zeytinime dokunma... yazısı

19
ZEYTİNİME DOKUNMA... Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı, yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin, hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil, ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için, yaşamak yanı ağır bastığından. (Nazım Hikmet) Bursa coğrafi konumu dolayısıyla doğal ve tarihsel kaynakları oldukça zengin bir kent. Bunu son yıllarda kent kozmopolit bir yapı kazandıkça daha iyi idrak edebiliyorum. Ancak bir çok kentte varsıl olmamanın sonucu olarak insanımız bilhassa yoksul insanlarımız farkına varmıyor varamıyor. Nasıl varsın ki ülkede 10-12 yıldır egemen olan zihniyet insanların bilhassa mütedeyyin insanların alışılmış araçlarla dikkatini celbetmeyi ya da başka yerlere çekmeyi dağıtmayı çok iyi beceriyordu. Zaten okumayan tek tipliliği yadsımayan bir toplumda farklı bir netice de beklemek abesle iştigaldi. Şundan varıyorum bu sonuca Bursada yaşayıp da Yeşil Türbede gömülü osmanlı padişahının kim olduğunu bilmeyen yarıdan çok fazla insan var Uludağ ı görmeyen o kadar çok insan.. Tıpkı İstanbul da dizi dibindeki boğazı görmeyen İnsanları var olması gibi. Bunu uydurmuyorum bunlar yakın tarihte yapılan anket araştırmalarında çıkan sonuçlardır. İsterseniz deneyiniz, daha zor bir sual olacak belki ama her gün binlerce insanın geçtiği Timurtaş paşa türbesi önünde yapın bu testi: Kaç kişi şehrin kesinlikle en canlı bu muhitinde yatan zatın adını bile zikredemez. Adım gibi eminim. Peki bu bir eksiklik mi elbette değil. Her mezarın başında bir yazıt var ve ordan bilgi edinebiliyorsunuz. Eksiklik olarak görülen ne olabilir peki. Elbette tarih yazımı konusundaki eksiklik. Ne diyordu Mehmet Akif “Kıssadan Hisse” şiirinde: Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi? 'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi? Bursa’nın simgelerini içeren çok yerinde bir yazı kaleme almıştı Ramis Dara. "Türkiye ve Dünya Ormanında Bursa’nın Simgesi Nedir!" diye soruyordu. Yıllar önceki bir yazı. Sanırım Bursa Defteri adlı bir dergide yayınlandı. Şunları sıralamış. Uludağ, teleferik, Prusuias-Osman Gazi-Orhan Gazi ve türbeleri, Erguvan, Çınar, Yeşil Türbe, Ulucami, Karagöz, Cumalıkızık Evleri, Hanlar, İznik çinileri ve Kılıç kalkan. Yazarın seçtiklerine katılmamam mümkün değil. Hele surları dahil etmemesiyle ilgili yorumuna katılmamak hiç mümkün değil... Bugün kaybettiğimiz bir çok değer var. Bunlardan hiç birisini haklı olarak adaylar arasına koymamış. Koyamamiş. Çünkü yitip giden kaybolan değerler bunlar. Saydıkları hakkında ise hemfikirim.

Transcript of zeytinime dokunma... yazısı

Page 1: zeytinime dokunma... yazısı

ZEYTİNİME DOKUNMA...

Yani, öylesine ciddiye alacaksın ki yaşamayı,

yetmişinde bile, mesela, zeytin dikeceksin,

hem de öyle çocuklara falan kalır diye değil,

ölmekten korktuğun halde ölüme inanmadığın için,

yaşamak yanı ağır bastığından.

(Nazım Hikmet)

Bursa coğrafi konumu dolayısıyla doğal ve tarihsel kaynakları oldukça zengin bir kent. Bunu

son yıllarda kent kozmopolit bir yapı kazandıkça daha iyi idrak edebiliyorum. Ancak bir çok

kentte varsıl olmamanın sonucu olarak insanımız bilhassa yoksul insanlarımız farkına

varmıyor varamıyor.

Nasıl varsın ki ülkede 10-12 yıldır egemen olan zihniyet insanların bilhassa mütedeyyin

insanların alışılmış araçlarla dikkatini celbetmeyi ya da başka yerlere çekmeyi dağıtmayı çok

iyi beceriyordu. Zaten okumayan tek tipliliği yadsımayan bir toplumda farklı bir netice de

beklemek abesle iştigaldi. Şundan varıyorum bu sonuca Bursada yaşayıp da Yeşil Türbede

gömülü osmanlı padişahının kim olduğunu bilmeyen yarıdan çok fazla insan var Uludağ ı

görmeyen o kadar çok insan.. Tıpkı İstanbul da dizi dibindeki boğazı görmeyen İnsanları var

olması gibi. Bunu uydurmuyorum bunlar yakın tarihte yapılan anket araştırmalarında çıkan

sonuçlardır. İsterseniz deneyiniz, daha zor bir sual olacak belki ama her gün binlerce insanın

geçtiği Timurtaş paşa türbesi önünde yapın bu testi:

Kaç kişi şehrin kesinlikle en canlı bu muhitinde yatan zatın adını bile zikredemez. Adım gibi

eminim.

