The Publication Date 31.08.2016 10.11.2016...
Transcript of The Publication Date 31.08.2016 10.11.2016...
_____________________________________________________________________________________
Akademik Sosyal Araştırmalar Dergisi, Yıl: 4, Sayı: 32, Kasım 2016, s. 115-128
Yayın Geliş Tarihi / Article Arrival Date Yayınlanma Tarihi / The Publication Date
31.08.2016 10.11.2016
Yrd. Doç. Dr. Hilmi KARAAĞAÇ
Gümüşhane Üniversitesi, İlahiyat Fakültesi
İHVÂN-I SAFÂ RİSÂLELERİNDE ÖLÜM VE ÖTESİ
Öz
IV/X. asır İslam düşüncesinin en parlak dönemlerindendir. İhvân-ı Safâ bu
yüzyılda ortaya çıkmış dini, siyasi ve felsefi bir ekoldür. Üyelerinin kimler olduğu
kesin olarak bilinmemektedir. Ancak görüşlerini günümüze kadar ulaşan toplam
elli iki risaleden öğrenmekteyiz. Risaleler genel olarak varlık, özel olarak ise insan
sorununu ele almaktadır. Buna göre insan, nefis ve bedenden müteşekkil bir
varlıktır. Bu birliktelikte asıl olan nefistir. Beden ise nefsin hedefine ulaşmak için
kullandığı bir vasıtadır. Nefis ölüm ile bedenin ağırlıklarından kurtularak ya
cennete yükselecek ya da cehenneme düşecektir.
Çalışmamızda İhvân-ı Safâ’nın nefsin ölümden sonraki yolculuğuna ilişkin
görüşleri ortaya konulacaktır. Onların ölüm, kıyamet, ba’s, haşr, mizan, hesap,
cennet ve cehennem’i nasıl yorumladıkları ele alınacaktır.
Anahtar kelimeler: İhvân-ı Safâ Risâleleri, Ölüm, Ölümden sonra yaşam,
Yeniden diriliş.
İhvân-I Safâ Risâlelerinde Ölüm Ve Ötesi
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 32, Kasım 2016, s. 115-128
116
DEATH AND LIFE AFTER DEATH IN THE TREATISES OF IKHWAN AL-
SAFA
Abstract
The IV/ X century is one of the most dazzling periods of Islamic thoughts. Ikhwan
al-Safa emerged as a religious, political and philosophical movement in those days.
The members of this movement are not known exactly. But their opinions, we can
learn from their fifty-two treatises, which survived to the hitherto. The subject of
these Treatises is “being” and “human”. In view of that, human made up from
body and soul. İn this combination, "soul" is an essential element. And the body
uses as a source to achieve the objects of the soul. The soul by getting rid of
bodies’ sin with death will be raised to heaven or will be fallen to hell.
In our study will be depicted the views of Ikhwan al-Safa on the death and the
voyage after death. Particularly their views on death and the life after death,
doomsday, resurrection, judgment, heaven and hell will be discussed.
Keywords: Treatises of Ikhwan al-Safa, Death, Life after death,
Resurrection.
Giriş
İslam tarihinde IX. ve X. asırlar, yaşanan siyasi çalkantılara rağmen fikir ve düşünce
açısından Müslümanların yaşadıkları en parlak dönemlerden birini oluşturur. Dışarıdan iki
asırdan beri tercüme faaliyetleriyle Yunan, Hint, Süryânî ve Fars eserlerinin getirdikleriyle yüz
yüze gelen İslam düşünürlerinin çabaları ve bu çabaların meydana getirdiği felsefî birikim,
içeriden ise sünnî, şiî ve mu’tezilî rekabet, fıkhî ekollerin faaliyetleri ve tebârüz etmeye
başlayan sufî düşünce bu dönemi canlı kılan başlıca unsurlardır. Bağdat, Basra ve Kûfe başta
olmak üzere başlıca şehirlerde yaşanan yoğun ilmi faaliyetler bu dönemde felsefî ve dinî ilimler
alanında güzide şahsiyetlerin yetişmesine zemin hazırladığı gibi İslam düşüncesinin en önemli
eserlerinin de telifine neden olmuştur.
Çalışmamızın dayanağını oluşturan İhvân-ı Safâ Risâleleri, böylesi bir dönemde yaşayan
ve faaliyetlerini gizli olarak yürüten bir grup düşünürün telifâtıdır. Grup üyeleri kendilerini
İhvânu’s-safâ ve hullânü’l-vefâ ve ehlü’l-adl ve ebnâü’l-hamd olarak isimlendirirler. İhvân-ı
Safâ cemiyetinin kurucusu ve üyelerinin kimliği, yaşantıları ve faaliyetleri hakkında kesin bir
malumat bulunmamaktadır. Bu nedenle onlar hakkında günümüze kadar yapılan çalışmalarda
çok farklı bilgiler verildiği görülür.(Çetinkaya,2003,s.18). Cemiyet 350h./961m. tarihinde
Basra’da ortaya çıkmış dinî, felsefî, siyâsî ve ilmî amaçları olan organize bir topluluktur.
Kaynaklarda cemiyetin üyeleri olarak tümü Basra’lı olan şu isimler zikredilir: Zeyd b. Rufâa’
(ö.400h.), Ebu Süleyman Muhammed b. Ma’şer el-Büstî el-Makdîsî (el-Mukaddesî), Ebu’l-
Hasan Ali b. Harun ez-Zencânî, Ebu Ahmed el-Mihricânî ve Avfî. (et-Tevhîdî, 2011,
II/163;Onay, 1999, s.36-37;Uysal, 2000,s.1). Bununla birlikte tarihi süreçte Risâleler üzerine
yapılan çalışmalarda mezhepsel bir aidiyet sorunu hep göze çarpar. Onları Mu'tezile, sufiler, Hz.
Ali'nin soyundan gelen imamlar, İmam Cafer Sadık (ö.h.148) veya büyük astronom ve
matematikçi el-Mecrîtî'nin (ö.1007) yazıp yazmadığı konusunda tartışmalar süregelmiştir.
Ancak risâlelerin muhtevası göz önüne alındığında onların konusunda uzman kişiler tarafından
İhvân-I Safâ Risâlelerinde Ölüm Ve Ötesi
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 32, Kasım 2016, s. 115-128
117
yazıldığı ve Makdîsî tarafından son şeklinin verildiği fikri ağır basmaktadır.(Çetinkaya, 2005,
s.266-267)
İhvân-ı Safâ, düşüncelerini muhtelif konulara tahsis ettikleri toplam 52 risâle’den oluşan
ansiklopedik eserleri ‘Resâ’ilü İhvâni’s-Safâ’ ile bu risâlelerin özeti mahiyetinde olan ‘er-
Risâletü’l-câmia’ da ortaya koyar. Genel kabul olarak onuncu asrın ortalarında telif edildikleri
düşünülen risâleler başta dinî, siyasî ve felsefî olmak üzere birçok alanda döneminin birikimini
ihtiva eder. (Çetinkaya, 2003, s.100,108). Risâleler, cemiyet üyelerince düzenlenen mutad gizli
toplantılarda okunmaktadır. Risâlelerin kütüphanelerde bulunan nüshaları Abbasi halifesi
Müstencid'in emriyle 554h./1150m. tarihinde toplanarak İbn-i Sina’nın risâleleriyle birlikte
yakılmıştır. Ancak Risâleler, Doğu seyahatleri esnasında Risâlelerle tanışan Endülüs’lü
düşünürlerin toplayarak beraberlerinde Endülüs’e götürdükleri nüshalarla günümüze kadar
varlığını sürdürebilmişlerdir. Kütüphanelerde çok sayıda yazma nüshaları bulunan Risâleler, 18.
yüzyıldan günümüze kadar müteaddid defalar basılmış, üzerine çalışmalar yapılmış ve farklı
dillere tercüme edilmiştir. Türkçe’ye çevirisi ise Prof. Dr. Abdullah Kahraman editörlüğünde
alanında uzman akademisyenlerden oluşan bir komisyon marifetiyle gerçekleştirilmiş ve Ayrıntı
Yayınlarınca 2012-2016 tarihleri arasında beş cilt halinde neşredilmiştir.
