ULUSLARARASI ISLAM DUŞUNCESI KONFERANS Iisamveri.org/pdfdrg/D069506/1996/1996_GARAUDYR.pdf ·...
Transcript of ULUSLARARASI ISLAM DUŞUNCESI KONFERANS Iisamveri.org/pdfdrg/D069506/1996/1996_GARAUDYR.pdf ·...
I. ULUSLARARASI
• • • • • •
ISLAM DUŞUNCESI KONFERANS I
İstanbul, 15-16 Mart '96
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ KÜLTÜR İŞLERİ DAİRE BAŞKANLIGI YAYINLARI NO: 42
Konferans Dizisi: 2
ISBN 97 5-7 580-87-2
2000 Adet basılmıştır. 1996
Yapını-Ojset Hazirtık
Sina Ltd. Şti. 531 60 75
Baskı
Prestij
İSLAM VE MODERNİTE
PROF. DR. ROGER GARAUDY
1\. ;rodernite ile İslam arasındaki ilişkileri inceleyebilmek için Moderniteyi 1 V .lAvrupa ve lineer bir kültür çerçevesinde değil, evrensel ve çoğulcu çerçevede tanımlamak gerekir.
Modernite, bir kültür şekli ve bir hayat tarzıdır. Kültür ise bir ferdin ve bir toplumun tabiat, diğer insanlarla ve gelecek ya da bazılarının Tanrı diye isiınlendirdikleri mefhuınla sürdürdüğü ilişkiler bütünüdür.
Bu açıdan taril1sel olarak her dönemde, barbarlar karşısında modern ve medeni olarak kabul edileni incelemekte yarar var; ancak bizim burada bunu yapmaya vaktimiz müsait değil.
* * *
Batı medeniyetinin postulalarını -yani tabiat, diğer insanlar ve Tanrı (veya hayatın nil1ai gayesi problemi) ile olan ilişkilerinin tanın1ını- üç madde halinde tasnif edebiliriz:
1. Descartes'in postulası: "Tabiata hakim ve malik olmak."
2. Robbes'un postulası: "İnsan, insanın kurdudur."
3. Marlowe'un postulası ("Faust"unda): "İnsan, dünyayı yönetmek için yüceleşerek Tanrı'nın yerine geçmektedir."
Beş asırlık paylaşımsız bir hegemonyadan sonra bu kültür, kendi postulalarının hedeflerine ters bir sonuca varmıştır:
İSLAM'IN KÜLTÜREL MEYDAı'l OKUYUŞU/191
-'fabiatın kirlenmesi, tükenmesi, tahribinin teknik imk1nları.
-Beşer1 şiddetin zincirden boşalması: Kuzey ile Güney arasında gitgide büyüyen dengesizlikler oluşturan ve toplumun bir kutbunda zenginiikierin diğer kutbunda da sefaletin yığılmasıyla her toplumda giderek artan eşitsizlikler yaratan piyasa mantığının -rekabetlerinden dolayı- savaş mantığı
olduğu ortaya çıkmıştır.
-Bireyi veya ulusu herşeyin merkezi ve ölçüsü haline getirerek ve mutlak değerlere olan tüm inançları dışlayarak, Tarırı'nın yerine dünyayı yönetme ukalalı,ğını, şehirlerde şiddet kaosunu ve dünyada terör dengesizliklerini meydana getiren birey ve grupların güç, tasarruf ve büyüme arzularının çarpıştığı vahşi bir orman yaratmıştır.
* * *
Bize sunulan sözümona "modernite" kendi adını bile söylemeye çekinen ve aslında "piyasa monoteizmi" şeklindeki bir dindir. Rönesans'tan beri Batıya has olan bu "piyasa monoteizmi", Sovyetler Birliğinin yıkılışından, Irak'ın harab edilişinden ve sadece Üçüncü Dünya ülkelerinin değil; Avrupa'nın da ABD'nin egemerıliğinin altına girişinden sorıra kendi liberalizmini, Pentagon'un İdeologu olan Fukuyama'nın kitabının adıyla "Tarihin Sonu" olarak görmektedir.
"Liberalizm" kelimesinin suistimali tarihsel bir manipülasyona dayanmaktadır: 18. asırdave 19. asrın başlarında, "Liberaux" diye adlandırılarılar, kelimenin siyası arılamıyla asillerin gücüne karşı koyarılardı; günümüzde ise "liberaux" diye adlandırılarılar (kelimenin ekonomik arılamıyla) zenginliğin gücünü savunarılardır.
Ekonomi politik, Carlye'ın adlandırdığı gibi "iç karartıcı bilim"dir veya daha doğru bir ifadeyle (bilimle hiç bir alakası olmadığı için) statükoyu temize çıkaracak bir ideolojidir. Bunun öncülüğünü yapan Adam Smith, temel ilkesini şöyle belirlemiştir: Eğer herkes kişisel menfaatini gözetirse genel menfaat gerçekleşmiş olur. Gizli bir el de bu ·uyumu sağlar. Bu açıdan devletin herhangi bir müdahalesi zarar niteliğindedir: Piyasa kendi kendini düzerıleyecek ve bütün toplumsal ili.şkilerin düzerıleyicisi haline gelecektir. Devlet ise bir jandarma veya bir gece bekçisi gibi bu düzenin korunmasını sağlayacaktır.
192/ULUSLARARAS! İSLA.t'vl DÜŞÜNCESi KOl\TFERAı'ISl
Fakat bugün, Milton Friedman'ların, Von Hayek'lerin ve Reagan gibi Amerikan, Thatcher gibi İngiliz veya sağcı ve solcu Fransız bakanlar gibi talebelerinin tavsiye ettikleri bu prensipierin iki asırlık uygulanışı bunların yanlışlığını ortaya koymuştur: Teknolojinin gelişimi işçinin, aletine sahip olmasına engeldir. Toplumun bir kutbunda zenginlik ve güç çoğalarak yığıldı, diğerindeyse bağmılılık, işsizlik ve dışıanmışlık zuhur etti.
