AY
LIK
İLİM
- KÜ
LT
ÜR
VE
ED
EB
İYA
T D
ER
GİSİ
HA
ZİR
AN
2012
140
140
Dergisi Hediyesi...
H A Z İ R A N 2 0 1 2Fiyatı: 8 AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEBİYAT DERGİSİ
ZikreyleyenGönüller3406 Âb-ı Hayat
Yurdu Darende
Başyazı Sebahaddin ATEŞ
DARENDE’DEN DÜNYAYA
As the followers of a rose hearted path, we always try to do our best with the advice of the mighty people around who serve the hearts. We know that the heart is the mirror of divinely mysteries. This year, our foundation, which builds the rose and heart civilization today, has organized an International Symposium, which was done as hitherto national as Somuncu Baba and Hulusi Efendi Cultural Festivals, in order to introduce the idea of Hulusi Efendi and Somuncu Baba to the world.
Our Precious Readers! With the blessings of mighty and wise people, with the effort of the broadcast and authors staff, and your interest, of course, in the 19th year of publication, we have published the 140th issue of our periodical. Hand in hand together ! To the best and beautiful...
FROM DARENDE TO THE WORLD
Gül gönüllü bir yolun takipçileri olarak, gönüllere hizmet eden büyüklerimizin tavsiyeleriyle hep iyiyi ve güzeli yapmaya çalışıyoruz. Çünkü gönül nazargâhı ilahi ve sırlar aynasıdır. Gül ve gönül mede-niyetini günümüzde inşâ eden vakfımız, Anadolu’nun manevî mimarlarından Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Hazretlerinin ideasını bütün dünyaya tanıtmak maksadıyla yıllardır yapmış olduğu kültürel fa-aliyetleri bu yıl Uluslararası boyuta taşıyarak, Uluslararası bir Sempozyum tertip etmiştir. Vakıf Müte-velli Heyet Başkanımız H. Hamidettin Ateş Efendi, Vakıf kurucumuzun gönül iklimini şöyle tavsif edi-yor:
“Hulûsi Efendi Hazretlerinin gönül iklimi, rahmet yüklü bulutlar gibi inci mercan misali şiir yük-lüdür. İlahî hazineden onun gönlüne ilham olan şiirler, sohbet ortamlarında, seher vaktinde veya hiç belli olmayan bir gecede, bir zaman diliminde aniden doğardı.”
Hizmetlerimiz halka halka genişledikçe, vakfımız eğitim, sağlık, sosyal ve kültürel sahalarda her türlü toplumsal meselenin halli için gece gündüz çalışmaktadır. Toplumun bütünleşmesine, toplum barışına ve vakıf hizmetlerine adanmış ömürler, artık meyveye duran ağaçlar olarak etrafına gül koku-ları yayan, çiçekler açan güzellikler saçan bir görünüme kavuşmaktadır.
Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Hazretleri adına sevgi ve gönül medeniyeti olarak inşa edilen muh-kem hizmet âbidelerinin kapılarında isimleri ser levha olarak yazılmakta, hatıraları dillerde dolaşmak-ta ve insanların sevgilisi olmakta, muhabbeti gönüllerde yaşamaktadır.
Eserleri ve hizmetleriyle o yüce şahsiyetlerin nâmı gökkubbede bir hoş sadâ olarak yankılanmaktadır.Bir yazarımızın şahit olduğu şu hadiseyi de burada nakletmek istiyorum:
“19.05.1975 tarihinde ziyaret ettiğim Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi bana, Somuncu Baba kitap-çığı hediye etmişti. O günkü sohbetinde, o zat-ı muhterem hatırladığım kadarıyla şöyle buyurmuştu:
‘Eğer hiçbir şey yapmak istemezseniz yerinizde sayar, tembel olursunuz. Biz Darende’yi aşan bir ça-lışma içine girdik. İnşallah bizden sonra, Türkiye’yi aşanlar da çıkacaktır.’
O sohbette Hulûsi Efendi’nin yüzünde Türkistan’dan Anadolu’ya gelen yol izlerini, Buhara’dan Darende’ye yansıyan hâl izlerini görmüştüm. Hazretin yüzünde gördüğüm izleri bugün, evlatlarının sîmasında, aynı çizgide o mânayı taşıyarak uzun bir yolculuğa çıkan, Somuncu Baba Dergisinde gö-rüyorum. Zamanın şahitliğinde, Hulûsi Efendi’nin kelâmının ortaya çıktığını gördükçe “zamanın sahi-bi” diye tavsif edilen kâmil insanların neler yaptığını, neler yapacağını daha iyi anlıyorum. O gün duy-duklarım, semâda yankılanmaktadır. Bu dergi, bu heyet, bu vakıf, bu paylaşım duygusu, elbette hızla devam edecektir. Çünkü kaynağı çok temiz ve asildir. Sevinçle geldim, sevince erdim.”
Kıymetli okuyucular; büyüklerimizin himmeti, dergimize gönül veren yayın kadromuzun ve yazarla-rımızın gayreti ve siz değerli okuyucularımızın alâkası ile 19. yayın yılında 140. sayımızı neşretmiş bulu-nuyoruz. Hep birlikte en iyiye en güzele el ele…
3
40
60 64 72
İRFÂNÎ ŞİİRİMİZ VE HULÛSİ EFENDİ DÎVÂNI - Bilal KEMİKLİ (10)
EL-KAVÎ - Ramazan ALTINTAŞ (18)
HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’DE TASAVVUFÎ EDEB - Kadir ÖZKÖSE (22)
GÖZLERİN - Bekir OĞUZBAŞARAN (27)
HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’NİN DÎVÂNI’NDA NEFS - Kadir DEMİRCİ (30)
ZİKREYLEYEN GÖNÜLLER - Musa TEKTAŞ (34)
ATTÂB B. ESÎD (R.A) - Bünyamin ERUL (39)
HUZURSUZ HAYATLAR - Enbiya YILDIRIM (46)
VEDA TEPESİ - Bilal YAVUZ (49)
OSMAN HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’DE AİLE EĞİTİMİ - M. Aybike SİNAN (50)
AFFETMEK - Mehmet SOYSALDI (54)
LEYLÂ DEDİM YÂR İSTEDİM!.. - Rıfat ARAZ (59)
SAMSUN VELÎLERİ - Yusuf HALICI (70)
HUZUR DEFTERİ - Ayşe SEVİM (76)
ÇOCUKLARDA GÜVEN - M. Emin KARABACAK (78)
ZAAFLAR - Sefa SAYGILI (80)
DARENDE GÜZELLEMESİ - M. Nihat MALKOÇ (83)
ALERJİ - Akın DİNDAR (84)
GİNGSENG - Şifalı Bitkiler (86)
SARIMSAKLI KÖFTE - Mesude SARI (87)
ÂB-I HAYAT YURDU DARENDE
KUR’ÂNEĞİTİMİ
MİMAR SİNAN
HULÛSİ EFENDİ (K.S.) VE İNSAN
HÂL EHLİ BİR VAKIF
SOMUNCU BABA VE HULÛSİ EFENDİ PANELLERİ
06Ulu Cami’nin açılış hutbesini okuyan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı diğer Somuncu Baba bu toprakların manevî bekçisidir. Gönül sultanları bu topraklarda sonsuzluk uykularını uyumaktadır.
Kur’ân, okunmak, anlaşılmak ve uygulanmak için gönderilmiş bir kitaptır. Onu anlamaya geçmeden önce doğru okumak şarttır.
Osmanlı kültür ve medeniyetinin inşasında oynadığı devasa rolden ötürü tarihimizin bize armağan ettiği örnek şahsiyetlerden birisi de kuşkusuz Mimar Sinan’dır.
Bir İslâm büyüğüne, mutasavvıf şairine, insanı böyle açıklatan, onu kâinatın süzülmüş özü, varlık ve oluşların gözbebeği olarak tarif ettiren İslâm’ın bizatihi kendisidir. Kur’an-ı Kerim ve hadis-i şeriflerdir.
Vakfın dikkate değer bir başka yönü de her konuda işi erbâbına bırakmasıdır. Somuncu Baba Dergisi başta olmak üzere, yayınları, sempozyum ve panelleri....
Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi’nin Kayseri, Mersin, Sivas ve Malatya’da Vakfımız tarafından ‘Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Panelleri’ düzenlendi.
14M. Nihat MALKOÇ
Abdullah KAHRAMAN Ahmet ŞİMŞİRGİL
Ali AKPINAR Resul KESENCELİ
ADANA 0 322 457 66 54ALANYA 0 242 518 26 18AMASYA 0 533 681 33 82ANKARA 0 312 324 40 75 ANTALYA 0 530 328 82 86BARTIN 0 378 227 30 64BOLU 0 374 217 42 02BURSA 0 532 766 92 56ÇAYCUMA 0 372 615 19 21ELBİSTAN 03444150188G.ANTEP 0 342 321 43 34GEREDE 0 532 704 15 44GÖLCÜK 0 532 561 61 65 İSKENDERUN 03266157356İSTANBUL 02164720892
İZMİR 02324359091K.MARAŞ 05446904567KARABÜK 0 542 240 67 63KAYSERİ 03523360329KONYA 0 332 233 38 74MALATYA 0 533 331 88 13MERSİN 03243363109OSMANİYE 03288462139SAKARYA 0 264 339 23 65SAMSUN 0 362 238 79 79SİVAS 03462220846TOKAT 0 356 212 24 63TURHAL 0 356 275 86 00TÜRKELİ 03686712450ZONGULDAK 03722532474
İsmail ÇOLAK
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı’nınYayın Organıdır
KurucusuA. Şemsettin ATEŞ
Yaygın Süreli - ISSN: 1302-0803
Yıl: 19 Sayı: 140 Haziran 2012Basım Tarihi: 01 Haziran 2012
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı Adınaİmtiyaz Sahibi ve Genel Yayın Yönetmeni
Sebahaddin ATEŞ
Yazı İşleri MüdürüHulûsi YAYLA
Reklam MüdürüYusuf YILMAZ
Yayın EditörleriYrd. Doç. Dr. Mehmet TAŞDEMİR
Musa TEKTAŞ
Yayın KuruluProf. Dr. Nihat ÖZTOPRAK
Prof. Dr. Ali YILMAZProf. Dr. Sebahat DENİZProf. Dr. Bilal KEMİKLİ
Prof. Dr. Abdullah KAHRAMANProf. Dr. Ali AKPINAR
Danışma KuruluProf. Dr. Mehmet AKKUŞProf. Dr. Sinan YALÇIN
Prof. Dr. Mehmet SOYSALDIProf. Dr. Ahmet ŞİMŞİRGİL
Prof. Dr. Kadir ÖZKÖSEDoç. Dr. Mahmut YEŞİL
YapımARTWORKS
www.artworks-tr.com
Genel Sanat Yönetmeniİlhan SOYLU
Sanat YönetmeniAli GÜRSOY
Yönetim Yeri-Basım-Yayım-Pazarlama VİSAN İktisadi İşletmesi
Zaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende / MALATYA
Tel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 www.somuncubaba.net - [email protected]
Dağıtım Kültür Dergi Dağıtım
Baskı & Üretim Ege Basım Matbaa ve Reklam Sanatları Ltd. Şti.
Esatpaşa Mahallesi Ziyapaşa Caddesi No:4 Ataşehir/iSTANBUL Tel: 0216 470 44 70
Kurum Abone : 140
Yurtdışı 1 Yıllık Abone : 72 EURO Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068
Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN - TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01
Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Gönderilerin abone adına yatırılmasından sonra lütfen (0422) 615 15 00 / 137 dahiliyi arayınız.
55Haziran 20124
Kadr-i zer zerdâr şinâset kadr-i gevher gevherî
Kadr-i gül bülbül şinâset kadr-i Kanber ya Ali
(Altının değerini sarraf, mücevherin değerini de kuyumcu bilir. Gülün
kadrini bülbül, Kanber’in değerini de Ali (r.a.) bilir.)
Yukarıdaki beytin belirttiği manadan hareketle; demlikten ve kemlik-
ten- aldatmaktan ve kötülükten- arınmış gönülleriniz, bu geçici dünyanın
rengârenkliğini – güzelliğini – dostunun bir kılına değişmez.
Ömer Efendi hakkında , “Kötüsünü iyisiyle değişip aldattı.” sözünü uy-
gun görmez. Belki nazarında sizin ve Emin Efendi kardeşimizin hatırlanma-
sına sebep olacağını ümit ediyorum. Çünkü Hz. Muhammed (s.a.v.)’in huzu-
runa geç gelmiş olan Hz. Ali (r.a.), saadet mescidinin ağzına kadar sahabelerle
dolu olduğunu ve bir kişinin oturacağı kadar bile yer olmadığını görünce kapı-
da ayakta durur. Hz. Muhammed (s.a.v.)’in sağ tarafında oturmakta olan Hz.
Ebu Bekir (r.a.) bu durumu görür ve ayağa kalkarak (Hz. Ali’ye) kendisiyle Hz.
Muhammed (s.a.v.) arasında yer gösterir. Bu durumu gören Peygamberimiz
(s.a.v.)’in mübarek yüzünde bir gülümseme belirir ve şöyle buyurur: “Fazilet,
sahibinin değerini bilmez; fazilet sahibinin değerini yine fazilet sahibi bilir.”
Onun içindir ki ölçülü ve tartılı mücevherin değerini takdir eden yine ku-
yumcudur. Mücevherin değerini boncuk satanların bilmesi beklenemez.
Ömer Efendi kardeşimizin gönlünde bir hediye sebebiyle, sağlam demliği
kırıkla değişmesi bazı olgun muhabbetlere ilgisiz arkadaşların dedikoduları-
na sebep olmuş, ruhlar âlemi kadar eskiden gelen sevginin değerini yok etmiş.
Düşüncemiz ( iyi niyetli düşünce) odur ki; (onlar) gül bahçesi gibi güzel mu-
habbetten pişmanlık dikeni toplamışlardır. Düzeltmeye uygun olan-tamiri, te-
davisi olası olan- demliği evvelki gün tamir ettim ve bugün de size gönderiyo-
rum.
Artık kararı size bırakarak aşağıdaki beyitlerimi arz ederim.
Ömerin gönlü dünyaya değer ey sevgili can
Mücevherin kıymetin sarraf bilir el ne bilir
Hak için sevdiği o demliği gönlü kötü olan bilmez
Dedikodu gelince söyler onu dil ne bilir.
*Güncelleme: Yrd. Doç. Dr. Cemil Gülseren
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
Kırkdokuzuncu Mektup
Mektûbât-ıHulûsî-i Dârendevî
7Haziran 20126 7
ÂB-I HAYAT YURDU
DARENDEâB-I HAYAT YURDU
“Ulu Cami’nin açılış hutbesini okuyan Şeyh Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı diğer
Somuncu Baba bu toprakların manevî bekçisidir. Gönül sultanları bu topraklarda
sonsuzluk uykularını uyumaktadır. Manevî feyizlerle mü’minlerin gönüllerini
fetheden Şeyh Hamid-i Veli (k.s) ve Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)’nin
mübarek kabirleri bu güzel ilçede bulunmaktadır.”
Ma l a t y a ’ n ı n
uzağına dü-
şer Daren-
de… Dağlar, tepeler aşmadan
görünmez o masum yüzü. Es-
rarını öyle kolay kolay aşikâr
etmez. Fakat buraya varmaya
bir niyetlenmişsen hiçbir engel
önünde duramaz. Yüreğinin gö-
türdüğü yere gitmekten başka
yapacak bir şeyin kalmaz. Çün-
kü Darende’nin manevî atmos-
feri bir mıknatıs gibi gönül ehli
insanları kendine çeker. Oraya
gidince farklı bir havaya girdiği-
ni hissedersin. Manevî güllerin
en irileri ve en dirileri karşılar
sizi bu güzel ve özel ilçede… “İyi
ettim de geldim” dersiniz kendi
kendinize.
Davetkâr bir peri gibidir Da-
rende… Tabir caizse bir dün-
ya cennetidir o alımlı suretiy-
le... Yorgun gönüllerin huzura
ve sükûna erdiği bir esenlik bel-
desidir. Göklerin mavisi, suyun
mavisinin menşeidir burada. Bir
su medeniyetinin tam ortasında
olduğunuzu bütün hücrelerini-
ze kadar hissedersiniz. Bu su,
bildiğimiz sulardan öte, bir âb-ı
hayat hükmündedir.
Bir huzur beldesi olan
Darende’de tabiat bütün cö-
mertliğini sergiler sevgiyle ba-
kan gözlere... Gönül sultanla-
rının sesi yankılanır Tohma
Çayı’nın kanyonlarında. Şeyh
Hamid-i Veli Hazretleri, nam-ı
diğer Somuncu Baba’nın mane-
viyatı kuşatır Darende’nin tarih
kokan cadde ve sokaklarını. Ba-
siret nazarlarıyla temaşa eden-
Şehir Güzellemesi M. Nihat MALKOÇ
Orh
an T
URG
UT
Haziran 20128 9
lere bütün sırlar aşikâr olur Has
Bahçe’de… Minarelerden oku-
nan lahuti ezanlar tamir eder
ruhların kırık dökük yanlarını…
Dağların kucağında tefek-
kürle meşguldür Darende…
Sanki Tohma Çayının berrak su-
larıyla söyleşmektedir Hakk’a ve
hakikate dair... Bu toprakların
her karışına dualar sinmiştir.
Bu topraklarda Horasan
erenlerinin bugünkü
temsilcileri, tertemiz
ayaklarıyla dolaşmak-
tadır. Hayatın merke-
zine madde değil, mana
oturtulmaktadır. Fit-
ne fesat değil, zikir du-
yulmakta Darende’nin
ruhlara inşirah veren o
masmavi ve berrak se-
malarından...
Tohma Çayının ke-
narındaki ufak tefek
ağaçlar güzel bir tab-
lonun vazgeçilmez bir
parçası gibidir. Bu ça-
yın en güzel kısmı Es-
Seyyid Osman Hulûsi Efen-
di Vakfı’nın ve Somuncu Baba
Camii’nin bulunduğu bölgede-
dir. Bu maneviyat erenleri, bu-
ranın havasını iyice munisleşti-
rerek doyumsuz kılarlar.
Tohma’nın kıyıcığında içtiği-
niz demli bir çayın tadını kolay
kolay unutamazsınız. Kanyon-
dan yükselen kayaların heybeti
insanlara uhrevî duygular ilham
eder. Öte yandan Tohma’nın
üzerine kurulan küçük ve şirin
köprüler bir başka güzel görün-
tü oluşturur.
Darende güneşin usulca do-
ğup usulca battığı, ayın geceyle
söyleştiği masal beldesidir So-
muncu Baba Boğazı, Somuncu
Baba Camii ve Balıklı Göl’den
başlayan bir doğa harika-
sıdır. Tohma Çayı, bu bo-
ğazdan adeta zikrederce-
sine vakur ve nazlı nazlı
akmaktadır.
Maneviyat erenleri-
nin, gönül sultanlarının
pak yurdudur Darende…
Hak ve hakikatin meyda-
nıdır bu güzide toprak-
lar… Ulu Cami’nin açı-
lış hutbesini okuyan Şeyh
Hamid-i Veli Hazretle-
ri, nam-ı diğer Somun-
cu Baba bu toprakların
manevî bekçisidir. Gönül
sultanları bu topraklar-
da sonsuzluk uykularını
uyumaktadır. Manevî feyizlerle
mü’minlerin gönüllerini fethe-
den Şeyh Hamid-i Veli (k.s) ve
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi
(k.s)’nin mübarek kabirleri bu
güzel ilçede bulunmaktadır. On-
lar bu mübarek ve muazzez top-
rakların tapuları hükmündedir.
Şiire gönül veren ve müs-
takil bir Divan’ı bulunan Es-
Seyyid Osman Hulûsi Efen-
di, Darende’yi mesken tutan
ve burada tertemiz nesil yetiş-
tiren bir Hakk ve hakikat dos-
tudur. Onun yolundan giden
talebeleri, kirlenen dünyayı ve
ruhları arıtma gayreti içinde-
dir. Onun kabrinin burada ol-
ması, bu topraklara bambaşka
bir güzellik ve özellik katmak-
tadır. Bu çağın Yunus’u diyebi-
leceğimiz gönül sultanlarından
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efen-
di (k.s)’nin şu dizeleri ne kadar
da manidardır:
Garazsız hem ivazsız hizmet
et her canlıya/Kimsesizin düş-
künün ayağı ol, eli ol
Allah için herkese hürmet
et de sev sevil/Her göze diken
olma sümbülü ol gülü ol
İncitme sen kimseyi kimseye
incinme hem/Güler yüzlü tatlı
dilli her ağızın balı ol
Darende’ye bahar gelince
bahçeler bayramlık elbiselerini
giyer sanki… Kayısılar bembe-
yaz çiçeklerini açtığı zaman ade-
ta bir gelinliği andırırlar. Hele
bir de dallar meyveye durunca
bahçelerin güzelliğine doyum
olmaz. Kayısı yüklü her ağaç sarı
renklere bürünür.
Darende, suyun kalbinde
atan bir nabızdır. Suyun bu ka-
dar yüksek tonda dile geldiği ve
suyun bu kadar mükemmel bir
ahenk oluşturduğu başka bir yer
yok sanırım. Darende’ye vardı-
ğınızda ilk dikkatinizi çeken şey,
şehrin sükûnetidir. Su sesinden
gayrı ses duyulmaz olur. Sanki
Tohma Çayından akan suların
sesini duyalım diye cümle mev-
cudat susmuştur.
Şirin Darende’de tabiat bü-
tün cömertliğiyle kendini tefek-
kür ve tezekkür ehline teşhir
eder. O güzel coğrafyayı temaşa
edenler, Hakk’ın yaratma sıfa-
tının ihtişamı karşısında küçük
dillerini yutarlar. Burada her
şey Hakk’a nazar kılınması için
doğal bir dekor hükmündedir.
Darende, Hakk dostlarının
kabirleriyle inanç turizmine
aday küçük bir yerleşim yeri-
mizdir. Tohma Çayının emsal-
siz güzelliğini cömertçe sergi-
lediği bu diyarda olmak insana
büyük bir gönül huzuru verir.
Ortasından böyle görkemli bir
çay geçen külliye sanırım sa-
dece Darende’de var. Buradaki
zikir ehli insanların içinin pak-
lığı yüzlerine fazlasıyla yansı-
mıştır.
Darende bu kifayetsiz keli-
melerle öyle kolay kolay anla-
tılamaz; bu güzel diyar ancak
gezilip görülünce hakkıyla ve
layıkıyla anlaşılır. Burayı gezip
görmenin şimdi tam vaktidir.
Hüs
amet
tin A
TEŞ
Ayhan İŞCAN
11Haziran 201210 11
Hulûsi Kalb’denBilal KEMİKLİ
VE HULÛSİ EFENDİ DÎVÂNI
ŞİİRİMİZİRFÂNΓİrfânî şiir, dilini, sembollerini ve mânâsını sırlamıştır. Bugün
tekkelerin âdâbı, usûl ve erkânına vâkıf olmadan, bu vâdîdeki şiiri
anlamak zordur. Yûnus Emre’yi, Niyâzî-i Mısrî’yi ve diğerlerini
anlama çabası, başlı başına bir uzmanlaşmayı gerektirmektedir. “
İrfânî şiir, İslâm kültür coğrafyası için-
de, Hallâc-ı Mansûr, Ebû Saîd Ebu›l-
Hayr, Ömer b. Fâriz ve Ferîdüddîn-i
Attâr gibi büyük sûfî şâirlerin kurduğu şiir
geleneğidir. Bu gelenek içinde Rûdegî, Firdevsî,
Hakîm Senâî, Kâsımü’l-Envâr ve Abdurahman
Câmî gibi nice şâirler yetişmiş; ilim ve irfânı şiir
diliyle geniş kitlelere yaymışlardır. İslâm’ın imanî,
ahlâkî ve amelî temel ilkelerini doğrudan doğruya
tecrübî bilgiyle buluşturan bu şâirler, telif ettikleri
eserlerle bir yandan İslâm kültür tarihinin öncü-
leri ve düşünce tarihinin kurucu şahsiyetleri ola-
rak tarihe geçmişler, öte yandan İslâm’ın yayılma-
sında etkili olmuşlardır.
Şunu açıkça söylemek gerekir: İrfânî şiir, gâyesi
ve fikri olan bir şiirdir. Bu şiirde, ya bir temel de-
ğer yeniden ele alınıp irdelenir yahut da tecrü-
be edilen bir ilke tasvîr edilerek arkadan gelen-
lere bir “rehber metin” inşa edilir. Temel gâyesi,
hakîkattir... Mânevî çalışmalarla bir idrake ulaşan
şâir, bu idrak seviyesiyle konuşur ve muhatabına
hakîkate ilişkin bilgiler verir. Bu bakımdan orada
fikir vardır. Zaten söz, eğer bir fikri, bir tasavvuru,
bir bakışı taşımıyorsa, söz değil; sûfî lisanıyla söy-
lersek, mâlâyânidir. Dolayısıyla irfânî şiir derken,
seyr ü sülûk sürecinde gidilen yolu tasvîr eden ifa-
deleri, uğranılan duraklarda (hâl ve makam) tadı-
lan zevkleri, vâridâtı, tecellîleri, sünûhâtları kas-
tediyoruz...
Bu şiir geleneği, Türk dilinde, Hoca Ahmet
Yesevî’yle hayata geçmiştir. Baba ve Ata kavram-
larıyla anılan ilk Türk sûfîlerinin de şiirler söyle-
diği bazı kaynaklarda zikredilir. Korkut Ata, Ço-
ban Ata gibi sûfîler bu vâdîde hakîkate ilişkin nice
sözler demlemişlerdir. Nitekim Pîr-i Türkistan
olarak da anılan Hoca Ahmet Yesevî’nin şiirleri-
ni hikmet olarak isimlendiriyoruz… Bu yolda gi-
denler de hikmetler kaleme almışlardır. Hikmet,
irfânî şiir tanımını ortaya koyan gâye ve fikirleri
ihtivâ eden önemli bir kavramdır. Hikmet kavra-
mını günümüzde bilgelik ifadesiyle karşılıyoruz.
Bilgelik, bilgi edinme, idrak, görgü, sağduyu ve
sezgisel anlayış ile birlikte bu hususiyetleri özüm-
seyebilme ve uygulayabilme kapasitesidir. Di-
ğer bir ifadeyle bilgelik, eskilerin deyişiyle kalb-i
selîm, zevk-i selîm ve akl-ı selîm ile bilginin hâle
dönüşmesidir. Bilginin mâlûmâttan öteye geçme-
si hâli… Bilgi, mâlûmât olarak kalırsa, yüktür; ta-
şıyana sıkıntı verdiği gibi, muhatabı da etkilemez.
Bu bakımdan felsefenin bir kavramı olan hik-
met, Ahmet Yesevî’nin sözlüğünde, bilgeliğin söze
dönüşmesini ifade eder.
Ocakların Kandili
Özellikle Meşrutiyet dönemiyle birlikte, sü-
reli yayınların ve yeni aydın tipinin artan etkisi-
ne oranla, gönül eğitimi veren ocakların, irfânî ve
edebî muhitlerin etkisi azalmıştır. Toplumun ön-
cüsü olan “insân-ı kâmilin” yerini, Fransız kültü-
rünün mütercimi ve tanıtıcısı olan “aydın” almaya
başlamıştır. Böylece ortaya çıkan yeni estetik zevk
ve algıya yerini bırakan klasik ve özellikle irfânî
şiir, gâyet tabiî zayıflamıştır. Fakat ziya bütünüy-
le ortadan kaybolmamıştır; fark edilmese de eh-
linin gönlünde âlemi aydınlatmaya devam etmiş-
tir. Nihayet Cumhuriyete gelindiğinde irfânî şiirin
hayat bulduğu tekkeler kapatılmış, âdâb, usûl ve
erkânıyla başlı başına bir mânevî dünya sunan
ocakların kandili uyutulmuştur. Bu uyutulma
sürecinde, sadece şiir değil, musıkî, geleneksel
Türk sanatları ve şehirli dili de gerçek anlamda
gerilemiş, hatta belirli ölçülerde tükenmiştir. Gü-
nümüzde musıkî ortamlarında dile getirilen tarz
ve eda kaybı, bu sürecin akademik ortama sundu-
ğu önemli tartışma konularından birisidir.
Tekkelerin kapatılmalarının siyasî, sosyal ve
kültürel neticeleri başlı başına bir araştırma ko-
nusudur. Meseleye şiir açısından baktığımızda, şu
tesbitleri yapmak mümkündür:
İrfânî şiir, hayat bulduğu edebî muhitini kay-
betmiştir.
İrfânî şiir, dilini, sembollerini ve mânâsını sır-
lamıştır. Bugün tekkelerin âdâbı, usûl ve erkânına
vâkıf olmadan, bu vâdîdeki şiiri anlamak zordur.
13Haziran 201212
Yûnus Emre’yi, Niyâzî-i Mısrî’yi ve diğerlerini an-
lama çabası, başlı başına bir uzmanlaşmayı gerek-
tirmektedir.
Bütün bunlara rağmen, bütün bir kâinatı tekke
olarak tasavvur eden ârifl erin gayretiyle irfânî şiir
varlığını korumuştur.
Burada özellikle irfânî şiirin varlığını koruması
meselesini iki açıdan ele almak gerekir:
Modern şiire tasavvuf ve irfânın tesiri. Bu,
Necip Fazıl, Arif Nihat Asya ve Asaf Hâlet gibi
şâirlerin yanında, Sezai Karakoç, Erdem Beyazıt,
Cahit Zarifoğlu ve hatta Hilmi Yavuz gibi şâirlerin
ortaya koydukları metinlerden hareketle tahlil
edilmesi gereken bir husustur. Bu şâirler, tasav-
vufun dilinden ve irfânî bakıştan esinlenerek şiir-
lerine derinlik ve anlam katmışlardır.
Bizzat Yûnus Emre’nin açtığı çığırda gide-
rek doğrudan doğruya hâl dilini terennüm eden
şâirler. Bunlar edebî ortamlarda çok orta yer-
de olmasalar da irfânî şiirin devamlılığını sağla-
yan mümtaz şahsiyetlerdir. Bu mümtaz şahsiyet-
ler, Osman Kemâlî, Alvarlı Efe ve Pirizrenli Ömer
Efendi gibi isimlerdir.
Bu ikinci grupta zikrettiğimiz “mümtaz şah-
siyetler” halkasının son temsilcilerinden birisi,
klasik şiir formunun da takipçisi olarak karşımı-
za çıkan Darendeli Osman Hulûsi Efendi’dir. So-
muncu Baba’nın ahfadından olan Osman Hulûsi,
kendisi de bir şâir olan Sivaslı İhramcızade İsma-
il Hakkı Efendi’nin sohbet halkasında aydınlan-
mıştır. İsmail Hakkı Efendi’nin türküye, şiire ve
bilhassa Niyâzî-i Mısrî’ye olan ilgisi malumdur.
Nitekim İhramcızâde’nin Yâre Yâdigâr adıyla
yazdığı mevlid, geçtiğimiz yıllarda günümüz oku-
yucusunun dikkatine sunulmuştur (Ekim 2009,
Sivas). Türkü, şiir ve Mısrî merakı da anlatılage-
len bir bilgidir.
İrfânî şiirin günümüzdeki son temsilci-
lerinden birisi olan Osman Hulûsi Efendi,
İhramcızâde’nin oluşturduğu edebî muhit içinde
kendini bulmuştur. Dolayısıyla Hulûsi Dîvânı’nda
İhramcızâde’nin yanında, onun tesiriyle olsa ge-
rek, Niyâzî-i Mısrî’nin de izlerini görmek müm-
kündür. Bu bakımdan Hulûsi Dîvânı’nı bu iki te-
mel kaynaktan yararlanarak okumak icap eder.
Fakat burada sözü fazla uzatmadan, Hulûsi
Efendi’nin bir gazelini dikkatlere sunarak, orada-
ki mânâya ilişkin kısa bir mülahazada bulunmak-
la yetineceğiz. Konu edineceğimiz şiir, Dîvân’ın
son baskısında I. Cilt, 86. sayfada bulunan 65 nu-
maralı gazeldir:
Nere baksa gözümüz vech-i dil-ârâda kalır
Kanda olsak ârzûmuz sâkî-i sahbâda kalır
…
Der-i dildâra Hulûsi baş koyup cân verenin
Cânânda gözü vech-i temâşâda kalır
İlim kendin bilmektir
Neden başka bir şiir değil de bu gazeli yazı-
mızda esas aldık? Aslında Hulûsi Dîvânı’ndaki
hangi gazeli yahut kıtayı alırsanız alın, orada
irfânî geleneğin izlerini sürmeniz mümkündür.