Risâleler, telif döneminde müelliflerin ulaşabildiği her türlü ilmî, dinî ve felsefî malumatı
objektif bir üslupla ihtiva eder. Muhteva bakımından dört bölümden oluşur. Bunlar:
a- Riyâzi-Tâlimî (Matematiksel ve Eğitsel) Bilimler: Ondört risâleden oluşur. Konu
başlıkları: Sayılar, Hendese (Geometri), Astronomi ve Astroloji, Coğrafya, Musikî, Ahlakın
Islahı ve Nefsin Terbiyesinde Sayısal ve Geometrik Oran, Bilimsel Sanatlar ve Amaçları, Pratik
Sanatlar ve Amaçları, Ahlak, İsagoci, Kategoriler, İbâre’nin Anlamı, Birinci ve İkinci
Analitiklerin Anlamı üzerinedir.
b- Cismânî-Tabiî (Cisimsel-Doğal) Bilimler: Onyedi risâleden oluşur. Konu başlıkları:
Madde ve Suret, Sema ve Alem, Oluş ve Bozuluş, Meteoroloji, Madenlerin Oluşumu, Tabiatın
Mahiyeti, Bitkilerin Cinsleri, Hayvanların ve Hayvan Türlerinin Yaratılışı, Bedenin Oluşumu,
Duyu ve Duyum (hâs ve mahsûs), Spermin Düştüğü Yer, Filozofların ‘İnsan Küçük Alemdir.’
Görüşü, Tabiî-Beşerî Cisimlerde Tikel/Cüz’î nefislerin Nasıl Meydana Geldiği, İnsanın
Bilimlere İlişkin Güç Yetirebilirliği, Ölüm ve Hayatın Hikmeti, Cismânî ve Ruhânî Lezzet ve
Elemler, Diller, Yazı Şekilleri ve İbârelerin Farklı Olmasının Sebeplerine dairdir.
c- Nefsânî (Psikolojik)-Aklî Bilimler: On risâleden oluşur. Konu başlıkları: Pisagorculara
Göre Aklî İlkeler, İhvân-ı Safâ’ya Göre Aklî İlkeler, Filozofların ‘Alem Büyük Bir İnsandır.’
Görüşü, Akıl ve Ma’kûl, Devirler ve Küresel Dönüşler, Aşkın Mahiyeti, Öldükten Sonra Diriliş
ve Kıyamet, Hareketlerin Cinslerinin Niteliği, Neden ve Nedenliler, Tanımlar ve Tarifler’dir.
d- Dinî-İlâhî (Metafizik) Bilimler: Onbir risâleden oluşur. Konu başlıkları: Mezhepler ve
Dinler, Allah’a Giden Yolun Mahiyeti, İhvân-ı Safâ’nın İnancı ve Rabbânîlerin Mezhebi, İhvân-
ı Safâ’nın Birbirleriyle İlişkileri, İmanın Mahiyeti ve Tahkikî İman Sahibi Müminlerin
Özellikleri, İlahi Kanun ve Dinî Hükümlerin Mahiyeti, Allah’a Davet Şekli, Rûhânîlerin
Hallerinin Niteliği, Siyaset Çeşitleri, Alemin Düzeninin Niteliği, Sihir ve Büyünün Mahiyeti
hakkındadır.
er-Risâletü’l-Câmia’ ise ilk dört bölümde ele alınan risâleleri özetleyerek onların
muhtevalarının özünü bütünsel bir bakış açısıyla yansıtır mahiyettedir.
İhvân-I Safâ Risâlelerinde Ölüm Ve Ötesi
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 32, Kasım 2016, s. 115-128
118
İhvân-ı Safâ’yı böyle kapsamlı bir çalışmaya iten temel saik onların amaç ve hedefleriyle
doğrudan alakalıdır. Onlar, bir takım bilgisizlik, yanlış bilgi ve sapık düşüncelerle kirletilmiş
olduğunu düşündükleri dinin ancak felsefe ile arındırılabileceğine, yeniden saf ve doğal haline
dönüştürebileceğine inanmaktadırlar. Bu doğrultuda İslam şeriatı, Yunan felsefesi ile
uzlaştırılarak sistematik bir yapıya kavuşturulduğunda istenilen olgunluğa sahip olacağı
kanaatini taşımaktadırlar. (et-Tevhîdî, 2011, II/163; Onay, 1999, s.38-39) Diğer yandan onlar
nefis için dünyayı ve bedeni bir hapishane olarak kabul ederler. Buradan kurtularak nefsi tekrar
özgürlüğüne kavuşturmanın tek yolu ise bilgi ile insanın olgunlaşması ve ahlakını düzelterek
arınmasıdır. (Sönmez, 2012, s.9). Bu amacı gerçekleştirebilmek için eklektik bir metot ve
önyargısız bir yaklaşımla dinî, felsefî ve ilmî olmak üzere ulaşabildikleri her türlü bilgiyi
kullanmışlardır. (Uysal,2000, s.2). Risâleler incelendiğinde söz konusu bu bilgi kaynaklarının
çeşitliliği göze çarpar. Kur’an-ı Kerim ve Hadislerin büyük bir ağırlığı olmakla birlikte Tevrat,
İncil, Hz. Ali’nin sözleri, Sokrat, Eflatun, Yeni Eflatunculuk, Aristo, Pisagor, Öklid ve
Batlamyus bu kaynakların başlıcalarıdır. (Çetinkaya,2003, s. 34-44).
İhvan-ı Safâ Risâlelerinde Varlık ve İnsan
Bütün varolanların ortak niteliği olarak “varlık”, Antik Yunan’dan günümüze kadar bütün
filozofların üzerinde durduğu temel konu olmuştur. Felsefe; varlık ve varolanlar üzerine
yöntemli düşünme biçimidir. Buna göre varlık, felsefenin başlangıcı sayılan “Doğa
filozofları”ndan başlayarak çağdaş filozoflara gelinceye kadar çeşitli formlarda ele alınmıştır.
Bu bağlamda varlık meselesi Müslüman düşünürlerin de gündemini uzun süre işgal etmiştir.
Tercüme faaliyetleri ile birlikte İslam dünyası tarafından tanınan Yunan felsefesi ilk İslam
filozofları üzerinde belirleyici bir unsurdur. Özellikle varlık mevzuunda Aristo geleneğinin
takip edildiği görülmektedir. Aynı durum İslam Felsefesinin orijinal dönemi olarak kabul edilen
Fârâbî (339/950) ve İbn Sînâ (428/1037) dönemlerinde yaşayan İhvâ-ı Safâ için de geçerlidir.
(Onay,1999, s.12-21,46-47).
“Varlık” sorunu risâlelerin tümünde ele alınan ve İhvân-ı Safâ düşüncesinin temelini
oluşturan bir konudur. Onlara göre ilk, gerçek ve asıl varlık, bütün varlıkların var olma nedeni
olan Tanrı’dır. O, tıpkı “bir” rakamının bütün sayıların aslı, başlangıcı ve kaynağı olması gibi
bütün var olanların ilkesi ve nedenidir. (Risâleler, 2012,I/37; Onay, 1999, s.65). Evrende var
olanlar ise O’nun yaratmasıyladır. Bu yaratma risâlelerde iki şekilde ele alınır. İlki “kün-
feyekûn” ayetiyle (Bakara,2/117) örneklendirilerek işlenilen yoktan var etme, diğeri ise
genellikle İslam filozoflarının kabul ettiği “sudûr” nazariyesidir. O’nun aracısız olarak
mükemmel bir yaratılışla yarattığı ilk varlık “akıl”dır ve bütün varlıkların sûreti akılda bil-
kuvve halinde mündemiçtir. Akılda potansiyel olarak bulunan varlıkların sûretleri ile Tanrı’dan
gelen feyz ve erdemler, feyz yoluyla “Küllî Nefs”e aktarılarak “ilk madde”yi oluşturur. Netice
itibariyle eşya ve cisimler bu “Külli Nefis”le var olurlar. Hareket yoluyla nesneler dünyasının
işlevini sürdürecek olan da “Külli Nefis”tir. (Onay, 1999, s.73). İhvân’a göre Külli Nefs’in
ayaltı dünyasındaki bütün varolanlara etki eden gücü maden, bitki ve canlılardan oluşan
tabiattır. Yani varlıkların oluşum şeması sırasıyla Tanrı, Akıl, Külli Nefis, İlk Madde ve
Tabiattır. (Risâleler, 2012, V/263,337).
