T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ · TOKATLIOĞLU, tez konumun belirlenmesi, çatısının...
Transcript of T.C. GAZİ ÜNİVERSİTESİ · TOKATLIOĞLU, tez konumun belirlenmesi, çatısının...
T.C.
GAZİ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İKTİSAT ANABİLİM DALI
KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE TÜRKİYE’DE GELİR DAĞILIMI, YOKSULLUK VE SOSYAL POLİTİKALARIN
EVRİMİ
YÜKSEK LİSANS TEZİ
Hazırlayan
Gülhan AKTAŞ (KAYA)
Tez Danışmanı Yrd. Doç. Dr. İbrahim TOKATLIOĞLU
Ankara-2007
ÖNSÖZ
Bu çalışma, 1980’lerin başlarından itibaren hız kazanan küreselleşme
sürecinde, Türkiye’de gelir dağılımı ve yoksulluğun analizini, söz konusu
dönemde gelir dağılımı ve yoksulluk üzerine etkisinin bilindiği sosyal
politikaların evrimini ve küreselleşmeyle ilişkisini incelemeyi amaçlıyor.
Öncelikle belirtmek istiyorum ki danışman hocam Yrd. Doç. Dr. İbrahim
TOKATLIOĞLU, tez konumun belirlenmesi, çatısının oluşturulması da dahil
olmak üzere, konu ile ilgili bilgi ve birikimini benimle paylaşmış, yaptığımız
çalışmalarda konuyu sade ve yalın biçimde kavramama yardımcı olmuş, bana
yol göstermiş ve sonuca ulaşabilmem için yaptığımız analizlerde yardımlarını
benden esirgememiş, tezin içeriğine çok değerli katkıları bulunmuştur. Bu
nedenle, kendilerine en içten teşekkürlerimi sunarım.
Diğer bir teşekkürüm, tez konumla ilgili kaynaklara ulaşmamda ve
tezimin analiz kısmında ekonometri bilgisini bana aktaran değerli arkadaşım
Ayhan TOSUNER’e teşekkür ediyorum.
Yine, araştırmalarımda yardımcı olan tüm çalışma arkadaşlarıma ve
tez çalışmam süresince benden manevi desteğini esirgemeyen aileme en
içten teşekkürlerimi sunarım.
ii
İÇİNDEKİLER
ÖNSÖZ………………………………………………………………………….….i İÇİNDEKİLER……………………………………………….…………….………ii TABLOLAR ……………………………………………………………………..viii
GRAFİKLER………………………………………………………………………xi KISALTMALAR………………………………………………………………..…xii GİRİŞ.............................................................................................................1
BİRİNCİ BÖLÜM
KÜRESELLEŞME VE SOSYAL POLİTİKALAR
1.1. KÜRESELLEŞME KAVRAMININ TANIMI................................................9
1.2. KÜRESELEŞMENİN GELİŞİM AŞAMALARI (EVRELERİ)....................13
1.3.KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE ULUS DEVLET VE
ULUSAL POLİTİKALAR.................................................................................18
1.4. ULUSLAR ARASI KURULUŞLARIN KÜRESELLEŞME SÜRECİNE ETKİLERİ......................................................................................................20
1.4.1. Çokuluslu İşletmelerin Küreselleşme Sürecine Etkileri................20
1.4.2.Uluslararası Ekonomik Örgütlerin Küreselleşme
Sürecine Etkileri..................................................................................23
1.5. KÜRESELLEŞMEYİ ORTAYA ÇIKARAN FAKTÖRLER........................26
1.6.KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE SOSYAL
POLİTİKALARIN DEĞİŞİMİ...........................................................................28
1.6.1. 1945-1975 Dönemi....................................................................29
1.6.2. 1975 Sonrası ............................................................................31
iii
iKİNCİ BÖLÜM
KÜRESELLEŞME, GELİR DAĞILIMI VE YOKSULLUK
2.1. GELİR DAĞILIMI KAVRAMI...................................................................39
2.1.1. Fonksiyonel Gelir Dağılımı………………………….……...…..…39
2.1.1. Kişisel Gelir Dağılımı……………………………..……..…………40
2.1.3. Sektörel Gelir Dağılımı………………………….…….…..……….41
2.1.4. Bölgesel Gelir Dağılımı……………………………………………41
2.2. GELİR DAĞILIMI EŞİTSİZLİK ÖLÇÜTLERİ…….……………..….………42
2.2.1. Lorenz Eğrisi…………………………………..……………………42
2.2.2.Gini Katsayısı.............................................................................45
2.2.3. Yüzde Paylar Analizi.................................................................45
2.2.4.Ters U Hipotez...........................................................................46
2.2.5.Atkinson Eşitsizlik Ölçüsü...........................................................46
2.3. GELİR DAĞILIMINI BELİRLEYEN YAPISAL FAKTÖRLER…...............47
2.4. KÜRESEL GELİR DAĞILIMI EŞİTSİZLİĞİ.............................................49
2.5. GELİR DAĞILIMININ BOZULMASI
VE YOKSULLUĞUN YAYGINLAŞMASI........................................................51
2.6. YOKSULLUK KAVRAMI, ÖLÇÜMÜ
ve YOKSULLUK ÖLÇÜTLERİ…...................................................................55
2.6.1.Yoksulluk tanımları.....................................................................56
2.6.1.1.Mutlak Yoksulluk..................................................................57
2.6.1.2.Göreli yoksulluk ...................................................................57
2.6.1.3. İnsanî yoksulluk...................................................................58
2.6.1.4. Öznel Yoksulluk...................................................................58
2.6.1.5. Kırsal yoksulluk-Kentsel Yoksulluk......................................59
iv
2.6.1.6. Tüketim Harcamasına Göre Yoksulluk................................59
2.6.1.7. Sosyal İmkanlar Yoksulluğu................................................60
2.6.2. Yoksulluğun Ölçülmesi..............................................................61
2.6.2.1. Alınması Gerekli Asgari Kalori Miktarı Yaklaşımı................61
2.6.2.2. Temel Gereksinimler Yaklaşımı..........................................62
2.6.2.3. Ortalama Gelirin Yarısı Yaklaşımı.......................................62
2.6.2.4. Harcamaların Besin Gruplarına Ayrıştırılması Yöntemi.......63
2.6.2.5. İnsani Gelişmişlik Endeksi...................................................64
2.6.3. Yoksulluk Ölçütleri....................................................................65
2.6.3.1. Kafa Sayısı Endeksi(Head cound)……............................65
2.6.3.2. Yoksulluk açığı oranı(Poverty Gap)..................................66
2.6.3.3. Gini katsayısı....................................................................66
2.6.3.4. Sen Endeksi....................................................................67
2.7. DÜNYA’DA YOKSULLUK.......................................................................67
2.7.1. Bölgeler ve Ülkeler İtibariyle Dünya’ da
Yoksulluğun Boyutu...............................................................................69
2.7.2. OECD Ülkeleri’nde Gelir Dağılımı ve Yoksulluk..........................77
2.8. KÜRESELLEŞME, GELİR DAĞILIMI EŞİTSİZLİĞİ VE YOKSULLUK..79
v
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKİYE’DE GELİR DAĞILIMI, YOKSULLUK VE SOSYAL POLİTİKALARIN EVRİMİ
3.1. KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE TÜRKİYE
EKONOMİSİNDE DÖNÜŞÜM......................................................................88
3.1.1. Ekonomi Politikasında 1980 Dönüşümü..................................88
3.1.2. Ekonomi Politikasında 1989 Dönüşümü..................................90
3.2. TÜRKİYE’DE GELİR DAĞILIMI........................................... .................92
3.2.1. Kişisel gelir Dağılımı...................................................................93
3.2.2. Sektörel Gelir Dağılımı ..............................................................97
3.2.3. Fonksiyonel Gelir Dağılımı.........................................................99
3.3. GELİR DAĞILIMINI BOZAN FAKTÖRLER..........................................101
3.4.TÜRKİYE’DE YOKSULLUK..................................................................103
3.4.1. Türkiye’de Yoksulluk Profili.................................... ..................104
3.4.2. Küreselleşmenin Yoksulluk Üzerine Etkisi…………….……..…114
3.5.TÜRKİYE’DE SOSYAL HARCAMALARIN GELİŞİMİ,
GELİR DAĞILIMI VE YOKSULLUK ÜZERİNE ETKİSİ...............................118
3.5.1.Konsolide Bütçeden Yapılan Sosyal Harcamalar......................120
3.5.2.Eğitim Harcamaları....................................................................123
3.5.3.Sağlık Harcamaları....................................................................127
3.5.4.Sosyal Güvenlik.........................................................................131
vi
3.5.4.1.Sosyal Sigorta......................................................................132
3.5.4.2.Sosyal Yardımlar ve Sosyal Hizmetler.................................133
3.6. GELİR, HARCAMA VE İSTİKRAR POLİTİKALARI..............................137
3.6.1. Vergi Gelirleri……………..………………………………………138
3.6.2. Transfer Harcamaları………………………………..………….141
3.6.3. Faiz Dışı Fazla……………………………………..……………147
3.7.SOSYAL HARCAMALAR VE YOKSULLUK……………………..……..149
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKİYE’DE KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE GELİR DAĞILIMI,
YOKSULLUK VE TRANSFER HARCAMALARININ ETKİLEŞİMİ
4.1.TÜRKİYE’DE KÜRESELLEŞME VE TRANSFER HARCAMALARININ
GELİŞİMİ: VAR ANALİZİ…………………………………… …….…………152
4.1.1. Yapılmış Çalışmalar…………………………….……………..155
4.1.2. Uygulama ve Bulgular……………………...…….….…….…..157
4.1.2.1.Regresyon Analizi……………………….…………….157
4.1.2.2.VAR Analizi………………………………………….…160
i) Etki-Tepki Analizi………………………………….…164
ii) Varyans Ayrıştırması………………………………..166
4.2. TÜRKİYE’DE TRANSFER HARCAMALARI VE GELİR DAĞILIMI….167
SONUÇ VE DEĞERLENDİRMELER…......................................................173
vii
KAYNAKÇA................................................................................................185
ÖZET………………………………………………………………..….………..192
ABSTRACT………………………………………………………………………193
viii
TABLOLAR
Tablo-1.1 Küresel Ekonomiyle Bütünleşme (1990-2002)…………..………..27
Tablo-1.2 .OECD Ülkelerinde Kamu Harcamalarının GSYİH
İçerisindeki Payı(1960-1980)……………………….……………..….……..…30
Tablo-1.3. Bazı Ülkelerde İşgücü Vergi Yükü, 1960-1985………..………...31
Tablo-1.4. OECD Ülkelerinde Kamu Harcamalarının
GSYİH İçerisindeki payı(%)(1985-2004)…………………………………...….34
Tablo-1.5. Bazı OECD Ülkelerinde Sosyal Harcamaların
GSYİH’ya Oranı(1980-2001) (%)…………………………………………...….35
Tablo-1.6. Bazı OECD Ülkelerinde Emekli Ödemelerinin
GSYİH’ya Oranı(1913-2004) (%)……………………………………………….37
Tablo-2.1. Uluslararası Yoksulluk Çizgisine Göre
Seçilmiş Ülkelerde Yoksulluk Oranı ve Gelir Dağılımı- Gini Katsayısı……..50
Tablo-2.2 Bölgeler Arası Artan Gelir Eşitsizliği
( Kişi Başına Düşen Ortalama Gelir) (ABD Doları * )(1820-2001)………..…52
Tablo-2.3 Küresel Gelir Eşitsizliği (2003)………………….………………..…53
Tablo-2.4. Küresel Gelir Eşitsizliğinde Değişim (Zengin-Yoksul Farkı)..…..54
Tablo-2.5. Dünya’nın Değişik Bölgelerinde Yoksul Nüfus ve
Yoksulluk Oranları, (1987- 2002)……………………………..……………….70
Tablo 2.6 Dünya’nın Değişik Bölgelerinde Yoksul Nüfus ve
Yoksulluk Oranları, 1987- 2002………………………..………………….……71
Tablo-2.7 Dünya’nın Değişik Bölgelerinde Göreli Yoksul Sayısı ….…..……72
Tablo 2.8. Dünya’nın Değişik Bölgelerinde Göreli Yoksulluk Oranları
%, 1990 ve 2001…………………………….…………………………..………..73
Tablo 2.9. Seçilmiş Ülkelerde Değişik Refah Göstergeleri ve
İnsani Gelişme Endeksi, 1999………………………………………..…..……..75
Tablo- 2.10. Seçilmiş Ülkelerde Gelir Dışı Refah Göstergeleri(2001)….……76
Tablo- 2.11 Dünyada ve Seçilmiş Ülkelerde Üretim Yapısı(90-99)….…......81
Tablo-2.12 OECD Ülkelerinde Standartlaştırılmış İşsizlik Oranları
(%)(1969-2003)………………………..…………………………………….….83
ix
Tablo-2.13. Sosyal transfer ve vergilerin
gelir eşitsizliğinin azaltılmasında rolü- Gini Katsayısı (1998)…………..….86
Tablo-3.1. Dış Ticaretin GSMH'ya Oranı (Dış Açıklık oranı) (1970-2005).…89
Tablo-3.2. Türkiye’de Kişisel Gelir Dağılımı (1963-2005)…………………...93
Tablo-3.3. Gelir Dağılımı (Kent- Kır Ayrımı)(94-2005)…………… ….…..…96
Tablo-3.4 Sabit Fiyatlarla GSYİH Faaliyet kolları Payları ve
1987 Yılı Faktörü Fiyatlarına Göre( 1990-2006)…………………….………97
Tablo-3.5- İstihdam İçindeki Ücretli-Yevmiyeli İşgücünün Durumu ve
GSYİH İçinde Ücretlilerin durumu(1990-2004)………………….…..……...100
Tablo-3.6. Yoksulluk Sınırı Yöntemlerine Göre
Yoksulluk Oranları (Yüzde) (2002-2005)……………………..……..……….105
Tablo 3.7. Minimum Gıda Harcaması Maliyetine Göre
Yoksul Fertlerin Öğrenim Durumu ve Cinsiyet Dağılımı (1999)……………109
Tablo-3.8. Yoksulluğun Dağılımı%..............................................................111
Tablo-3.9. Yoksulların Yaş Kompozisyonu…………………..….……..…….112
Tablo 3.10. Yoksul Hanehalkı Reisinin Eğitim Durumu(%)…….…...……..113
Tablo 3.11. Yoksul fertlerin Sosyal Güvenlik Kurumu Dağılımı(%)….…..113
Tablo 3.12. Yerleşim Yerlerine Göre Gini Oranları (2005)…………..….....117
Tablo-3.13. Türkiye'de Sosyal Harcamalara Konsolide Bütçeden
Ayrılan Pay ve GSMH ve GSYİH'ya Oranı(1930-2005)…………………….119
Tablo-3.14. Türkiye'de Eğitim Sağlık Sosyal Güvenlik ve
Diğer Sos. Hiz. Harcamalarının GSMH İçindeki Payı:(1930-2004) %......123
Tablo-3.15. Seçilmiş Bazı Ülkelerdeki Eğitim Harcamalarının
GSMH’ya Oranı (2000)………………….…………………………………….125
Tablo- 3.16. Bazı OECD Ülkeleri Kişi Başına Sağlık Harcaması
($) (1960-2004)…………………………………………………………………129
Tablo -3.17. Kamu ve Özel Sağlık Harcaması(1980-2004)………….……130
Tablo-3.18. Sosyal Sigorta Programlarının Kapsadığı Nüfus
(1000 kişi)(2001-2004)………………………….……………………………..131
Tablo-3.19. Sosyal Güvenlik Kurumları Sağlık Harcamaları
(Milyon YTL)(2004-2005)……………………………….…………….……….132
Tablo–3.20. Vergi Gelirleri(%) (1990-2004)………….……..….……….….138
x
Tablo-3.21.Transfer Türlerine Göre Harcamaların
Toplam Transfer içindeki Payları (%) (1983-2004)…………………..…..…142
Tablo- 3.22. Transfer Harcamalarının GSMH’ya Oranı (%)(1975-2005)...143
Tablo-3.23.1990 başı ve 1995 ortaları Kişi Başına GSMH,
Gelir Dağılımı ve Yoksulluk……………………………………..…..…..……..144
Tablo-3.24. Faiz Dışı Fazlanın Milli Gelire Oranı(%)(1998-2006)….…..….146
Tablo-3.25. Eğitim Düzeyi ve Yoksulluk (2004-2005)………….…….……..148
Tablo -3.26 Türkiye’de Sosyal Harcamalar(1993-2005)………..….…..…..149
Tablo-3.27. Türkiye’de göreli yoksulluk (1994-2005)…………...…..……...149
Tablo 4.1: ADF Test İstatistikleri…………………………………..….……….155
Tablo-4.2. EKK Yöntemi ile Toplam Transfer Harcamaları/GSMH
f(Dışa açıklık oranı)…………………………..……….……………..…………157
Tablo- 4.3 Dışa Açıklık Oranı ile Transfer Harcamaları Arasındaki
Varyans Analizi Sonuçları…………………………………………..…………161
Tablo- 4.4: Transfer Harcamalarının Varyans Ayrıştırması Sonuçları.……163
Tablo-4.5: Dışa Açıklık Oranının Varyans Ayrıştırması……………………..164
Tablo-4.6.Transfer Harcamalarının Gelirin Yüzdelik Dilimlerine Dağılımı
(2002-2005)……………………………………………..……………………….165
Tablo-4.7. Toplam Gelirin Dağılımı(%)(2002-2005)…………………………168
xi
GRAFİKLER
Grafik-1. Lorenz Eğrisi……………………………………….…………..……....44
Grafik-2. OECD Ülkelerinde Gelir dağılımı……………………………...…..…78
Grafik-3. Farklı Gelir Eşiklerine Göre Göreli Yoksulluk……………………....78
Grafik-4.1 Etki-Tepki Analizi Sonuçları………………………………………..162
xii
KISALTMALAR CETVELİ
IMF : Uluslararası Para Fonu
AGÜ : Az Gelişmiş Ülke
GSMH : Gayri Safi Milli Hasıla
OPEC : Petrol İhraç Eden Ülkeler
DTÖ : Dünya Ticaret Örgütü
ABD : Amerika Birleşik Devletleri
AB : Avrupa Birliği
SSCB : Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği
GSYİH : Gayri Safi Yurt İçi Hasıla
OECD : Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü
UNDP : Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı
UNICEF : Birleşmiş Milletler Çocuk Fonu
ILO : Uluslar arası Çalışma Örgütü
DPT : Devlet Planlama Teşkilatı
TÜİK : Türkiye İstatistik Kurumu
DİE : Devlet İstatistik Enstitüsü
SSK : Sosyal Sigortalar Kurumu
SHÇEK : Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme
Kurumu
STK : Sivil Toplum Kuruluşları
SYDF : Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Teşvik
Fonu
SNT : Şartlı Nakit Transferi
DAO : Dışa Açıklık Oranı
GİRİŞ
İkinci Dünya savaşı sonrası (1945-1975) döneminde özellikle gelişmiş
Batı ülkelerinde, yaşanan yasal ve kurumsal gelişmelerin paralelinde, fordist
kitlesel üretim sistemiyle birlikte sermayede büyüme süreci ve sosyal devlet
politikalarının uygulandığı Keynesyen ekonomi politikaları etkin olmuştur. Bu
dönemde, piyasa ekonomisinde devlete duyulan gereksinim geniş kesimler
tarafından benimsenerek, Müdahaleci Devlet anlayışı benimsenmiş ve sosyal
devletin işlevleri genişlemiştir.
Sosyal devlet anlayışı sonucu, sosyal politikalar, devletin eğitim ve
sağlıktan, konut, sosyal güvenlik, çevre, istihdam, gelir dağılımı ve çalışma
koşullarının düzenlenmesine kadar bir çok konuda geniş bir uygulama alanı
bulup, hızla gelişmiştir. 1945-1975 yılları arası, sosyal devletin altın çağı
olarak nitelendirilmiş, bu dönemde pek çok ülkede gelir eşitsizliğini önemli
ölçüde azaltacak politikalar benimsenip, bu politikaların uygulanabilmesi için
giderek artan ölçekte kamu harcamaları gerçekleşmiştir. Bu süreçte sendikal
haklar gelişip güçlenmiş, ücretler yükselmiş, sosyal refah göstergeleri pozitif
yönde ve artan oranda gelişmiştir. Keynesyen iktisada göre; kitlesel işsizlik,
bir işgücü arzı problemi değildir. İşsizlik aksine bir talep sorunudur.
Ancak, Keynesçi ekonomi politikaları, 1970’li yıllarla beraber önemli bir
dönüşüm yaşamıştır. Bu dönüşümün en önemli nedenleri olarak, 1970’li
yıllarda yükselen enflasyonla birlikte yatırımlarda ortaya çıkan durgunluk,
düşük verimlilik oranları, işsizlik oranının artışı ve sermayenin karlılık
oranlarındaki düşüşlerin yaşanmasıyla kendini gösteren büyük ekonomik
krizdir. Bu krizin uzun dönemli ve yapısal olacağına yönelik inanç, sorunun
aşılması konusunda, sosyal devlete karşı çıkan, devletin küçültülmesi
gerektiğinin ileri süren yeni politika anlayışları hakim hale gelmiştir. Bu
politikalar neo liberal iktisat politikalarıdır. Piyasa mekanizmasını
güçlendirmek üzere uygulamaya konan neo liberal iktisat politikaları
2
toplumsal kaynakların özel sermaye lehine yeniden dağıtımını
gerçekleştirmeye dönük politika önerilerini içermektedir. Bu çerçevede neo
liberal politikalar, piyasa mekanizmasının toplumsal kaynakları ve gelirin
dağıtımını en iyi şekilde gerçekleştiren mekanizma olduğunu ve piyasa
mekanizmasına herhangi bir müdahalenin ekonomik etkinliği yok edeceğini
temel yaklaşım olarak kabul etmektedir.
Bu gelişmelerle birlikte, 20. yüzyılın sonuna gelindiğinde; Dünya’da
devrim niteliğinde gelişmeler, hızını sürekli artırarak devam etmiştir.
Küreselleşme olarak tanımlanan bu süreçte, teknolojik atılımın ve ekonomik
büyümenin şimdiye kadar görülmediği kadar hızlandığı, iletişim ve ulaşımda
yüksek teknolojilerin hakim olduğu görülmektedir. Bilgi toplumunun oluşması
ile günümüzde hizmetler, bilgi ağı ile dünya çapında istenilen her yere
gönderilmekte, sanayi ülkeleri arasındaki ürün ticaretinde yüksek artış
yaşanmakta, sermayenin mobilitesinde şimdiye kadar görülmeyen bir hız
yaşanmaktadır. Yaşanan bu gelişmeler siyasal, ekonomik, toplumsal ve
kültürel açılardan, büyük bir değişimi de beraberinde getirmiştir.
Diğer yandan, 1970 ‘li yıllarda yaşanan krizler Azgelişmiş Ülkeleri da
etkisine alarak, dış ticaret açıkları, yüksek enflasyon, dış borç sorunu gibi
sorunları ağırlaştırmıştır. Bu süreçte önce azgelişmiş ülkeler ve daha sonra
da geçiş ekonomileri olarak adlandırılan eski sosyalist ülkeler, çoğu kez IMF
ve Dünya Bankası güdümünde Yapısal Uyum Politikaları ve İstikrar
Politikalarını uygulayarak dışa açık piyasa ekonomisine dayalı neo liberal
politikaları uygulama süreci yaşamışlardır. Böylece bütün dünyada yapısal
uyum ve istikrar politikalarının uygulanmasıyla, neo liberal politikalar hemen
hemen bütün dünyada egemen olmuştur.
Türkiye küresel ekonomiye eklemlenme doğrultusunda, istikrar ve
yapısal uyum politikalarını uygulayan bir ülke olarak, IMF ile yakın ilişkilerde
olduğu da dikkate alınarak, söz konusu politikaların içeriği önemlidir. Temel
hedeflerin artık istikrar ve yapısal uyum olarak belirlendiği bir ekonomide, her
3
şey piyasa tarafından belirlenmektedir. Bu politikalarda, her tür devlet
müdahalesi reddedilerek, kamu sektörünün ciddi biçimde daraltılması, mal ve
faktör piyasalarının etkinliğinin arttırılması, finansal sektörün ve dış ticaretin
serbestleştirilmesi, ekonominin yabancı sermayeye açılımı anlayışı hakimdir.
Neo liberal çözümde, fiyat mekanizması aracılığı ile yapısal dönüşüm
sağlanmaktadır. Bir başka ifade ile, ekonominin maksimum derecede dışa
açılımının sağlanmasına çalışılarak en uygun göreli fiyat sistemine ulaşmak
hedeflenmektedir.
Bu çerçevede, neo liberal görüşe dayalı iktisat ve kamu politikaları
çeşitli araçlar kullanmaktadır. Bunlar, kısa vadede reel ücretlerin
düşürülmesi, orta ve uzun vadede ise artışın düşük tutularak, toplam talebin
kısılmasının sağlanmasıdır. Bunun yanı sıra işletmelerin rantabilitesinin
arttırılmasının sağlanması, yüksek faiz politikası ile tasarrufların arttırılması,
tüketimin kısılması ve sermaye kaçışının önlenmesi, sıkı maliye politikası
yoluyla bütçe açığının kapatılması, kamu harcamalarının kısılması ve
vergilerin arttırılması, bunun yanında fiyatların serbest bırakılması, özellikle
tarım sektöründeki sübvansiyonların azaltılması ve fiyatların piyasa
koşullarına göre belirlenmesi, kamu sektörünün alanının daraltılması, bu
bağlamda KİT’lerin özelleştirilmesi, kur ayarlaması veya başka bir ifadeyle
sürekli devalüasyon ile ihracatı arttırıp ödemeler bilançosunun düzeltilmesi ve
emek piyasasının düzenlenmesinde esnek düzenlemelere gidilmesi, istihdam
edilme koşullarına esneklik kazandırılması şeklinde özetlenebilir.
IMF ve Dünya Bankasının 1970 yılları AGÜ’lerin borç problemlerinin
çözümüne katkıda bulunmak üzere, koşulluluk çerçevesinde kredi tahsisinde
bulunmuşlardır. 1980-84 döneminde altmıştan fazla ülke IMF ile stand-by
anlaşmasına uygun politikalar benimsemiş olup, bu bağlamda IMF kendisine
başvuran ülkelerin ekonomi politikalarını yönlendiren bir kurum olmuştur.
Dünya bir taraftan neo liberal politikalarla hızla küreselleşirken, diğer
yandan; gelir dağılımı eşitsizliği ve yoksulluğun, özellikle AGÜ olmak üzere,
4
bir çok ülkede sosyal ve siyasal açıdan kaygı verici boyutlara ulaştı yapılan
araştırmalarca saptanmıştır.
Bütünleşen dünya anlamında küreselleşme sürecinde yoksulluğun
boyutunu vurgulamak üzere Dünya Bankası’nın bu konuya önem verdiği
yoksulluğun boyutlarının araştırıldığı raporlardan anlaşılmaktadır. 20. yüzyılın
sonu ve 21. yüzyılın başındaki en önemli araştırma konularından biri de
yoksulluktur. Dünya bankası raporlarında ifade edildiği gibi (2000/2001 Dünya
kalkınma Raporu) , günlük bir doların altında gelir elde eden yoksulların
toplam dünya nüfusu içerisindeki payı 2001 yılı itibariyle %21,1 olup, günlük
iki doların altında yaşayan insan sayısının toplam dünya nüfusu içerisindeki
payı ise % 52,9 dur. Dolayısıyla uluslar arası yoksulluk çizgisi günlük iki
dolara yükseldiğinde, yoksulluğun çok daha yüksek oranları gösteriyor olması
bir dolarlık yoksulluk çizgisi civarında önemli bir yığılma olduğunun
göstergesidir. Bunun yanında , dünyada yoksulluğun en yoğun yaşandığı
bölgeler Sahra altı Afrika ve Güney Asya bölgeleridir.
Söz konusu raporda dikkati çeken diğer bir husus ise, yoksulluk
oranının bölgeler arasındaki farklılığıdır. Bu ise küreselleşen dünya
ekonomisi için en önemli problem olarak ifade edilmektedir.
Günümüzde devletlerinin sosyal devlet olması gereği, gelir
dağılımındaki adaletsizliklerin giderilmesi , yoksulluğun azaltılması hayat
standardının yükseltilmesi, toplumu oluşturan bireylerin yeterli ve istikrarlı bir
gelir seviyesine ulaştırılması, öncelikli hedefleri arasındadır. Türkiye’nin
gündemine ise yoksulluk sorunu 1990 yıllarından itibaren yerleşmiştir.
Yoksulluk, temelde AGÜ’lerin sorunu olarak ele alınsa bile, gelişmiş
ülkelerde de gündemi işgal etmektedir. Avrupa Topluluğu’na üye ülkelerde,
işsizliğin 1970’li yıllarda, ekonomik büyümeye karşın, çok büyük bir hızla
artması, nüfusun yaklaşık üçte biri yoksulluk sınırına yakın gelir düzeyine
5
gerilemesine yol açtığı ve bu gerileme ise sosyal birlikteliği tehdit eder
boyutlara ulaştığı gözlemlenmektedir.
Dünyada yoksulluğun belli başlı bütün ölçütlere göre artış eğilimine
girdiği ve önlem alınamaz ise daha da artacağı konusunda görüş birliği
bulunmaktadır. Dünya Bankası, bu sayının 1990 yılında, 1980 yılına oranla
200 milyon artarak bir milyara, 2000 yılında ile bu artış eğilimini sürdürerek
1.2 milyara ulaştığını belirtmiştir.
Yoksulluk tahminlere göre, dünya nüfusunun önümüzdeki yıllarda
önemli ölçüde artacağı, bununda tamamına yakın bir kısmının (%97)
AGÜ’den kaynaklanacak olması, yoksulluğa ilişkin kaygıları daha da
arttırmaktadır. II. Dünya Savaşının ardından 1980’lere kadar bütün dünyada
yaygın olan görüş, yoksullukla doğrudan mücadele amacını güden ve esas
olarak bir sosyal güvenlik ağını öngören sosyal politikalar niteliğinde iken,
“küreselleşme” döneminin bir ürünü olarak görülebilecek neo liberal
politikalar, doğrudan yoksulluğu azaltmak şeklinde olmayıp, dolaylı olarak
yoksulluğu azalttığı ileri sürülen, yoksulluğun önemli bir kaynağı olan işsizlik
sorununu azaltmak ile iktisadi büyümeyi sağlayacak türden politikalardır.
Küreselleşme ile birlikte işgücü piyasaları, finansal piyasalar, mal ve
hizmet piyasalarında meydana gelen değişmeleri ve bu değişmeleri gelir
dağılımı ve yoksulluk üzerine etkilerin incelenmesi, ayrıca küreselleşme
sürecinde sosyal politikaların evriminin yoksulluk ve gelir dağılımına etkisini
incelemek tezin amacıdır.
Bilindiği gibi kamu harcamaları, devletin toplumsal kaynaklarının
dağılımını ve kullanımını etkilediği önemli bir maliye politikası aracıdır. Bunun
yanında, kamu harcamalarının miktar ve bileşimindeki değişimler devletin
işlevlerindeki değişimi yansıtma özelliğine sahiptir. Bu nedenle kamu
harcamalarının gelir dağılımındaki etkisi incelenirken, devletin işlevlerindeki
meydana gelen değişimlerde incelenmesi gerekmektedir.
6
Devletin elinde gelir dağılımındaki adaletsizliği gidermek üzere, iki
mali araç vardır. Bunlar kamu harcamaları ve vergilerdir. Adil gelir dağılımını
gerçekleştirmek için, kamu transfer harcamaları yoluyla düşük gelir
gruplarına gelir aktarımı yoluna gidebilmektedir. Türkiye’de cari harcamaların
ve yatırım harcamalarının bütçe içindeki payının azalması, bunun yanında
transfer harcamalarının da payının artması dikkat çekicidir. Ancak bunun
yanında transfer harcama kalemlerindeki bazı kalemlerin oransal olarak
artması, sosyal politikalarının belirlenmesi, gelir eşitsizliği ve yoksullukla
mücadele politikalarının belirlenmesi açısından önemlidir.
Tez çalışması dört bölümden oluşmaktadır. Bu çalışmanın birinci
bölümünde küreselleşmenin tanımı, oluşumu ve sosyal politikalar üzerindeki
etkileri dikkate alınmış olup, ikinci bölümde dünyadaki ve Türkiye’deki gelir
dağılımı ve yoksulluk politikalarının belirlenmesinde etkili olan, yoksulluk
düzeyinin belirlenmesi, yöntemleri yoksulluk kavramının tanımları, ölçüm
yöntemleri incelenmiştir. Ayrıca gelir dağılımı çeşitlerine yer verilerek,
dünyadaki yoksulluğun ve gelir dağılımının profili ortaya çıkartılacak ve
küreselleşme ile yoksulluk arasındaki ilişki araştırılacaktır.
Üçüncü bölümde ise, Türkiye’de 1980 sonrası süreç ele alınacaktır.
1980 yılı ve sonrasında Türkiye’de kalkınma planları çerçevesinde ithal
ikameci sanayileşme politikası terkedilmiş ve serbest piyasa ekonomisi
kurallarının geçerli olduğu ihracata dayalı sanayileşme politikası devreye
girmiştir.1980 yılından itibaren ülkedeki tüm sektörlerde bir deregülasyon
sürecine girilmiş ve bu yönde kurumsal düzenlemeler yapılmıştır.
Ekonominin dışa açılması mal, hizmet ve sermaye hareketlerinin
önündeki engellerin kaldırılması, serbestleşme ve deregülasyon yoluyla olur.
Türkiye’de dış ticaret esas olarak 1980’lerde ve özellikle 1996’daki Avrupa
Birliği ile kurulan gümrük birliği ile serbestleşmiştir. Mali serbestleşme ise
1981’de faiz hadleri üzerindeki kontrollerin kalkması, 1984’de döviz ticaretinin
serbestleşmesi, 1986’da İstanbul Menkul Kıymetler Borsasının kurulması,
7
1987’de Merkez Bankasının açık piyasa işlemleri yapmaya başlaması ve
1989 yılında 32 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile finans piyasaları
tamamen serbestleştirilmiştir.
Diğer yandan, 1980 sonrası dönemde ekonomik ayrıma göre
konsolide bütçe kalemlerinde oluşan değişim incelendiğinde, transfer
harcamalarının bütçe içindeki payının reel harcamalara oranla giderek artış
eğilimi içerisine girmiştir. Transfer harcamalarında gözlenen artış eğiliminin
en önemli nedeni, transfer harcamaları içinde yer alan faiz ödemelerinin
sürekli artmasıdır. 1980 yılında transfer harcamalarının GSMH’ya oranı %7.5
iken 2005 yılına gelindiğinde bu oran %19,3 olmuştur. Bunun yanısıra,
transfer harcamaları içerisindeki faiz harcamalarının payı 1980 yılında %2,7
iken, 2004 yılında %57,0’ a ulaşmıştır. Bilindiği gibi konsolide bütçe kalemleri
içinde yer alan faiz ödemeleri, devlete borç verebilecek gelir düzeyine sahip,
yüksek gelirli sermaye sahibine yapılan ödemelerdir.
Kamu gelirlerinin en büyük kaynağı olan vergi gelirlerinin, 1980
sonrası gelişimi incelendiğinde ise, önemli bir değişim görülmektedir. Toplam
vergi gelirleri içerisinde dolaylı vergilerin payı artarken, doğrudan vergilerin
payı azalmaktadır.
Vergiler konusundaki en önemli yeniliklerden birisi de 1 Ocak 1985
yılında yürürlüğe giren (KDV) Katma Değer Vergisidir. KDV ile amaçlanan
yaratılan ek gelirin vergilenmesidir.
Bununla yanında, 29 Temmuz 1998 tarih ve 4369 sayılı vergi yasası
çıkmıştır. Bu yasa ile ekonomi kayıt içerisine alınması hedeflenmektedir.
Yasa, mali milat adıyla saptanan bir günde kayıt dışında kalmış para ve
değerli varlıkların nereden buldun sorusuyla karşılamadan kayıt içerisine
almayı hedeflemiş, ancak bu yasa 1999 yılı ortalarında yaşanmakta olan
ekonomik bunalım da gerekçe gösterilerek ertelenmiştir.
8
Bu gelişmelerin de ışığında, bu bölümde Türkiye’nin küreselleşen
dünyaya eklemlenmesin ve 1980’den bu yana uygulanan neo liberal
politikaların sosyal politikalar üzerinde oluşturduğu dönüşüm ve bu
dönüşümün gelir dağılımı ve yoksulluk üzerindeki etkileri araştırılacaktır.
Çalışmanın dördüncü bölümünde, küreselleşme ile transfer
harcamaları arasındaki ilişkinin, nasıl geliştiğine dair uygulama yapılacaktır.
9
BİRİNCİ BÖLÜM
KÜRESELLEŞME VE SOSYAL POLİTİKALAR
Hızla gelişen ve yaygınlaşan bilgi ve iletişim teknolojilerin de katkısıyla,
küreselleşme ülkelerin ekonomik ve sosyal gelişmelerini önemli ölçüde
etkilemektedir (DPT, 2006: 5).
Küreselleşme, ortaya çıkmasındaki nedenler ve etkileri açısından da
çok farklı görüşler içeren tartışmalı bir konudur. Ayrıca, küreselleşme
tartışmaları, son çeyrek yüzyılda bütün dünyada giderek yaygınlaşan
neoliberal iktisat politikalarıyla ilişkilendirilmektedir (Şenses, 2004: 1).
1980 sonrası uygulanan ekonomik serbestleşme, ihracata dönük
büyüme biçiminde sunulan yeni liberal ekonomik akım, esasen son üç yüz
yılda ulus devletin meydana getirdiği tüm kurum, kural ve yapılanmaları
etkileyerek, sosyal devlet uygulamalarında da değişikliler meydana getirmiştir
(Temiz, 2004: 76).
1.1. KÜRESELLEŞME KAVRAMININ TANIMI
Yaygın olarak kullanılan küreselleşme kavramı, son yıllarda üzerinde
çok tartışılan, üzerine çok farklı anlam ve değerler yüklenen, çok farklı
tanımlamalara ve nitelemelere konu olan bir kavramdır.
Küreselleşme, ekonomiden siyasete, sosyal politikadan kültüre,
hemen hemen yeryüzünün her alanındaki değişimi ifade etmek için
kullanılan “sihirli” bir sözcük haline gelmiş, Alman kömür endüstrisindeki
10
gerilemeden, Japon gençlerinin alışkanlıklarını açıklamaya kadar, geniş bir
alanda kullanılan “klişe”ye dönüşmüştür (Berger, 1997: 23).
Küreselleşmenin en yaygın kullanımda, mal ve hizmetlerin, üretim
faktörlerinin, teknolojik birikimin ve finansal kaynakların ülkeler arasında
serbestçe dolaşabildiği, faktör, mal, hizmet ve finans piyasalarının giderek
bütünleştiği bir süreçtir. Ulus devletlerin etkisinin azalarak, çok uluslu
şirketlerin giderek baskın bir rol üstlenmeleri, küreselleşme sürecinin en
belirgin özelliklerindendir. İktisat dışında sosyal bilimcilerde küreselleşmeyi
“sosyal ilişkilerde ve karşılıklı bağımlılıkta dünya çapında artış” şeklinde
tanımlamaktadırlar (Şenses, 2004: 1).
Yirminci yüzyılın son çeyreğinde, üretim ve emek süreçlerinden çok
ulaşım maliyetlerinin düşüşü ve iletişim teknolojilerindeki gelişmeler
beraberinde yeni bir süreç başlatmıştır. Bu yeni süreç kapitalizmin
küreselleşmesi şeklinde ifade edilmektedir (Akkaya, 2003: 1).
Teknoloji ve iletişimdeki gelişmelerin etkileyip, yönlendirdiği süreçler
küreselleşme kavramı ile açıklanmaya çalışılmaktadır. Bilginin,
hammaddenin, mal ve hizmetlerin artan bir şekilde uluslararası dolaşım ve
paylaşıma girmesi 20.yüzyılda meydana gelen bir gelişmedir. Özellikle 1980’li
yıllardan sonra ekonomik ilişkiler yaygınlaşmış, ideolojik farklılıkları temel alan
kutuplaşmalar çözülmüş, dünya ekonomisi hızla liberalleşme sürecine girmiş,
kültürler, inançlar ve idealler sınırları aşarak daha benzer bir hale dönüşmeye
başlamıştır (Erbay, 1996: 3).
Küreselleşme konusunda sosyal bilimlerin farklı dallarında, farklı
tanımlamalar yapılmasına karşın, tanımların birçoğunda ekonomik ve siyasi
boyut öne çıkmaktadır. Öncelikle küreselleşme birçok yazar tarafından
küresel bir ekonominin varolmasıyla eşanlamlı kullanılmaktadır (Erdoğan,
2003: 8).
11
Ekonomik boyut öne çıkarılarak yapılan tanımlarda küreselleşme,
ekonomik faaliyetlerin dünya çapında birbirine bağlanması, bağımlı hale
gelmesi olarak algılanmaktadır. Buna göre küreselleşme, sermaye, yönetim,
istihdam, bilgi, doğal kaynakların ve organizasyonun uluslararasılaştığı ve
tam anlamıyla karşılıklı bağımlılaştığı bir ekonomik ve siyasi yapılanmadır. Bu
yeni yapılanma içinde ekonomik rekabetin zemini milli ekonomiler olmaktan
çıkarak dünya gezegeninin (globus) tamamı haline gelmektedir (Koçdemir,
2000: 154).
Küreselleşme, küreselleşmenin baş aktörleri olarak görülen kurumlar
tarafından ise şu şekilde tanımlanmaktadır. Küreselleşme ticaret ve finansın
entegrasyonu’dur (IMF, 2002: 108). Benzer bir tanımla küreselleşme süreci;
dünyadaki ekonomilerin ve toplumların süregiden bütünleşmesidir (Dünya
Bankası, 2002: iii).
Amerikan Ulusal Savunma Enstitüsü küreselleşmeyi “malların,
hizmetlerin, paranın, teknolojinin, fikirlerin, enformasyonun, kültürün ve
halkların hızlı ve sürekli bir biçimde sınır ötesine akışı” biçiminde
tanımlamaktadır. Bu enstitünün yaptığı bir çalışmaya göre küreselleşme
sayesinde ülkelerin ekonomileri arasında daha önce örneği görülmemiş bir
bütünleşme sağlanmakta, bir enformasyon devrimi yaşanmakta ve pazarlar,
şirketler, örgütler ve yönetim uluslararası hale gelmektedir
Kuşkusuz bu tanımlamanın geçerliliği tartışmalıdır. Öncelikle
küreselleşme, konuya bakış açısına, coğrafi, siyasal ve ekonomik duruma
göre farklılıklar göstermektedir. Malların serbest dolaşımı güçlü ekonomiye
sahip devletlerin veya uluslararası işletmelerin bütün ürünlerini veya hemen
hemen bütün ürünlerini serbestçe bütün ülkelere satma olanağına sahip olsa
da bazı ülkelerin ürünlerini gelişmiş ülkelerin pazarlarına sokabilmek için
karşılaştıkları güçlükler söz konusudur. Pek çok ülke ekonomisini hala yüksek
gümrük vergileri ile korumaktadır. Tarife dışı engeller devam etmekte hatta
artmaktadır (Tağraf, 2002: 35).
12
Bunun yanında “yeni bir dünya düzeninin değil, fakat yeni dünya
düzensizliğinin, hatta üst üste geçen ve rekabet halindeki otoritelerin, çoklu
bağlılıkların ve kimliklerin, prizmatik uzay ve inanç nosyonlarının oluşturduğu
“yeni bir ortaçağ işaretçisi olarak görülebileceği” ni ileri süren yaklaşımlar da
bulunmaktadır (Bağce, 1997: 75).
Diğer bir yaklaşımla küreselleşme, soğuk savaş döneminden sonra
Batı’nın zaferini yeni bir açılımla dünya geneline yayması olarak
nitelendirilmektedir. Bu bağlamda “yaşanan süreç, dağılma, sömürgeleşme ve
demokratikleşme sürecinde daha geriye savrulma anlamına gelmektedir. Bu
yaklaşıma göre küreselleşme, emperyalizmin yeni bir yüzüdür. Hatta
küreselleşme, “bu yüzyılın başında terminolojiye girmiş olan emperyalizmin
kendisidir. Emperyalizm denen olguya saygınlık kazandırma, emperyalizm
karşısında çaresizlik yaratma çabasıdır.” (Boratav, 1995: 21).
Günümüzde küreselleşme konusunda çok geniş bir literatür ve
küreselleşmeye ilişkin birbirinden tümüyle farklı yaklaşımlar ortaya çıkmıştır.
Küreselleşme olgusunu toplumsal hayatın yeniden düzenlenmesini
içeren siyasi/ iktisadi önlemler reçetesi olarak gören neoliberal felsefenin
yaklaşımı ise; küreselleşme kendi nesnel yasalarına sahip sanki karşı
konulamaz bir süreçtir. Dolayısıyla tüm ülkelerin bu sihirli akımdan
yararlanabilmesi için gerekli toplumsal, iktisadi, siyasi düzenlemeleri (yapısal
düzenlemeler) başarması gerekmektedir. Neoliberal küreselleşmenin
nimetlerinden yararlanmanın koşulu bu yapısal düzenlemeleri yürürlüğe
sokabilmektir (Yeldan, 2004: 429).
Küreselleşmede iki süreç vardır. Sermayenin serbest dolaşımı,
hacminin artması, hızlanması ve yaygınlaşması ile teknolojik gelişmelerdir.
Ekonomik ve finansal boyutu ön plana çıkartılarak küreselleşmenin tanımı
yapıldığında; Küreselleşme, iletişim ve bilişim teknolojilerindeki gelişme ile
üretim teknolojilerinde meydana gelen hızlı değişiminde etkisi ile dünya
13
ekonomilerinin birbirlerine eklemlenmesi, üretim ilişkilerinin yeniden
belirlenmesi, ve neticesinde dışa açık ekonomi modelinin hemem hemen tüm
ülkelerde uygulanmasıdır. Başka bir ifadeyle dünya ekonomilerinin
birbirleriyle bütünleşmesidir.
1.2. KÜRESELEŞMENİN GELİŞİM AŞAMALARI (EVRELERİ)
Bilişim ve iletişim teknolojilerindeki hızlı gelişimi, taşıma ve ulaşım
maliyetlerindeki azalma, ve bunların üretim teknikleri ve piyasalar ile
bütünleşmesi sonucu hızlanan ve küreselleşme olarak nitelenen sürecin
ortaya çıkmasının kökenleri neoliberal politikaların 1970’li yılların sonlarından
itibaren uygulanmasının yaygınlaşmasıyla ilişkilendirilebilir (Şenses, 2004: 2).
Dünya tarihinin son iki yüzyıllık tarihi, iki ayrı uzun salınım altında, iki
adet küreselleşme evresinin gerçekleşmiş olduğunu göstermektedir. Bu
evrelerden birincisi 18. yüzyıl sanayi devrimini takiben, 1870-1913 yılları
arasıdır. Bu yıllara damgasını vuran ilk küreselleşme dalgasının temel özelliği,
para piyasalarında ve ticarette altın standartının norm kabul edilmiş olmasıdır.
Birinci ve İkinci Dünya savaşları ve ulusal devletlerin görece bağımsız
kalkınma ve ticaret politikalarıyla şekillenen 1914-1980 yılları arasından sonra
dünya ölçeğinde yeni bir küreselleşme dönemine girildiği görülmektedir
(Yeldan, 2004: 431-432).
Gerçek anlamda bütünleşmiş bir dünya ticaret sistemi ondokuzuncu
yüzyılın ikinci yarısında oluşturulduğu için, uluslararası ekonominin karmaşık
bir göreli açıklık- kapalılık hikayesi vardır. Denizaltı telgraf kabloları
1860’lardan itibaren kıtalararası piyasaları birbirine bağlanması, günümüz
elektronik ticaretinden çok büyük bir yeniliktir. Binlerce mil uzaklıktaki yerlerle
günlük ticareti ve fiyat belirlemeyi olanaklı hale getiren bu yenilik, kıtalararası
iletişimi olanaklı kılarak, hem portfolyo, hem de doğrudan yatırım biçiminde,
14
büyük çaplı uluslararası para akışının hızını arttırmıştır. 1870-1913 arası Belle
Epoque ekonomisi büyük ölçüde uluslararasılaşmış bir ekonomiydi. 1913’te
İngiltere’de ticaretin gayri safi yurtiçi hasılaya oranı %44.7’dir. Bu oran iki
savaş arası dönemdeki çarpıcı düşüşten sonra, 1973’te % 39.3’e yükselmiş,
1993 itibariyle bu oran %40.5’tir. Fransa ve Almanya’da benzer bir görünüm
sergilemektedir (Hirst ve Thompson, 2003: 10).
Kapitalizmin, ülkelerin içe kapandıkları dönemleri ile hızla dışa
açıldıkları dönemlerini birbirinden ayırmak gerekir. 1870-1913 dönemi, dış
ticaretin serbestleşmenin hız kazandığı, sermayenin küresel anlamda hızla
yer değiştirdiği, büyük göçlerle işgücünün de serbest dolaşımına olanak
tanındığı küresel kapitalizm olarak ifade edilmektedir. Diğer taraftan iki Dünya
Savaşı ve Büyük Dünya Bunalımı’nın belirleyici olduğu 1913-1945 dönemi
ise, öncekinin aksine, hemen hemen her alanda içe kapalı politikaların
uygulandığı ve dünya ticaretinin önemli ölçüde daraldığı bir dönem olarak
tanımlanmaktadır. Bu iki dönem azgelişmiş ülkeler açısından farklı anlamlar
taşımaktadır. İlkinde sömürgeci yönetimler aracılığı ile bu ülkelerin dünya
ekonomisi ile bütünleşmeye zorlanırken, ikincisinde kimi Latin Amerika
ülkeleri ve Türkiye gibi siyasal açıdan bağımsız ülkelerde sanayileşmeye
dayalı kalkınma stratejilerinin uygulamaya koyabilmiştir. Bazı gözlemciler,
uluslararası ekonominin bugün ulaştığı konum itibariyle, birinci küreselleşme
döneminin yaşandığı 1870-1913 dönemiyle kıyaslandığında, daha az açık ve
daha az bütünleşmiş bir görünüm içinde olduğuna işaret etmektedirler. Diğer
bazı gözlemciler ise, bu sürecin küreselleşmeden çok uluslararasılaşma
olarak değerlendirilebileceğini savunmaktadır (Şenses, 2004: 12).
Bunalımlı 1920’lerin ardından serbest piyasa modeline karşılık
şüpheler artarken, bu bunalıma karşı öne sürülen alternatiflere karşı liberal
yanıt “Keynesyenizm” oldu (Ölmezoğulları, 1995: 15).