Bu gazeli, açıkça söylemek gerekirse, ben de
Niyâzî-i Mısrî’nin izinde giderek tefe’ül yoluyla
buraya aldım. İyi de oldu; zira tasavvufun bilgi
yollarından olan müşâhade ve murâkabeyi or-
taya koyan bir metinle karşı karşıya kaldık. Bilgi
olmadan bilgelik olmuyor... Bilgi, öyle sanıldı-
ğı gibi, sadece kitaplardan tahsil edilmez. Daha
açık bir ifadeyle, irfânî şiirde bilgi, nakil ve tak-
litten öte; insanın kendini bilmesi esasına daya-
lıdır. Hani Yûnus’un dediği gibi: “İlim kendin
bilmektir.”
Bütün mesele, insanın kendini bilmesi-
dir. Kendimi nasıl bileceğim? Bu sorunun fark-
lı açılardan cevabı verilebilir; ama müşâhede
ve murâkabe kavramları, bu bilme sürecinin en
önemli iki kavramıdır. Bakmak, seyretmek, yo-
ğunlaşmak... Bakılan şeyi, varlığı hayret nazarıy-
la düşünmek. Varlık üzerine tefekkür etmek… Bu
süreç insana farklı bilgiler kazandırıyor; bunun
adı, vâridat, tecellî, sünûhât yahut ilham oluyor.
Evet, bakmak ve düşünmek... Kâinat aynasında
insan kendini bilmeyi, kendi gerçekliğine erme-
yi öğreniyor.
Burada hemen şunu söylemek lazım: İnsanın
kendini bilmesi, Rabbini bilmesidir. Kendi ger-
çekliğine ermesi, Rabbin kurduğu düzeni idrak et-
mesidir. Hakîkat, işte bu idrakle ortaya çıkıyor...
Tasavvuf ise, bakışı bu idrak seviyesine yüksel-
ten sistemin adıdır. Bu yüzden şâir diyor ki: “Nere
baksa gözümüz vech-i dil-ârâda kalır” Nereye ba-
karsam bakayım, müşâhedemin ve murâkabemin
neticesinde baktığım şeylerde, tecellî eden
hakîkati görürüm. Vech-i dil-ârâ, o tecellî eden
hakîkattir... O sevgili nazar etti, bu âlem hayat
buldu. Dolayısıyla hayat bulan bu âlemde, hep
O’nun yüzünü görürüm. Vahdet düşüncesinin bu
yüksek bahsi, “nakışta nakkâşı temâşâ” anlayışı-
nı beraberinde getirmiştir. Zira “nereye bakarsa-
nız Hakkın yüzü oradadır.”
Burada, sâkî-i sahbâ, Şîrîn,
Ferhâd, Akl-ı Mecnûn, kâkül-i
Leylâ, vatân-ı asl, serâb, sahrâ,
necât, sâhil-i deryâ, dilber ve
perîşan zülf gibi klasik şiirimi-
zin de ifade dünyasını belirle-
yen kavramların her biri üzerin-
de durmak, perdeleri aralamak,
sözün arkasındaki mânâyı orta-
ya koymak... Bütün bunları yap-
mak, sözü uzatır ve bahsi uçsuz
bucaksız bir deryaya dönüştürür.
Okunan bu örnek gazelde ortaya
çıkan bu özellik, Hulûsi Efendi’nin, temsil etti-
ği şiir geleneğinin temel kavramlarına, mazmun-
larına, telmihlerine, ritmine ve ahengine işaret
eder. Sanki zaman durmuş, Mısrî’nin yaşadığı ça-
ğın Malatya’sı ve Darende’si söz ve mânâ varlığıy-
la yeniden tecessüm etmiş... Sanki söz ve mânâ
kaybı, kültürel değişim yaşanmamış, yeni estetik
zevklere yelken açılmamış... Sanki şiirde konu de-
ğişmemiş, Yûnus’un başlattığı şekilde kalmış gibi.
Evet, Hulûsi Dîvânı bizi tarihin derinliklerine alıp
götürüyor, bizi kadim bilgelikle, değişmeyen ve
dönüşmeyen özle buluşturuyor.
Netice itibariyle şunu söylemek lazımdır:
İrfanî şiir ırmağı, pek öyle orta yerde olmasa da,
çoğumuz onu göremesek de, haritadan tümüyle
silinmiş değildir. O, sabırla akışını devam ettir-
mektedir. Velhasıl bize Osman Hulûsi Efendinin
lisanıyla şöyle sesleniyor:
Er geç bir gün bu cem’iyyet-i âlem dağılır
Yâr ile sürdüceğin dem içdiğin bâde kalır
Er geç cem’iyet-i âlem dağılır; onu sakın ka-
lıcı sanma… Geride sadece yâr ile geçirdiğin
güzel zamanların hâtırası ve içtiğin bâdenin
râyihası kalır. Gelenekte dünyanın geçiciliğine
çokça atıfta bulunulur; burada buna tanık olu-
yoruz. Dünya, oluş âlemidir ve geçicidir; mesele
geride bırakılacak güzelliklere hayat vermektir.
Yâr, sevgilidir; en dar anlamından en geniş an-
lamına değin, sevdiklerimiz ve bir üstü bu sev-
diklerimizi bize lütfeden, bizzat
içimize sevme iksirini koyan,
gönlümüzün sahibidir. Her
dem, o sevgiliyle olmak… Bu-
rada “dem” kelimesinin bu an-
lamda özel olarak kullanıldığı-
nı söylemek isterim; evet vezin
gereği dem denilmiş; ama de-
min geniş mânâları göz önüne
alındığında, ân-ı dâim kavra-
mını hatırlamak lazımdır. Bü-
tün varlıklar, kâinat, her an
gaybden ayn’a, ayn’dan gaybe
gitmektedir… Gidişler ve geliş-
ler sürekli. Bu süreklilik içinde
varlığın farkına varmak, sevgiyle oluyor.
Sen farkında olsan da olmasan da sürekli bir
değişimin içindesin; bunun farkına varıp, hiç de-
ğişmeyen yâr ile beraber ol… Onun sözü, sohbe-
tiyle dol. Zaten bâde nedir? Söz, sohbet değil mi?
Kâinatı seyrederken ve varlıklar üzerinde düşü-
nürken, zikrinle ve fi krinle o bitmez tükenmez
bâdeden içiyorsun. Ve işte böylece kendi farkın-
dalığına eriyor, hakîkati idrak ediyorsun.
Velhasıl, Osman Hulûsi Efendi, tıpkı ata-
sı Somuncu Baba gibi, “yâr ile safâ sürmüş, bâde
içmiş” bir büyük bilgedir. Bu bakımdan onun bize
bıraktığı Dîvân önemlidir. Not: Bu yazı; 24 Haziran 2011 tarihinde Darende’de yapılan 10. Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Sempozyumu’nda sunulan tebliğin özetidir. * Prof. Dr.
15Haziran 201214 15
İlim ve HayatAli AKPINAR*
HâL EHLİ BİR
VAKIF
Tohma Çayı’nın damarlarını sula-
dığı Darende, tarihin derinlikle-
rini günümüze taşıyan şirin bir
Anadolu ilçesi. Tarihî dokusu ve tabîî güzellikle-
ri yanında bu şehri canlı ve başka merkezlere ör-
nek kılan en önemli husus ise Somuncu Baba’nın
Darende’ye imzasını atmış olmasıdır. Bir gönül
adamı olan Somuncu Baba’nın değerlerini günü-
müze taşıyarak devam ettiren Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi Vakfı, Darende’yi hayırda yarış ker-
vanında koşturmaya devam etmektedir.
Üniversite hocalığına adım
attığımız ve hayatımızın gü-
zel ve özel bir senesinin geçtiği
Darende’de bizim, vakıfl a ilgi-
li en önemli gözlemimiz kısaca
şöyle idi: Dağların arasına sı-
kışmış duran Darende’yi dağ-
ların ötesine taşıyarak gün-
demde tutmayı beceren bu
vakıf, âdetâ hizmeti taştan çı-
kartan bir hayır kurumudur.
Hâli, icraatı, kâlinden/söyle-
minden çok olan bir vakıf. Söz-
le değil, hâliyle, yaptıklarıy-
la konuşan bir vakıf. Darende
ve çevresini bir şantiye alanına
çevirmekle kalmayıp, yurdun
dört bir yanına hatta dünya-
nın çeşitli yerlerine hayır elleri-
ni uzatan bir vakıf.
Somuncu Baba Dergisi
Vakfın dikkate değer bir başka yönü de her ko-
nuda işi erbâbına bırakmasıdır. Somuncu Baba
Dergisi başta olmak üzere, yayınları, sempoz-
yum ve panelleri ile vakıf, bu yönünü en güzel şe-
kilde göstermektedir. Dergi yazıları için pek çok
üniversite bilim insanıyla gerçekleştirdiği tanıtım
toplantılarıyla dergiyi hizmetine sunarak onlara
âdetâ büyük bir sorumluluk yüklemiştir. Onlara,
“Buyurun dergimizin sayfaları, sizin emrinizde.
Kur’ân ve sünnet ekseninde, değerlerimizi doğru
ve insanımızın anlayacağı bir şekilde sizler sunun.
Sunun ki insanımız erbabının kaleminden değerle-
rini doğru bir şekilde tanısın, nasihatleri erbabının
ağzından alsın.” mesajını vermiştir.
İşte bu vakıf, geçtiğimiz Nisan ayında Müte-
velli Heyeti Başkanı H. Hamidettin Ateş’in de
katılım ve himayelerinde, bir dizi panel gerçek-
leştirdi. Vakfın bânîleri ve hizmetlerinin günde-
me getirildiği bu panellerden biri de 28 Nisan da
Mersin’de gerçekleştirildi. Bizim de panel yöneti-
cisi ve tebliğci olarak katıldığımız bu panelle ilgili
izlenimlerimizi okuyucularımızla paylaşmayı uy-
gun gördük. Zira hizmet heyecanının diri tutul-
ması ve yeni hizmetlere önayak olması açısından
bu gibi toplantılar oldukça önem arz etmektedir.
Pek çok Darendelinin yaşadığı Mersin’deki bu
bilim etkinliğine çok sayıda gönüldaş katıldı. Salon
katılımcılara dar geldi ve kadını erkeği ile dinleyi-
ciler sonuna kadar paneli dikkat ve heyecanla izle-
diler. İzleyiciler bu duruşlarıyla, benzer canlı etkin-
liklerin periyodik olarak yapılmasını ister gibiydiler.
Haziran 201216 17
Panelin ilk konuşmacısı, uzman tarihçi Resul
Kesenceli idi. Somuncu Baba’yı anlattı bize. So-
muncu Baba’nın Allah rızası için insanlara dağıt-
tığı somun ekmeklerle insanların midelerini do-
yurdukları gibi, ilim ve irfan sofralarıyla onların
ruhlarını da doyurduklarını söyledi. Onun, Molla
Fenârî gibi zamanın üstadları, güneşleri olan ilim
adamlarının takdirine mazhar olan Fâtiha tefsiri
sohbetleri bunun göstergelerin-
den sadece biridir.
Somuncu Baba Hulûsi Efendi
Onlar, bulundukları yerlerde
duramayan, âdetâ kaplarına sı-
ğamayan aktif iyilerdir. Bunun
için upuzun diyarlardan geldiği
Bursa’da karar kılmayıp Kütah-
ya, Aksaray, Kayseri’de irşad fa-
aliyetlerinden sonra Darende’yi
mesken tutmuştur. Onlar o
günkü şartlarda bu zorlu yol-
culuklarını hep Rızâ-i Bârî için
gerçekleştirmişler, bir daha sı-
lalarına dönmemek için yola
baş koymuşlardır. Dönmek için
değil, kalıcı hizmetlere imza at-
mak için buralara gelmişler ve bulunduklar yer-
lerde gönül fetihlerini gerçekleştirmişlerdir. Ara-
dan geçen asırlara rağmen hayırla yâd ediliyor
oluşları, onların hizmet aşkını ve ihlâsını isbat et-
mektedir.
Onlar, tabandan tavana herkesi muhatap alan,
herkesle iletişim kuran, tüm insanlığı kuşatan ve
kucaklayan gökyüzü timsali, dinî mimarimizin
simgesi cami kubbeleri gibi herkesi bağrına basan
bir şefkat âbidesi erenlerdir. Onların âguşlarında
devletin en üst makamındaki yöneticiler de yer
bulmuştur, halkın içerisinden sıradan insanlar da.
Zira onların hedef kitlesi, adı sanı, makamı, konu-
mu ne olursa olsun insandı. Yeryüzünün imarı ile
Yüce Yaratıcı tarafından halife olarak atanmış in-
sanın yetiştirilmesi ve hep hayırların adamı ola-
rak huzur içerisinde dünyada ve öldükten sonra
yaşamasıydı.
Panelin ikinci tebliğcisi olan Fırat Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Tefsir Öğretim Üyesi Prof. Dr.
Mehmet Soysaldı, ‘Osman Hulûsi Efendi’nin Pey-
gamber Sevgisi’ni sunarak, ‘Kutlu Doğum Ayı’nın
son günlerinde Peygamberimize bir hizmet ve
aşk buketi sunmuş oldu. Konuşmacı, Hulûsi
Efendi’nin, Allah’ı ve Rasûlunü her şeyden daha
çok seven ve bu sevgisini hayatıyla isbat eden
mü’minlerden olduğuna dikkat çekti. O, evlatları-
na Peygamberimizin isimlerini koyarak, onun is-
mini saygı ve ihtiram cümleleriyle anarak, şiir ve
yazılarını onun güzellikleriyle bezeyerek ve çok
daha önemlisi onun ahlakını yaşayarak peygam-
ber sevdasını izhar etmiş ve bu konuda bizlere ör-
nek olmuştur.
Bizim tebliğimizin konusu ise ‘Hulûsi
Efendi’nin Tasavvufî Yönü’ idi. Divanındaki şiir-
lerini tarayarak hazırladığımız tebliğimizin özeti
şöyle idi:
Hayat düsturumuz Kur’ân, “Ey iman edenler!
Allah’tan korkun ve doğrularla beraber olun.”1
buyurarak doğrularla beraber olmamızı bizden is-
ter. Sâdık/sâlih kişilerle beraber olabilmek, onları
doğru tanımak, onların hayırlı işlerinde yanında
olmakla mümkün olacaktır. Bunun için sâlihlerin
anılması ve tanıtılmasına yönelik toplantılar, ça-
lışmalar büyük önem arz etmektedir. Bu yüzden
‘Salihlerin anıldığı yere rahmet iner.’ buyrulmuş-
tur. Çünkü onların anılması, onların tanınması
yanında, onların örnek hayatının yaşanmasına da
katkısı olacaktır.
Aktif İyiler!
Kur’ân pek çok âyetinde, bizlerden yalnızca
iman etmemizin ve iyilik ve güzellikleri kendin-
de kalan pasif iyiler olmamızı istemez. O, bizden
yaşadıkları iyilik ve güzellikleri başkalına taşıyan
aktif iyilerden olmamızı ister. Kur’ân’ın bu konu-
daki âyetlerinden bir kaçı şöyledir:
“İçinizden hayra çağıran, iyiliği emredip kö-
tülükten sakındıran bir topluluk olsun; işte onlar
kurtuluşa erenlerdir.”2
“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı bir üm-
met oldunuz. İyiliği emreder, kötülükten sakındı-
rırsanız ve Allah’a inanırsınız. Eğer Kitap ehli,
inanmış olsaydı, elbette kendileri için iyi olurdu.
Onlardan inananlar da var, ama çokları yoldan
çıkmışlardır.”3
Hulûsi Efendi de;
İstikâmetle olup tab’-ı selîm
Müstakîm ol müstakîm ol müstakîm
diyerek herkesin istikamet ehli olmasını ister
ve aktif iyilerden olmanın en güzel örnekliğini su-
nar bizlere.
Allah Dostları!
Kur’ân, Allah dostlarını tanıtırken şöyle buyu-
rur: “İyi bilin ki, Allah’ın dostlarına korku yok-
tur, onlar üzülmeyeceklerdi. Onlar Allah’a inan-
mış ve O’na karşı gelmekten sakınmışlardır.
Dünya hayatında da, âhirette de müjde onlara-
dır. Allah›ın sözlerinde hiçbir değişme yoktur. Bu
büyük başarıdır.”4
Âyete göre Allah’ın velî kullarından olabil-
mek için, her şeyden önce iman etmek, ardından
imanın gereği sâlih amel işlemek gerekir. Gerçek
mü’min, sâlih amelleriyle imanını gerçekleştiren-
dir. Bu tanıma uyan Allah dostlarının kazanımla-
rı hem dünyevîdir, hem de uhrevîdir. Zira onlar,
dünyada da korku ve hüzünden güvendedirler,
âhirette de.
O gönül adamları, sâlih amellerini sevgiyle taç-
landırıp sunan ve bu şekilde gönüllerde taht ku-
ran kimselerdir. Adanmış ömürlerin sahibidir-
ler onlar, mallarını, canlarını, mesâilerine Allah’a
adamış, O’nun kullarına vakfetmiş insanlardır on-
lar. Onlar, hayra doymayan, adam gibi adamlar-
dır. Onlar zor zamanların adamlarıdır. Kimseye
gönül koymamış, ama dâvâya gönlünü koymuş
Gönül Adamı!
Ne kerâmetimiz var ne velâyetimiz
Kuru kulluğumuz dost kapısında sözü onların
hâlini ne kadar güzel özetler. Ya şu sözlere ne de-
meli:
Garazsız ve ivazsız, hizmet et her canlıya
Kimsesizin düşkünün ayağı ol eli ol
Allah için herkese hizmet et de sev sevil
Her göze diken olma sümbülü ol gülü ol
Güneş gibi şefkatli yer gibi tavazulu
Su gibi sehâvetli merhametle dolu ol
Panelin Mersinlilere ve onların şahsında her-
kese mesajı özetle şu idi:
İçerisinde yaşadığımız şu münbit topraklar-
da, gönül erlerinin ruhuyla yaşamaya ve o ruhu
yaşatmaya her zamankinden daha çok muhtacız.
Dünyevîleşmenin getirdiği en ciddî tehlike olan
savrulmaktan, çoluk çocuğumuzla korunmak için
buna hem muhtacız hem de mecburuz. Emeği ge-
çen herkese ve bu vesile ile aziz okuyucularımıza
teşekkürlerimi sunuyorum.
1 9/Tevbe, 1192 3/Âl-i İmrân, 104
3 3/Âl-i İmrân, 1014 10/Yûnus, 62-64
*Prof. Dr.
Dipnot
19
Güzel İsimlerRamazan ALTINTAŞ*
Pek güçlü ve tam kudret sahİbİ:
EL-KAVΓYüce Allah’ın el-Kavî ismi, Müslüman’a güç vermeli, bu sebeple, iyiliği emretme ve
kötülükten sakındırma görevini ihmal etmemelidir. Ayrıca, hem İslâm’ı yaşarken ve
hem de anlatırken kınayıcıların kınamasından da çekinip korkmamalıdır.”
Haziran 201218
Ar a p ç a ’ d a
“kuvve” kö-
künden sı-
fat olan el-Kavî; kuvvetli ve
güçlü demektir. Yüce Allah’ın
sıfatı olarak “kuvveti tam, her
şeye muktedir olan” anlamı ta-
şır. Herhangi bir âcizlik, zafi yet
ve vehin gibi hallerden hiçbiri-
si Yüce Allah’a egemen olamaz.
Her türlü zaafi yet, âcizlik ve ve-
hin beşeriyete dair niteliklerdir.
Allah ise, her türlü yaratılmışlık
hallerinden münezzehtir.
Kur’an-ı Kerim’de mutlak
gücün Allah’a ait olduğu beyân
edilir: “Zulmedenler azaba uğ-
rayacakları zaman bütün kuv-
vetin Allah’ın olduğunu ve
Allah’ın azabının pek şiddetli
olduğunu bir bilselerdi!”1 buy-
rulur. Bir başka âyette de: “Kuv-
vet ancak Allah’ındır.”2 denil-
mektedir. Bütün bu âyetler,
yegâne güç ve kudretin Cenâb-ı
Hakk’ın uhdesinde toplandığına
işaret etmektedir.
İnsanlık tarihi boyunca bazı
fert ve cemiyetler, ilâhî kud-
retin varlığını unutunca, ken-
di âciz varlıklarını hiç hesaba
katmadan sahte kudret sıfatına
bürünebilmişlerdir. Ellerinde
bulunan zenginlik, aşîret taraf-
tarlığı ve kamu gücü sayesinde
Allah’ın hür olarak yarattığı in-
sanları köleleştirme ve sömür-
me yoluna gitmişlerdir. Kur’an-ı
Kerim’de Yüce Allah’ın el-Kavî
ismini gasbeden birçok sahte
güçten bahsedilir. Bunlardan bi-
risi Allah’a isyanın, tuğyanın ve
her türlü zulmün sembolü olan
Fir’avundur. Baş danışmanla-
rından olan Hâmân’a, gücü-
nü ve iktidarını göstermek için
“yüksek bir kule” yapma talima-
tında bulunur:
“Fir’avun, “Ey ileri gelenler!
Sizin benden başka bir ilâhınız
olduğunu bilmiyorum. Ey
Hamân! Benim için bir ateş ya-
kıp tuğla pişir de bana bir kule
yap! Belki Mûsâ’nın ilâhına çı-
kar bakarım (!). Şüphesiz ben
onun mutlaka yalancılardan
olduğunu sanıyorum.” dedi.” 3
Bu âyette geçen kule tabiri
neyin sembolüdür?
İktidar gücünün semboldür.
Fir’avun’un sipariş verdiği bu
kule, neyin simgesidir?
Başta iktidar olmak üzere;
kibirlenmenin, servetin, şehve-
tin, şöhretin, gücün ve Allah’a
meydan okumanın bir simgesi-
dir. Maddi iktidarını putlaştı-
ran ve kendisini de rablik maka-
mında gören Fir’avun, bireysel
ve sosyal hayatının bütün alan-
larından Hz. Mûsâ’nın İlâhı olan
Allah’ı çıkardığı gibi, insanların
gönlünden de Allah’ı çıkarmak
istemiştir. İnsan bir defa temel-
lük fi krine sahip oldu mu, haya-
ta dair ne varsa özerkleştirir ve
her şeyi kendi tasarrufunda gör-
meye başlar.
Kontrolsüz Güç
Bazen bu, iktidar gücü olur;
bazen para gücü olur, bazen ilim
gücü, bazen bu cinsiyet gücü
olur. Artık onu sınırlandıran
bir otorite yoktur. O, kendisini
kontrolsüz bir güç olarak görür.
Çünkü o, kendisini, Allah’a rağ-
men konumlandırmıştır.
Allah’ı hayatından çıkaran
bir birey ve toplum için nihâî
amaç, mutlak bilgiye, servete
ve iktidara sahip olmaktır. Böy-
le bir âsî ruh, Yüce Allah’a baş-
kaldırdıktan sonra, kendi arzu-
larını ve projelerini ilâhlaştırmış
ve mutlaklaştırmıştır. Bu yüz-
den hâriçten kendisini denet-
“İslâm düşüncesine göre, elinde tuttuğu kamu
gücünü adaletin sağlanmasında değil, zulmün
koyulaşmasında kullanan her zorba, Fir’avun
zihniyetini benimsemiştir. Onlar, sınırsız
gördükleri gücü, hiç kimse ile paylaşmazlar.”
redici kudretini ifade eder. Bu
iki isim Kur’an-ı Kerim’de şöy-
le geçer:
“O, kuvvetlidir, mutlak güç
sahibidir.”7
Şüphesiz Rabbin mutlak güç
sahibidir, hüküm ve hikmet
sahibidir.”8 Bir başka âyette:
“Şüphesiz Allah rızık veren-
dir, güçlüdür, çok kuvvetlidir.”9
Bir diğerinde ise: “Şüphesiz
Allah kuvvetlidir, azabı çetin
olandır.”10 buyrulmaktadır.
O halde: Yüce Allah, tam ve
mutlak bir kuvvete sahiptir.
O’nu mağlup edecek hiçbir güç
yoktur.
Yüce Allah, güç ve kudretin-
de sonsuzdur. Her şey O’nun
güç ve kuvvetinin karşısında kü-
çülür gider.
Cenab-ı Hakk’ın kuvvet ve
azamet sahibi olduğuna inanan
bir mü’min, kendisini bütün
yaratılmışlar karşısında güven-
de hisseder. Biz zü’l-kuvve sa-
hibi olan Yüce Allah’ın el-Kavî
isminin tecellîsini, tabiat olay-
larından tutun da bütün varlık-
ların yaşantısına; insan haya-
tından tutun da ölüm ve dirim
olaylarına varıncaya kadar gö-
rebiliriz. Bu sebeple insan, fani
olduğu bir takım güçlerine ye-
nik düşerek Allah’ın gücünü
ve kudretini hesaba katma-
dan yaşamamalıdır. İnanan ve
inanmayan her insan şu ilâhî
gerçeği aklından asla çıkarma-
malıdır:
“Allah, “Şüphesiz ben ve
peygamberlerim gâlip gelece-
ğiz” diye yazmıştır. Şüphe yok
ki, Allah çok kuvvetlidir, mut-
lak güç sahibidir.”11
İşte Yüce Allah’ın el-Kavî
ismi, Müslüman’a güç verme-
li, bu sebeple, iyiliği emretme ve
kötülükten sakındırma görevini
ihmal etmemelidir. Ayrıca, hem
İslâm’ı yaşarken ve hem de an-
latırken kınayıcıların kınama-
sından da çekinip korkmamalı-
dır. Bütün fânî gücüyle, Allah’ın
emrettiklerini yerine getirme ve
yasakladıklarından kaçınma yo-
lunda gayret göstermelidir.
Unutulmamalıdır ki, Yüce
Allah’ın yenilmez ve gâlip geli-
nemez güç ve kudreti karşısın-
da her güç ve kudret izâfî ve an-
lamsızdır.
21Haziran 201220
leyecek ve sınırlandıracak bir
güç ya da yetkili istemez. Din,
onu sınırlandırdığı oranda can
sıkıcıdır. Dine, bireyin haya-
tında ancak özel, izâfî ve sıra
dışı kalmayı kabullendiği süre-
ce müsâade edilir. Bilginin hik-
met amaçlı olmaktan çıkıp güç
amaçlı hale gelmesiyle, birey,
Kârûn’un zihnî tutumunu be-
nimsemiş olur.
Tarihte Fir’avunlar hep halk-
larını icat ettikleri bir “öteki/leş-
tirme” üzerinden denetleme-
ye çalışmışlardır. “Sen ve öteki”
diye halkı iki kampa, sınıfa ayır-
mak halkın gücünü sınırlandır-
mak ve zayıflatmaktır. “Böl, par-
çala, yönet” stratejisi, Fir’avun
taktiğidir. Tarih boyunca eski ve
yeni bütün Fir’avunlar, hep yö-
netim tarzı olarak bu taktiği uy-
gulamışlardır.
İslâm düşüncesine göre, elin-
de tuttuğu kamu gücünü adale-
tin sağlanmasında değil, zulmün
koyulaşmasında kullanan her
zorba, Fir’avun zihniyetini be-
nimsemiştir. Onlar, sınırsız gör-
dükleri gücü, hiç kimse ile pay-
laşmazlar. Bu güç, ister inanç,
ister siyaset, ister servet, ister
iktidar olsun fark etmez. Hepsi-
ni uhdelerinde tutarlar. Halk ise,
sürü ve köle muamelesi görür.
Halkın, onların nezdinde hiç-
bir değeri ve itibarı yoktur. Ken-
disini güçlü gören Fir’avun zih-
niyeti, inançlara bile ambargo
koymaya kalkar. “Benim belir-
lediğim kadar inanacaksın.” der.
Hem inançlara ve hem de fikir-
lere sınırlar çizer. Kölenin itiraz
hakkı olmadığı gibi, halkların da
itiraz hakkı yoktur, mantığını
sergiler. Servete, maddi iktida-
ra ve silah gücüne dayanan her
zorba, kendini ilâh gibi görür.
Yaptıklarından hesap sorulma-
sını asla istemezler. Kibirlidir-
ler. Onların gözünde halk, top-
rakta debelenen solucan kadar
bir değere sahip değildir. Onlar,
ne kimseye hesap verirler ve ne
de herhangi bir kimsenin kendi-
lerinden hesap sormalarına rıza
gösterirler.
Fir’avn Zihniyeti
Kur’an-ı Kerim’de anlatı-
lan Fir’avun iktidarını servetiyle
tahkîm eden ve bu noktada ken-
disini Allah’tan müstağnî sayan
bir başka saptırıcı da Kârûn’dur.
O, haksızlıkla elde ettiği bu ka-
zancı, her türlü zulmün icrası
için araç yapar. Kendisi doğru
yoldan saptığı gibi, halkı eko-
nomik gücüyle ezer, bununla da
yetinmez şahsiyetini beş paralık
ettiği halkını, Hakk’ın karşısına
çıkmada kışkırtmaktan da geri
durmaz. Bu alanda her türlü va-
sıtaya başvurur, yatırım yapar.4
İnsanlık tarihinde Kârûn,
mal biriktirmenin, her türlü
mâlî ve ekonomik haksızlığın,
sömürünün bir simgesi olur-
ken, Fir’avun da siyasî ve idarî
haksızlığın bir temsilcisi olmuş-
tur. Kârûn, korkunç servetiy-
le Fir’avun zulmünün payanda-
sı, Fir’avun da siyaset vasıtasıyla
Kârûn’un sömürüsünün kolay-
laştırıcısıdır. Kârûn servetinin
kendisine, bilgisinden dolayı ve-
rildiğini sanır. Bu noktada er-
Rezzâk olan Allah’ı devreden
çıkarır. O, Allah’tan müstağnî
olarak, O’na ihtiyacı yokmuş
gibi materyalist bir hayat yaşar.
Onun bu tavrı, toplumda ahlakî
anlamdaki çürümeyi ve halkın
Allah’la olan ilişkisini zayıflat-
mayı beraberinde getirir. Aynı
zamanda o, toplumun önünde
lükse, konfora ve tefessüh etmiş
bir ahlaka dayalı müsrif yaşantı-
sıyla model oluşturur. Kârûn’un
bu debdebeli hayatı, iradesi ve
imanı kavî olan düzgün insanla-
rın imanını artırırken, iradesi ve
karakteri zayıf insanların ahlakî
düşüklükler yaşamasının yolu-
nu açar.5 Yine Kur’an-ı Kerim’de
sahte güç gösterisiyle el-Kavî
olan Allah’a meydan okuyan Âd
Kavmi gösterilir: “Âd Kavmi ise
yeryüzünde haksız olarak bü-
yüklük taslamış, “Bizden daha
güçlü kim var?” demişlerdi. On-
lar, kendilerini yaratan Allah’ın
onlardan daha güçlü olduğu-
nu görmediler mi? Onlar bi-
zim âyetlerimizi inkâr ediyor-
lardı.”6
Mutlak Güç
Acaba Kur’an-ı Kerim’de güç,
kudret bağlamında sahip olduk-
ları farklı pozisyonlarla dile ge-
tirilen Fir’avun, Kârûn ve Âd
kavmi gibi Allah’sız güçler ni-
çin anlatılır? Bu kötülük odakla-
rından Müslümanlar ibret alsın-
lar diye anlatılır. Her yaşanmış
olaydan ders çıkarmasını iyi bi-
len şuurlu Müslümanlar, Yüce
Allah’ın el-Kavî gücü karşısın-
da eriyip giden Fir’avunların ve
Kârûnların hayatına ve felsefesi-
ne hiçbir zaman iltifat etmezler.
Çünkü Yüce Rabbimiz kendi gü-
cünü iki güzel isimle ortaya koy-
maktadır: “el-Kavî ve el-Azîz.”
Her iki güzel isim de O’nun kah-
1 2/Bakara, 165.2 17/Kehf, 39.3 28/Kasas, 38.4 28/Kasas, 81.5 28/Kasas, 79-80.6 41/Fussilet, 15.
7 42/Şûrâ, 19.8 11/Hûd, 66.9 51/Zâriyât, 58.10 8/Enfâl, 52.11 58/Mücâdele, 21.
*Prof. Dr.
Dipnot
23Haziran 201222
HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’de TASAVVUFÎ
EDEB“Coşkun seller gibi coşan, gonca güller gibi kokan, rüzgâr ile tozan toprak gibi
savrulan dervişlerin ne nâmı ne de nişanı olur. Çünkü dervişe şan gerekmez, yokluk
yolcularına başka nişan gerekmez. Dervişin kulluk vazifesi, yokluk şiârıdır.”