Peki bu bir eksiklik mi elbette değil. Her mezarın başında bir yazıt var ve ordan bilgi

edinebiliyorsunuz. Eksiklik olarak görülen ne olabilir peki. Elbette tarih yazımı konusundaki

eksiklik. Ne diyordu Mehmet Akif “Kıssadan Hisse” şiirinde:

Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey!

Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

'Tarih'i 'tekerrür' diye tarif ediyorlar;

Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?

Bursa’nın simgelerini içeren çok yerinde bir yazı kaleme almıştı Ramis Dara. "Türkiye ve

Dünya Ormanında Bursa’nın Simgesi Nedir!" diye soruyordu. Yıllar önceki bir yazı. Sanırım

Bursa Defteri adlı bir dergide yayınlandı. Şunları sıralamış. Uludağ, teleferik, Prusuias-Osman

Gazi-Orhan Gazi ve türbeleri, Erguvan, Çınar, Yeşil Türbe, Ulucami, Karagöz, Cumalıkızık

Evleri, Hanlar, İznik çinileri ve Kılıç kalkan.

Yazarın seçtiklerine katılmamam mümkün değil. Hele surları dahil etmemesiyle ilgili

yorumuna katılmamak hiç mümkün değil... Bugün kaybettiğimiz bir çok değer var. Bunlardan

hiç birisini haklı olarak adaylar arasına koymamış. Koyamamiş. Çünkü yitip giden kaybolan

değerler bunlar. Saydıkları hakkında ise hemfikirim.

Page 2: zeytinime dokunma... yazısı

Geçtiğiz yıllarda bir anıt-mezar bulunmuştu Bursa’da 2 bin yıl öncesine tarihlenen. Sonra o

mezarın talan edildiği yazıldı Anıt mezarda ilk bilimsel araştırmaya girişen Uludağ

Üniversitesi Öğretim Üyesi. Prof. Dr. Mustafa Şahin hem de Belediyenin kendi bastırdığı

dergide “arkeolojik park” olarak değerlendirilmesini salık vermesine rağmen dinleyen olmadı.

Bu bölgede hiçbir ciddi çalışma yapmadılar. Çevresini tel örgüyle çevirip toprakla örtmekle

yetinildi. Mezarda rastlanan bronz bir obol (sikke) den yola çıkıp hakkında bilgiler net

olmamasına karşın kral mezarı deyip çıktılar. Velakin Britanya kralı kimin umurunda. Bu

binlerce yıllık buluntu üstü kapatılıp unutuldu gitti. Yani Bursa’yı kuran ya da ünlü komutan

Hannibal'a kurdurduğu rivayet edilen Prusias ve anıtı hakkında bir şey bilen var mı? Doğma

büyüme bu kentteyim bu konu hakkında yazıp çizen bilmem.

Simgelerden biri de Karagözmüş. Hacivat ve Karagöz de Bursa denilince akla gelen

isimlerden. Onlardan geriye kalan geleneksel bir sanata dönüşen “gölge oyunu” Günümüzde

pek yer bulamasa da hala bayram ve ramazanın yegane eğlencelerinden birisi. Onlarla da

ilgili kesin bir bilgi yok elimizde. Güya Orhan ya da Yıldırım zamanında yaşamışlar ve cami

yapım esnasında çalışanları nüktedanlıklarıyla oyalandıkları için ölümle cezalandırılmışlar.

Ezel Akay ile Levent Kazak bu konuya farklı yorum getirmişlerdi. Hacivat ve Karagöz Neden

Öldürüldü filmiyle. Senaristlere göre öldürülmeleri o kadar basit nedenden değildi. Devlet

yönetiminde bazı isimleri rahatsız etmişlerdi. Bunlardan birisi olan Vezir Pervane (Güven

Kıraç) kolay kolay unutulmayacak bir söz etmişti, “ Mizah bir yumruktur kime vuracağı belli

olmaz” diye…

"Bu, dünyaya örnektür. Bu ruhun ışığıdur. Bu da, ete kemiğe bürünmüşlüğün,

ademin vücudun halidir. Bu ruh ışığu artlarından aydunlattıkça cisimler ve

vücutlar bu dünyada görünür olurlar. Işık sönünce vücut kaybolur gider, geriye

bomboş bir dünya kalır..."

