VELÂYET-İ FAKİHankara.icro.ir/uploads/islamic_government.pdfVelâyet-i Fakih / İslam Devleti...
Transcript of VELÂYET-İ FAKİHankara.icro.ir/uploads/islamic_government.pdfVelâyet-i Fakih / İslam Devleti...
VELÂYET-İ FAKİH
İSLAM DEVLETİ
İmam Humeyni'nin -ks- Eserlerini Tanzim ve Yayınlama
Müessesesi
Uluslararası İlişkiler Bürosu
Velâyet-i Fakih / İslam Devleti
İmam Humeyni -ks 1. Baskı
Yayınlayan: İmam Humeyni'nin -ks- Eserlerini Tanzim ve Yayınlama Müessesesi Uluslararası İlişkiler Bürosu İsteme Adresi: İran İslam Cumhuriyeti – Tahran P.O. BOX: 19575 / 614.
İRAN - TAHRAN Tel: 2283138 ve 2287774 ve: 5
Fax: 2287773
İÇİNDEKİLER
YAYINCININ ÖNSÖZÜ 1
Yayıncının Önsözü 3
GİRİŞ 13
Giriş 15
1. BÖLÜM 31
DEVLET KURULMASINI GEREKLİ KILAN DELİLLER 31
Yürütme ve İdare Kurumlarının Gerekliliği 33
Hz. Resul-i Ekrem'in -sav- Sünnet ve Yöntemi 34
İslam Hükümlerinin Uygulanmasında Sürekliligin Zarureti 35
Emir'el Mü'minin Hz. Ali Bin Ebu Talib'in -s- Siyeri 37
İslam Kanunlarının Nitelik ve Niceliği 37
2. BÖLÜM 39
BAZI İSLAM HÜKÜMLERİ ÜZERİNE İNCELEME 39
1- Mali Hükümler 41
2- Milli Savunma Hükümleri 43
3- Hakların Elde Edilmesiyle ilgili Hükümler ve Ceza Hükümleri 44
Siyasi İnkılabın Gerekliliği 45
İslami Vahdetin Gerekliliği 46
Mazlum ve Mahrum Halkın Kurtarılmasının Gerekliliği 48
Ahbara Göre Devletin Gerekliliği 49
3. BÖLÜM 53
İSLAMİ DEVLET VE YÖNETİM BİÇİMİ 53
Bu Yönetimin Diğer Yönetim Tarzlarıyla Farkı 55
Yöneticilik Şartları 60
Gaybet Döneminde Devlet Başkanlığının Şartları 62
Velayet-i Fakih 63
İtibari Velayet 64
Tekvini Velayet 67
Devlet, Yüce Gayeleri Gerçekleştirebilmek İçin Bir Vesiledir 68
Devletin Yüce Hedefleri 69
Bu Gayelerin Gerçekleşmesi İçin Gerekli Özellikler 70
4. BÖLÜM 73
AHBARDA VELAYET-İ FAKİH 73
Hz. Resul-ü Ekrem'in -sav- Halefleri Adil Fakihlerdir 75
Bu Rivayet Hakkında İki İhtimale Dayanarak Konuşuyoruz: 76
Bu Rivayetin Metnine Dair 83
Rivayetin Anlamı Üzerine 83
Peygamberler Gönderilmesindeki Gaye ve Peygamberlerin Görevleri 87
Kanunları Yürürlüğe Koyma, Ordulara Komuta Etme, Toplumu İdare, Ülkeyi
Savunma, Yargı ve Muhakeme İşlerinde, Fakihler Peygamberlerin Eminleridirler 89
Kanuna Uygun Devlet / İslâmî Hukuk Devleti 90
Yargı Makamı Kimde Olmalıdır? 9 3
Yargı ve Adaleti İcra da Adil Fakihin Uhdesinedir 94
Sosyal Gelişmelerde Kime Müracaat Edelim? 97
Kur’an- ı Mecid’den Ayetler 102
Ömer Bin Hanzala’nın Makbulesi 108
Gayrimeşru Güçlerden Adalet ve Yargı Beklemek Haramdır 110
İslamın Siyasi Hükmü 111
Başvurulması Gereken Merciler İslam Alimleridir 111
Ulema Devleti İrade Ve Yöneticiliğe Atanmışlardır 112
Ulema Devlet ve Yönetim Makamından Azl mi edilmiştir? 114
Ulemanın Tayin Edildiği Makam Ve Vazifeler Daima Mahfuzdur 115
Sahihe-i Kaddah 116
Ebu’l Bahteri Rivayeti 117
Rivayetlerin İncelenmesi: 118
Nass Yoluyla Velayet-i Fakihin İsbatı 125
Rezevi Fıkhı –adlı kitaptan- Bu Yönde Delil 126
Teyid Edici Diğer Deliller 127
5. BÖLÜM 147
İSLAM DEVLETİ KURMAK İÇİN GEREKLİ MÜCADELE
PROGRAMI 147
İslam Devleti Kurmak İçin Gerekli Mücadele Programı 149
Tebliğat- Propaganda- Ve Talimata – Eğitme ve Yetiştirme- Hizmet Edecek
Toplantı ve İçtimalar 154
Bir Aşura Meydana Getiren 156
Uzun Vadeli Bir Mücadele Direnci 157
Din Alimlerinin Yetiştiği İlmiye Medreselerinin Islahı 161
Sömürünün Fikri Ve Ahlaki İzlerinin Ortadan Kaldırılması 161
Ulema Kisvesine Bürünüp Mukaddes Görünmeye Çalışanların Islahı 168
Dini İlmiye Medreselerinin Tasfiyesi 170
Saray Mollalarını Dışlayın, Kovun! 173
Zalim Devletleri Yıkalım! 175
YAYINCININ ÖNSÖZÜ
Yayıncının Önsözü
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd A11ah'a. Yoktur yüce ve büyük Allah'tan başka güç ve kuvvet
sahibi. 0'nun resulü olan son peygamber Muhammed'le pak ve
mutahhar soyuna selam ve salat olsun.
Gerekli redaksiyon, açıklama, dipnot ve fihristlerle birlikte yeniden
düzenlenerek hak, bilgi ve hikmet aşığı siz okurlara sunulan elinizdeki
eser rahmetli İmam Humeyni'nin -ks- Necef-i Eşref’te ikamet ettiği
yıllarda 13 Zi'kade 1389 - 2 Ziyhicce 1389 hk'ye rastlayan 1.11.1348 -
20.11.1348 tarihleri arasında yapmış olduğu 13 konuşmanın toplamıdır.
Bu konuşmalar aynı günlerde İmam'ın -ra- taraftarlarınca kısmen veya
tam metin halinde çeşitli şekillerde bildiri, broşür, kitapçık..... vb. basılıp
dağıtılmıştı. Ancak 1349 hş. sonbaharında (1970) İmam'ın -ra- edit,
onay ve redeksiyonundan sonra tam metin halinde baskıya hazırlanan
metin ilk kez İmam'ın -ks- Beyrut'taki taraftarlarınca basılarak gizlice İran'a
sokuldu. Aynı günlerde, diğer inkılabi müslümanların da faydalanabilmesi için
birçok Avrupa ülkesiyle Amerika, Pakistan ve Afganistan'a gönderildi. Bu kitap,
islam inkılabının zaferinden önce hş. 1356'da -1977- `İmam Musevi Kaşif ul Gıta'dan Bir Mektup" adıyla ve "Cihad-ı Ekber" ekiyle birlikte İran'da
yayınlandı.
Velayet-i Fakih de İmam'ın -ra- diğer eserleri gibi şah rejimi döneminde
yasak kitaplar listesinin başında yer almadaydı. Bu kitabın basımı, dağıtımı ve
teksirinde çalışan, hatta bu kitaptan bir tek cilt bulunduran birçok insan şahın
emniyet görevlilerince yakalanıp ağır işkencelere maruz kaldıysa da Savak'ın (1)
onca işkenceleri ve rejimin akla gelmedik baskı ve propagandalarına rağmen,
ana fıkhi temelleri elinizdeki eserde İmam -ra- tarafından belirlenmiş olan
`İslam devleti" düşüncesi günden güne müslüman İran halkının ulema,
üniversiteli vb. çeşitli kesimlerince dalıa fazla benimsenmeye başladı ve
`Velayet-i Fakih" temeline dayalı bir islam devletinin teşkili düşüncesi İmam
Humeyni -ks- önderliğindeki 15 Hordad(2)
kıyamının vazgeçilmez ülküsü haline
geldi.
(1)
Savak adıyla tanınan İran gizli istihbarat teşkilatı (Sazıman-ı Emniyet ve İttilâat-ı
Keşver) İran şahı Muhammed Rıza'nın emriyle hş. 1336'da (mi1:1957) resmen kuruldu.
Savak teşkilatı, şah rejimi muhaliflerini sindirmek ve islami mücadele ve hareketleri
ortadan kaldırmak için örgütlenmişti. Savak, ABD istihbaratı CIA ve İsrail istihbaratı
MOSSAD'la çok yakın ilişkiler içindeydi. Savak'ın siyasi tutuklulara uyguladığı baskı ve
acımasız işkenceler Uluslararası Af Örgütü Genel Sekreteri'ne hş. 1354'te (mil: 1975'te)
`İnsan hakları konusunda hiçbir ülkenin karnesi şahın İran'ı kadar siyah değil!" dedirtecek
kadar aşırı noktalara varacaktı.
(2)
Onbeş Hordad (5 Haziran) Hadisesi: İmam Humeyni'nin -ks- başlattığı geniş islami
hareketi bastırmaya çalışan şah rejimi, batılı hamileriyle danıştıktan sonra İmam'ı
tutuklayarak meseleyi çözebileceğine kanaat getiriyor ve Savak ajanları 5 Haziran 1963'e
rastlayan 15 Hordad 1342 geceyarısı 03'te İmam'ın Kum'daki evine baskın yaparak onu
tutuklayıp Tahran'a getiriyor.
İmam'ın tutuklandığı haberi kısa sürede bütün İran'da yayıldı. Haberi duyan
müslüman halk 15 Hordad sabahının erken saatlerinden itibaren sokaklara
dökülerek yoğun protesto gösterileri başlattı. Bu gösterilerin en önemlisi Kum
kentinde gerçekleşti ve emniyet güçlerinin silahlı müdahelesi sonucu çok sayıda
insan şehid düştü. Tahran'da sıkıyönetim ve sokağa çıkma yasağı ilan edilince o
gün ve ertesi gün eylemler şiddetlenecek ve şaha bağlı birlikler masum binlerce
müslümanın kanını dökecekti. 15 Hordad gecesi, İran sınırları dahilinde kapalı
tutulamayacak kadar büyüktü. Şahın her yıl proaganda için harcadığı milyonlarca
Fakihler çeşitli münasebetlerle fıkhın muhtelif mevzularında yer yer
velayet-i fakih meselesini gündeme getirmiş ve bu hususta kimi zaman
çok kısa, kimi zaman da bir hayli tafsilatlı açıklamalarda bulunulmuştur.
Ne var ki bu meseleyele ilgili olarak derli toplu ve muntazam bir yazı,
geçmişteki fıkıh kitaplarının hiç birinde göze çarpmaz. Şüphesiz bunun
da; geçmişte islam ülkelerine hakim olan elverişsiz siyasi ve sosyal
şartlarla, zorba iktidarların sultası ve fakihlerin bu tür mavzulara
gereğince girmeye hazır bulunmamaları gibi çeşitli sebepleri vardır. Hz.
Mehdi'nin -sa- gaybeti döneminde velayet-i fakih'in yetkileri ve bu
yetkilerin sınırları hususunda şia uleması arasında öteden beri süregelen
farklı görüşlere rağmen; gerekli şartlara haiz bir fakihin bütün
müslümanlar üzerinde bir nevi velayet yetkisi taşıması gerektiği görüşü
bütün islam fakihlerince müttefıken kabul edilmiştir. Nitekim velayet
olayı ve hz. Mehdi aleyhisselamın gaybeti sırasında veliyy-i fakihin
yetki sınırları konusunda yakın tarih alimlerinin görüşlerini yansıtan
birçok kitap da neşredilmiş bulunmaktadır.
Bu cümleden olmak üzere Kacarlar(3) döneminin tanınmış ulemasından
merhum Ayetullah Molla Ahmed Neraki'nin “Evâid-ul Eyyam” adlı eresinden
sözedilebilir ki bu eserde benzerlerine oranla mezbur mevzuya daha ayrıntılı
bir şekilde girilmiştir. Merhum Neraki bu eserinde çeşitli rivayetlerden de
faydanalarak “ğaybet dönemi”nde fakihin iki mevzuda velayet hakkı
bulunduğunu ispatlamaktadır:
1- Şer'an istisna olabilecek bazı noktalar dışında; peygamber -sav- ve
Ehl-i Beyt İmamlarının -s- yetki ve velayet taşıdıkları bütün
hususlarda.
dolara rağmen bu kanlı facianın haberinin dünya kamuoyuna sızması engellenemedi.
İslam inkılabının zaferinden sonra 1979'un 15 Hordad'ın bugünü anma münasebetiyle bir
mesaj yayınlayan İmam 15 Hordad'ı da İslam İnkılabı'nın başlangıç günü ilan edecek ve 15
Hordad'ın bütün yıldönümlerinin bundan böyle genel yas günü olduğu duyurulacaktı
(3) Kacar (Türkçe tarih kitaplarındaki teleffuzuyla ‘Karçar’ veya ‘Ğacer') şahları hş.
1174-1304 (mil: 1795-1925) yıllarında İran'a hükmettiler. Sayıları 7'ye varan Kacar
şahlarının yönetimdeki beceriksizlikleri nedeniyle Kacar dönemi, İran tarihi için fâcia
sayılan dönemlerden biridir. Bu dönem boyunca, yvz kırartıcı antlaşmalarla sonuçlanan
birçok savaş vuku buldu; mezbur antlaşmalar neticesinde İran'ın verimli topraklarının
önemli bir kısmı kaybedildi. Kacar şahları döneminde İran halkı siyasi, kültürel, ekonomik,
sosyal... vb. açılardan bir hayli gerilemiştir.
2- İnsanların din ve dünyasıyla ilgili bütün hususlarda.
Mezbur alim, bu iki noktayı vurguladıktan sonra fahihlerin velayet hakkıyla
ilgili on noktayı örneklemekte ve bu cümleden olmak üzere fetva verme, ilahi
hududu -hadleri- icra; yetimler, mecnunlar ve kayıpların mallarını koruma,
masum imamların -s- malında tasarruf... vb.'yi saymakta ve ilgili ayetler,
rivayetler ve fıkhi istidlallere bilhassa önem vererek meseleyi etraflıca
incelemektedir.(4)
Merhum Neraki'nin -ra- bu noktalan incelendiğinde onun velayet-i fakih
aslının devleti de kapsamına aldığı görülür; ne var ki o meseleyi sırf bu açıdan
ele alıp devletle sınırlı tutmuş ve devlet meselesini bilhassa vurgulamış
değildir.
Merhum Neraki'den -ra- sonra velayet-i fakih mevzusunu çeşitli yönleriyle
ele alıp inceleyen ve bilhassa mevzunun devletle ilgili bahsine girerek bu bahsi
bütün teferruatlarıyla ele alıp derli toplu bir şekilde `islamda velayet ve devlet"
konusuna bir açıklık getiren ilk islam alimi rahmetli İmam Humeyni olmuştur.
Nitekim daha önce de belirttiğimiz üzere Necef’teki derslerinin 13 celesesini
sırf bu mevzuya ayırmış ve böylece elinizdeki kitap ortaya çıkmıştır. Hatta 5
ciltlik ‘Kitab'ul Beyy’in 2. cildinde velayet-i fakih mevzuunu yine aynı üslupla
yazmış olduğu bilinmektedir.(5)
‘Velayet-i Fakih’ kitabında İmam Humevni -ra- ‘velayet’ aslına itinayla
değinmekte ve fakihlerin bütün vazifelerinin başında gelen bu aslı -özellikle
devlet, siyaset ve yönetimle ilgili boyutunu- fevkalede bir basiret ve dikkatle
ele almaktadır. Ayrıca, islamın bu en önemli mevzuuna gereken itinanın
gösterilmesini engelleyen siyasi ve sosyal nedenleri de mükemmel bir şekilde
incelemekte ve velayet-i fakih ve devlet idaresi mevzuunun pratik çözüm
yollarını da mükemmel fıkhi istidlallerle ortaya koyarak bu sahadaki bütün
belirsizliklere netlik kazandırmaktadır
Rahmetli İmam -ks- elinizdeki eserinde önce, islam düşmanlarının
bu dini ortadan kaldırmak için kurdukları tehlikeli komplo ve
oynadıkları oyunları açıklayarak `teknoloji çağı olan 20. yy'da islamın
toplumları yönetme kapasitesine sahip olmadığı’, ‘islamın çağdaş
sosyal ve hukuki sorunlara cevap veremeyecek kadar eski olduğu’ ve
(4)
Kitab-ul Bey, c:2, s:459-510 -İsmailiyan Yay.- Kum. (5)
Ae.
esasen dindarlığın ‘ğericilik sayılması gerektiği’ gibi islam düşmanlarınca
zihinlere telkin edilmeye çalışılan propagandaların asıl gayelerini gözler önüne
serip bütün bu ithamlara mükemmel cevaplar vermekte ve düşmanın en tehlikeli
plânı olan "dinle siyaseti ayırma - laiklik-" telkinlerinin din okulları ve
medreselerde bile gerekli zemini hazırlma hususunda etkili olmaya başladığına
dikkatleri çekerek `islamda devlet yapısı' ndan sözetmek isteyen bir dinadamının
takiyye etmeye gerek duyar hale getirildiğini vurgulamaktadır. Ardından, sömürü
odaklarının propagandalarıyla vuku bulan ‘batı medeniyeti karşısında müslüman
milletlerin kimlik ve kişilik zaafı hissetmeleri’ gibi dahili zaaflara değinerek
medreseler, ulema ve müslüman düşünürlerin sosyal ve siyasi görevlerini idrak ve
bu vazifeyi ciddiyetle icraya davet edip islam düşmanlarının bu maksatlı telkin ve
şartlandırmalarına kapılmamalarını öğütlemekte ve şöyle demektedir: "...Zira
islam maddi kalkınmaya karşı değildir. Sosyal meseleler ancak ahlaki ve itikadi
çözüm yollarıyla hallolunabilir. İslam uleması kolları sıvayıp ciddiyetle uğraşacak
olursa, bu yüce dinin insanoğlunun bütün ihtiyaçlarına cevap verebilecek güç ve
yeterlilikte olduğu görülecektir."
Hz. Resulullah'ın -sav- halife tayin etmiş olduğunu hatırlatan İmam - ra- bunun
sadece islam ahkamını beyan için olmadığını vurgular. Zira ahkamın beyanı için
ille de halife tayininin gerekli olmayacağı ortadadır. Halife, devlet ve yönetim
içindir, ahkâm ve kuralların icrasıyla uğraşır o. Müslüman; bir islam devleti
kurulması gerektiği aslına inanacak olursa halifenin durumu ve konumu da
kendiliğinden ortaya çıkacaktır o zaman.
İmam -ks- bu kitapta islam devletinin kurulmasının gerekli ve şart
olduğuna dair önemli deliller öne sürmektedir ki bunlar şöyle
özetlenebilir:
1- Sevgili islam peygamberinin -sav- devlet kurmuş olması.
2- İslam hükümlerinin -ahkâm- her zaman uygulanma zarureti.
İslam hükümleri sadece peygamberin -sav- döneminde uygulanmak
üzere inmiş değildir.
3- İslam ahkam ve emirlerinin nicelik ve niteliği, ancak bir devlet
eliyle uygulanabilecek tarzda olduklarını göstermektedir. Mâli ve
ekonomik hükümler, milli müdafaa, hukuki ve cezai hükümler...vb.
gibi.
İmam Humeyni, islam devleti kurulmasının kaçınılmaz bir gereklilik
olduğunu vurguladıktan sonra bu devlet düzeninin daha sonra maalesef
bozulduğunu; Emevilerle başlayan idâri sapmaların Abbasilerle sürdüğünü ve
daha sonra da bunlardan farklı bir uygulama görülmediğini belirtmekte ve
bunların devlet düzeninin İran'ın şahlık düzeni veya Roma imparatorluğunu ya
da Mısır Firavunlarının hükumet sisteminden farklı olamadığını
hatırlatmaktadır. Daha sonraki dönemlerde de hep bu gayrüslami devlet
modelleri süregitmiştir. İmam şöyle der: Akıl ve şeriat hükümleri, bu durumun
değişmesi gerektiğine hükmetmektedir. O halde siyasi bir inkılap vuku
bulmalıdır, bu zaruridir. Dahası, taağuti düzenlere karşı durulması, bu tür
yönetimlerin engellenmesi ve islam devleti teşekkülü için ortamın uygun hale
getirilmesi ve nihayet islam ahkâmının uygulanması gerekliliğinin yanısıra türlü
dahili ve harici faktörlerle tefrika ve parçalanmaya uğramış bulunan islarn
ümmetinin vahdeti, ve başta ulema gelmek üzere bütün müslümanların vazifesi
olan mazlumların ve mahrumların kurtarılması .. gibi yüce gayeler için siyasi bir
inkılabın vukuu kaçınılmazdır.Daha sonra imam Humeyni -ks- islam devletinin
nasıl olması gerektiğine -devlet felsefesi- dair Fazl bin Şâzan'dan(6) ulaşan
rivayeti incelemekte ve bu yolla ahbar ve rivayetlerde geçen `Sslam devletinin
kurulmasının zarureti"ni ele almaktadır.
Elinizdeki kitabın önemli bir bölümü islam devletiyle diğer devlet ve
yönetim modelleri arasındaki farkı işlemekte ve islam devletinin şartlı
ve meşrut bir devlet olduğunu, yani `Sslam kanunlarına bağlı ve bu
kanunları uygulamak için varolan `bir yönetim mekanizması olduğunu
vurgulamak istemektedir. Bu nedenle İmam Humeyni'ye -ra- göre
yasama organı ve meclis gibi kanunkoyucu kurumların görevi, kuruluş
ve bakanlıkların işleyişlerinin islami olmasını sağlayıcı kanun ve kurallar
tesbit etmektir, bilinen anlamda genel kanun değil. Zira bu anlamda
tek
(6)
Ebu Muhammed Fazl İbni Şâzan hk. 3. yy. kelamcı ve fakihlerindendir. Ehl-i
Beyt'in 9. imamı hz. Cevad'ı -s- görmüş olup, 10. imam Hâdi hazretlerinin –s-
ashabındandı. 11. İmam hz. Hasan Askeri -s- döneminde Horasan nahiyesinde, o
hazretle iriibatı olan en muteber şiâ alimlerindendi. Bu büyük şia aliminden
günümüze ulaşan eserler, onun çeşitli fıkrî grup ve akımlarla tartışmakta olduğunu,
çeşitli dallardaki yanlış düşüncelere reddiyeler yazdığını göstermektedir. 180'i aşan
eserlerinden bazısı günümüze kadar ulaşmıştır. Hk. 260'da (mil: 874) Nişabur'da
öldü ve bu şehirde toprağa verildi.
kanunkoyucu Allah'tır ki O'nun küküm ve kanunları da Kur'an'da apaçık ve net
olarak mevcuttur.
Rahmetli İmam -ra- Velayet-i Fakih bahsinin devamında, islam devletinin
öz yapısından kaynaklanan ‘yöneticiliğin şartları ve yöneticinin taşıması
gereken özellikler’e değinerek şöyle demektedir: "Akıllı ve tedbirli olma gibi
birincil şartlara ilaveten, islami yönetici ve devlet başkanının taşıması gereken
iki esas özellik kanun ve adaleti bilmesidir."
Elinizdeki kitabın işlediği diğer bir mevzu da, gaybet döneminde
velayet-i fakih konusudur. İmam Humeyni -ks- yukarıdaki mevzuları teker
teker ele aldıktan sonra şöyle der: "Gaybet döneminde bulunduğumuz şu sırada
da Allah'ın kanunlarının uygulanması gerektiğine ve fakat bu konuda Allah
tarafından tayin edilmiş hiç kimse de -peygamber ve masum imam gibi-
bulunmadığına göre ne yapmak gerekir?" İmam -ks- bu soru etrafında bahsi
iyice netleştirdikten sonra şöyle der: "Sadr-ı islamdan hz. Sahibuzzaman'a
kadar geçerli olan islam ahkam ve kuralları, gaybet döneminde de geçerli
olduğuna göre; islam devleti esası da gaybet döneminde geçerlidir. Kanun ve
adaleti bilme esasına dayalı olan bu özelliği, yaşadığımız çağda da birçok
islam alimi taşıdığına göre bu alimler yekdiğeriyle icma ve ittifak edecek
olurlarsa bütün dünyayı kapsayan bir adalet devleti kurabilirler." İmam -ra-
daha sonra velayet-i fakih olayının akıl ve mantıkla bağdaşır itibari bir asıl
olduğunu vurgulamakta ve insan topluluklarını yönetme yolunda
peygamberlerle masum imamların taşıdığı bütün yetki ve salahiyetleri ‘gereken
özellik ve şartlara haiz bulunan fakihin de taşıdığını hatırlatarak bunun “âslı
kopyadan” ibaret olduğunu ve böyle bir devlet başkanlığının da fakih için
gerçekte hiçbir mevki ve makam değeri taşıyamayağacını, ancak ilahi hüküm
ve kuralları uygulama yolunda bir vesile ve araç sayılması gerektiğini
belirtmektedir.
İmam -ra- bu noktaları açıklığa kavuşturduktan sonra islam devleti
ve böyle bir devlete başkanlık edecek olan yöneticinin yüce hedefleri
ve taşıması gereken özellikleri ele alarak ilgili ahbar ve rivayetlerde
yöneticilik vazifesinin fakihin uhdesinde olması gerektiğinin
vurgulandığını hatırlatmaktadır ki elinizdeki kitabın önemli bir kısmı bu
bahse ayrılmıştır. Kitabın son bölümüyse bu ilahi gayeye ulaşma
Hz. Mehdi (as)'ın gizli yaşadığı bu dönemlerde -çev-.
yolunda uzun vadeli bir mücadele planlaması yapılmasının gerekliliğini
kapsıyor. İmam Humeyni -ks- kitabın bu bölümünde eğitim ve
propagandayla, bunların önem ve zaruretine değinmekte ve şöyle
demektedir: “insan toplulukları bu ikisinin hizmetinde olmalıdır. Bu
hususta tıpkı Aşura meselesindeki(7) gibi davranılmalıdır. İslam
devletinin kurulması için insanların dalga dalga bu hedefe doğru akın
etmesi ve kitlelerin bu yolda harekete geçmeleri sağlanmalıdır. Bunun
hemen gerçekleşmesi beklenemez; uzun vadeli bir mücadele düşünmek
ve uzun vadeli bir mücadeleye soyunmak gerekir.
Eğitim ve tebliğatı genişletme ve bu dallara önem verme, dinî ilmiye
medreselerinin ıslahı, sömürü zihniyetinin yarattığı ahlaki ve fıkri
etkileri ortadan kaldırma, dindarlık kisvesine bürünen
mukaddesmeapların ıslahı, dinadamlarının yetiştirildiği merkezlerin
tasfiyesi ve rejime bağlı saray mollalarının ulema kesiminden dışlanıp
uzaklaştırılması, zalim ve zorba iktidarların yıkılması için fıilen ve pratik
girişimlerde bulunulması... vb. noktalar, kitabın son kısımlarında ele
alınan bahisleri teşkil etmede.
Bu arada okuyucunun dikkatini bilhassa şu noktaya çekmek isteriz:
İmam Humeyni -ks- Allah Teala'nın lütuf ve inayeti ve müslüman İran
halkının bilinçli vahdet ve uyanışıyla gerçekleştirip 22 Behmen 1357
(11 şubat 1979)da başarıyla sonuçlandırdığı şanlı ilâhi kıyamının
ardından zalim şahlık düzenini yıkarak İran İslam Cumhuriyeti'ni
kurduktan sonra İran milletinin ezici çoğunluğu ve islami devlet
sisteminin anayasası gereğince islam inkılabı lideri olarak islam
toplumunun velayet ve yönetimini -hidayet- üstlenmiş oldu. Bu
nedenledir ki İmam'ın -ra- velayet-i fakih konusundaki görüş ve
düşüncelerini -ki bununla ilgili temel prensipler elinizdeki kitapta
bulunmaktadır- tam ve dakik olarak anlayabilmenin en sağlıklı
yollarından biri de, onun islami İran'ın liderliğini fiilen üstlendikten
sonraki fiili icraatları, beyanatları ve velayet-i fakih mevzuu ve veliyy-i
(7)
Hz. İmam Hüseyin aleyhisselamla 72 ashabının şehadeti, hicri kameri 61.
yılın (mil: 860) Muharrem ayının 10. gününe rastlar. Bu kanlı faciadan sonra o gün
ve o günün yıldönümleri ‘Hüseyni Aşura’ veya sadece ‘Aşura’ adıyla anılır oldu.
Cennet gençlerinin efendisi hz. İmam Hüseyin'i -s- seven müslümanlar, bu şanlı
şehidin anısını tazelemek ve ona yapılan zulmü kınamak için her yılın Muharrem
ayının ilk on gününü yasla geçirirler.
fakihin yetki s:nırlarına dair görüş, beyan, konuşma, yazı ve mesajlarını
dikkate almaktır.(8)
‘Ya Rabbi! İslam ülkelerini zalimlerden kurtar! İslama ve islam beldelerine
ihanette bulunanların kökünü kurut! Milletlerin hayırına olacak şekilde
çalışmaları ve kişisel çıkarlar peşinde koşup kişisel ihtilaflarda bulunmamaları
için islam ülkelerinin başındakileri bu ağır ve tehlikeli uykudan uyandır! İslamın
mukaddes gayeleri için ayaklanıp sömürü ve sömürünün habis uşaklarının
pençesinden kurtulma ve islam ülkelerini müdafaa yolunda tek saf halinde el ve
gönül birliğine geçmeleri için genç nesil, din öğrencileri ve üniversite
öğrencilerine yardımcı ol! Toplumu hidayet ve düşünceleri aydınlatma yolunda
çaba göstermeleri, islamın mukaddes gayelerini müslümanlara, bilhassa gençlere
ulaştırmaları ve islam devletinin kurulması yolunda mücahedede bulunmaları
için fakihler, ulema ve bilgeleri başarılı kıl!
Tevfık Allah'tandır. Yüce ve üstündür, O'ndan başka güç ve kuvvet
yoktur! (9)
İmam Humeyni 'nin -ks- Eserlerini Tanzim Ve Yayınlama
Müessesesi
(8)
İmam Humeyni'nin -ks- bu husustaki bütün görüş ve tavırları için bkz.
“İmam Humeyni'nin -s- yazı ve konuşmalarında liderlik ve velayet” -Elinizdeki
kitabın yayınevi-.
(9) Elinizdeki kitabın sonunda, İmam -ra- tarafından okunmuş olan dua
metninden alınmıştır.
GİRİŞ
Giriş
Bismillahirrahmanirrahim
Hamd alemlerin Rabbi Allah'a. Yaratılmışların en hayırlısı
Muhammed ve onun mutahhar soyuna Allah 'ın selam ve salâtıyla....
“Velayet-i fakih” mevzuu, bazı işler ve o işlerle ilgili bazı konularda
sohbet edilme firsatı vernıektedir. Velayet-i fakih mevzuu,
tasavvurunun kendiliğinden tasdiki getirdiği ve fazlaca delil ve ispata
gerek bile bırakmadığı konulardandır. Şöyle ki, islam akaid ve
ahkamını özetle de olsa kavramış bir kimse velayet-i fakih meselesine
geldiğinde bu mevzuyu tasavvur edip te düşünür düşünmez hemen
onaylayacak ve bunu apaçık ve zaruri bir mevzu olarak bilecektir. Bugün
velayet-i fakih mevzuuna fazlaca önem verilmiyor ve bunun için
ispat ve delile gerek duyuluyorsa, nedeni; genelde müslümanların
sosyal durumu ve özelde medreselerin halidir. Biz müslümanların
sosyal durum ve dini ilmiye medreselerinin -bu- halinin tarihi kökleri
var ki şimdi buna değinmek istiyorum:
İslam hareketi başlangıçta yahudilerin gadrine uğradı; islam karşıtı
propagandalar ve fıkri hile ve komploları ilk başlatan onlardır.
Gördüğünüz gibi bu komploların uzantıları günümüze kadar ulaşmış
bulunmaktadır. Onlardan sonra sıra bazı tâifelere geldi ki bir anlamda,
yahudilerden daha şeytan ve komplocuydular. Bunlar sömürücüler
olarak üçyüz yıl veya daha öncesinden itibaren islam ülkelerine sızmayı
başardılar(1) ve sömürücü emellerine ulaşabilmek için, islamı yok
edebilecek bir ortam hazırlamayı gerekli gördüler. Halkı islamdan
uzaklaştırmak istemelerinin nedeni, böylece hırıstiyanlığı yaymak da
değildi, çünkü bunlar ne hınstiyanlığa inanıyorlardı ne de islama.
Ancak, bu süre zarfında -yani- haçlı savaşları boyunca(2) onların maddi
çıkarları karşısına sed çekip maddi çıkarlarıyla politik güçlerini
tahlikeye düşüren şeyin islam ve islam hükümleriyle insanların -bu din
ve hükümlerine- beslediği iman ve inanç olduğunu sezdiler. Bu
nedenledir ki türlü vesilelerle islam aleyhine propaganda ve komplolara
giriştiler. Dinadamlarının yetiştiği yerlerde eğittikleri misyonerler,
üniversiteler, devlete bağlı propaganda kurumlan, yayın müesseseleri
ve sömürücü devletlerin hizmetinde bulunan müsteşrikler ... vb.
faktörlerin tamamı elele vererek islamın gerçeklerini saptırma yolunda
çalıştılar. Öyle ki, insanların çoğu, hatta tahsilli kimseler bile islam
konusunda yanılgıya kapıldı, hataya düştü.
İslam hak ve adalet peşinde olan mücahit insanların dinidir. Hürriyet
ve bağımsızlık isteyenlerin dinidir. Mücadeleci insanların ve sömürüye
(1)
Miladi 16. yy'ın ortalarından itibaren, yani 3 asır önceden başlayarak Portekizliler
ve ardından Hollanda, İngiltere, Fransa ve İtalya, müslüman ülkeleri sömürmeye
başladılar. Önce Afrika'daki yeni keşfolunan beldeler; deniz yollannın keşfınden sonra
da Asya ülkeleri -ki Osmanlı Türklerinin İstanbul'u fethiyle birlikte bu ülkelerle
Avrupalıların irtibatı da kesilmişti- mezbur Avrupa ülkelerinin sömürgesi haline
geldiler.
(2) ‘Haçlı Savaşları’ 11-13. yy'larda Orşelim'i (Bugün İsrail'in işgalinde bulunan
Beytulmukaddes) müslümanlardan almak isteyen Avrupa hıristiyanlarının
müslümanlara karşı başlattığı uzun savaşların adıdır. Haçlı seferleri 8 merhalede
gerçekleşmiş ve Papa 2. Urban'ın fetvasıyla 1096'da başlamış ve 1270'de Fransa kralı
Saint Lui'nin ölümüyle birlikte sona ermiştir. Hırıstiyan askerler sağ omuzlarına kırmızı
bezden dikilmiç bir haç geçirdikleri için ‘haçlılar’ veya ‘haçlı orduları’ olarak
anılmışlardır.
karşı olanların okuludur. Ama bunlar islamı başka türlü gösterdiler ve
göstermektedirler. Avamın zihninde islama dair oluşturdukları yanlış tasavvur
ve dinî ilmiye medreselerinde islamı eksik olarak –öğrencilere-
öğretmelerinin sebebi islamı inkılâbî ve hayatî özelliğinden soyutlamak ve
müslümanları hareket, çaba ve kıyamdan alıkoymak, islam ahkâmını
öğrenmelerini önlemek, saadetlerini temin edecek bir devlet kurmalarına ve bir
hayat sürdürmelerine mani olmak içindir.
Mesela islamın eksiksiz bir din olmadığını, hayat dini olmadığını,
toplumu idare edebilecek kanun ve kuralları bulunmadığını, devlet
biçimi ve devletle ilgili gerekli kanun ve düzenlemelere sahip
olmadığını, islamın sadece hayz ve nifasla ilgili ahkamdan ibaret
olduğunu propaganda edip durdular. İslamın ahlakla ilgili bazı kuralları
vardır, ama yaşamla ilgili ve toplumun idare ve yönetimine dair hiç bir
şeyi yoktur, dediler. Onların bu kötü propagandaları maalesef etkili
olmuş durumdadır. Halkın avam kesimi şöyle dursun, bugün
üniversiteli ve çoğu medreseli tahsilli kesim bile islamı doğru anlamış
değildir, islam hakkında yanlış kanaatlar taşımaktadırlar. Bir yabancı -
garip- halk arasında nasıl tanınmıyorsa, islam da öylece
tanınmamaktadır. Dolayısıyle de islam bütün dünyada ‘garip’ olarak ve
gurbette" yaşamaktadır. Öyle ki, birisi kalkıp da islamı gerçek haliyle
tanımak istese insanlar ona kolay kolay inanmayacak; hatta sömürünün,
din öğrencilerinin yetiştirildiği medreselerdeki uşakları yaygaralar
koparıp ortalığı velveleye vereceklerdir.
İslam adına tanıtılan şeyle islam arasında ne denli fark olduğunun
biraz da olsa anlaşılabilmesi için Kur'an ve hadis kitaplarıyla bugünkü
ilmuhal kitapları arasındaki farka çekerim dikkatinizi... İslamın emir ve
hükümlerinin ana kaynağı olan Kur'an ve hadis kitaplarıyla; çağın
müçtehid ve taklid mercülerince yazılmış bulunan ilmuhal kitapları
arasında derli topluluk, yeterlilik ve sosyal hayat üzerinde etki
bırakabilmesi açısından büsbütün fark vardır. Kur'an-ı Kerim'de sosyal
konulu ayetlerin, ibadetle ilgili ayetlere oranı yüzün bire oranından
daha fazladır! Bütün islam hükümlerini içeren yaklaşık 50 ciltlik tam
muhtevalı bir hadis külliyat mecmuasının (3) olsa olsa 3-4 cildi ibadet ve
(3)
Fıkıh ve hadis erkanının deyiminde geçen `lcitap"tan maksat, belli bir
mevzuya ait hadislerin biraraya getirildiği veya belli bir konudaki bütün
hükümlerin ele alındığı ‘bab’ veya bölümlerdir. ‘Kitab'ul Tevhid’ , ‘Kitab'ul İman
kulun Rabbiyle ilişkisi; bir kısmı da ahlâkiyatla ilgilidir; geriye kalanı
tamamen sosyal, ekonomik, kukuk, siyaset ve kamu yönetimiyle ilgili
mevzuatı içerir.
İslamın geleceği için inşaallah faydalı olacağınızı umduğum siz genç
nesil, bendenizin kısaca arzettiğim şu meseleleri müteakiben islamın
ahkâm ve kanunlarını tanıtma yolunda bütün hayatınız boyunca
ciddiyet göstermelisiniz. Yazıyla veya konuşma yoluyla; nasıl daha
aydalı görürseniz o yolla halkı bilinçlendirin; islamın daha ilk baştan
beri ne tür meselelerle karşı karşıya geldiğini ve günümüzde ne gibi
düşmanlar ve felaketlerle karşı karşıya bulunduğunu anlatın. İslamın
hakikat ve mahiyetinin gizli kalmasına ve -gerçek hırıstiyanlık değil-
bugün bilinen anlamdaki hırıstiyanlık gibi tanrıyla kul arasındaki birkaç
ilişkiden ibaret zannedilip ‘cami’ nin ‘kilise’den farksız sanılmasına izin
vermeyin.
Batıda henüz hiçbir şey yokken ve batılılar vahşi bir hayat
sürdürmekteyken; Amerika yarı vahşi kızılderlilerin ülkesiyken ve
İran'la Roma gibi iki büyük ülke istibdad, soylular, ayrıcalık ve
güçlülerin egemenliğine mahkum olup buralarda halka ve kanuna
dayalı bir iktidardan iz bile yokken(4) Allah Tebarek ve Tealâ -cc- hz.
Resul-ü Ekrem efendimize -sav- öyle kanunlar gönderdi ki azametiyle
insanı hayretler içinde bırakmakta... Bütün işler için kanun ve kural
getirmiştir hz. Resul-ü Ekrem -sav- Ana rahmine düşmeden
öncesinden, mezara gittikten sonrasına varıncaya kadar insan –hayatının
her boyutu- için kanun koymuştur islam. İbadetle ilgili görevler için
nasıl kanun-kural koymuşsa sosyal hayat ve yönetim için de kanunlar
getirmiş, yol-yordam belirlemiştir. İslam hukuku ileri, mükemmel ve
eksiksiz bir hukuktur. ‘Yargı’ , ‘muamelât’ , ‘hudud’ (5) ve ‘kısas’tan(6)
Ve'1 Küfr", ‘Kitabussalât’ ...vb. Mesela Kâfı'nin hadislerle ilgili kısmı 35 "kitap"tır,
veya mesela "Şerâi-ul İslam" -fıkıh dalında- 50 kitaptan ibarettir.
(4) İslam Medeniyeti Tarihi: Corci Zeydan c:10, s:33-41, İran'ın İçtimai Tarihi:
Murtaza Râvendi, s:660 ve Sasaniler Döneminde İran: Arthur Crıstıen Seın s: 470-
23 ve Bi'set Çağında Cihad: Şehid Muhammed Cevad Bahüner - Ekber Haşimi
Refsancâni; ve Roma Tarihi: Albert Maleı ve Jull İzak, ve Roma İmparatorluğu Dönemi
Eski Kilise Tarihi ...vb.
(5) ‘Hadd’, islamda, belli bazı günahlar için tayin olunmuş bedenî
cezalara denir. Haddin miktarı şâri' (şeriati belirleyen: Allah Teala) tarafından
belirlenmiştir.
uluslararası ilişkiler, savaş ve barış kuralları, genel ve özel uluslararası haklara
varıncaya kadar çeşitli hukuk dallarında ötedenberi yazılagelmiş
olan o hacimli kitaplar islam küküm ve kanunlarının sadece küçük bir
kısmıdır. İslamın belli kanunlarla bir çözüm ve düzenleme getirmediği
hiçbir hayâti mevzu yoktur.
Ecnebilerin elleri, müslümanları ve genç neslimiz olan müslüman
aydınlarımızı islamdan saptırabilmek için ‘islamın hiçbir şeyi yoktur,
hayz ve nifasla ilgili bir kısım hükümlerden ibarettir, mollalar sırf
kadınların hayız ve nifasıyla ilgili hükümleri okuyup öğrenmelidirler"
şeklinde vesvese ve telkinlerde bulundular!
Doğrusu da budur aslında! İslamın kanunlarını, hükümlerini, teori ve
dünya görüşünü tanıtma gibi bir dert raşımayan ve zamanlarını
gerçekten, genellikle onların söylediği o konulara harcayıp islamın
diğer -fusul- kitaplarını unutan mollalar elbette ki böyle saldırılara hedef
olacak ve haklı olarak eleştirilecektir! Onlar da suçludur çünkü! Sadece
ecnebiler suçlu değil ki! Ecnebiler ötedenberi taşıdıkları siyasi ve
iktisadi emelleri doğrultusunda, birkaç yüzyıl öncesinden başlayarak
ortamı hazırladılar -fakat- dinadamlarının yetiştiği medreselerin ihmali
sonucu başarılı olabildiler. Biz dinadamları arasında bilmeyerek onların
maksatlarına yardımcı olanlar oldu ve böylece vaziyetimiz bu hale
geldi.
Bazen ‘islam hükümleri eksik ve yetersizdir’ diye vesveselerde bulunup
zihinleri şartlandırıyorlar. Mesela ‘islamın yargı kanunları ve muhakeme usülü,
olması gerektiği gibi değildir’ diyorlar. İşte bu gibi propaganda ve
şartlandırmaların ardından İngiliz uşakları, patronlarının diktesiyle meşrutiyetin
aslını oyuncak haline getirir ve mevcut belgelerin de gösterdiği üzere halkı
kandırıp işledikleri bu siyasi cinayetin mahiyetini anlamasını önlerler.
Meşrutiyetin ilk başlarında kanun yazıp anayasayı belirlemek istediklerinde
Belçika sefaretinden Belçika kanunları külliyatını ödünç almışlardı; burada ismini
vermek istemediğim birkaç kişi o külliyata bakarak anayasayı yazıp hazırladılar!
Eksik – noksan kalan taraflarını da tabiri caizse Fransa ve İngiltere
(6) ‘Kısâs’ın fıkıhtaki anlamı; kanun gereğince, cinayetten bir uzvun kesilmesine,
kopmasına ya da derbe görmesi veya yaralanmasına varıncaya kadar suçlunun yaptığının aynının, ona da yapılmasıdır. Kısas, ilgili şahıs veya velisinin diyeti kabul etmeyip kısas isteği üzerine yapılır.
kanunlarından yaptıkları iktibaslarla yamayıverdiler. (7) Halkı kandırmak için bazı islam hükümlerini eklemeyi de ihmal etmediler tabi! Böylece kanunun temelini onlardan alıp bizim milletimize yutturdular. Anayasanın bu maddeleriyle saltanat, veliahdlik ve bu gibi şeylerle ilgili tamamlayıcı maddelerin neresi islamidir?! Bunların tamamı islama aykırıdır, islam hükümleri ve islami yönetim tarzıyla çelişiktir bunlar. Saltanat ve veliahdlik düzeni islamın butlan çizgisi çekip sadr-ı islam döneminde İran, Doğu Roma, Mısır ve Yemen'de yerle bir ettiği bir düzendir. Hz. Resul-ü Ekrem -sav- Doğu Roma imparatoru Heraklius'la(8) İran şahenşahına yazdığı(9) mübarek mektuplarında onları imparatorluk ve şahenşahlık rejimlerinden vazgeçmeye ve Allah'ın kullarını kendilerine tapınmaya zorlamamaya ve insanların gerçek saltanat ve hüküm sahibi bir ve eşi-ortağı bulunmayan Allah Teala'ya ibadet etmesine izin vermeye davet ediyordu. (10) Saltanat ve veliahdlik
(7)
Meşrutiyet döneminin ilk anayasa taslağı, milletvekillerinden oluşan bir
heyet tarafından hazırlanıp 51 ana madde -asıl-halinde onaylandı. Kesrevi bu
hususta şöyle yazar: ‘Bu taslağı Müşiriddevlet'le Mu'temine'el Mülk ve oğulları
hazırladılar, daha doğrusu tercüme ettiler...’ Bu merhaleden sonra ‘Tamamlayıcı
hükümler’ başlığı altında bir metnin hazırlanması için 2. bir komisyon oluşturuldu.
Bu metin de 107 asılmadde halinde hazırlandı. Mustafa Rahimi olayı şöyle ifade
eder: ‘Bu heyet, Belçika ve biraz da Fransa anayasasıyla Balkan ülkelerinin
kanunlarından alıntılar yaparak (çünkü mevzu yeniydi ve tamamlayıcı hükümlerin
hazırlanış vaktine yakındı) anayasa tamamlayıcı maddelerini hazırladı ve bir
önceki kanunların eksiklerini giderdi.’ Bkz: İran Meşrutiyet Tarihi, Kesrevi
Tebrizi, s:170-224 ve : İran Anayasası ve Demokrasi Temeli: Mustafa Rahimi 5:94 ve
Anayasa ve Tamamlayıcı Maddeler: Milli Şura Meslisi Matbaası.
(8) Heraklius (1. Hergel) Doğu Roma İmparatoru (575-641).
(9) Sasani İmparatoru Hosrav Perviz veya diğer adıyla : 2. Hüsrev (628)
(10) Hz. Reygamber-i Ekrem -sav- hicretin 6. yılında etraftaki ülkelerin devlet
başkanlarına elçiler gönderdi. Bu cümleden olmak üzere Abdullah bin Huzeyfe-i
Sehmi'yi Pers kralı Hüsrev Perviz'e; Duheyye bin Halife Kelbi'yi Roma
imparatoruna gönderdi: Hz. Muhammed -sav- yazdığı mektuplarda onları bir ve
eşsiz Allah'a tapınmaya çağırıyordu, hz. Resulullah'ın -sav- İran kralı Hüsrev'e
yazdığı mektup şöyleydi: ‘Bismillahirrahmanirrahim. Allah'ın Resulü
Muhammed'den. Pers kralı Kisra'ya. Hidayete tabi olup Allah'a ve elçisine inanan ve
eşi ve ortağı bulunmayan bir ve tek Allah'tan başka mabud olmadığına ve
Muhammed'in onun kulu ve elçisi olduğuna şehadet getirene selam olsun! Seni
Allah'a davet ediyorum! Ben; O'na yönelenleri -sapmaktan- korkutmak ve kafırlere
hücceti tamamlamak -bahane getirmeyecekleri şekilde hakikati bütün delilleri ve
açıklığıyla gözIeri önüne sermek- için Allah'ın bütün kullarına gönderdiği
rejimi, kurulmasını elgelleyebilmek için hz. Seyyiduşşuheda -İmam
Hüseyin as-in kıyam edip neticede şehid düştüğü o uğursuz ve batıl
yönetim tarzından başka birşey değildir. 0, Yezid'in veliahdliğine (11) eğilmemek
ve onun saltanatını resmen tanımamak için kıyam etti ve bütün müslümanları
da kıyama çağırdı. Bunlar -babadan oğula şahlık düzeni- islamdan değildir;
islamda saltanat ve veliahdlik -düzenikesinlikle yoktur. Eğer eksik derken
kastettikleri buysa, evet, islam eksiktir! Nitekim faizcilik, faizli bankacılık,
alkollü içki satışı ve fuhuş için de islamın "kanun" ve `tüzük'leri yoktur; çünkü
bunları temelinden haram edip yasaklamıştır zaten! İslam ülkelerinde bu gibi
şeyleri yaymaya çalışan ve sömürü tarafından başa geçirilen bu kukla iktidarlar
elbette ki bu mevzularda islamı eksik görmekte ve bu -kirliişleri yapabilmek
için gerekli kanun ve kaideleri İngiltere, Fransa, Belçika ve son zamanlarda da
Amerika'dan ithal etmek zorunda kalmaktadırlar! Bu tür iğrençliklere çeki -
düzen verecek kanunlar getirmemiş olması islam için iftihar vesilesidir,
yüzakıdır!
Meşrutiyetin daha ilk başlarında sömürücü İngiliz devletinin kurduğu
komplonun iki hedefı vardı: Bunlardan biri, Rus çarlığının İran'daki etkinliğini
yok etmeye yönelikti, ki hemen ifşa olundu. Diğeri de işte bu batı kanunlarını
getirmek suretiyle islam ahkâmını icraat ve uygulama sahnesinden dışlayıp
uzaklaştırmaktı.
Müslüman olan toplumumuza ecnebi kanunlarının zorla dayatılması
birçok sorun ve müşkülat doğurmuştur. Bugün adliyelerdeki pekçok
bilirkişiler, adliye kanunları ve bunların işleyiş tarzından bir hayli
şikayetçidir. Bugün birisi İran'da veya benzeri ülkelerden birinde bu
peygamberiyim! Amanda -güvencede- olmak için islamı kabul et. Eğer kabul
etmezsen bütün mecusilerin -ateşe tapanların- günahı senin boynuna olacaktır!"
Hz. Muhammed'in -sav- Roma inparatoru Heraklius'a yazdığı mektup ta
şöyleydi: ‘Bismillahirrahmanirrahim. Abdullahoğlu Muhammed'den. Roma
imparatoru Heraklius'a: Hidayete tabi olana selarıı olsun. Seni islama davet
ediyorum. İslamı kabul et ki kurtuluşa erip amanda olasın ve Allah Teala sana iki
kat mükafaat versin! İslamı kabul etmezsen halkının vebali senin boynuna olur.
‘Ey ehl-i kitap; bizimle sizin aramızdaki müşterek kelimeye gelin, o da şudur: Bir
ve tek olan Allah'tan başkasına tapmıyalım, hiçbirşeyi O'na ortak koşmayalım,
aramızdan kimimiz, kimimizi tek Allah gibi tanrı edinmeyelim...Eğer bundan yüz
çevirecek olurlarsa de ki, şahid olun, bizler müslümanız." (Âl-i İmran, 64). Bkz:
Mekâtiyb'erresul c:l s:90-105. (11)
İkinci Emevi ‘sultan-halife’si Ebusüfyanoğlu Muaviye!nin oğlu Yezid
(hk.25-64).
adliye sistemine takılacak olursa, herhangi bir mevzuyu ispatlayabilmek
için bir ömür boyu zahmet çekmesi gerekir. Gençlik döneminde
gördüğüm becerikli bir avukat şöyle demişti: “İki grup arasındaki bir
davayı halledebilmek için adliye mekanizmasıyla kanunlar arasında bir
ömür boyu dolaşıp durmam gerekecek ve benden sonra da oğlum bu işi
sürdürecek!" Şimdi durum tam böyle olmuş! Nüfuz ve baskı olunca
değişiyor tabi, o tür dosyalar hemen, ama haksızca kısa sürede
sonuçlandırılıveriyor. Bugünkü adliye kanunlarının zahmet verme,
işinden gücünden olma ve gayri meşru kullanılma dışında halka
sağladığı hiçbir sonuç yoktur. Pek az kişi hakkını alabilmektedir. Kaldı
ki mahkeme davalannda bütün boyutlar dikkate alınmalı, sırf herkesin
kendi hakkını elde etmesiyle yetinilmemelidir; insanların vakti, dava
taraflarının yaşam düzeyiyle işi-gücü ve mesleği gibi şeyler de nazar-ı
dikkate alınmalı ve dava mümkün mertebe sade ve çabuk bir şekilde
sonuçlandırılmalıdır. O zamanlar şer'î hakimin -kadı- iki-üç günde
hallettiği davalar bugün 20 yılda bile sonuçlandırılamıyor! Bü tün bu
süre zarfında gençler, yaşlılar ve -nice- zavallı yoksullar her gün
sabahtan akşama kadar adliyeye gidip gelmekte, adliye koridorlarıyla
masa başları arasında mekik dokumaktan perişan olmakta, üstelik
doğru dürüst bir netice de alamamaktadırlar. Kim daha açıkgöz olur ve
rüşvet vermede daha atik ve cömert davranabilirse işini, haksız da olsa
daha çabuk halledebilmektedir; yoksa hayatının sonuna kadar netice
alamayacak, ne yapacağını bilemez halde kalıverecektir.
Bazen kitaplarında, gazete ve dergilerinde ‘islamın ceza hükümleri
katı ve acımasızdır’ diye yazmaktalar. Hatta birisi tam bir yüzsüzlük ve
utanmazlıkla ‘hraplardan kalma sert ve katı hükümler’ şeklinde yazmış
ve ‘Bu tür katı kurallar, arapların katı ve acımasız oluşundan
doğmuştur’ demiştir! Bunların düşünce tarzına şaşırıyorum doğrusu!
Bir taraftan 10 gram eroin için bir yığın insanı öldürüp pekala ‘kanun
böyle’ diyebiliyorlar... (Daha önce on kişiyi öldürmüşlerdi, geçenlerde
de 10 gram eroin için bir kişiyi öldürdüler, bunlar sadece bizim
kulağımıza gelen miktarı tabi). Fesadı önleme bahanesi altında insanlığa
aykın bu kanunlar çıkarılır ve uygulanırken ‘katı’ ve ‘acımasız’
denilmiyor her nedense!... Ben eroin -serbestçe- satılsın demiyorum;
ama cezasının da bu kadar olmadığını söylemek istiyorum. Eroin
önlenmelidir, evet, ama cezası da işlenen suça göre verilmelidir. (12) İçki
içene -islam hukukuna göre- seksen sopa vurulunca ‘katı ve acımasız’
oluyor da, on gram eroin için -batı hukukuna göre- bir adam
öldürülünce ‘katı ve acımasız’ olmuyor öyle mi?! Halbuki toplumda
başgösteren bozukluk ve fesadın enemli bir kısmı şu alkol kullanmadan
kaynaklanmaktadır. Yollardaki kazalar, intiharlar ve cinayetlerin
çoğunun nedeni alkoldür. Nitekim eroinin de alkol alışkanlığından
kaynaklandığı belirtiliyor. Demek ki içki kullanmanın -bizde de- hiçbir
sakıncası yok, çünkü batıda böyle!? Zaten bu nedenledir ki serbestçe
alınıp satıla da biliniyor. En açık ölçülerinden biri alkol kullanma olan
fahşayı önlemek ister ve birine -içki içtiği için- 80 kırbaç vurursanız
veya zina edene 100 kırbaç vurur ya da ‘muhsene’ veya ‘muhsen’i
recmederseniz(13) kıyameti koparırlar! Ne katı, ne gaddar kural bu
derler, araplardan çıkma bir vahşilik diye nitelerler. Halbuki islam ceza
hükümleri büyük bir milletin fesatlarını önlemek amacıyla gelmiştir.
Bugün bunca yaygınlık kazanmış ve gençleri fesada süriikleyip nesilleri
yoketmiş ve herşeyi âtıl hale getirme raddesine varmış bulunan fahşanın
(kötü ve çirkin işler -çev-) yegane nedeni, bu ayyaşlıkların serbest
bırakılması ve alabildiğine normal gösterilip yaygınlık kazandırılmış
olmasıdır. Şimdi islam, genç neslin bozulmasını önlemek için bir kişiye
herkesin önünde kamçı vurulması gerektiğini(14) söyleyince bu ‘katılık’
oluyor ama öte yandan iş; bu -güdümlü- yöneticilerin patronlarının
eliyle Vietnam'da 15 yıla yakın bir zamandır süregelen katliamlar (15),
(12)
İmam'ın -ra- bu karşı çıkışının nedeni adalete tamamen uyulması gerektiği
aslıdır. Kitabın son bölümlerinde bu mesele etraflıca açıklanmaktadır. (13)
İslam ceza kanunları gereğince; zina edene recim uygulanabilmesi için
gerekli şartlardan biri de ‘subut-i ihsân’dır. Muhsen veya muhsene; evli olan ve
her an eşiyle birlikte olma imkanı bulunan akil ve bâliğ zinakâr erkek ve zinakâr
kadına denir.
(14) İslam kanununda; suçluya had uygulanırken birkaç müminin orada bulunması
istenmiştir ki bu da Nur Suresi'nin 2. ayetine istinad edilmiştir. Şia fakihleri zina haddi
uygulanırken ve kıyadetle kuzuf sırasında bu sünnete uyulmasının lüzumunu
vurgulamışlardır. Mezbur ayette "...ve müminlerden bir grup, zina eden erkekle kadının
cezalandırılması sırasında orada bulunmalıdır..." buyrulur. Bu buyruğun bir hikmeti de,
orada bulunanların ibret alması ve böyle bir şeye niyetlenen veya bu suçu işleyen varsa,
bu acı sonu görerek zina günahından vazgeçmesidir.
(15) Vietnam Fransız ve Japon sümürücülerle uzun süren bir bağımsızlık
savaşından henüz kurtulmuşken 1960'da Amerika'nın saldırısına uğradı. 1973'te
harcanan astronomik bütçeler ve dökülen onca kanlara gelince ‘hiç
önemli değil!’ ‘varsın olsun!’ denilerek ses çıkarılmıyor!... Ama islam;
insanları, yine insanlığın yararına olan kanunlara karşı saygılı
eğitebilmek için savunma veya savaş emri verip de fesada boğulmuş
birkaç sefıli öldürecek olsa ‘bu savaş neden?!’ diye yaygarayı
koparırlar hemen!
Bütün bunlar birkaç yüzyıl önce hazırlanmış planlardır; yavaş yavaş
uyguluyor ve sonuç alıyorlar. Önce bir yerde bir okul açtılar, biz birşey
demedik, gaflet ettik. Bizim gibiler de bunu engelleme ve kurulmasına
kesinlikle müsaade etmeme hususunda gaflette bulundular. Derken,
giderek çoğaldılar ve bugün görüyorsunuz işte; onların misyonerleri
bütün köy ve kasabalarımıza dağılmış, bizim çocuklarımızı ya hırıstiyan
etmekte ya da dinsizleştirmektedirler. (16) Planları bizi -böyle- geri
Amerika kuvvetlerinin yenilgisi ve gerilemesiyle sonuçlanan bu savaş Vietnam
halkına ağır kayıplar vermişti. Aşağıda vereceğimiz rakamlar bu kanlı cinayeti tam olarak
aktaramayacaksa da, genel bir fıkir verebilecektir.
Savaşın Kuzey Vietnam sınırlarına kadar yayıldığı 1965'in başlarına kadar
Günev Vietnam'a savaşın ödettiği fatura şuydu: 170 bin ölü, 800 bin yaralı, 400 bin
mahpus. Bu arada çiftçi birlikler olarak adlandırılan esir kamplarına
gönderilenlerin sayısı 5 milyonu aşıyordu. ABD radyosunun 6 Ocak 1963 tarihli
yayınına göre 1962 yılında ABD hava kuvvetleri ‘resmi köyler’ dışındaki köylere
50 bin hava akını dözenlemişti. General Harkınz'ın açıklamalarına göre o yıl 30
bine yakın köylü savaşta canını yitirmişti. ABD hava kuvvetlerinin Güney
Vietnam'a düzenledikleri hava saldırıları ayda 30 bine ulaşmıştı. Newyork
Tımes'in de belirttiğine göre Amerika'yla Saygon devletinin ortak
operasyonlarında toplam 2600 olan Güney köylerinin 1400'ü napalm ve kimyasal
bombalarla tamamen yok edildi. Güney Vietnam bağımsız Kızılay Kurumu'nun
raporlarına göre kalabalık yerleşim merkezlerinde zehirli gaz ve bombaların
kullanılması sonucu Güney Vietnam'da binlerce sivil insan çeşitli korkunç
hastalıklara -bilhassa deri hastalıklarına- yakalandı ve bu hastalar yıllarca acılar
içinde tedavi gördüler. Bu arada birçok sığır ve koyun sürüsü de bu kimyasal
saldırıların kurbanı oldu. Amerika'nın kullandığı bu insanlıkdışı silahlar sonucu
koca bölgede ne kadar bitki, çiçek ve tarla (pirinç tarlaları) varsa tamamen
mahvolacaktı. (16)
İran'daki ilk yerleşik hıristiyan misyonerleri (bu amaçla İran'a gönderilen
heyet) ‘Nesturi’ misyonerleriydi. Bu grup 1853'te ve Jastın Perkıns adlı bir papazla
Dr. Izahel Grant başkanlığında çalışmalarını başlattı. 1832'de Amerika Yabancı
Ülkeler Misyoner Merkez Heyeti, hıristiyanlığı da aşılamaya müsait programlarla
donanmış ilk yabancı misyon okulunu -ki adına yeni eğitim sistemi denilmişti-
İran'ın Urumiye kentinde açtı. H.1255'te İran şahının da desteğini kazanmayı
kalmış halde bırakmaktır; içinde bulunduğumuz şu utandırıcı hayat ve
geri kalmışlık içinde tutmaktır. Bizim hep böyle müşkülatlar içinde,
zavallılıklar içinde kalmamızı, fakirlerimizin bu zavallılıklarının
daima sürmesini ve fakirliği ortadan kaldıran islam hükümlerine teslim
olmamasını, ama kendileriyle satılmış uşaklarının büyük saraylarda oturup o
lüks ve müreffeh hayatı sürdürmelerini isterler.