Sûfi PerspektifKadir ÖZKÖSE*
Hulûsi Efendi, kendi dergâhını,
“Somuncu Baba ocağı, yüce ve-
liler yatağı, gönüllere ferahlık
bahşeden feyz u rahmet bucağı, Taceddin-i Veli
Hazretlerinin otağı, gamları giderip neşelere gark
eden, zevk ü sürur kaynağı, Darende’nin yüz ağı,
ilim ve hikmet menbaı ve güzeller oymağı” olarak
nitelemiştir. O bu dergâhın kıymetini ancak gayb
perdesini bilenlerin, güzellik kadrini idrak eden-
lerin fark edebileceğini söyleyerek dergâha yara-
şır bir edep göstermek gerektiğini dile getirmek-
tedir.
Oğlu Mahmud Kemâl’e yazdığı mektubun-
da; “Kişinin hüsn-i nesebi, hüsn-i edebidir. Da-
ima büyüklere karşı hürmet ve küçüklere karşı
şefkat et. Tâ ki, hürmet ve şefkat gibi iki haslet-i
cemîleye sahip olmuş olasın… Her zaman iyi-
lere mukârin ol, kötülerden ictinâb et. Kişinin
mi’yârı mukârin olduğu kimsedir…” diye ses-
lenen Hulûsi Efendi’ye göre, Âdemoğlunun in-
sanlığını kemale erdirmesi ancak edep ile müm-
kündür. Hakk’ın âdâbını gözetmek kişiyi Hakk’a
âşinâ kılar. İnsana âlemde en çok lâyık olan huy,
güzel edeptir.
Osman Hulûsi Efendi bizleri insanlık, kulluk,
kardeşlik ve dervişlik edebine şu şekilde davet et-
mektedir.
İnsanlık Edebi
İnsanlık gerçeğine dikkat çeken Hulûsi Efen-
di, âlemin Âdem olamayacağını ama Âdem’in on
sekiz bin âlemi câmî olduğunu söyler. O, insanı;
Süleyman mührü, yaratılış gerçeğinin âb-ı hayatı,
zamanın Mesîh’i, varlık âleminin Hızır ve İlyas’ı,
“nefahtü” sırrının mazharı, “kerremnâ” tâcının
sahibi, yaratılmışların ahseni ve “küntü kenzen”
sırrının yâdı olarak tanıtmaktadır.
Hulûsi Efendi’ye göre, insanın aradığı aslında
kendindedir. Görmek istenilen yüz taşrada değil,
aslında bizzat kendindedir. İnsan kendi aynasına
nazar edecek olsa orada yâri görecektir.
Hulusî Efendi’ye göre kişi kimlik sahibi ol-
malı, şahsiyetinden ödün vermemeli, insanlığı-
nı takınmalı, haddini bilmeli ve kendini heba et-
memelidir. Bu çerçevede bizlere şu tenbihlerde
bulunmaktadır:
“Dünya pisliğine gönül veren karga değil, kol
ve kanat açıp Kâf dağına uçan Anka ol!
Fir’avun nefsine râm değil Kelîmu’l-vakt ol!Bütün gücünle nefsini Hakk’a davet edip Mûsâ ol!
Vatanın cennet bahçesi de olsa her şeyden so-
yutlanıp Âdem ol!
“Namaz ve diğer ibadetlerle donanıma ermenin yolu, günahkâr hâlimizi idrak
edebilmektir. Günahlarının karanlığını fark eden kişi, Rabbine yakarıp ihsan talebinde
bulunmalı. İki cihan huzurunun Allah’ın ulûhiyetine inanmak olduğunu bilmeli. Artan
günahlarına af dilemeli.”
Haziran 201224 25
Cümle esmâya müsemmâ ol!
Su gibi yüzünü toprağa sür, katreni denize ka-
tıp deryaya ulaşmaya bak!
Âb-ı hayatı içip Hızır ve İsa (a.s.) gibi ebediyen
ölmemeye bak!
Dost mihrabının kaşına secde kıl ama mihrabı
unutup Kâbe-i Ulyâ ol!
Aklına güvenip daire dışına çıkma, mânâ
dergâhında istiğrâka bürünenlerden ol!”
Hulûsi Efendi’nin ifadesiyle kul, bu dünyada ne
büyüklük taslaya ne de gafil yata. “Ne kerâmetimiz
var ne velâyetimiz, dost kapısında kuru kulluğumuz
var.” diyen Hulûsi Efendi, bizleri kerâmet ve velâyet
iddiasından kaçınmaya davet etmektedir. Ona göre
gönlümüzdeki huzurun gerçekleşmesi, dilimizdeki
söz gururunun terkine bağlıdır.
Kulluk Edebi
Kulluk edebinin en güzel göstergesi kalb huzuru
ile kılınan ve mü’minin mîracı olan namazdır. Nama-
zı huzur ile kılanlar “mîraç” olayının sırrına mazhar
olurlar.
Namaz ve diğer ibadetlerle donanıma erme-
nin yolu, günahkâr hâlimizi idrak edebilmektir.
Günahlarının karanlığını fark eden kişi, Rabbine
yakarıp ihsan talebinde bulunmalı. İki cihan hu-
zurunun Allah’ın ulûhiyetine inanmak olduğunu
bilmeli. Artan günahlarına af dilemeli.
Sıdk ile Rabbimize bağlanmak, yoluna baş ko-
yup yüz sürmek, lutfunu celbedecek efgâna bü-
rünmek, gece gündüz ağlayıp gözyaşı dökmek,
gözyaşımıza ilâhî nazarın eşlik etmesini sağla-
mak, tövbenin âdâbındandır. Diğer yandan peri-
şan gönlün derdine derman, ancak fecr-i sâdıkta
olur. Bütün halkın derdine devâlar, ancak seher
vaktinde bahşedilir.
Nefis terbiyesi, kulluk gayreti ve iman kuvveti
sahibini muhabbet eri haline getirir. Kulluk ede-
bi muhabbeti şiâr edinmeyi gerektirir. Zira sev-
diğinin muhabbeti ile dolan kişide gama yer kal-
maz. Muhabbet tesirleri gönülde tecellî edecek
olsa muhabbet sevdalısı onunla yâr olmaya baş-
lar. Muhabbet nuruna bezenenlerin başı Arş’a,
ayağı Kürs’e değecek hale gelir. Gözlerde muhab-
bet ışıltısı olsa bakılan her yer dosta şahitlik eder.
Canan uğruna can veren dostlar muhabbet paza-
rından ezelî muştular elde eder.
Âşığın aç ve susuz, her dem uykusuz, gamsız
ve kaygısız, yâra yâr olması gerekir. Âşık olan
post olur, Mevlâ ile dost olur, gece gündüz mest
olur.
Nefislerine bendelikten kurtulup Hakk’a dost
olanlar, yârenlik edenler ve ibadetlerini aşkla ger-
çekleştirenler her daim Hakk’ı zikretmenin tadına
varırlar. Sevene yakışan sevdiğini unutmaması-
dır. Mü’minin kulluk edebi ancak zikirle tamama
erer. Allah’ı zikir bir edep dersidir. Allah’ı zikir
kulluk bilincine eriştirir. Çünkü esrar hazinesine
nail olanlar Hakk’ı can u gönülden zikredenlerdir.
Sağa sola dönmekten kurtulup tam bir dikka-
te koyulmak, irfan elde etmeye niyet etmek, her
an ve her nefes gayra meyletmekten kaçınmak,
düşünceden hevâyı ve gönülden riyâyı çıkarmak,
rmâsivâdan alakayı kesmek, seherde kalkmak,
derde düşmek, gafletten kurtulmak, bir eteğe tu-
tunmak, ballı peteğe konmak, has ve ihlas ehli ol-
mak, mânâ deryasına dalmak zikrin âdâbındandır.
Kulluk, aşk ve zikirden gaye nedir? Gaye vus-
lata ermektir. Zira hicran hastalığının devâsı vus-
lat merhemiyledir. Yâr ile vuslatın adı ise candan
geçmektir. Âşığın gönlüne safâdan gayrı hiçbir şey
huzur kılmaz. Sıradan işlere âşığın can verdiği ise
asla söz konusu değildir. Aşk müftüsünün fetvası
şudur: Can verene yar ile vuslat hâsıl olur, yar ile
vuslat can fedâ kılmayı gerekli kılar. Âşık olanlar
ne can ne de cihan kaygısı çekmiştir. Can mülkü-
ne aşktan öte bir bayrak dikmemiştir asla. Yârin
cevri bile canana zevk u safadır.
Kardeşlik Edebi
Sevme sanatını becerenler kin ve kavgadan
bîzârdırlar. Sevenler yıldırmaz kaldırır, taşla-
maz bağrına basar, imhâ etmez ihyâ eder. Dola-
yısıyla sevgiyi şiâr edinmesi gereken mü’minin
günahkâr kesimlere hor hakir bakması yaraşmaz.
Belki de bir gün onlar affedileceklerdir. Zira hep-
sine Hakk’ın bağışlaması vardır. Dervişlik eğitimi
başkasını incitmekten kaçınmaktır. Edebî güzel-
likle takınılması gereken bu tavrı Hulûsi Efendi
şu şekilde dile getirmektedir:
Sakın nefsine uyup bir cân incitmeyesin
Hüsn ü edebi koyup bir cân incitmeyesin
El ile döğseler de dil ile söğseler de
Bin kez incitseler de bir cân incitmeyesin
Hepsi kardeşlerindir yolda yoldaşlarındır
Hâlde hâldaşlarındır bir cân incitmeyesin
Beyhûde cânın sıkıp insanlığından çıkıp
Dil Kâ’besini yıkıp bir cân incitmeyesin.
Ötekileştirmekten kaçınmanın yanında atıl-
ması gereken bir diğer adım dostluk köprüsü kur-
mak, dost ve yâr edinebilmektir. Gönül ehline
düşen yârin vefasını ummak değil, cefâsını çek-
mektir. Yâri terk edip vefasız olmamak gerekir.
Zira yârin cefâsı bir gün âşıklara ihsan olur. Dost-
luk mihnet yükünü yüklenmeyi gerektirir. Dost-
luk âşığın ciğerini kebaba dönüştürür, İbrahim
Edhem gibi bütün varını verip harap olmayı ge-
rektirir, vuslat demini basit duygulara fedâ ey-
lememeyi öğretir, o ânı yakalayabilmek için bin
canı fedâ kıldırır. Dostluğun gerçekleşmesi, kalb
temizliğine ve dosta olan teslimiyete bağlıdır. Gö-
nül dostu bulunca dost buna engel ve perde ol-
maz. Gönülsüz posta oturmak kişiyi dosta götür-
mez. Dostluğun Allah için yapılması esastır. Aksi
takdirde gönül safâya ermez.
Kardeşlik, dostluk ve yârânlık terbiyesi hizme-
te koyulmayı gerektirmektedir. İsmimizin sev-
diklerimiz, dostlarımız ve ihvanımız arasında
yâd edilmesi, geçici olan bu dünya evinde gücü-
müz nispetinde ortaya koyacağımız eserlere bağlı-
dır. Mü’minin kapısı herkese açıktır. Hizmette ve
cömertlikte Müslüman paylaşma ruhuna sahip-
tir. Kapısına gelen düşmanı bile olsa sonuna ka-
dar kapısını açık tutar. Ancak ne kadar çok dostu
da olsa dört dörtlük dost bulması zordur. Dolayı-
“Sağa sola dönmekten kurtulup tam bir dikkate koyulmak, irfan elde etmeye niyet etmek, her an ve her nefes gayra meyletmekten
kaçınmak, düşünceden hevâyı ve gönülden riyâyı çıkarmak,
rmâsivâdan alakayı kesmek, seherde kalkmak, derde düşmek, gafletten kurtulmak, bir eteğe tutunmak,
ballı peteğe konmak, has ve ihlas ehli olmak, mânâ deryasına dalmak
zikrin âdâbından.”
Haziran 201226 27
sıyla mü’min derdini dost bildiklerine değil sade-
ce Hakk’a açıvermelidir.
Mürşid-i kâmillerin dergâhı birer edep mek-
tebidir. Bu mektebe girebilmek için iştiyaklı ol-
mak gerekmektedir. Bu mektepte deruhte edi-
len sohbet meclisleri aklını kullananları insanlık
hakîkatine vakıf kılmaktadır. Sohbet geleneği Pey-
gamber ashabının âdetidir. Mânâyı elde etmek
için can fedâ edilmez mi? Sohbet meclislerindeki
her bir dem için can bahşetmek gerekir. Can zev-
kine koyulanlar nefisten geçer, Hakk’a iştiyâk du-
yar, sohbetin iyileştirici vasfı ile her derdine der-
man bulmuş olurlar.
Âlemi kendimizin kulu ve kölesi sanmamamı-
zı öğütleyen Hulûsi Efendi, Allah için âlemin kö-
lesi olmaya, nefsin hevâsı ile mağrur olup aldan-
mamaya, her ayağın basacağı yol olmaya, garazsız
ve ıvazsız her canlıya hizmet etmeye, kimsesizin
ve düşkünün eli ve ayağı olmaya, Allah için her-
kese hürmet etmeye, sevip sevilmeye, hiçbir göze
diken olmamaya, gözlere gül ve sümbül olmaya,
kimseden incinip kimseyi incitmemeye, güler yüz-
lü ve tatlı dilli olup her ağzın balı olmaya, nefse
uyup Kâbe yıkılsa dahi hiçbir gönlü incitip yıkma-
maya, güneş gibi şefkatli, toprak gibi mütevazı ve
su gibi sehavetli ve merhametli olmaya, yoksul ve
bay/zengin herkese karşı gökçek olmaya, suçlula-
rın suçundan geçip hoşgörülü olmaya, varlıktan
boşalıp yoksula erişmeye, sözün gerçeğini söyle-
yip Hulûsi’nin kalbi olmaya davet etmektedir.
Dervişlik Edebi
Hulûsi Efendi’nin diliyle derviş olan âgâh olur,
bütün kazancı zikrullah olur, her türlü varlık iddi-
asından geçer, Allah’a vasıl olur.
Dervişlik ikiliği birliğe dönüştürme, gönülle-
ri dirliğe kavuşturma, aşkla ünsiyet peyda etme,
dost meclisine konma çabasıdır.
Mürşid eli tutmayan, ikrarlığa yetmeyen/eriş-
meyen ve varını terk etmeyen derviş olamaz. Tari-
kat kapısına ayak basmadan, ihlaslı amel çabası-
na bürünmeden derviş olunmaz.
Coşkun seller gibi coşan, gonca güller gibi ko-
kan, rüzgâr ile tozan toprak gibi savrulan derviş-
lerin ne nâmı ne de nişanı olur. Çünkü dervişe şan
gerekmez, yokluk yolcularına başka nişan gerek-
mez. Dervişin kulluk vazifesi, yokluk şiârıdır. İyi
kötü diye adam tefrik etmeyen dervişler, güzellik
muştusu ve mükemmellik arzusu içindedirler.
“Dervişlik nasıl olur?” sorusuna cevap sade-
dinde Hulusî Efendi, derviş olmak için varlıktan
soyunmak, ârdan sıyrılmak, aşka yanıp tutuşmak,
düz yokuş dememek, kâli terk edip hâli kesbet-
mek, pişmek, cedel eylememek gerektiğinden
bahsetmektedir.
Sûfîlerin tasavvufî âdâb ve erkâna riâyet ile
elde ettiği kazanca dikkat çeken Hulûsi Efen-
di, ferâgat ehlinin ulaştıkları fakr ve fenâ dev-
letini bin Süleyman mülküne değişmeyeceği-
ni, âşığın sevgilisinin bir tecellîsini bin hûrî
ve gılmâna değişmeyeceğini, feryat eden bül-
bülün gördüğü gülün cemâlini gülistana de-
ğişmeyeceğini, zahid sûfînin sevgiliye ait zül-
fü merâsimden ibaret binlerce din ve imana
değişmeyeceğini, gam ehlinin beytü’l-hazeni
(Hz. Yakub’un Yusuf (a.s.) hasretiyle yandığı
yer) bin saray ve eyvana değişmeyeceğini söy-
lemektedir.
Asrımızın acı gerçeği olarak “doğrula-
rın dostu yoktur” diyen Hulûsi Efendi, Hak
Teâlâ’dan bu densizlere haddini bildirmesini
niyaz ederken, kimseden bir umut ve vefa gör-
mediğini, kime yöneldiyse kendisine cefâ kıl-
dığını, halinin Hakk’a ayan olduğunu, iyi kötü
bütün ahvalini Hakk’ın bildiğini söylemekte-
dir. Herkese iyi niyet besleyip huzur ve güveni
tesis etmeye çalıştığından, gece gündüz çaba-
layıp emek sarf ettiğinden ve emanet bilincine
sadakat gösterdiğinden bahsetmektedir. Hü-
neri, marifeti ve edebi olmayanın iyilik ve gü-
zellik timsali haline gelmesi mümkün değildir.
Dolayısıyla kişinin edebi şiâr edinmesi, ilim ve
irfan yolunda çabalaması, marifet kazanımına
ermesi gerekmektedir. Not: Bu yazı; 24 Haziran 2011 tarihinde Darende’de yapılan 10. Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Sempozyumu’nda sunulan tebliğin özetidir. * Prof. Dr.
GÖZLERİN
Gözlerinden giriliyor ülkene Aklıma en önce gelen gözlerin Kuş bile kondurtmam kutsal gölgene Kanayan kalbimi çelen gözlerin Gözlerin giriyor önce kanıma Gözlerin veriyor hayat canıma Gözlerin geliyor gece yanıma Beni bin parçaya bölen gözlerin Beni benden alan ceylan bakışın Sessiz nehir gibi gönle akışın İliklere kadar ruhu yakışın İçimden geçeni bilen gözlerin
Can yakmak kâr kalmaz, bunu böyle bil Adalet önünde el bağla, eğil Zamana direnmek kolay iş değil Takvimden yılları silen gözlerin Yeşil gözlerine dalmak isterim Yıllarca içinde kalmak isterim Onun tapusunu almak isterim Perişan halime gülen gözlerin...
Bekir OĞUZBAŞARAN
Haziran 201228 29
“Gül ve Gönül Medeniyeti”
ULUSLARARASI | INTERNATIONAL
SEMPOZYUMU | SYMPOSIUM
SOMUNCU BABA &HULÛSİ EFENDİH A Z İ R A N | J U N E - 2 0 1 2
ULUSLARARASI | INTERNATIONAL
SEMPOZYUMU | SYMPOSIUM
SOMUNCU BABA &HULÛSİ EFENDİH A Z İ R A N | J U N E - 2 0 1 2
Zaviye Mah. Hulûsi Efendi Cad. No : 71 Darende 44700 MalatyaTel: (422) 615 1500 / www.hulusiefendivakfi.org.tr
Şiir DinletisiSerdar TUNCER
KonserAhmet ÖZHAN
9 Haziran 2012Cumartesi, 17.00
Merinos Kültür Merkezi
BURSA
2 Haziran 2012Cumartesi, 17.00
Lütfi Kırdar Kongre Sarayı
İSTANBUL
23 Haziran 2012Cumartesi, 17.00Kapalı Spor Salonu
DARENDE
Anadolu’nun manevî
mimarlarından
Somuncu Baba ve
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi’nin
ilim ve insanlığa hizmetlerinin ele alınacağı
uluslar arası sempozyum’a
teşriflerinizi bekleriz.
Kalbî muhabbetlerimizle.
Hamit Hamidettin ATEŞEs-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Vakfı
Mütevelli Heyet Başkanı
Katılımcı Ülkeler: İngiltere, Azerbaycan, Bosna Hersek, Mısır, Suudi Arabistan, Özbekistan, Pakistan
31Haziran 201230
KültürKadir DEMİRCİ*
Osman Hulûsi Efendi yakın zamanda
ahirete uğurladığımız Hak âşığı bir
Allah dostudur. Hayatta iken onun
ilminden, irfanından ve muhabbetinden pek çok
insan istifade etmiştir. Ama o, hizmetini daha ge-
niş coğrafyalara, uzun asırlara yaymayı hedefle-
miş, gelecek nesilleri düşünmüş, ilim ve irfanını
eserleriyle ebedîleştirmeyi arzu etmiştir.
Hulûsi Efendi’nin ilim ve irfanının sonradan
gelenlere aktarılması, açıklanması böylece hizmet
halkasının devam ettirilmesi gerekmektedir. Ta-
rih boyunca kıymetli insanların kaleme aldıkları
eserler, ardından gelenler tarafından çeşitli şekil-
lerde çalışmalara konu edilmiş ve böylelikle o in-
sanların eserleri daha da yaygınlık kazanmış, fikir
ve düşünceleri daha çok kitlelere ulaşmıştır.
Hulûsi Efendi’nin eserlerine bakıldığında o
eserlerin üzerinde nice çalışmalar yapılacak ma-
hiyette mânâca çok zengin, derin ve bereket-
li eserler olduğu görülecektir. Onun şahsiyetine
damgasını vuran şey, almış olduğu tasavvuf eği-
timidir. Hulûsi Efendi, geleneğimizde var olan ir-
fan ırmağının hâlâ akmaya devam ettiğini, kuru-
madığını, yosunlaşmadığını gösteren örneklerden
biridir. Onun varlığı, örnekliğinin tazeliği günü-
müzün birçok olumsuzluklarına rağmen tasav-
vuf eğitiminin imkânı ve başarısını göstermesi
bakımından bizim için büyük bir ümittir. Hulûsi
Efendi’nin ardından gelen bizler onun eserlerin-
de ele aldığı konulara dikkatleri çekmek, onların
altını çizmek Hulûsi Efendi’nin irfan dünyası hak-
kında gelecek nesillere bir farkındalık oluşturmak
gibi görevlerle mükellefiz. Onun mânâ âlemindeki
sırlarını araştırmak ve anlamak gerekmektedir.
Bunun için onu tüketmek değil, eserleriyle üret-
mek durumundayız. Tâ ki onun irfan pınarı ak-
maya devam etsin ve nice susamışlar buradan su-
suzluklarını gidersin.
Edeb ve Ahlâkı Elde Etmenin Yolu: Tezkiye-i Nefs
Gerek Kur’ân-ı Kerim’de gerek hadis-i şerif-
lerde sık sık kullanılan kavramlardan biri de hiç
şüphesiz nefs kavramıdır. Bu kavram hırs, şeh-
vet, öfke, mal ve makam düşkünlüğü gibi insa-
HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’NİN DÎVÂNI’NDA
NEFS
nı öz benliğinden, insanlığından uzaklaştıran
olumsuz nitelikleri içerir. Ahlak’ı güzelleştirmek
ve edep sahibi olmak en başta nefsi bu gibi kötü
hasletlerden arındırmakla mümkündür. Nitekim
Allahu Teâlâ şöyle haber vermiştir: “Kişiye ve onu
şekillendirene, sonra da ona iyilik ve kötülük ka-
biliyeti verene and olsun ki nefsini arıtan saâdete
ermiştir. Kendini fenalıklara gömen kimse de
ziyana uğramıştır.”1 Bu yüzden Hak dostları
rivâyetlerden de hareketle nefsi insanın saâdetini
engelleyen düşman olarak ilan etmişler ve onun-
la savaşmayı gündeme getirmişlerdir. Hemen he-
men bütün sûfîlere göre ahlâkın güzelleşmesi için
mutlaka nefsin eğitilmesi gerekmektedir. Çünkü
insanın en büyük düşmanı olan
nefis2 insana ısrarla kö-
tülüğü emreder,3
onu aşağılara çe-
ker. Bu yüzden
insan nefsiy-
le büyük bir
m ü c â d e l e
i ç e r i s i n d e
olmalı ve
m u t l a k a
A l l a h ’ t a n
y a r d ı m
dilemelidir. Çünkü
rivâyet edildiğine
göre Hz. Peygamber
(s.a.v) Allah’tan ken-
disini göz açıp kapa-
yıncaya kadar bile
nefsinin eline bırak-
mamasını istermiştir.4
Bütün Allah dostları
gibi Hulûsi Efendi
de bu hakîkatlere
işaret etmiş ve nefsin
amansız bir düşman
oluşunu şu dizelerle
dile getirmiştir:
“Hulûsi
Efendi’nin ilim ve
irfanının sonradan
gelenlere aktarılması,
açıklanması böylece hizmet
halkasının devam ettirilmesi
gerekmektedir. Tarih boyunca
kıymetli insanların kaleme aldıkları
eserler, ardından gelenler tarafından
çeşitli şekillerde çalışmalara konu edilmiş
ve böylelikle o insanların eserleri daha da
yaygınlık kazanmış, fikir ve düşünceleri
daha çok kitlelere ulaşmıştır.”
33Haziran 201232
Bu nefs-i bed-likânın leşkeri yağmâ eder varım
Kerem kılıp inâyetle bu tuğyâna eriş ey yâr5
Hulûsi Efendi nefsin hevâ ve heveslerine uyul-
mamasını öğütler.
Edelim terk-i hevâ vü hevesi cümle ne var
Nice dil uzatalım sevgili ihvânımıza6
Görüldüğü gibi nefis öyle büyük bir düşmandır
ki; bütün varımızı yok eder ve bizi iflasın, zarar ve
ziyanın eşiğine sürükler. Bu sebeple bu düşman-
la savaşmak ve onu etkisiz hâle getirmek, nefsin
elinden kurtulmak gerekmektedir. Zira nefis çok
sayıda askerleri olan güçlü bir düşmandır. Hulûsi
Efendi bu hakîkati şöyle dile getirir:
Nefsinin askerini kahra müdârâ kılma
Dostlara lutf eyle düşmâna müdârâ başka7
Bütün bunlardan anlaşılacağı üzere insanın
kendi varlığını, var olduğu bütün değerleri yok et-
meyi hedefleyen düşman iyice bir tanınmalıdır.
Nefis insanı insanlığından çıkaran en büyük düş-
man olarak görülmeli ve o, insan için öncelikli bir
tehdit unsuru olarak algılanmalıdır. Hulûsi Efen-
di nefsi aradan çıkarmadan dosta, yani Hz. Allah’a
vâsıl olmanın mümkün olmadığını belirtmekte-
dir. Bundan sonra ise insanın yapacağı nefsinin
zaaflarını, kusurlarını fark edebilmesidir. Hulûsi
Efendi bu hususu şöyle dillendirir:
Hulûsî nefsini râm eyle nefsin râmî olmazdan
Anı bas pehlivân ol başka bir mağlûb arama8
Nefsin zaaflarının, ayıp ve kusurlarının far-
kına varan insan artık onunla mücadele etmeye
yönelmeli ve nefsi üzerinde hâkimiyet kurma-
ya çalışmalı, onun arzu ve isteklerini bastır-
malıdır. Bu öyle bir mücadeledir ki bu savaşın
gâlibi cihanın merdi övgüsüne layık olur, ger-
çek bir pehlivân nişânını alır. Hulûsi Efendi’nin
dizelerinde dile getirilen bu benzetmeler Hz.
Peygamber (s.a.v.) Efendimiz’in hadisinde ge-
çen şu ifadeyi çağrıştırmaktadır. “Asıl pehlivân
güreşte değil, öfkelendiği anda öfkesini yenen
kişidir.”9
Bu yolun merdinden olup nefsini basdın ise
Merd-i meydân-ı cihânsın gel yokuş düz arama10
Bilindiği gibi ihlâs her işte Allah’ın rızası-
nı gözetme niyetini ifade eder. İnsan önce niye-
tini, amacını belirlemeli ve bu niyeti her ortam-
da mutlaka göz önünde bulundurmalıdır. Kişinin
niyeti Allah’ın rızası olmalıdır ki din dilinde buna
ihlâs denir. Hulûsi Efendi ihlâs olmadan nefs-i
emmâreden kurtulmanın imkânsızlığını şöyle dile
getirir:
İhlâs ile hâs eylemeden gönlü Hulûsî
Emmâre-i nefsin yönü Rahmân’a yönelmez11
Hulûsi Efendi bu beyti ile sanki şu hadise işa-
ret etmektedir: “İnsan vücûdunda bir et parça-
sı vardır ki, o sâlih olursa bütün vücûd salâh bu-
lur. O fesâda uğrarsa bütün vücûd fesâda uğrar.
Dikkat edin bu et parçası kalptir.”12 Tabii ki bu-
rada kalp ile kastedilen insanın mânevî yönünü
ihtivâ eden gönüldür. İnsan davranışlarının teme-
linde düşünceler ve duygular çok önemli rol oy-
nar. Düşünce ve duyguların oluştuğu yer de gönül
âlemidir. İnsanın âzâlarından güzel davranışların
zuhûr etmesi için evvelâ gönlünde güzellikle-
rin yeşermesi gerekmektedir. Bu nedenle tasav-
vuf ehli büyükler insanı terbiyede ağırlıklı olarak
gönlü terbiye etmeye yönelmişlerdir. Hulûsi Efen-
di bu hakîkati yukarıdaki beyitte dile getirmekte-
dir. Gönül hâs olmadan nefsi terbiye etmek müm-
kün değildir.
Nefis ile mücâdelede Hulûsi Efendi’nin dile ge-
tirdiği yollardan bir diğeri de cân zevkine yönel-
mektir. Nefsin arzu ve isteklerinin insan üzerinde-
ki etkisi bu arzuların kişiye aşırı derecede bir zevk
vermesidir. Nefsin arzularının vereceği zevk an-
cak cân zevki ile bastırılabilir. Bu hakîkatı Hulûsi
Efendi şöyle ifade eder:
Cân zevkine yet nefsi bırak tâlib-i Hakk ol
Her derdine dermânın ola merhem-i sohbet13
Nefis ile mücâdelede izlenecek bir diğer yol ise
tâattır. Kul Allah’ın emirlerine itâat ettiğinde nef-
sin arzu ve isteklerine karşı gâlip gelecektir. Zira
ibadet ve tâatsızlık nefsin hoşuna giden haller-
dendir. Bu durum Dîvân’da bu şu şekilde zikre-
dilir:
Nefsin başı hoş olur gerçi bî-namâz ile
Sen namâzı bırakma mi’râc et namâz ile14
Bütün bunlardan anlaşıldığına göre Hulûsi
Efendi’nin ahlâk anlayışının temelinde nefsi kötü
hasletlerden arındırma, gönlü ilâhî aşk ile nurlan-
dırarak güçlendirme vardır. İnsanın dosta yani
Allah’a ulaşması ve ebedî mutluluğa erebilme-
si için nefsin kötü hasletlerinden kurtulması ge-
rekmektedir. Nefsin temizliği konusunda Hulûsi
Efendi’nin öne çıkardığı kavramlar ihlâs, cân zev-
ki, tâat ve gönül eğitimidir. Hulûsi Efendi’nin gö-
rüşlerinin şu aşamalardan oluştuğunu söyleyebi-
liriz:
Nefsin insanın özünü tehdit eden en büyük
düşman olduğu kabul edilmelidir.
Nefis düşmanının silah olarak kullandığı arzu-
lar, hevâ ve hevesler birer silah ve tuzak olarak
fark edilmelidir.
Bu tuzaklarla mücâdele edilmelidir.
Bu mücâdelede en önemli kavram ihlâstır. İn-
san niyetinin yani amacının sürekli her ortamda
farkında olmalıdır.
Nefsin insan bedenine zevk veren arzularına
karşı kişi cânın yani ruhun zevkine yönelmelidir.
Ayrıca nefsin arzularına karşı tâat ile karşılık ve-
rilmelidir.
Değerlendirme
Büyük bir Hak dostu olan Hulûsi Efendi İslâmî
hakîkatleri pek yüksek bir dille, şiirin diliyle ifa-
de etmiş, kendisinden sonra gelenlere Hak ve
hakîkat yolunun esaslarını göstermiştir. Bu yolun
esaslarının başında edeb ve ahlâk gelmektedir. O,
kaynağını, muhtevâsını ve çerçevesini Kur’an ve
Sünnet’ten alan bir edebi ve ahlâkı savunmuş; bu
tarz bir ahlâkın gerek fert gerek cemiyet için kur-
tuluşun tâ kendisi olacağını bildirmiştir. Onun sa-
vunduğu ahlâk Kur’an ahlâkıdır. Bu ahlâk yüce
Yaratıcı’ya karşı yüksek bir sorumluluk duygusu-
na dayalı bir ahlâk olduğundan her zaman ve her
yerde yaşanabilir bir ahlâktır. Bu ahlâk imana da-
yalı bir ahlâk olduğundan muvaffakiyetlerle ve lü-
tuflarla dolu bir ahlâktır. İnsanı kemâle, huzu-
ra erdirici bir ahlâktır. Bizâtihî Hulûsi Efendi’nin
kendi şahsiyeti Kur’an ahlâkının her zaman ve
mekânda ne derece muvaffak olduğunu göster-
mesi bakımından oldukça önemlidir. Bu neden-
le nesillerimize vereceğimiz en büyük hediye on-
ların hayatlarını tezyin edecek olan Kur’an ahlâkı
olacaktır. Bu ahlâk kişinin kendi zaafları ile olan
mücâdeleye dayanır. Buna tezkiye-i nefs derler.
