sosyalcalismaci.files.wordpress.com · Web viewİÇİNDEKİLER. GİRİŞ. 1. İşlevselcilik. 2....
Transcript of sosyalcalismaci.files.wordpress.com · Web viewİÇİNDEKİLER. GİRİŞ. 1. İşlevselcilik. 2....
İÇİNDEKİLER
GİRİŞ
1. İşlevselcilik
2. Yapısal İşlevselcilik
3. Yapısal İşlevselciliğin Önemli Temsilcileri
3. 1. Talcott Parsons
3.2. Emile Durkheim
3.4. Robert King Merton
4. Sonuç
GİRİŞ
Yapısal işlevselci yaklaşım esas olarak sosyoloji alanında kullanılan bir yaklaşımdır.
Fakat sosyoloji dışında diğer disiplinlerin de yararlandığı bir yaklaşım olmuştur. Sosyal
hizmet bilim dalı bu disiplinlerden birisi olarak nitelendirilebilir. Yapısal işlevselci
yaklaşım toplum, toplumun işleyişi, toplumsal yapılar, toplumsal yapıların fonksiyonları
ve toplumsal sistemlerle ilgili açıklamalar getirmektedir.
Bu bağlamda çalışmanın amacı yapısal işlevselci yaklaşımın toplumun işleyişi,
sistematiğine ait temellendirmeleri açıklamaya çalışmak ve bu modelin sosyal hizmet
bilim dalı ile ilişkisini ortaya koymak olacaktır. Çalışma kapsamında ilk olarak
işlevselliğin tanımı yapılacak daha sonra işlevselci paradigma içerisinde yapısal
işlevsellik modeli açıklanma çalışılacak, modelin önemli temsilcilerinin görüşlerine yer
verilecektir. Son olarak tartışma ve değerlendirme kısmında modelin sosyal hizmet
bilim dalı ile ilişkisine ve sisteme yönelik değerlendirmelere yer verilecektir.
1. İŞLEVSELCİLİK
İşlevselcilik, “Sosyoloji Sözlüğü”nde şu şekilde tanımlanmaktadır; “Toplumsal ve
kültürel olguların toplumsal-kültürel sistem içerisinde yerine getirdiği işlevlerin
çözümlenmesi”. İşlevselcilikte; Toplum, hiçbir kısmının bütünden ayrı olarak
anlaşılamayacağı ve birbiri ile ilişkili kısımlardan oluşan bir sistem olduğu ifade
edilmektedir. Bu görüşe göre, herhangi bir kısımdaki değişim, sistemin diğer
kısımlarında bir miktar dengesizliğe ve bir ölçüde bir bütün olarak sistemin yeniden
düzenlenmesine yol açmaktadır. İşlevselcilik, biyoloji bilimlerindeki organik sistem
modeline dayalı olarak geliştirilmiştir” (Wallace ve Wolf, 2004: 42). İşlevselcilik
toplumsal yapının bütün özellikleri ve toplumsal kurumların genel doğası ile
ilgilenmektedir. Sosyal bilimlerde, özellikle sosyoloji ve sosyokültürel antropoloji
disiplinlerinde esas olarak en derinde bireysel biyolojik gereksinimleri yerine getirme
temelinde ortak çareler arayarak tesis edilmiş olan toplumsal kurumları ya da
kurumlaşmayı açıklamaya çalışan bir paradigma olduğu görülmektedir. Sosyal
gereksinimleri yerine getiren sosyal kurumların bunu yerine getiriş biçimlerine,
özellikle istikrarlı, kararlı toplum yapısı üzerinde odaklanmaktadır.
İşlevselcilik, yapı ve toplumun işleyişiyle ilgilenmektedir. İşlevselciler toplumu,
varlığını devam ettirebilmesi için gereklilikleri yerine getirirken beraber işleyen,
birbirine bağlı birimlerin bütünlüğü olarak görülmektedir. İnsanlar toplumun
ihtiyaçlarını yerine getiren davranışlar ve roller içerisinde sosyalleşmektedir.
İşlevselciler yapının toplum içindeki davranış biçimi olduğunu öne sürmektedir. Onlar,
kuralların ve düzenlemelerin toplumun üyeleri arasındaki karşılıklı organize ilişkilere
yardım ettiğini savunmaktadır. Değerler, normlar ve rollere göre şekillenen davranışlara
genel anlamda rehberlik yapmaktadır. Aile, ekonomi, eğitim, politik sistemler gibi
toplumun kurumları, sosyal yapının ana görünümleri olarak bilinmektedir. Bu kurumlar
normlar arası ilişkiyi ya da roller arası iletişimi kurmaktadır. Örneğin aile kurumunda
iletişimi, bağlılığı sağlayan roller eşler arası, anne, baba, çocuklar arası bir işlev
görmektedir. Kuram birkaç anahtar kavram etrafında temellenmiştir. İlk olarak toplum,
dengeyi sağlama eğiliminde olan birbirine bağımlı parçaların toplamı bir “sistem”
olarak görülmüştür. İkincisi toplumda, nüfusun yeniden üretimi gibi yaşamsal önemde
değerlendirilmesi gereken işlevsel gereklilikler bulunmaktadır. Üçüncüsü ise, bir işlev
sunan kurumlar oldukları için var oldukları görülür. İşlevselciler, toplum ile büyük bir
vücudun işlevini yerine getirebilmesi için birlikte çalışan parçalar(organlar) veya
sistemlerden oluşan canlı bir organizma arasında kıyaslama, benzetme yapılabileceğini
öne sürmektedirler. Buna yönelik örnek varlığın ortaya çıkışı ile ilgili veya sistem
teorisinde görülmektedir. Aile, eğitim, din, hukuk, medya, vs. gibi toplumun farklı
parçalarının, toplumun tümünün işlevini oluşturan, buna katkı sağlayan ögeler olarak
görülmesi zorunluluğundan bahsetmektedirler. Bu “organik analoji” varlığın birbirine
sıkıca bağlı organik biçimini oluşturan farklı parçalarını ve buna benzer şekilde beraber
işleyen farklı parçalardan oluşan sosyal bir sistem biçimini, bu benzeşmeyi
anlatmaktadır (Çetin, 2014).