Filmde bahsi geçen bu sözler Hacivat ve Karagöz oyununun yaratıcısı olduğu rivayet edilen

Şeyh Küşteri'ye ait olduğu iddia ediliyor. Şeyh Küşteri, padişahın Hacivat ve Karagöz'ü

canlandırmasını buyurduğu kişi olarak bilinir mezarı kayıptır. Bir zamanlar Tayyare Kültür

Merkezi'nin oralarda olduğu söylenirdi. Mezarın buradan kaldırılıp anıt mezara taşındığı

söylenir.

Hacivat'ın evi

Köşede ufaraktan

Bir tüfek atımı duraktan

Kapı pencere elekten

Döşemeler zemberekten

Dökülmekten

Sökülmekten

İncelmiş süprülmekten

Turgut Uyar böyle diyor Hacivat'ın Evi isimli şiirinde. Edip Cansever’in en sevdiği on şiir diye

not almışım. Oyunun aslı kökeni hakkında çeşitli iddialar ileri sürülse de Bugün Karagöz ve

Hacivat adına 1982 yılında yapılmış bir anıt mezar bulunuyor Çekirge (Plai) olarak anlan

semtte. Arkasında Karagöz’ün mezarı varmış. Gönül Akıncı isimli seramik sanatçısı

tarafından yaratılan tasvirler de anıtı süslüyor. Çekirge deyince meşhur Bursa kaplıcalarından

Page 3: zeytinime dokunma... yazısı

söz edilmemesi herhalde günümüzde tıbbi ticari alana peşkeş çekilmesinden dolayısıyla olsa

gerek.

Dara, surların ise orijinale uygun olarak restore edilemeyeceği için -ki öyledir birkaç Osmanlı

tarihçisinin yazdıklarından ya da temel buluntularından yola çıkarak- önerilenler arasına

sokulamayacağını belirtmektedir.

Bugün Bursa’da varolan surların hali pür i perişandır. Restorasyon tatbik edilip icra

edilenlerin neticesi ise daha daha büyük felakettir. Ancak onların şu an ortaya çıktığı şekilde

yıkılıp dekor yani canlandırmaktan öte gitmemiştir. Bey Sarayı hakkında yazılanlar da

rivayetten öte değildir Ya sarayın içine bile girmemiş batılı gezginler ya da Osmanlı devlet

ulemasının (Aşıkpaşazade, Lami Çelebi vs.) yazdıkları teferruattır.

Bugün İznik çinileri mass production yani seri üretime yenik düşmüştür. Tek tük atölyelerde

seramik sanatçıları İznik çiniciliğini yaşatmaya çalışıyorlar. Çini tıpkı Bursa’nın nebatatları

gibi yokolup gitmiş. Kestane, şeftali hatta dut diye bir şeyden söz etmek mümkün mü? İpek

böceği de onla beraber uçup gitmiş... Bursa’nın, padişah saraylarını süsleyen, atlas, seraser,

çuha, diba, hatayi, kemha, çatma, kadife, canfes, sereng, gezi, zerbaft, kutnu, aba, sof,

selimiye'si... Bu kumaşları üreten ipekhaneler kaybolup gitmiş. Dokuma evlerinden de öyle

pek eser kalmış sayılmaz. Bunda kuşkusuz Halil İnalcık’a göre Osmanlı'nın güttüğü ticari

politikayı da göz ardı edemeyiz.İpek de dokuma endüstrisine feda edilmiş olarak tabii vasfını

kaybedip başka ellere teslim edilmiş.

Erguvan ve Çınar adından ne kadar söz edildiyse bence Zeytinden de o kadar söz edilmesi

gerekti. Bunu bir eksiklik olarak mı görüyorum . Tabii ki evet. Yazar bildiğim kadarıyla bu

şehrin nebatatına benim kadar düşkün birisidir. Zeytinin aklına gelemeyeceğini

düşünmüyorum .Ama Bursa’da en az çınarlar ve erguvanlar kadar büyük bir simge de zeytin

olmalıydı. Zeytin Akdenize (bilhassa Ege kıyılarına) özgü bir bitkidir. Maki denen bitki

örtüsünün içinde erguvanlar kadar zeytin de sayılmalıdır. Çınardan daha uzun ömürlüdür. Ne

soğuktan azzeder ne de fazla sıcağı sever. Bilhassa önem bakımından çok eski zamanlardan

beri İznik (Nikea) ve Gemlik (Cius) Bursa’dan çok çok ileride gelirler. İznik bir devlet komuta

üssü iken Bursa sönük bir tekfurluktur ve doğrudan İznik’e bağlıdır. Tabi ki bir de Mudanya

(Myrlea). Ve bugün zeytin her iki ilçenin logosunu süslemektedir. Yazar deniz hinterlandına

yani dar arkada kalan bölgesinde olmasını seçimlerini yaparken göz önünde bulundurmuş da

olabilir...