Bunlar, dinî ilmiye medreselerine bile ulaşabilmiş, oralara da
bulaşmış plânlardır. Öyle ki, birisi kalkıp da islam devleti ve böyle bir devletin
nasıl olacağından sözetmeye kalkışsa takiyye etmek zorunda kalır
ve sömürücülerin payandaları tarafından sert muhalefetlere uğratılır.
Nitekim bu kitabın 1. baskısı yayınlandıktan sonra büyükelçiliğin
(Irak'taki İran şahlık rejiminin sefareti) adamları ayaklandılar,
vahşice tepkiler gösterdiler, alabildiğine rezil ve kepaze ettiler
kendilerini... İş şimdi öyle bir raddeye getirilmiş ki savaş elbisesi
- giyilmesi- mertlik ve adaletin şanına ters addedilir olmuş! (17) Halbuki
başardı. Bu olaydan sonra Alman, İsveç, İngiltere ve Fransız misyoner heyetleri İran'a
akın ettiler.
Daha sonra İngilizlerle varılan bir alaşma sonucu İran'ın batı ve kuzey kısmı
Amerikalı, diğer bölgeler de İngiliz misyonerlerinin çalışma sahası olarak
belirlendi. 1871'de Urmiye'deki merkez misyonerliğe ilaveten bu şehir dışındaki
mıntıkalarda da toplamı 48'e varan misyonerlik üsleri oluşturuldu. Tahran, Tebriz,
Hemedan ve Salmas misyonerlik merkezleri de sırasıyla 1871, 73, 81 ve 85'te
açıldı. ABD Prestbrine kilisesi misyoneri Bost'ın raporlarına göre 1884'te Tahran
ve Tebriz'deki müslümanların bir kısmı protestanların dini törenlerine
katılmadaydı. Amerikalı misyonerlerin I884 raporlarına bakıldığında bu
misyonerlerin faaliyetlerinin inanılmaz boyutlara ulaşmış olduğu görülür: Urmiye,
Hemedan, Tebriz ve Tahran'da 24 misyonerin idaresi, 230 yerli hastabakıcı
yetiştirip hırıstiyanlaştırma, 1796 kişilik cemaatiyle 25 kilisenin idaresi, toplam
4578 dini tören düzenleme, yatılı okullarda 298 yerli öğrenci barındırma, günlük
kolej ve okullarda okutulan 2452 öğrenci, toplam 1680890 sayfa propaganda
amaçlı çeşitli yayınlar dağıtmak ve 1910 dolar yardım ve bağış toplanması.
Sellısen'a göre Anglikan kilisesi misyonerlerinin çalışmaları daha ziyade Nesturiha
kiliseninin ıslahına yönelikti. Yine o, Prastberinlerin ana hedefınin, müslümanların
dinlerini değiştirmeleri olduğuna inanır. Bkz: İran ve ABD siyasi ilişkileri:
Abraham Sellison, farsça tercüme. M. Bâğır Âram ve İslam ülkelerinde kilisenin
rolü: Mustafa Halidi ve Ömer Farruh, farsça terc: Mustafa Zamanî.
(17) Bir tanımlamaya göre adalet, bireyi takvanın gereklerine, yani haramlardan
sakınma ve farzları yerine getirmeye iten güçlü bir nefsâni kararlılıktır. Adalet;
kadı, müftü ve cemaat imamı olmanın şartlarındandır. Mürüvvet de, iyi adet ve
geleneklere uymak ve halkın hoş karşılamadığı davranışlardan -velev ki mübah bile
olsa- uzak durmaktır. Kimi islam uleması, mürüvveti, adaletin tahakkukunun
bizim din imamlarımız hep asker insanlardı, savaş komutanıydılar,
savaşçıydı hepsi de!... Teferruatını tarih kitaplarında bulabileceğiniz o
savaşlarda asker giysileri giyip savaşa gidiyor, vuruşuyor, öldürüyor ve
ölü veriyorlardı! Emir'el müminin -sa- mübarek başına müğfer giyer,
zırh kuşanır, kılıç taşırdı. Hz. İmam Hasan'la -sa- hz. Seyyiduşşuheda
İmam Hüseyin -sa- de böyleydi. Daha sonra fırsat vermediler, yoksa hz.
İmam Bâkır -sa- da böyleydi. Şimdi öyle bir hale getirilmişiz ki savaş
elbisesi giymek insanoğlunun adaletine zarar verici addedilmekte ve
savaş elbisesi giyilmemesi gerektiğine inanılmaktadır! Yani eğer bir
islam devleti kurmak istersek bu sarık ve abayla devlet kurmamız icab
edecek, yoksa mertliğe ve adalete ters düşmüş oluruz -öyle mi-?!
Bunlar, işi bu raddeye vardırmış olan -o- yoğun propagandaların
ürünüdür, işi öyle bir noktaya getirmişler ki şimdi kalkıp ‘islamın da
devlet ve yönetimle ilgili kanun ve kuralları bulunduğunu" ispat
edebilmek için zahmete katlanmak zorundayız!
Durumumuz işte böyle! Ecnebiler propaganda ve misyonerler
vasıtasıyla işi bu noktaya getirdiler, bu esası uydurdular. İslamın yargı
ve siyasi kanunlarının tamamı uygulama safhasından kaldırılmış, yerine
Avrupa usulleri yerleştirilmiş ve böylelikle islamı küçümseyip
müslümanların hayatından uzaklaştırmak ve kendi uşaklarını iş başına
geçirip o malum emellerini -islam ülkelerinin imkanlarını kendi çıkarları
için kullanmayı- gerçekleştirmek istemişlerdir.
Sömürünün yıkıcı ve bozucu rolünü anlattık; şimdi buna bir de
kendi toplumumuzdaki -yabancılaşmış- unsurların iç etkilerini
eklememiz gerekir. Bu da sömürücülerin maddi sahalardaki ilerleme ve
kalkınmaları karşısındaki unsurların aşağılık kompleksine kapılarak
kendi kimliklerini yitirmeleridir. Sömürücü emperyalist ülkeler bilim ve
teknikte ilerleyince veya daha yerinde bir deyişle, Asya ve Afrika
milletlerini sömürüp yağmalayarak servet yığıp konforlara kavuşunca
bunlar komplekse kapılarak kendilerini kaybettiler. Teknik gelişme ve
kalkınmanın yolunun ‘kendi inanç ve kurallarından vazgeçmek’
olduğunu zannettiler! Onlar, meselâ aya ayak basınca, bunlar kendi öz
kaide ve kurallarını -artık- bırakmaları gerektiği zehabına kapıldılar.
şartlarından saymıştır. Bkz: Lüm’e’nin şerhinin haşiyesinde c:l s:98, 11. fasılda,
cemaat namazını savaş elbisesiyle kılmanın mürüvvet ve adalete aykırı olduğu şeklinde
bir not düşülmüştür!!
Aya gitmenin islam kanunlarıyla ne ilgisi var?! Birbirine tamamen zıt
kanunları ve sosyal yapılara sahip ülkelerin teknik ve ilmî kalkınma ve uzayı
fethetme sahasında yekdiğeriyle yarıştığını ve -farklı yapıları olduğu halde-
ilerlediklerini görmüyorlar mı?! Onlar Merih'e de gitseler, Samanyolu'na da
ulaşsalar insanî ahlak, fazilet ve ruhi yüceliklerden aciz kalacaklardır, kendi
sosyal müşkülatlarının hallinden acizdir onlar. Çünkü onların bedbahtlıkları ve
sosyal meselelerinin çözümü için itikadi ve ahlaki çözümler gereklidir; maddi
güç kazanmak, servet yığmak, tabiatı ve uzayı fethetmek bu müşkülatı
halledemez. Tamamlanıp denge bulabilmesi ve insanoğlunun başına belâ değil,
ona fayda verebilmesi için servet, maddi güç ve uzayı fethetmenin islamî iman,
inanç ve ahlaka ihtiyacı vardır. Bu inanç, ahlak ve kanunlarsa bizde var.
Binaenaleyh birileri bir yerlere gittiler veya birşeyler icat ettiler diye bizim;
insanoğlunun hayatıyla ilgili olup onun dünya ve ahiret hayatını ıslah ve tanzim
eden kural ve ilkelerden hemen yüz çevirmemia. doğru değildir.
Sömürücü emparyalistlerin propagandaları için de durum aynıdır.
Düşmanlarımız birtakım propagandalarda bulunmuş ve
toplumumuzdan bazı bireyler de maalesef etkilenmişlerdir, oysa
etkilenmemeleri gerekirdi. Sömürücüler islamı devlet düzeni yokmuş
gibi, yönetimle ilgili teşkilatlanmaları yokmuş gibi gösterdiler bize;
birtakım hüküm ve kuralları varsayılsa bile, bunların uygulayıcısı
yoktur, sadece kanunkoyuculuktur diye şartlandırdılar bizi.
Bu propagandaların, müslümanları politika ve devlet esasından uzak tutmak
isteyen sömürücülerin plânlarının bir parçası olduğu apaçık ortadadır. -Yoksa-,
bu düşünce bizim temel inançlarımıza aykırıdır.
Biz ‘velayet’ e inanıyoruz ve hz. Peygamber-i Ekrem -sav-
efendimizin halife tayin etmesi gerektiğine inanmaktayız ki bunu
yapmıştır da.(18 Halife tayini sırf hükümlerin beyanı için midir?
(18)
Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -sav- kendisinden sonra hz. Ali'nin -s- halife
ve onun velîsi olnıası gerektiğini birçok yerde mükerreren buyurmuşlardır.
bunlardan biri de, akrabalarını islama davet ettiği ‘Yevmuddar hadisi’ vak'asıdır.
Ayrıca: Menzilet hadisi (Tebük Savaşı'nda hz. Ali'nin -s- hz. Resulullah'ın –sav-
vasi ve veziri olarak Medine'de kalması), vela_vet ayeti (rükuda fakire yüzüğünü -
zekat- vermesi ve bu münasebetle ayet nazil olması), Kadir-i Humm hadisesi
ve Sekaleyn hadisi, ...vb. bkz: Tefsir-i Kebir, c:12 s:28-53; Maide Suresi 55 ve 67.
ayetlerle ilgili ve: İbni Hişam Siyeri, c:4, s:520 ve : Taberi Tarihi c:2 s:319 -322 ve:
El- Gadîr c:1,2,3.
Hükümlerin beyanı halifeyi şart kılmaz ki! O hazretin kendisi ahkâmı
bizzat beyan ediyordu zaten! Bütün hükümleri bir kitapta yazabilir ve
uygulaması için halka verirdi -olup biterdi- Halife tayin etmesi
gerektiğinin mantıkî tarafı, yönetim, idare ve devlet içindir. Biz, kanun
ve hükümleri uygulayıp icra etmesi için gerekli görmekteyiz halifeliği
-sırf kanunu beyan etmesi için değil.- Kanunun bir uygulayıcısı
olmalıdır. Dünyanın her yerinde böyledir bu; sırf kanun koymuş
olmanın hiçbir faydası yoktur ve insanlığın saadetini sırf kanun
koymayla temin edemezsiniz. Kanun koyulduktan sonra bir yaptırım
gücü ve bir icraat -yürütme- kuvveti de oluşturulmalıdır. Bir devlet
veya bir yasamada yürütme kuweti de olmazsa eksiklik var demektir.
Bu nedenledir ki islam kanun koyuculukta -yasama- bulunduğu gibi
yürütme kuwetini de belirlemiştir. İslamda "veliyy-i emr" kanunları
uygulama -yürütme- vazifesini de üstlenmiştir. Eğer hz. Resul-ü Ekrem
-sav- halife tayin etmeseydi risaletini tamamlamış olmayacaktı.(19) İslam
hükümlerinin uygulanma zarureti ve yürütme gücünün gerekliliği ve
bunun; insanlığın saadetini temin edecek bir adalet düzeninin kurulması
ve -böylece- risalet ve peygamberlik gayesinin tahakkuk bulup
gerçleşmesindeki önemidir ki peygamberin kendisinden sonra bir vasi
tayin etmesini "risaletin kemal bulup tamamlanması"yla eşdeğer
saymıştır.
Hz. Resul-ü Ekrem -sav- zamanında kanun sadece iblağ ve beyan
edilmiyor bilakis, aynı zamanda uygulanıyordu da! Hz. Resulullah
- sav- efendimiz kanunu uygulayan merci ve yürütme gücüydü. Mesela
ceza kanunlarını uyguluyordu o; hırsızın elini kesiyor, had vuruyor,
recmediyordu(20). Halife de bu işler içindir. Halife kanunkoyucu
değildir. Halife, Allah Resulü'nün -sav- getirdiği kanun ve hükümleri
icra etmek için vardı. Devletin kurulması, yürütme ve idare sisteminin
oluşturulması bu noktada zaruri olmaktadır işte! -İslam- devleti
kurulması gerektiğine, -bunun- yürütme organı, yönetim ve idare
kurumunun oluşturulması gerektiğine inanmak ‘velayet’in bir
parçasıdır; tıpkı bunun gerçekleşmesi için mücadele verip gayret
göstermenin, velayete inanmanın bir parçası olması gibi!.,. Buna
dikkatinizi çekerim! Onlar size zıt olarak islamı nasıl kötü tanıtıyorsa;
siz de buna karşılık islamı olduğu gibi tanıtın; velayeti, olduğu gibi
(19)
Maide Suresi 67. ayetten meâlen iktibas. (20)
Vesâiluşşîa c:18 s:376-509.
tanıtın. ‘Biz velayete inanıyoruz; hz. Resulullah'ın -sav- halife tayin
etmiş olduğuna ve bunun da kendisine Allah Tealâ tarafından
emredilmiş bulunduğuna, onun bu yüzden müslümanların ‘veliyy-i
emr’inin belirlediğine inandığımıza göre devlet kurulması gerektiğine
de inanmamız gerekir, Allah hükümlerinin uygulanması ve yönetimle
ilgili işlerin ele alınıp yoluna konulması için çaba göstermemiz gerekir"
deyin. İslam devletinin kurulması yolunda mücadele vermek velayet
inancının bir gereğidir. Siz islam kanunlarıyla onun sosyal fayda ve
etkilerini yazıp yayınlayın, tebliğat ve faaliyet yönteminizi tekmil edin;
dikkat edin ve bilin ki sizler bir islam devleti kurmakla mükellefsiniz.
Kendinize gövenin ve bu işin üstesinden gelebileceğinizi bilin.
Sömürücü emperyalistler 300-400 yıl öncesinden başlayarak bugünkü
yere geldiler. Biz de sıfırdan başlarız!... Birkaç batı çarpılmışı
garbzedeyle sömürü uşaklarının yardakçılarının yaygaralarından
korkmayın. İnsanlara islamı tanıtıp anlatın ki genç nesil, dinadamları ve
ulamanın Kum ve Necef'te oturup hayz ve nifas hükümlerinden başka
şeyler okumadığı, siyasete karışmadığı ve din işleriyle siyasetin
birbirinden ayrılması gerektiği gibi -yanlış- bir zanna kapılmasınlar.
Dinin siyasetten ayrı olması ve islam alimlerinin siyasi ve sosyal işlere
karışmaması gerektiği yolundaki -lâik- düşünceyi ortaya atıp yayanlar
sömürücü emperyalistlerdir. Dinsizlerin sözüdür, onların fıkridir bu.
Hz. Peygamber-i Ekrem -sav- döneminde dinle siyaset ayrı mıydı ki?!
O dönemde müslümanların bir kısmı politikacı ve yönetici, bir kısmı da
dinadamı mıydı yani?! Hak veya haksız yere halife olanlar döneminde,
hz. Emir'in -sa- halifeliği sırasında dinle siyaset birbirinden ayrı mıydı?
İki ayrı kurum muydu bunlar? Sömürücülerle onların siyasi uşaklığını
yapanlar uydurdular bunları; böylece dinin dünya işlerine egemen olup
müslümanların toplum yapısını tanzim ve düzenlemekten
uzaklaştırılmasını istediler; böylelikle islam alimlerini halktan ve
hürriyet ve bağımsızlık yolunda mücadele verenlerden koparmış
olacaklardı. Çünkü -ancak- bu durumda halka egemen olup
servetlerimizi yağmalayabilmeleri mümkündür, onalrın maksatları
budur işte!
Eğer biz müslümanlar namaz, dua ve zikirden başka şeyle meşgul
olmazsak sömürücü emperyalistlerle onların işbirlikçisi olan zalim
devletler bize hiç karışmazlar. Gidin istediğiniz kadar ezan okuyup
namaz kılın; onlar da gelip nemiz var nemiz yoksa hepsini alıp
götürsünler, siz de onları Allah'a havale edin -öyle mi?!- Lahavle!...
Velâkuvveteillabillahi! ! ! -Bu halimizle- bir de, öldüğümüz zaman sevap
kazanmayı umacağız Allah'tan, öyle mi?! Mantığımız bu olursa eğer, onlar -
elbette ki- bize hiç mi hiç karışmazlar tabi. O herif (Irak'ın işgali sırasında bir
İngiliz subayı) `hıinarede ezan okuyan bu adamın İngiltere'nin politikasına bir
zararı var mı?" diye sorduğunda `hayır" diyor; bunun üzerine ‘o halde bırakın
istediği kadar okusun" diyor... Siz sömürücülerin siyasetlerine karışmaz ve
islamı, sırf hep konuşup durduğumuz bu ahkâmdan ibaret bilip asla bundan
şaşmazsanız onların sizinle işleri olmaz. Siz istediğiniz kadar namaz kılın, sizin
petrolünüzü istiyor onlar, namazınızla ne işleri var? Bizim madenlerimizi istiyor
onlar; ülkemizin onların malları için bir tüketim pazarı olmasını istiyorlar. Zaten
bu yüzdendir ki onların kuklası olan baştaki devletler bizim sanayi ülkesi
olmamızı engellemekte veya dışarıya bağımlı ve montaj sanayi kurmaktadırlar.
Bizim adam olmamamızı istiyorlar! "Adam"dan korkuyorlar! Adam olmuş biri
çıkacak olsa korkuyorlar ondan. Çünkü kendisine benzerler üretecektir; sömürü,
diktatörlük ve kukla rejim gibi şeyleri temelinden söküp atan etkiler
bırakacaktır. Bu nedenledir ki ne zaman ortaya bir ‘adam’ çıktıysa ya
öldürdüler, ya hapsettiler, ya sürdüler veya lekelediler, ‘siyâsidir!" diyerek! ‘O
molla siyasî biridir’ dediler... -Halbuki- hz. Peygamber-i Ekrem de -sav-
siyasiydi. Bu kötü propagandayı sömürünün güdümlü siyasî uşakları yapıyorlar
ki sizi siyaset sahnesinden dışlayıp uzak tutsunlar, sosyal meselelere
müdahele etmenizi engellemiş olsunlar; hain hükümetlerle, anti-milli
ve anti-islamî siyasetlerle savaşmanızı önlesinler... Böylece kendileri
diledikleri herşeyi yapabilsinler, her haltı işleyebilsinler ve karşılarına
dikilecek hiç kimse kalmasın!...
1. BÖLÜM
DEVLET KURULMASINI
GEREKLİ KILAN DELİLLER
Yürütme ve İdare Kurumlarının Gerekliliği
Toplumun ıslahı için kanun külliyatı kâfi değildir. Kanunun
insanoğlunun saadet ve ıslahını temin edebilmesi için onu uygulayacak
bir yürütme kuvvetine ihtiyacı vardır. Bu nedenledir ki Allah Teala bir
dizi kanunların, yani şeriat hükümlerinin yanısıra bir devlet, bir yönetim
ve yürütme gücü de belirleyip tespit etmiş bulunmaktadır. Hz. Resul-i
Ekrem -sav- efendimiz islam toplumunun yönetim ve yürütme
teşkilatının en üst makamı durumundaydı. Vahyi insanlara iblağ edip
tefsir, akaid ve islam ahkâmıyla islamın sistem ve düzenlemelerini
beyanda bulunmanın yanısıra bu hükümlerin icra ve uygulanmasını ve
islamın sistem, yapılanma ve düzenlemelerinin oluşturulmasını sağlama
yolunda da çalışıp uğraşıyordu ki böylece islam devletini kurabilsin. O
sırada hz. Resulullah -sav- mesela ceza kanununu bildirip açıklamakla
yetinmiyor, aynı zamanda onu bizzat uyguluyordu da! El kesiyor, had
vurduruyor, recmettiriyordu. Hz. Resul-ü Ekrem'den -sav- sonra halife
de aynı vazife ve mevkidedir. Hz. Resul-ü Ekrem -sav- halife tayin
ederken sırf islamın akaid ve hükümlerini beyan etmesi için değildi bu;
bilakis, islam hükümlerinin icrası ve kanunun iyice yerleşip tespit
bulması içindi. Hükümlerin uygulanması ve islam yapı ve
düzenlemelerinin tespiti vazifesi o kadar önemliydi ki hz. Resulullah'ın
-sav- kendisinden sonra bu işi üstlenecek bir halife tayin etmesini onca
önemli kılmış, aksi takdirde risalet ve peygamberlik görevini
tamamlamış sayılmayacağı buyurulmuştur. Çünkü dünya ve ahiret
saadetlerinin temini için müslümanlar hz. Resulullah'tan -sav- sonra da
bunu üstlenecek; kanun ve hükümleri uygulayacak, islamî düzen ve
yapılanmaları toplumda hakim kılacak birine muhtaçtırlar. Esasen
kanun, sosyal yapı ve düzenlemeler bir uygulayıcı ve yaptırımcıya
muhtaçtırlar. Dünyanın bütün ülkelerinde ve her zaman böyledir bu;
sırf kanun koymuş olmanın hiçbir faydası yoktur. Kanunkoyuculuk,
insalığın saadetini temin için tek başına yeterli değildir. Kanun
koyulduktan sonra -o kanunu uygulayacak- bir yürütme gücünün
oluşması gerekir. Mahkeme ve adliyelerin kanun ve kurallarını
uygulayıp bu mahkemelerin âdilane hüküm ve kararlarını halka
ulaştırabilen -faktör- yürütme gücüdür. Bu nedenledir ki islam
kanunkoyuculukta bulunduğu gibi yürütme ve icra gücü de
belirlemiştir. "Veliyy-i emr" yürütme gücünün de sorumlusudur.
Hz. Resul-i Ekrem'in -sav- Sünnet ve Yöntemi
Hz. Resulullah'ın -sav- sünnet ve yöntemi, bir devlet kurulması gerektiğinin
delillerindendir. Zira:
Evvela bizzat kendisi de bir devlet kurdu. Onun devlet kurduğuna,
islam kanunlarını uygulayıp islamî yapılanmayı gerçekleştirmeye
uğraştığına ve toplumu idare edip yönettiğine tarih şahittir. 0 hazret -
bu cümleden olmak üzere- etrafa valiler tayin etmiş, bizzat yargıda
bulunmuş, kadı atamış, yabancı ülkelere ve kabile başkanlarıyla krallara
ve imparatorlara elçiler göndermiş anlaşma ve antlaşmalar imzalamış,
savaş komutanlığında bulunmuş; kısacası islamın devletle ilgili hüküm,
uygulama ve kanunlarını bilfıil icra ederek onlara işlerlik kazandırmıştır.
İkincisi; Allah'ın emriyle, kendisinden sonrası için devlet başkanı ve
yönetimi üstlenecek olanı tayin etmiştir. Allah Teala, hz. Resul-ü
Ekrem'den -sav- sonrası için de müslümanlar için bir devlet başkanı ve
yönetici atadığına göre, o hazretten -sav- sonra da devlet müessesesinin
gerekli olduğunu vurgulamış olmaktadır. Nitekim hz. Tesul-ü Ekrem
- sav- vasiyetinde bu ilahi emri iblağ ettiğinde, devletin gerekliliğini de
böylece belirtmiş oluyordu.
İslam Hükümlerinin Uygulanmasında Sürekliliğin Zarureti
Hz. Resul-i Ekrem'in -sav- devlet kurmasını gerektiren islam
hükümlerinin icra ve uygulanma zaruretinin sadece o hazretin –sav-
dönemine mahsus olmadığı, hz. Resulullah'tan -sav- sonra da bu
hükümlerin ve icrasının süreğenliğini koruyacağı apaçık ortadadır.
Ayet-i şerifede de buyurulmuş olduğu üzere islam ahkâmı belli bir
zaman ve mekanla sınırlı olmayıp ebediyen kalıcı ve ‘uygulanması
gerekli’dir(21) İslam saadece hz. Resul-ü Ekrem -sav- dönemi için
gelmiş değildir ki o hazretten sonra terkedilebilinsin ve islamın ceza
kanunları olan hadler ve kısas artık uygulanmasın veya malum çeşitli
vergiler alınmasın, ya da islam ümmeti ve islam beldesini savunma aslı
terkedilsin... ‘islam kanunlarının gereğinde pekalâ terkedilebileceği’
veya ‘islam hükümleri belli zaman ve mekanlara mahsustur’ şeklindeki
görüş, islamın vazgeçilmez itikâdî yapısına tamamen aykırıdır. O halde
islam hükümlerinin hz. Resul'den -sav- sonra da ve ebediyete kadar
uygulanması zaruri olduğuna göre devlet kurulması, yürütme ve
yönetim kurumunun oluşturulması da zaruri olmaktadır. Bireylerin
bütün çalışma ve faaliyetlerini ‘âhkâmın uygulanması’ vesilesiyle
adilâne bir sistem ve yapı üzerinde oturtacak bir devlet, yürütme gücü
ve yönetim mekanizmasının oluşturulmaması halinde kargaşa ve anarşi
doğar; sosyal, itikâdî ve ahlâkî bozulmalar başgösterir. O halde anarşi,
kargaşa ve başıbozukluğun vuku bulmaması ve toplumda fesad ve
bozulmanın başgöstermemesi için devlet kurmaktan ve toplumdaki
bütün işleri ve vukuatları kontrol ve disipline sokmaktan başka çare
yoktur. Demek ki şeriat ve akıl kurallarının da apaçık ortaya koyduğu
üzere; hz. Resul-ü Ekrem -sav- ve Emir'el Mü'minin Ali bin Ebutalib
- s- zamanında gerekli ve zaruri olan şey; yani devlet, yönetim, idare ve
yürütme mekanizması; onlardan sonra da ve bu cümleden olmak üzere
bizim çağımızda da gerekli ve zaruridir.
Meselenin açıklığa kavuşması için şu soruyu soruyorum: Gaybet-i
Suğra'dan(22) 1000 yılı aşkın bir süre geçtiği ve belki de maslahat gereği
(21)
Bkz: İbrahim Suresi 52. ayet, Yunus 2. ayet, Hacc-49, Ahzab-40, Yâsin-70. (22) Ehl-i Beyt imamlarının 12.'si hz. Hüccet İbn-il Hasan -s- hk. 260. yılda
gözlerden kayboldu -sırra kadem bastı- Bu tarihten hk. 329'a kadar şiiler 4 naip
aracılığıyla (Osman bin Said, Muhammed bin Osman, Hüseyin bin Ruh ve Ali bin
Muhammed) o hazretle irtibatlarını sürdürdüler. Bu döneme ‘gaybet-i suğrâ’ veya
hazretin zuhuru pekalâ yüzbin yıl sonra da vuku bulmayabileceğine
göre bu uzun süre boyunca islam hükümleri yerde kalmalı,
uygulanmamalı ve herkes canı ne isterse yapabilmeli midir? Anarşi ve
kargaşa mı egemen olmalıdır? Beyan, tebliğ, yayma ve uygulama
safhasına konulması yolunda hz. Resulullah'ın -sav- 23 yıl durup
dinlenmeksizin zahmet ve cefalar çektiği kanunlar sadece belli ve sınırlı bir
zaman dilimi için miydi? Yani Allah Tealâ kendi göndermiş olduğu
hükümlerinin uygulanmasını 200 yılla mı sınırlamıştır? Gaybet-i
Suğra' dan sonra islam herşeyini bırakmış -bütün hüküm ve
inançlarından- vaz mı geçmiştir?!
Böyle bir fikre inanmak veya bunu dile getirmek, islamın iptal
olduğuna inanmak veya bunu söylemekten çok daha beterdir. Hiçkimse
bugün artık islam beldesinin toprak bütünlüğünü koruma ve
müdafaanın artık lüzumu kalmadığını veya vergi ve cizye (23), haraç(24),
hums(25), ve zekatın(26) alınmasının günümüzde artık gerekli olmadığını,
islam veza kanunlarının; diyet ve kısasın artık iptal edilmesi
lazımgeldiğini söyleyemez! Herkim, islam devleti kurulmasının zaruri
olmadığını söleyecek olursa islam hükümlerinin uygulamaya konulması
gerektiğini inkar etmiş; din-i mübin-i islamın ölümsüzlüğünü ve
hükümlerinin ebediyen bütünlüğünü münkir olmuş olur.
‘küçük gaybet dönemi’ denir. Bu dönemden sonra o hazretin ‘gaybet-i kübrâ"sı
başlar. (23)
Cizye: Ehl-i Kitab'ın islam devletine ödediği ve karşılığında malının,
canının ve ırzının İslam devleti tarafından güvenceye alındığı meblağ veya mala
denir.
(24) Haraç: Müslümanlar tarafından fetholunan tarla ve araziler için (arazi-yi
haraciyye) islam devletinin belirlediği verginin adı.
(25) İslamda riayeti farz olan haklardan biri de ‘Hums’tur, gerekli şartlar altında
şu 7 şeye taalluk eder: 1- Savaşta kafırlerden alınan ganimetler. 2- Madenler. 3-
Hazine, define ...vb. kıymetli gömüler. 4- Su diplerinden çıkarılan inci ve mercan
gibi değerli deniz taşları. 5- Ayrıştırılamayacak ve ne kadarının kime ait olduğu
belirlenemeyecek kadar haramla karışmış mal. 6- Zımmî kafirin müslümandan
satınaldığı arazi. 7- Şahsın yıllık masrafından artakalan miktar.
(26) Zekat: Gerekli şartlar çerçevesinde 9 şeyden alınan islam devletinin
vergilerindendir: 1- Deve. 2- Sığır. 3- Koyun (en'an-ı selâse). 4- Altın. 5- Gümüş
(Nakdeyn). 6- Buğday. 7- Arpa. 8- Hurma. 9 Kuruüzüm (gulat-ı erbaa). Fitre (fıtra) zekatı
adıyla tanınan bir diğer zekat ta Fıtır Bayramı (Ramazan Bayramı) gecesi farz olur.
Fitrenin miktarı, en yaygın yiyecekten (meselâ buğday, pirinç vb.) 3 kg. veya tutarıdır.
Emir'el Mü'minin Hz. Ali Bin Ebu Talib'in -s- Siyeri
Hz. Resul-ü Ekrem'in -sav- nhletinden sonra hiçbir müslüman
devletin gerekliliğinden tereddüde kapılmadı. Hiçkimse kalkıp da ‘bize
devlet lazım değil artık’ demedi. Kimseden böyle bir şey duyulmuş
değildir. Devlet kurulması gerektiği hususunda herkes müttefikti.
İhtilaf, sadece bunu kimin üstleneceği ve kimin devlet başkanı
olacağındaydı. Binaenaleyh hz. Resul-ü Ekrem'den -sav- sonra halifeler
döneminde de, hz. Emir -s- döneminde de devlet kuruldu. Devlet
örgütü vardı, idare ve icra -yürütme- yerine getirilmedeydi.
İslam Kanunlarının Nitelik ve Niceliği
İslam devleti kurulmasının zaruri olduğunu gösteren bir diğer delil
de islam kanunlarının, yani şeriat hükümlerinin nitelik ve niceliğidir. Bu
kanun ve hükümlerin nitelik ve niceliğine dikkat edilecek olursa bir
devlet kurulması ve toplumun siyasî, iktisâdî ve kültürel yönetim ve
idaresini gerçekleştirme gayesiyle bilirlenmiş oldukları görülür.
Evvela şeriat kanunları bütün ve külli bir toplum düzenini
oluşturmaya tamamen elverişli -gerekli- her nevi -her boyutta- kanun
ve kuralları taşıyıcı özelliğe sahiptir. İslamın bu hukuki nizamında,
insanoğlunun ihtiyaç duyacağı herşey vardır: Konu-komşuyla, evlatla,
akraba ve kendi halkı ve hemşerisiyle sosyal ilişki ve muaşeret ve karı-
koca hayatıyla özel münasebetlerden tutun da savaş ve barış kuralları,
milletlerarası ilişkiler, ceza kanunları ticaret, sanayi ve ziraate varıncaya
kadar... Nikah öncesi için, hatta bebek ana rahmine düşmeden öncesi
için bile kanunu vardır islamın; nikahın nasıl kıyılması, nasıl
gerçekleşmesi gerektiğini belirtir; o sırada veya bebek ana rahmine
düşmeden önce insanın ne yemesi gerektiğini, bebeğin süt çağında
anne-babanın ne gibi vazifelerle yükümlü olduğunu, bebeğin nasıl
eğitilmesi gerektiğini, kadınla erkeğin yekdiğerine ve çocuklarına karşı
davranış ve tutumlarının nasıl olması gerektiğini ... vb. gibi -insan
hayatının- bütün merhaleleri için islamın kanun ve kuralları vardır ki
‘insan’ yetiştirebilsin, tam ve mükemmel bir insan; canlı kanuna
dönüşmüş, kanunun timsali haline gelmiş, kendiliğinden kanunun
gönüllü uygulayıcısı kesilmiş bir ‘insan’!... Kendisini olumsuzluklardan
arıtmış mükemmel ve faziletli bir insan modeli yetişmesi için gerekli
ortam ve şartları hazırlayabilecek bir devlet sistemiyle siyasî ve iktisâdî toplum
ilişkilerine islamın ne denli önem verdiği ortadadır. Kur'an-ı Mecid ve sünnet-i
Resulullah -sav-; insanoğlunun kemal ve saadeti için ihtiyaç duyduğu bütün kanun
ve hükümleri içermektedir. Kâfi'de(27) `insanların bütün ihtiyaçlan kitap ve
sünnette beyan edilmiş, bildirilmiştir" başlıklı bir bölüm vardır(28). Burada geçen
kitap, yani Kur'an ‘herşeyi bildiren’dir(29), herşeyi belirtmiş, bütün herşeyi açıklığa
kavuşturmuştur. Masum imam -rivayette de geçtiği üzere- `halkın ihtiyacı olan
herşeyin kitap ve sünnette belirtildiğine -ve çözüm yollarının gösterildiğine-
yemin etmektedir(30) ki bunda hiç şüphe yoktur.
İkincisi; şeriat hükümlerinin nitelik ve niceliğine dikkat ettiğimizde bunların
uygulanması ve bunlara uygun amel edilebilmesi için devlet kurulmasının zaruri
olduğunun; büyük ve kapsamlı bir yönetim ve yürütme örgütü oluşturulmaksızın
Allah'ın emir ve hükümlerini uygulama vazifesini yerine getirmenin mümkün
olmayacağını görürüz.
Biz burada örnek olarak bazı konulara değinmekle yetiniyoruz, isteyenler diğer
konulara da başvurarak incelemede bulunabilir.
(27)
Şia'nın Kutub-u Erbaa'sından, Kâfi adıyla meşhur El-Kâfı Fi'1 Hadis:
Muhammed bin Yakub Kuleyni. Bu eser 34 kitap, 326 babdab müteşekkildir.
Toplam 16 bin hadis içermektedir.
(28) Usul-u Kâfı c:l s:76-80, Fazl'ul ilm kitabı "...bab'ur radde'ilâ kitâb
vessunne..."
(29) Nahl Suresi 89. ayete işaretle "... ve biz sana Kur'an'ı indirdik, o herşeyi
aydınlatıcıdır..."
(30) İmam Sadık -s- şöyle buyurur: "Allah Tebarek ve Tealâ herşeyi Kur'an'da beyan
etmiştir, o kadar ki, yemin olsun, hiçbir ihtiyaç mevzuu onda ihmal edilmiş değildir.
Kulun ‘keşke Kur'an şu konuya değinseydi’ diyebileceği her gerekli şey Kur'an'dadır."
bkz: Usul-ü Kâfı c:l s:76-77, kitab-u fazl'ul ilan, 1. hadis.
2. BÖLÜM
BAZI İSLAM HÜKÜMLERİ
ÜZERİNE İNCELEME
1- Mâlî Hükümler
İslamın belirlediği vergiler ve plânladığı bütçe -şekli-, bunun sadece
fakirlerle yoksul seyyitlerin açlıktan ölmeyecek kadar bir geçime
kavuşmasına yönelik olmadığını; bilâkis devlet kurma ve büyük bir
devletin zaruri harcamalarını temin gayesine yönelik olduğunu
göstermektedir:
Mesela beytulmale akan ve bütçe kalemlerinden sadece biri durumundaki
büyük gelir kaynaklarından biri "hums"tur. Bizim mezhebimizde bütün zıraî
gelirlerden; ticaretten, yeraltı ve yerüstü kaynaklarından elde edilen
gelirlerden, velhasıl bütün gelir ve kazançlardan adilâne ölçülerle -hums-
alınır. Öyle ki; bu caminin kapısı kenarındaki sebzeciden, gemi ve maden
işletmeciliğiyle uğraşan herkesi kapsamına alan bir hükümdür bu. Mükellef
şahıslar gelirlerinin; meşru ve normal ihtiyaçlarıyla ilgili harcamalarından
geriye kalanının 5'te birini, beytülmale eklenmesi için islam devletinin
başkanına verirler. Böylesine büyük bir gelirin; ancak islam ülkesini idare ve
böyle bir ükenin bütün mâlî ihtiyaçlarını gidermeye yönelik olduğu apaçık
ortadadır. İslam ülkelerinin tamamının veya -islamın egemenliği altına girmesi
halinde- bütün dünya ülkelerinin gelirlerinin -normal harcamalardan artan
miktarının- humsu hesaplanacak olursa böylesine - yüklüce- bir verginin sırf
seyyidlerle dinadamlarının ihtiyaçlarını karşılamaya yönelik olmadığı;
meselenin çok daha önemli boyutları olduğu ortaya çıkar. Amaç, koca devlet
teşkilatının mâlî ihtiyaçlarının giderilmesidir. Eğer bir islam devleti kurulacak
olursa işte bu vergilerle, yani hums ve zekatla -ki ikincisi fazla değil-, cizye ve
haraçlarla -ya da ülkenin zıraate elverişli topraklarına konulan vergilerle-
yönetilip idare edilmesi gerekir.
Seyyidlerin böyle-sine astronomik- bir bütçeye ihtiyacı olduğu nasıl
düşünülebilir? Tahran, İslambul, Kâhire ve diğer büyük çarşılar bir yana
dursun, sırf Bağdad Çarşısı'nın gelirinden alınacak hums bile bütün
seyyitlere, medreselere ve müslümanların bütün fakirlerine yeter.
Böylesine astronomik bir bütçenin belirlenmiş olması da
göstermektedir ki amaç, devlet kurulması ve ülke yönetimidir; halkın
temel ihtiyaçlarının giderilmesi, kamu hizmetleri ve sağlık, kültür,
savunma, bayındırlık ve kalkınma gibi sosyal hizmetlerin
karşılanmasıdır. Hele humsun toplanma, muhafaza ve harcanmasına
dair islamın belirlediği dakik kural ve getirdiği düzenlemeler bu gerçeği
iyiden iyiye vurgulamaktadır: Devlet hazinesinden kesinlikle sorumsuz
ve israfa kaçan harcamalar yapılmayacak; devlet başkanı, valiler ve
bütün kamu hizmeti yöneticileri; yani devlete çalışan insanlarla -
hükumet adamlarıyla- halkın diğer kesimleri arasında "kamuya ait
mallar ve devlet gelirlerinden faydalanma hususunda" hiçbir fark ve
ayrıcalık gözetilmeyecek, -beytulmale ait gelirlerden- herkes eşit pay
alacaktır. Böylesine yüklüce bir bütçeyi denize mi dökmemiz gerekir
şimdi? Ya da, hazret-i Mehdi -sa- gelinceye kadar toprağa mı
gömmeli,(31)?!!.. Yoksa o günlerde mesela 50 seyyidin –gönlünce
harcayıp- yemesi için miydi? Yoksa bugün farzen, 500 bin seyyide mi
verelim? Nasıl harcayacaklarını bilemez, şaşırıp kalırlar... Halbuki
fakirlerle seyidlere -humustan- verilmesi gereken miktarın, sadece
geçimlerini temin edebilecekleri kadar olması lazım geldiğini biliyoruz.
Ancak islamın bütçe plânlamasına göre her gelirin belli ve zarurî bir
harcama sahası vardır. Bir sandık zekata mahsustur; bir sandık da
sadaka ve teberruata -bağışa-; bir de humsa ait özel bir sandık vardır.
Seyyidler bu son sandıktan geçimlerini sağlarlar. Hadiste de belirtilmiş
olduğu üzere seyyidler yıllık harcamalarından arta kalan miktarı sene
sonunda islam devletinin başkanına geri vermelidirler; eğer tersi olur da,
masraflarını karşılayamazlarsa -islam- devlet başkanı onlara yardım eder(32) .
(31)
Humsun; bilhassa "İmam payı" denilen yarısının harcanması hususunda
imamiye fakihlerinin görüşleri farklıdır. Kimilerine göre sadece masum imama –s-
aittir ve onun zuhuruna kadar da toprağın altında gömülü kalması gerekir. Bkz: El-
Meğne'ete s:285-286 ve şerh-i Lüme'e c:l s:184.
(32) Hz. Musa bin Cafer -s- şöyle buyururlar: "Humsun yarısı İmamındır. Diğer
yarısı da onun ailesi arasında bölüştürülür. Bir pay o ailenin yetimlerine, bir pay
yoksul ve fakirlerine, bir pay da yolda kalmışlarına verilir. Böylece Kur'an ve
sünnetin buyruğu bu bölüşme gereği bir yıllık ihtiyaçlarını karşılayacakları şekilde
yapılır. Onların masraflarından birşey artakalacak olursa, yöneticiye ait olur. Eğer
Öte yandan zımmet ehlinden alınması gereken cizye"y1e (33) büyük
zıraat arazilerinden alınan "haraç" olağanüstü rakamlara ulaşan bir gelir
sağlamaktadır. İslamın bu tür vergiler belirlemiş olması bir devlet ve dev let
başkanının varlığının zaruretini ortaya koymaktadır. Gelir durumu ve ödeme
gücüne göre zımmet ehlinin ödemesi gereken yıllık vergi miktarını belirlemek
islam devleti başkanına veya onun valisine düşer; keza onların tarla ve
davarlarından() uygun miktarda vergi alınır. Keza "haraç" almak; yani "Allah'ın
malı" olan ve islam devletinin tasarrufunda bulunan geniş topraklara taalluk
eden vergiyi toplamak da yine islam egemenine -islam devletinin başında
bulunana- düşer ki bu da muntazam ve düzenli bir teşkilat, örgütlenme ve
organize ister, hesap-kitap ister, tedbir ve maslahat üzerine kafa yormayı
gerektirir. Duruma göre mütenasip ve uygun miktarlarda ve maslahata muvafık
olacak şekilde bu vergileri belirlemek, toplamak ve sonra da müslümanların
maslahatına en uygun şeylere harcamak; islam devletinin başında bulunanlara
düşen bir vazifedir.
Görüldüğü gibi islamın mâlî hükümleri, devlet kurulmasının gerekli olduğuna
delalet etmektedir; bunu yapabilmenin ise, islamî bir teşkilatlanma ve
örgütlenmeden başka hiçbir yolu yoktur.
2- Milli Savunma Hükümleri
Ote yandan; islam devletinin koruması, toprak bütünlüğünün
savunması ve islam ümmetinin bağımsızlığını müdafaayla ilgili
hükümler de devlet kurulmasının gerekliliğine delalet etmektedir.
Bunun en bariz örneği "... gücünüz yettiğince silah ve -savaşa- âmâde
bölüştürülmeyecek gibi olur veya onların ihtiyaçlarından daha az olursa devlet
başkanı -yönetici- onların ihtiyaçlarını -imkan ölçüsünde- gidermekle sorumludur.
Bu nedenle onların ihtiyaçlarının temini; baştaki yöneticinin uhdesine bırakılmıştır
ki, onların payından artakalan da imama ait olur. Bkz. Usul-ü Kâfı c:2 s:491,2,
Kitab'ul Hucce, bâb'ul fı'1 enfâl, 4. hadis ve: Ettehzib, c:4 s:281, Kitabuzzekat, 36.
hadis ve: Ae c:4 s:127, Kitabuzzekat, 36. bab, 5. hadis.
(33)
‘Zımmet Ehli’ belli cizye ve haraçları ödemek şartıyla islam devleti
sınırlarında bu devletin güvencesi altında yaşayan ehl-i kitap'a denir. ()
At, eşek, katır, deve, öküz ve koyun başta gelmek üzere bütün binek, yük hayvanı ve davar.
at hazırlayın..."(34) hükmüdür. Mümkün miktarda ve olabildiğince silahlı
savunma gücü hazırlayarak her an savaşa âmâde olma emri verilmekte ve barış
döneminde her an âmâde ve teyakkuz halinde olunması gerektiği
hatırlatılmaktadır.
Müsümanlar işte bu hükme uyarak bir islam devleti kurup her an
savaşa âmâde ve hazırlıklı olsalardı bir avuç yahudi kalkıp da bizim
topraklarımızı işgal etmeye, Mescid-i Aksa'yı harabeye çevirip ateşe
vermeye cür'et etmezdi; -çünkü- âmâde olan müslümanlar hemen
harekete geçer, gerekeni yaparlardı. Bütün bunlar-ın başamıza geliyor
olmasının nedeni- müslümanların Allah'ın hükümlerini uygulama
girişiminde bulunmamış, liyakatli ve sâlih bir devlet kurmamış
olmasındandır. Eğer bugün islam ülkelerini yönetenler imanlı halkın
temsilcileri olup islam hükümlerini uyguluyor bulunsalardı küçük ihtilaf
ve anlaşmazlıkları bir kenara bırakır, bozgunculuk ve tefrikacılıktan
vazgeçer, birlik ve vahdet içinde "tek yumruk" olurlardı (35); o zaman
Amerika, İngiltere ve -diğer ecnebilerin uşağı olan bir avuç sefıl yahudi
bu işleri yapamazdı işte; Amerika'yla İngiltere'nin desteğine rağmen
yine de yapamazlardı. Bu, müslümanlara hükmeden baştaki
yöneticilerin liyakatsizlik ve acziyetindendir.
"... gücünüz yettiğince savaş kuweti ve besili atlar hazırlayın..."
ayet-i kerimesi müslümanlara "elinizden geldiğince güçlü ve hazırlıklı
olun ki düşmanlarınız size zulüm ve tecavüzde bulunamasın" şeklinde
emretmektedir. Bizler elbirliği ve vahdet içinde olmadığımızdan, güçlü
ve her an savaşa hazır ve âmâde bulunmadığımızdan ecnebilerin
tecavüz ve saldırganlıklarına maruz kaldık ve kalıyoruz ve zulüm
görüyoruz! ...
3- Hakların Elde Edilmesiyle İlgili Hükümler ve Ceza
Hükümleri
Suçludan alıp sahibine verilmesi gereken diyetler ve islam devlet
başkanının nezdinde uygulanması gereken had ve kısas gibi birçok
(34)
“..At ve silah hazırlayın elinizden geldiğince...” (Enfa1,60).
(35) Hz. Resulullah'ın buyruklarından iktibastır "...Müslümanlar tek yumruk gibi
ayrılmaz bir bütündürler." Bihar'ul Envar c:28 s:104, Kitabul Feten ve'l Meben, 3.
bab, 3. hadis ve: c:37 s:114.
islam hükümlerinin, bir devlet düzeni oluşturulmaksızın uygulama
safhasına konulabilmesi mümkün değildir. Bu kanun ve hükümler hep
bir devlet düzenini gerektirmektedir; devlet dışında hiçbir gücün
becerebileceği işler değildir bunlar.
Siyasî İnkılabın Gerekliliği
İnatta bulunup düşmanlık edenler ve ümeyyeoğulları –Emeviler-
lânetullah aleyhim(36); hz. Resul-ü Ekrem'in -sav- rıhletinden sonra
islam devletinin Ali bin Ebu Talib -s- velâyetinde istikrar bulmasını
engellediler. Allah Tebarek ve Tealâ'yla hz. Resul-ü Ekrem efendimizin
-sav- rızasına mutabık bir devlet düzeninin nesnel olarak kurulup
meydana gelmesini önlediler; neticede devletin temelini değiştirdiler.
Oluşturdukları hükumetin programlarının çoğu, islamın devlet
programlarına aykırıydı. Emevilerle Abbasilerin (37) kurduğu rejim,
devlet düzeni ve uyguladıkları siyasî yöntem islam dışıydı. Devlet
sistemi tamamen tersine dönerek saltanat -sultanlık- rejimine
dönüştürüldü; İran şahenşahları, Roma imparatorları ve Mısır
Firavunlarının rejimlerinden farksız bir rejim haline geldi. Daha sonraki
dönemlerde de yine aynı "gayriislamî hali"yle devam etti ve böylece
bugünkü hale gelmiş oldu.
Devletlerin bugünkü şu gayrüslamî ve islam düşmanı hallerinin
sürmesine izin vermememiz gerekir, aklen ve şer'an da böyledir.
Bunun delilleri de apaçık ortadadır:
Herşeyden önce, gayrüslamî bir siyasî nizam ve devlet düzeninin
kurulması; islamın siyasî nizamı ve devlet düzeninin uygulanmaması
demektir.
İkinci delil de; gayrüslamî olan her siyasî düzen ve devletin, şirke
bulaşmış bir siyasî düzen ve müşrik bir devlet olmasıdır; çünkü onun
(36)
Ümeyye bin Abduşşems bin Abdumenafoğulları, kureyş boyundan. Muaviye
h. 41'de halife adıyla saltanata geçen ilk Emevi halifesidir. H.k. 132'de 2.
Mervan'ın öldürülmesiyle birlikte bu hanedanın iktidarı son bulmuş oldu (37)
Hz. Resulullah'ın -sav- amcası Abbas'ın evlatları. Abbasiler Devleti h.k. 132'de
Seffah-kandükücü- Abdullah'ın hilafetiyle başlayıp hk. 656'da Mutasım'ın
öldürülmesiyle sona erdi.
hakim ve egemen gücü "tağut"tur(38) ve bizler şirkin iz ve etkilerini
müslümanların hayatından silip temizlemekle mükellefız.
Diğer bir delil de mümin ve fazilet sahibi insanların yetişebileceği
elverişli sosyal şartlar ve ortamı hazırlamakla mükellef oluşumuzdur ki
bu da "tâğut" ve diğer gayrimeşru güçlerin egemen olduğu ortam ve
şartların tamamen tersidir. "Tâğut" ve müşrik sistemin egemenliğinden
doğan sosyal şartların gereği, şu gördüğünüz fesad ve bozulmadır işte.
Derhal ortadan kaldırılması ve müsebbiblerinin, lâyık oldukları cezaya
çarptırılması gereken "fesad-ı fı'1 arz" -yeryüzünde bozulma ve
bozgunculuk çıkartma"dır. Firavun'un kendine has politikasıyla
Mısır'da meydana getirdiği fesad ve bozulmadır bu: "...Şüphesiz o,
bozgunculardandı."(39). Bu sosyal ve siyasî şartlarda mümin, takvalı ve
âdil biri insanın yaşayabilmesi; imanını ve doğru davranışlarını
koruyabilmesi mümkün değildir. Karşısında iki yol bulacaktır: Ya
mecburen şirke bulaşmış ve sâlih olmayan amellerde bulunacak, ya da
bu tür amellere bulaşmamak ve tâğutun emir ve kanunlarına eğilmemek
için onlara karşı mücadeleye girişip o bozuk şartları ortadan kaldırmaya
çalışacaktır.
Bozuk ve bozguncu devlet düzenlerini ortadan kaldırmak; hain,
bozuk, zalim ve zorba egemenleri alaşağı etmekten başka çaremiz
yoktur bizim... Bütün müslümanların islam ülkelerinde teker
teker gerçekleştirmesi gereken vazifedir bu; islamî siyasî inkılabı bu
beldelerde zafere ulaştırmalıdırlar.
İslâmî Vahdetin Gerekliliği
Diğer taraftan; islam vatanını sömürücü emperyalistler, zalimler,
zorba ve mevkiperest egemenler parçalamış bulunmaktadır. İslam
ümmetini birbirinden ayırmış, ayrı ayrı birkaç millet haline
getirmişlerdir. Bir ara büyük Osmanlı Devleti meydana geldiyse de,
sömürücü emperyalistler -onu da- hemen parçaladılar. Rusya, İngiltere,
Avusturya ve diğer sömürücü devletler elele verip Osmanlıya karşı
(38)
Saldırgan ve bâği olan ve Allah'tan başka tapılan herkes ve herşeye "tağut"
denir.
(39) ‘..Şuphesiz o. fesat çıkaranlardan (yeryüzünde bozulma ve bozguna sebep
olan)dı’ Kısas,4.
savaşlar açtılar, herbiri Osmanlı topraklarının bir kısmını ele geçirdi ya da kendi
nüfuzlan altına aldılar(40).
Gerçi Osmanlı devletinin başına geçenlerin çoğu liyakâtsiz ve
bazılan da fasit ve bozuktu, padişahlık rejimi hakimdi; ama yine de
sömürücü emperyalistler için bir tehlike sözkonusuydu: Her an, halkın
arasından salih ve dürüst insanların çıkıp bu devletin -Osmanlı- başına
geçerek halkın da yardımıyla millî birlik ve kuvvetle sömürünün işini
bitirmeleri ihtimali vardı! İşte bu nedenledir ki mükerrer savaşlardan
sonra, l. dünya savaşında Osmanlı Devletini parçalayıp kendi
aralarında bölüştürdüler, öyle ki, o Osmanlı topraklarından 10-15 tane
birer karışlık ülkeler çıktı ortaya. Her karışın -minik ülkenin- başına
kendi memurlarından birini ya da bir dizi memurlarını geçirdiler. Daha
sonraları -bu küçük ülkelerden- bazıları o memurların ve sömürü
uşaklarının elinden kurtulmuştur.
İslam ümmetinin birlik ve vahdetini temin edip islam vatanını
sömürücülerle onların yardakçısı olan kukla devletlerin tasarruf ve
nüfuzundan kurtarabilmemiz için devlet kurmaktan başka hiçbir
yolumuz yoktur. Çünkü müslüman milletlerin vahdet ve hürrüyetini
sağlayabilmek için zalim ve kukla devletleri yıkmamız ve sonra da
yerine, halkın hüzmetinde olacak adilâne bir islam devleti kurmamız
gerekir. Devlet kurulması; müslümanların vahdetini korumak, birlik ve
düzenlerini huhafaza edebilmek içindir. Nitekim hz. Fâtıma-ı Zehrâ
selamullah aleyhâ bir hutbesinde "imamet, nizamın –sistemin -
korunması ve müslümanlann bölük-pörçük hallerini vahdet ve birliğe
dönüştünnek içindir" buyunnaktadır(41).
(40)
Osmanlı imparatorluğunun çöküşü 19. yy'ın başlarında başladı. 1913
Londra antlaşmasıyla sonuçlanan Balkan müttefık ülkeler savaşında Osmanlı
devleti, Ege veAvrupa'daki yaklaşık bütün müstemleklerini kaybetti. l. Dünya
savaşında ve 1932'de imzalanan Lozan antlaşmasıyla Irak, Suriye, Arabistan,
Ürdün ve Filistin gibi müslüman arap ülkeleri Osmanlı yönetiminden resmen
çıkarılarak Avrupa ülkelerinin kaymumetine verildi. Koca Osmanlıdan geriye
kalan, bugünkü Türkçe konuşulan Anadolu'yla Trakya'dan ibarettir.
(41) Keşf ul Gumme, c: l s:483.
Mazlum ve Mahrum Halkın Kurtarılmasının Gerekliliği
Ayrıca sömürücü emperyalistler, halka musallat olmuş bulunan siyasî
uşakları vasıtasıyla zâlimâne iktisadî sistemleri- zorla kabul ettirmiş ve
bunun sonucu olarak da halk iki kesime ayrılmıştır: Zalim ve Mazlum!
Bir tarafta sağlık ve kültürden tamamen mahrum yüzmilyonlarca aç
müslüman dururken, diğer tarafta ayyaş, kötü ve serseri bir azınlıklar
grubu var ki zenginler ve siyasî güce sahipler... Aç ve mahrum halk,
daha iyi ve insanca bir hayata kavuşabilmek için yağmacı ve talancı
yöneticilerden kurtulmaya çalışmakta ve bu gayret ve keşmekeş sürüp
gitmekte, ama egemen -müreffeh- azınlıklarla devletin zalim
mekanizmaları onlara hep engel olmaktadır. Biz mazlum ve mahrum
halkı kurtarmakla vazifeliyiz. Biz mazlumlardan yana ve zalimlere
düşman olmakla mükellefiz. Emir'el Müminin'in -s- değerli oğluna
yazdığı meşhur vasiyette vurgulayıp hatırlattığı vazifedir bu: "Mazluma
yardımcı ol, zâlime düşman kesil!"(42)
İslam âlimleri zalimlerin gayrimeşru çıkarlar sağlayıp tekelcilikte
bulunmalarına karşı durmalı ve halkın büyük bir çoğunluğu açlık ve
mahrumiyet içindeyken onların hemen yanıbaşında; talancı ve haram
yiyici zalimlerin nimetler içinde keyif çatmasına engel olmalıdırlar.
Emir'el Mü'minin -s- "Benim bu vazifeyi -hilafet, devlet başkanlığı
kabul etmemin yegâne nedeni Allah Tebarek ve Tealâ'nın zalimlerin
oburluğu ve vurgunculukları; mazlumların da açlık ve mahrumiyetleri
karşısında sessiz ve lâkayt kalmayacaklarına dâir islam âlimlerinden söz
almış olmasıdır" buyurmakta ve şöyle demektedir:
"...Andolsun tohumu yarana, canı yaratana; biat edenler gelip
burada toplanmasalardı ve ben gerekli yardımcı gücü bulduğum için bu
işi kabulle mükellef olmamış olsaydım ve Allah Tealâ islam
âlimlerinden zalimlerin oburlukları ve vurgunculuklarıyla, mazlumların
dayanılmaz açlık ve mahrumiyetleri karşısında sessiz ve lâkayt
kalmayacaklarına dair söz almış olmasaydı iktidar yularını bırakır, bir
daha da elime almazdım. O zaman şu dünyanız ve dünyevî makam ve
mevkinizin benim nazarımda bir keçi aksırığının çıkardığı rutubetten
daha değersiz olduğunu görürdünüz..."(43).
(42)
Nehc'ul Belaga, mektuplar, 47 (43)
Ae, hutbeler, 3, Şıkşıkiyye hutbesi.
Bir grup hain ve haramyiyiciyle ecnebi uşaklarının, dış güçlerin
yardımı ve süngü zoruyla yüz milyonlarca müslümanın el emeği ve
servetine el koyduklarını ve en asgarî nimetlerden bile faydalanmalarına
izin vermediklerini göre göre bugün nasıl sessiz kalır, tepki
göstermeden öylece yerimizde oturabiliriz? Bu zalimane duruma bir
son vermek islam ulemasının ve bütün müslümanların vazifesidir; yüz
milyonlarca insanın saadetini temin yolunda zalim devletleri yıkmak ve
islam devleti kurmakla muvazzaftırlar.
Ahbara Göre Devletin Gerekliliği
Aklın, islam hükümlerinin, hz. Resul-ü Ekrem'in -sav- sünneti ve
hz. Emir'el mü'minin'in -s- siyeriyle ayet ve rivayetlerin de gerektirdiği
ve açıkça belirlemiş olduğu üzere devlet kurulması lazım ve gereklidir.
Örnek olması açısından, hz. İmam Rıza'dan -s- naklolunan bir rivayeti
aktarıyorum:
Bu hadisin nübuvvetle ilgili olan ilk kısmını, konumuz dışında
olduğu için aktarmaya gerek görmüyor, bahsimizle ilgili olan son
bölümünü aktarıyoruz; İmam şöyle buyuruyor:
"...Hekîm ve bilge Allah Teala'nın niçin "ululemr" tayin edip ona
itaati gerekli kıldığını soracak olana şu cevap verilir: Allah Teala'nın bu
emrinin birçok delili ve nedeni vardır. Bunlardan bir kısmı şöyle
özetlenebilir: İnsanlara belli bir kanun ve yol gösterilip bu yoldan
sapmamaları ve bu kuralları çiğnememeleri emredilerek, belirlenen
çerçeve ve sınırları aşmamaları, aksi takdirde fesada bulaşacakları
vurgulanmış olduğundan ve diğer taraftan başlarında emin ve güvenilir
biri veya belli bir güç bulunup da onları bu yol üzere tutarak
durumlarını gözetleyip kollamadıkça insanların ilahî yol ve kanunlar
üzere sabit kalmaları, belli kanunları çiğnememeleri ve haklarını aşan
sınırlara ayak basmamaları mümkün olmadığından (zira eğer böyle
olmaz ve -tepesinde- onları caydırıcı ve gözetleyici bir güç bulunmazsa
hiçkimse, başkalarının zararına sebep olup onların fesadına
yolaçabilecek dahi olsa şahsî lezzet, haz ve çıkarlarından vazgeçmez ve
şahsî keyfi ve çıkarları için başkalarına zulmetmekten çekinmez)
ululemre itaat edilmelidir. Bunun bir diğer delili ve nedeni de şudur:
Kanun, düzen ve disiplini sağlayıcı bir lider veya bir gücün başkanlık ve
nezareti olmaksızın hayatını sürdürebilen hiçbir toplum, hiçbir millet
veya şu ya da bu dine mensup bir topluluk olmamıştır. Çünkü bütün
insanlar din ve dünyalarının geçim ve temini için böyle bir -lider ve
yönetici-ye muhtaçtırlar. Binaenaleyh Hekîm ve bilge Rabbul
Âlemin'in, kullarını başsız ve sorumsuz bırakması mümkün değildir.
Zira Allah Tealâ, kullarının böyle bir şahsa ihtiyaçları olduğunu ve
başlarında, onları kollayıp gözetecek biri olmazsa durumlarının düzen
ve disiplin bulmayacağını; ancak böyle birinin emri altında insanların
düşmanla savaşabileceklerini, genel gelirlerin onun eliyle bölüştürülüp
paylaştırılması gerektiğini, onun öncülüğünde -imametinde- Cuma ve
cemaat namazlarının kılındığını ve toplumun mazlumlarının haklarının
zalimlere karşı onun eliyle korunabileceğini bilmektedir.
Bir diğer delil ve neden de şudur: Eğer insanların başında onlara
çeki düzen verip kanun ve disiplini sağlayarak halka hizmet edecek,
emîn, dürüst ve sâdık bir imam tayin etmeyecek olursa din eskimeye ve
çürümeye yüztutar, kanun ve yol kaybolur gider, islam hükümleri ve
islâmî yöntemler değişiverir, tersyüz olurlar, bid'atçiler dine izâfı şeyler
eklerler, mülhidlerle dinsizler dini eksiltirler ve islamı bambaşka bir
yüzle tanıtırlar müslümanlara. Çünkü insanlar eksik ve noksandırlar,
kemale ihtiyaçları vardır, kemal bulabilmiş değildirler henüz.