Keynesyen ekonomik anlayış, devlet müdahalesinin ön planda
tutulduğu, talep yanlı politikalarıyla satın alma gücü yaratılmasına
15
dayanıyordu. Bu tip ekonomik politikaların sonucu olarak “Fordist” üretim
organizasyonları doğdu. Fordist yapılanmalar, geniş ölçekli üretim
birimlerinde yine çok sayıda iş görenin istihdam edilmesinden oluşmaktaydı.
Standartlaştırılmış ve küçük parçalara ayrılmış işlerde çalışanlar yine standart
ve eskiye oranla daha yüksek ücretler alıyorlardı. Bu yapı aynı zamanda
Keynesyen ekonomik politikaların hedefleriyle örtüşmekteydi. Buradan
hareketle fordizmin yapısı genel olarak, seri ve kitlesel üretimdir. Korunmuş
bir ulusal Pazar sistemiyle bağlantılıdır. Bu sistem seri üretim yapanların sabit
giderlerini karşılamada da yardımcı olmaktadır. Ayrıca seri üretim modeli
talepteki ani düşüşler karşısında duyarlıdır. Özellikle bunalım dönemlerinde
ücretler yükseltilmiş, kredi olanakları arttırılmış, ücretsiz kesime yapılan maddi
yardımlar da arttırılmıştır. Böylelikle talepteki ani düşüşler önlenmek
istenmiştir (Bozkurt, 1996: 48).
Ancak 1970’lerin başından itibaren bu yapı işlerliğini yitirmeye
başlamıştır. İç pazarların doyması ve tüketicilerin seri üretim ürünleri yerine
kendi kişisel ihtiyaçlarına cevap veren esnek tarzdaki ürünleri tercih etmesi,
diğer bir deyişle “tüketicinin nazlanır hale gelmesi” hammadde fiyatlarının
aşırı yükselmesi, Bretton Woods’la birlikte kurulan döviz sisteminin çözülmesi
Keynesyen modelin sorgulanması sonucunu doğurmuştur. Çünkü teorinin en
önemli tezlerinden yüksek enflasyonun beraberinde istihdam hacmini
genişleteceği öngörüsü başarısız olmuş ve istihdamın korunması için getirilen
sosyal önlemler artık üretim yapabilmek için önemli bir külfet olmuştur. Ayrıca
sosyal dengeyi sağlamak için kamu harcamalarının boyutları oldukça
büyümüş ve bu durum devletin müdahalesini etkisizleştirmiştir (Bozkurt, 1996:
50).
Böyle bir ortamda üretim sürecinde, çıkış noktasını yüksek teknolojiler
oluşturmuştur. Ayrıca söz konusu dönemde nispeten daha liberal politikaların
uygulandığı Japonya ve diğer bazı Güneydoğu Asya ülkelerinin bunalımı
rahatlıkla atlattıkları izlenmektedir. Japon modeli ürün elastikiyetine
dayanıyordu ve ileri teknoloji kullanımına elverişliydi. Bununla birlikte
16
Amerikalı iktisatçı Freidman’nın yeni monetarist görüşleri hükümetler için ilgi
çekici alternatifler oluşturuyordu.
Artık ekonominin organizasyonu neo liberal politikaların getirdiği ilkeler
uyarınca yapılıyordu. Ulusal ekonomileri koruyan gümrük duvarları kaldırılmış,
istihdam üzerindeki sosyal amaçlı korumalar zayıflatılmıştı. 1980’lerde anılan
politikaları uygulan hükümetler dünya çapında iktidara gelmeye başladılar
(ABD’de Reagan, İngiltere’de Theatcher, Almanya’da Kohl, Türkiye’de Özal
hükümetleri örnek olarak gösterilebilir). Ayrıca 1980’lerin sonunda liberal batı
toplumlarının karşısındaki en önemli alternatif olan sosyalist modelde
çözülünce “küreselleşmenin” kavram olarak da “küreselleşmesi” önünde hiçbir
engel kalmadı. Bretton Woods anlaşması dünya ekonomisinin işlerliğinin
birçok yönden etkilemesi bakımından önem taşımaktadır. Bretton Woods
sistemi devletlere refah ve kalkınma masraflarını karşılamaları için düşük riskli
belirli bir finans akımını garanti etmekteydi. İkinci olarak bu sistem,
uluslararası finansal işlemlerin, artan dış finansman ihtiyaçlarını karşılama
konusundaki güvenirliliğine olan inancı besleyerek çöküşünü takip eden
süreçte uluslararası finansal etkinliklerin serbestleşmesi için uygun bir ortam
sağlamaktaydı. Ayrıca 1973 petrol krizinin sonucu olarak OPEC ülkelerinin
anormal döviz fazlalarından kaynaklanan yeni ve daha karlı finansal araçlar
arayışının, finansal karteller üzerinde yarattığı rekabet baskısının varolan
finansal sistemin oluşmasına önemli katkısı bulunmaktadır (Helleiner, 1994:
165).
Bretton Woods sisteminin çöküşü değişen dünya ekonomik sistemin
tek belirleyicisi değildir. Birinci ve ikinci petrol krizleri sonucu petrol
fiyatlarındaki yükselme sonucu, petrol tüketen ülkelerin artan ekonomik yükü
de diğer bir belirleyicidir. Bazı ülkeler, özellikle gelişmiş ülkeler bu artışı
ihracat fiyatlarına yansıtarak karşılamada başarılı olmuşlardır. Ancak
gelişmekte olan ülkeler için durum farklıdır. Üçüncü dünya ülkelerinin dış
borca dayalı büyüme stratejileri, OPEC ülkelerinin ellerindeki riskli ve yüksek
getirili yatırım alanları arayan fonların toplanması sonucu, gelişmiş ülkelerin
17
bu fonları dış borç kullanarak büyüme stratejisi izleyen üçüncü dünya
ülkelerine kanalize etmeleri sonucunda, bu ülkelerde bir borç krizine yol
açmıştır (Erdoğan, 2003: 14).
Finansal krizin derinleşmesiyle, bankalar borç geri ödemelerini
düzenlemek, uluslararası bankalardan yeni fonlar sağlamak, uluslararası
kurumları devreye sokmak ve borçlu ülkelerin ekonomilerini dış ticaret ve
bütçe açıklarını kısarak, kaynakları ekonomik büyümeden borç geri
ödemesine kanalize etme görevini, IMF ve Dünya Bankası gibi kurumlara
vermiştir (Erdoğan, 2003: 14).
1970’li yılların sonunda, aynı amaçlar doğrultusunda birlikte hareket
etmeye başlayan IMF ve Dünya Bankası’nın katkılarıyla neo liberal ekonomi
politikaları azgelişmiş ülkelerin büyük bir kısmına hızla yayılmıştır. Bu
politikalar, mal ve faktör piyasalarında fiyat müdahalelerinin kaldırılması, dış
ticaretin ve finans piyasalarının serbestleştirilmesi, kamu iktisadi
kuruluşlarının özelleştirilmesi, doğrudan yabancı yatırımların ve dış finansal
akımların serbestleştirilmesi, eğitim ve sağlık alanı başta olmak üzere sosyal
hizmet alanlarında özelleştirmelerin yaygınlaştırılması, işgücü piyasalarının
esnekleştirilmesi gibi amaçları ön planda tutarak bu ülkeleri dışa açık serbest
piyasa ekonomisi doğrultusunda dönüştürme yolunda etkili olmuştur (Şenses,
2004: 3).
İki küreselleşme sürecinin yaşandığı son 250 yıllık iktisat tarihine
bakıldığında, en belirgin özellik büyüme oranlarındaki sıçramalardır. Dokuma
tezgahlarındaki hızlı teknolojik gelişmeler 1730’larda başlamış bunları
demiryolları ve buhar gücüne dayalı okyanus ötesi gemi taşımacılığındaki
gelişmeler izlemiştir. Aynı dönemlerde işgücünün kompozisyonu süratle nitelik
değiştirmiş ve örneğin İngiltere’de sanayi sektöründe çalışan işgücünün oranı
1800’lerin başında %30’a, 1840 %47’ye, 1870’de de %49’a ulaşmıştır
(Yeldan, 2004: 431-432).
18
Bu gelişmelerin iktisadi büyüme üzerine etkileri ise açıkça
görülmektedir. Örneğin, 1800’lerin başına kadar neredeyse sabit olan ve
ancak geçimlik düzeyde bir gelir sağlayan büyüme oranları, 19. yüzyıl
boyunca ivme kazanmış ve yıllık ortalama %2’lik hadlerden, 20. yüzyılın ikinci
yarısında yılda %3’ün üzerine taşmıştır. Örneğin dünya kapitalizmin 1580-
1820 arasında önderi konumundaki Hollanda’nın büyüme hızı %0.2 iken,
1820-1890 arasında önder İngiltere’nin yaşadığı büyüme hızı %1.2’dir.
1890’dan başlayarak dünya kapitalizminin hegemonik gücü haline dönüşen
ABD, 1890-1990 arasında yıllık ortalama %2.2 oranında büyüme göstermiştir
(Yeldan, 2004: 432).
1.3 KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE ULUS DEVLET VE ULUSAL POLİTİKALAR
Küreselleşme süreci, ulus devletler açısından çelişkiler ve sorunlar
yaratmakta, bu sorunların çözümünde ulusal politikalar yetersiz kalmaktadır.
Bu anlamda, ulus devletlerin ekonomik, sosyal ve siyasal rollerinin değişip
değişmediği konusunda farklı yaklaşımlar söz konusudur. Ancak,
küreselleşmeyle birlikte, ulus devlet dışındaki (dışşal) değişkenlerin iç politika
üzerindeki etkisinin arttığı ve bu bağlamda ulusal tercih alanlarının daraldığı
da bilinmektedir. Dolayısıyla dışsal rekabetin gerekleri devletlerin kurumsal ve
düzenleyici yapısında önemli değişimleri de beraberinde getirmektedir. Bu
gerekler farklılaşan işgücü ve makro ekonomik politikalar bakımından ulusal
uygulamaların hareket alanını daraltmaktadır (Temiz, 2002: 59).
1960’lı yıllarda, devlet en baskın sosyal varlıktır. Soğuk savaş
döneminde askeri bakımdan başarı sağlanabilmesi için ulusal düzeyde
ekonomik ve sosyal düzenlemelere ihtiyaç duyulması ulus devletin önemini
artırmıştır. Ancak, özellikle 1989 yılında Doğu Blok’unun çözülmesiyle birlikte
19
ulusal düzeyde önceliklerin yerini, küresel düzeyde önceliklerin aldığı ve ulus
devletin yönetişim kapasitesinde değişimlerin gerçekleştiği görülmektedir.
Bu yeni süreçte ulus devletler, küresel sistemin yerel yetkilileri haline
gelmektedir. Artık, kendi ulusal sınırları dahilinde bağımsız olarak ekonomik
faaliyetlerin ya da istihdamın düzeyini etkileme imkanları sınırlanmaktadır. Bu
durum esasen, uluslararası sermaye hareketleri tarafından
şekillendirilmektedir. Ulus devletler artık uluslararası sermayenin yatırımlarını
kolayca gerçekleştirebilmesi için gereken alt yapı hizmetlerini sunma ve
kamusal malları mümkün olan en düşük maliyetlerle sağlama görevini
üstlenme durumuyla karşı karşıya kalmışlardır. (Temiz, 2002: 63-64).
Ulus devletlerin küreselleşme öncesi uygulamaları incelendiğinde,
1929 dünya bunalımı ve savaşın ortaya çıkardığı gereksinimler, piyasa
sistemine güveni kaybetmiştir. Bu durum ise, devlet planlamasına ve
kaynakların sağlanmasında hükümete daha büyük roller verilmesine yol
açmıştır. İkinci dünya savaşını takip eden dönemde kapitalist dünya
planlamayı benimsemiş, bu dönemde devlet, ulusal düzeyde ekonomi
politikalarını, sanayi politikalarını ve işgücü piyasasındaki düzenlemelerde
eşgüdüm sağlayarak sosyal düzeni güvence altına almıştır. Özellikle
Avrupa’da ulus devlet sistemi, mevcut durumun temel niteliğini korumakla
kalmamış, 1970’li yılların ortalarına değin sosyal sorumlulukları da
geliştirmiştir. İkinci Dünya Savaşı sonrası dönem kapitalist sistemin yeniden
yapılandığı bir dönemdir. Bu dönemin en önemli özelliği devletin ekonomik ve
sosyal yaşamda düzenleyici rol üstlenmesidir. Devlet bir yandan üretim ve
fiyat politikaları yoluyla, diğer yandan da vergi politikalarıyla sermaye
birikimini ve gelir dağılımını düzenleme yoluna gitmiş, sosyal devlet anlayışını
benimsemiştir. Sosyal devletin gereği olarak da, Avrupa’da ve bir ölçüde de
ABD’de savaşı izleyen yıllarda devlet, ekonomide gelir dağılımını sağlama,
yoksulluğu azaltma ve sosyal güvenlik harcamalarını düzenleme işlevini
yüklenmiştir. Bu süreçte yaşanan hızlı ekonomik büyümeyle beraber,
sendikalaşmanın güç kazanmasıyla, güçlenen örgütlü çalışan kesim ve reel
20
ücretlerde artış gerçekleşmiştir. Sosyal devlet toplumsal kaynakların
bölüşümünü piyasa mekanizmasına bırakmazken, adil gelir dağılımı için mal,
hizmet ve işgücü piyasalarında aktif rol oynamıştır (Temiz, 2002: 68-70).
Küreselleşme süreciyle beraber, ulus devletler ekonomik gelişmeler
üzerinde artık daha az yetkiye sahiptirler. 1980 sonrası ekonomik
serbestleşme, ulus devlette sosyal devlet uygulamaları kesintiye uğramıştır.
Sermayenin uluslararası hareketliliği ulus devletin ekonomi politikalarındaki
etkisel genişliğini azaltmaktadır. Özellikle finansal piyasalardaki
küreselleşmenin işsizliği azaltma, gelir dağılımında adaleti sağlama gibi
sosyal devlet uygulamalarını etkisiz hale getireceği ifade edilmektedir (Temiz,
2002: 94).
1.4. ULUSLARARASI KURULUŞLARIN KÜRESELLEŞME SÜRECİNE ETKİLERİ
Dünya Bankası, IMF, Dünya Ticaret Örgütü, Birleşmiş Milletler gibi
uluslar arası örgütler, OECD gibi bölgesel işbirliği örgütleri ve AB gibi ulusüstü
örgütler küreselleşmenin hızla yaygınlaşması ve derinleşmesinde etkin
kuruluşlardır. Küreselleşme olgusuyla beraber, çok uluslu şirketler de ön
plana çıkmaktadırlar.
1.4.1. Çokuluslu İşletmelerin Küreselleşme Sürecine Etkileri
Son çeyrek yüzyılda yaşananların küreselleşme sayılabilmesi için
yepyeni bir yapının oluşması gerekir. Önceki dönemin ekonomi alanındaki
önemli müdahale araçlarının ulus devletlerin denetiminden büyük ölçüde
çıkmış olması, denetimin Dünya Bankası, IMF, DTÖ gibi kurumlara
devredilmiş olması, çokuluslu işletmeleri etkisinin artışı, uluslararası mal ve
21
sermaye akımlarındaki hızlı artışla birlikte eskiye kıyasla farklı bir yapının
ortaya çıkmaya başladığının işaretlerini vermektedir.
Pek çok alanda kendini hissettiren küreselleşme olgusu, işletmeleri de
farklı boyutlarda etkilemektedir. İşletmelerin yönetim anlayışları, yapıları, ve
üretim biçimleri gibi pek çok değişik konu ya hızlı bir gelişim süreci içine
girmekte veya tamamen yenilenmektedir. Küreselleşme sürecinin oluşturduğu
yeni durumun temelinde, işletmelerin dünyanın bütün bölgelerinde hiçbir
kısıtlamaya maruz kalmadan tek bir pazar gibi faaliyet gösterebilme çabası
yatmaktadır (Tağraf, 2002: 34).
Çokuluslu işletmeler, küreselleşme sürecinin hızlanması ile daha fazla
ön plana çıkmaktadırlar. Güçlü sermaye yapıları, gelişmiş teknolojiye sahip alt
yapıları ve faaliyet gösterdikleri alanın genişliği sebebiyle, küresel alanda
faaliyetlerini ve rekabet güçlerini kolaylıkla yürütebilmektedirler. Mevcut
rekabet ortamında güçlü bir rekabetçi yapı sergileyen çokuluslu işletmeler,
küreselleşme sürecinin hızlanmasıyla da yakından ilgilidirler. Böyle bir
ortamda yerel pazarlarlarda yerel müşteriye hizmet veren işletmelerin küresel
anlamda faaliyet gösteren çokuluslu işletmelerin rekabeti ile karşı
karşıyadırlar. Bu işletmelerin küresel düzeyde rekabet etmeleri de çok zordur
(Tağraf, 2002: 34).
Çokuluslu işletmeler bakışa göre bazen dinamo bazen de adeta günah
keçileridir. Çokuluslu işletmeler için yazarlar, küreselleşmeyi onların
baskılarının eseri olarak görür, bazı yazarlar ise bunun abartılı olduğunu ve
bu bakışın değiştiğini ileri sürer. Bu şirketlerin her türlü kötülüğün kaynağı
olup olamayacağı tartışma götürebilir ancak dünya ekonomisi üzerindeki
ayrıcalıklı konumları önemli olduğu görülmektedir (Giddens, 2002: 92-93).
Küreselleşme süreciyle ortaya çıkan, teknolojik gelişmeler, bilgi
ekonomisini öne çıkması, dünyada yaşanan neo liberal politikaların yükselişi,
çok uluslu sermayenin küresel bir pazarda gelişmesinde etkili olmuştur.
22
Çokuluslu işletmeler ve doğrudan yabancı sermaye yatırımları, ulusal
ekonomilerin yapısında giderek daha etkili olmaktadırlar. Küreselleşme ile
birlikte işletmelerin hızlı değişim yaşaması çalışma hayatını da önemli ölçüde
etkilemiştir. Çokuluslu şirketlerin ortak özellikleri, birden fazla ülkede faaliyet
göstermeleri, merkezi denetimin olması, bütün şirket bölümleri için birbirine
uygun bir politika izlenmesi, şeklinde belirtilebilir.
Çok uluslu şirketler XIX. Yüzyılın ortalarında doğmuşlardır. II. Dünya
savaşına kadar kurumsallaştıkları bilinmektedir. Çokuluslu şirketlerin
gelişiminde, önceleri hammaddelerin dağılımı etkili iken, son yıllarda küresel
rekabetin artması, ve pazar payı önem kazanmıştır. 20. yüzyılın ortalarına
doğru çalışma ilişkilerini belirleyen pek çok faktör 1990’lı yıllarla birlikte,
küreselleşme sürecinden günümüze kadar önemli değişimlere
uğramıştır.1980’li yılların ortaları ve 1990’lı yılların sonlarına doğru işsizlik
gittikçe artış göstermiş, bir çok ülkede sosyal güvenlik ve sendikal örgütlenme
gerilemiş, sendikal hareketlerle işverenler arasındaki güç dengesi önemli
oranda işveren lehine gelişmiştir. Bu değişimin en önemli nedenlerinde biri
üretim olanakları ve ürünün kalite özellikleri üzerinde evrensel normların
hakim olması rekabet baskılarının artmasıdır. Bu süreç, uluslar arası düzeyde
çokuluslu şirketleşmeye yol açmıştır. Çoğu şirket işgücünü minimum seviyeye
indirerek geçici işçi ve alt işveren(taşeron) kullanarak esnekliği arttırma
yoluna gitmiş, bu durum ise sendikal örgütlerin zayıflamasına neden olmuştur.
1980’li yıllara kadar örgütlenme eğilimini, genellikle olumsuz etkilemeyen
çokuluslu şirketler, ucuz emek, yeni yönetim teknikleri ve yüksek teknolojiye
dayalı üretim ve artan rekabetle üstünlük sağlama çabaları sonucu
sendikalara karşı tavır değiştirmeye başlamışlardır. Günümüzde çokuluslu
şirketler mümkün olduğu kadar sendikasız işletmeyi tercih etmekte, tamamen
dışlayamadıkları durumlarda ise daha uzlaşıcı sendikaları tercih
etmektedirler. Özellikle teknolojik alanda gelişmiş birçok sanayi ülkesinde işçi
sendikaları önemli ölçüde güç kaybına uğramışlardır (Gerşil, 2004; 148-149).
23
Tarihsel süreç içerisinde, hem reel ücretlerin artmasında hem de
sosyal hakların geliştirilmesinde önemli rol oynayan sendikaların
etkisizleştirilmesi hem gelir dağılımının bozulmasında, hem de
yoksullaştırılmada önemli bir etkendir (Akkaya, 2003: 109).
1.4.2. Uluslararası Ekonomik Örgütlerin Küreselleşme Sürecine Etkileri
Küreselleşmenin hızla yaygınlaşması ve derinleşmesinde etkin
kuruluşlardan, IMF’nın kuruluş amacı, uluslararası sistemde parasal istikrarı
korumak ve sistemde ortaya çıkacak istikrarsızlıkların düzeltilmesini sağlamak
olarak belirlenmişti. Dünya Bankası’nın görevi ise kalkınma politikalarını
oluşturmak ve az gelişmiş ülkelerin kalkınma politikalarını finanse etmekti.
Yeni dönemle birlikte her iki kurumun görevleri değişti ve politika araçları yeni
amaçlar doğrultusunda yeniden oluşturuldu. IMF yeni görevi istikrar
politikaları oluşturmak ve bu politikaların uygulanmasını sağlamak olarak
belirlendi. Dünya Bankası ise piyasa koşullarını oluşturacak yapısal uyum
politikaları oluşturmak ve bunların finansmanını sağlamakla görevlendirildi.
Kuramsal çerçeve de bu değişim, planlama ve devlet müdahalesinin yerini
piyasaya, kalkınma ve sanayileşme söyleminin yerini, istikrar ve yapısal uyum
söylemine terk edilmesi ile sonuçlanmıştır. Üstelik uluslararası sistemde bu
dönüşümün şiddetini artıran bir başka olguda ortaya çıkmıştı. Bu olgu Sovyet
tehdidinin ortadan kalkması olgusuydu. Sovyet tehdidinin ortadan kalkmasıyla
birlikte, gelişmiş kapitalist ülkelerin, artık azgelişmiş ülkeleri finanse
etmelerine gerek kalmıyordu. Temel hedeflerin artık istikrar ve yapısal uyum
olarak belirlendiği bir ekonomide, her şey piyasa tarafından belirlenmekte,
küreselleşme sürecinin yaşama geçirilmesi IMF ve Dünya Bankası
gözetiminde 1980’li yıllardan itibaren uygulamaya konan Yapısal Uyum
Politikaları ile mümkün olmuştur. Neo liberal ekonomi temelli bu politikaları
uygulamaya koyan gelişmekte olan ülkeler, yapısal uyum adı altında hızla
24
küresel ekonomiye entegre olma-küreselleşme- sürecine girmişlerdir (Şahin,
2006: 9).
IMF’nin gelişim süreci incelendiğinde, ödemeler dengesi sorunları olan
ülkeler IMF’den bu dengesizliğini gidermek amacıyla kredi talebinde
bulunduklarında, kredi ile beraber IMF’nin önerdiği istikrar programları
uygulama zorunluluğu koşulu ile karşılaşmışlardır. Bu programları uygulayan
ülkelerin büyük bir bölümünde ise hedeflerin gerisinde bir performans
sergilenmiştir. Bu durumun sebebi olarak ta uluslararası ekonomik konjonktür
gösterilmiş, yada uygulanan programın, uygulamadaki yetersizliği ileri
sürülmüştür (Alagöz, 1998: 75-76).
IMF kaynaklı istikrar programları genellikle ortodoks yaklaşıma göre
hazırlanmaktadır. Ödemeler bilançosu açıklarının iyileştirilmesi amacıyla,
krize giren ülkeler IMF’den kredi sağlayabilmek amacıyla anlaşma
yapmışlardır. Bu anlaşmalar sonucu para, maliye ve kur politikaları yoluyla
kamu açıklarının büyük oranda azaltılması ve ödemeler bilançosunun
iyileştirilmesi hedeflenir. IMF’in önerdiği politikaların başlıca özellikleri, sıkı
maliye politikaları yoluyla bütçe açıklarının kapatılması, kamu harcamalarının
kısılması, vergilerin artırılmasıdır. Döviz kuru politikası yoluyla da genel
olarak, develüasyon yoluyla ihracatı arttırıp ödemeler bilançosunu düzeltmek
amacı taşır (Başkaya 1997: 129).
IMF’in oynadığı bu önemli rolün sonucunda, IMF hem ticari bankalar
hem de G-7 hükümetleri tarafından desteklenen önemli bir uluslararası kurum
olarak ortaya çıktı. 1980’lerde kazandığı itibar sonucunda IMF, uluslararası
ekonomide önemli bir role sahip olmayı sürdürmektedir.
1980’li yılların başından itibaren IMF’nin kuruluş amacından uzaklaştığı
yolunda tartışmalar başlamıştır. IMF’nin amacı artık sadece ödemeler dengesi
tıkanıklıklarını gidermek için kredi açmakla sınırlı değildi, IMF kaynakları
uluslararası ticaretle orantılı olarak artmamıştır. Kotalar 1948 yılında ithalatın
25
%16’sı iken bu oran 1980’de %3’ün altına düşmüştür. Ancak fonun
kredilerinin azgelişmiş ülkeler için önemi devam ediyordu ve fondan
yararlanma marjları da genişletilmişti (Başkaya,1997: 128).
Latin Amerika’dan Doğu Asya’ya kadar dünyanın birçok bölgesinde
uygulanan IMF istikrar ve yapısal uyum programlarının özünde, yatırım ve
ticaretin serbestleşmesi, korumacı politikaların kaldırılması, devletin
küçülmesi ve piyasa ekonomisine dayalı bir büyüme stratejisinin uygulanması
vardır.
Neo liberal politikalar, özellikle 1980 sonrası dönemde IMF ve Dünya
Bankası güdümünde uygulanan yapısal uyum programları aracılıyla, AGÜ
içinde giderek yaygınlaşmış ve bu ülkelerin temel kurumlarında ve ekonomi
politikalarını serbest piyasa ağırlıklı dışa açık yörüngeye oturtma yolunda
köklü değişiklikler içermiştir. Uygulandıkları ülkelerde ekonomik yaşamı, hatta
bununda ötesinde sosyal ve siyasal yaşamı birçok açıdan önemli ölçüde
etkilemektedir (Şenses, 2003: 189).
1980-84 döneminde altmıştan fazla ülke IMF’nin stand-by anlaşmasına
uygun politikalar benimsemiştir. Bu dönemde sonra IMF, artık zor durumda
olan ülkelere kolaylıklar sağlayan bir kuruluş olmaktan çok kendisine
başvuran ülkelerin ekonomi politikalarını da yönlendirmeye başlayan bir
kurum haline gelmeye başlamıştır. Öne sürülen sebepler ne olursa olsun
borçlu ülkelere krizin ağır faturası ödetilerek, borçlarını daha düzenli
ödemelerine çalışılmaktaydı (Başkaya,1997: 129).
Bununla beraber, IMF pek çok ülkede uygulanan istikrar programları
üzerinde etkiye sahip olan bir kuruluştur. İstikrar programlarının içeriği özetle,
kısa vadede reel ücretin düşürülmesi, ekonominin maksimum derecede dışa
açılması, fiyatların serbest bırakılması, kamu sektörünün alanının
daraltılması, KİT’lerin özelleştirilmesi, özel sektörün etkinlik alanının
genişletilmesi, faizlerin serbest bırakılması, işgücü piyasasının
26
düzenlenmesinde daha “liberal” daha esnek hukuksal düzenlemelere
gidilmesi, istihdam ve işe son verme koşullarının esnekleştirilmesi kur
ayarlamaları bir başka ifadeyle sürekli develüasyona gidilmesi yönündedir.
İstikrar programlarında toplam talebin daralması hedeflendiği için kamu
harcamalarının azaltılması veya vergilerin arttırılması saptanan hedefe
ulaşmayı olanaklı kılmaktadır. Ancak IMF’in tercihi vergi gelirlerinin arttırılması
değil kamu harcamalarının ciddi oranda azaltılmasına yöneliktir (Sönmez,
2005: 335-357).
Söz konusu programların, gelir bölüşümünü düzeltecek vergi reformu,
yoksul kesimler için sosyal yardım, Çokuluslu şirketlerin aşırı kar ve mal
edinmelerinde sınırlama,sermaye kaçışını önleyecek düzenlemelere,
yoksullara karşı etkin önlem gibi sorunsalları hiçbir zaman olmamıştır
(Sönmez, 2005: 405).
1.5. KÜRESELLEŞMEYİ ORTAYA ÇIKARAN FAKTÖRLER
Küreselleşme sürecinin ortaya çıkmasında çok sayıda faktörün etkisi
olmuştur. Bu faktörleri ana başlıklarıyla üç grupta toplamak mümkündür.
Bunlardan birincisini teknolojinin etkisi, ikincisini ideolojik faktörler,
üçüncüsünü ise ekonomik faktörler oluşturmaktadır. Teknolojik faktörler,
Özellikle 1980’li yıllardan itibaren enformasyon teknolojilerinin yaygınlık
kazanması, dünyada mesafe kavramının eski anlamını ortadan kaldırmış ve
küreselleşme bağlamında belki de ilk etkisini finans piyasalında hissettirmekle
birlikte, bu etki günümüzde çok daha geniş bir alana yayılmıştır.
İdeolojik faktörler, özellikle Doğu bloğunun yıkılması sonrasında liberal
piyasa ekonomisine yönelik güven duygusu artırmıştır. Nitekim kısa bir
sürede tüm maliyetine rağmen, eski planlı ekonomiler, piyasa mekanizması
süreci içinde, serbest ticaretin ve yabancı sermayenin imkanlarından
27
yararlanma çabası içine girmişlerdir. Bir diğer ifade ile duvarların yıkılmasının
ardından, küreselleşmenin önündeki en büyük engellerden birisi aşılmıştır.
Ekonomik faktörler ise, gelişmiş ülkelerde iç piyasaların doyması,
özellikle 1970’lerdeki petrol krizi sonrasında dış piyasalara açılma arayışı ile
iktisadi faaliyetlerin hacimlerinin artmış olması küreselleşme sürecini ortaya
çıkartan ekonomik faktörlerden bazılarını oluşturmaktadır. Çok uluslu firmalar
“yeni uluslararası iş bölümü” çerçevesinde, üretimi bütün yerküreye
yaymışlardır. Her gün finans piyasalarında büyük miktarlarda para, bir
ülkeden başka ülkeye akmaktadır. (Bozkurt, t.y.: 10).
Tablo- 1.1 Küresel Ekonomiyle Bütünleşme Mal Ticareti(%) Ticari hiz.
ihracat mal
ihracatına
oranı (%)
Brüt Özel
Sermaye
Akımları
Brüt Yabancı
Doğrudan
Yatırımlar GSYİH’nın
Yüzdesi
Hiz.dış.kalan
GSYİH’nın
Yüzdesi
1990 2002 1990 2002 1990 2002 1990 2002 1990 2002
Düşük Gelir 26.9 37.3 - - 14.6 19.4 3.0 4.4 0.5 1.7
Orta Gelir 35.2 54.9 74.6 116.8 16.5 15.6 6.8 12.4 1.0 3.7
Doğu Asya ve
Pasifik
47.0 63.4 78.5 104.6 14.1 13.6 5.0 10.2 1.7 4.1
Avrupa ve
Merk.Asya
28.8 64.3 53.3 132.1 29.6 21.7 - 13.9 - 3.7
Latin Amerika ve
Karayipler
23.1 41.2 66.4 132.0 17.5 13.4 7.9 13.7 0.9 4.0
Orta Doğu ve
Kuzey Afrika
46.6 50.5 84.0 90.9 11.6 12.2 6.0 10.3 0.8 0.9
Güney Asya 16.5 24.2 - - 24.6 39.5 1.4 3.2 0.1 0.7
Sahra-altı Afrika 40.8 55.3 77.1 119.7 13.9 10.1 4.9 9.6 1.0 2.2
Avrupa(EMU) 44.9 56.3 112.6 141.9 24.4 23.7 10.9 22.9 3.0 14.8
Türkiye 23.4 45.9 44.5 105.5 60.8 42.6 4.3 7.7 0.5 0.7
Kaynak: Hüseyin Mualla YÜCEOL Küreselleşme, Yoksulluk ve Emek Piyasaları, Ç.Ü.Sosyal
Bilimler Dergisi, Cilt 14 Sayı 2, 2005, s.496
Tablo-1.1, 1990’dan 2002’ye dünyada küreselleşmenin ekonomik
bütünleşme boyutunu ve geldiği noktayı göstermektedir. Tablo
incelendiğinde, tüm bölgelerde mal ticaretinin arttığı, ve özellikle hizmetler
28
dışında kalan mal ticaretinde bütün bölgelerde çok büyük artışlar yaşandığı
görülmektedir. Ayrıca brüt özel sermaye akımları tüm bölgelerde ciddi bir
şekilde artarken, brüt doğrudan yabancı yatırımlarında yükseldiği
gözlenmekte ancak bunun dünyada genel olarak özel sermaye yatırımlarında
ortaya çıkan artışın gerisinde kaldığı ortaya çıkmaktadır. Buna göre, genel
olarak tüm dünyada küreselleşme mal ticareti açısından ve özel sermaye
akımları açısından büyük bir ivme kazanmış ve bütünleşme anlamında
dünyada göz ardı edilemeyecek bir gelişme dinamiği söz konusu olmuş, fakat
gelişme hızı açısından doğrudan yabancı yatırımlar bunların gerisinde
kalmıştır (Yüceol, 2005: 497).
1.6. KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE SOSYAL POLİTİKALARIN DEĞİŞİMİ
1945-1975 dönemi genel olarak sosyal devlet uygulamalarının yayılma
dönemi olarak kabul edilmektedir. Bu dönemde Keynesyen ekonomi
politikaları ekonomiye hakimdir. Pek çok ülkede kurumsal altyapı aracılığıyla,
eşit paylaşımı sağlayacak sosyal devlet uygulamaları yaşanmıştır. Bu
dönemde çeşitli ülkelerde değişik türden sosyal politikalar geliştirilmiş ve bu
politikaları uygulayabilme için giderek artan ölçüde kamu harcamaları
gerçekleşmiştir.
Ancak, 1973 krizi sonrası, 1970’li yılların ortalarından itibaren yaşanan
düşük verimlilik oranları, işsizlik oranındaki artış, enflasyon oranındaki artış ve
karlılık oranlarındaki düşüşlerin yarattığı kriz ortamında etkisiyle 1970’lerin
ikinci yarısından itibaren neo liberal politikalar hakim konuma gelmiştir
(Yılmaz, 2006: 16-17).
29
1.6.1. 1945-1975 Dönemi
II. Dünya savaşı sonrası ekonomileri, kapalı özelliğe sahip, ulus
devletlerin kendi ekonomik sınırlarını kontrol altında tutabildiği bir dönem
olmuştur. Söz konusu dönem incelendiğinde, vergilerin artan oranlı hale
geldiği ve bu yolla kamu hizmetleri ve transferlerin (gelirin yeniden dağılımı)
mümkün olduğu bir süreç yaşanmıştır. Yine bu dönemde ulusal sağlık
sistemleri, herkese sağlık hizmetlerinde ücretsiz erişim olanağı sağlar hale
getirilmiştir. Sosyal güvenlik sistemlerindeki gelişmeler önemli boyutlardadır
(Özdemir, 2004: 157-158).
II.Dünya savaşı sonrası Avrupa’da SSCB odaklı sosyalist bloğun
oluşması ve Çin’de devrimle sosyalist rejimin kurulması; başta ABD olmak
üzere önde gelen diğer sanayileşmiş ülkelerdeki siyasal yönetimlerde ve
büyük sermaye çevrelerinde kaygı ve telaş yaratmış, kapitalist sistemde,
sosyal piyasa kavramı geliştirilerek kapitalizm dizginlenmiştir (Sönmez, 2005:
86).
Savaş sonrası dönemde sol kökenli partilerin dünya genelinde ve
özellikle Avrupa’da etkinliklerinin artması ve iktidar olması etkisiyle de işçi
sınıfının toplumsal yaşamda etkinliğini arttırmıştır. Bununla beraber sosyalist
ülkelerdeki devletçi yaklaşımların sanayileşmeye hız kazandırması süreci
yaşanmıştır. Diğer taraftan piyasaların görünmez el tarafından düzenleneceği
yaklaşımının 1929 bunalımı ile sonuçlanması, kapitalizme müdahale
olmaması durumunda sonunun geleceği görüşü sermaye çevrelerince de
endişe yaratmıştır. Böylece sosyal devlet anlayışın özünde büyük krizin
ortaya çıkardığı sorunlara tepki ve serbest piyasa ekonomisine olan inancın
ortadan kalkması yatmaktadır (Temiz, 2004: 69-708).
30
Tablo-1.2 .OECD Ülkelerinde Kamu Harcamalarının GSYİH İçerisindeki Payı
%(1960-1980) Ülkeler 1960 1970 1980
ABD 27,8 31,6 31,8
Almanya 32,0 38,6 47,9
Danimarka 24,8 40,2 56,2
Fransa 34,6 38,5 46,1
Hollanda 33,7 45,5 54,9
İngiltere 32,6 38,8 43,0
İspanya 13,7 22,2 32,2
İsveç 31,1 43,3 60,1
İtalya 30,1 34,2 41,9
Yunanistan 17,4 22,4 33,1
Toplam OECD 28,8 32,3 37,1
Kaynak:Dr. Süleyman Özdemir, “Küreselleşme Sürecinde Refah devleti”: İstanbul Ticaret
Yayın No:2004-69 s. 161
Tablo-1.2’de OECD ülkelerinin 1960–1980 yılı arası kamu
harcamalarının seyri görülmektedir. Söz konusu ülkelerin kamu harcamaları
1980 yıllına kadar arttığı görülmektedir. İsveç gibi bazı ülkelerde kamu
harcamalarının GSMH’ya oranı her zaman yüksek olmuştur.
Refah devletin finansman aracı olan vergi oranlarının seyri
incelendiğinde, 1945’lerden 1980’lere kadar ki dönemde gelişen sosyal refah
önlemleri dolayısıyla vergilendirmelerde yüksek noktalara ulaşıldığı
görülmektedir. Bu dönemde hem vergi gelirleri çeşitlenmiş, hem de artan
oranlı hale getirilmiştir.
31
Tablo -1.3. Bazı Ülkelerde İşgücü Vergi Yükü, 1960-1985
Ülkeler 1960 1970 1978 1985
ABD 26,6 29,2 29,0 29,2
Almanya 31,3 32,9 37,9 37,8
Belçika 26,5 35,2 44,0 46,9
İngiltere 28,5 37,1 33,1 38,1
İsveç 27,2 40,2 50,9 50,5
Japonya 18,2 19,7 24,0 28,0
Kanada 24,2 31,3 30,8 33,1
Yunanistan - 24,3 27,9 35,1
Türkiye 11,1 17,7 21,3 16,1
İtalya 34,0 24,2 27,1 34,7
Ortalama 25,4 30,0 34,4 37,2
Kaynak: Coşkun Can Aktan, Çağdaş Liberal Düşüncede Politik İktisat, İzmir: Takav Matbaası, 1994, s.77)
Tablo-1.3’de görüldüğü gibi işgücü vergi oranları, Belçika ve İsveç’de
% 40’ın üzerinde, ABD ve Japonya’da %30’un altında, Türkiye’de ise vergi
oranı 1985 yılında %16 dır. Vergiler açısından ülkeler çok farklılıklar
göstermektedir.
1.6.2. 1975 Sonrası
Küreselleşme sonrası dönem, refah devletinin gelişimi açısından
önemlidir. Bir toplumu oluşturan bireylerin tümünü, doğumdan ölüme kadar
ilgilendiren sosyal güvenlik, dünyanın tüm ülkelerinde, yeterli yada yetersiz,
ancak mutlaka var olan kurumsal bir yapıdır. Sosyal güvenlik, sosyal
politikaların ve gelişmiş ülkelerdeki sosyal devlet anlayışının ulaştığı en üst
noktayı ifade eder. Bu anlamda, sosyal güvenlik, ulusal gelirin yeniden
32
dağıtım sürecinde toplumu oluşturan kesimler arasında dayanışmayı
sağlayan ve sosyal adaletin sağlanmasına katkıda bulunan bir toplumsal
bütünleşme aracıdır (Temiz, 2004: 147-148).
Ancak bu dönemde sosyal güvenlik sisteminin yaygınlaştırılması ve
iyileştirilmesi konusunda sağlanan başarılar, önemli maliyet artışlarını da
beraberinde getirmiş ve sosyal güvenlik yeniden sorgulanır hale
gelmiştir.1970’li yıllarda başlayan ekonomik kriz ve bunu takiben gündeme
gelen yeni liberal politikalarda, genel olarak devlet harcamalarının ve devletin
ekonomiye müdahalesinin yarardan çok zarar getirdiği, bu nedenle devletin
ekonomiden çekilmesi tartışmalarını da beraberinde getirmiştir. Yaşanan
ekonomik krizden çıkış, sermayenin küresel ölçekte dolaşımına engel teşkil
eden unsurların ortadan kaldırılması, devlet girişimciliğinin önlenmesi,
dolayısıyla özelleştirilmenin sağlanması, kamu harcamalarının kısılması ve
kamu hizmetlerinin piyasaya terk edilmesi gerekliliği üzerine odaklanmıştır.
Bu girişimler sosyal harcamaların asgari düzeye indirilmesi ile sonuçlanmıştır.
Bu anlamda, sosyal güvenlik, diğer kamu hizmetleri gibi satın alınabilir bir
hizmet olarak değerlendirilirken, sermayeye bu alanda faaliyet ve gelir elde
etme olanağı sağlanmıştır (Temiz, 2004: 148).
Batılı ülkelerde, Altın Çağ1 boyunca yaşama standartları durmadan
artarken ve yoksulluk düşerken, 1970’lerin sonlarında itibaren bu trend
durmaya başlamıştır. Bu trend İngiltere, Amerika ve Yeni Zelanda ön safta
olmak üzere, Anglo-Sakson ülkelerde daha da hızlı bir şekilde
gerçekleşmiştir. Bu ülkelerde, küreselleşme ve güçlü neo liberal yönelişler,
beraberinde sosyal vatandaşlığın ve standart hale gelmiş bulunan sosyal
hakların zayıflamasını getirmiştir. İş piyasasının yeniden yapılanması,
deregülasyon ve vergileme politikaları, büyük oranda adil gelir ve refah
dağılımı olumsuz etkilemiştir (Özdemir, 2004: 206).
1“ Altın Çağ” 1945-1970’li yıllar arası kapitalist sistemde yoğun sermaye birikiminin yaşandığı, birikimin ve gelir bölüşümünün etkileştiği ,sosyal piyasa kavramının gelişdiği dönemdir.
33
1980 sonrası dönemde kamu harcamalarının GSYİH’ya oranı 1996
yılına kadar artmaya devam etmişse de, artış oranında gerilemeler olmuştur.
Kamu harcamaları ile ilgili tablo-1.4, harcamaların genel düzeyinin kimi
ülkelerde çok kimi ülkelerde ise az oranda düşme eğilimi içerisinde olduğunu
göstermektedir. Özellikle, 1993 yılında itibaren dünya ekonomisinde ortaya
çıkan durgunluğun ardından, bütün ülkelerde kamu harcamalarının belirgin bir
şekilde bir düşüşün başladığı gözlenmektedir. Bu yıla kadar ki artış yerini
düşüşe bırakmıştır.
1993 yılında kamu harcamalarının GSYİH’ya oranının, %40,4 OECD
ortalaması, düşerek 2000 yılında %36,6’ya inmiştir. En gelişmiş refah devleti
olan İsveç’te bu oranın %67,5’ten %52,7’ye indiği gözlenmekte, kamu
harcamalarının yüksek olduğu diğer bazı ülkelerde de aynı süreç
yaşanmaktadır.
1980 sonrası dönemde her ne kadar kamu harcamalarının bazı
ülkelerde artmaya devam etse de artış oranlarında gerilemeler olduğu
gözlenmektedir.
34
Tablo-1.4. OECD Ülkelerinde Kamu Harcamalarının GSYİH İçerisindeki
payı(%)
Kaynak:Dr. Süleyman Özdemir, “Küreselleşme Sürecinde Refah devleti”: İstanbul Ticaret
Yayın No:2004-69 s. 161
* OECD Ülkeleri ve Türkiye’de Sosyal Devlet ve Sosyal Harcamalar, Yrd. Doc. Dr. Gülay
Akgül YILMAZ,2006
Ülkeler 1985-90 1991 1992 1993 1994 1995 1996 1997 1998 1999 2000 2004*
ABD 33,5 34,2 34,8 34,1 33,1 32,9 32,4 31,4 30,5 30,2 39,9 36,5
Almanya 44,7 44,2 45,0 46,2 45,9 46,3 47,3 46,5 46,0 46,2 43,3 46,8
Avustralya 35,2 34,7 36,4 36,5 35,6 35,7 34,9 33,7 33,3 32,9 32,6 36,2
Fransa 50,3 50,2 51,7 53,9 53,8 53,5 53,8 52,8 52,1 51,8 51,0 53,4
Hollanda 51,1 49,5 50,0 49,9 47,6 47,7 45,6 44,4 43,4 43,3 41,6 48,6
İngiltere 38,8 41,1 43,0 43,2 42,6 42,2 40,7 38,9 37,7 37,1 37,0 43,9
İrlanda 45,7 41,3 41,7 41,3 41,1 38,0 36,4 34,2 32,2 31,9 29,3 34,2
İspanya 40,2 42,7 43,9 47,2 45,1 44,0 42,8 41,2 40,6 39,6 38,8 38,6
İsveç 56,7 58,9 64,3 67,5 64,8 61,9 59,9 58,0 55,5 55,1 52,7 57,3
İtalya 50,2 54,0 53,2 55,4 52,7 51,1 51,3 48,5 47,3 46,7 44,4 48,5
Kanada 44,0 48,9 49,9 48,7 46,3 45,0 43,1 40,5 40,2 38,7 37,7 49,3
Norveç 47,2 50,6 52,0 51,0 49,9 47,6 45,4 43,8 46,3 45,8 40,8 46,3
Yeni
Zelanda 48,9 45,3 44,8 41,4 39,3 38,6 37,6 38,4 39,5 39,0 38,6 37,0
Türkiye* 16,6 15,9 18,8 19,9 21,0 16,9 23,4 21,2 27,6 34,9 37,1 35,0
OECD 37,5 38,7 39,5 40,4 39,5 39,3 39,0 37,8 37,4 37,2 36,6 44.1
35
Tablo-1.5. Bazı OECD Ülkelerinde Sosyal Harcamaların GSYİH’ya
Oranı(1980-2001) (%)
Yıllar/Ülkeler 1980 1985 1990 1995 2000 2001
Avustralya 11,3 13,5 14,2 17,8 18,6 18,0
Avusturya 22,5 24,1 24,1 26,6 26,0 26,0
Belçika 24,1 26,9 26,9 28,1 26,7 27,2
Kanada 14,3 17,4 18,6 19,6 17,3 17,8
Danimarka 29,1 27,9 29,3 32,4 28,9 29,2
Finlandiya 18,5 23,0 24,8 31,1 24,5 24,8
Fransa 21,1 26,6 26,6 29,2 28,3 28,5
Almanya 23,0 23,6 22,8 27,5 27,2 27,4
Yunanistan 11,5 17,9 20,9 21,4 23,6 24,3
İrlanda 17,0 22,1 18,6 19,4 13,6 13,8
İtalya 18,4 21,3 23,3 23,0 24,1 24,4
Japonya 10,2 11,0 11,2 13,5 16,1 16,9
Kore - - 3,1 3,6 5,6 6,1
Lüksemburg 23,7 23,0 21,9 23,8 20,0 20,8
Hollanda 26,9 27,3 27,6 25,6 21,8 21,8
Yeni Zelanda 17,2 19,1 24,7 26,0 23,0 23,9
Portekiz 10,9 11,1 13,9 18,0 20,5 21,1
İspanya 15,9 18,2 19,5 21,4 19,9 19,6
İsveç 28,8 30,0 30,8 33,0 28,6 28,9
İsviçre 14,2 15,1 17,9 23,9 25,4 26,4
İngiltere 17,9 21,1 19,5 23,0 21,7 21,8
A.B.D. 13,3 13,0 13,4 15,5 14,2 14,8
Ortalama 17,7 19,6 20,5 22,5 21,6 21,9
Kaynak:Dr. Süleyman Özdemir, “Küreselleşme Sürecinde Refah devleti”: İstanbul
Ticaret Yayın No:2004-69 s. 163
*OECD Ülkeleri ve Türkiye’de Sosyal Devlet ve Sosyal Harcamalar, Yrd. Doc. Dr. Gülay Akgül
YILMAZ, 2006
Küreselleşme sürecinin hız kazandığı 1980 sonrası dönemden 1995
yılına kadar, sosyal harcamaların GSYİH’ya oranı artmaktadır. 1995 yılından
sonra,bu yılda ulaştığı düzeyin altına inmekle beraber, 1980 yılına göre daha
yüksek düzeylerde gerçekleşmiştir.
36
Sosyal hizmetlere yönelik gerçekleştirilen harcamaların gösterdiği
gelişim seyrinin tespitinin yanı sıra, çeşitli sosyal hizmet türlerine yönelik
yapılan harcamaların gösterdiği gelişim seyrinin tespiti de önemlidir.
OECD ülkelerinde genel olarak 1980 yılından 2002 yılına kadar olan
dönemde eğitim harcamalarının GSYİH’ya oranında ortalama olarak düşüş
gerçekleşmiştir. 1980 yılında eğitim harcamalarının GSYİH’laya oranı OECD
ortalaması %5.8 iken, 2002 yılında %5.1 olarak gerçekleşmiştir (Yılmaz,
2006: 40).
OECD ülkelerinde sağlık harcamalarının GSYİH’ya oranı ise; OECD
ortalaması 1970 yılında %5.3 iken, %32’lik artışla 1980’de ortalama %7’ye,
1980 yılına göre %8.5’lik artışla 1990 yılında %7.6’ya ve 1990 yılına göre
%13’lük artışla 2001 yılında %8.6’ya ve %6.1’lik artışla 2004 yılında %9.1’re
yükselmiştir (Yılmaz, 2006: 43).
Diğer yandan söz konusu ülkelerde, emekli ödemelerinin GSYİH’ya
oranının, OECD ortalaması sürekli artış göstermiştir. Özellikle 1980 yılından
1989 yılına kadar önemli sıçramalar görülmüştür. 1993 yılına kadar çok
önemli boyutta olmasa da artış trendi devam etmiştir. Bu artış 1993 yılında
%9.6’ya 2004 yılı itibarıyla %10’a ulaşmıştır. Emekli ödemelerine ayrılan
kaynakların artışı nüfusun yaşlanması ile yakından ilgilidir (Tablo-1.6).