İşte bu dünya ölçeğinde bir gerçektir: Metropol ekonomisinin hastalığı haline gelen tek tip üretim ve tarım lehine, yiyecek sağlayan tarımların yapısını değiştiren beş asırlık sömürgecilikten sonra eski sömürgecilerin yardıını ve Uluslararası Para Fonu (IMF) tarafından borçların yönetimi maskesi altında sömürgelerin kesin siyasi "bağımsızlık"larından sonra bile bu eski sömürgeciler, kendilerine olan bağımlılıklarını ellerinde tutabilmişlerdir.
Bunun sonucunda, 1960 ve 1989 yılları arasında % 20 oranındaki dünya zenginlerinin elinde bulunan dünya geliri, % 70'den% 83'e kadar yükselmiş; % 20 oranındaki fakirierin dünya geliri ise % l,S'a düşmüştür. Hatta bu kutuplaşma en zengin ülkelerde daha da belirginleşmektedir: ABD'de "% 1 oranındaki en zenginler milli servetin %40'ını denetliyorlar." Cinternational Herald Tribıme, 19 Nisan 1995)
Modernite olarak vaftiz edilen "piyasa modernizmi", Spencer'ın "güçlülerin güçsüzleri yok etme özgürlüğü" olarak tasarladığı olgu, toplumsal daıwinizm lehine toplumsal bağların çözülmesinde ifadesini bulmaktadır.
Rahip Lacordaire, kendi döneminden daha çok bizim dönemimize hitap eden şu aksiyomu söylemiştir: "Asıl özgürlüktür, güçlü ile güçsüz arasında zulme uğrayan."
Maaşların 20 bin doları aştığı ABD ve Kanada ile maaşların 3 bin dolardan daha düşük olduğu Meksika arasında gerçekleşen "Alena"; yani "serbest piyasa" deneyimi, Amerikan işçilerini işsizliğe sürükleyen ve Meksikalı işçileri köleliklerinde hapseden sınırsızlıklara yolaçtı. Bu, nümunelik bir değere sahiptir. Chiapas isyanları, bu "serbest mübadele''nin cani ildyüzlülüğünü açığa çıkarnuştır.
Sayın Bush "Alaska'dan Ateş Ülkesine kadar serbest mübadele alanı oluşturmak gerekir" dediğinde ve Devlet Sekreteri James Baker "Vancouver'den Vladivostok'a kadar" diye ekiediğinde bize sunulan en önemli
İSLAM'IN KÜLTÜREL MEYDAN OKUYUŞU/193
sorunu ortaya koymuşlardır: İnsanlığın, bu altın haçın üzerinde çarmıha gerilmesine izin verecek miyiz?
Burada sözkonusu olan, ayrılmaz bir biçimde ekonomik, siyasi ve dilli bir sorundur. Dilli; çünkü sözkonusu olan, insanın son gaye sorunudur: Bilim ve teknolojinin gelişmesi insanın ezilmesine mi, yoksa refahına mı yaramalı? Oysa Batı "Moderrıite"sinin büyük sonucu olan piyasa monoteizminin sonuçlarını fazlasıyla görmekteyiz.
En başta bireyselcilik, rekabet ve rekabet gücü, "insanı insanın kurdu" haline getiren Robbes'un bu sisteminde toplumsal bağlar çözülmek üzeredir.
Bunun rakama dökülmüş hali şu şekildedir: Fransa'da 1991'de 11.500, 1992'de 11.600, 1993'd~ 12.000 intihar vakıası gerçekleşmiştir. 1965 v~ 1990 arasında toplumun yüzdelik hesabına göre suç oranı beş katına çıkmıştır: 1965'de 837.000 cinayet ve suç; 1990'da 3.800.000. 1992'de 66.000 esrar suçlamasına karşın 1995'te 101.000 suçlama. Bugün işsizliğin sayısı 3 ırıilyonu aşmıştır; oysa Fransızların yalnızca o/o 10'u milli servetin o/o 55'ine sahiptir; 5 ırıilyon kişi 2.300 franktan daha az bir gelirle geçiniyorlar ve buna karşılık Walt Disney şirketinin genel müdürü Michel ennier beyefendi senede 203 ırıilyon dolar kazanıyor. Yani bir ırıilyar franktan daha fazla; yani saatte 370.000 frank; yani asgari ücret alan kişiden 60 kere daha fazla bir gelire sahip.
Bu piyasa monoteizm "modernite"sinin girdiği her yerde durum aynıdır. Sovyetler Birliğinde, Yeltsin'in siyasi fahişeliği yüzünden kapitalizmin yerıiden carılanmasından itibaren esrar kullanımı ABD'deki kullaruma ulaştı. Özbekistan'da haşhaş tarım yüzölçümü 6 katına çıktı: 1992'de 150 hektar iken 1995'de 1000 hektara ulaştı. Günümüzde IMF'nin en iyi müşterisi olan Fas, kenevir üretiminde dünya rekoruna sahiptir. İnhitatın öncüsü olan ABD'de esrar ticaretinin rakamı, araba veya çelik ticaretiyle aynı büyüklüğe ulaşmıştır. intihar ve esrar sadece yaşanılamaz hale gelme yolunda olan bir dünyadan kaçış arzusunu ispatlar. Fakat servet eşitsizliğinden ve kaçışlardan başka da inhitat belirtileri vardır: Burada sadece iki tanesini zikredeceğim: Ahlaksızlık ve spekülasyon. Piyasa ekonomisi, "bulutların fırtınayı taşıması gibi" ahlaksızlığı içinde taşır.
Herşeyin -hatta güç ve bilinçler de buna dahil- satıldığı ve satın alındığı bir sistemde, pek sessiz bir ekonomist olan Alain Cotta "Le Capitalizme
194/ULUSL-\.RARASI İSLAM DÜŞÜNCESi KONFERANS!
dans tous ses etats" (Fayard Yay. 1991) adlı eserinde şunları ifade etmiştir: "Ahlaksızlığın yükselişi, mali ve medyatik faaliyetlerin yükselişinden ayrılamaz. Ne zaman ki haber, her türlü mall işlem esnasında, özellikle de kaynaşma, elde etme ve OPA esnalarında, bir ömür boyunca yoğun çalışmalarla bile elde edilemeyecek servetleri birkaç dakikada elde edilmesine imkan tanıdığında, alma ve satma isteği artık karşı konulmaz hale gelmektedir. Ticaret ekonomisi bu gerçek piyasa gelişimiyle ancak desteklenir." Ve şöyle bağlar: "Ahlaksızlık, planınkine benzer bir rol oynamaktadır."
