA yapılmıştır. Sonuçlar Tablo

11’de verilmiştir.

Tablo 10: Genel Fizik-I Başarısı ile Genel Fizik-I Notuna Göre Betimsel İstatistik

Sonuçları

Genel

Fizik-I

başarısı Yerleşim

yeri

Genel Fizik-I notu

Toplam 0-44 45-54 55-69 70-84 85-100

N % N % N % N % N % N %

Yüksek

başarı

Ankara 0 0 1 1.8 3 5.3 4 7.0 3 5.3 11 19.3

Adana 0 0 0 0 0 0 0 0 1 1.9 1 1.9

X(toplam) 0 0 1 0.9 3 2.7 4 3.6 4 3.6 12 10.8

Orta

başarı

Ankara 10 17.5 8 14.0 14 24.6 4 7.0 4 7.0 40 70.2

Adana 11 20.4 17 31.5 15 27.8 5 9.3 0 0 48 88.9

X(toplam) 21 18.9 25 22.5 29 26.1 9 8.1 4 3.6 88 79.3

Az

başarı

Ankara 5 8.8 1 1.8 0 0 0 0 0 0 6 10.5

Adana 1 1.9 1 1.9 3 5.6 0 0 0 0 5 9.3

X(toplam) 6 5.4 2 1.8 3 2.7 0 0 0 0 11 9.9

Toplam

Ankara 15 26.3 10 17.5 17 29.8 8 14.0 7 12.3 57 100

Adana 12 22.2 18 33.3 18 33.3 5 9.3 1 1.9 54 100

X(toplam) 27 24.3 28 25.2 35 31.5 13 11.7 8 7.2 111 100

Tablo 10’a göre adayların (toplamda) %10.8’i Genel Fizik-I dersinde kendisini “yüksek

başarılı”, %79.3’ü “orta başarılı” ve %9.9’u “az başarılı” olarak niteledikleri tespit edilmiştir.

Diğer yandan adayların yerleşim yerine göre, Genel Fizik-I dersi başarıları ile derse yönelik

not dağılımlarının farklılık gösterdiği tespit edilmiştir. Ankara’daki adaylar için; Genel Fizik-I

dersinde “yüksek başarı” ya sahip olduğunu düşünen adayların derse yönelik notu”55-69”,

“70-84” ve “85-100” arasında, “orta başarı” lı adayların derse yönelik notu ”0-44”, “45-54”

arasında, ve “55-69” ve “az başarı” lı adayların derse yönelik notu ”0-44” arasındadır. Sonuç

olarak adayların çoğunluğunun (%70.2) derse yönelik orta başarıya sahip oldukları ve Genel

Fizik-I dersi notlarının çoğunlukla “0-44” ve “55-69” arasında değiştiği tespit edilmiştir.

Adana’daki adaylar için; Genel Fizik-I dersinde “yüksek başarı” ya sahip olduğunu

düşünen adayın derse yönelik notu “85-100”arasında, “orta başarı” lı adayların derse yönelik

notu ”0-44” , “45-54” ve “55-69” arasında, “az başarı” lı adayların derse yönelik notu ”55-69”

arasındadır. Sonuç olarak adayların çoğunluğunun (%88.9) derse yönelik orta başarıya sahip

oldukları ve Genel Fizik-I dersi notlarının çoğunlukla “45-54” ve “55-69” arasında değiştiği

tespit edilmiştir.

Page 201: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ 196

Tablo 11: Adayların Fiziğe Yönelik Toplam Öz-yeterlik Puanlarının Genel Fizik-I Başarısı ile Genel Fizik-I Notu Değişkenlerine İlişkin Tek Yönlü ANOVA Sonuçları

*p<.05

Tablo 11 incelendiğinde, adayların Genel Fizik-I dersi başarısı bakımından fiziğe

yönelik toplam öz-yeterlik puanlarının birbirinden farklı olduğu görülmektedir. Buna göre;

“yüksek başarı”lı olduklarını düşünen adayların aritmetik ortalaması X=4.14 iken, “orta

başarı”lı olduklarını düşünen adayların aritmetik ortalaması X=3.61’dir. Bununla birlikte “az

başarı”lı olduklarını düşünen adayların aritmetik ortalaması X=3.63’dür. Genel Fizik-I dersi

başarısı açısından toplam öz-yeterlik puanları arasında anlamlı bir farkın olup olmadığı .05

anlamlılık düzeyinde test edildiğinde, aralarında anlamlı farklılığın olduğu görülmektedir.

Genel Fizik-I dersi başarısı arasındaki farkların hangileri arasında olduğunu bulmak

amacıyla yapılan Scheffe testinin sonuçlarına göre, bu farklılığın yüksek başarılı adaylar

lehine olduğu görülmektedir [F(111)=10.695, p<.05]. Buna göre; derse yönelik az ve orta

başarıya sahip olduğunu düşünen adayların, yüksek başarıya göre öz-yeterlik inançlarının

düşük olduğu belirlenmiştir. Öte yandan, adayların derse göre ölçekten aldıkları puanların

istatistiksel olarak anlamlı bir farklılık gösterdiği [F(111)=3.745, p<.05] ve bu farklılığın ders

notu “85-100” puan aralığında olan adayların lehine olduğu görülmektedir. Nitekim ders notu

“0-44” ve “45-54” olan adayların fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puan ortalamalarının (3.55,

3.57), diğer ders notlarına sahip adayların puan ortalamalarından farklı olduğu görülmektedir.