37
Tablo-1.6. Bazı OECD Ülkelerinde Emekli Ödemelerinin GSYİH’ya
Oranı(1913-2004) (%)
Yıllar/Ülkeler 1913 1920 1937 1960 1980 1990 1993 2004
Avustralya - 0,7 0,7 3,3 4,5 4,2 4,5 -
Avusturya - 2,4 2,4 9,6 11,4 12,3 12,7 13,4
Belçika - 0,3 3,7 4,3 11,2 11,2 10,9 10,4
Kanada - - - 2,8 3,4 4,8 5,5 -
Fransa - 1,6 - 6,0 10,5 11,3 12,3 12,8
Almanya - 2,1 - 9,7 12,8 11,3 12,4 11,4
İrlanda - - - 2,5 5,8 5,8 5,9 4,7
İtalya - - - 5,5 11,7 12,4 14,5 14,2
Japonya 0,6 0,3 0,8 1,3 4,5 5,9 6,0 -
Hollanda - - - 4,0 12,6 13,3 13,4 7,7
Yeni Zelanda - - 2,9 4,3 7,7 8,1 8,1 -
Norveç - 0,1 - 3,1 6,9 8,9 9,0 -
İspanya 0,5 0,9 2,0 - 7,7 9,2 10,4 8,6
İsveç - 0,5 - 4,4 9,9 10,8 12,8 10,6
İsviçre - - - 2,3 8,6 8,9 10,2 -
İngiltere - 2,2 1,0 4,0 5,9 6,3 7,3 6,6
A.B.D. - 0,7 - 4,1 7,0 7,0 7,5 -
Ortalama 0,4 1,2 1,9 4,5 8,4 8,9 9,6 10,0
Kaynak: OECD Ülkeleri ve Türkiye’de Sosyal Devlet ve Sosyal Harcamalar, Yrd. Doc. Dr.
Gülay Akgül YILMAZ, 2006
38
İKİNCİ BÖLÜM
KÜRESELLEŞME, GELİR DAĞILIMI VE YOKSULLUK
Gelir eşitsizliği ve yoksulluk sorunu, bugün gerek ülkemizde gerekse
de dünyada en önemli konulardandır. Yoksulluk düzeyinin, tanımının ve
profilinin ve bunların zaman içinde değişiminin belirlenmesi, yoksullukla
mücadele programlarının tasarlanıp uygulamaya geçilerek bu programların
başarıya ulaşması yönünden önemlidir. Gelişmekte olan ülkelerin ve geçiş
ekonomilerinin bugün karşılaştığı en önemli sorunlardan birisi büyümeyi
hızlandırıp yoksulluğu azaltan çözümleri belirleyip uygulamaktır.
Uluslar arası bütünleşme süreciyle ilişkili olarak küreselleşme, özellikle
gelişmekte olan ülkelerde yoksulluk ve eşitsizliği artıran çok belirgin riskler
taşımaktadır. Yeni teknolojilerin, istihdamı imalat sanayiinden hizmet
sektörüne kaydırması, sektörler arası vasıfsız emekten vasıflı emeğe kayış
işgücü piyasalarında, işsizliğin artan bir şekilde alt gelir gruplarında birikmesi,
gelir dağılımının bozulmasındaki en temel faktördür. Dolayısıyla yoksulluk
sorununun çözümü olanaksız bir duruma dönüşmesindeki en temel faktördür.
Diğer yandan 1980 sonrası uygulanan neo liberal politikalar, kamu
harcamalarının kısılarak devletin ekonomiye müdahalesinin en aza
indirilmesinin öngörmektedir. Bu durum ise gelir eşitsizliği ve yoksulluk
üzerine etkisi olduğu bilinen gelirin yeniden dağıtım sürecini etkilemektedir.
39
2.1. GELİR DAĞILIMI KAVRAMI
Gelir dağılımı, bir ülkede, belirli bir dönemde yaratılan gelirin fertler,
bölgeler, toplumsal gruplar ve üretim faktörleri arasında bölüşülmesini ifade
etmektedir.
Bunun yanında, gelir dağılımı, gelir eşitsizlikleri ile sosyal ve ekonomik
kurumlar arasında nasıl bir ilişki olduğunu, zengin ve yoksul arasındaki gelir
farklılığının zaman içinde nasıl değiştiğini, gelir eşitsizliğindeki değişikliklerin
servet, sermaye birikimi ve büyüme üzerindeki etkilerini ve kaynak dağılımını
ortaya koymaktadır. Gelir dağılımı politikasının asıl amacı ise; gelirin
araştırılması değil, aynı zamanda milli geliri meydana getiren üretim faaliyeti
içindeki sosyal ilişkilerin ve bölüşüm ilişkilerinin bilinmesidir (DPT, 2001: 3).
Bir başka bakış açısına göre gelir dağılımı, yalnız üretim araçlarının
mülkiyeti değil, kamu hizmetlerinin düzeyi, toplumsal geleneksel ilişkiler,
işgücünün örgütlenme düzeyi ve tüm bunların evrimini de belirler. Buna
tanımlamada gelir dağılımı, bunların bir sonucu ve göstergesidir.
Gelir dağılımı, Birincil gelir dağılımı olan fonksiyonel gelir dağılımı,
ikincil gelir dağılımı olan kişisel gelir dağılımı, sektörel gelir dağılımı ve
bölgesel gelir dağılımı şeklinde ele alınmaktadır.
2.1.1. Fonksiyonel Gelir Dağılımı
Fonksiyonel gelir dağılımı, makro ekonomik literatürde genel olarak
milli gelirden emek ve emek dışı gelirlerin aldığı payları yada milli gelirin
paylaşımını ifade eder. Böylece, ülke içinde yaratılan hasılanın üç temel
üretim faktörü olan; işgücü, sermaye ve toprak sahipleri arasında
bölüşümüdür. Bu bölüşümde, üretimin ne kadarının emek sahiplerine ücret,
40
sermayedarlara faiz, toprak sahiplerine rant olarak dağıtıldığı ve ne kadarının
müteşebbislere kar olarak kaldığı incelenmektedir.
Fonksiyonel gelir dağılımını, gelirin emek gelirleri ile emek dışı gelirler
arasındaki bölüşümü olarak nitelendiren başka bir tanımlamada; üretim süreci
sonucunda ortaya çıkan gelirin üretim faktörleri ve sosyo-ekonomik gruplar
arasındaki bölüşümün önem taşıdığı belirtilmektedir. Gelirin emek ve mülk
sahipleri arasındaki bölüşümün yanı sıra; emek geliri, ücret, maaş, yüksek
yönetici geliri gibi alt bileşenlerine, mülk gelirleri ise kar, rant gelirleri gibi
kendi alt bileşenlerine ayrılarak, faktör payları konusunda daha ayrıntılı
inceleme yapılabilir. Fonksiyonel gelir dağılımı ile, sosyal tabakaların kendi
içlerinde büyük farklılıkların olması nedeniyle, çeşitli sosyal tabakaların milli
gelirden aldıkları paylar konusunda ancak kaba hatlarıyla bir bilgi sağlayabilir.
Gelirin fonksiyonel dağılımı, bir ülkenin gelişmişlik seviyesi hakkında
da bilgi vermesi bakımından önemlidir. Gelişmiş ülke ekonomileri
incelendiğinde, kalkınmalarının başlangıç dönemlerinde tarım kesimi milli
gelirden en yüksek payı alırken, gelişme düzeyi yükseldikçe, ücretlilerin
payının arttığı görülmektedir (Yumuşak ve Bilen, 2000: 79).
2.1.2. Kişisel Gelir Dağılımı
Kişisel gelir dağılımı, toplam gelirin toplumu meydana getiren bireyler,
aileler ve çeşitli tüketici birimleri arasındaki dağılımını ifade eder. Kişisel gelir
dağılımında, gelirin fertler yada haneler arasındaki dağılımı ön plandadır.
Ekonomik eşitsizliklerin oldukça iyi bir göstergesi olan kişisel gelir
dağılımından beklenen ilk hedef; hane halkları arasındaki gelir eşitsizliklerinin
belirlenmesidir. Kişisel gelir dağılımı bireysel ve statiktir. Kişisel gelir
dağılımında yöntem, nüfusun yüzde dilimlerine gelirin hangi nispette
dağıldığını göstermek şeklindedir.
41
Kişisel gelir dağılımında gelir eşitsizlikleri, fertlerin yada hanelerin
gelirlerinin büyüklüğüne göre belirlenir. Kişisel gelirin dağılımı, gelir büyüklüğü
dışında gelirin türüne, soysa-ekonomik gruplara, mesleklere, sektörlere,
bölgelere, yaş ve cinsiyete, eğitim durumlarına göre sınıflandırılmaktadır.
Kişisel gelir dağılımı araştırmaları, bir ülkede belirli bir sürede yaratılan tüm
gelirin haneler veya kişiler arasında nasıl bölüşüldüğünün ortaya konulması,
hanelerin sosyal ve ekonomik yapılarında zaman içinde meydana gelen
değişikliklerin belirlenmesi bakımından önemlidir.
Kişisel gelir dağılımında bireylerin veya tüketici birimlerin belirli bir süre
boyunca elde ettikleri gelir miktarları göz önünde tutulduğunda, kişisel gelir
dağılımı bireyler arası gelir eşitsizlikleri araştırmalarında kullanılan bir
kavramdır (Aktan, 2002: 2).
2.1.3. Sektörel Gelir Dağılımı
Gelirin sektörel dağılımı, bir ekonomide yaratılan toplam hasılanın,
iktisadi faaliyet kollarına göre dağılımını ifade eder. Diğer bir deyişle; çeşitli
üretim sektörlerinin sosyal hasıladan aldıkları payları gösterir. Başka bir
ifadeyle, tarım, sanayi ve hizmet sektörlerinin ulusal gelirden aldıkları payları,
bunların uzun vadedeki seyirlerini, ulusal gelir dağılımındaki değişikliklerin
hangi sektörlerin lehine ya da aleyhine geliştiğini ortaya koyar (Aktan, 2002:
2).
2.1.4. Bölgesel Gelir Dağılımı
Bir ülkenin farklı bölgelerinde yaşayan kişilerin ulusal gelirden ne
oranda pay aldıklarını gösterir. Bu tür gelir dağılımı bir ülkenin gelişmiş ve az
gelişmiş bölgeleri arasındaki farklılıkları tespit etmeye yarar.
42
Yukarıda belirtilen dört farklı gelir dağılımı türünün her biri açısından
“birincil dağılımı” ve “ikincil dağılım” ayrımının yapılması da mümkündür.
Birincil dağılımda, belirli bir dönem süresince piyasa sürecinin meydana
getirdiği gelir dağılımı, ikincil dağılımda ise, devletin piyasa mekanizmasının
işleyişine çeşitli araçlarla yaptığı müdahaleler sonucunda oluşan gelir dağılımı
söz konusudur (Aktan, 2002: 2).
.
2.2. GELİR DAĞILIMI EŞİTSİZLİK ÖLÇÜTLERİ
Çeşitli sosyal sınıfların yaşam koşulları ve hayat standartları arasındaki
fark eşitsizlik olarak tanımlanabilir. Gelir eşitsizliği ise belirli bir orandaki nüfus
diliminin milli gelirden aldığı pay ile aynı orandaki bir başka nüfus diliminin
milli gelirden aldığı pay arasındaki farklılığı göstermektedir.
Literatürde gelir dağılımını ölçmek için kullanılan çok sayıda ölçü
bulunmaktadır. Bunlardan yaygın olarak kullanılanları; Lorenz Eğrisi, Gini
Katsayısı ve Yüzde Paylar Analizi, Değişim Aralığı, Aralık Ölçüsü, Göreli
Ortalama Sapma, Standart Sapma, Varyans, Logaritmik Varyans, Değişim
Katsayısı ve Atkinson eşitsizlik ölçüsüdür.
2.2.1. Lorenz Eğrisi
Lorenz eğrisi, yüzde olarak ülkedeki toplam gelirin ne kadarını kaç
kişinin aldığını, diğer bir deyişle; gelirin paylaşım şeklini göstermektedir. Gelir
dağılımındaki eşitsizliği, yatay ekseninde nüfusun kümülatif oranlarıyla, dikey
ekseninde de bu nüfusun elde ettiği gelirin kümülatif oranlarıyla gösteren
diyagramdır. Bunun tersi de yapılabilir.
Lorenz eğrisi, eğer gelirin dağılımında bir eşitlik söz konusu ise;
herkesin gelirden eşit ölçüde pay aldığını ifade etmek için 'tam eşitlik doğrusu'
43
adını alır. Başka bir deyişle; gelirler bireyler arasında eşit olarak dağılmışsa,
Lorenz eğrisi mutlak eşitlik doğrusu ile çakışarak 45 derecelik bir doğru
biçimini alacaktır. Lorenz eğrisinin tam eşitlik doğrusundan uzaklaşmaya
başlayarak daha çukur hale gelmesi, gelir paylaşımında eşitsizlik olduğu
anlamına gelmektedir ve gerçek hayatta kişisel gelir dağılımı mutlak eşitlikten
oldukça uzakta yer almaktadır.
Çizimde görülen (OB) doğrusu üzerinde yer alan her noktada nüfus
yüzdesi ile bu nüfusa karşılık gelen gelir yüzdesi birbirine eşittir. Milli gelirin
bütün kişilere eşit bir şekilde dağıtıldığı, yani kişi veya hane halklarının nüfus
içindeki yüzde paylarının gelirden aldıkları yüzde paylara eşit olduğu bu
noktalardan oluşan ve her bir eksenle 45°’lik açı yapan OB doğrusu “mutlak
eşitlik eğrisi” olarak adlandırılır. OAB eğrisi ise milli gelirin en yüksek düzeyde
eşitsiz bir şekilde dağıldığını ifade eder. OB arasında bu iki eğri arasında yer
alan diğer tüm eğriler Lorenz eğrisi olarak isimlendirilir ve milli gelirin dağılımı
bakımından söz konusu olabilecek diğer gelir bölüşüm olasılıklarını
gösterirler. Bu eğriler mutlak eşitlik eğrisine yaklaştıkça milli gelirin
dağılımındaki eşitsizlik azalırken bu eğriden OAB eğrisine doğru uzaklaştıkça
eşitsizlik artar.
44
LORENZ EĞRİSİ
0
20
40
60
80
100
0 yüzde 20 yüzde 20 yüzde 20 yüzde 20 yüzde 20
HANE HALKI YÜZDESİ
GEL
İRİN
YÜ
ZDES
İ
Grafik 1. Lorenz Eğrisi
Gelir dağılımında eşitsizliğin olması durumunda, fiili gelir bölüşümünü
gösteren Lorenz eğrisi daima mutlak eşitlik eğrisinin altında yer alır.
Lorenz eğrisinden aynı ülke içinde farklı zamanlardaki gelir
dağılımlarındaki eşitsizliği ya da farklı ülkelerin gelir dağılımlarındaki
eşitsizliği karşılaştırmak için yararlanılabilir. Lorenz eğrisi, OB doğrusuna ne
kadar yakınlaşırsa eşitsizlik o oranda azalır.. Lorenz eğrisi Gini Katsayısının
hesaplanmasında da kullanılabilir. Buna göre Gini katsayısı, OB doğrusu ile
Lorenz eğrisi arasında kalan alanın (S) OAB üçgeni içinde kalan alana
oranlanması ile ölçülür (G=S/(S+D) (Aktan, 2002: 15).
S
D
B
A
45
2.2.2. Gini Katsayısı
Gelir eşitsizliğini tek bir değerde özetleyen Gini katsayısı, kişisel gelir
dağılımını ölçmede en çok kullanılan ölçülerden biridir. Gini katsayısı '0' ile '1'
arasında değişen bir katsayı olma özelliğine sahiptir. Bir toplumda gelir
adaletli olarak paylaşılmışsa (herkes eşit gelir elde ediyorsa) Gini katsayısı '0'
değerini almakta, toplumdaki gelirler yalnız bir kişi tarafından alınmışsa Gini
katsayısı '1'e eşit olmaktadır. Gini katsayısının değeri gelir düzeyinin
büyüklüğüne değil, farklı gelir düzeyleri arasında kalan kişilerin sayısına
bağlıdır.
Gini oranı, Lorenz eğrisine bağlı olup Lorenz ile köşegen arasında
kalan alanın, köşegenin altında kalan toplam alana oranına eşittir. Gini
oranının artması eşitsizliğin arttığını, azalması ise eşitsizliğin azaldığını
gösterir(Kepenek, 2005 s.468)
( ) ( )21 1
1 / 2n n
i j i ji j
G Y Y f Y f Yn
μ= =
⎡ ⎤= −⎢ ⎥⎣ ⎦∑∑
Yi = i. hanenin geliri,
Yj = j. Hanenin geliri,
f(Yi) = i. hanenin gelir çokluğu,
f(Yj) = j. hanenin gelir çokluğu.
2.2.3. Yüzde Paylar Analizi
Kişisel gelir dağılımını ölçmede kullanılan yüzde paylar analizinde,
haneler %1'lik 100, %5'lik 20, %10'luk 10, %20'lik 5 gruba ayrılarak her
grubun toplam gelirden aldığı paylar karşılaştırılabilmektedir.
46
Hane gelirlerine ilişkin yüzde payların hesaplanabilmesi için haneler
toplam kullanılabilir gelirlerine göre küçükten büyüğe doğru sıralanır ve hangi
yüzde paylar analizi yapılacaksa haneler o sayıda gruba ayrılır. Her yüzde
gruba düşen kullanılabilir gelir, toplam kullanılabilir gelire oranlanarak
hanelerin gelirine ilişkin yüzde paylarına ulaşılır. Yüzde paylar analizinde,
gelirin eşit dağılması için her grubun gelirden aldığı pay ile toplam nüfustan
aldığı pay eşit olmalıdır. Özellikle uluslararası karşılaştırmalarda gelir
sahiplerini gelir düzeylerine göre 5 eşit (%20'lik) gruba bölerek her bir grubun
toplam gelir içindeki payını karşılaştırmalı olarak irdelemek mümkündür.
2.2.4 Ters U Hipotez
Kuznets’in 1955 yılında geliştirdiği hipoteze göre, gelir düzeyi arttıkça
eşitsizlik önce artmakta sonra ise azalmaktadır. Bu ilişki ters U hipotezi olarak
ifade edilmekte ve gelir dağılımını ve gelir düzeyini gösteren eğri, Kuznets
eğrisi olarak ifade edilmektedir. Kuznets, adı geçen ilişkiyi tarımda tarım dışı
sektörlere olan istihdam akışıyla izah etmektedir. Bilindiği gibi tarım dışı
sektörlerdeki verimlilik tarım sektöründen daha yüksektir. Meydana gelen göç
nedeniyle ilk etapta üretim artacak ve gelir dağılımı bozulacaktır. Fakat elde
edilen üretim artışının ilerleyen aşamaları, gelir dağılımının düzelmesini veya
iyileşmesini beraberinde getirecektir.
2.2.5. Atkinson Eşitsizlik Ölçüsü
Atkinson’un sosyal refah fonksiyonunda, toplumun eşitsizliğe verdiği
değer sıfır ile sonsuz arasında yer almaktadır. Bu ağırlığın sıfır olması
toplumun gelir dağılımı konusuna duyarsız olduğu, ağırlığın sonsuz olması
ise, toplumun sadece en düşük gelir grubuna sahip olan kişilerle ilgilendiğini
47
göstermektedir. Sosyal refah fonksiyonu, her bir bireyin refah fonksiyonunun
toplamından oluşan toplanabilir, simetrik ve içbükey bir fonksiyondur. Bu
varsayım kişisel faydanın karşılaştırılabilir olduğunu varsayar.
2.3. GELİR DAĞILIMINI BELİRLEYEN YAPISAL FAKTÖRLER
Gelir dağılımındaki eşitsizliklerin birçok nedeni bulunmaktadır. Ülkenin
içinde bulunduğu yapısal oluşumlar (nüfus yapısı, işsizlik, kayıtdışı ekonomi,
enflasyon vb.) ve üretilen politikalar (vergi, sosyal güvenlik, tarım, fiyat
politikaları vb.) gelir dağılımında bozulmalara neden olabilmektedir.
Gelir dağılımı ile demokrasi arasında aynı yönde ve güçlü bir ilişki
olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Başka bir deyişle, gelir dağılımı
eşitsizlikten uzaklaştığında ( adil duruma gelindiğinde) demokrasinin varlığı
göze çarpmakta veya demokrasi yerleştiği ülkelerde gelir dağılımının
eşitsizlikten uzaklaştığı görülmektedir.
Nüfus artış hızının yüksek seviyelerde olması, gelir dağılımını bozucu
nedenlerdendir. Türkiye’de nüfusun bölgelere göre dağılımının son beş yılda
gösterdiği eğilim incelendiğinde, Marmara ve Güneydoğu Anadolu
Bölgelerinin toplam nüfus içindeki paylarının arttığı, Ege ve Akdeniz
Bölgelerinde önemli bir değişme olmadığı, İç Anadolu, Karadeniz ve Doğu
Anadolu Bölgelerinin ise toplam nüfus içindeki paylarının azaldığı
görülmektedir.
Yaratılan gelirden pay alınabilmesi, her şeyden önce bir işte çalışır
olmakla mümkündür. Bu bakımdan, istihdam artırıcı ve işsizliği önleyici
politikalar, yatırım politikaları öncelikli olmak üzere siyasal iktidarların
amaçlaması gereken temel hedeflerin başında gelmelidir.
48
VIII. Plan döneminde, Türkiye’de yaratılan istihdam, çalışma çağı
nüfusunun ve işgücünün gerisinde kalmıştır. Söz konusu dönemde, çalışma
çağı nüfusu %1,9, işgücü %1,3 artarken GSYİH yıllık ortalama %4,4
büyümesine rağmen, istihdam %0,4 oranında artmıştır. 2001 krizin ardından
daralan istihdam, 2004 ve 2005 yıllarında artış göstermiştir (DPT, 2006: 37).
Kayıt dışı ekonomi, genellikle ekonomik verimliliğin düşmesine,
yarattığı sosyal sorunların yanında vergilendirilmeyen bir alan olması
sebebiyle de kamu gelirleri üzerinde olumsuz bir etki yaratmaktadır. Kayıt
dışı ekonomi alanının büyümesi, bireyler ve işletmeler arasında haksız
rekabetin doğmasına, gelir dağılımının bozulmasına, mükelleflerin vergi
ödeme yönündeki isteklerinin azalmasına, ayrıca, kamu finansman ihtiyacının
vergi oranlarının yükseltilerek karşılanması, vergiye karşı direnci artırarak bir
kısır döngüye girilmesine neden olmaktadır (DPT, 2006: 22).
Kendi hesabına ekonomik faaliyet gösteren, temel amacı bu faaliyete
katılan mensuplarına gelir ve istihdam yaratmaya dönük, belirgin özelliği
düşük teknoloji olan, çoğunlukla ilgili kamu otoritesinden herhangi bir izin
almadan faaliyet gösteren enformal sektör de gelir dağılımının bozulmasında
etkilidir.
İstikrarsız bir ekonominin göstergesi olan enflasyon gelir dağılımında
eşitsizliğe yol açan temel unsurlardandır. Yüksek enflasyon gelir
dağılımındaki eşitsizliği önemli ölçüde artırır; ancak, enflasyon oranının aşağı
çekilmesi gelir dağılımında doğrudan doğruya bir iyileşmeye yol açmaz. Öte
yandan, enflasyon gelir dağılımı üzerinde tersine artan oranlı bir vergi ile
benzer etkilere sahiptir. Yüksek gelire sahip kesimler enflasyon karşısında
genellikle kendilerini iyi koruyacak imkanlara sahiplerken enflasyon sabit
gelirli kişiler üzerinde son derece kötü etkilere sahiptir.
Kişisel gelir bölüşümünde ortaya çıkan dengesizliklerin önemli
nedenlerinden biri, servet dağılımının dengesiz olmasıdır. Bu nedenle, gelir
49
bölüşümünde servete bağlı olarak ortaya çıkan dengesizliğin giderilmesinde
arazi, bina gibi belirli bir servet üzerinden alınan ve dolaysız olan servet
vergileri önem kazanmaktadır. Bilindiği gibi, servetin yeniden oluşumu,
tasarruflar tarafından belirlenir. Gelir bölüşümünün çok bozuk olması
durumunda, tasarruflar, geliri yüksek küçük bir grup tarafından yapılır ve bu
durum söz konusu grubun serveti daha da arttırır. Böylece kişisel gelir
bölüşümü daha da bozulacaktır. Yeniden dağıtıcı bir gelir vergilendirmesi
gelişmeyi frenleyebilmekle birlikte, durdurmak ya da tümüyle tersine çevirmek
olanağına sahip değildir. Fakat, bu durumda, küçük gelir sahiplerine, tasarruf
ettikleri taktirde, vergi kolaylıkları sağlamak suretiyle, servet oluşumu için
olanak tanınabilir.
Servet dağılımı konusunun literatürde pek yer almamasının nedeni bu
konuda veri yetersizliğidir. Bu yetersizlik sanki böylesi bir eşitsizliğin
yokmuşcasına algılanmasına yol açmaktadır. Servet eşitsizliğini analiz
edecek araçların olmaması aynı zamanda bu sorunu göz ardı etmek ile
ilişkilidir.
Gelir dağılımı konusunun en önemli faktörlerinden biri, toplumda
bireyin küresel planda geçerli bilgi, beceri ile donatılmış olup olmadığıdır.
İşletmelerde çalışanların eğitim yapısında son yıllarda çok hızlı bir gelişme
görülmekle birlikte rakip ekonomiler dikkate alındığında, eğitime yönelik
faaliyetlerin hayati özelliği kendisini göstermektedir.
2.4. KÜRESEL GELİR DAĞILIMI EŞİTSİZLİĞİ
Dünya’da Gelir dağılımı ile ilgili olarak Gini katsayılarına bakıldığında,
gelir dağılımının en bozuk olduğu ülke 0.59 Gini katsayısı ile Brezilyadır. Bu
ülkeyi 0.53 Gini katsayısı ile Zambiya, 0.51 ile Şili ve 0.45 ile Çin takip
etmektedir. Türkiye ve Kenya’da ise Gini katsayısı 0.44’dür. Gelir dağılımında
50
en iyi ülkeler ise Gini katsayısı 0.25 olan Çek Cumhuriyeti ve 0.27 olan
Pakistan’dır. Bu ülkeleri sırası ile Polonya, Bangladeş, Güney Kore ve Rusya
Federasyonu takip etmektedir. 2004 yılında Satın Alma Gücü Paritesine göre
Çek Cumhuriyeti’nde kişi başına gelir 18.400 dolar iken Pakistan’da kişi
başına gelir 2.160 dolardır. Bu yaklaşıma göre Polonya, Bangladeş, Güney
Kore, Rusya Federasyonu ve Türkiye’de kişi başına gelir ise sırası ile 12.640,
1.980, 20.400, 9.620 ve 7.680 dolardır (Dünya Bankası, 2006: 292-293).
Tablo-2.1. Uluslararası Yoksulluk Çizgisine Göre Seçilmiş Ülkelerde Yoksulluk Oranı ve Gelir Dağılımı
Gini Katsayısı
Yoksulluk Oranı Gelir Dağılımı
Ülke Anket Yılı Günde 1$ (%) Günde 2 $ (%) Anket Yılı Gini Katsayısı
Çek Cumhuriyetia 2001 <2 <2 1996 0.25 Bangladeşa 2000 36,0 82,8 2000 0.31 Brezilyaa 2001 8,2 22,4 2001 0.59 Şilia 2000 <2 9,6 2000 0.51 Çina 2001 16,6 46,7 2001 0.45 Mısıra 2000 3,1 43,9 2000 0.34 Hindistana 2000 35,3 80,6 2000 0.33 Endonezyaa 2002 35,3 80,6 2000 0.34 Kenyaa 1997 22,8 58,3 1997 0.44 G.Kore 1998 <2 <2 1998 0.32 Pakistana 2001 17,0 73,6 2001 0.27 Polonyaa 2002 <2 <2 2002 0.31 Rusya Fed. a 2002 <2 7,5 2002 0.32 Sri Lankaa 2002 5,6 41,6 2002 0.38 Taylanda 2000 <2 32,5 2002 0.40 Türkiyeb 2002 <2 9,2 2002 0,44 Zambiyaa 1998 63,7 87,4 1998 0,53
a. World Bank, World Development Report 2006: Equity and Development, The World Bank and the Oxford University Press, 2005, s. 294-295. b.World Bank, State Institute of Statistics Turkey, Turkey Joint Poverty Assessment Report,
2005, s. 8.
Tablo–2.1 yoksulluk çizgisi iki dolara yükseldiğinde, yoksulluğun
yüksek oranlara sıçraması, bir dolarlık yoksulluk çizgisinin civarında önemli
bir yığılma olduğunu göstermektedir. Bu yaklaşıma göre Zambiya’da %87,4
oranındadır. Zambiya’dan sonra yoksulluğun en şiddetli yaşandığı ülkeler
51
Bangladeş, Hindistan ve Endonezya dır. Bu ülkelerde yaklaşık her on kişiden
sekizi yoksuldur.
Ancak Hindistan ve Endonezya’da yoksulluk oranları yüksek olduğu
halde, gini katsayıları, yoksulluk oranının yüksek olduğu Latin Amerika
ülkeleri ile kıyaslandığında düşüktür. Bunun sebebi ise Hindistan ve
Endonezya’nın gelir düzeyleri düşüktür.
2.5. GELİR DAĞILIMININ BOZULMASI VE YOKSULLUĞUN YAYGINLAŞMASI
Küreselleşme süreciyle birlikte yaşanan gelir dağılımı eşitsizliğinin
artışı, ülke içindeki gelir eşitsizliğinden çok, ülkeler arası gelir eşitsizliğinden
kaynaklanmaktadır. Ülkeler arası gelir dağılımındaki değişim ekonomik
büyüme oranlarına ve ülkelerin kendi aralarında gerçekleştirdikleri ticaretin
niteliğine bağlı olarak değişmektedir. Bu anlamda, ekonomik büyüme oranı
salt liberalizasyon süreci ile değil, aynı zamanda tasarruf oranı, yatırım oranı
ve eğitim politikaları gibi etkenler tarafından da etkilenmektedir. Küresel
ekonominin temel özelliklerinden birini oluşturan gelir dağımı eşitsizliği
incelendiğinde, 19.yüzyılın başlarında gelişmiş ülkelerde kişi başına düşen
gelirin gelişmekte olan ülkelerin 3 katı olduğu ve “Altın Çağ” (1945-1975)
dönemi dışında istikrarlı bir biçimde artarak, 2000’li yıllarda gelir
dağılımındaki eşitsizliğin 20 katına yükseldiği görülmektedir. Tablo-2.2
incelendiğinde gelir dağılımındaki eşitsizlik, İkinci Dünya Savaşı dönemine
kadar sürekli artarken savaş sonrası dönemde, özellikle gelişmekte olan
ülkelerde yaşanan ekonomik büyümeye bağlı olarak durağanlaşmış ve belirli
ölçüde de düzelmiştir. Bu süreç ise 1980 li yıllarda artan ticaret ve açıklık
politikalarıyla birlikte değişim göstermektedir (Temiz, 2004; 126).
52
Tablo-2.2 Bölgeler Arası Artan Gelir Eşitsizliği ( Kişi Başına Düşen Ortalama Gelir) (ABD Doları * )
Kaynak: Hasan Ejder TEMİZ, Küreselleşmenin Sosyal Boyutlar ve Türkiye Açısından
Etkileri(2004)
*Satın Alma Gücü Paritesine Göre; ⁿ World Development Report 2003 yılı verileridir.
Tablo-2.2’de On Dokuzuncu yüzyıl başı ile yirminci yüzyıl sonu
arasında bölgeler ve ülkeler arasındaki artan gelir eşitsizliğini göstermektedir.
Batı Avrupa, ABD, Kanada, Avustralya, Yeni Zelanda ve Japonya ülkelerde
kişi başına düşen ortalama gelirin 25 bin Dolar aştığı, buna karşın gelişmekte
olan ülkelerin bir kısmında kişi başına düşen ortalama gelirin ya çok sınırlı
artığı yada sabit kaldığı gözlenmektedir.
1960-2000 yılları arasında gelir dağılımında en varsıl yirmi ülke ile en
yoksul yirmi ülke arasındaki fark, 1960 yılında 18 kata, son 40 yıl içinde ise
ikiye katlanarak 37 kata ulaşmıştır (Dünya Bankası, 2003; 51).
1820 1870 1913 1950 1973 1990 1998 2001
Batı Avrupa 1,232 1,974 3,473 4,594 11,534 15,988 17,921 24,281
ABD, Kanada,
Avustralya,Ye
ni Zelanda
1,201 2,431 5,257 9,288 16,172 22,356 26,146 27,126
Japonya 699 737 1,387 1,926 11,439 18,789 20,413 27,430
Asya 575 543 640 635 1,231 2,117 2,936 4,040
Latin Amerika
ve Karayipler 665 698 1,511 2,554 4,531 5,055 5,795 7,070
Doğu Avrupa
ve Sovyet
Rusya
667 917 1,501 2,601 5,729 6,445 4,354 6,990
Afrika 418 444 585 852 1,365 1385 1,368 1,620
Dünya 667 867 1,510 2,114 4,104 5,154 5,709 7,570
53
Bu yüksek artışın temel nedeni, en yoksul yirmi ülkenin salt yeterli
ekonomik büyümeyi gerçekleştirememesinden değil, aynı zamanda
küreselleşme süreci ile birlikte finansal piyasalarda meydana gelen
gelişmelerden kaynaklanmaktadır. 1980’li yıllarda gelişmekte olan ülkeleri
olumsuz etkileyen borç krizleri, özellikle Afrika ve Latin Amerika ülkelerinde
yoğunlaşmış ve bu bölgelerdeki gelir dağılımını oldukça bozmuştur. Bu
anlamda, finansal piyasalarda meydana gelen gelişmeler, küreselleşme
sürecinin sağladığı yararların belirli bölgelerde ve belirli kesimlerde
toplanmasını sağlarken, dünya nüfusunun büyük bir bölümünün bundan
yararlanmasına olanak tanımamaktadır (Temiz, 2004: 128).
Küresel gelir eşitsizliği, gelirin dünyanın zengin ve yoksul ülkeleri ile
bölgeler arasındaki dağılımının çarpıklığını ortaya koyan bir ölçüttür. BM
Kalkınma Programı (UNDP) İnsani Gelişme Raporu (Human Development
Report) ve Dünya Bankası raporları küresel gelir eşitsizliğine dair etraflı
veriler içermektedir. Dünya Bankası 2003 verilerine küresel gelir eşitsizliği
tablo- 2.3 de izlenmektedir. Yüksek gelir grubunda yer alan ülkelerin nüfus
payı % 15.6, gelirden aldıkları pay ise %80.7’dir. Dünya nüfusunun yüzde 85’i
ise dünya gelirinin yüzde 19’unu elde etmektedir.
Tablo-2.3 Küresel Gelir Eşitsizliği (2003)
Ülkenin Gelir Grubu
Toplam Nüfus Nüfus % Toplam GSMH ($)
Gelir Payı
Kişi Başına GSHM ($)
Düşük Gelir 2.500.000.000 40,6% 1.075.000.000.000 3,4% 430
Orta Gelir 2.700.000.000 43,8% 5.022.000.000.000 15,9% 1860
Yüksek Gelir 960.000.000 15,6% 25.449.600.000.000 80,7% 26510
Toplam 6.160.000.000 100 31.546.600.000.000 100 5121
Kaynak: Aziz Çelik, Çalışma ve Toplum, 2004/3, s.62
54
Küresel gelir eşitsizliği, Gini katsayısı yanında en alt ve en üst gelir
dilimleri arasındaki eşitsizlik açısından ele alındığında, Gini katsayısı nüfusun
tümü için bir gelir eşitsizliği ortalaması verirken, dilimler arası karşılaştırma
yöntemi, alt ve üst dilimler arasındaki farkı ve gelir uçurumun boyutunu
göstermektedir (Tablo-2.4 ).
Tablo-2.4. Küresel Gelir Eşitsizliğinde Değişim (Zengin-Yoksul Farkı)
Araştırma Yılı
En Yoksul %20’nin Payı (%)
En Zengin %20’nin Payı (%)
Zengin %20’nin Yoksul % 20’ye Oranı
Macaristan 1999 7,7 37,5 4,9 1982 6,9 35,8 5,2 Danimarka 1997 8,3 35,8 4,3 1981 5,4 38,6 7,1 Japonya 1993 10,6 35,7 3,4 1979 8,7 37,5 4,3 İsveç 2000 9,1 36,6 4 Norveç 2000 9,6 37,2 3,9 1982 6 3 8,2 6,4 Finlandiya 2000 9,6 36,7 3,8 1981 6,3 37,6 6 Güney Kore 1998 7,9 37,5 4,7 1976 5,7 45,3 7,9 İspanya 1990 7,5 40,3 5,4 1980-81 6,9 40 5,8 İsviçre 1992 6,9 40,3 5,8 1978 6,6 38 5,8 Kanada 1998 7 40,4 5,8 1981 5,3 40 7,5 Avustralya 1994 5,9 41,3 7 1975-76 5,4 47,1 8,7 İngiltere 1999 6,1 44 7,2 1979 7 39,7 5,7 Yeni Zelanda 1997 6,4 43,8 6,8 1981-82 5,1 44,7 8,8 Türkiye 2000 6,1 46,7 7,7 1973 3,5 56,5 16,1 ABD 2000 5,4 45,8 8,5 1979 5,3 39,9 7,5 Arjantin 2001 3,1 56,4 18,2 1970 4,4 50,3 11,4 Meksika 2000 3,1 59,1 19,1 1977 2,9 57,7 19,9 Brezilya 1998 2 64,4 32,2 1972 2 66,6 33,3 Kaynak: Aziz Çelik, Çalışma ve Toplum, 2004/3, s.62
55
Sosyal devlet uygulamalarının güçlü olduğu Kıta Avrupası ülkelerinde
zengin-yoksul makası daralırken, neo liberal iktisat politikalarının etkili olduğu
Anglo-Saxson ülkelerinde bu fark artmaktadır. Neo libaral politikaların yaygın
uygulama alanı bulduğu Latin Amerika ülkelerinden, Arjantin’de 18.2 kat ve
Brezilya’da 32 kata ulaşmaktadır (Çelik, 2004: 65-66).
2.6. YOKSULLUK KAVRAMI, ÖLÇÜMÜ ve YOKSULLUK ÖLÇÜTLERİ
Yoksulluk Birleşmiş Milletler Örgütünce dünyadaki en önemli
sorunlardan biri olarak kabul edilmiştir.(United Nations general Assembly
Report (6 September 1995) Bu çerçevede Birleşmiş Milletler 1996 yılını
“Uluslararası Yoksulluğun Yok Edilmesi Yılı” (International Year for the
Eradication of poverty) olarak ilan etmiştir. Başta Birleşmiş Milletler örgütü
olmak üzere birçok uluslararası örgütünde bu yönde çalışmalarda
bulunmaktadır.
Yoksulluk 1990’lı yıllarda çeşitli uluslararası toplantıların da ana
gündem maddesini oluşturmuştur.2 Ayrıca, Dünya Bankası Küresel Kalkınma
Raporunda, (Singapur, 2006 toplantısı) eğitim sektörüne yatırımın, istihdamı
arttırırken, sürdürülebilir kalkınmaya da katkıda bulunacağı ifade edilerek,
eğitim stratejisinin, uzun dönemli ve kalıcı bir istihdam politikasının
vazgeçilmez unsuru olduğu belirtilmiştir.
Yoksulluk, temelde azgelişmiş ülkelerin sorunu olmakla birlikte,
gelişmiş ülkeler için de önemli bir konudur. Batı Avrupa ülkeleri, İkinci Dünya
2 2001 yılında Davos’ta toplanan Dünya Ekonomik Forumu’nda olmak üzere, 1994 yılında Kahire’de toplanan Nüfus ve Gelişme Konferansı’nda nüfus sorununun çözümü ve 1995 yılında Pekin’de toplanan Birleşmiş Milletler 4. Kadın Konferansı’nda kadınların karşı karşıya kaldığı önemli sorunlar açısından ele alındı. Mart 1995’te Kopenhag’da Dünya Sosyal Gelişme Zirvesi yapılmıştır. Birleşmiş Milletler, 1996 yılını Yoksullukla Mücadele Yılı, 1997-2006 dönemini de Yoksullukla Mücadele On Yılı ilan etmiştir. 2000 yılında yapılan ve 147 ülkenin devlet ve hükümet başkanlarının katıldığı Binyıl (Milenyum) Zirvesi’nde mutlak yoksulluk içinde yaşayan insan sayısının 2015 yılına kadar yarıya indirilmesi yönünde ilke kararı alınmıştır (Şenses,2003:s.24-25).
56
Savaşı sonrasında uzun süren bir refah dönemi yaşadı ve mutlak anlamda
yoksulluk bu ülkeler için önemli bir sorun oluşturmadı. Bunda, hızlı büyüme
yanında, refah devleti uygulamaları düşük gelirli kesimler için devletin
sağladığı destek, sağlık ve eğitim hizmetleri için ayrılan payın etkileri ve
işsizlik sigortası gibi uygulamalarda etkili olmuştur. Ancak yoksulluk, 1970’li
yılların sonlarına doğru, yeniden gündemin üst sıralarında yer almaya
başlamıştır. Avrupa Topluluğu’na üye ülkelerde, 1970’li yıllarda, büyümeye
karşın nüfusun yaklaşık üçte birinin yoksulluk sınırı veya ona yakın bir gelir
düzeyine gerileyerek, yoksulluk, 1980’li ve 1990’lı yıllarda önemli bir artış
göstererek Avrupa’nın “sosyal birlikteliğini” tehdit eden boyutlara ulaşmıştır.
Yoksulluk ABD’de de, 1960’lı yılların ortalarında kapsamlı biçimde ele
alınmaya başlandı. Gelir eşitsizliklerinin ve yoksulluğun ekonominin sadece
resesyon dönemlerinde değil, canlanma dönemlerinde de önemli ölçüde
arttığı, gelir bazında ölçülen yoksulluğun kimi temel refah göstergeleri
arasında yakın bir ilişki bulunduğu gözlemlendi (Şenses, 2003: 18-21 ).
2.6.1.Yoksulluk tanımları
Yoksulluk tanım ve ölçümünde en baştan üzerinde durulması gereken
bir nokta, yoksulluk göstergesi olarak salt ekonomik kıstasların mı yoksa
bunların ötesinde ve bunlara ek olarak sosyal ve hatta siyasal kıstasların mı
dikkate alınacağı sorusuyla ilgilidir. Yoksulluk araştırmalarının yakın bir
geçmişe kadar iktisat ağırlıklı bir gelişme göstermiş olmasının bir yansıması
olarak ekonomik göstergelerin ön plana çıktığı görülmektedir. Ancak
yoksulluğu salt ekonomik açıda tanımlandığında dahi, başta gelir ve tüketim
harcamaları olmak üzere birçok farklı kıstası kapsayan bir göstergeler
yelpazesiyle karşılaşılmaktadır. Yoksulluğun yalnızca ekonomik bir sorun
olmaması, sosyal ve ahlaki boyutları da olan karmaşık bir sorun olarak ortaya
çıkması, zaman içerisinde yoksulluğu ortadan kaldırmak ya da en azından
azaltmak için oluşturulan mücadelelerin de çok yönlü oluşmasını
57
doğurmaktadır. Sonuç olarak, yoksulluğun nasıl tanımlanacağı, bu konuda
hangi politikaların uygulanabileceğini ya da uygulanması gerektiğini de büyük
ölçüde belirlemektedir (Şenses, 2003: 62-63 ).
2.6.1.1.Mutlak Yoksulluk
Dünya Bankası’nın temel aldığı günlük 1 dolarlık gelirden yoksun
olmak biçiminde anlaşılan tanımında olduğu gibi, “mutlak yoksulluk”, temel
yiyecek gereksinimlerini, genellikle minimum kalori gereksinimi olarak
tanımlanmaktadır. karşılamak için gerekli gelirden yoksun olmak biçiminde
tanımlanabilmektedir.
Hane halkı veya bireyin yaşamını sürdürebilecek asgari refah düzeyine
ulaşamaması durumudur. Bir insanın günlük asgari kalori gereksinimine göre
hesaplanır. Bu miktar ülkelerin sosyo-ekonomik yapıları ve coğrafi koşullarına
göre değişmektedir. Bu miktar gelişmiş ülkelerde 3390 kalori, gelişmekte olan
ülkelerde 2480 kalori ve az gelişmiş ülkelerde 2070 kaloridir. Mutlak yoksulluk
oranı, bu asgari refah düzeyine ulaşamayanların sayısının toplam nüfusa
oranıdır. Bu yaklaşım, zaman zaman açlık boyutlarına da varabilen ağır
beslenme sorunlarının gündemde olduğu ülkelerde yaygın olarak
kullanılmaktadır (Şenses, 2003: 63).
2.6.1.2.Göreli yoksulluk
Yiyecek dışında, sağlık, eğitim, giyim, barınma ve enerji gibi ihtiyaçları
karşılayacak gelirden yoksun olma durumudur. Göreli yoksulluk, bir kişinin
veya gurubun yaşam düzeyini, kendisinden daha yüksek gelire sahip bir
58
referans grubun geliriyle karşılaştırması sonucunda ortaya çıkan bir olgu
olarak tanımlanmaktadır.
Göreli yoksulluk, daha yaygın olarak “maddi kaynakların, toplumda
âdet haline gelmiş veya en azından özendirilen ve onaylanan normal
etkinliklere katılımın gerçekleşmemesi durumunun, konfora ve yaşam
koşullarına sahip olmanın olanaksız veya son derece kısıtlı hale gelecek
kadar yetersiz kalması”olarak da tanımlanmaktadır (Şenses: 2003, 91).
2.6.1.3. İnsanî yoksulluk
Gelir yoksulluğunda, yoksulluk sınırı olarak bir asgarî gelir ve tüketim
düzeyi söz konusu iken; insanî yoksullukta, yaşam süresinin kısalığı, eğitim
ve sağlık hizmetlerinden yoksunluk, iş olanaklarından yoksunluk, temiz içme
suyuna erişim, bebek ölüm oranları gibi kıstaslar dikkate alınarak inceleme
yapılmaktadır. İnsani yoksulluk kavramı, okur-yazarlık, yetersiz beslenme,
kısa yaşam süresi, ana-çocuk sağlığının yetersizliği, önlenebilir hastalıklara
yakalanmak gibi temel insani yeteneklerden yoksun olmak biçiminde
tanımlanabilir. Buna göre temel insan yeteneklerini sürdürebilecek olan mal,
hizmet ve altyapıya erişimin yokluğu ya da kısıtlanması, yoksulluğun “insani”
boyutu olarak nitelendirilmektedir. Bu yaklaşımda, niteliği ve tanımı nasıl
olursa olsun, kişinin “kaliteli” bir yaşam sürmesini sağlayabilecek araç ve
olanaklardan yoksun olmak, yoksulluk tanımlarında dikkate alınması gereken
bir başlangıç noktasıdır (O’Boyle,1990: 5).
2.6.1.4. Öznel Yoksulluk
Bu yaklaşım, yoksulluğun tanımlamasını kişilerin ve hane halkının
değerlendirmesine bırakır. Büyük ölçekli anketler yapılarak toplumun kabul
59
edeceği minimum bir yaşam standardının belirlenmesi sonucu belirlenen bir
durumdur.
2.6.1.5. Kırsal yoksulluk-Kentsel Yoksulluk
Kırsal yoksulluk daha çok, bağımsızlık, güvenlik, öz-saygı, sosyal
kimlik, sosyal ilişkilerin sıklığı ve sağlamlığı, karar alma özgürlüğü, hukukî ve
siyasî haklar gibi niteliksel beklentiler ve yoksunluklar üzerine odaklanırken;
kentsel yoksulluk, gelir ve tüketim şeklinde niceliksel beklentiler ve
yoksunluklar konusuna eğilmektedir.
2.6.1.6. Tüketim Harcamasına Göre Yoksulluk
Mutlak yoksulluk kavramında sadece gıda unsuru, göreceli yoksullukta
ise kişi başına ortalama gelir veya alt nüfus grubunun gelir payı göz önüne
alınmaktadır. Tüketime göre belirlenecek yoksulluk sınırı ise kişinin bütün
tüketim unsurlarına yaptığı harcamaları kapsadığından, daha gerçekçi bir
durum ortaya çıkacaktır.
Tüketim harcamasına göre belirlenecek yoksulluk sınırında, mutlak
yoksulluk ve göreli yoksulluk yaklaşımda bulunmayan öğe, kişinin bütün
giderleridir.
Mutlak yoksulluğu yoksulluk oranı olarak kullanmanın eksikliği bu
oranın sadece gıdayı dikkate almasıdır. Göreceli yoksulluğu kullanmanın
eksiği ise salt kişi başına ortalama geliri esas alması, dolayısıyla kişilerin
yaşam standardı hakkında yeterli bilgi vermemesidir. Mutlak yoksulluğu
kullanmanın yararı, toplumdaki gıda harcamalarına göre en düşük yaşam
60
standardını ortaya çıkarmasıdır. Göreceli yoksulluğu kullanmanın yararı ise,
gelir dağılımı eşitsizliğini en açık şekilde vermesidir. Tüketim harcamaları baz
alınarak yapılan hesaplamada ise diğer yaklaşımlardan daha gerçekçi olarak
tüm tüketim kalıbı hesaba katılarak hem mutlak hem de göreceli yoksulluğun
boyutları belirlenebilmektedir. Çünkü toplumun ortalama tüketim seviyesi
altında kalanlar, toplumda en avantajsız kesimlerdir. Tüketim harcamasına
göre yoksulluk sınırının belirlenmesinde ülke içindeki bölgesel eşitsizlikler göz
önünde tutulmaktadır.
2.6.1.7. Sosyal İmkanlar Yoksulluğu
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) 1996 yılında yayınlanan
raporunda ilk kez “gelir yoksulluğu” kavramı dışında “sosyal imkanlar
yoksulluğu” adını verdiği yeni bir kavramı gündeme getirdi. Henüz çok yeni
olan, dolayısıyla akademik çevrelerde dahi yeterince bilinmeyen bu kavram,
yoksulluğu parasal gelir yönü ile değil, bireylerin insani gelişme için gerekli
temel ihtiyaçlara ne ölçüde sahip oldukları yönünden ele alır ve ölçmeye
çalışır.
UNDP, geliştirdiği sosyal imkanlar yoksulluğu indeksini başlıca üç
kriterden hareketle ölçer. İlk kriter “sağlıklı üreme imkanı.” Uzman sağlık
personeli olmaksızın gerçekleştirilen doğum yüzdesi, sağlıklı üreme imkanına
bireylerin ne ölçüde sahip olduklarını ortaya koyar. İkinci kriter “sağlıklı
büyüme ve yeterli beslenme kriteri.” Bu kriter ise 5 yaşın altında olan ve
uluslararası standartlarda gerekli kiloya sahip olmayan, dolayısıyla yeterli
beslenemeyen çocukların yüzdesi esas alınarak ölçülür. Üçüncü kriter ise
“okuma yazma kriteri.” Araştırmada genel okuma yazma oranı yerine sadece
15 yaş ve üstünde olan kadınların okuma yazma oranları dikkate alınır. Bu üç
kriter için hesaplanan yüzdeler tek bir yüzdeye dönüştürülür ve “sosyal
imkanlar yoksulluğu indeksi” olarak adlandırılıyor.