İhvân-ı Safâ’ya göre maden, bitki ve canlılar (hayvan ve insanlar), tabiatın nesneler
dünyasında meydana getirdiği eserlerdir. Real varlık dünyasını oluşturan bu varlık alanlarının
kendi aralarında bir tabakalanma söz konusudur. Bu tabaka en alttan yukarıya doğru sırasıyla
madenler, bitkiler, hayvanlar ve insanlardan oluşur. Varlık dünyası içerisinde en ayrıcalıklı ve
İhvân-I Safâ Risâlelerinde Ölüm Ve Ötesi
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 32, Kasım 2016, s. 115-128
119
etkin konumda olan insandır. Zira o, kendisinden alt tabakayı oluşturan hayvanlara yakın
olabileceği gibi bir üst tabakayı oluşturan melekût alemine de erişebilir. Buna göre sadece
duyulur şeyleri bilen ve bütün düşüncesi bedenî arzuları tatmin etmek olan insan, hayvanlar
alemine yakın en alt insanî tabakayı oluştururken, erdemlerle donanmış olanlar ise melekler
derecesine yaklaşan ve bil-kuvve melek olanlardır. (Onay, 1999, s.122-123).
Risâlelerde çok farklı konular işlenmekle birlikte temel hedef insanın ‘dareyn saadeti’dir.
İnsan varlık kategorileri içinden bir varlık olarak ele alınmaktan ziyade bütün bir varoluş
gerçeği içerisinde anlamlandırılmaya çalışılmaktadır. (Filiz, 1999, s.27). Bu anlamda insan,
İhvân-ı Safâ’nın varlık anlayışının merkezini oluşturur. Risâlelerden iki tanesinin isminin “İnsan
Küçük Bir Âlemdir”, “Âlem Büyük Bir İnsandır.” olması bunun en belirgin alametidir. İnsan
birçok açıdan diğer varlıklarla ortak niteliklere sahip olmakla birlikte “düşünen ve bilen” bir
varlık olarak ayrıcalıklıdır. Zaten diğer varlıkların insanın istihdamına münhasır kılınmasının
nedeni de budur. Onlara göre insanın yaratıcısını tanıması, gücü nispetinde O’na benzemeye
çalışması, kendini ve alemi bilmesi onun varoluş gayesidir. Hem felsefenin hem de dinin asıl
amacı insanı söz konusu varoluş gayesine ulaştırmaya çaba göstermektir. Filozoflar ve
peygamberler sahip oldukları bilgilerle insanı oluş ve bozuluş (kevn ve fesâd) aleminin
geçiciliğinden alıp cennete ya da felekler alemine, göklerin genişliğine ulaştırmak isterler.
(Filiz, 1999, s.31).
İhvân-ı Safâ’ya göre varlıklar küllî ve cüz’î olmak üzere iki çeşittir. En yücesinden en
düşüğüne değin bir tertip içerisinde olan küllî varlıklar, varlıkları devamlı ve sabit olanlardır.
Cüz’î varlıklar ise oluş ve bozuluş aleminde bulunur ve devamlı en mükemmele doğru bir
yöneliş içindedirler. (Filiz, 1999, s.39). Cismânî beden ve ruhânî nefisten oluşan insan cüz’î
varlıklardan olup “varlıkların en hayırlısı” ve “Allah’ın halifesi” olma imtiyazına sahiptir. Bu
imtiyazla o, ahlaki bir varlık olarak melekût alemine yükselmeyi hedeflemelidir. Oluş ve
bozuluş alemindeki cüz’î nefisler, itaat ve ibadetle yükümlü tutulmuşlardır. Onlar sevap işleyip
hatalarına tövbe ederlerse nurlar alemine, Rıdvan cennetine ve kendilerine gazap etmeyecek
olan Rabb’e geri dönerler. Cüz’î nefisler isyan eder ve itaat etmekten kaçınırlarsa hayret ve
şaşkınlığa düşerler. (Risâleler, 2012, I/204; V/311).
Risâlelerde gözetilen temel gaye insanın bilgi, yardımlaşma ve amellerle, öldükten sonra
devam eden varoluşunda kurtuluşa ve rûhî özgürlüğe kavuşturulmasıdır. Bunun yolu ise bilgi ve
bilgiden kaynaklanan ahlaki pratiklerdir. Bu nedenle Risâleler eğitsel ve öğüt verici bir nitelik
taşımakla beraber yoğun bilgi ihtiva ederler. Çünkü bilgi temeli olmayan pratiklerin sahih ve
makbul olması imkansızdır. (Risâleler, 2012, V/334). Bilgiye sahip olmak ise insanın kendini,
kendi nefsini ve nefis – beden ilişkisini bilmesiyle gerçekleşir. Nefsin mahiyetinin ve bedenle
ilişkisinin bilinmesi, ölümle beden zindanından kurtulan nefsin kat edeceği uhrevî serüvenin
bilinmesi demektir. Nefsin bu serüveninin niteliğini ise onun yeryüzünde beden ile birlikte iken
sergilediği tutum ve tavır belirleyecektir. Aslında beden, kendisini ölümden sonraki hayata
hazırlayan nefis için bir vasıta, geçici bir binek ve evdir. Bu dünya hayatı, nefsin söz konusu
amaca ulaşmak için kullandığı bir vasıtadan başka bir şey değildir.
Risâlelerdeki en temel amaç nefsin geldiği ruhânî aleme, ölümden sonra ulviliğini
koruyarak geri dönmesi olunca ölümden sonraki hayat yani ahiret hayatı İhvân-ı Safâ’nın
hedeflerinde ve bu hedeflere ulaşmak için takip ettiği sistemde ayrıcalıklı bir konuma
yükselmektedir. Diğer yandan ahiret hakkında bilgi sahibi olmak, bütün fikir sahiplerinin ortak
arzusudur. Çünkü akıllı ve zeki kişiler dünya hayatı ve bu hayat içindeki varlıkların geçirdiği
İhvân-I Safâ Risâlelerinde Ölüm Ve Ötesi
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 32, Kasım 2016, s. 115-128
120
süreçleri, özellikle de bütün canlıların mecbur olduğu yaşam ve ölüm üzerine düşünürler. Bu
düşünce onları aynı zamanda kaçınılmaz olan ölüm ve sonrası üzerine de düşünmeye ve ahiretin
mahiyetini doğru ve açık bir şekilde bilmeye sevk eder. (Risâleler, 2012, III/239). İşte bu
gerekçelerle ahiret hayatı, İhvân-ı Safâ tarafından Risâlelerde bol tekrarlarla işlenen ve her konu
ile az ya da çok ilişkilendirilen bir husustur. Hatta onlara göre ahiret ahvalinin bilinmesi tüm
Risâlelerin en yüksek gayesidir. (Risâleler, 2012, V/230).
İhvan-ı Safâ Risâlelerinde Ahiret Hayatının Yeri ve Önemi
Ölümden sonraki hayat, ilahi dinlerin ortak temel inanç esaslarından birisidir. Kutsal
metinlerde Allah’ın varlığı ile ölümden sonraki hayatın varlığı birlikte anılır; genellikle de
birbirinden ayrı düşünülmezler. (Yasa, 2001, s.10). Allah’ın yarattıklarıyla ilişkisinde, özellikle
irade ve sorumluluk sahibi insanla ilişkisinde ahiret hayatı büyük bir öneme haizdir. Çünkü
ahiret, irade sahibi insanın yeryüzünde yaratıcısını tanıyarak ve O’nun buyruklarına riayet
ederek yaşamasında ve sorumluluğunun gereklerini yerine getirmesinde temel etkendir. Bu
nedenle ahirete iman, Kur’an’da çok sayıda ayetle vurgulanan temel inanç esaslarındandır.
Ahiret hayatı aynı zamanda felsefenin de birincil konularındandır. Zira ölüm ve ölüm sonrasına
dair inanç; insanın varoluşu, varlığını idama ettirmesi ve varlığını anlamlandırabilmesinin temel
unsurudur. Bu açıdan ölüm ve sonrası ilahi dinlerin olduğu kadar filozofların da ehemmiyet
verdiği kadim bir meseledir. İhvân-ı Safâ üyeleri de bilgin, filozof, sûfî ve en mühimi de birer
inanan olarak ahiret hayatına düşünce sistemlerinde büyük bir rol ve değer atfetmişlerdir.