İşlevselcilerin, “bir toplumsal sistemin birbiri ile ilişkili kısımları” ifadesi, bir hava
alanına bakılarak anlaşılabilir. Burada kısımlar, uçak biletleri ve rezervasyon personeli,
bakım grubu, pilotlar, hostesler, yolcular, denetim kulesi personeli, restoran işçileri,
yük taşıyıcılar ve benzerleri olarak ifade edilebilir. Bütün bu kısımlar birbirleri ile
ilişkilidir ve bunların birbirlerine karşılıklı olarak dayalı olduğunu anlamak için, birinde
bir tedirginliğin olduğunu düşünmek yeterli olmaktadır. Hava alanının bir sistem olarak
dengesizliğine yol açacak- kötü hava şartları dolayısıyla pistlerin kapanması, radar
denetim sisteminin kötü çalışması, bayram ve tatil günlerinde (Noel veya Şükran günü)
yolcu sıkışıklığı gibi- birçok değişiklikler olabilir. Bu tedirginliklerden herhangi biri,
çok zaman, sistemin geçici olarak işlemez hale gelmesi noktasına kadar “bir ölçüde
dengesizlik” sonucunu verebilmektedir (Wallace ve Wolf, 2004: 42).
2. Yapısal İşlevselcilik
"İnsan, gözü olduğu için görmez, görme işlevini yerine getirmek için göz oluşur."
Öncelikle yapısal işlevselcilik ontolojik olarak holistik(bütüncül) paradigma içerisinde
değerlendirebiliriz. Esas itibariyle metodolojik bir araç olarak sosyoloji disiplini
içerisinde kullanılmakta olan bu yaklaşım; siyaset bilimi, antropoloji, psikoloji,
sosyobiyoloji, sosyal psikoloji gibi disiplinler ve alt disiplinler bünyesinde sosyal
bilimler alanında önemli bir hareket noktası konumunda olduğu görülmektedir. 19. yy
da Herbert Spencer'ın organizmacı toplum yapısı yaklaşımı ile bağlantılı olarak gelişen,
ama asıl olarak işlevselci yaklaşımın devamı niteliğindeki bu metodolojik yaklaşım,
özellikle 20. yüzyılda Talcott Parsons ile şekillenmektedir. Kuramsal çerçeve
açısından antropoloji disiplinindeki en önemli kuramcıları Bronislaw
Malinowski ve Alfred Radcliffe-Brown olarak bilinmektedir. Sosyolojik gelişim
çizgisinde bu yaklaşımın en önemli kuramcıları Herbert Spencer, Emile
Durkheim, Talcott Parsons, Robert K. Merton ve David Keen olduğu ifade
edilmektedir. (Çetin, 2014).
Üzerine düşünülen konu öncelikle toplum ve toplum yapı olmuştur.
Sosyal fenomenlerin tahlilinde toplum yapısı ve işlevleri ortaya konulmaktadır. Başlıca
şu sorulara verilebilecek cevaplar çerçevesinde bilimsel nitelik bu bakış açısıyla
şekillenmektedir: Sistem ne üzerinde yoğunlaşmıştır, işleyiş biçimi, değişimin nasıl
gerçekleştiği ve üretilenin ne yönde çıktılar ortaya koymaktadır. Bu kuram çerçevesinde
toplumun yapısı ve işlevleri dikkate alınmaktadır. Ortaya konulmaya çalışılan,
toplumun bir bütünlük içerisinde kendi sürekliliğini sağlamasının izahı önemli
olmuştur. Bu durum organik toplum modeli temel alınarak izah
edilmektedir. İşlevselci yaklaşım statükodan yana olmaktan öte, daha çok değişimi
vurgulamak istememektedir. Değişim; toplumsal sistemi, parçalar arasındaki
bütünleyici ahengi yıpratabilmekte hatta bozabilmektedir. Bu durumda toplumsal işlev
yıpranacak ve kendisini yeniden inşa edecek ve düzene oturtacaktır. Çatışma durumu da
benzer şekilde sistemin işleyişi, düzeni ve sürekliliği için kaçınılması gereken bir durum
oluşturmaktadır. İşlevselcilik bu temel düşünüş üzerinden hareket ettiği için statükocu
olarak nitelendirilmektedir.
Toplum hayatının varlığına katkısı olmayan bir sosyal uzuv, disfonksiyonel(işlevsiz)
olarak adlandırılmaktadır. Böylesi unsurlar kısa süre içerisinde yok olmuştur. Öte
yandan toplumdaki bazı unsurlar, bozucu işlev yapıyor olsalar da, toplumun varlığının
sürdürülmesine bir şekilde katkı yaptıkları için varlıkları devam etmektedir. Örneğin
fahişelik genellikle toplumlar tarafından işlevsiz kabul edilir ve bu yüzden de
yasaklanıp cezalandırılmaktadır. Fakat fahişelik olgusu insanlık tarihi kadar eski olduğu
görülmektedir. Oysa bazı yapısal işlevselcilere göre fahişelik, kabul edilmiş yollarla
cinsel ihtiyaçların tatmin edilemediği ya da aile kurumunun yerine getirmede zorlandığı
durumlarda, bu ihtiyacın tatmininde yardımcı olmaktadır. Bireyler evlilik öncesinde,
evlilik kurumuna, aile kurumuna ve topluma zarar verebilecek herhangi bir duygusal
bağlılığa girmeden, öteki insanlarla fiziksel ve biyolojik ihtiyaçlarını
karşılayabilmektedirler.
Yapısal işlevselci yaklaşıma göre toplumun çekirdeği birey olarak belirtilmektedir.
Toplumun alt sistemleri bireylerin biraadalığı ile oluşmaktadır. Tek tek bireylerin
bütünlüğü alt sistemleri, alt sistemlerin işlevsel bütünlüğü ise sistemi meydana
getirmektedir. Birey, toplumsal bir rol içerisinde ele alınmakta ve yapısal işlevselcilik
bu role sahip bireye "aktör" demektedir. Birey aynı zamanda sahip olduğu role uygun
bir statü içerisinde yer almakta ve rol kavramı statü ile birlikte anlam kazanmaktadır.