Aynı zamanda bu ahlâk daha ulvî duygularla ruhu
donatmaya, lâhûtî âleme gönül açmaya dayanır
ki buna da tasfiye-i kalb derler. İşte insan tâ Hz.
Peygamber (s.a.v.)’den itibaren gelen bu iki esa-
sa sülûk etmekle kemâle erer. Hulûsi Efendi hu
hakîkati hem hâliyle hem de kâliyle ortaya koy-
muştur.
1 91/Şems, 6-102 Beyhakî, Sünen, Zühd3 12/Yûsuf, 934 Heysemî, Mecmeu’z-Zevâid, Dâru’l-
Fikr, hno: 17409, 10/2885 Dîvân, 43/66 Dîvân, 251/47 Dîvân, 270/5
8 Dîvân, 11/59 Buhârî, Sahih, Edeb 7610 Dîvân, 9/411 Dîvân, 101/712 Buhârî, Sahih, İman 40, no: 52, 1/2013 Dîvân, 26/1114 Dîvân, 278/1
*Yrd. Doç. Dr.
Dipnot
Not: Bu yazı; 24 Haziran 2011 tarihinde Darende’de yapılan 10. Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Sempozyumu’nda sunulan tebliğin özetidir.
“Görüldüğü gibi nefis öyle büyük bir
düşmandır ki; bütün varımızı yok
eder ve bizi iflasın, zarar ve ziyanın
eşiğine sürükler. Bu sebeple bu
düşmanla savaşmak ve onu etkisiz hâle
getirmek, nefsin elinden kurtulmak
gerekmektedir. Zira nefis çok sayıda
askerleri olan güçlü bir düşmandır.”
35Haziran 201234
GÖNÜLLERZİKREYLEYEN
EdebiyatMusa TEKTAŞ
Cenâb-ı Hak, yarattığı canlı-cansız bü-
tün varlıklara kendisini tanıtmış ve
onları dâimî bir sûrette zikir ile va-
zifelendirmiştir. Bütün varlıklar, yaratılışları
muktezâsınca kendi hâllerine mahsus bir sûrette
Rab’lerini tanırlar ve O’nu zikrederler. Tasavvuf
yolundaki bir sâlik Allah’a ulaşabilmek için ge-
rekli mânevî desteği zikirden alır. Zikir gönülle-
rin gıdasıdır. İmam-ı Rabbanî Hazretle-
ri Mektûbat’ının 190. mektubunda
zikrin önemine şu şekilde işa-
ret eder:
“Biliniz ve dikkat edi-
niz ki, sizin ve bütün in-
sanoğlunun saadeti ve
felahı Yüce Allah’ı zikret-
meye bağlıdır. Bütün va-
kitlerin imkân nispetinde
Allah’ın zikri ile geçirilmesi
gerekir. Bu konuda bir anlık
bir gafl et bile doğru değildir.”
Her nefes, Allahu Teâlâ’nın kuluna
büyük ihsanıdır. Bu nimetin şükrünü her nefes-
te îfâ etmek için zikretmek gerekir. Tasavvufî ter-
biyede zikri veren mürşid çok önemlidir. Gerçek
mürşid sâliki hakka götürendir. Yüzbinlerce insa-
nın Hakk’a vasıl olmasına vesile olan mürşidler-
den biri de Yusuf el- Hemedânî Hazretleridir.
Yûsuf el-Hemedânî Hazretleri, Türk Dünyası-
nın İslâmlaşmasını ve Anadolu’nun Türkleşme-
sini sağlayan Yesevîlik ile Nakşîliğin kolbaşıdır.
Diğer yandan altın silsilenin dokuzuncu halkası-
nı teşkil etmektedir. 440/1049 veya 441/1050 ta-
rihinde Hemedân’a bağlı Bûzencird kasabasında
dünyaya gelir.1
Çocukluk yıllarını memleketinde geçirir, daha
fazla okumak, ilim ve irfanını artırmak
maksadıyla Bağdat, Buhara,
Isfahan, Semerkant’ta ilim
tahsil eder. Özellikle meşhur
Şafi î fakihi ve Bağdat
Nizamiye Medresesi’nin
müderrisi Ebû İshak
Şîrâzî’nin (ö.476/1083)
ders halkasına devam
eder. Fıkıh, hadis
ve kelâm öğrenmeye
başlayan, zekâ ve liyakati
ile akranlarının önüne geçen
Hemedânî’yi, hocası Ebû İs-
hak, yaşı küçük olmasına rağmen
Hemedânî’yi ilim, irfan ve iyi ahlâkı se-
bebiyle arkadaşlarına tercih eder, akranına örnek
gösterir ve müridlerin çoğundan onu üstün tutar.
Darendeli şair Korkmaz Hafız’ın “Okutup ilm-i
ledünn fâiku’l-akrân etmiş” mısrasında belirttiği
üzere, mânevî ilim ve irfanla donatılan Es-Seyyid
Osman Hulûsi Efendi (k.s.)’nin hayatında buna
benzer bir tabloyu görmek mümkün…
“Biliniz
ve dikkat
ediniz ki, sizin ve bütün
insanoğlunun saadeti ve felahı
Yüce Allah’ı zikretmeye bağlıdır.
Bütün vakitlerin imkân nispetinde
Allah’ın zikri ile geçirilmesi gerekir.
Bu konuda bir anlık
bir gaflet bile doğru
değildir.” rekli mânevî desteği zikirden alır. Zikir gönülle-
rin gıdasıdır. İmam-ı Rabbanî Hazretle-
ri Mektûbat’ının 190. mektubunda
zikrin önemine şu şekilde işa-
“Biliniz ve dikkat edi-
niz ki, sizin ve bütün in-
sanoğlunun saadeti ve
felahı Yüce Allah’ı zikret-
meye bağlıdır. Bütün va-
kitlerin imkân nispetinde
Allah’ın zikri ile geçirilmesi
gerekir. Bu konuda bir anlık
bir gafl et bile doğru değildir.”
Her nefes, Allahu Teâlâ’nın kuluna
Çocukluk yıllarını memleketinde geçirir, daha
fazla okumak, ilim ve irfanını artırmak
maksadıyla Bağdat, Buhara,
Isfahan, Semerkant’ta ilim
tahsil eder. Özellikle meşhur
Şafi î fakihi ve Bağdat
Nizamiye Medresesi’nin
müderrisi Ebû İshak
Şîrâzî’nin (ö.476/1083)
ders halkasına devam
eder. Fıkıh, hadis
ve kelâm öğrenmeye
başlayan, zekâ ve liyakati
ile akranlarının önüne geçen
Hemedânî’yi, hocası Ebû İs-
hak, yaşı küçük olmasına rağmen
Hemedânî’yi ilim, irfan ve iyi ahlâkı se-
“Hulusi Efendi
Hazretleri Dîvân’ındaki bir
rubaide kalbi uyanık dervişlerin
Allah’a kavuşma maksadıyla
çabalayan gönüllerinin
elde ettikleri en büyük kazancın
zikir olduğunu beyan
buyurur”
Haziran 201236 37
Babası Es-Seyyid Hatip Hasan Feyzi Efendi,
çocuklarının dinî terbiye ve güzel ahlâk üzere ye-
tişmelerine gayret eder. Bunun için de çocukları-
na ilk olarak Allah’ın kelamı olan Kur’an-ı Kerim’i
öğretir. Hulûsi Efendi’nin yetişmesine özel önem
verir ve daha yedi yaşında iken Kur’an’ı öğreterek
hatmetmelerini sağlar.
Küçük yaşından itibaren mânevî hayata açık
olduğu görülen Hulûsi Efendi’nin bu durumu ile
ailesi iftihar edeceği bir derecede, olgunluktadır.
Osman Hulûsi Efendi’nin yazmış olduğu ilahî
ve kasideleri ilk olarak söylemeye başladığı yıllar-
da, Hatip Hasan Feyzi Efendi’nin amcası olan Ha-
san Efendi, O’na hitaben şöyle der:
“Hatip Efendi, ben zannederdim ki ecdad bizi
unuttu, fakat sizi tebrik ediyorum ki, sulbünüz-
den Hulûsi gibi bir evlat zuhur etti.” Mahalledeki
diğer çocuklardan farklı özellikler taşıyan Osman
Hulûsi Efendi’de, temiz giyiniş, güzel ahlâk üze-
re yaşantı, ta çocukluk günlerinde başlar ve çev-
resine bu hâliyle örnek teşkil eder. Bundan dola-
yı da, yaşadığı çevrede güven timsali olur. Hatta
okul yıllarında iken kendi öğretmeninin dahi hâl
ve hareketlerinden etkilendiği kaydedilmektedir.
Bâtın Temizliği
Şer’î ilimlerde büyük bir vukufiyet ve üstün ba-
şarı kazanan Yûsuf Hemedânî (k.s.), daha sonra
sûfiyâne mizacının da etkisiyle tasavvufa yönelir.
Sülûk-ı bâtın hakkında şu öğütlerde bulunmuştur:
“Sülûk-ı bâtın; kalbi temizlemeye çalışmak
ve nefsânî kötü sıfatları yok etmek için gayret
sarf etmektir. Bâtın temizliği dedikleri işte bu-
dur. Kalp zikrinde sınırsız bir çaba ve azim gere-
kir ki, kalp Hak Teâlâ’yı zikreder hâle gelsin. Bu
zikir telkini önce Hz. Ebû Bekir(r.a.)’ın kalbine,
Selmân-ı Fârisî (r.a)’ye, ondan Cafer-i Sâdık’a,
ondan Sultan Bâyezîd’e, ondan Şeyh Ebü’l-Hasan
Harakânî’ye, ondan büyük şeyh Ebû Ali Fârmedî
et-Tûsî’ye ve ondan da bize ulaşmıştır.”2
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi Hazretleri bir
beytinde kötülükleri bırakıp, iç temizliği ile zikre
devam etmeyi şu şekilde öğütler:
Fikr-i hevâdan kalb-i riyâdan
Geçip sivâdan Hakk’ı zikr eyle3
Aşk ile zikredenlerin zamanı değerlendirip zi-
kirle kıymetlendiklerine de şöyle işaret eder:
Ey gönül gel Hakk’ı zikr et aşk ile
Dem bu demdir dem bu demdir dem bu dem4
Gönüllerin Zikri
Zikrin önemi hakkında H. Hamidettin Ateş
Efendi’nin şu kelamları bizleri daha da aydınlat-
maktadır:
“Kişi, Allah (c.c.)’tan başka her şeyi unu-
tup O’nun ismini anarak, sürekli tekrar ederek,
mânevî lezzet bulur, kalben mutmain olur. İlahî
sevgi böylece insanın iç âleminde bir muhab-
bet yoğunluğuyla dolar taşar taştıkça coşar. Allah
(c.c.)’ı zikretmenin büyüklüğü; Kur’an-ı Kerîm’in
müjdesiyle bizlere bildirilmiştir. Namaz kılarken,
Kur’an okurken, dua ederken, dersini tesbihini
yerine getirirken ve her zaman Allah (c.c.)’ın ismi
anılırken, bu yaptığı işten tatlılık duyanlara, lezzet
alanlara hakikat kapıları açılır, üzerine feyz ü rah-
met saçılır. Kul Allah (c.c.)’ı andıkça, Allah (c.c.)
da kulunu anar. Zikredilene olan sevgi, zikrede-
nin sevilmesi vesilesiyle teslimiyet ve dostluk ka-
pıları açılır.
Zenginlik ve fakirlik anında, sağlık ve hastalık-
ta, yalnızlıkta ve toplulukta zikirden ayrılmamak
kalbin huzuru, insanın süruru için elzemdir. Zik-
redenlerin kalpleri yeşil ağaca, gafillerin kalpleri
ise kurumuş çalıya benzer. Rabbinin ismini anan
dudaklar, hep O’nunla olduğunun işaretini ve-
rir. Zikir ahiret azabından korunmanın, cen-
net ve cemale ulaşmanın vasıtasıdır.
Peygamberimiz bir hadîs-i şerîflerinde:
“Yedi sınıf mü’min hiçbir gölgenin bulun-
madığı kıyamet gününde Allahu Teâlâ’nın
Arş’ının gölgesinde ağırlanırlar. Bu sınıflar-
dan birisi de Allahu Teâlâ’yı halvette (gizlice
bir köşede, sessizce) zikredip ağlayandır.” bu-
yuruyor. Yeryüzünde bir yerde zikir yapıldığı
zaman, gök ehline burası gökteki yıldız küme-
leri gibi nurlu görünür. Mevlâ’sını her zaman
anan zâkirler, ölünce susuzluk hissi duymaz,
rahmet pınarlarından içerek Rabbine kavu-
şurlar. Allah (c.c.)’ın isminin anıldığı, zikrinin
yapıldığı topluluğa rahmet iner, şeytan yaklaşa-
maz.”5
Hulusi Efendi Hazretleri Dîvân’ındaki bir ru-
baide kalbi uyanık dervişlerin Allah’a kavuşma
maksadıyla çabalayan gönüllerinin elde ettikleri
en büyük kazancın zikir olduğunu beyan buyurur:
Dervîş olan âgâh olur
Her kârı zikru’llâh olur
Hep cümle varından geçer
Vâsıl-ı ille’llâh olur6
Yûsuf el-Hemedânî Hazretleri uzun yıllar
Bağdat’ta yaşadıktan sonra, hac farizasını ifa için
Harameyn’e gider, hac dönüşü Bağdat’a, oradan
da eski hizmet bölgesi olan Herat, Merv ve Rey
şehirlerine yönelir. Vefatına kadar buradaki hiz-
met faaliyetlerine devam ettirir. Herat’tan Merv’e
dönerken Bagşûr yakınlarındaki Bâmeîn kasaba-
sında, 22 Rebiulevvel 535/ 4 Kasım 1140 senesin-
de vefat eder. Naaşı önce oraya defnedildir, fakat
bir süre sonra İbnü’n-Neccâr adında bir müridi
kabrini Merv’e nakleder. Bugün mezarı, Türkme-
nistan sınırları içinde, Merv yakınlarındaki Bay-
ram Ali denilen yerde olup “Hâce Yûsuf” adıyla
ziyaretgâhtır.7
Hem hayatı, hem halifeleri, hem de eserle-
ri ile ilim-amel, şeriat-tasavvuf, zâhir-bâtın, fert-
cemiyet, madde-mânâ ilişkilerini bir bütün olarak
değerlendiren Hemedânî Hazretlerinin kişiliği
ile kaynaklardaki tespitlere baktığımızda şunlar
anlatılır:
Sözü dinlenir, hâl sahibi, ilim ve irfan ehliydi.
Sırtında daima yamalı yün elbise bulunurdu.
Hilm ve merhamet âbidesiydi. Kur’ân okumaya
çok düşkündü. Dünya işlerine ehemmiyet vermez-
di. Herkesin derdine yetişmeye çalışırdı. Türk ve
Tacik bütün köylülere dinin farzlarını öğretmek-
ten üşenmez, daima eğitim hizmetleri ile meş-
gul olurdu. İslâm’ın inanç esaslarını tevilsiz kabul
eder, daima riyazet ve mücâhede hâlinde bulunur,
müridlerine Peygamber(s.a.v.)’in sünnetine ve
ashâbının (r.anhüm) izlediği yollara göre hareket
etmeyi tavsiye ederdi. Kalbi, bütün mahlûkat için
“İslâm dini kulların, rızık için temiz ve helal yollardan rızık temin etmelerini hükme
bağlamıştır. İnsanların yeteneklerine göre çalışıp-kazanmaları, gerekli iş birliğini ve
iş bölümünü sağlamaları ve ihtiyaçları doğrultusunda harcama yapmalarını tabii
karşılamıştır.”
Haziran 201238 39
Sahabe AlbümüBünyamin ERUL*
*Prof. Dr.
derin bir muhabbetle dolu idi. Müridlerine dai-
ma dört büyük halifenin menkıbe ve faziletlerin-
den bahseder, onlara namaz, oruç, zikir, riyazet ve
mücâhedeyi tavsiye ederdi.8
Hemedânî (k.s.), müntesiplerinin dindarlıkla-
rını İslâm, iman ve zikir boyutunda derinleştir-
melerini isterdi.
Kalp ile zikir arasındaki ilişkiyi, ağaç ile su ir-
tibatına benzeten Hemedânî (k.s)’ye göre, kalp ile
tefekkür de ağaç ile meyve gibidir. Ağaca su ver-
meden yeşermesini beklemek, yaprak ve çiçek çı-
karmasını beklemeden ondan meyve istemek hata
olur. İstense bile asla meyve vermez. Çünkü o va-
kit meyve zamanı değil, ağacı besleme ve imar
etme zamanıdır. Ona su vermek, sarmaşık otun-
dan ve meyve kanalına yabancı olan şeylerden
arındırmak, sonra da güneşin ısısını beklemek ge-
rekir. Ağaç bu özelliğe büründükten sonra onun
dalından meyve istemek doğru olur. Artık bu va-
kit, meyve zamanıdır.
Yusuf Hemedânî (k.s.)’nin kendi müridi
Abdulhâlik Gucdevânî (k.s.)’ye nasihati şu şekil-
dedir:
“Bir pîrle sohbetten mahrum olan müridin
her gün bu zümrenin eserlerinden sekiz varak (16
sayfa) okuması gerekir. Böyle yaptığı takdirde,
bu sözler onun gönlünün dirilmesine sebep olur.
Buna göre bir mürid yolunu ve gidişatını dört esas
üzerine bina etmelidir. Birincisi, perhiz ve nefi s
riyazeti; ikincisi, lokmanın ve hırkanın helâl ol-
ması; üçüncüsü, mücâhede; dördüncüsü, zikir-
dir.” diye cevap verir.9
Yazımızı bitirirken, Hemedanî Haz-
retlerinin işaret buyurduğu üzere, nefi s-
le mücadelede, zikirde, kendini kötülük-
lerden korumada anahtar rol yüklenen
helal lokma meselesine H. Hamidettin
Ateş Efendi’nin yorumunu da vererek
sözü bağlayalım:
“İslâm dini kulların, rızık için te-
miz ve helal yollardan rızık temin et-
melerini hükme bağlamıştır. İnsanların
yeteneklerine göre çalışıp-kazanmaları,
gerekli iş birliğini ve iş bölümünü
sağlamaları ve ihtiyaçları doğrultusunda
harcama yapmalarını tabii karşılamıştır.
Ancak İslâm, kazanç yolları ve mal-mülk
edinme konusunda meşrûiyet prensibi-
ni esas almıştır. Yanlış ve haksız uygu-
lamalar konusunda insanları uyarmış bu
yönde bazı sınırlamalar getirmiştir.
Bu dünyada yapılan zerre kadar iyiliğin ve zer-
re kadar kötülüğün karşılığının göreceği gün gel-
meden, herkes hareketlerine dikkat etmelidir.
Yediği lokmaların amellere etki yaptığını iyi bil-
melidir. Kişi nefsinin emirlerine uymayarak nef-
siyle mücadele ederek, helal lokma yiyerek, zikrin
tadına ancak varabilir.”10
1 Özköse Kadir - Şimşek H.İbrahim, Altın Silsileden Altın Halkalar, Nasihat Yay., Ankara, 2009, s. 137.
2 Abdülhâlik Gucdevânî, “Makâmât-ı Yusuf Hemedânî”, Hayat Nedir–Rutbetü’l-hayât-, çev.: Necdet Tosun, İnsan Yayınları, İstanbul 1998, s. 39.
3 Ateş, Es-Seyyid Osman Hulûsi, Dîvân-ı Hulûsî-i Dârendevî, (Haz. Prof. Dr. Meh-met Akkuş-Prof. Dr. Ali Yılmaz), Nasihat Yay., İstanbul, 2006., s. 264.
4 Ateş, Dîvân, s. 210.5 H. Hamedittin Ateş, Evrad-ı Behaiyye Takdim Bölümü, Nasihat Yay., İstanbul,
2007. s. 10-11.6 Ateş, Dîvân, s. 344.7 Tosun Necdet, Bahâeddîn Nakşbend: Hayatı, Görüşleri, Tarikatı, İnsan Yay., İs-
tanbul 2002, s.4. 8 Özköse Kadir, Anadolu Tasavvuf Önderleri, Ensar Yayıncılık, Konya 2008, s. 66.9 Hâce Yusuf Hemedânî, “Risâle der Âdâb-ı Tarîkat/Tarîkat Âdâbı”, Hayat Nedir
-Rutbetü’l-hayât-, çev.: Necdet Tosun, İnsan Yayınları, İstanbul 1998, s. 91-95.10 H. Hamidettin Ateş Hutbe Arşivi, 23.03.2012.
Dipnot
Adı : Attâb
Künyesi : Ebû Abdirrahmân
Doğum yılı : M. 610.
Doğum yeri : Mekke
Baba adı : Esîd b. Ebi’l-Îys b. Ümeyye el-
Ümevî el-Kureşî
Anne adı : Zeyneb veya Ervâ bint Ebî Amr
b. Ümeyye
Eş(ler)i : Cüveyriye bint Ebî Cehil.
Akrabaları : Tespit edilemedi
Oğulları : Abdurrahmân, Ğallâb, Hâlid,
Kızları : Cüveyriye
Kabilesi : Kureyş’in Emevî kolundandı.
İslâm’a girişi : Mekke’nin fethinde (630) Müs-
lüman oldu.
Sohbet süresi : İki yıl
Rivayeti : 4-5 rivayeti var.
Yaşadığı yer : Mekke, Medine
Mesleği : Valilik, hac emirliği
Hicreti : Medine
Savaşları : Tespit edilemedi
Görevleri : Hz. Peygamber (s.a.v.) Huneyn
Seferine çıkarken yirmi yaşında olmasına rağmen
onu Mekke’ye vali tayin etti. Mekke’nin fethedil-
diği yıl hac emirliği yaptı. Mekke valiliği Hz. Ebû
Bekir zamanında da devam etti.
Fizikî yapı : Tespit edilemedi
Mizacı : Fazilet sahibi, dirayetli biriydi.
Tok gözlü ve cömert biriydi. Bir gün Attâb sırtı-
nı Beytullâh’a yaslamış ve şöyle demiştir: “Valla-
hi Rasulullah’ın (s.a.v.) beni tayin ettiği şu valilik
işin den sadece şu bağlı iki elbiseyi elde ettim ve
ikisini de anlaşmalı kölem Keysan’a giydirdim.”
Ayrıcalığı : Hz. Peygamber (s.a.v.)’in değer
ve sorumluluk verdiği gençlerden biriydi.
Ömrü : 25
Ölüm yılı : H. 13. senede, bazı kaynaklarda
ise 23’te vefat etmiştir.
Ölüm yeri : Mekke’de,
Ölüm sebebi : Tespit edilemedi
Hakkında : Rasulullah (s.a.v.) Attab’ın
İslâm’a girmesini arzu etmiş ve cehennemden alı-
koymak istediği iki gençten biri olarak onu anmış-
tır. Onun sesini çok beğenmiş ve Mekke’de ezan
okumasını istemiştir. Yine bazı rivayetlerde Hz.
Peygamber (s.a.v.)’in ona mektup yazdığı ve bazı
talimatlar verdiği anlatılmaktadır.
Hadisleri : Rasulullah (s.a.v.) Attâb’a, hur-
maların miktarını takdir edip zekâtını aldığı gibi,
yaş üzümün de miktarını takdir ederek zekâtını
kuru üzümden almasını emretti.
“Hanımın üzerine halası ve teyzesiyle evlenile-
mez.”
Kaynaklar: İstîâb, I. 314; İsâbe, IV. 429-430; Üsd,
I. 738; DİA, IV. 93; İbn Sa’d, Tabakât, V. 446.
Attâb b. Esîd (r.a)
Yûsuf el-Hemedânî Hazretleri’nin Kabri
41
SOMUNCU BABA VE HULÛSİ EFENDİ
PANELLERİ
Haziran 201240
Somuncu Baba
ve Hulûsi Efen-
di (k.s.)’nin tarihî,
manevî, edebî, sosyal ve kül-
türel şahsiyetlerinin günü-
müz insanları tarafından daha
yakından tanınması amacıy-
la Kayseri, Mersin, Sivas ve
Malatya’da Vakfımız tarafın-
dan ‘Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi Panelleri’ düzenlendi.
Panellere yoğun bir katılım ger-
çekleşti. İnsanlar Anadolu’nun
manevî mimarlarını tanımak
için belirlenen salonlara akın
etti. Aynı zamanda panellere
Vakıf Mütevelli Heyet Başka-
nımız Hamid Hamideddin Ateş
Efendi ve devlet protokolünden
pek çok sima katıldı.
Kayseri
Panellerimize Somun-
cu Baba’nın doğduğu yer olan
Kayseri’den başlandı. İlk yer
olarak Kayseri’nin olması
tesadüfî değildi. Kayseri’de ayrı
ve özel bir ilgiyle karşılanıl-
dı. Somuncu Baba ve Neseb-i
Alîsinden Hulûsi Efendi’nin
anılması anlamaya çalışılma-
sı insanlara ayrı bir huzur ve
mutluluk veriyordu. Kadir Has
Kongre Merkezi’nde yapılan
panelde bir konuşma yapan
Talas Belediye Başkanı Rıfat
Yıldırım; “Gençlerimize idol ve
örnek olarak manevî şahsiyet-
leri bir bir anlatmak, geleceğe
bırakacağımız en büyük miras
olacaktır” dedi. Başkan Yıldı-
rım sözlerini şu şekilde tamam-
ladı; “Darende’yi seviyor, sayı-
yor ve gıpta ediyoruz. Somuncu
Baba tüm Anadolu’nun gönül
erenlerinden birisidir. Bundan
sonra da bu yolun devamı an-
lamında Akçakaya ile Daren-
de arasında manevî bir köprü
olacağına inanıyorum.” dedi.
Kayseri’de çok güzel bir panel
düzenlenirken ruhlar büyük-
lerle buluşmanın huzurunu ya-
şadı.
Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi Panelinde, Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
İslam Hukuku Öğretim Üyesi
Prof. Dr. Abdullah Kahraman,
Gaziosmanpaşa Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof.
Dr. Kadir Özköse, Cumhuriyet
KültürResul KESENCELİ
Bizüm gülşendeki güller
Dururlar taze solmazlar
Hazân olup dökülmezler
Zemistân ü bahâr olmaz
Şeyh Hamid-i Velî (k.s)
Asla
n TE
KTAŞ
Haziran 201242 43
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Türk-İslâm Edebiyatı Anabilim
Dalı Başkanı Prof. Dr. Alim Yıl-
dız ile Es-Seyyid Osman Hulûsi
Efendi Vakfı Eğitim ve İlmi
Araştırmalar Müdürü Tarihçi-
Yazar Resul Kesenceli sunumla-
rını izleyicilerle paylaştı.
Mersin
Mersin Ticaret ve Sanayi
Odası (TSO) konferans salonun-
da gerçekleşen panele Gaziantep
Üniversitesi İlahiyat Fakülte-
si Dekanı Prof. Dr. Ali Akpınar,
Fırat Üniversitesi İlahiyat Fa-
kültesi Öğretim Üyesi Mehmet
Soysaldı ve Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi Vakfı Eğitim ve
İlmi Araştırmalar Müdürü Ta-
rihçi-Yazar Resul Kesenceli su-
numlarını izleyicilerle paylaştı.
Anadolu’nun münbit toprakla-
rından yetişen ve Anadolu’nun
manevî mimarları anıldı. İn-
sanların yoğun ilgisi karşısın-
da ciddi bir yoğunluk yaşandı.
Muhabbet ve sevgi gönüllerde
hissedildi.
Sivas
Sivas’taki Somuncu Baba ve
Hulûsi Efendi Paneline çok yo-
ğun ilgi vardı. Devlet erkânı ve
protokolden katılım oldukça
yoğundu. Açılış konuşmaların-
da ise Anadolu’nun manevî mi-
marları bir kez daha anıldı. Si-
vas Vali Yardımcısı Vefa Kaya,
ömrünü insanlara ve toplum
hizmetlerine adayanların asla
unutulmayacağını söyledi. TSO
Meclis Başkanı Mustafa Sarı-
lar da konuşmasında, çocukluk
yıllarından itibaren tanıma fır-
satı bulduğu Hulûsi Efendi’nin
insanlara verdiği önemden bah-
setti. Mustafa Sarılar; “Örnek
çalışmalarla insanlara sosyal ve
kültürel anlamda hizmetler üre-
ten Hulûsi Efendi Vakfı tarihî
şahsiyetlerin günümüzde daha
iyi anlaşılmasını sağlamak için
böylesine güzel bir toplantıyı
Sivas’ta düzenlemekle bu şehre,
bu şehrin sakinlerine ve manevî
şahsiyetlerine verdiği değeri
sergilemektedir” dedi.
İl Müftüsü Yusuf Şahin ise
bir düşünürün ‘Ben sevdiğimi
aklımla, kalbimle asla sevmiyo-
rum, ben sevdiklerimi ruhum-
la seviyorum’ dediğini hatırlata-
rak; “Kalp ölüme akıl unutmaya
mahkûmdur ama ruh hiçbir za-
man ölmez. Bizde sevdiklerimi-
zi ruhumuzla seversek işte o za-
man mana ifade eder” şeklinde
görüşlerini dile getirdi.
Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi Panelinde Cumhuriyet
Üniversitesi İlahiyat Fakülte-
si İslâm Hukuku Öğretim Üye-
si Prof. Dr. Abdullah Kahraman,
‘Somuncu Baba’nın Eserlerin-
de Hz. Peygamber Sevgisi’, Ga-
ziosmanpaşa Üniversitesi İlahi-
yat Fakültesi Dekanı Prof. Dr.
Kadir Özköse, ‘Hulûsi Efendi ve
Tasavvufî Edep Anlayışı’, Cum-
huriyet Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Türk-İslâm Edebiyatı
Anabilim Dalı Başkanı Prof. Dr.
Alim Yıldız ise ‘İhramcızade İs-
mail Hakkı Efendi ve Mevlid-i
Şerifi’ konularında konuşmalar
yaptı.
Malatya
Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi paneli Malatya’da çok
güzel ve muhteşem geçti. Ma-
latyalıların ayrı ve özel bir ilgi-
si bulunuyordu. Katılım o kadar
güzeldi ki manevî feyz pınarla-
rı tüm gönüllere akıyordu. Ma-
latya Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi’yi artık tanımaya başlı-
yordu. Bundan sonra da manevî
mimarlardan feyz almaya de-
vam edeceklerine dair mesajlar
veriyorlardı. Malatya Belediye
Başkanı Ahmet Çakır¸ panelde
yaptığı konuşmada¸ şehirlerin
gelişmesi için modern¸ alt yapı
sorunları olmayan¸ fizikî yapı-
laşmasıyla güzelleşmesi için ya-
pılan çalışmalar kadar¸ manevî
yönden de imar gerektiğini bil-
dirdi. Başkan Çakır; “Manevî
imar¸ Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi gibi büyüklerimizi an-
lamak ve onlar gibi yaşamakla
olur. Şehirler ne kadar gelişirse
gelişsin¸ ekonomi ne kadar ile-
riye giderse gitsin bugün bak-
tığımız zaman mutsuz¸ ruhsuz
insanlar var ki¸ bu sorunu da
çözmek lazım. Sadece gelişmeyi,
kalkınmayı ön planda tuttuğu-
muzda bu buhranın içerisinden
çıkmamız mümkün değil” dedi.
Somuncu Baba ve Hulûsi
Efendi Panelinde Marmara Üni-
versitesi Edebiyat Fakültesi Ta-
rih Bölümü Öğretim Üyesi Ah-
met Şimşirgil, Fırat Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
45Haziran 201244
Prof. Dr. Mehmet Soysal-dı: Hulûsi Efendi ve Peygam-
ber Sevgisi konusunda görüşle-
rini paylaştı, “Müslüman Allah’ı
ve Allah dostlarını seven insan-
dır. Hz. Muhammed (s.a.v.)’i
severek, onu örnek edinerek ve
onun sünnetine ittiba ederek
Hulûsi Efendi gibi yaşamak ge-
reklidir.”
Prof. Dr. Mehmet Kara-göz: Sadat-ı Kiramın hizmetle-
ri ve çalışmasının kıymetinden
bahsederek büyüklerin yaptık-
ları güzel şeylerin açığa çıkma-
sını istememek, kötülüklerden
de her daim uzak durmaya ça-
lışmak gibi güzel huylarından
bahsetti.