Bursa Senfoni orkestrası Uludağ Üniversitesi'nin önayak olmasıyla oda orkestrası olarak

kurulmuş. Belediye desteğiyle çalıştıktan bir süre sonra ilk bölge senfoni orkestrası olarak

Kültür Bakanlığı'na bağlanmıştı.

Ya Bursa türkülerinin hikayesi... Ben de Halil Bedii Yönetken - Mustafa Sarısözen tarafından

derlenmiş, "Ben yemenimi al isterim” türküsünün yeri başka. Al ve yeşili sevdiğimden midir

mi bilmem bu türküyü seviyorum...

Ama zeytinden söz açılmışken “Zeytinyağlı Yiyemem” türküsünün hakkında son

yıllarda tekrar gündeme gelen rivayetlerden de bahsetmeden geçemem.

Bu türküyü Yunanlıların ünlü laiko şarkıcısı Glykeria Kotsula ve bizden de Zara icra

etmişlerdi. Hatta popüler hale sokulan bu türküyü Candan Erçetin de repertuvarına almıştı.

İlginç olan Bursa Güvende yani Bursa yöresine özgü halk oyunlarında seslendirilen

Page 4: zeytinime dokunma... yazısı

türkülerden biri olarak Bursa Büyükşehir Belediyesi'nin Orhan Şallıel şefliğinde Orkestra

tarafından icra edilen Bursa Köy Güvendeleri adıyla yayınladığı albümde de yeralmıştır...

Bilhassa zeytine ve zeytin ağacına nereden mi geldim. Zeytin ağaçlarının her geçen gün

Bursa'nın varolan simgelerini bir bir kaybetmesi, kısa bir süre önce Manisa'nın Soma ilçesi,

Yırcalı Mahallesi'nde termik santral yapılacak bölgedeki zeytin ağaçlarının kesilmesi ve

köylülerin dövülmesi olayının bana anımsattıklarından elbette. Bu türkünün hikayesi de bu ve

benzer olayların kökenine ışık tutuyordu. Her ne kadar iddia olduğu ileri sürülse de adından

dinsel kitaplarda ve efsanelerde de bolluk ve ölümsüzlük simgesi olarak söz edilmesi ve bu

ağacın tanrısallık ifade etmesi yanında faydalarının ise binlerce yıldır bilinip de insan

istifadesine sunulmasına rağmen nedense bu sözüedilen türküde gözden düşürülmeye

çalışılması yani bir manada kötülenmesiydi.

Zeytin neden simge olmalıdır. Anımsadıklarımdan birisi de Türk-Yunan dostluk nişanesi

olarak Karagöz Parkına zeytin fidanı dikim töreni'dir. 17 Aralık 1999 diye not düşmüşüm.

Büyük depremin acılı günleri... Acımızı paylaşan Yunan halkı adına bu günlerde fidanı

Helsinki Zirvesinde Başbakan K.Simitis Ecevit'e armağan etmişti. Karagöz Parkı'ndaki dikim

töreninde Başkonsolos Fitsos Hidas da bulunmuştu. Her şeyden önemlisi barışın ve Ege'nin

iki yakasındaki halklarının kardeşliğine simge olan bu ağaç Bursa'da Çekirge semtinde

Karagöz parkına da dikilerek tarihi bir olayın da baş kahramanı iken, büyüklerimin hatta

anneannemden anımsadığım kadar sık sık şifa niyetine içerek vücuduna da sürdüğü ve

faidesinden hiçbir zaman imtina etmediği zeytinyağı hakkındaki bu iddialar neden

kaynaklanıyordu. Kaz dağlarının altını üstünü oyan siyanürlü altıncılar için ne demişti Ahmet

Uysal,

siyanür buğusu üflendi

zeytinime pamuğuma

gümüşle kör edildim

Aslında o günlerden bugünler arasında pek fark yok. Canlı için adeta yaşam iksiri yerine

geçen usaresi ile ilgili dönen dolaplar bana Ortadoğu'da dönen dolapları akla getiriyor.