Yapısal işlevselcilere göre toplumda her organın farklı bir fonksiyonu bulunmaktadır.
Farklılaşmış birimler birbirleri ile bağlantılıdır. İşlev/fonksiyon kavramı toplum içinde
ihtiyaçların giderilmesi için yapılan faaliyetler ve bir parçanın bütüne yaptığı katkı
olarak ifade edilmektedir. Toplum sistematik bir uyum içinde çalışan bir bütün olarak
görülmektedir. Toplum bir sistemdir. Bir sistemin öğeleri fonksiyonel olarak karşılıklı
ilişki içindedir. Öğelerin birbirine bağımlılığı mutlaka söz konusudur. Bir sistemin
öğeleri genellikle bu sistemin işleyişine olumlu katkıda bulunmaktadırlar. Değerler ve
normlar sosyal hayatın temel elemanlarıdır. Sosyal yaşam anlaşmaları içerir
mutabakatlar üzerine kurulur, zorunlu olarak girift ve iç içe geçmiş ilişkileri
barındırmaktadır. Sosyal yaşam eşgüdümlüdür ve ahenk üzerine kuruludur. Sosyal
sistemler bütünleştirir ve kalıcı olmaya eğilimlidir. İşlevselcilikte toplum hiçbir
kısmının bütünden ayrı olarak anlaşılamayacağı ve birbirleri ile ilişkili kısımlardan
oluşan bir sistem olarak ifade edilmektedir. Bu görüşe göre herhangi bir kısımdaki
değişim, sistemin diğer kısımlarında bir miktar dengesizliğe ve bir ölçüde de bir bütün
olarak sistemin yeniden düzenlenmesine yol açmaktadır. İşlevselcilik, biyoloji
bilimindeki organik sistem modeline dayalı olarak geliştirilmiştir. Yapısal fonksiyonel
yaklaşıma göre her yapı, bir fonksiyon sahibi olduğu için gelişmektedir. Yoksa yapılar
var olduğu için belli fonksiyonlar ortaya çıkmamaktadır. Başka bir deyişle,
fonksiyonlar, yapılardan önce ortaya çıkmakta ve kendilerini yerine getirecek yapıların
yaratılmasına yol açmaktadırlar. Yapılar fonksiyonları değil, fonksiyonlar yapıları
yaratmaktadır. Fonksiyonel olma, bir ihtiyacı karşılama ve öteki parçalarla ahenkli bir
bütünleşme demektir. Bu yüzden her toplumsal birim, yapısal fonksiyonel modele göre,
toplumsal sistem için vazgeçilmez nitelikte görülmektedir (Kongar, 1985: 153).
Bu bakış acısına çoğu zaman ‘yapısal işlevselcilik’ adının verilmesine sebep, bir
toplumsal sistemin ayakta kalabilmesi için, karşılanması gereken işlevsel zorunluluklar
veya gereksinmeler ile bu gereksinmeleri karşılama durumunda olan yapılar üzerinde
odaklanmış olması gösterilmektedir. Bu görüşe göre, toplumsal sistemler, varlıklarını
sürdürebilmek için, bazı işleri yapmak eğilimindedir (Wallace ve Wolf, 2004: 42).
3. YAPISAL- İŞLEVSELCİLİĞİN ÖNEMLİ TEMSİLCİLERİ
3.1. Talcott Parsons
Yapısal-işlevselci düşüncenin kaynağı Talcott Parsons’un yazıları olarak
görünmektedir. Parsons’ın yaptığı şey işlevselciliğe “yapı”yı getirmesi, toplumun kendi
üyelerinin üstünde ve ötesinde kendine ait bir hayata ve yapıya sahip canlı bir varlık
olduğu düşüncesini teorik ve bilimsel bir önerme haline getirmesi olmuştur (Slattery,
2003:376). Parsons tarafından ortaya konan yapısal-işlevsel çerçeve savaş sonrasında
yaşanan ekonomik, toplumsal ve siyasi sorunların çözümünü amaç edinen bir
perspektiften hareket etmekte ve bu doğrultuda toplumu “birbirine kenetlenmiş ve
evrim süreçlerine tanıklık eden sistemler bütünü” olarak tanımlamaktadır. Savaş
sonrasının çalkantılı ortamında işleyen bir sistem ve dengeye ulaşmış bir toplum yapısı
ihdas etmenin yollarını araştırmıştır. Toplumların uyum kapasitelerinin üzerinde
şiddetle durduğunu bu noktada hatırlayarak bu durumu anlamlandırmak mümkün
görünmüştür. Parsons toplumu “uzun vadeli var olmanın temel işlevsel gereklerini
kendi kaynaklarından alan bir sistem” olarak tanımlamaktadır. Toplumu bir sisteme;
aynı işlemi gerçekleştirmek için birleşen birimlerin karşılıklı ilişkilerinin ortaya
çıkardığı bir kümeye benzetmektedir. Toplum, alt sistem adı verilen ve gerek
birbirleriyle gerekse bütünle karşılıklı bağımlılık ilişkisi içerisinde olan parçalardan
müteşekkil ve kendini devam ettirme özelliği bulunan, bütünlük arz eden dengeli bir
yapı olarak karşımıza çıkmaktadır. Var olmak için birbirlerine ihtiyaç duyan alt
sistemler zorunlu olarak dayanışma içine girmekte ve sonuçta toplumsal bütünleşme
ortaya çıkmaktadır. Toplum üç sistemden oluşmaktadır; sosyal sistem, kişilik sistemi ve
kültürel sistem. Sosyal sistem, karşılıklı beklentiler aracılığıyla bir arada tutulan,
birbirleriyle bağlantılı statü ve pozisyonları içeren bir yapı olarak ifade edilmektedir.