Yoğun Katılım ve Teşekkür
Kayseri, Mersin, Sivas ve
Malatya’da halkın büyük tevec-
cühü ile karşılaşıldı. Gelen izle-
yiciler gönüllüydü ve gönülle-
ri güzeldi. Salonlar tamamıyla
dolmuş hatta insanlar ayakta
kalmalarına rağmen panelist-
leri sonuna kadar dinlemişler,
bu panellerden ayrı bir huzur ve
mutluluk duymuşlardı. Panelle-
rin bitiminde dağıtılan Somun-
cu Baba ekmeğini alıyorlar ayrı
bir feyz, muhabbet ve berekete
kavuşmanın mutluluğunu yaşı-
yorlardı. Ayrıca panellere katı-
lan protokol ve devlet erkânı te-
şekkürlerini bildirirken böyle
bir organizasyonun kendileri-
ni mutlu ettiğini belirtmişlerdi.
Panellerimize katılan Es-
Seyyid Osman Hulûsi Efendi
Vakfı Mütevelli Heyet Başkanı
Hamid Hamideddin Ateş Efen-
di, Sivas Vali Yardımcısı Vefa
Kaya, Malatya Belediye Başka-
nı Ahmet Çakır, Talas Belediye
Başkanı Rıfat Yıldırım, Kayse-
ri Büyükşehir Belediyesi Genel
Sekreteri Mustafa Yalçın, Si-
vas İl Emniyet Müdürü Kemal
Seyhan, Malatya Vakıflar Böl-
ge Müdürü Yakup Aktürk, Sivas
İl Müftüsü Yusuf Şahin Akde-
niz, İlçe Müftüsü Bünyamin Ak-
koç, Mezitli İlçe Müftüsü Nus-
ret Karabiber, Sivas TSO Meclis
Başkanı Mustafa Sarılar, Mer-
sin TSO Meclis Başkanı İbrahim
Kiper, Cumhuriyet Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof.
Dr. Metin Bozkuş, Prof. Dr.
Abulkadir Yuvalı, Prof. Dr. Ah-
met Şimşirgil. Prof. Mehmet Ka-
ragöz, Prof. Dr. Abdullah Kah-
raman, Prof. Dr. Kadir Özköse,
Prof. Dr. Alim Yıldız, Prof. Dr.
Ali Akpınar, Prof. Dr. Mehmet
Soysaldı Beylere, protokolün
kıymetli üyelerine, sunucumuz
M. Fatih Kerimoğlu’na, organi-
zasyonda emeği geçen vakıf per-
sonelimize ve gönül dostlarımı-
za çok teşekkür ediyoruz... Sevgi
ve saygılarımızla...
Mehmet Soysaldı ve Es-Seyyid
Osman Hulûsi Efendi Vakfı Eği-
tim ve İlmi Araştırmalar Mü-
dürü Tarihçi-Yazar Resul Ke-
senceli sunumlarını izleyicilerle
paylaştı. Malatya’daki panelde
Hulûsi Efendi’nin Turgut Özal
ile ilgili hatırası ve nasihatleri
ile Darende İmam Hatip Lisesi-
ni açma hatırası izleyicileri duy-
gulandırdı.
Panelistlerden İzlenimler
Prof. Dr. Ahmet Şim-şirgil: “Somuncu Baba Şeyh
Hamid-i Veli’yi çok iyi tanımak
gerekmektedir. O, Anadolu’ya
manevî fetih için gelen Hora-
san erenlerindendir. Somuncu
Baba Anadolu’ya yön verirken
Osmanlı Coğrafyası üzerinde
etkileri büyüktür. Öyle ki Hacı
Bayram-ı Veli ve Akşemseddin’i
yetiştirirken İstanbul’un fet-
hi ve Fatih’in üzerindeki etkisi-
ni unutmamak gerekir. Aslın-
da Somuncu Baba İstanbul’un
manevî fatihidir.”
Prof. Dr. Kadir Özköse:
“İnsanı yetiştirmek çok önem-
lidir. Eserden çok insana önem
vermek gerekir. Bunun içinde
büyükler insana kıymet vermiş-
lerdir. Hulûsi Efendi’nin edep
anlayışı her şeyin üzeridedir.
Hulûsi Efendi gönüle çok önem
verir. O gönül insanı ve hizmet
insanıdır. Hazretin cümleleriy-
le özetleyelim. “Hulûsi Efendi
dergâhını, Somuncu Baba oca-
ğı, yüce veliler yatağı, gönüllere
ferahlık bahşeden feyz u rahmet
bucağı, Taceddin-i Veli Hazret-
lerinin otağı, gamları giderip
neşelere gark eden, zevk ü sürur
kaynağı, Darende’nin yüz ağı,
ilim ve hikmet menbaı ve güzel-
ler oymağı olarak nitelemiştir.”
Prof. Dr. Abdullah Kah-raman: “Somuncu Baba Haz-
retleri hep kendisini gizlemiştir.
Sırrı ortaya çıktığında ayrılmış-
tır. Keramet göstermez istika-
meti düzgündür. Kendisini bir
yıl takip eden birisi “Efendim
hiç kerametinizi görmedim” de-
diğinde “Oğul bizde yalan, dedi-
kodu, gıybet, birinin aleyhinde
davranmayı gördün mü? Bizde
yalnızca, dürüstlük, incelik, iti-
na, istikameti gördün. Daha ne
keramet arıyorsun” buyurmuş.
Altıyüz yıldan beri bu incelikle-
rin devam ettiğini söylemiştir.”
Prof. Dr. Alim Yıldız: “İh-
ramcızade Hazretleri Sivas’ın ge-
lişmesinde çok etkili bir simadır.
Günümüzde İmam-Hatiplerin
değeri yeni anlaşılıyor. İhramcı-
zade İsmail Hakkı Efendi 1950’de
bu okulu açmış ve buradan çok
güzel insanlar yetişmiştir Günü-
müzde bu noktaya daha yeni ge-
liniyor. Mevlid-i Şerif ise zor za-
manda yazılmış ve insanlara yön
vermiş bir eserdir.”
Prof. Dr. Ali Akpınar:
“Önce onlar gibi yaşamak zorun-
dayız. Bakınız çok münbit top-
raklarda yaşıyorsunuz. Cennet
vatanımızın her bir köşesi gü-
zel ama Darende’yi biliyorsunuz,
Darende hizmeti taşların arasın-
dan çıkaran bir yerdir. Bu top-
raklar dün de çok büyük insanları
yetiştirdi, bu gün de yetiştiriyor.
O yüzden maneviyat ruhunu bu-
lunduğumuz yerlerde örnek şah-
siyetlerin hayatları gibi yaşat-
mamız gerekiyor. Bir müddet
Darende’de bulundum o insanlar
öyledir ki sükût ehli ama eylem
adamlarıdır. Hizmet insanlarıdır,
çalışkandır ama yapmış oldukları
işleri gizlerler.”
Aslan TEKTAŞ
Haziran 201246
HAYATLARHUZURSUZ
“Esasında insan ‘Sonra ne olacak?’ sorusunun cevabını verebilse
gerçek mutluluğu yakalayabilir. ‘Zengin olacağım, şunu bunu
yapacağım, çocuklarımı evereceğim, seyahat edeceğim.’ şeklindeki
ileriye dönük planların her birinin ardından, ‘Sonra ne olacak?”
KültürEnbiya YILDIRIM*
Her insanın ger-
çekleşt irmek
istediği hedef-
leri vardır. Birine “Neler yapmak
istersin?” diye bir soru yöneltti-
ğinizde, sizlere sayfalar dolusu
tutacak planlarından bahseder.
Aynı soru bize yöneltilse biz de
onlardan aşağı kalmayız. Hepi-
mizin aklında ileriye dönük he-
saplar ve projeler vardır. Sonuç-
ta insanlar hedeflediklerini elde
etmek, emellerine erişmek için
çırpınıp dururlar. Bir şeylerin
peşinden koşmak onları ayakta
tutar. Ancak hedeflerini geçek-
leştiremediklerinde ve istedik-
lerini elde edemediklerinde ba-
zen büyük bir hayal kırıklığına
uğrarlar. Kendilerini teselli ede-
cek bir sığınak bulamadıkların-
da da yanlış yollara saparlar. Ba-
zen çaresizlik içinde hayatlarına
son verdikleri bile olur. Hiçbir
şey olmasa buhrana düşerler.
Yaşadığımız dünyada bunun ör-
nekleri hepimizin etrafında faz-
lasıyla mevcuttur.
İnsanı yaşama bağlayan
şeyler sadece nefsânî istekle-
ri ve elde etmek istediği dünya-
lıklar olduğunda, bunlar olduğu
sürece kendisini meşgul edecek
bir şeyler var demektir. Hatta
bu koşturmaca bütün bir hayat
boyu devam edebilir. Ancak bu
tür kazanımlar insanın mânevî
açlığını doyuramazlar. Nitekim
büyük servetlerine rağmen
hayatlarından tat alamadıkları
için mutsuz olduklarını
söyleyen veya yaşamlarına son
veren ünlülerin sayısı hiç de az
değildir. O zaman ortada bir
tatminsizlik var demektir. Bir
şeylerin doyurulamaması gibi
bir durum söz konusudur.
Hayal Kırıklığı
Kaldı ki insan her istediğini
elde etse bile yaşam bir müddet
sonra kendisi için tek düze hale
gelebilir. Çünkü her şeyi elde et-
menin bir sonu yoktur ve biri-
ken dünyalıkla birlikte insanın
mutluluğu bir noktadan sonra
artık çoğalmaz. Kazanımlar in-
sana mutluluk vermez olur. Elde
etmek istediklerini kazanama-
yınca büyük bir hayal kırıklığına
uğrayan insan gibi hayata küsü-
verir. Her iki durumda da insanı
rahatlatacak ve görünür olanın
ötesinde ona bir sığınma kapısı
açacak bir alana ihtiyaç vardır.
Bu sağlanmadığı zaman insanın
hayatını tüketen olumsuzluklar
yaşamını kemirmeye başlar.
İslâm’a gelince; bu son din
insana öncelikle yaşamın sadece
hazlar ve dünyalıklarla sınırlı
olmadığını söyler. Yaşamanın ne
için ve hangi ölçüler içerisinde
sürdürülmesi gerektiğini anlatır.
Ahlakî çizgiler belirler, başkala-
rını da düşünen bir yaşam fel-
sefesi öğütler. Paylaşımcılığı,
diğergamlığı ve adaletli davran-
mayı, güvenilir ve doğru olma-
yı, nefsi öncelememeyi öğretir.
Böyle olunca da insanın yaşan-
tısında haz ve dünyalık elde et-
menin yanında yeni alternatifler
ve seçenekler belirir. Kişi haya-
tını devam ettirirken gündelik
yaşantısını bezeyeceği ve onlar-
la mutlu olacağı yepyeni alanla-
ra sahip olur.
Bunun yanında İslâm in-
sana ölüm ötesi diye bir şeyin
var olduğunu söyler. Dünya-
nın birinci hedef olmamasını,
asıl olanın ölüm sonrası ebedî
yaşam olduğunu öğütler. Se-
vap ve azabı haber verir: “On-
lar, Allah’a ve âhiret gününe
inanırlar; iyiliği emreder,
kötülükten menederler; hayırlı
işlere koşuşurlar. İşte bunlar iyi
insanlardandır.”1 “Kim dünya
nimetini isterse, bilsin ki dünya
ve âhiret nimeti Allah katında-
dır. Allah her şeyi çok iyi işiten
ve çok iyi görendir.”2
Bunların gerçekten bilin-
cine varan mü’mini dünyada
hiç bir şey yıkamaz. Çünkü
elde edemedikleri karşısında
tevekkül sahibidir. Elinden
kaçırmasında bir hayır vardır,
diye düşünür. Karşılaştığı
olumsuzlukları bir şekilde
47
Haziran 201248
VEDA TEPESİ
Kudüs’ün ürkek gözyaşlarıDiyarbekir’in gözlerinden akarTunus’un yanaklarından sızanKahire’nin koyu kanıdırŞam’ın sonbahar saçlarıDökülür derisinden Yemen’inMedine tüter Mekke’nin burnundaDüğümlenir boğazı İstanbul’unVedâ tepesinden uyanış doğar Bilal YAVUZ
49
hayra yormasını bilir. “Ben
elimden geleni yaptım ama
başaramadım, inşallah Rabbim
âhirette bunun karşılığını bana
verir.” diye düşünür. Çabasının
bir şekilde karşısına çıkacağı-
na inandığından dolayı da yeise
düşmez. “Çabaladım, çırpındım
ama kahretsin olmadı.” demek
alına gelmez. Allah’a ve onun
takdirine olan inancı çok
güçlü olduğundan her gelenin
yine ondan geldiğini bilir ve
isyankâr bir ruh hali sergilemez.
Başarılı olsa da başaramasa da
mutludur. Yetinmesini bilir.
Çünkü onun rabbi “Mü›minler,
yalnızca Allah›a tevekkül et-
melidir.”3, “Kim Allah’a tevek-
kül ederse, o ona yeter.”4 buyur-
maktadır.
İslâm’ın konumuz çerçeve-
sindeki diğer bir güzel yönü
de caydırıcılığıdır. İstedikleri
gerçekleşmeyen insanı haram
sayılan yollara başvurmaktan
acıklı azap haberiyle engeller.
Başarısız bireyin kendisini
dağıtmasının, hayata
küsmesinin önüne geçer.
İnsana olan biteni kabullenmeyi
öğretir. Kendisini içkiye ve diğer
kötü alışkanlıklara vurmasına
mâni olur. Hatta yaşama
küsüp hayatını sonlandırmaya
kalkanları bile tekrardan hayata
bağlar. Çünkü İslâm’a göre
kişinin kendi eliyle yaşamını
nihayetlendirmesi çok acı bir
azabı da peşinden getirecektir.
Kişi kendisinin hayatına hangi
yolla kıyarsa kıyamette aynı
şekilde azaba dûçâr olacaktır.
Çünkü Hz. Peygamber (s.a.v.)
şöyle buyurmaktadır: «Sizden
önceki ümmetlerden yaralı bir
adam vardı. Yarasının acısına
dayanamayarak bir bıçak aldı
ve elini kesti. Ancak kan bir tür-
lü kesilmediği için adam öldü.
Bunun üzerine Cenâb-ı Hak;
‘Kulum canını almakta bana
karşı acele etti, ben de ona cen-
neti haram kıldım’ buyurdu.”5
“Kim kendisini bıçak gibi keskin
bir şeyle öldürürse, cehennem
ateşinde onunla azap görür.”6
“(Dünyada) kendisini boğan ce-
hennemde de kendisini boğar,
dünyada kendisini vuran ce-
hennemde kendisini vurur.”7
Bu dehşetli azaptan korkan
insan kendisine çeki düzen verir
ve Allah’ın ihsan ettiği yaşamı
vâdesi geldiğinde yine Allah’ın
almasını bekler. İslâm böylece
kula hayatını ikinci kez bahşe-
der. Bir müddet sonra da yaşa-
mın kıyısına gelmiş olan bu kişi
aptallığına yanar ve ne kadar ge-
reksiz yere hayatına son verme-
ye çalıştığını düşünür. Ömrü-
nü kötü sonlandırmadığı için de
Rabbine şükreder.
Sonra Ne Olacak?
Esasında insan “Sonra ne
olacak?” sorusunun cevabını
verebilse gerçek mutluluğu ya-
kalayabilir. “Zengin olacağım,
şunu bunu yapacağım, çocuk-
larımı evereceğim, seyahat ede-
ceğim.” şeklindeki ileriye dönük
planların her birinin ardın-
dan, “Sonra ne olacak?” sorusu-
nu sorduğumuzda karşımızda-
ki bir yerde tıkanıp kalır. Belki
biz, “Sonra ne olacak?” diye sor-
dukça ölene kadar yapacağı işle-
ri sıralayarak kendisince planlar
söyleyebiliriz. Ancak iş ölüme
gelip dayandığında “Sonra ne
olacak?” sorusunun cevabı in-
sanı titretir. Çünkü sadece haz-
lar ve dünyalıklar peşinde ge-
çen bir ömrün sonunda insanı
bekleyen ebedî yurttaki yaşamın
nasıl olacağı üç aşağı beş yukarı
bellidir. Çünkü ebedî hayat dün-
yadaki mânevî kazanımlara göre
şekillenecektir. Bu nedenle, ma-
kul sınırlar içerisinde düşünen
bir insan ardı ardına tekrar eden
“Sonra ne olacak?” sorularıyla
sarsılır ve ölüm ötesi için kendi-
sini hazır etmeye bakar. Yaşam
felsefesini değiştirerek kanâati,
başkaları için fedâkârlık yap-
mayı, iyi ahlaklı biri olmayı, fe-
sat olmamayı, haset etmemeyi,
kin gütmemeyi, dedikodu yap-
mamayı, örnek bir kişilik sergi-
lemeyi kendisine düstur edinir.
İyi bir Müslüman olur.
Hayatın hem kendimiz hem
de yakınımızdaki insanlar için
anlamsızlaşmaması için atıla-
cak küçük adımlar bulunmakta-
dır. Bunları yapabilirsek mutlu-
luk sandığımız şeylerin gerçekte
bizi mutlu etmediğini, kulluk-
tan alıkoyduğunu, bizi oyaladı-
ğını anlayacağız. Çünkü İslâm’la
bezenmemiş hiç bir şey insana
saâdeti getirmeyecektir.
İşin başı insanın yaratılış
gayesini unutmamasıdır. Bu
akılda kaldıkça problemler bir
şekilde çözülecektir.
1 3/Âl-i İmrân, 1142 4/Nisâ, 1343 3/Âl-i İmrân, 1224 65/Talâk, 3
5 Buhârî, 32046 Buhârî, 12757 Buhârî, 1276
*Prof. Dr.
Dipnot
51
OSMAN HULÛSİ EFENDİ (K.S.)’DE
AİLE EĞİTİMİ“Osman Hulûsi Efendi, ilim ve irfan Hak mektebinde okunmalı düsturunu kendi
hayatında tatbik etmiş, sonra da etrafını bir meşale gibi aydınlatmış,
Darende’yi bir irfan ve kültür merkezi yapmıştır.”
Haziran 201250
Kadın ve AileM. Aybike SİNAN Aile, hiç şüphesiz
bir toplumun
zembereğidir,
anahtarıdır, merkez ve mihenk ta-
şıdır. Hem en küçük hem en bü-
yük birimidir. Toplumun bekası,
bir ülkenin geleceği için en önemli
kurumdur aile. İnsanlığın istikba-
li aileye bağlıdır. Aile varsa özellik-
le sağlıklı temeller üzerinde bina
edilmiş ise o zaman geleceğimiz-
den söz edebiliriz.
İşte Darende’de bir ışık gibi
etrafını aydınlatan, has bahçenin
gülü gibi etrafına kokular salan,
ışıklandıran, bir gönüller sultanı
Es-Seyyid Osman Hulûsi Efen-
di Hazretleri de bu meseleye hu-
susan eğilmiştir. Kendi ailesinde
de bizzat uygulayıp hayata geçir-
diği eğitim meselesi üzerine otuz
ikinci Hutbesinde cemaatine şöy-
le seslenmiştir:
Müslümanlık Nazarında Çocuk
Müslümanlık nazarında ço-
cuklar dünyanın en güzel, en ha-
yırlı metaıdır. Evin bereketidir.
Cennet kokularından bir koku ve
Allah’ın bir hediyesidir. Allah ih-
san eylediği bu hediyeye karşı
şükretmek, ana babaya düşen bir
vazifedir, bir borçtur.
Her ana ve baba bundan me-
suldür. O bu mesuliyetten kur-
tulabilmek için Allah’ın ihsan
eylediği bu hediyeyi tertemiz
muhafaza etmek, arızasız bü-
yütmek, bunlara dinini, dünya-
sını öğretmek, Allah’ın kitabını
belletmek, dünya ve ahrette me-
sul olacak şekilde hazırlamak la-
zımdır.
Çocuklarının terbiyesini ih-
mal eden onlara bakmayan ba-
balar ve analar hem Allah ya-
nında hem cemiyet nazarında
suçludur.”
Osman Hulûsi Efendi, çocu-
ğun ilk çocukluk yıllarının öne-
mini özellikle vurgular ve terbi-
ye, ahlâk ve eğitimin çok küçük
iken verilmesinin daha kalıcı ve
etkili olacağının altını çizer.
Nitekim Sevgili Peygamber
Efendimiz de çocuk eğitimi ile
alakalı şunları söylemektedir.
“Çocuklarınıza ikram edi-
niz, iyi bakınız, terbiyelerine çok
dikkat ediniz. Onları güzel terbi-
ye ediniz, onlara mutlaka muh-
taç oldukları şeyleri öğretiniz,
yüzücülük, atıcılık, gibi hayat id-
manlarını belletiniz, onları helal
rızık ile besleyiniz.”
Esasında eğitim ve terbiye
etmek gaye itibarıyla birbirine
benzese de aralarında mânevî
anlamda farklar vardır. Zira eği-
tim arzu edilen bazı disiplinle-
rin çocuğa öğretmek, bilgilen-
dirmek karşılığına denk gelse
de; terbiyenin amacı bambaş-
kadır, çünkü toplumsal yaşan-
tının ana gayelerinden birisi de
birlikte yaşayan insanların ka-
bul edilebilir ortak tavırlar, ben-
zer davranışlar göstermeleridir.
Oysa terbiye zaruridir, hem dinî
temelleri vardır, hem de insanın
mutluluğunu ve huzurunu esas
alır.
Nitekim hepiniz görüyorsu-
nuz birçok okul bitirip, birçok li-
san öğrenip de toplumun edep
ve irfanına aykırı hareket eden
insanlar vardır ve biz bunları
hoş karşılamayız çoğunlukla.
Ülkemizde terbiye ve eğitim
zaman zaman birbirlerinin ye-
rine kullanılmışsa da ikisi asla
aynı şey değildir. Nitekim bir
çocuk utanma duygusunu, ar et-
meyi, ahlâklı olmayı, adab-ı mu-
aşereti önce aile çevresinde öğ-
renir. Okul başladığında zaten
bir çocuk aşağı yukarı bu etik
değerleri öğrenerek gelmiştir.
İşte Osman Hulûsi Efendi
Hazretleri, bu noktaların ne ka-
dar ehemmiyetli olduğunu 32.
hutbesinde bakınız nasıl anlatı-
yor:
“Doğduğu günden itibaren
çocuklarımızın sıhhatinden, gı-
dasından yiyip içtikleri şeyler-
den mesulüz. Altı yedi yaşların-
“İslâm dini kulların, rızık için temiz ve helal yollardan rızık temin etmelerini hükme bağlamıştır. İnsanların
yeteneklerine göre çalışıp-kazanmaları, gerekli iş birliğini ve iş bölümünü sağlamaları ve ihtiyaçları doğrultusunda
harcama yapmalarını tabii karşılamıştır.”
Haziran 201252 53
dan sonra bu mesuliyet çoğalır.
Çünkü çocuğun asıl istikbali
bundan sonra hazırlanacaktır.
Bu devirde çocuğun ahlâkî ter-
biyesi üzerinde ana ile babanın
çok büyük rolü vardır. Şunu ha-
tırdan çıkarmayınız ki evlatları-
mızın beşeriyette hayırlı bir ev-
lat veyahut muzır bir mikrop
olarak yetişmesinden hem Allah
yanında hem de beşeriyet naza-
rında mesulsünüz.
Tahsil ve terbiyesine dik-
kat ve ihtimam olunan bir evlat,
hem ailesinin şerefini yükseltir,
hem de ulusunun kuvvetini ar-
tırır. Terbiyesi noksan olan bir
evlat, hem kendi namını kirletir,
hem ailesinin yüzünü karartır,
hem de beşeriyetin başına bela
kesilir.”
Osman Hulûsi Efendi, gö-
zümüzün nuru bakıp büyüttü-
ğümüz yavrularımızın mutlu-
ğu ve saadeti için de terbiye ve
eğitimin önemini vurgular. Bu-
gün gazetelerin üçüncü sayfala-
rına baktığımızda eğitim seviye-
si düşük, ailevi sorunlara duçar
olmuş anne ve babaların çocuk-
larının daha çok suça ve günaha
bulaşmış olduklarını ibretle göz-
lüyoruz.
İşte Osman Hulûsi Efendi bu
hususu şu şekilde ifade etmek-
tedir:
Çocuklarımıza güzel bir
İslâm terbiyesi vermekle onların
istikbalini, istikbaldeki saadet-
lerini hazırlamış, milletimizin
kuvvetine yardım etmiş olmakla
beraber ahretimiz için de büyük
bir hazırlık yapıyoruz demektir.
Dünyada iken çocuklarımızı
güzel bir şekilde terbiye etmek
onlara Müslümanlığı belletmek,
dünyası için lazım olanları öğ-
retmek, kendi ahretimizi de ma-
mur etmek demektir.
Dünyada iken hayırlı bir ev-
lat yetiştiren adamın öldükten
sonra hayır ve sevap defteri ka-
panmaz.”
Aile Ocağının Ateşi
Osman Hulûsi Efendi, bu
söylediklerini aynen tatbik et-
miş ve birbirinden hayırlı ve
mükemmel evlatlar yetiştir-
miştir. Gerek eşine gösterdiği
nezaket, nezahat, letafet, şef-
kat ve merhameti çocukların-
dan da esirgememiş, onlara
hem maddi hem mânevî öğret-
menlik yapmıştır. Edep ve ir-
fanın her dem gönül sofrasına
konduğu, şefkat ve muhabbe-
tin pencereden, bacadan taştı-
ğı bu aile ocağının ateşini tu-
tuşturan, canlandıran ve asla
söndürmeyen bir baba, bir aile
reisi, bir hoca ve bir mürşit ol-
muştur.
Aile eğitiminde sözden çok
davranış ve yaşantının çocuklar
üzerinde etkili olduğunu hem
din âlimleri hem de bilim adam-
ları söylüyorlar. Çocukların gözü
önünde aile büyüklerine saygıy-
la ve hürmetle muamele eden,
güzel ahlâkını ve davranışlarını
gösteren ana babaya ileriki yaş-
larda çocukları da aynı muame-
leyi göstereceklerdir, bundan
hiç kuşku yoktur.
Bu hususta da Osman Hulûsi
Efendi şunları söyler Hutbele-
rinde:
“Onların haklı sözlerini tu-
tup, haksız sözlerine karşı da ses
çıkarmayacağız. Dövseler de söv-
seler de hâşâ, değil el kaldırmak,
dil bile uzatmayacağız. Onların
her hâline tahammül gösterece-
ğiz. Zira Allah’ın emri böyledir.
Unutmayalım ki bizi dünya-
ya onlar getirmiş, bizimle Mev-
la arasında onlar sebep olmuş-
lardır. Bizi sadece dünyaya
getirmekle kalmamış, en aciz za-
manlarda bizim bin türlü mih-
netimizi, meşakkatimizi de çek-
mişlerdir. Bizi can u gönülden
bağırlarına basmış; kılımıza za-
rar gelmesin diye hep üzerimize
titremişlerdir. Şimdi o günleri-
miz geçti, biz büyüdük, her şeye
gücümüz yeter bir hâle geldik.
Onların bizlere olan iyiliklerini
unutmamalıyız. Onların o iyilik-
lerine karşı nankörlük, taşkınlık
etmemeliyiz.
Hele onlar yaşlarını başları-
nı alıp ihtiyarlamışlarsa, hele on-
lar alil, hasta düşüp bize muhtaç
bir hâle gelmişlerse düşünün bir
kere bize ne yapmak düşer?”
Es-Seyyid Osman Hulûsi
Efendi, aile içinde terbiye ve eği-
timin ehemmiyetini zikrederken
öte yandan okul ve bilginin de ne
kadar önemli bir ihtiyaç olduğu-
nun ısrarla altını çizer.
Bu nedenle etrafında kızlı er-
kekli herkesin eğitimine önem
verip teşvik etmiş ve okul ile eği-
timin sağlanması yolunu destek-
lemiştir.
Es-Seyyid Osman Hulûsi
Efendi, eğitime olan inancını
ayet ve hadislerin ışığında in-
sanlara ulaştırır. Öyle ki bu top-
lumun geleciği öncelikle edep
irfan, terbiye ve eğitimden ge-
çer.
İlilim ve İrfan Mektebi
Osman Hulûsi Efendi, ilim
ve irfan Hak mektebinde okun-
malı düsturunu kendi hayatın-
da tatbik etmiş, sonra da etra-
fını bir meşale gibi aydınlatmış,
Darende’yi bir irfan ve kültür
merkezi yapmıştır.
Bütün yaşantısında doğru-
luktan ayrılmayan iyilik yapan,
kötülüğü iyilik ve güzellik ile sa-
van, güler yüzlü kâmil bir kişilik
olmuş ve bunu da en çok kendi
aile yaşantısında yaşamış ve ya-
şatmıştır.
Mesela muhterem mahdum-
ları Kemal, Ahmet, Şemseddin
ve Hamid Hamiddettin Ateş Be-
yefendilere göndermiş olduğu
şu mektubun üslubu, nezaketin,
nezahetin, şefkatin, adaletin ve
merhametin en derin izlerini ta-
şımıyor mu?
“Gözlerinizden öperim,
Elhamdülillah, Mekke-i
Mükerreme’ye salimen vasıl ol-
duk. Yarın Arafat’a gideceğiz
inşallah Teâlâ. Valideniz mu-
habbetle gözlerinizden öpüyor.
Kızların gönüllerini incitmeyin.
Aişemize ve Hamid’e, akrabala-
ra selam ve dualarla cümlesinin
gözlerinden öperim.”
Burada mutlaka sizlerin de
dikkatini celbetmiştir. Oğulla-
rına, kızlarının gönüllerinin in-
citilmemesini özellikle iste-
mektedir. Zira aile eğitiminde
kız-erkek ayrımı yapmaksızın
çocuklarının her anlamda iyi ye-
tişmesini arzu eden bir baba ola-
rak hatta bir nebze kızlarını da
daha ihtimam göstererek kadın-
lara verdiği önemi ve hassasiyeti
de gözler önüne sermiştir.
Sonuç
Es-Seyyid Osman Hulûsi
Efendi, bir mütefekkir olarak,
bir din âlimi olarak, bir mürşit
olarak cemaatine söylediği her
ne varsa önce kendi hayatında ve
ailesinde tatbik etmiş, eğitimin
her türlüsünü gerek gönül eğiti-
mi, gerek akıl eğitimini ön gör-
müştür. Dolayısıyla gerek bede-
ne eğitimini, gerek ruh eğitimini,
gerekse davranış eğitimini kısa-
cası terbiye ve eğitim denen ni-
zam ve intizam kurallarını bizzat
kendi çocuklarına, ailesi çevresi-
ne, hayatına, yansıtmış ve karşı-
lığını da ziyadesiyle almıştır.
Osman Hulûsi Efendi, neza-
ket ve inceliğin en latif ve en za-
rif biçimini yaşamış ve çevre-
sinde de yaşanmasını sağlamış
vesile olmuştur. Mektûbât’ında
hayatında yer etmiş hemen her-
kese mektuplar yazarak hislerini
zarif ve ince gönül teliyle teren-
nüm eden bir gönüller sultanı-
nı görüyoruz. Edebin, hissiyatın,
nezaketin tel tel dokunduğu bir
ortamdan söz ediyoruz. Not: Bu yazı; 24 Haziran 2011 tarihinde Darende’de yapılan 10. Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Sempozyumu’nda sunulan tebliğin özetidir.
55
İnsan yaratılışı gereği, toplum halin-
de yaşamak zorundadır. Onun mut-
luluğu, huzuru, toplumun huzur ve
mutluluğuna bağlıdır. Zira kişisel bazda huzur ve
mutluluk toplumun huzur ve mutluluğu yakala-
ması ile mümkündür. Toplum halinde yaşamanın
belirli ilke ve kuralları vardır. Bu ilke ve kurallar
yerine göre hukuk, yerine göre dinî ve yerine göre
de ahlakî kurallar olarak karşımıza çıkmaktadır.
Ancak, söz konusu bu ilke ve kurallara uymada,
toplumun her bireyinin aynı dikkat ve duyarlılığı
gösterdiği söylenemez. Böyle olunca, toplumdaki
bireyler çok farklı sebeplerle birbirlerine kırılmış,
küsmüş olabilirler.
İnsanlar arasında meydana gelen küs-
künlükler; bir münakaşada öfke ve kızgın-
lık sonucu sarf edilen sözlerden kaynakla-
nabileceği gibi, kimi zamanda bir başkası
tarafından taşınan sözlerden meydana
gelmektedir. Her ne şekilde olursa olsun,
bu durumda asıl olan, söz konusu kırgın-
lığın/dargınlığın, daha ileri boyutlara ta-
şınması değil, kardeşlik anlayışı ve huku-
kun yeniden tesisi için her bireyin çaba
sarf etmesidir.