61
UNDP, 1996 yılında yayınladığı raporda dünyada 101 ülkede sosyal
imkanlar yoksulluğunu ölçmüş bulunur. Gelişmiş ülkelerin pek çoğunun
araştırma dışında bırakılmasının nedeni bu ülkelerde sosyal imkanlar
düzeyinin yeterince yüksek düzeyde olmasından kaynaklanır. Araştırmaya
göre 101 ülke arasında sosyal imkanlar yoksulluğu yönünden dünyada en alt
sırada Nepal yer alıyor. Bu ülkeyi sırasıyla Bangladeş, Afganistan, Nijerya ve
Etyopya izliyor.
101 ülke içerisinde sosyal imkanlar indeks sıralamasında en iyi
durumda olan ülke Şili’dir. Ülkemiz sosyal imkanlar yoksulluğu indeks
sıralamasında 31. sırada yer almaktadır.
2.6.2. Yoksulluğun Ölçülmesi
Yoksulluk sınırı (bir diğer deyişle yoksulluk çizgisi), bir toplumda yoksul
olanlarla olmayanları birbirinden ayırmak için kullanılan bir kavramdır.
Yoksulluk sınırının belirlenmesi, yoksulluk çalışmaları için önemlidir.
Yoksulluk sınırının altında kalan yoksullar arasında bir gelir eşitsizliği
mevcuttur ve bunun da dikkate alınması gerekmektedir. Yoksulluk çizgisi
altında yer alan gruplardan bir kısmı yoksulluk sınırına yakın bir yerde
yoğunlaşma gösterirken, bir başka grup ise çok daha aşağılarda yoğunlaşma
gösterebilir.
Yoksulların yoksulluk sınırı gelirine göre konumlarını ve kendi
içlerindeki eşitsizlik düzeyini ölçmek için çeşitli ölçüler geliştirilmiştir. Bu
ölçüler ile, çeşitli ülkelerin yoksulluk düzeylerini karşılaştırmak ve bir ülke
içinde yoksulluğun zaman içindeki gelişimini izlemek mümkündür. Yoksulluk
sınırının belirlenmesi amacıyla kullanılan birkaç yaklaşım mevcuttur.
62
2.6.2.1. Alınması Gerekli Asgari Kalori Miktarı Yaklaşımı
Besin gereksinimine dayalı yoksulluk sınırında, tüm nüfus için önerilen
kişi başına ortalama kalori alımının altında olan hanehalkları fakir olarak
adlandırılmaktadır. Bu yöntemin sakıncası, tüm nüfus için aynı kalori
normlarının kullanılmasıdır. Oysa aynı hanehalkı içerisinde bile kişiden kişiye
kalori normları farklılaşabilmektedir. Ayrıca yaş, cinsiyet ve meslek
değişkenleri de, alınması gereken kalori miktarını doğrudan etkilemektedir.
Farklı yaş ve cinsiyet gruplarındaki kalori ihtiyacının ulusal ağırlıklı ortalaması
alınarak kişi başına kalori ihtiyacı belirlenir. Burada ağırlıklar, farklı yaş ve
cinsiyet gruplarındaki nüfus oranlarıdır. Bireyin dengeli beslenmesinin günlük
maliyeti çıkarılır. Ayrıca buna minimum gıda dışı harcamalar ilave edilir. Gıda
dışı bileşenlerin kestirimi fakirlerin harcama kalıbına dayandırılır (Paul, 1989).
2.6.2.2. Temel Gereksinimler Yaklaşımı
İnsanların yaşamlarını devam ettirebilmeleri için asgari düzeyde
gıdaya, giyime, barınmaya, eğitim ve sağlık hizmetlerine yapmaları gereken
harcama dikkate alınmaktadır. Bu temel maddelerin hane halkı başına düşen
minimum harcama değerinin yoksulluk sınırı olarak tanımlandığı
çalışmalarda, aynı mal ve hizmet yerleşim yerinden dolayı farklı fiyata sahip
olduğu, dolayısı ile satın alıcının ekonomik statüsünde yerleşim yerinden
yerleşim yerine farklılık gösterebileceği de vurgulanmaktadır (Aktan, 2002:
20-30).
2.6.2.3. Ortalama Gelirin Yarısı Yaklaşımı
Scott (1981) ve Anand (1983) çalışmalarında, göreli yoksulluk tanımını
kullanarak, toplumda yaratılan ortalama gelirin yarısını yoksulluk sınırı olarak
63
kabul etmektedirler. Elde ettikleri gelirleri yoksulluk sınırının altında kalan
fertleri ise yoksul olarak adlandırmaktadırlar. Bu yöntem günümüz yaşam
koşullarına bağlıdır. Eğer toplumda genel gelir düzeyi yüksekse, yoksulluk
sınırı da yüksek bulunacaktır.
Toplumda bir kesimden diğerine eşitsizliğin boyutu az ise, yani
yaşayanların gelirleri genel ortalama civarında ise, ortalama gelirin yarısına
sahip hiç kimse çıkmayabilecektir. Dolayısı ile toplumda yoksul
bulunmayacaktır. Oysa eşitsizliğin boyutu fazla ise ortalama gelirin yarısına
sahip yoksul hanehalkı sayısı toplumdan ayırt edilebilecektir.
2.6.2.4. Harcamaların Besin Gruplarına Ayrıştırılması Yöntemi
Paul (1989) çalışmasında yoksulluk sınırını hanelerin harcama
düzeyine göre veren bir modeli dikkate almaktadır. Her hanenin yaş, cinsiyet
ve meslek ölçütleri dikkate alınarak, bu ölçütlere göre hanenin tükettiği gıda
miktarları, kalori ve besin değerlerine ayrıştırılarak bir model
oluşturulmaktadır. Sonuçlar günlük alınması gerekli kalori ve besin miktarları
ile karşılaştırılmakta, sınırın altında besin tüketiminde bulunan haneler yoksul
olarak adlandırılmaktadır. Bu yöntem yaş, cinsiyet ve mesleklere göre
alınması gerekli besin miktarlarını ayrı ayrı irdelediği için oldukça ayrıntılı bir
çalışma yapmayı gerektirmektedir.
UNICEF’in belirlediği ölçüte göre; hane halklarının karşılanmayan
temel gereksinimleri varsa, bu hane halkları yoksul olarak nitelendirilmektedir.
Karşılanmayan temel gereksinimler, iyi kalitede olmayan evde yaşamak, hane
halkının kalabalık olması, evde içme suyunun olmaması ve uygun bir
kanalizasyon sisteminin yokluğu, hanehalkında okul çağındaki çocuğun okula
gidememesi, hanehalkı reisinin eğitim düzeyinin düşük olmasıdır.
64
Yoksulluğun boyutunun bilinmesi politik karar alıcılar için önemlidir.
Yoksul hanehalkları, sağlık ve eğitim gibi devletin sağlayacağı olanaklardan
en az yararlanan kesimlerdir. Bu açıdan bakıldığında gelişmişliği yakalamak
için eşitsizliğin boyutunun bilinerek önlemler alınması kaçınılmazdır.
2.6.2.5. İnsani Gelişmişlik Endeksi
İnsanların sağlıklı bir yaşam, eğitim ve gelir imkanlarının olup-
olmamasının ölçümü yöntemiyle geliştirilen İnsani Gelişmişlik Endeksi,
küresel anlamda ülkeler arası farklılıkları ortaya koyarken, ulusal düzeyde de
bölgeler arası farklılıkları görünür kılmaktadır.
İnsani Gelişmişlik Endeksi, doğumda yaşam beklentisi, yetişkin okur
yazar oranı, ilk, orta ve yüksek okullaşma oranı ve kişi başına gayri safi yurtiçi
hasıla verilerine dayalı olarak oluşturulan yaşam beklentisi endeksi, eğitim
endeksi ve gelir endeksinin basit aritmetik ortalamasından elde edilen bir
endeks değeri olarak oluşturulmaktadır.
İnsani Gelişme Endeksi'nin (İGE) hesaplanmasında, kişi başına düşen
milli gelir, eğitim ve sağlık (ömür beklentisi) olarak üç temel gösterge esas
alınır. Sağlık göstergesinin bileşimi, bebek ve anne ölümleri,düşük kilolu
doğum oranı içme suyuna ulaşım, kişi başına düşen doktor sayısı, sıtma,
kızamık, AIDS gibi hastalıklarla mücadelede etkinlik gibi veriler yer alır. Eğitim
başlığının altında ise kişi başına düşen eğitim yılı, okullaşma oranı, 5. sınıfa
erişme oranı, eğitime ayrılan pay, kadınların eğitimi gibi konular bulunur. Kişi
başına milli gelir de, ülkelerdeki fiyat farkından hareketle yerel paralarla satın
alınabilen mal ve hizmetlerin dolar karşılığı hesaplanarak bulunur. Bu
değerlerin toplamı '1' kabul edilir ve eksikliklere göre puan düşülür. 1'e
yaklaştıkça, insani gelişmede durum iyileşmektedir.
65
Cinsiyete Bağlı Gelişme Endeksi (CGE) ise, cinsiyete dayalı kadınlar
aleyhine ayrımcılığın bir göstergesi olarak ortaya konmaktadır. Bu endeks
İGE temel verilerinin kadın ve erkek nüfus açısından karşılaştırılmasına
dayanmaktadır; doğumda yaşam beklentisi, yetişkin okur yazar oranı, ilk, orta
ve yüksek okullaşma oranı ve kişi başına gayri safi yurtiçi hasıla verileri kadın
ve erkek nüfus için ayrı ayrı değerlendirilmekte ve aradaki farktan yola çıkarak
CGE oluşturulmaktadır.
İnsani Yoksulluk Endeksi (İYE) ise her ülkedeki insani yoksulluk
oranının ölçülmesine bağlı bir göstergedir. İYE değeri 40 yaşına kadar yaşam
beklentisi olmayan nüfus oranı, okuma yazma bilmeyen yetişkinlerin oranı,
sağlık hizmetlerine, sağlıklı içme suyuna ulaşma olanağı olmayan nüfus, beş
yaş altı düşük ağırlıklı çocuk sayısı, GSYİH’dan en yoksul %20 ve en zengin
%20’nin aldığı pay oranı ve günlük 1$ ve ulusal yoksulluk sınırına bağlı olarak
hesaplanmış yoksulluk sınırının altında yaşayan nüfus temel verilerine
dayanarak hesaplanmaktadır.
2.6.3. Yoksulluk Ölçütleri
En basit yoksulluk ölçütü, yoksulluk sınırı altında bulunan yoksul birey
veya hane halkı sayısıdır ve bir ülke veya bir bölgedeki yoksul sayısını
gösterir. Yoksulluğun belirlenmesinde kullanılan 3 ölçüt vardır. Bunlar; yoksul
kişi oranı, yoksulluk açığı oranı, yoksullar arası gelir eşitsizliği ölçütleridir.
2.6.3.1. Kafa Sayısı Endeksi (Head Count)
En yaygın biçimde kullanılan yoksulluk ölçütü, yoksulluk sınırı altında
bulunan nüfusun toplam nüfus içindeki yüzdesini ifade eden en temel
66
yoksulluk ölçütüdür. Q, yoksulluk sınırı altındaki toplam nüfusu, N, toplam
nüfusu gösterdiğinde Kafa Sayısı Yoksulluk Endeksi, Q/N’e eşittir. Bu oran,
yoksulluğun derecesi hakkında bilgi vermez ve yoksullar arası gelir
hareketlerini yansıtmaz. Ancak yoksulluk sınırı altında buluna kişilerin
oranında meydana gelen değişiklikler hakkında bilgi verir. Bu yetersizliğin
yerini doldurmak üzere; yoksulluk açığı oranı ve yoksullar arası gelir eşitsizliği
katsayısı (Gini Katsayısı) ölçütleri geliştirilmiştir.
2.6.3.2. Yoksulluk açığı oranı (Poverty Gap)
Yoksulluk açığı oranı, yoksulların yoksulluk sınırının üzerine
çıkabilmeleri için gerekli ortalama gelir düzeyini gösteren bir derinlik ölçütü
olarak tanımlanmaktadır. Yoksulluğun derinliği yoksulluk sınırı(x) ile kişinin
gelir (y) arasındaki açığın (x-y) büyüklüğü ile ölçülebilir. Yoksulluk açığının
artması, yoksulluğun daha da derinleştiğini, şiddetlendiğini gösterir.
2.6.3.3. Gini katsayısı
Gini katsayısı ise; yoksullar arası gelir eşitsizliğindeki değişmeleri ifade
eder. Yoksullar arası gelir eşitsizliğinin artması, yeterince
beslenemeyenlerden, iyi durumdaki yoksullara, yoksullararası gelir
dengesizliğini artıran bir gelir transferine işaret ederken, yoksulluğun
şiddetinin de artmış olduğunu gösterir.
67
2.6.3.4. Sen Endeksi
Sen Endeksi, Kafa Sayısı Oranı, Gelir Açığı Oranı ve Gini Katsayısının
birleştirilmesi suretiyle oluşturulan ve yoksulların sayısını, yoksulluğun
boyutunu ve yoksullar arasındaki gelir dağılımı farklılıklarını dikkate alan bir
ölçüdür(Sen 1976). H, Kafa Sayısı Oranı; I, Gelir Açığı Oranı ve g ise Gini
Katsayısını göstermek koşuluyla;
S= H. I+ H(1-I)g şeklindedir.
Herhangi bir yoksulun gelirinde bir azalma meydana geldiğinde
yoksulluk ölçütünde bir artış meydana gelir. Diğer bir ifadeyle, yoksulların
durumunda meydana gelen bir kötüleşme yoksulluk oranının yükselmesine
yol açar. Bunun yanında, zengin bir kişiden yoksul bir kişiye gelir transferi
olursa, yoksulluk ölçütünde bir azalma meydana gelir. Yoksulluk ölçütü
zenginlerin gelirleri karşısında hiçbir değişiklik göstermez, sadece yoksulların
durumu ile ilgilidir. Yoksullar arasında tam eşitsizlik durumunda yani gini
katsayısının bire eşit olduğu durumda, endeks Kafa Sayısı Yoksulluk
Endeksine, yoksullar arası tam eşitlik varsa, Endeks Gelir Açığı Endeksine
eşit olur.
2.7. DÜNYA’DA YOKSULLUK
Dünya nüfusunun yüzde onu, toplam mal ve hizmetlerin %70’ini üretip
dünya gelirinin %70’ini elde etmektedir ki, bu yaklaşık kişi başına yıllık
ortalama 30,000$’a denk gelmektedir (Collier ve Dolar, 2001: 1). Öte yandan
6 milyarlık dünya nüfusunun 2.8 milyarı -yaklaşık yarısı- günlük 2$’lık
yoksulluk sınırın altında yaşamaktadır. Zengin ülkelerde 100 çocuk içinde
1’den de az oranda çocuk beş yaşına ulaşamamakta, fakir ülkelerde ise 100
68
çocuk içinde 5’den de fazla oranda çocuk beş yaşına ulaşamamaktadır.
Zengin ülkelerde beş yaş altı çocuk nüfusunun yüzde beşi yetersiz beslenme
ile karşı karşıyadır, fakir ülkelerde ise bu oran yüzde ellinin üstündedir (Dünya
Bankası, 2000/2001: 3).
Global bolluk (servet), global iletişim ve teknolojik kabiliyetler gibi insani
koşullar son yüz yılda tarihin geri kalanına kıyasla karşılaştırılmayacak ölçüde
ilerleme göstermesine karşın, yoksulluk olanca şiddetiyle devam ettiği
izlenmekte, ayrıca bunlara benzer global kazanımların dağılımının eşitlikten
uzak olduğu görülmektedir. En zengin 20 ülkenin ortalama geliri, en fakir 20
ülkenin gelirinin 37 katıdır ve bu fark son kırk yılda ikiye katlanmıştır (Dünya
Bankası, 2000/2001: 3).
Tarihsel olarak, özellikle 20. yüzyıl içerisindeki yoksullukla mücadele
stratejilerine bakıldığında, iki temel politika grubunun uygulandığı
görülmektedir. II. Dünya Savaşının ardından 1980’lere kadar bütün dünyada
yaygın olan, yoksullukla doğrudan mücadeleye dayalı, sosyal güvenlik ağını
öngören, sosyal politikalar iken, küreselleşme sürecinin hız kazandığı 1980
sonrası ise doğrudan yoksulluğu azaltmak için tasarlanmamış olsalar
da,dolaylı olarak yoksulluğu azalttığı ileri sürülen, yoksulluğun önemli bir
kaynağı olan işsizlik sorununu azaltmak ile iktisadi büyümeyi sağlayacak
türden politikalardır. 1980’lerden itibaren geliştirilen ve 1990’lardan
başlayarak giderek kendini daha fazla duyuran, bu politikaların bütün
dünyada benimsenmeye başlandığı ve uluslararası kuruluşlar tarafından
gelişmekte olan ülkelere daha fazla önerildiği görülmektedir. Bu politikalar
piyasanın işleyişinde etkinlik sağlayarak, ekonomik büyümeyle beraber artan
gelirin yoksulluğu azaltacağını öngörmektedirler. Böyle bir yaklaşımda, ilk
akla gelecek politikalardan birisi, ticarette liberalizasyonun benimsenerek
büyümenin sağlanmasına çalışmaktır. Dolayısıyla devlete de önemli görevler
yüklemektedir. Devlet, piyasaların oluşturulması ve etkin bir biçimde
işleyebilmesi için gerekli yasal ve kurumsal düzenlemeleri yapmalı, ancak
piyasanın işleyişine karışmamalıdır. Yoksulluk açısından bakıldığında,
69
devletin yoksullukla mücadele için kullanılacak yeniden dağıtım politikalarının
tasarlanması ve yürütülmesi yerine, artık yalnızca piyasa alanı içerisinde,
daha çok Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı gibi
uluslararası kuruluşlar ve sivil toplum kuruluşlarının etkinlikleri, yoksullukla
mücadele önem kazanmaktadır.
Özellikle 1970’li yıllardan itibaren AGÜ’deki yoksulluğa karşı ilgisini
aralıklarla da olsa sürdüren Dünya Bankası gelmektedir. Yapısal uyum
programlarının yoksulluk üzerine etkileri UNICEF, OECD ve ILO gibi
kuruluşlarca da değerlendirilmektedir. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı
(UNDP), 1990 yılından itibaren İnsani Gelişme Raporunu yayımlamaktadır
(Şenses, 2003: 23-24).
Yoksulluğun çeşitli ülkelerde ulaştığı bu yüksek düzey, Dünya Bankası
ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) başta olmak üzere
uluslararası kuruluşların yayımladığı toplulaştırılmış verilerin ötesinde, bazıları
uluslararası kuruluşların desteğinde olmak üzere, yerel düzeyde yapılmış
çalışmaların bulgularından da izlenebilmektedir (Şenses, 2003: 114).
2.7.1. Bölgeler ve Ülkeler İtibariyle Dünya’ da Yoksulluğun Boyutu
Dünya Bankası ve UNDP kaynaklarından derlenen veriler ışığında,
bölgeler ve seçilmiş ülkeler itibariyle yoksulluğun ve insani gelişimin boyutları
incelendiğinde,dünyanın farklı bölgelerinde yoksulluk düzeyleri ve
yoksulluğun yıllar itibariyle seyrine ilişkin gelişmeler farklılık göstermektedir.
Dünyadaki yoksulluğun boyutları ve dünyanın belli başlı bölgeleri arasındaki
dağılımı, 1987 ve 2001 yılları için Tablo-2.5’de verilmiştir. Tablo-2.5’de
görüldüğü gibi, günlük bir doların altında gelir elde eden yoksulların toplam
70
dünya nüfusu içerisindeki oranı 1987 yılında %28,3 iken 2001 yılında %
21,1’e düşmüştür.
Nüfus artışından dolayı, yoksulluk içinde yaşayan insan sayısı oldukça
zor değişim göstermektedir. Doğu Asya ve Pasifik, Güney Amerika ve
Karayipler, Orta Doğu ve Kuzey Afrika ve Güney Asya bölgelerinde 1987
yılından 2002 yılına yoksulluk içinde yaşayan insan sayısı düşmüştür. Bu
düşüş D. Asya ve Pasifik bölgesinde oldukça şiddetlidir. Avrupa ve Orta
Asya’da 1987 yılında 1,1 milyon olan yoksul insan sayısı 2002 yılında 10
milyona çıkmıştır. Bu artışa paralel olarak, yoksulların toplam nüfusa oranı
söz konusu yıllarda % 0,2’den % 2.1’ya çıkmıştır. 1987 yılında Güney
Sahra’da 217,2 milyon kişi yoksulluk sınırı altında yaşamakta iken 2002
yılında bu rakam 303 milyon kişiye çıkmıştır. Bunun aksine Güney Amerika
ve Karayipler’de yoksul insan sayısı yaklaşık olarak % 30 oranında azalarak
63,7 milyondan 47 milyona düşmüş ve yoksulların toplam nüfusa oranı %
15.3’den %8.9’e gerilemiştir. 1987 yılında 1,183 milyon insan yoksulluk sınırı
altında yaşamakta iken 2002 yılında bu rakam 1,015 milyondur. Bu rakamın
1987 yılında toplam dünya nüfusuna oranı %28,3 iken 2002 yılında %21,1’e
gerilemiştir.
1987 yılında toplam dünya nüfusunda en fazla yoksul sayısına sahip
bölge Güney Asya’dır. 2002 yılına gelindiğinde ise, yoksul nüfusunun en
kalabalık olduğu bölge Güney Asya ve Güney Sahra’dır. Buna karşın
yaşanan ekonomik krizlere rağmen, Çin hariç Doğu Asya ve Pasifik
bölgesindeki yoksul nüfusunda önemli bir düşüş sağlanmış ve yoksul nüfus
sıralamasında 1987’e göre bu bölge üçüncü sıraya gerilemiştir.
71
Tablo- 2.5. Dünya’nın Değişik Bölgelerinde Yoksul Nüfus ve Yoksulluk
Oranları, 1987- 2002 Bölgeler Yoksul İnsan Sayısı (Milyon Kişi)a
1987c 1990 d 2000 d 2001 d 2002 e
Doğu Asya ve Pasifik
(DAP) 417,5 470 261 271 214
Çin Hariç DAP 114,1 110 57 60 180
Avrupa/Orta Asya 1,1 6 20 17 17
Güney Amerika/Karayipler 63,7 48 56 50 50
Orta Doğu/Kuzey Afrika 9,3 5 8 7 5
Güney Asya 474,4 467 432 431 437
Güney Sahra 217,2 241 323 313 303
Toplam 1.183,2 1.237 1.100 1.089 1,015
Çin Hariç 879,8 877 896 877 835
a. Günde bir dolardan az gelirle geçinen insan sayısı (milyon)
Kaynak: c. Dünya Bankası, 2000: s. 23. d. Dünya Bankası, 2005, s. 21.
e.Dünya Bankası, 2006
Tablo- 2.6 Dünya’nın Değişik Bölgelerinde Yoksul Nüfus ve Yoksulluk Oranları, 1987- 2002
Bölgeler Yoksulluk Oranıb
1987c 1990d 2000 d 2001 d 2002 e
Doğu Asya ve Pasifik 26,6 29,4 14,5 14,9 11.6
Çin Hariç 23,9 24,1 10,6 10,8 14.0
Avrupa/Orta Asya 0,2 1,4 4,2 3,6 2.1
Güney Amerika/Karayipler 15,3 11,0 10,8 9,5 8.9
Orta Doğu /Kuzey Afrika 4,3 2,1 2,8 2,4 1.6
Güney Asya 44,9 41,5 31,9 31,3 31.2
Güney Sahra 46,6 47,4 49,0 46,4 44.0
Toplam 28,3 28,3 21,6 21,1 19.4
Çin Hariç 28,5 27,2 23,3 22,5 21.1
b. Günde bir dolardan az gelirle geçinenlerin toplam nüfusa oranı (yüzde)
Kaynak: c. Dünya Bankası, 2000: s. 23. d. Dünya Bankası, 2005, s. 21.
e.Dünya Bankası, 2006
72
Söz konusu yıllarda yoksulluk oranlarına bakıldığında Güney Sahra’nın
en kötü durumdaki bölge olduğu görülmektedir. Bu bölgede yaşayanların
yarısından fazlası yoksuldur ve yoksulların toplam bölge nüfusu içindeki oranı
%49 ile 2000 yılında en yüksek düzeye ulaşmıştır. Bu bölgeyi Güney Asya
takip etmektedir. Güney Asya’da toplam nüfus içerisindeki yoksul nüfusun
oranı, 2002 yılında %31,2 olarak gerçekleşmiştir. Doğu Asya ve Pasifik
bölgesinde yoksul nüfusundaki azaltılma, yoksul nüfusun toplam nüfusa
oranında da görülmüştür. 1987 yılında bölgede yaklaşık her yüz kişiden yirmi
altısı yoksulken, 2002 yılında yaklaşık her yüz kişiden on ikisi yoksuldur.
Genel eğilimler olarak, kırsal yoksulluk Asya’da, kentsel yoksulluk ise
kentleşme düzeyinin yüksek olduğu, Latin Amerika’da en yüksek boyutlara
ulaşmaktadır. Öte yandan, hızlı kentleşme sonucunda kentsel yoksulluk
oranlarının yakın bir gelecekte Asya ve Afrika’da da önemli ölçüde artması
beklenebilir ( Şenses, 2001: 114).
Dünyada yoksulluğun boyutunu bölgeler itibariyle göreli gelir
yoksulluğu yaklaşımı çerçevesinde inceleyecek olursak, bölgeler arası farklı
perspektifler karşımıza çıkmaktadır. Günlük 2 $’lık göreli yoksulluk çizgisi
yaklaşımı ile bölgeler itibariyle yoksulluğun boyutu tablo-2.7 ve tablo-2.8’da
verilmiştir. Tablo-2.5 ve tablo-2.6 ile tablo-2.7 ve tablo-2.8 karşılaştırıldığında
dünyadaki yoksulluğun profilinin oldukça değiştiği gözlenmektedir. Göreli
olarak dünya nüfusu içerisindeki yoksulların oranına bakıldığında, bölgeler
itibarıyla 1990 yılında yoksulluğun en yoğun olduğu bölgeler sırasıyla Güney
Sahra, Çin hariç Doğu Asya ve Pasifik’tir. Dünya ortalaması 1990 yılında, Çin
Hariç, % 60,8 iken, 2002 yılında % 50’ye düşmüştür.
73
Tablo- 2.7 Dünya’nın Değişik Bölgelerinde Göreli Yoksul Sayısı, 1990 ve 2002
Bölgeler Yoksul İnsan Sayısı (Milyon Kişi)a
1990c 2000 c 2001c 2002e
Doğu Asya ve Pasifik 1.094 873 864 748
Çin 800 600 594 533
Avrupa/Orta Asya 31 101 93 76
Güney.Amerika/Karayipler 121 136 128 123
Orta Doğu/Kuzey Afrika 50 72 70 61
Güney Asya 971 1.052 1.064 1.091
Güney Sahra 386 504 516 516
Toplam 2.653 2.737 2.735 2.614
Çin Hariç 1.854 2.138 2.142 2.082
a. Günde iki dolardan az gelirle geçinen insan sayısı (milyon)
Kaynak: c. World Bank, “Global Economic Prospects, Trade, Regionalism and Development”,
World Bank: Washington, DC, 2005, s. 22. d. Dünya Bankası 2006
Tablo- 2.8. Dünya’nın Değişik Bölgelerinde Göreli Yoksulluk Oranları %, 1990 ve 2001
Bölgeler Yoksulluk Oranıb
1990 2000 2001 2002
Doğu Asya ve Pasifik 68,5 48,3 47,4 40.7
Çin 69,9 47,3 46,7 41.6
Avrupa/Orta Asya 6,8 21,3 19,7 16.1
Güney
Amerika/Karayipler 27,6 26,3 24,5 23.4
Orta Doğu /Kuzey
Afrika 21,0 24,4 23,2 19.8
Güney Asya 86,3 77,7 77,2 77.8
Güney Sahra 76,0 76,5 76,2 74.9
Toplam 60,8 53,6 52,9 50.0
Çin Hariç 57,5 55,7 54,9 52.7
b. Günde iki dolardan az gelirle geçinenlerin toplam nüfusa oranı (yüzde)
Kaynak: c. World Bank, “Global Economic Prospects, Trade, Regionalism and Development”,
World Bank: Washington, DC, 2005, s. 22.
74
2002 yılında Güney Asya’da 1.091 milyon kişi, Doğu Asya ve Pasifik’te
748 milyon kişi ve Güney Sahra’da 516 milyon kişi göreli olarak yoksuldur. Bu
bölgelerden sadece Doğu Asya ve Pasifik Bölgesi’nde yoksul insan sayısında
1990 yılından 2002 yılına düşüş, diğer iki bölgede arttığı görülmektedir.
Bölgelere arası bu farklılık hiç şüphe yok ki, küreselleşen dünya ekonomisi
için en önemli problem olarak gözükmektedir. Uluslararası yoksulluk çizgisi
günde iki dolara yükseltildiğinde, yoksulluğun çok daha yüksek oranlara
sıçraması, bu oranın yoksulluk çizgisinin civarında önemli bir yığılma
olduğunu göstermektedir (Şenses, 2001: 118).
Dünya’da yoksulluğun boyutunu gelir dışı bazı refah göstergelerini
dikkate alarak incelediğimizde ise tablo-2.7 ve tablo-2.8 teki sonuçlara
ulaşmaktayız. Tablo-2.9’te beş yaşından küçük çocuklarda kötü beslenme,
ölüm ve kaliteli suya erişim oranı gibi bazı refah göstergeleri incelendiğinde,
gelişmiş ülkelerde sorun görülmemektedir. G.Kore, Malezya ve Şili gibi
ülkelerin bu göstergeler çerçevesinde gelişmiş ülke düzeyine çok
yaklaştıkları, çocuk ölüm oranlarının, özellikle Zambiya, Tanzanya, Kenya ve
Gana’da çok yüksek boyutlara ulaştığı, Pakistan ve Bangladeş gibi ülkelerin
ise her iki gösterge açısından da çok yüksek oranlarla karşı karşıya kaldığı
gözlenmektedir. Öte yandan, Zambiya, Sri Lanka ve Tanzanya gibi ülkelerde
toplam nüfusun yarısından fazla bir kısmının kaliteli sudan yoksun olduğu
gözlenmekte, tablo-2.10’de ise seçilmiş ülkelerde UNDP’nin İnsani Gelişme
Endeksi’nin (İGE) hesaplanmasında kullanılan yaşam kalitesi göstergelerine
ve İGE’ye bakıldığında; gelişmiş ülkelerin bu göstergeler açısından oldukça iyi
durumda oldukları görülmektedir. Örneğin, İGE Fransa’da 0.924, İsveç ve
Avustralya’da 0.936’dır. Ayrıca, gelişmiş ülkeler de dahil, yaşam beklentisinin
(yıl olarak) ABD’de 76.8’den Japonya’da 80.8’e, okullaşma oranının
Japonya’da %82’den Avustralya’da % 116’ya, satın alma gücü paritesine göre
hesaplanan kişi başına milli gelirin İsveç’te 22.636 dolardan ABD’de 31.872
dolara uzanan önemli farklılıklar gösterdiği ve diğer bileşik endeksler gibi,
İGE’nin de bu farklılıkları yansıtma konusunda yetersiz kaldığı görülmektedir.
(Şenses, 2001: 120).
75
Tablo- 2.9. Seçilmiş Ülkelerde Değişik Refah Göstergeleri ve İnsani Gelişme Endeksi, 1999
Ülkeler Düşük Ağırlıklı
Çocuk Oranı3
Çocuk
Ölüm Oranı4
Toplumsal Cinsiyet
Bazında Gelişim
Endeksi Sıralaması5
Kaliteli Suya
Erişim Oranı6
Avustralya 0 6 2 99
Cezayir 13 40 91 ...
Bangladeş 56 96 121 84
Şili 1 12 39 85
Çin 16 36 76 90
Çek Cum. 1 6 32 ...
Mısır 12 59 97 64
Gana 27 96 108 56
Yunanistan ... 8 24 ...
Hindistan ... 83 105 81
Endonezya 34 52 92 62
Japonya ... 5 11 96
Kenya 23 124 112 53
G:Kore ... 11 29 83
Malezya 20 12 55 89
Pakistan 38 120 117 60
Portekiz ... 8 28 82
Rusya Federasyonu 3 20 52 ...
Sri Lanka 38 18 70 46
İsveç ... 5 5 ...
Tanzanya 31 136 124 49
Türkiye 10 42 71 ...
Fransa ... 5 71 ...
ABD 1 ... 4 ...
Zambiya 24 192 127 43
Kaynak: 1. ve 2. Kolonlar: World Bank (2000: Tablo.2: 276-77),3. Kolon UNDP (2001:
Tablo.21: 210-213), 4. Kolon: World Bank (2000: Tablo.7: 286-287)
3 Beş yaşından küçük çocuklar içinde yüzde pay. 4 Beş yaşından küçük çocuklar için, 1000 kişi içinde. 5 162 ülke içinde ülkenin sırası. 6 Bu olanaktan yararlananların toplam nüfusa yüzde oranı.
76
Gelişmiş ülkelerde çok olmamasına karşın, bu göstergeler açısından
gelişmekte olan ülkeler arasındaki farklılıklar büyük boyutlarda olduğu
görülmektedir.
Tablo- 2.10. Seçilmiş Ülkelerde Gelir Dışı Refah Göstergeleri
Ülkeler
Doğumda Yaşam
Beklentisi
Okur Yazarlık Oranı (%)7 Okullaşma
Oranı (%)8
Kişi Başına
Gelir ($)9
İnsani Gelişme
Endeksi
Avustralya 78.8 ... 116 24.574 0.936
Cezayir 69.3 66.6 72 5.063 0.693
Bangladeş 58.9 40.8 37 1.483 0.470
Şili 75.2 95.6 78 8.652 0.825
Çin 70.2 83.5 73 3.617 0.718
Çek Cum. 74.7 ... 70 13.018 0.844
Mısır 66.9 54.6 76 3.420 0.635
Gana 56.6 70.3 42 1.881 0.542
Yunanistan 78.1 97.1 81 15.414 0.881
Hindistan 62.9 56.5 56 2.248 0.571
Endonezya 65.8 86.3 65 2.587 0.667
Japonya 80.8 ... 82 24.898 0.928
Kenya 51.3 81.5 51 1.022 0.514
G:Kore 74.7 97.6 90 15.712 0.875
Malezya 72.2 87.0 66 8.209 0.774
Pakistan 59.6 45.0 40 1.834 0.498
Portekiz 75.5 91.9 96 16.064 0.874
Rusya Federasyonu 66.1 99.5 78 7.473 0.775
Sri Lanka 71.9 91.4 70 3.279 0.735
İsveç 79.6 ... 101 22.636 0.936
Tanzanya 51.1 74.7 32 501 0.436
Türkiye 69.5 84.6 62 6.380 0.735
Fransa 78.4 ... 94 22.897 0.924
ABD 76,8 ... 95 31.872 0.934
Zambiya 41 77.2 49 756 0.427
Kaynak: UNDP(2001:141-144)
7 Yetişkinler (15 ve daha yukarı yaşlar için). 8 İlk, orta ve yüksek öğretim için bileşik oran. 9 Satın alma gücü paritesine göre.
77
Satın alma gücü paritesine göre kişi başına milli gelir dikkate
alındığında, gelişmekte olan ülkeler arasındaki uçurum net bir şekilde
görülmektedir. Bu pariteye göre kişi başına milli gelir; Tanzanya’da 501 ve
Zambiya’da 756 dolar iken, Malezya’da 8.209, Türkiye’de 6.380, Cezayir’de
5.063, Mısır’da 3.420 ve Bangladeş’de 1.483 dolara uzanan çok büyük
farklılıklar göstermektedir. Bu görünüme paralel olarak İGE’de, gelişmiş
ülkeler ile gelişmekte olan ülkeler arasındaki fark oldukça büyük ve derindir.
2.7.2. OECD Ülkeleri’nde Gelir Dağılımı ve Yoksulluk
OECD’nin 2005 yılında hazırlamış olduğu “1990’ların İkinci Yarısında
OECD Ülkelerinde Gelir Dağılımı ve Yoksulluk” raporunda, OECD ülkelerinde
gelir dağılımına bakıldığında, İsveç, Norveç, Danimarka, Finlandiya,
Avusturya, Çek Cumhuriyeti, Lüksemburg ve Hollanda’da Gini katsayısı
yaklaşık 26 düzeyindedir. Bu ülkeler OECD ortalamasının % 15 altındadır.
Macaristan, Kanada, İspanya, İrlanda ve Avustralya bu ilk gruptan daha
yüksek bir katsayıya (27 ile 30 arası) sahip olmalarına karşın bu grupta
OECD ortalamasının altındadır. Yeni Zelanda, İngiltere, Amerika Birleşik
Devletleri, Yunanistan, Portekiz, İtalya, Japonya ve Polonya’da Gini katsayısı
OECD ortalamasının üstünde 31 ile 36 arasında değişmektedir. Türkiye 43.9
ile ortalamanın oldukça üstündedir. Nitekim 30.7 olan OECD ortalaması
Türkiye ve Meksika dışarıda tutulduğunda 29.5’dir.
2000 yılında, medyan gelirin yarısı yaklaşımına göre OECD ülkelerinin
ortalama yoksulluk oranı % 10,6’dır. 1980’lerde bu oran % 9,4 iken, 1990’ların
ortasında % 10’dur. Avustralya, Avusturya, Finlandiya, İrlanda, Japonya, Yeni
Zelanda ve İsveç’te bu yaklaşıma göre 1990’ların ikinci yarısında yüzde
birden fazla artış gözlenmesine karşın Norveç, İtalya ve Meksika’da yüzde bir
düşüş gözlenmiştir.
78
Grafik 2: OECD Ülkelerinde Gelir Dağılımı
OECD Gini
0,0
10,0
20,0
30,0
40,0
50,0
60,0
DAN İSV
HO
L
AVL
ÇEK
LÜK
FİN
NO
R
İSÇ
BEL
FRN
ALM
MAC
KAN İRL
AVS
JPN
İNG
İSP
YZE
YUN
İTA
POR
ABD
PLN TR
MSK
OR
T
TR v
e M
SK H
ariç
OECD Gini
Kaynak: Förster, M., d’Ercole, M., M., Income Distribution and Poverty in OECD Countries in
the Second Half of the 1990s, OECD, 2005, s. 10.
Araştırmada, Avustralya, Avusturya ve Yunanistan için 1999, Almanya,
Lüksemburg, Yeni Zelanda ve İsviçre için 2001, Çek Cumhuriyeti, Meksika ve
Türkiye için 2002, Belçika ve İspanya için 1995 Hanehalkı Harcanabilir Geliri
Kullanılmıştır. Diğer ülkeler için ise 2000 yılı verileri kullanılmıştır.
Grafik 3: Farklı Gelir Eşiklerine Göre Göreli Yoksulluk
0%
5%
10%
15%
20%
25%
30%
AVL
AVS
BEL
KAN
ÇEK
DAN
FIN
FRN
ALM
YUN
MAC IR
LIT
A
JPN
LÜK
MSK HO
L
YZE
NOR
PLN
POR TR ABD
OEC
D (2
5)
Eşik % 50'den % 60'a Çıktığında YoksullukOranında ArtışMedyan Gelirin Yarısına Göre YoksullukOranı
1990'ların ortası 2000
Kaynak: Förster, M., d’Ercole, M., M., Income Distribution and Poverty in OECD Countries in
the Second Half of the 1990s, OECD, 2005, s. 22.
Yoksulluk eşiği medyan gelirin % 60’ına çıkarıldığında yoksulluk
oranlarında ciddi artışlar göze çarpmaktadır. İrlanda, Avustralya ve Yeni
79
Zelanda’da bu iki eşik arasında toplumun %8’i yer almaktadır. Almanya,
Macaristan ve Amerika Birleşik Devletleri’nde medyan gelirin %50’si ile %60’ı
arasında kalan insan sayısındaki düşüş 1990’ların ikinci yarısı boyunca
yoksulluk oranında (medyan gelirin %50’si yaklaşımına göre) artışa sebep
olmuştur. Aksine, Avustralya, Danimarka ve diğer ülkelerde aynı dönemde
%50 ve %60 eşiğine göre yoksulluk oranlarında artış gözlenmiştir.
2.8. KÜRESELLEŞME, GELİR DAĞILIMI EŞİTSİZLİĞİ VE YOKSULLUK
İşsizlik gelir dağılımı eşitsizliğinin ve yoksulluğun temel
sebeplerindendir. İnsanların yoksullaşması, yani belirli bir gelirden yoksun
olması herşeyden önce herhangi bir işte çalışmamasından
kaynaklanmaktadır. Dolayısıyla küreselleşme süreciyle beraber emek
piyasalarındaki yaşanan dönüşümün niteliği, gelir dağılımı ve yoksulluk
üzerinde etkilidir.
Küreselleşme ile birlikte işgücü piyasalarında dönüşüm yaşandığı
görülmektedir. Bu süreçte niteliksiz işgücüne olan talep sadece gelişmiş
ülkelerde değil, aynı zamanda gelişmekte olan ülkelerde de düşmektedir.
İkinci dünya savaşı sonrası dönemde özellikle gelişmiş batı ülkelerinde,
Fordist kitlesel üretim sistemiyle birlikte sermayede yaşanan büyüme süreci
ve sosyal devlet politikalarının uygulandığı Keynesçi ekonomi politikalarında,
1970’li yıllarla birlikte yaşanan krizin de etkisiyle önemli bir dönüşüm
yaşanmış, ve yeni arayışları gündeme getirmiştir. Üretim yapısında ve emek
piyasalarında çok belirgin değişimler yaratan bu arayışlar, işsizlik ve
yoksulluk ilişkisinin temellerinin saptanmasıyla ilişkili olarak bazı ipuçları
ortaya koymaktadır. Ticaret, finans, yoksulluk, özel yatırımlar, bilgi ve iletişim
teknolojileri, sağlık , çevre ve güvenlik gibi ekonomik ve toplumsal bir çok
konuda dönüşüm yaşanmıştır (Yüceol, 2005: 494).
80
Küreselleşme sürecinin hızlanmasıyla beraber, hem sanayileşmiş
ülkeler hem de sanayileşmekte olan ülkelerde, imalat sanayisinde istihdam
kapasitesi düşmekte, ve rekabetin az olduğu üretim merkezlerinde
sanayisizleşme süreci ortaya çıkmaktadır. Hizmet sektörünün istihdam
yaratmadaki payı artmakta ve işgücüne olan talep mavi gömleklilerde beyaz
gömleklilere kaymaktadır. Diğer taraftan esnek üretim koşulları, geçici ya da
yarı zamanlı işçilere olan ihtiyacı arttırmakta, bu durum ise işgücünün
marjinalleşmesi ve kaçak hale gelmesi gibi sonuç doğurabilmektedir. Ayrıca
İmalat sektöründe istihdam kapasitesinin düşerek rekabetin az olduğu üretim
merkezlerinde sanayisizleşme süreci yaşandığı izlenmektedir. Çoğu
sanayileşmiş ülkede işsizlik oranlarının yükselmesi ve artan ücret işsizliğinin
imalat sanayideki istihdam kayıplarından kaynaklandığı belirtilmektedir
(Yüceol, 2005: 494).
İmalat sanayi istihdamındaki düşüş ve düşük nitelikli işgücüne olan
talebin azalması genelde tüm OECD ülkelerinde görülmekle birlikte, ücret
eşitsizliğindeki artış yoğun olarak ABD ve nispeten İngiltere’de
yaşanmaktadır. Bununla birlikte, gerek ücret eşitsizliğinde, gerekse işsizlikte
bir artışın yaşanmadığı Danimarka, Hollanda ve Norveç gibi birkaç istisna söz
konusudur (Temiz, 2004: 99).
81
Tablo- 2.11 Dünyada ve Seçilmiş Ülkelerde Üretim Yapısı GSYİH Milyar
($) GSYİH’nın Yüzdesi Olarak Katma Değer
Tarım Sanayi İmalat Hizmetler
1990 1999 1990 1999 1990 1999 1990 1999 1990 1999
Düşük
Gelir
890 1,067 29 27 31 30 18 18 41 43
Orta Gelir 3,525 5,488 13 10 39 36 25 23 47 55
Yüksek
Gelir
16,967 23,967 3 2 33 30 22 21 64 64
Batı Asya
ve Pasifik
925 1,889 20 13 40 46 29 28 40 41
Avrupa ve
Merk.Asya
1,240 1,093 17 10 43 32 - - 40 58
Latin
Amerika
ve
Karayipler
1,147 2,055 9 8 36 29 23 21 56 63
Orta Asya
ve Kuzey
Afrika
402 590 15 - 38 - 13 - 47
-
-
Güney
Asya
410 595 30 28 26 25 17 16 44 47
Sahra-altı
Afrika
297 332 18 18 34 32 17 17 48 50
Almanya 1,719 20,81 1 1 - - 29 24 34 36
Amerika 5,554 8,709 2 2 28 26 19 18 57 62
Çin 355 991 27 17 42 50 33 24 31 33
Fransa 1,195 1,410 3 2 29 26 21 19 19 67
İngiltere 975 1,374 2 - 35 - 23 - 63 -
İtalya 1,093 1,150 3 3 33 31 22 20 63 67
Japonya 2,970 4,395 3 2 41 37 28 24 56 61
Malezya 43 75 19 14 40 44 26 35 41 49
Tayland 85 124 12 13 37 40 27 32 50 49
Türkiye 150 188 18 18 30 26 20 16 52 56
Kaynak: Hüseyin Mualla YÜCEOL Küreselleşme, Yoksulluk ve Emek Piyasaları Ç.Ü.Sosyal Bilimler
Dergisi, Cilt 14 Sayı 2, 2005, s.496
Tablo-2.11’de ,1990 yılından 1999 yılına gelindiğinde bir çok ülkede
imalat sanayisinin katma değer cinsinden yurt içi üretim içindeki payının
82
giderek azaldığını, buna karşılık hizmetler sektörünün payının da giderek
arttığını ifade etmektedir. Bu durum yüksek gelir grubu içinde yer alan
ülkelerde daha net bir şekilde gözlenmekte ve hizmetler sektörünün üretim
içindeki payı %60’ların üzerine çıkmaktadır. Türkiye’de bu oran 1990’da %20
iken 1999’da %16’ya düşmekte, hizmetler sektörünün payı ise %52’den
%56’ya çıkmaktadır. Yaşanan bu süreçle birlikte ortaya çıkan yapısal değişim
ve bunun hizmet ekonomisi açısından etkisi emek piyasası açısından önem
taşımaktadır. Çünkü küreselleşme bir yandan imalat faaliyetlerini
etkinsizleştirirken, diğer taraftan hizmet sektörünün de doğasını ve konumunu
değiştirmekte, bu esnekliğin bir sonucu olarak da uluslararası işbölümü
farklılaşmaktadır. İstihdam yapısındaki değişim, imalat sanayi gibi yüksek
ücret ödeyen kesimlerden hizmetler gibi genellikle düşük ücret yapısına sahip
sektörlere doğru bir değişim göstermektedir. Sanayisizleşen bölgelerin işçileri
ile kalifiye olmayan ve yeniden eğitilme şansı olmayan işçiler artan rekabet
baskısı ve küreselleşen sanayilerinin gücüne karşı zayıf duruma
düşmektedirler. Teknolojik gelişimlerin de etkisiyle bedeniyle çalışanlara olan
talebin azalması sonucu bu kesimdeki işsizliğin artışı gelişmiş ülkelerde
olduğu gibi gelişmekte olan ülkeleri de etkilemektedir. Gelişmekte olan
ülkelerin uluslar arası ekonomik baskılara artan biçimde maruz kalması,
değişimin hızı ve doğası bakımından, dengesiz gelişmeyi daha da çarpıcı
hale getirmektedir. Sosyal güvenliği gelişmediği yada olmadığı ve çalışma
hayatının kuralsızlaştığı ülkelerde bu etki daha fazla hissedilmekte ve
kutuplaşmalar oluşmaktadır (Yüceol, 2005: 503).
Küreselleşme süreciyle, emek piyasasındaki nitelikli işgücüne talebin
artması, niteliksiz işgücüne olan talebin düşmesi şeklindeki bölünmeler artan
uluslararası ticaretin etkisi yanında teknolojik değişimin etkisi de söz
konusudur. Yeni teknolojiler ve özellikle bilgi ve iletişim teknolojileri nitelikli
işgücüne olan talebi arttırırken, niteliksiz işgücüne olan talebi
düşürmektedirler. Buna göre, artan uluslar arası rekabete uyum
sağlayabilmek yeni teknolojilerin kullanımını gerekli kılarken, bu teknolojileri
kullanabilecek nitelikli işgücüne karşı talebi arttırmaktadır. Sonuç olarak
83
nitelikli işgücü ücretleri ile niteliksiz işgücü ücretleri arasındaki makas
açılmaktadır. Bunun yanında niteliksiz işgücünün işsizlik oranları
yükselmektedir. Bilindiği gibi işsizlik yoksulluğun en büyük nedenlerinden
biridir. Dolayısıyla niteliksiz işgücüne olan talebin düşmesi yoksulluğu
etkilemektedir.
Ülke analizlerinde, sermaye hareketlerinin Çin ve Doğu Avrupa ülkeleri
gibi ucuz emek piyasalarının olduğu ülkeleri tercih ettiğini görülmektedir.
İşgücü arzının arttırılması veya serbest dolaşımı daha çok ekonomik
bütünleşmenin ileri boyutta olduğu bölge ekonomileri arasında
gerçekleşebilmektedir. Türkiye gibi gelişmekte olan ülkeler ise işgücü
fazlasını yurtdışına ihraç etmek bir yana, bunu yurtiçi piyasalarda ve kentsel
mekanlarda absorbe etme konusunda dahi önemli sıkıntılar yaşamaktadır.