Birbirleriyle olan ihtilaf ve anlaşmazlıkları, türlü ve farklı eğilimleri ve
bölük pörçük yaşamları da bu ihtiyacı iyiden iyiye pekiştirmektedir. Bu
nedenledir ki Allah Tealâ, O'nun hüküm ve kurallarını uygulayıp
koruyacak, düzen ve disiplini sağlayıp Peygamber'in -sav- getirdiği
emaneti muhafaza edebilecek birini belirlememiş olsaydı, durum
yukarıda anlattığımız şekle bürünecek ve müslümanlar bozulacaklardı,
islam hükümleri, kural ve disiplinleri asimile olacak, ahdler, yeminler ve
sözler tamamen değişecek ve neticede bunca değişim, bütün bir
insanlığın tamamen bozulup fesada gömülmesine yolaçacaktı..." (44)
İmam aleyhisselamın yukandaki sözlerinden de anlaşılacağı üzere
çeşitli sebep ve nedenler devlet ve ululemr (veliyyi emr)in
mevcudiyetini zaruri kılmaktadır. Bu sebep ve nedenler geçici veya belli
bir zamanla sınırlı değildir; bu da devlet kurulmasının her zaman zaruri
olduğunu gösterir. Mesela insanların islam hududunu -kanunlarını-
çiğnemesi, yekdiğerinin hakkına tecavüzde bulunması ve zevk alma
veya kişisel çıkarları için başkalarının haklarına el uzatması... gibi
(44)
İlel'uş Şerai, c.l, s.251, 182. bab, 9. hadis.
durumlar her zaman vardır. Bu durumların sadece hz. Emirel müminin
Ali -s- zamanında var olduğunu, ondan sonra herkesin melek
kesiliverdiğini söylemek mümkün değildir! Yüce yaratıcının hikmeti
insanların adalet içinde yaşaması ve ilâhî hüküm ve kurallar
çerçevesinde adım atılması gerektiği cihetindedir. Her zaman için
geçerli olan bu hikmet, Allah Tealâ'nın değişmez sünnetlerinden - kurallarından-
dır. Binaenaleyh bugün ve her zaman bir veliyyi emrin,
yani islam devlet ve kanunlarını kuran ve uygulayan bir kayyım ve
yöneticinin varlığı kaçınılmazdır; insanların yekdiğerinin haklarını
çiğneyip zulüm ve sitemde bulunmasını engelleyecek, halkın emanetini
koruyup güvenliğini sağlayacak, insanları islam kanun, akaid ve
kurallarına doğru yöneltecek, mülhidlerle islam düşmanlarının din ve
din hükümlerine bid'at sokmasını engelleyecek dirayetli bir yönetici...
Emir'el mümininin -s- halife olması da bunun için değil miydi zaten?! O
hazreti imam -ve devlet başkanı- yapan zaruretler şimdi de vardır; şu
farkla ki belli bir şahıs yoktur; bilakis, meselenin bizzat kendisi -devlet
başkanının gerekliliği ilkesi- belirtilmiştir(45) ki her zaman için
yürürlüğünü koruyabilsin.
O halde eğer islam hükümlerinin daima diri kalması isteniyorsa,
zalim devlet ve iktidarların zayıf halkın haklarına tecavüzde
bulunmasının engellenmesi gerekiyorsa, egemen azınlıkların şahsî çıkar
ve zevklerini temin için halkı yağmalayıp ahlaksızlığa itmesi
istenmiyorsa; islam devleti kurulmalı, herkes islam adaleti içinde
yaşamalı ve âdil islam kanunları çiğnenmemelidir deniyorsa, uyduruk
ve kukla meclisler tarafından islama aykırı kanunlar çıkarılıp bid'atlerde
bulunulmasının engellenmesi gerektiğine inanılıyorsa ve ecnebilerin
islam ülkelerindeki nüfuzlarına son verilmeliyse, -bütün bunlar için
islamî bir- devletin varolması gerektiği bilinmelidir! Tabii ki sâlih ve
doğru bir devlet olmalıdır bu; doğru, sâlih, güvenilir, emin ve kayyım
bir yönetici olmalıdır; yoksa mevcut yöneticiler hiçbir işe yaramazlar,
çünkü zorbadırlar, bozulmuş durumdadırlar, yönetimde bulunma
liyakat ve salâhiyetleri yoktur hiçbirinin.
(45)
Yani devlet kurulması ve halkın yönetimi hususunda "veliyy-i emr" tabiri
geçmiş, meselâ hz. Ali -s- veya bir başkası gibi belli bir şahıs ismi kullanılmamış
olduğuna göre her çağ ve dönemde gerekli şartlara haiz olan "veliyy-i emr"in,
islam devletini yönetmesi gerekir.
Zalim, hain ve bozuk yöneticileri devirip -âdil islam- devlet kurmak
için bütün halk elele verip kıyam etmediğimiz için ve bazıları gevşek
davrandığı, hatta islam devlet ve yönetimiyle ilgili mevzuata girmekten
çekindiği, dahası, bununla da yetinmeyerek ellerini açıp zalim
yöneticilere dua ettiği için bu hallere düştük, islamın toplum içindeki
nüfuz ve etkinliği azaldı, islam milleti bölük-pörçük edilip zayıflatıldı,
islam hükümleri uygulanmaz oldu, hatta yer yer değiştirildi,
sömürücüler iğrenç emellerine ulaşabilmek için yerli siyasî yardakçıları
vasıtasıyla yabancıların kanunları ve ecnebi kültürünü müslüman
arasında yayarak halkı batılılaştırdılar. Bütün bunlar bizim bir devlet
başkanımız, kayyımımız ve liderlik teşkilatımızın olmayışından ileri
geldi. Biz sâlih bir yönetim teşkilatı istiyoruz, gayet net ve haklı bir
istektir bu.
3. BÖLÜM
İSLÂMİ DEVLET VE
YÖNETİM BİÇİMİ
Bu Yönetimin Diğer Yönetim Tarzlarıyla Farkı
İslam devleti, mevcut devlet biçimlerinin hiçbiri değildir. Meselâ
müstebit ve zorba bir yönetim tarzı ve devlet başkanının ülkeyi keyfince
yönettiği, halkın malı ve canıyla oynayıp istediği gibi müdahelede
bulunabildiği, dilediğini öldürüp dilediğini ödüllendirdiği, dilediğine
mal-mülk verip milletin malını şuna buna bağışladığı istibdada dayalı bir
düzen değildir. Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -sav- ve hz. Emir'el
müminin -s- ve diğer halifelerin de böyle bir yetkileri yoktu. İslam
devleti ne istibdada(46) dayalı bir düzendir, ne de mutlakiyete(47); bilakis,
‘meşrutî’ bir sistemdir. Ama bugünkü yaygın anlamda ‘kanunları
bireyler ve çoğunluğun onayının belirlediği ‘meşrutiyet de değil tabi (48)
(46)
‘İstibdad’: Halkın temsilci ve oy hakkında, esasen ülkenin yönetiminde hiçbir
katılıma sahip olmadığı yönetim tarzı. Yönetici kanunen sınırsız yetkilere sahiptir ve
yasama, yürütme ve yargı güçleri onun elinde toplanmıştır.
(47) Padişahlık, krallık.
(48) ‘Meşrutiyet’: Halkın ve baştaki yöneticinin belli şartlarla egemenliği elinde tuttuğu
‘şartlı yönetim’ tarzıdır. Bu sistemde en ileri ve en üst merci olan anayasa gereğince
toplumun bütün birey ve kesimlerinin temel hak ve hürriyetleri saygındır. Meşrutiyet
yönetimi; krallık ve cumhuriyet olarak iki şekilde ortaya çıkabilir. Meşrutiyet sisteminde,
cumhurbaşkanının yetkileri kralın yetkilerinden azdır.
Burada ‘meşrutiyet’ten kastedilen mana ‘devlet yöneticilerinin, Kur'an
ve Nebevî sünnetin belirlemiş olduğu bir dizi kanun ve kurallar
çerçevesinde ülkeyi idare etmesi"dir, yani Kur'an ve sünnetin
egemenlik ‘şart’ı sözkonusudur, islam kanunları hakim ve icra
olunmalıdır. Bu açıdan islam devleti ‘îlâhî kanunların halkı
yönetmesi’dir.
"Saltanat meşrutiyeti" (49
) veya sırf ‘cumhuriyet’ (50) gibi rejim
tarzlarıyla islâmî devlet sistemi arasındaki temel fark da budur zaten:
Sözkonusu rejimlerde bizzat şah veya halkın seçtiği temsilciler
‘kanunkoyucu’durlar, kanunları onlar belirlerler; islamda ise
kanunkoyucu Allah Teala'dır, kanun ve kurallan ancak Allah belirler.
İslamın mukaddes kanunlarını belirleyen makam (Allah Tealâ -çev-)
yegane ‘kanunkoyucu’dur, O'ndan başka kimsenin kanun koyma yetki
ve hakkı yoktur ve O'nun koyduğu kanun dışında başkaca hiçbir kanun
yürürlüğe girmez. Bu nedenledir ki iktidarın üç merkez kolundan birini
teşkil eden `kanunkoyucu -yasama- meclisi" yerine, islam devletinde
bir nevi ‘plânlama ve program meclisi’ vardır ki çeşitli bakanlıklar için
islam hükümleri çerçevesinde plânlama ve programlamada bulunur ve
kamu hizmetlerinin ülke çapında nasıl yapılanması gerektiği bu plân ve
programlarla belirlenmiş olur.
Kur'an ve sünnette toplanıp belirlenmiş olan islam kanunları bütünü
müslümanlar tarafından ‘uyulması kesinlikle şart’ kanunlar olarak
tanınmıştır. Bu ‘resmen tanıma’ ve ‘kabul’ olayı islam devletinin işini
kolaylaştırmakta ve bu devletin ‘ halkın kendi devleti’ olmasını
mümkün kılmaktadır. Halbuki cumhuriyet ve meşruti krallık
rejimlerinde ; kendilerini ‘ halkın çoğunluğunun temlicisi’ olarak
tanımlayanların çoğunluğu istedikleri herşeyi ‘kanun’ adına onaylayıp
(49)
Saltanat = Krallık = Padişahlık: Padişah veya kral yönetimi. Babadan oğula
geçen veya kralın istediğine devrettiği bir sistemdir bu. Bütün yetkiler şahta -
kralda-dır; üç kuvvetin şahın elinde bulunduğu düzene mutlak krallık (=mutlak
monarşi) denir. Kimi zaman kralın yetkileri kanunkoyucu bir meclis tarafından
kısıtlanır ve kanun koyma yetkisi halkın temsilcilerine devredilir. Bu tür krallık
yönetimine "meşrutiyet krallığı" veya "şartlı saltanat" denir.
(50) Cumhuriyet: Devlet başkanının direkt veya dolaylı yollarla halk tarafından
belirlendiği bu yönetim sisteminde iktidar babadan oğula geçmez ve cumhurbaşkanının
görev müddeti de sınırlandırılır. Parlamenter demokrasiye sahip cumhuriyetlerin yanısıra;
resmen krallık olmayan, ama tıpkı krallık gibi diktatörlükle yönetilen cumhuriyet
rejimleri günümüzde az değildir.
halkın tamamına yüklemektedirler. İslam devleti, ‘kanun devleti’dir.
Bu tür bir devlet ve yönetim tarzında egemenlik kayıtsız şartsız
Allah'ındır, yegane kanun da ancak Allah Teala'nın emir ve
hükümleridir. İslam kanunu ve Allah'ın emri, toplumdaki herkese ve
bizzat islam devlet ve hükumetine tamamen egemen ve hâkimdir. Hz.
Resul-ü Ekrem efendimizden -sav- o hazretin halifeleri ve diğer
bireylere varıncaya kadar herkes ebediyete kadar -islam devletindeki bu
ilâhî- kanunlara tâbidir; Allah Tebarek ve Tealâ -cc- tarafından nâzil
olup Kur'an ve Nebiyy-i Ekrem efendimizin -sav- diliyle beyan
olunmuş bulunan kanunlardır bunlar. Hz. Resul-ü Ekrem efendimizin
- sav- halifeliği üstenmiş olması da Allah Teala'nın emri gereğince vuku
bulmuştur. Allah Tebarek ve Tealâ -cc- o hazreti halife ilan etmiş ve -
onun için- ‘yeryüzündeki halifem" buyurmuştur; yoksa hz. Resulullah -
sav- kendiliğinden bir devlet kurup böylece müslümanların başına
geçmeyi düşünmüş değildir. Aynı şekilde insanlar henüz müslüman
olmuş ve islamla yeni tanışmış bulundukları için -peygamberden- sonra
ümmet arasında çıkabilecek bir ihtilaf ihtimalini önlemek amacıyla
Allah Tebarek ve Tealâ -cc- vahy yoluyla hz. Resul-ü Ekrem'e –sav-
halifelik meselesini -hiç geciktirmeden- hemen oracıkta, çölün
ortasında müslümanlara duyurup iblağ etmesini emretti (51). Binaenaleyh
hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -sav- Allah'ın kanunu gereğince
davranmış ve bu kanuna itaatle hz. Emir'el müminini -s- kendisinden
sonra halife tayin etmiştir; damadı olduğu veya birçok hizmette
bulunduğu için değil; Allah'ın emrine itaatle memur kılındığı ve
Allah'ın emrini yerine getirmekle mükellef olduğu için yapmıştır bunu.
Evet, islamda devlet ve iktidar demek ‘kanuna itaat etmek’
demektir, -islamda- topluma sadece kanun hükmeder. Hz. Resul-ü
Ekrem -sav- ve veliyyullahlara(*) verilen bir takım kısıtlı yetkiler de yine
Allah Tealâ tarafından verilmiştir. Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz –sav-
ne zaman bir şey buyurmuş veya herhangi bir hükmü tebliğ etmişse hep
Allah'ın kanunu ve emri gereğince olmuştur; istisnasız herkesin uyması
gereken ilâhî kanun... Yöneten de, yönetilen de, herkes ilâhî kanuna
itaatle yükümlüdür. İnsanlar için uygulanması ve itaati gerekli yegane
(51)
‘.. Ey Resulümüz; Rabbinden sana indirileni tebliğ et -halka iblağ et- yoksa
peygamberlik vazifeni tamamlamamış olursun." Maide, 67 → Gadir-i Hum olayı.
Bkz: EI-Gadir c: l s:214-229.
(*) Ehl-i Beyt'in masum imamları -çeviren-
kanun ve hüküm, Allah'ın kanun ve hükmüdür. Hz. Resul-ü Ekrem'e -
sav- itaat de, Allah'ın emriyledir, nitekim Allah Tealâ "Resul'e itaat
edin" buyurmaktadır; ondan sonra "ululemr"e veya devleti
yönetenlere itaat de yine Allah'ın emri gereğincedir ki Allah Tealâ bu
hususta da şöyle buyuruyor: "Ey inananlar! Allah'a, Resulü'ne ve
sizden olan emir sahiplerine -ululemr- itaat edin"(52). Bireylerin şahsî görüşü,
hatta hz. Resul-ü Ekrem efendimizin -sav- görüşünün bile ilâhî
kanun ve devlete zerrece dahlde bulunması sözkonusu değildir;
istisnasız herkes ilâhî iradeye, Allah'ın emrine tâbidir.
Şehinşahlık ve imparatorluk(53) bir yana dursun, islamda devlet
sistemi krallık da değildir. O tür rejimlerde devletin başındakiler halkın
malına ve canına musallat olup dilediklerince müdahelelerde bulunurlar.
Böylesine bir yöntem ve yönetim tarzından islam münezzehtir. Bu
nedenledir ki şehinşanlık ve imparatorluk rejimlerinin tam tersine, islâm
devletinde büyük saraylar, şatafatlı binalar, uşaklar, kapıkulları, özel
büro, veliahdin bürosu...vb. gibi ülke bütçesinin yarısını veya daha
fazlasını heder eden saltanat harcamaları yoktur. İslam devletinin
başında bulunan ve müslümanları yöneten hz. Resul-ü Ekrem
efendimizin -sav- nasıl -sade- yaşadığını herkes bilir... O hazretten
sonra, Emevî dönemine kadar da sürdü bu -nevî- yöntem; ilk iki -
halife- her ne kadar Osman dönemindeki fahiş sapmayla sonuçlanan (54)
ve bizi bugün bu felaketlere düşürmüş bulunan diğer hususlarda aykırı
davrandılarsa da, şahsî ve zâhiri hayatlarında görünüşte de olsa hz.
Resulullah'ın -sav- bu -sade yaşama- sünnetini sürdürdüler. Hz. Emir'el
müminin Ali -s- döneminde yönetim tarzı düzeltildi, yönetim şekli sâlih
ve doğru hale getirildi. O hazret İran, Mısır, Hicaz ve Yemen'i
eyaletleri olarak kapsayan öylesine geniş bir beldeye hükmettiği halde
fakir bir din öğrencisinin bile sürdüremeyeceği -sade ve çileli- bir hayat
sürdürüyordu. Rivayette de geçtiği üzere bir gün iki gömlek alır ve
daha iyi olanını Kanber'e -gönüllü hizmetçisine- verir; kolları fazlaca
uzun gelen gömleği kendisi alır ve kollarının fazlasını keserek o
(52)
Nisa.59.
(53) İmparatorluk: Tek kişi -imparator- tarafmdan yönetilen, geniş topraklar ve
çeşitli ırkları kapsayan iktidar şekli.
(54) Şerh-i Nehc'ul Belaga, ibn-i Ebil Hadid c:2 s:126-161, 30. hutbe şerhi ve:
324-333 ve: c:3 s:3-69 ve: 43. hutbe şerhi ve: c:9 s:30-30 135. hutbe şerhi ve: El
Gâdir c:8 s:97-323.
gömleği öylece sırtına geçirir(55). Halbuki oldukça büyük, kalabalık
ve bol gelirli bir ülkenin devlet başkanıydı kendisi! İşte bu sünnet ve bu
yöntem korunmuş ve devlet ve yönetim tarzı islamî olmuş olsaydı
halkın canına ve malına musallat olma, saltanat, krallık ve şehinşahlık -
rejimlerinin boyunduruğunda yaşama-, bu zulüm ve çapulculuklar,
devlet hazinesini soyma, yolsuzluklar, ahlaksızlıklar ve kötülükler vuku
bulmazdı. Bu kötülük ve bozulmaların çoğu; devletin başındakilerden,
müstebit ve keyfine düşkün egemenle onun ailesinden (*)
kaynaklanmaktadır. Fesat ve ahlaksızlık merkezlerini açan, fahşa ve
ayyaşlık mekanları düzelten, vakıf gelirlerini sinema binalarına harcayan
hep bu baştakilerdir, yöneticilerdir. Şah ve ailesi için yapılan bu ağır
masraflı teşrifatlar, har vurup harman savurmalar ve türlü yolsuzluklar
olmasaydı ülke bütçesi elbette ki açık vermez ve Amerika'yla
İngitere'nin önünde iki böklüm olup kredi ve yardım dilenmelerine
gerek kalmazdı. Memleket hep bu har vurup harman savurmalar,
sorumsuz harcamalar ve yolsuzluklar neticesinde muhtaç duruma
düşürülmüştür; yoksa, az mı petrolümüz var bizim?! Ya da
madenlerimiz ve yeraltı zenginliklerimiz mi yok? Var, herşeyimiz var
aslında, ama millet adına yine milletin cebinden ve memleket
bütçesinden yapılan bu keyfı harcamalar, savurganlıklar ve yolsuzluklar
mahvetmiş durumdadır ülkeyi! Bunları yapmasaydı kalkıp da buradan
Amerika'ya gitmesine ve o herifin (ABD başkanı) masasının önünde
boyun büküp "bize yardım edin" demesine gerek kalmazdı!
Öte yandan şişkin idarî kadro ve gereksiz birçok idare ve kurumla,
islama ters düşen bürokrosiye dayalı yönetim tarzı -gibi faktörler de
daha önce bahsettiğimiz haram kategorisindeki gereksiz harcamalardan
hiç de aşağı kalmayan harcamalar yüklemektedir memleketin bütçesine.
İslamda böyle bir idare sistemi olmaz. Halk için gereksiz harcamalar, sıkıntı ve
vakit kaybından başka neticesi olmayan bu gereksiz işlem ve
bürokrasilerin islamla alâkası yoktur. Meselâ hakların temini, davaların
halli, hadlerin -cezaların- uygulanması ve ceza kanunlarında islamın
uyguladığı yöntem gayet basit, süratli ve pratiktir. İslâm yargılama
usulünün uygulandığı dönemlerde bir şehrin şer'î kadısı 2-3 memur, bir
(55)
Bihar'ul Envâr c:40 s:324.
(*) Birçok yerde olduğu gibi rahmetli İmam -ks- burada da sarih bir şekilde şah
ve ailesine çatmakta ve ‘zalim egemen’in karşısına dikilerek ‘ümmetin en hayırlısı’ olduğunu göstermektedir -çeviren-
kalem ve bir hokkayla davaları çözüme bağlıyor ve halkın fazla vaktini
almayarak -herkesin bir an önce işinin gücünün başına dönmesini
sağlıyordu. Bugün ise şu adliyenin idâri sistemi ve adliye idarelerindeki
bürokrâsi ve protokollerin ne hadde vardığını bir Allah bilir! Üstelik
biçbir işi de bir neticeye bağladıkları yok! Memleketi muhtaç duruma
düşürüp zahmet ve vakit kaybından başka netice vermeyen şeylerdir
bunlar.
Yöneticilik Şartları
Yöneticide bulunması gereken şartlar, islam devleti ve islamî yönetim
tarzının tabiatından kaynaklanmaktadır. Akıl ve tedbir gibi genel şartlardan
başka aşağıda geçen iki esas şart da aranır:
1- Kanunu bilmek.
2- Adalet.
Hz. Resul-ü Ekrem'den -sav- sonra kimin halife olacağı konusunda
birtakım ihtilaflar çıktıysa da; halifenin fâzıl -erdem ve bilgi sahibi
olması gerektiği hususunda müslümanlar arasında hiçbir anlaşmazlık
görülmedi. İhtilaf, sadece mevzuda, kimin halife olacağındaydı.
1- İslam devleti kanun devleti olduğundan, bu devletin başına
geçecek kimsenin kanunu bilmesi şarttır. Rivayette de böyle geçer bu.
Sadece yöneticinin değil; makamı ve mesleği ne olursa olsun bütün
müslümanların kanunu bilmesi istenmiştir, ancak, yönetimin başında
bulunanın ilmî kariyerinin daha üstün olması gerekir. İmamlarımız da
imamlıklarını buna istinaden ispat yoluna gitmişler ve imamın
diğerlerinden ilmen daha üstün olması gerektiğini belirtmişlerdir (56). Şia
alimlerinin diğerlerine yönelttikleri eleştiriler de bu esasa dayalıdır,
‘falan hükmü sordular, halife bilmedi; o halde hilafet ve imamete lâyık
değildir.’ demişlerdir, ‘falan işi islam hükümlerine aykırı yaptı, o halde
imamete lâyık olamaz’ (57) şeklinde karşı çıkmışlardır. Müslümanlar
açısından ‘kanuna vâkıf olma’ ve ‘âdalet’ en esas şartlardır, başka
(56)
Hz. Ali -s- şöyle buyurur: ‘Ey insanlar! Halifeliğe en lâyık olan, Allah'ın
emirlerini en iyi bilen ve en mükemmel şekilde de uygulayan kimsedir.’ Nehc'ul
Belaga, 172. hutbe ve: El-İhticac c:l s:229 ve: Bihar'ul Envar s:25 s:116 ve
Kitab'ul İmâme, bâb-ı câme fı sıfat'ul İmam"
(57) Keşful Murad fı Şerh-i Tecrid'el İtikad: Allame Hilli, 5. maksat, 6. mesele.
şeyler bu hususta(*) şart ve zaruri değildir. Mesela meleklerin ne tür
yaratıklar olduğu veya Allah Tebarek ve Teala'nın vasıflarının neler
olduğu gibi ilimlerin hiçbiri imamet meselesinde şart değildir. Nitekim
birinin bütün tabii bilimleri bilmesi tabiat kanunlarının tamamını
keşfetmesi veya müzik uzmanı olması ona halifelik liyakati
kazandıramayacağı gibi, bu vasıfları taşıyor olması da devlet idaresi
hususunda onu, islam kanunlarını bilen ve âdil olanlardan daha üstün
kılmaz. Hilafetle ilgili olup hz. Resul-ü Ekrem -sav- ve imamlarımız(*)
zamanında hakkında etraflıca konuşulmuş bulunan ve bütün
müslümanlarca da çok iyi bilinen nokta; islam devletini idare edecek
olan yönetici ve halifenin ewela islam hükümlerini bilmesi, yani
‘kanuna vâkıf olması’; ikinci olarak da ‘âdalet ’ sahibi olması ve itikâdî
ve ahlâkî kemal taşımasıdır. Akıl ve mantık da bunu gerektirir zaten; zira
islam devleti kanun devletidir; ne keyfi bir yönetimdir, ne de şu
veya bu şahsın halkı yönetmesi! Yönetici kanunu bilmiyorsa, islam
nazarında yöneticiliğe lâyık değildir. Çünkü eğer (kanunları gereğince
bilmez ve mecburen -çev-) taklit edecek olursa(*) iktidarın gücü kırılmış
olur, -bilmediği halde- taklit etmeyecek olsa o zaman da islam
kanunlarını uygulayamayacak ve yöneticilikte bulunamayacaktır.
‘Fakihler sultanların yöneticisidirler’ (58) buyrulmuyor mu?! Krallar ve
sultanlar eğer gerçekten islama uymak isteseler, fakihlere itaat etmeleri
gerekir, islam kanun ve hükümlerini fakihlerden sormaları ve
uygulamaları icabeder. Bu durumda asıl yönetici de zaten fakihler
olmuş olur. O halde egemenlik ve yöneticilik hakkı resmen fakihlere ait
olmalıdır; kanunu ve fıkhı bilmediği için fakihe itaat etmesi gerekenlere
değil! Diğer yetkililerin, sınırları koruyanların ve idarî memurların
bütün islam kanunlarını bilmeleri ve fakih olmaları da gerekmez tabi;
kendi meslek ve vazifeleriyle ilgili kanunları bilmeleri yeter. Hz.
Peygamber-i Ekrem -sav- ve Emir 'el müminin -s- (*) döneminde de
(*)
Yönetim, devlet başkanlığı.
(*)
Ehl-i Beyt imamları -çeviren-.
(*)
Maksat herhangi bir hukuk veya kanunlar değil, islam hükümleridir ve
burada "taklit"ten kastedilen de islam hükümlerinin uygulanmasında bir müçtehide
uymaktır. Bu feddedildiğine göre, veyiyy-i fakihin müçtehid de olması
gerekmektedir -çeviren-.
(58) İmam Sadık -s- şöyle buyurmaktadır: ‘Padişahlar halka, alimler de
padişahlara hükmeder.’ Bihar'ul Envar, c:l s:183, kitab'ul İlim, 1. bab, 92. hadis. (*)
Hz. Ali -s- / çeviren.
böyleydi zaten. Memleketin başına geçecek olanın bu iki imtiyaza sahip
olması gerekir; ama şehirlere, kasabalara ve köylere gönderilen
muavinler, yetkililer ve görevlilerin kendi iş ve vazifeleriyle ilgili
kanunları bilip diğer meselelerde en baştaki yetkiliye danışmaları
gerekir.
2- Yönetimin başında bulunacak olanın itikadî ve ahlâkî açıdan
mükemmel ve âdil olması gerekir, günahkâr olmamalıdır (*). ‘Hudud –
hadler’- i uygulamak isteyen, yani islam ceza kanunlarını icra etmek
isteyen birinin, beytulmalı elinde bulundurup memleketin gelir ve
giderlerini belirleyen ve Allah'ın kullarının yönetim ve idaresini
üstlenen birinin elbette ki günahkâr olmaması gerekir: "zâlimler
benim ahdime erişemez"(59) -ayetinde de buyurduğu üzere Allah
Teala, zalim olana "devlet yönetiminde bulunma hakkı"
vermemektedir. Yönetici âdil olmazsa müslümanların haklarını verme,
vergileri toplama ve doğru yollarda harcanmasını sağlama ve ceza
kanunlarını uygulama gibi hususlarda âdaletle davranmayacaktır;
yakınlarını ve akrabalarını halkın başına musallat edebilecek,
müslümanların beytulmalını şahsî garazları, heves, şehvet ve keyfi
istekleri doğrultusunda kullanabilecektir.
Görüldüğü gibi devlet ve yönetim tarzının nasıl olması ve hz Resul-ü
Ekrem'in -sav- rıhletinden, gaybet dönemine kadarki süre boyunca kimlerin
bu makama gelebileceği mevzusunda şianın görüşleri gayet net
ve açıktır: İmamın islam hüküm ve kanunlarını gereğince bilmesi -
faziletli ve erdemli olması ve bunları uygulama hususunda âdil
davranabilmesi gerekir.
Gaybet Döneminde Devlet Başkanlığının Şartları
İmamın(*) gaybeti döneminde bulunduğumuz ve islamın yönetimle
ilgili hüküm ve kanunlarının bâki kalıp süreğenliğini sürdürmesi
gerektiği ve kargaşa ve anarşinin reva olmadığı şu sırada da devlet
kurulması zaruridir. Akıl ve mantık da hükmetmektedir ki bir saldırıya
(*)Masum olmayanlar “bir günahla tanınmış” ve_ya “günah işler” niteliği kazanmış
olmamalıdır -çeviren
(59) Bakara, 124.
(*)Hz. Mehdi-i Muntazar -af- / çeviren.
uğradığımızda bunu engelleyebilmemiz, müslümanların namusları
tehlikeye düştüğünde onları koruyabilmemiz için bir devlet düzeni ve
yönetim teşkilatı gerekmektedir. Mukaddes şeriat hükümleri de ‘size
saldırmak isteyenlere karşı daima müdafaaya hazırlıklı olmalısınız’ diye
emretmektedir. Hem, bireylerin yekdiğerinin haklanna tecavüzünü
engelleyebilmek için de devlet, yargı ve yürütme sistemine ihtiyaç
vardır, çünkü bu işler kendiliğinden sonuca bağlanmaz, ille de devlet ve
hükumet kurulması gerekir. Zira devlet kurulması ve toplumun
yönetilmesi bütçe ve vergi ister; şeriat hükümlerini koyan mukaddes
şâri -Allah Teala- bütçe ve çeşitli vergi türlerini de belirlemiş
bulunmaktadır: Haraçlar, hums, zekat, ...vb. gibi.
Allah Tebarek ve Tealâ tarafından belli bir şahsın devlet işlerini
üstenmekle görevlendirilmiş bulunmadığı gaybet çağı olan
zamanımızda yapılması gereken nedir? İslamı bırakacak mıyız? Artık
islamı istemiyor muyuz yani?! İslam sadece 200 yıl için miydi? Yoksa
islam ne yapacağımızı belirtmiştir ve devlet işlerine karışmamız mı
gerekir? Devletimizin olmaması -ve devlet işlerine karışmamamız
demek müslümanların bütün kanun ve prensipleri çiğnenirken bizim
pısırıkça kollarımızı kavuşturup ‘ne yaparlarsa yapsınlar’ deyip herşeye
seyirci kalmamız demektir. ‘Baştakilerin yaptıklarını onaylamayabiliriz,
ama red de etmeyiz’ mi diyoruz yani? Böyle mi olmalı –halimiz
gerçekten? Yoksa "devlet ve hükumet kurmamız gereklidir; Allah
Tealâ her ne kadar gaybet dönemine mahsus olarak bir devlet başkanı tayin
etmemişse de, sadr-ı islam döneminden hz. Sahib-uz zaman -sa-
dönemine(*) kadar geçerli olan islâmî devlet ve yönetim prensipleri,
gaybet döneminde de geçerlidir" mi dememiz gerekir? Kanunu bilme
ve âdil olmaktan ibaret bulunan bu özellik ve prensipler çağımızdaki
birçok fakihte vardır bugün. Bunlar biraraya gelip de icma edebilseler
bütün dünyaya matuf bir adalet devleti kurabilirler.
Velayet-i Fakih
Bu iki özelliğe sahip liyâkatli biri kalkıp da devlet kuracak olursa hz.
Resulullah'ın -sav- toplumu idare kanusunda taşıdığı velayeti taşımış
olur ve bu durumda herkesin ona itaat etmesi gerekir.
(*)Hz. Mehdi-i Muntazar -as- kastediliyor -çeviren-
‘Hz. Resulullah'ın -sav- devlet idaresi hususundaki yetkilerinin mi
daha fazla olduğu, yoksa hz. Emir'in mi -hz. Ali-’ gibi veya ‘hz.
Emir'in -s- yönetim hususundaki yetkilerinin fakihlerden daha fazla
olduğu’ yolundaki laflar tamamen kuruntulardan ibaret olup bâtıl ve
yanlıştır. Evet, hz. Resulullah'ın -sav- faziletleri herkesten üstün ve
daha fazladır; ve ondan sonra da hz. Emir'in -s- faziletleri herkesten
fazla ve ileridir; ama fazilet ve üstünlüklerin daha fazla olması "devlet
idaresi hususunda" kimseye şer'an "daha yetkili de olma" gibi bir
konum kazandırmaz. Ordu hazırlama ve insanları savaş için seferber
etme, valiler ve diğer yetkilileri atama, vergi toplama ve bu gelirleri
müslümanların salah ve hayrına olacak yollarda harcama... gibi
hususlarda hz. Resulullah -sav- ve diğer masum imamlar salavatullah
aleyhim'in sahip olduğu bütün yetkiler islam açısından bugün kurulacak
bir islam devleti için de geçerlidir ve onda da olacaktır, ancak bu belli
bir şahsa ait değildir, "âdil âlim" için geçerlidir denilmiştir.
İtibârî Velâyet
Hz. Resul-ü Ekrem'le -sav- Ehl-i Beyt imamlarının -s- taşıdığı
velayet ve yetkinin, gaybetten sonra fakihte de bulunabileceğini
söylerken fakihlerin makamıyla hz. Resulullah -sav- ve imamların -s-
makamlarının da aynı olduğu gibi bir anlam çıkarılmamalıdır asla; zira
bizim burada ele aldığımız konu makam ve derece değil, ‘vazife’dir.
Velayet’; yani devlet kurma, ülke yönetme ve mukaddes şeriat
kanunlarının uygulanması pek ağır ve önemli bir vazifedir, ama kimse
bu yolla olağanüstü bir makam ve konuma ulaşmış olmaz, islam
devletinin başında bulunma, kimseyi ‘herhangi bir insan olma’ktan
daha üst ve öte bir hadde yükseltmez. Başka bir deyişle burada
sözkonusu ettiğimiz ‘velayet’; yani egemenlik, yönetme ve idare olayı,
çoğu kimsenin tasavvur ettiğinin tam tersine, bir ayrıcalık ve üstünlük
değil, ağır, ciddî ve hassas bir sorumluluktur.
‘Velayet-i Fakih’ konusu, akla dayalı itibârî konulardandır (60) ve
hukukî konumdan başka bir konumu yoktur, tıpkı mümeyyiz
(60)
Telvinînin karşıtı olan ‘itibâri’, beşeri anlaşma ve sözleşmelerden
kaynaklanan kuralları içerir ve belirleyeninin adını alır. Belirleyeni şâri olursa
‘şer ' i itibâr’ olarak adlandırılır, günlük yaşamın düzen ve gereği için bir
insan
olmayanlar ve küçükler için kayyım tayinindeki hukukî yaptırım gibidir.
Milletin kayyımıyla, mümeyyiz olmayanların kayyımının, hukukî olarak
vazife ve konum açısından hiçbir fark yoktur. İmam'ın -s- bir kimseyi,
mümeyyiz olmayan veya bakım ve korunmaya muhtaç birinin bakım ve
sorumluluğunu(61) üstlenmeye (=kayyım) veya resmî bir göreve ya da
belli bir vazifeye tayin etmesi gibidir. Bu konularda hz. Resul-ü
Ekrem'le -sav- imam veya fakih arasında bir fark gözetilmesi zaten makul
değildir.
Mesela fakihin velayet sahasına giren işlerden biri ‘hududu’, yani
islam ceza kanunları olan hadleri uygulamaktır. Hadlerin
uygulanmasında hz. Resul-ü Ekrem efendimizle -sav- imam veya fakih
arasında bir ayrıcalık olduğu düşünülebilir mi? Yani mesela, fakihin
makam ve derecesi -peygamber ve imamdan- daha aşağı olduğu için
daha mı az vurması gerekir? Mesela cezası 100 kırbaç olan zina
suçunun haddini hz. Resulullah -sav- vurdurtursa 150, hz. Emir'el
müminin -s- vurdurtursa 100, fakih vurdurtursa 50 darbe mi olacaktır?
Yoksa şöyle mi: İslamda yönetimden sorumlu olan, yürütme işlerinden
de sorumludur ve Allah'ın hadlerini -belirlediği cezaları- uygulaması
gerekir; ister hz. Resulullah -sav- olsun, ister hz. Emir'el müminin -s-
olsun, ister o hazretin mesela Basra veya Kufe şehrindeki valisi veya
ister herhangi bir zamandaki fakih olsun -farketmez ve bu hadleri
uygulaması gerekir.
Hz. Resul-ü Ekrem'le -sav- hz. Emîr'in -s- üstlenmiş oldukları diğer
bir sorumluluk da vergilerin; hums, zekat, cizye ve haraç taalluk eden
arazilerin haraçlarının toplanmasıdır.(62) Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz
- sav- zekat alırsa ne kadar alacaktır? Bir yerden onda bir, diğer bir
yerden yirmide bir mi? Hz. Emir'el müminin -s- halife olduğunda ne
yapacaktır peki? Ya da mesela sizden biri çağının fakihi olur da sözü
veya insanlarca belirlenmiş kararlaraysa ‘itibar-i ukelâi" (akıl ve mantık gereği
muteber olan) denir. (61)
Çocuk veya delinin bakımı kastediliyor. Bebeğin bakımı 1. derecede anne
babasına düşer. Bunlar hayatta olmaz veya gerekli şartlardan yoksun bulunurlarsa
islam devletinin başkan veya imamı bu iş için birini tayin edip görevlendirir.
(62) Araziye-i Haraciye (Haraç taalluk eden araziler), peygamberin -sav- veya
imamın emriyle müslümanların fethettiği zıraate elverişli bayındır topraklara denir.
Bu tür araziler bütün müslümanların malı sayılır, bu nedenle de alınıp satılması
yasaktır. İslam devleti bu tür arazileri devreder ve bu araziyi ekenden –veya
kullanandan- "haraç" denilen bir meblağ alır.
geçerse, o ne kadar alacaktır? Bu hususta hz. Resulullah'ın -sav-
velayetiyle hz. Emir'el müminin -s- veya fakihin velayeti birbirinden
farklı mıdır yani?! Allah Teala -cc- hz. Resul-ü Ekrem efendimizi –sav
bütün müslümanların ‘veli’si kılmıştır, binaenaleyh o hazret hayatta
olduğu sürece herkese, hatta hz. Emir'el müminin'e -s- de ‘veli’dir ve
velayeti vardır. O hazretten sonra da İmam bütün müslümanların, hatta
kendisinden sonraki imamın velisidir -ve onun üzerinde velayet hakkı
vardır-; yani onun devlet ve yönetimle ilgili emirleri herkesi kapsar ve
herkes için bağlayıcıdır; vali ve şer'i kadı tayin ve azlinde bulunma
yetkisi vardır. Devlet ve yönetim oluşturma, icra ve yönetimle ilgili
işleri deruhte etme gibi hz. Resulullah -sav- ve imam için geçerli olan
bu ‘velayet’ şekli, fakih için de vardır. Ancak bu fakih, zamanının
bütün diğer fakihlerine de velayette bulunacak ve bir fakihi azl veya
tayin edebilecek şekilde bir ‘mutlak velâyet’e de sahip değildir. Bu
anlamda; birinin diğerinden daha aşağı veya daha yukarı mertebeye
sahip olması şeklinde bir mertebe ve derece yoktur, birinin ‘veli’;
diğerinin "daha veli" olması sözkonusu değildir.
Bu mesele böylece belli olduktan sonra, hadlerin uygulanması ve
islam topraklarının ve nizamının korunması için fakihlerin topluca veya
ferdi olarak -tek başına- şeriat devleti kurması gerekir. Elinden
gelebilen ve kendisi için mümkün olan kimseye bu vazife ‘farzı aynî’
(aynî farz)dır, aksi takdirde ‘kifâî farz’ olur(63). Bu da mümkün
olmazsa velayet görevinin hükmü kalkmış olmaz, zira -fakihler- Allah
tarafından bu vazifeyle sorumlu kılınmış ve atanmışlardır. Yapabilirlerse
vergiler, hums, zekat ve haraçları toplayıp müslümanların hayrına
olacak işlerde harcamaları ve hadleri uygulamaları gerekir. Belli başlı
ve ülkeye hakim bir devlet kuramıyorsak bile bir kanara çekilip hiçbir
şey yapmamazlık edemeyiz; bilakis, müslümanların ihtiyacı olan her işi
ve bir islam devletinin yapması gereken herşeyi yapmak ve elimizden
geldiğince uygulamakla mükellefız.
(63)
Bütün müslümanlara tek tek farz olan farza aynî farz denir, bir kişinin onu
yapmasıyla, diğerlerinden sâkıt olmaz, namaz ve oruçta olduğıı gibi. Bir müslümanın
yerine getirmesiyle diğer müslümanlardan sâkıt olan farzlara ise farz-ı kifâi denir; emr-i
bi'1 mâruf ve nehy-i ani'1 münker gibi.
Tekvînî Velâyet
Masum imamın -s- devlet ve hükumet velayeti yetkisinin
ispatlanması, onun manevi -tekvînî- makamı olmadığı anlamına gelmez.
İmam için, devlet ve yönetim görevinden farklı olarak, bir de manevî
makamlar vardır. ‘Allah'ın genel helifesi olma makamı’ olan bu
mertebe, kimi zaman masum imamlar -s- tarafından da bizzat ifade
edilmiştir. Tekvinî olan bu hilafet gereğince bütün zerreler ‘veliyy-i
emr’ karşısında eğilir ve ona itaat ederler. Mezhebimizin zaruri
inançlarındandır bu; masum imamların -s- manevi makamlarına
hiçkimse erişemez; hatta mukarreb melek ve nebiyy-i mürsel bile!
Mevcut rivayetlerde de belirtildiği üzere hz. Resul-ü Ekrem efendimizle
-sav- masum imamlar -s- bu âlemden önce Arş'ın gölgesinde bulunan
nurlar idiler ve nutfelerinin bağlanması ve "tıynet" açısından da diğer
insanlardan ayrıcalıklı ve üstündüler(64) ve sayısız makamları, mertebe
ve dereceleri vardır onların. ‘Mirac’ rivayetlerinde hz. Cebrail
aleyhisselamın da arzettiği gibi ‘Biraz daha yaklaşacak olsam,
yanarım’(65). Keza masumların -s- şu buyrukları: ‘Bizim Allah Teala'yla
öyle hallerimiz vardır ki ne mukarreb -yakın- melekler ulaşabilir ona, ne
de mürsel nebiler’(66). Bu inanç, bizim mezhebimizin usullerindendir;
masum imamlar -s- devlet ve yönetim mevzuundan önce -ve öte
olarak- böylesine -yüce- makamlara sahiptirler. Hatta mevcut
rivayetlerde de belirtildiği üzere hz. Fâtıma-ı Zehrâ selamullah aleyhâ
da bu manevî makamlara sahiptir(67), oysa ki o hazret ne devlet
başkanıdır, ne şer'î kadı ve ne de halife. Bu makamlar, devlet ve
yönetim görevinden ayrı -ve onu aşan- makamlardır. Binaenaleyh hz.
Fâtıma-ı Zehrâ aleyhâselâmın şer'i kadı ve halife olmamasının ben ve
sizler gibi alelâde bir insan olduğu veya manevi açıdan bizlerden üstün
olmadığı manasına gelmediği bilinmelidir. Aynı şekilde ‘Hz.
Peygamber'in -sav- müminlere kendi nefsinden daha evlâ olduğu'na (68)
(64)
Besair'udderecât, c:l s:20, 10. bab, Bihar'ul Envar c: 25 s:1-103. (65)
Bihar'ul Envar c:18 s:382, İsbât'ul Mîrac ve mefati ve keyfıyye" bâbı. (66)
Erbain: Allame Meclisi s:177, 15. hadisin şerhi, Kelemat-ı Meknune, s: 101,
biraz değişik ibaretle.
(67) İleluşşerayi c: l s:123; 143. bâb, 1. hadis ve: Meani'ul Ahbar s:G4 ve 107 ve:
Bihar'ul Envar c:43 s:12 ve sonrası. (68)
"..,Peygamber, müminlere kendilerinden daha evlâdır." Ahzab, 6.
inanan biri, hz. Resul-ü Ekrem'in -sav- müminler üzerindeki devlet
başkanlığı ve velayet makamından çok daha ileri ve üstün bir makamı
da olduğunu ifade etmiş olur. Bu mevzuya daha fazla girmiyor ve bu
kadarla noktalıyoruz, çünkü -yönetimle ilgili değil,- başka bir ilmin
sahasına girmektedir.
Devlet, Yüce Gayeleri Gerçekleştirebilmek İçin Bir
Vesiledir
Devlet ve yönetimi elinde bulundurmak başlıbaşına bir makam ve
iftihar vesilesi değildir asla; bilâkis, devlet ve iktidar, adil islam düzenini
kurma ve islam hükümlerini uygulayabilme vazifesinin ifası yolunda bir
vesiledir sadece. Hz. Emir'el Müminin -s- devleti yönetme ve ordulara
komuta etmenin bizâtihi hiçbir değer ifade etmediğini anlatabilmek için -
elindeki yırtık ayakkabıyı göstererek ‘bu ayakkabı ne kadar eder?’
diye sordu, İbn-i Abbas(69) ‘hiç!’ diye cevap verince ‘Size komutanlık
etmek, benim nazarımda bundan da değersizdir işte!’ buyurdu ve şöyle
ekledi: ‘Meğer ki bu komuta ve iktidar vasıtasıyla hakkı (yani islam
kanun ve nizamlarının icrasını) yerine getirip bâtılı (haksız ve zalimâne
düzen ve kanunları) ortadan kaldırayım’(70). Demek ki devlet ve iktidar,
arayan insanlar için bu vesile, yüce gayeleri gerçekleştirmeye
yaramayacaksa zerrece kıymet ifade etmez. Nitekim Nehc'ul Belaga'da
da şöyle buyrulur: ‘Eğer benim için hüccet tamamlanmamış ve bu işle
vazifelendirilmiş olmasaydım -devlet ve iktidarı- bırakıverirdim’. Devlet
ve iktidarı ele geçirmenin manevî bir makam değil, sırf bir vasıta ve
vesileyi ele geçirmekten ibaret olduğu apaçık ortadadır. Çünkü manevi
bir makam olsaydı kimse onu gaspedemez ve bırakamazdı. Devlet ve
iktidar ancak ilahi hükümlerin icrası ve âdil islam düzeninin teşkiline
yararsa değer ve kıymet kazanır ve ancak böyle bir iktidar ve devlet,
(69)
H z . Resulullah'ın -sav- ve hz. Ali'nin -s- amcası Abbas'ın oğlu Abdullah.
(hic.'ten 3 yıl önce doğmuş, h.68'te vefat etmiştir) Kur'an tefsirini hz. Ali'den -s-
öğrendi ve ‘Reis'ul Müfessirin’ (tefsir edenlerin en büyüğü) ve ‘Hibrel Ümme’
(ümmetin bilgini) lakabıyla meşhur oldu. Cemel, Sıffın ve Nehrevan savaşlarında
hz. Ali'nin -s- saflarında savaştı, o hazretin komutanlarından ve ashabındandır (70)
Nehc'ul Belaga, 33. hutbe.
onu elinde bulunduran için bir maneviyat ve değer ifade eder. Bazı
insanlar dünyanın güç ve çekiciliğine fazlaca aldanmış olduklarından,
iktidar ve yönetimi elinde bulundurmanın masum imamlar -s- için
gerçekten bir değer ve kıymet olduğunu, başkasının eline geçmesi
halindeyse kıyametin kopacağını sanırlar. Halbuki mesela Sovyetler ve
İngiltere'nin başbakanları veya cumhurbaşkanının elinde devlet ve
iktidar var, ama kâfirdirler! Kafrrler ve buna rağmen ellerinde iktidar
var, siyasi nüfuz ve güçleri var ve bu iktidar ve siyasi nüfuz ve
güçlerini, gayriinsanî politikalar ve kanunların da yardımıyla, kendi
- şahsî- emel ve arzularının tatmini yolunda kullanmaktadırlar.
-Masum- imamlar -s- ve âdil fakihler devlet ve yönetim teşkilatını
ancak ilahi hükümler-i uygulama ve âdil islam düzeninin oluşmasını
sağlayarak halka hizmette bulunma yolunda kullanmakla görevlidirler.
Yoksa, sırf devlet ve yönetimi idare etmiş olmanın, onlar için zahmet
ve eziyetten başka birşey olmadığı apaçık ortadadır; yine de mecburen
buna katlanırlar, çünkü bu vazifeyi yerine getirmekle görevlidirler.
"Velayet-i fakih" mevzuu bir görev ve mükellefiyetten ibarettir.
Devletin Yüce Hedetleri
Hz. Ali -s- devletin başına geçip yönetim sonımluluğunu
üstlenmesinin nedenini açıklarken ‘yüce hedefler için, hakkı diriltip,
bâtılı ortadan kaldırmak için’ demektedir. İmam -s- şöyle
buyurmaktadır: "Allah'ım! Sen de bilirsin ki biz sırf mevki ve makam
elde etmek için kıyam etmiş değiliz, hayır, biz mazlumları zalimlerin
elinden kurtarmak istiyoruz. Bu iktidarı ve halkın yönetimini kabul
etmemin yegane nedeni ‘Zalimlerin zalimce ve oburca yaşayışları ve
mazlumların dayanılmaz açlıkları karşısında sessiz kalmayacaklarına
dair Allah Tealâ'nın, ümmetin âlimlerinden söz almış ve onları bu -
durumda sessiz kalmamak-la mükellef kılmış olması’dır(71) Ve bir başka
yerde de:
‘Ya Rabbi! Sen pek iyi bilmektesin ki bizim yapmakta olduğumuz
bu iş -yönetim ve savaşlara komuta- siyasi gücü ele geçirmek için bir
rekabet veya dünyanın değersiz metaından birşeyler elde edebilmek için
(71)
Ae, 3. hutbe (Şıkşıkiyye).
değildir.’ buyurmakta ve kendisiyle adamlarının onca çaba ve gayretlerinin
nedenini şöyle açıklamaktadır:
"...Uğraşılarımızın nedeni, Sen'in dininin apaçık ve besbelli
prensiplerini yeniden hayata geçirmek, uygulanmasını sağlamak,
yeryüzünde ıslahta bulunmak, böylece zulme uğramış kullarının
güvenlik içinde olmasını ve niceden beridir uygulanmayan hüküm ve
kanun -ve ceza kanun-larının bilfıil hayata geçirilip uygulanmasını
sağlamaktır!"
Bu Gayelerin Gerçekleşmesi İçin Gerekli Özellikler
Devlet müessesesi ve elindeki iktidar ve emir gücüyle, İmam'ın –s-
da yukarıda belirtmiş olduğu islamın yüce gayelerini gerçekleştirmek
isteyen bir yöneticinin, daha önce değinmiş olduğumuz mezkur zaruri
haslet ve özellikleri taşıması, yani kanunu bilmesi ve âdil olması gerekir.
Bu nedenle hz. Emir'el müminin -s- devletin yüksek hedeflerini
belirledikten sonra sözlerinin devamında, devleti yönetecek olan
kimsede bulunması gereken sıfatları şöyle açıklamaktadır:
"Allah'ım; sana ilk yönelen ve Resul'ünün -sav- diline câri etmiş
olduğun dinini ilk işitip ilk iman edendim ben. Namaz kılma hususunda
Allah Resulü'nden -sav- başka hiçkimse benden öne geçmedi. Ve siz,
ey insanlar, halkın namusuna, kanına, gelirine, hükümler ve kanunlara
ve müslümanların liderliğine egemen ve velayet sahibi olan kimsenin,
müslümanların malına mülküne göz dikecek, kerem ve büyüklükten
yoksun bir pinti olmaması gerektiğini pekalâ bilirsiniz."
‘Keza, cahil ve kanunlardan bihaber de olmamalıdır, yoksa cahilliği
yüzünden halkı yanlış yola götürür.’
‘Kaba ve sert de olmamalıdır, yoksa halk onunla muaşeretten
çekinecek ve onunla ilişkisini kesecektir. Keza hiçbir devletten
korkmaması gerekir ki -bu korkuyla- bir devlete düşman ve diğer bir
devlete dost olmak durumunda kalmasın.’
‘Yargı işlerinde rüşvet alan birisi de olmamalıdır, aksi takdirde
insanların haklarını zayi eder ve hakkın hak sahibine ulaşmasını
engeller. Sünnet ve kanunu bırakmaması gerekir, yoksa ümmet sapma ve
felakete sürüklenmiş olur.’(72)
(72)
Ae, 13. hutbe.
Dikkat ediniz, bu rivayetlerin konusu iki eksen etrafında dönüp
durmaktadır: İlim ve adalet! Bu ikisi, ‘velayeti elinde bulunduran –vâli-
'in taşıması zaruretle gerekli hasletler olarak belirlenmektedir.
‘cehaletiyle halkı saptıracak bir cahil olmasın’ ibaresinde ‘ilim’
özelliğine işaret edilmektedir. Diğer ibarelerde de gerçek anlamda bir
‘adalet’ vurgulanmaktadır. Gerçek anlamda adalet; devletler ve halkla
ilişkilerde ve halkla alış verişlerde, yargı ve muhakemede ve kamu
gelirlerinin bölüştürülmesinde hz. Emir'el müminin -Ali- (s) gibi
davranmak ve o hazretin, Malik-i Eşter(73) ve gerçekte bütün valiler ve
diğer görevliler için tespit etmiş olduğu programı (74) uygulamaktır; bu
program tıpkı genel bir talimat ve genelgeye benzer, böylece fakihler de
velayeti -iktidarı- ellerinde bulundurmaları halinde uymaları gereken
talimatı bilmiş olmaktadırlar.
(73)
"Eşter" adıyla tanınan Mâlik bin Hâris-i Nehei (h.?-38) islam ordularının
büyük komutanlarındandı, cesaret ve kahramanlığıyla meşhurdu. Cemel ve Sıffın
savaşlarında hz. Ali'nin -s- en yakın komutanı oldu. İmam -s- onu Mısır'a vali
tayin ettiyse de bunu öğrenen Muaviye tarafından, Mısır'a giderken yolda
zehirletilerek şehid edildi. İmam Ali'nin -s- ‘Mâlik ahdnâmesi’ adıyla ona yazdığı
fermannâme pek meşhurdur. Bkz: Nehc'ul Belaga, 53. mektup.
(74) Nehc'ul Belaga, 53. mektup.
4 . B Ö L Ü M
AHBARDA
VELAYET-İ FAKİH
Hz. Resul-ü Ekrem'in -sav- Haletleri Âdil Fâkîhlerdir
Doğruluğunda hiç şüphe bulunmayan rivayetlerden biri şöyledir:
Emir'el müminin (hz. Ali -s-), hz. Resulullah'ın -sav- "Allah'ım, benim
haleflerime rahmet et!" buyurduğunu ve bunu üç kez tekrarladığını,
‘Ya Resulullah, sizin halefleriniz ve halifeleriniz kimlerdir?’ diye
sorulması üzerine o hazret ‘Benden sonra gelip, benim hadis ve
sünnetimi naklederler ve benden sonra bunları halka öğretirler!’
buyurduğunu rivayet eder(75).
(75)
Vesailuşşia'nın yazarı bu hadisi ‘kazâ’ kitabının ‘kadının sıfatları’
bablarında, 8. babda, 50. hadiste ve 11. babın 7, hadisinde irsal olarak kaydeder.
Meâni'ul Ahbâr ve Mecâlis'te iki senetle -kı bazı ricallerde müşterektir bunlar-
nakleder ve Uyun'da 3 ayrı senetle -ki bütün ricallerde de 3 ayrı senet olarak geçer-
Rahmetli Şeyh Saduk(76) bu rivayeti Meâni'ul Ahbar (77), Uyûn-u
Ahbar-ur Rıza(78) ve Mecâlis(79) adlı eserlerinde beş yoldan rivayet
etmiştir (ki rivayetlerden ikisi bazı açılardan benzer olduğundan, aslında
dört yoldan sayılır).
Müsned(80) olarak zikredilen rivayetlerden birinde ‘öğretenler’ ve
diğerlerinde ‘halka öğretenler’ geçer (81), mürsel(82) olarak zikrolunan
rivayetlerdeyse -yukarıdaki hadisin- ilk kısmı yer almaktadır ve ‘benden
sonra halka öğretenler’ ibaresi yoktur (83).
Bu Rivayet Hakkında İki İhtimale Dayanarak
Konuşuyoruz:
Farzedelim ki rivayet birdir ve ‘öğretenler’ ibaresi ya hadisin sonuna
sonradan eklenmiş, ya da mezbur cümle şeklindeymiş ve sonrada
kayıtlıdır ve birbirinden uzak üç ayrı noktalarda yaşadıkları vurgulanmıştır.
(İmam’ın –ra- notu) (76)
Muhammed bin Ali bin Hüsevin bin Musa bin Babevevhi Kummî. ‘Ebu
Cafer’ Kuleyni ve 'İbn-i Babeveyh" ve "Sadûk" adlarıyla mâruf (?-381 hk.)
İmamiyenin en büyük alimlerinden, en güçlü hadis ve fıkıh bilginlerindendir.
Gaybet-i Suğra döneminde ve İmam-ı Zaman'ın -af- duasıyla dünyaya gelmiştir.
Babası .Ali bin Babeveyh. Muhammed bin Hasan bin Velid ve Cafer bin
Muhammed Kuleviyye'den rivayetlerde bulunmuştur. Şeyh Müfid, İbni Şâzan, Ğâzayirî
ve Şeyh Ebu Cafer Dureysti ondan rivayet nakletmişlerdir. 300'e yakın eseri
olduğu kaydedilir, bunların en tanınmışı: ‘Men lâ Yehzuruhul Fakih", El Hısâl".
‘E1-Tevhid’. ‘Uyun-i Ahbar-ir Rızâ’. ‘El- Emâlî’, ‘Meâni'ul Ahbâr’, ‘İleluşşerayi" ve
Kemaluddin’dir. (77)
Meâni’ul Ahbar: Şeyh Saduk bu eserinde masum imamların -s- konuşma ve ahbarının
tefsirine dair hadisleri toplamıştır. (78)
c:2 s: 37. 31. bâb. 94. hadis. Uyun-i Ahbarurrıza. İmam Rıza'nın -s-
biyografisi ve ondan ulaşan rivayetleri içerir. 139 babdır. (79)
s: l52. 34 . meclıs. 4. hadis. "Arz’ul Mecâlis" veva sadece `Mecâlis' adıyla
da tanınan 'Emâli` adlı eser Şeyh Saduk'undur ve toplam 97 meclisin (oturum ve
toplantının) mahsulüdür. (80)
''Müsned'. bütün ravileri sened olarak mezkur masum imam’a –s- kadar
ulaşan rıvayete ‘müsned’ denir (81)
Mecâlis'teki müsned (s:l52) ‘yuellimuneha’. Uyun-i Ahbarırrıza’da
‘yuellimunnehunnas’ şeklinde geçer. (82)
‘Mürsel’: Ravilerinin tamamı veya bir kısmı senediyet halkasında
bulunmayan rivayete denir. (83)
Men la Yehzuruhul Fakiyh c:4 s:302. bâb'ul nevâdir. 95. hadis.
düşmüştür. Cümlenin sonradan düşmüş olması ihtimali akla daha yakın
görünmektedir. Çünkü eğer eklenmiş olursa bunun hatayla ve yanlışlık
eseri vuku bulduğu söylenemeyecektir; zira daha önce de belirttiğimiz
gibi bu rivayet birkaç yoldan -raviden- nakledilmiştir ve rivayet eden
şahıslar -raviler- da birbirlerinden pek uzak diyarlarda yaşıyorlardı: Biri
Belh'te, diğeri Nişâbur'da, üçüncüsü de bir başka yerde-. Bu durumda
o kelimenin hadise sonradan kasten eklenebilmiş olma ihtimali
sıfırlanmaktadır. Çünkü birbirinden onca uzak beldelerde yaşayan
birkaç kişinin aklına aynı kelimenin gelmesi ve aynı kelimeyi
eklediklerinin düşünülmesi pek imkansız görünmektedir. Bu nedenle şu
kesin olmaktadır: Eğer rivayet vahide -tek- ise ‘öğretenler’ kelimesini
ya rahmetli Saduk'tan nakledenler düşürmüş ve onun eserinden iktibas
edenin kaleminden düşmüştür, veya bu kelimeyi Saduk -ra-
zikretmemiştir.
İkinci ihtimal, iki ayrı hadisin rivayet edilmiş olmasıdır, biri
‘öğretenler’ kelimesiyle ve diğeri, bu kelime olmaksızın... Bu durumda
mezbur kelimenin bulunduğu hadisirı; mesleği hadis nakletmek olan ve
kendisinden hiç fetva ve görüş beyan etmemiş bulunanları
kapsamayacağı apaçık oırtadadır. Keza hadisi hiç mi hiç anlamayan ve
‘Yüceleri vardır ki bilgi taşırlar, ama kendileri o bilgiden habersizdirler’
hadisine(84) misdak teşkil eden ve işi gücü, tıpkı bir alıcı cihazı gibi hadis
ve rivayetleri sırf alıp yazan ve halka aktarmaktan ibaret olan bazı
muhaddislerin -hadiste geçen- ‘halef’ler ve ‘halife’ler olabileceğini ve
bunların islâmî bilimleri öğretebileceklerini söylemek zaten mümkün
değildir. Evet, bunlarrn da islama ve müslümanlara pek değerli
emeklerinin geçtiği doğrudur, keza bunlardan birçoğu fakih ve görüş
sahibi insanlardı, Kuleyni -ra-(85) Şeyh Saduk -ra- ve Şeyh Saduk'un
(84)
Hz. Resulullah -sav- Hiyf Camii'ndc irâd ettiği bir hutbede şöyle buyurdu:
‘Kimileri vardır ki bir ilmi taşırlar da kendileri onu bilmezler, kimi de vardır ki
bildiği bir bilgiyi, kendisinden daha bilinçlisine ulaştırır' Bkı: Usul -i Kaîfı c:2
s:258 kitab'ul hüccet. ‘Ma emerennebi -s- binnasihat’ul eimmet'ul müslimin' babı.
1. hadis.
(85) 'Sıkat-ul İslam" adıyla tanınan Muhammed bin Yakub bin İshak-ı Kuleyni-i
Râzî ('?- 328 veya 329 ) hk.) büyük şia muhaddisi ve hadis alimlerinin en büyüğü.