Ortadoğu petrolü için niye bunca kavga veriliyor. Çünkü buradaki petrol dünyanın en nitelikli

maliyeti en düşük petrolü. Tıpkı Z.Yağı da öyle. Dünyanın en yararlı bitkilerinden. Hatta belki

de en iyisi. Yüzyıllardır. Kaynaklara göre onbinlerce senedir. Antik kalıtlarda bilhassa

anforalarla taşınan yegane metanın yani ticaret malının altın sıvı, zeytinyağı olması bunu

göstermiyor muydu?

Kısaca özetleyecek olursak sen şişirme mısırı kullan diye sana reva görülen mısır yağı

margarin in tıpkı petrolde olduğu gibi bazı çuşlar kanalıyla (çok uluslu şirketler) el oğluna

taşınmasından ibarettir. Süttozuna razı edip Kore'ye itelendiğimiz günlerin hikayesi… Bir

Akdeniz ağacı olan zeytinin yağından mevcut bakımdan hallice olmayan ABD Mısır yağını

dolara dönüştürmek için ya kendi kullanacak ya da sana satacaktı İkincisini tercih etti. Bugün

ABD tohumculuk ve tahıl tekelleri NBŞ (Nişasta bazlı şeker) üretimi yaparak da petroldeki

siyaseti tarıma da bulaştırmış görünüyorlar. En açık örneği Ukrayna olaylarıdır. Buradaki

hadiselerin de bu ülkedeki hükümetin tahıl üretimine koyduğu kotadan kaynaklandığı

sanılmaktadır.

Page 5: zeytinime dokunma... yazısı

Daha dün Yırcalı'da yaşananların arkasında yatan görüntü bana devrim arabaları hadisesini

de çok yakından anımsatıyor. Hani şu benzin yüzünden yolda kalan 4 arabanın hikayesi. O da

bir yutturmacaydı. Elbette “Adı devrim olan bir arabanın sokaklarda dolaşmasına zaten izin

vermezlerdi”vermeyeceklerdi. Yoksa bugün memleketin müsrifliğinin bir nolu dış masraf

kaleminin otomobil ve yakıtı olmaması hiçten bile değildi….

Bir yazar zeytin için, "tarihin tanığıdır, bir hikayedir, şiirdir, ağıttır, acıdır, hüzündür ve

mutluluktur." demişti. Tıpkı Roni Marguiles şiirinde olduğu gibi:

Her geçtiğimde yanından bir zeytin ağacının

sormak gelir içimden: Anlatsana ihtiyar,

küçükken daha sen nasıldı bu topraklar,

kimler geçer yanından, kimler giderdi?

Fenikeliler getirmiş diyorlar buralara seni.

Tuzlu muydu Akdeniz’in suları o zaman da?

Yakıcı mıydı böyle yine öğle güneşi?

Neye benzer, neler düşünürdü Fenikeliler?

Uzun yaşamak kolay. Ya hatırlamak her şeyi?

Sallayıp gövdeni zeytin toplayan insanların

değiştiğini görmek yaklaşık otuz yılda bir,

babadan oğula, izledikçe nesiller birbirini?

Her geçtiğimde yanından bir zeytin ağacının,

düşünmeden edemem: yaslanıp yaşlı gövdesine

kimler dinlenmiş, kimler uyuklamıştır acaba

ılık bir yel eserken yapraklarının altında?

Sorasım gelir her defasında: Anlatsana ihtiyar,

neler gördün, neler kaldı yüzyıllardan aklında?

Nasıl insanlardı Haçlılar?

Eski Yunanlılar?

Korkunç muydu Aksak Timur denildiği kadar? [*]

Evet, diye fısıldar yemyeşil yapraklar adeta:

“Koca koca ordularıyla geçtiler önümden hepsi,

gümüş kakmalı kılıçları, ipek takımlı atlarıyla.

Geçtiler… ve gittiler ama işte, yoklar artık hiçbiri.

Buradayım ben hâlâ

Page 6: zeytinime dokunma... yazısı

Ve tıpkı devrim arabaları aslında unutulan devrim gibi zeytinin şanlı hikayesi de dışa hibe

edildi…Zeytinler türküdeki gibi derdest edilirken Bursa'nın, Türkiye'nin hatta Dünya'nın en

incancıl en dostane duygusu olarak barış ve simgesi de çıkarlara feda edildi…

TAMER UYSAL

Page 7: zeytinime dokunma... yazısı
Page 8: zeytinime dokunma... yazısı
Page 9: zeytinime dokunma... yazısı
Page 10: zeytinime dokunma... yazısı
Page 11: zeytinime dokunma... yazısı
Page 12: zeytinime dokunma... yazısı
Page 13: zeytinime dokunma... yazısı
Page 14: zeytinime dokunma... yazısı
Page 15: zeytinime dokunma... yazısı

Not: Emir Timur’u neden sevmezler? Arka yüzü aslında başka şey değildir.