Son olarak, Batı'da "modernite"nin varış noktası olan "piyasa monoteizmi"nin en güzel çiçeklerinden biri de spekülasyondur.
"Spekülasyon" kelimesi, Robert sözlüğünı',in belirttiği gibi, çok özel bir anlama sahiptir: "Kar elde etmek için piyasa (değerler ve ticaret eşyası rayiçi) çalkantılarından yararlanma anlamına gelen mall işlemler."
Uluslararası Ödeme Bankasının verilerini temel alan Maurice Allars (Ekonomi Nobeli) şunları not etmektedir: "Mali yükselişler günde ortalama 111 milyar dolara kadar yükselmektedir, yani ödemelerine düşen mall yükselişlerin ödeneğillin 40'la katına çıkmasıdır bu. Böylesi bir sistem savunulamaz."
Bu da şu anlama gelir: "Piyasa monoteizm"inin güncel sisteminde ham maddeler, dövizler veya ekonomistlerin "yan ürün" olarak adlandırdıkları şeyler -yani ürünlerin ve hizmetlerin para karşılığı değil de bu işlemlerin uzun vadeli ödemeleri üzerine alınan taahhütlerde ilgili olan herşey C vadeli sözleşmeler, döviz oranları, vs)- üretmekten veya hizmete sokmakransa bunların üzerine spekülasyon yapmak 40 defa daha karlı bir iştir. Bankaların ilk işlevi: Tasarrufu biriktifrnek ve üretime yatırım yapmak iken, bu sermayeler gerçek bir ekonomiye yararnıyan başka sermayelerin yükselişi veya düşüşü üzerine oynamaya dönüşmüştür: Banka, somut toplumun asalağı olan ve "golden böys"larla borsadaki değerlendirmelerin ve fiyatların olasılıkları üzerine oynanılan yer olan kumarhane haline gelmiştir.
,.--Bizim karşı çıktığımız modernite budur. "Biz" dediğimde sadece Müslü-manlardan değil; aynı zamanda hayata anlam yükleyen herkesten bahsediyorum; çünkü Tarırı demek "Hayatın 'bir anlamı vardır" demeye gelir ve ben bunu keşfetmekten ve gerçekleştirmekten sorumluyum.
İSLAM'IN KÜLTÜREL MEYDA.N OKUYUŞU/195
Ve Dize Batı modernitesini, ahlaksızlıklarıyla ve inhitatıyla yargıladığımız söylenmesin. Bugünkü vardığı noktanın temeli -ki dünyamızın hayatta kalmasını tehlikeye atmıştır- Rönesans'da tanımı verilen postulalarının saf mantığında yatmaktadır. Atinalı Timon da Shakespeare ve Don Kişot ta Cervantes paranın üstürılüğü ilkesi üzerine bina edilen medeniyetin yolunu kahince çizmişlerdi. Orılar bunun başlangıcına tanık oldular ve biz de bugün "son perde"nin isteksiz seyircileri ve aktörleriyiz: Arilamlarını yitirmiş bir hayat ve bir dünya.
Bu, sözümona "modernite"nin bir tek postulası yoktur ki yalan olmasın.
Ve herşeyden önce demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri savunması bu yalanlardandır. Demokrasi, her zaman bir azırılığın -köle sahiplerinden zengirılik sahiplerine kadar hepsinin- gizlendikleri yerdir. Perikles dönemindeki "Atina Demokrasisi" olarak adlandırılan ve "Demokrasilerin anası" olarak örnek verilen demokrasi aslında 20.000 hür vatandaşın bütün haklardan ·mahrum kalan 100.000 kölenin üzerindeki yönetimiydi. Demokrasi herkes için değil sadece efendiler içindir.
ABD'nin bağımsızlık beyannamesi, tüm insarıların haklarının eşitliğini beyan etmişti. Bu gösterişli beyannameden sonra köleliği bir asırdan aşkın bir süre boyunca ve zenciler konusunda ayrımcılığı günümüze kadar muhafaza etmiştir. Demokrasi siyahlar için değil beyazlar içindir.
Fransız ihtilalinin, insan ve vatandaşlık haklarının beyannamesi muhteşem bir şekilde şurıları ifade etmekte: "Bütün insarılar özgür ve hakça eşit doğarlar"; fakat Constitution Censitaure (1) Fransızların 3/4'ünü oy verme hakkından mahrum etmiştir. Bunun gerekçeleri de fakir olduklarından dolayı "pasif vatandaş" olarak vasıflandırılmalarıdır. Demokrasi fakirler için değil zengirıler içindir.
Herkes kendini insan haklarına sahip gösterebilir: Yasa karşısındaki eşitlik mükemmeldir: İşsiz ve milyarder bir gazete kurmakta veya bir televizyon kanalı açmakta aynı hakka sahiptir. Yasa karşısındaki bu eşitlik öyledir ki bu milyardere olduğu gibi işsize de ekmek çalmak yasaklanmıştır: İkisi de aynı cezaya müstahaklardır.
(1) 1835 yılından itibaren seçebilmek ve seçilebilmek için ödenen bir vergiye (cens) dayalı bir meşrutiyet.
196/ULUSLARARASI İSLAM DÜŞÜNCESi KONFERANS!
Bütün bunlar milyonlarca işsizin iş hakkının ve oy hakkının yazıldığı 1948'deki BM'in insan haklan beyannamesinde de olduğu gibi- "demokratik" denilen ülkelerin yasalarında mevcuttur. Fakat gerçekte daha zorbacı yasalar hakimdir: Banka çeki, oy pusulasının yerine geçmiştir.
Bunun nedeni sadece Amerika'da senatör veya "temsilci" olmak için bir seçim kampanyası açabilmek 500 milyon dolar gerektirdiğinden değil; aynı zamanda bütün bu ülkelerde zenginlik, gücün iki vasıtasını satın almaya imkan tanımasıdır: Biri, halkın görüşlerini manipüle etmeye yarayan medya ve diğeri, son çare olarak onları ikna etmeye yarayan silah sanayii.