İhvân-ı Safâ’ya göre yaratılmışlar içerisinde en değerlisi ve Allah’ın halifesi olan insanın
hayatı, yaratılış ile başlayıp melekût alemiyle sonuçlanan bir serüvendir. Bu süreçte dünya
hayatı; bedenin doğum gününden ölüm gününe kadar insanla ilgili cereyan eden olaylar zinciri,
ahiret hayatı ise ölüm ile nefsin bedenden ayrıldığı günden sonsuza ve ebediyete kadar insanla
ilgili cereyan eden olaylar zinciridir. Amaç dünya hayatında sürekli kalmak değildir. Dünya
hayatı, asıl hedef olan ahiret yolunda ârız olmuş arızî (geçici) bir durumdur. Dünya hayatı, tıpkı
doğumdan önce anne karnında geçirilen süre gibidir. Nasıl ki anne karnında geçirilen süre
dünyaya ulaşmada geçirilmek zorunda olunan belirli-geçici bir süre ise dünya hayatı da ahirete
ulaşmada geçirilmek zorunda olunan mahdut bir süredir. Ancak her iki sürede de ilki ile ikincisi
arasında doğrusal bir ilişki bulunmaktadır. Yani cenin, rahimde oluşumunu tamamlayıp duyu
organları sağlam olarak bu dünya hayatına gözünü açtığında dünyevî nimetlerden istifade eder.
Ahiret hayatında nefsin durumu da aynıdır. Ahirette saadet, dünya hayatında insaniyet açısından
kemâle ulaşmakla, güzel ahlak, doğru görüş ve salih amellerle elde edilir. İhvân-ı Safâ’ya göre
Allah, insanı yarattığı zaman onun en yüksek gayesini ahiret yurduna ulaşmak olarak
belirlemiştir. Bu gayeye ulaşmak, nefsin dünyada suretini tamamlaması ve onun faziletlerinin
kemâle ulaşmasına bağlıdır. (Risâleler, 2012, I/224; III/11,393). Zira nefisler ahirette, bu
dünyada sahip oldukları ahlaka göre karşılık görürler. Eğer ahlakı iyi ise göreceği karşılık iyi,
kötü ise göreceği karşılık kötü olur. (Risâleler, 2012, I/239).
Alemde insandan üstün varlıklar olduğu gibi aşağı varlıklarda bulunmaktadır. Tanrı, faal
akıl, külli nefs, mukarrebûn melekleri ve maddeden soyutlanmış formlar insandan üstün
varlıklarken; madde, tabiat ve cisimler insandan aşağı varlıklardır. İnsan, nefsânî ve cismâni
yapısıyla bu iki kategori arasında yer alır. O, aşağı düşmeden daha üst mertebelere yükselmek
için yöneliş içinde olmalıdır. (Filiz, 1999, s.51-52). İhvân-ı Safâ’ya göre bu yöneliş için insan
kendi varoluş özünde bilgi ve erdemi birleştirmek zorundadır. Ayrıca o, toplumsal bir varlık
olarak söz konusu bilgi-erdem özdeşliğini sosyal boyutta pratiğe yansıtmalıdır. İnsanı ölümden
İhvân-I Safâ Risâlelerinde Ölüm Ve Ötesi
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 32, Kasım 2016, s. 115-128
121
sonra kurtuluşa erdirecek olan işte bu ahlaki pratikleridir. Bu anlamda Risâleler, ölümden sonra
hedeflenen cennete ulaşmanın ya da cehennemden berî olmanın yolunu dünya hayatında ahlaklı
olmaya bağlar. Dolayısıyla insandaki ölümden sonra kurtuluşa erme yani ahiret saadetini elde
etme arzusu onu dünyada ahlaklı olmaya sevk etmektedir. İnsanlar arasında meydana gelen
kötülüklerin çoğunun sebebi dünyaya ve dünyevî lezzetlere aşırı düşkünlük, iktidarı ele geçirme
hırsı ile dünyada ebedî kalma arzusudur. Kötülüklere neden olan bu arzudan kurtulmanın yolu
ise dünyevî arzu, nimet ve lezzetlere karşı bilinçli bir ilgisizliktir. Söz konusu ilgisizlik sadece
ahiretle ilgilenmek, ahireti düşünmek ve ahirete hazırlanmakla mümkündür. İhvân-ı Safâ, hesap
gününe inanmayan, sevap ümidi olmayan ve uhrevî cezadan korkmayan kimseyi kötülüklerden
alıkoymada gayreti ve gücünün yeterli olmayacağına inanır. (Risâleler, 2012, I/243; III/364).
Netice itibarıyle İhvân-ı Safâ’da ahiret, hem bu alemde ahlaklı olmanın temel sâiki hem de
insanın varoluş serüveninin belirleyici ve caydırıcı bir unsurudur.
Diğer yandan İhvân-ı Safâ için ahiret hayatı, insanın varlık serüveninin en önemli
aşamasıdır. Çünkü bulunduğu gerçek alemden inen nefis bu fâni alemde bedene hapsolmuştur.
Onun tek arzusu bedenden kurtularak arınmış vaziyette geldiği ulvî aleme yeniden dönmektir.
Bu açıdan ahiret hayatı, nefsin yüklerinden kurtularak asıl mekanına rucû etmesi ve ebedîlik
kazanması, yani cüzî nefislerin küllî nefse geri dönmesi anlamına gelir. O halde İhvân-ı Safâ’ya
göre ahiret sadece ölümden sonra gidilecek başka bir alemden ibaret değildir. O aynı zamanda
nefsin, dünyaya gelirken ayrıldığı ruhânî alem ve yüce mekandır. Bu büyük önemine rağmen
gözle görülmediği için ahiretin hakikatine ilişkin bilgiler kapalı ve anlaşılması zor bir sırdır. Bu
sırra sadece ilim ve imanla arınmış olanlar, temiz ruh ve bilinçli kalbe sahip Allah dostları ve
peygamberlerin getirdiklerini tasdik edenler ve kendilerine hikmet verilenler vâkıf olur.
(Risâleler, 2012, III/235-236; V/235).
İhvân-ı Safâ Risâlelerinde Ölüm ve Sonrası
İhvân-ı Safâ ayet ve hadislerde bildirilen ölümden sonraki safhaları; yani kıyamet, ba’s,
haşr, hesap, mizan, sırat, cennet ve cehennemden oluşan safhaları kabul etmektedir. Risâlelerde
bu hususlar ele alınırken ayet ve hadislere çokça yer verilir. Ancak onların söz konusu
kavramları tahlil ederken zaman zaman İslam düşüncesindeki genel kabullerin dışına çıktıkları
görülmektedir. Bu farklılık, onların Yeni Eflatuncu varlık anlayışı ile ahirete ilişki nasslar
arasını uzlaştırmaya çalışan eklektik yöntemlerinin bir sonucu olduğu söylenebilir.
A- Ölüm
İnsan, ruhânî nefis ile cisimsel bedenden müteşekkil bir varlıktır. Nefis özü gereği asıl,
yüce, ebedî, canlı, diri ve etkin olan; beden ise cismânî, ölümlü, geçici ve edilgen olandır.
Bedenin bütün aktivitelerini nefis düzenler. O, bitkisel ve canlı cisimleri belirli bir zamana
kadar yetkinleştirir ve kullanır. Sonra da onlardan ayrılarak kendi unsuruna, kaynağına ve
başlangıç noktasına döner. (Risâleler, 2012, I/176). Beden şehir ise nefis bu şehrin kralıdır.
Nefis ile bedenin bu alemdeki birlikteliği arızîdir. Aslında beden, nefsin ahiret saadetini elde
etmek, daha önce bulunduğu melekût alemine yeniden kavuşabilmek için kullandığı bir
vasıtadan ibarettir. İnsan, cisimsel bedeni itibariyle dünyada sürekli kalmayı, ebedî olarak
burada yaşamayı arzular. Ruhânî nefsi itibariyle ise ahiret yurduna talip olur, oraya ulaşmayı
temenni eder. (Risâleler, 2012, I/175).