Örneğin aile kurumu, anne-baba-çocuk statüleri tarafından biçimlendirilmektedir. Bu
statüler karşılıklı bağlantı halinde bulunmaktadır. Kişilik sistemi, Parsons’un
aktörlerinin, kendi güdüleri ve içinde bulundukları kültür tarafından belirlenmiş olan
ihtiyaçlarını karşılamak için yaptıkları anlamlı faaliyetlerden oluşur. Bu faaliyetler
gelişigüzel değil, sosyalleşme sürecinde öğrenilerek gerçekleştirilmekte ve “rol” olarak
adlandırılmaktadır. Roller, bireyin benliğinde bütünleşmiş, belli işlevleri olan eylem
kalıplarıdır. Bu kalıplar kişilik sistemini oluşturmaktadır. Kültür sistemi ise sosyal
sistemin yani toplumun uyum fonksiyonunu karşılayan kişilik sisteminin, değerler ve
normlar tarafından şekillendirilmesi olarak tanımlanmaktadır. Kültür, kişilik sistemini
şekillendirmekte etkin olan normlar ve değerleri sunmada, birey için bunları
hazırlamada temel bir işlev taşımaktadır. Parsons bu üç sistemi analiz amacıyla
ayırmakta, aslında ayrılmaz bir bütün olduklarını ifade etmektedir. Bir sistem olarak
toplum, her sistem gibi parçalardan, Parsons’un isimlendirdiği şekliyle alt sistemlerden
müteşekkildir. Bu alt sistemler birbirine kilitlenmiş yani birbirlerine bağlanmış olan
parçalardır. Fakat asıl olan toplumdur zira ona göre toplum “kendi kendine yetebilen tek
sistem” olarak kabul edilmektedir. Örneğin;
Ekonomik sistem, kendisine nitelikli eleman yetiştirdiği için eğitim sistemine,
Eğitim sistemi kendisine öğrenci gönderdiği için aileye,
Aile de hayatını devam ettirmek için ekonomik sisteme ihtiyaç duymaktadır.
Böylece toplumun tüm ihtiyaçları alt sistemler tarafından karşılanmaktadır. Bu alt
sistemlerin her biri, bir toplumun varlığını sürdürebilmek için yerine getirmesi gereken
dört temel zaruretin veya temel ihtiyacın karşılanmasına katkıda bulunmaktadır.
Adaptasyon (uyum/uyarlanma):
Çevreden yeterli kaynak sağlayıp bunu sistem içinde dağıtmaktır. Toplumsal kurumlar,
toplumsal ihtiyaçları veya işlevleri tatmin edecek ve toplumsal sistem arzularını
karşılamaya yardımcı olacak, birbirleri ile ilişkili toplumsal normlar ve roller sistemler
olarak tanımlanmaktadır. Toplumsal kurum örnekleri, ekonomi, siyasal düzen, hukuk,
din, eğitim ve aile olarak gösterilebilir. Bir toplumsal sistem, eğer yaşamaya devam
edecekse, çevresine uyum sağlama işlevini görecek yapı ve kuruluşlara muhtaçtır.
Birleşik Devletler’ i bir toplumsal sistem olarak ele alacak olursak, Parsonscı bir
çözümlemeye göre, ihtiyacı karşılayacak veya yeterli kaynak sağlama sorusunu çözecek
kurum ekonomi olduğu görünmektedir; bu çözümlemeye göre temel sorun olarak,
ortaya çıkan, üretim veya servettir.
Her toplum kendi yelerinin gıda, giyim ve barınma ihtiyaçlarını karşılamak zorundadır;
bu yüzden, kendi kaynaklarını üretmek ve dağıtımlarını yapmak ve dış çevreye uyum
sağlamak için ekonomik bir sisteme ihtiyaç duymaktadır (Wallace ve Wolf, 2004:42).
Amaca ulaşma:
Sistem amaçlarına erişmek için sistemin kaynak ve enerjilerini seferber etmek bunlar
arasında öncelikleri belirlemek demektir. Her toplum kendi hedeflerini belirlemek,
kararlar vermek ve organizasyonlar yaratmak zorundadır ve bu yüzden siyasal sisteme
ihtiyaç duymaktadır (Wallace ve Wolf, 2004: 42).
Bütünleşme (Entegrasyon):
Sistemi işler durumda tutabilmek için, sistem içinde çeşitli aktörler veya birimler
arasındaki ilişkileri koordine etmek, düzeltmek ve düzenlemek ihtiyacını
kastetmektedir. Her toplum bir aidiyet, topluluk/cemaat duygusu ve ortak bir kimlik
yaratmak zorundadır. O toplumsal bölünmeler ve çatışmaları engellemek zorundadır,
aksi takdirde çözülmeye uğramaktadır. Bu yüzden, o, yerleşik davranış kuralları(din),
iletişim(medya) ve sosyal kontrole(hukuk, mahkemeler, polis ve hapishaneler) ihtiyaç
duymaktadır (Wallace ve Wolf, 2004: 42).
Varlığını sürdürme:
İki katlı olarak ifade edilmektedir. Birincisi, sistem içindeki aktörlerin, sistemdeki
rollerini yerine getirmelerini veya değer “örneğini” muhafaza etmelerini sağlayacak
kadar güdülenmiş olmaları ihtiyacı ve ikinci olarak, iç gerilim yönetimi sağlayacak
mekanizmalara olan ihtiyaçtır. Burada sorun, değer sistemini bozulmaktan korumak ve
toplumsal değerlerin aktarılmasını sağlayarak sistem üyelerinin uyumlarını güvence
altına almaktır. Diğer bütün türler gibi, her toplum, kendini meydana getiren üyeler
sürekli ölse ve onların yerine yenileri gelse bile, varlığını devam ettirmeye
çalışmaktadır. O kendi kuralları, adetleri ve kültürünü kuşaktan kuşağa aktarmaya
çalışır ve bu örüntü/kalıp devamlılığı, Parsons’ın teorisinde, akrabalık sistemine,
çocuğun sosyalleştiği aileye bağlı olduğu belirtilmektedir. Bu süreç okul, medya, kilise
ve hukuk gibi diğer toplumsal kurumlarla pekiştirilmektedir. Bu dört zaruret büyük
ölçüde toplum tarafından karşılanmak zorundadır, ancak toplumun düzgün olarak
işleyebilmesi için alt sistemlerin (alt alt sistemlerin) de görevlerini yerine getirmeleri
gerekmektedir (Wallace ve Wolf, 2004: 42).