Burada sözkonusu olan liberal ve burjuva demokrasisinin ilkelerinin taeizi değil; bunların eksiksiz uygulanmalarıdır. İngiliz filozofu John Locke -ki ilk Avrupa "demokrasi"sinin yani İngiltere demokrasisinin temellerini ve uygulamasını deneysel olarak bilir- Deuxieıne Traite sur le gouverneınent civil adlı eserinde bilinçli olarak şunları yazmıştır: "İnsanların birleşmesindeki en önemli amaç riıülkiyetin korunması dır"; ve bundan da en mükemmel mantıkla şu sonuç çıkmaktadır: Mülkiyete sahip olmayanlar demokrasiden dışlanrnışlardır.
Fransız ihtilalinin arefesinde, Diderot, Locke'un siyası tezlerini kullanarak ansiklopedisinde "temsilci" (representant) maddesinde kesin bir tarzla şunu yazmıştır: "Ancak, mülk sahibi vatandaştır."
Şekilsel görünümlere rağmen aynı prensip, liberal "demokrasi"lerirnizi yönetmekte ve Rousseau'nun Toplumsal Sözleşme adlı eserindeki "hiçbir zaman demokrasi varolmamıştır" şeklindeki ifadesi doğrulanmış olmaktadır; ve bu da iki sebepten dolayıdır:
1. İnsanların son gayelerindeki ortak bir imanın yokluğu
2. Zenginiikierin eşitsizliği
Bunlar gerçek bir demokrasi kavramının kilit taşı olan bu "genel irade"nin gelişmesine iki kesin engel niteliğindedir.
İki asırlık demokrasi tecrübesi göstermektedir ki, Rousseau'nun henüz çağında öngördüğü ve geçmiş tecrübelerin ışığında oluşturduğu hipotezlerin doğrulanması sözkonusudur.
İSLAM'IN KÜLTÜREL MEYDAN OKUYUŞU/197
Bugün, demokrasinin -Amerikan siyasetinin iki yüzlü amentüsü olan- serbest piyasaya benzerilmesinin yalan olduğu gün ışığına çıkmıştır.
Ve bu da Rousseau'nun daha önce öne sürdüğü nedenlerden dolayıdır: Bir ortak irade, ancak bir toplumun bütününde ortak amaçlar güdülürse mümkündür. Oysa piyasa, ancak kişilerin ve grupların vahşi orman rekabetinde karşı karşıya geldikleri özel isteklere tanık olur. Piyasa monoteizrni bizzat ilke olarak demokrasinin zıddıdır.
Rousseau bir "Teokrasi"yi öngörmüştür, ancak bu demokratik bir teokrasidir ki orada iman, Batı ortaçağında olduğu gibi kilise tarafından yorumlanmış değil de ümmetin her üyesinin kalbinde bulunan bir olgudur. Böylece bireysekiliğin tersine başkaların kaderinden sorumlu olduğunun bilincinde olan bir ümmet söz konusudur.
Rousseau'nun bu kavramı, Kur'an'daki, zenginiikierin eşitsizliği -"biz bir şehri yok etmek istediğirnizde," der Kur'an (XVIII, 16) ... zenginleri güç sahibi yaparız" ve imanla ilgili olan -büyük kararlar için bir şura gereklidirifadeleriyle bir benzerlik arzeder. Rousseau tarafından öngörülen "iman öğretisi" prensibinin hiç bir özel dine gönderme yq.pmaması ilginçtir. Kur'an da aynı şekilde yeni bir din getirdiğini iddia etmemektedir; bunun tersine insanları, "Allah'ın ona ruhundan üfledikten sorıra ... " (XXX, 30) insanların kalbine işlenmiş olan imana çağırmaktadır. "Dinde zorlayıcılık yoktur" (II, 257; X, 100) diye birçok kez tekrarlar Kur'an.
Demek ki biz geçmişi tefekkür ederek, yeni bir modernite kurabilmeli ve İslam'ın yeniden yükselişinin koşulları.nı düşünmeliyiz.
Hicretin ilk asırlarındaki İslam'ın şimşek hızıyla yayılması, askeri bir fetihe dayanmamaktadır: Arap yarımadasının insan sayısı bu büyük yayılmaya karşın çok azdı ve askeri teknolojisi büyük imparatorluklarınkiyle -örneğin Bizans ve İran imparatorluğu ile- mukayese bile edilemezdi.
Bu başarının nedenleri 3 düzeyde yatar:
-Dilli yenilik
-Toplumsal devrim
-Kültürel dönüşüm.
198/ULUSLARARASI İSLAM DÜŞÜNCESi KOJ\'FERANSI
1- Dini Yenilik
İslam, Hz. Muhammed'in vahy almasıyla doğmuş yeni bir din değildir.
Allah, Müslümanlara has bir Tanrı değildir. Allah, Tek Tanrı'ya işaret eden kelimenin tam anlan;ııyla tercümesidir. Arapça konuşan bir Hıristiyan, duasında ve ayinlerinde Tanrı'ya yakarırken ona "Allah" der.
İslam şu anlama gelmektedir: Tek Tanrı'ya hür ve iradi bir boyun eğiş; ki bu da bütün dinlerin -Hıristiyan, Yahudi, Müslüman Tanrı'nın "insana ruhundan üfl.edi"ğinden beri (XV, 29) yani ilk insandan, Hz. Adem'den beriortak paydasıdır.
Kur'an en açık ifadeyle İslam'ı şöyle tanımlar: Allah, Muhammed'e şunları söylemesini emreder: "De ki ben peygamberler arasında bir türedi değilim" (XLVI, 9); Birçok yerde ona şunu hatırlatır: "Senden önce de peygamberler gönderdik" (XlV, 30; XV, 10; XVI, 43; XXX, 47; Xl, 78)
Kur'an der ki (III, 1 44): "Muhammed sadece bir peygamberdir; ondan önce de peygamberler yaşarnıştı." Hepsi de Tanrının sözcüleriydiler.