Sonuç itibariyle Genel Fizik-I dersi notu “85-100” puan aralığında olan adayların öz-yeterlik

inançlarının diğer ders notuna sahip adaylara göre yüksek olduğu söylenebilir.

Fiziğe yönelik toplam öz-yeterlik puanları

Genel Fizik-I başarısı N X s sd F *p Scheffe

Yüksek başarı 12 4.14 .412

2 10.695 .000

.006

(1-2)

(1-3) Orta başarı 88 3.61 .373

Az başarı 11 3.63 .276

Genel Fizik-I notu

0-44 27 3.55 .370

4 3.745 .030

.039 (5-1)

(5-2)

45-54 28 3.57 .440

55-69 35 3.69 .335

70-84 13 3.89 .407

85-100 8 4.01 .361

Page 202: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin… 197

4. SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Ankara il merkezi ile Adana il merkezindeki devlet üniversitelerinin Eğitim Fakültesi

İlköğretim Bölümü Fen Bilgisi Eğitimi Ana Bilim Dalında öğrenim gören öğretmen adayları

ile yürütülen bu çalışmada, adayların fiziğe yönelik öz-yeterlik inançları çeşitli değişkenler

açısından incelenmiştir. İlgili literatür sonuçları incelendiğinde; öğretmenlerin öğretme

yeterliliği ile öğrenci başarısı (Ashton ve Webb, 1986; Gibson ve Dembo, 1984; Ross, 1992),

öğrenci motivasyonu (Midgley, Feldlaufer ve Eccles, 1989) ve öğrencilerin kişisel yeterlik

inançları (Anderson, Greene ve Loewen, 1988; Tschannen-Morgan ve Woolfolk Hoy, 2001)

arasında anlamlı ve güçlü ilişkiler olduğu tespit edilmiştir. İfade edilen faktörler ve yapılan

çalışma doğrultusunda; öğrencilerin lisans eğitimleri boyunca aldıkları derslerin, yaşadıkları

yerleşim yerinin, sosyo-kültürel özelliklerinin ve cinsiyetin öz-yeterliklerini geliştirmede

büyük öneme sahip olduğu söylenebilir. Hem Türkiye’de hem de yurtdışında, fizikte öz-

yeterlik inançlarının belirlenmesinde; başarı, cinsiyet, fizik öğrenme ve öğretim yöntemleri

gibi değişkenlerle ilişkilerinin incelenmesine yönelik sınırlı sayıda araştırmaya rastlanmıştır

(Abak ve diğerleri, 2002; Selçuk, Çalışkan ve Erol, 2008; Shaw, 2004)

Fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe yönelik öz-yeterlik inançlarının; yerleşim yeri,

cinsiyet, sosyo-ekonomik düzey, Genel Fizik-I başarısı ve notu değişkenlerine göre incelendiği

bu çalışmada FÖÖ alt boyutları açısından genel durum orta düzeyde olduğu ve alt boyutlar

arasından Fizik bilgilerini hatırlayabilme öz-yeterliği minimum puanın düşük olduğu

belirlenmiştir. Çalışkan ve diğerleri (2010)’nin öğretmen adaylarıyla yaptıkları çalışmada

benzer bulgular elde edilmiş olup, FÖÖ alt boyutlar açısından genel durumun iyi düzeyde

olduğunu ve sadece Fizik ders başarısı öz-yeterliğin orta düzeyde olduğunu tespit etmişlerdir.

FÖÖ alt boyutlarına yönelik çalışmaların farklı branşlarda yaygın olarak yapılması, başta öz-

yeterlik inancıyla ilgili daha önemli bulgular elde edilmesine ve ileriki aşamalarda daha net ve

açıklayıcı yorumlamaların yapılmasına zemin hazırlayabilecektir.

Çalışmada elde edilen diğer bir bulgu ise adayların fiziğe yönelik öz-yeterlik puanlarının

yerleşim yeri değişkenine göre değişiklik göstermesidir. Ankara ilinde öz-yeterlik ölçeğinden

alınan puanların ortalaması 3.79 iken Adana’da 3.55 tir. Öğretmen adaylarının fizik öz-yeterlik

inançlarında anlamlı bir farklılık vardır ve bu fark Ankara ilindeki adaylar lehinedir. Ankara

ilindeki ebeveynlerin sosyo-ekonomik düzeylerinin yüksek olmasının bu durumun nedeni

olarak düşünülebilir. Akbaş ve Çelikkale (2006)’nin İzmir, Balıkesir, Mersin, Ankara, Van ve

Sivas illerindeki üniversitelerde öğrenim gören öğretmen adaylarıyla yaptıkları çalışmalarında,

bu çalışmaya paralel olarak öğretmen adaylarının öz-yeterlik inanç puanlarında Ankara ili

lehine sonuçlar elde edilmiştir. Özceylan ve Coşkun (2012)’un sosyo-ekonomik açıdan

gelişmişlik düzeyiyle ilgili yaptıkları çalışmaların sonuçları göz önüne alındığında, Ankara

ilinin; gelir seviyesi, iş imkânları ve ekonomik gücün, yüksekokul ve fakülte mezunu insan

sayısının çok olması gibi nedenlerle, eğitimde ön plana çıktığı bağlantısı kurulabilir. Avantaj

sağladığı düşünülen özellikler diğer illerde de araştırılıp geliştirilebilir. Ayrıca bu boyut

altındaki çalışma sayısı branş bazında da arttırılarak farklı sonuçlara ulaşılabilir.