İşgücü talebini arttıracak üretim çabalarının ve sanayileşme sürecinin
iyileştirilememesi ise işsizliğin büyümesini ve ardından geri kalmışlık ve
yoksulluğu beraberinde getirmektedir. Çünkü, bu koşullarda işgücü
piyasasında “geçimlik ücret” dışında hiçbir ücret düzeyinin, uzun dönem
piyasa temizleyici yani denge fiyatı olamayacağı ortaya çıkmaktadır (Yüceol,
2005: 500). Tablo-2.12 OECD Ülkelerinde Standartlaştırılmış İşsizlik Oranları (%)(1969-2003)
1969-73 1974-79 1980-85 1990 1995 2000 2003
2005*
Belçika 2.4 5.6 11.2 7.3 9.4 6.8 8.1 8.4 Danimarka 1.0 6.1 10.0 8.5 7.0 4.4 5.6 5.0 Fransa 2.5 4.5 8.3 9.2 11.7 9.3 9.4 10.0 Almanya 0.8 3.5 6.5 6.3 8.2 7.8 9.3 11.2 Hollanda 2.1 4.9 11.2 7.7 7.2 2.9 3.8 5.2 İspanya 2.7 5.3 17.4 16.4 23.1 11.3 11.3 9.2 İngiltere 3.4 4.2 9.8 6.8 8.7 5.4 5.0 5.1 İrlanda 5.6 7.6 12.6 13.2 12.4 4.3 4.6 4.3 ABD 4.5 6.7 8.0 5.7 5.6 4.0 6.0 5.1 Japonya 1.2 1.9 2.4 2.2 3.3 4.7 5.3 4.4 Yunanistan 3.7 1.9 6.1 7.2 9.3 11.0 9.1 9.6 Türkiye 11.6 12.5 15.3 8.2 7.1 6.8 10.8 10.3 OECD Avrupa 2.7 4.7 9.4 8.2 10.3 8.5 8.8 8.3 Toplam OECD 3.1 4.9 7.8 6.0 7.5 6.3 7.1 6.7
Kaynak: Hüseyin Mualla YÜCEOL Küreselleşme, Yoksulluk ve Emek Piyasaları Ç.Ü.Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt
14 Sayı 2, 2005, s.500
*Kaynak: http://oecd .p4. siteinternet.com/ publicactions/doifiles/
Tablo-2.12 bazı OECD ülkelerinde ve Türkiye’de 1960’ların
sonlarından 2000’li yıllara işsizlik oranındaki gelişmeleri sergilemektedir.
84
Buna göre gerek OECD Avrupa ortalaması gerekse toplam OECD ortalaması
zaman içerisinde yükselmiştir. İşsizlik oranları ülkeler açısından da, bazı
dönemlerdeki düşüşlere karşın genel olarak yükselmiştir
Küreselleşme süreci ile birlikte esnek üretim tarzının hayata geçmesi
sonucu emek piyasalarında bölünmeler yaşanmıştır. Bu bölünmeler birincil
sektör, ikincil sektör yada başka bir ifadeyle formel sektör, ınformel sektör
olarak adlandırılmaktadır. Birincil sektörde yüksek ücretli ve iş güvencesinin
olduğu iyi eğitim almış işgücü istihdam edilirken, ikincil sektörde, düşük
ücretli, eğitim düzeyi düşük, iş güvencesi olmayan işgücü istihdam
edilmektedir. Yoksulluk tanımı içerisine giren kitleye bakıldığında, bu kişilerin
genellikle işgücü piyasalarında düzenli bir işi olmadığı işsiz yada eksik
istihdam sorunuyla karşı karşıya oldukları izlenmektedir (Yüceol, 2005: 505)
Küreselleşme süreciyle birlikte esnek üretim koşulları içerisinde
gözlemlenen bir olguda sendikasızlaşmadır. 1980 sonrası dönemde, ülkelerin
dünya ekonomisiyle bütünleşmesi ve ihracatta rekabet üstünlüğü elde etmek
için ücretlerin düşürülmesi neo liberal politikaların hedeflerinden biridir.
Bunun sağlanması için de işçi örgütü olan sendikaların etkisizleştirilmesi
süreci yaşanmıştır (Akkaya, 2003: 104).
Klasik sendikaların geçmişte örgütlendikleri ve kontrol ettikleri büyük
ölçekli dikey örgütlenmiş imalat sanayii firmalarının, esnek üretim, taşeron
sistemi ve üretimin dünya ölçeğine yayılması gibi nedenlerden dolayı dikey
örgütlenmeleri parçalanmakta, bu süreç ise sendikaların kontrol
edebilecekleri üretim birimini oldukça küçültmektedir. Sendikacılıkta
zayıflama eğilimini, teknolojik gelişme sonucunda zaten artmakta olan
eşitsizliği, düşük gelirli çalışanların gelirlerinde düşmeye neden olarak daha
da artırma eğilimi sergilemektedir (Kelleci, 2003: 51).
Küreselleşme sürecinde, sermaye hareketlerinin serbestleşmesi ve
mali kontrollerin azalması süreci yaşanmaktadır. Sermayenin bu küresel
85
seyahati karşısında ise emek ulusal sınırlara hapsedilmekte ve birbirine rakip
olmakta; “ulusal” ve giderek artan bir biçimde ulusçulaşan işçi sınıfları
“sermaye enternasyonali” ile karşı karşıya kalmaktadır. Böylece günümüzde,
19. yüzyılın ve 20. yüzyıl başlarının sınıf haritası tersine dönmektedir. Bu
durum, küresel eşitsizliğin mağdurlarının, küresel adalet için ortak çaba
harcamasını zayıflatmaktadır. Diğer taraftan ise artan küreselleşmenin daha
fazla kamusal müdahale ve harcama gerektirmesidir. Ekonomilerin dışa
açılmasının –dış şoklara ve etkilere daha fazla maruz kalmasının- bunların
yaratacağı olumsuzlukları gidermek için kamu harcamalarının artırılmasına
yol açacağı; ekonomide açıklık ile kamu harcamalarının artması arasında
açık bir bağ olduğu dile getirilmektedir. Küreselleşme koşullarında devletin
yeniden dağıtıcı ve sosyal rolünü daha da artırmaktadır. Küreselleşmenin
tehdidi altındaki ulus-devlet, bir yandan sosyal müdahalesine daha fazla
ihtiyaç duyulan bir yapı, bir yandan da zayıflayan bir yapı olarak ciddi bir
gerilim alanı haline gelmektedir (Çelik, 2005: 66-67).
Piyasada oluşan gelir eşitsizliğinin giderilmesinde kamusal müdahale,
sosyal refah devleti harcamaları önemli bir rol oynamaktadır. Kamu otoritesi
bir yandan vergilendirme yoluyla yeniden paylaşımı sağlarken, öte yandan
sosyal nitelikli kamu harcamaları yoluyla çeşitli gelir grupları ve sınıfların
piyasa dağılımı ile elde ettikleri payı değiştirebilmektedir. Devletin gelir
eşitsizliğine ve piyasa dağılımına birinci müdahalesi esas olarak gelir vergisi
yoluyla olur. İkinci müdahale ise devletin toplamış olduğu vergileri bireyler
arasında karşılıksız olarak dağıtması ile (sosyal güvenlik ödemeleri, vergi
iadeleri vb.) gerçekleşir. Gelir eşitsizliğine, piyasa dağılımına müdahale
edilmemesi, yüksek gelir gruplarının daha fazla tasarruf etmesine, bunları
yatırıma dönüştürmesine ve böylece büyüme ile birlikte daha fazla gelir elde
etmesine ve gelir eşitsizliğinin daha da büyümesine yol açmaktadır. Tüm bu
yeniden dağıtım mekanizması sonuç olarak karşımıza “sosyal devlet”
sorunsalını getirmektedir. Modern anlamda sosyal refah devleti İkinci Dünya
Savaşının ardından oluştu ve yaygınlaştı. 1929 Büyük Bunalımının ardından,
1930’lu yıllarda ABD’de başlayan sosyal korumayı ve devletin ekonomiye
86
müdahalesini öngören yaklaşımlar savaş sonrası dönemde Batı Avrupa’da
Sosyal Refah Devleti adı altında geniş uygulama alanı buldu. Keynesyen
iktisat politikalarının uygulanması, genel olarak kamu harcamaları ve özel
olarak ise kamu harcamaları içinde sosyal koruma harcamalarının oranında
ciddi artışlar sağlanarak ve gelirin yeniden dağılımı iyileştirmiştir (Çelik, 2004:
81).
. Tablo-2.13. Sosyal transfer ve vergilerin gelir eşitsizliğinin azaltılmasında rolü-
Gini Katsayısı (1998) Vergi ve Transfer
Öncesi (Piyasa dağılımı)
Vergi ve Transfer sonrası (Yeniden
Dağılım)
Eşitsizlikte Değişim
İsveç 1995 0,49 0,23 -52,8% Belçika 1995 0,53 0,27 -48,4%
Danimarka 1994 0,42 0,22 -48,3% Finlandiya 1995 0,39 0,23 -41,1% Hollanda 1994 0,42 0,25 -39,9% Almanya 1994 0,44 0,28 -35,3%
Avustralya 1993-94 0,46 0,31 -33,9% İtalya 1993 0,51 0,35 -32,4% ABD 1995 0,46 0,34 -24,4%
Kaynak: Hüseyin Mualla YÜCEOL Küreselleşme, Yoksulluk ve Emek Piyasaları Ç.Ü.Sosyal Bilimler
Dergisi, Cilt 14 Sayı 2, 2005, s.500
Tablo-2.13 piyasa dağılımı aşamasında ve kamu müdahalesi
sonrasında gelir eşitsizliğinin boyutlarını göstermektedir. Gini katsayısı
üzerinden yapılan bu karşılaştırma devletin gelir dağılımındaki düzenleyici ve
belirleyici rolünü ortaya koymaktadır. AB ülkelerinde kamu müdahalesi
sonucu gelir eşitsizliğinde yaşanan iyileşme ortalama yüzde 42’ye yakındır.
AB ülkeleri içinde vergi ve transferlerin yeniden dağıtıcı etkisi öylesine
önemlidir ki, gelirin yeniden dağıtımı olmadığında yüzde 39 olarak
hesaplanan yoksulluk riski sosyal transfer ve vergi politikaları ile yüzde 15’e
düşmektedir. Vergi ve transfer politikalarının piyasada oluşan gelir
eşitsizliğine karşı dengeleyici rolü İngiltere örneğinde açık bir biçimde
gözükmektedir. İngiltere’de 1961-1984 yılları arasında piyasa gelir eşitsizliği
87
düzenli bir biçimde artarak Gini katsayısı bazında yüzde on yükselmiştir.
Buna karşılık vergi ve transferler aracılığı ile kullanılabilir gelir aynı kalmış ve
yeniden dağılım sonrası eşitsizlikte bir artış yaşanmamıştır. Ancak
Thatcher’in vergi ve transfer politikasını değiştirmesiyle birlikte piyasa
eşitsizliği artmaya devam etmiş, yeniden dağılım sonrası eşitsizlik ise daha
keskin bir artış göstermiştir
Öte yanda vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin oransal olarak artışı
gelir eşitsizliği ve yoksulluk üzerine etkindir. AB ülkeleri içinde dolaylı
vergilerin oranı yüzde 31 civarındadır (Çelik, 2004: 81).
88
ÜÇÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKİYE’DE GELİR DAĞILIMI, YOKSULLUK VE SOSYAL POLİTİKALARIN EVRİMİ
3.1. KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE TÜRKİYE EKONOMİSİNDE DÖNÜŞÜM
Bütünleşen dünya anlamında küreselleşme sürecinde, Türkiye’de 24
Ocak 1980’den başlayarak bir dizi yeni ekonomi politikası kararları alınmıştır.
Başlangıçta ekonomik istikrar önlemleri olarak nitelendirilen bu kararlar 1989
yılında geçilen konvertibilite ile birlikte daha geniş boyut kazanmıştır
(Kepenek, 2005: 193).
Türkiye, 1980’lerin başından itibaren, önceki dönemlere göre daha
dışa açık bir ekonomi modeli çerçevesinde yoğun bir reform süreci yaşamış,
dünyadaki gelişmelerin paralelinde rekabete dayalı piyasa kurallarının
geçerlilik kazandığı açık makro ekonomik modelin uygulanmasına yönelik
hukuki ve kurumsal reformlar serisi başlatmıştır (DPT, 2005: 63).
3.1.1. Ekonomi Politikasında 1980 Dönüşümü
Türkiye’de Ekonomik Bunalımın yoğunlaşması sonucu 24 Ocak
1980’den başlayarak yeni ekonomi politikaları uygulamaya konuldu. 24 Ocak
1980 kararlarıyla açıklanan istikrar paketi serbestleşme odaklıdır. Önceleri
geçici bir kararlılık önlemleri dizisi olan bu tedbirler giderek kalıcı bir nitelik
kazanmıştır. Yeni modelin nihai amacı Türkiye ekonomisinin dünya
89
ekonomisine uyarlanması ve eklemlenmesi ve dışa açılmasıdır. Bu amaca
ulaşmak için ise; dış ticaretin serbestleştirilmesi, dış açığın kabul edilebilir bir
düzeye çekilmesi,ülkenin kredi değerliliğinin sağlanması, piyasa
mekanizmalarının çalıştırılması ve devletin ekonomideki ağırlılığının
azaltılması öngörülmüştür (Köse, Şenses, Yeldan, 2003: 319-320).
Kararlılık politikasının temel amaçlarından biri, dış ticaret açığını
gidermektir. Bunu gerçekleştirmek için dışsatımının artırılmasına önem
verilmelidir. Türkiye’de 1980 sonrası ithal ikameci politikalar terkedilerek
ihracat önderliğinde büyüme modeli uygulamaya geçmiştir. Bu modelde
amaç para ve maliye politikaları yoluyla iç talebi kısmak ve dış satımı
arttırmaktır.
1980 sonrasında dışsatımımı özendirme önlemleri geliştirilmiştir.
Dışsatım için üretimde kullanılacak girdiler, dışsatım vergisinden muaf
tutulması, dışsatımcılara kredi sübvansiyonlarının sağlanması ve dış satımı
arttırmak üzere vergi iadesi adı altında parasal destekler sağlanması gibi
yöntemler geliştirilmiştir. Tabi ki programda serbest piyasa koşullarının
egemen kılınması anlayışı, zorunlu olarak dışalımı da serbest bırakmasını
gerektirmektedir. Ancak dışalımın serbest bırakılması durumunda yerli üretim
olanakları azalabilir ve buna bağlı olarak işsizlik artabilir (Kepenek, 2005:
204).
90
Tablo-3.1. Dış Ticaretin GSMH'ya Oranı (Dış Açıklık oranı)(1970-2005)
Yıllar İhracat/GSMH* İthalat/GSMH 1970 4,25 7,5 1975 4,23 13,9 1980 5,16 14,6 1985 15,86 23,3 1990 13,29 23,7 1992 14,39 14,3 1993 13,67 16,2 1994 21,36 17,8 1995 19,89 20,8 1996 21,52 23,1 1997 24,58 25,2 1998 24,34 22,4 1999 23,22 22 2002 29,23 28,5 2003 27,38 29 2004 28,88 32,6 2005 27.42 32,4 http:www.dtm.gov.tr./ead/ekolar1/eko01.xls * Dünya Bankası verileri
Kaynak: http://www.ceterisparibus.net/veritabanı/1923_1990/dis_ticaret.htm
Tablo-3.1 de Türkiye’nin dış açıklık oranlarının 1980 sonrası izlenilen
politikalar doğrultusunda artış gösterdiği izlenmektedir.
3.1.2. Ekonomi Politikasında 1989 Dönüşümü
Türkiye’de finansal serbestleşme, Finansal piyasaların düzenlenmesi
ve geliştirilmesi, mevduat faiz oranlarının belirlenmesinde serbestleşme,
kambiyo ve sermaye hareketlerinde serbestleşme olarak üç eksen üzerinden
gerçekleşmiştir.
Finansal piyasalara ilişkin ilk adımlar 1981 yılında Sermaye Piyasası
Kanununun çıkarılması, ve Sermaye Piyasası Kurulu’nun oluşturulmasıyla
atılmıştır. Mevduat faiz oranlarını belirleme Ekim 1988 tarihinde serbest
bırakılmıştır. Ağustos 1988’de piyasaca belirlenen döviz kuru modeline
91
geçilmiştir. Temmuz 1984’te yürürlüğe giren 30 sayılı kararname ile sermaye
hareketlerinin büyük ölçüde serbestleşmesi sağlanmıştır.
Ağustos 1989’da 32 sayılı kararnameyle finansal serbestleşmenin
sağlanması dış finansman ve iktisat politikaları için önemli bir dönemeç
olmuştur. Finansal sermaye odaklı bu birikim rejimine geçişte iç ve dış
etmenlerde belirleyici olmuştur. Seksenli yılların sonuna doğru dışa açık
büyüme modelinde beliren tıkanıklık, enflasyonist baskının kırılamaması
nedeniyle geleceğe dönük beklentilerdeki belirsizlik, vergi gelirlerindeki
yetersizlik ve yüksek kamu açıkları ve iç tasarrufların sermaye birikimi ve
ekonomik büyümeyi finanse etmedeki yetersizliği dış finansman eksenli yeni
modele geçişteki ana etmenlerdir. Dış etmen ise finansal küreselleşme
sürecinin Türkiye ekonomisini kapsamına almasıdır. Seksenli yıllarda
sermayenin uluslar arasılaşması reel sektörün yanında finansal sektörde de
hızlanarak devam etmektedir.1980’li yılların sonunda Avrupa’da sosyalist
bloğun, özellikle SSCB’nin çözülmesi ve piyasa ekonomisi’ne geçiş sürecinin
başlaması ile genelde küreselleşmeye, bu bağlamda finansal küreselleşmeye
hız kazandırıcı etmenler arasında görülmektedir. Türkiye’nin finansal
serbestleşme ile küresel ekonomiye eklemlenme sürecinde, yüksek
enflasyonist baskının yaşandığı ortamda kamu maliyesindeki dengesizlikler
giderek artarken, Merkez Bankasının genişleme ve daralma politikalarının
aracı olarak faiz haddini kullanma olanağını yitirmiştir. Diğer taraftan dış
ticarette, ulusal üretim, dengenin sağlanması ve korunması gibi amaçlar
doğrultusunda kur politikasının belirlenmesi olanaksızlaşmaktadır. Ayrıca
faiz ve kurların belirlenmesi özellikle sıcak para girişlerine bağımlı olmaya
başlamıştır (Köse-Şenses-Yeldan, 2003: 337-339).
Sermaye girişi sonucu ödemeler dengesi üzerinde ortaya çıkan
gelişmelerin başında cari açıkların artması gelmektedir. Sermaye girişlerinin
yükselmesi sonucu bir yandan döviz bulunabilirliği bir kısıt olmaktan
çıkmakta, diğer yandan ise yerli paranın değerlenmesi sonucu ihraç mallarını
fiyatları uluslar arası fiyatlara göre yükselmekte, ithal mallar ise
92
ucuzlamaktadır. Yerli paranın değerlenmesinin dış ticaret dengesi üzerindeki
etkileri önemlidir. Özellikle ihracatçı sektörlerin rekabet gücü ve dış ticaret
üzerinde olumsuz etkileri olmakta, ithalat hacmi ve ekonominin dışa
bağımlılığı artmaktadır. Türkiye’de dahil olmak üzere birçok gelişmekte olan
ülke uluslar arası rekabet gücünün teknolojik gelişme ve verimlilik gibi yapısal
faktörlere dayandıramamıştır. Özellikle bu gruba giren ülkelerde yerli paranın
değerlenmeye başlaması uluslar arası rekabet gücünü olumsuz
etkilemektedir (Kepenek, 2003: 216).
1989 yılında başlanılan finansal serbestleşmenin, makroekonomik
dengeler etkisinin yanı sıra, gelirin çeşitli kesimler üzerine dağılımını
etkileyen sonuçları da ortaya çıkmaktadır. Türkiye’de 1994 yılına
gelindiğinde, bütçe harcamaları içinde finans kesimine yapılan faiz ödemeleri
yüksek orana sahip olmaya başlamış, bu nedenle personel harcamalarında
önemli bir azaltılmaya gidilmiştir. Bir başka değişle , sabit gelirlilerden
rantiyelere doğru ciddi bir transfer yaşanmıştır. Bütçe harcamaları içinde, faiz
ödemeleri 2001 yılında en yüksek değere ulaşarak %73,3 olarak
gerçekleşmiştir.Transfer ödemeleri 1980’li yılların ortalarına kadar borçların
anapara ödemesi ağırlıklı bir yapıdayken, Özellikle 1986‘dan başlayarak, faiz
ödemelerinin toplama oranının hızla arttığı görülmektedir. Bu artışın nedeni,
kamu giderlerinin giderek artan bir oranda, iç ve dış borçlarla karşılanması ve
yine aynı dönemde izlenen yüksek faiz politikasıdır (Kepenek, 2003: 219).
3.2. TÜRKİYE’DE GELİR DAĞILIMI
İktisat biliminin en önem verdiği konulardan birisi de gelir dağılımı ve
gelir dağılımı eşitsizliklerinin araştırılmasıdır. Ülkemizde ilk çalışma Devlet
Planlama Teşkilatı tarafından 1963 yılında başlamak üzere, ağırlıkla kişisel
gelir dağılımının gelişiminin gözlenmesi için çeşitli kurumlarca araştırmalar
yapılmıştır. Bu araştırmaların farklı kurum ve kuruluşlarca yapılması, bunun
93
yanında araştırmalarda farklı yaklaşımlar kullanılması sonuçlarında farklılıklar
taşımasına neden olabilmektedir.
Bireysel gelir dağılımını belirlemek üzere yapılan çalışmaların
çoğunluğu veri kaynağı olarak gelir dağılımı anketlerini kullanmaktadır. Hane
halkı gelirini temel alan gelir dağılımı anketlerine dayanılarak Türkiye’de
bireysel gelir dağılımını elde eden çalışmalardan bir diğeri, 1968 yılında
Hacettepe Üniversitesi Nüfus Etütleri Enstitüsü’nün yürüttüğü çalışma ile
bunu izleyen Tuncer Bulutay ve arkadaşlarının yaptığı Ankara Üniversitesi
SBF araştırmasıdır. 1973’te DTP, 1986 TÜSİAD, 1987, 1994, 2002, 2003,
2004 ve 2005 yılları için DİE tarafından Kişisel Gelir Dağılımı Çalışmaları
yapılmıştır. Ancak bu çalışmalar gerek kapsam gerek yöntem açısından
farklılıklar içermektedirler. 1963 yılında yapılan çalışma gelir vergisi
beyanlarına dayanır. Bu çalışmalarda DİE tarafından yapılan Hanehalkı Gelir
ve Tüketim Harcamaları anketleri uygulanmıştır.
3.2.1. Kişisel gelir Dağılımı
Kişisel gelir dağılımında kullanılan yöntem nüfusun yüzdelik dilimlere
ayrılması ve bu dilimlerin gelirden aldıkları payın belirlenmesine yönelik
araştırmalardır. Kişisel gelir dağılımı araştırmaları, bir ülkede belirli bir
dönemde yaratılan gelirlerin nasıl bölüşüldüğünü ortaya konması ve
hanelerin sosyal ve ekonomik yapılarında süreç içerisinde meydana gelen
değişikliklerin belirlenmesi bakımından önemlidir.
Türkiye’de gerek 1961 gerek 1982 Anayasaları ile “sosyal adalet” ve
“sosyal devlet” ilkeleri benimsenmiş, adil bir gelir dağılımının sağlanması
yönünde, devlete bu politikaları düzenleme görevi yüklenmiştir.
94
Tablo-3.2. Türkiye’de Kişisel Gelir Dağılımı
Hanehalkı
Yüzdeleri
1963
(a)
1968
(b)
1973
(c)
1978
(d)
1983
(e)
1986
(f)
1987
(g)
1994
(h)
2002 (i)
2003
(j)
2004
(k)
2005
(l) En düşük %20
4.5 3.0 3.5 2.9 2.7 3.9 5.2 4.9 5.3 6.0 6.0 6
İkinci %20
8.5 7.0 8.0 7.4 7.0 8.4 9.6 8.6 9.8 10.3 10.7 10.8
Üçüncü %20
11.5 10.0 12.5 13.0 12.6 12.6 14.1 12.6 14.0 14.5 15.2 15.4
Dördüncü %20
18.5 20.0 19.5 22.1 21.9 19.2 21.2 19.0 20.8 20.9 21.9 22
En yüksek %20
57.0 60.0 56.5 54.7 55.8 55.9 49.9 54.9 50.1 48.3 46.2 45.8
Gini Katsayısı
0.55 0.56 0.51 0.51 0.52 0.50 0.43 0.49 0.44 0.42 0.40 0.38
Kaynaklar : (a) 1963, Çavuşoğlu ve Hamurdan, 1966, (b) 1968, Bulutay, Timur ve Ersel, 1971, (c) 1973, DPT, 1976, (d) 1978, Celasun M., 1986, (e) 1983, Celasun M., 1989, (f) 1986, Esmer, Fişek ve Kalaycıoğlu, 1986, (g) 1987, DİE, 1990, (h) 1994, DİE, 1996, (i) 2002, DİE, 2003, (j) 2003, DİE, 2004.(k) 2004, DİE,2006, (ı)2005, TÜİK 2007
İlk kez 1963 yılında yapılan gelir dağılımı araştırmasında, nüfusun en
düşük gelirli % 20 ‘lik kısmı toplam gelirin %4,5’ini alırken, nüfusun en yüksek
%20 lik kısmı ise, gelirin %57’sini almaktadır. Gelir dağılımındaki eşitsizlik
1980 yılı öncesi ve sonrasında izlendiğinde, özellikle 1980 li yıllarda
eşitsizliğin arttığı gözlenmektedir. 1987 yılına gelindiğinde DİE tarafından
yapılan gelir dağılımı araştırmaları sonucunda Türkiye’de üst gelir
gruplarından alt gelir gruplarına doğru sınırlı bir gelir aktarımı olduğu
görülmektedir. Ancak 1994 yılında yapılan gelir dağılımı araştırmasıyla
nüfusun en yüksek gelirli %20’lik kısmı gelirin %50’sini alırken, en alt %20’lik
kısmı %4.9’unu almıştır.
2005 Hanehalkı Bütçe Anketi'nden elde edilen gelir dağılımı
sonuçlarına göre Türkiye geneli için hanehalkı kullanılabilir gelirlerine göre en
95
alt % 20'lik dilimin, toplam gelirden aldığı pay % 6, gelirden en fazla pay alan
beşinci dilimdeki hanehalklarının aldığı pay ise % 45,8 olarak gerçekleştiği
izlenmektedir. 2004 yılı, 2003 yılı sonuçları ile karşılaştırıldığında; ilk yüzde
20'lik dilimdeki hane halklarının gelirden aldığı payda bir değişim gözlenmez
iken, ikinci, üçüncü ve dördüncü dilimdeki hane halklarının aldığı payda bir
artış, beşinci yüzde 20'lik dilimdeki hane halklarının payında ise bir düşüş
söz konusudur. 2002 yılında en zengin %20’lik grubun gelirden aldığı pay,
en yoksul %20’lik grubun gelirden aldığı payın yaklaşık 9,5 katı iken, 2003
yılında bu oran 8,1, 2004 yılında ise 7,7 seviyesine inmiştir. AB-25
ortalamasında bu oran 4,6’dır (DPT, 2006: 42).
Gini katsayıları ise 1963’ten (0.55) 1968’e (0.56) kısmi bir kötüleşme
olmuştur. Daha sonraki yıllarda ise sürekli bir iyileşme göstererek Gini
katsayısı 1987’de 0.43’e kadar düşmüştür. Ancak 1994 yılına gelindiğinde
gelir dağılımında ciddi bir bozulma meydana gelmiştir. 1987'de 0.43 olarak
hesaplanan Gini katsayısı 1994'de 0.49 değerini almaktadır. 2002 yılı için
hesaplanan Gini katsayısında ise tekrar 1987 yılı seviyesine bir geri dönüş
yaşanmıştır. 2003 yılında ise Gini Katsayısı 0.42’ye, 2004 yılında da 0.40’a
2005 ‘te 0.38’ e düşmüştür.
Türkiye’de kişisel gelir dağılımının 1980’li yılların sonuna doğru
gözlenen sınırlı düzelmede, personel kanunundaki değişikliğin, ücretler ve
dar gelirliler yararına gelir vergisi oranının azaltılması, vergi iadesi
sağlanmasının ve toplu iş sözleşmeleri ile sağlanan ücret artışlarının etkisi
olmuştur. Özellikle 1970’lerin sonlarına doğru ve 1980 yılında üç haneli
rakamlara ulaşan enflasyon belli dönemlerde bir ölçüde indirilmekle beraber,
yüksek seviyesini korumuş, bu durumun ise gelir dağılımını bozucu etkide
bulunması ve hane halkı satın alma gücünü olumsuz yönde etkilemesi
kaçınılmazdır. Hızlı fiyat artışları dönemleri, sabit gelirlilerin, özellikle maaş ve
ücretlerin artışı aynı oranda olmadığı ölçüde gelir farklılaşmasını daha da
arttırmaktadır.
96
Türkiye’de 1980’den sonra uygulanan ekonomi politikaları gelir
dağılımını üç yönüyle etkilemektedir. Bunlardan ilki “fiyatlama sürecidir” 1980
sonrası uygulandığı gibi ücret ve faiz serbest piyasa koşullarında saptanması
ile ücretlerin azalması faizlerin artması sonucunu doğurmuş, bu durum ise
sermaye gelirlerinin göreli olarak artması ile sonuçlanmıştır. İkinci olarak ise
“kamu hizmetleri”ile ilgilidir. 1980 sonrası uygulanan politikalar devletin rolünü
olabildiğince azaltmayı amaçlıyor, böyle olunca da devlet eğitim, sağlık ,
konut başta olmak üzere sosyal harcamalarında kısıntıya giderek veya bu
alanlardan tamamen çekilerek bireylerin bu hizmetlerden yararlanmaları
kısıtlanmış olmaktadır. Üçüncüsü ise devletin iç pazarı yabancı ürünlere
açması ile ilkel teknoloji ile çalışan kesimlerin rekabet etmesini engellemesi
ve bu kesimlerin gelirini düşürmesi sonucunun doğurmaktadır (Kepenek,
2005: 454).
Kişisel gelir dağılımını kent ve kır olarak dağılımı incelendiğinde,ilk
%20’lik grubun gelirden aldıkları pay Türkiye geneli ve kentlerde artarken, en
üst gelir grubunun aldıklar payda gerileme olmuştur. Kırsal kesimde ise;
birinci %20’lik grubun gelirden aldığı pay azalmış, en üst gelir grubunun payı
artmıştır. Gelir eşitsizliğinde bir düzelmenin göstergesi olarak; Gini katsayısı
Türkiye genelinde 0,49’dan 0,40’e kentlerde ise 0,51’den 0,39’e gerilemiştir.
Kırsal kesimde ise Gini katsayısı 0,41’den 0,37’ye gerilemiştir. Tablo-3.3. Gelir Dağılımı (Kent- Kır Ayrımı)
Toplam/Yıl %20 %20 %20 %20 %20 Top Gini
Türkiye 94 yılı 4,9 8,6 12,6 19,0 54,9 100 0,49
2002 5,3 9,8 14,0 20,8 50,1 100 0,44
2003 6,0 10,3 14,5 20,9 48,3 100 0,42
2004 6,0 10,7 15,2 21,9 46 100 0,40
2005 6,1 11,1 15,8 22,6 44,4 100 0,38
Kent
94 yılı 4,8 8,2 11,9 17,9 57,2 100 0,51
2002 5,5 9,7 13,9 20,5 50,4 100 0,44
2003 6,1 10,3 14,5 20,8 48,3 100 0,42
2004 6,4 10,8 15,2 21,4 46,4 100 0,39
2005 6,4 11,5 16,0 22,6 43,5 100 0,37
Kır 94 yılı 5,6 10,1 14,8 21,8 47,7 100 0,41
97
2002 5,2 10,3 14,7 21,7 48,0 100 0,42
2003 6,4 11,0 15,0 21,2 46,3 100 0,39
2004 6,3 11,2 15,8 22,7 43,9 100 0,37
2005 6,1 11,3 15,9 22,6 44,2 100 0,38
Kaynak : DİE Hanehalkı Bütçe Anketleri 3.2.2. Sektörel Gelir Dağılımı
Gelirin sektörel dağılımı, bir ekonomide yaratılan toplam hasılanın
iktisadi faaliyet kollarına göre ne oranda dağıldığı ile ilgilidir. Gelir elde eden
hanehalkı fertlerinin, gelir türlerine göre yıllık kullanabilir gelirlerinin dağılımı
ile ilgili, Türkiye’de Devlet istatistik Enstitüsü tarafından 1987 yılından sonra
1994 yılında hanehalkı Gelir ve Tüketim Harcamaları anketleri
düzenlenmiştir. Sürekli gelişen ve değişen bir yapı içerisinde olan Türkiye’de
hanehalkı gelir ve tüketim harcamaları anketlerinin belirli bir periyotta 2002
yılından itibaren yapılmaktadır.
Tablo-3.4 incelendiğinde;1987 yılı fiyatlarıyla GSYİH (faktör fiyatlarına
göre), 1996-2006 tarım sektörünün GSYİH içindeki payının azaldığı
görülmektedir. Hizmetler sektörlerinin payları ise artmaktadır. VI. Plan
döneminde tarım sektörünün payı ortalama % 16.6 iken, 1995-1998
döneminde yıllık ortalama % 14.6, 1999-2001 döneminde %13,4 olmuştur.
Bu durum istihdam edilen nüfus başına katma değerin göreli olarak
azaldığı, gelir dağılımının tarım sektöründe çalışanlar aleyhine değiştiğini ve
tarım sektörünün halen fert başına gelirin en düşük olduğu sektör olduğunu
gösterir.
98
Tablo-3.4 Sabit Fiyatlarla GSYİH Faaliyet kolları Payları ve 1987 Yılı Faktörü
Fiyatlarına Göre
Kaynak: TÜİK, DPT Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı ( *) Geçici
Tarım sektörünün toplam gelirden aldığı payın gittikçe azalmasının
nedeni, tarım politikaları kadar tarım dışı politikalarda tarım sektörünün
gelirden aldığı payı etkilemektedir. Tarım politikaları genel olarak ürünün
fiyatını destekleme politikaları, girdi sübvansiyonları ve dolaylı destekler
şeklinde sıralanabilir.
Tarım kesimi açısından gelir dağılımının aleyhe dönmesinin en önemli
nedenlerinden biri, iç ve dış ticaret hadlerinin sürekli tarım aleyhine
Tarım Sanayi Hizmetler
1990 17,3 25,2 56,1
1991 17,2 26,0 56,1
1992 16,8 26,1 56,0
1993 15,6 27,0 56,2
1994 16,2 26,8 56,6
1995 15,4 27,6 55,7
1996 15,1 27,5 56,1
1997 13,7 28,3 55,8
1998 14,4 27,7 55,0
1999 13,4 27,9 58,7 2000 13,1 27,8 59,0 2001 13,7 28,5 57,8 2002 13,0 19,7 67,3 2003 13,4 18,5 68,2 2004 12,9 18,9 68,2 2005 11,9 19,2 69,0 2006* 5,2 22,7 72,1
99
gelişmesidir. Dünyada yaşanan bu gelişmenin iç piyasaya intikaline olduğu
gibi izin veren Türk tarım politikasıyla iç ticaret hadleri bunu izlemiştir. Tarım
kesiminin reel olarak alım gücü önemli ölçüde düşmüştür. Halen nüfusun
önemli bir bölümünün tarım kesiminde yaşayan ülkemizde, bu kesimin önemli
bir kısmının yoksulluk sınırı altında yaşadığı da dikkate alındığında tarım
politikalarının önemi açıktır (Dumanlı, 1995: 224).
1990 yılından 1999 yılına gelindiğinde birçok ülkede olduğu gibi
Türkiye’de de tarım ve sanayi sektörünün payının giderek azaldığı, buna
karşılık hizmetler sektörünün payının arttığı görülmektedir. Gelirin sektörel
dağılımının bu şekilde gelişimi, imalat sanayi gibi yüksek ortalama ücret
ödeyen kesimlerden, hizmetler gibi genellikle düşük ücret yapısına sahip
sektörlere doğru bir gelişim göstermektedir. Sanayi kesimindeki bu daralma,
vasıfsı olarak nitelendirilen işgücünün işsiz kalması sonucunu doğurarak gelir
eşitsizliğine neden olmaktadır (Yüceol, 2005: 503).
3.2.3. Fonksiyonel Gelir Dağılımı
Fonksiyonel gelir dağılımı, genellikle milli gelirden emek ve emek dışı
gelirlerin aldığı paylar şeklinde ifade edilir. Bunun yanında ülke içinde
yaratılan gelirin üç temel üretim faktörü olan işgücü, sermaye ve toprak
sahipleri arasında bölüşümüdür. Gelirin fonksiyonel dağılımı, bir ülkenin
gelişmişlik düzeyi konusunda da bilgi vermesi bakımından önemlidir. Yapılan
araştırmalarda gelişmiş ülkelerde iktisadi kalkınmanın ilk dönemlerinde, tarım
kesimi, milli gelirden en büyük payı alırken, gelişmişlik düzeyi arttıkça,
ücretlilerin payının arttığı gözlenmektedir (Yumuşak, 2000: 79).
Türkiye'de gelirin fonksiyonel dağılımına ilişkin başlıca göstergeler
Devlet İstatistik Enstitüsü'nün (DİE) Gelir Yöntemiyle GSYİH serisinden, 1987
ve 1994 yılı Hanehalkı Gelir Dağılımı ve Tüketim Harcamaları Anketleri’nden
elde edilebilmektedir. Türkiye’de ücret ve ücret dışı gelirlerin GSYİH içindeki
100
payları incelendiğinde, VI. Plan döneminde ücret gelirin payının göreli olarak
daha yüksek olduğu görülmektedir. 1990-1995 döneminde ücretlerin payı %
29.4 iken 1995-1998 döneminde % 24.4 olmuştur. İstihdam içinde ücretli
işgücünün payına bakıldığında ise 1995-1998 döneminde önceki döneme
göre artış görülmektedir. Ücretli çalışanların toplam istihdam içindeki payı %
39’dan % 41.8’e yükseldiği görülmüştür. Buna göre 1995-1998 döneminde
daha fazla işgücü istihdama katıldığı halde, GSYİH’dan daha az oranda pay
aldığı görülmektedir. 1994-1998 döneminde gerek 5 Nisan 1994 krizi,
gerekse 1997-98’de yaşanan uluslararası krizlerin etkisi Türkiye’de gelirler
üzerinde bir basınç oluşturmuş ve işgücü ödemelerinin payı yüzde 24.6’ya
gerilemiştir. 2001 krizi ile gerileme eğilimi gösteren işgücü ödemelerinin
dönem boyunca ortalama ağırlığı yüzde 28.2 olarak gerçekleşmiştir. Ancak
Ücretlilerin toplam istihdam içindeki payı sürekli olarak yükselmiş 2003
yılında yüzde 50,6’ya yükselmiştir (Çelik, 2004: 73). 2004 yılında ise yüzde
48,7 olarak gerçekleşmiştir. Tablo 3.5- İstihdam İçindeki Ücretli-Yevmiyeli İşgücünün Durumu ve GSYİH İçinde
Ücretlilerin durumu (1990-2004)
101
Kaynak: DİE Hanehalkı İşgücü Anketi Sonuçları, Die Gelir Yöntemiyle GSYİH
1980 öncesi dönemde gelir dağılımında meydana gelen değişmelerin
sebebi, öncelikle 1963 yılından itibaren toplu iş sözleşmeleri uygulamaları ve
sendikaların ücret artış taleplerinin yüksekliğidir. 1973 yılından itibaren ise
petrol fiyatlarının yükselmesi ve dünya konjonktürünün ekonomik yapılar
üzerine etkisi, imalat sanayiinde kişi başına düşen katma değerde düşüş
yaşanması sonucunu doğurmuş, ancak bu durum toplu pazarlık sisteminin
etkisiyle 1977’ye kadar ücretlere yansımamıştır. Ancak 1980’den sonra
sendikal faaliyetlerin askıya alınması, izlenen düşük ücret politikaları ücretli
kesimin fonksiyonel dağılımındaki payının düşmesi sonucunu doğurmuştur.
Tarım kesimi açısından ise, iç ve dış ticaret hadlerinin sürekli tarım aleyhine
gelişmesi gelir dağılımının aleyhe dönme sebebidir. 1980’den sonra kar- faiz-
rant geliri elde eden kesimin fonksiyonel gelir dağılımındaki paylarını
Yıllar İşgücü Ödemelerinin GSYİH'daki Payı (%)
Ücretli Çalışanların Topl.İstihdamdaki Payı (%)
1990 27.2 38.5
1991 31.9 37.2
1992 31.7 39.7
1993 30.9 39.9
1994 25.5 39.7
(1990-1994) 29.4 39.0
1995 22.2 39.0
1996 23.9 41.2
1997 25.8 43.9
1998 25.5 43.3
(1995-1998) 24.4 41.8
1999 30,7 45,0
2000 29,2 48,6
2001 28,3 47,2
2002 26,7 49,8
2003 26,1 50,6
1999-2003 28,2 48,2
1990-2003 27,7 43,6
2004 26,0 48,7
102
arttırmalarında en önemli faktörlerden birisi yüksek faiz politikası olmuştur.
(Yumuşak, 2000: 81).
3.3. GELİR DAĞILIMINI BOZAN FAKTÖRLER
Gelir dağılımı ve yoksullukla ilişkin göstergeler, sayısal verileri
yayınlayan kuruluşlara göre de farklılık göstermekle birlikte, neoliberal
küreselleşme dönemde gerek ülkelerarası, gerekse ülke içinde gelir dağılımı
ve yoksulluğun arttığı izlenmektedir. Türkiye’de küreselleşme sürecinde gelir
dağılımını bozan faktörler genel olarak şöyle özetlenebilir:
İzlenen vergi politikalarında dolaylı vergi oranlarının artması, finansal
serbestleşme sürecinde yüksek reel faiz uygulamaları, kredi politikası
uygulamalarında gelir dağılımına yönelik hedeflerin yeterince dikkate
alınmaması, küreselleşme sürecinde yaşanan teknolojik gelişmelerin de
etkisiyle işgücü piyasasındaki bölünmeler sıralanabilir. Bu bölünmeler birincil
sektör, ikincil sektör veya formel sektör, informel sektör olarak
tanımlanmaktadır. Birincil sektör çalışanların özellikleri, istihdamı istikrarlı,
yüksek ücretli, nitelikli işgücü gibi özellikler taşırken ikincil sektör çalışanların
özellikleri, istihdamı istikrarsız ,düşük ücretli, niteliksiz işgücü istihdamı
özelliklerine sahiptir, Küreselleşme sürecindeki emek piyasasındaki bu
bölünmeler gelir eşitsizliğini artırmaktadır.
Bir ülkenin gelir dağılımını etkileyen faktörlerden biriside eğitim, sağlık
hizmetleri ve barınma imkanları gibi kamu mal ve hizmetleridir.
Eğitim hizmetleri öncelikle kişisel gelişmişlik sonrasında da toplumsal
gelişmişlik açısından önemli aktörlerden biridir. Toplumda eğitim düzeyinin
yükselmesi üretimde etkinliği sağlayabilecek, dolayısıyla uzun dönemde milli
gelir artışını sağlayarak, özellikle gelir dağılımı bakımından toplumun daha alt
103
seviyelerinde yaşayan bireyler için yoksulluktan kurtulmalarını sağlayıcı bir
etmendir.
Küreselleşme süreciyle beraber, post- fordizm, yani üretim sisteminde
esneklik anlayışı hayata geçirilmiştir. Post fordizm, mikro-elektronik ve
bilgisayar teknolojilerinde yaşanan ilerlemelere paralel olarak esnek üretim
sistemine geçiştir. Esnek üretim sistemine geçişle beraber emek piyasasında
bölünmeler yaşanmıştır. Bu bölünmelere göre bir tarafta yüksek eğitimli
kişiler yüksek ücretlerle birincil sektörde istihdam edilirken, diğer tarafta ise
düşük eğitim düzeyine sahip niteliksiz işgücü düşük ücretlerle ikincil
sektörlerde istihdam edilmektedir. Eğitim düzeyleri istihdam koşullarını da
belirlemektedir.
Eğitim düzeyi, çalışanların gelir eşitsizliklerini açıklamaya çalışan
birçok faktörden daha fazla bu eşitsizliği açıklamada etkilidir. Yapılan bir çok
araştırmada, düşük eğitim düzeyindeki bireylerin, nüfusun en düşük gelirli ilk
%20’si içerisinde yer aldığı izlenmektedir. Bunun yanında, beşeri sermayenin
kişiler arası dağılımı çok eşitsiz ise eğitimin gelir dağılımını olumlu yönde
etkileme gücü azalır. Eğitim kademelerini gösteren piramit ne kadar düzgün
olursa eğitimin gelir dağılımı ve milli geliri etkilemesi o derece yüksek olduğu
görülmektedir (Yumuşak, 2000: 84).
3.4.TÜRKİYE’DE YOKSULLUK
Yoksulluk, sosyal bir sorun olarak, 1990’ların sonunda Türkiye’nin
gündemine yerleşti. 1990’larda, teknolojik, ekonomik ve demografik
gelişmenin yol açtığı ciddi bir yapısal dönüşüm yaşanmıştır. Türkiye’de
eskisinden farklı kurumlar ve politikaların uygulanması, ekonomik gelişme ve
modernleşme süreci içinde, küçük köylülüğün korunmuş olmasından ötürü
önemli bir istihdam güvencesi oluşturan tarım sektörünün çözülmeye
başlamasıyla, sanayide post-Fordist uygulamaların gündeme gelişinin ve
sanayileşme sorunlarıyla sanayi sonrası topluma geçiş sorunlarının eşanlı
104
olarak ortaya çıktığı Türkiye’de, yoksulluğun boyutu üzerinde etkili olmuştur
(Buğra ve Sınmazdemir, 2003: 1).
Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) ‘nın 2002 yılı İnsanî
Gelişme Raporu'na göre, Türkiye 173 ülke arasında 0,724 endeks değeri ile
85. sıradadır. Bu endeks değerinin oluşmasında etkili olan ekonomik ve
sosyal göstergeler vardır. Bunlar arasında, demografik yapıyı açıklayan
göstergeler önemli bir yer tutmaktadır. Örneğin; Türkiye'de doğuşta yaşam
ümidi ortalama olarak 69,8 yıl iken, bu değer kadınlarda 72,4 ve erkeklerde
ise 67,3'tür. 40 yaşına kadar yaşayamama olasılığı %9,6 iken, bu değer
gelişmiş ülkelerde 60 yaş üzerinden incelenmektedir. 15 yaş üstündeki
nüfusun okur-yazarlık oranı Türkiye'de %85,4'tür. Bu oran kadınlarda %76,5
ve erkeklerde ise %92,9 ile göstermektedir ki; Türkiye'de eğitimsizlik, dinî
değerler gibi nedenlerle kadınların öğrenim süreleri yetersiz kalmaktadır
Avrupa'da kadınına seçme ve seçilme hakkını yasal olarak ilk tanıyan ülke
Türkiye olmasına rağmen kadınların mecliste katılım payı oldukça düşüktür.
Bunun yanında kadın nüfusunun %49.9'u herhangi bir ekonomik faaliyette
bulunmamaktadır. Ayrıca, tarım çalışanlarında kadın oranı %72 (ücretsizler
dahil) iken, sanayi çalışanlarında kadın oranı %10 ve hizmet sektöründe
kadın çalışan oranı %18'dir. Söz konusu raporda; Türkiye'de 5 yaşın altında
yeterli düzeyde beslenemeyen çocukların oranı %8, sağlıklı içme suyuna
erişemeyen nüfusun oranı %17'dir.
Gelir düzeyi bakımından da Türkiye'de yoksulluğu ya da genel
ifadesiyle gelişmişlik düzeyini incelemek şarttır. Birleşmiş Milletler'in küresel
ölçekte bir kriteri olan; günde en fazla 1 $ ile geçinen nüfusun oranı
Türkiye'de %2,4 ve 2 $ ve altındaki bir gelirle geçinenlerin oranı ise %18'dir.
Satın Alma Gücü Paritesi'ne göre; Türkiye'de 2000 yılı itibariyle kişi başına
millî gelir 6.974 $ dır. Bu rakam, kadınlar için 4.703 $, erkekler için ise 8.104
$ dır
105
Eğitim ve sağlık harcamaları ise; Gayri Safi Yurtiçi Hasıladan eğitim
harcamalarına ayrılan pay, %2.2, sağlık harcamalarına ayrılan pay, %3.3,
askeri harcamalara ayrılan pay, %4.9 ve borç ödemelerine ayrılan pay
%10.6’dır (Özsoy, 2005: 3).
3.4.1.Türkiye’de Yoksulluk Profili
Türkiye’de yoksulluğun boyutu ile ilgili önemli çalışma DİE tarafından
yapılan ve sonuçları 2004 yılında açıklanan, 2002 Hanehalkı Bütçe Anketi ile
birlikte yapılan 2002 yoksulluk çalışmasıdır. Bu çalışma ile, Türkiye’de ilk kez
yoksulluk sınırı ve oranı resmi olarak açıklanmıştır. Yoksullukla ilgili en son
açıklanan istatistik ise 2005 Hanehalkı Bütçe Anketi kapsamında yapılan
Yoksulluk Çalışmasıdır. 2002, 2003, 2004 ve 2005 yıllarında yapılan
Yoksulluk Çalışmalarında; gıda yoksulluğu, gıda ve gıda-dışı yoksulluk, göreli
yoksulluk ve günlük geliri 1, 2,15 ve 4,3 dolar sınırlarına göre yoksulluk
oranları verilmiştir.
2002 yılı Yoksulluk Çalışmasında dört kişilik bir hanenin aylık
yoksulluk sınırı gıda için 133 YTL, gıda ve gıda dışı harcamalar için ise 310
YTL olarak belirlenmiş, 2003 yılında bu rakamlar sırasıyla 168 YTL ve 417
YTL , 2004 yılında ise sırasıyla 182 YTL ve 429 YTL’ye yükselmiştir.
2002, 2003 ,2004 ve 2005 yılı Yoksulluk Çalışmaları sonuçlarına göre,
gıda yoksulluğu açısından ülkemizde ciddi bir sorunun olmadığı
görülmektedir. 2002 rakamlarına göre Türkiye’de fertlerin %1,35’i; 2003 ve
2004 rakamlarına göre ise %1,29’u gıda harcamalarını içeren yoksulluk
sınırının altındadır. Gıda ve gıda dışı harcamaları içeren yoksulluk sınırı
altındaki nüfusun oranı ise 2002 yılında %26,96 iken, 2004 yılında %25,60
olarak tespit edilmiştir. Medyan değerinin % 50'sinin yoksulluk sınırı olarak
belirlendiği durumda (göreli yoksulluk), 2002 için yoksulluk oranı %14,74 ,
106
2004 yılı için bu oran %14,18 iken; 2005 yılı için bu oran %16,16 olarak
gerçekleşmiştir.