Allah, nebevı: mesajlarının (Kur'an'ın, Allah'ın sünneti olarak adlandırdığı şey, O'nun "geleneği") sürekliliğine parmak basarak, Muhammed'e bir çok yerde şunu emretmekte: "Senden önce gönderdiğimiz peygamberlere sor" (XLIII, 45; bir de X, 94; XVI 43; XXI, 7)
Allah, Kur'an'da Müslümanlara, Yahudilerin peygamberlerine ve Hıristiyanların Mesih'ine saygı duymalarını emreder. (IV, 151; LVII, 18)
Hz. Muhammed insanlara ilk dini hatırlatmak için gelmiştir: "Ayakta dur, Allah'ın her insanın kalbine işlediği doğal dini, ilk dini tebliğ eden gerçek bir "hanif" gibi. Bu Allah'ın mahluklarına evrensel ve değişmez bir lütuftur. Gerçek din böyledir; fakat insanların çoğu bilmez." (XXX, 30)
Ve bu da bütün toplumların hikmetine doğru yönelir: Kur'an der ki: Allah her topluma peygamberler gönderrniştir; bu peygamberler de toplumun anlayacağı, yani onların dillerinde konuşurlardı. Bu "kitapta bahsedilmeyen"ler için de geçerlidir; örneğin Hindistan veya Çin.
İSlAM'IN KÜLTÜREL MEYDAN OKUYUŞU/199
2--Toplumsal Devrim:
Medine toplumunun yani asıl "Şeriat"ın mesajı şudur: Tüm bilgeliklerde olduğu gibi vahyedilrniş bütün dirllerin de ortak paydası olan "ancak Allah mülk sahibidir, ancak Allah emr sahibidir, ancak Allah ilim sahibi dir," ilkeleri beşeri çehreye, yani ilahi boyuta sahip her topluma has olan şartları tammlar.
Ancak Allah mülk sahibidir: "Göklerde ve yeryüzünde olan herşey Allah'a aittir." der Kur'an (II, 116, 284; III, 109 ... )
• O'nun yeryüzündeki halifesi olan insan, Allah yolunda bu mülkü yönet-mekle yükümlüdür.
\ Bu kavram, mülkü tüketme ve iğfal etme yasası olarak tanımlayan Justini-en hukukunun tam tersidir.
Oysa Müslümarılar için görevler yasalardan önce gelir.
Allah'ın mülkünün sorumlu yöneticisi olan insan bunu hevasına göre kullanamaz, kaprisine göre yok edemez, onu israf edemez, onu çalışması sayesinde veririıli kılmadığı müddetçe onu boş bırakamaz, onu biriktiremez: "Altın ve gümüş yığıp da, arıları Allah yolunda harcamıyarılar var ya, işte orılara acı bir azabı müjdele!" (IX, 34). Kur'an'da en kötü lanet, zengirıliği dolayısıyla mahkum edilen Ebu Leheb'e söylenendir: "İki eli kurusun ve kendisi de yok olsun" ve "alevli bir ateşe girecektir" (CXI, 1, 3)
Kur'an'ın öngördüğü herşey, özellikle de zekat -dinl bir gereklilik olarak zengirıliğin toplumsal aktarırnı- ve "Riba" -Allah yolunda çalışmadan zengirıliğin çoğalması- nın yasaklanması, zengirıliğin toplumun bir kutbuna ve diğerinde de sefaletin birikmesini örılemek içindir.
Allah, Kur'an'da paranın siyasi bir hiyerarşi kuracağı bütün toplumsal rejirııleri şiddetle dışlamaktadır ve bize açıkça şunu .der: "Biz bir şehri yoketmek istediğimizde zengirıleri güç sahibi ederiz." (XVII, 16)
Bu ilkelerden adil bir topluluk zuhur eder. Kur'an'ın en başta gelen toplumsal yönetimi ("zekat"ın yerleştirilmesi, "riba"nın yasaklanması, servet biriktirmenin kınanması) zengirıliğin bir kutupda, sefaletin de diğer kutupda birikmesine engel olmayı hedefler.
200/ULUSLARAR.ASI İSLAM DÜŞÜNCESi KONFERAı'ISI
İslam'ın girdiği ülkelerde, toprak ölçülü bir vergi karşılığında işleteniere verilirdi (o zamana kadar bunlar, feodal sahipler, tembel krallar veya aç gözlü bir kilise tarafından sömürülüyorlardı). Böylece halktan uzak yaşayan krallara ve feodallere karşı sadece bir kaç savaş veı:ilmişti: Yermuk, Kadisiye, Nihavend, Vizigotların işgalinde bulunan İspanya'da Rio Barbat
Bu halklar, Müslümanları birer kurtarıcı ve başkaların inançlarına saygı gösteren insanlar olarak karşıladılar.
3- Kültürel Dönüşüm
"Ancak Allah ilim sahibidir" ifadesi, dogmatizm zehrine karşı ilaçtır.
"Allah hakkında söylediğim herşey, bir insanın söylediğinden ibarettir" diye yazmıştı protestan bir tealog Karl Bartl1; çünkü Allah hakikatı peygambere vahyetse bile onun söylediğini dirıleyen ve yorumlayan insandır. Bunun bilgisi her zaman izafi, geçici, bitmemiş ve sürekli düzeltilmeye muhtaçtır.
Bu, insanın tabiat veya tarih hakkında söyledikleri için de geçerlidir; çünkü Kur'an bize Allah'ın dünyayı bir kerede yaratmadığını söyler: "0, durmadan yaratan yaratıcıdır," (XXXVIII, 81 ve XV, 86), "Her gün yeni bir şey yaratır" (LV, 28)
Arap bilim çağı, olağanüstü bir zihniyet açıllfl1Iyla, geçmişe ait bütün büyük kültürlerin mirasını sistematik bir entegrasyon çabasıyla başlamıştır.
18. asırda, Harun er-Reşit farklı ülkelerden ilim adamlarını sarayına davet ederek ve onun halefierinden olan Halife el-Me'mun, ilk önce bir Perslinin, daha sorıra da bir Hıristiyanın yöneteceği bir tercüme okulu açmıştır. Burada sadece Hippokrat'ın, Gallien'in, Dioskorid'in tıbbi eserleri değil; aynı zamanda matematikçilerin, astronomların, tabiatçıların eserleri de tercüme edilirdi. El-Me'mun'un emri üzerine el-Fazari, Hind astronomi kitabını -Brahmagupta'nın Siddharta'sını bile- tercüme edip uyarlamıştı.