Adayların fiziğe yönelik öz-yeterlik inançları ile cinsiyet değişkeni arasında il bazında

anlamlı farklılığın olduğu ve bu farklılığın ortak bir bulgu olarak hem kız hem de erkeklerin

öz-yeterlik inançlarının Ankara’da öğrenim gören adaylar lehine anlamlı olarak farklılaştığı

görülmüştür. Bu bulgu, eğitim seviyesi yüksek olan ebeveynlerin onlara benzer şartlar

sunmaları ve dolayısıyla bilimsel kazanımlar bakımından birbirine yakın becerilere sahip

olabilmeleriyle açıklanabilir. Literatürde cinsiyet değişkeni açısından birçok çalışma olmakla

birlikte; il bazında karşılaştırmaya yönelik herhangi bir çalışmaya rastlanılmamıştır. Aynı veya

farklı illerde öğrenim gören öğretmen adayları ile yapılabilecek çalışmaların yaygınlaştırılması,

bu çalışmadan elde edilen sonuçların doğru bir şekilde genellenebilmesine olanak sağlayabilir.

Page 203: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ 198

Çalışmada elde edilen başka bir bulgu sosyo-ekonomik düzeyin öz-yeterlik inancına

etkisiyle ilgilidir. Hem il bazında, hem de öğretmen adaylarının toplam öz-yeterlik sonuçlarının

incelendiği bu değişkende; Ankara’daki öğretmen adaylarının anne eğitim durumu çoğunlukla

ortaokul, Adana ilindeki öğretmen adaylarının anne eğitim durumu ise çoğunlukla ilkokul

çıkmıştır. Ankara ve Adana illerindeki öğretmen adaylarının baba eğitim durumları her iki ilde

de lise olarak tespit edilmiştir. Gelir düzeyinin de Ankara ilinde Adana’ya göre daha yüksek

olduğu tespit edilmiştir. Bu aile eğitim durumlarının öğrenci başarısı ve öz-yeterliğine anlamlı

bir etki sağlayabileceği görüşüne ulaşılmasına yol açabilir. Ama genel sonuçlara bakıldığında

gelir düzeyi ve aile eğitim durumunun anlamlı bir fark yaratmadığı sonucu elde edilmiştir. Bu

konuda yapılan çalışma sayısının azlığı bazı genellemelere ulaşılmasını engelleyebilir. Bu

nedenle, bu değişkenle ilgili yapılabilecek çalışmaların arttırılması daha sağlıklı sonuçlara

ulaşmamıza yardımcı olacaktır.

Son olarak adayların Genel Fizik-I başarısı ve notu ile fizik öz-yeterliği arasındaki ilişki

incelenmiş ve başarı notu ile öz-yeterlik arasında anlamlı bir farklılık olduğu ve bu farklılığın

yüksek başarılı adaylar ve ders notu “85-100” puan aralığında olan adayların lehine olduğu

görülmüştür. Ankara ve Adana ilinde öğrencilerin çoğunlukla orta düzey öz-yeterlik

seviyesinde olduğu ve başarı puanlarının da orta aralıkta olduğu tespit edilmiştir. Bu sonuç,

Yenilmez ve Kakmacı (2008) ile Ekici (2008) tarafından öğretmen adaylarına yapılan

araştırma sonuçlarıyla örtüşmektedir. Bu bulguya dayalı olarak, öğretmen adaylarının öz

yeterlik inancının akademik başarıya katkı sağladığı söylenebilir ve lisans derslerinde bu

sonuçlara paralel geliştirme çalışmaları yapılabilir.

Sonuç olarak, fen bilgisi öğretmen adaylarının fiziğe karşı öz-yeterliklerinin

belirlenmesi, gelecek nesillerin fen okuryazarlığına hangi yönde katkı sağlayabileceği

açısından önem teşkil etmektedir. Bu sayede oluşabilecek diğer olumsuz durumların

çözümünde önemli bir rol üstlenebileceği düşünülebilir. En nihayetinde gelecek nesilleri

bilimsel becerilerle donatacak olanlar, bahsi geçen öğretmen adayları ve daha niceleridir. Öz-

yeterlik inancının eğitimde temel bir unsur olduğu ve pek çok faktörü etkilemesi yıllar süren

araştırmalar sonucunda bir gerçek haline gelmiştir. Bu nedenle bireylerin fizik öz-yeterlik

inançları daha uzun bir zaman dilimine (üniversite öğrencilik döneminden, aday öğretmenlik

ve öğretmenlikteki ilk birkaç sene) yayılarak incelenebilir ve elde edilecek sonuçlarla daha

nitelikli değerlendirmeler yapılabilir. Yapılacak bu araştırmalar sayesinde öz-yeterlik inancının

pozitif seyrini engelleyen faktörler tespit edilip ortadan kaldırılması için çözüm yolları

üretilebilir.