Şianın ‘Kutub-u Erbaa’sının ınüelliflerinin ilkidir. Tanınmış ‘Kafi’ kitabını uzun
yıllar boyunca yazıp tamamlamış ve ‘usul’, ‘furu’ ve ‘rowze’ olarak üç bölümde
toplamıştır.
babası -ra- fakihlerdendiler(86), islam hüküm ve bilimlerini öğretiyorlardı
halka. Şeyh Saduk (ra)'la rahmetli Şeyh Müfıd'in (87) farklı olduklarını
söylerken Şeyh Saduk'un -ra- fıkha vakıf olmadığını veya onun fıkıh
bilgisinin Şeyh Müfıd'den -ra- daha az olduğunu kastetmek istemiyoruz
-bilakis-, Şeyh Saduk -ra- bir oturumda dinin bütün usul ve füru'larını
tamamen açıklayıp şerheden kişidir(88)! Ancak, o merhumla Müfıd -ra-
arasındaki fark şudur: Müfıd ve benzeri müçtehidler, hadis ve
rivayetleri aktarırken kendi görüş ve reylerini de belirtiyorlardı; Şeyh
Saduk -ra- ise görüş belirtmeyen ya da çok az belirten fakihlerdendir.
-Mevzuubahis- hadis, islami bilimleri yayan, islam hükümlerini
beyan edip anlatan ve insanları, başkalarına eğitim verebilecek şekilde
islam için yetiştirip hazırlayan kimseleri kapsamına almaktadır. Tıpkı
hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -sav-'le masum imamların -s- islam
ahkamını öğretip yaymaları, medrese eğitimi vermeleri, onların bu
eğitim ve okullarında binlerce insanın ilmî faydalar sağlaması ve
öğrendiklerini halka öğretmekle yükümlü olmaları gibi! ‘Halka
öğretirler’le kastedilen de, islam bilimlerini halka öğretip yaymaları ve
islam hükümlerini halka ulaştırıyor olmalarıdır. Eğer islamın bütün
dünya insanları için olduğunu söylüyorsak; müslümanların, bilhassa
islam ulemâsının islam ve islam hükümlerini bütün dünya insanlarına
anlatmak ve bütün dünyaya yaymakla muvazzaf olduğu akıl sahipleri
için apaçık ortadadır.
Eğer ‘halka öğretirler’ ibaresinin bu hadiste yer almadığını
varsayacak olursak, o zaman hz. Resul-ü Ekrem -sav-' in "Allah'ım,
halifelerime rahmet et ... Onlar, benden sonra gelen ve hadis ve
sünnetimi rivayet edenlerdir’ buyruğunun ne anlama geldiğine
bakmamız gerekir. Bu durumda rivayetin ‘fakih’ olmayan ravileri
(86) Ali bin Hüseyin bin Musa bin Babeveyh (?- 329 hk): Tanınmış şia muhaddis ve
fakihi. Pek çok kitap ona ait bilinir, bunlardan bazısı şunlardır: El-Tevhid, El İmame Ve'1
Tebrere Min'el Hiyre, Esselat, El İhvân Ve'şşerâî"'.
(87)
"Şeyh Müfid" ve ‘İbni Muallim’ lakaplarıyla meşhur Ebu Abdullah Muhammed bin
Numan (336 veya 338-413 hk) şianın tanınmış muhaddis, fakih ve kelamcılarındandır.
Bağdad Bilim Başkanlığı yaptı. Seyyid Murteza Elemulhüdâ, Seyyid Reziy, Şeyh Tusi ve
Necâşi onun en tanınmış öğrencileri arasındadır. İkiyüze yakın eserinden bazısı şunlardır:
İrşad, İhtisâs, Evâil'ul Mekâlât, Emâli ve Meğne'e.
(88)
El-Emali Ow'el Mecâlis, 93. meclis, s:509-520 ve: Bihar'ul Envâr c:10
s:393-405, kitab'ul ihticâc, 25. bâb.
kapsamına almayacağı ortadadır. Zira bütün hükümlerden ibaret olan
ilahi sünnetler, hz. Resul-ü Ekrem'e -sav- nazil olduğu için
‘Peygamberin sünneti’ olarak isimlendirilirler. O halde hz.
Resulullah'ın -sav- sünnetini yaymak isteyen bütün ilahi hükümleri
bilmeli ve sahihi sakıymden (doğruyu yanlıştan -çev-), ıtlakı takiyyeden
(saltı - şartlı ve sınırlıdan -çev-) (89), âmm olanı hâs olandan(90)
ayırdedebilmeli, mantık önermeleri ve aklî hükümleri (91)
toparlayabilmeli, takiyye sırasında geçen rivayeti diğerlerinden teşhis
etmeye yarayacak ölçüleri bilmeli ve bunu başarmalıdır. İçtihad
mertebesine varmayan ve sadece hadis nakleden muhaddislerin bileceği
işler değildir bunlar, onların hz. Resulullah'ın -sav- gerçek sünnetini
teşhis edebilmesi mümkün değildir ve bu da hz. Resulullah -sav-
açısından değersizdir. Hz. Resulullah'ın -sav- doğru olsa veya olmasa
ve kendisinden nakledilmemiş olsa bile sırf ‘Resulullah dedi ki..."'yle
başlayan bir takım rivayetlerin yayılmasını istemiş olması elbette ki
düşünülemez. Bilakis, o hazretin amacı gerçek sünnetin yayılması ve
hakiki islam hükümlerinin halk arasında neşrolunmasıydı. ‘Ümmetime
kırk hadis ezberleteni Allah, fakih olarak haşreder’ rivayeti (92) ve hadis
(89)
Mutlak'ın usul bilimindeki anlamı bütün ilgili bireyler için geçerli olan ‘genel
sıfat’tır (erkek olan herkes için kullanılan "erkek" veya ‘adam’ kelimesi gibi). Mukayyed
veya ‘kayıt ve şarta bağlı’ (şartlı, sınırlı) deyimi ise özne (sıfatları içerir, ör: "bilge
adam''). (90)
Usul biliminde ‘amm’ derken, herkesi kapsayan bir mana kastedilir, "her
bilimadamına saygı duy" cümlesinde olduğu gibi gelen kapsamlı bir anlam kastedilir.
‘Hass’ derken, bu durumun istisnası veya şartlısı kastedilir, ör: Ahlâksızı dışında, her
bilimadamına saygı duy!" cümlesinde olduğu gibi. (91)
Fıkıhta `cem'i ukelâi"denilirken, görünüşte yekdiğeriyle farklı olan iki delil
veya önermeyi birbiriyle irtibatlandıran ve birini diğeri için iptal etmeyip asıl gayeyi
çıkarabilme metoduna -mantık ve edebiyata- vakıf insanların yöntemi
kastedilir. Meselâ ‘zina eden erkek ve kadına 100 kırbaç vurun’ hükmüyle ‘evli
olduğu halde zina edeni (muhsine) taşlayıp öldürün’ hükmü görünüşte farklıdırlar,
ama ukelâ (mantık bilenler) birinci hükmü ‘amm’ (genel geçer), 2. hükmüyse
"hass" (özel durum) olarak belirler ve genel durumun şartlarını özel duruma uygulamaz,
iki farklı şartlar için inmiş bu iki hükmü birbirine karıştırmayıp ‘hass’ı "âmm"ın
kapsamından çıkararak her iki hükme de amel ederler. (92)
Çeşitli şia ve sünni kaynaklarında bu mazmun -biraz farklı ifadelerle
geçmektedir. Bkz: Hısâl: c:2 bâb'ul erbâin 15 ve 19. hadisler ve: İhtisâs s:2 ve:
Bihar c:2 s:153-157.
yaymayı öven benzeri hadisler(93) hadisin ne olduğunu bile bilmeyen
muhaddisler için değildir ki; bu gibi hadis ve rivayetler, hz. Resulullah'ın -sav-
hadisini gerçek islam hükmüne mutabık olarak teşhis kabiliyetine sahip
kimseler içindir. Bu da, ancak ‘fakih ve müçtehid olanlar’ demektir; çünkü
ancak fakihlerle müçtehidler islam ahkamının bütün boyutlarını bilip
değerlendirebilir, ellerindeki fıkhî ölçüleri kullanarak islam ve imamların -s-
muayyen etmiş olduğu ölçü ve kıstaslar yardımıyla islamın gerçek hükümlerini
bulup çıkarabilirler. İşte bunlar Allah Resulü'nün -sav- halifeleridirler; ilahi
hükümleri bunlar yayar, halka islam ahkamını öğretirler, hz. Resulullah -sav-
bunlar için dua etmiş ve "Allah'ın rahmeti halifelerimin üzerine olsun"
buyurmuştur.
Yukarıdan da anlaşılacağı üzere "Allah halifelerime rahmet etsin"
hadisinin, gerçekte bir ‘kâtip’ten farkı bulunmayan hadis ravilerini
kastediyor olması mümkün değildir, sırf kâtiplik eden ve sırf hadis
yazan birinin hz. Resul-ü Ekrem'in -sav- halifesi olamayacağı ortadadır.
Hadiste geçen ‘halifeler’den maksat ‘islam fakihleri’dir; halka islam
hükümlerini öğretip yayan, halkı eğitip yetiştiren âdil fakihlerdir. Zira
âdil olmazlarsa tıpkı hz. Emir'el müminin -s- aleyhinde hadis uyduran
Semeret bin Cündeb(94) gibi, islama aykırı hadisler uyduran kadılar ve
şeyhulislamlar haline gelirler. Eğer fakih olmazsa o zaman da fıkhın ne
(93)
Usul-ü Kâfr c:l kitab-ı fazlul ilim bâb-ı `Yivayet'ul kitab vel hadis" Bihar:
c:2 bâb: 16 vc 20-21.
(94) Ebu Abdurrahman Semeret İbni Cundeb bin Melâl bin Cureyc ('?-58 hk) hz.
Resul-ü Ekrem'den -sav- pek çok rivayette bulunmuştur. Ziyad'ın ölümünden sonra
bir süre Basra'da onun yerine geçtiyse de Muaviye tarafından azledildi. Taberi,
Semeret'in vali olduğu dönemde 8 bin kişinin katline ferman verdiğini yazar. Kufe'ye
geldiğinde ziyad ‘öldürdüğün onca adam arasında birinin suçsuz olmasından
korkmuyor musun?’ diye sorunca ‘Bundan daha fazlasını da öldürürüm, niye
korkayım ki?!" diye cevap verdiği kayıtlıdır. İbni Ebi'1 Hadid'in Nehc'ul Belağa’ya
yazdığı şerhte (c:4 s:73) naklettiği bir tarihi vak'a oldukça ürkütücüdür: ‘Muaviye
Semeret'e 100 din dirhem karşılığınd’ ...İnsanlardan öylesi de vardır ki dünya
hayatına ilişkin sözleri senin hoşuna gider ve kalbindekine rağmen Allah'ı şahid
getirir, oysa o, azılı bir düşmandır" (Bakara, 204) avetinin hz.Ali -s- ve ‘...İnsanlardan
öylesi de vardır ki Allah'ın rızası için nefsini satın alır..." (Bakara. 207) ayetinin ise
İbn-i Mülcem (hz. Ali'nin -s- katili) hakkında nazil olduğu yolunda bir rivayet
uydurmasını istedi. Semeret, önerilen parayı az buldu ve nihayet bu meblağın 4 katını
(400 bin) alarak mezkur ayetlerle ilgili bir rivayet uydurdu.’
olduğunu bilemeyecek ve islam hükümlerini tanıyamayacaktır. Çünkü
zalim yöneticiler ve saray mollalarının sırf şahlara ve sultanlara
yaranabilmek için uydurmuş olduğu binlerce hadis vardır. Nitekim iki
‘zayıf rivayet'le neler yaptıklarını görüyoruz (95); sultanlar ve krallara
karşı kıyam edin diyen ve Musa'yı -s- çağının sultanına karşı
ayaklanmaya teşvik eden(96) Kur'an'a karşı kullandıkları bu iki zayıf
rivayeti! Kur'an-ı Kerim'e ilaveten, daha birçok hadis ve rivayette de
zalimlere karşı mücadele emri vardır(97). Tenbeller bunları bir kenara
bırakıp, muhtemelen saray mollalarınca uydurulmuş olan o iki zayıf
rivayete yapıştılar ve bu rivayetlere dayanarak ‘sultanlar ve egemenlerle
uzlaşmak gerekir, saraykulu olmak gerekir’ dediler! Eğer bunlar
gerçekten rivayet ehli olup dinden anlayan insanlar olsalardı zalimlerin
aleyhine olan onca rivayet ve emirlere amel ederlerdi. Kaldı ki böyleleri
rivayet ehli olsalar bile âdil değildirler. Âdil olmadıkları ve günahtan
uzak durmadıkları için Kur'an' daki hükümler ve onca hadis ve rivayeti
(95)
Bazı rivayetlerde ‘sultan’ ve padişahlar"a itaat edilmesi gerektiği meal inde
cümleler geçer. Bazıları, bu rivayetlere sarılarak zalimler karşısındaki
suskunluklarına kılıf uydurmaya çalışmışlardır. Oysa ki söz konusu rivayetler sened
açısından zayıf, delâlet açısından da yetersizdirler. Meselenin açıklığa kavuşması için
bu rivayetlerden ikisini burada aktarıyoruz: ‘Peygamber -sav- buyurdu ki, padişah
Allah'ın yeryüzündeki gölgesidir, zulüm görenler ona sığınırlar; eğer adaletle
davranırsa padişahlık onun için iyidir ve halkın ona müteşekkir olması gerekir. Eğer
zulüm ve sitemde bulunursa, günahı kendi boynunadır ve bu durumda halk Allah'ın
emri gelip çatıncaya kadar sabretmekle muvazzaftır.’ (Bkz: Bihar'ul Envâr, c:72
s:354)
Bir diğer rivayet(!) de şöyledir: ‘Peygamber efendimiz -sav- buyurdu ki: Padişaha
itaat farzdır, her kim ona itaat etmezse Allah'a itaat etmemiş olur ve O'nun ‘kendi
ellerinizle kendinizi mahvetmeyin.!!’ buyruğuna aykırı davranmış olur.’ (Bkz:
Menbe-i Piyşiyn s:368.)
İlk rivayetin ravilerine bakalım: Ebi'1 Mufazzal: Zayıf. Ali bin Hasan: Meçhul.
Hüseyin bin Zeyd ise "güvenilmez"dir.
İkinci rivayetin ravilerine gelince: Ali bin İbrahim ve Muhammed İbn-i Musaâb
‘meçhul''dürler, Muhammed bin Abdullah'la Ahmed bin Bekir, Hemâd bin Seleme.
Sâbit ve Enes 'güvenilmez'dirler. Bu rivayetlere karşılık, Bihar'ul Envâr’da bunların
tam tersini savunan yığınlarca rivayet vardır (bkz: Bihar c:72 s:335-375 bab:81-85) (96)
A’raf 103'ten sonrası, Yunus 75-84, Tâ-hâ 24-43, Müminun 45-47, Nâziât,
17.
(97)
Vesailuşşia c: l l `El-Cihad kitabı" ‘düşmana karşı cihad’ bâbları: 1, 5, 26, 46.
47, kitab'ul emr-i bil mâruf... 1,3 ve 8. bâblar.
bir kenara bırakıp iki zayıf rivayete yapışmışlardır. Onların bu iki zayıf
rivayete dört elle sarılmasını sağlayan şey işkembeleridir, ilim değil!
İnsanı saraylara kul eden şey rivayet -ve hadis- değil; bu işkembe ve
makam hırsıdır.
Kısacası islam bilimlerini yayma ve ahkâmı yayıp öğretme, âdil
fakihlerin işidir; ancak onlar gerçek ahkamla gerçek olmayanı ve
imamların -s- hangi rivayetleri takıyyeyle aktardıklarını teşhis ve
ayırdedebilirler. Çünkü biliyoruz ki -masum- imamlarımız -s- kimi
zaman gerçek hükmü söyleyemiyorlardı, şartlar elvermiyordu buna;
zalim ve zorba egemenlerin baskısı altında sıkı bir takıyyede bulunmak
zorundaydılar. Tabü ki bu mecburiyet din içindi -kendileri için değil
dinin bir zarara uğramasından korkuyorlardı. Nitekim gerekli bazı
durumlarda takıyyede bulunulmamış olsaydı zalim egemenler dinin
kökünü kazıyacaklardı.
Ancak, bu hadis-i şerifın ``velayet-i fakih"e delalette bulunduğu
şüphesiz olsa gerektir. Çünkü ‘hilafet’, nübüwet ve peygamberliğin
her boyutunda ‘haleflikte ve vekillikte bulunma’ demektir ve
"Allah'ım, halifeme rahmet et" cümlesinin "Ali benim halifemdir"
cümlesinden aşağı kalır tarafı yoktur ve birincide kastedilen `lıalifelik'te
ikincide kastedilen halifeliğin farklı bir anlamı sözkonusu değildir.
‘Benden sonra gelir ve hadislerimi rivayet ederler’ hadisi halifeleri
tanıtmaktadır, halifeliğin anlamını değil. Çünkü halifelik mevzuu sadr-ı
islamda açıklanmayı gerektirecek bir mevzu değildi ki -herkesçe bilinen
birşeydi-. Nitekim sonra da, halifeliğin anlamını değil, halifelerin -kim
ve nasıl olması gerektiğinin- açıklanmasını istiyordu ki, hazret de –sav-
bu vasıfları açıklayarak cevabı vermiş oldular. "Ali halifemdir" veya
‘imamlar halifemdir’ buyruklarını hiçkimse ‘halifeliğin nasıl olması
gerektiğine dair fıkhi bir açıklama’ şeklinde algılamadığı ve bu
cümlelerle net bir şekilde imamların devlet başkanlığı ve halifeliklerine
istinad edildiği kabullenildiği halde sıra -masum olmayanların
‘halifelik’ terimine gelince, duraklayıverilmiş olması bir hayli
şaşırtıcıdır! Bunun yegane nedeni, hz. Resulullah'ın -sav- hilafetinin
özel bir hadle sınırlı olduğu veya ancak özel bazı kimselere mahsus
olabileceği şeklinde bir zanna kapılmış olunmasıdır. Masum imamlar -s-
halife oldukları için; onlardan sonra kimse halife olamaz, halkı yönetme
işini onlardan başkası yüklenemez zannedilmiş, -imamlardan sonra-
islamın başsız kalması ve islam hükümlerinin kendi haline bırakılması
gerektiği zehabına kapılmışlardır. Yani ‘islam had ve sınırları
düşmanlara terkedilsin ve gerçekte islamın tamamen berî ve uzak
olduğu onca sapma ve eğrilikler -islammış gibi gösterilerek- normal
karşılanır olsun’ demektir bu!
İmam Musa bin Cafer Sâdık'tan -s- şöyle rivayet edilir: ‘Bir mümin
-veya mümin bir fakih- öldüğünde melekler ona gözyaşı döker,
yeryüzünde Allah'a ibadet ettiği yerler ve amelleriyle ulaştığı gök
kapıları ona ağlarlar; islam kalesinde, başka şeylerle onarılmayacak
gedikler oluşur. Çünkü imanlı fakihler islamın kaleleridirler; surla
çevrili bir şehrin surları mesabesindedirler.’(98)
Bu Rivayetin Metnine Dair
‘Kâfı’ kitabında aynı babda başka bir rivayet daha var ki, onda
‘mümin öldüğünde’ yerine, ‘mümin fakih öldüğünde’ ibaresi
geçiyor(99). Naklettiğimiz rivayetin başında `fakih’ kelimesinin
geçmemesi, ama sonlarında ‘mümin fakihler’ buyurulmuş olması,
‘fakih’ kelimesinin, cümlenin ilk kısmından düşmüş olduğunu
göstermektedir. Bilhassa ‘islamda gedik açılması’, ‘sur ve kale’ gibi
tabirlerin kullanılmış olması da buna delalet eder, ki tamamen
"fakihler"e uygun düşmektedir.
Rivayetin Anlamı Üzerine
‘Fakih müminler islamın kaleleridir’ buyruğuyla, gerçekte fakih
islam akâid, hüküm ve nizamlarının bekçi ve koruyucuları olmakla
görevlendirilmiş olmaktadırlar. İmam'ın -s- bu buyruğunun teşrifat ve
nezaket olsun diye söylenmediği apaçık ortadadır; benim size
‘Şeriatmedar’ (*) demem, sizin bana ‘Şeriatmedar’ demeniz gibi bir teklif
veya mektup zarflarının üzerine yazdığımız ‘sayın ... hazretleri’ gibi
göstermelik bir ünvan değildir! Evinin bir köşesine çekilip oturan,
(98)
Usul'ul Kâf, c:l s:47 kitab-ı Fazl'ul ilim, fıkh'ul ulemâ bâbı, 3. hadis. (99)
Ae 2. hadis (*)Şeriat eksenli anlamına gelen bu kelimeyi İmam'ın -ra- bilhassa seçtiği
söylenebilir, nitekim bu eseri daha önce Türkçeye çevirenlerin bu terimi çevirmemiş
olması da ilginçtir -çev-
hiçbirşeye karışmayıp ne islam kanunlarını koruyan, ne islam ahkâmını
öğretip yayan, ne müslümanların sosyal işlerine karışan, ne de
müslümanların işlerinde ihtimam gösteren bir fakihe ‘İslamın kalesi’
denilebilir mi?! Onun islam bekçisi olduğu söylenebilir mi? Bir devlet
başkanı bir yetkiliye veya bir komutana, gidip falan bölgeyi korumasını
söylediği halde o yetkili veya komutanın gidip evinde yatması ve
böylece o bölgeyi düşmanın eline bırakması, üstlendiği görev ve
vazifeyle bağdaştırılabilir mi?! Mümkün her yolla o bölgeyi korumaya
çalışması gerekmez mi? Siz, ‘bazı islam kanun ve hükümlerini
koruyoruz’ diyorsanız o zaman sorarım sizden: ‘islamın ceza
kanunlarını uyguluyor, hadleri yerine getirebiliyor musunuz?’ -
Cevabınız- ‘hayır’-dır-. İşte bu noktada -hadleri uygulayamadığınıza
göre islam kalesinde- bir gedik açılmış oldu! Yani sizin kaleyi
korumakla görevli olduğunuz bir sırada burcun bir kısmı yıkılıp gitti!
‘Peki, müslümanların hudut ve sınırlarını, islam vatanının toprak
bütünlüğünü koruyabiliyor musunuz?’ -diye soracak olsam vereceğiniz
cevap şudur:- ‘Hayır! Biz bu hususta dua edebiliriz sadece!’ -Siz böyle
deyince- surların bir kısmı daha yıkılmış oldu!
‘Peki, fakirlerin hakkını zenginlerden alıp kendilerine verebiliyor
musunuz (çünkü olandan alıp olmayana vermek sizin islamî
vazifenizdir)?’ diye soracak olsam yine ‘hayır, bunlar bizi
ilgilendirmez, inşaallah başkaları gelip bu işleri yaparlar!’ -diye cevap
veriyorsunuz ve o zaman da- surun bir tarafı daha gitmiş oluyor ve
böylece tıpkı İsfahan'ını kaybeden Şah Sultan Hüseyin gibi (100)
kalakalıyorsunuz işte! Bu nasıl sur, bu nasıl kaledir böyle; surun hangi
tarafını ‘hısn'ul islam’ (islam kalesinin muhafızı) beyefendiye bırakmak
istesek, bir mazeret öne sürerek kabul etmiyor?! -Rivayette geçen
"hısn" (kale, sur)ın anlamı bu mudur, "hısn" dediğin böyle mi olur?! !
‘Fakihler islamın kalesi ve surlarıdırlar’ buyruğunun manası, onların
islamı korumakla mükellef oldukları ve islamı koruyabilecekleri bir
ortam yaratmaları gerektiğidir ki bu da farzların en önemlilerindendir,
(100) İmam -ks- burada 1. Süleyman'ın oğlu ve Sefevi hanedanının son padişahı 1.
Hüseyin (?-1135 hk)'den sözetmektedir. Zayıf ve iktidarsızdı. 110'te tahta geçti. Onun
zamanında Afgan sultanı Mahmud İsfahan'a saldırdı. Sultan Hüseyin İsfehan'dan
vazgeçmesi için Ferehabad'la Culfa'yı ona bıraktıysa da Mahmud, savunmasız Şah'a
saldırarak şehri ele geçirip liyakatsiz Sultan Hüseyin'i öldürdü.
üstelik meşrut -şartlı- farzlardan değil, mutlak farzlardandır(101). İslam
fakihlerinin önemle peşinde olmaları gereken hassas mevzulardandır
bu; dini ilmiye medreseleri bu konuda kafa yormalı ve tıpkı hz. Resul-ü
Ekrem -sav- ve masum imamların -s- yaptığı gibi islamın koruyucusu
kesilip islam ahkamı, akaid ve nizamlarını tam anlamıyla muhafaza ve
müdafaa edebilmek için gerekli bütün araç-gereç ve güçlerle
donatmalıdırlar kendilerini.
Biz herşeyi bir kenara bırakıp ahkamın sadece bir kısmını almışız,
nesiller boyu sırf onları tartışıp duruyoruz (102). İslam ahkamının birçok
kısmı bugün ‘ulum-u garibe -tuhaf ve tabiatötesi bilimler-’ durumuna
gelmiştir(103)! Esasen islam garip -ve kimsesiz- haldedir bugün!
İslamdan sadece bir isim kalmıştır geriye! İnsanoğlu için gelmiş en
mükemmel ceza kanunları olan islam ceza kanunları bugün büsbütün
unutulmuş ve ‘sadece ismi kalmış’tır(104). Ceza ve hadler için nazil
olmuş bulunan ayetlerin kıraatinden -okunuşundan- başka varlıkları
sözkonusu değildir bugün. ‘Zina eden erkek ve zina eden kadına;
herbirine 100 kırbaç vurun’ (105) ayetini okuyoruz ama uygulamıyoruz,
uygulamakla yükümlü saymıyoruz kendimizi! Sadece kıraat edelim -
arapça harfleri gereğince telaffuz edelim- ki kıraatimiz iyi olsun,
seslerin mahreçlerden gereğince çıkmasına özen gösterelim, yeter; ama
bu arada sosyal gerçeklerin ne olduğu, islam toplumunun nasıl bir
durumda bulunduğu; fesad, ahlaksızlık ve fuhuşun nasıl yayıldığı,
iktidarların zinakârlardan yana olup onları nasıl desteklediği ise bizi
ırgalamaz, öyle mi?! Yani biz, zinakâr erkekle zinakâr kadına şu kadar
hadd cezası tayin edilmiş olduğunu bileceğiz sadece! Had cezasının
(101)
Bir farzın farz oluşu bir şartla kayıtlı değilse, ona oranla ‘mutlak farz’ olur:
Namazın abdeste göre farz oluşu gibi. Bir farzın farzlığı bir şarta bağlıysa o zaman
da o şeye oranla ‘şartlı farz’ olur: Haccın, ancak gerekli mali ve bedenî güvü
taşıma halinde farz olması gibi. (102)
Babadan oğula, bir nesildir diğerine sürekli tekrarlayıp duruyoruz
(103) Sihir, cadı, cifr, Ruhlara hükmetme, cinlere hükmetme ... vb. gibi gizli ve esrarengiz
bilimler.
(104)
Hz. Resul-ü Ekrem -sav- ve Emir'el Müminin hz. Ali'nin -s- şu sözlerine
işarettir: "Öyle bir gün gelecektir ki ümmetim arasında Kur'an'dan sadece bir nişâne
(savfa ve kağıttan ibaret bir kitap kastediliyor olabilir -çev-) ve islamdan sadece bir isim
kalacaktır geriye" Bihar, c:2 s:109, İlim kitabı, 15. bab, 14. hadis, Nehc'ul Belaga 361.
hikmet. (105)
‘Zina eden kadın ve erkeğe 100'er kırbaç vurun.’ Nur,2.
uygulanıp uygulanmayacağı ve -esasen- islamın zinayla mücadele
hükmünü kimin uygulayacağı gibi şeylereyse hiç karışmayacağız -öyle
mi-?!!
Sorarım size Allahaşkına, hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -sav- böyle
mi yapıyordu? Kur'an'ı okuyup bir kenara koyuyor ve onun emrettiği
hadler ve kanunların uygulanıp uygulanmadığına karışmıyor muydu?
Hz. Resul-ü Ekrem'den -sav- sonra gelen halifeler meseleleri halka
bırakıyor ve `istediğinizi yapın, biz size karışmayız" mı diyorlardı?!
Yoksa, tam tersine miydi; hadler -cezalar- belirliyor, -gerekene- kırbaç
vuruyor, icabında recmediyor, müebbet hapis veriyor, sürgüne mi
gönderiyorlardı? İslamda hadler ve diyetler mevzuunu araştırınız, bütün
bunların islamda mevcut olduğunu görürsünüz, esasen islam bu işler
için gelmiştir. İslam topluma çeki-düzen vermek, disiplini sağlamak için
gelmiştir; itibari imamet ve iktidar, toplumun işlerinin düzene
koyulması içindir.
Biz islamı korumakla mükellefız. Bu vazife mühim farzlardandır,
hatta namazla oruçtan bile daha farzdır. Uygulanması uğrunda -
icabında- kanlar dökülmesini gerektiren vazifedir bu. İmam Hüseyin'in
-s- kanından daha üstünü yoktu ve onun kanı islam uğrunda döküldü!
İşte bu, sırf islamın taşıdığı o değer yüzündendir. Bunu kavramamız ve
başkalarına da öğretmemiz gerekir. Sizler ancak islamı halka
öğretmeniz halinde islamın halifeleri olursunuz. `Bırak İmam-ı Zaman
- s- gelsin- ve işleri o yoluna koysun-" demeyin. `imam-ı Zaman
geldiğinde kılarız" diye namazı bırakıyor musunuz? İslamın korunması
namazdan çok daha farzdır. Humeyn şehrinin valisi gibi düşünmeyin,
`Günahları yaymak ve artırmak lazım ki İmam-ı Zaman -s- gelsin"
diyordu, mantığı böyleydi, "Günah ve kötülük alabildiğine
yaygınlaşmazsa o hazret zuhur etmez" diyordu!...
Burada oturup sırf mübaheseyle yetinmeyin, bilakis, islamın diğer
hükümleı-ini de inceleyin, hakikatleri yayın; küçük broşürler de olsa,
yazın, yayınlayın. Mutlaka etkili olacaktır. Ben bizzat denedim ve etkili
olduğunu gördüm.
* * *
Hz. Resul-ü Ekrem -sav- şöyle buyuruyor:
`Dünyaya (dünyevi haksız zevkler, hıı~slar ve servet yığmalara)
kapılmadıkları sürece fakihler peygamberlerin eminleri ve güvendikleri
kimselerdirler!" -Ya Resulullah, dünyaya kapılmaları nasıl olur? diye
sorulduğunda da- `Egemen güce boyun eğmeleri!" buyurdu ve ekledi:
`Eğer böyle olursa dininiz için onlardan uzak durup sakınmanız gerekir (106)
Bu rivayetin tamamı; üzerinde uzun uzadıya açıklamalar gerektirici
niteliktedir, ama biz burada sadece konumuzla direkt irtibatı olup
`velayet-i fakih'le ilgili olan `fakihler peygamberlerin eminleridirler"
ibaresi üzerinde duracağız. Önce, peygamberlerin vazife, yetki ve
işlerinin ne olduğuna bakmamız gerekir; o zaman onların eminleri ve
güvendikleri kimseler olan `fakihler' e ne gibi görevler düştüğü de
anlaşılmış olacaktır.
Peygamberler Gönderilmesindeki Gaye ve Peygamberlerin
Görevleri
Dinlerin gereği ve aklın kesin hükmüne binâen peygamberlerin
gönderiliş nedeni ve görevleri sadece -islam fıkhı ve hükümleriyle ilgili-
meseleleri söyleyip anlatmak ve ahkâmı beyan etmek değildir. Olay;
ahkâm ve meselelerin vahiy yoluyla hz. Resul-ü Ekrem'e -sav- ulaşması
ve o hazretle hz. Emir'el müminin ve diğer (Ehl-i Beyt) imamlarının -s
da, hiçbir dahl ve ihanette bulunmaksızın bu mesele ve hükümleri halka
sırf anlatmak üzere tayin olması ve onların da bu emaneti sapasağlam
halka ulaştırmaları için fakihlere devretmelerinden ibaret değildir ve
neticede `fakihler resullerin eminleridirler" ibaresi, onların islâmî
hüküm ve meseleleri sırf söyleyip anlatma hususunda emin oldukları
gibi -dar- bir manaya da gelmez. Gerçekte peygamberlerin -saa- en
önemli görevi, ahkâm ve kanunlar vasıtasıyla âdil bir sosyal düzen
kurmaktır ki bunun da ahkâmı beyan edip ilahi akâid ve öğretileri
(106)
Usul-u Kâfı c: s:58, kitab-ı fazl'ul ilim, bab: Musta'kel bülme.... 5. hadis - Merhum
Neraki'nin zikrettiği rivayetlerdendir ve Merhum Nuri, Müstedrek'ik Vesail'de`Mâ
yekteseb bih..." bablarında (1 I. bab, 5. hadiste) `Deaim'ul İslam" kilabında 6. İmamdan
-s- nakleder. Kâfı'de de (c:l s:39) şöyle rivayet olunur: `Bilginler ve alimler güvenilmiş
insanlardır, takva sahipleri sınır bekçileridir, peygamberler de mehterdirler, başkan ve
reistirler."
yaymakla mümkün olabileceği zaten ortadadır. Bunu, şu ayet-i
kerimede de olanca netliğiyle görebilmek mümkündür: "Şüphesiz,
peygamberlerimizi apaçık deliller ve alametlerle gönderdik ve insanların
adaleti uygulaması için onlara Kitap ve mizan da verdik" (107).
Peygamber gönderilmesindeki genel gaye insanların adilâne sosyal
ilişkiler çerçevesinde belli bir çeki-düzene girmesi ve `insanlaşma"sıdır.
Bu ise ancak devlet kurmak ve -islamî- hükümleri uygulamakla
mümkündür. İster hz. Resul-ü Ekrem efendimizde -sav- olduğu gibi
bizzat peygamberin kendisi devlet kurmaya muvaffak olsun ister daha
sonra, onu izleyenler devlet kurup âdil sosyal düzeni oluştursunlar (her
hal-ü kârda devlet kurulmalıdır -çev-) Allah Teala hums hususunda:
`Bilin ki ganimet olarak aldığınız şeylerin beşte biri Allah'ın,
peygamberin, peygamberin yakınlarının, yetimlerin, düşkünlerle
kimsesizlerin ve yolda kamışlarındır"(108) buyururken, ya da zekat
konusunda `onların mallarından sadaka al" (109) derken veya haraçlarla
ilgili emirleri belirlerken hz. Resul-ü Ekrem'i -sav- bu hüküm ve
emirleri sadece halka anlatmak ve sırf beyan etmekle
görevlendirmemekte, aynı zamanda bunları uygulamakla da muvazzaf
kılmaktadır, yani bunları insanlar arasında yayıp örğetmekle görevli
olduğu gibi, uygulamak ve yürülükte olmasını sağlamakla da sorumlu
tutulmaktadır: Hums, zekat ve haraç gibi vergileri topla-t-mak, bunları
müslümanların maslahat ve yararı yolunda harcamak, bireyler ve
milletler arasında adaleti yaymak, hadleri uygulayıp islam belde -veya
beldelerinin- sınırlarını, istiklalini ve toprak bütünlüğünü korumak islam
devletinin mal varlığı ve gelirlerinin çar-çur edilmesine izin vermemekle
mükelleftir o.
Allah Teala'nın "Allah'a itaat edin, Resulüne itaat edin ve içinizden
emir sahibi (veliyy-i emr) olanlara itaat edin"(110) buyurarak hz.
Resulullah'ı -sav- reis ve başkan gösterip ona itaati de farzetmiş
olmasından gaye, hz. Resulullah'ın -sav- ahkâm vb. islamî meselelerle
(107)
Şüphesiz peygamberlerimizi apaçık delil ve işaretlerle gönderdik ve
insanlar adaleti uygulasınlar diye onlara Kitap ve mizanı - ölçü – indirdik’ Hadid
25. (108)
O halde biliniz ki ganimet aldığınız, şeylerin beşte biri Allah'ın,
peygamberin, peygamberin yakınlarının, yetimlerin, kimsesiz vc muhtaçların ve
yolda kalmışlarındır." Enfal. -11.
(109)
"... mallarından sadaka al..." Tevbe. 103.
(110) "Allah'a Resulüne ve içinizden emir sahibi olanlara itaat edin” Nisa_ 59.
ilgili beyan ve buyruklarına itaat ve bunları kabul etmekten ibaret
değildir sadece! İslam hükümlerine amel etmek, Allah'a itaat demektir.
İbadetle ilgili olsun olmasın, islam hükümlerinden olan her hükme amel -
demek- Allah'a itaat demektir. Ayette geçen 'Resulüne itaat edin"
buyruğundan maksat sırf ahkâma amel etmek değildir, başka bir mevzu
da sözkonusudur burada. Evet, hz. Resul-ü Ekrem'e -sav- itaat elbette
ki Allah'a itaat demektir, çünkü Allah Teala, peygamberine itaat
etmemızi emretmektedir, binaenaleyh islam toplum ve ümmetinin lideri
olarak hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -sav- `hepiniz Üsame'nin
ordusuna katılıp savaşa gidin" diye emrediyorsa (111)" hiçkimsenin bu
emri çiğneme hakkı yoktur(112) -halbuki gürünüşte bu- Allah'ın değil,
Resul'ünün -sav- emridir(*) -ve tıpkı Allah'ın emri gibi, onun da emrine
itaat farzdır çünkü/çev/- Allah Teala devletin idaresi ve ordulara
komuta yetkisini o hazrete bırakmıştır, hazret de maslahatları gereğince
ordu ve teçhizat hazırlamıştır; valiler, yöneticiler ve şer'i kadılar tayin
ve gerektiğinde azletmiştir.
Kanunları Yürürlüğe Koyma, Ordulara Komuta Etme,
Toplumu İdare, Ülkeyi Savunma, Yargı ve Muhakeme
İşlerinde, Fakihler Peygamberlerin Eminleridirler.
Demek ki "fakihler resullerin eminidirler" buyruğunun anlamı,
peygamberlerin uhdesinde bulunan bütün işlerin, onlardan sonra adil
fakihlerin uhdesinde olacağıdır. "Adalet" kavramı "emanet"
kavramından daha kapsamlı ve önemli olup, mâli işlerde emin olan
birinin pekalâ âdil olmaması mümkünse de "peygamberlerin eminleri"
(111)
Usame bin Zevd bin Harise (hk.54) islam çağında dünyaya geldi. Anne ve babası,
hz. Resulullah -sav- tarafından azad edilmiş kölelerdi. Hz.Resulullah -sav-ömrünün son
dönemlerinde -hic. 10. yılı- henüz yirmi yaşında bir genç olmasına rağmen Usame'yi Şam
vc Filistin'e -Romalılar- doğru yürüyecek muhacir ve ensardan müteşekkil islam
ordularının komutanlığına tavin buyurdu. (112)
Hz. Resul-ü Ekrem -sav- Usame'nin ordusunu uğurlarken şöyle
buyurmuştu: `Usame'nin ordusunu teçhizatlandırın. Bu orduya katılmayacak olana
Allah lanet etsin!" bkz: EI Milel Vel Nihel, s:14, 4, mukaddeme.
(*) 'Çünkü "O kendiliğinden hiçbir şey söylemez, ne söylerse vahiydir" -Necm, 3-
4- ayet-i kerimesi gereğince hz. Resulullah'ın -sav- bütün sözleri ve buyrukları vahy
kaynaklı olup. Allah'tandır -çev-
ibaresiyle kastedilen "hiçbir konuda islama aykırı davranmayan, pâk
ve münezzeh olanlar"dır. Nitekim hadisin son bölümlerinde de bu
vurgulanmakta ve "dünyaya kapılmadığı sürece" denilmektedir. Demek
ki dünyalık yığma fıkri taşıyan bir fakih âdil değildir ve -böyle bir
fakihin- hz. Resul-ü Ekrem'in -sav- emini olup islam hükümlerinin
uygulayıcısı olması düşünülemez. Ancak islam hükümlerini icra edip
uygulayan, islam sistem ve düzenini kuran, hadleri ve kısası yerine
getiren, müslümanların vatan ve islam beldelerinin toprak bütünlüğünü
sağlayıp koruyan fakihler âdildirler. Kısacası devlet ve yönetimle ilgili
bütün kanun ve hükümlerin uygulanması fakihlerin uhdesindedir:
Hums, zekat, sadakalar, cizye ve haraçların toplanıp müslümanların
yararına olacak işlerde harcanmasından tutun da; mutlaka doğrudan
doğruya veliyy-i emrin gözetiminde olması gereken -hatta maktulün
velisi bile, veliyy-i emrin nezareti olmaksızın bizzat kısasa girişemez
hadlerle kısasların uygulanmasına sınırların korunması ve şehirlerin
güvenliğinin sağlanmasına varıncaya kadar... tamamından fakih
sorumludur.
Hz. Peygamber-i Ekrem -sav- nasıl islam hükümlerini yürürlüğe
koyup islam sistemlerini oluşturmakla yükümlü idiyse ve Allah Tealâ
tarafından müslümanların devlet başkanı ve lideri olarak belirlenip
kendisine itaat farz kılınmış idiyse, âdil fakihler için de durum aynıdır,
onların da -Peygamberden sonra- ümmetin yöneticisi ve lideri olması,
islam hükümlerini yürürlüğe koyması ve islamın sosyal düzenini
oluşturması gerekir.
Kanuna Uygun Devlet / İslâmî Hukuk Devleti
İslam devleti bir kanun ve hukuk devleti olduğundan -ilahi- kanunu
bilenler, ve dahası, din uzmanlarınca yani fakihler tarafından
yönetilmelidir. Memleketin idari, yürütme ve planlâmayla ilgili bütün
işleri fakihin kontrolü altındadır. Fakihler, ilahi hükümlerin yürürlüğe
geçirilmesi hususunda emin -bilirkişi- dirler. Vergilerin toplanması,
hudut boylarının korunması ve hadlerin -islam ceza kanunlarının-
uygulanmasında "emin" elemanlardırlar. İslam kanunlarının icrasının
geciktirilmesinde ve âtıl vaziyette bırakılmasında veya uygulanmada -
emredilen kıstaslardan- azaltma yada çoğaltma olmasına izin
vermemelidirler. -Mesela- Eğer fakih, bir zâniye -zina edene- had
vurdurtmak isterse -islamî nasslarda- belirlenmiş olduğu gibi halkın
önünde 100 kırbaç -veya sopa- vurmalıdır: bır darhe fâzla vurmaya
veya hakarette bulunmaya, bir tokat atmaya veya bir gün hapsetmeye
hakkı yoktur. Vergilerin toplanmasında da böyledir, islamı kıstaslara
göre davranmalı, yani islam kanunlarına tamamen uymalıdır. Bir tek
kuruş fazladan almaya hakkı yoktur. Keza beytulmalde herc-ü merc
olmasına, bir tek kuruşun zâyolmasına izin vermemelidir. Bir fakih
islami ölçülere sığmayan bır şey yapar ve Allah göstermesin, bir fisk
işlerse kendiliğinden görevinden azledilmiş olur. çünkü "emin" olma
niteliğini yitirmiştir artık.
-İslâmi devlet nizamında- egemen olan, `gerçekte -kişiler wsa kuruluşlar
değil- kanundur, herkes kanunun güvencesi altındadır, islam
kanununun korumasındadır Halk ve müslümanlar şer'i kurallar
çerçevesinde serbesttirler, yani şer'i ölçülere uygun davrandıkları sürece
kimsenin kimseye "şuradan kalk, oraya otur" demeye hakkı yoktur.
İslam devletinde böyle şey olmaz! Hürriyet vardır; evet, âdıl islam
devleti böyledir. Halkın güvencesinin kalmadığı ve evlerde bile her an
birilerinin çıkagelip birşeyler yapabileceği korku ve endişesinin
yaşandığı şu devletler gibi değildir!
Muavive ve benzerlerinin yönetimi de
böyleydi, halkın mal ve can güvenliği yoktu, basit bir iftira veya sırf
şüphe ve ihtimal yüzünden adam öldürülüyor, sürgün ediliyor, hapse
atılıyordu; uzun yıllar süren hapisler hem de... Çünkü devlet, islâmi
değildi. İslam devleti kurulduğunda herkes kanunun gölgesinde tam bir
güvence ve huzurla yaşar, hiçbir yönetici veya yetkilinin mutahhar
şeriat kanun ve kurallarına aykırı bir adım atmaya hakkı yoktur.
Demek ki "emin" den kastedilen şey fakihlerin fıkhî meseleleri sırf
anlatıp söylemeleri değil, islamın belirlemiş olduğu bütün işleri emanet
olarak uhdelerine alıp uygulamalarıdır. İmam -s-* fıkhi meseleleri sırf
anlatan ve kanunları beyan etmekten başka şey yapmayan biri miydi
yani? Peygamberler sırf "fıkhi meseleleri anlatmakla yetinenler" miydi
ki fakihler de sadece bir hususta onların eminleri sayılsın'" Evet, fıkhî
rneseleleri anlatıp şeriat hükümlerini izah etmek de elbetle ki fakihlerin
görevlerinden biridir; ama islamın kanuna bakış açısı - bu kadar dar
değildir - onu -önemli- bu ‘ araç’ olarak görme mesabesindedir , yani
islam nazarında kanun ‘ toplumda adalet sağlamaya yarayan bir
* Masum imam kastediliyor- çev-
vesile’dir, inançları ve ahlaki yapıyı ıslah etme, insanları insanca
olgunlaştırma -tehzib- varsrtasıdır. Kanun, nefsani arzularına
kapılmayan "gerçek insan"lar yetiştirebilmek için gerekli "âdil sosyal
düzen"i kurmak ve işlerliğe geçirmek için vardır. Peygamberlerin en
önemli görevi ahkamı uygulamaktı; toplumun işlerine nezarette
bulunma ve devlet sözkonusuydu.
Hz. İmam Rıza'dan -s- naklolunan "Halka kayyımlık edecek, onları
kuruyup gözetecek emin bir imam -önder, yönetici- gereklidir"
mealindeki rivayete daha önce değinmiştim. Bu rivayette de "fakihler
peygamberlerin eminleridirler" buyurmaktadır. Bu büyük ve küçük
önermelerden de(113) anlaşılacağı üzere fakihler milletin başında
bulunup onları idare etmelidir ki islamın yıpratılmasına ve islam
ükümlerinin uygulatılmamasına engel olabilsinler. Nitekim halkı
müslüman ülkelerde devleti âdil fakihler idare etmediğinden ve onların
velayeti hüküm sürmediğinden bugün islam yıpratılmış ve hükümleri
terkedilmiştir. hz. İmam Rıza'nın -s- buyruğu tahakkuk bulmuş ve bilfıil
yaşamakta olduğumuz gerçekler o hazretin ne kadar haklı olduğunu
hepimize ispatlamıştır.
Bugün islam tersyüz edilip yıpratılmış değil midir? İslam
beldelerinde islam ahkamının yürürlükte olmadığı, hadlerin
uygulanmadığı islanı hükümlerinin muhafaza edilmediği islam
nizamının büsbütün ortadan kalktığı, heryere kargaşa, kanunsuzluk ve
anarşinin hakirn olduğrı günürnüzde islam -ezile ezile- yıpranmamış
mıdır?! İslam sırf kitaplarda yazılı kalacak şey midir? Mesela "Kâfi"
kitabında yazılıp bir kenara mı bırakılmalıdır`? Günlük yaşamda -ve o
sayfaların dışında- islarn lıükümleri uygulanmaz, hadler işlerliğe
geçmez, hırsız cezasını bulmaz; yağmacılar, çapulcular, zalimler ve
yolsuzlukta bıılunanlar cezalandırılmaz ve biz kanunu sadece öpüp bir
kenara bırakır, Kur'an'ı öpüp ezberlemekle yetinir ve Cuma geceleri
Yâsin okumakla iktifa edersek islam korunmuş mu olur?!
Birçoğumuz, islam ümmetinin islam devletiyle idare ve yönetilmesi
gerektiğini düşünmemiş olduğumuzdan iş öyle bir noktaya vardı ki
(113) İmam'ın -ks- büyük ve küçük önermeyle kastı şu iki cümledir: 'Fakihler
resullerin eminidirler" ve 'Halkın, onlara kayyumluk edecek bir imam ve onları
koruyacak bir emini olmalıdır". Yani fakihler peygamberin emini olduğuna ve
halkın liderliğini üstlenecek kimsenin de emini olması gerektiği buyrulduğuna göre
bir iki önermeden çıkarılacak sonuç şudur: Fakihler, halkın lideri olmalıdır.
islattı ülkelerinin islami bir devletle yönetilmesi bir tarafa, bugün bu
ülkelerde islam kanunları yerine zulüm ve fesad kanunları geçmekte,
dahası, islamın önerdiği programlar birçok ulema efendinin (!) zihninde
de yıpranıp eskimiş bulunmaktadır! ! Öyle ki; -bu mesele etrafında- söz
açıldığında "fakihler peygamberlerin eminleridir" hadisiyle, "sadece
islam hükümlerini açıklayıp fetva verme hususunda emin oldukları"nın
kastediliğini söylemektedirler! Kur'an ayetlerini duymazdan geliyor ve
onca rivayette geçmekte olan "gaybet döneminde islam uleması
validirler ümmetin velisi, sorumlusu ve yöneticisidirler" mealindeki
buyrukları tevil yoluna giderek, "maksat sadece hükümleri açıklayıp
fetva vermektir -bifıil müdahele değildir-" diyebilmektedirler! ! "Emin
olmak" bu mudur yani? "Emin"in; islam hükümlerinin terkedilmesine
ve suçluların cezasız bırakılmasına seyirci kalmaması ve engel olması
gerekmez mi?! Memleketin gelirleriyle vergilerinin böylesine
sorumsuzca yenilmesine ve har vurulup harman savrulmasına mani olması
icab etmez mi?! Bütün bunlar için güvenilir bir yöneticiye ve
bir "emin"e ihtiyaç olduğu apaçık ortadadır. Emaneti -islamı- korumak
fâkihlerin vazifesidir, ancak bu durumda "emin" ve "âdil" olabilirler.
* * * *
Yargı Makamı Kimde Olmalıdır?
Hz. Emir'1 müminin -s-* Şureyh'e hitaben şöyle buyuruyor: "Sen, öyle bir
makama oturmuşsun ki oraya nebi ve nebinin vasisinden başka ancak şakiy*
oturur" (114)
Şureyh ne Peygamber, ne de peygamberlerin vasisi olmadığına, ve
buna rağmen yargı makamını işgal ettiğine göre şekavet eden, çok kötü
biriydi. Şureyh(115) 50-60 yıl Kufe'de yargı makamını işgal edip kadılıkta
* Hz. Ali -s- kastediliyor –çev-
* Şakiy: Şekayet eden; her nevi günahı işleyebilecek çok kötü ve alçak insan
/çeviren/ (114)
Vesailuşşia. c:18- s-6-7- kitab'ul kaza, 3- bâb- 2-hadis. (115)
Ebu Ümeyye Şureyh bin Haris Kindi (-?-78 hk) Yemen asıllıydı, islamdan önce
dünyaya geldi. Hz. Peygamber'i -sav- görmediği için sahabeden sayılmamıştır.
Ömer. Osman, hz . Emir ve Muaviye dönemlerinde Kufe kadılığında bulunmuştur.
bulunan kimsedir; Muaviye'nin sarayına yakın mollalardan olduğu için
birçok -gayri islami- fetvalar vermiş, laflar etmiş ve -sonunda- islam
devletine karşı kıyam etmiştir. hz. Emir'el müminin -s- kendi hilafeti
döneminde de bu adamı azledemedi, rical beyefendiler mani oldular!
"Onu Şeyheyn atamıştır, siz Şeyheyn'in hilafına davranmış olmayın"
diyerek bu adamı hazretin âdil düzenine zorla yüklediler. Ama hazret -
kendi hilafeti döneminde- onun -şer'i- kanunlara aykırı fetva ve yargıda
bulunmasına izin vermemiştir.
Yargı ve Adaleti İcra da Âdil Fakihin Uhdesinedir.,
Rivayetten de anlaşılacağı üzere yargı işi ya Peygambere -sav- ya da
Peygamberin vasisine aittir. Âdil fakihlerin masum imamlar -s
tarafından yargı ve muhakeme işine de atanmış oldukları ve yargının,
adil fakihlere ait görevlerden biri olduğu hususunda ulema arasında
ihtilaf yoktur. "Velayet"(116) meselesi ise böyle değildir -mesela- merhum
Nerâki’yle(117) son dönem ulemasından merhum Naiyni (118) gibi âlimler
masum imamların -s- üstlenmş olduğu bütün itibari makam ve
Ama Âşura hadisesinde Kufe'de İbni Ziyad'ın safında yer aldığı ve halkı İmam Huseyin'in
aleyhine kışkırttığı nakledilir. (116)
Burada kastedilen "velayet", devlet ve yönetim hakkı, yani mallara ve canlara
velayette bulunmadır. (117)
) Ahmed bin Muhammed Mehdi bin Ebi Zerr-i Nerâki (öl: hk. 1245) zühdü ve
takvasıyla meşhur fakih, muhaddis, rical, matematik, geometri, fen, mantık ve fesefe
bilimlerinde pek ileri bir âlimdi. Bu ilimlerin çoğunu babası Molla Muhammed Mehdi
Nerâki'den öğrendi. Seyyid Mehdi Behr'ul Ulum ve Şeyh Cafer Kâşıful Gıtâ'dan ders
almıştır. Üstad Şeyh Ensari ve Seyyid Muhammed Şefıy-i Cabulgi'nin üstadıdır. Bazı
eserleri: Miracusseade, Miftahul Ahkam, Avâid'ul Ayyam, Minhac'ul Vusul ilâ İlmel
Usul Mustened'iş Şia ve Divan-ı, Şiir-i Farsi. (118)
Mirza - veya Muhammed- Huseyin bin Abdurrahim Nâini Necefı (hk:
1273- 1355) büyük şia fakih, hekim ve mercülerinden. Tahsiline Nain'de başlayıp
İsfahan ve Samirâ 'da bitirdi. İran'da meşrutiyetin ilanından sonra Tenzihel Millet
ve Tenbih'el Ümmet adlı eserini yazdı ve Ahmed Horasani 'nin önsözüyle başladı.
Ahund'un öğrencisi Şeyh Muhammed Taki Şirazi'nin vefatından sonra şianın
mercüliği merhum Naini'yle Seyyid Ebul Hasan İsfahani 'de toplanmış oldu. Bazı
eserleri şunlardır: Risale der libası meşkuk, Risale der ahkam-ı Hilel-i Namaz,
Risale der Nefy-i Zerer, Urvet'il Vuska'ya Haşiye.
sorumlulukları -adil- fakih için de geçerli sayarken(119) bazıları
saymamaktadır. Ama yargı sorumluluk ve yetkisinin adil fakihe ait
olduğu hususunda tartışma olmayıp, bu meselenın "vâzihat"tan olduğu*
söylenebilir.
Fakihler Peygamber olmadıklarına ve "şekavet ehli
olamayacaklarından" da şüphe edilemeyeceğine göre geriye onların
"vasiyy", yani hz. Resul-ü ekrem'in -sav- vekıl ve temsilcisi olduklarını
söylemek kalıyor. Ancak, lız. Resulullah'ın -sav- vasisi derken
ötedenleri 1. derecedeki "feshedilemez vasiler" kastedifmiş olduğundan
bu tür rivayetlere hiç temessük edilmemiştir. Ne var ki gerçek budur,
"nebinin vasiysi" terimi geniş kapsamlıdır ve fakihleri de içerir. Evet,
değiştirilemez ve tartışılmaz kesin vasi, hz. Emir'el müminin (Ali) -s
ve ondan sonra da -onun soyundan gelen Ehl-i Beyt- imamlardır -s- ve
insanların işleri onlara havale edilmiştir. Bu arada devlet ve yargı gibi
makam ve sorumlulukların masum imamlar -s- için "kıymete haiz
makamlar" olabilecebi gibi bir zanna kapılmamak gerektiğini de hemen
belirtelim. Yönetim ve devletin onlar için ifade ettiği tek anlam ve
kıymet, âdil bir düzen kurma ve insanlar arasında sosyal adaleti sağlama
imkanı verebilecek bir vesile olmasındadır; -masum- imamların –s
insan idrakini aşan manevi makamları ise şu veya bu dünyevi görevde
bulunmak veya bulunmamakla alakalı değildir asla.
Nitekim hz. Resul-ü Ekrem -sav- eğer hz. Emir'i (hz. Ali -s-) vasi
olarak tayin etmeseydi, o hazretin manevi makam ve dereceleri yine de
var olacaktı. İnsana manevi değer, izzet ve şan kazandıran şey bu
devlet ve hükumet makamlarında bulunmak değildir, tam tersine,
insana sosyal idare ve yönetim liyakâti kazandıran şey onun manevi
makam ve dereceleridir.
Kısacası bu rivayetten, fakihlerin hz. Resul-ü Ekrem'in -sav- 2.
dereceden vasiyleri odlukları anlaşılmaktadır ve hz. Resulullah –sav
tarafından masum imamlara -s- bırakılmış olan işler, onlara da
bırakılmıştır, binaenaleyh hz. Emir -s- nasıl yaptıysa onlar da Allah
(119)
Evaid'ul Ayam s:187-188 . Minyetuttalib Fi Haşiyetul Mekasib c12
s:325-327.
* Tartışmaya ver bırakmayacak şekilde izah olunup anlaşılmış vc herkesçe kabul
edilebilir, net, apaçık -çev-
Resulü'nün -sav- yaptığı bütün işler ve vazifeleri üstlenmek ve
yapmakla mükelleftirler.
Bu mavzuyu ispatlayıp onaylayan ve senet ve delalet açısından 1.
rivayetten daha iyi olan bir diğer rivayette Kuleynî tarafından
nakledilmiştir, ancak tarihi (ravisi -çev-) zayıftır(120) , ama Saduk aynı
rivayeti Süleyman bin Halid(121) tarafından nakleder ki sahih ve muteberdir. (122)
Mezbur rivayet şöyledir:
"İmam -s- der ki: Yargıda bulunma ve insanları muhakeme etmekten
sakının, çünkü yargılama ve muhakeme işi, ancak yargı usul ve
kanunlarını bilip müslümanlar arasında adaletli davranan imamın işidir
ki bu da ya Peygamberdir, ya da Peygamberin vasiysi."(123)
Görüldüğü gibi hükümde -yargı- bulunmak isteyenin herşeyden
önce "imam" olması gerekir. Burada imamın kelime anlamı olan "lider"
ve "yönetici" anlamları kastedilmektedir, bilinen anlamdaki -masum
imam- değil. Peygamberin de bu rivayette "imam" olarak tanınmasının
nedeni budur zaten; nitekim bilinen manadaki "-masum- imam"
kastedilmiş olsaydı "âlim" ve "adil" sıfatlarını da bilhassa kaydetmeye
hiç gerek duyulmazdı.
İkincisi, -bu imamın- yargı işini ve kanunlarını bilmesi gerekiyor -
deniliyor rivayette-. Eğer imam olur, ama yargı ilmine vâkıf
bulunmazsa, yani islamın yargı ve muhakeme kanun ve usullerini
bilmezse muhakeme ve yargıda bulunma yetki ve hakkı olmayacaktır.
Üçüncüsü de "âdil" olması gerektiğidir.
(120)
Kuleyni Suheyl veya Sehl bin Ziyad ve Ebu Abdullah, Vâkıfi mezhebindendir ve
hadis konusunda karmaşıkcıdır, Sehl'in güvenirliği hususunda da ihtilaf vardır. (121)
Süleyman bin Halid bin Dehgan bin Nafile Kur'an kâarisi, fakih,
muhaddis ve İmam Bakır'la -s- İmam Sadık -s- hazretlerinin güvenilir ve yakın
ashabındandı. (122)
"Sahih rivayet" bütün ravilcri imâmi, âdil ve güvenilir olan rivayettir.
Saduk'un Süleyman bin Halid'e tarıki, Mersiye-i Fakihte de geçtiği üzere şöyledir:
Saduk'un babası Sai'd bin Abdullah İbrahim bin Haşim'den, Muhammed bin Ebi
Mesir'den. Hışam bin Salim'den'dir tamamen İmamiye'den ve güvenilirdiler.
Bunlardan İbrahim bin Haşim'in güvenilir olduğuna dair özel bir belge veya beyan
yoktur, ama imamiyenin tanınmış ravilerinden olduğu için güvenirliğinden şüphe
yoktur.
(123)
Vesailuşşia c:18 s:7 kitabul kaza. 30 bab, 30 hadis vc Menlâyehzer'ul fakih c:3
s:4 . ebvabul kaza 30. bab, 10. hadis.
Yargı makamının "âdil" fakihe ait olduğunu daha önce arzetmiştim,
bu mevzu fıkhın zaruriyatından olup bu hususta -fakihler arasında- hiç
ihtilaf yoktur. Şimdi fakihin "yargı şartlarına" da haiz olup olmadığına
bakmamız gerekir. Buradaki fakihin ancak "âdil" fakih olduğu ve her
fakih olanın kastedilmediği açıktır. Fakih zaten yargıyı ve kanunlarını
bilir, çünkü fakih sadece islam yargı ve muhakeme usullerini bilmekle
kalmaz, aynı zamanda islam akide, kanunlar, sistemler ve ahlakına da
bütünüyle vakıftır, yani kelimenin tam anlamıyla bir "din uzmanı"dır.
Fakih "âdil" de olunca, iki şartı taşıyor demektir. Üçüncü şart ise
"imam", yani reis -toplumun ve idarenin bâşkanı- olmasıdır. Âdil
fakihin yargı için gerekli imamet ve reislik -yöneticilik- makamına -
masum imamın -s- tayin etmiş olduğu üzere- sahip bulunduğunu
söylemiştik. Bu noktadan sonra İmam -s- bir kayıt daha koymakta ve
bu şartların Peygamber ve Peygamber vasisinden başkası için geçerli
olmayacağını hatırlatmaktadır. Fakihler Peygamber olmadıklarına göre,
bu durumda Peygamberin vasisi, yani onun halefi, vekili ve
temsilcisidirler. O halde -daha önce denklemimizin- "bilinmeyen"i, bu
"bilinen"le çözülmekte ve şöyle demekteyiz: Fakih, hz. Resul-ü
Ekrem'in -sav- vasisidir ve gaybet çağında müslümanların imamı ve
toplumun reisi ve başkanıdır, hakimin -yargı makamının- o olması
gerekir, ondan başkasının yargı ve muhakemede bulunma hakkı yoktur.
Sosyal Gelişmelerde Kime Müracaat Edelim?
Üçüncü rivayet tevkiî (tuğralı) olup (124) delil kabul edilmiştir, bunun
nasıl delil kabul edildiğini arzedelim şimdi:
İkmaluddin kitabında(125) geçen bu rivayete(126) göre İshak bin
Yakub (127) hz. İmam-ı Zaman (Mehdi a.s) 'a bir mektup yazarak
(124)
Tuği veya tuğrâ, mektubu belli bir işaretle mühürlemeye denir, padişahın bir
mektuptaki imza veya mührü de bu adla anılır. Masum İmamların -s- ve bilhassa hz.