İhvân’a göre hayat, “nefsin bedeni kullanması”, ölüm ise “nefsin kullandığı bedeni terk
etmesi”dir. Yani Ölüm, “cisimleşmiş nefsin (ruh) bedenden ayrılarak bedeni kullanmayı
İhvân-I Safâ Risâlelerinde Ölüm Ve Ötesi
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 32, Kasım 2016, s. 115-128
122
bırakması” demektir. (Risâleler, 2012, I/176,195). Ölüm, beden için bir yok olma iken nefis
içinse içinde bulunduğu zelil durumdan kurtuluştur. Aslında ölüm bedenin ölümüdür, nefis için
ise “rahmet, arzuladığı aleme ulaşma vesilesi ve yeniden doğum”dur. Semâvi bir cevher olan
nefis ölmez ve yok olmaz. O, bedenin ölümünden sonra mutlu ya da mutsuz olarak varlığını
sürdürür.
Canlılar, tabiatlarındaki ebedî olma arzusu, ölüm esnasında cesetlerine ilişen elem ve
nefislerinin ceset dışında bir varlıklarının olduğunu bilmemeleri nedeniyle ölümden korkarlar.
Ancak İhvân-ı Safâ’ya göre ölüm, korkulacak bir şey değil aksine nefsin yeniden doğumu olup
cennete girmeye ve Rahman’a komşu olmaya açılan bir kapıdır. Kulun Rabbine dönüşü ile
Allah ve Resulünün nefse vaat ettiklerine nail olma, yalnızca ölümle mümkün olduğundan, o
Allah’tan kullara bir hikmet, rahmet, nimet ve hediyedir. Eğer ölüm olmasaydı nefsin geldiği
melekût alemine yükselmesi, cennete ulaşması, ahiret nimetlerine ve Allah’a kavuşması
mümkün olmazdı. (Risaleler, 2012, III/46-50,302).
İhvân-ı Safâ, “ecel”i nefsin cesedi kullanmayı bırakması yani ölüm vakti manasında
Mu’tezile gibi “iki ecel” çerçevesinde tabiî ve arızî sebep olarak ele almaktadır. Tabiî sebep;
yaşlanmaya bağlı olarak bedenin zayıflaması, tembelleşmesi, organları harekete geçiren sinir ve
kasların gevşemesi ve uzuvların görevlerini yapamaz hale gelmesidir. Arızî sebep ise nefsin
arızî bir etki ile bedeni kullanmayı terk etmesidir. Bu arızî sebepler hastalıklar gibi bedenden
kaynaklanabileceği gibi kaza, katl ve yaralama gibi dış kaynaklı da olabilir. (Risaleler, 2012,
III/241).
B- Ölüm Sonrası
İhvân-ı Safâ’ya göre, ölümle nefis ve beden birlikteliği bozulduğunda her ikisi de ikinci
dirilişle tekrar birleşinceye değin yollarına ayrı ayrı devam ederler. Kendisini ahiret için
hazırlayan nefis, zâtı açısından bağımsız, cevheri açısından ise bütün cisimsel bağlılıklardan
uzak olur, mele-i âlâ’ya yükselir ve melekler topluluğuna girer. Kendisini ahiret için
hazırlamayan nefis ise günahlarının ağırlığından dolayı mele-i âlâ’ya yükselemez, göklerin
kapıları kendisine açılmaz ve melekler topluluğuna girmekten mahrum olur. Kıyamete kadar
karanlık, acı ve ızdırap içinde hüzünlü, korkulu ve ürkek ve bir şekilde kalır. (Risâleler, 2014,
III/11-13). Beden ise zaten cevheri itibariyle ölüdür. Ona canlılığı kazandıran nefis ile
birlikteliği olduğundan bu birliktelik sona erdiğinde beden çürür, yok olur ve başlangıçta olduğu
gibi tekrar toprağa geri döner. Kıyametle birlikte, hesaba çekilmeleri için nefis (ruh) içinden
çıktığı bedene ya da bir benzerine geri döndürülür. (Risaleler, 2012, III/45,238;VI/180).
İhvân-ı Safâ, ölümden sonra kıyamete kadar geçen süreyi cennet ve cehennem hayatına
benzer ifadelerle niteler. İslam düşüncesinde “kabir hayatı” olarak adlandırılan bu süre
risâlelerde müstakil bir hayat kategorisi olarak ele alınmaz.
B.1.Kıyamet ve Ba’s
Sözlükte “kalkmak, dikilmek, doğrulmak ve dirilmek” anlamlarına gelen kıyamet terim
olarak “dünya nizamının bozulması”, “dünya hayatının sona ermesi” ve “insan türünün toptan
yok olduktan sonra yeniden dirilerek ayağa kalkması ve mahşere doğru yönelmesi” demektir.
Kur’ân-ı Kerim’de kıyametten bahseden ayetlerde bazen “bireylerin ölümü”, bazen “insan
türünün ölümü”, bazen de “dünyanın sonunun gelmesi ve insanların yeniden dirilişi”
kastedilmektedir. Ayet ve Hadislerde kıyametin ne zaman gerçekleşeceğin bahsedilmez ancak
gerçekleşme anını tasvir eden çok sayıda bilgi ve tasvir bulunmaktadır. “Ba’s” ise sözlükte
İhvân-I Safâ Risâlelerinde Ölüm Ve Ötesi
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 32, Kasım 2016, s. 115-128
123
“diriltmek, göndermek ve sevk etmek” anlamında olup terim olarak “kıyamet koptuktan sonra
sûr’a ikinci defa üfürülmesi ile bütün canlı yaratıkların hesap vermek üzere tekrar diriltilmeleri”
demektir. (Topaloğlu, vd. 2011, s.251-252, 266).
İhvân-ı Safâ’ya göre ölümle bütün nefisler bedenden ayrılınca artık bu alemin varlığının
bir anlamı kalmaz. Varlığının bir anlamı kalmayan alemin sona ererek yok olması büyük
kıyamettir (kıyamet-i kübrâ). Alemin ölmesi; kürelerin dönüşünün durması, bütün hayatın yok
olması ve küresel küllî nefsin bütün cisimlerden bir kerede ayrılmasıdır. Külli nefis, alemi
çekip-çeviren ve idare eden nefistir. Onun küre ile irtibatı devam ettiği sürece küre dönmeye
devam edecek, ondan ayrıldığında ise kürenin dönmesi sona erecek ve büyük kıyamet
gerçekleşecektir. Küçük kıyamet (kıyamet-i sugrâ) ise bireylerin nefis-beden birlikteliğinin
bozulması anlamına gelen ölümdür. İnsanın ölümü onun kıyametidir. Zira Hz. Peygamber “
Kişinin ölümü onun kıyametidir.” (el-Aclûnî, 1351, II/331, Hadis no: 2618) buyurmuştur.
(Risâleler, 2012, II/44,78; III/273). “Kıyamet”in diğer bir anlamı “ayağa kalkmak”tır. Bu
anlamıyla kıyamet; “nefsin düştüğü beladan ayağa kalkması, öldükten sonra diriliş, nefsin gaflet
uykusundan ve cehalet uyuklamasından silkinip tam anlamıyla doğrularak kendine gelmesi”dir.
(Risaleler, 2012, III/239).
İhvân-ı Safâ, ahiretin hakikati hakkındaki bilgi gibi yeniden dirilme ve kıyametin gerçek
mahiyetine ilişkin bilgiyi de akıl sahibi alimlerin ulaşabileceği bir bilgi türü olarak kabul eder.
İnsanlar bu konuda üç farklı görüşü benimsemiştir. Buna göre yeniden dirilme ve kıyamet; a-
nefislerin değil cesetlerin yeniden dirilmesi, b- cesetlerin değil nefislerin yeniden dirilmesi, c-
nefis ve cesetlerin birlikte dirilmesidir. Bunlardan yalnızca cesedin ya da yalnızca nefislerin
yeniden dirilmesini kabul edenlerin hakikati kavramaktan uzak olduklarını ifade eden İhvân-ı
Safâ’ya göre doğruya en yakın olan ceset ve bedenin birlikte dirileceğine olan inançtır. Buna
göre nefisler ve ruhlar olduğu gibi bu cesetlere veya onların yerine geçecek başka cesetlere geri
dönecek, sonra dirilip bir araya toplanacaklar, yaptıkları iyi ve kötü fiillerden dolayı hesaba
çekilecek ve bunların karşılığını göreceklerdir. (Risâleler, 2012, III/249-250).