Page 204: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin… 199

KAYNAKLAR

Abak, A., Eryılmaz, A., ve Fakıoğlu, T. (2012, Eylül). Üniversite öğrencilerinin seçilmiş duyuşsal

karakteristiklerinin belirlenmesi. V. Ulusal Fen Bilimleri ve Matematik Eğitimi Kongresi, Ankara.

Akbaş, A., ve Çelikkaleli, O. (2006). Sınıf öğretmeni adaylarının fen öğretimi öz-yeterlik inançlarının

cinsiyet, öğrenim türü ve üniversitelerine göre incelenmesi. Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi

Dergisi, 2(1), 98-110.

Anderson, R., Greene, M., & Loewen, P. (1988). Relationships among teachers’ and students’ thinking

skills, sense of efficacy, and student achievement. Alberta Journal of Educational Research, 34, 148-

165.

Arslan, A. (2012). İlköğretim öğrencilerinin öz yeterlik inancı kaynaklarının öğrenme ve performansla

ilgili öz yeterlik inancını yordama gücü. Kuram ve Uygulamada Eğitim Bilimleri,12(3), 1907-1920.

Ashton, P. T., & Webb, R. B. (1986). Making a difference: Teachers’ sense of efficacy and student

achievement. New York: Longman.

Azar, A. (2010). Ortaöğretim fen bilimleri ve matematik öğretmeni adaylarının öz-yeterlilik inançları.

ZKÜ Sosyal Bilimler Dergisi, 6(12), 235-252.

Bandura, A. (1994). Self-efficacy. In V. S. Ramachaudran (Ed.), Encyclopedia of human behavior (Vol.

4, pp. 71-81). New York: Academic Press. (Reprinted in H. Friedman [Ed.], Encyclopedia of mental

health. San Diego: Academic Press, 1998).

Bıkmaz, H. F. (2004). Sınıf öğretmenlerinin Fen Öğretiminde Öz-yeterlik İnancı Ölçeği’nin geçerlik ve

güvenirlik çalışması. Milli Eğitim Dergisi, 31(161), 172-180.

Çalışkan, S., Selçuk, G. S., & Erol, M. (2007). Development of physics self-efficacy scale. Sixth

International Conference of the Balkan Physical Union, AIP Conference Proceedings, Vol: 899, p.

483-484.

Çalışkan, S., Selçuk, G. S., ve Özcan, O. (2010). Fizik öğretmeni adaylarının öz-yeterlik inançları:

Cinsiyet, sınıf düzeyi ve akademik başarının etkileri. Kastamonu Eğitim Dergisi, 18(2), 449-466.

Çapri, B., ve Kan, A. (2006). Öğretmen Kişilerarası Öz-yeterlik Ölçeğinin Türkçe formunun geçerlik ve

güvenirlik çalışması. Mersin Üniversitesi Eğitim Fakültesi Dergisi, 2(1), 48-61.

Ekici, G. (2006). Meslek lisesi öğretmenlerinin öğretmen öz-yeterlik inançları üzerine bir araştırma.

Eurasian Journal of Educational Research, 24, 87-96.

Ekici, G. (2008). Sınıf yönetimi dersinin öğretmen adaylarının öğretmen öz-yeterlik algı düzeyine etkisi

Hacettepe Eğitim Fakültesi Dergisi, 35, 98-110.

Ekici, G., Fettahlıoğlu, P., ve Sert Çıbık, A. (2012). Biology self efficacy beliefs of the students studying

in the department of biology and department of biology teaching. International Online Journal of

Educational Sciences. 4(1), 39-49.

Enoch, L, G., & Riggs, I. M. (1990). Further development of an Elementary Science Teaching Efficacy

Belief Instrument: A Preservice Elementary Scale. School Science and Mathematics, 90(8), 694-

706.

Frankel, J. R., & Wallen, N. E. (2006). How to design and evaluate research in education. (6th ed.) The

McGraw-Hill Companies, Inc.

Gibson, S., & Dembo, M. H. (1984). Teacher efficacy: A construct validation. Journal of Educational

Psychology, 76, 569-582.

Henson, R. K. (2001, January). Teacher self-efficacy: Substantive implications and measurement

dilemmas. Annual Meeting of the Educational Research Exchange, Texas A & M.

Kahyaoğlu, M., ve Yangın S. (2007). İlköğretim öğretmen adaylarının mesleki öz-yeterliliklerine ilişkin

görüşleri. Kastamonu Eğitim Dergisi, 15(1), 73-84.

Kurbanoğlu, S. S. (2004). Öz-yeterlik inancı ve bilgi profesyonelleri için önemi. Bilgi Dünyası, 5(2),

137-152.