Mehdi'nin -af- naiblerinden biri aracılığıyla iblağ olunan imzalı ve mühürlü mubarek
mektup, hüküm veya fermanları da tarih ve hadis kitaplarında "tevkitit" veya
"tuğralar" adıyla geçer.
(125) Kemaluddin ve Tamamunnimet adıyla tanınan İkmaluddin ve İtmamunnimet. Şeyh
Saduk'un (-?- 381 hk) eserlerinden olup hz. İmam-ı Zaman Mehdi alehisselam'ın gaybeti
ve o hazrete dair meseleleri içerir.
karşılaştığı bazı meselelerin çözüm yollarını soruyor. O hazretin
temsilcisi -sefır- olan Muhammed bin Osman Amrî, mektubu hazrete
ulaştırıyor ve mektubun cevabı o hazretin -af- mübarek elyazısıyla şöyle
geliyor: "...Gelişmeler ve olaylar karşısında bizden hadis rivayet
edenlere müracaat ediniz, çünkü onlar benim sizlere hüccetimdirler ve
ben de size Allah'ın hüccetiyim..."
Bu rivayette geçen "gelişmeler ve olaylar" dan maksat şer'i ahkam ve
ilmuhalle ilgili meseleler değildir. Mektubu yazanın amacı karşılaşacağı -
yeni fıkhî- meseleler için ne yapılması gerektiğini sormak değildir,
çünkü bu şia mezhebinin gayet açık ve net mevzularındandır zaten; bu
gibi mevzuatlarda fakihlere müracaat edilmesi gerektiği yolunda
mütevatire varan rivayetler vardır, (128) hatta masum imamlar -s-
zamanında da -bu gibi şeyler için- fakihlere müracaat edilip onlardan
sorulmaktaydı. Hazret-i Sâhib selamullah aleyh* zamanında yaşayıp
onun Nevvab-ı Erbaasıyla(129) irtibatı olan ve o hazrete mektup yazıp
cevap almış bulunan biri -fıkhî ve ılmuhalle ilgili dini- meseleleri
sormak ve öğrenmek için kimlere müı-acaat etmesi gerekitğini zaten
bilir.
(126)
Kemaluddin c: 2 s: -18-1. Tuğralar babı 4. hadis. (127)
İshak bin Yakub Kuleyni, kendisinin Muhammed bin Amru As aracılığıyla bazı
meseleleri hz. İmam Mehdi'den -s- sorup cevap aldığını belirtmektedir. İmam'ın
tuğrasında ona hitaben şöyle denilir: "... emma mâsual indehu erşedekellahu
vessebbeteke..." İmam'ın -s- böyle hitap etmesi, kuleyni'nin o hazret indindeki değer ve
mertebesinin yüce olduğunu göstermektedir. . (128)
Vesailuşşia'nın yazarı fakihlere rücu konusundaki rivayeti bu adlı eserinin Kitabul
kaza'sının Sıfatul kaâzi'nin 11. babında çeşitli ibarelerle nakleder. * Hz. Mehdi-i Muntazar kastediliyor; Allah onun zuurunu çabuklaştırsın -çev-
(129)
"Dört nâip", küçük gaybet döneminde (hk 260- 329) hz. İmam-ı Zaman'la -s-
şiiler arasında irtibatı sağlayan 4 temsilcidir Dört nâip şunlardı: 1 - Ebu Ömer
Osman bin Said bin Amir'ul Ömer: İmam Hâdi ve İmam Askeri'nin -s- yakın
ashabındandı. İmam Askeri -s- onu gaip İmamın naibi olarak tanıtmıştır. 2- Ebu
Cafer muhammed bin Osman bin Said: İmam Askeri'nin -s- sahabe ve
naiplerindendi. Babası Osman bin Said ve 11. İmam -s- onu hazretin naiplerinden
saymışlardır, Hk. 304 (veya 205)'te vefat etmiştir. Bağdad'da babasının mezarı
yanına defnedildi. 3- Ebulkasım Hüseyin bin Ruh Nevbahtı: Muhammed bin
Osman onu kendi vekili ve İmam-ı Zaman’nın -s- naibi olarak tanıtmıştır, 4-
Ebulhasan Ali bin Muhammed Semurı "İmam’ın -s- vekili Huseyin bin Ruh" adıyla
tanınır. Semuri hk 328 veya 329'nun Şaban’nın 15’inde vefat etti. hz. Mehdi'nın -s
- son naibiydi.
Burada geçen "gelişmeler ve olaylar"dan maksat., müslümanların
karşılaştıkları sosyal olaylar ve beklenmedik gelişmelerdir. Binaenaleyh
mektubu yazan şahıs "size direkt ulaşamadığımıza göre
karşılaşacağımız sosyla gelişmeler ve havadisler karşısında ne yapalım,
şer'an vazifemiz ne olacaktır o zaman?" diye genel olarak üstü kapalı
bir şekilde ne yapacağını sormakta, ya da belli bir olayı yazarak "bu
olay veya husus için kime müracaat edelim?" demek istemektedir.
Göründüğü kadarıyla, genel anlamda sormuş ve hazret de -af- bu
soruya cevaben "bizim hadislerimizi rivayet edenlere, yani fakihlere
müracaat edin, onlar benim size hüccetim, ben de Allah'ın size
hüccetiyim" buyurmuşlardır.
"Allah'ın hücceti" ne demektır sahi? Sizin "Hüccetullah" teriminden
anladığınız şey nedir'? Yani -mesela- "haber-i vahid" hüccet midir?(130)
Eğer Zürarei(131) bır rivayeti naklediyorsa hüccet sayılacak mıdır? Hz
İmam-ı Zaman da -af- Zürare gibi midir ve hz Resul-ü Ekrem'den
- sav- haber rivayet etmesı halinde kabul ve amel etmemiz mi gerekır?
"Veliyy-i emr"in Allah'ın hücceti olması demek, şer'i meselelerde hüccet
olması ve ilrnuhal bilgilerini onun söylemesi gerektiği mi demektir?
Eğer hz. Resul-ü Ekrem -sav- "ben aranızdan ayrılıyorum, benden
sonra Emir'el müminin -s- benim aranızdaki hüccetimdir" buyurursa siz
bundan hz. Resulullah'ın -sav- vefatıyla birlikte herşeyin iptal olduğunu
ve -islam dininden- gerıye sadece şer'i mevzularla ilgili fetva verme
işleminin kaldığını ve bunun da hz. Emir'e (hz. Ali'ye) -s- bırakılmış
olduğu şeklinde mi bir anlam çıkarırsınız yoksa "hüccetullah demek;
hz. Resul-ü Ekrem -sav- nasıl bütün insanlara hüccet ve merci ise ve
Allah Teala bütün insanların her konuda kendisine müracaat etmesi için
onu tayin buyurmuşsa, fakihler de aynı şekilde halkın işlerinin
(130)
Tevatüre varmayan rivayete "haber-i vahid"denir. Yani insanda kesin yakin
doğurabilecek sayıda insanlarca naklolunmayan haberdir. Haber-i vahid eğer
güvenilir insanlarca naklolunmuşsa "muteber haber" denilir ve şer'i hükümlerde delil
yerine geçebilir. Haber-i vahidin hücciyet ve delil sayılması derken, bir ameli yerine
getirmenin, bu haberle farz sayılması kastedilir. Aslı olmazsa, amel etmeyen
mazurdur.
(131)
"Zürare" lakablı Abdurrebhi bin Eeyn Şeybani Kufi (öl. hk l50) İmam Bakır ve
İmam Sadık -s- 'ın ashabındandır, hadis alimlerinin şeyhi, ashabın fakihlerindendi.
Bütün rical alimleri onu "güvenilir" saymış ve "icma" ashabından kabul etmişlerdir.
İmam Sadık'ın -s- ona pek değer vedirğine dair rivayetler vardır. El İstitac ve Cebr'in
yazarıdır.
sorumlusu ve bütün insanların müracaat etmeleri gereken genel
merciler demektir" mi dersiniz?
"Hüccetullah, Allah Teala'nın bazı işler için tayin etmiş olduğu
kimsedir; onun bütün davranışları, sözleri ve işleri bütün müslümanlara
hüccet -delil ve örnek-tir. Birisi aykırı bir iş yaparsa şikayet ve deliller
ona götürülecek, dava ona havale edilecektir; eğer bir işin yapılmasını
emreder ve hadleri şöyle uygulayın; ganimetleri, zekatları ve sadakaları
şu işlere harcayın der ve siz bu emre uymaz veya aykırı davranırsanız
Allah Teala kıyamette sizi hesaba çekecektir. Hüccet var olduğu halde
işlerinizin halli için zulüm düzenine veya kurumuna müracaat ederseniz
Allah Teala kıyamet günü sizi hesaba çekecek ve "ben sizin için hüccet
vermiştim, niçin onu bırakıp zalimlere ve zalimlerin yargı organlarına
tenezzül ettiniz?" diyecektir. Allah Teala suçluları ve yoldan çıkanları
hz. Emir'el müminin'le -s- hesaba çekecek; hilafete el koyanlar,
Muaviye, -diğer- Emevi halifeleri, Abbasiler ve bunların istekleri
doğrultusunda davrananlar "müslümanların yönetim ve idaresine niçin
zorla ve gasbla el koydunuz, liyâkatiniz olmadığı halde neden halifelik
ve iktidar makamını gasbettiniz?" diye sorgulanacaklardır.
Allah Teala zalim yöneticiler ve islami usullere aykırı davranan
bütün iktidarları "niçin zulmettiniz?" diyerek hesaba çekecektir.
"Müslümanların malını ne diye şehvetlerinizin tatmini yolunda
harcadınız?! Niçin şu kadar bin yıllık şenlikler, festivaller
düzenledin, (132) niçin milletin malını "taç giyme töreni" ve o malum -
(132)
Muhammed Rıza Pehlevi hş 1350 (1972'de) sonbaharında İran
şahinşahlığının 2500. yıldönümü münasebetiyle Persopolis denilen târihi mıntıkada
pahalı şenlikler düzenledi. 69 ülkeden 20 arap emir ve kralı, 5 kraliçe, 21 prens, 16
cumhurbaşkanı, 3 başbakan, cumhurbaşkanı yardımcısı ve 2 ülkenin dışişleri
bakanının katıldığı ve 1 hafta süren bu şölenler İran halkına 200 milyon doları aşan
bir rakama malolacaktı! O günkü resmi gazeteler bunun sadece 133 milyon tümen
olduğunu yazmışlardı. Davetliler 3 dev çadır ve 50 büyük çadırda ağırlandı, bölgeyi
avdırılatmak için Tahran ve Şiraz 'dan 6000 millik elektrik kablosu çekilecekti! Bu
"şahâne" (?) şenliklerdeki yemekler şunlardı: Havyarlı bıldırcın yumurtası, yengeç,
mantarlı kuzu kebabı, karaciğeri dolmalı tavuk kızartması. Yemekten sonra alınan
meyve ise Fransa'dan özel olarak getirilmiş taze ahududu ve incir usaresi ve özel
olarak yetiştirilmiş bir diğer ahududu. Misafırleri ağırlamak ve yemekleri
hazırlamak üzere şenliklerden 10 gün önce bir Fransız; başaşçı ve çıraklardan
müteşekkil 150 kişilik bir ekiple Tahran'a davet edilmişti. Paris'in tanınmış hızlı
sosyete restoranı "Maxım" bu şölenlere özel hazırlanmış 25 bin şişe şarapla özel
vemekler ve alkollü içkiler göndermişti. 2500. şahinşahlık kutlama şölenlerine
iğrenç- kutlama törenlerinde yedin'?!"(133) diyerek hesap isteyecektır. "O
günün şartlarında adaleti yerine getiremezdim" veya "gösterişli binalar,
anıtlar, saraylar ve evlersiz edemezdim; kendi hükumetimizi ve nasıl
ilerlemekte oldğumuzu gösterebilmek -propaganda- için o taç giyme
merasimlerini düzenledim" demeye kalkışırsa kendisine hz. Emir (Hz.
Ali -s-) gösterilerek "Bu da devlet başkanıydı" denir, "geniş islam
topraklarına hükmediyordu, bütün müslümanların halifesiydi; islamın,
müslümanların ve islam beldelerinin şerefıni sen mi daha fazla
düşünüyordun, bu mu?! Senin mi ülken daha genişti, onun mu?! Senin
hükmettiğin o ülke, onun egemenliği altındaki toprakların -küçük- bir
kısmıydı sadece; Irak, Mısır, Hicaz, İran vb. hep onun egemenliği
altındaydı ve bütün bunlara rağmen onun hükumet konağı camiydi!
Bütün yargı ve muhakeme salonu da yine aynı caminin bir köşesiydi! !
Onun ordusu camide hazırlanır, camiden hareket ederdi, -onun
komutasında- namaz kılan inançlı insanlar savaşa gidiyordu; nasıl
ilerlediklerini ve neler başardıklarını da gördünüz!"(134)
Bugün islam fakihleri halka "hüccet"tirler; tıpkı hz. Resul'ün -sav
Allah'ın hücceti olması gibi; bütün işler ona havale edilmişti, kim bir suç
işler, kanunu çiğnerse ona gidiliyordu. Fakihler, -masum- İmam –s-
tarafından halka hüccetirler. Müslümanların bütün işleri; herşey onlara
bırakılmıştır. Devlet ve yönetim işleri, müslümanların idaresi ve işlerinin
yoluna koyulması, genel gelirlerin toplanması ve gereğince
dünyanın dört bir yanından 600 gazeteci, fotoğrafçı ve film ekibi davet edilmiş ve
şenliklerle ilgili olarak 1 milyon kelimeyi aşkın bir haber hacmi dünyanın dört
bucağına muhabere edilmişti. Amerika NBC televizyonu bu şenlikleri uydu yayın
aracılığıyla bütün ABD'de yayınlamıştı. Bkz. Tarih-i siyas-i 25 sale-i İran Gulamrıza
Necetai, ca s:348 - 35l ve şekes'ti şahane: Marurın Zunıss, Farsç, Abbas Muhbir s:
123 ve sonrası. (133)
İran'ın sabık ve madum şahı Muhammed Rıza Pehlevi 1346 Aban'ında
astronomik rakamlara varan şenlikler düzenleyerek resmi bir merasimde taç giydi!
Bir ay süren bu kutlamalar boyunca başkent Tahran'ın cadde ve sokaklarında
kullanılan malzemeler şunlardı: 700 ton demir ve çelik, 300 km.'lik kablo,
100 binlerce lamba, floresan, plastik ve aliminyum levha ve çeşitli süs malzemeleri.
Şah ve kraliçe Farah'ın taçları Fransâ nın meşhur sosyete kuyumcusu "Porarıel"
tarafından sarı ve beyaz altınla özel siparişle yapılmış, çok pahalı mücevherlerle
süslenmişti.
(134) Taberi Tarihi c:3-4, İbni E'nam'ın El Futuh'u. Avrupa'da islam fetihleri.
Şekip Arslan.
Harcanmasında kım kusur işler, kanunsuz davranırsa Allah Teala ona
tevdi edecektir. Buu rivayetin delil ve doğruluğu kesindir; senet ve belgesi
üzerinde biraz düşünmek gerekirse (135) delil olarak zikredilemezse bile
sözkonusu meseleyi onaylayıcı nitelikte olduğu apaçık ortadadır.
Kur'an-ı Mecid'den Ayetler
Bahsimizi onaylayıcı nitelikte bulunan bir rivayette Ömer bin
Hanzala'nın "makbule"sidir. (136) Bu rivayette âyet-i şerifeye müracaat
edilmiş olduğundan öncelikle bu ayet ve ondan önceki ayetlerin
incelenip anlamının belli ölçüde anlaşılması ve ilgili rivayetin bu
merhaleden sonra ele alınması gerektiği inancındayız.
Euzubillahi mineşşeytanirraciym;
"...Hiç şüphe yok, Allah size emanetleri ehline -sahiplerine- teslim
etmenizi ve insanlar arasında hükmettiğiniz -onları yönettiğiniz- zaman
adaletle hükmetmenizi -yönetmenizi- emrediyor. Bununla Allah size ne
güzel öğüt veriyor! Doğrusu, Allah işitendir, görendir. Ey iman
edenler, Allah'a itaat edin, peygamberlere itaat edin ve kendi emir
sahiplerinize -sizi yöneten âmirinize- de itaat edin. O halde bir şeyden
anlaşmazlığa düşerseniz artık onu Allah'a ve Resulüne döndürün; -tabii
ki- eğer Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız. Böyle davranmanız
hayırlı ve sonuç bakımından da daha güzel ve iyidir." (137)
Yukarıdaki ayette Allah Teala emanetin ehline teslim edilmesini
emretmektedir. Kimileri buradaki "emanet"in kesinlikle bilinen
anlamda, yani halkın emanetleri ve "hâlık"ın -Yaratan'ın- emanetleri,
yani şeriat hükümleri olduğunu belirtmiş ve "ilahi emanetin sahibine
teslimi"nden maksadın "islam hükümlerinin gereğince yerine
getirilmesi" olduğunu söylemişlerdir. (138) Kimileri ise bu ayetteki
(135)
Senedin biraz düşündürücü olmasının nedeni, hakkında belki bir güven senedinin
ulaşmadığı İshak bin Yakub'a istinadendir.
(136) Mukbule" senedinin sıhhatine veya yanlışlığına bakmadan hadis ve fıkıh
bilginlerinin kabul ve ona göre amel ettiği hadistir, ör: Ömer bin Hanzala hadisi
gibi.
(137)
Nisa/58-59.
(138) Mecmeul beyan, Nisa/58.
"emanet"ten kastedilenin "imamet" olduğuna inanırlar. (139) Mezkur
rivayette de "Bu ayette kastedilen biziz Ehl-i Beyt'in -s- masum
imamları" buyurmaktadır.(140) Allah Teala emir sahiplerine (vâli), ki hz. Resul-ü
Ekrem'le -sav- onun Ehl-i Beyt'inin imamlarıdır -s-, velâyet ve
imameti ehline aktarmalarını buyurmaktadır. Yani hz. Resul-ü Ekrem -
sav- velayet ve imameti hz. Emir'el müminin Ali ye -s- versin, o hazret
de kendisinden sonraki veliye -imama- (ve hz. Mehdi -af-'e varıncaya
kadar Ehl-i Beyt imamlarına -çev-).
Dikkat edilirse bu ayet-i kerimede "insanlar arasında hükmettiğiniz
zaman adaletle hükmedin buyrulmakta ve "yönetimin başına geçip
onlara hüküm sürdürdüğünüzde âdil hüküm sürdürün" denilmektedir.
Görüldüğü gibi bu ayet yargıda bulunan hakim ve kadılara değil, devleti
yönetenlere ve "hüküm sürdürenler"e hitap etmektedir. Nitekim hakim
veya kadı sadece "yargılamak için" hüküm veren insanlardır; kelimenin
en geniş ve tam anlamıyla "hükmetmek ve hüküm sürdürmek"
konumunda değildir. Hâkim ve kadının hüküm vermesi sadece bir
açıdan ve tek boyutludur; çünkü o sadece yargı hükmü verebilir, icra ve
yürütme hükmü değil. Nitekim son yüzyıllardaki yönetim tarzlarında
hakimler, egemenliği elinde bulunduran üç zümreden (yasama,
yürütme, yargı -çev-) biridir, egemenlik ve hakimiyetin tamamı onların
elinde değildir. Diğer iki zümre de yürütmeyi temsil eden bakanlar
kuruluyla, yasama ve programlamaları üstlenen meclistir. Yani yargı işi
aslında -devlet ve egemenliğin tamamı değil- devlet ve hükmetme
olayının sadece bir kısmı, bir bölümüdür. Binaenaleyh mezkur ayet-i
şerife iktidar ve devletle ilgili olup yargı ve hakimleri de, diğer bütün
idare ve yönetim kollarını da kapsar. Bütün dini işler "ilahi bir
emanet"ten ibaret olduğuna ve emanetin de ehline ve sahibine verilmesi
gerektiğine göre, ayetten de anlaşılacağı üzere bu işlerden biri olan
iktidar ve yönetimle ilgili herşeyin adalet ölçüsünce, yani şeriat hükmü
ve islam kanunları çerçevesinde yapılması gerekir. Hakim -kadı- de
bâtıl hüküm vermemelidir; yani gayri islami ve haksız kanunlara
dayanarak hükümde bulunmamalıdır; ne onun yargı ve muhakeme
(139)
Ae ve Tefsir-i Burhan ve Dürrulmensur tefsirinde aynı ayetin
açıklamasında.
(140) Usulü Kafı, c:2, s: 22-24, Kitabul Hücce, "innel imam aleyhisselam..."
babında ve Mecmeul Beyan Tefsiri, Burhan ve Nurussekaleyn tefsirlerinde aynı
ayet.
usulü, ne de onlara dayanarak hüküm vereceği kanun maddeleri
kesinlikle gayri islami (bâtıl) olmamalıdır. Keza mecliste plân ve
program hazırlayanlar, mesela ülkenin mâli programlarını hazırlayanlar
kamu arazileri üzerînde tarımla uğraşan çiftçilere âdil miktarda bir
haraç -kamu arazi vergisi /çev/- belirlemelidirler. Bu vergiler onları
perişan edecek; hem onların hem memleketin arazi ve zıraatinin
mahvına sebep olacak şekilde ağır olmamalıdır. Keza kanun
hükümlerini icra edenler bir mahkeme hükmünü icra etmek, mesela
hadleri uygulamak istediklerinde -şeriat ve islam- kanununun sınırlarını
aşmamalı, fazladan bir tek kırbaç vurmamalı, -suçluya- hakarette
bulunmamalıdırlar. Hz. Emir'el müminin (Ali) -s- iki hırsızın elini
kestirdikten sonra onlara öylesine şefkat ve sevgiyle davranıp ihtimamla
tedavi ve bakımlarını sağlıyor ki -bu iki hırsız, iyileştikten sonra
hazretin methiyecilerinden oluyorlar. (141) Veya Muaviye'nin yağma ve
talan birliklerinin* zımmet ehli -islam ülkesinde yaşayan gayri müslim
bir kadının ayağındaki halhalları çıkarıp aldığını duyunca o kadar
rahatsız oluyor ve duyguları inciyor ki,bir konuşmasında "bu olayın
etkisiyle insan düşüp ölüverse, yeridir!" buyuruyor! (142) Bunca
duyguludur o; ama gerektiği zaman -bir bakıyorsunuz- pekalâ kılıcını
sıyırıp kötüleri ve müfsitleri tam bir güç ve kuwetle ortadan
kaldırmaktadır. Adaletin anlamı budur işte.
Âdil egemen -ayette geçen "adaletle hükmeden yönetici"- hz. Resulü
Ekrem -sav-dir; eğer o falan mıntıkayı ele geçirin, falan evi yakın;
islam için, müslümanlar ve diğer milletler için zararlı olan falan taifeyi
(141)
Füru-u Kafr, c:7, s:264, Kitabul Hudud, "nevadir" babı, 22. hadis ve
Vesailuş şia c:18, s:528, kitabul Hudud, "haddussırgo" babları, 30. bab, 1. hadis,
Bihar, c:40, s:291 ve Tarih-i Emirelmüminin -s-, 97. bab, 44, hadis * Kufe şehri çevresi ve diğer mıntıkalarda istikrarsızlığı körükleyen Muaviye,
anarşi yaratmak için. Hz. Ali'nin -s- hilafeti döneminde birçok bölgeye eşkıya salmış,
çapulculuklarda bulunmuş ve bu yolla Hz. Ali'nin -s- iktidarını tezyife uğratmayı
planlamıştır. -çev-
(142) ‘...Bana ulaşan bir habere göre saldırgan askerlerden (Muaviye'nin milis
kuvvetlerinden) biri, bir müslüman ve bir zımmi kadına saldırarak ellerinden,
boyunlarından ve ayaklarından bilezik, gerdanlık vc halkalarını zorla çıkarıp almış!
Kadıncağızlar ağlayıp yalvarmışsa da o çapulcular kulak asmayıp gitmişler, hiçbir
saldırıya uğramadan, burunları dahi kanamadan hem de!... Sırf bu hadisenin acısıyla
bir müslüman düşüp ölürse kınanmaz; insan düşüp ölse, yeridir hani!! "Nehc'ul
Belaga, 2. hutbe.
ortadan kaldırın" derse adâletle hükmetmiştir. Bu gibi durumlarda bu
emirleri vermezse adalete aykırı davranmış olur; çünkü islamı,
müslümanları ve bütünüyle insanlık camiasını kaale almamış,
düşünmemiş olur. Müslümanları ve bütün bir insanlık camiasını
yönetmekte olan birinin daima genel durumları nazara alması, kamunun
ve bütün bir toplumun çıkarlarını gözününde bulundurması; kişisel
duygularını ve özel mülahazaları bir kenara bırakması gerekir. Bu
nedenledir ki islam birçok kişiyi toplumun maslahatı ve bütünün yararı
için yok etmiş, insanlığın maslahatı uğruna nicelerini ortadan kaldırmış,
fesad ve bozulmalara sebebiyet verip toplum için muzır ve zararlı olan
birçok taife ve grubun kökünü kazımıştır. Bozguncu ve rahatsızlık
verici bir cemaat olan, islam toplumunda rahatsızlık ve bozulmalara -
müfside- yol açan, islama ve islam devletine zarar veren "Benî Kurûyzâ
yahudileri"ni Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -sav- ortadan
kaldırmıştır.(143) Esasen bu iki sıfat, müminin sıfatlarındandır; adaleti
uygulaması gereken yerde hiç korkmayıp, tam bir güç ve cüretle adaleti
icra eder, zerrece duygusallığa kapılmaz; şefkat göstermesi gereken
yerde de fevkalâde bir sevgi ve şefkat göstermeyi ihmal etmez Mümin,
toplum için "emniyet verici ve emniyeti sağlayıcı" bir eksendir; yani
müslüman ve gayri müslüman için bir sığınaktır o; onun egemenliği
altında herkes huzur ve güvence içindedir, korkusuzca ve rahatça
yaşar. Bu gün insanlar şu baştaki yöneticilerden korkuyorsa, nedeni
onların egemenliklerinin hak ve kanun üzere değil, zorbalık üzerine
kurulmuş olmasıdır. hz. Emir -s- (hz. Ali) gibi bir yöneticinin
devletinde ise sadece hainlerle zalimler korkarlar; orada korku sadece
başkalarının haklarına saldıranlar ve mütecavizler içindir, toplum ve
halk içinse korku ve endişe diye birşey yoktur onun yönetiminde.
(143)
Beni Kurayza (Kurayzaoğulları) Medine yakınlarında yaşıyan bir yahudi
kabilesiydi, Peygamber-i Ekrem'le -sav- barış vc saldırmazlık antlaşması
imzalamışlardı, ama Ahrab Savaşı'ında (Hendck Savaşı) ahdlerini bozup sözlerini
çiğneyerek Kureyş ve Katfan oğullarıyla birleşip müslümanlara karşı ayaklandılar ve
savaş sırasında Medine 'de anarşi yarattılar. Savaş mülümanların zaferiyle
sonuçlandıktan sonra hz. Resulullah -sav- onları kuşatmaya aldı, Kurayza yahudileri
Sa'd bin Muazz'ın hakemliğini kabul edeceklcrini açıkladılar. Sa'd, onların savaşçı
erkeklerinin öldürülmesine, kadınlarının ve çocuklarının esir alınmasına, mallarının da
müslümanlar arasında bölüştürülmesine karar verdi..." Bkz İbni Hişam siyeri c:3 ve 4
s:238-246 ve Tabcri Tarihi c:2 s:245.
İkinci ayette "Ey inananlar, Allah'a itaat edin, Resullerine itaat edin
ve sizden olan emir sahiplerine de..." buyruluyor.
"Emaneti ehline -sahibine- verin" mealindeki 1. ayetin masum
imamlara -s- ait olduğu rivayette geçmektedir. "Hükmettiğiniz zaman
âdaletle hükmedin" ayetiyse yönetimin başında bulunan "erıir sahipleri"
içindir, "...Allah'a itaat edin..." kısmı ise islam ümmetine hitaptır (144) ve
ümmete "İlahi hükümler hususunda Allah'a, hz. Resul-ü Ekrem'e –sav-
ve ululemr'e -yani masum imamlara- itaat edin, onlara uyun"
denilmekte, onların emirlerine uyulması, devlet ve yönetimle ilgili
kararlarına itaat edilmesi istenmektedir ümmetten.
Burada geçen "Allah Tealâ'ya itaat"le, "hz. Resul-ü Ekrem'e –sav-
itaat"in iki ayrı şey olduğunu daha önce de belirtmiştim. İbadetle ilgili
olsun, olmasın, bütün şer'i hükümler Allah Teala'nın emirleridir zaten. -
Yani mesela- Namaz hususunda hz. Resul-ü Ekrem'in –sav-
kendiliğinden buyurmuş olduğu bir tek emri yoktur, eğer insanları
namaz kılmaya davet ediyorsa bunu -kendisinin değil-, Allah'ın emri
olduğu için yapmakta -ve gerçekte O'nun emrini tebliğ etmektedir
sadece- Nitekim bizim namaz kılıyor olmamız da Allah'a itaat etmemizdir.
"Resul-ü Ekrem'e -sav- itaat", yukarıdaki "Allah'a itaat"ten ayrı bir
kavramdır. O hazretin emirleri, bizzat kendisinin vermiş olduğu ve
devlet ve yönetimle ilgili emirlerdir. Mesela "Usame'nin ordusuna
katılın ve onun komutasına girin", "sınır' boylarını şöyle koruyun",
"vergileri şuralardan toplayın", halka şöyle davranın" vb. emirler hep
hz. Resul-ü Ekrem'in -sav- emirleridir. Allah Teala bizi, hz. Resul-ü
Ekrem'in -sav- emirlerine itaat etmekle de yükümlü kılmıştır. Nitekim
"ululemr"e itaat etmemizi de Allah emretmektedir -ki bizim
mezhebimizce kesinlikle Ehl-i Beyt'in -s- masum imamlarıdırlar-.
Devlet ve yönetimle ilgili olarak ayette geçen "ululemre itaat" de
"Allah'a itaat" ten farklı bir kavramdır. Tabi bu arada Allah Tealâ’nın
"Resul'üne ve ululemre itaat"i emretmiş olması nedeniyle onlara itaatin
gerçekte Allah'a da itaat olduğunu da hemen hatırlatalım.
(144)
Kafi c:l s:276, kitabul hüccet, "innel iman..."bâbı, 1- hadis ve Burhan Tefsiri c:l
s:379-386, 1 ve 4 ayetlerin tefsirinde.
Ayet-i kerimenin devaınında "...herhangi bir konuda anlaşmazlığa -
niza- düşerseniz o meseleyi Allah'a ve Resul'üne -sav- götürün..."
buyrulmaktadır.
Halk arasında vuku bulan anlaşmazlık ve nizalar iki türlüdür:
Birincisi iki kişi veya iki grup arasındaki anlaşmazlıklardır; mesela biri
alacaklı olduğunu söylemekte, diğeri bunu inkar etmektedir ki bu şer'an
veya örfen ispat gerektirmektedir. Bu gibi hususlar şer'i hakim ve
kadılara tevdi edilir, şer'i hakim bu meseleyi inceleyip karara
bağlamakla mükelleftir, bunlar hukuk davalarıdır.
İkinci türde ise herhangi bir niza veya anlaşmazlık sözkonusu
değildir de, ortada bir zulüm veya cinayet vardır. Meselâ zorba birisi,
bir adamın malını zorla almıştır veya milletin malını yemiştir, ya da bır
hırsız birinin evine girmiş, malını çalıp götürmüştür. Bu gibi
durumlarda müracaat edilecek makam şer'i hakim veya kadı değil;
savcılıktır. Hukuki değil, cezâi olan ya da hem hukuki hem cezâi olan
bu gibi durumlarda önce, kanun ve hükümlerin koruyucu ve
gözetleyicisi olup toplumun haklarının savunucusu sayılan .savcı işe
başlar ve iddianamesini -hazırlayıp- sunar, sonra da hâkim işi inceler ve
hüküm verir. İster hukuki ister cezâi olsun bu gibi hükümler, hakimiyet
-ve devlet-in bir kolu olan "yürütme’ gücü tarafından icra edilir.
Kur'an-ı kerim "aranızda bir anlaşmazlık olduğunda..." buyuruyor;
"yani hangi konuda olursa olsun, ihtilafa düştüğünüzde hüküm ve
kanun mercii Allah, yürütme gücü ve mercü ise O'nun Resul'üdür"
deniliyor. hz. Resul-ü Ekrem -sav- hükmü Allah'tan almak ve icra
etmek durumundadır. Eğer bir ihtilaf ve anlaşmazlık mevzuu varsa hz.
Resulullah -sav- şer'i hakim olarak meseleye müdahele eder ve davava
bakar. Zorbalık veya başkasının hakkını yeme türünden bir anlaşmazlık
olduğunda da müracaat olunması gereken merci ve makam yine hz
Resulullah'tır -sav-. O, islam devletinin başkanı olduğu için adaleti
yerine getirmek ve hak sahibinin hakkını aramakla yükümlüdür, memur
gönderir, meseleyi takip eder ve hakkın hak sahibine tahsilini sağlar
Blinmelidir ki hz. Resul-ü Ekrem'in -sav- merci olduğu her işte masum
imamlar da -s- mercidirler. Masum inıamlara itaat de, hz Resul-ü
Ekrem'e -sav- itaattir.
Kısacası 1. ayetteki "Hükmettiğiniz zaman adaletle hükmedin" ve 2.
ayeteki "Allah'a, Resulü'ne ve ululemre itaat edin .." ve nihayet
"...aranızda bir anlaşmazlığa düştüğünüz zaman ." buyruklarının
tamamı "hükmetme ve yönetme"yle "yargı"yı birlikte içermektedir ve
sadece yargıya mahsus değildir; devlet ve yönetimle ilgili bazı ayetler de
vardır ki bilhassa yönetimin "yürütme" gücüyle ilgilidir.
Bu ayetleri izleyen ayette* şöyle buyrulmaktadır: "Sana indirilene ve
senden önce indirilene gerçekten inanmış olduğunu zannedenleri
görmedin mi? Tâğut'un -gayrimeşru güçlerin- nezdinde yargılanmak ve
ondan adalet isterler; oysa onlar onu -tağutu- kesinlikle reddetmekle
emrolunmuşlardı".
"Tâğut"tan maksadın genel anlamda ilâhi egemenlik karşısında
tuğyan edip saltanat ve devlet kuran zalim iktidar ve düzenlerle bunlara
bağlı gayrimeşru ve haksız resmi ideoloji güçleri olduğunu söylemez
isek -bile, en azından yöneticilerle yargı sorumlularının kastedildiğini
kabul etmek zorundayız. Çünkü adalet isteme, hakkını arama ve
suçluya yaptırım uygulanmasını bekleme gibi şeyler genellikle yargı
makamlarını ilgilendirir ve yargının karar ve hükümlerini de yine
genellikle "iktidar ve devlet" olarak bilinen yürütme güçleri uygulamaya
koyarlar. Zulüm düzenleri yargısıyla, iktidar ve yürütme gücüyle ve
diğer bütün zümre ve sınırlarıyla "tağut"turlar. Çünkü Allah Tealâ nın
hükmü karşısında tuğyan ve serkeşlikte bulunmuş, kendi keyfınin
çektiği kanunları çıkarmış ve bu kanunları uygulamaya koyulmuştur ki
yargı ve muhakemesi de bu kanunlara dayalıdır. Allah Teala, "bunlara
kâfır olun -reddedin" buyuruyor, vani onlara karşı, emir, kanun ve
hükümlerine karşı isyan edip başkaldırın. Tağuta kafır olamak, yani
gayrülahi ve gayrimeşru düzen ve güçlere kafa tutmak isteyenlerin pek
ağır sorumluluklar taşıyacakları ve var güçleriyle bu sorumluluğun
üstesinden gelmeleri gerektiği ortadadır.
Ömer Bin Hanzala'nın Makbulesi
Şimdi Ömer Bin Hanzala makbulesine geçip bu rivayette neler
söylendiğine bakalım; Ömer Bin Hanzala şöyle diyor:
"Borç veya miras hususunda anlaşmazlığa düşüp, düzenin mahkeme
ve kadılarına müracaat eden iki -şia- arkadaşıınızın bu tavırlarının -
tağuttan adalet bekleme- doğru olup olmadığını sorduğumda İmam
* Nisa/60 –çev-
Cafer-i Sadık -s- şöyle buyurdular: "Hakk veya haksız bir dava için
onlara müracaat eden kimse, gayrimeşru güce, yani "tağut"a yönelmiş
olur ve onların hüküm ve kararlarıyla alacağı şey bizzat kendi hakkı da
olsa, gerçekte haram olmuş olur. Çünkü bu hakkı, Allah Teala'nın "ona
kafır olun, onu reddedin" buyurduğu tağuttan almış ve ona bağlı
güçlerin kararıyla elde etmiştir. Allah Teala "...Tağuttan yargılama ister
ve ondan adalet umarlar, halbuki tağutu kesinlikle reddetmeleri
emrolunmuştu..." buyuruyor. -Ömer ibni Hanzala "o halde ne
yapmalı?" diye sordum, İmam şöyle buyurdu, der: -Aranızda bizim
hadisimizi kimin rivayet ettiğine ve bizim gösterdiğimiz helal ve haram
üzerinde kimlerin mütalaada bulunup görüş sahibi olduğuna, bizim
kanun ve hükümlerimizi tanıyıp bildiğine bakmanız gerekir, işte
böylelerini bulup hâkim ve hakem olarak seçmelisiniz, çünkü ben
böylelerini size hüküm sahibi ve hakem kılmışımdır."(145)
Ömer İbni Hanzalâdan(146) rivayet olunan bu haberde İmam'ın -s-
mezbur ayeti şahid ve delil olarak göstermiş olmasından da çrkarılacağı
gibi soru genel bir hükmü içermektedir ve İmam'ın -s- cevabı da ne
yapılmak gerektiğini genel anlamda belirlemektedir. Hukuki ve cezâi
davalar için hem yargı makamlarına -hakimlerle yargıçlar- hem de
yürütme güçlerine -ve böylece devlet ve devlet güçlerine- müracaat
edildiğini daha önce arzetmiştim. Hâkimlere ve mahkemelere müracaatın
nedeni hakkın ortaya çıkıp anlaşmazlığın giderilmesi ve gerekli
cezanın belirlenmesidir. Yürütme ve icra makamlarına müracaat da
dava taraflarının mahkemenin kararlarını ve verilecek hukuki veya
cezaî hükümlerin icrasını kabul etmesi demektir. Binaenaleyh bu
rivayette İmam'dan -s- "Mevcut düzene ve onun mahkemelerine müracaat
edilebilir mi, edilemez mi?" sorusu sorulmaktadır.
(145)
Usulü Kafi c: 1 s: 86. kitabul fazlulilm. " ihtilaf ul hadis" babı, 10- hadis
ve : Vesail eşşia , c:18 , "kadının sıfatları" babı. 11- bab ve hadis. (146)
Ebu Sahar, Ömer ibni Hanzala Ecelli Kufı: Şeyh Tusi ve Borgi onun İmam
Bakır ve Sadık aleyhisselamların ashabı olduğunu yazarlar Ömer bin Hanzala
tanınmış ravilerdendir ve Zürare. Hişam bin Salim. Abdullah bin Bekir Abdullah
bin Miskan ve Safi-an bin Yahya gibi ashabırı büyükleri ondan rivayette
bulunmuşlardır ki bu, onun güvenirliğini göstermeye yetmektedir. Ayrıca, Yezid
bin Halife rivayeti onun övünürlüğünü ispatlamaktadır
Gayrimeşru Güçlerden Adalet ve Yargı Beklemek
Haramdır
İmam -s- verdiği cevapta ister yargı, ister yürütmeyle ilgili
mevzularda olsun, gayrimeşru devlet ve iktidarlara müracaatta
bulunmanın haram olduğunu vrugulamaktadır. İslam milletinin zalim
egemen güçler ve onların uşağı olan hakimler ve yargı organlarına
müracaat etmemelerini, hatta kendi haklarını alabilmek için bile onları
"hakem" tayin etmemelerini emretmektedir. Bir müslümanın oğlu
öldürülse veya evi - barkı talan edilse dahi zalim egemenlere başrurup
onlardan hüküm ve adalet istemeye hakkı yoktur. Aynı şekilde, eğer
birinden alacaklı olsa ve canlı şahidi de bulunsa; hakkını alabilmek için
zalim düzen ve onun mahkemel, yargıç ve hakimlerine gidemez. Bu
gibi durumlarda onlara müracaat edecek olursa "tağut"a, yani gayriilahi
güçlere yönelmiş olur. Bu gayrimeşru güçler ve kurumlar vasıtasıyla
kendi öz hakkını elde etmeyi başarabilse bile o elde ettiği şey
"haram"dır ve onu almaya ve kullanmaya -tasarruf- hakkı yoktur. Hatta
bazı fakihler "ayn-î şahsi" hakkında(147) derler ki, mesela, eğer -
sırtınızdan- abanızı -veya ceketinizi- alıp gitseler ve siz zalim düzen
vasıtasıyla onu geri almış olsanız artık kullanamazsınız, o mal üzerinde
hiçbir tasarruf hakkınız kalmamış olur. (148) Bu hükmü -aba veya ceket
örneğini- kabul etmesek dahi genel hüküm, yani "ayn-i külli" de hiç
şüphemiz yoktur. Yani mesela eğer alacaklı biri, Allah'ın tayin ettiği
dışında bir merci ve makama müracaat eder ve onun yardım veya
aracılığıyla alacağını tahsil ederse, artık elde ettiği o şeyde tasarrufta
bulunması -ona sahiplenmesi- caiz değildir. Şeriat hükümleri böyle
gerektirmektedir.
(147)
Biri diğerinden, miktarı belli olmayan bir alacak iddiasında bulunursa bu alacağa
"ayn-i külli" denir. Alacaklının iddiası belli bir miktar içinse bu alacağa "ayn-i şahsi"
denir.
(148)
Araştırmacı Sebzevari Kifayet'ul Ahkam'da bu ihtimali veriyor. Bkz: El Kaza:
Muhakkik Aştiyani s:22.
İslamın Siyasi Hükmü
Yukarıdaki durum islamın, siyasi hükmüdür. Bu hüküm sayesinde
müslümanların zalim ve gayrişer'i güçlerle onların hakim ve
mahkemelerine müracaatı engellenmek istenmiştir ki böylece bu zalim
ve gayrüslami resmi düzen ve kurumlar işlerliğini yitirip ortadan kalksın
ve halka fazlasıyla zahmet ve sıkıntı vermekten başka hiçbir işe
yaramayan bu geniş ve kalabalık yargı ve adliye kurumu kapanıp gitsin
ve böylece hidayet edici imamlar -s- la, onlar tarafından yönetim ve
yargı yükümlülüğüyle vazifelendirilmiş olanlara yol ve kapı açılmış
olsun. Asıl gaye -zalim- sultalarla onların uşağı olan resmi hakim ve
yargıçların elinden işi almak ve halkın onların peşinden gitmesini
önlemektir. Böylece islam ümmetine şöyle denilmek istenmektedir:
"Bunlar merci ve başvurulacak makam değildirler, Allah Teala zalim
sultanlar ve egemenlere karşı olmanızı (başkaldırıp isyan etmenizi)
emretmektedir. Onlara hem karşı olup hem müracaatta bulunamazsınız.
Eğer onlara karşıysanız, onları reddediyorsanız, onları liyakatsız, haksız
ve zalim biliyorsanız onlara müracaatta blunmamanız icabeder.
Başvurulması Gereken Merciler İslam Âlimleridir
O halde islam ümmetinin ne yapması gerekir? Vuku bulacak
hadiseler ve ihtilaflarda ne yapmalı, hangı makamlara başvurmalıdırlar?
İmam -s- bunun cevabını şöyle vermektedir: "Bir hadise veya ihtilaf
durumunda; Allah'ın kanun ve hükümlerine aşina olup helalle haramı
usulünce bilen, akli ve şer'i ölçülerle bizim hükümlerimize vakıf olup
bizim hadislerimizi rivayet edenlere başvurunuz". İmam -s- bu
buyruğuyla "o halde hadis ravileri -muhaddisler- de devlet başkanı ve
genel merci olabilirler" şeklindeki bir iphama yer bırakmayacak
şekilde meseleyi çok net olarak ortaya koymaktadır; gerekli bütün
merhaleleri belirtmekte ve "helal - haram konusunda gerekli kural ve
usullere uygun hükümler verebilme, hükümlere tamamen vakıf olma,
bütün ölçü ve kıstasları bilme ve böylece takiyye veya başka nedenlerle
ulaşmış olup gerçekle alakası bulunmayan rivayetleri teşhis edebilme"
...gibi şartlar öne sürmektedir. İslam hükümlerine ve hadis bilimine
gereğince vakıf bulunmanın sırf "hadis nakletmek"ten çok farklı bir
olay olduğu ise apaçık ortadadır.
Ulema Devleti İdare Ve Yöneticiliğe Atanmışlardır
-Mezbur rivayette İmam- şöyle buyurmaktadır: ""...Bu şartlara haiz
olanı size hüküm sahibi ve hakem kılmışımdır." Yani bu şartlara sahip
bulunan kimse, benim tarafımdan müslümanların yönetim ve yargı
işlerini halletmekle görevlendirilmiş ve bu vazifeye tayin edilmiştir ve
müslümanların da -meselelerinin halli için- ondan başkasına
başvurmaları caiz değildir. Binaenaleyh eğer bir zorba sizin malınızı
yiyecek olursa, şikayet etmeniz gereken makam, İmam'ın -s- tayin etmiş
olduğu icra edici merci ve makamdır. Keza, eğer biriyle belli bir alacak
hususunda ihtilafınız varsa ve bunun ispatlanması gerekiyorsa
başvuracağınız merci yine İmam'ın -s- tayin edip belirlemiş olduğu şer'i
hakimdir, ondan başkasına müracaat edemezsiniz. Sırf "Ömer İbni
Hanzala" için gösterilmiş bir yol değildir bu; bütün müslümanları
bağlayıcı nitelikte genel bir hükümdür.
İmam'ın -s- vermiş olduğu bu emir genel olup herkese şamildir. Hz.
Emir'el müminin -s- zahiri devleti döneminde nasıl yetkilileri, valileri ve
şer'i hakimleri tayin ediyorduysa ve müslüman halk da onlara nasıl
itaatle sorumlu idiyse Hz. İmam Sadık -s- da tıpkı mutlak "veliyy-i emr"
gibidir; dünyanın bütün ulema, fukehâ ve diğer imamlarına hakimiyeti
vardır, hayatı ve mematı dönemleri için -halka- yönetici ve hakim (=
kadı) tayin edebilir. Nitekim bunu yapmıştır da; fakihleri bu makama
atamıştır. Üstelik sadece yargı işleri değil, yönetim ve idareyle ilgili
bütün işlerden sorumlu ve yetkili olduğunu vurgulamak için de "kadı" değil,
"hakim ve hüküm sahibi" tabirini kullanmıştır.
Keza mezkur hadiste geçen ayet ve rivayetten çıkarılan bir diğer
sonuç ta mevzunun sadece yargı ve "hakim"le ilgili olmadığı ve
İmam'ın -s- sadece kadı atamış bulunmadığıdır. İmam –s-
müslümanların diğer konularda ne yapacağını müphem bırakmamış ve
gayrimeşru güçlerden adalet bekleme konusundaki soruyu da
cevaplamıştır.
Bu rivayet vazıhattandır, senet ve doğruluğunda hiç şüphe ve
tartışma bulunmamaktadır.(149)
(149)
‘ Rivayetin senedinde problem’ derken sadece Ömer bin Hanzala
açısından kastedilmektedir. 146 no'lu dipnotta gerekli açıklama verildi.
İmam'ın -s- fakihleri yönetim ve yargıya tayin ettiğinde şüphe
yoktur. İmam'ın -s- bu emrine itaat etmek bütün müslümanlara vaciptir.
Meselenin daha net anlaşılması ve başka rivayetlerle de destek
görmesi için "Ebu Hatice" rivayetini de (150)burada aktarıyorum:
İmam Sadık'ın -s- güvendiği sahabelerinden biri olan Ebu Hatice
şöyle der: "İmam Sadık -s- hazretleri, kendisi tarafından dostlarımıza -
şia- şu mesajı iletmemi istedi: "Aranızda bir anlaşmazlık ve ihtilaf
başgösterdiğinde veya alacak - verecek hususunda bir anlaşmazlığa
düştüğünüzde meselenin takibi ve yargı için sakın bu kötü ve fasık
güruhtan birine müracaatta bulunmayın; kendi aranızda helal ve haram
hükümlerini bilen -ve uygulayan, inançlı- birini hakem ve karar verecek
merci olarak belirleyin, çünkü ben onu size hakim ve kadı kılmışımdır.
Sizden biriniz sakın diğeri aleyhine, mevcut zalim rejim ve onun
güçlerine şikayette bulunmasın!(151)
Rivayette geçen "alacak - verecek hususunda anlaşmazlık" tan
maksat hukuki ihtilaflardır. Yani hukuki ihtilaf ve anlaşmazlıklarınızı bu
fasıklara götürmeyin" denilmektedir. Hemen ardından "ben sizler için
hakim ve kadı belirlemişimdir" buyruğunun gelmesi, "bu fasık ve kötü
güruh" tan maksadın dönemin zalim rejimiyle, onun gayrimeşru
kollarınca işbaşına getirilen yargı sorumluları ve kadılar olduğunu
göstermektedir. Hadisin devamında "çatışma ve düşmanlıklarınızda da
zalim sultana, yani iktidarı haksız yere elinde bulunduran zalim
egemene müracaat etmeyin" denilmektedir. Yani yürütmeyle ilgili
işlerde de onlara gitmeyin, deniliyor. Rivayette geçen "zalim sultan"la,
gerçekte bütün zalim iktiadarlar ve gayrimeşru egemenler
kastedilmekte ve yasaması, yürütmesi ve yargısıyla; gayrüslami olan
bütün bütün sistemler ve bu sistemlerin kurumları gösterilmektedir.
Daha önce bilhassa zalim hakimlerle kadılara başvurulmaması
emredilmiş olduğundan bu yasağın diğer bir güce, yani yürütme gücüne
yönelik olduğu anlaşılmaktadır. Son cümlenin, ilk baştaki mevzunun
tekrarı olmadığı, yani "fasık ve kötü güruha müracaat yasağı"nın tekrarı
(150)
Ebu Hatice ve Ebu Seleme künyeli Salim bin Muharrem bin Abdullah Kenasi,
İmam Sadık ve İmam Kâzım hazretlerinin -s- ashabından oIup her iki İmamdan
rivayette bulunmuştur. İbni Kavleviye ve Ali bin Gazzal onun güvenilir olduğunu
belirtmiş, büyük ricaIci Necefı de onun güvenirliğini vurgulamıştır.
(151) Vesailuşşia c:18 s: 100 kitabul kaza kadının özellikleri babları, 11. bab, 6.
hadis.
sayılamayacağı ortadadır. Çünkü önce soruşturma ve delil ikamesi gibi
ilgili mevzularda fasık kadıya -hakime- müracaatı yasaklamış, sonra da
kadı ve hakimi belli ve tayin ederek kendi izleyicilerinin durumunu
aydınlığa çıkarmıştır. Sonra da, sultanlar -ve iktidarın başındakilere- de
müracaat edilmemesini emretmiştir. Bu da, yargı mevzuunun iktidarın
bütünü olan "sultanlar -ve egemenler- mevzuundan ayrı olduğunu
gösterir, bu ikisi ayrı konulardır yani sultanlarla kadılardan yargılama ve
adalet istenmemesine dair naklolunan Ömer İbni Hanzala hadisinde her
iki konuya da işaret edilmiştir. ancak bu rivayette (İmam -s-) sadece
kadı ve hakimi tayin ederken, Ömer bin Hanzala rivayetinde hem
yürütmenin de başı bulunan yönetici ve egemen gücü, hem kadı ve
yargı makamını tayin etmektedir.
Ulema Devlet ve Yönetim Makamından Azl mi edilmiştir?
Şimdi bu rivayette de görüldüğü gibi, İmam -s- yargı makamına
fukahayı ve Ömer bin Hanzala rivayetinde de hem yargı, hem bütün bir
yönetimin başına onları tayin etmiş olduğuna göre İmam -s- dünyadan
göçtüğünde fakihlerin de kendiliğinden bu makam ve vazifeden
azlolmuş sayılıp sayılamayacaklarına bakmamız gerekir. Yani -masum-
İmamların -s- tayin etmiş olduğu bütün kadı ve yöneticiler, onların
vefatıyla birlikte bu görev ve vazifelerinden alınmış mı olurlar? -Bu
noktada- Şia mezhebi inancında masum İmam'ın -s- konum ve
velayetinin diğer insanlardan farklı olduğu ve onların bütün emir ve
düsturlarının hayatlarında olduğu gibi mematlarında da geçerli ve
uyulması gerekli bulunduğu mevzuu bir kenara bırakılarak, -herşeyden
önce- bu dünyada insanlar için belirlenen makam ve konumların
durumunu aydınlığa kavuşturmak gerekir.
İster krallık, ister cumhuriyet, ister diğer iktidar biçimleri olsun,
dünyevi rejimlerde kral, cumhurbaşkanı veya devlet başkanı öldüğü ya
da durum altüst olup rejim değiştiği zaman idari makamlar ve askeri
rütbeler de değişmiş olmaz. Mesela bir generalin rütbesi -sırf bu tür bir
değişiklik nedeniyle- kendisinden geri alınmaz; büyükelçi, büyükelçilik
görevinden azledilmiş olmaz -veya mesela- maliye bakanı, vali,
kaymakam ve bucak müdürü görevden uzaklaştırılmış sayılmaz. Her ne
kadar yeni rejim veya hükumet onları makamlarından azledebilirse
de - sırf sözkonusu değişiklik yüzünden- bu makam ve vazifeler
kendiliğinden azle uğramış olmaz. Bazı durumlar vardır ki
kendiliğinden ortadan kalkarlar; mesela hasbiye (152)izni veya falan
şehirde işleri idare etmesi için bir fakihin birine verdiği vekalet bu
türdendir. Fakihin vefatıyla birlikte bu hasbiye icazeti ve vekalet de
kendiliğinden iptal olmuş olur. Ama mesela fakihi kimsesiz küçük bir
çocuk için bir kayyım veya bir vakıf için bir mütevelli tayin etmişse,
fakihin ölümüyle birlikte bu kayyumiyet ve mütevellilik o adamlardan
sakıt olmaz.
Ulemanın Tayin Edildiği Makam Ve Vazifeler Daima
Mahfuzdur
Masum imamların -s- fakihler için belirlemiş olduğu ümmetin
yöneticiliği ve yargı işinin başında bulunma gibi vazife ve makamlar da
daima mahfuz ve saklıdırlar. Bütün boyutlardan haberdar bulunan ve
işlerinde gaflet ve hataya yer omayan masum İmam'ın -s-, dünya
yönetimlerinde bir -devlet- başkanının ölmesiyle -diğer yetkililerin
mevkilerini kaybetmeyeceğini ve- diğer şahısların makam ve
yetkilerinin devam edeceğini bildiğı muhakkaktır. Eğer başkanlık ve
yargıya tayin etmiş olduğu fakihlerin onun vefatından sonra bu haktan
mahrum olmaları gerekseydi, İmam -s- bunu mutlaka belirtir ve
"fakihler için belirlediğim bu makam, iş ve vazifeler, ben hayatta
olduğum sürece geçerlidir, benden sonra hepsi geçersiz sayılır" derdi. O
halde bu rivayetler gereğince islam uleması İmam -s- tarafından devlet
ve yargının başına atanmış bulunmaktadır ve bu makam onlar için
daima mahfuzdur. Daha sonraki İmam'ın bu hükmü bozarak fakihleri
atanmış oldukları bu vazifelerinden azletmesi ihtimali de asla sözkonusu
değildir. Zira "kendi hakkınızı almak için dahi zalim sultanlar ve onların
kadılarına gitmeyin, çünkü onlara gitmek tağuta gimektir" diyen ve
sonra da tağuta karşı çıkılması ve tağutun mutlaka reddedilmesi
gerektiği mealindeki ayeti hatırlatıp halka itaat etmeleri gereken
(152)
Hasbiyye, şeriatın toplumda vukuunu istediği işlerdir ki bir veya birkaç kişinin
yapmasıyla diğer bireylerden sâkıt olur. Hasbiye işlere örnek olarak emr-i bil mâruf ve
nehy-i anil münker, savunma ve yargı verilebilir. Gaybet döneminde bu işleri üstlenmekle
sorumlu kimse âdil fakihtir; fakih, güvendiği ve liyakatli birini bir işe tayin edebilir.
yönetici ve kadıları tayin edip gösteren bir İmam'ın -s- hükmüne
rağmen, daha sonra gelen bir İmam bu tayinleri iptal eder ve başka
yönetici ve kadılar da belirlemezse müslümanlar ne yapacaklardır? Bir
ihtilaf ve anlaşmazlığa düştüklerinde kime gideceklerdir? Allah'ın
emrine aykırı davranıp "tağuta gitmek"le özdeş sayılan "fasıklarla
zalimlere" . mi gideceklerdir? Ya da ellerini kavuşturup "artık ne bir
mercimiz, ne de gidecek, sığınacak bir kimsemiz yok; bundan böyle
kargaşa ve sorumsuzluk egemen olsun" mu diyeceklerdir yoksa?!
Herkes dilediğinin malına el koysun, başkalarının hakkını yoketsin ve
herkes canının istediğini yapsın -mı denecek-?!
Biz, İmam Cafer Sadık -s-'ın fakihleri bu makam ve vazifeye atamış
olması halinde İmam Musa Bin Cafer veya diğer İmam
aleyhimusselamların fakihleri bu makam ve vazifelerinden
azletmeyeceklerinden kesinlikle eminiz. -Çünkü böyle birşey zaten
mümkün değildir- Yani onları azletmeleri ve "adil fakihlere gitmeyin",
veya "zalim sultanlara gidin" yada "ellerinizi kavuşturup haklarınızın
çiğnenmesini seyredin" demeleri düşünülemez elbet. Bir imamın belli
bir şehre tayin ettiği bir kadı, onun ölümünden sonra diğer İmam
tarafından elbette ki azledilip onun yerine başka bir kadı tayin edilebilir;
ama bu mevki ve vazifelerin durum ve konumlarını (hakim ve kadının
mutlaka adil bir fakih olması gerektiği aslını -çev-) hiçbir imam
değiştiremez, apaçık ve gayet net bir vak'adır bu.
Aşağıda nakledeceğimiz rivayet de bunu ispatlayıcı niteliktedir. Öne
sürdüğümüz deliller bu rivayetlerin sadece birinden ibaret olmuş olsaydı
iddiamızı ispatlayamazdık, ama meselenin esasını açıkladık; daha önce
aktardığımız rivayetler meseleyi tamamen ispatlamış bulunmaktadır.
Sahihe-i Kaddâh(153)
"İmam Cafer Sadık -s- Hz. Resul-ü Ekrem efendimizden -sav- şöyle
nakleder: Allah Teala bilim yolunda yürümekte olana cennete giden bir
yol açar ve melekler sevinçten -ve Allah'ın rızası nedeniyle- kanatlarını
ona gererler; gökteki ve yerdeki tüm mahlukât, hatta denizlerdeki
balıklar bile ilim peşinde koşan kimse için Allah'tan mağfıret diler.
(153)
Abdullah bin Mavmun bin 'el Esver'ul Gaddah: İmam Bakır ve İmam
Sadık'ın -s- sahabesindendir. Necaşi ve Allame onu güvenilir kabul etmişlerdir.
Âlimin âbide üstünlüğü, dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü gibidir
tıpkı. Şüphesiz, alimler ve bilginler peygamberlerin miraçısıdırlar,
Peygamberlerse para -pul denen nesneden hiçbir miras bırakmazlar,
onların mirası "ilim"dir. O halde her kim ilimden faydalanabilirse
kıymetli ve bereketli bir fayda sağlamış demektir.''(154)
Bu hadisin bütün ricali sıka (güvenilir)dir, hatta Ali bin
İbrahim'in(155) babası -ibrahim bin Hâşim-(156) hadis ravilerinin sadece
güvenilir isimlerinden olmakla kalmaz, aynı zamanda en
büyüklerindendir de. Bu rivayet, biraz değişik bir mazmunla, zayıf bir
senetle daha nakledilmiştir. Yani senet Ebu'1 Bahteri'ye (157) kadar
sahihtir -doğrudur- ama Ebu'1 Bahteri'nin kendisi zayıf ravilerdendir.
Rivayet şöyle:
Ebu'1 Bahteri Rivayeti
İmam Sadık -s- şöyle buyurur: Ulema mirasçılardır, çünkü
peygamberler miras olarak para - pul bırakmazlar; onların mirası
konuşmaları olan hadislerdir. Bu nedenle onların hadislerinden
faydalanan kimse gerçekte pek değerli ve bereketli bir yarar sağlamış
demektir. O halde şu iliminizi kimlerden aldığınıza dikkat edin. Zira
Peygamberin -sav- Ehl-i Beyli olan bizim aramızda her nesilde;
(154) Usul-ü Kâfı c: l s:42 fasl-ı ilim kitabı , ilmin sevabı babı, 10. hadis.
(155)
Ali bin İbrahim bin Haşim Kuminin: Hk 3 yy'ın sonlan ve 4. yy'ın
başlarının en tanınmış hadis; tefsir ve fıkıh alimlerinden ve Kuleyni'nın
üstadlarındandır. Çok sayıda eseri vardır. Bazıları: Menâkıb, Kurbul Esnâd,
Kitabul Şerayi, Kitab-ı Meğâzi, Kitabul Enbiya ve Tefsir-i Kur'an. Kum'da
gömülüdür.
(156) İbrahim bin Haşim Kummi: İmam Cevad'ın -s- ashabındandır. Masum
İmamların -s- ashabından pek çok rivayetlerde bulunmuştur. Kufelilerin hadislerini
Kum'da yayan ilk kişi olduğu söylenir. "Nevadir" ve "Kazaya-i Emir'el
Mümiminin" onun önemli eselerindendir.
(157) Veheb bin Veheb bin Kesir bin Abdullah: Ebul Bahteri adıyla tanınır (?-
200 hk) İmam Sadık -s- ve Bağdat'ın nezili Hişam bin Urve'den rivayetlerde
bulunmuştur. Hadislerinde suçlanmıştır; ehl-i sünnet uleması ve bu cümleden
olmak üzere Ahmet bin Hanbel onu sahetkârlık ve yalancılıkla suçlar.