İhvân-ı Safâ’nın düşünce yapısında diriliş (ba’s), mebde’ ve meâd olmak üzere iki anlama
gelir. İlki; varlıkların kuvve halinden fiil haline çıkışıdır. Yani eşyanın sûretler halinde akıldan
doğup fışkırarak varlık alanına çıkarılması ve henüz biçimlenmemiş olan maddede
bulunmasıdır. İkincisi ise “dönüş” ve “tekrar ortaya çıkış” anlamında nefsin bedenden
ayrıldıktan sonra fiillerinin karşılığını azap ya da sevinç ve nimet şeklinde taşımasıdır.
(Risâleler, 2012, V/236, 320-321).
Risâlelerde kıyamet ve yeniden diriliş nasıl gerçekleşeceğinden daha ziyade insanları
yaşamları süresince ahlaklı davranmaya yöneltmesi gereken birer hakikat olarak ele alınır. Yani
insanlar kaçınılmaz olan kıyamet, diriliş ve hesap gelmeden önce henüz fırsatları varken
hazırlanmalıdırlar. O an geldiğinde duyulacak pişmanlıklar yararsızdır. Çünkü kıyamet gününde
emir ve nehy söz konusu olmaz. O gün, emir ve nehiylerin karşılıklarının verileceği gündür.
C-Hesap ve Mizan
Hesap, insanların dünya hayatında gerçekleştirdikleri fiillerden dolayı sorgulanarak
hesaba çekildikleri safhadır. Bu sebeple kıyamet günü hesap günü olarak adlandırılır. Mizan ise
“hesaptan sonra insanların amellerini tartacak olan ilâhî adalet ölçüsü” demektir. (Topaloğlu,
vd. 2011, s.274). İhvân-ı Safâ’ya göre de kıyametle birlikte nefisler bedene döndürülerek
yeniden diriltildiğinde dünya hayatında işlenilen fiiller nedeniyle bir hesaplaşma
İhvân-I Safâ Risâlelerinde Ölüm Ve Ötesi
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 32, Kasım 2016, s. 115-128
124
gerçekleşecektir. Ancak ahiret hayatına dair bilgilerde insanların çoğu yanıldığından ve yanlış
tasavvurlara sahip olduğundan “iyilik ve kötülüklerin tartılmasını” yani “mizan”ı da yanlış
tasavvur etmektedirler. Bu yanlış tasavvura göre hesap ve mizan; kıyamet gününde amellerin
toplanarak maddi şeylere dönüşmesi, cisimleşmesi ve insanların önüne artabilen veya
eksilebilen ağırlıklar olarak konulmasıdır. Tıpkı dünya hayatından altın, gümüş, yiyecek ve
içecek gibi eşyaların tartıldığı gibi bu ağırlıklar tartılacak ve sonunda said ve şakiler ortaya
çıkacaktır.
İhvânı Safâ’ya göre bu yanlış tasavvur çocukların, kadınların ve peygamberlere,
imamlara ve ariflere uymaktan kaçınan akılsız kişilerin hayalidir. Hakikatte mizan “kulların
amellerini hayır ve şer olarak tartan, faillerin amellerini görebileceği nefsânî, saf, saydam ve
şeffaf tartılar”dır. O gün iyiler amellerini “hayır”, kötüler ise “şer” olarak görürler. Ayette
belirtilen sağdan ve arkadan kişilere verilen kitaplar onların amellerinin şer ya da hayır
biçimindeki sûretleridir. (Risâleler, 2012, V/197, 314-315). Buna göre İhvân-ı Safâ, hesap ve
mizanın dünyada günlük yaşamda cereyan eden maddi şeylerin tartılmasına benzer şekilde
algılanmasını yanlış bir tasavvur olarak değerlendirmektedir. Sahih tasavvurun ise amellerin
soyut ve nefsânî bir tarzda şeffaf tartılarda hayır ve şerler olarak tasnif edilmesi olduğunu kabul
eder.
D- Cennet ve Cehennem
Cennet; insanlardan bu dünyada iman ve salih amel sahibi olanların öte dünyada
ödüllendirilecekleri “ebedi mutluluk yurdu”, cehennem ise inkarcı ve günahkarların
cezalandırılacakları “ebedî mekan”dır. Birçok ayet ve hadiste cennet ve cehennemin mahiyetine
ilişkin bu doğrultuda tasvirler mevcuttur.
Cennet ve cehennem İhvân-ı Safâ sistematiğinde oldukça önemli bir konuma sahip
olduğundan Risâleler her ikisine özenle ve bol tekrarlarla değinmektedir. Onlara göre insanlar
cennet ve cehennem hakkında ayet ve hadislerin haber verdiklerini yanlış anlamaktadırlar. Bu
yanlış anlamanın temel nedeni, konunun daha kolay tasavvur edilebilmesi için nasslarda
başvurulan teşbih ve temsil üslubudur. Çünkü Hz. Muhammed muhataplarına onların akıl, bilgi
ve kavrayış bakımından hazır bulunuşluklarına göre hitap etmiştir. Onun daveti avam, havas ve
ikisi ortasında bulunan kitleleri kapsayacak niteliktedir. Bu doğrultuda cennet ve cehennem
insanların idrak gücü ölçüsünde bazen cismânî bazen de ruhânî vasıflarla anlatılmıştır.
Hz. Muhammed, çöl halkından ilimlerle eğitilmemiş, yeniden diriliş ve haşrı inkar etmemiş,
felekler ve ahiretin melekûtu olan göktekilere ve cennetliklere ait nimetlerin bilgisi bir
yana, dünya melekûtunun nimetlerini dahi bilmeyen ümmî bir kavme gönderilmişti. O,
kitabında cennetleri kavmin kavrayışına yaklaştırmak, tasavvurlarını kolaylaştırmak ve
nefislerini bunlara teşvik etmek için daha çok cisimsel olarak tasvir etti…. Bizim
muhataplarımız ise âlim, fazıl, İhvân-ı Safâ ile içli dışlı, ilimde derinleşmiş, ilahi kitapların
sırlarına ve peygamberlerin (a.s) işaretlerine yakın felsefi riyazetlerle yetişmiş bir
topluluktur. (Risâleler, 2012, III/75-76).
Bu durumda ilimde derinleşenlerin peygamberlerin (a.s) bildirdiklerinin içindeki derûnî
sırları ve işaretleri keşfedip ortaya çıkarmaları gerekir. İşte İhvân-ı Safâ ilimlerde yetkinleşmiş
kişiler topluluğu olarak Risâlelerde söz konusu bu derûnî manaları ortaya koymayı amaçlar.
Çünkü onlara göre nefsin cevherine dair bilgisi olmayanlar bunu gerçekleştiremezler.
Gerçekleştiremedikleri için de cennet ve cehenneme ilişkin yanlış tasavvurlara sahip olurlar.
Onlar cennet, cennet nimetleri ve cennetliklere ilişkin bir şeyler duyduklarında bunları cismânî
İhvân-I Safâ Risâlelerinde Ölüm Ve Ötesi
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 32, Kasım 2016, s. 115-128
125
şeyler olarak tasavvur ederler. Onların yanlış tasavvurlarına göre cennet; çeşitli meyve
ağaçlarının bulunduğu bahçeler, aralarından nehirlerin aktığı saraylar ve bu saraylarda bulunan
huriler ve hizmetçiler, sınırsız sayıda lezzetli yiyecek ve içecekler, her dilenenin gerçekleştiği,
ölüm, yaşlılık, hastalık, açlık ve susuzluğun olmadığı, hulâsa hiçbir şeyin eksikliğinin
hissedilmediği, ihtiyaç ve acziyetin olmadığı mekandır. Cehennemi ise inkar edenlerin içine
atıldığı içi ateşle dolu derin çukur olarak tasavvur ederler. Bütün bu tasavvurlar bilgisizlik,
peygamberlerin getirdiklerini te’vil etmeyi bilmeme ve onların derûnî işaretlerini, sırlarını ve
inceliklerini idrak edememenin neticesidir. (Risâleler, 2012, III/65-66).