Page 205: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Ayşe SERT ÇIBIK, Hümeyra TURGUT, Çiğdem Selvi AKKUŞ 200

Kurtkan, A. (1982). Eğitim yolu ile kalkınmanın esasları. Divan Yayınları: İstanbul.

Küçükyılmaz, E. A., ve Duban, N. (2006). Sınıf öğretmeni adaylarının fen öğretimi öz-yeterlik

inançlarının artırılabilmesi için alınacak önlemlere ilişkin görüşleri. Yüzüncü Yıl Üniversitesi

Eğitim Fakültesi Dergisi, 3(2), 1-23.

Midgley, C., Feldlaufer, H., & Eccles, J. (1989). Student/teacher relations and attitudes toward

mathematics before and after the transition to junior high school. Child Development, 60, 981-992.

Özceylan, D., ve Coşkun, E. (2012). Türkiye’deki illerin sosyo-ekonomik gelişmişlik düzeyleri ve

afetlerden sosyal ve ekonomik zarar görebilirlikleri arasındaki ilişki. İstanbul Üniversitesi İşletme

Fakültesi Dergisi, 41, 31-46.

Özerkan, E. (2007). Öğretmenlerin öz-yeterlik algıları ile öğrencilerin sosyal bilgiler benlik kavramları

arasındaki ilişki. Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi. Trakya Üniversitesi Sosyal Bilimler

Enstitüsü, Edirne.

Plourde, L. A. (2001). The genesis of science teaching in the elementary school: The influence of

student teaching. [http://www.ed.psu.edu/CI/Journals/2001aets/su108 plourde.rtf.], Retrieved on

July 8, 2015.

Ross, J. A. (1992). Teacher efficacy an the effect of coaching on student achievement. Canadian Journal

of Education, 17(1), 51-65.

Selçuk, G. S., Çalışkan, S., & Erol, M. (2008). Physics self-efficacy beliefs of student teachers’: The

relationships with gender and achievement perception. Balkan Physics Letters (Special Issue:

Türkish Physical Society 24th International PhysicsCongress), p.648-651.

Shaw, K. A. (2004). The development of a Physics Self-Efficacy Instrument for use in the ıntroductory

classroom. AIP Conference Proceedings, Vol: 720, No:1, p.137-140.

Tekin, H. (1993). Eğitimde ölçme ve değerlendirme. Yargı Kitap ve Yayınevi: Ankara.

Tschannen-Moran, M., & Woolfolk Hoy, A. (2001). Teacher efficacy: Capturing an elusive construct.

Teaching and Teacher Education, 17, 783-805.

Yenilmez, K., ve Kakmacı, O. (2008). İlköğretim matematik öğretmenliği bölümü öğrencilerinin öz-

yeterlik inanç düzeyleri. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 9(2), 1-21.

Yeşilyurt, E. (2013). Öğretmen adaylarının öğretmen öz-yeterlik algıları. Elektronik Sosyal Bilimler

Dergisi, 12(45), 88-104.

Yılmaz, M., Köseoğlu, P., Gerçek, C., ve Soran, H. (2004, Eylül). Yabancı dilde hazırlanan bir öğretmen

öz- yeterlik ölçeğinin Türkçe’ ye uyarlanması. VI. Ulusal Fen Bilimleri ve Matematik Eğitimi

Kongresi, 9-11 Eylül, İstanbul: Marmara Üniversitesi.

Page 206: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

Fen Bilgisi Öğretmen Adaylarının Fiziğe Yönelik Öz-Yeterliklerinin… 201

Extended Abstract

It is necessary the teacher, student, director, school, environment and family to be interact with

each other in order to reach the aims of the education. The most important one of these factors is the

teacher. It is considered that teachers require some efficacy for the students to enable them reach the

intended educational level. Efficacy can be defined as the capacity of individuals to reveal their skills.

Self-efficacy belief, along with the efficacy, has been defined as the capacity of the individual to reveal

their behaviors in the events during their lives and as self-efficacy belief. It can be said that the factor of

belief can have a role in the change of the properties and components in different fields such as

individual's academic success, attitude, and interest. It has been determined that there are differences

between the teacher with higher self-efficacy level and the one with the lower self-efficacy level in the

fields such as the class order, the use of new methods, giving feedbacks to the students with learning

disability and so, this situation affects the students motivation and success. When the importance of the

self-efficacy in education is considered, it can be said that this concept can be evaluated by taking

different disciplines as reference and one of these disciplines is physics self-efficacy. Physics self-

efficacy is individual's belief in skills necessary to organize teaching activities in order to cope with the

possible problems in physics and skills that are necessary for the success. When the importance of the

self-efficacy for the positive progress in education is taken into consideration, our aim is to investigate

the variables affecting this factor of the teacher candidates. In this study, it is aimed to determine the

self-efficacy of teacher candidates towards physics in terms of the variables of General Physics-I success

and General Physics-I grade according to the variables of gender, socio-economic level, and location.