Yüce dinimiz, bu tür istenmeyen hadi-
selerin ortadan kaldırılması için bir dizi
tedbirler almış ve bazı yollar göstermiştir. Nite-
kim Peygamber Efendimiz:
“Bir müslümanın Müslüman kardeşiyle üç
günden fazla küs/dargın durması helal değildir.”
buyurmuştur. Dolayısıyla müminler arasın-
da vuku bulan dargınlığın fazla büyütülmemesi-
ni, bu halin üç günü geçmemesini tavsiye etmek-
tedir. Atalarımız da: “Müslümünın Müslümana
küskünlüğü tülbent kuruyuncaya kadardır.” di-
yerek insanların birbirleriyle küs durmamalarını
ve kısa zamanda barışmalarını en güzel bir şekil-
de dile getirmişlerdir.
İslâm beşeri ilişkilere çok önem vermiştir. İn-
sanların birbirine karşı daima sevgi ve saygıyla
davranması gerekir. Zira birbirini seven, birbirine
karşı hoşgörülü olan insanlardan meydana gelen
bir toplumda huzur, barış ve esenlik olur.
Kur’an, getirmiş olduğu prensiplerle insan-
ların birbirine karşı hoşgörülü olmasını ve yapı-
lan hataların affedilmesini istemektedir. Nitekim
yüce Allah, Fussilet Suresi 34-35. ayetlerde:
“İyilikle kötülük bir değildir. O hâlde sen
kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak.
O vakit seninle kendisi arasında düşmanlık
bulunan kişi candan bir dost oluverir. Ama
kötülüğe karşı iyilik yapma hasleti, ancak
sabredenlerin kârıdır, faziletten yana nasibi bol
olanların kârıdır.”
AFFETMEK“İnsan, kendisine yapılan bir kötülük karşısında, kötülüğü yapan insana bir iyilik
yapsa böylece aradaki dargınlık, kırgınlık ve düşmanlık bir anda eriyip yok olur.
Kötülük yapan insana iyilikle karşılık verildiğinde insan hatasını anlar ve kendisine
iyilik yapana karşı öfke ve kini bırakıp sevgi beslemeye başlar.”
Haziran 201254
İlim ve Hayat Mehmet SOYSALDI*
“İyilikle kötülük bir değildir. O hâlde sen
kötülüğü en güzel tarzda uzaklaştırmaya bak.
O vakit seninle kendisi arasında düşmanlık
bulunan kişi candan bir dost oluverir. Ama
kötülüğe karşı iyilik yapma hasleti, ancak
sabredenlerin kârıdır, faziletten yana nasibi bol
olanların kârıdır.”
57Haziran 201256
Bu iki ayette, insanlar arasındaki anlaşmazlık
ve çekişmelerin sonucu meydana gelen kırgınlık ve
düşmanlığı gidermenin yolu açıklanmaktadır.
İyilik ve kötülük elbette bir değildir. Yapılan iyi-
liğe karşı iyilik yapmak her insandan beklenen ve
her insanın yapabileceği bir davranıştır. Ancak kö-
tülüğe karşı iyilik yapmak her insanın yapabileceği
bir şey değildir. İşte Kur’an bu ayetlerde bize insan-
lar arasındaki dargınlık, kırgınlık ve düşmanlığın gi-
derilmesinin en güzel yolunu göstermektedir. O da;
yapılan kötülüğe iyilikle karşılık vermektir.
İnsan, kendisine yapılan bir kötülük karşısında,
kötülüğü yapan insana bir iyilik yapsa böylece ara-
daki dargınlık, kırgınlık ve düşmanlık bir anda eri-
yip yok olur. Kötülük yapan insana iyilikle karşılık
verildiğinde insan hatasını anlar ve kendisine iyi-
lik yapana karşı öfke ve kini bırakıp sevgi beslemeye
başlar. Çünkü kalpler iyilik yapana karşı sevgi duy-
mak üzere yaratılmıştır. Asıl önemli olan kendisi-
ne kötülük yapılan insanın, nefsini ve şeytanın ves-
vesesini yenip kendisine kötülük yapana karşı iyilik
yapmaya yönelmesidir. Tabi ki bu davranış her insa-
nın yapabileceği bir şey değildir.
Yapılan kötülüğe kimler iyilikle karşılık verebilir
ve kimler bu olgunluğu gösterebilir? Yukarıda zik-
rettiğimiz ayette şu iki sıfata sahip olan insanların
ancak böylesine bir olgunluk gösterebilecekleri be-
lirtilmektedir:
a) Sabretmesini bilen erdemli müminler,
b) Allah yolunda hizmette büyük paya sahip
olan, faziletli insanlar.
Böyle durumlarda şeytan, durmadan insanın
nefsine sinyaller gönderip kötülüğe kötülükle kar-
şılık vermesini telkin eder. Nefis ise kötülüğe daha
çok yatkındır. Cenâb-ı Hak, mü’minin sözü edilen
vesvesenin tesirinden kurtulması için en kestirme
yolu şöyle belirlemektedir:
“Şeytandan sana bir vesvese gelecek olursa,
hemen Allah’a sığın. Çünkü O, duaları işitip icabet
eden ve her şeyi bilendir.”1
Kur’an bu ayetle bizlere insanlar arasındaki
ilişkilerin düzenli bir şekilde başarıyla yürütül-
mesinin metodunu vermektedir. Kur’an’ın verdiği
bu yöntem gerçekten çok güzel bir yöntemdir. Na-
sıl ateş karşısında hiçbir buzun dayanması müm-
kün değilse erimeye ve yok olmaya mahkûmsa ay-
nen öyle de iyilik karşısında insanın öfke ve kini,
düşmanlığı ne kadar çok olursa olsun dayanması
mümkün değildir.
Burada asr-ı saadetten bir örnekle konumuzu
daha anlaşılır kılmak istiyoruz:
Hz. Ebu Bekir (r.a.)’ın Mıstah adında fakir ve
muhtaç bir akrabası vardı. Bu zat onun halasının
oğlu olup onun evinde barınan bir yetimdi. Hz.
Ebu Bekir, hem ona hem onun ailesine karşılık-
sız yardım ederdi.
Hz. Peygamber (s.a.v.) kıymetli eşi, Hz. Ebu
Bekir’in de kızı olan Aişe validemize ağır bir ifti-
ra atılması şeklindeki İfk Hadisesi gerçekleştiğin-
de, Mıstah’ın da söylentiyi yayanlar arasında adı
geçiyordu.
Bu sebeple Hz. Ebu Bekir, Mıstah’a çok kızmış-
tı. Ona artık yardım etmeyeceğine dair yemin ede-
rek: “Kalkın buradan! Ben sizden değilim ve siz de
benden değilsiniz. Bundan böyle hiçbiriniz benim
yanıma gelmesin.” dedi. Mıstah ise, kendinin ma-
sum olduğunu iddia ediyordu. Söylediğine göre o
iftirayı atanlardan değildi. Sadece şair Hassan’ın
bu konu ile ilgili söylediği bir şiire gülmüştü.
Mıstah, yeminler ederek Hz. Ebu Bekir’e: “Bizi
başkalarına muhtaç etmemen için Allah’a, İslâm
dinine, şefkatin ve akrabalığımızın namına sana
yemin ederim. O işte bizim hiçbir günahımız yok-
tur.” demişti.
Ancak Hz. Ebu Bekir ikna olmamıştı. Onun bu
ağır yeminine karşı: “İftira hakkında söz söyleme-
dinse de, söyleyenlere gülmedin mi?” dedi.
Hz. Ebu Bekir ile Mıstah’ın arasında mücadele
böyle sürüp giderken, Peygamber (s.a.v.)’e şu ayet
vahyedildi:2
“İçinizden fazilet ve servet
sahibi kimseler, akrabaya,
yoksullara, Allah yolunda göç
edenlere (mallarından) ver-
meyeceklerine yemin etme-
sinler; bağışlasınlar, feragat
göstersinler. Allah’ın sizi ba-
ğışlamasını arzulamaz mısı-
nız? Allah çok bağışlayandır,
çok merhametlidir.”3
Vahyin inmesinden sonra,
Peygamber aleyhisselam, der-
hal Hz. Ebu Bekir’e haber gön-
derdi:
“Allah, bana bir ayet vah-
yetti. Mıstah ve ailesini evden
çıkarmaktan seni nehyediyor!”
dedi.
Bu haberi duyan Hz. Ebu
Bekir, ‘Allahu Ekber’ diye-
rek tekbir getirdi ve çok sevin-
di. Hemen Rasulullah’ın yanı-
na giderek hakkında inen ayeti
kendisine okumasını rica etti.
Hz. Peygamber (s.a.v.) ona
ayeti okumaya başladı. Hz.
Ebu Bekir, ayetteki, “Allah’ın
da sizi bağışlamasından hoş-
lanmaz mısınız?” ifadesini duyunca: “Evet Ya
Rabbi! Rabbimin beni bağışlamasından elbette
hoşlanırım ve onları kovmaktan kesinlikle vaz-
geçtim.” dedi. Mıstah’a hemen adam göndererek
bu durumdan onu haberdar etti. Bu olay üzerine
Hz. Ebu Bekir, “Allah’a yemin ederim ki daha ev-
vel yaptığım yardımı fazlasıyla yapacağım.” diye-
rek Mıstah’a önceki yardımının iki katını yapma-
ya başladı.
Dindar, muttaki, faziletli ve varlıklı zengin ki-
şiler, fakirlere, muhtaçlara yapmakta oldukları
yardımı, onların işledikleri günahlardan ve hata-
lardan dolayı kesmemelidirler. Onların işledikleri
suçları affederek daha evvel yaptıkları yardımla-
rına devam etmelidirler. Bu şekilde davrananla-
rın günahlarını da Allah affeder ve onları cenne-
te koyar.
Bizler, nasıl Allah’ın, günahlarımızı affetme-
sini istiyorsak, o hâlde biz de bize karşı hata ya-
pan insanları affetmeliyiz. Affetmek en büyük
fazilet ve hayırdır. Yüce Allah, Şura Suresinde
36-37. ayetlerde gerçek müminlerin, Allah’a te-
vekkül eden, büyük günahlardan, çirkin işlerden
kaçınan ve kızdıkları zaman da bağışlayan kimse-
ler olduğunu belirtmekte, Al-i İmran Suresi 134.
ayette de yine öfkelerine hâkim olan müminleri
övmekte, onlara genişliği göklerle yer arası kadar
olan cennet bahçelerini vereceğini vaat etmekte-
Haziran 201258 59
LEYLÂ DEDİMYÂR İSTEDİM!..
Gönül oku hâlde ne var?Âlem gider sal içinde!..Sök yükünü eyle pazar; Naçar kalma yol içinde!..
Başımdadır aşk melâlin;Hilkâti var her zevâlin!..Hüzün deren bu ahvâlin;Gülzârı var gül içinde!..
Sen ecele boyun verdin;Bir çileyi ömre serdin!..Dost bağına hikmet derdin; Sar, kalmasın el içinde!..
Şeklim döndü günden güne; Yol göründü sondan öne!..Lâyık mıyım bu sürgüne,Yetmiş iki dil içinde?..
Tefekkür et, eyle nazar;Sana senden yakında Yâr!..Yan ki dinsin bu intizâr;Arzdan Arş’a kul içinde!..
Takvâ ile gül besledim;Her nefeste nefs eledim!..‘Leylâ’ dedim yâr istedim;Mecnûn oldum çöl içinde!..
Rıfat ARAZ
dir. Hz. Peygamber (s.a.v.)’in ifadesine göre asıl
kahraman kızdığı zaman öfkesine hâkim ola-
bilen insandır. Nitekim Sevgili Peygamberimiz
(s.a.v.)’in: “Merhamet etmeyene, merhamet
olunmaz.” buyruğu ile de Allah’ın kendisini ba-
ğışlamasını isteyen kulların hata yapan insanla-
rı affetmeleri gerektiğini belirtmektedir. Atala-
rımız da, “İyiliğe iyilik her kişinin kârı, kötülüğe
iyilik er kişinin kârıdır.” demişlerdir.
Burada asr-ı saadetten bir olayı aktarmak is-
tiyorum.
Bir gün ashap, Peygamberimize (s.a.v.) Hz.
Ali’yi niçin çok sevdiğini sordu. Hz. Peygamber
(s.a.v.) o anda mecliste bulunmayan Hz. Ali’yi
çağırmaya adam gönderdi ve orada bulunanla-
ra sordu:
Birisine iyilik etseniz, o da size kötülük etse
ne yaparsınız? Cevap verdiler:
“Yine iyilik yaparız.”
“Yine kötülük yapsa?”
“Biz yine iyilik ederiz.”
“Yine kötülük yapsa?”
Ashap cevap vermedi, başlarını öne eğdiler.
Bunun anlamı, kötülüğe kötülükle mukabele et-
mesek bile, iyilik yapmaya devam etmeyiz, de-
mekti.
Bu sırada, Hz. Ali o meclise geldi. Rasûlullah
Hz. Ali’ye sordu:
“Ya Ali, iyilik ettiğin biri sana kötülük etse ne
yapardın?”
“Yine iyilik ederdim.”
“Yine kötülük yapsa?”
“Yine iyilik yapardım.”
Hz. Peygamber (s.a.v.) soruyu tam yedi defa
tekrarladı. Hz. Ali, yedi defasında da “Yine
iyilik ederdim.” diye cevap verdi. Ashap: Ya
Rasûlallah, Ali’yi çok sevmenizin sebebini şim-
di anladık, dediler.
İslâm ahlakında “kötülüğe karşı iyilikle mu-
amele etmek” kuralı vardır. Fıtratı, temel insan-
lık nitelikleri bozulmamış insanları ıslah etme-
nin, kötü yoldan çevirmenin, erdemli topluluğa
yeniden katmanın yollarından biri de budur.
Netice olarak diyebiliriz ki;
1. Kötülük yapanı affetmek, insanın kâmil
iman sahibi olduğunu gösterir. Beşerî ilişkiler-
de daima bağışlayıcı ve hoşgörülü olmak, bağış-
layıcı ve hoşgörü sahibi olmanın müminlere ya-
kışan güzel hasletlerden olduğunu unutmamak
gerekir.
2. Daima Cenab-ı Hakk’ın bizi bağışlamasını
arzu etmek gerekir. İyilikte bulunduğumuz, in-
sanları affettiğimiz, hoşgörüyle davrandığımız
nispette Cenab-ı Hakk’ın rahmet ve mağfiretine
lâyık düzeye gelebileceğimizi unutmamalıyız.
3. Hayırlı bir işin terki için yemin eden kim-
se yeminini bozarak o hayırlı işi yapmalı ve ye-
mini için kefaret vermelidir.
4. Mal ve serveti faziletle birleştirmek; böy-
lece muhtaç durumda olan yakınlara ve akra-
balara yardıma devam etmek gerekir. İnsanın
yalnız kendisi için değil, ailesi, akrabaları ve
çevresi için de çalışıp kazandığı şuurunda ol-
ması gerekir. Çünkü fert toplumun kopmaz bir
parçasıdır. Aynı zamanda ahlak ve faziletten
kopuk bir servette hayır ve rahmet bulunma-
maktadır.
5. Yakınların ve akrabaların bütün iyilikle-
re rağmen nankörlük etmelerine kızıp onlardan
yardımı kesmemek, yaptığımız ve yapacağımız
iyiliklerin karşılığını yalnız Allah’tan beklemek
gerekir. İnsanlardan takdir ve teşekkür bekle-
meye gerek yoktur.
1 7/Araf, 2002 Buhârî, Şehâdât, 15, Meğâzî, 34, Tefsir 24. sure, 6, 11, Eyman, 18; Müslim, Tev-
be, 56; Tirmizî, Tefsir 24. sure, 43 24/Nur, 22
*Prof. Dr.
Dipnot
61
EĞİTİMİKUR’ÂN
“Kur’ân’ı anlamak, hakîkatin bilgisini
öğrenmek demektir. Çünkü Allah,
insan, eşya, evren, öte dünya, değerler,
ahlakî erdemler, geçmiş peygamberler
ve insanın dünya hayatından sonra ne
olacağına dair en doğru bilgileri bize
Kur’ân vermektedir.”
Haziran 201260
FıkıhAbdullah KAHRAMAN*
Kur’ân’ı Okumak (Tilâvetü’l-Kur’ân)
Kur’ân, okunmak, anlaşılmak ve uygulan-
mak için gönderilmiş bir kitaptır. Onu anlama-
ya geçmeden önce doğru okumak şarttır. Çün-
kü usûlüne göre okumak doğru anlamının ön
şartıdır. Bu gerçeği dikkate alan âlimlerimiz, ya
“Kur’ân Okuma Âdâbı” adıyla müstakil kitaplar
yazmışlar veya Kur’ân’la ilgili olarak yazdıkla-
rı kitapların içinde böyle bir başlığa yer vermiş-
lerdir. Meselâ İmam Nevevî, “Âdâbu Hameleti’l-
Kur’ân” adıyla bir kitap yazmıştır. Aynı zamanda
el-Ezkâr adlı eserinde Kitabu Tilâveti’l-Kur’ân
diye özel bir başlık açmıştır. Her iki eserinde
de Kur’ân okumanın âdâbından bahsetmiştir.
İmam Kurtubî de el-Câmi’ li Ahkâmi’l-Kur’ân
adlı tefsirinin ilk cildinin başında Kur’ân’ı na-
sıl okumamız gerektiğine dair geniş malumat
vermiştir. Bütün bunlar Kur’ân’ın sıradan bir
kitap gibi okunamayacağını göstermektedir. Hz.
Peygamber (s.a.v), sahâbe-i kirâm (r.ahm) ve bi-
linçli Müslümanlar Allah’ın kitabını hep bir âdâb
ve usûl dairesinde okumuşlardır. Fakihlerin ab-
dest şartı üzerinde ısrar etmesinin temel sebebi
de budur.
Kur’ân’ın okunmasında âzamâ ve asgarî oku-
ma biçimi vardır. Bu durum ondan istifadeye göre
belirlenir. Bilgi seviyesi ne olursa olsun her Müs-
lümana ait olan okuma biçimi “zikir kıvamın-
da” ve bu niyetle okumadır. Bu okuma biçimin-
de bütün Müslümanlar eşittir. Hiçbiri Kur’ân’ı
ibadet ve zikir niyetiyle okumaktan geri dura-
Haziran 201262 63
maz. Sahâbenin, günlük, hafta-
lık ve aylık hatimlerinden bunu
anlamak mümkündür. Kur’ân’ı
tecvîd kurallarına uygun olarak
okumak da bu kısma dâhildir.
Ancak Kur’ân’la olan ilişkimiz
adına bu kadar ve bu tarz oku-
ma yeterli değildir.
Kur’ân’ı Anlamak (Fehmu’l-Kur’ân)
Kur’an bazı âyetlerinde
bize kendisini ve özellikleri-
ni anlatır. Bu âyetlerde sıkça
vurgulanan onun Allah’ın kitabı
olma özelliğidir. Bunun yanında
Kur’ân anlaşılmak için gönde-
rildiğini de beyan eder. Çün-
kü Kur’ân sadece okunmak için
değil aynı zamanda anlaşılmak
için gönderilmiştir. Buna göre
her Müslümanın, gücü oranın-
da okumadan anlamaya doğru
yol alması gereklidir. Şu âyetler
bu duruma açıkça işaret etmek-
tedir:
“Onlar bu Kur’an’ı hiç anla-
maya çalışmazlar mı? Eğer o,
Allah’tan başka birinden gelmiş
olsaydı onda mutlaka birçok
(tutarsızlık ve) çelişkiler bulur-
lardı!”1, “Peki, onlar (Allah’ın
bu) sözünü anlamaya hiç çalış-
madılar mı? Yahut geçip gitmiş
atalarına hiç gelmeyen bir şey
mi geldi onlara?”2, “(Ey Mu-
hammed!) Sana indirdiğimiz
bu kutsal ilâhî kelâm(da her
şeyi açıkladık ki) insanlar onun
mesajı üzerinde iyice düşün-
sünler ve akıl iz’an sahipleri on-
dan ders alsınlar.”3
Kur’ân’ı anlamak, hakîkatin
bilgisini öğrenmek demektir.
Çünkü Allah, insan, eşya, evren,
öte dünya, değerler, ahlakî er-
demler, geçmiş peygamberler ve
insanın dünya hayatından sonra
ne olacağına dair en doğru bil-
gileri bize Kur’ân vermektedir.
Kur’ân’ı okuyan öncelikle Kur’ân
yolunu öğrenecektir. Onun yo-
lunun yolların en doğrusu oldu-
ğunu kavrayacaktır. Zira Yüce
Allah şöyle buyurmaktadır:
“Şüphesiz bu, benim dosdoğru
yolumdur. Buna uyun. (Başka)
yollara uymayın. Zira o yollar
sizi Allah’ın yolundan ayırır.
İşte sakınmanız için Allah size
bunları emretti.”4
Kur’ân’ı anlamamızı kolay-
laştırmak için Yüce Allah bize
bazı ipuçları vermektedir. Buna
göre Kur’ân’ı anlamak onun
isimlerini anlamakla başlaya-
caktır. O, rehber, nur, aydınla-
tıcı kandil, Allah’ın sağlam ipi,
zikir, şifa kaynağıdır. Kur’ân
“nûr” olduğuna göre onu anla-
mak, onun sağladığı ilâhî ışık-
la aydınlanmak demektir. Bu
nur ile aydınlanan insan, doğ-
ru ve yanlış davranışların far-
kına varır. Kur’ân’ın “zikir” ol-
duğunu düşünen ve onu bu
özelliğini dikkate alarak okuyan,
Kur’ân’ın bir hatırlatma, yanlış
tutum ve davranışlar karşısında
bir uyarı olduğunu kavrayabilir-
se onu anlamış sayılır. Sağlam
bir iman, derin bir şuur ve halis
bir niyetle okuyan Kur’ân’ın şifa
hazinelerinden istifade eder ve
böylece onun “şifa” verici özelli-
ğini yaşayarak öğrenir. Nitekim
Kur’ân’ın bu özelliğini öğrenen
sahâbe birçok hastalık karşısın-
da onu okuyarak tedavi olmuş-
tur. Kur’an’ı anlamak, onun sağ-
lam bir kulp olduğunun farkına
varmak demektir. Bu farkında-
lık insanın ayağının yere sağlam
basmasını ve hakîkatler karşı-
sında sâbit-kadem olmasını sağ-
lar. Bu durum mü’mini ilkeli ve
tutarlı hale getirir ve şahsiyet
sahibi yapar. Esen rüzgâra göre
yelken açmayan mü’min, kendi
ilkelerine göre hareket eder ve
onlar etrafında insanlara örnek
bir hayat takdim eder. Nitekim
Kur’ân’la gelen, Kur’ân’ı haya-
tının merkezinde bulunduran,
ona sarılan ve ona göre bir hayat
yaşayan Hz. Peygamber (s.a.v.)
insanlığa en büyük ve en gü-
zel örnek olmuştu. Onun ahla-
kını kendisinden soranlara Hz.
Âişe (r.anhâ), “Ahlakı Kur’ân
idi.” demişti. Bu da onun haya-
tının Kur’ân’la nasıl bütünleşti-
ğini gösteriyordu.
Kur’ân’ı uygulama (Tatbîku’l-Kur’ân)
Kur’ân’ı anlamanın en önem-
li yolu, onu bütünlük içersinde
okumaktır. Kur’ân’ın her âyeti
ve her sûresi birbiriyle irtibat-
lıdır. Her bir parçasına Kur’ân
ismi verilse de, Allah’ın anlama-
mızı emrettiği Kur’ân, elimizdeki
mushafın tamamıdır. Onun her
bir âyeti, insanlara gönderilen
mesajın birbirini tamamlayan
parçalarıdır. Vurgulanmak iste-
nen temel mesajların hemen her
sûrede ve farklı üsluplarla tek-
rarlanmasındaki hikmet de bu-
dur. Sûre ve âyetler arasındaki
münasebeti ve ilgiyi göstermek
için yazılan kitapların hedefi de
Kur’ân’ı kendi bütünlüğü içeri-
sinde anlamaya yardımcı olmak-
tır. Onun için Kur’ân’ı parçacı bir
anlayışla okumak, âyetlerin bir
kısmını okurken diğerlerinden
habersiz olmak, onu anlama-
yı sağlamaz. Aksine mesajı par-
çalamaya sebep olur. Mü’min,
Kur’ân’ın tamamına eşit şekilde
inanır. Bir kısmını diğerine üs-
tün tutma veya bir kısmını kabul
ederek, diğerini etmeme yanlı-
şına düşemez. Zira bu ilâhî me-
sajın ruhuna aykırı bir durum
olur. Yüce Allah önceki ümmet-
lerde görülen bu yanlış tutumu
tenkit ederek bizim bu duruma
düşmememizi öğütlemiştir: “…
Böyle yaparak, ilâhî kelâmın
bir kısmına inanıyor, diğer kıs-
mını inkâr mı ediyorsunuz?
Öyleyse bilin ki, içinizden böyle
yapanların karşılığı, bütün
dünya hayatında zilletten
ve Kıyamet Günü en acıklı
azaba uğratılmaktan başka
bir şey olmayacaktır. Zira
Allah, yaptıklarınızdan gâfil
değildir”5.
Kur’ân’da iman, ibadet, ah-
lak, hukuk hükümleri ve ibretli
kıssalar yer almaktadır. Kur’ân’ı
uygulamaktan maksat, onun bu
konudaki hükümlerini dikkate
alarak bir hayat biçimi oluştur-
maktır. Hz. Peygamber’in sîreti,
yani yaşayışı Kur’ân’ın bir in-
san hayatıyla örneklenmiş şek-
lidir. Yaşamak için önce sağ-
lam, kâmil, şüphesiz bir iman
gerekir. Kur’ân’ın imanla ilgi-
li âyetlerini kabul edip ona göre
bir zihniyet ve bakış açısı oluş-
turmak onun bu konudaki ilke-
lerini yaşamak anlamına gelir.
Kur’ân’ın Allah’ın kelâmı ve en
doğru söz olduğuna inandıktan
sonra onda var olan diğer hü-
kümlerin de tatbik edilmesi ge-
rektiği bilinmiş olur. İmana ait
hükümlerden sonra ahlaka ait
olanlar ikinci sırayı alır. İman
ahlakı gerektirir. Üçüncü sırada
ibadet, sonra da hukuki hüküm-
ler gelir. İbadetler iman ve ahla-
kı besler, onlara kaynaklık eder
ve onları zinde tutar. Hukuka
dair hükümlerin de esas hedefi
ahlâkî ilkeleri ayakta tutmaktır.
Dolayısıyla mü’min, ibadetlerini
hakkıyla yapıp, ahlâkî tutarlılığı
gerçekleştirdiği zaman fert pla-
nında Kur’ân’ın tamamını yaşa-
mış olur.
Sonuç olarak diyebiliriz ki,
Kur’ân eğitimi, okuma, anlama
ve uygulamayı birlikte öğretmeyi
kapsar. Bunlardan birinin eksik
olması Kur’ân eğitimini başarıya
ve hedefine ulaştırmaz. Kur’ân
eğitiminde bütünlük ve ahlaka
daha fazla vurgu yapmak onu
hedefine ulaştıran bir yöntem
olacaktır.
1 4/Nisâ, 82.2 23/Mü’minûn, 68.3 38/Sâd, 29.
4 6/En’âm, 153.5 2/Bakara, 85.
*Prof. Dr.
Dipnot
65
MİMAR SİNAN
Haziran 201264
Tarihİsmail ÇOLAK Osmanlı mimarisi-
ne, İstanbul’a ve
hatta tüm Osmanlı
coğrafyasına, serptiği çil çil kub-
beler, minareler, kemerler, köp-
rüler ve çeşmeler gibi ölümsüz
eserlerle Türk-İslam mührü-
nü vuran Mimar Sinan, Osman-
lı Rönesans’ının, “Altın Çağ”ın
baş mimarlarındandır.
Osmanlı kültür ve medeniye-
tinin inşasında oynadığı devasa
rolden ötürü tarihimizin bize ar-
mağan ettiği örnek şahsiyetler-
den birisi de kuşkusuz Mimar
Sinan’dır.
Yaşadığı dönemde Osman-
lı mimarisini
zirveye çıkar-
mış; mimarî
anlayışı, üslu-
bu ve inşa etti-
ği abidevî eser-
lerle, sanat ve
mimaride çığır
açmış ve yüz-
yıllarca taklit
edilip tekrarla-
nan yeni bir “ekolün kurucusu”
olmuştur.
Taşlara Mana Veren Mimar
Mimarî anlamda,
sadece dönemiyle sı-
nırlı kalmayıp tüm
zamanlara dam-
gasını vuran Mi-
mar Sinan, Os-
manlı ordusuna
yeniçeri olarak ka-
tılmış, birçok sefer-
de bulunmuş ve Mohaç’ta
gösterdiği yararlılık sayesinde
terfi ederek kısa süre sonra
mühendis olarak görev almış
ve 1538’de baş mimar olmuştur.
Hayatı boyunca yaptığı ya da
yaptırdığı şu eserlerle kolay
kırılamayacak bir rekora imza
atmıştır: 81 cami, 51 mescit, 55
medrese, 26 darülkurra, 17 ima-
ret, 3 darüşşifa, 33 saray, 17 tür-
be, 35 (Eyice’ye göre 50’den
fazla) hamam, 7 su kemeri,
8 köprü, 18 kervansaray, 6
mahzen.1
Kanunî’nin o büyük fütuhat-
ları neticesinde sahip olunan
uçsuz bucaksız coğrafyayı, engin
sanat dehasıyla fethedip ihya
eden ve Osmanlı Medeniyeti’ne
“âlem” olan Mimar
Sinan’ın, başta İstan-
bul olmak üzere Bu-
din, Bosna, Sofya,
Hicaz ve Bağdat öl-
çeğinde vücuda ge-
tirdiği eserler hâlâ
dimdik ayaktadır.
Budin’den Bağdat’a
uzanan Osmanlı memle-
ketinde Mimar Sinan’ın mey-
dana getirdiği mimarî-estetik
vahdaniyet ve ahenk hakkında
Tarihçi Prof. İlber Ortaylı’nın
ortaya koyduğu yaklaşım gayet
yerindedir: “Bosna’dan Halep’e,
hatta Mısır’a kadar belirgin üs-
luba sahip medreseler, cami-
ler ve çeşmelerin ortaya çıktı-
ğı görülür. Bu merkezileşmede
bir dâhinin çok büyük rolü var-
dır; Mimar Koca Sinan Ağa...
Çok açıktır ki, bir ekol sahibi-
dir. Onun üslubunu ve tekniği-
67Haziran 201266
ni kavrayan ustalar, mimarlar ve
kalfalar vardır... Mimar Sinan,
imparatorluk coğrafyasına, im-
paratorluğun sanatına kendi üs-
lubunu ve merkezî bir Osmanlı
havasını veren dâhidir.”
Sanat Tarihçisi Prof. Dr. Se-
mavi Eyice’nin yaklaşımı da
aynı istikamettedir: “Sinan, bü-
yük cami ve külliyelerden baş-
ka pek çok sayıda eserin yapımı-
nı üstlendiği gibi birçoğunun da
uygun gördüğü projelere göre
yanında yetişen kalfalar tara-
fından uygulanmasını sağladı...
Onun estetik anlayış ve yapı sa-
natı ustalığını benimsemiş olan,
arkasından gelen hassa mimar-
ları Mimar Mehmet, Dalkıç Ah-
met Ağa, Mimar Davut Ağalar bu
klasik akımı sürdürmüşlerdir.”2
Taşlara ruh veren, onları de-
rin manalarla bezeyen ve mey-
dana getirdiği bilhassa cami,
mescit ve diğer dinî yapılarla
ilahî hakikatlerin tercümanlı-
ğını yapan “mimarlar sultanı”
Sinan’ın, söz konusu eserler-
de bugün bile hâlâ birçok sır-
ların ve hikmetlerin gizlendiği-
ni görmekteyiz. O, sivil, askerî
ve dinî eserleri içerisinde bil-
hassa “ibadethaneleri” merke-
ze yerleştirip, kendisine ille-i
gaye yapmış ve bütün dehasını,
sanat ve mimarlık maharetleri-
ni bunlar üzerinde incelikle teş-
hir etmiştir.
Misal vermek gerekirse,
Sultan II. Selim zamanında
Edirne’de inşa ettiği Selimiye
Camii’ne adeta bir dantel gibi
işlediği manevî özelliklere bak-
mak herhalde yeterli olur: Ca-
minin tek bir kubbesinin oluşu
Allah’ın birliğini, pencereleri-
nin beş kademeli oluşu İslâm’ın
beş şartını, bütün pencerele-
rinin 99 tane oluşu Allah’ın
99 ismini, vaaz kürsülerinin 4
tane oluşu 4 hak mezhebi, bü-
tün külliyede 32 kapının oluşu
İslâm’ın 32 farzını, arka mina-
relerde 6 yolun olması imanın
6 şartını, caminin minarelerin-
deki 12 şerefenin camiyi yap-
tıran padişahın 12. Osmanlı
padişahı olduğunu sembolize
etmektedir.3
Cumhuriyet devrinin önemli
yazarlarından olan Ruşen Eşref
(Ünaydın) bir eserinde, Mimar
Sinan’ın elindeki sihirli çubu-
ğu ve taşlardan yaptığı mimarî
besteyi şöyle tahlil etmiştir:
“Taşlar senin elinde kelime-
ler gibiydi. Onlardan umulma-
dık manalar çıkardın. Mermer-
leri, gâh olur, inci dişler gibi
gülümsetirdin; gâh olur, fildiş-
leri gibi oyma haline kordun.