3.2. Emile Durkheim
Durkheim toplumu bir bütün oluşturmak amacıyla farklı işlevler üstlenmiş parçalardan
oluşan biyolojik bir organizmaya benzetmektedir. Bu açıdan da toplumun onu oluşturan
bireylere indirgenemeyecek nitelikte bağımsız bir gerçekliği olduğunu düşünmektedir.
Durkheim çalışmalarında toplumun bireylerden bağımsız bir gerçekliği olduğunu
savunmakla kalmaz ayrıca bireylerin üstünde (yani bireylerden daha önemli) ve
üzerinde bir gerçekliği olduğunu da savunmaktadır. Toplumun bireyler üzerinde
kolektif nitelikteki toplumsal olgular (gerçeklikler) aracılığı ile yaptırım gücüne sahip
olduğunu vurgulamaktadır. Kolektif nitelikleri ve bireylerin dışında gerçeklikleri olan
toplumsal olgular bireyler üzerinde baskıcı ve sınırlandırıcı bir güce de sahip
olmaktadır. Durkheim toplumsal olguları kolektif bilinç temelinde ortak şekilde hareket
etme, düşünme ve hissetme biçimleri olarak tanımlamakta ve bireysel bilinçlere
indirgenemeyeceklerini savunmaktadır. Durkheim toplumsal olguların fiziksel nesneler
gibi bir gerçeklikleri olduğunu ve bu nedenle nesneler gibi ele almaları gerektiğini
savunmaktadır. Durkheim toplumsal yaşamın incelenmesinde doğa bilimsel yöntemleri
benimseyen Comte'a benzemekte bir pozitivist yöntem benimsemektedir. Durkheim
toplumsal olguları araştırmanın ve de açıklamanın nedensel ve işlevsel olmak üzere iki
farklı yönteminden söz etmektedir. Bu yöntemlerden birincisinde, toplumsal
olguların nedenleri yine başka toplumsal olgularda aranmakta ve nedensel olarak
açıklanmaktadır. İkincisinde ise, toplumsal olgular topumun ihtiyaçlarının karşılanması
açısından sahip oldukları işlevler açısından araştırılmakta ve dolayısıyla işlevsel olarak
açıklanmaktadırlar. Durkheim için toplumsal düzen ve dayanışma bir toplumun işlevsel
öncelikli gereksinimlerinin en başında gelmektedir. Ona göre toplumda düzen ve
dayanışmanın kaynağı işbölümü ve uzmanlaşmadır. İş bölümü arttıkça bireylerin
birbirlerine olan bağımlılığı da artmaktadır. Durkheim evrimci işlevselci bir bakış açısı
sergilediği “Toplumsal İşbölümü” adlı çalışmasında hem toplumsal düzen ve
dayanışmanın hem de toplumsal değişmenin sırasıyla mekanik ve organik adı altında iki
farklı ideal tipinden söz etmektedir.
Mekanik dayanışma, benzeşmeye dayalı basit bir iş bölümünün olduğu geleneksel
toplumlarda görülmektedir. Bu düzen ve dayanışma tipinde kolektif bilinç ve kolektif
kimlik bireysel bilinç ve kimliklerden daha güçlü ve baskın olduğu görünmektedir.
Organik dayanışma, ise farklılaşmaya dayalı karmaşık bir iş bölümü ve uzmanlaşmanın
olduğu modern toplumlarda görünmektedir.
Durkheim İntihar adlı ünlü çalışmasında psikolojik nedenlere bağlı bireysel bir eylem
gibi görünen intiharın bile aslında nasıl toplumsal nedenlere bağlı bir toplumsal olgu
olduğunu intihar oranlarındaki değişmeleri inceleyerek kanıtlamaya çalışmaktadır.
Durkheim intiharı bütünleşme ve düzenleme şeklinde iki bağımsız değişkenle
açıklamaktadır. Bir toplumda her iki değişkenin aşırı düzeyde ya da yetersiz düzeyde
bulunması intihara yol açmaktadır. Durkheim’ a göre bütünleşme ya da toplumsal
dayanışma(social solidarity), toplumsal dengeyi sürdürme için önemlidir. Toplumsal
bağlılık veya dayanışma kuramını iki belirgin toplumsal ihtiyaç(gereksinme) olan
bütünleşme ve düzenlemeye dayandırmaktadır. Varsayımına göre, çok fazla veya çok az
bütünleşmiş ve düzenlenmiş toplumlarda intihar oranları yüksek olacaktır. Bunlara
tekabül eden intihar türleri özgecilik(çok fazla bağlılık), bencillik(çok az bağlılık),
kadercilik(çok fazla düzenlenmişlik) ve kuralsızlık(çok az düzenlilik)tır. Durkheim’ i
intiharın bu sonuncusunun neticeleri çok endişelendirmektedir. O, “kuralsızlık”, der;
toplumun, bir görünümü yüksek intihar oranları olan, patolojik bir durum olarak
değerlendirmektedir. Durkheim modern toplumu kuralsızlık yüzünden sağlıksız olarak
görülmektedir. Durkheim, intihar kuramını, kavramlarının tanımlarını daha genişleterek
ve işlerlik kazandırarak deneysel olarak ispat edilebilir hale getirmeye çalışmıştır.
Örneğin, ani bir toplumsal değişme sonucu, insanların gerçek deneyimleri ile normatif
beklentileri arasında kopukluğun olduğu bir durumu, çok açık bir anomi durumu olarak
kabul edilmektedir.