Survey model was used in this investigation. The sample of the study was consisted of a total

of 111 teacher candidates who study in state universities in Ankara and Adana in the Faculty of

Education in 2013-2014 academic year spring semester who were selected by a simple randomized

method. Physics Self-Efficacy Scale developed by Çalışkan, Selçuk and Erol (2007) is composed of 30

items and 5 sub dimensions were used in this study. Moreover, "Personal Information Form" in which

the data were written was used in order to reveal the socio-economic profile of the students. Whereas,

SPSS-11.5 programme was used in the analysis of the data, descriptive statistics such as frequency (f),

percent (%), independent groups t-Test, and one-way ANOVA analysis were used for the resolution of

the data.

It has been determined in our study through the findings that general condition regarding the

subsections of the Physics Self-Efficacy Scale is at mid-level. It has been determined PSS sub-

dimensions are at high level and only the Self-Efficacy in Physics Course Success is at mid-level. It has

been revealed that there is meaningful difference in terms of the variable of living location and this

difference is in favor of the candidates from Ankara. It can be considered that such factors as the

development level of Ankara, income level, business opportunity, and economic power, the number of

collage and faculty graduates are effective. There is a meaningful difference in terms of gender on the

basis of the city and this difference is in favor of both males and females from Ankara. There is not a

meaningful difference in terms of the variable of income level parental education. However, when these

variables are investigated, inadequacy of the number of studies made hinders you to generalize. Lastly,

the relation between the General Physics-I success and grade and self-efficacy has been investigated and

it has been seen that there is a meaningful difference between the success score and self-efficacy and this

difference is in favor of the candidates with higher success. Based upon this finding, it can be said that

self-efficacy belief of teacher candidates contributes into their academic success.

Consequently, to determine the self-efficacy of science teacher candidates towards physics is

highly significant in terms of the science literacy of the future generation. Ultimately, the teacher

candidate’s aforementioned are the ones who will equip the future generation with scientific skills. The

information that the self-efficacy belief is one of the man components in education and affects many

other factors becomes a truth as a result of many researches. Thanks to these researches, factors that

hinder the positive progress of the self-efficacy belief can be detected and solutions can be found in

order to clear these factors away.

Page 207: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ

MAKALE YAZIM İLKELERİ

Dergide yayımlanması istenen yazılar, sosyal bilimler alanında, bilime katkısı olan, özgün

çalışmalar olmalı ve aşağıda belirtilen nitelikleri taşımalıdır.

1- Derginin yazı dili Türkçe olmakla birlikte, yaygın olarak kullanılan diğer dillerde yazılmış yazıların yayınlanması yayın kurulunun kararına bağlıdır.

2- Dergiye verilen yazıların, dergi kurallarına göre düzenlenmiş ve basıma hazır hale getirilmiş olması gerekir. Yayın Komisyonu, yazım kurallarına

uymayan yazıları yayınlamama veya düzeltmek üzere yazara iade etme yetkisine sahiptir.

3- Türkçe ve yabancı dildeki başlıklar; yazının kapsamıyla uyumlu; yazının konusunu kısa, açık ve yeterli ölçüde yansıtmalıdır.

4- Türkçe ve yabancı dildeki özetler; yazının amacını, kapsamını ve sonuçlarını yansıtmalı ve yazının diğer bölümlerinden ayrı olarak yayımlanabilecek

biçimde hazırlanmış olmalıdır. Yayıma kabul edilen Türkçe çalışmanın yazar/lar/ından geniş İngilizce özet hazırlamaları beklenmektedir. Geniş

İngilizce özette kaynakçada yer alan her bir referansa atıf yapılması gerekmektedir. Türkçe çalışmalar için talep edilen geniş İngilizce özet, yayım

kabulü alındıktan sonra gönderilmelidir.

5- Yazı, dil ve ifade yönünden, dilbilgisi kurallarına uygun olmalı, açık ve yalın bir anlatım yolu izlemeli, amaç ve kapsam dışına taşan gereksiz

bilgilere yer verilmemeli ve makale yazım kurallarına uygun olmalıdır.

6- Makalenin hazırlanmasında bilinen bilimsel yöntemlere uyulmalı, çalışmanın konusu, amacı, kapsamı, hazırlanma gerekçesi vb. bilgiler yeterli

ölçüde ve belirli bir düzen içinde verilmelidir. Makalede kullanılan şekil, tablo, fotoğraf ve diğer belgeler, bilimsel kurallara uygun olarak hazırlanmalı,

yazının amacına ve kapsamına uygun olarak seçilmeli, yazıda değinilmemiş gereksiz belgelere ve kaynaklara yer verilmemelidir.

7- Makalede kullanılan şekil, tablo, fotoğraf ve diğer belgelerin kolayca anlaşılacak biçimde yalın ve yeterli bir açıklaması bulunmalıdır.

8- Yazıda kullanılan kaynaklar yazım kurallarına uygun olarak düzenlenmeli, değinilen her belge kaynaklar kısmında yer almalı, ancak yazıda

değinilmeyen belgelere kaynaklar kısmında yer verilmemelidir.

9- Sonuçlar, araştırmanın amaç ve kapsamına uygun olmalı, ana çizgileriyle ve öz olarak verilmeli, metinde sözü edilmeyen veri ya da bulgulara yer

verilmemelidir.