9. asırda Araplar, Çifılilerden kağıt yapmasını öğrenınişlerdi. İlk kağıt fabrikası SOO'lere doğru Bağdat'ta kurulmuştur. Batı'da ise bu keşfin Araplardan öğrenilmesi ve kullanılması için 4 asır beklemek gerekecektir. Kağıdın keşfi kültürel gelişme şartlarını altüst etmiştir. Kitaplara olan bu tutkuyla
İSLAJ;I'IN KÜLTÜREL lviEYDAN OKUYUŞU/201
Çin, -Hindistan, Yunanistan gibi eski kültürlerin asimilasyon çalışmalan hiçbir eklektizmi içermez. Müslümanlar bu zengin mirası aldılar ve kendi bakış açıları ışığında onu yenilediler. İslam, sadece eski kültürlerin -özellikle Doğu ve Yunan kültürlerinin- aktancısı olmamıştır. O, yeni bir medeniyet kurmuştur.
O'nun Tevhid kavramı, Varlığın birliği olarak değil de yaratılışın her alarıında birleyici eylemi, eski kültürleri derin bir yenilerırneye tabi tutmuştur. Kökeninde -özellikle Platon'dan beri tabiat ve ruh, Tarırı ve dünya, algılanır ve akledilir şeklindeki- Yunanlı düalist kültür anlayışına karşı Müslüman bal<:ış açısı birleyicidir. Örneğin hiçbir zaman algılanır alem, yani tabiat, ne akledilirden ne de Tarırı'dan ayrılmıştır: Tabiat olayları Allah'ın varlığının "işaret"leridir, Allah'm insanla konuştuğu bir dildir.
Bu anlayışın sonuçlarından biri de bilimin, Yunanlılarda olduğu gibi, Aristo'nun somuta eğilmesine rağmen spekülatif bir karaktere sahip olacak yerde gittikçe deneysel olmuştur.
İşte ayrılmaz bir şekilde hem deneysel hem de matematiksel olan modern bilim, Bağdat'ta, Kurtuba'da, Palerm'de büyük gelişmeler göstermiştir.
Avrupa'da haklı olarak deneysel metodun öncüsü olarak kabul edilen Roger Bacon Opus majus adlı eserinde kaynaklarını şöyle açıklar: Bu eserin perspektife ayrılan 5. bölümünde İbn Haytem (Batılıların Alhazen'i; 965-1030)in "optik kitabı"ndan sayfalarca iktihaslar yaptığını söylemekten kaçmınaz. İbn Haytem, modern bilimi kullanarak, matematiksel varsayımlardan yola çıkarak ve bunları deneysel bir tertibatın montajıyla deneyerek ışığın yayılması üzerine araştırmalar yapnuştır. Böylece Roger Bacon, ondan alıntılar yaptığını kabul eder: "Felsefe", der Bacon, "Arap"tan almmıştır ve hiçbir Latirıli bunların tercüme edildiği dilleri bilmeden, hikmetleri ve felsefeleri gerektiği gibi anlayamaz." (Metalogicus; N, 6)
Bu tevhid zihniyeti, Arap bilim adamlannın başardığı tüm ilimlerde egemendi: fizikten astronomiye ve biyolojiden tıbba kadar. Teolojiden felsefeye, bilimlerden sanatlara kadar, bütün bu alanlarda İslam kültürünün temel taşı birlik fikridir. Bu esas birlik (Tevhid) sadece Allah'ın bir olduğu sözüyle sınırlı kalmamıştır. Tevhid, olmuş değil de olacak düzenindedir. O, varlık felsefesinde değil de eylem felsefesinde temel alır. Böylece bilimlerin, her alanda gelişmesine imkan tanımıştır. Ancak İslaı::nl bilirnin en
202/ULUSLARARASI İSLAM DÜŞÜNCESi KOl\'FERANSI
önemli katkısı sadece deneysel metod ve görkemli keşiflerinde yatmamaktadır, aynı zamanda bilimi, hikmeti ve imanı birarada turabilmesinde yatar.
Hikmet; eylemi nedenden nedene yükselen bilimle sınırlamadan ve bilimin insanı yok etmesine veya onun sakatlanmasına değil de ona beşen amaçlar tayin ederek insanın gelişmesini sağlamak için amaçtan amaca yükselir; alçak amaçlardan daha yüksek amaçlara doğru; çünkü deneysel matematik bilimi, bu yüce eylemin amaçlarını sunmamaktadır. Amaçların tefekkürü olan Hikmet, aklın farklı bir kullanımıdır. Bu, Batının körelmesine izin verdiği şeydir: Artık ne felsefe ne de teoloji, araçları sunan bilim ile amaçları arayan hikmetle tamamlayıcı bir rol oynamamaktadır. Bizzat amaç kabul edilen araçların arayışında hapsedilen Batı "mantığı", atomun, bombanın ve genin hikmetsizce manipülasyonuyla dünyayı yokolma yoluna doğru sürüklemektedir.
İman, bütüncül bir mantığın üçüncü boyutudur: Ne nedenler arayışındaki bilim ne de gayeler arayışındaki hikmet hiçbir zaman ne ilk nedene ne de son gayeye ulaşamaz. İman, mantığın ve hikmetin sınırlarının bilincine varılmasıyla başlar. Bu, onların tutarlılıkları ve bütüncüllükleri için gerekli postuladır: İman, aklın bir sınırı veya rakibi değildir. İman sınırsız bir akıldır.
Bugün İslamizm olarak adlandırdığımız şey -yani Kur'an'1 "Şeriatı" uygulama bahaneleri, onda açıkça Şeriat o~arak tanımlanan şey ile fıkıhda şu veya bu fıkıhçının şu veya bu dönemlerde yaptığı tarihl uygulamalarla karıştırarak Kur'an'ı lafz1 bir okumayla, onun yönünü değiştirmek anlamına gelen şey- İslam'ın bir hastalığıdır.