Page 16: zeytinime dokunma... yazısı

GÂVUR İZMİR'İ 1402'DE TİMUR ORTADAN KALDIRMIŞ, ŞEHRİ MÜSLÜMAN YAPMIŞTI

31 Mart 2013 Pazar, 13:06:43 Güncelleme:14:04:28

Murat Bardakçı

[email protected]

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez, İzmir'in "dindarlığı ve irfanı" hakkında alışılmamış

sözler edince büyük tepki gördü. Tepkiler son derece normal idi, zira Diyanet İşleri Başkanı

açıkça telâffuz etmese de üslûbu ile asırlar öncesinden gelen "Gâvur İzmir" sözüne atıf yapar

gibi idi... İşte, "Gâvur İzmir" sözünün öyküsü...

Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez "İzmir'in dindarlığının farklı olduğunu" ve "bu

dindarlığın irfan geleneğine ihtiyacı bulunduğunu" iddia edince kıyamet koptu. Yazarlar,

çizerler ve özellikle de aslen İzmirli olan kalem erbâbı, Görmez'e veryansın ettiler ve hâlâ da

ediyorlar...

Bundan birkaç ay önce Fener Rum Patrikhanesi'ne resmî sıfatla yaptığı ziyareti sayesinde

tarihe zaten geçmiş olan Diyanet İşleri Başkanı, İzmir'in dindarlığının "farklı" olduğunu

söyleyerek asırlar öncesinden gelen "Gâvur İzmir" deyimine atıfta bulunmuş ve Patrikhane

ziyareti sayesinde zaten elde etmiş olduğu tarihî önemi daha da sağlamlaştırmış gibi

görünüyor.

Çoğumuz, "Gâvur İzmir" deyiminin 19. yüzyıl sonrasında ortaya çıktığını ve İzmir'in

gayrımüslim nüfusunun fazlalığı ile alâkalı olduğunu zannederiz ama meselenin aslı böyle

değildir. Bu deyim çok daha eski yüzyıllara, İzmir'in Müslümanlar tarafından fethinden önceki

devirlere kadar gider.

İşte, "Gâvur İzmir" deyiminin tarihi:

Bizans İmparatorluğu'nun önemli limanlarından olan İzmir, sonraki senelerde Aydınoğulları

ile Bizanslılar arasında birkaç defa el değiştirdi; Malazgirt zaferinin ardından "ilk Türk

amirali" olan Çaka Bey tarafından fethedildi ama Çaka Bey'in ölümünün ardından yeniden

Bizanslılar'ın eline geçti. Aydınoğlu Umur Bey şehri 1328'de tekrar fethetti ama Venedik,

Cenova ve Rodos donanmaları 1344'te geri aldılar.

15. yüzyılın ilk senelerine kadar, iki ayrı İzmir vardı: Hristiyanlar'ın kontrolünde olan sahil

kesimindeki İzmir ile Müslümanların hâkim oldukları iç kısımlardaki "yukarı" İzmir...

Şehrin yukarı tarafı Malazgirt sonrasında Müslümanlar'ın eline geçmişti ama sahil ve

sahildeki kale, Hristiyanlar'ın elinde bulunuyordu. Yapılan bütün kuşatmalar, savaşlar ve

mücadeleler işte bu sahil kısmını ele geçirmek için idi.

Bugün hâlâ vârolan "Gâvur İzmir" deyimi bu devirlere dayanır ve bu söz ile bundan altı asır

öncesine kadar Hristiyanlar'ın elinde bulunan "sahil İzmir'i" kastedilir.

Page 17: zeytinime dokunma... yazısı

Hristiyan donanmasının 1344'te Aydınoğulları'ndan geri almasının ardından İzmir artık bir

Latin şehri oldu ve sonraki senelerde güçlenen Osmanlı Beyliği de İzmir'i fethedemedi...

"Gâvur İzmir"i Hristiyanlar'ın elinden 1402'deki Ankara Savaşı sonrasında Ege sahillerine

uzanan Timur aldı ve şehrin sahil kısmı ile kaleyi o senenin Aralık'ında birkaç gün içerisinde

fethetti. Timur'un ardından Anadolu'daki beylikler ile Osmanlılar arasında gidip gelen İzmir

1424'te İkinci Murad tarafından kesin şekilde zaptedildi. Şehrin "gâvur" kesimi birkaç defa

Haçlı donanmalarının saldırısına uğradı ise de 1919'daki Yunan işgaline kadar bir daha

Hristiyan idaresi altına girmedi...