10- Makalelerin yayınlanabilmesi için Enstitümüzün tayin edeceği iki hakemden olumlu rapor gelmesi şartı aranır. Bir hakemin olumsuz, diğer

hakemin olumlu görüş bildirmesi halinde çalışma üçüncü bir hakemin incelemesine gönderilir. Böyle bir raporda göz önünde bulundurulacak bilimsel

esaslar şunlardır:

a. Araştırma yöntemi,

b. Konu bütünlüğü,

c. Bilimsel özgünlük

d. İlgili bilim dalının terim bilgisine hakimiyet,

e. Konuyla ilgili eski ve yeni çalışmaları görebilmek,

f. Yararlanılan kaynaklarda uygunluk ve yeterlilik,

g. Değerlendirme yapabilme ve sonuca ulaşabilme,

h. Alanına katkı sağlama,

i. Dil hakimiyeti/anlaşılabilirlik, akıcılık.

Aşağıdaki biçimde düzenlenmiş olmalıdır;

1- Makale hazırlanmasında web sayfamızda yer alan Makale yazım şablonunu kullanınız.

2-Yazılar A4 kâğıdının bir yüzüne 14x20 cm. boyutunda basılır (Yazılar aşağıda belirtilen şekilde olmalıdır:

- Üst: 3 cm

- Sol: 4 cm

- Alt: 3 cm

- Sağ: 3 cm

- Karakter: Times New Roman (11 punto)

- Satır aralığı: Tek

- Paragraf aralığı: 6 nk.

3- Yazılar PC bilgisayarda Microsoft Word programında 11 punto Times karakteri ile tek satır aralıklı olarak yazılır. Özetler 9 punto, yazı içindeki

tablolar, fotoğraflar ve şekil adları ile dipnotlar 9 punto ile yazılır. Kaynaklar listesi satır başlarında 1,0 cm boşluk bırakılarak asılı paragraflar halinde 10

punto ile yazılır.

4- Makalenin başlığı ilk sayfanın başına kalın 14 punto büyük harflerle sayfa ortalanarak yazılır. Türkçe başlığın altına yabancı dilde başlık ilk harfler

büyük diğerleri küçük olarak yazılır. Metin içindeki başlıklar öncesinde 12 punto sonrasında 6 punto boşluk bırakılır.

5- Başlıktan sonra 12 punto aralık verilerek yazar ad(lar)ı unvansız olarak sayfa ortalanarak yazılır. Unvan, çalıştığı kurum ve e.mail adresi dipnot

olarak belirtilir.

6- Çalışma herhangi bir kurumun desteği ile gerçekleşmiş ise kurumun adı ilk sayfanın altında dipnot olarak belirtilir.

Page 208: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY

7- Yazar adından sonra 12 punto boşluk bırakılarak Türkçe ve yabancı dilde 200 kelimeyi geçmeyen özet yazılır ve yazının ana konusunu tanımlayan

anahtar kelimeler bu özetlerde belirtilir.

8- Makale; tablo, şekil ve fotoğraf ve kaynaklar dâhil 25 sayfayı geçmemelidir.

9- Şekil, tablo ve fotoğraflar bilgisayar ortamında hazırlanıp metin içinde ya da sonunda sayfa boyutlarını (14x20 cm.) aşmayacak şekilde yerleştirilir.

Sayfa boyutlarını aşan şekil, tablo ve fotoğraflar ile renkli basılan sayfaların basım masrafları yazar tarafından karşılanır. Makalede yer alan fotoğraf ve

şekillerin yoğunluğu düşük olmalıdır. Tablo ve şekillerin sayfanın kenarlarının dışına taşmaması sağlanmalıdır. Tablo numaralandırılmalı ve tablonun

başlığı, içeriğini anlatacak şekilde yazılmalı ve tablonun üst tarafında verilmelidir. (Tablo 1: İşçilerin kararlara katılma düzeyleri). Tablo başlığı

ikinci satıra sarkıyor ise ikinci satır tablo numarası hizasından sonra başlamalıdır. Tablo eğer başka bir çalışmadan aktarılmış ise ayrıca tablonun altına,

alıntı yapılan kaynak gösterilmelidir. Kaynak verilirken Kaynak: Yazarın Soyadı, kaynağın basım tarihi: Tablonun kaynaktan alındığı sayfa sayısı ya da

sayfa aralığı (Kaynak: Solak, 2006: 25-26) biçiminde verilmelidir. Tablo sadece yatay ve dikey çizgiler kullanılarak oluşturulmalıdır. Şekiller

numaralandırılmalı, başlıklar da şeklin içeriğini anlatacak şekilde yazılmalı ve şeklin altında yer almalıdır. (Şekil 1: Gelirin yıllara göre dağılımı).

Eğer şekil başka bir kaynaktan aktarıldıysa, şekil açıklamasının altına kaynakla ilgili bilgi verilmelidir. (Kaynak: Solak, 2006: 12). Tablonun kendisi

ortalanmalıdır. Ayrıca tablo ve şekiller, word veya excel formatında hazırlanmalıdır. Fotoğraf şeklinde gönderilmemelidirler.