Burada aslında Ebu Hanife veya Şafii gibi büyük İslam fıkıhçılarının metodlarının tam ters kutbundayız. Onlar bizim tersimize Şeriat'ın ebed1 ilkelerini nasıl yeni tarihsel koşullara uygulanacağını ve nasıl bu yeni koşullara uygun bir fıkıh oluşturulacağını bizlere göstermişlerdir. Burada onların formüllerini tekrarlamak değil de onların metodunu uygulamak lazım gelir.
"Şeriat" kelimesi Kur'an'da bir yerde görülür (XLV, 18) "Biz seni düzenden doğan bir yol (Şeriat'in) üzerine koyduk; yerin ve göğün ilahi düzenidir" (XXII, 4). Allah, önceki vahyleri hatırlatarak, yani Musa ve Tevrat'ı, İsa ve İncilleri, ki onlar bir "yön ve ışık"a (V, 41:; V, 46) sahiptirler şunu söyler:
İSL;\NI'IN KÜLTÜREL MEYDAN OKUYUŞU/203
"CY size dinden Nuh'a tavsiye ettiğini, sana vahyettiğimizi, İbrahim'e, ,Musa'ya, İsa'ya tavsiye ettiğimizi bir yol (Şeriat) yaptık: dini doğru tuturj. ve onda ayrılığa düşmeyin." (XLII, 13) Bu metin, açıkça, "yol"un (Şeriat) insanı Allah'a götüren yol olduğunu göstermektedir. Bu hukuki bir yasa olamaz; çünkü Tevrat, İnciller ve Kur'an arasındaki yasalar farklıdır; Oysa Allah mesajının devamlı olduğunu vurgulamaktadır.
Bu çerçeve dahilinde V/48. ayet müdahale etmektedir: "Onların her birine bir yasa ve bir yol (Şeriat) gösterdik." Bu iki kavramın farklı olduğu açıktır: Evrensel ahlak olan "yol" ile tarihsel olan "yasa"; ebedi olan "amaç" ile ona wırmanırı tarihsel "araçları".
İşte bütün halkları ve bütün zamarıları kuşatan yasa yani "Şeriat" ile bu Şeriat'ın; farklı dönemlerde yapılan tarihsel uygulamaları yani "fıkıh"ın karıştırılması, İsa'nın öğretisinin onun adına yapılan Haçlı Seferleriyle ve engizisyorılarla karıştırılmasına benzer.
İslam ve aslında bütün Üçüncü Dünya ülkelerinin ve dünya geleceğinin tüm düşmanları bu karışıklıktan faydalanmaktalar: Suudi Arabistan tarafından ve kendini Amerikalı koruyucularına satarak (İslam'ın gerçek bataklığı haline gelmiş) petrol zengirılikleri sayesinde yeryüzünde finanse ettiği ülkeler tarafından ortaya konulan Şeriat karikatürü, malzeme olarak kullanılmaktadır.
Bu iki yüzlü "demokrasi" ve "insan hakları" savunucuları, sadece Amerikan siyasetinin bir parçası olan Uluslararası Para Fonunu (İMF) reddedenlere insan hakları ihlali kınarnası yöneltirler. Suudi Arabistan istediği kadar .el kesip kadırtlara eziyet edebilir; çünkü "ambargo"lar (ki örneğin Irak'ta birılerce çocuğun ölümüne yol açmıştır) İran, Libya ve Sudan gibi itaat etmeyen petrokülere veya Küba'ya ve CIA'nın, Vatikan'ın aynı şiddetle suçlu gösterdiği Özgürlük Teologlarına uygulanır.
"İnsan hakları"nın iki yüzlü Batılı savunucuları, diktatörleri ve onların Latin Amerika'daki "ölüm süvarileri"ni finanse eden ve eğiten BM'den, Ruanda'daki işkencecileri finanse edip silahlandırarılara kadar, hepsi el kesme ve kadırtları ezme şeklindeki sahte Şeriat'ı malzeme olarak kullanmaktadırlar. Öyle ki Şeriat'ı uygulamayı, ilkel bir hukuku uygulama anlamına getirmişlerdir ve bu durum gerçek kanuru Şeriat'ı yani İslam'ın temel ilkelerini -ne kadar farklı isimlerle anılsalar da hayatın bir arılama sahip oldu-
204/ULUS!.ARARASI İS!Aı'vl DÜŞÜNCESi KONFERAı'lSI
ğuna inanan bütün insanların paylaştıkları "Ancak Allah mülk sahibidir, ancak Allah emir sahibidir, ancak Allah ilim sahibidir" ilkeleri unutulmuştur. İslamiyerin aşkın ve ümmetçi ilkeleri, bilim ve teknolojinin günümüz gelişim düzeyinde dünyadaki bütün insanlara kendi içlerinde taşıdıkları yaratıcı imkiniarı bütüncül olarak geliştirmesi imkanı verir. Bu da gerçek "gelişme"nin, gerçek bir "modernite"nin tanırnıdır.
Eğer günümüz Müslümanları, yeniden doğan İslam'ın büyüklüğünü ve yükselişini sağlamış olan ilkeleri yeniden canlandırabilirlerse, muhteşem bir "yeniden doğuş" mümkün olacaktır. Fakat bunun tersine eğer "temel Şeriat"ı geçmiş asırların fıkhıyla karıştırırlarsa, o zaman bölücülük yapmış, İslam'ı soyutlamış ve binlerce insanı çaresizliğe itmiş oluruz. Ancak "Şeriat''ı, kendi hakikatinin içine oturttuğumuzda; İslam, hicretin ilk asırlarda sahip olduğu gelişmeleri, asrımız şartlarında da olumlu imkanlarını bulmuş olacaktır. Günümüzde İslam'ın geleceği, geçmiş dönemlerde büyüklüğüne ve yükselişine imkan sağlamış bütün boyutlarının yeniden açılmasına sarfedilen çabalara bağlıdır.
Evrensel boyutu: Kendini Ortadoğunun ve geçmişin şu veya bu geleneğiyle sınırlamadan bütün kültürlere açılarak; Doğu ve Batının vahyedilmiş dinleri, İran, Hindistan ve Çin gibi uzak hikmetlerin zengin sembiyozunu (ortak yaşam hali) yeniden ortaya çıkarmak.