"Gâvur İzmir" deyiminin aslı, işte budur...

İzmirli gayrımüslimler 1914'te bir 'sadakat bildirisi' yayınlamışlardı

İzmir, 1402 Aralık'ında Timur tarafından fethedilmesine kadar bir Hristiyan şehri idi ve

fetihten sonra da asırlarca özellikle ticarî bakımdan son derece güçlü olan bir Hristiyan nüfus

barındırdı.

Bir kısmı 19. asırdan itibaren Avrupa vatandaşlığı alan şehrin Hristiyan sâkinleri, Osmanlı

İmparatorluğu'nun 1914 sonunda dünya savaşına girmesinden hemen sonra, devlete bir

bağlılık bildirisi yayınladılar. Fransızca olarak kaleme alınan ve İttihad ve Terakki'nin Merkez-

i Umumî üyesi olmasının yanısıra savaş senelerinde İzmir valiliği de yapan Rahmi Bey'e

mektup şeklinde gönderilen bildiride "Emirlerinize itaat ederek vazifenizi kolaylaştıracağız"

deniyordu. Metin, İzmir'deki önemli gayrımüslim ailelerin temsilcileri tarafından

imzalanmıştı.

İşte, 1914 Kasım'ının sonunda kaleme alınan ve aslı 1947'de vefat eden Rahmi Bey'in, yani

Rahmi Arslan'ın ailesi tarafından muhafaza edilen bildirinin Türkçe tercümesi:

"Ekselans,

İzmir'deki İngiliz, Fransız ve Rus kolonilerinin delegeleri olarak, hemşehrilerimiz ve bizzat

kendimiz adına, uzun müddetten buyana yaşadığımız misafirperver memleketin içerisinden

geçtiği zor şartlar karşısında hissettiğimiz derin üzüntülerimizi bildirmek isteriz.

İngiltere, Fransa ve Rusya, Türkiye ile değişen şartlarda da her zaman devam eden ve ciddî

hiçbir şeyin asla bozamadığı münasebetler içerisinde idiler. Bugün herkesin iradesini aşan

hadiselerden dolayı ne derece endişe duyduğumuzu ifade etmek zorundayız.

Üstlendiğiniz misyonun gerektirdiği güce ve uzak görüşlülüğünüze olan güvenimizi ifade

etmeyi de vazife kabul ediyor ve menfaatlerimizin ellerinizin altında olduğu müddet boyunca

her türlü endişeden âzâde kalacağına inanıyoruz.

Bu iyi niyetimiz çerçevesinde, halkınızın sükûnetini muhafaza etmesi maksadıyla vereceğiniz

her türlü emre saygı gösterip itaat ederek vazifenizi kolaylaştıracağımız hususunda sizi

kendi açımızdan kat'iyyetle temin ederiz.

Ekselâns, en derin saygılarımızın kabulünü rica ederiz".

İngilizler 1916'da İzmir'i krallık, Vali Rahmi Bey'i de kral yapmak istediler

Birinci Dünya Savaşı'nın en kanlı şekilde devam ettiği günlerde gerek Osmanlı İmparatorluğu,

gerekse de imparatorluğun savaştığı müttefik devletler, arada bir barış girişimlerinde

bulundular ama bu girişimlerden bir netice çıkmadı.

Page 18: zeytinime dokunma... yazısı

İngiltere, o günlerde İzmir Valisi Rahmi Bey ile bağlantı kurdu. İmparatorluğun kurucu

ailelerinden olan ve 14. asırda Rumeli'yi fetheden akıncı beylerinden Gazi Evrenos'un

soyundan gelen Rahmi Bey'e, eskiden tanıdığı istihbaratçı C. E. Heathcote-Smith'in aracılığı

ile Enver Paşa'ya karşı darbe yapması teklif edildi. Bu mektubun ardından, Rahmi Bey'e

İzmir'de kurulacak bağımsız bir devletin krallığı da önerildi.

İNGİLİZ, ÇAMUR ATIYOR

Rahmi Bey, İngiltere'den gelen ve apaçık bir ihanet teklifi olan bu talebi derhal reddetti.

Ancak, İngiltere'de sonraki senelerde yapılan yayınlarda talebin Rahmi Bey'e ait olduğu

iddiası ortaya atıldı ve bu iddia hâlâ devam ediyor.