İhvân-ı Safâ’ya göre cennet; salt sükûnet, lezzet, sevinç, ebedî mutluluk ve Rahman’ın
komşuluğu bulunan ruhlar alemi ve gökler alanıdır. Ona hiçbir oluş ve bozuluş, değişim ve yok
olma ilişmez. Cennetlikler ise felekler aleminde ve gökler alanında bulunan huzur ve mutluluk
içinde, acı ve ağrıdan uzak melekî nefislerdir. Cehennem ise ay feleğinin altında bulunan oluş
ve bozuluş alemi, cehennemlikler de acı ve ağrılara maruz kalan hayvanî/cismânî bedenlerle
ilgili nefislerdir. (Risâleler, 2012, II/54; III/66).
Cennet, sekiz alemden oluşur. Bunlar; 1-Mirâs cenneti (insan olma rütbesi), 2- Adn
cenneti (meleklik rütbesi), 3- Huld (ebedilik) cenneti (felekî alemler), 4- İlliyyûn cenneti
(cismânî alemden mücerred olan ruhânî alemler), 5- Firdevs cenneti (nefsânî alemler), 6- Naîm
cenneti (ilim alemi), 7- Rıdvan cenneti (akıl alemi), 8- Me’va cenneti (bütün alemlerin
kendisinden meydana geldiği ve yine kendisine döneceği ilahi emir alemi)’dir. (Risâleler, 2012,
V/359).
İtaatkar nefis, dünya hayatında salih amellerle itaatini tamamlayıp kemâle ulaştığında ve
melekût alemine yükselmeyi hak ettiğinde melekler merhametle onu bedenden alır ve birlikte
temiz bölgelere gelirler. Kıyamet günü olunca da melekler onları cennetlere, ebedî mutluluk ve
daimi saltanata yükseltirler. Orada Allah’a yakın olan melekler, peygamberler, elçiler ve
Allah’ın arınmış kullarıyla birlikte bulunurlar. O gün onlara korku ve hüzün yoktur. (Risâleler,
2012, V/174,235). İhvân-ı Safâ’ya göre cennet, nefsin çok arzuladığı ve kendisinden çıktığı
küllî nefse geri dönmesi demektir. Nefis, önce bedenle birleşmek suretiyle içinde bulunduğu
kendilerine özgü ruhânî alemlerinden ve nurânî mekanlarından ayrılmış bulunmaktadır. Bedenle
birleşik halde iken kendini arındıran nefis, ölümle birlikte bedenden ayrılarak daha önce
bulunduğu ezeli haline yani cennete geri döner. (Risâleler, 2012, V/266). Bu durumda
cehennem; kendisini arındıramamış nefislerin kötü amellerinin ağırlığı nedeniyle çok arzuladığı
ilk mercii olan ruhânî aleme yükselmekten mahrum olarak kaldığı oluş ve bozuluş alemidir.
Cehennem, sürekli oluş ve bozuluşa uğrayan, değişen, dönüşen ve yok olan ay feleği
altındaki cisimler alemidir. Dünya hayatında dünyevî lezzetlere dalmış gafil nefisler ölümün
onların sahasına inmesiyle bedenlerinden çıkarlar ve melekler onları acı, azap ve aşağılayıcı bir
üslupla karşılar. Onların götürüleceği yer elem verici azabın bulunduğu ve şeytanlarla beraber
ikamet edecekleri cehennemdir. Orada ebediyyen bağırıp-çağırarak, ağlayıp-sızlayarak
kalacaklardır. (Risâleler, 2012, II/54; V/174, 330).
Cehennem yedi tabakadır. Bu, ay altı feleğinin altındaki yedi türe tekabül eder. Bunlar;
dört unsur olan ateş, hava, su ve toprak ile bozulan unsurlar olan madenler, bitkiler ve
hayvanlardır. Tezkiye edilmemiş nefisler ay feleğinin altındaki yeryüzüne, yani oluş ve bozuluş
alemine atılırlar. (Risâleler, 2012, III/67). Onlar, bu dünyada bedenle birlikte iken ömürlerini
bedene yarayacak dünyevî nimetler içerisinde geçiren ve dünyada ebedî kalmayı temenni eden
nefislerdir. Ancak ölümle bedenden ayrılan bu nefisler duyu organlarında mahrum olduklarında
İhvân-I Safâ Risâlelerinde Ölüm Ve Ötesi
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 32, Kasım 2016, s. 115-128
126
hayattan tat alamaz ve azap içinde kalırlar. Ne geliş kaynakları olan melekût alemine
ulaşabilirler ne de dünyaya geri dönebilirler. İmkansız olmasına rağmen onlar dünyaya dönmeyi
ve ikinci defa bedenlerine kavuşmayı temenni ederler. Dediler ki; Rabbimiz! bizi iki kez
öldürdün ve iki kez dirilttin. Günahlarımızı itiraf ettik. Şimdi (şu ateşten) çıkmak için (bize) bir
yol var mı? (Mü’min, 40/11). Bu nefisler, ay feleğinin altında hasret, pişmanlık, acı ve azap
içerisinde, cisimlerin karanlık çukurlarında, şeytanın kardeşleriyle birlikte kendilerini kaybetmiş
kimseler olarak kalırlar. (Risâleler, 2012, I/153; III/76-77).
Sonuç
İslam dünyası tercüme faaliyetleriyle beraber Grek felsefesiyle özelliklede Yunan
filozoflarının “varlık”a ilişkin görüşleriyle karşı karşıya gelmişlerdir. Müslüman düşünürler
hayret ve heyecanla öğrenmeye giriştikleri bu görüşleri kısmen kabul etmekle birlikte onlara
İslam düşünce yapısına uygun yeni şekil ve muhteva kazandırmışlardır. İlk Mu’tezilîlerle
birlikte ilk İslam filozofları olarak kabul edilen Kindi, Fârâbî, İbn Sînâ ve İhvân-ı Safâ
düşünürleri söz konusu bu karşılaşmayı takip eden ilk asırların düşünürleridir. Doğal olarak
Yunan felsefesinin özelliklede Aristo’nun izlerini büyük oranda taşımaktadırlar.
İhvân-ı Safâ bu dönemde kendi aralarında organizeli ve gizemli bir grup düşünürün
oluşturduğu bir birliktir. Kaleme aldıkları ansiklopedik bir yapı arz eden risâleleri dönemlerinin
bütün ilmî, dinî ve felsefî birikimini ihtiva eder. Hz. Muhammed’in getirdiği dinin cehaletle
kirletildiğini ve sapık fikirlerle karıştırıldığı düşüncesinden yola çıkarak onun Yunan felsefesi
ile arındırılarak insanlığın huzurunu temin edebilecek bir hüviyete tekrar kazandırılabileceğini
iddia ederler. Bu amaçla kaleme aldıkları Risâlelerde genelde Yunan filozoflarının özelde
Aristo’nun tabiat felsefesi, ahlak felsefesi ve nefis tezkiyesi ile birçok batınî yorum ve tevilleri
nasslarla eklektik bir tarzda iç içe geçmiş halde ele alınmaktadır. Ancak genel muhteva varlık
olarak insan ve insanın varoluş serüvenidir. Onlara göre insanın bu dünyada varoluş gayesi
kendi varlığını anlamlandırmaktır. Bunun içinde kendi varlığını, evrenin varlığını ve tüm
varlıkların ilk varlık nedeni Tanrı’yı bilmesi gerekir.
İhvân-ı Safâ, varlıkların ortaya çıkışında bir taraftan her şeyin “ol” emriyle Allah
tarafından yoktan var edildiğini savunurken diğer yandan Allah’ın yarattığı ilk varlık olan
akıldan sudur ettiğini savunarak eklektik bir yol izlemektedir. Buna göre Allah’ın ilk yarattığı
varlık “akıl”dır. Daha sonra sırasıyla küllî nefis, ilk madde ve ayaltı’nda bulunan varlıklar sudûr
yoluyla ortaya çıkmışlardır. Madenler, bitkiler ve hayvanlar’dan oluşan ayaltı aleminin en
mükemmel yaratığı insandır. Ruhânî nefis ile cismânî bedenden oluşan iki cevherden meydana
gelen insan tüm evrenin bir yansımasıdır. Bu haliyle o, ay altıalemi ile melekût aleminin
ortasında durmakta ve bütün varlıkların karakteristik özelliklerini farklı oranlarda taşımaktadır.
Bu sebeple insan Allah’ın halifesidir ve sahip olduğu bu imtiyazı korumak için bir ahlakî çaba
içerisinde olmalıdır.