İmamiye alimlerinden Şeyh Tusi de onu sünnilik ve zayflıkla suçlamıştır. İbn-i
Ğezayiri onun için "O sünni ve yalancıdır" der. Ama İmam Sadık'tan -s - güvenilir
hadisler rivayet etmiştir.
aşırıcıların tahrifleri, yanlışa kapılanların -yeni- yöntemler uydurmalarını
ve akılsızların tevillerini dinden uzaklaştıracak âdil ve dürüst kimseler
vardır daima -bunlar, garazkarların saptırmaları ve cahillerin yanlış
tanımlamalan, tahrif vb. şeylerden dini temizlerler."-(158)
Rivayetlerin İncelenmesi:
Merhum Neraki'nin de(159)delil olarak kullandığı bu rivayeti
nakletmekten amacımız "ulema, enbiyanın mirasçısıdır" cümlelerinin
manasının anlaşılmasını sağlamaktır. Burada, üzerinde durulması
gereken bir kaç nokta var:
1- "Ulema"dan maksat, kimlerdir? Ümmetin uleması mı? Yoksa Ehli
Beyt imamları -s- mı kastedilmektedir? Kimileri, muhtemelen Ehl-i
Beyt aleyhimusselamın kastedildiğini(160)söylemişse de rivayetten
göründüğü kadarıyla ümmetin âlimleri kastedilmekte ve bizzat hadisin
kendisi de kastedilenin Ehl-i Beyt -s- olmadığını göstermektedir. Çünkü
masum imamlar -s- hakkında ulaşan menkıbeler buna uymamaktadır."
Peygamberler hadislerini miras bırakırlar, bunları öğrenenler pek büyük
fayda sağlarlar..." ibaresinin, Ehl-i Beyt imamlannın -s- tarifı olması
mümkün değildir. Bu ibare, rivayette kastedilenin ümmetin uleması
olduğunu ispatlamaktadır. Aynı şekilde Ebu'1 Bahteri rivayetinde
"ulema, enbiyanın mirasçısıdır" ibaresinden sonra "ilimlerini kimden
aldıklarına dikkat etsinler" denilmektedir. Yani ancak "ilimlerini kimden
almaları gerektiğini bilirlerse peygamberlerin mirasçısı olabilirler"
buyrulmaktadır. Buradaki mirasçıların masum imamlar -s- olduğu ve
diğer insanların ilimlerini onlardan öğrenmeleri gerektiği söylenemez,
çünkü rivayetin zahirinde böyle bir ifade yoktur. Ehl-i Beyt İmamları -
s- hakkında ulaşan rivayetleri inceleyen ve o hazeratın Hz. Resulullah
efendimiz -sav- nezdindeki konum ve yakınlıklannı bilen biri, mezbur
rivayette -masum- imamların değil, ümmetin alimlerinin kastedildiğini
kolayca görecektir. Nitekim ulema için birçok rivayette bu tür menakıb
vardır, mesela: "Ümetimin uleması benden önceki peygamberler
(158)
Usuli Kâf c: 1 s:39, Fazlul ilim kitabı, İlim ve alimın özellikleri babı, 2.
hadis.
(159) Evaid'ul Eyyam s: 186 "fıtehdidi velayet'il hâkim" , 10 hadis.
(160)
Belağat'il Fakih c: 3 s: 226.
gibidir" veya "Ümmetimin uleması, İsrailoğullarının peygamberleri
gibidirler. "(161)
Kısacası, mezbur rivayetten anlaşıldığı kadarıyla amaç, "ümmetin
alimleri"dir.
2- "Ulema enbiyanın mirasçısıdır" ibaresinin, bahsimizi teşkil eden
velayet-i fakih meselesi için tek başına yeterli olamayacağı iddia
edilerek şöyle denilebilir: "Çünkü nebilerin peygamberlik boyutları
vardır ve ilmi vahy, ilham veya başka yollarla Allah'tan almaktadırlar,
ama bu özellikleri onların, müminlere ve halka velayette bulunmalarını
da -onları idare edip yönetme- gerektirmez. Keza, Allah Teala imamet ve
velayet özelliğini de ayrıca vermemişse -sırf nebi oldukları için- bu
özelliği taşımış olmazlar ve kesinlikle sadece "nebi"dirler. Tebliğde
bulunmakla görevlendirilseler dahi sadece sahip olabildikleri –miktar
bilgiyi-ni halka ulaştırmak durumundadırlar. Rivayetlerimizde "resul"le
"nebi" arasında fark olduğu geçer; "resul" tebliğle sorumludur, ama
"nebi" sadece -ilahi mesajları- a1ır.(162) "Nübuvvet"le "velayet" vasıfları
da farklı olduğu ve "ulema, enbiyanın varisleridir" ibaresinde nebilerin
ünvan vasfı (kimlik sıfatı, işleri ve neci oldukları -çev-) kastedilip bu
ünvan srfatı nedeniyle ulemayı nebilerle aynı menzilede saydığı (163)ve
bu sıfat -nebilik- "velayet" özelliğini taşımadığına göre bu cümleden,
"ulemanın velayete de sahip olduğu" gibi bir netice çıkaramayız. Ama
mesela; eğer "ulema Musa veya İsa aleyhisselamlar mesabesindedirler
"şeklinde buyrulmuş olsaydı, Hz. Musa -s- gerekli bütün vasıflara haiz
bulunduğu ve bu cümleden olmak üzere "velayet" özelliğini de taşıyor
olduğu için "ulema da velayet niteliğine sahiptirler" denilebilirdi.
Ancak, -mezbur rivayette- böyle buyurulmadığı ve ulema belli bir
şahsın menzilesinde gösterilmediği için bu neticeye varabilmek
mümkün değildir."
(161)
Bihar, c:2 s:2, kitabul ilim, 80 bab, 67, hadis.
(162) Usul-ü kafı c:l s.245-246, kitabul hüccet, "Tabakatul Enbiya.." babı, 10.
hadis.
(163) Ünvâni vasıf, sadece vazife veya meslekle sınırlı vasıflar. Burada maksat
`sadece Peygamber-nebi-dir", başkası değil, Yani ulema, peygamberlerin
varisleridirler, peygamberler de, dinle ilgili hükümleri vahy yoluyla alanlardır.
Binaenaleyh, sadece bazı peygamberlere verilmiş olan velayet ve İmamet
sorumluluğunun, bütün "peygamber"lerin varisi olan fakihlere taalluk ettiği
söylenemeyecektir. (bu hadisin mazmumuna göre) .
Bu eleştirel yoruma verilecek cevap şudur: Rivayet ve kelimelerin
görünürdeki anlamlarının anlaşılmasındaki ölçü ve kıstas, ilmi inceleme
ve yorumlar değil; "halk tarafından genel anlaşılma şekli" denilen örfi ve
mütearif anlamlardır. Biz de örfi anlayışa tabiyiz. Fakih, bir rivayetin
anlaşılması ve yorumuna ilmi incelikleri katmaya kalkışırsa birçok
noktayı farkedemez, çoğu meseleleri anlamaktan geri kalır.
Binaenaleyh "ulema, enbiyanın mirasçısıdır" rivayetini örfe -halka-
sunacak olursak onlar da nebilerin ünvan sıfatının kastedildiğini ve
sadece bu ünvanın ulemaya intisab ettiği anlamını mı, yoksa bu ibareyi
şahıslar için bir emare - belirti ve delil -olarak mı görecektir? Yani eğer
halkın genelinden (geçerli örfı çerçeve dahilinde) "falan fakih Musa ve
İsa -sa- menzilesinde midir, değil midir?" diye soracak olursak "Bu
rivayete göre evet; çünkü Musa'yla İsa aleyhimusselamlar
enbiyadandır" -istidlali- şeklinde mi cevap verecektir? Veya meselâ
"fakih Hz. Resulullah'ın -sav- mirasçısı mıdır, değil midir?" diye
sorulacak olursa "evet" diyecek ve buna delil olarak da çünkü hz.
Resulullah efendimiz -sav- enbiyadandı" gibi bir istidlâle mi
dayanacaktı?!
Görüldüğü gibi mezkur rivayette geçen "enbiya" terimini "ünvan
sıfatı -sırf Peygamber olma durumu /çev/ olarak alamayız. Bilhassa
çoğul olarak kullanılması bunu gösteriyor. Eğer tekil olarak kullanılmış
- ve nebi denilmiş /çev/ -olsaydı bu ihtimal verilebilirdi, ama " enbiya"
denilerek kelimenin çoğulu kullanılmış olduğuna göre "küll-i ferd-i
min'el enbiyâ" denilmektedir, "küll-i ferd-i min'el enbiyâ bimâ- hum
enbiyâ" denilerek ünvan sıfatı kullanılmış (164) ve bu ünvan- sırf
Peygamber olma - sıfatını diğer sıfatlardan ayırıp " fakih, Peygamber
-nebi- mesabesindedir, resul ve veli mesabesinde değil" şeklinde bir
mana verilmiş değildir. Rivayet ve hadis sahasında bu tür yorumlamalara
gitmek örfi ve akli idrâke aykırıdır.
3- Ünvan sıfatının kastedildiğini ve ulemanın dar ve salt kelime
anlamında "nebi" yle aynı mesabede tutulmuş olduğunu varsayalım. Bu
durumda Allah Taalâ 'nın "nebi" lik için sabit kılıp tespit etmiş olduğu
(164)
Külli ferdi min'elenbiya", yani taşıdıkları bütün sorumluluk ve
derecelerde bütün peygamberler. Bir de diğer tabir vardır ki, bu da "İmamet ve
velayet" sorumluluğunu da taşıyıp taşımadıkları gibi bir ayırımda bulunmaksızın
sırf "peygamberlik"le görevlendirilmiş bütün peygamberlerin salt "peygamberlik"
ve " elçilik" vasfı.
hükmü -ve özelliği - ulema için de geçerli saymamız gerekir. Yani
meselâ "falan kimse âdil insan menzilesinde dir - sayılır- " denilir ve
ardından "âdil insanlara saygı gösterilmelidir" ibaresi gelirse, bu iki
önermden o şhısa saygı gösterilmesi gerektiği sonucu çıkar. O halde biz
"nebi - Peygamber- müminlere kendi nefıslerinden evlâdır"(165) ayet-i
şerifinden "velayet" derece ve mansbının ulema için de geçerli olduğu
sonucunu çıkarabiliriz. Çünkü âyette geçen "evlâ" teriminden maksat
ve başkanlıktır. Nitekim Mecme'ul Bahreyn'de(166) bu ayet-i şerifenin devamında
İmam Bâkır'dan -s- şöyle rivayet olunmaktadır: "Bu ayet,
devlet, iktidar ve velayet (= imâret) hakkında nazil olmuştur."(167) O
halde nebinin müminler üzerinde velayet ve imareti -yönetim hakkı-
vardır ve Hz. Nebiyy-i Ekrem -sav- için geçerli olan bu velayet ve
başkanlık, ulema için de geçerlidir. Çünkü bu ayette ünvan sıfatına
değinilmektedir ki, mezkur rivayette de ünvan sıfatının kastedilmiş
olduğundan hareketle bu mevzuya girmiştik.
Bunlara ilaveten, "resul" için birtakım hak ve hükümleri belirlemiş
olan ayetleri de delil olarak gösterebiliriz; "Allah'a itaat edin, Resulüne
itaat edin ve sizden olan -mümin- emir sahiplerine de..." ayetine
işaretle, nebiyle resul arasında örfı açıdan fark bulunmadığı -her ne
kadar bazı rivayetlerde vahyin nüzulünün niteliği konusunda resulle
nebi arasında fark gözetilmişse de-(168) örfen ve aklen resulle nebinin
aynı anlama geldiği söylenebilir. "Nebi"nin örfteki anlamı, Allah
Teala'dan inbâ' eden, haber getirendir; Resul de, Allah'ın kendisine
buyurmuş olduğunu insanlara ulaştırandır.
4- Hz. Peygamber-i Ekrem'in -sav- rıhletinden sonra, ondan geriye
kalan "ahkam"ın -her ne kadar deyim olarak "miras" denilmemişse de
bir nevi "miras" sayılacağını söyleyenler çıkabilir, bunlar şöyle
diyebilirler: "Bu ahkamı alıp öğrenenler Peygamberin -sav
(165) Ahzab/6.
(166)
Mecma'ul Bahreyn ve Metleunnehreyn-fı Ğariybel Kur'an ve'1 Hadis"
kitabı, Kur'an ve hadislerde geçen terim ve deyimleri inceler. İmamiye şiasının
rivayetleri esasınca Fahreddin bin Muhammed Ali bin Ahmed bin Tureyh-i Necefı
(Şeyh Fahreddin olarak tanınır: Tureyhi (?- 1085 hk) tarafından yazılmıştır. Bu
eseri yazarken Sıhah , Kamus ve Nihaye'den faydalanmıştır.
(167) Mecmeul Bahreyn, c: l s:457.
(168)
Usulü Kafı , c:l s:7- 176, kitabul Hüccet, "Resul, Nebi ve Muhaddisin
farkı babı.
mirasçısıdırlar. Ama Hz. Resul-ü Ekrem'in -sav- herkes üzerindeki
velayet ve başkanlık mansabının da miras sayılabileceği ve miras olarak
geçebileceği ne malum?! Miras olarak bırakılabilecek olan tek şey, belki
de onun hükümleri ve hadisleridir sadece. Nitekim nebilerin mirasının
"ilim" olduğu da geçiyor rivayette. Aynı şekilde, Ebu’1 Bahteri
rivayetinde de "peygamberler hadislerinden bazılarını miras bırakırlar"
buyrulmaktadır. O halde peygamberlerin sadece "hadis"lerini miras
bıraktıkları, velayetinse miras olarak bırakılabilecek birşey olmadığı
ortaya çıkmaktadır."
Yukarıdaki eleştiri de geçerli ve yerinde değildir. Çünkü velayet ve
liderlik itibari ve akli mevzulardandır ve bu konuda akıl sahiplerine
müracaat edip velayet ve devlet başkanlığının miras şeklinde devredilip
devredilemeyeceğini sormamız gerekir. Mesela dünyanın akıl
sahiplerinden, falan saltanatın varisinin kim olduğu sorulacak olsa
makam ve mevkinin varisi olamayacağını, makamın miras
bırakılabilecek birşey olmadığını mı söyleyeceklerdir, yoksa "falan
şahıs, falancanın taç ve tahtının varisidir" mi diyeceklerdir? Esasen
"tahtın varisi" sözü yerleşmiş meşhur bir kalıptır. Akıl sahiplerinin
nezdinde iktidar ve velayetin de, tıpkı bir şahıstan diğerine intikal
edebilen miras gibi "intikaledilebilir" olduğu herkesçe bilinmektedir.
"Peygamber, müminlere kendi nefıslerinden evladır" ayetiyle "ulema,
enbiyanın varisleridir" rivayetini okuyup düşünen biri bu ikisinde,
mantıken intikali mümkün itibari birşeyden sözedildiğini kolaylıkla
farkedecektir.
Buradaki "ulema, enbiyanın varisleridir" ibaresi masum imamlar
aleyhimusselam hakkında söylenmiş olsaydı; masum imamların -s- her
konuda Hz. Peygamber efendimizin -sav- varisi oldukları mealindeki
rivayette de belirtildiği gibi(169) biz de onların "her konuda mirasçı
oldukları"nı söyleyecek ve "varis ve mirasçı"lıklarının sadece ilmi ve
şer'i mevzuatla sınırlı olmadığını vurgulayacaktık.
Binaenaleyh elimizde "ulema, enbiyanın varisidir" rivayetinden başka -
rivayet veya ayet- bulunmamış ve rivayetin başıyla sonu söylenmiş
olsaydı şu anlam kolayca çıkarılabilirdi: Hz. Resul-ü Ekrem'in –sav-
intikal edilebilir olan bütün mansıp ve işleri ve bu cümleden olmak
(169)
Usulü Kafı c: l s: 321-343, kitabul Hüccet, "innel emine vereset'il
ilim..."babıyla" "mâindel eimme min selah..."babı.
üzere de masum imamlara -s- intikal eden "başkanlık ve yönetim"
mansabı fakihler için de geçerlidir -ki herhangi bir sebeple bu
kategorininin dışında tutulması gereken bazı işleri biz de delil ve
sebebin gerektirdiği ölçüde bu kategorinin dışında tutarız-.
Yukarıdaki eleştirinin buraya kadar giderilmemiş olan en önemli
yönü "ulema, enbiyanın mirasçısıdır" cümlesinin; "miras"tan maksadın
"hadis" olduğuna karine teşkil edebilecek sözler arasında yeralıyor
bulunmasıdır. Nitekim Kaddah sahihesi'nde de "Peygamberler miras
olarak para-pul bırakmazlar; onların mirası ilimdir" buyurulmak; Ebu'1
Bahteri rivayetinde de "...para - pul miras bırakmazlar..." ibaresinden
sonra "...onların mirası, hadislerinden bazı sözler, bazı hadislerdir"
denilmektedir. -Binaenaleyh, bazıları bu ibareye istinaden şöyle
diyebilirler:- "Bu karineye göre, peygamberlerin mirası, onların
hadisleridir; onlar, hadislerden başka "miras olabilecek" hiçbirşey
bırakmazlar. Hele, cümlenin başında "innema" ibaresi geçiyor ki, bu da
sınırlamaya işarettir.
Bu eleştiri de geçerli değildir. Çünü eğer bununla, Hz. Resul-ü
Ekrem'in -sav- sadece hadislerini miras bıraktığı ve esasen bunun
dışında miras bırakabileceği başkaca hiçbirşeyi olmadığı gibi bir anlam
kastediliyorsa bu zaten bizim dinimize ve mezhebimize aykırıdır. Zira
Hz. Resul-ü Ekrem efendimiz -sav- "miras olabilecek" şeyler
bırakmıştır. Ayrıca, Hz. Resulullah'ın -sav- ümmete "velayet"i
bulunduğu (ümmetin devlet başkanı ve en üst amiri -çev-) da tartışma
götürmez bir gerçek olup o hazretten sonra velayet görevi Emir'el
müminin -Hz. Ali-'ye -s- intikat etti; ondan sonra da Ehl-i Beyt'in
imamları -s- ard arda bu vazifeyi üstlendiler.
Burada geçen "innema" kelimesine gelince; bu terim illa da
"sınırlamaya" işaret değildir ve esasen "innema"nın sınırlamaya delalet
edip edemeyeceği belli değildir zaten. Dahası, Kaddah Sahihesi'nde
"innema" kelimesi hiç geçmez; bu terim Ebu'1 Bahteri rivayetinde
geçmektedir ki bu rivayet de, daha önce arzettiğim gibi, senet
yönünden zayıftır.
Şimdi "Sahihe" deki ibareyi tekrar okuyalım ve bu ibarelerin,
peygamberlerin hadisten başka miras bırakamayacakları şeklinde bir
manaya karine teşkil edip etmediklerıne bakalım:
"Allah Teala, ilim yolunda yürümekte olana, cennete giden bir yol
açar". Bu cümle ulemayı övmek için kullanılmıştır. Bu övgünün her
alimi kapsadığı da zannedilmesin; "alimler sırf alim oldukları, bu
övgüye layıktırlar" düşüncesi yanlıştır. Kafı'de ulemanın vazife ve
özellikleriyle ilgili rivayetlere(170) şöyle bir bakarsanız birkaç satırlık ilim
tahsil etmiş herkesin "alim" ve "enbiyanın varisi" şeklinde
adlandırılmayacağını; bilâkis bunun ("bilmek"ten başka ve buna ilaveten
-çev-) çok ağır şartları ve sorumlulukları olduğunu görürsünüz.
"Melekler sevinçten -ve Allah'ın rızasının bir belirtisi olarak
kanatlarını ona -ilim yolundakine- gererler" ibaresindeki "kanatların
yayılması"nın anlamı, ehli nezdinde malumdur zaten(171)ve burada bahsedilecek
mevzulardan değildir, meleklerin bu hareketi saygı için
veya alçakgönüllülük ve tevazu belirtisidir.
"...Gökteki ve yerdeki tüm mahlukat, hatta denizlerdeki balıklar bile
ilim peşinde koşan kimse için Allah'tan mağfıret diler..." cümlesi de
buradaki bahsimize siğmayacak kadar geniş ve tafsilatlı bir açıklamayı
gerektirir.
"...Âlimin âbide üstünlüğü, tıpkı dolunayın diğer yıldızlara üstünlüğü
gibidir..." sözünün anlamı da, açıklamaya yer bırakmayacak kadar
nettir.
Şimdi gelelim "...âlimler, nebilerin mirasçısıdırlar, varisidirler"
sözüne. Rivayetin başından bu cümleye kadarki kısmı ulemanın
övülmesi, özellik ve faziletlerinin tavsifıyle ilgilidir. Bu özelliklerden biri
de, ulemanın peygamberlerin mirasçısı olmalarıdır ki bu sıfat, ancak
peygamberler gibi halka velayetleri -iktidarda- olması ve "emirlerine
itaatin farz bulunması" halinde onlar için bir fazilet sayılabilecektir.
Ancak, "...Peygamberler miras olarak para-pul bırakmazlar..."
sözünün anlamı, peygamberlerin ilim ve hadisten başka hiçbir miras
bırakamayacakları şeklinde değildir. Bilakis, söylenmek istenen şey
şudur: "Onlar veliyy-i emr oldukları ve bütün toplumu yönettikleri
halde maddiyatçı liderler değildirler, Allah'ın rizasını gözetirler, dünya
malı biriktirme gibi bir gaye ve kayguları yoktur. Öte yandan
peygamberlerin yönetim biçimi, krallık ve günümüzde çok görülen
diğer yönetim biçimleri gibi, baştakine mal ve servet getirecek şekilde
de dcğildir. Hz. Peygamber-i Ekrem'in -sav- çok sade bir yaşamı vardı;
mevki ve makamını şahsi çıkarları için kullanmış değildi ki kendisinden
(170)
Usuli Kafı c: l s: 42-45, fazlul ilim kitabı, "alimlerin özellikleri" babı.
(171) Erbain: İmam Humeyni (ks) s: 414-416, 26. hadis.
sonra da mal - mülk bırakmış olsun. O hazretin miras olarak bıraktığı
şey ilimdir ki, bu da her şeyden üstündür. Hem de, Hak Teala
tarafından lütfedilmiş bir ilim... Rivayette ilimden bahsedilmiş olmasının
nedeni de bu cihettendir belki de. Binaenaleyh "ulemanın
özelliklerinden bahsolunan bu rivayette ilmin mirasından ve mal -
mülkün miras kalmayacağından sözedildiğine göre ulema sadece ilim
ve hadisi miras alırlar, başka bir şeyi değil"şeklinde bir hükme varılmaz.
Bazı yerlerde bu hadise" bizden miras kalan şey, sadakadır." sözü de
eklenmiştir ki aslında hadisin bir parçası değildir ve siyasi amaçlarla
hadise eklenmiştir. Bu hadis, ehl-i sünnet fıkhında da geçer.(172)
Bu noktada söylenecek son söz şudur: Bu cümlelerin karine olması
ve neticede "ulema, enbiyanın mirasçısıdır" sözüne dayanarak "enbiya
için geçerli her şey, ulema için de geçerlidir" hükmüne varılması
mümkün olmasa bile bu cümlelerin karine olma ihtimali, ulemanın
enbiyadan sadece ve sadece ilmi miras alacağı anlamına da getirilemez.
Bu durumda bu rivayetle, daha önce hatırlattığımız ve mevzuya
delalette de bulunan rivayet çelişecek ve o rivayetle ispatlanan mevzu,
burada iptal edilmiş olacaktır -ki bu mümkün değildir, çünkü- bu
rivayetten böyle bir netice çıkmamaktadır.
Nass Yoluyla Velayet-i Fakihin İsbatı
Rivayetten; "Hz. Resulullah'ın -sav- ilimden başka bir miras
bırakmadığı, esasen velayet ve halifeliğin miras bırakılabilece şeyler
olmadığı ve o hazret "Ali benim varisimdir" buyurmuş olsaydı bile
bunun "Hz. Ali'in -s- Peygamberin halifesi olduğu anlamına
gelmeyeceği" gibi bir mananın çıkarılabileceği farzedilirse o zaman
Emir'el müminin Hz. Ali'yle -s- diğer Ehl-i Beyt imamlarının –s-
halifeliği hususunda nassa başvurup "Hz. Resulullah -sav- Emir el
muminin'i -s- halifeliğe tayin etmiştiı" dememiz ve bunun velayet-i
fakih için de geçerli olduğunu söylememiz gerekir. Çünkü daha önemli
(172)
Bkz: Sahih-i Buhari c: l s:25, kitab'ul ilim, "ilim kablcl kavl..."babı
veSünen-i Daremi c. l s.110, "fi fazlul ilim ve..."babı, 342. hadis ve: sünen-i Ebu
Davud c: 4 s:57, kitabul ilim "bab-ul hiss clâ talcb'ul ilim", 3641. hadis ve eklemede
bulunmaksızın " materkena sadaka" vc İmam Hanbel'in müsnedinde c: l s:10,
yukardaki cümle eklenmiş olarak geçer.
bahislerimizde değindiğimiz gibi, fakihler Hz. Resulullah –sav-
tarafından hilafet ve devlet başkanlığına atanmamışlardır. Böylece, nasb
ve atamaya dair olan rivayetle bu rivayeti cemetmiş olmaktayız.
Rezevi Fıkhı -adlı kitaptan- Bu Yönde Delil
Nerâki, Avâid adlı eserindet" (173)Fıkh-ı Rezevi'den(174)şu mazmunda
bir rivayet nakleder: "Bu çağın fakihlerinin makam ve derecesi,
İsrailoğullarının peygamberlerinin makam ve derecesi gibidir" (175)Fıkhı
Rezevi'nin İmam Rızâ nın -s- eseri olduğunu söyleyemeyiz; ama delil
olarak başvurulabilecek bir eserdir.
Burada şunu bilmek gerekir ki "İsrailoğullarının peygamberleri"nden
maksat Hz. Musa -s- zamanında yaşamış olan -ve belki de bazı
açılardan "Peygamber" olarak anılan- fakihler değildir. Hz. Musa -s-
dönemindeki fakihlerin tamamı o hazrete tabi idiler ve onun izinde
yürüyerek çalışıyorlardı. Belki de Hz. Musa aleyhisselam tebliğ için bir
yere gönderdiğinde onları -gittikleri yerlere- ululemr ve veliyy-i emr
olarak da tayin etmedeydi. Tabi, biz onların o zamanki durumlarını
dakik olarak bilmiyoruz şimdi; ama Hz. Musa'nın -s- İsrailoğullarının
peygamberlerinden olduğu ve Hz. Resul-ü Ekrem -sav- için geçerli
herşeyin Hz. Musa -s- için de geçerli olduğu kesindir. (Allah indindeki
rütbe ve dereceleri elbette ki farklıydı). Binaenaleyh biz bu rivayetteki
genel menzile ve "mesâbe" oranından (176)şunu anlamaktayız: Halkı
yönetme ve velayet hususunda Hz. Musa -s-nın taşıdığı -selahiyet, hak
ve şartlar- fakihler için de geçerlidir.
(173)
Avâid'ul ayyam min mühimmat-i edillet'il ahkam: Molla Ahmed bin Mehdi
bin Ebi Zerr-i Neraki Kaşani (?-hk 1245) bu kitabı şer'i hükümlerin ispatlı beyanı
olup 88 aideden müteşekkildir.
(174) Fıkhurrıza veya "fıkh-ı Rezevi ", bazı alimlerin İmam Rıza'ya nisbet
elliği ama bazı alimlerin farklı düşündüğü kitaptır; fıkhî konuları içerir. Bkz: Mukeddimci E1 Fıkh'el Mensub ile'rrıza (s), Kongrei cihanü İmam Rıza -s- v_ ay.hk. 1406.
(175)
Avaid-ul Evyam s:186. 7, hadis. (176)
"Menzilet ve nisbetin genelliği"nden maksat, fakihlerin her açıdan İsrailoğulları peygamberleriyle aynı menziletde bulunduğu vc bu konuda imamet, yönetim ve velayetin istisna tutulmadığıdır.
Teyid Edici Diğer Deliller
Câmi'ul Ahbar'dan(177) naklolunan bir rivayette de Hz. Peygamber-i
Ekrem efendimizin -sav- "Kıyamet günü -veya kıyamet "dönemi"nde-
ümmetimin âlimleriyle övünürüm, benim ümmetimin uleması, benden
önceki peygamberler gibidir"(178) buyurduğu geçer ki bu rivayet te
konumuzu onaylamaktadır.
Müstedrek'te,(179) Gurer'den naklem(180) şu mazmunda bir rivayet
geçer: "Ulema, halkın yörıeticisidir". (181) Aynı rivayet "hukema-ı
alennâs" şeklinde de nakledilmiştir, ama bu naklin doğru olmadığını
sanıyorum. Gurer'de "hukkâm-ı alennâs..." şeklinde geçtiğini
söylemiştik. Senedinin muteber olması halinde (182) bu rivayet de çok
açık delillerden sayılır.
Aynı mevzuya delil olarak gösterilebilecek başka rivayetler de vardır
Bu cümleden almak üzere Tuheful Ukuul'da (183)"Hükümler ve
işlerin yürütülmesi ulemanın elindedir" başlığı altında geçen rivayetten
sözedilebilir. Bu rivayet iki kısımdan oluşuyor. Birinci kısım, Hz.
Seyyiduşşuheda -İmam Huseyin-'nin Emir'el müminin Hz Ali Bin Ebu
Talib'den -s- "emr bi'1 maruf ve nehy-i anil münker" hususunda
naklettiği rivayettir. İkinci kısım da Hz. Seyyiduşşuheda'nın -s- velayet-i
(177)
"Camiul Ahbar" Şeyh Saduk -un kitabı olarak tanınmışsa da hk, 6 yy.da yaşamış
bulunan Muhammed bin Muhammed bin Ali'ye aittir, tayinle bilinmiş değildir. bkz:
Kitabul Zerie c: 5 s:33-37. (178)
Camiul Ahbar s:38, 20. fasıl. (179)
Müstedrek-il Vesail ve Müstenbiti'il Mesail : Mirza Husevin bin Mirza
Muhammed Turhi bin Mirza Ali Muhammed Tebersi Nuri (hk-?- 1320)'ye ait olup
33 bin hadis kapsar. Bu eserini Vesailuşşia'nın tamamlayıcı metn i olarak, onda
(geçmeyen) hadislere ayırmıştır. Vesail'in fıhristine göre düzenlenmiştir: yarar
kitabın sonuna tafsilatlı bir fıhristle rical ve dira_vet ilmine dair mükemmel bir
hâtime -son söz- eklemiştir (180)
Ğureril Hikem ...: Ebulfeth Abdulvahid bin Muhammed bib Abdulvahid bin
Muhammed Âmidi (-`?-hk 510) "Hz. Ali'nin -s- bazı konuşma ve vecizelerini içerir,
elifbaya göre sıralanıp düzenlenmiştır. (181)
Ae- 1, fasıl, 559, hadis ve: Müstedrek'il Vesail c:17 s: 316, kitabul kaza, kadının
özellikleri babları, 11 bab, 17, hadis. (182)
Bu rivayet Gurer-il Hikem'den nakledilmişdir ve bu kitaptaki rivayetlerin tamamı
mürseldir. (183)
Tuhefil Ukul c:3 s: 400.
fakih mevzuu ve islam devletinin kurulup Allah'ın hükümlerinin
uygulamaya konulması için zalimler ve zalim devlet düzen ve
kurumlarıyla mücadele hususunda fakihlere düşen vazifeleri
kapsamaktadır. İmam Hüseyin -s- Minâ da yaptığı bu çarpıcı
konuşmasında niçin bu "dâhili cihad"a gerek gördüğünü ve zalim
Emevi yönetimine başkaldırışının nedenlerini açıklamaktadır. Bu
rivayetten iki önemli nokta anlaşılmaktadır: 1- Velayet-i fakih olayı 2
Fakihler cihad ederek ve emr-i bi'il mâruf, nehy-i anil münker'de
bulunarak zalim egemenin maskesini düşürüp onu bütün toplamda
rüsva etmeli ve halkın bilinçlenip uyanmasını sağlamalıdırlar. Böylece
bilinçlenip uyanmış müslümanların geniş çaplı toplu kıyamıyla
zalimlerin iktidarlarını devirip islam devletini kurabileceklerdir. Mezbur
rivayet şöyledir:
"Ey insanlar! Allah Teala'nın yahudi bilginlerini -ehbar- kınayarak
velilerine ve sevdiği kullarına verdiği öğütten ders alın. Allah Teala
şöyle buyuruyor: "Dinadamları ve bilge yöneticilerin -Rabbaniyyun- ve
yüksek bilginlerin -ehbar- onları -yahudileri- günahkârane sözlerinden
ve haram yiyicilikten sakındırmaları gerekmez miydi? Gerçekten de
yapıp ettikleri ne de kötüydü onların"(184)Bir başka yerde de şöyle
buyurmaktadır: "İsrailoğullarından küfredenlere lanet edilmişir". Ve
"...yapmakta oldukları şey ne kadar da kötü idi!!"(185) Gerçekte Allah
Teala'nın onları ayıplayıp kınamasının nedeni onların; zalimlerle
kötülerin fesat işlemekte olduklarını gördükleri halde buna engel
olmamaları ve bunu da, onlardan aldıkları şeylere pek tutkun oldukları
ve onların kendilerini gözaltında tutup eziyet edeceğinden korktukları
için yapmalarıydı. Halbuki Allah Tealâ "insanlardan değil, Ben'den
korkun"(186)buyurmakta ve "Mümin erkekler birbirlerinin velileridirler,
birbirlerini sever, gözetir ve kollarlar (velâyet), biribirlerine iyiliği
emreder, kötülükten sakındırırlar..."(187) demektedir. (Görüldüğü gibi
bu ayette müminler için belirtilen sıfatlar yekdiğerlerine velâyette
bulunma, karşılıklı sevgi, koruyup gözetme, yekdiğerinden sorumlu
olma ve birbirine başkanlık ve kılavuzlukta bulunmadır). Allah Tealâ,
(184)
Maide/63 (185)
“ “ / 80, 81. (186)
“ “ /44. (187)
Tevbe/ 71.
iyiliğe emredip kötülükten menetmek (emr bi'lmâruf, nehy-i anil
münker) le başlıyor ve herşeyden önce bu ameli farz kılıyor. Çünkü
iyiliğe emr ve kötülükten menetme amelinin gerçekleşmesi ve toplumda
fıilen uygulanması halinde en kolayından en zoruna varıncaya kadar
bütün farzların yerine getirilebileceğini bilmektedir. Bunun nedeni de
emr-i bi'lmâruf ve nehy-i anil münkerin şu esaslardan ibaret olmasıdır:
İslama davet (yani müslüman olmayanlara karşı -hârici- inanç cihadı)
ve zulme uğrayanların haklarını tekrar elde etmelerini sağlamak,
içerideki -islam toplumundaki- zalimlere karşı mücadele ve muhalefet;
kamu gelirleri, genel gelirler ve savaş ganimetlerinin islamın âdil
kuralları çerçevesinde dağıtılması; sadakanın (zekatla, gönüllü veya
mecburi bütün vergiler) sahih ve farz yollarla alınması ve toplanması ve
şer'an doğru yollarda harcanması...
Ey cemaat! Siz, ey ilmi ve alim oluşuyla tanınan, iyilikle anılan,
toplumda kılavuzluk, iyilikseverlik ve nasihatseverliğiyle bilinen; Allah
rızası için halkın kalbinde büyüklük ve saygınlıkla yer edenler! ... Hem
öylesine ki, güçlü sizden çekinmekte, güçsüz size ikram için
çırpınmakta, kendisinden hiç mi hiç üstün olmadığınız ve ona karşı
herhangi bir güce de sahip bulunmadığınız kimse size kendisinden daha
fazla değer vermekte, sahip olduğu nimetleri kendisinden esirgeyip size
sunmakta, muhtaç duruma düşen veya genel bütçeden ve beytulmaldan
payını alamayanlar için sizin aracılık ve yardımınıza başvurulmakta,
padişahlar ve saygın büyük kimselerin yürüdüğü şaşaalı ve tantanalı
yolda adım atmaktasınız... Gördüğünüz bunca saygınlık ve sahip
olduğunuz bunca manevi gücü; Allah'ın hükümlerini uygulayacağınız
umulduğu için elde edebilmiş değil misiniz aslında?! Ama buna rağmen
siz, Allah'ın birçok hükümlerinin uygulanması hususunda gevşek
davranıp ihmalkârlık gösterdiniz, yüklenmiş olduğunuz ilâhi hukuk ve
sorumlulukların çoğunu yüzüstü bırakıvermiş durumdasınız... Mesela
milletin hakkını horlamış ve kendi haline bırakmışsınız, güçsüz ve
zayıfların hakkını zayi etmişsiniz; ama kendi hakkınız olduğunu
sandığınız şey için hemen ayaklanıvermektesiniz. Oysa ki ne para
harcamışlığınız var, ne canınızı Yaradan'ın uğrunda tehlikeye
atmışlığınız ve ne de Allah için herhangi bir kabile veya grupla
mücadele etmişliğiniz! .. Buna rağmen Allah'ın cennetini arzulamakta ve
peygamberlerle muaşerette bulunmayı ve ilâhi azaba hiç uğratılmamayı
beklemektesiniz. Ey Allah'tan böylesine beklentileri olan gûruh;
korkarım O'nun çetin gazabına uğrayacaksınız bu gidişle! Çünkü Allah
Tealâ'nın azamet ve izzeti sayesinde önemli bir -sosyal- prestij kazanıp
saygın bir konum elde ettiniz, ama Allah'ı tanıtmayı ve "O'na inanmayı"
-ilahi irfan- yaymakta olan, "Allah'ı tanıyıp, O'na gerçekten inanan -ve
bu dalda uzman olan- lara saygı göstermiyorsunuz! Oysa ki sırf Allah'ın
sayesinde Allah'ın kullarından itibar görmektesiniz. Sizin için
korktuğum bir diğer husus da Allah indinde yapılmış sözleşme ve
ahdlerin(*) çiğnenip ayaklar altına alındığını gördüğünüz halde kılınızı
kıpırdatmadığınıza ve bu durumdan hiç rahatsızlık duymadığınıza şahid
olmamdır! Halbuki babalarınızın küçük bir sözleşme ve taahhüdü için -
hiç de böyle davranmıyor ve- pekalâ telâşa kapılıp endişeleniyor, -
hemen harekete geçiyor- sunuz! Oysa peygamber'e verilen sözler ve
onunla yapılan ahdlerin(**) artık önemsenmediğini görmektesiniz;
körler, sağırlar, düşkünler ve bakıma muhtaçların bütün -köy ve
şehirlerde sahipsiz bırakıldığını ve onlara hiç mi hiç acınmadığını bizzat
müşahede etmektesiniz. Ne konum ve prestijinize yakışır şekilde
davranıyor, nede bu yolda çalışan ve sizin prestij ve konumunuzu
yüceltmeye uğraşanlara değer verip yardımcı oluyorsunuz... Zalimlerle
uzlaşıp yağlı diller döküp dalkavukluklarda bulunarak o zalim egemen
güçlerin size dokunmamasını sağlıyorsunuz... Oysa bütün bu
yapatıklarınız Allah Tealâ nın "yapma" diye emrettiği ve "yekdiğerinize de
yaptırmayın" buyurarak nehyettiği işlerdir; ne var ki siz halâ bütün
bunlardan gafılsiniz... Sizin belanız, bütün insanların belâsından daha
korkunçtur, zira âlimlik mevki ve konumu sizden alınmış durumdadır,
eğer bilseniz... Zira ülkenin idare ve yönetimi, yargı hükümlerinin
karara bağlanması ve ülke planlâmasının onayı -gibi işlerin-; ilahi
hakların emini olan ve Allah'ın helalleriyle haramlarına vâkıf bulunan
bilge dinadamların uhdesinde olması gerekir. Oysa ki bu makamı (siyasi
ve sosyal müdahale ve yönetim yetkisi -çev-) şimdi elinizden almış ve
onu sizden çalmışlardır. Öyle bir makamı elinizden kaçırmış olmanızın
yegane sebebi ise Hakk'ın ekseninden (islam kanunu ve Allah'ın
(*)İslam toplumundaki sosyal ilişkileri düzenlemek için alınan sosyal karar ve
sözleşmeler
(**)Hz. Resulullah'la -sav- biatleşme sonucu doğan islami taahhüdler; Gadi-i Ğum
günü hilafet ve hükümete tayin etmiş olduğu hz. Ali'yle evlatlarına -s- itaat de
aynı statüye girmektedir. Çünkü o gün müslümanlar, bu hususta Peygamber
efendimizle -sav- biatleşmiş, hz. Ali' yi -s- tebrik ctmek için sıraya girmişlerdi.
hükümlerinden) dağılıp uzaklaşmanız ve hakikat ve niteliğinin delilleri
hepinize aşikar olduktan sonra da sünnet hakkında ihtilafa
kapılmanızdan başka şey değildir. Sizler eğer işkence ve Allah yolunda
zorluklara karşı sabırlı, acılara karşı dirençli olmuş olsaydınız kurallar,
onaylamanız için size getirilir ve sizin elinizle sâdır olurdu, o zaman
işlerin sonumlu mercileri siz olurdunuz. Ama siz, zalimlerin bu makamı
elinizden almasına ve kanunen şeriate bağlı bir iktidarın onların eline
düşmesine ve neticede onların, zan ve tahminin çürük temellerine
dayalı bir düzznin çarklarını işleterek şehvet ve hayvâni arzularını
tatminden ibaret bir yol tutturmalarına gözyumdunuz. Onlara iktidarı
kazandıran şey sizin ölümden kaçmanız ve dünyanın geçici hayatına bel
bağlamış olmanızdır. Sizler bu tutum ve zihniyetinizle, zayıf ve yoksul
kitleleri bu zalimlerin pençesine düşürdünüz; biri köle gibi ezilir ve,
diğeri gece gündüz bir lokma ekmek için perişan halde didinmekten
başka bir şey yapamazken baştakilerin alabildiğine bir keyfılikle iğrenç
emellerinin peşinde koşup iğrenç arzularını tatminle uğraşarak rezalet
ve kepezelikler yaratmasına, kötü tiynetlilere uyup Allah'a karşı
küstahlıkta bulunmasına sebep oldunuz siz! Her şehirde kendi atadıkları
vaizleri; konuşmacıları vardır; yeryüzünde rahattırlar, ellerinin
ulaşamayacağı şey yok gibidir; insanlar onların kulu-kölesi haline
getirilmiştir, kendilerini savunacak güçleri - takatleri yoktur. -
Bakıyorsunuz- Egemenin biri tam bir diktatör, kindar ve halkın
kötülüğünü istemekte; bir diğeri zavallıları alabildiğine ezip herkese
zorbalıkta bulunmakta; bir diğeriyse -hepsinden beter ve- halka
büsbütün musallat olmuş, ne Allah tanımakta, ne de bir hesap gününe
inanmakta! Hayret! Nasıl hayret etmez insan?! Toplum öyle bir
sahtekâr zalimin pençesine düşmüş ki atadığı vergi memuru
zulmetmekte, vâlisi dindar insanlara saygısız ve acımasız
davranmakta!.. Hakkında ihtilafa düştüğümüz şey hususunda hakemlik
edip karar verecek olan elbette ki Allah'tır; aramızda başgösteren
hadiseyi kendi kararıyla kesin bir sonuca bağlayacaktır!
Allah'ım! Hiç şüphesiz bilmektesin ki bizim bu girişimimiz (*) ne siyasi
iktidarı ele geçirme yolunda bir rekabet, ne de dünyanın kıyametsiz
nimetleri ve servet için değildir; bilâkis, biz senin dininin parlak
değerleri ve aydın prensiplerini ortaya koyup insanlara göstermek,
(*)"Emevi devletine karşı başlattığımız mücadele" denilmek isteniyor.
yeryüzünde ıslahatta bulunmak, zulme uğramış kullarını güvenceye alıp
vazgeçilmez haklarına kavuşturmak ve belirlediğin yükümlülüklere tâbi
olunup kanun, kural ve sünnetlerine amel edilmesini sağlamak için
kıyam etmiş bulunuyoruz!..
O halde siz -ey dinadamları- bu yolda bize yardımcı olup gâsıplardan
hakkımızı geri almazsanız zalimler siz gâlip olacak ve peygamberinizin
nurunu söndürmeye çalışacaklardır! Bir ve eşsiz Allah bize yeter; biz
O'na dayanıyor, O'na güveniyor ve O'na yöneliyoruz. Mukadderat
O'nun elindedir ve dönüş O'nadır!"(188)
Görüldüğü gibi yukarıdaki rivayetin başında geçen ayette "Ey
insanlar! Allah Tealâ'nın yahudi bilginlerini -ehbar- kınayarak velilerine
ve sevdiği kullarına verdiği öğütten ders alın!.." buyurulmaktadır.
Orada bulunan özel bir gruba, sırf konuşmayı dinleyenlere, belli bir
şehir veya belli bir ülke ya da sırf o çağdaki dünya insanlarına mahsus
bir kitap değildir bu; bu sözleri duyan ve okuyan herkese yönelik bir
çağrı vardır burada. Tıpkı Kur'an'da geçen "ey insanlar" hitabı gibidir
yani. Allah Teala ehbara, yani yahudi ulemasına karşı çıkıp onların
tutumlarını reddetmek suretiyle kendi evliyasına öğüt vermekte, ibret
göstermektedir. buradaki "evliya" ve "veli" lerden maksat Ehl-i Beyt
imamları -s- değildir, Allah'a teslimiyet gösteren ve toplumda belli
vazife ve sorumluluklar üstlenmiş bulunan herkestir.
"Din adamları ve bilge yöneticilerin -Rabbaniyyun- ve yüksek
bilginlerin -Ehbar- onları -yahudileri- günahkârane sözlerinden ve
haram yiyicilikten sakındırmaları gerekmez miydi? Gerçekten de yapıp
ettikleri ve de kötüydü onların!"
Yukarıdaki ayette Allah Tela "Rabbaniyyun" la "Ehbar"ı kınamakta
ve kendileri yahudilerin din alimleri oldukları halde zalimleri
günahkârane sözlerden, yani gerçekleri saptırma, iftira ve yalan gibi
amellerden alıkoymadıkları ve haram yiyicilikten menetmedikleri için
hesaba çekmektedir. Bu kınama ve paylamanın sırf yahudi
dinadamlarına veya hırıstiyan alimlerine mahsus olmadığı, bütün islam
ulemasını ve esasen genelde bütün dinadamlarını kapsamına aldığı
apaçık ortadadır. Binaenaleyh islam ümmetinin uleması da zalimlerin
politika ve tutumları karşısında hiçbir tepki göstermeden sessiz kalacak
olurlarsa Allah'ın kınamasına uğrayacak, hesaba çekileceklerdir. Bu
(188)
Tuhefil Ukul s:271.
Durum sadece geçmişteki nesilleri içermez; bu hususta
geçmiştekilerle gelecektekiler aynı hükme tabidir. Hz. Emir -s- Kur'an'a
dayanarak bu mevzuyu belirtmiş ve islam ümmetinin alimlerinin de
ibret alıp uyanmalarını, iyiliği emredip kötülükten menetme vazifesinde
ihmalkarlık göstermemelerini ve sapmış zalim egemen güçler karşısında
sessiz kalmamalarını istemiştir. Hz. Emir -s- "Rabbaniyyun" la
"Ehbar"ın kınandığı bu ayete istinadla iki noktayı hatırlatıp
vurgulamaktadır:
1- Dini vazifelerin yerine getirilmesi hususunda ulemanın
ihmalkarlığının doğuracağı zarar, aynı müşterek vazifeler hususunda
başkalarının ihmalkarlığından doğacak zaı arlardan çok daha fazla
olmaktadır. Nitekim bir esnaf veya tüccar yanlış ve uygunsuz bir iş
yapacak olsa zararını kendisi görür; ama eğer ulema vazifesinde
ihmalkârlık gösterirse, mesela zalimler karşısında sükut ederlerse bunun
zararı islama dokunmuş olur. Vazifelerini yapmaları ve meselâ,
konuşmaları gereken yerde sükut etmemeleri halindeyse islam fayda
görmüş olur.
2- Şeriate aykırı herşeyden sakınmak ve sakındırmak gerekiyorsa da
imam -s- -burada- bilhassa "günahkarca söz"le, "haram yiyicilik"in altını
çizmek suretiyle bu iki "münker"in -kötü- diğer bütün münkerlerden
daha tehlikeli -olduğunu ve dolayısıyla bu ikisine karşı daha fazla ve
daha ciddi mücadele verilmesi gerektiğini hatırlatmaktadır. Çünkü kimi
zaman zalim düzenlerin -propaganda ve iletişim- mekanizmalarının
sözleri ve propagandalarının islama ve müslümanlara verdiği zarar,
eylem ve politikalarından daha fazla olmakta; islamın ve müslümanların
onur ve haysiyetini pekalâ tehlikeye düşürebilmektedir. Allah Teala
"Zalimlerin yalan ve iftiralarıyla günahkârane propagandalarına niçin
engel olmadıkları"nı sorarak - dinadamlarını kınamaktadır. "Ben
Allah'ın halifesiyim, takdir-i ilahi benim elimle tecelli eder, Allah'ın
hükümleri benim uygulamakta olduğum üzeredir, islam adaleti benim
dediğim ve yaptığım şekildedir..." iddialarında bulunan (ve gerçekteyse
adaletle zerrece alâkası olmayan) o adamı niçin yalanlamadılar? -Onun
iddia ettiği- bu tür sözler "günakârca sözler"dir. Toplum için çok zarar
verici olan bu günahkârane sözlere neden engel olmadılar? İlgisiz laflar
eden, ihanetlerde bulunan, islama bid'atlar sokup olmadık darbeler
indiren bu zalimleri niçin engelleyip bu günahlardan vazgeçirmediler?
Eğer biri kalkıp da islam hükümlerini Allah'ın rızasına ters cihette
tefsir edip yorumlar ve, "islam adaleti böyle icabediyor", diyerek islama
bid'at sokup islâmî olmayan hükümleri uygulamaya kalkışırsa ona
alenen karşı çıkıp muhalefette bulunmak, âlimlere farzdır; -bu
durumda- muhalefette bulunup karşı çıkmayacak olurlarsa Allah'ın
lânetine uğrayacaklardır. Ayet-i şerifenin apaçık ortaya koyduğu bu
gerçek; hadisle de vurgulanmaktadır: "Bid'atler ortaya çıkınca ilmini -
dinini- açıkça izhar etmek âlime farz olur; aksi takdirde Allah'ın
lânetine uğrar."(189) Demek ki muhalefetini gösermek ve Allah'ın
hüküm ve buyruklarını izhar edip açıklamak -ki bid'at, zalim ve günaha
karşı ve muhaliftir- bile tek başına faydalı olabilmektedir.
Çünkü böylelikle halkın çoğunluğu baştaki hain, fasık veya dinsiz
egemenlerin sosyal ahlaksızlıklarıyla zulümlerini anlayacak, bu
durumda onlara karşı mücadeleye girişecek, zalimlerle uzlaşmayacak,
hain ve fasid egemen güçlere boyun eğmemeye karar verecektir. Din
ulemasının böyle durumlarda olanın muhalefetlerini sengilemeleri,
toplumun dînî liderlik mekanizmasından yükselen bir "iyiliğe emr,
kötülükten men"dir, ki geniş çaplı bir "iyiliğe emr, kötülükten men"i
beraberinde getirecek; güçlü bir muhalefet ve "iyiliğe emr, kötülükten
men" hareketini başlatacaktır. Dindar ve iffet sahibi bütün bir halkı
arkasına alacak çapta geniş bir harekettir bu. Öyle bir hareket ki;
yoldan çıkmış olan zalim egemenler bu harekete teslim olmaz ve
islamın doğru yoluna girip ilahi hükıimlerin gereğine eğilmeyerek bu
hareketi silahla sindirmeye kalkışırlarsa silahlı tecavüze yeltenmiş
olurlar ki bu durumda "fihî bâğiye" -isyankâr topluluk- hükmüne girmiş
olurlar. Bu durumda da topluma hakim politika ve yönetici
egemenlerin yol ve yöntemlerinin islam prensip ve hükümlerine uygun
olması için bu "fihi bağiye" ye, yani isyankâr egemenlere (190)karşı silahlı cihada
girişmek bütün müslümanlara farz olur.
(189)
Usulü Kafı c: l, a:54, Fazlulilim kitabı, "El bed" babı, 2. hadis.
(190) ‘...Feeh bağiyeh...’ (= saldırgan ve baği güruh): İmama itaatten çıkan
veya bir grup müslümana karşı haksız yere savaş açanlara denir. Hucurat suresi'nin 9. ayetinde şöyle buyrulur: "...Müslümanlardan bir grup, diğerine karşı savaş açarsa: saldırgan, Allah'ın hükmüne dönünceye kadar onunla savaşın" ve Zubdetul Beyan s:319 ve; Vesailuşşia c:l l, s:16, 54, 55, kitabul cihad, 5 - 24 - 26. bablar, düşmana karşı cihad babları.
-Bütün dinadamlarına hitaben /çev/: -Baştaki yöneticilerin
bid'atlerinin önünü alacak ve bu bozukluk ve fesatları durduracak güce
şimdilik sahip değilseniz, hiç olmazsa sessiz sedasız oturmayın!
Başınıza vuruyorlarsa -baskı ve engellemeyle karşılaşıyorsanız- en
azından bağırıp çağırın, itiraz edin! İnzilam -zulme eğilmek, zulme rıza
gösterip susmak- etmeyin! İnzilâm, zulümden daha beterdir! İtiraz edin -
zalim egemenleri /çev/- inkar edin, tekzib edin. haykırın. Onların
propaganda ve yayın araçlarına karşılık sizin de propaganda ve yayın
aracınız olmalıdır ki onların yalan ve iftiralarını tekzıp edebilsin; onların
yalan söylediğini; islam adaletinin, onların iddia ettiği gibi olmadığını
belirtsin! Müslüman aileler ve islam toplumu için belirlenmiş olan islam
adaleti -nin ne olduğunu- onlar da bilir, bunun bütün programları yazılı
ve basılı olarak ellerinde mevcuttur. Bunlar söylenip açıklanmalıdır ki
halk bilip uyansın; gelecek nesiller bu cemaatın -ulema- sükutunu
hüccet -delil- olarak değerlendirip "ulema bu işe sustuğuna göre,
demek ki zalim egemenlerin yöntemleri ve yaptıkları şerıate uygunmuş,
zalimlerin haram yiyicilikleri ve halkın malını yağmalamaları şeriate
aykırı değilmiş!" demesinler.
Bazı müslümanların düşünce kapasitesi şu camının duvarlarını
aşamadığı ve daha derinlemesine ve daha ilerısıni düşünebilecek
kapasiteleri olmadığından "haram yiyicilik" ten sözedildiğinde hemen
ve sadece, sokaklarının başındaki bakkal geliverir hatırlarına; -Allah
göstermesin- "eksik tartıyor" diyerek!...Bütün bir ülkenin sermayesini
yutan, beytulmalı çalıp çırpan, petrolümüzü yiyen, yabancı sermaye ve
yatırım şirketleri adına ülkemizi hiç de zaruri olmayan pahalı
ecnebi mallarının tüketim pazarı haline getiren, bu yolla halkın parasını
kendisinin ve ecnebi yatırımcıların cebine akıtan o büyük "haram
yiyicilik", "yağmalama ve talan etme"leri idrak edip kavrayamazlar.
Petrolümüz çıkarıldıktan sonra hepsini belli bazı yabancı ülkeler alıp
götürüyor,(191) baştaki kendi yardakçıları olan egemene -şah- verdikleri
(191)
Hş. 1270'de (m: 1891'de) İran Kacar şahı Muzaffereddin'le İngiliz
Willıam Fa Dorsey arasında bir antlaşma imazalanarak İran petrollerinin bütün
hakları İngilizlere devredildi. Bu antlaşma 60 yıllıktı ve İran, kârın sadece
%16’sını alabilecekti. 32 yıl sonra yenilenen antlaşmada ise iran'ın payını %20'ye
çıkarma lütfunda (!) bulundular. Musaddık devrildikten sonra 1333'te yeni bir
konsorsiyum düzenlendi. İran ve İngiliz şirketi %40, beş Amerikan şirketi Acson,
Mobil, Golf, Schuran, Texaco %40, Hollanda şirketi Royal Doch Shell %14 ve
az miktardaki suspayını da başka yollarla yine kendi ceplerine
kaydırıyorlar. Devletin kasasına giren az bir miktarın ne olduğunu,
nerelere harcandığını ise ancak Allah bilir. İşte bu haram yiyicilik,
uluslararası çapta, çok geniş boyutlu bir "haram yiyicilik"tir. Ürkütücü
ve en tehlikeli "münker" ve "kötü", budur işte. Toplumun durumunu,
devlet ve hükümet kuruluşlarının yaptıklarını şöyle bir dikkatle
inceleyiverin; ne kadar korkunç çaplarda "haram yiyicilik"ler olduğunu
görürsünüz! .. Memleketin bir köşesinde bir deprem vuku bulacak olsa
baştaki çıkarcı egemenlere yeni bir kazanç ve "haram yiyicilik" yolu
açılmış olur, depremzedelere yardım adı altında kendi ceplerini
dolduruverirler hemen. Baştaki zalim ve anti-milli yöneticiler yabancı
devlet veya şirketlerle imzaladıkları anlaşmalarla millete ait milyonları
kendi ceplerine akıtır ve yine millete ait milyonları yabancıların ve -
ecnebi- patronlarının kasalarına kaydırıverirler! Bunlar, hepimizin
gözleri önünde cereyan eden ve halâ da etmekte olan sel misali -
astronomik rakamlara ulaşan- "haram yiyicilik"lerden birer örnektir
sadece; dış ticaretlerde, maden işletmeleri, orman ve diğer doğal
kaynaklardan yararlanma ortak anlaşmalarında, yol ve bina yapımı ya
da batılı emperyalistlerle komunist emperyalistlerden silah alımı
anlaşmalarında... -bu haram yiyicilik sürüp gitmektedir öylece...
Bu vurgunculuk ve haram yiyiciliklerin önünü bizim almamız
gerekir. Bütün halkın vazifesidir bu; ama din alimlerinin sorumluluk ve
vazifesi çok daha ağır ve önemlidir. Bizim bu mukaddes cihad ve ağır
sorumluluğu diğer müslüman birey -ve kesimlerden- çok daha önce ve
fazla üstlenmemiz gerekir. Sahip olduğumuz mevki ve konum, bu işte
ilk adımı bizim atmamızı gerektirmektedir. Eğer bu gün bu işleri
engelleyip millete ihanet eden iktidardaki hırsızlar, çapulcular ve haram
yiyicileri cezalandırabilecek güç ve imkanlara sahip değilsek -bile en
azından- bu güç ve imkanları elde etmeye çalışmamız gerekir. Tabi bu
arada hiç olmazsa en asgari vazifemizi yerine getirmek ve hakikatleri
Fransız petrol şirketi %6 oranda hisselere (1333'ten 1357'ye kadar, yani 24 yıl
boyunca) sahip oldular ve mevcut istatistiklere göre bu 24 yıl zarfında İran'dan
205891947800 varil ham petrol ve 10152212090000 ayak metreküp doğal gaz batı
ülkelerine çıkarıldı. Bkz.: Başlangıçtan günümüze kadar petrol: Petrol Bakanlığı
Halkla İlişkiler bür, ve: Pehlevi saltanatının zuhuru ve düşüşü. c:2, siyasî
arıştırmalar merkezi, ve: İran: İktidar serabı: Robert Gruham, terc: (farça):
Firazniya, ve: Opec Hikayesi Pier Terziyan, farç terc: A. Rıza Gufrani, ve: Petrol -
Güç ve Prensip: Mustafa Alem, farç terc: G. H. Salihyar.
söylemeyi ihmal etmeyerek haram yiyicilikler ile yalan, iftira ve
karalama oyunlarını ifşa etmek durumundayız. İktidarı ele
geçirdiğimizde sadece ülkenin politikasını, iktisadını ve idaresini
düzeltmekle kalmayacak, aynı zamanda bu haram yiyicilerle yalan ve
iftira düzenleri kırbaçlayıp hakketikleri cezayı vereceğiz.
-Biliyorsunuz- Mescid-i Aksâyı kundaklayıp yaktılar. Şimdi biz
"bırakın Mescid-i Aksâ bu yarı yanmış haliyle öylece kalsın, -İsrail'in
işlediği- bu suç izini silmeyin!"(192) diye feryad ederken şah rejimi
kalkmış özel hesap açtırıyor, Mescid-i Aksâ'yı yeniden restore edip
yaptıracağız diye milletten para topluyor ve bu fırsatı da kendi cebini
doldurmak için kullanıyor ve bu arada İsrail'in suç izlerini de -
farkettirmeden- ortadan kaldırmaya çalışıyor tabi!
İslam ümmetinin yakasından düşmeyen ve işin bu raddeye varmasına
neden olan musibetler bunlardır işte. İslam alimlerinin bu meseleleri
söyleyip anlatmaları gerekmez mi? "Rabbaniyyun ve ehbar, onları -
yahudileri- günahkarca sözlerden ve haram yiyicilikten niçin
menetmiyorlar?!" Niçin haykırmıyorlar?! Bu talan, vurgun ve
çapulculuklardan niçin hiç sözetmiyorlar?!
Daha sonra "İsrailoğullarından kafır olanlar lanetlendi" ayeti geliyor
ki burada konumuza girmediğinden, üzerinde durmuyoruz.
(192)
Hş. 30 Mordad 1948'de (m: 1970'de) siyonistler müslümanların ilk kıblesi
Mescid-i Aksa'yı yaktılar. Bütün bir islam dünyasının İsrail'e karşı nefretini bir
anda kat kat artıran bu olay, şah rejiminin güdümlü basınında geçiştirilmeye
çalışıldı ve haberin, halkın İsrail'e nefretini artıracak şekilde verilmesi engellendi.
Saray bakanlığı olaydan duyduğu üzüntüyü belirten bir bildiri yayınladıysa da olaya
sebeb olan İsrail siyonizmini kınamadı. Bu arada şah, Mescid'ul Aksa'nın yeniden
tamir ve restoresi için 1 milyon riyal tahsis ettiğini açıkladı; kral Faysal'la İran
şahı, bu olayı görüşmek üzere islam ülkeleri zirve toplantısı önerisinde bulundular.
Birçok islam ülkesinde müslümanlar yoğun gösterilerle siyonist İsrail'i kınayıp
olayı protesto ederken şah rejimi İran'da İsrail'i kınayacak gösterilere izin vermedi
ve bu durum birçok yüksek düzeyde dinadamının öfkesine yolaçtı. Aynı günlerde,
Bağdat'da yayınlanan Cumhuriyet gazetesi, İmam Humeyni'nin -ra- konuşmasını
şöyle yayınlayacaktı: "İmam, müslümanları vahdet ve kenetlenmeye çağırarak
Ribat'ta düzenlenecek zirve konferansının müslüman kamuoyunun dikkatini başka
tarafa çekecek bir "emniyet supabı" rolü oynadığını ve Filistin yahudilerin işgalinde
olduğu sürece Mescid'ul Aksa'nın tamir edilmemesi gercktiğini, böylece siyonizmin
suç izinin silinmemiş olacağını vurguladı. Bu arada BM güvenlik konseyi de bu
çirkin eylemi dolaysıyla (pek sert olmayan bir dille) İsrail'i kınadı.
Daha sonra -rivayette- şöyle buyruluyor: "...Gerçekte Allah
Tealâ'nın onları -yahudi dinadamlarını- kınamasının nedeni, onların,
zalimlerle kötülerin fesat işlemekte olduklarını gördükleri halde buna
engel olmamalarıydı."