Aşağıda, Heathcote-Smith'in 20 Nisan 1916'da Midilli Adası'ndan Rahmi Bey'e hitaben

kaleme aldığı "kişiye özel" ibareli mektubun bazı bölümlerini yayınlıyorum. Yakında

çıkartacağım bir kitapta tamamına yer vereceğim mektup, İngiliz tarihçilerin bugüne kadar

devam eden iddialarının aksine, talebin İngilizler'den gelmiş olduğunu gösteriyor.

"Azîz Rahmi Bey,

Savaştan önce dost olduğumuzu söylediğim zaman hakikati ifade ettiğime inanıyordum ve

şahsî duygularımın bugün de aynı olduğundan şüphe etmiyorum. Kendi inisiyatifimle

yazdığım ve hiçbir resmî mahiyeti olmayan bu mektubu da size bu sebeple gönderiyorum.

İşte size söyleyeceklerim: Ülkelerimiz savaş halinde. Bu savaş ne Osmanlı, ne İngiliz, ne de

Fransız halklarının arzusu idi. Dahası, savaşı İngiliz ve Fransız hükümetleri de istemediler ve

Türkiye'deki idareci sınıfın ekseriyeti de bu savaşa karşıydı.

Savaşı kim istedi? Almanlar ve Almanlar'ın 'büyük gücü' ile hipnotize olmuş bir avuç Osmanlı

subayı...

Şimdi, arzu ederseniz Almanlar'ın 'fetih savaşı'nın tamamen başarısızlığa uğradığını size

uzun uzadıya ispat edebilirim...

...Bu tablo içerisinde Türkiye'nin yeri nedir?

Galip gelmesi mümkün olmayan, ama Almanya'yı kurtarmak için son Osmanlı askerini bile

öldürtmekten çekinmeyecek olan Almanya tarafından feda edilecektir!

Şimdi bir hususta anlaşalım: Rusya, Türkler'in tarihî düşmanıdır; Rusya'nın Türkiye'deki

zaferlerinin bedeli olarak ne isteyebileceğini tahmin edebilirsiniz: Rusya esasen Erzurum'u,

Trabzon'u, Bitlis'i ve bütün İran'ı elinde tutmaktadır. Bir aya kalmadan Küçük Asya'nın bir

diğer büyük parçası daha Ruslar'ın eline geçecektir ve bu gelişmeler üzerine İtilaf Devletleri

de şayet bir çıkarma yapar ve size batıdan saldırırlarsa, böyle bir saldırının başlaması hâlinde

hangi uygun şartlardan medet umulabilir?

Şahsî kanaatime göre Türkiye'nin maalesef ilerlemekte olduğu karanlık geleceğini temelinden

değiştirebilmesi için elinde sadece tek bir yol bulunmaktadır: Birkaç vatansever Osmanlı'nın

Almanlar'ı kovmak ve barış istemek üzere güçlü ve ânî bir darbe yapması...

Bunu düşünün... Hattâ fazlasıyla düşünün... Biz, İngiltere olarak, savaşın devamını gerektiği

takdirde daha on sene bekleyebiliriz. Türkiye ve Almanya ise çabucak bitirmek

ihtiyacındadır...

Page 19: zeytinime dokunma... yazısı

Daha sonra belki de başka yerde yaşanacak olan bu işi şimdi İzmir'deki birlikler ile

bölgenizde yapmanız için karşınıza çıkan fırsat, çok geçmeden bir daha vârolmayacaktır.

Bu darbeyi yapacak olan şahsın öngöreceği şartlar üzerinde uzlaşılmasında elden gelen

gayretin gösterilmesi için isteklerini telâffuz etmesinin yeterli olacağını ve yarının

Türkiyesi'nin en önemli kişisi haline gelebileceğini size ifade etmeme gerek yoktur...

...Eğer hakikaten bize karşı savaşmaktan yana iseniz yazdıklarımı unutun, mücadelemizi iyi

ve dürüst savaşçılar olarak sürdürelim; ama şayet savaşmaktan yana değil iseniz, o zaman

müşterek düşmanlarımızı kovun ve kendinizi bize emanet edin...

Himayeniz altında bulunan İtilaf Devletleri'nin teb'asına iyi muamele ettiğiniz, Yunanlar'a

kötü davranmadığınız ve vilâyetinizdeki Ermeni katliam ve tehcirlerine meydan vermediğiniz

müddetçe, İtilâf Devletleri'nin Rahmi Bey'in şahsında bir dosta güvenebileceğinden her

zaman emin olacağız.

Eski dostunuz

Heathcote-Smith"