İnsanın göstereceği bu çaba, onun oluş ve bozuluş alemi olan yeryüzünde iman, ibadet,
salih ameller ve dünyevî nimetlere dalmadan gerçekleştireceği bir yaşamla mümkündür. Böyle
bir yaşamı gerçekleştirebilen nefis, ölüm ile bedenden ayrıldığında geldiği melekût alemine geri
dönebilecektir. Dünyevî nimetlere dalmak suretiyle arınmayı gerçekleştiremeyen nefis
günahlarının ağırlığıyla geldiği melekût alemine yükselemeyecek ilelebet oluş ve bozuluş alemi
olan yeryüzünde karanlıklar içerisinde kalacaktır. Netice itibariyle Allah’ın yarattığı küllî
nefisten türeyen nefis, bedenle birleşerek bulunduğu nurânî alemden oluş ve bozuluş alemine
İhvân-I Safâ Risâlelerinde Ölüm Ve Ötesi
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 32, Kasım 2016, s. 115-128
127
gönderilmiştir. Nefis bu alemde ya kendisinden beklenileni gerçekleştirmek suretiyle bedeni
terk ederek tekrar geldiği aleme yükselecek ya da yeryüzünde kalacaktır.
İhvân-ı Safâ hayatı, “nefsin bedeni kullanması”, ölümü de “nefsin kullandığı bedeni terk
etmesi” olarak tanımlar. Bu anlamda ölüm, nefsin varoluş sürecindeki aşamaların birinden
diğerine geçişidir. Buraya kadar tam anlamıyla felsefî terim ve literatürün hakim olduğu bir
üslup ihtiva eden risâleler, ölümle birlikte başlayan yeni aşamada yani ölüm ötesinde dini terim
ve kavramlara ağırlık verir. Ancak bu kavramlara kendi felsefî sistemleri ve insanın varoluş
serüvenine ilişkin bakış açıları doğrultusunda yeni anlamlar yüklemişlerdir. Örneğin; “mead”
cüz’î nefislerin küllî nefse dönmesi, “ba’s” nefislerin gaflet ve cehalet uykusundan uyanması,
“kıyamet” cesetten ayrılan nefsin cesetle birleşerek kabrinden kalkması, “haşr” cüz’î nefislerin
küllî nefse doğru toplanması ve birleşmesi, “sevap” nefsin bedenden ayrıldıktan sonra rahat,
lezzet, sevinç ve mutluluk bulduğu şey; “ikâb” nefsin bedenden ayrıldıktan sonra korku, hüzün
ve acı yaşaması, “cennet” ruhlar alemi ve en yüksek mertebe, “cehennem” cisimler alemi ve en
düşük mertebedir.
Ölümle birlikte, cisimler aleminin ağırlığından kurtulan nefsin güzergahını ölüm
öncesinde bedenle birlikte iken icra ettiği fiiller belirleyecektir. Beden asli unsuru olan toprağa
karışıp yok olurken nefis ya cennete ya da cehenneme gidecektir. Nefsin tek arzusu içinden
çıkıp geldiği küllî nefse yani sükûnet ve saadetin bulunduğu ebedî nurânî aleme geri dönmektir.
İşte itaatkar ve salih amel sahibi nefsin yeniden diriliş ve hesaptan sonra gideceği cennet
arzuladığı bu melekût alemidir. İnkar ve kötü amel sahibi nefis ise bu arzusuna nail olamayacak,
melekût alemine yükselmekten mahrum kalarak üzgün, ürkek ve tedirgin olarak oluş ve
bozuluşun hakim olduğu cismânî alem olan yeryüzünün karanlıkları içerisinde yani cehennemde
ebedî olarak varlığını sürdürecektir. Tezkiye edilmiş nefis melekleşerek Rahman’ın
komşuluğuna nail olurken, gafil nefis ise kötülükleriyle baş başa şeytanlarla birlikte kalacaktır.
Buraya kadar anlatılanlardan hareketle nefis tezkiyesine önem vermekle Risâlelerin tasavvufla
örtüştüğü düşünülebilirse de onlar nefsin maddeden kurtuluşunu ve neticede küllî nefisle
birleşmesini savunan Yeni Eflatuncu felsefenin etkisi altındadırlar.
Risâlelerde dinî nassların, kendilerinden hüküm çıkarılan hüccetler olmaktan ziyade,
sahip olunan felsefî düşünceyi destekleyen argümanlar olarak kabul edildiği görülür. Ayet ve
hadisler bu doğrultuda bâtıni tevillere tabi tutulmuşlardır. Varlıkları ruhânî ve cismânî olmak
üzere ikili bir taksime tabi tutan İhvân-ı Safâ, aynı doğrultuda ayet ve hadislerinde zâhiri ve
bâtınî anlamları olduğunu öne sürer. Bilgisiz ve aklî yetkinliğe ulaşmamış kişiler zâhiri
anlamlara bağlanıp kalırken, kendilerine hikmet verilmiş alimler yaptıkları te’villerle nasların
içerisine gizlenmiş sırları ve derûnî anlamları ortaya çıkarabileceklerdir. Bu doğrultuda
kendilerini erdemli düşünürler topluluğu olarak kabul eden İhvân; kıyamet, haşr, hesap, mizan,
cennet, cehennem gibi ölüm ötesine dair kavramları ve bu hususlarda nassların verdiği bilgileri
felsefî birikimi destekleyecek şekilde te’vil etmektedir. Hatta bu yapılana “te’vil” yerine “ön
yargılı okuma” anlamında “telvin” demek daha uygundur. Çünkü telvin “metni yorumlama
neticesinde, henüz metni okumaya başlamadan evvel ki fikre ulaşmak”tır.
İhvân-ı Safâ; Aristo felsefesi, Yeni Eflatunculuk ve ilk İslam filozoflarından mülhem
fikirlerini ayet ve hadislerle destekleyerek eklektik bir yol takip etmiştir. Onların amaçları da
yeni bir şeyler ortaya koymaktan ziyade sapık fikirlerle bulandığını düşündükleri dini düşünceyi
felsefe ile arındırmaktı. Bu açıdan yaptıklarının amaçlarına uygun olduğu düşünülebilir. Ancak
yapılan nassı, felsefî düşünceye ve felsefî birikime feda etmekten başka bir şey değildir.
İhvân-I Safâ Risâlelerinde Ölüm Ve Ötesi
The Journal of Academic Social Science Yıl: 4, Sayı: 32, Kasım 2016, s. 115-128
128
KAYNAKLAR
El-Aclûnî, İsmail b. Muhammed, (1351), Keşfu’l-Hafâ ve Muzîlu’l-ilbâs amme’ştehera mine’l-
ehâdîsi a’lâ elsineti’n-nâs, Mektebetü’l-Kudsî, Kahire.
Çetinkaya, Bayram Ali, (2003), İhvân-ı Safâ’nın Dinî ve İdeolojik Söylemi, Elis Yayınları,
Ankara.
Çetinkaya, Bayram Ali (2005), “Bilimler Ansiklopedisi Klasiği Olarak İhvân-ı Safâ Risâleleri”,
Dini Araştırmalar, C.8, S.22, ss.263-285.
Filiz, Şahin, (1999), “İhvân-ı Safâ Felsefesinde İnsan Sorunu”, Makâlât, S.3, ss.21-68.
Risaleler, (2012), İhvân-ı Safâ Risâleleri, (Ed.Abdullah Kahraman, çev. Komisyon), Ayrıntı
Yayınları, İstanbul.
Sönmez, Burhan, (2012), İhvân-ı Safâ Risâleleri-1 (Sunuş), Ayrıntı Yayınları, Ankara.
Et-Tevhîdî, Ebu Hayyân, (2011), el-İmta’ ve’l-Muânese, el-Mektebetu’l-Asrıyye, Beyrut.
Topaloğlu, B.; Yavuz, Y. Ş.; Çelebi, İ.; (2011), İslam’da İnanç Esasları, Çamlıca Yayınları,
İstanbul.
Uysal, Enver, (2000), “İhvân-ı Safâ”, Diyanet İslam Ansiklopedisi (DİA), C.XXII, s.1-6,
İstanbul.
Yasa, Metin, (2001), Felsefî ve Deneysel Dayanaklarla Ölüm Sonrası Yaşam, Ankara Okulu
Yayınları, Ankara.