Yine rivayete göre, bu suskunluğun da iki nedeni vardı: 1- Çıkarcılık
ve menfaat, 2- Zillet, alçalış ve horluk; ya da hırslı ve tamahkâr
insanlardı, zalimlerden maddi çıkarlar sağlıyor ve sus payı alıyorlardı.
Veya tavşan yürekli korkak insanlardı ve zalim egemenlerden
çekiniyorlardı. Emr-i bi'1 maruf, nehy-i anil münker rivayetine bir bakın,
emr bi'1 maruf nehy-i anil münkerden kaçınmak için sürekli özür ve
bahaneler öne sürenlerin bu tutumu eleştirilmekte ve böyle "susma"lar
kınanmaktadır.(193)
Ayet-i kerimede "Allah diyor ki, insanlardan korkmayın, Benden
korkun..." buyurulmaktadır. Evet Allah Teala "onlardan korkmayın"
buyuruyor. Niçin korkuyorsunuz ki? Sizi hapse atıp sürgüne
göndermekten, veya öldürmekten başka ne yapabilirler? Bizim
evliyamız -velilerimiz- islam uğrunda can verdiler, siz de bu gibi şeylere
hazırlamalısınız kendinizi... Sonra da ayette şöyle buyrulmaktadır:
"Müminler -kadın ve erkek- birbirlerinin velisidirler; birbirlerine marufu
emreder, münkerden nehyederler, namaz kılarlar, zekat verirler, Allah'a
ve Resulüne itaat ederler... "(Tevbe/71)
-Ve rivayet şöyle sürmekte:- Emr-i bi 1 maruf ve nehy-i anil münker
vazifesi iyi bir şekilde yerine getirilirse farzlar mutlaka uygulanacaktır.
"İyiliği emr ve kötülükten men" aslı uygulanacak olursa zalimlerle
yardakçıları halkın malını - mülkünü alıp kendi keyiflerine göre
harcayamazlar, halkın vergilerini telef edemezler. Emri bi'1 maruf ve
nehy-i anil münker islama davet eder, mezalimi reddeder, zalime karşı
çıkar."
"İyiliğe emr, kötülükten men" farzının genel sebebi bunlardır. İyiliğe
emr, kötülükten men olayını bizler dar bir çerçeve içinde algılamışız;
yapılması veya yapılmamasının zararının doğrudan doğruya ve sadece
bireye yönelik olduğu durumlarla sınırlamışız... Meselâ zihnimize
yerleştirilen şey, "münkerat"ın günlük hayatta karşılaştığımız günübirlik
(193)
Füruu Kafı, c:5. s:55-60, cihad kitabı, emri bil maruf babı, 1-2-5 ve 11.
hadisler, ve: Vesailusşia c: s: 393 ve sonrası ve emri bilmaruf.. kitabı 1 ve 3.
bablar.
şeylerden ibaret olduğu şeklindedir. Mesela otobüste oturduğumuz
sırada bir müzik çalınıveriyorsa, veya mesela falan kahvede ters bir iş
yapılıyorsa, ya da çarşının ortasında birisi orucunu yerse münkerât vuku
bulmuş oluyor ve bunun engellenip menedilmesi gerekir -diyoruz- ama
o büyük çaptaki münkerata dikkat etmiyoruz hiç; asıl, islamın
haysiyetiyle oynayan, zayıflarla düşkünlerin haklarını çiğneyen o malum
güruha nehy-i anil münkerde bulunmak ve kötülükten menetmek
gerekir. Ters bir iş yaptıkları veya bir canilikte bulunduklarında
zalimlere karşı topyekün bir itiraz olursa; "şu uygunsuz işi yapmayın!"
diye bütün islam beldelerinden birkaçbin telgraf yağdırılırsa kesinlikle
çekinir ve -o işten- vazgeçerler. İslam'ın onur ve haysiyetine veya
halkın maslahatına ters düşecek bir şey yaptıkları veya bu cihette bir söz
safrettikleri zaman dört bir yandaki müslümanlardan, ülkenin bütün
şehir, köy ve kasabalarından protestolar yağıp tepkiler gösterilecek
olursa hemen geri adım atarlar. Atmamazlık edebilirler mi
sanıyorsunuz? Aslâ! Ben onları çok iyi tanıyorum, neyin nesi
olduklarını çok iyi bilirim ben onların! Çok da korkaktırlar! Çok çabuk
gerileyiverirler. Ama bizim kendilerinden daha pısırık olduğumuzu
görürlerse cevelan etmeye, gürlemeye başlarlar.
Alimlerin birlik içinde olduğu, biraraya gelip toplandığı ve diğer
şehirlerden de halkın onlara destek verdiği, çeşitli -kasaba ve
şehirlerden- heyetlerin gelip konuşmalar yaptığı o hadisede(194)rejimin
nasıl gerilediğini gördünüz, o kanun tasarısını geri çekip iptal ettiler.
Daha sonra bizleri tedricen soğutup gevşettikten, biribirimizden
ayırdıktan ve herbirimiz için sözde "şer'î vazifeler(!)" belirledikten sonra
aramızda başgösteren söz ayrılığı ve elbirliğimizin olmaması onlara
cür'et vermiş oldu, küstahlaştılar; şimdi müslümanlara ve -şu- islam
ülkesine dilediklerini yapabiliyorlar işte!
(194)
16 mehr 1341 (1963' te) şah rejimi tatrafından onaylanan Eyalet ve
Vilayet Encümenleri vasa tasarısına işaret ediliyor. Bu kararda seçmen ve adaylar
için "müslüman" ibaresi kaldırılması ve "Kur'an'a" yemin yerine "semâvi kitaba
yemin" ibaresi konulmuştu. Bu layiha önce İmam, sonra da bütün taklid
merciilerince reddedildi. İmam'ın -r- bildirisi üzerine halkın seri tepkisine şahid
olan rejim, aynı yılın 17 Azer'inde (Aralık) Eyalet ve Vilayet Encümenleri yasa
tasarısını iptal ettiğini açıklamak zorunda kaldı. Bkz. Berresi ve Tahlili ez Nehyet -i
İmam Humeyni -ks- s: 1-31-216.
-İmam'ın hutbesinde de belirtildiği gibi- iyiliğe emredip kötülükten
menetme prensibi; islama çağırmak, zulmü reddetmek ve zalime karşı
koymak gibi önemli işler içindir. -Eksik tartan bir bakkal veya
baharatçı -bu gibi- yanlış bir şey yapmakla islama değil, kendisine zarar
vermiş olur. Asıl, şu islama zarar verenlere emr-i bil mâruf, nehy-i anil
münkerde bulunmak gerekir; çeşitli yollarla halkın varını - yoğunu
yağmalayanları -baştaki vurguncuları- men ve nehyetmek gerekir asıl!
Bu gibi mevzular bazen gazetelerde bile geçiyor; ama bazen mizah
yollu söyleniyor, bazen de ciddi; -mesela- sel felaketine uğrayanlar veya
depremzedeler için topladıkları bağış ve yardımları kendilerinin yediği
yazılıyor... Melayir şehrindeki bir alim, "böyle bir felaket hadisesinde
canını kaybedenler için bir kamyon kefen götürmüştük, ama görevliler
halka ulaştırmamızı engellemeye çalıştılar, bunları bile yemek
istiyorlardı!!" diyor... Emr-i bil maruf nehy-i anil münker böyleleri için
daha gereklidir.
Şimdi sorarım size, hz. Emir'in -s- bu hadiste buyurmuş oldukları, o
sırada etrafında oturup o hazreti dinlemekte olan kendi ashabı için
miydi?! "İbret alın ey insanlar!" hitabı bize yönelik değil midir sahi?!
Biz de "insan" değil miyiz? Bu hitaptan bizim de ibret almamız
gerekmez mi?
Bahsimin başında da belirttiğim gibi bu hitap belli bir kesim veya
belli bir cemaat için değildir, bilakis her yönetici, her emîr, her vezir,
her yetkili, her salih için; bütün dünya bütün insanlar ve yaşamakta olan
her birey, herkes için o hazretin belirleyip iblağ etmiş olduğu bir tebliğ
ve genelge hükmündedir. O hazretin bu tür tebliğ ve genelgeleri
Kur'an’la omuzdaştır, tıpkı Kuı'an gibi kıyamet gününe kadar itaati
farzdır. İstidlal olan, yahudi ulemasını kınandığı mezbur ayet, her ne
kadar "Rubbaniyyun"la "Ehbar"a yönelikse de gerçekte hekese yönelik
olan genel bir hitab vardıı- burada. Yahudi dinadamları seslerini çıkarıp
haykırmak, itiraz edip meseleleri anlatmak suretiyle bir şeyler yapabilip
zulmü durdurabilecekleri halde sırf dünyaya olan düşkünlükleri veya
korkaklıkları yüzünden zalimlerin karşısında sustukları için nasıl Allah'u
Taalâ tarafindan kınanıp azarlanıyorlarsa; zalimlere karşı kıyam
etmeyip sessiz kalnıaları halinde islam alimleri de aynı şekilde tekdire
uğrayacak ve Allah 'Tealâ tarafindan dışlanıp kınanacaklardır.
Böylece bütün insanlara yönelik bu hitaptan sonra islam alimlerine
hitaben şöyle buyurmaktadır:
"Sizin toplumda saygın ve özel bir yeriniz var; islam toplumu size
saygı gösterip hürmette bulunmaktadır. Toplumda gödüğünüz bu izzet
ve saygınlığın nedeni; halkın sizden zalimler karşısında haktan ve
haklıdan yana çıkarak kıyam etmenizi ve zulme uğrayanların haklarını
zalimlerden almanızı beklemesidir. Halk kıyam edip zalimlerin zulmüne
son vereceksiniz diye size bel bağlamış durumdadır."
"Siz prestij ve iyi bir sosyal konum elde ettiniz, ama makama
ulaştığınızda bu makamın hakkınt veremediniz."
Babanız için bir hadise olur veya Allah göstermesin, biri sizin
babanıza saygısızlıkta bulunacak olsa rahatsız olursunuz, bağırır,
haykırırsınız. Ama gözlerinizin önünde Allah'ın ahdleri çiğneniyorken,
islama saygısızlık ediliyorken sesinizi bile çıkarmıyorsunuz.Hatta kalben
dahi olsun, üzülmüyorsunuz... Üzülseydiniz sesiniz çıkar, itiraz
ederdiniz zaten!..."
"Körler, dilsizler ve düşkünler ezilip gitmede ve kimsenin onları
düşündüğü yok! Yalınayak ve yoksul zavallt halkr düşünen yok!.."
Radyolarda kopardıkları onca yaygaranın doğru mu olduğunu
sanıyorsunuz? Kendiniz gidip yakından görün, halkın nasıl -perişan-
yaşadığını bizzat müşahede edin. 100-200 köyden birinde bir sağlık
ocağı yoktur! Zavalılar ve aç yoksullar için kimse bir şey düşünmüş
değildir! İslamın fakirlere ve yoksullar için öngördüğü programın
gerçekleşmesine de fırsat vermiyorlar. Islam fakirlerin sorununu
halletmiş ve bunu programının I . ilkesi edinmiştir: "...devlet gelirleri ve
vergiler yoksullar içindir!.."(195) İslam, her şeyden önce fakirlerle
yoksulların işlerinin yoluna konulması ve herkesten önce onların
düşünülmesi gerektiğini öngörmüştür. Ama bunun gerçekleştirilmesine
izin vemiyorlar işte!..
Zavallı millet fakirlik ve açlık içinde yaşıyorken İran'daki yöneticiler
her gün halktan topladıkları onca vergiyi kendi keyflerine harcıyorlar!..
İsrail ordusuyla yardakçılarının gelip bizim memleketimizde askeri
eğitim görmesi için -şah- fantom uçakları alıyor! Bugün müslümanlarla
savaş halinde olan İsrail -ki onu destekleyenler de müslıimanlara savaş
açmışlar demektir- bizim memleketimizde öyle destek bulmuş ve
iktidardaki güç tarafından öylesine himaye edilir olmuştur ki, İsrailli
subaylar, askeri eğitim için bizim ülkemize gelmektedirler!! Bizim
(195)
Tevbe/60
memleketimiz onların üssü olmuş yani!!. Piyasamız da onların elinde
zaten... Eğer bu minval üzere gider ve müslümanlar da bu
gevşekliklerini sürdürürlerse İsrail, müslümanların piyasasını
mahvedecektir.
"... Siz makam ve konumunuzu - islam ve mazlumlar için -
kullanmıyor , hiç bir şey yapmıyorsunuz. Şer'i vasifesine amel etmekte
olan kimseye de yardımcı olmuyorsunuz.
"Zalimin sizi desteklemesine, size saygı göstermesine güveniyor,
bununla avunuyorsunuz, meselâ size "...çok saygıdeğer büyük şeyh
hazretleri" demesi hoşunuza gidiyor. Milletin başına neler geldiği,
hükümetin neler yaptığı ise umurunuzda bile değil!"
İmam -s- "benim hakkımı gaspettiler, siz kıyam etmediniz" veya
"İmamların -s- hakkını alıyorlardı da siz sesinizi bile çıkarmıyordunuz!"
diyebilirdi, ama "ulema-i billah" demektedir ki bu da "rabbaniyyun" la
önderlerden ibarettir; yoksa, maksat "irfan ve felsefe ehli" değildir.
"Âlim-i billah" Allah 'ın hükümlerine âlim olan ve ilahi hükümleri bilen
kimseye denir. Ruhaniyet ve Allah Teala' ya teslimiyet halinin kendisine
egemen olduğu böyle insanlara "ruhani "ve "rabbani" denir.
"Eğer siz dürüst insanlar olup bu işe girişseydiniz işlerin size
geldiğini ve sizden başladığını, emri sizin verdiğinizi ve size müracaat
edildiğini görürdünüz. İslamın istediği devlet kurulmuş olsaydı bugün
dünyadaki mevcut devletler onun karşısında duramaz, teslim olurlardı.
Ancak, böyle bir devletin kurulmâsı hususunda maalesef ihmalkarlık
gösterilmiştir. Sadr-ı islam dönemindeki muhalifler engellediler -bu
devletin- kurulmasını; iktidarın, Allah ve Resulünun -sav- razı olduğu
kimsenin elinde olmasına onlar engel oldular, yoksa iş buraya
varmazdı, -bu kadar bozulmazdı- ."
"Siz vazifenizi yerine getirmeyip devlet ve yönetim işini bırakınca,
zalimlere bu makamı işgal edebilme imkanı ve ortamı doğmuş oldu.
Şeriate dayalı bir devletin onların eline düşmesine ve insanların zan ve
şüphe üzerine kurulu bir düzen tarafından yönetilmesine ve baştakilerin
keyfi bir yönetim tutturup şehvetlerini tatminden başka şey
düşünmemesine sebep oldunuz. Onların yönetimi ele geçirebilmelerinin
tek nedeni, sizin ölümden korkarak kaçmanız ve dünyanın sizden
kaçmakta olan yaşamına gönül verip bel bağlamanız oldu. Siz bu
tavrınızla yoksul ve zayıf kitleyi zalimlerin pençesine düşürdünüz; öyle
ki kimi insanlar köle gibi ezildi; kimileri gece gündüz bir lokma ekmek
için çırpınır oldu... Baştakilerse keyfi yönetimlerinde ve sorumsuzca
iğrenç emellerinin peşinde..."
Bütün bu durumlar bizim zamanımıza da tıpatıp uyuyor! Hatta
hazretin buyurmuş olduğu o dönemlerden daha fazla uymada bizim
çağımıza!
O dönemlerde minberdeki bazı hatipler zalimleri övüyordu; şimdi
radyolar var, hergün bağıra bağıra islam karşıtı ve onların lehine
propogandalar yapıyor, islam hükümlerini, olduğunun tam tersi şekilde
gösteriyorlar.
-Yine hutbede geçtiği üzere- bugün de islam beldeleri zalimler için
hazır ve amâde hale getirilmiştir ve çıkıp da karşılarına dikilecek
kimsede de yoktur.
-Rivayetin geriye kalan kısmını da incelerseniz- rivayetin baştan sona
ulemayla ilgili olduğunu görürsünüz. "Alim-i billah"tan maksadın Ehl-i
Beyt imamları -s- olduğunu gösterecek hiçbir belirti de mevcut değildir;
"ulemâ-i billah" ve "Rabbani", islam ulemâsıdır! "Rabbani", Allah'a
inanan, Allah'ın hükümlerini bilen ve Allah'ın helaliyle haramı
hususunda "emin ve güvenilir" olan kimseye denilir.
Ribayette " işlerin mecra ve icrası ulemanın elindedir" derken bunun
birkaç yıllığa mahsus olduğu, veya meselâ sadece Medine ahalısine has
olduğu gibi bir anlam kastedilmemektedir. Bizzat bu rivayet ve
hutbeden de açıkça anlaşılmaktadır ki Hz. Emir'in -s- maksadı çokdaha
geniş ve geneldir; maksat büyük -islam- ümmettir, haktan yana tavır
koyup kıyam etmesi istenmektedir bu ümmetin.
Allah'ın helal ve haramları hususunda " emin"ler olan alimler; daha
önce belirttiğim "ilim" ve "adalet" sıfatlarıyla da muttasıf olup Allah'ın
hükümleri ve islamla ilgili işler onların eliyle cereyan etseydi insanlar
artık hiçbir zaman aç ve zavallı kalmaz, islam hükümleri terkedilmezdi.
Bu rivayet-i şerife, bahsimizi onaylayıcı niteliktedir, senedi zayıf
olmasaydı delillerden sayıldığı da söylenebilirdi(196) bizzat rivayetin
mazmunu, -bu rivayetin- masum imamın -s- ağzından çıktığını ve sâdık
bir mazmun olduğunu göstermektedir zaten.
Böylece "velayet-i fakih" mevzuunu tamamlamış bulunuyoruz, bu
konuda tekrar konuşacak değiliz artık. Meselenin teferruatı -füruu
(196)
Tuheful Ukul 'un yazarı bu rivayeti naklederken belgelerini kaydetmemiş, bu da, rivavetin mürsel ve zayıf sayılmasına sebep olmuştur.
konusunda, yani mesela zekatın nasıl olacağı ve hadlerin nasıl
uygulanacağı gibi mevzulara girilmesine de hiç gerek yok. Biz
meselenin aslı ve usulü olan velayet-i fakih, yani islam devleti
mevzuunu ele aldık burada. Bu sohbetimde, Hz. Resulü Ekrem -sav- ve
Ehl-i Beyfin masum imamları -s- için geçerli olan "velayet"in fakih için
de geçerli olduğunu arzettim, bu konuda zerrece şüphe yoktur. Bazı
istisnâi haller olabilir ki, biz de onları bu mesele dışında tutuyoruz
zaten.
Daha önce de belirttiğim gibi velayet-i fakih mevzuu ilk kez bizim gündeme
getirdiğimiz yeni bir mevzu değildir; bilâkis, ötedenberi
varolagelen konulardandır. -Meselâ- Merhum Mirza Şirâzi'nin tütünü
haram edip yasaklama konusundaki hüküm ve fetvası (197)devlet ve
yönetimle ilgili bir hüküm ve fetva oladuğundan, diğer fakihleri de
bağlıyordu ve onların da bu hükme uyması farzdı. Nitekim birkaç
istisna dışında, İran'daki büyük âlimlerin tamamı bu fetvaya udular. (198) Bu
hüküm, birkaç kişinin belli bir mevzudaki anlaşmazlığını çözmek
için verilmiş bir yargı fetvası değildi ki merhum Mirza Şirâzi kendi
teşhisiyle yargıda bulunup karar vermiş olsun! Müslümanların maslahatı
ve "sânevî hüküm"(199) verilmiş yönetim ve devlet boyutlu bir fetvadır
(197)
Mirza- veya Muhammed- Hasan bin Muhammed Huseyni Şirazi (1230
1312 hk) çağının en ileri usııl fakihi ve şia bilgini. Tahsiline Şiraz'la İsfahan'da
başladı, Necefte Şeyh Ensari'den 22 yıl fıkıh ve usul dersi aldı, onun ölümünden
sonra şia dünyasının en büyük mercii seçildi. Onun vefat yılında vuku bulan ve
milyonlarca İranlının bir günde sigara ve nargileyi bırakmasın ve sonrada İngiliz
şirketiyle imzalanan tütün anlaşmasının feshedilmesine yol açan meşhur Tonbaki
fetvası onu dini karizma ve siyasi nüfuzunu gösteren en güzel örnektir. Mirza
Huseyni Nuri, Aga Rıza Hemdani, Şeyh Fazlullah Nuri ve Mirza Habibullah
Horasani hep onun öğrencileridir. Önemli bazı eseleri şunlardır: Risale der Rıza, Emr
ve Neyh, Taharet ve Abdest üzerine.
(198) İranlıların Uyanış Tarihi: Naz.mi İslam-i Kirmani c:l s: 14 ve: Yahya'nın
hayatı: Devletabadi c:l s: 109 ve: Tönbeki yasağı: İbrahim Timuri s: 119 ve:
İran'da Tütünün Haram Olması:Nıccı R. Caddy, farsç terc: Şahroh Kaymakami
s:118.
(199) Şer'i hükümleri ilgilendiren bütün durum ve ünvanlara denilir ve iki
şekilde olur: 1- Herhangi bir kayıt ve şarta bağlanmayan genel geçer durumlar için
şeriatın verdiği hüküm ve sınırlara "ahkam-ı evveliye" denir 2- Belli bazı şartlar
veya istisnâen oluşabilecek zorunluklarda (zaruret, ikrah, çaresizlik, fesada
kapılmayla yüzyüze gelme... vb. gibi) verilen hükümse " sânevi hüküm"dür. Mesela
murdar -ölü hayvan eti- yemek hükm-ü eveli olarak haramdır. Ama birisi mecbur
bu. Gerekçe varolduğu sürece bu fetva geçerliydi, gerekçenin ortadan
kalkmasıyla birlikte bu hüküm ve fetva da kaldırılmış oldu.
Aynı şekilde, Merhum Mirza Muhammed Taki Şirâzi'nin (200) verdiği
cihad hükmü -ki ismi müdafaa ve savunmaydı- ve bu hükme bütün
ulemanın itaat etmesinin nedeni bunun, "islâmî devlet ve yönetimle ilgili
bir hüküm ve fetva" olmasıydı.
Nakledildiğine göre Merhum Kâşiful Gıtâ da(201)bu mevzuların
çoğunu belirtmiştir. Arzettiğim gibi, Merhum Neraki, Hz. Resulullah'ın
-sav- bütün şer'i vazife ve yetkilerinn fakihler için de geçerli olduğunu
vurgulamaktadır. Merhum Nâiynî de "Ömer bin Hanzala" makbulesine
istinaden aynı sonuca varmıştır. (202) Kısacası, bu meselenin yeniliği
yoktur, biz sadece biraz daha etraflıca ele almış olduk; devlet ve
yönetim mevzununu inceleyerek beylere -konuşmayı dinleyen yüksek
din bilimleri öğrencilerine- sunduk ki mesele biraz daha aydınlığa
kavuşmuş olsun. Allah Tealâ'nın kitab'ı ve Resulünün -sav- lisanındaki
emirlerine itaat ederek günümüzde ihtiyaç duyulan bazt konuları da
beyan ettik, yoksa mesele -bizden önce de- birçoklarının anlamış
olduğu üzeredir.
kalırsa, açlıktan ölmeyecek kadar viyebilir. Veya mesela tütünün alım satımı ve
kullanımı 1. hüküm açısından helal ve câizken; müslümanların zararına, fesada ve
kâfırlerin müslümanlara tahakküm ve galebesine yolaçması halinde bu câizl ik
hükmü kalkar ve haram olur. (200)
Mirza Muhammed Taki bin Muhibbi Ali Şirazi Hayri (-?- 1338 hk):
Mukaddimeyi bitirdikten sonra tahsiline devam etmek için Samıra'ya gitti ve Mima
Şirazii Bozorg (Büyük Mirza) 'nın derslerine girdi, kısa sürede onun en iyi öğrencisi
oldu. Mirza'dan sonra'da taklid mercii makamına ulaştı ve Seyyid Muhammed
Kâzım Yezdi'den sonra da şia dünyasının taklid mercii ve en üst düzey âlimi oldu.
Meşhur fetvasını vererek Irak'ta cihad ilanında bulunup, bu ülkeye pençesine
geçirmiş bulunan İngilizlere karşı müslümanları savaşa çağırdı. Değerli ilmi
eserlerinden bazısı şunlardır: İlm-i Usulde Risalet, Mekasıb'a haşiye ve Ehl-i Beyt'i
-s- öven ve onlara ağıt mazmunlu farsça şiirler.
(201) Cafer bin Hızır bin Yahya Necefi ( -?- 1227 veva 1228 ): Şeyh Cafer Kaşıf’ul
Gıtâ olarak meşhurdur. Üstadı olan Allame Bahrelulum 'un rıhletinden sonra
(hk.1212) Şia dünyasının başkanlığını üstlendi. Fıkıhta mutedil; delil ve mantıkta
güçlü oluşuyla tanınmıştır. Çok güzel şiirleri de vardır Bazı eserleri şunlardır:
Keşful Gıta, Şerh-i Kavaid-i Allame, kitab-ı Taharet, Ğayet'ul Ma'mul fı
İlm'el Usul, Muhteser-ı Keşful Gıtâ'ul Hakkuk Mubin fı Tasrib'el Müctehidin ve:
Teharet'ul Ahbariyyin.
(202) Minyetuttalib fı Haşiyetul Mekasib c:2 s: 327,
Biz burada meselenin esasını ve özünü ele almaya çalıştık; bugünkü
ve gelecek neslin bu meseleyi detaylarıyla tartışıp üzerinde etraflıca kafa
yorması ve -iktidarı- ele geçirmenin yollarını düşünüp araştırması
gerekir. Gevşeklik, tembellik, ihmalkarlık ve ümitsizliği-kendilerinden
uzaklaştırmalıdırlar. Nasıl kurulacağı ve teferruatla ilgili diğer mevzuları
meşveret ve fikir alışverişiyle belirlemeli, islam devletiyle ilgili işleri
emin ve güvenilir uzmanlara, inançlı bilge ve akıl sahiplerine bırakmalı;
hainin elini devletten, vatandan ve müslümanların beytulmalından
kesmeli ve gerçek kudret sahibi Allah Teâlâ’nın onlarla birlikte
bulunduğundan emin olmalıdırlar.
5. BÖLÜM
İSLAM DEVLETİ KURMAK
İÇİN GEREKLİ MÜCADELE
PROGRAMI
İslam Devleti Kurmak İçin Gerekli Mücadele Programı
Bizler, islam devletinin kurulması için ciddiyet ve çaba sarfetmekle
mükkellefiz. Bu yolda yapacağımız ilk çalışma, tebliğat ve propaganda
olmalıdır. Tebliğat yoluyla başlamamız ve ilerlememiz gerekir.
Dünyanın her yerinde ve daima böyle olmuştur bu. Önce birkaç kişi
oturup belli bir mevzu etrafında düşünür, karar verir ve ardından
tebliğat ve propagandaya başlarlar. Hemfıkirler yavaş yavaş artmaya
başlar ve derken ya belli bir güç halinde büyük bir devlete sızmak veya
ona karşı mücadele edip savaşmak suretiyle o devleti yıkarlar. Meselâ
Muhammed Ali Mirzâi'yi(203) ortadan kaldırmış ve meşrutiyet
yönetimini kurmuşlardır. Hiçbir zaman daha işin başındayken ordu ve
kaydadeğer bir kuwet varolmuş değildir; hep propagandayla ilerlenmiş,
sadece propagandayla gidilmiştir. Zorbalıklar ve zulümler kınanıp
protesto edilmiş, millet bilinçlendirilmiş ve bu zorbalık ve zulümlerin
yanlış olduğu -ve yapılmaması, engellenmesi gerektiği- yolunda
(203)
Muhammedali şah (hk 1289-1304): Kacar şahı Muzaffereddin'le Mirza Taki Han
Emir Kebir'in büyük kızı Taculmüluk'un oğludur. Onun zamanında İran meclisini topa
tuttular, milletvekillerinin kimi öldü, kimi yaralandı; sağ kalanların çoğu da ya hapse,
ya sürgüne gönderildi. Bu olaydan 1 yıl sonra tahttan indirildi, 16 yıl çeşitli ülkelerde
sefahat içinde yaşadıktan sonra İtalya'da öldü.
bilginlendirilmiştir; derken propagandanın boyutları giderek, artıp
toplumun bütün kesimlerini sarmış, halk uyanıp harekete geçmeye
başlamış ve neticeye ulaşılmıştır.
Evet, sizin şimdi ne ordunuz var, ne de -yönetimi kendi elinizde
olan- bir ülkeniz; ama propaganda imkanınız var... Düşman bütün
propaganda araçlarını elinizden alabilmiş değildir. İbâdetle ilgili
meseleleri elbette ki halka anlatıp öğretmeniz gerekir, ama -bugün- 1.
derecede önemli olan, islamın siyasi meseleleridir, islamın hukuki ve
iktisadi meseleleridir. İşin ekseni bunlardır ve bunlar olmalıdır.
Vazifemiz, hakka dayalı bir islam devletinin temellerini atabilmek için
şimdiden çalışmaya başlayıp çaba göstermektir; tebliğ ve propagandada
bulunup eğitmek, hemfıkirler yetiştirmek, büyük bir fıkri ve
propaganda dalgası yaratmaktır; böylece sosyal bir akım oluşabilecek,
bilinçli ve sorumluluk sahibi dindar kitleler islami hareket etrafında
toplanarak kıyamedip islam devletini kurabileceklerdir.
Propagandayla -tebliğat- eğitim ve yetiştirme -tâlimat- iki önemli ve
esas çalışmadır. İslam devletinin kurulup toplumda islam hükümlerinin
uygulanmasına müsait bir ortam oluşması için fakihler, islam
inançlarının, hüküm ve sistemlerinin (sosyal, idari, mülkî, askerî,
iktisadi, kültürel vb. çeşitli yapılanma şekillerini -çev-) tebliğ ve
propagandasını yapıp halkı yetiştirmekle yükümlüdürler. Rivayette de
gördünüz; Hz. Resul-ü Ekrem'in -sav- varisleri, yani fakihlerin
özellikleri anlatılırken "insanlara dini öğretir, talim ettirirler" ibaresi
geçmektedir. Bilhassa sömürü politikaları ve maddecilerin islam
gerçeklerini saptırma ve müslümanları şaşırtıp yanlışa düşürme siyaseti
izledikleri günümüz şartlarında gereklidir bu. Bu şartlarda tebliğat ve
öğretip yetiştirme hususundaki sorumluluğumuz her zamankinden
fazladır. Bugün yahudilerin -hazalekumullah-(204) Kur'an'a müdahele ettiklerini
görmekteyiz, işgal ettikleri bölgelerdeki Kur'an'larda bazı değişiklikler
yapmışlar! Biz bu tür ihanet ve haince müdaheleleri
önlemekle görevliyiz. Yahudilerle onların ecnebi destekçilerinin islamın
aslı ve esasıyla düşman oldukları ve bütün dünyaya hükmedecek bir
yahudi devleti kurmak istediklerini halka anlatmak, müslümanları
bundan haberdar etmek için haykırmak gerekir. Pek zararlı, şerli ve faal
bir cemaat oldukları için, neuzubillah -Allah göstermesin- birgün
(204)
"Allah onları hor ve hakir (zelil) kıldı."
emellerine ulaşmalanndan ve içimizden bazılarının ihmalkârlık ve
gevşekliği neticesinde günün birinde yahudinin başımıza geçip bizi
yönetmesinden korkarım! Allah o günü göstermesin! Diğer taraftan
sömürü kuruluşlarının propaganda araçlığını yapan bir grup müsteşrik
de -şarkiyatçı- islamın hakikatlerini tersyüz edip bozmak için faaliyete
geçmiş durumdadır. Sömürü misyonerleri -islama karşı- yoğun bir
çalışma temposu içindedirler; bütün islam beldelerinde zehirli
propagandalarıyla gençlerimizi bizden ayırmaktadırlar. Yahudi veya
hırıstıyanlaştırıyor değiller; dinsizleştiriyorlar, ahlâklarını bozuyorlar,
laubalilik ve sorumsuzluk aşılıyorlar ki bu da sömürücüler için yeter
zaten! Tahran'ımızda kilise, siyonizam (205) ve Bahailik'in(206) zehirli
(205)
‘Siyonizm’, bütün dünyaya egemen bir yahudi devleti kurmayı amaçlayan çok
tutucu ve ırkçı bir ekolün adıdır. İsmini, hz. Davud'un -s- mezarının bulunduğu "Siyon"
dağından almıştır. Siyonizm. Avrupa ülkelerindeki yahudi düşmanlığının doğurduğıı aşırı
tepkilerden biridir. Bu hareketin öncüsü Teodor Hertzel adlı bir Macar yahudisidir. Bu
adam ilk dünya siyonizm kongresini İsveç'te başlattı. Wıezmen (Vayzmen) adlı bir
yahudi (ki daha sonraları ilk İsrail cumhurbaşkanı olacaktı) bu kogreye katılan üyeleri
Flistin'i yahudilerin vatanı olarak kabul etmeleri ve bütün yahudilerin bu topraklara
yerleştirilmesini sağlamaları hususunda ikna etti. Balfour deklerasyonu ve İngiltere'nin
yahudilerin Filistin'e göçmesini kabul edişinin ardından siyonistler dünyanın dört bir
yanındaki yahudileri Filistin'e göçmeye teşvik ettiler ve Amerika'nın rıâli yardımlarıyla
Filistin araplarının ev ve arazilerini hızla satınalmaya başladılar. Siyonist teşkilatın mali
gücü, bugün dünyanın en büyük kartellerinin mali gücüne denktir. Siyonizm teşkilatının
merkezi bugün ABD'dir ve 60 ülkedeki siyonist kuruluş, grup ve cemiyetler bu
merkezden yönetilmektedir. Siyonizm uluslararası 28 ana teşkilat 281 milli yahudi örgütü
ve 251 mahalli federasyondan müteşekkildir; Çok sayıda danışma kuruluşları, para fonları
ve daha birçok siyasi ve iktisadi imkanları olan bu kuruluşun dünyanın çeşitli ülkelerinde
faaliyet gösteren gizli istikbarat ve casusluk teşkilatları bulunmaktadır. Dünya medya ve
iletişim organizelerinin çoğu bu teşkilatlarca yönlendirilmektedir. Siyonistlerin sahip
olduğu gazete, dergi... vb yayın organlarının sayısı 2036'yı aşmaktadır; bu gazetelerin en
tanınmışlarından biri de Nevyork- Times'dir.
(206) Hicri kameri 1260'da Seyyid Ali Muhammed adlı biri kendisini "İmam'ın
babı" ve onunla ilişki vasıtası olarak tanımlayıp çok geçmeden Mehdilik iddiasına
kalkışmıştı. Ali Muhammed Bab, tutuklanıp öldürüldüyse de ona uyanlar arasında
"Subh-u Ezel" ve "Bahâ"adlı iki kardeş, onun vekilliği iddiasına girişti Sobh-e Ezel 'i
izleyenler "Bâbi" veya "Ezeli" ; Bahaullah'ı izleyenler de "Bahâi" adını aldılar.
Osmanlı Devleti Bahaullah'la izleyicilerini Filistin'deki Ukka bölgesine; Ezel ve
adamlarını da Kıbrıs'a sürdü. Sapık Bahâi fırkası, İngilizlerin de desteğiyle
Filistin'de yoğun çalışmalara başladı ve daha sonra işgalci İsrail devleti de bu
propagandalarını yapan merkezler kurulmuş durumdadır; bunlar
insanlarımızı yoldan çıkarmakta, islam din ve ahkamından
uzaklaştırmaktadırlar. İslama zarar veren bu merkezleri ortadan
kaldırmak bizim vazifemiz değil midir? Sadece Necefi bulunduruyor
olmamız bize yeter mi yani? Kaldı ki, o bile bizim elimizde değil!
Kum'da oturup yaslara mı gömülmemiz gerekir, yoksa tam tersine,
dipdiri ve faal insanlar olmamız mı icabeder?
Dinî ilmiye medreselerinin genç nesli olan sizler dipdiri olmalı ve
Allah'ın emir ve direktiflerini canlı tutmalısınız. Sizler genç nesilsiniz,
düşüncelerinizi geliştirip olgunlaştırın Bilimlerin teferruatlarıyla ilgili
ayrıntılar etrafında dönüp duran düşünceleri bir kenara bırakın; çünkü
bu kılı kırk yarmalar ve ayrıntılar birçoğumuzu asıl sorumluluklarımız
ve ağır vazifelerimizi yerine getirmekten alıkoymuş, uzaklaştırmıştır. -
Bu teferruatlarla uğraşmayı bırakın- islamın imdadına yetişin,
müslümanları tehlikeden kurtarın. İslamı ortadan kaldırıyorlar; islam
ahkâmı adına, Hz. Resul-ü Ekrem -sav- adına -bu isimler ve
görünüşleri kullanarak- islamı yok etmekteler işte. Yerlisi ve
yabancısıyla; ister sömürüye doğrudan uşaklık edenler, ister onların
yerli uşaklarınca görevlendirilenler olsun, çeşit çeşit misyonerler İran'ın
bütün köylerine ve kasabalarına kadar gitmişler, çocuklarımızla
gençlerimizi, islamın işine yarayabilecek olan genç neslimizi
saptırıyorlar, yoldan çıkarıyorlar. Onların feryadına yetişin!
Fıkıhtan ne öğrendiyseniz halka yaymak ve öğrendiklerinizi onlara
öğretip anlatmakla mükellef ve sorumlusunuz siz. İlim ehli ve fakih
olanlar hakkında ahbarda geçen onca övgünün (207)nedeni, islamın
hüküm, akaid ve nizamlarını halka tanıtmaları ve Hz. Resulullah'ın - sav-
sünnetini insanlara öğretmeleridir. Sizler islamın tanıtılması ve
yayılması için elinizden geldiğince tebliğ etmeli, öğretip eğitmelisiniz.
Bizler, islam hakkında meydana getirilen şüphe ve iphamları
silmekler mükellefız. Bu şüphe ve karanlık noktaları zihinlerden silip
uzaklaştırmadığımız sürece hiçbirşey yapmamız mümkün olmayacaktır.
Birkaç asır boyunca islam hakkında zihinlerde yaratılan, hatta kendi
fırkaya destekçi oldu. İran şahı döneminde Bahâiler, Pehlevi rejimi tarafından yoğun destek gördüler; İran'ın dış politikasında ve siyonizmin İran'daki çıkarlarının temininde en etkili rolü Bahailer oynamıştır.
(207) Bkz. Usulü Kâfı c:l s:37-48, fazlulilim kitabı, ilimin ve alimin özellikleri
bâbı.
tahsillilerimize aşılanmaya başlanan bu şüphe ve zanları bertaraf etme
ve islamın dünya görüşü ve önerdiği sosyal sistemleri tanıtma
hususunda çalışmalı, bunu gelecek nesle de yaptırmalı, hatta onlara da,
kendilerinden sonraki nesle aynı şeyi tenbihlemelerini söylemeliyiz.
İslam devlet ve düzenini halka tanıtsınlar ki halk, islamın ne olduğunu,
islam kanunlarının nasıl olduğunu bilsin... Bugün Kum, Meşhed ve
diğer yerlerdeki dinî ilmiye medreseleri islamı insanlara anlatmak ve bu
okulu tanıtmakla muvazzaftırlar. Halk islamı bilmiyor... Siz kendinizi,
islamınızı, islam devleti ve islami liderlik ve yöneticilik örneklerinizi
dünya insanlarına tanıtmalı, anlatmalısınız. Bilhassa üniversitelilere,
tahsilli kesime... Üniversiteliler uyanıktır; şundan emin olunuz ki siz
eğer bu okulu anlatabilir ve islam devletini gerçek haliyle
üniversitelilere tanıtabilirseniz, canla başla islama sarılacaklardır.
Üniversiteliler diktatörlük ve istibdada muhaliftirler, göbeğinden
sömürüye bağlı kukla ve uşak rejimlere karşıdırlar, zorbalığa ve kamu
mallarının talan edilmesine karşıdırlar, haram yiyicilik ve yalan - dolana
karşıdırlar. Böylesine sosyal iktidarı, yönetim biçimi, eğitim metodu ve
öğretileri olan bir islama hiçbir üniversite ve üniversiteli karşı değildir.
Bunlar Necef dini ilmiye medresesine ellerini uzatmışlar, "bizim için bir
çare düşünün" diye... Oturup onların bize emr-i bil mârufta
bulunmalarını ve bizi vazifemizi yerine getirmeye davet etmelerini mi
beklemeliyiz yani? Gençlerin kalkıp Avrupâ dan bize "iyiliğe davet"
çağrısında bulunup "biz islami ilmiye medresesi kurduk, siz bize
yardımcı olun" demelerini mi bekliyoruz?
Bu konularda gerekli uyarılarda bulunmak, sadr-ı islam dönemindeki
islâmi yönetim tarzı ve islam yöneticilerini yönetim metodlarını
açıklamak ve; "onun -Hz. Ali'nin /çev/- hükumet binası ve Adalet
Bakanlığı caminin bir köşesinden ibaretti ve hükumetinin egemenlik
sahası İran'a, Mısır'a, Hicaz'a ve Yemen'e kadar uzanıyordu. Ne yazık
ki devlet, ondan sonraki grup ve sınıfların eline geçince yönetim tarzı
saltanata -krallık-, hatta daha da beterine dönüştürüldü" diye izah edip -
şöyle eklemek- bize düşer: Şimdi nasıl bir devlet istiyoruz? Bizim devlet
yöneticileri ve yetkililerimiz nasıl olmalı, tutum ve tavırlarının nasıl
olması gerekir, nasıl bir siyaset izlemeleri icabeder? -şeklindeki soruları
bizim cevaplayıp açıklamamız gerekir- İslam ümmetinin devlet başkanı,
kendi kardeşi Akiyl'e(208) öyle davranıyor ki -adamcağız- kendisine
ekonomik ayrıcalık tanınması ve beytulmalden ek bir yardım
bağlanması gibi bir istekte bulunmaya bir daha cüret edemiyor!
Beytulmaldan âriyet -hemen geri verilmek üzere alınan ödünç- olarak
hirşey alan kızını hesaba çekip azarlıyor ve "eğer hemen geri vermek
üzere ödünç almış olmasaydın, eli kesilen ilk Hâşimi kadını olmaktan
kurtulamayacaktın!" diyor.(209) Biz böyle bir yönetici ve devlet başkanı
istiyoruz işte. Yani kanunu uygulayacak bir yönetici, kendi arzu ve
heveslerini değil; kanun karşısında herkesi eşit tutacak, eşit temel hak
ve vazifeler tanıyacak, bireyler arasında ayırım ve ayrıcalık
gözetmeyecek, kendi ailesiyle toplumun diğer fertlerine aynı güzel
bakacak, kendi oğlu hırsızlık edecek olsa elini kesecek, kardeşi veya kız
kardeşi eroin satacak olsa* idam edecek biri lazım; 10 gram eroin için
birçok insanı idam ederken kendi ailesi eroin şebekesinin başını çekip
memlekete tonlarca eroin sokan değil!
Tebliğat - Propaganda- Ve Talimata -Eğitme ve
Yetiştirme- Hizmet Edecek Toplantı ve İçtimâlar
İslamın ibadetle ilgili hükümlerinin çoğu siyasi ve sosyal hizmet
kaynağıdır. Esasen islamın ibadetleri siyaset ve toplumun tedbirinde
bulunmayla içiçedir. Mesela cemaat namazı, hacc ve Cuma namazı
münasebetiyle toplanma ve içtimada bulunuş, maneviyat, ahlaki ve
itikadi etkileşimle dolu olmasıriın yanısıra siyasi etkilere de sahiptir.
İslam bu tür toplanış ve içtimaları dinî fayda sağlanması, bireylerin
kardeşlik ve elbirliği duygularını güçlendirip takviye etmesi,
müslümanların fıkrî gelişme ve bilincini artırması, siyasi ve sosyal
müşkülatları için çözüm yolları bulmaları ve ardından topluca cihad,
gayret ve çaba göstermeleri için öngörmüştür. Gayriislami ülkelerde
veya halkı müslüman ülkelerdeki gayriislami yönetimler bu tür kalabalık
içtima ve toplanmaları gerçekleştirmek isteseler memleketin servet ve
(208)
Nehcul Belağe, 215. hutbe.
(209) Biharul Envar c:4 s:337-338 ve Tarih-i Emiriel müminin -s- 98 bâb ve:
Vesailuşşia c: 18 s:21 "Hadler vc tazirat" kitabı, "Haddul sırkat" babları c:l l s:395. * - Doğrudan doğruya şaha işaret ediliyor. Kız kardeşi Eşref, İran'ın uyuşturcu
şebekesinin elebaşıydı -çev-
bütçesinin milyonlarını bu işe harcamak zorundadırlar. Üstelik onların
toplantıları samimiyet ve sevgiden, hayra sebep olacak etkilerden uzak,
tamamen gösterişten ibaret cansız ve ruhsuz toplantılardır. İslam bu işi
öylesine organize etmiştir ki, canı hacca gitmek isteyen herkes kalkıp
hacca gidebilmektedir, müslüman, canla başla cemaat namazına
gitmektedir. Bu toplanma ve ictimalardan dini tebliğat, eğitım, terbiye
ve islami siyasi ve itikadi hareketin yayılıp genişlenıesi yolunda
faydalanılmaktadır. Bazıları vardır ki böyle şeyleri hiç düşünmezler;
"veledzalliyn"i iyi talaffuz edebilmekten öte bir düşünceye sahıp
değildirler. Hacca gittikleri zaman da müslüman kardeşleriyle hoş
geçinip anlaşacakları, islam akaid ve hükümlerini yayacakları,
müslümanların genel sorun ve müşkülatlarına çözüm yolları
arayacakları ve meselâ, bir islam beldesi ve islam vatanı olan Filistin 'in
kurtarılması için elele verip mesâi birliğinde bulunacakları yerde,
ihtilafları körüklemektedirler. Halbuki sadr-ı islam müslümanları hac ve
Cuma namazlarında toplanan onca kalabalıkla önemli işler yapıyorlardı.
Cuma hutbesinde - bugün olduğu gibi- bir sure ve dııa okuyup birkaç
kelime söyleyip geçmiyorlardı ki hemen; Cuma hutbeleriyle icabında
ordular seferber ediliyor ve camilerden savaş meydanlarına gidiliyordu.
Camiden kalkıp savaş meydanına giden biri ise sadece Allah'tan korkar,
başkaca hiçkimse ve hiçbirşeyden değil! Böyle biri öldürülmekten, fakir
ve perişan düşmekten korkmaz. Böyle bir ordu, zafer ve başarı
ordusudur, muzafFerdir. Cuma hakkındaki hutbelere, hz. Emir'in -s-
hutbelerine bakın;(210) hep halkı harekete geçirmek, geyretlendirmek ve
mecadeleye teşvik etmek, islama mücahid ve fedâi yetiştirmek, dünya
insanlığının problem ve müşkülatlarını gidermek içindir, bu cihettedir
Eğer müslümanlar her Cuma günü toplanıp müslümanların sorun ve
müşkülartlarını ele alarak bunları görüşüp gidermeye çalışsalardı veya -
enazından- buna karar verip azmetselerdi işler bu noktaya varmazdı.
Bugün ciddiyetle bu toplantıları düzenlemeli, tebliğat ve toplumu eğitip
yetiştirme yolunda bunlardan faydalanabilmeliyiz. Siyasi ve itikadi
islâmi hareket - islam inkılâbı- böylece yayılıp genişleyecek ve tırmanışa
geçecektir.
(210)
Nehcul Belağa, 11, 27, 29, 51 ve 54. hutbeler, 365. hikmet ve: Vesailüsşia c: 11
s:395 ve sonrası.
Bir "Âşura" Meydana Getirin
İslamı insanlara anlatın, islamı anlatma yolunda "Aşura"nın benzeri
bir kıyam ve hareket gerçekleştirin! Bugün Aşurâ'yı nasıl var
gücümüzle korumuş ve unutulmasına izin vermemişsek, halk nasıl halâ
Aşura için toplanıp sinesine dövünüyorsa -ki Aşura'yı gerçekleştirene
selam olsun!- siz de bugün rejime karşı güçlü dalgalanmalar
oluşturacak bir iş yapın; öyle bir iş ki kalabalıklar toplansın, mersiyeler
okunup minberlerde -o hususta- vaazlar verilsin ve halkın zihnine
kazınsın... İslamı tanıtırsanız, islamın dünya görüşünü, akâidini, sosyal
yapılanma ve sistemlerini, usul ve hükümlerini halka tanıtıp anlatacak
olursanız canla başla bağırlarına basacaklardır islamı. Allah bilir ya,
islama gönül verenler çoktur. Ben tecrübemle yaşadım; bir kelime -
islâmî bir mefhum- benimsetildiği zaman halkta büyük bır dalgalanma
oluşuveriyordu. Çünkü halkın tamamı bu durumlardan rahatsız ve
şikayetçidir, süngü ve baskı altında konuşamamakta, sesini
çıkaramamaktadır. Yiğitçe kalkıp -rejimin karşısına- dikilecek ve
korkmadan konuşacak birini beklemektedir. Şimdi sizler, islamın yiğit
evlatları, mertçe kalkıp konuşun, gerçekleri sade ve anlaşılır bir dille
halk kitlelerine anlatın, onları şevke getirip harekete geçirin; çarşı -
pazardaki, sokaktaki insanlardan, şu tertemiz yürekli işçilerle köylüler
ve bilinçli üniversitelilerden mücahid insanlar yetiştirin. Halkın tamamı
mücahit olacaktır o zaman. Toplumun bütün kesimleri hürriyet,
bağımsızlık ve halkın saadeti için mücadele etmeye hazırdır. Hürriyet ve
mutluluk yolunda verilecek bir mücadele için din gereklidir. Cihad
okulu ve mücadele dini olan islami halka vermesini bilin, o zaman
insanlar düşünce ve ahlaklarını ona göre düzeltecek ve mücahid bir
güce dönüşerek siyasî sömürü ve zulüm düzenini yıkıp islam devletini
kuracaktır.
İslam akaid ve sitemlerinin tanıtıcısı olan, bunu koruyup muhafaza
eden, bu tanıtıcılık, savunma ve bekçiliğini de heyecanlı, uyandırıcı ve
bilinçlendirici konuşmaları ve halka kılavuz ve lider olmasıyla
ispatlayan fakihler "islamın kalesi"dirler ancak! İşte ancak o zamandır
ki, 120 yıl sonra ölecek olsalar halk -onların ölümüyle- islamda bir
boşluk oluştuğunu hissedecek ve islamın başına acı bir olay geldiğini
görecektir. Rivayette de geçtiği üzere: "...âlimin -imanlı fakihin
ölümüyle, islam kalesinde giderilmesi imkansız bir gedik açılır." Evet,
"iman sahibi bir fakih ölecek olursa islam toplumunda
doldurulamayacak bir boşluk oluşur" derken, evinde oturup mütalaâ
etmekten başka birşey yapmayan benim gibilerinin mi ölümü
kastediliyor sanıyorsunuz?* Benim gidişimle islam toplumunda ne gibi
bir boşluk oluşur ki?! İslam, İmam Hüseyn'i -s- kaybettiği zaman
"giderilmesi imkansız bir boşuğa uğrar ancak." İslamın akaid, hüküm
ve sosyal düzen ve sisteminin bekçileri, bu yolda kayda değer hizmetler
veren "Hâce Nesir"(211) ve "Allâme"(212) lerdi, böylelerinin ölümüyle bir boşluk
oluşmuş olur ancak. Ama, ben ve siz beyefendiler; islam için ne
yaptık ki öldüğümüzde bu rivayetin kapsamına girenlerden
sayılabilelim?! Bizim gibi bin kişi ölse hiç birşey olacağı yoktur! Çünkü
ya tam anlamıyla fakih değilizdir, ya da olsak bile, tam anlamıyla
mümin değilizdir!
Uzun Vadeli Bir Mücadele Direnci
Aklı başında hiçkimse bizim bu tebliğat, propaganda, eğitme ve
yetiştirme çalışmalarımızın hemencecik bir islam devletinin teşekkülüyle
sonuçlanmasını beklemez. Bir islam devleti kurabilmek için çok yönlü
ve aralıksız -uzun- faaliyetlerde bulunmamız gerekir. Zaman gerektiren
bir hedeftir bu. Akl-ı selim sahipleri 200 yıl sonra bir başkasının gelip
* - İmam bu fevkalâde alçak gönüllü tavrını hiçbir zaman değiştirmedi -çev-
(211)
‘Hâcı Nesir’ ve "Muhakkik-i Tusi (hk. 597- 672) Büyük islam âlim vc
bilginlerindedir. Felsefe, kelam, matematik ve astronomide çağının en ileri bilginiydi.
Alleme Hilli, Kutbettin Şirazi ve Seyyid Abdulkerim bin Tavus onun
öğrencilerindendir, değerli eserlerinden bazısı şunlardır: Şerh-i Îşarat, Tecdidul
İtikâd. Tahrir-i Oklitus, Tahrir-imucesti ve Ahlak-ı Nasıri.
(212) Ayetullah Şeyh Cemaleddin Hasan bin Yusuf bin Ali bin Mutahhar Hilli (hk.
648-726) çağının fıkıh, hadis. tefsir, kelam, edebiyat, makul ve mankul dallarında en
ileri bilgini ve şianın baş âlimiydi, sadece "Allâme" adıyla da anılır. Çağının en
büyük şia ve sünni alimlerinden ders aldı. Muhakkik Hilli'nin hocalarından bazısı
Hace Nâsıreddin Tusi, Seyyid Ahmed bin Tâvus vc Şeyh Necibuddin'dir. Hocası olan
Hace Nesir, aynı zamanda onun fıkıh derslerine de katılmıştır. Oğlu
Fahrulmuhakkikin de babasının öğrencilerindendir. Tanınmış eserlerinden bazıları
şunlardır: Fıkıh dalında: Tebseret'ul Mutecllimin, Muhtelif, Kâvaid ve Tezkiretul
fukeha; kelam dalında: Keşful Murad Fi Şerh-i Tecrid'ul İtikad; imametin ispatı
dalında:Elifeyn; rical dalında: El- Muhteser; tefsir dalında: Telhis'el Keşâf.
üzerine bir temel atıp belli bir sonuç elde edebileceğini umarak
şimdiden şuraya bir taş yerleştirmektedirler. Halife, ceviz fidani
dikmekte olan bir ihtiyara "İhtiyar!" diyor, "Elli yıl sonra olgunlaşıp sen
öldükten sonra meyve verecek bir ağacı mı dikiyorsun?" İhtiyar
"Başkaları dikti biz yedik, biz de dikelim ki başkaları yiyebilsin!" diye
cevap veriyor.
-Kendimiz göremeyecek olsak ve- ancak bizden sonraki neslin
sonuç olabileceğini biliyor olsak dahi çalışmalarımızı sürdürmemiz -ve
aralık vermememiz- gerekir. Çünkü islama hizmettir bu, insanların
saadeti içindir; şahsi bir çıkar için değildir ki "bize menfaati olmayacak,
ancak bizden sonrakilere fayda sağlayabilecek bir işten bize ne!"
diyebilelim! Bütün maddiyatını ve sahip olduğu herşeyi bir çırpıda
tehlikenin kucağına atıp feda eden Hz. Seyyiduşşuheda -İmam Hüseyin
a.s-nin kendi çıkarını düşünmeye yönelik bir zihniyeti olsaydı, ilk baştan
uzlaşır gider, mesele de bitmiş olurdu. Emevi saltanatının başındakiler
İmam Hüseyin'in -s- onlara biat elini uzatıp iktidarlarını onaylamasını
Allah'tan istiyorlardı zaten! Peygamber'in -sav- evladı ve devrinin
imamı olan bir zatın onlara "müminlerin emiri" diye hitap edip devlet ve
rejimlerini resmen tanımasından daha sevindirici ne olabilirdi onlar
için?! Ama o hazret -kendisinin değil- islam ve müslümanların
geleceğini düşünüyordu. Onun mukaddes cihadı ve fedakarlıkları
neticesinde islamın gelecekte insanlar arasında yayılıp sosyal ve siyasi
sisteminin toplumlarda teşekkül bulması için -Emevi düzenine- karşı
çıktı, mücadele edip fedakârlıkta bulundu.
Daha önce zikrettiğim rivayete dikkat ederseniz Hz. İmam Sadık'ın -
s- zalim yöneticilerin yoğun baskısı altında ve takiyye halinde
bulunduğu, bilfıil icrâi -yürütme- gücüne sahip olmadığı ve çoğu
kereler gözaltında ve gözhapsinde tutulduğu halde; bu şartlar altında
dahi müslümanlara şer'i direktifler verdiğini, kadı atayıp yetkili tayin
ettiğini görürsünüz. Hazretin bu yaptığının manası nedir? Esasen bu
atama ve azletmelerin ne yararı vardır sahi?! Yüksek ve ileri fıkirlere
sahip büyük insanlar hiçbir zaman ümitsizliğe kapılmaz ve şimdiki
hallerine, hapishanede esir olduklarına ve serbest bırakılıp
bırakılmayacaklarına bakmazlar, şartlar ne olursa olsun, hedef ve
gayelerini gerçekleştirebilmek için plan ve program yaparlar; daha
sonra bizzat kendileri bu planları gerçekleştirebilecek fırsat
bulamazlarsa başkalarının -200 veya 300 yıl sonra olsa bile- bu planları
uygulama safhasına koyacağını düşünürler. Büyük hareketlerin
çoğunun temeli bu şekilde olmuştur. Endonozyâ nın eski
cumhurbaşkanı Sukarno(213) hapisteyken bu düşünceleri taşıyordu,
orada yaptığı planlar daha sonraları gerçekleşmiştir.
İmam Sadık -s- plan ve tasarı yapmanın yanısıra tayinde de
bulunmuştur. İmamın bu tayini sadece o gün için olmuş olasaydı elbette
ki bugün geçersiz sayılacaktı, ama o hazret, geleceği düşünüyordu.
Bizim gibi değildi ki sadece kendini düşünsün, sadece kendisiyle
ilgilensin... Ümmeti düşünüyordu o; insanlığı düşünüyordu, bütün bir
kâinatı düşünüyordu. İnsanlığı ıslah etmek, adalet kanununu uygulamak
istiyordu. Bin küsür sene önce o plan ve tasarı yapacak, tayinde
bulunacak ki; milletler uyandığı ve ilsam milleti bilinçlenip kıyam ettiği
zaman ne yapılacağı belli olsun; İslam devletinin durumu ve islama
kimin başkanlık etmesi gerektiği belli olsun.
Esasen islam dini, şia mezhebi, diğer mezhepler ve diğer dinler hep
böyle gelişip ilerlemişlerdir. Yani önce salt tasarı ve plandan başka
birşey yoktu ortada; derken, peygamberler ve liderlerin ciddiyet ve
azimleri sayesinde zamanla neticeye ulaşılmıştır. Musa sadece bir
çobadı, başka şey değil! Yıllarca çobanlık yapmıştır... Firavn'la
mücadele etmekle görevlendirildiği gün hiçbir yardımcısı ve adamı
yoktu. Ama kişisel azmi, hamuru, liyakati ve direnci sayesinde bir
asayla Firavn rejiminin işini bitirdi! Musa'nın -s- asası bizim elimizde
olsaydı bu işi pekala biz de becerebilir miydik sanıyorsunuz?! O asayla
Firavn'ın düzenini yıkabilmek için Musa azmi, Musa himmeti ve tedbiri
gereklidir... Bu da herkesin becerebileceği bir şey değildir. Hz.
Peygamber-i Ekrem -sav- peygamberlikle görevlendirilip tebliğe
başlayınca ilkin sadece 7 yaşında bir çocuk olan Hz. Emir -Ali-le -s-, 40
yaşında bir kadın olan Hz. Hatice o hazrete iman ettiler. Bu ikisinden
başka ona inanan kimse yoktu. O hazrete ne eziyetler edildiğini,
nasıl herkesin onunla muhalefet ettiğini ve ne komplolar düzenlendiğini
(213) Ahmed Sukarno (1901-1970)bir öğretmenin oğluydu. 19 yaşında bir
Hollanda fen kolejine girdi ve mühendis olarak koleji bitirdi. Mücahedeleri sonucu
uzun zaman hapis ve sürgünde yaşadı. 1945'te Endonezya Cumhuriyeti'ni kurdu,
1949'da da resmen ülkesinin cumhurbaşkanı seçildi. Dünvanın tanınmış
politikacılarından ve "Bağlantısızlar" hareketinin kurucularındandır. Batı yanlısı
güçlerin gerçekleştirdiği bir askeri darbeden sonra görevinden istifa etmek zorunda
kaldı. "Devrim Bayrağı" nın yazardır.
hepiniz bilirsiniz. Ama o yılmadı, ümitsizliğe kapılmadı, "kimsem yok,
adamım yok!" demedi. Yılmadan azimle direndi, güçlü bir ruh ve
kararlılıkla vazifesini öyle ifa etti ki bugün 700 milyon insan* onun
sancağı altındadır.
Şia mezhebi de sıfırdan başlamıştır. Hz. Peygamber-i Ekrem -sav-
efendimiz bu mezhebin temelini attığı gün kendisiyle alay ettiler!.. -
Bildiğiniz üzere- herkesi çağırıp misafır ettiği zaman "şöyle şöyle olan,
-bu ilahi çağrıya ilk lebbeyk diyen- benim vezirim olacaktır" buyurmuş
ve o sırada henüz büluğ çağına bile gelmemiş bir çocuk olan, ama
büyük mü büyük bir ruh taşıyan, bütün dünyadan daha büyük bir ruha
sahip olan Hz. Emir (Ali -s-)'den başka kimse ayağa kalkmamıştı. Bu
sırada oradakilerden biri Hz. Ebu Talib'e dönüp "bundan sonra oğlunun
sancağı altına giriyorsun!" demişti alaylı bir şekilde!(214)
Yine Hz. Resulullah efendimiz -sav- yönetim ve velayeti Hz. Emir
el-müminin'e (Ali -s-) sunduğu zaman da ilkin "ne alâ! Mübarek
oslun!" gibi -samimi olmayan- göstermelik laflarla karşılaşmış,(215) ama
ilk muhalefetler de yine hemen orada başlayıvermişti ki sonuna kadar
da bu muhalefet sürüp gitti! Eğer hz. Resulullah efendimiz -sav-, hz.
Ali'yi -s- sadece şer'i meselelerle ilgili bir merci ve yetkili olarak tayin
etmiş olsaydı hiçbir muhalefette bulunulmazdı; ama o hazreti kendi
yerine tayin edip "müslümanları o yönetecek, islam ümmetinin kaderi
onun elinde olacaktır" buyurarak iktidarı ona bırakınca o malum
rahatsız edici olaylar vuku buldu... Nitekim eğer siz de bugün evinizde
oturup memleketin işlerine karışmazsanız kimsenin size birşey diyeceği
yoktur. Ancak; memleketin kaderine müdahelede bulunmaya
yeltenecek olursanız size hemen müdahele ederler. Hz. Emir'el
müminin (Hz. Ali -s-) ve onu ızleyenler -şia- devlet ve hükumet işlerine
karıştıkları için onca eziyet ve cezaya maruz bırakıldılar. Ama yine de
cihad ve faaliyetten vazgeçmediler; onların tebliğat ve mücahedeleri
neticesinde bugün 200 milyon şia yaşamaktadır dünyada.