Tablo-3.6. Yoksulluk Sınırı Yöntemlerine Göre Yoksulluk Oranları (Yüzde)
Türkiye Kent Kır
2002 2003 2004 2005 2002 2003 2004 2005 2002 2003 2004 2005
Gıda yoksulluğu
1,35 1,29 1,29 0,87 0,92 0,74 0,62 0,64 2,01 2,15 2,36 1,24
Yoksulluk (gıda+gıda dışı)
26,96 28,12 25,6 20,50 21,95 22,30 16,57 12,83 34,48 37,13 39,97 32,95
Kişi başı günlük 1 $'ın altı (1)
0,20 0,01 0,02 0,01 0,03 0,01 0,01 0,00 0,46 0,01 0,02 0,04
Kişi başı günlük 2,15 $'ın altı (1)
3,04 2,39 2,49 1,55 2,37 1,54 1,23 0,97 4,06 3,71 4,51 2,49
Kişi başı günlük 4,3 $'ın altı (1)
30,30 23,75 20,89 16,36 24,62 18,31 13,51 10,5 38,82 32,18 32,62 26,59
Göreli yoksulluk
14,74 15,51 14,18 16,16 11,33 11,26 8,34 9,89 19,86 22,08 23,48 26,35
Kaynak: DİE, 2002-2003-2004, Hanehalkı Bütçe Anketi. (1) 2002 yılı için 1 $’ın satınalma gücü paritesine (SGP) göre karşılığı olarak 618.281
TL, 2003 yılı için, 732.480 TL, 2004 yılı için ise 780.121 TL , 2005 yılı için 0,830400 ytl
kullanılmıştır.
Yoksulluk, özellikle çok çocuklu haneler, eğitim seviyesi düşükler,
yevmiyeliler, işsizler, kendi hesabına çalışanlar, ücretsiz aile işçileri ile tarım
ve inşaat sektörlerinde çalışanlar arasında yaygındır.
Kır, kent ve bölgesel yoksulluk oranları oldukça farklıdır. 2005 yılı
rakamlarına göre, kentte yoksulluk oranı (gıda ve gıda-dışı harcamaları
içeren) %12,83 iken; kırda bu rakam %32,95’ye ulaşmaktadır. Kırsal alanda
istihdam faaliyetlerinin kısıtlı olması ve ailelerin çok çocuklu olması bu
durumun en önemli sebebidir.. Nitekim iktisadi faaliyet açısından yoksulluğun
en yaygın olduğu kesim tarımda çalışanlardır. Tarımın kırsal alanda yaygın
olduğu düşünüldüğünde bu durum şaşırtıcı değildir. Bunun yanı sıra işteki
107
durum itibariyle en yoksul kesimler, yevmiyeli çalışanlardır. Söz konusu
çalışma biçimi ülkemizde en fazla tarım ve inşaat sektörlerinde yaygındır.
İşteki durum itibariyle en düşük yoksulluk oranı %6,94 oranıyla işverenlere
aittir.
Yoksulluk büyük hanehalklarında küçük hanehalklarına göre daha
yüksektir. Hiç çocuğu olmayan ya da sadece bir tane çocuğu olan
hanehalklarının yoksulluk oranı ortalamanın çok altındadır. Eğitim seviyesi
arttıkça yoksulluğun azaldığı görülmektedir. 2004 yılı rakamlarına göre okur-
yazar olmayan fertlerde %45,11 olan yoksulluk oranı, yüksekokul
mezunlarında %1,33’e düşmektedir (TÜİK, 2004).
Bununla beraber,Türkiye’deki yoksulluğun boyutu ve profiliyle ilgili
yapılan bir çok çalışmalar da vardır.
Dünya Bankası tarafından 2003 yılında yayınlanan, “Türkiye:
Krizlerden Sonra Yoksulluk ve Yoksullukla Başetme”, başlıklı raporda Dünya
Bankası’nca 2001 yazında gerçekleştirilen ve toplam 4200 haneyi kapsayan
Hanehalkı Tüketim ve Gelir Anketi verileri kullanılmış. Raporda, kişi başına
SAGP’ye göre günlük 1 doların altında bir tüketimle yaşayan kesim nüfusun
yüzde 1,8’ini oluşturmaktadır. Bunun yanında raporda kent gıda yoksulluğu
ile kentte gıda ve gıda-dışı yoksulluk oranlarına da yer verilmiştir. Kent gıda
yoksulluğu için aylık ortalama sınır değeri 51.069.463 TL (SAGP’ye göre 119
dolar) olarak belirlenmiş ve bu değerin altında tüketim harcaması olan kişiler
gıda yoksulu olarak nitelenmiştir. Gıda yoksulluğu sınırı değerinin ikiye
katlanmasıyla da kentte gıda ve gıda-dışı yoksulluk sınırına ulaşılmış. Bu
sınırlara göre Türkiye’de kent nüfusunun yüzde 17,2’si gıda yoksulu
durumunda. Kentte gıda ve gıda-dışı yoksulluk oranı ise yüzde 56,1’dır.
Raporun içinde yer almamakla birlikte çalışma sırasında hesaplanan kişi
başına günlük 2,15 dolar ve 4,30 doların altında gelire sahip nüfusun oranı
ise, sırasıyla yüzde 14 ve yüzde 38’dir (Buğra ve Sınmazdemir, 2003: 13-14).
108
Yusuf Yardımcı, Sema Alıcı, Sevil Uygur, ve Sühendan Ekni
tarafından hazırlanan “Türkiye’de Kentsel ve Kırsal Kesimde Hanehalklarının
Yoksulluk Profili” adlı makalede DİE’nin 2001 yılında 1 Ocak-31 Mart tarihleri
arasında gerçekleştirilen Hanehalkı Gelir ve Tüketim Harcamaları Anketi
verileri kullanılmıştır. Ancak anket çalışması, 31 Mart’tan itibaren anketin
iktisadi olarak durağan koşullarda uygulanması gerektiği ve 2001 krizinin
bunu imkansız kıldığı gerekçesiyle durdurulmuştur. Çalışmada kişi başına
gıda yoksulluk sınırı aylık 43 dolar (SAGP’ye göre 18.495.848 TL) olarak
belirlenmiştir ve Türkiye’de nüfusun yüzde 7,76’sı bu yoksulluk sınırının
altında bir tüketim düzeyiyle yaşamını sürdürmektedir. Çalışmada gıda ve
gıda-dışı yoksulluk eşiği ise aylık 109 dolar (SAGP’ ye göre 46.884.824 TL)
olarak belirlenmiştir ve Türkiye’de nüfusun yüzde 41,31’i bu sınırın altında bir
tüketimle yaşamını sürdürmektedir. Göreli yoksulluk eşiği olan aylık 104
doların (SAGP’ye göre 44.734.144 TL) altında aylık toplam kullanılabilir gelir
sahibi kesim ise, nüfusun yüzde 17,25’idir.
Dağdemir (1994) çalışmasında; 1994 yılı için gıda yoksulluğu sınırı
4.099.000 TL, gıda ve gıda-dışı yoksulluk sınırı ise 5.881.000 TL olarak
belirlenmiş ve nüfusun yüzde 11,5’inin (kentte yüzde 8.7, kırda yüzde 20.2)
gıda yoksulu, yüzde 29,5’inin (kentte yüzde 20, kırda yüzde 42.5) ise gıda ve
gıda-dışı yoksul olduğu sonucuna ortay çıkmıştır.
Dağdemir (1993) çalışmasında, yoksulluk sorunu incelenerek, gelir
dağılımının iyileştirilebilmesi için yoksulluk çeken grupların yaşam
düzeylerinin yükseltilmesi gerektiği vurgulanmaktadır.
Erdoğan (1998) çalışması ise yine 1994 DİE Hanehalkı Gelir ve
Tüketim Harcamaları Anketi verileri çerçevesinde Türkiye genelinde gıda
yoksulluğu ile gıda ve gıda-dışı yoksulluğun niceliksel görünümünü
sunmaktadır. Bu çalışmada hanelerin tüketim harcamaları yerine gelir
düzeyleri dikkate alınmıştır. Gıda yoksulluğu dikkate alındığında, Türkiye’de
hanelerin yüzde 5,66’sı, nüfusun ise yüzde 8,37’si (kentte yüzde 4,60, kırda
109
yüzde 11,82) yoksuldur. Gıda-dışı yoksulluğa göre ise Türkiye’de hanelerin
yüzde 19,31’i, nüfusun ise yüzde 24,38’i (kentte yüzde 21,73, kırda yüzde
25,40) yoksuldur (Buğra ve Sınmazdemir, 2003: 13-14).
TÜRK-İŞ (1987), gıda harcaması çalışmasında, Ankara’da yaşayan 4
kişilik bir işçi ailesinin sağlıklı, dengeli ve yeterli beslenebilmesi için yapması
gereken asgari gıda tutarını veren bir çalışmadır. Gıda harcaması ile ilgili
hesaplamada, farklı yaş gruplarına göre bilimsel veriler çerçevesinde
oluşturulan beslenme kalıbı esas alınmaktadır. Çalışma Aralık 1987’den bu
yana düzenli olarak her ay yapılmaktadır
Erdoğan (1999)’ 1994 DİE verileri esas alınarak yapılan araştırmada,
minimum gıda harcaması maliyetine göre yapılmış olan hesaplamaya göre,
ülke yoksullarının %51.49’unu kadınlar oluşturmaktadır. Kırsal alanda bu
oran %72.16 iken kentsel alanda % 27,84 olarak gerçekleşmektedir.
İktisaden faal grup olan, 15-64 yaş grubunda yoksulluk oranı %48.50’dir.
Kırsal kentsel yoksulluğun toplam yoksullar açısından dağılımına
bakıldığında yoksullar arasında kırsal yoksulların payı minimum gıda
hesaplaması ile %72.67 iken, kentsel yoksulların toplam yoksullar arasındaki
payı %27.33 olmaktadır.
Temel gereksinimler maliyetine göre; yoksulluk cinsiyet ve yaş grubu
dikkate alınarak incelendiğinde, yoksulluk sınırı yükseltilse de kadınların
yoksulluk oranlarında önemli bir değişiklik gözlenmemektedir (Erdoğan,
1999).
Diğer taraftan Yoksulluğun düşük eğitim düzeyi ile doğru orantılı bir
artış içinde olduğu gerçeğidir. Toplam 4.199.600 olan okul çağındaki
yoksulun 3.991.172’si (%95.27’sinin) eğitimi hiç olmayanlar ile İlkokulu
bitirecek kadar eğitim alanlar oluşturmaktadır. Aynı durum temel gereksinim
maliyetine göre yapılan hesaplamalar için de geçerlidir.
110
Ayrıca, okur-yazar olmayan yoksullar içinde kadınların sayısının
erkeklerin iki katını aştığı görülmektedir. Okur-yazar olup da bir okulu
bitirmeyenlere bakıldığında ise ters bir ilişki görülür. Tablonun genel
yorumundan ise kentsel alanda eğitim düzeyindeki yükselmenin yoksulluğun
aşılması açısından kırsal alana kıyasla çok daha gerekli olduğunu söylemek
yanlış olmayacaktır (Erdoğan, 1999).
Tablo 3.7. Minimum Gıda Harcaması Maliyetine Göre Yoksul Fertlerin Öğrenim Durumu ve Cinsiyet Dağılımı (1999)
Yerleşim Yeri
Öğrenim Durumu
Toplam Yoksul Sayısı
ToplamYoksul
%
Kadın Yoksul Sayısı
Kadın Yoksul
%
Erkek Yoksul Sayısı
Yoksul Erkek
% Türkiye Toplam 4189 600 100.00 2166 153 51.70 2023 447 48.30
Okuryazar değil 1337 853 31.94 913 784 42.18 424 069 20.96
Okuryazar olup, birokul Bitirmeyen 1023 134 24.42 451 032 20.82 572 102 28.27
İlkokul 1630 185 38.91 754 597 34.84 875 588 43.27
Ortaokul ve dengi 136 981 3.27 29 060 1.34 107 921 5.33
Lise ve dengi 57 147 1.36 17 538 0.81 39 609 1.96
111
Yüksekokul, 0.08 3 325 142 0.01 3 183 0.16
üniversite Master, doktora 975 0.02 0 0.00 975 0.05
Kır Toplam 3 042707 72.63 1562 222 72.12 1480 485 73.17
Okuryazar değil 1021 683 33.58 694 294 44.43 327 389 22.11
Okuryazarolup,bir okul Bitirmeyen 725 683 23.85 307 722 19.70 417 961 28.23
İlkokul 1190 776 39.13 546 088 34.96 644 688 43.55
Ortaokul ve dengi 74 494 2.45 9 661 0.62 64 833 4.38
Lise ve dengi 27 470 0.90 4 457 0.29 23 013 1.55
Yüksekokul, 2 601 0.09 0 0.00 601 0.18
üniversite Master, doktora 0 0.00 0 0.00 0 0.00
Kent Toplam 1146 893 27.37 603931 27.88 542 962 26.83
Okuryazar değil 316 170 27.57 219 490 36.34 96 680 17.81
Okuryazar olup, birokul Bitirmeyen 297 451 25.94 143 310 23.73 154 141 28.38
İlkokul 439 409 38.30 208 509 34.53 230 900 42.52
Ortaokul ve dengi 62 487 5.45 19 399 3.21 43 088 7.94
Lise ve dengi 29 677 2.59 13 081 2.17 16 596 3.06
Yüksekokul, 724 0.06 142 0.02 582 0.11
üniversite Master, doktora 975 0.09 0 0.00 975
0.18
Kaynak : Erdoğan, 1999, DİE
Yine aynı çalışmada, Minimum gıda harcaması maliyetine göre
yapılan değerlendirmede 12 yaş üstü yoksulların Türkiye’de aynı yaş grubu
içindeki yoksullar arasında kadınlar %53.38, erkekler %46.62’lik kesimi
oluşturmaktadır. 12 yaş üstü kırsal yoksulların toplam yoksullar içindeki payı
%73.10 iken, kadın ve erkekler açısından kırsal yoksulluk hemen hemen eşit
biçimde kadılarda %73.05, erkeklerde %73.17 olarak görülmektedir.
12 ve daha yukarı yaşta olup, temel gereksininler yöntemine göre,
yoksulluk sınırının altında kalan fertlerin yarısından fazlası evlidir (Erdoğan,
1999).
112
Tokatlıoğlu, Başaran (2001) çalışmasında bir ülkede, gelir eşitsizliği
ne kadar yüksekse, tehlike de o kadar büyüktür. Bununla beraber sadece
gelirin nasıl dağıldığı değil, yoksulluğun dağılımı da önemlidir. Genel
anlamda yoksulluk gelir dağılımının bozulmasıdır. Yoksulluğun derinleşmesi
ve yapışkan hale gelmesi de, yoksul gelir dağılımının bozulmasıdır. Bu
anlamda yoksulluğun profili, hanehalkı büyüklüğü, öğrenim durumu gibi
değişkenlerle 2001 yılı için %20’lik dilimlerde analizi yapılmıştır (Tokatlıoğlu
ve Başaran, 2001: 115-117).
Tablo-3.8. Yoksulluğun Dağılımı%
Yoksul Haneler %20’lik dilimler Türkiye Geneli %20’lik Dilimleri
1 2 3 4 5 Toplam1 24,45 22,14 18,74 19,94 6,11 91,38 2 0,00 0,00 0,00 0,00 8,42 8,42 3 0,00 0,00 0,00 0,00 0,20 0,20 4 0,00 0,00 0,00 0,00 0,00 0,00 5 0,00 0,00 0,00 0,00 0,00 0,00
Kaynak: Tokatlıoğlu, DİE 1994 ve 2001 Hane halkı İşgücü Anketleri
Tablo’da medyan gelirin yarısı yaklaşımına göre yoksulların %91’i
Türkiye genelinde ilk %20’lik dilimde yer almakta, %8’i ise Türkiye geneli 2.ci
%20’lik dilimde yer almaktadır.
Tablo-3.9. Yoksulların Yaş Kompozisyonu İlk %20 %20 %20 %20 %20 Yoksul
Toplamı
0-14 Yaş Arası 41,37 43,96 44,84 38,64 25,61 38,91
15-35 Yaş Arası 33,97 32,19 31,15 35,22 33,38 33,19
36-64 Yaş Arası 21,78 21,35 20,32 22,61 32,10 23,62
65+ 2,88 2,50 3,69 3,52 8,92 4,29
Toplam 100,00 100,00 100,00 100,00 100,00 100,00
0-14 Yaş/ Toplam Yoksul 21,3 22,7 23,0 20,0 13,1 100,00
113
15-35 Yaş/ Toplam Yoksul 20,5 19,5 18,7 21,4 20,0 100,00
36-64 Yaş/ Toplam Yoksul 18,5 18,1 17,2 19,3 27,0 100,00
65+/ Toplam Yoksul 13,4 11,7 17,2 16,5 41,2 100,00
Kaynak: Tokatlıoğlu, DİE 1994 ve 2001 Hane halkı İşgücü Anketleri
Yine aynı çalışmada, Yoksul nüfus içinde 0-14 yaş arası grup yüzde
olarak oldukça ağırlıklıdır. En fakir grup içinde çocuk nüfusun fazlalığı
gelecekte yoksulluğun yapışkanlığı açısından önemlidir.Bu grup için eğitim
gerekli sağlık hizmetleri gibi beşeri sermaye hizmetlerinin sunumu önemlidir.
Bu açıdan da devlete önemli görevler düşmektedir. 65 yaş üstü yaş
grubunda, toplam yoksul nüfusu içindeki dağılımında 5.inci yüzdelik dilimde
yoğunluk görülmektedir. Bu ise transfer ödemesindeki emeklilik maaşlarının
4’üncü ve 5’inci dilimlerde yoğunlaştığı anlamına gelmektedir (Tokatlıoğlu ve
Başaran, 2001: 118).
Yoksulların hanehalkı büyüklüklerinin incelendiğinde ise; hanehalkı
büyüklüğü arttıkça, gelirden alınan pay artmakta ve yoksulluğun şiddetinin
azaldığı gözlenmektedir (Tokatlıoğlu ve Başaran, 2001: 118).
Tablo 3.10. Yoksul Hanehalkı Reisinin Eğitim Durumu(%) %20’lik Dilimler
1 2 3 4 5 Toplam
Okur Yazar Değil 27,78 20,81 17,14 17,14 17,14 100,00
Okur Yazar/ Okul Bitirmedi 17,68 23,57 19,59 19,59 19,59 100,00
İlkokul 18,00 20,06 20,65 20,65 20,65 100,00
İlköğretim 40,10 0,00 19,97 19,97 19,97 100,00
Ortaokul 16,47 13,20 23,44 23,44 23,44 100,00
Orta Dengi Meslek 0,00 0,00 33,33 33,33 33,33 100,00
Lise 25,24 0,01 24,91 24,91 24,91 100,00
114
Lise Dengi Meslek 0,00 0,00 33,33 33,33 33,33 100,00
2 Yıllık Yüksek Okul 0,00 0,00 0,00 0,00 0,00 0,00
4 Yıllık Yüksek Okul 18,09 18,06 21,28 21,28 21,28 100,00
Yük.Lis., Doktora 0,00 0,00 0,00 0,00 0,00 0,00 Kaynak: Tokatlıoğlu, DİE 1994 ve 2001 Hane halkı İşgücü Anketleri
Yoksul hanehalkı reisinin öğrenim durumu, %20’lik yoksul gelir
dağılımı dilimleri açısından incelendiğinde, beşeri sermaye ile yoksulluğun
şiddeti arasındaki ilişki belirgin hale gelmektedir.
Tablodaki rakamlar göstermektedir ki eğitim gibi bireyin yapabilirlik
veya muktedir olma kabiliyeti arttıkça, yoksulluk riski azalmaktadır. Bu durum
hane halkı harcama dağılımından görülebilmektedir.
Tablo 3.11. Yoksul fertlerin Sosyal Güvenlik Kurumu Dağılımı(%)
%20(ilk) %20 %20 %20 %20(son) Toplam
SSK 2,17 4,96 7,75 16,10 16,31 9,58
EMEKLİ SANDIĞI 0,00 0,41 0,39 1,50 1,77 0,83
BAĞ-KUR 2,53 3,72 4,26 6,37 9,22 5,28
ÖZEL SANDIK 0,00 0,00 0,39 0,00 0,71 0,23
KAYITLI DEĞİL 95,31 90,91 87,21 76,03 71,99 84,09
TOPLAM 100 100 100 100 100 100
Kaynak: Tokatlıoğlu, DİE 1994 ve 2001 Hane halkı İşgücü Anketleri
Yoksul fertlerin sosyal güvenceleri incelendiğinde, yoksulların büyük
bir oranının herhangi bir sosyal güvenlik kurumuna kayıtlı olmadığı
görülmektedir.
115
3.4.2. Küreselleşmenin Yoksulluk Üzerine Etkisi
Türkiye’de 1980 sonrası serbest piyasa ekonomisinin geçerli olduğu
neo liberal ekonomi politikalar uygulanmaya başlamıştır.
Tarihsel olarak, özellikle 20. yüzyıl içerisindeki değişik dönemlerde
benimsenen yoksullukla mücadele stratejilerine bakıldığında iki temel politika
uygulandığını söyleyebiliriz. II. Dünya Savaşının ardından 1980’lere kadar
yoksullukla mücadelede yaygın görüş, yoksullukla doğrudan mücadelede
sosyal politikaların uygulanması iken, “küreselleşme” döneminin bir ürünü
olarak görülebilecek iktisat politikası anlayışında ise yoksulluğun önemli bir
kaynağı olan işsizlik sorununu azaltmak ve iktisadi büyümeyi sağlayacak
politikaların dolaylı olarak yoksulluğu azalttığı yönündeki politikalardır.
1980 sonrası dünyanın büyük bir kısmında ve Türkiye’de uygulama
alanı bulan bu politikalar da, yoksullukla mücadele için kullanılacak yeniden
dağıtım politikalarının tasarlanması ve yürütülmesi yerine, artık yalnızca
piyasa alanı içerisinde ekonomik olarak değil, sosyal, ahlaki ve kültürel bir
sorun olarak görülmeye ve tanımlanmaya başlayan yoksulluğun, daha çok
uluslar arası kuruluşlarla sivil toplum kuruluşlarının etkileri yoluyla, piyasanın
işleyişine herhangi bir müdahale olmadan koordine edilmesi öngörülmektedir.
Bu anlayış sonucunda ise yoksulluk ve gelir eşitsizliğini düzeltmede etkin
olan sosyal harcamalarda önemli kısıntılara gidilmiştir.
Diğer yandan,Türkiye’de şehirleşme oranı, 1965’le 1985 arasıda
sadece %35’ten %46 ya yükselirken 1985 sonrası gelişmelerle %74’e
çıkmıştır (Köse,Şenses,Yeldan, 2004: 210). Özellikle 1985 sonrası göç
nedenlerinin ve göç edenlerin niteliğinin değişmesi ve buna paralel olarak
kente yeni göçenleri her anlamda 1960-1980 döneminde göçenlerden farklı
koşullar beklemektedir. Örneğin kamu sektöründe “işe girmenin” zorlaştığı,
özel sektörde büyük ve güvenceli iş yerlerinde iş bulma olanağının azaldığı,
buna karşılık enformel ve kayıtdışı sektördeki işlerin hanehalkı gelirlerinde
116
egemen olduğu bir döneme girilmiştir. Metropol kentlerde gerçek ücretlerin
düşmesi ve gelir dağılımında ortaya çıkan büyük kayıplara dayalı olarak, eski
orta sınıfın giderek sosyo-ekonomik konumunu kaybetmesi ve 1990
sonrasında kentlere göç etmiş, ancak önceden göç edenler kadar kentteki
olanakları kullanamayan, yeni kent yoksullarının ortaya çıkması sonucunu
doğurmuştur.
Küreselleşme ile bütünleşerek gelişen finans, iletişim, reklamcılık gibi
sektörlerin ortaya çıkardığı yeni orta-üst gelir grubu ve yönetici kesimi ile kent
yoksulları kıyaslandığında toplumun gittikçe arası açılan ve kutuplaşan bir
sınıf yapısına doğru kayması, Sanayi sektöründe üretimin esnekleşmesi,
örneğin, işgücü piyasasında ve ücretlerde esneklik ve düzensizlik,
taşeronlaşma, emek yoğundan makina yoğun sisteme geçmenin yarattığı
işsizlik (1980 sonralarında ithal edilen makina yoğun teknolojiler ki bu
durumda üretim artsa da istihdam artmamaktadır), Son yirmi yılda yaşanan
yüksek enflasyon, kamu finansman ihtiyacının karşılanmasına yönelik sürekli
büyüyen borç yapısı ve vergi sisteminde var olan sorunlar, Eve iş verme,
parça başı iş ve özellikle kadın ve çocuk emeğinin enformel üretim ve
kayıtdışı işlerde ağırlıklı olarak kullanımının artmasını Türkiye’de yaşanan
yoksulluk ve gelir dağılımı sebepleri olarak sıralayabiliriz.
Türkiye’de son 20 yılda yoksullaşmaya verilen tepki, daha çok “telafi
edici mekanizmalar” aracılığıyla olmuştur. Bu telafi edici mekanizmalar
yöresine ve somut durumlara göre büyük çeşitlilik gösterirken toplumun
sosyal-siyasal ve kültürel dokusunda da ciddi değişimlere yol açmış ve yeni
yoksullaşma biçimleri ve olgularına cevap verememesi gibi bir durumla
karşılaşılmıştır (Altay, 2005: 179). Öte yandan, Cumhuriyet Türkiye’sinde
yurttaşların sosyal güvence, sağlık güvencesi, iş güvencesi, sosyal yardım ve
hizmetler gibi kavramlarla tanışması yeni değildir. 1980’lerde bu kavram ve
hizmetlerde bazı değişiklikler ve iyileştirmeler ve bazı kurumsal dönüşümler
yapılmıştır. 1980’lerden bu yana yapılan değişikliklerden en önemlileri sosyal
güvence kapsamı dışında kalarak sağlık hizmetlerine de erişemeyen kesim
117
için getirilen Yeşil Kart uygulamasıdır. Ayrıca, 2001 yılından bu yana sosyal
yardımlarda yapılan iyileştirmeler ile özürlüler, yaşlılar, dul ve yetim
aylıklarında artışlar sağlanmıştır. Yukarıda Türkiye’den başarılı örnekler
arasında sayılan SRAP(Sosyal Riski azaltma projesi) projesi kapsamında
yoksul ailelere yapılan şartlı nakit transferleri yoksul ailelerin çocuklarının
sağlık kontrollerini yaptırmaları şartı ile verilmektedir. Aynı projeden yapılan
eğitim destekleri ve taşımalı eğitime verilen desteklerde yapılan artışlar
yoksul ailelerin çocuklarının eğitime katılmasına önemli bir katkı
sağlamaktadır.
Yoksulluğun en önemli nedenlerinden biride işsizlik oranıdır.
Türkiye’de işsizlik oranı %10,3’dır. Yurtiçi işgücü piyasaları incelendiğinde,
işsizlik oranı giderek artan bir seyir izlemektedir. Diğer yandan işsizlik ile yaş
arasındaki ilişki incelendiğinde, genç işsizlik oranının yaygınlaştığı , genç
işsizliğin oranı 2004 yılı itibariyle yüzde 20’lere ulaştığı görülmektedir. Bu
durum ise gelecek dönemlerde yoksul insan sayısının artacağı anlamına
gelmektedir.
Son yirmi yılda yaşanan yüksek enflasyon, kamu finansman ihtiyacının
karşılanmasına yönelik sürekli büyüyen borç yapısı ve vergi sisteminde var
olan sorunlarda yoksulluğun nedenleridir.
Yerleşim yerlerine göre Gini oranlarını değerlendirildiğinde, oranın 1’e
yaklaşması eşitsizliklerin artışını, 0’a yaklaşması hali ise eşitsizliklerin
azalması olarak kabul edilir. Türkiye’de 2005 yılında gini oranı 0.38 (TÜİK) ile
eşitsizliklerin yaşandığı bir ülke olarak değerlendirilmelidir.
Eşitsizlikler kentlerde, kırsal bölgelere kıyasla daha yüksek
gerçekleşirken, eşitsizliklerin en fazla yaşandığı bölge Marmara Bölgesi
olurken, Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgesi eşitsizliklerin en az yaşandığı,
bir anlamda yoksullukta eşitliğin sağlandığı bölgeler olarak görülmektedir.
118
Tablo 3.12. Yerleşim Yerlerine Göre Gini Oranları (2005)
Yerleşim Yerleri Gini Oranları Türkiye 0.38 Kır 0.38 Kent 0.37 Marmara 0.38 Ege 0.39 Akdeniz 0.47 İç Anadolu 0.38 Karadeniz 0.39 Doğu Anadolu 0.36 Güneydoğu Anadolu 0.36 Kaynak : TÜİK
3.5.TÜRKİYE’DE SOSYAL HARCAMALARIN GELİŞİMİ, GELİR DAĞILIMI VE YOKSULLUK ÜZERİNE ETKİSİ
Türkiye’de son dönemlerde üzerinde ciddi tartışmalar ve çalışmalar
yapılan gelir dağılımı ve yoksulluk ile sosyal harcamalarda meydana gelen
değişiklikler arasında bir ilişki olduğu bilinmektedir. Bu harcamalarda
meydana gelen artışın, toplum içinde yaşayan bireylerin büyük bir kısmını
olumlu yönde etkileyecektir. Burada önemli olan bir diğer hususta sosyal
harcamaların, toplumun içindeki gruplar arasındaki dağılımdaki adalettir.
Bütçe harcamaları içinde zaten yeterli görülmeyen sosyal harcamaların
finansmanından devletin çekilmesi, bu tür harcamaları kendisinin finanse
etmesi gerektirdiği hane halkları içinde yoksul olan kesimin, bu tür
hizmetlerden mahrum kalmasına ve bu kesimlerde yoksulluğun
derinleşmesine neden olmaktadır.
119
1980 sonrasında Türkiye ekonomisi her alanda ciddi dönüşümler
yaşamıştır. Bu dönüşümün etkileri, bir çok alanda olduğu gibi sosyal harcama
kalemlerinde de görülmektedir.
1980 yılından sonra ülke ekonomisinin, küreselleşme olgusuyla
beraber, dünya ekonomisine eklemlenmeye başlaması sonucunda neo
liberal politikalara dayalı bir süreç başlamıştır. Değişen bu makro ekonomik
politikaların uygulanmaya başladığı dönem ile 1970’li yıllar
karşılaştırıldığında, gelir dağılımı ve yoksulluk üzerine adaletsiz sonuçların
ortaya çıktığı görülmektedir.
Türkiye’de, sosyal devlet niteliğinin ne ölçüde gerçekleştirilebilmiş
olduğu konusunda değerlendirme yapabilmek için kamusal kaynakların ne
kadarının sosyal harcamalara yönlendirildiğinin tespit edilmesi gerekir.
OECD ülkelerinde sosyal hizmetleri gerçekleştirmek üzere yapılan
harcamalar ile karşılaştırılabilir özellikte, Türkiye’de yapılan sosyal
harcamaların karşılaştırılmasına yönelik veri elde edebilmek için, konsolide
bütçeden eğitim, sağlık ve diğer sosyal hizmetlere ayrılan kaynakların boyutu
ile yerel yönetimlerin, sosyal güvenlik kuruluşlarının sosyal harcamalarının
GSMH’ya oranlarının tespiti önemlidir (Yılmaz, 2006: 66-61).
120
3.5.1. Konsolide Bütçeden Yapılan Sosyal Harcamalar
Tablo-3.13. Türkiye'de Sosyal Harcamalara Konsolide Bütçeden Ayrılan Pay ve GSMH ve GSYİH'ya Oranı(1930-2005)
Yıllar konsolide Bütçe GSMH İçindeki
içindeki pay Payı(%) 1930 7,76 1,26 1940 8,72 1,28 1945 9,41 1,3 1950 14,4 2,82 1960 21,1 3,45 1965 21,8 4,33 1966 27,4 4,06 1967 21,2 4,14 1968 21,5 2,96 1969 18,7 2,72 1970 17 2,45 1971 9,6 0,99 1972 22,4 3,71 1973 24 3,75 1974 24,7 3,82 1975 22,2 3,49
121
1980 21,7 3,15 1984 21,6 3,2 1985 13,8 2,17 1986 17,9 2,53 1987 16,2 2,39 1988 16,3 2,65 1989 17,1 2,44 1990 24,4 3,96 1991 26,1 4,16 1992 27,7 5,22 1993 26,2 5,22 1994 21,9 4,62 1995 19,8 3,36 1996 14,6 3,42 1997 19,9 4,23 1998 15,5 4,29 1999 14,2 4,94 2000 13,2 4,93 2001 15,5 4,25 2002 13,8 4,95 2003 13,1 5,41 2004 16 7,21 2005 18,4 5,9
Kaynak:Yrd.Doç.Dr. Gülay Akgül YILMAZ, OECD Ülkeleri ve Türkiye’de Sosyal
Devlet ve Sosyal Harcamalar. S.65-66
Tablo-3.13 incelendiğinde Türkiye’de sosyal harcamaların GSMH’ya
oranı 1930-1940 yılları arası önemli bir değişiklik göstermediği, ortalama
%1,31 civarında gerçekleştiği görülmektedir. Bunun yanında sosyal
harcamaların konsolide bütçeden aldığı pay genel olarak artmıştır. Bu artış
1930 yılında %7.76 iken, 1935 yılında %7,99’ çıkmış, 1940 yılında ise
%8,72’i olmuştur. Bu artışın nedeni, 1930 sonrası koruyucu devlet
anlayışından müdahaleci devlet anlayışına geçişin Türkiye’yi etkilemiş olması
düşünülmektedir (Yılmaz, 2006: 67).
Avrupa refah devleti bakımından “ Altın Çağ “ olarak nitelendirilen
1950-1975 döneminde, Türkiye’de sosyal harcamaların konsolide bütçe
içerisindeki payının sürekli artmış olduğu gözlenmektedir. Özellikle , 1945
yılından 1960 yılına kadar görülen artışlar oldukça yüksektir. 1945 ile 1960
yılları arası artış oranı %124’tür. Konsolide bütçeden sosyal harcamalara
ayrılan pay, 1967 yılından 1970 yılına kadar nispi olarak düşerek
gerçekleşmiştir. 1971 yılında ise ara rejim 12 Mart muhtırası döneminde
122
yaşanan siyasi istikrarsızlık sürecinde, sosyal harcamalara ayrılan pay
%6.7’ya düşmüştür. Muhtıra sonrası yıllarda ise konsolide bütçeden ayrılan
sosyal harcamaların payı tekrar toparlanarak, 1963 yılı düzeyine ulamıştır.
1973 yılında yaşanan ekonomik krizin Türkiye ekonomisinde de yarattığı
olumsuz etki sonucu bu dönemden itibaren sosyal harcamaların payı giderek
düşme trendine girmiştir (Yılmaz, 2006: 68).
Ekonomik ve siyasi istikrarsızlık 1980 Eylül’ünde askeri darbe ile
sonuçlanmış ve 1983 yılına kadar askeri yönetim devam etmiştir. 24 ocak
kararları ekonomik anlayışı tümden değiştirmiştir. 24 ocak kararları, 1970’li
yıllarda IMF’in dış kaynak yolarının tıkanması sorunu yaşayan birçok
azgelişmiş ülkeye empoze ettiği standart istikrar politikası paketi ile Dünya
Bankası tarafından geliştirilen yapısal uyum programıdır. İhracatın ulusal
öncelik haline getirilmesi, fiyat kontrollerinin ve temel malların çoğunda
sübvansiyonların kaldırılması ve iç talebin daraltılmasına dönük makro
ekonomi politikaları 24 ocak kararlarının temel unsurlarıdır (Kara, 2004: 231).
Dünya’da 1973 ekonomik krizi sonrası hakim hale gelmiş olan
Moneterist İktisat anlayışı Türkiye’yi de etkisi altına almış ve liberal felsefeye
dayalı ekonomi politikaları bir takım tedbirler ile uygulamaya
konulmuştur.1970-80 dönemi, 1971 yılı hariç sosyal harcamaların konsolide
bütçeden aldığı pay %21,2 iken, 1980-90 döneminde % 17,6 civarındadır.
1980 sonrası dönemde, sadece 1984 yılında oran yükselmiş, bunun dışında
1990 yılına kadar düşük oranda gerçekleşmiştir. 1992 yılı, 1970’li yıllardan
günümüze kadar olan süreçte konsolide bütçeden sosyal harcamalara
ayrılan payın en yüksek olduğu yıl olmuştur. Bu artışın sebebi, 1980’li
yıllardan itibaren izlenen talep kısıcı politikalar, uluslar arası piyasalardaki
rekabet olanaklarını arttırmak için reel ücretlerin düşük tutulması ve bunun
gerçekleşmesi için sendikal haklara getirilen sınırlamalar sonucu oluşan
sosyal tepki beraberinde bu politikaların sürdürülmesinde sınıra gelinmiş
olmasıdır. Bunun yanında özellikle 1980’li yılların ikinci yarısından itibaren hız
kazanan bu sosyal hareketliliğin başlamış olması, seçim öncesi yıl olan 1990
123
yılında popülist politikalar doğrultusunda sosyal harcamaları arttırdığı izlenimi
vermektedir. Türkiye’de sosyal harcamalar,1994 yılından itibaren düşme
eğilimine girmiştir. Bu düşüşün nedeni, sebebi kamu kesim açıkları olarak
görülen yaşanan ekonomik krizdir. Yaşanan ekonomik krizden çıkmak için
uygulamaya konulan 5 Nisan Ekonomik İstikrar Programında yer alan kamu
kesiminde tasarrufa yönelik tedbirler ve faiz dışı fazla hedefinin
gerçekleştirilmesine yönelik mali disiplinin sağlanması anlayışı görülmektedir
(Yılmaz, 2006: 68).
Tablo incelendiğinde, 1992 yılında %27,7 ile tepe noktaya gelen
.sosyal harcamalar, 1992 yılından itibaren tekrar gerileme trendine girip,
2000 yılında %13,2 ile dibe vurup, 2000 yılından sonra yükseliş trendine
girerek 2005 yılı itibariyle yükselmiştir.
3.5.2. Eğitim Harcamaları
Toplumdaki eğitim düzeyinin yüksekliği, üretim ve yönetimde etkinliği
artıracağından, iktisadi gelişme sağlayacağından, özellikle gelişmekte olan
ülkeler açısından, kamusal mal niteliğindedir. Asgari düzeyde de olsa
eğitimden toplumun yarar sağlayacağı gerekçesiyle, ilk ve orta eğitim devlet
eliyle gerçekleştirilir. Gelişmiş ülkelerde eğitim hizmetleri, bütün öğrencilere
aynı kalitede verilerek, fırsat eşitliği sağlanıp, gelir dağılımını önemli ölçüde
iyileştirilmektedir. Eğitim hizmetlerinin birey üzerine yapılan önemli bir yatırım
şekli olması, uzun dönemde etkilerinin mutlaka milli gelir artışı olarak
belirlenmesi, gelir dağılımını iyileştirici etkisi nedeniyle toplumun alt gelir
düzeyinde yaşayan bireylerin içinde bulundukları yoksulluktan
kurtulabilmeleri yönünde önemli bir kriterdir. Eğitime yapılan harcamalar gelir
dağılımını iyileştirici, dolayısıyla yoksulluğu kırıcı yönde etkileri bulunan
harcamalardır. Eğitimin, bireyin bütün niteliklerini uyumlu bir biçimde
geliştirmek, bilinçli bir toplumsal varlık yaratmak, gibi amaçları vardır.
124
Tablo-3.14. Türkiye'de Eğitim Sağlık Sosyal Güvenlik ve Diğer Sos. Hiz. Harcamalarının GSMH İçindeki Payı:(1930-2004) %
Yıllar Eğitim Sağlık Sosyal Güvenlik Diğer Sos.
Hizmetler 1930 0,6 0,3 0,34 1940 0,7 0,3 0,08 1950 2 0,5 0,01 0,14 1955 2,2 0,7 0,01 0,34 1960 2,3 0,7 0,01 0,26 1965 3,2 0,7 0,02 0,33 1970 1,7 0,4 0,01 0,13 1971 0,6 0,1 0,01 0,3 1972 2,7 0,6 0,02 0,4 1976 2,9 0,6 0,02 0,51 1977 2,7 0,5 0,02 0,36 1978 2 0,4 0,02 0,38 1979 2,1 0,5 0,02 0,37 1980 2,1 0,5 0,02 0,38 1981 2,4 0,6 0,02 0,41 1982 2,2 0,4 0,02 0,45 1983 2,5 0,5 0,03 0,69 1984 2 0,4 0,02 0,6 1985 1,7 0,4 0,02 0,5 1986 1,6 0,3 0,01 0,3 1987 1,6 0,4 0,01 0,32
125
1988 1,8 0,4 0,01 0,29 1989 1,7 0,3 0,01 0,5 1990 2,7 0,6 0,02 0,63 1991 2,8 0,6 0,02 0,75 1992 3,5 0,8 0,02 0,67 1993 3,6 0,9 0,02 0,68 1994 3,1 0,7 0,02 0,45 1995 2,2 0,6 0,02 0,45 1996 2,3 0,6 0,02 0,48 1997 3 0,6 0,02 0,48 1998 3 0,7 0,02 0,53 1999 3,5 0,8 0,02 0,56 2000 3,4 0,8 0,02 0,46 2001 3 0,7 0,01 0,61 2002 3,6 0,8 0,02 0,61 2003 3,7 1 2,4 0,03 2004 3,8 1,1 1,8 2005 3,8 1,2 2006* 3,9 1,2
Kaynak:Yrd.Doç.Dr. Gülay Akgül YILMAZ, OECD Ülkeleri ve Türkiye’de Sosyal
Devlet ve Sosyal Harcamalar. S.73-74
* Maliye Bakanlığı 2006 Yılı Ekonomik Gelişmeler Konsolide bütçeden eğitime ayrılan pay 1930 yılından 1965 yılına
kadar sürekli artış trendi göstermiştir. 1950-1965 döneminde, önceki döneme
göre gerileme görülmektedir. 1971 yılında ise en düşük oran olan %4,6 ile
dibe vurmuştur.1979-80 döneminde nispeten toparlanmış, 1981’de %9,4,
1983’te 13,4, 1988’de 11,5, 1992’de 18,8, 1998’de 11,0, 2000’de 9,3 ve
2004’te 11,1 düzeylerinde gerçekleşmiştir. Özellikle 1989’dan itibaren zamam
zaman gözle görülür artışlar yaşansa da, yirmi 1980 sonrası dönem genel
eğilimi azalış yönündedir (Kara, 2004: 238).
Eğitimin konsolide bütçe payının azalması, eğitimin maliyetlerinin
giderek ailelere yüklendiği ve bu durumda ise düşük gelir düzeyine sahip
aileler için zaten kıt olan gelirlerinin büyük bir bölümünü eğitim harcamalarına
ayırmak zorunda kalmaları söz konusudur. Daralma dönemlerinde eğitim
harcamalarının payının düşmesi eğitim sektörünün “ilk önce fedakarlık
edilen” sektörlerden olduğu yargısını güçlendirmektedir .. Artan nüfusa ve
teknolojik ilerlemelere rağmen eğitim harcamalarının payının istenilen
düzeylere getirilememesi, uzun vadede, üstesinden gelinmesinde güçlükler
126
doğabilecek problemleri de beraberinde getirebilecektir (Özbaran, 2005:
130).
Eğitim harcamalarının GSMH’ya ortalama oranı 1930-1960 arası
dönemde, %1, sosyal devlet anlayışı ve ithal ikameci politikaların hakim
olduğu 1960-1980 arası %2.5, dışa açık büyüme anlayışının hakim olduğu
1980-2004 arası %2.6 olmuştur. Birinci dönem ortalaması %1 iken %150’lik
artışla ikinci dönem ortalaması %2.5 olarak gerçekleşmiş, ikinci dönem
ortalaması olan %2.5’e göre %4’lük artışla üçüncü dönemde %2.6’lık
ortalama oranlar gerçekleşmiştir.
Diğer yandan, Türkiye ekonomisi 1980 yılı dönüşümünün eğitim
üzerinde de yaşandığı görülmektedir. Söz konusu dönemde kamu ve özel
harcamalar karşılaştırıldığında özel kesim eğitim harcamalarının arttığı
izlenmektedir. 1990’lı yıllar itibariyle özel üniversiteler bütçeden de pay
almaya başlamışlardır. Bu konuda ki gerekçe ise, özel üniversitelerinde bir
kamu hizmeti gerçekleştiriyor olmasıdır. Kamu ve özel kesim eğitim
harcamaları karşılaştırıldığında özel kesim harcamalarının payının yüksek
olduğu görülmektedir. Eğitimde özel kesim harcamalarının artıp, kamu kesimi
harcamalarının düşüyor olması ise, gelir dağılımı bakımından alta bulunan
yoksul kesimin eğitim hizmetlerinden yararlanamamaları neticesinde, eğitimin
gelir dağılımını iyileştirici dışsallığını ortadan kaldırmakta ve yoksullukları
daha da arttırmaktadır.
Türkiye’de 1980’li yıllardan sonra uygulanan liberal politikaların doğası
gereği, özel kesimi ön plana çıkaran anlayış, eğitim hizmetini de kamu malı
olmaktan çıkarıp, piyasa koşullarına göre belirlenen bir faaliyet şekline
sokmaktadır.
Tablo-3.15. Seçilmiş Bazı Ülkelerdeki Eğitim Harcamalarının
GSMH’ya Oranı (2000) Toplam Kamu Özel
OECD Ülkeleri 5,9 4,6 1,3
127
ABD 7,0 4,6 2,2
Almanya 5,3 4,3 1,0
Avustralya 6,0 4,6 1,4
Norveç 5,9 5,8 0,1
Kanada 6,4 5,2 1,2
Kore 7,1 4,3 2,8
Yunanistan 3,9 3,7 0,2
Diğer Ülkeler
Arjantin 5,9 4,5 1,4
Filipinler 6,4 3,9 2,5
Hindistan 4,3 4,1 0,2
Türkiye 2000 3,4 3,4
Türkiye 2002 7,3 4,8 2,5
Kaynak: DİE (2005), Türkiye İstatistik Yıllığı 2004, Türk Tabibler Birliği Yayınları 2006
Tabloda görüleceği gibi kamu eğitim harcamalarının GSMH içindeki
payı OECD ülkelerindeki toplam eğitim harcamalarının altında kalmakta iken,
özel harcamaların OECD değerlerinin üzerinde seyrettiği görülmektedir.
Eğitim ve sağlık harcamaları son yıllarda artmıştır. Ancak yapılan bu
harcamalar hane halklarının genelde ceplerinden yaptıkları harcamalardan
oluşmaktadır. Kamunun eğitim ve sağlık harcamalarındaki düşüşü, hane
halklarının bu tür zorunlu ihtiyaçları karşılamada kendi imkanlarını kullanma
şeklinde gelişmiştir. Hane halklarının gelirlerinin bir bölümünü bu tür
harcamalara ayırmak zorunda olmaları, oldukça pahalı olan bu hizmetten
yararlanmak için bir kısım zaruri ihtiyaçlarını karşılamaktan vazgeçmeleri
anlamına gelmektedir. Bu durum ise harcanabilir gelirlerindeki görülen düşme
sebebiyle, gıda ve gıda dışı yoksulluk oranını yukarı çekmekte ve bu tür
yoksul sayısı artma eğilimine girmektedir.
Gelir dağılımında adaletin sağlanması amacına yönelik en etkin bir
araç olarak kullanılabilen eğitim ve sağlık harcamaların konsolide bütçe
içindeki payları düşük bir seyir izlemektedir. Türkiye’de, iç borç faiz
ödemelerinin bütçe harcamaları içinde payının giderek büyük boyutlara
ulaşması, devletin genelde sosyal refahı, özelde ise gelir dağılımını düzeltici
ve yoksulluğu azaltıcı politikalar uygulama imkânını daraltmıştır. Dolayısıyla,
128
kamu açıkları böyle sürdüğü sürece, Türkiye’de gelir dağılımında adaleti
gerçekleştirmeye yönelik bir harcama politikasının uygulanması beklemek
pek olası görülmemektedir (Palamut ve Yüce, 2001: 17).
3.5.3. Sağlık Harcamaları
Sağlık hizmetlerinin 1930 yılından günümüze GSMH’ya oranı
incelendiğinde, kimi yıllar itibariyle dalgalanmalar olsa da genel olarak artış
trendi izlenmiştir. Konsolide bütçeden aldığı pay ise yıllar itibariyle 1930
yılında %1,9 iken 1950 yılında %3,0’a ulaşmıştır. Bu dönemde %53,3’lük
artış göstermiştir. 1980 yılından 2004 yılına kadarki dönemde ise %32,6’lık
azalma göstermiştir (Yılmaz, 2006: 92).
Türkiye’de sağlık harcamaları ve finansman sisteminin, 24 Ocak 1980
kararları ile serbest piyasa ekonomisine geçişle, kamunun faaliyet
alanlarında sınırlandırılmaya gidilmesi neticesinde, özel sektör de kamunun
yanında sağlık hizmeti sunmaya başlamıştır. 1980 sonrasında kamu sağlık
yatırımları ve özel kesim sağlık yatırımları kıyaslandığında , özel kesim sağlık
yatırımlarının daha hızlı bir biçimde gelişme göstermiştir. Ancak kamu ve özel
kesim sağlık hizmeti sunumu ülkenin bölgesel dağılımında bile bir
dengesizliğe sahiptir. Ülkenin doğu kesimleriyle batı kesimleri
kıyaslandığında sağlık kurumlarına sahip olma oranı batı kesiminde daha
yüksektir.
Gelir dağılımı adaletini sağlama yönünden önemli bir harcama kalemi
olan sağlık harcamalarının Türkiye içindeki genel seyrine baktığımızda , AB
ülkeleri, AB’ye aday olan ülkeler ve OECD ülkeleri arasında en az pay ayıran
ülke konumunda, ayrıca eğitime göre de çok daha kötü bir tablo olarak ortaya
çıkmaktadır. Bunun yanında dünya genelinde kendisiyle ortalama olarak aynı
kişi başına gelir seviyesine sahip olan ülkelerle kıyaslandığında da aşağı
129
sıralarda yer almaktadır. Sağlık Bakanlığı bütçesinin genel bütçe içindeki
payı da 1980’den itibaren giderek azalma eğilimi göstermiştir. Benzer gelir
grubundaki bazı ülkelerde ise bu oran Türkiye’nin çok üzerindedir.
Faiz dışı fazla hedefini tutturabilmek için daha az sağlık harcaması
yapılması üzerine sağlık bakanlığı bütçesinin de kısılmasıyla birlikte döner
sermaye gelirleri önem kazanmaya başlamıştır.
Sağlığa ayrılan payın azalması neticesinde döner sermaye
uygulamaları yaygınlaştırılmış, bu amaçla sağlık ocaklarında dahi döner
sermaye uygulaması başlatılmıştır. Döner sermaye, sağlık hizmeti alan
vatandaşın bu hizmeti alırken doğrudan para ödemesi anlamına gelmektedir.
Sık sık ortaya çıkan krizler kamu sağlık kurumlarını “tasarruf önlemleri” adı
altında kamusal hizmeti kısıtlamaya ve kamu sağlık kurumlarının işletme
haline dönüşme sürecini hızlandırmaya ve meşrulaştırmaya yönlendirmiştir
(Özbaran, 2005: 132).