Anomi, Durkheim sosyolojisinde toplumsal hayatı mümkün kılan ve bireylere rehberlik
eden kolektif nitelikteki merkezi değerler sisteminde özellikle ani toplumsal
değişmelere bağlı olarak ortaya çıkan belirsizlik ya da kuralsızlık durumunun genel
olarak tanımlamada kullanılan bir kavram olarak tanımlanmaktadır. Hakkında deneysel
bilgi toplanabilecek ve kuralsızlık yaratacak olan bu tür olaylar, Durkheim’ e göre, bir
eşin ansızın ölümü ve ekonomik buhran dönemlerini içermektedir. Durkheim
varsayımlarını test etmekle kalmamaktadır; kamu görevlileri tarafından toplanan
bilgilerle varsayımlarını doğrulamaktadır. Örneğin, kadın ve erkek dulların intihar
oranlarının evlilere göre daha yüksek olduğunu, buhran zamanlarındaki oranların,
ekonomik denge sürelerindekinden daha yüksek olduğunu bulmuştur (Wallace ve Wolf,
2004: 42).
3.3. Robert King Merton
Robert K. Merton işlevselciliğin en önemli olarak gördüğü açmazlarını aşmaya
çalışmaktadır. İşlevselci analizin en önemli açmazlarından birisi toplumu işlevsel birlik
hâlinde bütünleşmiş bir sistem olarak ele alması ve dolayısıyla sistemde bozuk işlevsel
olan öğe yokmuş gibi hep olumlu işlevler üzerinde yoğunlaşma olarak ortaya konması
olarak ifade edilmektedir. Merton' a göre sistem içerisindeki herhangi bir öğenin olumlu
olduğu gibi olumsuz veya bozuk bir işlevi de olabilmektedir. Benzer şekilde bir
toplumsal öğenin veya pratiğin bireyler tarafından bilinen ve amaçlanmış açık bir işlevi
vardır ancak aynı zamanda grup üyeleri arasında dayanışma yaratma şeklinde
amaçlanmamış ve bilinmeyen gizil bir işlevi de vardır. Bunun dışında bir öğenin,
örneğin yoksulluğun, toplumun hangi kesimleri için olumlu hangi kesimleri içinse
olumsuz ya da bozuk işlevsel olduğunun analizi de oldukça önemlidir1. Merton ilk
olarak bir toplumun tam olarak işlevsel bütünlüğünün gerçeğe aykırı olduğunu ileri
sürmektdir. Merton’a göre “ tam kapsamlı işlevsel birlik iddiası, dikkatleri “verili bir
toplumsal ya da kültürel birim” in çeşitli toplumsal gruplar ile grupların tek tek üyeleri
açısından muhtemelen farklı sonuçlarından uzaklaştırarak açıkça aykırı düşmekte ve
toplumsal analizin önünde bir engel oluşturmaktadır.” (Swingewood, 1998:282) Çünkü
bir grup için işlevsel olan, başka bir grup için işlevsel olmayabilmektedir. Dinin
toplumu bütünleştirici bir işlevi olmasına rağmen, her toplumda aynı bütünleşmeyi
sağlayamayabilir. Örneğin, mezhep kavgalarına yol açarak toplumun bütünlüğüne zarar
verebilmektedir. Bu postulaya karşı Merton’ ın tavrı toplumun tam bütünleşmesini
kabul edemeyiz şeklinde olmaktadır.
İkinci olarak toplumda sadece pozitif işlevler olmadığı ifade edilmektedir. İşlevsel
çözümleme yaparken bir grup içerisinde pozitif işlevler olduğu kadar bozuk işlevlerin
var olduğunu da göz önünde bulundurmamız gerekmektedir. Merton kültürel öğelerin,
pozitif ve negatif işlevlerin her ikisini göz önünde bulundurarak işlevsel sonuçların
kesin dengesine göre düşünülmesi gerektiğin öne sürmektedir (Poloma, 1993:40).
Üçüncü postula zorunluluk; Merton’a göre belirsiz olduğu ifade edilmektedir. Her tür
uygarlıkta, yaşamsal bazı işlevleri yerine getiren her gelenek, maddi nesne düşüncesi ve
inancı, başarılacak bir takım görevlere sahip, işleyen bir bütün içerisinde zorunlu bir
parça sergilemektedir (Poloma, 1993:40). Merton bu postulaya da yanıt olarak işlevsel
alternatifleri göstermektedir. Merton’ ın vardığı sonuca göre, işlevsel analizin başlıca
teoremlerinden birisi, nasıl aynı birim çok çeşitli işlevlere sahipse, aynı şekilde aynı
işlerinde alternatif birimler tarafından değişik biçimlerde yerine getirilebileceğini ileri
sürmektedir. (Swingewood,1998:282) Bu postulalara ek olarak, Merton işlevsel
çözümlemesine bozuk işlev, açık ve gizil işlev, işlevsel alternatifler gibi kavramları
vurgulayarak açıklık getirmektedir.
Bozuk İşlev
Merton bozuk işlev kavramını kullanarak, Parsons’ın toplumun bütünü için mevcut
kurumların tümünü sağlıklı işlev olarak görme eğilimini reddetmektedir. Ona göre
toplumda bozuk işlevlerde bulunmaktadır. Merton’ ın bozuk işlev anlayışı birbirini
tamamlayan ama birbirlerinden farklı iki fikri içermektedir. Bunlardan birincisi, bir
1 http://dcf.blogcu.com/sosyoloji-dersleri-i-sosyoloji-de-kuramlar-ve-yaklasimlar/10484977
şeyin genel olarak bozuk işlevsel sonuçları olabileceği. İkincisi de, sonuçların kimin
için olduğuna göre değişebileceğidir ( Wallace ve Wolf, 2004:63). Bir grup için işlevsel
olan, başka bir grup için işlevsel olmayabilmektedir. Dinin toplumu bütünleştirici bir
işlevi olmasına rağmen, her toplumda aynı bütünleşmeyi sağlayamayabilmektedir.
Örneğin, mezhep kavgalarına yol açarak toplumun bütünlüğüne zarar verebilmektedir.
Böylece burada din bozuk bir işlev yerine getirmektedir. Yine yukarıda bahsettiğimiz
üzere aşırı uyumluluk durumu da bozuk bir işlev olarak görülmektedir. Özellikle,
Merton’ ın bürokrasi incelemeleri bozuk işleve örnek teşkil etmektedir. Bürokratik
kurallara sıkı sıkıya bağlı kalmak eğer kendi başına bir amaç haline gelmişse bürokrasi
bozuk işlev görmektedir.