10- Atıfta bulunulan kaynaklar metin içinde, yazarın soyadı ve yayın yılı parantez içinde gösterilir. Açıklamalar ise sayfa altında dipnot olarak verilir.

Yazılarda kullanılan kaynaklara gönderme metin içinde (Yazarın soyadı, Basım yılı: Sayfa numarası) şeklinde olmalıdır. Örnek: (Demir,

2002: 185)

Kaynak Gösterim Örnekleri

Tek Yazarlı Kitap Örneği:

Demir, A. (2001). Türkiye Ekonomisi. İstanbul: Remzi Kitabevi.

İki Yazarlı Kitap Örneği:

Egeli, H. ve Özen, A. (2010). Teoride ve Uygulamada Bütçe Politikası. İzmir: Altın Nokta Basım Yayın Dağıtım.

Üç Yazarlı Kitap Örneği:

DiGerenimo, T. F., Grene, A. ve Pavini, J. (2010). Sağlıklı Bebek Yetiştirme Rehberi. İstanbul: Havy Kitap.

En Az Dört Yazarlı Kitap Örneği:

Ayhan, H.,Dodurgalı, A., Köknel, Ö. ve diğerleri. (2010). Çocuk ve Ergen Eğitiminde Anne Baba Tutumları. İstanbul: Timaş Yayınları.

Kitap İçinde Bölüm Örneği: Gür, T. H. (2001). Turizm Sektörü. A. Şahinöz (Ed.). Türkiye Ekonomisi (s. 220-244). Ankara: İmaj Yayınevi.

Tek Yazarlı Makale Örneği: Demir, A. (2001). Türkiye’nin Ekonomik Yapı Sorunları. Mülkiyeliler Dergisi, V(2), 212-226.

Çok Yazarlı Makale Örneği: Aştı, N., Acar, G., Bağcı, H. ve diğerleri. (2005). Sağlık Bakım Profesyoneli Olarak Yetişecek Öğrencilerin Ruhsal Durumları ve

Yaklaşımlar. Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Sayı (15), 25-35.

İnternetten Kaynak Kullanımı Örneği:

Erman, K., Şahan, A. ve Can, S. (2008). Sporcu Bayan ve Erkeklerin Benlik Saygısı Düzeylerinin Karşılaştırılması. Erişim tarihi:

21.02.2008,http://www.bilalcoban.com/index.php?id=dokuman&islem=oku&yer=2&kat=14&no=97

Ciltli Eser Örneği: Meydan Larousse. (1998). Bilgi Dünyasına Yolculuk. Cilt (15), Ankara: 3B Yayıncılık.

Yukarıda belirtilmeyen durumlar için APA (AmericanPsychologicalAssociation-Amerikan Psikoloji Derneği) kuralları geçerlidir.

Detaylı bilgi için APA’nın web sitesine (http://www.apastyle.org) başvurunuz.

11- Metin içinde değinilen bütün kaynaklar makalenin sonundaki kaynaklar bölümünde yazar soyadına göre alfabetik olarak dizilir. Kaynakların önüne

sıra numarası konulmaz ve diğer bibliyografya kurallarına uyulur.

Makale teslimedilirken;

1- Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi online olarak yayınlanır ve değerlendirme süreci elektronik ortamda çift-körleme

(double-blinded) yöntemiyle yürütülür. Yayımlanması istenen makaleler, bilgisayar ortamında hazırlanıp online olarak iletilir. Dosyalarda yazar

ad(lar)ı ve adresleri belirtilmez.

2- Makale teslim edilirken, özgün bir yazı olduğunu ve daha önce herhangi bir yerde yayımlanmadığını belirten bir yazı (teslim formu) çıktı

alınarak imzalanır ve daha sonra bu dosya da online olarak iletilir.

3- Hakem önerileri doğrultusunda yeniden düzenlenen ve yayınlanabilir kararı verilen makalenin son şeklini gösteren dosya yine sisteme online

olarak aktarılır.

4- Hakemlerden olumlu rapor alamayan makale yayınlanmaz ve yazarına iade edilmez; bu konuda idari ve adli bir sorumluluk kabul edilmez.

Makale değerlendirme süreci;

1- Makale, MS Word yazılımı (makale şablonu) kullanılarak ve derginin yazım kurallarına uygun bir şekilde yazılmalıdır.

2-Makale, [email protected] e-mail adresine iletilmelidir.

3- Makale, Sosyal Bilimler Dergisi Editör Kurulu tarafından şekil incelemesi tamamlandıktan sonra hakemlere ulaştırılır.

4- Editör, önerilen makaleyi hakemlere göndermeden reddedebilir.

5- Hakem raporlarına göre yazar(lar)a bilgi verilir.

Yazışma Adresi:

Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Müdürlüğü 53200 – RİZE

Tlf : 0 (464) 217 29 19 Faks: 0 (464) 217 29 18 E-Posta: [email protected] /

[email protected]

Page 209: SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN …sbe.erdogan.edu.tr/Files/ckFiles/sbe-erdogan-edu-tr/... · 2016-07-29 · SOSYAL BİLİMLER DERGİSİ RECEP TAYYIP ERDOGAN UNIVERSITY