* - Konuşmanın yapıldığı günlerde dünya müslümanlarının nüfusu o kadardı.
Bugün bu rakam iki katına yükselmiş durumdadır -çev
(214) Taberi Tarihi c: 1 s: 319- 322.
(215)
Tefsir-i Kebir c: 12 s:53 ve: Usd-ul Ğabe c: 4 s: 28 ve: El- Gadir c: 1 s:
11- 213.
Din Alimlerinin Yetiştiği İlmiye Medreselerinin Islahı
İslamın -gereğince- insanlara tanıtılabilmesinin şartı, dinadamlarının
yetiştirildiği medreselerin ıslah edilmesidir. Şöyle ki: Ders
programlarıyla tebliğat ve eğitim - yetiştirme metodu -eksikleri
giderilmeli ve- mükemmelleştirilmelidir. Gevşeklik, tenbellik, ümitsizlik
ve kendine güven duymamanın yerini ciddiyet, çaba, gayret, ümit ve
kendine güven almalıdır. Ecnebi propaganda ve şartlandırmalarının,
kimilerinin moral ve psikolojisi üzerinde yarattığı etki ve izler
giderilmelidir. Bizzat dini ilmiye medreselerinin içinde bulunup, oradan,
halkı islamdan ve sosyal ıslahattan alıkoyan kutsal maskeli -dindar veya
hoca olmadığı halde öyle geçinenler /çev/- güruhun düşünceleri ıslah
edilip düzeltilmeldir. Dinini dünyaya satan saray mollaları –islami
olmayan rejimlere hizmet eden dinadamlarının /çev/- bir daha bu
elbiseyi -alimlere mahsus aba ve sarık /çev/- giymesi yasaklanmalı,
böyleleri dini ilmiye medreselerinden hemen atılmalı, kovulmalıdır.
Sömürünün Fikrî Ve Ahlâkî İzlerinin Ortadan
Kaldırılması
Sömürünün yardakçıları ve onlara bağlı kukla ve anti-milli rejimlerin
propaganda, eğitim ve siyasi mekanizmaları asırlardır zehirli
propagandalar yapıyor, zihinleri bulandırıyor, halkın ahlakını ve
fikirlerini zehirliyorlar. Halkın arasından gelip dini ilmiye medreselerine
girenler tabii ki -ister istemez- bu fıkri ve ahlaki zehirlemelerin yarattığı
kötü iz ve etkileri de beraberlerinde getirmektedirler. Dinı ilmiye
medreseleri de nihayet bu halk ve toplumun bir parçasıdır. Bu nedenle,
medreselerdeki fertlerin ahlak ve düşüncelerini ıslah edip düzeltmemiz
gerekir. Ecnebilerin zehirli propaganda ve şartlandırmalarıyla hain ve
satılmış bozuk rejimlerin politikalarının yarattığı ruhi ve fıkri iz ve
etkileri silmemiz, bununla mücadele etmemiz gerekir.
Bu -menfi- iz ve etkiler apaçık ortadadır. Mesela bazılarının
medreselerde birbirlerinin kulağına eğilip "Biz bu işlerin adamı değiliz,
bu gibi işlerden bize ne? Biz sadece dua etmeli, dinin ibadetle ilgili
mevzuatını açıklamalı -siyasete karışmamalı-yız" diye fısıldaşanlar
olduğunu görüyoruz... Bunlar, ecnebilerin zihinlere soktuğu yanlış
düşünceler, şartlandırınalardır. Necef, Kum, Meşhed ve diğer ilmiye
medreselerinin tâ kalbine sızarak gevşeklik, pısırıklık ve tenbelliğe
yolaçıp, -din öğrencilerinin düşünce ufuklarının- gelişmesine ve
olgunlaşmasına engel olan sömürücülerin birkaç yüzyıllık zehirli
propagandalarının yarattığı menfr tesirlerdir bunlar.
Durmadan -gelip- mazeretler öne sürüyorlar "bu işler bize göre
değil..." diye!.. Yanlıştır bu! Böyle düşünmemeliyiz! Bugün islam
ülkelerinde iktidarı elinde tutanlar necidirler ki "bu işler" onlara göre
oluyor da, bize göre olmuyor" diyelim?! Onlardan hangisinin lalettayin
herhangi bir fertten daha üstün ve liyakatli bir yanı var?! Çoğunun
tahsili bile yoktur! -Mesela- Hicaz'ı yönetenim(216) ne tahsili var? Nerede
okumuş ki?! Rıza Han'ın okuma yazması bile yoktu! Okuma – yazma
bilmeyen bir erdi, hepsi bu! ! Tarihte de durum hep böyle olagelmiştir:
Milletin başına musallat olan zorba ve keyfı egemenlerin pek çoğu
toplumu yönetme, millet için tedbirlerde -idare- bulunmaya layık
insanlar değildi, ilim ve faziletten zerrece nasiplenmemişlerdi. Harun
Reşit(217) veya büyük ülkelere hükrnetmekte olan diğerleri -Emevî ve
Abbasi halifeleri /çev/- ne okumuşlardı, tahsilleri ne kadardı?! Tahsil,
bilim ve çeşitli bilimlerde ihtisas ve uzmanlaşma; ıdari ve yürütmeyle
ilgili işler ve programlamalar için gereklidir ki bu ihtisaslara sahip
insanlardan biz de faydalanacağız. Ülkenin üst düzeyde yönetim ve
denetimi, adaletin yayılması ve halk arasında adilane ilişkilerin
sağlanmasıyla ilgili şeyler -bilimler- ise fakihin okuduğu, onun tahsil
ettiği -ve bildiği- şeylerdir. Milli bağımsızlık ve hürriyetin muhafazası
için gerekli şeye sahip olan da, yine fakihtir. Yine fakihlerdir ki
başkalarının boyunduruğuna girmemekte, ecnebilerin nüfuzuna teslim
olmamakta, milletin haklarını, islam beldesinin hürriyet, bağımsızlık ve
toprak bütünlüğünü canı pahasına korumaktadır. Keza, sağa - sola
sapma göstermeyecek olan da fakihtir yine!
Siz şu tükenmişlik ve ümitsizliği silkinip üzerinizden bir atın; tebliğat
yöntem ve programınızı tamamlayıp hazırlayın, islamı tanıtma
hususunda çaba ve ciddiyet gösterin, islami devleti kurmaya azimle
karar verip bu yolda öne geçerek ilk adımı atın, hürriyet aşığı şu
(216)
Faysal bin Abdulaziz Âl-i Suud (1906-1975) uzun süre S. Arabistan dışişleri
bakanlığı ve başbakanlık görevinde bulundu. 1964' te kardeşini devirerek onun yerine
tahta geçti.
(217) Harun Raşid (hk 193), 5. Abbasi halifesi.
mücadeleci halkla elele verin, o zaman islam devleti kesinlikle
kurulacaktır! Kendinize güvenin! Sizler milletin hürriyet ve bağımsızlığı
için mücadele verecek güç, cüret ve yeteneğe sahip olup bunu bizzat
yaptığınıza, halkı uyandırıp mücadeleye teşvik edebildiğinize, sömürü
ve baskı rejimini titrettiğinize, günden güne tecrübenizi artırıp sosyal
konulardaki liyakat ve becerinizi daha da geliştirdiğinize göre zorba ve
zalim egemenin -şah- düzenini yıkmayı başardıktan sonra devlet
yönetimi ve halk kitlelerini yönetmenin üstesinden de mutlaka
gelirsiniz! Devlet ve yönetimle ilgili taslak ve bunun için gerekli
kanunlarımız hazırdır. Memleketi yönetebilmek için vergi ve gelir
lazımsa, islam belirlemiştir. Kanun lazımsa, hepsini belirlemiştir. Devlet
kurduktan sonra oturup kanun çıkarmanıza ya da ecnebiperest ve batı
hayranı yöneticiler gibi gidip başkalarının kanunlarını ödünç almanıza
gerek yoktur, herşey hazır ve amadedir. Sadece bakanlık program ve
tüzükleri kalıyor ki o da çeşitli dallardaki uzmanlarla müşavirler ve
muavinlerin de yardımıyla bir müşavere -danışma- meclisinde hazırlanıp
onaylanıverir.
Sevinerek belirteyim ki milletler de size tabi ve sizinle birliktedir.
Sadece silahlı takviye ve gücümüz azdır ki onu da inşaallah elde ederiz.
Musa'nın -s- asasıyla, Musa'nın -s- himmetine ihtiyacımız var şimdi;
Musa'nın -s- asasıyla, Ali Bin Ebutalib'in -s- kılıcını kullanabilecek
insanlar lazım -bu harekete-.
Evet, medreselerde oturan o hiçbir işe yaramaz pısırık adamlar
devlet kurabilecek ve iktidarı ellerinde tutabilecek insanlar değildirler,
çünkü o kadar beceriksizdirler ki kalem bile kullanamaz -bu mevzuları
yazamaz ve hiçbir iş için adım dahi atamazlar.
Ecnebiler ve onların -yerli- uşakları durmadan "Kardeşim, git işine!
Medresende oturup tahsilinle uğraş, bu işlerle neden uğraşıyorsun?!
Size göre değil bu işler!!" diye o kadar kulağımıza okuyup durdular ki,
sonunda, elimizden hiçbirşey gelmeyeceğine ve beceriksiz insanlar
olduğumuza kendimiz de inanır olduk! ! İşte, bu zehirli propagandayı
bazılarının kulaklarından söküp atamıyorum ben şimdi! İnsanlığın
başkanlığını üstlenmeleri gerektiğini izah edemiyor, "siz de diğer
insanlar gibisiniz, siz de memleketi idare edebilirsiniz!" diye
anlatamıyorum bir türlü! Başkalarında olup da siz de varolmayan ne?!
Onların tek farkı, bazılarının şuraya buraya -yurtdışına- gitmesi, bu arada
kiminin biraz da okumuş olması değil midir?
Biz, okumasınlar demiyoruz; okumaya karşı değiliz biz, ilme karşı
değiliz asla! İsterlerse aya da gitsinler, atom sanayü kursunlar, biz engel
olacak değiliz ki! Ama o hususlarda da birtakım vazife ve
yükümlülüklerimiz var bizim de. Siz islamı anlatıp tanıtın, islamın
yönetim ve devletle ilgili programlarını dünyaya tanıtın; islam
ülkelerinin başındaki şu krallar, sultanlar ve cumhurbaşkanları o zaman
belki meselenin doğru olduğunu anlar ve islama tabi olurlar... Biz
onların elinden -makamlarını- almak istemiyoruz ki, tâbi ve güvenilir
olanın, yerinde kalmasına izin vereceğiz.
Bugün dünyada 700 milyon nüfusumuz var bizim, 170 milyondan
fazlası şiadır bunun; hepsi de bizi izlemekte sözümüzü dinlemektedirler,
ama pısırıklık ve beceriksizliğimizden, onları idare edemiyoruz işte!
Biz, halkın emanetdarlığını yapacak, güvencesini sağlayacak bir devlet
kurmalıyız; halkın güveneceği, kaderlerini canla başla teslim edecekleri
bir devlet... Emanete ihanet etmeyecek, onun sayesinde ve kanunun
gölgesinde bütün milletlerin tam bir huzur ve güvenle hayatlarını
sürdürebilecekleri güvenilir bir yönetici istiyoruz biz.
Bunlar, üzerinde kafa yormanız, durup düşünmeniz gereken
meselelerdir, ümitsizliğe kapılmayın. Bu işin "imkansız" olduğunu
sanmayın; Allah da bilir ya, sizin beceri ve liyakatiniz diğerlerinden hiç
de az değildir. Eğer beceri ve liyakat demek kaatillik ve zulüm demekse
bunlar elbette ki bizde yok! Hapisteyken(218)o herif yanıma geldiğinde,
Allah selamet versin -ki kendisi hala tutukludur- Kummi Bey'1e(219) ben
birlikteydik; herif "...siyaset pistir, kötülük ister, yalancılık ister; kısacası
politika dediğin itoğluitliktir, -bu yüzden, siyaseti- bize bırakın siz!"
demişti. Dediği doğruydu da! Çünkü eğer siyaset buysa, tabü ki ancak
onlara mahsus bir iştir! İslamın siayseti, müslümanların siyaseti, "siyaset
(218)
Dönemin gizli istihbarat şefi "Pakrevan" kastediliyor. İmam-ın –ks-
emniyette tutuklu bulunduğu 11 mordad 1342'de, İmam'la hücresinde görüşmüştü.
Bkz: Berresi ve Tehlil ez Nehzet-e İmam Humeyni c: l s:575.
(219) Hacı Seyyid Hasan Kummi (merhum Ayetullah hacı Sevyid Hüseyin
Kummi'nin oğlu) kastediliyor. Mezkur tarihte İmam'la -ks- birlikte tutuklanmıştı,
inkılab zafere ulaşıncaya kadar da Kerec'de sürgünde kaldı. İslam inkılabının
zaferiyle birlikte sürgünden kurtularak Meşhed'e döndü.
adamı ve lider insan"lar olan(220) hidayet imamları aleyhimusselamın
siyaseti ise bambaşkadır. O -herif- bizim zihnimizi iğfal etmek istiyordu,
nitekim sonra da gidip "Siyasete karışmamaları hususunda
dinadamlarıyla anlaşmaya varıldı!" diye yazdırdı gazetelere! (221) Biz de serbest
bırakılır bırakılmaz minbere çıkıp tekzip ettik tabi! "Yalan
söylüyor" dedik, "Humeyni veya bir başkası; -ulema içinden- kim böyle
bir şey söyleyecek olursa aramızdan -ulemanın arasından- kovarız
onu!" dedik!(222)
Sizi memleket işleriyle ilgilenmekten vazgeçirip bu işi kendi ellerinde
tutmak, sizi de hep -ibadet ve- duayla oyalamak için bunlar ötedenberi
"politika yalan dolandan ibarettir" gibi laflarla doldurdular kafamızı; siz
burada oturup "Haledullah-u mülkî!"(223) diyedurun; onlar da
dilediklerini yapsınlar! İstedikleri serseriliği yapsınlar, öyle mi?! Tabi,
Allah'a şükür onlarda bu -planları yapabilecek- akıl ve zeka zaten yok,
ama üstadları ve uzmanları bu planları yapıyor işte. 300 yıl öncesinden
doğu ülkelerine sızarak bu ülkeleri her yönüyle tanıyan İngiliz
sömürücülerinin işidir bütün bunlar. Daha sonra da Amerikalı ve diğer
(220)
Rivayette geçen "Sâset", siyaset adamı" ve "yönetici" gibi anlamlara gelen "sâis"in
çoğuludur. Bu tabir, "Camie-i Kebir "ziyaret duasında geçer. Bkz. Men la Yahzerul Fakih
c. 2 s: 370, bâb. 2. hadis. . (221)
) Oniki Mordad 1342'de İran matbuatı şu haberi manşet geçiyordu: "... İstihbarat
teşkilatı'nın resmi açıklamasına göre Humeyni. Kummi ve Mehellati beylerle güvenlik
güçleri arasında; bu beylerin siyasete karışmayacaklarına dair anlaşmaya varıldığını..."
Nehzet-i İmam Humeyni, c: ls: 585. ve Kevser c: 1 s:104. (222)
İmam Humeyni -ks- 21 Ferverdin 1343'te Cuma günü, evinde yaptığı bir
konuşmada şöyle bir açıklamada bulunuyordu:. "13-5-1342 tarihli gazetede -ki o gün ben
Kaylariye hapishanesinden tahliye edilmiştim- ulemanın siyasete karışmayacağı yolunda
bazı şeyler yazılmış. Şimdi meselenin hakikatini burada sizlere açıklamaktayım; olay
şudur: İsmini anmak istemediğim birisi yanıma gelip "efendim, politika dediğin yalandır,
kısacası itoğluitliktir! Bu nedenle, siz politikayı bize bırakın!" dedi. Konumumuz elverişli
olmadığından, tartışmak istemedim; sadece "sizin sözünü ettiğiniz böyle bir politikaya biz
hiçbir zaman girmiş değiliz zaten!" dedim. Bugün konum elverişli ve durum gerektirdiği
için - açıkça- söylüyorum: "İslam bu değildir! Vallahi, islamın tamamı siyasettir! İslamı
çok kötü tanıtmışlar... Yönetim politikası islamdan kaynaklanmaktadır. Ben burada
oturup da tesbih çekecek mollalardan değilim! Ben papa değilim ki, pazar günleri bir
ayinde bulunduktan sonra bütün vaktimi kendimce bir nevi krallıkla geçirip başka işlere
hiç karışmayayım..." Kevser c: l s:104 - 105. (223)
"Sultanımızın saltanatı payidar olsun!"
sömürücüler İngilizlerle elele vererek bunları hep birlikte yaptılar.
Hemedan'da bulunduğum günlerde bir talebem geldi yanıma. Âlim
elbisesini çıkarmış -alenen dinadamlığı yapmayı bırakmış-tı, ama
faziletli ve değerli bir insandı, ahlakını da halâ korumadaydı. Büyük bir
kağıt çıkarıp koydu önüme, bazı yerleri kırmızıyla işaretliydi. Bu
kırmızı işaretlerin, İran'daki yeraltı zenginliklerini göserdiğini
söylüyordu, yabancı uzmanlar keşfetmiş bunları... Ecnebi uzmanlar
gelip ülkemiz üzerinde çalışmışlar, incelemeler yapmışlar.
Memleketimizin neresinde altın, neresinde bakır, neresinde petrol vb...
olduğunu hep bulup çıkarmışlar. Bizim insanımız üzerine de
araştırmalarda bulunmuş ve planlarının gerçekleşmesine set teşkil edip
engel olan yegane şeyin islam ve islam alimleri olduğunu anlamışlar.
Onlar, islamın Avrupa'ya nasıl egemen olduğunu gördüler, islamın
gücünü bilir onlar; gerçek islamın bu tür şeylere -ihanetler- karşı
olduğunu da bilirler. Keza gerçek anlamda alim olanları avuçlarına alıp
kullanamayacaklarını ve öylelerinin fıkirlerini etkileyemeyeceklerini de
bilirler. Bu nedenledir ki ötedenberi bu dikeni siyaset yollarının
üzerinden kaldırmaya çalıştılar, islamı ve islam alimlerini küçük
düşürmeye çalıştılar. Zehirli propagandalarıyla bunu yaptılar da! Öyle ki
bugün islam, bizim nazarımızda 3-4 tane dini - ibadi mevzudan başka
birşey değildir! Diğer taraftan, müslüman toplulukların başında bulunan
islam fakihleriyle alimlerini iftira, karalama veya başka yollarla küçük
düşürüp iekelemeye çalıştılar. Sömürünün satılmış uşağı olan o arsız ve
utanmaz herif, kitabında "Necef ve İran ulemasından 600 kişi
İngilizlerin adamıydı, Şeyh Murtaza(224) da iki yıl onlardan maaş aldı,
olayı ancak ? yıl sonra anladı" diye yazmış;(225) kaynak olarak da
İngiltere dışişleri bakanlığının Hindistan' daki arşiv belgelerini
(224)
Şia dünyasının tanınmış fakih ve büyük usulcüsü Şeyh Murtaza Ensari
kastediliyor. (225)
İran'daki maaşlı İngiliz yardakçıları: İsmail Rain s:102-103. Rain, Savak'ın
kuruluşundan beri 1498 kod numarasıyla bu teşkilatla işbirliği içindeydi. Feramuşhane
ve Framasoneri adlı kitabını Savak'ın elbirliğiyle hazırlayıp yayınladı. Rain'in bu
kitabındaki belgeler Savak arşivlerindeki framasonluk belgeleriyle karşılaştırıldığında
bu arşiv belgelerinin önemli bir kısmının aynen iktibas edildiği görülür. İran
şehinşahlık saray bakanı Alem'le çok yakın ilişkiler içindeydi: Rain'e mezbur kitabı
yazdıran da odur; böylece İran uleması lekelenmek istenmiştir. Bkz. Zuhur ve Suğut-u
Saltanat-ı Pehlevi c:2 s:242 - 246 ve Siyasi Araştırma ve İnceleme Kurumu: Siyasi
İncelemeler, 1. kitap, s:41 - 92.
gösteriyor! Bu da, -icabında- kendisine sövdürüyormuş gibi yaptırarak
birtakım emellerine ulaşmayı ilke edinmiş olan sömürünün oyunlarından
biridir yine. Sömürü odakları, bütün islam ulemasını kendi beslemesi
olarak tanıtmaya can atmaktadır; böylelikle islam alimlerini halkın
nazarında kötülemek ve halkın ulemadan yüz çevirmesini sağlamak
istemektedirler.
Bir yandan da yine zehirli propaganda, ve şartlandırma
yöntemleriyle islamın -gücünü ve müdahele sahasını- küçültüp
daraltmaya ve islam ulema ve fakihlerinin vazife ve yetkilerini küçük ve
önemsiz işlerden ibaret hale sokmaya çalıştılar. Fakihlerin dini ve ilmi
meseleleri anlatmaktan başka işleri ve sorumlulukları olmadığı yolunda
bizi şartlandırmaya çalıştılar. Kimileri de farkında olmadan bu oyuna
düşerek sapıverdiler. Bütün bunların, bizi bağımsızlığımızdan etmek ve
islam ülkelerini her yönüyle elimizden almak için hazırlanmış bir plan
olduğunu anlayamadılar. Bilmeyerek ve farkında olmaksızın
sömürünün propaganda odaklarına, onların politikalarına ve gayelerinin
gerçekleşmesine yardım etmiş oldular. Sömürünün propaganda
mekanizmaları "dinle siyaset birbirinden ayrıdır" diye vesveselerde
bulundular, "dinadamları hiçbir sosyal işe karışmamalıdır, fakihler kendi
kaderleri ve islam ümmetinin alınyazısına nezarette bulunmakla görevli
değildirler..." dediler. Ne yazık ki kimi de bu laflara kanarak etkilendi
ve netice, şimdi gördüğümüz gibi oldu. Sömürücüler de bunu
istiyorlardı işte; ötedenberi istedikleri ve daima da isteyeduracakları
şeydir bu!
Dini ilmiye medreselerine şöyle bir bakın, sömürünün telkin ve
propagandalarının iz ve etkilerini kolayca görürsünüz. İbadetle ilgili
meseleleri açıklamaktan ve dua etmekten başka hiçbir şey yapmayan ve
esasen bundan başka şey de beceremeyen hiçbir işe yaramaz, tenbel,
işsiz - güçsüz ve himmetsiz bir sürü insan görürsünüz. Aynı şekilde,
yine bu propaganda ve şartlandırmaların tesirleriyle oluşmuş bulunan
düşünce ve metodlarla da karşılaşırsınız orada. Mesela "konuşmak, bir
dinadamına yakışmaz" derler! "Dinadamı ve müçtehid dediğin,
konuşmasını bile bilmemelidir, bilse bile konuşmamalı, sadece
"lailaheillallah" demelidir! ! Arasıra bir kelime söyleyebilir, hepsi o
kadar!" derler! Halbuki yanlıştır bu! hz. Resulullah efendimizin -sav-
sünnetine de aykırıdır! Allah Teala iyi konuşmayı, meramını iyi
anlatmayı, kalemi ve -iyi- yazmayı övmüş olup Errahman Suresi'nde
"...ona konuşmayı -beyanı- öğretti"(226)buyurmaktadır ve beyanda
bulunabilmeyi öğretmiş olmasını büyük bir nimet ve lütuf olarak
değerlendirmektedir. Bu beyan Allah'ın hükümlerini, islam akaid ve
ö~retilerini yaymak ve öğretmek içindir. Beyan ve konuşma yoluyladır
ki dini insanlara ö~retebilir ve "insanlara -dini- öğretsinler diye..."
buyruğunu yerine getirmiş oluruz. hz. Resul-ü Ekrem efendimiz –sav-
ve hz. Emir (hz. Ali -s-) konuşmalar yapar, hutbe verirlerdi; söz eri ve
güçlü konuşmacıydılar.
Ulema Kisvesine Bürünüp Mukaddes Görünmeye
Çalışanların Islahı
Bazılarının zihnine yerleşmiş bulunan bu tür ahmakça düşünceler,
sömürücülerle zalim ve zorba devletlerin islam ülkelerini içinde
bulundukları şu -perişan- halde tutmalarına ve onların islami hareketi
engellemesine yardımcı olmaktadır. "Mukaddes" ve "ermiş insanlar"
olarak tanınan; gerçekte ise ermiş değil, ermişlik taslayıp mukaddes bir
kisveye bürünen güruhun düşünceleridir bunlar. Bunların düşünce ve
fıkirlerini ıslah edip düzeltmeli, bunlara karşı nasıl davranmamız
gerektiğini bilmeliyiz. Çünkü bunlar bizim ıslah ve hareketimize
engeldirler; elimizi kolumuzu bunlar bağlamıştır.
Birgün rahmetli Brucerdi,(227) rahmetii Hüccet,(228)merhum Sadr(229)
ve merhum Hansari(230) beyler -rızvanullah aleyhim- siyasi bir mevzuyu
(226)
Errahman Suresi/4. (227)
Ayetullah Uzma Seyyid Hüseyin bin Ali Tabatabai Brucerdi (h.k. 1292 - 1380):
Tanınmış fakih, usul bilgini. ilmive Havzası'nın müdürü ve dünya şiilerinin dini lider -
taklid mercii- Ahund Horasani, Seyyid Muhammed Kazım Yezdi ve Şeyhuşşeriat
İsfehani'den ders almıştır. Kum ulema ve din öğrencilerinin isteği üzerine hk. 1364'ten
itibaren Kum'a yerleşti. Bazı eserleri şunlardır: Urvet'il Vuska vc Kifayet'il Usul
Vennihaye (Şeyh Tusi)'ye haşiye ve öğrencileri tarafından kaleme alınan "Fıkıh vc Usul
Dersi Takriratı". (228)
Ayetullah Seyyid M. Hüccet (hk. 1310 - 1373) fıkıh ve usul hocalarından
ve tanınmış müçtehidlerdendir. 1349'da Kum'a yerleşti. Ayetullah Hayri'nin
vefatından sonra AyetulIah Sadr ve Hansari Beylerin yardımıyla medresenin idare
ve bakımıyla ilgilendi. Eserlerinden bazısı: İstishab risalesi, Bey risalesi ve
Kifayae'ye haşiye.
görüşmek üzere bizim evde toplanmışlardı.(231) Kendilerine "siz
herşeyden önce şu mukaddes kisveye bürünmüş ermişlik taslayanları ne
yapacağınızı düşünün" dedim, "Onların yaptığı, tıpkı, düşmanın
saldırısına uğradığınız bir sırada birinin gelip arkadan kollarınızı
kıskıvrak tutmasına benziyor. "Mukaddes ve ermiş" görünmeye çalışan
-gerçek ermişleri kastetmiyorum tabi- ve neyin doğru neyin yanlış
olduğunu teşhis edemeyen bu adamlar sizin eliniz - kolunuzu bağlamış
durumda. Birşeyler yapmak isteyecek olsanız, şu fesat, kötülük ve
ahlaksızlıklara bir son verebilmek için bir devleti veya meclisi ele
geçirmek isteseniz onlar sizi toplumda rezil eder, halkın gözünden
düşürüverirler. Her şeyden önce, onlarla ne yapacağınızı düşünmeniz
gerek!"
Bugün islam toplumu öyle bir hale gelmiştir ki sahte mukaddes ve
ermişler islam ve müslümanların ilerleyip etkınlik göstermesini
engellemekte ve islam adına islama zarar vermektedirler. Bu cemaatin
toplumdaki kökleri, dini ilmiye medreselerindedir. Necef, Kum,
Meşhed ve diğer medreselerde "mukaddes ve ermiş görünmeye çalışan"
bir psikolojiye sahip insanlar var, bu kötü düşünce ve psikolojiyi islam
adına medreselerden toplumun diğer kesimlerine bulaştırmaktadırlar.
"Kalkın, biraz canlanın, başkalarının -boyunduruğu ve- bayrağı altında
yaşanılmasına izin vermeyin, İngiltere'yle Amerika'nın bize bunca
baskıda bulunmasına ve dilediklerini yaptırmasına müsade etmeyin,
İsrail'in müslümanları böylesine felce uğratmasına gözyummayın!.."
diyecek biri çıksa, bu alim kisvesine bürünenler hemen karşı çıkarlar
ona.
(229)
Ayetullah Seyyid Sadreddin Sadr (1299 - 1373 h.k.) Ahund Horasani ve Ayetullah
Naini'nin öğrencilerinden. Ayetullah Hayri'nin daveti üzerine Kum'a gitti ve onun
müşaviri ve yardımcısı oldu. Eserlerinden bazısı şunlardır. EI Mehdi. Hulasat'il Fusul ve
Medine't-ul llim.
(230) Ayetullah Seyyid Muhammed Takiy Hansari (1305 - 1371 h.k.): Ahund
Horasan-i, Miraza Naini ve Şehy. Muh. Kazım Yezdi gibi büyük üstadlardan ders
aldı. Irak müslümanlarının İngiliılere karşı başlattığı cihada katıldı. Ayetullah
Hayri'nin vefatından sonra Hüccet ve Sadr Beylerle birlikte ilmiye medresesinin idaresini
üstlendi ve h.k. 1363'te yaşanan korkunç kuraklık yılında Kum halkının rieası üzerine
"istiska" namazına -yağmur namazı- durdu ve hemen ardından uzun ve şiddetli bir
yağmur başladı.
(231) Devani ve Halhali Beyler'in de belirttiği üzere mezkur siyasi hadise meclis-i
müessisan -kurulcular meclisi-la ilgiliydi.
Bugüruha önce nasihatte bulunup uyandırmak ve şöyle demek
gerekir: "Siz tehlikeyi görmüyor musunuz? İsraillilerin vurup kırdığını,
öldürdüğünü, herşeyi ortadan kaldırdığını, İngiltere'yle Amerika'nın da
ona yardım ettiğini görmüyor musunuz? Sise oturmuş, sadece
seyretmektesiniz! Sizin uyanmanız gerekir! Halkın bedbahtlıklarına
çare aramanız gerekir. Sırf oturup dini mübaheselerde bulunmanın
yararı yoktur, sadece dini meseleleri anlatmakla problemler
hallolmuyor. İslamın defterini dürmeye uğraştıkları şu sırada
hırıstiyanlar gibi sessiz -sedasız oturmayın; onlar da böyle oturup
Ruh'ul kudüs ve teslisi tartışmakla meşgulken yakaladılar, ortadan
kaldırdılar... Uyanın ve bu gerçeklerle, bu hakikatlerle iglilenin, günün
meseleleriyle ilgilenin, bu kadar uyuşuk, sorumsuz ve tenbel hale
getirmeyin kendinizi. Bu ihmalkarlıklarınızla, meleklerin kanatlarını
sizin ayaklarınızın altına yayacağını umuyorsunuz bir de, öyle mi?!
Meleklerin tenbellerden yana olacağını mı sanıyorsunuz yani? Melekler
kanatlarını hz. Emir'el müminin -s- ayaklarının altına yayarlar, evet,
çünkü islama faydası olabilen bir insandır o; islamın yücelip
genişlemesini sağlamakta, onun sayesinde islam bütün dünyaya yayılıp
dünyaca tanınır hale gelmekte ve o hazretin yönetimi altındadır ki iyi
isim yapmış, hür, hareket ve fazilet dolu bir toplum oluşabilmektedir.
Bu durumda melekler elbette ki o hazretin önünde saygıyla eğilecektir,
esasen herkes onun önünde saygıyla eğilmektedir. Hatta düşmanı bile
saygıyla eğilmektedir onun karşısında. Oturup dini -ibadi meseleleri
anlatmaktan başka yükümlülük kabullenmeyen sizler için saygı
gösterilmesinin hiçbir manası ve gereği yoktur.
Mükerrer uyarı, aydınlatma ve nasihatlere rağmen yine de uyanmaz
ve vazifelerini yerine getirmek istemezlerse biliniz ki bu kusurlarının
sebebi gaflet değildir, başka bir "dert"leri vardır. O zaman onlara daha
başka türlü davranılması gerekir tabi.
Dini İlmiye Medreselerinin Tasfiyesi
Dinadamlarının yetiştirildiği ilmiye medreseleri müslümanların
eğitim, öğretim, tebliğ ve yönetim merkezleridir; adil fakihlerin yeri,
faziletli erdemli kişilerin, üstadların ve öğrencilerin mekanıdır.
Peygamberlerin emanetini üstlenen ve onların halefi ve halifesi olanların
yeridir. Emaneti koruma yeridir; ilahi emanetin rastgele herkese teslim
edilemeyeceğiyse apaçık ortadadır. Bu kadar önemli bir makama geçip
müslümanların veliyy-i emri ve Emirel mümini'nin -s- naibi olacak ve
halkın ve kendisinin malından, canından ve ırzından mesul tutulacak;
ganimetler, hadler vb'ne müdahelede bulunabilecek kimsenin
münezzeh, temiz ve dürüst olması, dünyaya düşkün olmaması gerekir.
Dünya için uğraşıp çabalamakta olan biri her ne kadar gerekli -diğer-
şartlara sahip olsa da "Eminullah" -Allah'ın emanetini üstlenebilecek
emin insan- değildir ve böylesine birine güvenilemez. Zalimlerin düzen
ve rejimlerine giren ve -iktidarı elinden bulunduran- saray erkanının
yakınında yeralarak onların emirlerine itaat eden bir fakih "emin"
değildir ve -böyle bir fakihin- ilahi emaneti üstlenmesi düşünülemez.
Sadr-ı islamdan şimdiye değin bu tür "kötü alim"lerden islamın neler
çektiğini bir Allah bilir... Mesela, Ebu Hureyre de bir fakihti (232) ama
Muaviye ve benzerleri için ne kadar -sahte- ahkam uydurduğu ve
islamın başına ne belalar getirdiğini yine, bir Allah bilir... Ulemanın
zalimler ve egemenlerle işbirliği yapması, halkın diğer kesimlerine
mensup herhangi bir insanın bunu yapmasından farklıdır. Eğer alelade
bir insan -zalimlerin- düzeninde -yönetim teşkilatında- çalışırsa o insan
fasık demektir, onun olacağı ve yapacağı şey en fazla budur. Ama bir
fakih veya bir kadı; -mesela- Ebu Hureyre veya Kadı Şureyh gibi
insanlar zalimlerin -yönetim- teşkilatına girdikleri zaman o teşkilatı
(232)
Ebu Hureyre (h.k. 57 veya 58): Hicretin 7. yılında müslümanlığı kabul
etti. Sahabelik süresi toplam üç yıldan fazla olmadığı halde, o hazretten naklettiği
hadis sayısı, diğer bütün sahabelerinkinden fazladır! Bu kadar fazla hadis
duyduğunu iddia etmesi diğer büyük sahabenin itirazlarına yolaçmış ve hulefai
reşidin döneminde ileri gelen sahabelerce defalarca azarlanmıştır. Ömer'in hilafeti
döneminde Bahreyn valisiydi, çok geçmeden görevden alınarak beytulmalden
hırsızlık ettiği için 10 bin dirhem para cezasına çarptırıldı! Osman halife olunca
bu defa da ona yaranabilmek için onu övücü hadisler uydurdu. Hz. Ali -s-
döneminde, Muaviye'nin işine yarayacak bir sükutu tercih etti. Sıffın savaşı
sırasında savaştan uzak durduğu ve bir gün Hz. Ali'nin -s- çadırında, ertesi
gün de Muaviye'nin yanında yeraldığı söylenir. Yine rivayete göre -Sıffın'de-
namazlarını Hz. Ali'nin -s- imametinde, onun arkasında kılar, yemek vakti geldiği
zaman ise Muaviye'nin sofrasına oturur ve "Muaviye'nin sofrası pek yağlı - ballı,
Ali'nin de namazı çok faziletli!"!" derdi. Şia ve sünni alimleri onun naklettiği
rivayetlerin büyük bir kısmını "şüpheli" bulmuşlardır. Bkz.: Ebu Hureyre: Allame
Şerefuddin, Ebu Hureyre Şeyh'ul Muziyre: Muhammed Ebu Zühre, Nehcul Belaga Şerhi:
Ebu'1 Hadid c:4, s:63 -69 - 78 ve Dairetul maariful islami (Büyük İslam Ansikl.): İbni
Ebil Hadid c: i s: 418 - 419.
büyütmekte -meşrulaştırmakta- ve islami lekelemektedirler. Bir fakihin
zalimlerin teşkilatına girmesi, herhangi bir insanın değil; bir ümmetin o
teşkilata girmesi, zalimlere katılması demektir. Bu nedenledir ki masum
imamlar -s- bu tür -zalim ve gayrüslami- yönetim ve sistemlere
girmekten kesinlikle sakınmamızı buyurmuş ve "sizler katılmasaydınız
iş bu noktaya varmazdı" demişlerdir. (233)
İslam fakihleri için birtakım vazifeler vardır ki başkaları için –bu
vazifeler yoktur. İslam fakihleri, fakihlik makamında bulundukları için -
herkese- caiz olan birçok şeyden sakınmak, birçok caizi terketmek
durumundadırlar. -Bu cümleden olmak üzere- islam fakihleri, diğer
bireyler için pekala takiyyeyi gerektiren -birçok- mevzuda takiyye
etmemekle yükümlüdürler. Takiyye, islamın ve mezhebin muhafazası
içindi, eğer takiyye etmeselerdi din ve mezheb diye birşey
kalmayacaktı. Takiyye, füru ile ilgili meselelerdendir; yani mesela
abdesti şöyle veya böyle almak gibi... Ama islamın temeli ve aslı,
islamın onur ve haysiyeti tehlikedeyse o zaman takiyye olmaz, sükut
edilemez! Bir fakih minbere çıkıp da Allah'ın hükmüne aykırı bir
hüküm vermeye zorlanırsa "Takiyye benim ve atalarımın yolu,
yöntemidir" (234) diyerek itaat mi etmelidir?! Bu durumda takiyye
edilemez. işte! Bir fakihin, bir zalimin teşkilat ve düzenine girmesiyle
zulüm revaç bulacak ve islam lekelenecekse, girmemelidir, hatta
öldürülse dahi yapmamalıdır bunu! Bu hususta hiçbir mazeret kabul
(233)
İmam Seccad hazretlerinin -s- Muhammed bin Müslim Züheri 'ye yazdığı
mektupta şöyle geçer: "...Şunu bilki gizlediğin en asgari hak ve yüklendiğin en
hafif sorumluluk, zalime yakın durarak onun korkusunu azaltman, ondan gelecek
tehlikeye karşı böylece kendini güvenceye aldığını sanman ve onun sapmasını ve
yoldan çıkmasını kolaylaştırmandır. Çünkü ona yakın durmakta ve seni davet ettiği
zaman hemen gitmektesin. Bu davet ve gidişlerle; seni kendi zülüm ve
adalelsizliklerinin ekseni şeklinde göslermek ve işledikleri zülümleri tıpkı
değirmenin mili gibi senin etrafında çevirmek istediklerini bilmiyor musun? Zulüm
ve iğrenç emelleri yolunda seni köprü gibi kullanmak, insanları saptırabilmek için
bir merdiven, eğriJve sapık çağrılarına davet edecek bir davetçi haline getirmek
istediklerini, seni de kendi yollarına sokmakta olduklarını, ulema ve bilginleri
lekeleyip onlara çamur sürebilmek için seni kullanıp, cahilleri kendi taraflarına
çekmeyi planladıklarını bilmez misin?!" Bkz: Tuheful Ukul, s:214, İmam Seccad'ın
-s- sözleri bölümü.
(234) Takiyye benim ve atalarımın yöntemidir" Müstedrek'il Vesail, c:12, s:258, emr
bil maruf kilabı, emr ven nehy babları, 24. bab, 4. hadis.
edilemez! Ancak Ali Bin Yaktin (235) gibi; birtakım akli ve rnantıki temel
ve hesaplara dayanarak girmesı gerekiyorsa -ki onun niçin -Abbasilerin
sarayına /çev/- birdiği de bellidir zaten- veya Hace Nesir rızvanullah
aleyh gibi olursa -ki onun hareketinin de islama ne kadar fayda
sağlamış olduğu bilinmektedir- o zaman başka. İslam fakihleri için
zaten böyle şeyler sözkonusu değildir, sadr-ı islamdan bugüne kadar
nasıl geldikleri ortadadır, -fakihlerimiz-, bizim nazarımızda ışık gibi
parlamaktadırlar ve zerrece lekeleri yoktur O dönemlerde rejımle
işbirliği yapmış olan dinadamları da bizim mezhebimize mensup değildi
zaten. İslam fakihleri onlara -zalim yöneticiler- sadece itaat etmemekle
kalmamış, muhalefette de bulunmuşlardır, hapislere düşmüş, işkence ve
eziyetler görmüş ama yine de itaat etmemışlerdir. Kimse, islam
alimlerinin geçmişte veya bugün bu tür teşkilatlarla çalış tığını veya
çalışmış olabileceğini zannetmesin. İcabında, -zulüm rejimi- kontrol
veya sistemini alt üst edip devirmek için bazen girmişlerdir tabi; nitekim
bugün de elimizden böyle birşey gelecek olsa girmemiz farzdır, burada
tartıştığımız konu bu değil. Problem; şurada burada bir - iki kelime
okuduktan sonra -ki okuyup okumadıyı da belli değil- başına bir sarık
geçirip işkembesini doyurmak ya da bir mevki ve makam elde
edebilmek için bu gibi yerlere yamanan kimselerdir. İşte bu g ibilerine
karşı ne yapacağımızı belirlemeliyiz.
Saray Mollalarını Dışlayın, Kovun!
Bunlar, islam fakihlerinden değildirler. Zaten bu gibilerin çoğuna
İran gizli emniyet teşkilatı sarık giydirmiştir ki -minberde şah ve rejimi
için /çev/ - dua etsinler... Bayram ve benzeri günlerde cami imamlarının -
rejim tarafından düzenlenen veya şahın katıldığı merasimlere /çev/
(235)
Ali bin Yaktin (h.k. 12-3 -182): Babası Emeviler zamanında, iktidarın
Abbasilerde olması gerekriğini savunanlardandı. Bu nedenle Abbasiler iktidarı
elegeçirince Ali bin Yaktin iktiadara yakın olmuş oldu ve Harunurreşid’in
vezirliğine kadar yükseldi. Aynı zamanda İmam Kazım'la da -s- irtibatını
korumada ve hazretin emrine itaati farz bilmedeydi, İmam'ın -s- bütün emirlerini
yerine getirmeye çalışmıştırç İmam onun için şöyle buyurmuştur: "... -Ey Ali,
Allah Teala'nın ; zalimler ve yardımcıları arasında kendi özel adamları da vardır
ki, bunlar aracılığıyla dostlarını koruyup destekler; ve ey Ali, sen de onlardan
birisin işte!’’
zorla ve cebren katılmasını sağlayamıyacak olurlarsa böyle şeyleri
yapabilecek ve "celle celaluhû!" diyecek adamları olsun yani!.. Evet,
son zamanlarda "celle celaluhû" lakabını vermişler ona!! (*) Bunlar fakih
değil; kim oldukları belli bunların! Halk bunları tanıyor zaten!
Bahsettiğimiz rivayette de geçiyor zaten "bu gibileri için, dininizden
korkun" diye, "bunlar sizin dininizi yok ederler" diye... Bunları halka
tanıtıp rezil etmek gerekir; halk arasında birilerinden itibar görüyorlarsa
kepaze etmek, -maskelerini- düşürmek, toplumdan silmek gerekir!
Eğer kendileri toplumdan atılmaz, silinmezlerse İmam-ı Zaman'ı -satacak,
islamı sahneden silecektir bunlar!
Gençlerimiz, bunların sarıklarını başlarından almalıdır! İslam
fakihleri ve islam alimleri adıyla müslüman toplumlarda böylesine fesat
ve bozulmalara yolaçan bu tür mollaların sarıkları başlarından
alınmalıdır. Bilmiyorum; İran'daki o gençlerimiz ölmüş mü yoksa?..
Neredeler ya?! Bizim zamanımızda böyle değildi... Şunların sarıklarını
niçin almıyorlar başlarından?! Ben, öldürsünler, demiyorum; bunlar
öldürülmeye layık değiller; ama başlarından o sarığın alınması gerekir.
Halk bu konuda sorumludur; İran'daki yiğit gençlerimiz bu tür (şaha
celle celaluhû diyen) mollaların sarık takmasına ve halkın içine sarıkla
çıkmasına engel olmakla sorumludurlar. Böylelerine fazla dayak
atılmasına gerek yok; ama sarıkları mutlaka çıkarılmalı... Sarıkla
dolaşmalarına izin verilmemelidir! Bu elbisenin bir şerefi vardır;
herkesin bu elbiseyi sırtına geçirmesine izin verilemez! İslam alimlerinin
bu gibi şeylerden beri olduğun arzetmiştim; bu gibi sistemlerle
çalışmazlar ve çalışmamaktadırlar da! Bu düzene -şah rejimi /çev/-
bağlı olanlar da kendilerini dine ve ulemaya yamamaya çalışan
beleşçilerdir; böylelerinin hesabı ayrıdır zaten, halk da tanımaktadır
onları...
Bize de pek güç görevler düşüyor... Ruhen ve yaşayış tarzı -ve sathı-
açısından kendimizi tamamlayıp mükelleştirmemiz gerekir. Takvamızı
fevkalade artırmalı ve dünyanın değersiz metaından yüz çevirmeliyiz.
Sizler -ulema- kendinizi ilahi emaneti korumaya hazırlamalısınız. "Emin
güvenilir insan" olun. Dünyayı düşürün gözünüzden. Evet, "dünya
benim nazarımda tıpkı keçi aksırığının salyası gibi değersizdir!" buyuran
hz. Emir (hz. Ali -s- ) gibi olamayabilirsiniz, ama hiç olmazsa dünya
(*)Şah kastediliyor.
malı için kendinizi küçültmeyin, dünya malına tenezzül etmeyin,
nefsinizi eğitip temizleyin, Allah Teala'ya yönelin samimiyetle; takva
sahibi olun. Eğer, Allah göstermesin, yarın bu işten birşeyler kazanırım
umuduyla -medresede- okuyorsanız bilin ki ne fakih olursunuz ne de
islamın "emin"i! İslam için yararlı olacak şekilde hazırlayp donatın
kendiniz. İmam-ı Zaman (hz. Mehdi -s- /çev/) ordusunun askerleri olun
ki adaleti yayıp hizmet edebilesiniz. Salihler, öyle insanlardır ki
varlıkları bile toplum için ıslah edicidir. Biz gördük böylelerini... İnsan
onlarla muaşerette bulunma yoluyla, hatta yürürken bile temizlenmekte,
nezihleşmektedir. Siz öyle davranın ki, sizin davranışınız, ahlakınız ve
dünya metaına değer vermeyişinizle insanlar düzelip ıslah oluversinler, -
davranışlarınızla örnek olun ki- size uysunlar, herkesin uyduğu
insan(236) olun. "Cündullah" olun, Allah'ın askeri olun ki islamı
tanıtabilesiniz, islam devletini tanıtabilesiniz. Ben tahsili bırakın
demiyorum, bilakis okumanız gerekir, okuyun fakih olun, fakihlikte
ciddiyet gösterin, bu medreselerin fıkıhtan soyutlanmasına izin
vermeyin, siz -dinadamları- fakih olmadıkça islama hizmet edemezsiniz
zaten. Ama, tahsilinizin yanısıra halka islamı anlatıp tanıtmayı da ihmal
etmeyin. -Görüyorsunuz işte- İslam bugün pek "garip"tir, islamı
kimsenin tanıdığı yok... Sizin halka islamı ve islam ahkamını
ulaştırmanız gerekir ki halk islamın ne olduğunu anlasın; islam
devletinin nasıl olduğunu, risalet ve imametin ne demek olduğunu ve
esasen islamın ne için geldiğini ve ne istediğini halk öğrenip bilsin...
Böylece yavaş yavaş islam tanınıp bilinecek ve bir gün islam devleti
kurulabilecektir inşaallah.
Zalim Devletleri Yıkalım!
Onların resmi -devlet- kunıluşlarıyla ilişkilerimizi keselim. Onlarla
çalışmayalım, onlara yardım sayılabilecek hiçbir şeyi yapmayalım;
onlardan bağımsız yeni yargı, mali, ekonomik, kültürel, eğitim -
öğretim ve siyasi kuruluşlar oluşturalım!
"Tağut"u yıkmak; yani bütün islam beldelerindeki gayrimeşru siyasi
güçleri ve düzenleri devirmek hepimizin vazifesidir. Zalim ve halk
(236)
Halkın öncüsü, lider, imam.
düşmanı rejim ve kuruluşları yerlerini kamu hizmet kuruluşlarına
bırakmalı, islam kanunlarına göre idare olunmalı ve yavaş yavaş islam
devleti kurulmalıdır. Allah Teala Kur'an-ı Kerim'de tağuta ve
gayrimeşru siyasi güçlere itaati yasaklamış ve insanları sultanlara karşı
kıyama teşvik etmiş ve Musa'yı -s- sultanlara karşı kıyam ettirmiştir.
Zalimlerle, dine müdahelede bulunanlara karşı mücadelenin teşvik
edildiği birçok rivayet mevcuttur. Ehl-i Beyt imamları aleyhimusselam
ve onların izleyicileri olan şia, zalim devletlerle gayrimeşru ve batıl
düzenlere karşı daima mücadele etmişlerdir. Onların biyografileri ve
yaşam tarzlarından bu gerçeği kolaylıkla anlamak mümkündür.
Hayatlarının önemli bir kısmı zalim ve zorba egemenlerin baskısı
altında geçti, sürekli sıkı bir takiyye ve şiddetli korku altında yaşadılar;
tabii ki bu korku dinleri yüzündendi, kendileri için değil. Nitekim
rivayetler incelendiğinde sıkça karşılaşılan hakikatlerden biridir bu.
Zalim egemenler de masum imamlardan -s- daima dehşetle korktular.
Masum imamlara -s- fırsat verecek olsalar hemen kıyam edeceklerini ve
ayyaşlık ve şehvetperestlikten ibaret hayatlarrnı onlara haram
edeceklerini çok iyi biliyorlardı. "Harun"un İmam Musa Bin Cafer
hazretlerini -s- tutuklayıp yıllarca hapsetmesinin, veya "Me'mun"um (237)
Hz. İmam Rıza'yı -s- Merve sürüp orada sürekli gözaltında tuttuktan
sonra sonunda zehirleterek şehid ettirmesinin (238) nedeni; bunların
seyyid ve Peygamber'in -sav- evlatları olması ve onların Peygamber
efendimize -sav- düşmanlık besliyor olması değildi asla! Bilakis, Harun
da, Me'mun da; her ikisi de şiiydi!(239) Ne var ki saltanat iktidar-
(237)
Abdullah Me'mun (h.k. 170 - 218}: Harun Reşid'in oğlu, 7. Abbasi
halifesi. (238)
El - İrşad s: 290 - 295 ve: Yakubi Tarihi c:2, s: 146 - 149 ve:
Murucezzeheb c:3 s: 440 - 441. (239)
İmam -s- onların, masum imamların -s- hakkaniyetini itiraf etliklerine işaret
etmektedir. Niktekim Abbasi halifcsi Memun, kendisini şia saymakta vc bunu da
babası Harun'a borçlu olduğunu söylemekteydi. Babası Harun'dan, hz. İmam Kazım -
s- hakkındaki görüşünü sorduğunda onun şöyle cevap verdiğini nakleder: "Ben halkın
görünürdeki imamı ve lideriyim; zorla ve cebren hükmediyor mu bu halka; Musa bin
Cafer ise gerçekten imamdır ve imameti haktır. Vallahi, oğulcuğum, şu iktidar
koltuğu öyle bir şey ki, onun için benimle dalaşmaya kalkarsan senin bile gözlerini
oyarım! Şunu bil ki, iktidar kısırdır, baba - oğul tanımaz!" bkz. Bihar'ul Envar c:48 s:
129 -133.
kısırdır.(240) Yoksa, Alioğullarının halifelik iddiası taşıdıklarını ve -
gerçek anlamda- bir islam devleti kurmakta çok ısrarlı olduklarını,
halifelik ve devlet idaresini kendileri için bir vazife ve yükümlülük
addettiklerini onlar da biliyordu. Nitekim kendisine geri verilebilmesi
için "Fedek"in(241) sınırlarını belirlemesi istendiğinde, rivayette de
geçtiği üzere, İmam -s- o günkü islam beldelerinin tamamının sınırlarını
çiziyordu,(242) yani "bu hudutlara kadar ne varsa hepsi bizim
hakkımızdır, islam beldesini bizim yönetmemiz gerekir, siz onu zorla
bizden alan gasıplarsınız!" diyordu açıkça! Zalim halife - sultanlar,
İmam Musa Bin Cafer'in -s- serbest olması halinde dünyayı başlarına
dar edeceğini biliyorlardı; her an elverişli bir ortamın oluşması ve o
hazretin kıyam ederek saltanatı devirmesi ihtimali vardı. Bu nedenledir
ki hiç frrsat vermediler; eğer fırsat verselerdi hazret mutlaka kıyam
edecekti. Evet, bundan hiç şüpheniz olmasın, eğer Hz. Imam Musa Bin
Cafer -s- bir frrsatını yakalayabilseydi kıyam edecek ve devleti zorla ele
geçirip gasbetmiş bulunan zorba sultanların düzenini alt - üst edecekti.
Nitekim Memun da, bir gün kıyam eder de saltanatını başına yıkar
korkusuyla Hz. İmam Rızâyı -s- hep "ey sevıgli amcaoğlum"', "ey
Resulullah'ın evladı!" gibi hilekar ifadeler ve düzenbazlıklarla
(240) Harun'un "iktidar kısırdır" derken maksadı, iktidar kolluğunu babanın kendi
evladına bile vermeyeceğini ve bu işin baba - oğul tanımadığını söylemektir. İmam
Humeyni -ra- de burada aynı meseleyi hatırlatmaktadır. (241)
Fedek. Hayber'e bir menril uzaklıktaki bayındır bir köyün adıdır. Hayber
savaşından sonra Hayberliler Hz. Resulullah'la -sav- barış antlaşması imzalayıp Hayber'i
ona bağışladılar. Peygamber de -sav- Allah Teala'nın emri üzere Fedek'i, kızı hz
Fatıma'ya -s- bağışladı. Bkz. İbni Hişam Siyeri c: 3-4 s:353. Taberi Tarihi c:3 s:20 ve
Nehcul Belaga Şerhi: İbni Ebil Hadid c:4. s. 823 -874 ve: El-Fedek Fi Tarih: Şehid
Seyyid Muh. Bağır'es Sadr. (242)
Abbasi halifesi Mehdi'nin, haksız yere alınan mal ve hakları sahiplerine
geri iade etmek istediği söylenir. Bu haber İmam Musa bin Cafer’e -s- ulaştığında
İmam -s- "Peki, bizim hakkımızı niye geri vermiyorsun?" diye sordu. Mehdi "Sizin
hakkınız nedir'?" diye sorunca İmam -s- "Fedek" buyurdu ve sınırlarını Uhud
dağı'ndan Mısır sahillerine kadar islamın egemen olduğu bütün coğrafya olarak
gösterdi. Mehdi hayretle "bunların hepsi sizin mi?!" diye sorunca da İmam "evet"
buyurdu, "bunların hepsi bizimdir" Bkz. Bihar c:48 s:8 - 156 ve: İmam Musa bin
Cafer -s- Tarihi, 40. bab, 29. hadis ve İbn-i Şehri Aşub "Ahbarul Hulefa
"kitabından bu olayı naklederek anlatır ve muhatabın Harun olduğunu, mezbur
coğrafi sınırlarınsa Eden, Semerkant ve Afrika Seyf’ul Behr (bugün ki Ermenistan
yakınları) olduğunu belirtir. Bkz.: Menakıb-ı Al-i Ebu Talib c:4. s:346.
gözaltında tutmadaydı. Çünkü o, peygamberin -sav- evladıydı ve
ha~.kanda -peygamber tarafından müslümanlara- yapılmış bir vasiyet
sözkonusuydu, bu nedenle de onu Medine'de serbest bırakmak
mümkün değildi... Zalim yöneticilerin bütün arzuları saltanat ve iktidara
kurban edebiliyorlardı; yoksa, kimseye karşı özel bir düşmanlık
besledikleri yoktu. Nitekim eğer İmam, Allah göstermesin, sarayın -
iktidarın- adamı olmayı kabul etseydi ona saygıda kusur gösterilmez,
fevkalade izzet ve ikramda bulunur, elini de öperlerdi! Rivayette de
geçer; İmam -s- "Harun"un yanına getirildiğinde, Harun, kendi
oturduğu yere kadar onun binekte getirilmesini emretti ve İmam'a –s-
fevkalade saygı ve hürmet gösterdi. Sıra, beytulmalın müslümanlar
arasında bölüştürülmesine gelince ise, Haşimoğulları(243) için çok az bir
meblağ belirledi! Bu sırada orada bulunan Memun, biraz önce şahid
olduğu onca saygı ve hürmetten sonra İmam'a -s- reva görülen bu
haksız bölüştürmeye şaşırınca Harun "Senin aklın ermez buna!" dedi,
"Haşimoğullarını hep böyle tutmak gerekir işte! Bunları hep fakir
tutacaksın, hapislerde çürüteceksin, süreceksin, sürekli eziyet ve çile
çektireceksin, zehirleteceksin, öldürteceksin!.. Yoksa kıyam edip
ayaklanır ve dünyayı başımıza dar ederler!".(244)
Ehl-i Beyt imamları -s- zalim düzenler, zorba hükumetler ve bozuk
ve ahlaksız saray erkanına karşı bizzat savaşmakla kalmamış, aynı
zamanda müslümanları da onlara karşı cihada çağırmışlardır;
Vesil'uşşia,(245) Müstedrek ve diğer kaynaklarda "Sultanlar ve zalim
düzenlerden uzak durun" ,(246) "Onları övenlerin ağızlarına toprak
(243)
"Haşimoğulları" :Kureyş'in büyük ve asil boyunun adıdır. Hz. Peygamber'in -sav-
dedesi Abdulmuttalib'in babası olan Amr bin Abdumenafın lakabı "Haşim"di, bu boy
ismini ondan almıştır. (244)
Uyuni Ahbarurrıza c:l s: 88 - 91 Bihar c:48 s:129, "Münazarat-ı Meelhulefa-el
cewr..." babı. (245)
Kısaca "Vesail" olarak tanınan "Tefsil-i Vesailuşşia ila Tahsil-i
Mesailuşşeria", Allame muhaddis Hürr Amuli'nin eseridir. Ahkamla ilgili
hadislerin mevzu ve gerekli bablara göre tasnif edildiği en mükemmel ve detaylı
hadis derlemesidir. Bu kitaptaki hadisler, diğer fıkıh kitaplarındaki gibi
tertiplenmiş ve kitabın sonuna, rical ilmiyle ilgili çok faydalı bilgiler eklenmiştir. (246)
Vesail, c:12 s:127 - 139, kitab-ul ticaret "mayehtesibbih hablarının 42 ve 45. babı,
Müstedrekil Vesail c:13 "mayektesibbih" bablarının 35 ve 38. babı.
dökün",(247) "Kim onlara bir kalem verir veya divitlerine su dökerse
şöyle, şöyle olur... "(248) mealinde 50'den fazla rivayet vardır. Kısacası
onlarla kesinlikle işbirliğinde bulunulmaması ve ilişkilerin tamamen
kesilmesini emretmişlerdir.
Diğer taratan adil fakih ve alimi öven onca rivayet, onların,
toplumun diğer bireylerine olan üstünlüğünü de hatırlatmaktadır. Bütün
bunlar, islamın bir "islam devleti"nin kurulması için oluşturduğu projeyi
ortaya koymakta ve milleti zalimlerin düzen ve iktidarlarından yüz
çevirtip caydırmayı, zalimin evini başına yıkmayı; âdil, muttaki,
mücahid ve islam hüküm ve devlet düzeninin kurulması için çaba
gösteren fakihlerin kapısını halka açmayı amaçlamaktadır.
Müslümanlar ancak adalet ve kanun devletinin gölgesinde olurlarsa
huzur ve güven duyacak, iman ve erdemli ahlaklarını muhafaza
edebileceklerdir; sistem, idare tarzı ve kanunlarını islamın belirlemiş
olduğu bir devlettir bu... Şimdi biz; bütün plan ve projesinin islam
tarafından hazırlanmış ve tamamlanmış olduğu bu "islam devleti"ni
kurmak ve fıilen bu projeyi gerçekleştirmekle sorumluyuz. İslamın
devlet ve yönetim sistemiyle, siyasi ve sosyal yapı ve prensiplerinin
kalabalık kitlelere gereğince tanıtılmasının, düşüncelerde güçlü
dalgalanmalara yolaçmasını ve halk hareketinin doğurduğu gücün,
islam devletinin kurulmasını sağlayan bir faktör olmasını temenni
ederim.
Allah'ım! Zalimlerin ellerini islam beldelerinden kaldır! İslama ve
islam ülkelerine ihanet edenlerin kökünü kurut! İslam ülkelerinin
başındakileri, -müslümanlara- pek pahalıya malolan bu ağır uykudan
uyandır ki milletlerin maslahatı yolunda çaba göstersinler, tefrikalar ve
şahsi çıkarlardan vazgeçsinler! Genç nesle; medreslerdeki din
öğrencileriyle üniversite öğrencilerine tevfik inayet buyur ki islamın
(247)
Vesailuşşia c:12 s:132, kitabul ticaret, "mayehtesibbih" babları, 42. bab,
l. hadis ve: Menlayehzerul fakih c:4 s:5 "zikri cemel min menahinebi..." babı, 1.
hadis. (248)
İkab'ul Amel'de, Hz. İmam Sadık'ın -s- ceddi Hz. Resulullah'tan -savşöyle
naklettiği geçer: Zalimlere yardımcı olanlar nerede?! Onların divitlerine mürekkep döken
veya onlar için altın keselerini düğümleyenler, ya da onlar için eline kalem alıp divite
sürenler neredeler?! Şimdi onlar, zalimlerin yardımcılarıyla birlikte haşrolunacaklardır!"
bkz.: Vesail c:12 s:130, kitabul ticare "mayektesibbih" babları 42. bab.
mukaddes hedefleri için ayaklansınlar ve tek saf -ve tek yumruk-
halinde, sömürü ve onun habis uşaklarının pençesinden kurtulma ve
islam ülkelerini savunma yolunda elele verip birlikte çalışsınlar.
Toplumun fikir ve düşüncesini aydınlatıp hidayet etme yolunda gayretli
olmaları, islamın mukaddes hedeflerini müslümanlara, bilhassa genç
nesle ulaştırabilmeleri ve islam devletinin kurulması cihetinde
mücadedede bulunmaları için islam fakihleri ve ulemasını başarılı kıl!
Ya Rabbi! Sen tevfıkte velîsin; pek yüce ve büyük olan Allah'tan
başka güç, kuvvet ve değişim verebilecek hiç kimse yoktur!
-*-