Kaya parçaları, sihrinin tema-
sıyla zühd ve haşmeti ifade eder,
taklar olurdu. Sütunların üstü-
ne kıvrak kemerler kordun ki,
havaî birer iklîl (müzeyyen taç)
gibi hafif görünüyorlar!.. Işık ve
ses emrine râm olmuştu: He-
saplı aydınlıklardan duvarla-
ra ruhanî dalgalar serperdin.
En kalın inşa tabakalarına se-
rin bir hayal uçukluğu iâre eder-
din. Kubbeleri birer ud, birer
tanbur kadar hisli ve ihtizaz-
lı hale getirdin... Camilerin, bi-
rer münâcât gibi hurûş içinde!..
Medreselerinde, hankâhların
birer tevhid cazibesini haiz...
Sarayların birer kasideyi andı-
rıyor... Türbelerinde birer mer-
siye melâli var...”4
Hünerli Elleri ve Ebedî Eserleri
Kanunî, bilhassa İstanbul’un
imarına büyük ehemmiyet ver-
miş; Mimar Sinan’ın hünerli el-
leriyle şehrin çehresini ve doku-
sunu değiştirip güzelleştiren ve
İslamî renge ve kıvama erdiren,
medeniyetimizin büyük eserleri
diktirmeye muvaffak olmuştur.
Kanunî’nin, Mimar Sinan aracı-
lığıyla İstanbul’a armağan etti-
ği şaheserlerden sadece birkaçı-
nı hatırlatmak için zikredelim:
Kendi adına inşa ettirdiği,
aynı zamanda Mimar Sinan’ın
İstanbul’daki en muhteşem
eseri olan Süleymaniye Camii
ve Külliyesi (Darü’l-Hadis ile
dört medrese, Darüşşifa, Mu-
allimhane); babası namına
Şam’da Sultan Selim Camii ve
müştemilatı, aynı yerde ken-
di namına da Sultan Süleyman
Külliyesi; Şehzade Mehmed na-
mına, ilk büyük eseri olan Şeh-
zade Camii; Cihangir namına
Cihangir Camii ve tesisler; kızı
Mihrimah Sultan adına Edirne-
kapı ve Üsküdar camileri; zev-
cesi Hürrem Sultan namına
da Haseki Sultan Camii, med-
rese, darüşşifa, hamam. Yanı
sıra II. Selim adına Edirne’de
“ustalık eseri” olarak Selimiye
Camii’ni; devlet ileri gelenleri
adına da hem İstanbul’da (Rüs-
tem Paşa, Sinan Paşa, Sokul-
lu Mehmed Paşa, Zal Mahmud
Paşa, Bali Paşa, Pertev Paşa,
Kılıç Ali Paşa, Hadım İbrahim
Paşa gibi) hem de Anadolu’da
(Cenabî Ahmed Paşa, Anka-
ra; Hacı Ahmed Paşa, Kayse-
ri; Hüsrev Paşa, Van; Rüstem
Paşa, Bolvadin; Hüsrev Paşa,
Halep; Bosnalı Sofu Mehmed
Paşa, Sofya gibi) pek çok deva-
sa eser, cami, medrese, han, ha-
mam ve türbe (Şehzade Meh-
med, Sokullu Mehmed, Pertev,
Zal Mahmut, Ferhat ve Barba-
ros Hayreddin Paşalar gibi) te-
sis etmiştir.5
Mimar Sinan’ın İstanbul’a
ve tüm Osmanlı ülkesine hedi-
ye ettiği, birçoğu bugün hâlâ in-
sanlığa hizmet vermeye devam
eden çeşmeler, sebiller, su ke-
merleri (Haliç’e akan Ali Bey
Deresi üzerindeki Moğlova Ke-
meri gibi) ve köprülerden (İs-
tanbul yakınındaki Büyükçek-
mece Köprüsü gibi) müteşekkil
“su mimarisi”dir.
Kanunî zamanında
İstanbul’un nüfusu çoğaldık-
ça su ihtiyacı da artmış ve şehre
yeni kaynaklardan su getirme ih-
tiyacı hâsıl olmuştu. Kanunî’nin
“Devletimin devamı için dua
edeler” niyeti doğrultusunda
verdiği talimat üzerine hareke-
te geçen Mimar Sinan, Ayvat-
“Sinan değişik plân tiplerini
denemiş ve kendisine has
üslup özelliklerini ortaya
koymuştur. Büyük ustanın, bu
yapılarında monotonluktan
kaçındığı ve birbirinden farklı
estetik anlayışlar ortaya
koyduğu dikkati çeker...”
69Haziran 201268
köy civarındaki Bakraç ve Orta
dereler ile bazı memba sularını
toplayıp Kurt Kemeri üzerinden
geçirerek Eyüp’teki İslambey
mahallesinde bulunan yeni kub-
beye kadar, Cebeciköy ve Balık-
dere önlerinde inşa ettirdiği süz-
geçten geçirerek İstanbul’a bol
miktarda su akıtmaya ve yüzden
fazla çeşme yapmaya muvaffak
olmuştur.6
Kendini Tekrarlamayan
Terkipçi Orijinallik
Osmanlı’nın her alan-
da olduğu gibi, mimarî alan-
da da “feyezân” halinde oldu-
ğu Kanunî döneminde, Mimar
Sinan’ın, İstanbul’a ve Osmanlı
Medeniyeti’ne kazandırdığı katî
hüviyetini, Yahya Kemal, “Aziz
İstanbul” isimli eserinde ana hat-
larıyla şöyle billurlaştırmıştır:
“İstanbul’un manzarası-
na Sultan Süleyman, II. Selim
ve III. Murad devirlerinde baş-
ka bir revnak vermiştir. İstan-
bul, onun tarafından selâtin
camileri, vezir camileri, mes-
citler, medreseler, türbeler,
imârethaneler, dârüşşifâlar,
kervansaraylar, hanlar, hamam-
lar, sebiller, mekteplerle dona-
tılmıştır. Sinan’ın yaptığı cami-
lerin hemen her biri bir başka
plânda ve çeşittir. O bunların
her birine başka bir hava ver-
miştir. Bu, onun tenevvüe çok
meraklı oluşunu ve zevk ve de-
hasının zenginliğini gösterir.
Bu özelliklerden başta geleni,
Sinan’ın cami mimarisinde tek
ve büyük kubbeyi hâkim kılma-
sıdır. Müminleri, tek kubbe al-
tına almak emeli, ancak selâtin
camilerinde tecellî edebildi.”7
Yahya Kemal’in de ifade et-
tiği gibi Mimar Sinan gelinceye
kadar Osmanlı mimarisinin iki
temel meselesi vardı: Tek (bü-
yük) Kubbe ve yan cephe. Sinan
iki meseleyi de büyük bir usta-
lıkla çözmüştür. Kubbeyi, içeri-
den mabedin üstüne, mesnetle-
riyle alakası görünmeyecek bir
şekilde asmış; dışarıdan ise ya-
rım kubbeler ve küçük gerdanlık
kubbelerle adeta tabii ve yekpa-
re bir bütün halinde getirmiştir.
Yan cephe meselesini de daha
Şehzade Camiinde halletmiş-
tir. Onun kemer, sütun, galeri
ve pencerelerle yaptığı terkipler,
hayret ve hayranlık uyandıra-
cak mükemmelliktedir. Bu yüz-
den Sinan, kendinden sonraki
mimarlara, “taklit edilmekten”
başka bir şey bırakmamıştır.
Ahmet Hamdi Tanpınar,
eserlerindeki bu “kendisini tek-
rar etmeyen” terkipçi orijinalite-
lik, büyüleyicilik ve göz kamaş-
tırıcı sanat şöleni hakkındaki
tespitleri oldukça çarpıcıdır:
“Sinan denilince gözümün
önünde, son derece nispet-
li yontulmuş bir mücevher di-
zisine benzeyen irili ufaklı bi-
nalar, ta Macaristan içerisinden
başlayarak Akdeniz’e ve Bas-
ra Körfezi’ne kadar iner... Her-
kes, Şehzade’nin kubbeleri-
ne hayran iken, o kendisini
Süleymaniye’nin aydınlık boş-
luğuna bırakır ve kartal ka-
natlarının tek bir süzülüşü ile
İstanbul’un bir tarafını, Boğaz’ın
yarısına kadar doldurur. Oradan
velveleli bir uçuşla eski pâyitahta
Edirne’ye geçer, Selimiye’nin
mücevher çağlayanlarını ku-
rar... İstanbul’u baştanbaşa fet-
hetmiştir. Kim bilir, bıraksalar-
dı belki de bütün İstanbul’u yedi
tepesinde yedi kubbeyle tek bir
bina halinde işler, bu kubbele-
ri, vadilerin üstünden aşan ve
sırrı yalnız kendisinde olan ke-
mer gelerilerle birbirine bağlar;
aralarından büyük ağaçların ye-
şilliğini bir mükâfat gibi fışkır-
tır; tatlı meyillere medreseleri-
ni, şifahânelerini oturtur; taştan
ebediyet rüyasını kademe ka-
deme üç kıyıya indirirdi. Asır-
lık şekilleri birbirine karıştırır;
nispetleri değiştirir; tenazurları
kırar, sanki dehasıyla kendisin-
den öncekilerin tecrübelerini,
buluşlarını bir sonsuzluğa taşı-
mak istiyormuş gibi her şeyi ge-
nişletir, büyütür, sayıları çoğal-
tır, her motiften ayrı ayrı şekiller
ve terkipler çıkartır. Bunu yap-
madıysa bile, hemen benzerini
yaptı. Bu rüyayı bir yıldız dizisi
gibi kırdı ve benimsediği şehir-
den başlayarak geniş imparator-
luğun dört bucağına dağıttı.”
Sanat tarihçisi Sema-
vi Eyice’nin tahlilleri de, Koca
Sinan’ın eserlerindeki üslup,
görkem ve estetik gibi oldukça
orijinaldir:
“Sinan değişik plân tiplerini
denemiş ve kendisine has üslup
özelliklerini ortaya koymuştur.
Büyük ustanın, bu yapılarında
monotonluktan kaçındığı ve bir-
birinden farklı estetik anlayışlar
ortaya koyduğu dikkati çeker...
(Süleymaniye Camiinde) Muaz-
zam dengeli, ihtişamlı ve mü-
kemmel orantılı, göz okşayan
ölçüler, aynı güzellik ve ritim
ile dış bütünlüğe yansıtılmış-
tır. Abidevî, şahane yapı, bu öl-
çülerde bir ilk olarak şehir silü-
etine estetik oranları ile görkem
kazandırmıştır... (Selimiye Ca-
mii) Türk-Osmanlı mimarisi-
nin zirvesindeki bu eser, dünya
sanat tarihinde de eşi olmayan
bir şaheserdir... Selimiye Camii,
Osmanlı dönemi Türk sanatının
eriştiği son nokta olup, dinî mi-
mari tarihinde de toplu ibadet
mekânının en ideal çözümünün
ortaya konulduğu bir başyapıt-
tır.”8
Hakk’ın Şule Açan Tebessümü
“Sinan, Osmanlı sanatına
Hakk’ın şule açan bir tebessü-
müdür” diyen Samiha Ayverdi
de Sinan’ın eserleriyle orijinal
bir sanat ekolü ve tarzı meydana
getirdiği, ancak kendisini tekdü-
zelik ve durağanlığa hapsetmek-
ten kurtarmayı ve “İslamî vah-
det potası içerisinde kesrete”
erişmeyi, yüksek iman neşvesi
içerisinde başardığı noktasında
Ahmet Hamdi Tanpınar ve
Yahya Kemal ile aynı görüştedir:
“O büyük dâhi, muayyen bir
sanat formunun anaforuna tu-
tulup, eserlerini yeknesak bir
hacim ve nispetlerin girdabı-
na kaptırmamış, her yeni ese-
rinde bir başka plânı, bir başka
mimarî hususiyeti ve üslup ay-
rıntısını denemiştir. Tecrübe et-
tiği her ölçüyü, bir sonraki ese-
rinde, gerektiğinde kolayca terk
edebilip, makam değiştiren bir
muskî gibi yeni bir heyecan, yeni
bir hamle ve yepyeni bir temin
peşine düşmüştür... Eğer Sinan,
İslam’ın vahdet potasında eriyip
yeni baştan dökülen bir iman ve
heyecan adamı olmamış, cemi-
yeti ve kâinatı, kendi içinin ay-
nasında seyredecek bir arınma
geçirmemiş bulunsaydı, nihayet
şevketli ve azametli bir ordunun
peşisıra hamaset, zafer ve kah-
ramanlık tarihini bizzat yaşa-
mak bahtiyarlığına eremeseydi;
kütlenin şuuraltında bilkuvve
mevcut olan hazırlanışı, kendi
istidadı aynasında mihraklaştı-
rarak onu, bu yüksek voltajlı sa-
nat seviyesine tercüme ve akset-
tiremezdi.”9
Edebiyatçılarımızdan Ni-
hat Sami Banarlı ise, Mimar
Sinan’ın ömrü boyunca imza at-
tığı 300’den fazla eser içerisin-
de, özellikle şu üç şahesere dik-
kat çekmiş ve sanatının nasıl
zirve yaptığını şöyle analiz et-
miştir:
“Bu meşhur eserleri Şehza-
de Camii, Süleymaniye şahika-
sı ve Selimiye bediasıdır. Bu üç
şaheser, Sinan’ın sanatının zir-
ve noktalarını teşkil eder. Ama
bu, onun diğer eserleri sanat-
tan mahrum, alelâde birer ya-
pıdan ibarettir manasına alına-
maz. Onun her eserinde, büyük
mimarinin üslubu, sanatı ve in-
sanı o olgun, o sade hendese-
ye hayran bırakan azim dehası
mevcuttur.”10
1 Ahmed Refik Altınay, Osmanlı Âlimleri ve Sanatkârları, İstanbul, 1997, Timaş Yayınları, s.23; Altınay, Mimar Sinan, İstanbul, 1931, Kanaat Kü-tüphanesi, 72 s.; Semavi Eyice, “Mimar Sinan”, Türkler, c.12, s.79-80, 82; Aptullah Kuran,
2 Ortaylı, Osmanlı’yı Yeniden Keşfetmek, s.20, 24-25; Eyice, “Mimar Sinan”, s.80.
3 Samiha Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları I, 2. Baskı, İstanbul, 1977, Damla Yayınevi
4 Ruşen Eşref Ünaydın, Ayrılıklar, İstanbul, 1339/1923, s.81-82, 90-94.
5 Solakzade, age, s.317-318; Gökbilgin, Kanunî, s.157, 197-198; Osman Nuri Ergin, Mecelle-i Umûr-ı Belediyye, İstanbul, 1922/1933/1995, c.1, s.1230; Eyice, “Mimar Sinan”, s.80, 81, 82-84.
6 İbrahim Ateş, Kanunî Sultan Süleyman’ın Su Vak-fiyesi, Ankara, 1987, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, s.4-5 vd.; Eyice, “Mimar Sinan”, s.81-82.
7 Yahya Kemal, Aziz İstanbul, s.52-53, 57-58, 79.8 Ahmet Hamdi Tanpınar, Beş Şehir9 Ayverdi, Türk Tarihinde Osmanlı Asırları, s.380-
386. Ayrıca bkz. Ayverdi, İbrahim Efendi Konağı, s.122-123, 124; Boğaz İçinde Tarih, 4. Baskı, İstan-bul, 1982, İstanbul Fetih Cemiyeti, s.274.
10 Nihat Sami Banarlı, Şiir ve Edebiyat Sohbetleri I, 2. Baskı, İstanbul, 1982, Kubbealtı Neşriyat, s.110.
Dipnot
71Haziran 201270
Samsun, sınırları içinde bulunan çok
verimli iki ova nedeniyle çok eski ta-
rihlerden beri yerleşim alanı olmuş
bir ilimizdir. Başta bugünkü şehrin merkezi ol-
mak üzere Kızılırmak Vadisi, Kavak, Tekkeköy,
Çarşamba Ovasında eski çağlardan beri insanlar
iskân etmiş, yaşam sürmüştür.
Doğal, tarihî ve kültürel zenginlikleriyle Sam-
sun, Karadeniz Bölgesi’nin en gelişmiş, bölgenin
turizm potansiyeli en yüksek kentlerinden biri-
dir.
Allahu Teâlâ’nın rızasını kazanmış, sevdiğini
Allah için seven ve her işi O’nun rızası için yapan,
her an Allah’la birlikte olma şuuruna eren, gaflet-
ten uzak Allah dostları Samsun ilimizde de Alla-
hu Teâlâ’nın ve Peygamberinin emir ve yasakları-
nı öğreterek, insanların dünya ve ahiret saadetine
kavuşmaları için uğraş vermişlerdir.
Samsun’u üç taraftan kuşatan manevî atmos-
ferin bu sahipleri, yaşadıkları dönemde insanla-
rın karanlık ruhlarını iman nuruyla aydınlattıkla-
rı gibi, geçen onca zamana rağmen insanlara halen
manevî destek olmaya devam etmektedirler.
Şeyh Seyyid Kutbiddin
Büyük İslâm âlimi ve mücahitlerindendir.
Gavs-ı Azam adıyla anılan ve Kadiriye Tarikatı-
nın kurucusu olan Abdulkadir Geylan’ı Hazretle-
rinin torunu olduğu rivayet edilmektedir. Babası
Muhyiddin’dir.
Hayatı hakkında pek fazla bilgi bulunmayan
Şeyh Kutbiddin Hazretleri soyundan gelen ilahi
vecd ve aşkla İslâmiyet’i yaymaya, karanlık ülke-
leri aydınlatmaya, nefsini terbiye çalışmış bir Al-
lah dostudur. Bu amaçla kendisi İslâm ordularına
manevi fütuhat öncülüğü yapan sayısız gönül er-
lerinden birisi olarak Bizans sınırlarına dayanmış
ve Samsun çevresinde karar kılmıştır.
Şeyh Kutbiddin Hazretlerinin bir kerame-
ti şöyle anlatılır: 1853 Rus donanmasının Sinop
baskını sırasında 3-5 savaş gemisi de Samsun
açıklarına kadar gelerek şehri topa tutar. Şehirde
karşılık verebilecek bir kuvvet de bulunmamak-
tadır. Ancak Şeyh Seyyid Kutbiddin Hazretlerinin
bulunduğu eski mezarlıktan top atışları ile karşı-
lık verilir. Rus gemileri de bir miktar hasara uğ-
radıktan sonra çekilip gitmek mecburiyetinde ka-
lırlar.
1322 yılında vefat eden Şeyh Seyyid Kutbiddin
Hazretlerinin kabri Samsun ilinde İlkadım Bele-
diyesi sınırları içerisinde, Unkapanı Mahallesin-
deki mezarlıktadır.
Seyyid Ahmed-i Kebîr Er-Rufâî
Anadolu’nun zenginliği olan büyük velilerden-
dir. 1118 senesinde Basra şehrinde dünyaya gel-
Örnek Hayat Yusuf HALICI miş olup baba-
sı Seyyid Ali bin
Yahya’dır. Rufaiyye
Tarikatının kurucusu Sey-
yid Ahmed Rufaî Hazretleri-
nin torunlarından veya talebele-
rinden olduğu rivayet edilen Ahmed-i
Kebîr Rufâî ‘nin soy silsilesi baba tarafın-
dan Hz. Hüseyin Efendimiz yoluyla Peygam-
berimize, anne tarafından da Peygamberimizin
hicret sonrası Medine’deki mihmandarı Halid
bin Zeyd (r.a.)’ya dayanır. Her ne kadar Seyyid
Ahmed Rufaî Hazretleri ile karıştırılmaması için
kendisine Kûçek (Küçük) denilmiş ise de daha
çok Seyyid Ahmed-i Kebîr Rufâî şeklinde tanın-
mıştır.
Yedi yaşındayken babasının vefat etme-
si üzerine himayesine aldığı dayısı onu büyük
bir ihtimamla yetiştirerek, meşhur hocalardan
ders aldırdı, iyi bir ilim tahsil etmesini sağladı.
Öncelikle Kur’an-ı Kerim’i ezberledi. Daha sonra
dayısı onu diğer dayısı büyük âlim Ebu Bekr el-
Ensarî el-Vasıtî ile devrin diğer âlim ve veli zatla-
rın çok bulunduğu Vasıt şehrine gönderdi. Bura-
da meşhur âlimlerden aldığı derslerle hem zahiri
hem de tasavvufta yetişip yükseldi, zamanın bir
tanesi oldu.
Kâmil bir veli olduktan sonra insanlara doğ-
ru yolu anlatmak, dinin emirlerine uyarak on-
ların dünya ve ahiret saadetine kavuşmalarını
sağlamak için irşad faaliyetine başladı. Bu mak-
satla gidip yerleştiği Amasya’da tekke ve zaviye-
sini kurarak büyük bir topluluğu kendisine bağ-
ladı. Daha sonra da Lâdik’e gidip yerleşti. Yörede
çok kıymetli irşad faaliyetlerinde bulundu.
Seyyid Ahmed Rufaî Hazretleri yaptığı çok kıy-
metli hizmetlerden sonra 1182 tarihinde Lâdik’te
ebedî âleme göç etti. Kabri Lâdik’tedir.
Hocalarından Abdülmelik Harnûtî kendisine
şöyle vasiyet etmiştir: ‘Ey Ahmed! Başkalarına
iltifat edip gezen, hedefine varamaz ve hakikate
kavuşamaz. Şüphe-
lerden kurtulmayanın,
dünya düşüncelerinin ve
nefsinin arzuları peşinde
olanın, felâha, kurtuluşa ka-
vuşması düşünülemez. Bir kimse
kendi kusurunu ve noksanını bilmi-
yorsa, onun bütün zamanı da noksan
geçer.”
Bunları hemen ezberleyip bir yıl süreyle bu
usullere riayet eden Seyyid Ahmed, bir yıl sonra
hocasını tekrar ziyarete gidip, nasihat istediğinde
hocası bu sefer: “Hakiki âlimleri, evliyayı tanıya-
mamak çok kötü bir haldir. Tabibin hasta olma-
sı ne kadar fena! Akıllı kimsenin cahil kalması ne
kötüdür!” dedi.
Kılıç Dede
Anadolu’nun müslüman kimliğe bürün-
mesi sürecinde büyük rol oynayan dervişler-
den olan Kılıçdede, 1078-1116’lı yıllar arasında
Anadolu’ya yayılan Selçuklularla birlikte bölge-
ye gelmiş ve yıllarca süren savaşlar sırasında şe-
hit düşmüştür.
Kılıçdede’nin Samsun’un diğer velilerinde Sey-
yid Kutbiddin ve İsa Baba ile beraber Samsun’a
geldikleri ve burada yapılan bir savaşta şehit düş-
tükleri rivayet edilmektedir. Kılıçdede’nin şehit
düştüğü yere yapılan türbesi Samsun›da adını
verdiği mahallede olup bölgedeki insanların her
gün ziyaret ettiği bir yerdir.
Rivayete göre, Kılıçdede Türbesi’nin yanında
bulunan okulun bahçesinin genişletilmesi çalış-
malarına başlanır. Kepçeler, kazı yaparken ca-
miye yakın bir bölümde kepçe ilerleyemez duru-
ma gelir ve kepçenin dişleri kırılır. Kepçenin sert
bir kayaya denk gelip gelmediği kontrol edilir.
Ancak yumuşak toprak olduğu görülünce bölge-
nin Kılıçdede›ye ait bir alan olduğu düşünüle-
rek terk edilir ve okulun duvarı biraz daha iç kıs-
ma alınır.
VELÎLERİSAMSUN
73Haziran 201272
KültürAhmet ŞİMŞİRGİL*
Bir İslâm büyüğüne, mutasav-
vıf şairine, insanı böyle açık-
latan, onu kâinatın süzülmüş
özü, varlık ve oluşların gözbebeği olarak tarif etti-
ren İslâm’ın bizatihi kendisidir. Kur’an-ı Kerim ve
hadis-i şeriflerdir.
Dinin bu iki temel kaynağına göre Allahu Teâlâ
insanı yapı ve oluşların en güzeli, en mükemmeli
içinde yaratmıştır.
Bu noktada âlemleri düşünelim. Âlem-i kebîr,
âlem-i sağîr ve âlem-i ervâh gibi.
Âlem-i kebîr büyük âlemdir. İnsandan başka
bütün mahlûkattır. Büyük âlim İmam-ı
Rabbanî Hazretleri:
“Âlem-i kebîrdeki mahlûkların en şe-
reflisi ve en büyüğü arştır. Cenâb-ı Hakk’ın
arşa olan tecellîsi başka mahlûklarda olan
tecellîlerden üstündür. Çünkü arşa olan
tecellî öteki tecellîlerin toplamıdır. Arşa
olan tecellî Allahu Teâlâ’nın bütün isim-
leri ve sıfatları iledir. Daimî ve kesintisiz
bir tecellîdir.
Ârifin Kalbi
Kâmil bir insanın kalbi de birçok bakımdan arş
gibidir. Bunun için öyle kalbe arşullah denir. Bu
kalp arşa olan tecellîye yakın bir tecellîye kavuşur.
Arşa olan tecellî tamdır. Ârifin kalbine ise bundan
bir parçadır.
Fakat kalpte arşın mâlik olmadığı başka bir üs-
tünlük vardır. Bu üstünlük tecellî edene şuurdur.
Onu tanımaktır. Kalp tecellî edene tutulur onu se-
ver. Arşta ise böyle bir sevgi yoktur.
Kalpte böyle bir sevgi ve şuur bulunduğu için
kalp ilerleyebilir ve yükselebilir. Nitekim evliyâ
zatlar böyledir. “Kişi sevdiği ile beraberdir.”
hadis-i şerîfi de bu yükselmeyi işaret etmektedir.
Âlem-i sağîr ise yaratılmışların hepsinden ken-
disinde bir numune bulunduğu için insana verilen
addır. İnsan âlem-i kebîrdeki yani kendisinin dı-
şında bulunan âlemdeki her şeyi kendisinde top-
ladığından mahlûkların en kıymetlisi olduğu gibi
kalp de âlem-i sağîrde bulunan her şeyi kendisin-
de bulundurduğundan çok kıymetlidir.”
Nitekim Osman Hulûsi Efendi bu hususu veciz
bir biçimde ifade eder.
Âlem âdem olamaz
Âdem on sekiz bin âlemi câmi’dir
İşte bu kadar kıymetli ve itibarlı, eşref-i
mahlûkat olan insana diğer varlıkların ötesinde
bir emanet bahşedilmiştir. Bu emanet akıl ve ira-
dedir. Diğer varlıkların hiç birisinde bu yoktur.
Akıl ve irade insana bir yandan hür karar ver-
me ve iş görme alanı diğer yandan çeşitli yüküm-
lülük ve sorumluluklar getirmiştir.
İnsan akıl ve iradesi ile doğru işler de yanlış iş-
ler de yapar. Günah da sevap da kazanır. Kimisi
Rabbine kul olurken kimisi şehvetine, gadabına,
ES-SEYYİD OSMAN HULÛSİ EFENDİ (K.S.) VE
ES-SEYYİD OSMAN HULÛSİ EFENDİ (K.S.) VE
İNSAN İNSAN ”Anadolu’da Somuncu Baba namıyla meşhur
olan Şeyh Hamîd-i Velî Hazretleri nice diyarları
gezdi, ilimleri tahsil etti ve nice âlimleri yetiştirdi.
Gün geldi halk içinde Hak’la beraber yaşadı.”
75Haziran 201274
hırsına kul ve köle olabilir. İşte bütün bunların so-
nunda insan ya meleklerden yukarı üstün bir hâle
gelir veya hayvanlardan aşağı olur.
İşte insanın yükselebilmesi için en temel esas
kişinin kendisini tanıması olarak bildirilmiş-
tir. Büyük dîvân şairimiz Şeyh Galib, “Hoşca bak
zâtına” derken bir anlamda bu durumu kastet-
mektedir.
Niyâzî Mısrî de:
Nefsini terk etmeden Rabbini arzularsın
Hayvanı sen geçmeden insanı arzularsın
“Men arefe nefsehü fekad arefe Rabbeh”
Kendini sen bilmeden Sübhanı arzularsın
demiştir. Gerçekten insan genelde dışı ile meş-
gul olur. Hâlbuki önce kendine yol aramalı kendi
içinde yolculuklar yapmalıdır.
İnsan dış dünyası ile ilgilendiği kadar iç dünya-
sına, tefekkür dünyasına bakıyor mu?
Başkalarının eksiklikleri ile ilgilendiği kadar,
kendi hata ve kusurlarını biliyor mu?
Başkalarının zenginliklerini müşâhede ettiği
kadar, kendi içinde bulunduğu nimetlerin zengin-
liklerin farkına varıyor mu?
İşte bunun için kendimizi tanımalıyız.
Zira kendisini fark edemeyen tanıyamayan
başkasına kul ve köle olur. Maddeye, paraya ve
mevkie tapınmaya başlar.
Kendini Bilen Rabbini Bilir
Kendisini bilen ve tanıyan ise yaratanının ken-
disine bahşettiği üstünlüklerin ve nimetleri farkı-
na varacak, neticede onu hakkıyla bilmeye ve asıl
ona kulluk etmeye başlayacaktır.
Osman Hulûsi Efendi, bu hususu dîvânında şu
beyitleri ile ortaya koyar.
Hulûsi “men aref” sırrın bilenler kim bilir Rabbin
Bu sırrı bilmeyen ilm-i İlâhîye âlim olmaz
Kendi özün bilmeden Hakk’ı bilirim sanır
Hak varlığın bilmeyen kendi varlığın sanır
Fakat bu nokta öyle sanıldığı kadar kolay da
değildir. İnsanın nefsine galebe çalıp iyiliklere ve
güzelliklere ulaşabilmesi için her zaman bir reh-
bere ihtiyacı vardır.
O rehber Peygamber Efendimiz ve onun
vârisleri olan âlimlerdir. Hulûsi Efendi rehberin
önemini şu ifadeleri ile belirtir:
Bir kâmilin eteğin tutup da murâda yet
Kâmil eteğin tutan ehl-i kemâl olur
Devlet o ki olmaya zevâl ana
Devlet sanma anı ki anda zevâl olur
Pîrin kapısında hâk et Hulûsi yüzün
Tahkîkan anı bil ki makbûl-i zü’l-celâl olur.
Bu rehber ayna gibi olmalıdır. Kendinden ko-
nuşmamalı hep Peygamber Efendimizden ve on-
dan alanlardan ayna gibi yansıtmalı, nakletmeli-
dir. Yoksa zaman içinde hep kendinden bahseden,
kendisinden nakleden, kendisini Peygamber ye-
rine koyan yol kesiciler gelecek ve bunlar insan-
ları Hak’tan ve hak yoldan uzaklaştıracaklardır.
Hulûsi Efendi rehberi seçerken bu hususu özel-
likle vurgulamakta ve bir anlamda insanları uyar-
maktadır. Şöyle ki:
Eskiler yenilenir hep yeni âdetler gelir
Şer’-i pâke uymayan bin türlü bid’atler gelir
Nice kuttâ’-ı tarîk mürşidlik eyler iddiâ
Müddeîler çoğalıp hep resm ü âdetler gelir
Hükm-i Kur’an’a uyup sünnete kalmaz ittibâ
Kendi butlânından uydurma dalâletler gelir
Gerçekten de günümüzde mürşidlik iddiâsı
ile doğru yola pusu kurmuş, insanları hak yoldan
uzaklaştıran, kat’-ı tarîk-i ilâhî denilen nice in-
sanların varlığı bilinmektedir. Bunların temel bir
özelliği de insanlara doğru yolu anlatan din bü-
yüklerine tasavvuf âlimlerine düşmanlıktır.
Oysa o büyükleri tanıyanlar kendisini de Rab-
bini de en güzel bir biçimde tanımakta saâdetin
zirvesine ulaşmaktadır.
Anadolu’da Somuncu Baba namıyla meşhur
olan Şeyh Hamîd-i Velî Hazretleri nice diyarları
gezdi, ilimleri tahsil etti ve nice âlimleri yetiştirdi.