Kar güdüsünün ön plana çıkarıldığı özel kesimin bu alanda hizmet
vermeye başlaması, sağlık hizmetinin kamusal tarafı ile çatışmaktadır.
Dolayısıyla sağlık hizmetlerinin pahalılaşması yoksul kesim bu hizmetten
yararlanma imkanını ortadan kaldırmakta ve yoksulluklarına olumsuz bir etki
olmaktadır. Çünkü sağlık hizmetlerinde devletin eşitsizlikleri yaratmadaki
etkisi , artan eşitsizlikle de yoksul insanların yaşam standardı etkilenmektedir.
Bunun içinde son zamanlarda yapılmış olan ve yapılacak olan Sağlıkta
Dönüşüm Programı(2005) ve Genel Sağlık Sigortası, özelleştirmeleri daha da
artırmıştır.
Kamunun yarattığı boşluğu özel sektörün doldurmasıyla , gelir
aktarımının üst gelir grubundan alt gelir grubuna doğru olması gereken
mekanizma tersine dönmektedir. (TÜİK, 2006: 163).
130
Tablo- 3.16. Bazı OECD Ülkeleri Kişi Başına Sağlık Harcaması($) (1960-2004) Ülkeler/yıllar 1960 1970 1980 1990 2000 2004
Avusturya 77 193 770 1328 2667 3124
Belçika - 148 639 1341 2277 -
Fransa 70 205 697 1532 2450 3159
Yunanistan - 159 486 844 1616 2162
İtalya - - - 1387 2039 2392
Japonya 30 149 580 1116 1967 -
Hollanda - 329 755 1435 2257 3041
Yeni Zelanda
- 211 506 1393 3080 3966
Norveç 49 141 665 1393 1520 2094
İspanya 16 95 363 873 1520 2094
İsviçre 166 351 1031 2029 3179 4077
İngiltere 84 163 480 987 1858 2546
ABD 147 352 1072 2752 4588 6102
Portekiz - - - 674 1624 1813
Meksika - - - 306 506 662
Polonya - - - 300 590 805
Kore - - 167 361 778 1149
131
Türkiye - - 76 168 451 580
Kaynak:Yrd.Doç.Dr. Gülay Akgül YILMAZ, OECD Ülkeleri ve Türkiye’de Sosyal
Devlet ve Sosyal Harcamalar. S.118-119
2004 yılında, Tabloda yer alan ülkelerin kişi başına düşen sağlık
harcamaları incelendiğinde, 6000 ABD Dolarının üstünde gerçekleşen
harcama tutarı ile ABD en üst sıradadır. Bu tutar İsviçre’de 4000 ABD
Dolarının üstünde, Avusturya, Fransa, Hollanda ve Norveç’te 3000 ile 4000
ABD Doları arasında, Kore, Meksika ve Türkiye’de ise 1000 Doların altında
gerçekleşmiştir.
1980-2000 yılları arasındaki kamu ve özel sağlık harcamalarının genel
seyri ise aşağıdaki tablo da yer almaktadır. 2000 yılı itibariyle Türkiye OECD
ülkeleri kişi başına sağlık harcamasının çok altında bir harcama yapmıştır.
Tablo -3.17. Kamu ve Özel Sağlık Harcaması
GSMH Kamu
sağlık
harcaması
Özel sağlık
harcaması
Toplam
sağlık
harcaması
Toplam
sağ.har.
/GSMH
Kamu sağ.har.
/Top.Sağ.Harcaması
Yıllar Trilyon TL (%) (%)
1980 5,3 0,1 0,1 0,2 3,5 51,4
1985 35,4 0,46 0,57 1,03 2,9 44,6
1990 397,2 8,6 5,3 13,9 3,5 61,9
1995 7857,9 193,0 107,0 300,0 3,8 64,3
2000 124982,0 5190,0 1089,0 5448,0 4,3 62,9
2001 175483,0 7607,0 1229,0 8837,0 5,0 86,1
2002 275032,0 13114,0 2189,0 153034,0 5,6 85,7
2003 356680,0 17099,0 3045,0 20145,0 5,6 84,9
2004 428932,0 22637,0 4264,0 26901,0 6,3 86,1
Kaynak: Türkiye Sağlık İstatistikleri Yıllığı 2006, Türk Tabipleri Birliği
Yayınları 2006
132
3.5.4. Sosyal Güvenlik
Sosyal güvenlik sistemleri toplumda yoksulluğu ve gelir dağılımındaki
eşitsizlikleri önlemede ve toplumsal huzuru sağlamada önemli bir rol
oynamaktadır. Türkiye’de sosyal güvenlik sistemi büyük oranda sosyal
sigortaya dayalı olup, sosyal yardımlar ve sosyal hizmetler bu sistemin küçük
bir bölümünü oluşturmaktadır.
Yoksul kesim çoğunlukla çalışmadığı veya kayıt dışı sektörlerde
düşük ücretlerle çalıştığı ve prim ödeme gücüne sahip olamadığı için sosyal
sigorta sistemi içinde yer alamamakta, sosyal yardımlar ve sosyal hizmetler
sistemi aracılığıyla desteklenmektedir.
3.5.4.1. Sosyal Sigorta
Tablo-3.18 da görüleceği gibi yıllar itibariyle sosyal sigorta
programlarının kapsadığı nüfus artmaktadır. 2001 yılında sosyal sigorta
programları tarafından kapsanan nüfusun oranı %80,2 iken, bu oran 2004
yılında %89,1’e yükselmiştir.
Tablo-3.18. Sosyal Sigorta Programlarının Kapsadığı Nüfus (Bin Kişi)(2001-2004)
Kurum 2001 2002 2003 2004
Sosyal Sigortalar Kurumu
Başkanlığı (SSK) 31.089 33.089 35.065 37.626
Esnaf ve Sanatkarlar ve
Diğer Bağımsız Çalışanlar
Sosyal Sigortalar Kurumu
(Bağ-Kur) 15.282 15.548 15.882 16.234
Emekli Sandığı Genel 8.572 9.038 9.238 9.270
133
Müdürlüğü
Özel Sandıklar 323 324 296 301
Toplam 55.266 57.999 60.481 63.432
Sigortalı nüfus oranı (%)80,2 83,0 85,4 89,1
Kaynak: Emekli Sandığı, SSK, Bağ-Kur, DPT.
İşçi, işveren ve devlet katkılarıyla oluşan işsizlik sigortası fonu, 2000
yılı Haziran ayından itibaren faaliyet göstermektedir. İşverenin ödeme
güçlüğüne düştüğü hallerde geçerli olmak üzere, işçilerin son üç aylık ücret
alacaklarını karşılamak amacıyla, İşsizlik Sigortası Fonu kapsamında Ücret
Garanti Fonu oluşturulmuştur.
Yeşil Kart uygulaması, herhangi bir sosyal güvencesi olmayan düşük
gelirliler, yaşlılar ve özürlülerin tedavi uygulamaları ve ilaç masrafları devlet
tarafından karşılanmasına yöneliktir.
Sağlık harcamaları; SSK, Bağ-Kur kapsamındakiler ile Emekli
Sandığı’ndan gelir ve aylık alanlar ile bunların hak sahipleri için adı geçen
kuruluşlar, devlet memurları ve “Yeşil Kart” sahipleri için ise devlet
bütçesinden karşılanmaktadır.
Tablo-3.19 Sosyal Güvenlik Kurumları Sağlık Harcamaları
(Milyon YTL)(2004-2005)
Kurum
Miktar
2004 2005Sosyal Sigortalar Kurumu Başkanlığı (SSK) 6.206 6.780
Esnaf ve Sanatkarlar ve Diğer Bağımsız
Çalışanlar Sosyal Sigortalar Kurumu (Bağ-
Kur)
3.660
3.920
Emekli Sandığı Genel Müdürlüğü 2.795 2.810
134
Konsolide Bütçeden Yapılan Sağlık
Harcaması 2.462
5.499
Yeşil Kart
Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel
Müdürlüğü
1.062
448
1.467
1.126
Toplam 16.633 21.602Kaynak: DPT
3.5.4.2. Sosyal Yardımlar ve Sosyal Hizmetler
Yoksulluğun birçok ülkede olduğu gibi ülkemizde de önlenmesi ve
etkilerinin en aza indirilmesi için geliştirilen uygulamaların başında sosyal
yardım uygulamaları gelmektedir. Sosyal yardımlar; yoksullara ücretsiz sağlık
yardımı ve bakımı, aile ödenekleri, yaşlılara ve özürlülere aylık bağlanması,
işsizlik yardımı gibi programları kapsamaktadır.
Ülkemizde başlıca sosyal yardım programları aşağıda sıralanan
kuruluşlar tarafından uygulanmaktadır:
a- T.C. Emekli Sandığı (2022 sayılı Kanun uyarınca yapılan ödemeler)
b- Sağlık Bakanlığı (Yeşil Kart uygulaması)
c- Vakıflar Genel Müdürlüğü (İmaret ve muhtaç aylıkları)
d- Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (Ayni ve nakdi
yardımlar)
e- Sosyal Yardımlaşma ve Dayanışma Genel Müdürlüğü
Ayrıca belediyeler ve il özel idareleri tarafından da sosyal yardım
uygulamaları gerçekleştirilmektedir.
Toplam sosyal yardımların GSYİH’ya oranı, 2001 yılındaki yüzde
0,45 düzeyinden 2004 yılında yüzde 0,66 seviyesine yükselmiştir. 2004
yılında özürlülük, yaşlılık ve dul-yetim aylığı şeklinde yapılan emekli aylığı
135
ödemeleri SSK için 18, Bağ-Kur için 4,6 ve Emekli Sandığı için 9,4 milyon
YTL olmak üzere yaklaşık toplam 32 milyon YTL olarak gerçekleşmiştir. Bu
tutar, GSYİH’nin % 7.4’üne karşılık gelmektedir.
Emekli Sandığı, 2022 sayılı Kanun gereğince aynı kanunla
belirlenenden daha düşük gelire sahip olan ve sosyal güvenlik kurumlarından
geliri bulunmayan 65 yaşın üzerinde ve özürlü vatandaşlarımıza kanunda
belirlenen miktarda aylık ödemesi yapmaktadır.
SHÇEK yoluyla yapılan sosyal yardımlar, SHÇEK Ayni ve Nakdi
Yardım Yönetmeliğine dayalı olarak yapılmaktadır. 2004 yılında ayni-nakdi
yardımlardan 21.817 kişi yararlanmıştır. 2005 yılında 16.967 kişiye toplam
15.980.800 YTL tutarında ayni-nakdi yardım ödemesi yapılmıştır. 2004
yılında kişi başına aylık olarak yapılan yardım miktarı 76,19 YTL iken yapılan
yönetmelik değişikliği ile bu miktar 2005 yılında 158,08 YTL olmuştur.
1986 yılında 3294 sayılı Kanunla kurulan “Sosyal Yardımlaşma ve
Dayanışmayı Teşvik Fonu (SYDTF) ”nun kuruluş amacı; yoksulluk içinde ve
muhtaç durumda bulunan vatandaşlara yardım etmek, sosyal adaleti
pekiştirici önlemler alarak, gelir dağılımının iyileştirilmesine katkı sağlamak,
sosyal yardımlaşma ve dayanışmayı teşvik etmektir. Fon’un yürütme organı
niteliğinde olan SYDTF Genel Sekreterliği 9 Aralık 2004 tarih ve 25665 sayılı
Resmi Gazetede yayımlanan 5263 sayılı Kanun ile Sosyal Yardımlaşma ve
Dayanışma Genel Müdürlüğü’ne dönüştürülmüştür. SYDGM’nin başlıca
faaliyetleri; periyodik yardımlar, sağlık yardımları, eğitim yardımları, proje
yardımları ve çeşitli sosyal yardımlar (yakacak, gıda vb. yardımlar) olarak
sıralanabilir.
Periyodik yardımlar, il ve ilçe vakıfları tarafından, gereksinimi olanlara,
gıda, yakacak, ilaç gibi acil ve gündelik ihtiyaçların karşılanması amacıyla
yapılan yardımlardır. Bu yardımlar için Fon tarafından vakıflara her ay kaynak
aktarımı yapılmakta, bu aktarımda payların belirlenmesinde, il ve ilçe
136
nüfusları ile DPT tarafından belirlenen sosyo-ekonomik gelişmişlik endeksi
dikkate alınmaktadır. Bu amaçla, 2004 yılı itibarıyla, vakıflara 159 milyon YTL
aktarılmıştır.
Sağlık yardımları, yoksul ve sosyal güvenceden yoksun olanların
ayakta tedavi giderleri için Sağlık Bakanlığı’na aktarılan kaynaklar ve
Vakıflara gönderilen yardımlardan oluşmaktadır.
Ayrıca Sosyal Riski Azaltma Projesi(SRAP) kapsamında yürütülen
şartlı nakit transferi uygulaması çerçevesinde, sağlık muayenelerinin
yaptırılması şartıyla yoksul ailelere düzenli para transferi yapılmaktadır. Bu
uygulama kapsamında, maddi imkânsızlıklar nedeniyle 0-6 yaş grubu
çocuklarının düzenli sağlık kontrollerini yaptıramayan ailelere çocuk başına
aylık 17 YTL sağlık yardımı yapılmaktadır. 2004 yılı itibariyle şartlı nakit
transferi sağlık yardımları için aktarılan kaynak 2003-Temmuz 2005 tarihleri
arasında toplam 53,6 milyon YTL olup, yararlanıcı sayısı 644.681’dir.
Eğitim yardımları kapsamında, her eğitim ve öğretim yılının
başlangıcında ilköğretim ve ortaöğretimde okuyan dar gelirli aile çocuklarının
kırtasiye, önlük gibi temel ihtiyaçlarının karşılanması için SYDGM’den kaynak
gönderilmektedir.
Ayrıca SRAP kapsamında Şartlı Nakit Transferi (ŞNT) Eğitim
yardımları yapılmaktadır. Bu yardımların yapılması okul çağındaki çocukların
okula devam etmeleri şartına bağlıdır.
SYDGM tarafından gelir getirici ve istihdam yaratıcı projelere destek
verilmektedir. Şu anda kırsal alanda sosyal destek projesi, yoksullar için gelir
getirici küçük ölçekli projeler, istihdama yönelik beceri kazandırma eğitimleri,
toplum yararına çalışmalar için geçici istihdam, sosyal altyapı ve hizmet
merkezlerinin kuruluş ve geliştirilmesi ve toplum kalkınması çalışmaları olmak
üzere farklı alanlarda proje çalışmaları desteklenmektedir.
137
Bütün bu harcamaların henüz ihtiyacın altında kaldığı ve tüm ihtiyaç
sahiplerine ulaşılamadığı görülmekle beraber, sosyal harcamaların
farklılaştırılması ve yoksul ve mağdur kesimlere yönelik olarak artırılması
çabaları dikkat çekmektedir. Sosyal dışlanmanın önlenmesi için bu
yardımların kapasite ve erişebilirlik analizi yapılarak geliştirilmesi
gerekmektedir.
Korunmaya muhtaç kişiler, engelliler (özürlüler), yaşlılar, yurt dışındaki
Türk işçileri ile sağlık, işsizlik, cehalet gibi sosyal risklerden ayrıntılı olarak
söz eden Anayasamız, özellikle korunmaya ihtiyacı olan kesimlere yönelik
hizmetler için devlete önemli görevler yüklemiştir. Anayasamızın 61.
maddesine göre Devlet, zor durumda olan, kendi kendine yetemeyen ve
başkasından yardım almak zorunda kalan kişileri, sosyal hizmetler ve
yardımlarla desteklemekle yükümlü kılınmıştır. Türkiye’de sosyal hizmetler,
Sosyal Hizmetler ve Çocuk Esirgeme Kurumu (SHÇEK) Genel
Müdürlüğü’nün yanı sıra çeşitli kurum ve kuruluşlar eliyle yürütülmektedir.
3.6. GELİR, HARCAMA ve İSTİKRAR POLİTİKALARI
Bir ülkede sosyal barışın sağlanması ve korunması toplumsal amaçlar
içinde önemli bir konudur. Gelir dağılımı çok yönlü bir kavramdır. Kişi başına
gelir düzeyinin düşük olduğu bir durumda gelir dağılımı da eşitsiz ise, sınai
gelişme sınırlı olacaktır. Bununla beraber, insan gücünün çağın üretim
gereklerini karşılayacak düzeyde eğitim ve sağlık hizmetlerinden
yararlanamaması beşeri sermayenin oluşumuna olumsuz etki yapmaktadır.
Bu ise niteliksiz işgücünün milli gelirden alacağı payı daha da
düşüreceğinden, bu durum gelir dağılımı adaletini daha da bozacaktır
(Palamut ve Yüce, 2001: 6). Bununla beraber, sosyal barışın sağlanması,
adil gelir dağılımını gerektirirken, gelir dağılımının kendiliğinden adil olarak
gerçekleşmesi mümkün olamamaktadır. Bu nedenle, devlet tarafından gelir
138
dağılımına müdahale edilmesi gerekmektedir. Bu müdahalenin şekli ve dozu
ülkelere göre farklılaşmaktadır.
Türkiye gibi gelişmekte olan ülkelerde, düşük gelirli grupların elinde
bulunan servet, özellikle de toprak, hızlı nüfus artışı ve miras hukukunun
etkisiyle parçalanmakta, bunun sonucunda marjinal bir ölçeğe düşen araziler
yüksek gelirli grupların eline geçmekte ve bu mülksüzleşme sürecini
hızlandırmaktadır. Bölüşüm sürecinin kendi akışına bırakılması sadece
ekonomik açıdan değil, aynı zamanda sosyal ve politik boyutlarıyla da önemli
sorunlar ortaya çıkarabilmektedir .
Dolayısıyla bu süreçte, devletin temel fonksiyonu, gelir dağılımına
yönelik politikaların belirlenmesini sağlamaktır.
Devletin temel görevi, düşük gelirlilere daha az yük getirmek, gelir
dağılımındaki uçurumları törpüleyerek yatay ve dikey adaleti sağlayacak bir
gelir politikasını uygulamak, düşük gelirli grupların eğitim ve sağlık
hizmetlerini sağlayacak bir harcama politikası izlemektir.
Diğer bir ifadeyle, gelir dağılımındaki adaletsizliği gidermek üzere,
devletin elinde, iki mali araç vardır. Bunlar kamu harcamaları ve vergiler.
Adil gelir dağılımını gerçekleştirmek için, Transfer harcamaları yoluyla düşük
gelir gruplarına gelir aktarımı yoluna gitmelidir.
Türkiye’de piyasa gelir eşitsizliği AB ülkeleri ile eşdeğer düzeyde
olmasına karşın, AB ülkelerinde bu eşitsizlik kamu müdahalesi ile yarı yarıya
azaltılırken Türkiye'de böyle güçlü bir yeniden dağıtım etkisi
görülmemektedir.
3.6.1. Vergi Gelirleri
Bilindiği üzere, gelirin yeniden dağılımını sağlayan en önemli araçları
sosyal nitelikli harcamalar (transfer ödemeleri) ve vergi politikalarıdır.
139
Uygulanan vergi politikaları ile düşük gelir gruplarından daha az vergi alarak
harcanabilir gelirlerinin yükseltmek, diğer taraftan, yüksek gelir gruplarından
daha yüksek vergi alarak harcanabilir gelirlerini azaltmak gelirin yeniden
dağıtılmasını sağlanabilmektedir. Bir diğer yeniden bölüşüm yöntemi ise
toplanan vergileri ve kamu gelirlerinin düşük gelir gruplarına transferi yoluyla
bu grupların harcanabilir gelirleri artırmaktır (Çelik, 2004: 74).
Türkiye’de, ödeme gücü kriterine göre yatay ve dikey adaleti sağlayıcı
bir vergi sisteminin uygulanmasına engel teşkil eden unsurlar, enflasyon ve
vergi sisteminin yapısıdır. Fiyatlar genel seviyesinin sürekli ve önemli bir
ölçüde yükselmesi şeklinde kendini gösteren enflasyonun vergi gelirlerini
artırma yanında, gelir dağılımındaki bozucu etkisinin varlığı da kuşkusuzdur.
Türkiye’de yıllardır yaşanan enflasyonun yarattığı olumsuzluk nedeniyle,
vergi yükünün düşük gelir grupları üzerindeki etkisi önemlidir. Bu itibarla,
gelir dağılımı açısından incelenmesi gereken durum, vergi yükünden ziyade,
vergi yükü dağılımındaki dengesizliktir.
Özel kesime kaynak aktararak ve iç talebi kısarak ihracata dönük bir
yapısal değişimi öngören 1980 sonrası uygulanan iktisadi ve mali
programlarda, dolaylı vergilere ağırlık verilmiş ve bu uygulama sonraki
yıllarda da sürdürerek, adeta vergi yükünü alt ve hatta yoksul gelir gruplarına
mal eder hale dönüştürülmüş ve bu durum süreklilik kazanmıştır (Palamut ve
Yüce, 2001:7-10).
Tablo–3.20. Vergi Gelirleri (1990-2004) 1990 1999 2000 2001 2002 2003 2004(1)
Vergi Gel/ Toplam Harc
67,6 52,7 56,4 49,0 50,9 60,0 66,6
Dolaysız Vergi/GSMH
6,0 8,6 8,6 9,1 7,3 7,8 7,3
Dolaylı Vergi/GSMH
5,5 10,3 12,5 13,4 14,4 15,8 16,3
140
Dolaysız Vergi/Ver Gel
52,1 45,4 40,9 40,5 33,7 33,0 30,8
Dolaylı Vergi/Vergi
Gel
47,9 54,6 59,1 59,5 66,3 67,0 69,2
Kaynak: Maliye Bakanlığı ,DPT
(1) Geçmiş yıllarla mukayese edilebilmesi, için Analitik Bütçe
Sınıflandırmasına göre düzenlenmiştir.
Tablo-3.20’deki verilerde görüldüğü gibi, Türkiye’deki toplam vergi
gelirleri içerisinde dolaylı vergilerin payı giderek artmakta ve bu suretle
mevcut kişisel gelir dağılımındaki bozukluk uygulanan vergi politikasıyla daha
çarpık bir hale getirilmiş olmaktadır.
Vergi gelirlerinin bileşimi gelir eşitsizliğin iyileştirilmesinin önünde bir
diğer engeldir. Gerek dolaylı/dolaysız vergi oranları gerekse, gelirden alınan
vergilerin bileşimi vergi yoluyla gelir eşitsizliğinin iyileştirilmesine olanak
vermemekte, vergilerin bileşimi gelir eşitsizliğini daha da bozucu sonuçlar
doğurmaktadır Ülkemizde toplam vergi gelirleri içinde dolaylı vergilerin
(tüketim üzerinden alınan vergiler) payı hızla artmaktadır. Dolaylı vergiler,
gelir düzeyi ne olursa olsun tüm bireylerden aynı oranda alındığı için, bu
vergilerin artışı vergi yükünün, düşük gelirli kesimlere kaymasına yol
açacaktır. Vergi politikalarının bir gelir dağılım aracı olarak kullanılabilmesinin
koşulu, dolaylı vergilerin azaltılarak dolaysız vergilerin (gelir, kazanç ve
servetten alınan) artırılmasıdır. Türkiye’de dolaylı vergilerin bütçe içindeki
payları sürekli yükselen bir seyir izlemiştir. Böylece vergi ödemeleri tüketim
harcamaları üzerine yüklenmiş ve gelirinin önemli bir kısmını harcayan,
marjinal tüketim eğilimi yüksek olan düşük gelir grupları daha çok vergi
ödemek zorunda kalmıştır (Çelik, 2004: 74).
Diğer taraftan, Gelirin yeniden dağılımı açısından önemli bir araç olan
ücret gelirlerine ilişkin vergi muafiyeti yöntemi ise son derece sınırlı
uygulanmıştır. 1981 yılında asgari ücret üzerinden vergi muafiyeti yüzde 69
141
idi. Ancak daha sonraki yıllarda vergi muafiyeti sistematik olarak azaltıldı;
2003 yılında vergiden muaf ücret, asgari ücretin yüzde 15’i düzeyine düştü ve
2004 yılında ise tümüyle kaldırılmıştır. Böylece düşük ücretliler daha fazla
vergi ödemek durumunda kaldılar. Vergi politikalarının gelir eşitsizliğini artırıcı
bir diğer etkisi de vergi dilimlerine ilişkindir. Bilindiği gibi gelir vergisi artan
oranlı bir vergidir ve bu nedenle vergi dilimleri çok büyük önem taşır.
Ülkemizde ücretliler için vergi oranları yüzde 15’ten başlamakta ve yüzde 40’
kadar yükselmektedir. Her yıl bu oranların uygulanacağı vergi dilimleri
hükümet tarafından kararlaştırılmaktadır. Çalışanlardan alınan verginin reel
olarak aynı kalması için vergi dilimlerinin enflasyon oranında artırılması
gerekir. Aksi halde ücretliler daha üst oranlardan vergi ödemek zorunda kalır
ve vergi yükleri artar. Ülkemizde vergi dilimi artışları, ücretlilerin vergi yükünü
artırmanın dolaylı bir aracı olarak kullanmakta, vergi dilimlerindeki artış
enflasyonun çok altında saptanarak düşük gelirlilerden alınan reel vergi
miktarı artırılmaktadır. 2000 ve 2003 yılı ücretliler gelir vergisi (dilimlerinin)
tarifesinin karşılaştırması bu çarpıcı gerçeği gözler önüne seriyor. 2000-2003
yılları arasında gelir vergisi dilimlerinde yüzde 90 ile yüzde 100 arasında bir
artış yapılırken, aynı dönemde (1 Ocak 2000-31 Aralık 2002 arası) TÜFE
yüzde 190 oranında artmıştır . Böylece özellikle düşük ve orta gelirli ücretliler
üzerindeki vergi yükü enflasyonun çok üzerinde artış göstermiştir. Bir diğer
ifadeyle enflasyon-vergi dilimleri ilişkisi hükümetler tarafından gelir
eşitsizliğini daha da artıran ve ücretlilerin kullanılabilir gelirlerini azaltan gizli
bir vergi artış mekanizması olarak kullanılmaktadır (Çelik, 2004: 75).
3.6.2.Transferler Harcamaları
1980 öncesinde uygulanan ithal ikameci birikim modelinde iç pazara
dönük üretim yapısı, talebinde buna uyumlu olmasını gerektirmiştir.
Dolayısıyla devletin bu noktada üstlendiği rol, gelirin birikim koşullarına uygun
biçimde bölüşümünü sağlamak olmuştur. Bu dönemde ücretler, maaşlar ve
142
tarımsal fiyatlar yükselmiştir. Bu süreçte konsolide bütçe harcamaları içinde
yer alan ve cari harcamaların içerinde en büyük payı oluşturan personel
harcamaları artış eğilimi göstermiştir. Personel harcamalarının 1975-1980
içerisinde konsolide bütçe içerisindeki payı %35,4 düzeyinde gerçekleşmiştir.
Aynı biçimde sosyal sermaye harcaması kategorisinde yer alan yatırım
harcamalarının 1975-1980 döneminde %20 ‘dır.
Ancak, devlet harcamaları açısından bakıldığında ve personel
harcamalarının 1980 sonrası konsolide bütçe içerisindeki gelişim
incelendiğinde, uygulamaya konulan serbest piyasa ekonomisine dayalı,
ihracat önderliğinde büyüme modelinin izlerini taşıdığı gözlenmektedir.
Personel harcamalarının seyrine bakıldığında, konsolide bütçe içindeki
payının giderek düştüğü gözlenmektedir. Yatırım harcamaları 1980 sonrası
konsolide bütçe içerisindeki seyrine bakıldığında da benzer gelişim
izlenmektedir. 1980 sonrası dönemin başında bu oran %19 iken 2000’li
yıllarda %5’e düşmüştür. Toplumsal üretimin alt yapısını oluşturan ve
üretkenlik artışları yoluyla sermaye birikimine doğrudan katkıda bulunan
sosyal sermaye kategorisindeki yatırım harcamalarında dönem boyunca
gözlenen düşüş eğilimi, serbest piyasa mekanizmasına işlerlik kazandırmak
amacıyla devletin üretim sürecinden büyük oranla çekildiğini ifade etmektedir.
Yatırım harcamalarındaki düşüş eğiliminin bölüşüm ilişkileri açısından önemi
ise, devletin üretim sürecinden çekilmesiyle istihdam yaratma işlevinden
vazgeçmiş olması anlamına gelmektedir. Yatırım harcamalarındaki düşüş
eğiliminin istihdam üzerindeki etkisi ve personel harcamalarındaki düşüş
eğilimi birlikte değerlendirildiğinde, devlet bütçesi yoluyla işgücü piyasalarının
sermaye lehine geliştiği söylenebilir (Özuğurlu, 2005: 83). 1980 sonrası
dönemde konsolide bütçe kalemlerinde, bölüşüm göstergeleri açısından
değişimi önemli olan diğer kalem ise transfer harcamalarıdır. Dönem
boyunca transfer harcamalarının bütçe içerisindeki payı reel harcamalara
oranla giderek artma eğilimine girmiştir. Transfer harcamaları, kişi ve
kurumlara karşılıksız olarak yapılan harcamalardır. Bu harcamaların, hedefi
gelir dağılımında adalet sağlamaktır. Ancak, transfer harcaması türlerinin
143
hepsi gelir dağılımını eşitleyici etkide bulunmazlar. Bazı transfer harcamaları
gelir dağılımında bozucu etki yaratırlar. Örneğin, kişilere doğrudan doğruya
yapılan parasal ve ayni yardımlar genellikle düşük gelirlilere ve emeklilere
yapıldığından, gelir dağılımını eşitleyici etkide bulunacaktır. Piyasa
fiyatlarının altındaki fiyatlarla mal ve hizmet sunulması, bu mal ve
hizmetlerden herkesin eşit şekilde yararlanması söz konusu ise, gelir
dağılımını değiştirici bir etki doğmamakta, ancak, bu mal ve hizmetlerden
sadece düşük gelirlilerin yararlanması durumunda gelir dağılımını eşitleyici
etki yaratılmaktadır. Borç faizi ödemeleri ise,devlete borç verenlerin,
genellikle, yüksek gelir grubunda oldukları düşünüldüğünde, gelir dağılımı
yine eşitsizlik yönünde etkilenmektedir.
Gelir dağılımıyla doğrudan bağlantılı olan transfer harcamaları, gelir
dağılımındaki adaleti sağlamada devletin elinde bulunan en önemli
araçlardan biri iken, maalesef Türkiye’de uygulanan transfer sistemi,
yoksullar ve yoksullaşma riskiyle karşı karşıya bulanan gruplar lehine gelirin
yeniden dağılımını sağlayacak bir yapı yerine, yoksulu daha da yoksullaştıran
ve gelir dağılımını varlıklı gruplar yararına, tersine yeniden dağılımı sağlayan
bir niteliğe bürünmüştür (Palamut ve Yüce, 2001: 18).
Transfer harcamalarının bileşimine bakıldığında, bu harcamaların
büyük bölümünün borç faizlerinden oluştuğu görülmektedir. Böylece, 1980
sonrası izlenen vergilerin borçlarla- her ne kadar sonradan vazgeçilmiş olsa
dahi- ikame politikasının bir sonucu, borç faizleri büyük boyutlara ulaşarak
konsolide bütçeden aldığı pay, diğer cari ve yatırım harcamalarının toplamını
aşmıştır. Örneğin, 1999 yılında transfer harcamaları konsolide bütçedeki
payı % 57olarak gerçekleşmiştir.
144
Tablo-3.21.Transfer Türlerine Göre Harcamaların Toplam Transfer
içindeki Payları (%) Türler Yıllar
Serm. Teşk.
İkt. Mali Sosyal Borç faizleri
Diğer borç ödeme
Fon Ödeme
Kamu-laştırma
Diğerleri
Toplam
1983 32,0 4,9 6,9 12,0 16,9 22,9 - 3,8 0,7 100
1984 18,4 3,7 8,0 9,0 23,3 33,0 - 4,0 0,7 100
1985 6,9 4,1 4,0 11,4 27,2 41,9 - 3,6 0,8 100
1986 2,8 4,3 4,6 9,7 38,1 37,3 - 2,4 0,8 100
1987 7,2 5,0 3,9 8,8 38,6 32,8 - 2,6 1,1 100
1988 8,8 5,0 3,5 8,5 47,8 23,9 - 1,5 1,0 100
1989 8,0 3,0 3,6 9,8 50,4 22,9 - 1,0 1,1,3 100
1990 6,7 4,0 3,9 6,9 55,8 18,9 - 2,1 1,7 100
1991 21,8 5,5 4,4 4,9 45,6 15,1 - 1,2 1 1,5 100
1992 12.0 2.7 2.7 7.5 51.5 18.8 - 1.3 3.5 100
1993 10.2 3.9 1.6 6.2 51.2 10.3 13.3 0.8 2.5 100
1994 4.8 3.2 1.4 8.3 62.4 7.2 10.2 0.4 2.1 100
1995 5.2 3.3 2.7 12.8 59.1 7.9 6.7 0.3 2.2 100
1996 2.8 4.5 1.9 14.8 61.9 5.2 7.0 0.3 1.6 100
1997 6.5 7.4 2.0 17.7 49.3 6.3 8.4 0.5 1.9 100
1998 1.9 2.7 0.9 16.1 65.5 6.2 4.5 0.4 1.7 100
1999 3.0 2.5 0.9 17.0 61.7 7.3 5.7 0.3 1.6 100
2000 3,5 2,6 1,2 11,9 66,8 6,0 6,5 0,4 1,2 100
2001 2,7 3,4 0,6 10,0 73,3 5,9 2,6 0,2 1,1 100
2002 1,8 4,4 1,0 15,7 66,8 8,2 0,3 0,3 1,4 100
2003 1,0 4,8 1,4 18,5 61,8 10,3 0,3 0,3 1,6 100
2004 0,90 6,0 2,4 18,9 57,0 11,6 0,1 0,1 3,0 100
Kaynak: T.C.Maliye Bakanlığı Bütçe ve Mali Kontrol Genel Müdürlüğü, Çeşitli Yıl
Bütçe Gerekçeleri Serm. Teşk: Kurumlara Katılma ve Sermaye teşkilleri İkt: İktisadi Transfer ve
yardımlar
145
Tablo 3.22. Transfer Harcamalarının GSMH’ya Oranı (%) Yıllar Toplam transferler
harcamaları Faiz ödemeleri
1975 4,65 0,49
1976 5,47 0,45
1977 6,99 0,48
1978 6,96 0,46
1979 8,19 0,62
1980 7,50 0,59
1981 7,12 0,94
1982 5,17 0,82
1983 7,69 1,52
1984 7,23 1,99
1985 6,19 1,91
1986 6,82 2,60
1987 7,82 3,02
1988 8,07 3,85
1989 7,11 3,59
1990 6,27 3,52
1991 8,31 3,79
1992 7,09 3,65
1993 11,38 5,83
1994 12,30 7,67
1995 12,41 7,33
1996 16,15 10,00
1997 15,72 7,75
1998 17,61 11,54
1999 22,18 13,69
2000 24,37 16,27
2001 31,72 23,27
2002 28,44 18,86
2003 26,57 16,43
2004 23,13 13,19
2005** 19,3 9,4
Kaynak : DPT,2005
** Maliye Bakanlığı
146
Tablo’dan da görüleceği gibi transfer harcamaları 1975’den 2004’e
kadarki dönemde yaklaşık 5 kat artış göstermiş, ancak transfer harcamaları
içinde faiz ödemelerinin payı da yaklaşık 13 kat artmış, sosyal transfer
harcamalarının payı diğer transfer harcamaları içinde geride kalarak gelir
dağılımını dolayısıyla yoksulluğu azaltmaya yetmemiştir.
TÜSİAD tarafından yapılan bir araştırmaya göre transferlerin yoksulluk
üzerine etkisi,1987 yılında %16,5 olan yoksulluk oranı , %15,5 a düşmüştür.
1994’te ise %17,2’den %14,5’a düşürücü etkisi olmuştur. Ancak etki burada
sınırlı kalmıştır.
Tablo- 3.23.1990 başı ve 1995 ortaları Kişi Başına GSMH, Gelir Dağılımı ve Yoksulluk
(Parantez içindeki sayılar ülkelerin sıralamadaki yeri)
Ülke Reel GSMH/Kişi
Başına $ ppp
(milyon $)
Gini katsayısı
En düşük %10
En yüksek
%10
Yoksulluk Yoksulluk azaltılmasında etkinlik
Sosyal transferlerden
önce yoksulluk
Sosyal transferl
erden sonra
yoksulluk
Avusturya 21.322(3) 23.1(8) 4.4(1) 26.8(3) Veri yok Veri yok Veri yok Danimarka 21.983(2) 24.7(7) 3.6(3) 20.5(7) 7.5(4) 36.6(6) 5.5(7) İrlanda 17.590(8) 35.9(2) 2.5(5) 27.4(2) 11.1(3) 44.7(3) 19.6(2) Hollanda 19.876(6) 31.5(5) 2.9(4) 24.7(5) 6.7(5) 43.6(4) 9.9(2) Almanya 20.370(5) 28.1(6) 3.7(2) 22.6(6) 5.9(6) 40.5(5) 10.3(5) Fransa 21.176(4) 32.7(3) 2.5(5) 24.9(4) 7.5(4) 44.9(2) 12.6(3) İngiltere 19.302(7) 32.6(4) 2.4(6) 24.7(5) 13.5(2) 45.1(1) 12.4(4) ABD 26.977(1) 40.1(1) 1.5(7) 28.5(1) 19.1(1) 35.8(7) 23.2(1)
Kaynak : Dünya Bankası Raporları
Ppp: satınalma gücü paritesi
Görüldüğü gibi sosyal transferlerin yoksulluk üzerine etkisi gelişmiş
olan ülkelerde çok olumlu sonuçlar doğurmuştur.
147
3.6.3. Faiz Dışı Fazla
Türkiye ekonomisinde son zamanlarda maliye politikalarının ana
noktasını faiz dışı fazla ile ilgili konular oluşturmaktadır. Faiz dışı fazla
ekonominin borç stoğuyla ilgili olduğu kadar sosyal harcamalarla da ilişkili
halde bulunmaktadır. Borç ve borcun faiz giderleri ekonomiye büyük bir yük
oluşturmaktadır. Ekonominin bu yükten kurtulabilmesi için gerekli olan koşul
faiz dışı fazla vermektir. Faiz dışı fazla vermenin iki temel yolu
bulunmaktadır. Bunlardan biri giderleri azaltmak, diğeri ise gelirleri
artırmaktır. Giderleri kısmanın yollarından biri ve en kolay uygulanabilir olanı
sosyal harcamaları azaltmaktır. Bu yöntem ciddi olarak düşünülmesi gereken
bir karardır. Çünkü etkileri tüm ekonomi üzerinde önemli boyutlarda
gerçekleşebilir ve uzun dönemli olarak da kalkınmayı engelleyici bir
olumsuzluk yaratabilir. Diğer çözüm yolu olan gelirleri artırmak ise vergi
gelirlerini yükseltmekle ya da özelleştirme gelirleriyle sağlanabilir. Ancak
özelleştirme gelirleri , özelleştirilecek kurum/kuruluş kalmadığı zaman bir
çözüm olamayacaktır. Benzer bir biçimde vergi gelirlerini artırmak için yapılan
artan vergi oranları da olumsuz etkileri meydana çıkarabilir. Bu durumda
yapılması tercih edilen giderleri kısıcı maliye politikalarıyla faiz dışı fazlayı
çoğaltmak olmaktadır.
Türkiye ekonomisi ilk istikrar programıyla 1946 yılında tanışmıştır. IMF
destekli bu programlar uygulanacak olan sıkı para ve sıkı maliye
politikalarıyla içinde bulunulan kriz durumundan kurtulabilmeyi
öngörmektedir. Kamu sübvansiyonlarının kısılması, serbest piyasa ekonomisi
koşularının sağlanması için gerekli düzenlemelerin yapılması , kamunun
faaliyet alanlarının sınırlandırılması, destekleme alımlarının yapılmasını
önlemek, özel sektör girişimciliğini özendirmek olmaktadır. Burada amaç
daha çok harcamaları kısıp, faiz dışı fazlayı artırmak olmaktadır. 24 Ocak
1980 sonrası uygulanan istikrar politikaların ortak noktası kamunun payını
düşürücü eğilimlerin bulunmasıdır. İstikrar politikalarında temel amaç gelir
dağılımı adaletini sağlamak olduğu söylenmektedir ancak talep kısıcı ve
148
harcamaları azaltıcı IMF destekli istikrar politikalarında faiz dışı fazlayı
artırmak ancak sosyal harcama kalemlerinde bir düşmeyle yapılmaya
çalışılmaktadır. Bu durumda da gelir dağılımı adaletsizliği bulunan Türkiye’de
adaletsizliği bozucu değil, perçinleştirici etkisi olmaktadır. Çünkü zaten bu
tarz harcamaları daha çok kendi cebinden yapan hane halkları içinde yoksul
olanlara daha çok yük binmektedir. Ayrıca 1980 sonrasında uygulanmaya
başlanan istikrar politikalarında sermaye kesimi ve ücretli kesimin milli
gelirden aldıkları paydaki değişime bakacak olursak, kısmen daha az bir
kesimi oluşturan sermaye geliri elde edenler daha kazançlı olmuştur ve gelir
dağılımı adaletsizliği bu aşamadan itibaren daha bariz olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Tablo-3.24. Faiz Dışı Fazlanın Milli Gelire Oranı(%)
Yıllar Faiz dışı fazla/GSMH
1998 4,4
1999 2,0
2000 5,7
2001 7,1
2002 4,3
2003 5,3
2004 5,7
2005 7,7
2006* 6,7
Kaynak : Maliye Bakanlığı
* gerçekleşme tahmini
149
1998-2006 yılları arasında faiz dışı fazla yaratmak için sosyal
harcama kalemlerinde devlet bir tasarrufa gitmiştir. Ancak bu tür
harcamaların finansmanını sağlamak büyük ölçüde hane halklarına kalmıştır
.
Daha çok neo liberal iktisadi düşüncenin ana önermesi olan ve
özellikle gelişmekte olan ülkelerde kamunun yüksek kamu harcamaları
yapması, ekonomik büyüme önünde ciddi bir engeldir şeklindeki bir yaklaşım
neticesinde, sosyal harcama programlarında, örneğin, işsizlik sigortası
(sosyal transfer)gibi bir destekleme etkin bir politika aracı olarak
görülmemektedir. Ancak sosyal harcamalarda meydana gelen kısıtlamalar
yaşam standardının düşmesinde etkili bir faktördür ve ekonomik faaliyetleri
de tehlikeye sokmaktadır.
Özellikle IMF ile olan ilişkiler sonucunda , sosyal harcama
kalemlerinde yapılması gereken azaltmalar, finansal krizler sonrası
uygulanmaya çalışılan yapısal uyum programlarının bir uzantısı olarak
Türkiye’ye dayatılmaktadır. Öyle ki ekonomik hayatta ciddi durgunluğa yol
açabilecek bu tarz kısıtlamalar çoğunlukla gelir bakımından güçsüz olan
zümrelerin etkilenmesiyle sonuçlanmaktadır. Chang’a göre ise sosyal
program harcamalarına en çok finansal kriz zamanlarında ihtiyaç duyulur
(Chang-Grabel ,2005; 245). IMF , Asya ülkelerinin etkilendiği 1990’ların
sonundaki kriz sonrası yapılan sosyal harcama kısıntılarının aşırı bir
uygulama olduğunu kabul etmiştir (Chang-Grabel, 2005: 245).
3.7. SOSYAL HARCAMALAR VE YOKSULLUK
Eğitim ve sağlık harcamalarının bütçe içindeki payı ile yoksulluk
arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Bu harcama kalemlerinin düşük
gerçekleştiği ülkelerde yoksulluğun daha yüksek olduğu, nüfusun daha büyük
bir kısmını etkilediği görülmektedir. Eğitim ve sağlık harcamaların yalnızca
150
bireysel etkileri bulunmamakta, beraberinde ise işgücü verimliliğinde
düşüklüğe neden olduğu için, bütün aile fertleri üzerine de doğrudan etkileri
bulunmaktadır. Özellikle eğitim düzeyi ile yoksulluk arasındaki ilişki negatif
yönlü olduğu görülmektedir. Eğitim düzeyi yükseldikçe yoksulluğun azaldığı
bilinmektedir
Tablo-3.25. Eğitim Düzeyi ve Yoksulluk Yıllar Eğitim düzeyi
2004 2005
Okuryazar olmayan %45,11 % 37,81
İlkokul mezunu %25,49 %22,47
Lise ve dengi lise mezunu
%8,28 %6,79
Yüksekokul-fakülte mezunu
%1,33 %0,79
Kaynak: TÜİK 2004 ve 2005 Yoksulluk Çalışması
Eğitim harcamalarının sosyal harcama kalemleri içinde, daha ön plana
çıkan bir harcama kalemi olmasının nedeni, eğitim harcamaları ile ekonomik
büyüme arasında da önemli bir bağın olmasıdır. Bu nedenle devletin özellikle
eğitim harcamaları finansmanından çekilmeye başlaması, büyümeyi beşeri
sermaye yönüyle geri plana atması anlamına gelmektedir
Ancak sosyal harcamalar yalnızca eğitim ve sağlık harcamalarından
ibaret değildir. Bunların yanı sıra sosyal güvenlik harcamaları, sosyal hizmet
harcamaları, ve yukarda değinilen diğer harcamalarda bu kapsamda yer
almaktadır. Sosyal harcamalarda devletin yapacağı harcamalar çok büyük
önem taşımaktadır. Çünkü bu harcamalarda meydana gelen artışlar , toplum
içinde yaşayan bireylerin çok büyük bir kısmını olumlu yönde etkileyecektir.
Özellikle Türkiye’de yoksulluk oranının 2005 verilerine göre göreli yoksulluk
Türkiye genelinde %16,16, kent’te %9,89 kırda ise %26,35 düzeyinde
olduğu ve yoksul sayısının 14.081 milyon kişi olduğu ülkemizde taşıdığı
151
önem daha açık bir biçimde anlaşılmaktadır. Burada diğer önemli bir husus
ise, yapılan bu sosyal harcamaların büyüklüğünden ziyade, sosyal
harcamaların toplumun içindeki gruplar arasında dağılımındaki adalettir.
Sosyal harcama kalemlerinde yapılan düşüşler özellikle gelişmekte
olan ülkeler tarafından IMF destekli bir yapısal uyum programı uygulanıyorsa,
bu yönlü destek gören bir mekanizma olarak düşünülmektedir. Bu yaklaşımla
birlikte gelişmekte olan ülkelere denk bütçe uygulaması ön görülmektedir.
Ancak gelişmiş ülkelerin geçmiş zamanlarına bakıldığında, kısılması
öngörülen harcamaların ekonomik büyüme için yüksek oranlarda
gerçekleştiği görülmektedir.
Tablo-3.26 Türkiye’de Sosyal Harcamalar
Yıllar 1993 1994 1999 2000 2001 2002 2003 2004 200
5
Sos.Harcamalar/
GSMH
5,22 4,62 4,94 4,93 4,25 4,95 5,41 7,21 5,9
Sosyal Harcamalar/Kon.B
26,2 21,9 14,2 13,2 15,5 13,8 13,1 16,0 18,
4
Kaynak: Yrd.Doç.Dr.Gülay Akgül YILMAZ, OECD Ülkeleri ve Türkiye’de Sosyal
Devlet ve Sosyal Harcamalari
Tablo-3.26’te görüldüğü gibi sosyal harcamaların konsolide bütçe
içindeki payı azalma eğiliminde iken, GSMH içindeki payı artma eğilimindedir.
Yani kamu tarafından yapılan sosyal harcamalar düşmüş, hane halkları
tarafından yapılan sosyal harcamalar ise yükselmiştir. Özellikle kriz
dönemlerinin dikkate alınarak verilmiş olan bu sosyal harcama oranlarında
1994 krizinde görülen azalma 2001 krizine kıyasla daha kötüdür.
152
Diğer taraftan Türkiye’de medyan gelirin yarısı yaklaşımına göre
yoksulluk oranları incelendiğinde, yoksulluk oranının arttığı görülmektedir.
Tablo-3.27. Türkiye’de göreli yoksulluk
Yıllar 1994 2001 2002 2003 2004 2005
Oran (%) 15,7 21,5 14,74 15,51 14,18 16,16
Sayı (bin kişi)
* * 10080 10730 9967 11574
Kaynak : TÜİK
Görüldüğü gibi göreli yoksulluk oranı 1994-2005 arası dalgalı bir seyir
izlemiş ancak 1994’ten 2005’e %0,46’lik artış olmuştur.
Yoksulluk oranlarının artmaya başladığı, ancak buna karşılık devletin
harcamalarını kısmaya yönelmesi ve bu tür harcamaları arttırmayı bir yük
olarak görmeye başlamasıyla birlikte yoksulluk daha da artmıştır. Sosyal
devlet anlayışından uzaklaşılmasıyla birlikte, bütçe harcamaları payının
düşmesi, zaten yeterli görülmeyen eğitim ve sağlık gibi sosyal harcamaların
finansmanından çekilen devlet, bu tür harcamaları hanehalklarına bırakması,
hanehalkı içinde yoksul olan kesimin bu tür hizmetlerden mahrum kalarak,
yoksulluğun bu kesimlerde daha da artmasına neden olduğu görülmektedir.
153
DÖRDÜNCÜ BÖLÜM
TÜRKİYE’DE KÜRESELLEŞME SÜRECİNDE GELİR DAĞILIMI, YOKSULLUK VE TRANSFER HARCAMALARININ ETKİLEŞİMİ
Türkiye 1980 öncesinde uygulanan ithal ikameci birikim modelinin iç
pazara dönük üretim yapısı, 1973-1974 petrol krizlerinin de etkisiyle ağır bir
ekonomik bunalıma girmiş ve uygulanan bu politikalar yerini yeni ekonomik
politikalara bırakmıştır. 24 Ocak 1980 tarihinde “24 Ocak Kararları” olarak
anılan ve yapısal dönüşümleri içeren bu politikalar bir dizi programlar
içermektedir. Açıklanan bu programda, devletin ekonomideki payının
azaltılması, dış ticaretin serbestleşmesi, yabancı sermayenin teşvik edilmesi
gibi uygulamalarla Türkiye’nin dünya ekonomisine eklemlenmesi
hedeflenmiştir.
Bu amaçları gerçekleştirmek üzere uygulamaya konulan istikrar
politikalarının temel yönelimleri, ücretlerin kısılması, ve dondurulması yoluyla
iç talebin kısılması, sosyal amaçlı sübvansiyonların kaldırılması, yapısal
dönüşümü gerçekleştirmek üzere ekonomik ve sosyal alandaki devlet
müdahalelerinin azaltılması ve sanayi, ticaret ve finans kesimlerinin dışa
açıklamasını sağlamaktır.