Öncelik ve Aşk boyutu: İbn Messere'dan İbn Arabi'ye kadar ... Tüm Endülüs Sufileri ... Konya'da Mevlana Rumi... el-Biruru, Kebir ... İslam'ın Hindistan'daki şekilciliğe, ritualizme ve kurutucu literalizme karşı savaş veren Ekber Şah ...
Toplumsal boyutu: Menfaatin vahşi ormanını ve zenginliğin toplumun bir kutbunda, sefaletin de diğerinde birikmesini önlemek.
Eleştirel boyutu; Kendilerini Mutlak'ın sahipleri olarak kabul eden, kendilerini ortodoksluğun bekçileri ilan eden ve dıştan gelen önemsiz işlerle uğraşan "fıkıhçı"ların çabalarına karşı olmak. Yani başımızda Hintli Müslüman Muhammed İkbal, İslam 'da Dinf Düşüncenin Yeniden Teşf!kkülü isimli eserinde sadece bu eleştirel zihniyet sayesinde İslam'ı, -kutsal metinleri ölülerin gözüyle okuma olan- en önemli hastalığından koruyabileceğini göstermiştir.
İSlAM'IN KÜLTÜREL MEYDAı'l OKUYUŞU/205
Kur'an'ı ölülerin gözüyle okumak -yani Hicretin ilk asırlarındaki sahabileri tekrarlamak (ki onlar bizim sorunlarımızı değil kendi dönemlerine ait sorunlarını halletme ustalığını göstermişlerdi)- herşeyden önce Kur'an'ın bizzat kendisine ihanettir, Allah ki "sürekli yaratmakta"dır ve "yeryüzünde halifesi" olması için "insana ruhundan üfledi"; onu her zaman durmadan yaratılışın yeni "işaret"leri üzerine "düşünmeye" davet ederek kendilerini Ondan sayan fakat geçmişe "dönme" şeklinde düşünenleri ancak reddedebilir.
Din düşmanlarının büyük menfaatine, yaşayan İslam'ı mumyalamakta inat eden bu kül çiğneyenler, tamamen çöküş içindeki Batı "modernite"sinden farklı bir modernite'nin oluşturulmasındaki en önemli engelleri oluşturmaktadırlar. Müslümanların hakiki ve evrensel bir "modernite"ye yapacakları katkı çok önemli olabilir: Bilim ve teknolojideki keşiflerden vazgeçmernek, hatta onları geliştirmek, bunları bizzat amaç olarak algılamamak, her bireyi ve her ulusu herşeyin ölçüsü haline getiren bireyselciliğe ve milliyetçiliğe karşı savaşmak, piyasanın ve paranın sahte determinizminden kurtulmak için aşkın ve ümmetçi değerlere çağırmak, her bireyi herkesin kaderinden sorumlu kılmak.
Bu da Müslümanların günümüzdeki sahte ikilemde hapis kalmamalarını varsa yar:
-Batı taklitçiliği; bazı Müslüman siyası yöneticilerin yaptıkları.
-Geçmişin taklitçiliği; asırlar boyunca kimliklerinin inkarını ve sömürgeciliği siimek için, ilkel formülleri kullanan bazı Batı taklitçiliği karşıtları.
Diyaloğu reddetmek korkunç bir fakirliği getirir; çünkü gerçek bir diyalog ancak her insanın başkasından öğrenebileceği şeylerin varolduğunun bilincine varmasıyla ve kesin gördüğü bazı bilgilerini yeniden sorgulamaya başlamasıyla mümkündür.
"Modernite" bahsi dünyanın geleceği için belirleyicidir; "Modernite"yi Marcuse'ün bahsettiği "tek boyutlu insan"ını, siyasi ekonomi kitaplarının "homo economicus" anlamına gelen ve insanlığın zıttı olan, sadece işçi, tüketici ve merıfaatini gözeten, ins~nlığı uçuruma sürüklemek anlamına gelir.
Oysa ne siyası partiler ne de Batı Kiliseleri temel sorunları ortaya koymamaktadır, bunun tersine halkın gözlerini seraplara doğru çevirmektedirler:
206/ULUSLARARASI İSLAJ\1 DÜŞÜNCESi KONFERAı'ISI
Örneğin siyasilerin serabı işsizliği azaltmak için büyürneyi önermeleri; oysa büyüme iş yaratmadığı gibi iş olanaklarını da ortadan kaldırmaktadır. Büyümenin motoru, git gide daha az işçi gerektiren teknolojinin gelişmesidir. Kenneth Boulding'in söylediği gibi "sınırlı bir dünyada sınırsız bir büyümenin mümkün olduğuna inanmak için ya deli ya da ekonomist olmak gerekir." Kiliselerin, hayatı savunnia bahanesi altında, çocuk aldırılmasına karşı, embriyonu ve prezervatife karşı spermi savunurlarken UNICEF'in verdiği bilgilere göre 15 buçuk milyon çocuk açlıktan veya beslenme yetersizliğinden ölmektedir.
Adını söylemekten çekinen fakat dogmalara sahip (Rekabet), teologlarına sahip (ekonomistler), büyük Rahiblere sahip (örneğin G.7), siyasi veya gazeteci vaizlere sahip olan Piyasa Monoteizminin sahte dinine karşı; her türlü entegrizmlere karşı, geleceğe geri adımlarla girmek istedikleri ve hiçbir yaratıcı proje sunamadıkları için kızgın, ancak güçsüz olanlara biz şunu söylüyoruz: Batı dünyasında değil de Latin Amerika'da doğmuş ve Kuzey Afrika'da ve Asya'da yayılan "Özgürli,iğün teologları"na ihtiyacımız var.
İslam'ın da özgürleyici bir teolojiye ihtiyacı vardır ve ABD'nin kölesi haline gelmiş ve onların çöküşüyle sömürülen Avrupa'nın buna daha da çok ihtiyacı vardır.
O zaman hep birlikte, dünyanın bütün kültürleriyle gerçek ve evrensel bir "modernite"nin senfonisini yaratabiliriz.