Merton’ ın ikinci görüşü- bir kurumun genellikle sağlıklı işlev veya bozuk işlev
gördüğü kanaati yerine bazı insanlar ve topluluklar için iyi ve diğer bazıları için kötü
olabileceği statükoyu tasvip eder görünen işlevselcilikten daha belirgin olarak
ayrılmaktadır ( Wallace ve Wolf, 2004:63). İşlevsel çözümlemede bu bağlamda dikkat
edilmesi gereken nokta, işlevin toplumdan topluma sağlıklı ya da bozuk işlev olarak
görülebileceğidir. Merton vazgeçilmez olarak görülen aile ve evlilik kurumlarının bile
her zaman sağlıklı bir işleve sahip olmadığını ifade etmektedir. “Merton’ ın bozuk
işlevler kavramı işlevselciliğin aslında tutucu olmadığı savının da esasını teşkil
etmektedir. Bu ancak işlevselcilerin, her şeyin sonuçları itibariyle işlevsel olduğu – ki
bu Merton’ ın bozuk işlevler kavramını reddettiği bir anlayıştır- anlamını çıkarmaları
halinde ve çözümlemecilerin “toplumu” ve üyelerini bir ve aynı şey olarak ele aldıkları
zaman geçerli gibi görünmektedir. Merton bu görüşü kimin için işlevsel sorusunu
sorarak yıkmaktadır.
Açık ve Gizil İşlevler
Merton “Social Theory And Social Structure” adlı eserinde açık ve gizil işlevler
arasında kavramsal bir ayrım yapmayı önermektedir “Açık işlevler örgütlerin açıklanan
amaçları ya da görevlerini, gizil işlevlerse, örgütlerin faaliyetlerinden doğan ek
sonuçları içermektedir. Gizil işlevlerin açıklanan amaçların yerine konulmaları niyet
edilmeden olmuş olabilmekte ve sonuçları zararsız ya da hiç değilse önemsiz
kalabilmektedir (Moore, 1997:350). Parsons’ın toplumsal davranışı görünen işlevlerle
açıklamasının aksine Merton gizil işlevlerin gerekliliğini vurgulamaktadır. Basit bir
örnek vermek gerekirse bireyin araba alması ihtiyaç olarak görülebileceğinden açık bir
işlev olarak görülebilmektedir. Diğer yandan bireyin son model bir spor araba satın
alması ise bireyin gizil işlevlerinin de var olduğunu gösterebilmektedir. Spor araba
sahibi olmanın toplumda statüsünü arttıracağını düşünmesi bireyin gizil işlevini
göstermektedir. Yine Merton’ ın siyasal örgütlerle ilgili çözümlemesine bakacak
olursak “Siyasal örgütlerin görünür işlevi, özellikle küçük yerlerde oy satın alma ve
benzeri yasa dışı davranışlara yer verdiğinden; dürüst olmayan çıkarlara hizmet eder
gibi görünmektedir. Ancak bu uygulamalar yerel komşuluk çevrelerinde o kadar sağlam
bir şekilde yerleşmiştir ki, bu tür siyaset ve siyasal örgütler, yeni göçmenler gibi
mahrumiyet grupları için çok yüksek bir işleve sahip olduğu ifade edilmektedir
( Wallace ve Wolf, 2004:63).
Merton’ ın Sapma Kuramı
Merton, Durkheim’dan aldığı “anomi” kavramını kullanarak, toplumda bireylerin nasıl
uyumlu davranıştan uyumsuz davranışa doğru gittiğini göstermektedir. “Merton sapma
kuramını geliştirirken, işlevsel çözümlemede tipik olan açıklayıcı etkenleri
kullanmaktadır. Bunlar kültürel amaçlar ve kurumlaştırılmış normlar olarak ifade
edilmektedir ( Wallace ve Wolf, 2004:66). Normsuzluk veya kuralsızlık olarak
tanımladığımız “anomi” Durkheim tarafından Bir sapma şekli olan intiharı açıklamada
kullanılmaktadır. Merton’a göre anomi “toplumun belirlemiş olduğu hedeflere
ulaşmada, toplum tarafından belirlenmemiş davranışların kullanılmasının zorunluluğu
oldu durumlarda sosyal ve kültürel yapı arasında çıkan zıtlık hali olarak ortaya
konmaktadır (Aktaran Kızılçelik, 1992:307). Daha yalın bir ifade ile “kültürel amaçlar
ile bunlara varmanın meşru yolları arasında bir kopukluk denilmektedir ( Wallace ve
Wolf, 2004:66).
SONUÇ
Yapısal – işlevselci kuram çerçevesinde toplumun yapısı ve işlevleri ortaya konulmaya
çalışılmaktadır. Toplumun çekirdeği birey olarak görülür. Toplumun alt sistemleri
bireylerin birlikteliği ile meydana gelebilmektedir. Alt sistemlerin işlevsel bütünlüğü ise
“toplum” denilen sistemi meydana getirebilir. Tüm sistemler parçaların toplamından
daha fazlasını ifade eder ve parçadan bağımsızdır. Ancak sistemler birbiriyle etkileşim
halinde ve karşılıklı olarak birbirlerine bağımlıdır.
Sistem kuramı sosyal hizmet uzmanlarına dünyayı nasıl inceleyecekleri ve görecekleri
konusunda bir kavramsal bakış açısı sağlamaktadır. Sosyal hizmet uzmanları çevre
içindeki bireyler, gruplar, aileler, örgütler ve topluluklar gibi çeşitli sistemlerin
etkileşimleri üzerinde odaklanır. Bir sistem, işlevsel bir bütünü oluşturmak için derli
toplu şekilde, yani sistemli bir şekilde ve karşılıklı ilişkileri olan bir dizi unsurun
oluşturduğu bir takımdır. Birey, sınıf, aile, okul, üniversite bir sistemdir. Her biri işlev
görebilmek için birlikte çalışan birçok unsurdan oluşmaktadır (Kirst- Ashman ve Hull
1999).