Gün geldi halk içinde Hak’la beraber yaşadı. Gün
geldi şöhretin âfet olduğuna sonsuz dikkatleri çek-
ti. Hâlbuki kapısında sultanlar kul olmaya hazır-
dı. Çağının en büyük âlimi Molla Fenarî ona tale-
be olmak sevdasıyla tutuşuyordu. Hacı Bayram-ı
Velî ve Akşemseddin Hazretleri aynı hizmetin ta-
kipçisi olmuşlardır.
Bugün de onun ahfadından Es-Seyyid Osman
Hulûsi Efendi kurduğu vakıf ve bıraktığı güzîde
eserlerle eğitim, kültür ve sağlık alanlarında eşsiz
hizmetlere imza atmaktadır. * Prof. Dr.
Not: Bu yazı; 24 Haziran 2011 tarihinde Darende’de yapılan 10. Somuncu Baba ve Hulûsi Efendi Sempozyumu’nda sunulan tebliğin özetidir.
Haziran 201276 77
Bir dergâhın günlük yaşamını,
latifelerini, mânevî alışveriş-
lerini, sırlarını okumayı ister
misiniz?
Huzur Defteri isimli çalışmayı tanıtmaya
hangi cümleyi yazarak başlasam acaba? Bu ya-
zıyla karşılaşan kişi o ilk cüm-
leden sonra yazının
devamını da merak et-
meli. İlk cümle yerine
bir çığlık koyabilseydim
metne keşke. Bir feryat…
O zaman bir sürü gözü ya-
zının üzerinde toplayabilir-
dim.
Bunu yapmayı istiyorum.
Bu kitabın nasıl bir çalışma ol-
duğunu bir A4 sayfasının üze-
rine kelimeleri savurarak yaza-
bileceğimi sanmıyorum çünkü.
Burada yazılan pek çok şey başka
bir yerde yazılı değil desem ilginizi
çeker mi mesela? Belki de çekmez. Olabilir.
En iyisi kitapta anlatılan bir olayı naklederek
yardım almak. Bir gün Fahrettin Efendi hazret-
leri bakkala gider. Oradan aldığı malzemeyi bak-
kal eski bir kâğıt üzerine paket yapmaya başlar.
Kâğıdın geri kalanı da duvardaki çengele tuttu-
rulmuştur. Fahrettin Efendi kâğıdı incelediğin-
de meşhur Şeyh Sadık risalesinin bir
nüshasıyla karşılaşır. Az kalsın ba-
yılacak hale gelir ve parasını hemen
teklif ederek kâğıtları alır. İşte bizim
durumumuz da kısmen buna ben-
ziyor şimdi. Bir kısmımız Huzur
Defteri karşısında oradaki bakkal
gibiyiz. Ondan nasıl istifade ede-
ceğimizi bilmiyoruz, hatta böy-
le bir soru gündemimizde de
yok. Diğerlerimiz ise bu bilgi-
leri okuduğunda zevkten ba-
yılabilir.
Sanırım meramımı an-
lattım. Huzur Defteri İs-
tanbul’daki Karagümrük
Cerrahi Âsitanesini merkeze alarak
oluşturulmuş enfes bir çalışma. Birçok önemli
zatın yaşadığı fakat matbuata dökülmemiş olay-
Huzur Defterİ
KitapAyşe SEVİM
ları anlatıyor. Bir dervişin hususi not-
ları bunlar. Hz. Pir Nureddîn-i Cerra-
hi, Şeyh Fahrettin Efendi, Celal Ökten
Hocaefendi, Gönenli Mehmet Efen-
di, İskilipli Atıf Efendi, Neyzen Tevfi k,
Hüseyin Siret, dönemin padişahları ve
meşhur birçok zatın hatıralarını oku-
manız mümkün. Yazar Mehmet Fatih
Çıtlak sadece tasavvuf severlerinin de-
ğil yakın tarih meraklılarının da ilgisi-
ni çekecek bir kitap hazırlamış.
Örneğin tarih mezunu olmama
rağmen Büyük Taarruz esnasında
Atatürk’ün emriyle içlerinde Fahred-
din Efendi Hazretlerinin de olduğu altı
şeyh efendinin Dolmabahçe sarayında
zikrullahla meşgul olduklarını bu ki-
tap vasıtasıyla öğrendim. Aslında ta-
rih mezunu olan herkes böyle bilgile-
ri ancak benim tecrübe ettiğim şekilde
öğrenebiliyorlar. İmtihanlara hazır-
lanırken tarihin kanlı, sebepli sonuç-
lu, çirkin suratına aşina olan öğrenci-
lere keşke işin bu yönleri de anlatılsa.
Kendilerine sarayda tahsis edilen oda-
da ordunun muzaffer olması için du-
alar eden altı şeyhi bilmek, ordu za-
fere ulaştığında ise dışarıdan kimin
attığı belli olmayan bir taşın gelip yağ
kandiline çarptığını söylemek onla-
rı ne kadar şevke getirir. En azından
Holywood’un pişirip pişirip önümüze
sürdüğü olağanüstü olaylarla bezen-
miş tarih fi lmlerine hayran olmaktan
kurtulurlar. İçlerindeki batının tarihi-
ne dair olan merak, hayranlık kendi ta-
rihlerine doğru kayar.
Huzur Defteri bence bir kere de
okunacak bir çalışma değil. Anlatılan
olaylar yeniden ve yeniden okunabi-
lir nitelikte. Meczupları, tabir edilen
rüyaları, İstanbul’daki pek çok şeyh
efendisiyle bu çalışma dükkânındaki
çengele kıymetli sayfalar asan bakkal-
lardan başka herkese hitap ediyor.
KİTAPLIK
Poetika Rubâîleri
Bekir Oğuzbaşaran
Nüve Kültür Yayınları
Tel: 0332 352 23 03
Dürr ve Sadef
Emine Fikriye Beledli
Nesil Yayınları
Tel: 0212 551 32 25
Türk Şiirinde Hz.
Peygamber 1860-2011
Prof. Dr. İsmail Çetişli
Akçağ Yayınları
Tel: 0312 432 17 98
Başlangıçtan
Kurtuluş Harbine Kadar
Maraş Tarihi
Doç. Dr. İlyas Gökhan
Ukde Yayınları
Tel: 0344 225 13 00
Gölgeler Koridoru
Muhyiddin Şekur
Sufi Kitap
Tel: 0212 511 24 24
79
ÇOCUKLARDA
GÜVEN
Haziran 201278
Eğitim M. Emin KARABACAK
Bizler, çocuk-
ların okulda
ve toplumsal
hayatta kendi işlerini kendi-
si yapan, sorumluluk almaktan
korkmayan, kendisine güvenen
kimseler olmasını isteriz. İste-
mesine isteriz de çocukların bü-
yük çoğunluğunda düşük benlik
saygısı görülmektedir.
Nedir Bu Düşük Benlik Say-
gısı?
Düşük benlik saygısı kendi-
ne güvenememek, sorumluluk
almaktan korkmak, yetenekle-
rinin altında başarı göstermek
ve kendi seviyesinin altında işler
yapmak demektir.
Çocukların düşük benlik
saygısını geliştirmek için
yapılabilecek çalışmaların ba-
şında çocuklara iyi bir model
olunması gerekir. Bunun
için çocuğa model
olacak kişinin
çocukların
yanında
y a p ı -
l a -
cak işlerde işi övmekle başlayıp
kendisinin kişisel yeteneklerini
övmekle bitirebilir.
Çocuklarla yaptığım psiko-
lojik görüşmelerde düşük benlik
saygısına sahip olan bir öğrenci,
kendini ifade etmekte zorlanınca
benlik saygısı yüksek olan bir
öğrenci olayın basitliğinden, ola-
yı şöyle anlatabileceğini ifade
eder. Olayı anlattıktan sonra da
hafifçe geriye kasılarak “Kendi-
mi tebrik ederim çok güzel anlat-
tım.” der. Bir işi yaptıktan son-
ra: “Aferin bana, kendimi tebrik
ediyorum…” gibi cümleler ço-
cukta benlik saygısını yükselt-
mek için iyi bir model oluşturur.
Çocukların yaşlarına ve
yeteneklerine uygun görevler
vermek gerekir. Çünkü ço-
cukların kendisi hakkında-
ki duyguları, düşünceleri
ve davranışlarıyla ilgili tu-
tumlarından kaynaklanır.
Okulda teşekkür ala-
bilecek bir çocuktan tak-
dir beklendiğinde takdir
belgesi alamayıp teşekkür
belgesi alan çocuk, kendisini
başarısız olarak algılayacaktır.
Yine bu çocuktan teşekkür
belgesi yerine; zayıfsız gelme-
si beklenen ve zayıf getirmeyen
çocuğa verilecek pekiştirme de
uygun değildir. Ödül, çocuğun
kendinden beklenen sorumlu-
lukları yerine getirdiği zaman
anlam kazanır.
Çocukların yaptığı olumlu
davranışlar aileleri tarafından
takdir edilmelidir. Büyükleri
tarafından pekiştirilmeyen
olumlu davranışlar, onların
şevkini kıracağı için çocukta
kendisine ve çevresine karşı gü-
ven problemi oluşturacaktır.
Çocuklara verilecek geri
bildirimler kişi zamirleri
özellikle belirtilmelidir. “Bunu
çok güzel yapmışsın tebrik edi-
yorum.” yerine “Bunu sen çok
güzel yapmışsın seni tebrik edi-
yorum.” ifadesi kullanılmalıdır.
Çocuklar güzel bir iş
başardıklarında “Güzel bir iş
başardığını düşünüyor mu-
sun?” sorusu yöneltilerek alı-
nacak olumlu cevaba göre
çocukların benlik saygısını yük-
seltmek amacıyla “Ben de senin
güzel bir iş yaptığını düşünüyo-
rum ve seni tebrik ediyorum,
kendinle övünebilirsin.” geri
bildirimi çocuklarda kendisi-
nin benlik saygısını kazanmada
övme ya da övünme için gerek-
li alışkanlıkları ve becerileri ka-
zandırır.
Çocukların başkalarını nasıl
övecekleri ve kendisini övenlere
karşı nasıl davranmaları
gerektiği çok iyi öğretilmelidir.
Yoksa bu durum çocukların
benlik saygısını yükseltelim
derken abartılı fakat özden yok-
sun bir kişiliğe sahip olmalarına
yol açabilir.
Bunların Dışında:
Aile içi konuşmalarda çocuk-
lara söz hakkı verilmeli.
Çocukların olumsuz
yönleri yerine, olumlu yönleri
görülerek onların uygun dav-
ranışlarına uygun geribildi-
rimler verilmeli. Çocukların
yaşlarına ve yeteneklerine
uygun beklenti içine girilmeli.
Çocukların yaş ve seviyelerine
uygun sorumluluklar verilerek
bu konuda çocuklara gerekli ce-
saretler verilmeli. Aile içinde
çocukların da vazgeçilmez ve
değerli oldukları hissettiril-
meli. Çocukları olumsuz
yargılamalardan ve
uygunsuz cezalardan
kaçınılmalı. Çocuklarda
görü len olumsuzlukları
sürekli gündemde
tutmaktan ve onları
başkalarıyla kıyaslamalardan
kaçınılmalı. Çocukların
sosyal ortamlara katılmaları
ve buralarda görev almaları
teşvik edilmeli. Çocukların
eve gelen misafirlerin içine
girmeleri teşvik edilmeli ve
çocuklara bu ortamlarda söz
hakkı tanınmalı. Çocukların
olumsuz davranışlarına karşı
aşırı tepkilerden ve aşırı eleşti-
rilerden kaçınılmalı.
Sonuç olarak çocukların
kendilerine güvenini geliştir-
mek; iyi bir model olmak, ye-
teneklerine uygun sorumluluk
vermek ve olumlu pekiştirme-
lerle olacaktır
“Düşük
benlik saygısı kendine
güvenememek, sorumluluk
almaktan korkmak,
yeteneklerinin altında
başarı göstermek ve kendi
seviyesinin altında işler
yapmak demektir.”
81
ZAAFLAR“Genelde insanlar kısa süreli hazları, zararını bilmelerine rağmen uzun vadeli huzur
ve mutluluklara tercih ederler.”
Haziran 201280
PsikolojiSefa SAYGILI*
Kafatasımızın içinde yer alan
beynimiz kâinatın en mükem-
mel ve karmaşık yapısıdır. 100
milyar civarında sinir hücresi (nöron) ihtiva eder
ve her nöronun 1000 ilâ 10.000 başka nöronla
bağlantısı vardır.
İnsan, beyni sayesinde diğer canlıların
boy ölçüşemeyeceği güçte zihinsel
özelliklere sahiptir. Konuşabilir, akıl
yürütebilir, geleceğe ait tasarımlarda
bulunabilir, adalet ve yönetim sistemini
tartışabilir, sadece kendimizin değil
başka insanların da iyiliği için gayret
gösterebiliriz. Bilgi öğrenebilir, icat ve
keşifler yapabilir, eğitebilir ve edebî
eserler ortaya koyabiliriz. Bu muazzam
organımız ile düşünür, davranır, üzülür,
sevinir, öfkelenir, inanır, geleceği
planlarız.
Böyle harika melekelerle donatılmış beynimiz
aynı zamanda pek çok zaaflarla da doludur. İşte
birkaçı:
* Olmadık şeyleri unutabilir veya yanlış hatır-
layabiliriz. Arabamızı, cüzdanımızı, telefonumuzu
veya gözlüğümüzü nereye koyduğumuzu hatırla-
maya çalıştığımızda problem ortaya çıkabilir.
* Birine karşı olumlu duygular besliyorsak,
yani o kişi bizim sevdiğimiz, takdir ettiğimiz biri
ise her davranışına toz kondurmayız. Bunun ter-
si de geçerli olabilir.
* Herhangi bir konuda iyiysek (sözgelimi bul-
maca çözmek) bunun için kendimize artı puan ve-
ririz. Ancak kötü olduğumuz konularda genellik-
le sorumluluk başka birindedir, meselâ eşimizde.
* Şayet zihnimiz başka şeylerle çok yoğun-
sa, bize aktarılan bir konunun kaynağına inme-
den o fikre saplanıp kalırız. Yine zihnimiz baskı
altındaysa veya dikkatimiz başka yöne çevrilmiş-
se normalde şüphe duyacağımız bazı durumlara
inanma eğilimine girebiliriz.
* Geçmişteki bir hadiseyi yorumlar-
ken düşüncelerimizle ve inançlarımızla
uyuşan yönlerini ön plana çıkarma eği-
limine girer ve o açıdan değerlendiririz.
Aile terapisi için ele aldığım geçimsiz
çiftlerde de durumun aynen böyle
olduğunu hep gözlemişimdir. Ayrı
ayrı dinlediğinizde iki tarafı da yüzde
yüz haklı sanırsınız, ancak gerçeğin
öyle olmasına imkân yoktur. Her taraf
olayları kendine göre çarpıtarak ifade
etmektedir. Kişi kendinin haklı, eşinin
kusurlu olduğuna inanınca bunu
göstermek için şahsi yorumunu katarak
“İnsan zayıf olarak yaratılmıştır”
Ta ki bir kul olarak Yaratıcısına karşı acizliğini
anlayabilsin, dünyanın geçici bir makam olduğunu
fark edebilsin diye. Bu yüzden insana kendini
tanrılaştırma, gurur ve kibir yakışmamaktadır.”
DARENDE GÜZELLEMESİ
Güzel Malatya’nın şirin diyarıNazlı bayrağımda alsın Darende!...İnsanın çalışkan, kovanda arı…Gönül peteğinde balsın Darende!...
Osman Hulusi’nin güzel beldesiRuhu teskin eder Tohma’nın sesiSomuncu Baba’nın büyür gölgesiAllah’a açılan elsin Darende!...
Somuncu Baba’nın asildir soyuNe güzel örnektir bizlere huyuNazlı nazlı akar Tohma’nın suyuŞu kırık sazımda telsin Darende!...
Malatya iline uzak düşersinSabır ateşinde yanar, pişersin Küllenen zamanı durmaz, eşersinŞöhretini dünya bilsin Darende!...
Gönül sofrasında doyar erenlerHamid-i Veli’ye sadık yarenler…Burada toplanmış hakkı görenlerGönül bahçemizde gülsün Darende!...
M. Nihat MALKOÇ
83Haziran 201282
olayları anlatmaktadır.
* Siyasette de böyle değil mi? Tuttuğumuz lide-
rin her sözünü ve davranışını olumlu, karşı oldu-
ğumuz siyasetçi için ise olumsuz değerlendirmeye
adeta şartlanmışızdır. Bir kez bir şeyin doğru oldu-
ğuna karar verdiğimizde (her ne sebeple olursa ol-
sun) ona inanmak için genellikle yeni sebepler de
uydururuz.
* Aynı şey bilim adamları için de geçerlidir. Bi-
limin amacı, kanıta dayalı dengeli bir yaklaşım ser-
gilemektir. Ama bilim adamları insandır ve kendi
teorilerine uygun gelen ayrıntıdaki sıradan bulgu-
ları abartarak sunabilmektedirler. Meselâ Darwin-
ciler maymunla insan
arasındaki kapanması
mümkün olmayan uçu-
rumu görmezden gelir-
ler, çok küçük ve genelde
organı işlemeze götüren
mutasyon değişikliklerini
evrim teorisini ispatlayan
önemli deliller olarak
lanse ederler.
Yani insanlar görmek
istediği şeyi görür, duy-
mak istediği şeyi duyarlar.
* İnsanların pek çoğu-
nun öleceklerini bilme-
lerine rağmen ibadetten uzak kalmalarını, yaşlan-
dıklarında bile dünya hırslarıyla dolu olmalarını ne
ile açıklayacağız? Zararlarına rağmen sigara, alkol,
uyuşturucu kullanan; tehlikesini bilmelerine rağ-
men trafikte aşırı hız yapanlara ne demeli?
* Bir alkol bağımlısı günlüğüne, “Daha çok israf
ediyor, daha çok suçluluk hissediyor, sabahın üçün-
de artık içkiyi bırakmam gerektiği duygusuyla uya-
nıyorum. İçki, içki takımları, içki ortamları ve içki-
li olmak tiksindirici geliyor. Yine de her öğlen elim
alkol şişesine gidiyor.” diye yazmıştı. Gerçekten ge-
nelde insanlar kısa süreli hazları, zararını bilmele-
rine rağmen uzun vadeli huzur ve mutluluklara ter-
cih ederler.
* İnsan beyninin yaygın rahatsızlıkları da ayrı
bir zaafımızdır. Kolaylıkla anksiyeteye girer, en-
dişe ve kaygı çekebilir; panik olur, ölüm ve de-
lirme korkusu ile kıvranabilir; depresyon geçirir,
moral bozukluğu ve sıkıntılı olabilir; obsesyon’a
yakalanır, saçma ve mantıksız olduklarını bilme-
mize rağmen takıntı ve saplantılar ile dünyayı
kendimize dar edebilir; fobik olarak yersiz kor-
kulara kapılabiliriz. Veya psikoza girerek gayp-
tan sesler, hayali görüntüler veya kokular hisse-
debiliriz.
Evet, Rabbimiz insanları en mükemmel şekil-
de eşref-i mahlûkat olarak yaratmış, sayısız hari-
ka özellikler ile donatmıştır. Yaratılmış olan tüm
varlıklar içerisinde dü-
şünme, karar verme, ak-
letme, düşündüğü şeyi
uygulayabilme, plân
kurma, sonuç çıkarma
gibi zihinsel fonksiyon-
larla insanoğluna üstün-
lükler lütfetmiştir.
Ancak insanlar bu
mükemmel yaradılış-
larının yanında çok
basit hatalara, yan-
lış değerlendirmele-
re, sapkın yollara da
düşebilmekte; basit
menfaatlere kapılarak
davranabilmektedirler. Sir Isaac Newton, “Gök-
cisimlerinin hareketlerini hesaplayabilirim ama
insanların çılgınlığını hesaplayamam” derken bu
durumu kast etmiştir. Hiç kimse zihninin tıkır
tıkır işleyebileceğini garanti edemez.
“İnsan zayıf olarak yaratılmıştır” (4/Nisa, 28)
Ta ki bir kul olarak Yaratıcısına karşı acizliğini
anlayabilsin, dünyanın geçici bir makam olduğu-
nu fark edebilsin diye. Bu yüzden insana kendini
tanrılaştırma, gurur ve kibir yakışmamaktadır.
İnsanoğlu inanmak ve kendisine sayısız nimet-
ler veren Rabbine teslim olmak zorundadır.
Prof. Dr.
Sule
jman
MU
RAD
OVİ
C
85Haziran 201284
ALERJİ LERJ
SağlıkAkın DİNDAR
Alerji, bağışık-
lık sistemi-
mizin aşırı
duyarlılık hastalığıdır. Alerjiye
neden olan maddelere “alerjen”
denir. Alerjen, bağışıklık siste-
mindeki hücreleri (mast hücre
ve bazofi lleri) uyararak, antikor
(IgE) oluşumunu sağlamakta-
dır.
Bir sonraki temas sonucun-
da, alerjen ile IgE birleşir ve
alerjik reaksiyon başlar. Dola-
yısıyla alerjik reaksiyonun baş-
laması için alerjenin daha önce
bağışıklık sistemiyle karşılaş-
ması şarttır.
Deri Hastalıkları Uzmanı Dr.
Arda Eminzade, alerjinin son-
radan gelişen bir olay olduğunu
ve daha sonraki karşılaşmalarda
çok hızlı bir şekilde vücut tepki-
sinin başladığını belirtiyor.
Birçok farklı alerjik madde
türü vardır; bunlardan en yay-
gın üçü polen, ev toz akarları ve
kuruyemişlerdir. Alerjik mad-
deler tüm canlı organizmalarda
bulunan protein içerir ve tepki-
meye neden olan da bu protein-
dir. Penisilin gibi bazı ilaçlar da
alerjik tepkimeye neden olabilir.
Bu ilaçlar protein içermezler an-
cak vücuttaki protein ile bir ara-
ya geldiklerinde tepkimeye ne-
den olabilirler.
Alerji Genelde Hızlı Gelişen
Bir Reaksiyondur
Alerjik reaksiyonunun gelişi-
minden sorumlu maddeyi, mast
hücrelerinde salgılanan Hista-
min olarak açıklayan Dr. Arda
Eminzade, alerjinin 4 farklı or-
ganımızda başladığını vurgulu-
yor.
1)Solunum yolunu etkileyen
alerjenler havada uçuşan (air-
bore) parçacıklardır. Bitkiler
ve ağaçların polenleri, ev tozu
akarları (mite), hayvan tüyleri
(kedi ve köpek gibi), küf man-
tarları solunum yolunu etkile-
yen alerjenlerdir. Bu alerjenler
üst solunum yolunda alerjik ri-
nit ile sinuzit ve alt solunum yol-
larında astıma sebep olurlar. Bu
etkenler bazen gözde alerjiye
(konjenktivit) sebep olabilirler.
2) Cildimizi etkileyen aler-
jenleri iki şekilde değerlendire-
biliriz.
Direk temas yolu ile cilt-
te alerji ve kızarıklık gelişir. Bu
alerjik reaksiyon IgE’ye bağ-
lı değil bağışıklık sisteminin ge-
cikmeli bir reaksiyonudur (hüc-
resel immünite). Örnek olarak
nikel sulfat gibi bazı metaller,
çimentoda bulunan potasyum
dikromat, kozmetiklerde bulu-
nan peru balsamı ve yapıştırı-
cılarda bulunan eposkiresineg-
zema (kontakt dermatit) nedeni
olabilirler.
Cilt üzerinde direk maruzi-
yet olmaksızın kızarıklık, kabar-
tı ve kaşıntı oluşur. Örnek ola-
rak hastada aspirin alerjisi varsa
eğer, ağız yolu ile alındığında
ciltte kaşıntı ve kızarıklık belirti-
leri başlar. Bu duruma kurdeşen
(ürtiker) denir. Ürtikeri tetikle-
yen ilaçların sayısı çok fazladır.
Ayrıca besinler ve farklı alerjen-
lerde ürtikeri başlatabilir. Ür-
tikerin belirtilerinden sorum-
lu madde her zaman histamin
olmayabilir. Ürtiker her zaman
alerjik değildir.
Böcek sokması, arı, yaban arı-
sı, akrep ve benzeri hayvanların
sokması sonucunda, eğer bir aler-
jik durum varsa, sokma alanında
kızarıklık, kabartı ve kaşıntı ge-
lişir. Bazen bu alerjik reaksiyon
çok şiddetli ve tehlikeli olabilir.
3)Sindirim sistemini etkile-
yen alerjenler besinler ve bazen
ilaçlar olabilir. Fındık, yer fıs-
tığı, susam, süt, yumurta (sarı-
sı ve akı), soya, baklagiller, buğ-
day, çikolata ve deniz ürünleri
en sık alerji yapan besinlerdir.
Alerji Belirtileri
Üst solunum yolunda: Burun
ve geniz akıntısı, hapşırma, bu-
run ve genizde kaşıntısı.
Alt solunum yolunda: Nefes
darlığı ve tıkanıklığı, hırıltı, ök-
sürük ve balgam.
Deri: Egzema; deride kızarık-
lık, kuruluk, soyulma ve kaşıntı.
Ürtiker; Deride şişlik, kıza-
rıklık ve kabartı.
Göz: Gözlerde kaşıntı ve ya-
şarma
Sindirim sistemi: Karın ağrı-
sı, kusma, ishal.
Haziran 201286 8787
Gönülden İkramlar Mesude SARI
Bekir SARI
Haziran 201286
GingsengBüyük kazık köklü çok yıl-
lık beyaz çiçekli, soluk kırmı-
zı renkte meyveleri olan şifalı
bitkidir. İçeriğinde B1, B2 ve D
vitaminleri, saponinler, uçucu
yağ, glikozitler, fosfat ve orga-
nik asitler vardır. Kökleri be-
yaz veya kırmızı renklidir. Bit-
kinin yaşlı etli ve çatallı kökleri
ilaç olarak kullanılır. İki farklı
çeşidi vardır. Kırmızı ginseng
olarak adlandırılanı şifalı bitki
olarak kullanılanıdır. Ginseng
kökü 6 yıllık bir yetiştirme sü-
resinden sonra hasat edilir ve
tedavi amaçlı kullanılan bitki-
nin bu bölümüdür.
Faydaları
Vücuda ve kalbe kuvvet ve-
rir. Bağışıklık sistemini güçlen-
dirir ve vücut direncini arttırır.
Yorgunluğu giderir. Zihni açar
ve hafızayı kuvvetlendirir. Stre-
si azaltır. Depresyona karşı fay-
dalıdır. Prostata karşı koruyucu-
dur. Kandaki şeker ve kolesterol
oranını düşürür. Kansızlığa iyi
gelir. Kansere karşı da koruyu-
cu etki gösterir. Tümörlü hücre-
lerin gelişimini yavaşlatır, hat-
ta bazen tamamen durdurabilir.
Sindirim sistemi ve böbrekle-
re faydalıdır. Karaciğeri korur.
Kalp ve damar sağlığı üzerinde
de olumlu etkileri vardır. Yaş-
lanma belirtilerini azaltır.
Nasıl Kullanılır?
Genellikle kökleri toz haline
getirilerek balla karıştırılıp kulla-
nılır. Ayrıca köklerinden elde edi-
len suyu kullanılır. Etkileri ve fay-
daları keşfedildikten sonra pek
çok ginseng içeren hazır ürün
üretilmeye başlanmıştır. Genel-
likle ginseng tablet ya da çay şek-
linde sunulmaktadır. Yaşlılarda
yaşlılık belirtilerini azaltıcı olarak
kullanımı oldukça yaygındır.
Şifalı Bitkiler
Sarımsaklı KöfteMalzemeler100 gr dana kıyma (isteğe göre)2 su bardağı köftelik bulgur1 çay bardağı un1 çay kaşığı karabiber1 kahve fincanı irmik1 kahve fincanı toz tatlı kırmızıbiber1 kahve fincanı kimyonTuz ve Yoğurmak için su
Sos İçin Malzemeler4 adet büyük domates2 litre haşlama suyu1 yemek kaşığı biber salçası1 su bardağı sıvı yağ1 baş sarımsak ve MaydanozAcı pul biber (isteğe göre)
HazırlanışıKöftelik bulgur, kıyma, irmik bera-berce ıslatılarak yoğurulur. Bulgur yumuşadıkça baharatlar, un ve tuz ilave edilir. Hafif su serperek yoğur-maya devam edilir. Macuna yakın kıvam elde edilince, fındık büyük-lüğünde parçalar koparılarak av-cumuzda yuvarlayıp, işaret parma-ğımız ile ortasına hafifçe bastırılıp şekil verilir. Malzeme bitene kadar devam edilir. Yarım limon suyu ve tuz ilave ederek hazırlanan haşla-ma suyunda köfteler haşlanır. Piş-tiği kontrol edildikten sonra köfte-ler süzülür. Köftelerin bulunduğu tencerenin dibinde (lezzet katma-
sı için) 1 su bardağı kadar haşlama suyu bırakılır. Önceden soyulan sa-rımsaklar dövülür. Bir tencere içeri-sine sıvı yağı alınıp sarımsaklar ilave edilir. 3 dakika kadar yağda çevri-lir. Rendelenmiş domates ile salça, tuz ve baharatları ilave edilip 5 da-kika kaynatılır. Haşlanmış köfteler bu sos ile karıştırılır. 1 dakika daha kaynatıp servis tabağına alınır. Üze-rine kıyılmış maydanoz serpip sö-ğüş domates ve turşu ile ikram edi-lir. Afiyet olsun.
Not: Geçen sayımızda tarif eksik yayımlandığından tekrar veriyor, dü-zeltmeden dolayı özür diliyoruz.
Haziran 201288
Som
uncu
Bab
a De
rgisi
’nin
Ücr
etsiz
Eki
’dir.
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aralk 2009
Yl: 3 Say: 36
İnsanlarn başna gelen belâlarn çoğu dilindendir.
Dili muhafaza etmek lazmdr. Bir hadis-i şerifte
Peygamberimiz: “Allahu Teâlâ’nn kullarndan
bazs hakkin rzasna uygun bir söz söyler, o söze
kendisi de dikkat etmez. Hâlbuki Allahu Teâlâ o
söz sebebiyle o kimsenin derecesini yükseltir. Ve
kullarndan bazs da rza-î ilâhîye aykr olarak
Allah’ gazaplandracak bir söz söyler ve hem de
söylediği söze zerre kadar ehemmiyet vermeyerek
laubali olarak söyler. Hâlbuki Allahu Teâlâ o kim-
seyi söylediği o fena sözler sebebiyle derecesini
indirir.” buyuruyor.
Müminler söyledikleri sözleri, velev ki latife olsun
laubali olarak söylemeyip sonunu düşünerek söyle-
meleri icap eder. Yine bir hadis-i şerifte Peygam-
berimiz: “İnsanlarn ekserisinin kyamet gününde
günahlar dillerinden çkan malayani sözlerdendir.”
buyuruyor.Es-Seyyid Osman Hulûsi Efendi (k.s)
k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Aral
115
Dergisi Hediyesi...
M A Y I S 2 0 1 0
Fiyat: 7 TL
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB İYAT DERG İS İ
Ümitvâr Olmak3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
Aylk Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
AYLIK İL İM KÜLTÜR VE EDEB
3816 Tarihte İstanbul Kuşatmalar ve Fatih
k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
k Somuncu Baba Çocuk Dergisi - Ocak 2010
Derginizin elinize sağlıklı bir şekilde ulaşabilmesi için yukarıdaki alanları eksiksiz bir şekilde doldurunuz.
Adı / Soyadı:
Kurum Adı:
Ünvan:
Dergi Teslim Adresi:
Posta Kodu: Şehir:
Telefon: ( )
Faks: ( )
E-posta: @
Türkiye : 85 Avrupa : 72 Euro ABD: 102 USD
Banka / Posta çeki hesabınıza yatırdım. Dekont İlişiktedir.
Vergi Dairesi:
Vergi No:
Abone Başlangıç Tarihi:
İmza
Visan İktisadi İşletmesiZaviye Mah. Hacı Hulûsi Efendi Cad. No:71 44700 Darende MalatyaTel: (422) 615 15 00 Faks: (422) 615 28 79 [email protected]
2012 YılıÇocuk ekiyle birlikte
yıllık abone bedeli
85
2012 yılında aboneliğinizi yenilerken, yakınlarınızı da Somuncu Baba’nın ilim ve kültür dünyasına katın.
Onların da abone olmasını sağlayın.
Posta Çeki (Darende Postanesi) : 1361068Ziraat Bankası (Darende Şubesi): 26798480-5001IBAN – TR 56 0001 0003 2026 7984 8050 01Vakıf Bank (Darende Şubesi):TR 04 0001 5001 5800 7299 7740 58
Faturayı adıma kesiniz
Faturayı şirket adına kesiniz
Top Related