Birey yaşamın önemli bir parçası olarak ve durum içinde bir bütün olarak görülür. Birey
ile çevresi(sosyal, fiziki, kültürel ve ekonomik) karmaşık bir ilişki içindedir. Bu
dinamik ilişkiler, etkileşimler ve örgütsel kalıplar bireyin işlevselliği açısından
önemlilik gösterebilir. İşlevsel olmayan birey sistem için uygun değildir. Sosyal
sistemlerin varlıklarını sürdürebilmeleri ve işlevlerini yerine getirebilmesi için
bireylerin büyük sistemin yani toplumsal sistemin gereksinimlerini karşılayabilmesi
yönünde uyum sağlayıcı olmalıdır. Uyum, bireylerin kendi amaçlarını gerçekleştirme
biçiminde ve destekleyici olursa herhangi bir sorun ortaya çıkmaz. Fakat tam tersi
yönde olursa “sosyal işlevsellik” sorunu ortaya çıkar. Sosyal işlevsellik, bir kişinin
temel gereksinimlerini karşılaması için gerekli görevleri ve aktiviteleri yerine
getirebilmesi ve toplumun belirli alt kültürü tarafından yerine getirilmesi beklenen
önemli sosyal rollerini gerçekleştirebilme yeteneği olarak ifade edilmektedir (Sheafor
ve Horesji 2003).
Sosyal hizmetin asıl amacı da bireylerin sosyal işlevselliğinde yaşadığı sorunlar ile
ilgilidir. Bu sorunlar sosyal hizmet uzmanı ve müracaatçı ilişkisinin kurulmasına neden
olabilen faktör olarak söylenebilir. Sosyal hizmet uzmanı sosyal işlevsellik sorununu
çözümlemek amacıyla yapısal- fonksiyonel yaklaşımın “bireyi bir bütün olarak görme”
noktasından faydalanabilir. Yaklaşıma göre birey ve bireyin içinde bulunduğu çevre
ayrı olarak düşünülemez. Sosyal hizmet uzmanı da bireyin yaşadığı “sosyal işlevsellik”
sorununu ele alırken bireyi çevresiyle birlikte ele alır ve değerlendirir. Müracaatçıların
yaşam koşullarının karmaşıklığını ve birbirleriyle ilişkilerini değerlendirmek için
sorunların ardında yatan etmenlere bakmayı vurgular. Çünkü bir sosyal sistemde
bireyler diğerlerine bağlıdır ve her birey birbirini karşılıklı olarak etkiler. Bu noktada
yapısal- fonksiyonel model sosyal hizmet uzmanlarına birbirinden farklıymış gibi
görünen bireyler, aileler, küçük gruplar, kuruluşlar, topluluklar ve toplumlar arasında
ilişki kurma olanağı sağlayabilir.
Yapısal – fonksiyonelist modele göre toplum hayatının varlığına katkısı olmayan bir
sosyal unsur disfonksiyonel olarak adlandırılır. Böylesi unsurların kısa süre içinde yok
olacağı ifade edilir. Çünkü bunlar toplumun işleyişine ve toplumsal yapının
devamlılığına katkı sağlamaz olarak görülür. Bu açıdan bakıldığında eleştiri getirilebilir.
Bir grup için işlevsel olan başka bir grup için işlevsel olmayabilir. Örneğin; dinin
toplumu bütünleştirici bir işlevi olmasına rağmen diğer toplumlarda aynı bütünleştirici
etkiyi sağlayamayabilir. Yani “her şeyin sonuçları itibarı ile işlevsel olduğu” anlayışı
“kimin için işlevsel sorusu” getirilerek eleştirilebilir. İşlevselci yaklaşım değişim ve
çatışma durumunu kaçınılması gereken bir durum olarak nitelendirir. Değişim,
toplumsal sistemi parçalar arasındaki bütünleyici ahengi yıpratabilir hatta bozabilir.
Çatışma durumu da benzer şekilde sistemin düzeni ve sürekliliğini bozabilir. Bu
durumda toplumsal yapının devamlılığı nasıl sağlanabilir, toplumsal sistem kendini
nasıl yenileyebilir soruları gündeme gelebilir. Bu noktada sosyal hizmet alanında
değişimi açıklamakta yetersiz kalabilir. Çünkü sosyal hizmet uygulaması çoklu bir bakış
açısıyla yerine getirilebilir ve müracaatçıların içinde bulundukları çevrenin
değiştirilmesi yoluyla mesleğini uygulayabilir.
Sonuç olarak yapısal – işlevselci modelin sosyal hizmet alanında “çevresi içinde birey”
yani bütüncül yaklaşım “sosyal işlevsellik” ve “toplumsal sistem” konularında katkı
yapıcı olduğu söylenebilir. Fakat toplumsal yapının devamlılığını sağlamada sosyal
hizmet uzmanlarının uygulayabileceği değişme yönlü yaklaşımların nasıl olacağına dair
ipucu vermediği için eleştiri getirilebilir.
KAYNAKÇA
BOTTOMORE, T. Ve NİSBET, R , Çev.Ş. Tekeli, Ayraç yay, Ankara
ÇETİN, A., (2014), ”Yapısal İşlevselcilik”
MOORE, WilbertE,(1997), “İşlevselcilik”, “Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi İçerisinde”
Margaret; (1993) , “Çağdaş Sosyoloji Kuramları” ,Çev. H.Erbaş Gündoğan Yay, Ankara
Kongar, E., (1985). "Toplumsal Değişme", Remzi Kitabevi, İstanbul POLOMA,
SWINGEWOOD, Alan; (1998), “Sosyolojik Düşüncenin Kısa Tarihi”, Çev. O. Akınhay,Bilim ve Sanat
Yay.Ankara
SLATTERY, M.,(2003), “Sosyolojinin Temel Fikirleri”, Çev: Ümit TATLICAN, Gülhan DEMİRİZ,
Sentez yay, İstanbul.
WALLACE, Ruth & WOLF A.,(2004), “Çağdaş Sosyoloji Kuramları”; Çev. L.Elburuz ve M.R. Ayas,
Punto Yay, İzmir
http://dcf.blogcu.com/sosyoloji-dersleri-i-sosyoloji-de-kuramlar-ve-yaklasimlar/10484977