1980’lerden itibaren uygulamaya konan istikrar ve yapısal uyum
politikaları, mal ve hizmet hareketlerinin serbestleştirilmesiyle birlikte dışa
açılımının gerçekleştirilmesi amaçlanmıştır. İhracat önderliğinde büyüme
modelinin benimsenmesi sonucu iç talebin kısılması temel politika aracı
olmuştur. Bu dönemde milli gelirden aldıkları pay açısından maaş ve
ücretliler ile tarım kesiminde sürekli bir düşüş yaşanmış, buna karşılık
sermaye gelirleri sürekli bir artış göstermiştir. Sonuç olarak bu dönemin
154
belirgin politikası, düşük ücret politikası,düşük tarımsal fiyatlar, serbest faiz
politikası, düşük vergi yükü olarak belirlenmektedir.
İzlenen politikaların yansıması olarak devlet bütçesi incelendiğinde,
cari harcamaların ve yatırım harcamalarının oransal olarak düştüğü
izlenmektedir.
Gelirin yeniden dağıtımında etkin olan transfer harcamalarının 1980
sonrası dönemde gelişimi incelendiğinde ise, transfer harcamalarının bütçe
içindeki payının reel harcamalara oranla arttığı gözlenmektedir. Transfer
harcamalarındaki gözlenen artışın en önemli nedeni ise transfer harcamaları
içerisinde bulunan faiz ödemelerinin kamu finansman açıklarına bağlı olarak
artmasıdır. Türkiye’nin dünya ekonomisiyle bütünleşmesi anlamında dışa
açıklık oranlarının seyri 1980 sonrası artmış 1987 yılından itibaren de hız
kazanarak devam etmiştir. Küreselleşmeyi dışa açıklık olarak
tanımladığımızda, küreselleşme sürecinin gelir dağılımı ve yoksulluk üzerine
etkilerin saptanmasında dışa açıklık oranlarının transfer harcamaları üzerine
etkilerinin analizi önem kazanmaktadır.
Bu bölümde, Türkiye’de küreselleşme ve transfer harcamalarının
etkileşimi incelenecektir. Küreselleşme Dünya Bankasının tanımında da
belirttiği gibi dışa açıklık oranı ile ifade edilecektir. Dışa açıklık oranı (DAO)
olarak ihracat/GSMH değerleri alınacaktır.
Diğer taraftan gelir dağılımı verilerine dayanarak transfer
harcamalarının hangi gelir gruplarına aktarıldığı analiz edilecektir.
155
4.1. TÜRKİYE’DE KÜRESELLEŞME VE TRANSFER
HARCAMALARININ GELİŞİMİ: VAR ANALİZİ
Türkiye 1980 sonrası ithal ikameci ve müdahaleci devlet anlayışına
dayanan politikaları uygulamadan kaldırarak, serbest piyasa ekonomisinin
geçerli olduğu neo klasik politikaları uygulamaya başlamıştır. İzlenen bu
politikalar ile Türkiye’nin ekonomisi hızla dışa açılarak dünya ekonomisi ile
bütünleme sürecine girmiştir. Türkiye’nin küreselleşmesi 1987 yılında hız
kazanarak, 2000 yılında artmıştır. Küreselleşme, Dünya Bankasının yapmış
olduğu tanım dikkate alınarak dışa açıklık oranı ile ifade edilecektir. Bu
uygulamada dışa açıklık ile transfer harcamaları arasındaki ilişki incelenirken
iki yöntem kullanılmıştır. Bunlar regresyon analizi ve vektör otoregresif
(vector autoregressive, VAR) analiz yöntemidir.
4.1.1. Yapılmış Çalışmalar
Buğra ve Sınmazdemir (2004) yaptıkları çalışmada, yoksullukla
mücadelede nakit gelir desteğinin, hem gerekliliği hem de olabilirliği
tartışılmıştır. Çalışmada yoksul hane ve yoksulluk sınırı tespitlerine dayanan
birkaç senaryo oluşturularak bir maliyet hesaplaması yapılmıştır. Yoksullukla
ilgili istatistiksel verilere dayanan bu hesaplamanın, yoksul ailelere verilecek
düzenli bir nakit gelir desteğinin maliyetinin karşılanabilir olup olmadığı
araştırılmıştır. Çalışmada, yoksullara yapılacak nakit gelir desteği miktarına
bağlı olarak maliyet senaryoları yapılarak GSMH’ya ve Konsolide Bütçe
Giderlerine oranları çıkartılmıştır. Sonuç olarak uygulamaya konulabilecek,
DİE 2004 raporuna göre göreli yoksulluk oranını, hem de Dünya Bankasının
2003 tarihli raporuna göre günde 2,15 doların altında bir gelirle yaşayan
kimselerin nüfusa oranını oluşturan %14’lük kesimine tekabül eden hane
156
sayısına ve ayda 65 dolarlık bir gelir desteğine dayanan senaryonun en
anlamlı olacağı sonucuna ulaşılmıştır.
Nicita (2004) çalışmasında, Meksika ekonomisindeki bölgesel
farklılıklar dikkate alınarak,1989 ve 2000 yılları arasında Meksika’daki
ticaretin liberalleşmesinin, gelir dağılımı üzerindeki etkileri analiz
edilmektedir. Ticaretin liberalleşmesinin hanehane halkı üzerindeki etkisini
hesaplamak için, kırsal hanehalkı modeliyle ilişkilendirmiştir. Elde edilen
sonuçlara göre küreselleşme hayvansal olmayan tarım ürünlerinin nispi
fiyatlarını indirdiği, tüketim maliyetini düşüren, kentsel ve kırsal alanda aralığı
açarak, bölgesel eşitsizliği arttırmaktadır. Ticaretin liberalleşmesinin işçi
ücretlerine etkisi ise vasıflı işçiler lehine gelişme göstermiştir. Vasıfsız
işçilerin ücretleri ticaretin liberalleşmesinin bir sonucu olarak düşmektedir.
Coğrafi dağılım bakımından eşitsizlik görülmektedir. ABD sınırlarına yakın
eyaletler, güneydeki az gelişen eyaletlere göre üç kat fazla kazanmaktadır.
Yoksulluk açısından bakacak olursak, 1989-2002 yılları arasında,
ticaretin liberalleşmesiyle yoksulluk oranı %3 azalmıştır.
Dollar ve Kraay (2001) çalışmalarında, küreselleşmenin eşitsizlik ve
yoksulluk üzerindeki etkilerinin araştırılması günümüzün en önemli
konularından biri olarak görüp, önce gelişmekte olan ülkelerden
bazılarının(Arjantin, Çin, Hindistan, Meksika, Taylant ) küreselleşme yolunda
daha ileri olduklarını belirtirler. Çin, Hindistan ve diğer büyük ülkelerin birkaçı
bu grubun bir parçası olduğu için, büyüyen dünya nüfusunun yarısından
fazlası bu küreselleşen ülkelerde yaşadıklarını ifade etmektedirler. 1980
sonrası dönemde, ticarette büyük artışlar ve gümrük tarifelerinde önemli
düşüşlerin, zengin ülkeleri ve diğer gelişmekte olan ülkelerin büyüme
oranlarındaki düşüşe rağmen, söz konusu ülkelerde artış olduğu bu
durumda ise yoksul kesimin gelirinin orantılı bir şekilde arttığını, buna karşın
gelir dağılımı ile büyüme oranının birebir gitmediğini, varyans ve regresyon
analizleri kullanarak bulmuşlardır.
157
Manovic ve Squire (2005) çalışmasında, küreselleşme ve gelir
eşitsizliği arasında yeni bir ilişki aranmıştır. 1980-2000 dönemi incelenmiştir.
Küreselleşmenin gelir dağılımını üzerine etkisini, ücret gelirleri veri setini
kullanarak analitik olarak araştırmışlardır.
Borraz ve Lopez- Cordere (2005) yaptıkları çalışmada, 1990 sonrası
küreselleşmeye hızlı entegre olan Meksika’ da, gelir dağılımının gelişimini
incelemişlerdir. Analizlerinde hane halkı anket verilerinden yararlanarak,
örnekleme teknikleri kullanmışlardır. Uygulama dönemi olarak 1992-2002
yılları arası seçilmiştir. Sonuç olarak ise Meksika’da küreselleşmeye daha
yakın bağlantılı olan eyaletlerde gelir dağılımının daha adil olduğunu olduğu
sonucuna ulaşmışlardır.
4.1.2. Uygulama ve Bulgular
4.1.2.1. Regresyon Analizi
1975-2002 yılları arasında yıllık veriler kullanılarak küreselleşmenin
transfer harcamalarına etkisini ölçmek için basit tek değişkenli ekonometrik
bir model kurulmuştur. Öncelikle sahte regresyon sorunundan sakınmak için
kurulan modeli tahmin edebilmek için verilerin durağan olup olmadıkları
incelenmiştir. Bulunan sonuçlar Tablo 4.1’da özetlenmiştir. Çalışmada
değişkenlerin durağan olup olmadığı önce serilerin korelogramları
incelenerek daha sonra da Augmented Dickey Fuller (ADF) birim kök testi
(unit root) uygulanarak araştırılmıştır.
158
Tablo 4.1: ADF Test İstatistikleri
Değişkenler Düzey DURAĞAN MI?
DAO -0.693292 DURAĞAN
TOPGS -0.663933 DURAĞAN
* Parantez içindeki rakamlar AIC kriterine göre belirlenmiş optimal geçikme değerleridir.
** Birinci farklar trend içermemektedir
*** McKinnon kritik değerlerine göre %1, %5 ve %10 önem düzeyindeki istatistik tablo değerleri sırası ile –3.699871, -2.976263 ve –2.627420 dır.
Buna göre modelde kullanılan iki değişken de birim kök
taşımamaktadır yani durağan bir yapı göstermişlerdir. İki değişken de oran
olarak analize girmiştir. Modelde D2 ile gösterilen kukla değişken
kullanılmıştır. D2, 1975-1987yılları arası için “0”, 1988-2002 yılları arası
içi”1”’dir.
Tahmin edilen denklemde değişkenlerin işaretleri beklentilerimiz
doğrultusunda çıkmıştır. Buna göre dışa açıklık oranı transfer harcamalarını
ters yönde etkilemiştir. Düzeltilmiş R2 0.71 olarak bulunmuştur. Denklemde
kullanılan dışa açıklık oranı ve kukla değişkenlerin transfer harcamalarındaki
değişimi açıklama gücü yüksektir. Denklemin bütün halinde istatistiksel
olarak anlamlı olup olmadığını ölçen F istatistiği ise 23 olarak bulunmuştur.
Denklemde otokorelasyon olup olmadığını gösteren Durbin-Watson istatistiği
1.82 olarak bulunmuştur. Dolayısıyla denklemde bir otokorelasyon problemi
bulunmamaktadır. Denklemde kullanılan bağımsız değişkenlerin istatistiksel
olarak anlamlı olup olmadığını gösteren t-istatistiklerini incelediğimizde,
hepsinin de %1 önem derecesinde anlamlı olduğu görülmektedir. Sonuçları
gösteren tablo aşağıdadır.
159
Tahmin edilecek model,
TOPGS=α0 +β1 DAO+ β2 D2+ β3 ( D 2+ DAO)+ε1
TOPGS0 Toplam Transfer Harcamaları/GSMH
DAO= İhracat/ GSMH
D2= Kukla Değişken
1975-1987 yılları arası “0”
1988-2002 yılları arası”1” dir.
Tablo-4.2 EKK Yöntemi ile Toplam Transfer Harcamaları/GSMH f(Dışa açıklık oranı)
Dependent Variable: TOPGS Method: Least Squares Date: 03/31/07 Time: 03:44 Sample: 1975 2002 Included observations: 28
Variable Coefficient Std. Error t-Statistic Prob. DAO -0.145589 0.052440 -2.776289 0.0105D2 -6.245248 1.047631 -5.961306 0.0000C 4.168659 0.541284 7.701426 0.0000
D2*DAO 0.439809 0.066902 6.573925 0.0000R-squared 0.742576 Mean dependent var 3.488145Adjusted R-squared 0.710397 S.D. dependent var 1.735133S.E. of regression 0.933757 Akaike info criterion 2.832363Sum squared resid 20.92566 Schwarz criterion 3.022678Log likelihood -35.65308 F-statistic 23.07708Durbin-Watson stat 1.823720 Prob(F-statistic) 0.000000
Modelde dışa açıklık oranı β1 , -0.14 olarak tahmin edilmiştir. Yani
DAO 1 brim arttığında transfer harcamaları 0,14 birim azalmaktadır. Ayrıca
1988 yılından itibaren konulan kesişim kukla değişkeni (D2) ve dışa açıklık
oranına konulan eğim kukla değişkeni de istatistik olarak anlamlı olmaktadır.
Bu iki değişkenden bahsedilen yılda politika değişikliklerinin olduğu tespiti
yapılabilmektedir.
160
Sonuç olarak beklentilerimiz doğrultusunda, Türkiye’nin dışa açıklığı
arttıkça transfer harcamaları azalmaktadır. Bunun en önemli nedeni transfer
harcamaları içinde faiz ödemelerinin azalmasıdır.
Diğer taraftan, ülkemizde son dönemlerde IMF’le yapılan anlaşmalar
çerçevesinde, maliye politikasının temel önceliği, mali disiplini sağlayarak faiz
dışı fazla vermek ve faiz dışı fazlayı arttırmaktır. Faiz dışı fazlayı arttırmak,
sosyal harcamaların kısılması ile yapılmaktadır.
4.1.2.2. VAR Analizi
VAR analizinde değişkenlerin eşanlı olarak birbirini etkilediği varsayılır.
Analiz aynı zamanda hem model içinde (endojen) hem de model dışında
(exojen) tanımlanabilen değişkenlerin otoregresif yapıda analizini
içermektedir. VAR modelinde her değişken, hem kendi hem de diğer
değişkenlerin bir fonksiyonu olarak yazılmaktadır.
Değişkenler arasındaki karşılıklı ilişkileri ortaya çıkarılması amaçlanan
VAR modelleri son yıllarda ekonometrik çalışmalarda sıkça başvurulan bir
analiz yöntemi olmuştur.
Pagan (1987), VAR modelini dört adımda özetlemektedir:
i. Veriler VAR’a uygun bir forma dönüştürülür (durağanlaştırılır),
ii. Nedensellik testi yardımıyla gecikme değerleri ve değişkenler
seçilir,
iii. Gecikme değerleri azaltılarak ve katsayılar düzleştirilerek VAR
basitleştirilmeye çalışılır,
iv. Ortogonalizasyon işlemiyle şoklar elde edilir.
VAR analizinde, öngörü hatasının varyans ayrıştırması vasıtasıyla, bir
değişken üzerinde en çok etki eden değişkenin hangisi olduğu
161
belirlenebilmektedir. Etki-tepki fonksiyonu, ilgili değişken üzerinde en çok etki
eden değişkenin politika aracı olarak kullanılıp kullanılamayacağını ortaya
koyar.
VAR analizinde ilk aşama değişkenlerin durağanlığının
araştırılmasıdır. Bunun nedeni, zaman serisi analizleri için geliştirilmiş olan
olasılık teorilerinin sadece durağan zaman serileri için geçerli olmasıdır.
Çünkü durağan olmayan zaman serileri için t, F, χ2 testlerine dayalı
geleneksel hipotez testi sonuçları kuşkulu hale gelmektedir (Gujarati, 1995:
707). Zaman serilerinde durağan olmama durumu genelde, “zamanla
değişen ortalama” ve “zamanla değişen varyans” olmak üzere iki şekilde
ortaya çıkmaktadır. Eğer bir zaman serisi durağansa, onun değerleri sabit
ortalama (μ) etrafında değişir. Seri durağan değilse sabit bir ortalama yoktur
(Bowermann and O’Connel, 1979: 340).
VAR denklemleri ekonomik yorum açısından fazla bir şey ifade
etmediğinden değişkenler arasındaki dinamik ilişkiler varyans ayrıştırması ve
etki-tepki fonksiyonu aracılığıyla incelenmektedir. Etki-tepki fonksiyonu ile her
bir değişkenin hata terimlerindeki şoklara nasıl tepkiler verebilecekleri
izlenmiş olur. VAR modelinden hareketle varyans ayrıştırması
hesaplanmadan önce, değişkenlerin en dışsaldan içsele doğru sıralanması
gerekmektedir. Bu çalışma iki değişken içerdiğinden Granger nedensellik
yapılmasına gerek görülmemiştir. Optimal gecikme sayısı AIC katsayısını
minimize edecek şekilde alınmıştır.
Çalışmada tahmin edilecek ve VAR analizinde kullanılacak model
aşağıdaki gibidir:
111
t
q
iiti
m
iitit uDAOTOPGSTOPGS ++= ∑∑
=−
=− βα
211
t
s
iiti
r
iitit uTOPGSDAODAO ++= ∑∑
=−
=− θγ
162
Çalışmanın amacı dışa açıklık oranının transfer harcamaları
üzerindeki etkilerini belirlemektir. Burada TOPGS transfer harcamalarını,
DAO dışa açıklık oranını temsil etmektedir. Bu değişkenler aralarındaki
ilişkinin analiz edileceği karar değişkenleri, u1 ve u2 ise hata terimleridir. Hata
terimlerine VAR tekniğinde etkiler (impulses) veya yenilik (innovations)
denilmektedir.
Modelde 1975-2002 dönemine ait yıllık veriler kullanılmıştır.
VAR analizinde kullanılan değişkenlerden küreselleşmeyi temsilen
1975-2002 yılları dışa açıklık oranları(DAO) alınmıştır. Dışa açıklık oranı,
ihracat/GSMH’dır. DAO veriler Dünya Bankası elektronik veri dağıtım
sisteminden elde edilmiştir. Transfer harcamaları verilerinde ise Yrd. Doç.
Dr. Gülay Akgül YILMAZ, OECD Ülkeleri ve Türkiye’de Sosyal Devlet ve
Sosyal Harcamalar (2006) çalışması ile Maliye Bakanlığı verileri kaynak
olarak kullanılmıştır. En küçük kareler yöntemi ve VAR analizinde E-VIEWS
3.1 bilgisayar paket programı kullanılarak denklemler tahmin edilmiştir.
Bölümde dışa açıklık oranındaki artışın transfer harcamalarını ne
ölçüde etkilediği incelenmiştir. Bu zaman serisi analizinde yine dışa açıklık
oranı ile transfer harcamalarının GSMH’ye oranı kullanılmıştır.
163
VAR modeli iki değişken içermektedir. VAR incelemesine 12 gecikme
ile başlanmış ve birer birer denenerek Akaike kriterini minimum yapan
optimal gecikme uzunluğu iki değişken için 2 olarak belirlenmiştir.Tahmin
edilen VAR denklemleri aşağıdadır.
Tablo- 4.3 Dışa Açıklık Oranı ile Transfer Harcamaları Arasındaki Varyans Analizi Sonuçları
TOPGS DAO TOPGS(-1) 0.748863 0.699871
(0.21069) (0.73916) (3.55433) (0.94685)
TOPGS(-2) 0.169369 -0.243012 (0.22292) (0.78207) (0.75977) (-0.31073)
DAO(-1) -0.010043 0.657986 (0.06477) (0.22723) (-0.15506) (2.89575)
DAO(-2) 0.045763 0.279156 (0.06874) (0.24115) (0.66577) (1.15760)
C -0.046200 0.626122 (0.48338) (1.69583) (-0.09558) (0.36921)
R-squared 0.788020 0.863835 Adj. R-squared 0.747643 0.837898 Sum sq. resids 16.87005 207.6363 S.E. equation 0.896290 3.144430 F-statistic 19.51650 33.30606 Log likelihood -31.26917 -63.90239 Akaike AIC 2.789936 5.300184 Schwarz SC 3.031878 5.542125 Mean dependent 3.550335 16.18731 S.D. dependent 1.784189 7.809951
Determinant Residual Covariance 5.173029
Log Likelihood -95.14976 Akaike Information Criteria 8.088443 Schwarz Criteria 8.572327
Not: İlk parantezler standart hatayı, ikinci parentezler t-istatistiklerini göstermektedir.
164
VAR modelinde hesaplanan katsayıları kendi başlarına yorumlamak
genellikle zor olduğundan etki-tepki analizi (impulse-response function) ve
varyans ayrıştırması (variance decomposition) yöntemleri ile yorum yapılır.
i) Etki-Tepki Analizi
Etki-tepki analizi ile değişkenlerin hata terimlerinde meydana gelen
şoklara karşı ne yönde ve ne ölçüde tepki gösterdikleri ortaya konmaktadır.
Dışa açıklık oranına bir standart sapmalık şoklara, transfer harcamalarının
tepkisi incelendiğinde; dışa açıklık oranında meydana gelen bir standart
sapmalık şokun transfer harcamalarını önce negatif yönde etkilediği sonra da
pozitife döndüğü görülmektedir. Transfer harcamaları da dışa açıklık oranını
aynı şekilde etkilemektedir.
165
Etki-tepki analizleri ile ilgili sonuç grafikleri Grafik -4.1’de
gösterilmektedir.
Grafik –4.1. Etki-Tepki Analizi Sonuçları
-0 .5
0 .0
0.5
1.0
1.5
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12
Toplam Transfer/GSMH'ninToplam Transferler/GSMH'daki Degisimlere Tepkisi
-0 .5
0 .0
0.5
1.0
1.5
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12
Toplam Transfer/GSMH'ninDisa Aciklik Oranindaki Degisimlere Tepkisi
-2
0
2
4
6
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12
Disa Aciklik OranininToplam Transfer/GSMH Degisimlere Tepkisi
-2
0
2
4
6
1 2 3 4 5 6 7 8 9 10 11 12
Disa Aciklik OranininDisa Aciklik Oranindaki Degisimlere Tepkisi
Response to One S.D. Innovations ± 2 S.E.
166
ii) Varyans Ayrıştırması
Varyans ayrıştırması bir değişkende meydana gelen değişmelerin
kaynaklarının araştırılmasında kullanılır.
Tablo- 4.4: Transfer Harcamalarının Varyans Ayrıştırması Sonuçları
Variance Decomposition of
TOPGS:
Period S.E. TOPGS DAO 1 0.805511 100.0000 0.000000 2 1.007435 99.92077 0.079228 3 1.165313 99.35324 0.646758 4 1.296104 98.51529 1.484708 5 1.411495 97.07881 2.921189 6 1.519147 95.26189 4.738111 7 1.622815 93.13588 6.864119 8 1.725141 90.80430 9.195695 9 1.827779 88.35224 11.64776
10 1.931885 85.85086 14.14914 11 2.038274 83.35672 16.64328 12 2.147558 80.91269 19.08731
Tablo-4.4’ye göre bir yıllık gecikme düzeyinde, transfer
harcamalarında meydana gelen bir değişmenin tamamı kendisi tarafından
açıklanmaktadır. Dışa açıklık oranının transfer harcamaları üzerindeki etkisi
2. dönemden itibaren görülmektedir. 6. dönemde transfer harcamalarındaki
değişikliğin %4.7’si, 12. dönemde ise transfer harcamalarındaki değişikliğin
% 19.1’i dışa açıklık oranındaki değişmeler ile açıklanmaktadır. Bu
çalışmanın sonuçlarına göre transfer harcamalarının en önemli belirleyicisinin
kendisi olduğu ortaya çıkmakta, transfer harcamalarında atalet olduğu
(inertia) tespit edilebilmektedir. Bu bulgu dışa açıklık oranındaki
değişikliklerin transfer harcamalarına yansımasının çok uzun süre aldığı (12
periyot sonunda yüzde 19.1) bulgusuyla uyumludur. Ancak dışa açıklık oranı
artıkça Transfer harcamalarının azaldığı yorumu da yapılabilmektedir.
167
Tablo-4.5’da dışa açıklık oranının varyans ayrıştırmasına bakıldığında
yine dışa açıklık oranının büyük oranda kendisi tarafından açıklandığı
görülmektedir. Bununla beraber 1. dönemden itibaren transfer
harcamalarının dışa açıklık üzerinde etkisi tespit edilebilmektedir. Transfer
harcamaları 6. dönem sonunda dışa açıklık oranındaki değişimlerin yüzde
9.9’unu, 12. dönem sonunda ise yüzde 24’lük kısmını açıklamaktadır.
Transfer harcamalarının dışa açıklık oranı üzerindeki etkisi dönemler arttıkça
düzenli olarak artış göstermektedir.
Tablo-4.5: Dışa Açıklık Oranının Varyans Ayrıştırması
Variance Decomposition of DAO:
Period S.E. TOPGS DAO 1 2.825953 0.167518 99.83248 2 3.416948 2.151335 97.84867 3 3.988110 3.252096 96.74790 4 4.477252 5.266260 94.73374 5 4.930722 7.477967 92.52203 6 5.366079 9.889960 90.11004 7 5.792892 12.37862 87.62138 8 6.218187 14.87050 85.12950 9 6.646442 17.31079 82.68921
10 7.080948 19.66106 80.33894 11 7.524170 21.89667 78.10333 12 7.978069 24.00304 75.99696
Ordering: TOPGS
DAO
4.2. TÜRKİYE’DE TRANSFER HARCAMALARI VE GELİR DAĞILIMI
Gelir dağılımıyla doğrudan bağlantılı olan transfer harcamaları, kişi ve
kurumlara karşılıksız olarak yapılan harcamalarıdır. Transfer harcamalarının
asıl hedefi gelir dağılımında adaleti sağlamak ve yoksulluğu önlemektir.
Ancak transfer harcamalarının hepsi gelir dağılımı eşitsizliğini gidermez. Borç
168
faizi ödemeleri devlete borç verenlerin bulundukları gelir gruplarına ve faiz
oranlarına bağlı olarak gelir dağılımını değiştirebilir.
Türkiye’de transfer harcamalarının gelirin yüzdelik dilimlere dağılımının
gelişimi tablo –4.6 de incelenmiştir.
Tablo-4.6.Transfer Harcamalarının Gelirin Yüzdelik Dilimlerine Dağılımı
Gelirin Yüzdelik Dağılımı
1.%20 2.%20 3.%20 4.%20 5.%20
2002
Gelirin Transfer Öncesi Dağılımı %6 %9 %13 %20 %52
Gelirin Transfer Sonrası Dağılımı %6,8 %10,5 %14 %20 %48,7
Transfer Harcamalarını Yüzdelik
Dilimlere Dağılımı
%11,5 %17,5 %17 %24 %30
2003
Gelirin Transfer Öncesi Dağılımı %5,8 %9,2 %13 %20 %52
Gelirin Transfer Sonrası Dağılımı %6 %10,3 %14,5 %20.9 %48,3
Transfer Harcamalarını Yüzdelik
Dilimlere Dağılımı
%6,5 %16,8 %20,4 %23 %33,3
2004
Gelirin Transfer Öncesi Dağılımı %5,7 %10 %13,6 %21 %49,7
Gelirin Transfer Sonrası Dağılımı %6 %10,7 %15,2 %21,9 %46,2
Transfer Harcamalarını Yüzdelik
Dilimlere Dağılımı
%6 %16 %22 %24 %32
2005
Gelirin Transfer Öncesi Dağılımı %6 %9,2 %14,3 %22 %49
Gelirin Transfer Sonrası Dağılımı %6 %10,8 %15,4 %22 %45,8
Transfer Harcamalarını Yüzdelik
Dilimlere Dağılımı
%6,8 %17 %20,6 %23,6 %32
Kaynak: TÜİK Hanehalkı Bütçe Araştırması, 2002,2003,2004,2005
Türkiye’de yoksulluğun dağılımı incelendiğinde, yoksulların %90’lık
kısmı birimci dilimde %10’luk kısmı ise ikinci dilimde yer almaktadır
(Tokatlıoğlu, 2001: 117). Birinci gelir grubunun gelirden aldığı pay 2002
yılında transfer öncesi yüzde 6 iken, transfer sonrası aldığı pay %6,8 dir.
Buna karşın ikinci ve üçüncü dilimin gelirden aldığı pay transfer sonrası
artmaktadır. Transfer harcamalarının dağılımı incelendiğinde ise en fazla
payı dördüncü ve beşinci dilimdekiler almaktadırlar. Birinci gelir grubundakiler
transfer harcamalarından aldığı pay yüzde 11,5 iken beşinci dilimdekinin
169
aldığı pay yüzde otuz olarak gerçekleşmiştir. 2002 yılında transfer türlerine
göre harcamaların toplam transfer içindeki paylarına bakıldığında borç faizi
ödemelerinin %66.8 gibi yüksek bir oranda gerçekleştiği, transfer harcamaları
içindeki borç faizlerinin, devlete borç veren yüksek gelir grubuna gittiği göz
önünde bulundurulduğunda, söz konusu yıl için transfer harcamalarının gelir
eşitsizliğini düzelmekte çok yetersiz kaldığı görülmektedir. 2003, 2004,
yıllarına baktığımızda transfer sonrası gelirleri en fazla artan üçüncü ve
dördüncü dilimde olanlardır. Transfer harcamaları sonucu, gelirin yeniden
dağılımında en büyük pay orta gelirli gruplara gitmektedir. Yoksul kesimin
%90 nı birinci kesimde olduğu göz önünde bulundurulduğunda, özellikle
yoksul kesimin transfer harcamaları sonucunda gelirlerinde bir iyileşme
görülmemektedir.
2005 yılında transfer harcamalarının gelir dilimlerine dağılımında en
fazla payı beşinci gelir grubundakiler almış ve devlet 2005 yılına gelindiğinde
de yoksullukla mücadelede yetersiz kalmıştır.
Kamu politikalarında yaşanan değişimler ve kamu açıklarında yaşanan
artışlar transfer gelirlerinde söz konusu dönem içerisinde dördüncü ve beşinci
dilimde kişilerin gelirlerinde artış yaratmaktadır. Transfer harcamaları
içerisindeki en büyük pay faiz ödemeleridir. İç borç faiz ödemeleri toplam
transferler içerisindeki payı 1983 yılında %16,9 iken 2004 yılında %57 dir.
Faiz harcamalarının etkisi düşünüldüğünde, transfer harcamalarının gelir
dağılımını bozucu etkisi daha da belirginleşmiş ve sermaye geliri elde
edenler lehine bir gelişim gerçekleşmiştir. Bununla beraber transfer
harcamalarının önemli bir kısmı da emekli maaşlarından oluşmaktadır. Birinci
dilimde yer alan yoksulların büyük bir kısmının sosyal güvencesinin olmadığı
düşünüldüğünde, transfer harcamalarının önemli bir kısmını dördüncü ve
beşinci dilimlere gittiği görülmektedir. Bu durumun ise yoksul kesimim
aleyhine geliştiği söylenebilir. Yoksullarımızın yaklaşık yüzde 90’ı birinci
dilimde, yüzde 10 ise ikinci dilimde olduğu gerçeği göz önünde
bulundurularak; Tablo-4.7 incelendiğinde, 2002 yılında fakirlerimizin
170
gelirlerinin % 23,3’ü transfer harcamaları ile karşılanırken, bu oran yüzde
19,5’e düşmüş 2004’te yüzde 21,8 ,2005 de yüzde 22,6 ya çıkmıştır. Gayri
menkul ve mülk gelirleri 2002’de % 1,7 iken 2005’te %0,5 ‘e düşmüştür.
Fakirlerin gayri menkul ve menkul gelirlerindeki bu önemli düşüş, servet
birikiminin spekülatif kazançları arttırdığı ve yoksullar ile zenginlerin gelir
farkının açıldığını göstermektedir. Bunu karşısında yoksulların toplam gelir
içerisindeki maaş ve ücretleri 2002 ‘de yüzde 25, 3 iken 2003’te yüzde 27.8’e
çıkmış, 2004 yılında ise yüzde 22,5 ‘e düşmüştür . Bu dilimin maaş ve
ücretlerden aldığı pay 2005 yılında yüzde 26.1 olarak yükselmiştir. Maaş ve
ücretlerin aldığı payın yükselmesi, sürekli gelir ve belirli bir iş anlamına
geldiğinden yoksullukla mücadele açısından olumludur.
Ancak birinci gelir grubunda devletin transfer harcamaları düşmüştür.
Buna karşın 4. ve 5 dilimlerin payı artmaktadır. 4. grubun devletten transfer
harcamaları 2002 yılında % 17,5 iken 2005 yılında %21,3’e çıkmış, 5.grubun
payı ise 2002 yılında %8,2 den 2005’te %14,3’e yükselmiştir. Diğer taraftan
faiz ödemeleri GSMH içindeki payı 2002 de %18,9 dan 2004 yılında %13,9
gerilemiştir. Konsolide Bütçe Harcamalarının İdari/ Fonksiyonel dağılımında
ise 2002 yılında %0,3 olan sosyal hizmetlerin payı 2003’te% 5,2’e çıkmıştır.
Bu artışın nedeni ise konsolide bütçeden sosyal güvenlik kurumlarına
aktarılan transferlerdir. Faiz harcamaları düşerken en yoksul dilime aktarılan
transfer harcamaları payının düşmesinin nedeni bu kesimin sosyal güvenlik
sistemine dahil olmamasıdır. Çünkü transfer harcamalarındaki önemli bir pay
da emekli maaş ödemeleridir. Emekli maaş ödemelerinden yararlanan kesim
ise üçüncü, dördüncü ve beşinci dilimdir.
Maaş ve ücretlerin payı gelirin ikinci diliminde 2002 yılında %34,9 iken
2005 yılında %26,1’e düşmüştür, buna karşın üçüncü, dördüncü ve beşinci
dilimlerde artmıştır.
171
Tablo-4.7. Toplam Gelirin Dağılımı(%)(2002-2005)
2002
Gelir Türleri %20 520 %20 %20 %20
Toplam 100 100 100 100 100 100
Maaş,Ücret 35,8 25,3 34,9 40,3 40,6 34,3
Yevmiye 2,9 12,5 7,5 4,2 2,1 0,6
Müteşebbis 34,5 26,1 25,5 27,1 31,3 41,0
Gayrimenkul 4,1 1,7 1,7 2,5 2,7 6,0
Mülk Geliri 5,1 2,3 1,2 2,2 2,8 8,2
Transfer geliri 14,3 23,3 23,8 19,3 17,5 8,2
Yurt dışından 0,9 0,6 0,4 0,9 1,0 1,0
Diğer 2,4 8,1 4,9 3,4 2,1 0,9
2003
Toplam 100 100 100 100 100 100
Maaş,Ücret 38,7 27,8 34,4 40,0 45,7 37,4
Yevmiye 3,1 16,3 7,5 4,3 2,2 0,7
Müteşebbis 32,0 26,8 23,3 24,1 25,9 39,3
Gayrimenkul 3,6 0,7 1,1 2,0 2,5 5,4
Mülk Geliri 2,6 1,2 0,8 1,3 1,5 4,0
Transfer geliri 17,4 19,5 29,2 25,1 19,6 11,7
Yurt dışından 0,6 0,6 0,7 0,7 0,8 0,5
Diğer 1,9 7,1 3,0 2,6 1,8 1,0
2004
Toplam 100 100 100 100 100 100
Maaş,Ücret 38,7 22,5 34,1 40,7 45,7 37,8
Yevmiye 3,5 19,0 8,4 4,3 1,8 1,0
Müteşebbis 31,8 26,9 22,5 23,8 24,8 40,2
Gayrimenkul 2,7 0,8 1,1 2,1 2,6 3,4
Mülk Geliri 2,2 0,9 1,2 1,1 1,9 3,1
Transfer geliri 18,3 21,8 28,6 25,5 20,5 12,3
Yurt dışından 0,8 0,3 0,6 0,6 1,0 1,0
Diğer 2,0 7,8 3,4 1,9 1,7 1,2
2005
Toplam 100 100 100 100 100 100
Maaş,Ücret 39,2 26,1 32,3 41,2 45,9 38,6
Yevmiye 3,3 17,4 6,3 4,0 2,8 0,8
Müteşebbis 28,8 25,7 22,7 22,0 22,5 36,1
Gayrimenkul 2,9 0,5 1,2 2,2 2,5 4,1
Mülk Geliri 2,7 0,6 0,9 1,7 2,6 3,8
Transfer geliri 20,0 22,6 32,0 25,52 21,3 14,3
Yurt dışından 0,8 0,7 0,7 1,1 0,7 0,9
Diğer 2,2 6,3 3,8 2,2 1,8 1,5
Kaynak: TÜİK Hanehalkı Bütçe Araştırması, 2002,2003,2004,2005
172
Sonuç olarak, yapılan analizlerle de desteklendiği gibi, küreselleşme
ile transfer harcamaları arasında ters bir ilişki vardır. Küreselleşme (dışa
açıklık) artıkça transfer harcamaları azalmaktadır.
Diğer yandan gelirin yeniden dağılımında etkin olan transfer
harcamalarının 1980 sonrası dönemdeki gelişimine bakıldığında, dönem
boyunca reel harcamalara oranla giderek artış eğilimine girmiş olmasıdır.
Transfer harcamalarındaki artış eğiliminin en önemli nedeni ise, transfer
harcamaları içerisindeki faiz ödemelerinin kamu finansman açıklarına bağlı
olarak giderek yüksek pay almasıdır. Bilindiği gibi, konsolide bütçe kalemleri
içerisinde yer alan faiz ödemeleri, devlete borç verebilecek gelir düzeyine
sahip, tasarruf eğilimi yüksek gelir gruplarına gitmektedir. Nitekim 2005 yılı
itibariyle gelirin dağılımındaki ilk yüzde 20’lik dilimin transfer
harcamalarındaki aldığı pay %6,8 iken son yüzde 20’nin aldığı pay yüzde 32
olarak gerçekleşmiştir. Transfer harcamaları içerisindeki faiz ödemelerindeki
artış, sermaye kesimine kamu bütçesi yoluyla kaynak aktarım şeklinde de
ifade edilmektedir. Bu durum ise, gelir dağılımının devlet bütçesi yoluyla
sermaye gelirleri lehine yeniden düzenlendiğinin önemli bir göstergesidir.
Sonuç olarak devlet, gelirin yeniden dağılımını belirleyen transfer
harcamaları yoluyla, eşitsizliği düzeltmede başarı gösterememiş, yoksul
kesimi yoksul olma durumundan kurtaramamıştır.
173
SONUÇ VE DEĞERLENDİRMELER
Dünya ekonomisi konjonktüründeki değişim ve 1929 yılında yaşanan
bunalımın ardından serbest piyasa ekonomisi anlayışı ciddi eleştirilere maruz
kalmıştır. Devlete, piyasa ekonomisi içerisinde oldukça sınırlı yetkiler veren
geleneksel ekonomi anlayışı, 1929 bunalımını çözecek politikaları üretmede
yetersiz kalınca, alternatif yanıt keynezyen ekonomi politikaları olmuştur.
Keynes’e göre tamamen liberal ekonomiden, müdahaleci kapitalizme
geçilmesi gerekiyordu.
Keynesyen ekonomik anlayış, devlet müdahalesini ön planda tutup,
talep yanlı politikalarıyla satın alma gücü yaratılmasına dayanmaktadır.
Devlet ekonomik bir birim olarak piyasalara girmeli ve özel sektörün
yapamayacağı yatırımları üstlenip, ekonomik hayata canlılık kazandırmalıdır.
Keynesyen yaklaşım, ekonomik büyüme ve istikrarı sağlayıcı ve tam
istihdamı gerçekleştirecek biçimde piyasa mekanizmasına müdahale etmesi
gerektiğini savunmaktadır.
Bu tip ekonomi politikaların sonucu olarak “Fordist” üretim
organizasyonları doğmuştur. Fordist yapılanmalar, geniş ölçekli üretim
birimlerinde yine çok sayıda iş görenin istihdam edilmesinden oluşmaktadır.
Diğer yandan, savaş sonrası dönemde sol kökenli partilerin dünya
genelinde ve özellikle Avrupa’da etkinliklerinin artmasıyla, işçi sınıfının
toplumsal yaşamda etkinliğini arttırmıştır. Bununla beraber sosyalist
ülkelerdeki devletçi yaklaşımların sanayileşmeye hız kazandırması süreci
yaşanmış, giderek daha fazla ülkenin doğu bloğuna katılması kapitalist
sistemde endişe yaratmış, bunun sonucunda ise kapitalizmin dizginlenme
süreci yaşanmıştır. Bu süreçte, kapitalist dünyada genel görüş, piyasaların
görülmez el tarafından düzenlenemeyeceği ve müdahalenin kaçınılmaz
olduğudur.
174
Keynesyen ekonomi politikalarının uygulanmasıyla, müdahaleci devlet
anlayışı sonucu sosyal devletin işlevi genişlemiş ve sosyal politikalar, devletin
eğitim ve sağlıktan, konut, sosyal güvenlik, çevre, istihdam, gelir dağılımı ve
çalışma koşullarının düzenlenmesine kadar bir çok konuda geniş bir
uygulama alanı bulmuştur. Bu süreçte sendikal haklar gelişip güçlenmiş,
ücretler yükselmiş, sosyal refah göstergeleri artan oranda gelişmiştir. 1945-
1975 yılları arası sosyal devletin altın çağı olarak nitelendirilmiş, pek çok
ülkede gelir eşitsizliğini önemli ölçülerde düşmüştür.
İkinci dünya savaşı dönemi sonrası kapitalist sistemin yeniden
yapılandığı dönemdir. Sosyal devletin gereği olarak Avrupa’da ve bir ölçüde
de ABD’de savaşı izleyen yıllarda devlet, ekonomide gelir dağılımını
sağlama, yoksulluğu azaltma ve sosyal güvenlik harcamalarını düzenleme
işlevini yüklenmiştir.
Ancak, Keynesçi ekonomi politikaları, 1970’li yıllarla beraber önemli
bir dönüşüm yaşamıştır. Bu dönüşümün en önemli nedenleri olarak, 1970’li
yıllarda yükselen enflasyonla birlikte yatırımlarda ortaya çıkan durgunluk,
düşük verimlilik oranları, işsizlik oranının artışı ve sermayenin karlılık
oranlarındaki düşüşlerin yaşanmasıyla kendini gösteren büyük ekonomik
krizdir. Bu krizin uzun dönemli ve yapısal olacağına yönelik inanç, sorunun
aşılması konusunda, sosyal devlete karşı çıkan, devletin küçültülmesi
gerektiğinin ileri süren yeni politika anlayışları hakim hale gelmiştir. 1970’li
yıllarda başlayan ekonomik kriz ve bunu takiben gündeme gelen yeni liberal
politikalarda, genel olarak devlet harcamalarının ve devletin ekonomiye
müdahalesinin yarardan çok zarar getirdiği düşüncesi oluşmuştur.
20. yüzyılın sonuna gelindiğinde dünyada geniş uygulama alanı bulan
neo liberal politikalar, serbest piyasa ekonomisine dayanmakta ve
sermayenin küresel ölçekte dolaşımına engel teşkil eden unsurların ortadan
kaldırılmasını öngörmektedir. 1970’li yıllarda başlayan ekonomik kriz ve bunu
takiben gündeme gelen yeni liberal politikalarda, devletin ekonomiye
175
müdahalesinin en aza indirilmesi hedeflenmektedir. Kamu harcamalarının
kısılması ve kamu hizmetlerinin piyasaya terk edilmesi anlayışı sosyal
harcamaların düşürülmesi sonucunu doğurmuştur. Neo liberal politikaların en
katı uygulamaları İngiltere ve ABD’de gerçekleşmiş, Kıta Avrupası da belirli
ölçülerde etkilenmiştir. Sanayileşmiş ülkelerde verimlilik artışlarının önemli
ölçüde yavaşlaması ve hızla artan dünya petrol fiyatlarının da etkisiyle
şiddetlenen stagflasyonist eğilimler bu ülkeleri de sermaye birikim sürecinin
sürdürülmesi konusunda yeni arayışlara itmiştir. İlk akla gelen azgelişmiş
ülkeler olmuştur. Böylece 1970’li yıllarda yaşanan ekonomik krizden etkilenen
azgelişmiş ülkeler ve daha sonrada geçiş ekonomileri olarak adlandırılan eski
sosyalist ülkeleri de , çoğu kez IMF ve Dünya Bankası güdümünde Yapısal
Uyum Politikaları ve İstikrar Politikalarını uygulamaya başlayarak bu sürece
dahil olmuşlardır.
Bu politikalar, mal ve faktör piyasalarında fiyat müdahalesinin
kaldırılması, dış ticaretin ve finans piyasaların serbestleştirilmesi, kamu
iktisadi kurumların özelleştirilmesi. Doğrudan yatırımlarının ve dış finansal
akımlarının serbestleştirilmesi, işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi eğitim
ve sağlık başta olmak üzere sosyal hizmetlerde özelleştirme eğilimlerinin
yaygınlaşmasını önermektedir.
1980’li yılların başlarında neo liberal politikaların da katkısıyla
küreselleşme süreci hız kazanmıştır.
Bu gelişmelerle birlikte 20. yüzyılın sonu ve küreselleşme olarak
tanımlanan süreçte teknolojik devrim yaşanmıştır. İletişim ve bilişim
teknolojileri ileri düzeylere gelmiştir. Bilgi toplumunun oluşması ile
günümüzde hizmetler, bilgi ağı ile dünya çapında istenilen her yere
gönderilmekte, sermayenin mobilitesinde şimdiye kadar görülmeyen bir hız
yaşanmaktadır. Yaşanan bu gelişmelerin paralelinde siyasal, ekonomik,
toplumsal ve kültürel açılardan, büyük bir değişimi de beraberinde getirmiştir.
Ticaret, finans, yoksulluk , özel yatırımlar, bilgi ve iletişim teknolojileri, sağlık,
176
çevre ve güvenlik gibi ekonomik ve toplumsal bir çok konuda küreselleşme
kavramı çerçevesinde şekillenmektedir.
Neo liberal politikaların, gelişmiş ülkelerle beraber bir çok AGÜ’de ve
eski Doğu Bloğu Ülkeleri’nde geniş uygulama alanı bulduğu bu süreçte,
dünya ekonomisinde dönüşüm yaşanmış ve dünya ekonomisi hızla
küreselleşmiştir. Bu süreçte, dünya ekonomisindeki büyüme, global iletişim
ve teknolojik ilerlemeler gibi koşullar, tarihin geri kalanı ile kıyaslanamayacak
ölçüde ilerleme göstermiştir.
Ancak bu gelişmelerin yanında, dünya zenginleşirken, küresel
düzeyde gelir eşitsizliği ve yoksulluk verileri kaygı verici boyutlara ulaşmıştır.
Global gelirin yılda 31 trilyon dolardan fazla olduğu zengin bir
dünyada, bazı ülkelerde ortalama kişi başına gelir 40,000 dolardan fazladır.
Fakat yine aynı dünyada 2.8 milyar kişi, gelişmekte olan ülkelerdeki
insanların yarısından fazlası, yılda 700 dolardan az bir gelirle yaşamaktadır.
Bunlardan 1.2 milyar kişi günde 1 dolardan az gelir kazanmaktadır. Dünya
Bankası (2000/2001) verilerine göre en zengin 20 ülkenin geliri, en fakir 20
ülkenin gelirinin 37 katıdır.
Ayrıca, gelişmekte olan ülkelerde her gün 33 bin çocuk ölmektedir. Bu
ülkelerde, her dakika içinde birden fazla kadın doğum yaparken hayatını
kaybetmektedir. Yoksulluk yüzünden, çoğu kız olmak üzere 100 milyondan
fazla çocuk okula gidememektedir. Bu yoksulluk düzeylerini azaltma
konusunda üstesinden gelinmesi gereken sorun, nüfusun artmaya devam
ettiği ve gelecek 50 yılda tahminen 3 milyar daha artacağı göz önüne
alındığında, küresel düzeyde çok büyük boyuttadır.
177
Uluslararası bütünleşme süreciyle ilgili olarak küreselleşme sürecinde,
emek, finans, mal ve hizmet piyasalarındaki yaşanan gelişmelerin ve
dönüşümlerin, küresel gelir eşitsizliği ve yoksulluk üzerine etkileri
bakımından, izlenmesi önemlidir. Küreselleşme ile birlikte işgücü
piyasalarında dönüşüm yaşanmıştır. Keynesyen ekonomi politikaları modeli,
1960’lı yıllara gelindiğinde bir çok açıdan çok maliyetli olmaya başlamış ve
tekelci ortamda ortaya çıkan firmalar, sendikalarla güçlenen işçi baskısı,
monoton üretim sürecinde düşen kalite, kitlesel talebin azalması gibi faktörler
verimliliğin, diğer bir ifadeyle karlılığın düşmesine neden olmuş ve ücret
artışları ile verimlilik artışları arasındaki paralellik bozulmaya başlamıştır.
Sonuç olarak enflasyon ve işsizlik oranları artmaya başlamış, bu sürece
1970’li yıllarda yaşanan petrol krizi de eklenince, sermaye için karlılığı devam
ettirmenin yolu yeni bir üretim sistemini olmuştur. Böylece küreselleşmeye
giden yolda Post-Fordizm, yani üretim sisteminde esneklik anlayışı
benimsenmiştir.
Post- Fordizm, mikro-elektronik ve bilgisayar teknolojilerinde yaşanan
ilerlemeye paralel olarak geliştirilen ve aynı ürün bandında olan ancak farklı
nitelikte üretime imkan tanıyan bir üretim sistemine dayanmaktadır. Bu üretim
sisteminde nitelikli ama daha az sayıda işgücü gereklidir.
İşgücü piyasalarının esnekleşmesi, piyasada bölünmeleri de
beraberinde getirmiştir. Birincil sektör, ikinci sektör veya formel sektör,
enformel sektör olarak yaşanan bu bölünmelerde, birincil yada formel
sektörde istihdam edilen emek, istihdamı istikrarlı, yüksek ücretli, nitelikli,
işletme destekli emeklilik ve diğer yardımların olduğu, mesleki eğitimin
sağlandığı sektörken, ikincil yada enformel sektör ise istihdam edilenler
düşük ücretli, istihdamı istikrarsız niteliksiz işgücünün istihdam edildiği
sektörlerdir. Esnek üretim ve esnek çalışma koşulları doğrultusunda enformel
sektör sürekli genişleyen bir yapıya sahiptir. Bunun yanında esnek üretim
teknikleri taşeronlaşmayı arttırmaktadır. Bu gelişmelerin yoksulluk ile
ilişkilendirilmesi durumunda, yoksulluk tanımı içerisindeki kitlelerin genellikle
178
işgücü piyasalarında düzenli bir ilişki içinde olmadıkları, işsiz yada eksik
istihdam sorunuyla karşı karşıya oldukları gözlemlenmektedir.
1980’lerde teknolojik gelişmeyle hızlanan ve Çok Uluslu Şirketlerin
güdümünde yaygınlaşan küreselleşme süreci, sermayenin serbest
dolaşımına olanak tanıyan, içe dönük sanayileşme politikalarına izin
vermeyen bir ortam yaratmıştır. Özellikle gelişmekte olan ülkelerde, giderek
genişleyen hizmetler sektörü ekonomik büyümeye rağmen yeterince iş
olanakları yaratamamaktadır. Diğer yandan emek piyasasındaki bölünmeler
özellikle kentlerde işsizlerin marjinal işlerde çalışmasına neden olacağından
kayıt dışı artmaktadır. Böylece işsizlik veya gizli işsizlik yoksulluğun temel
nedenlerinden birisi olmaya başlayacaktır.
Tarihsel olarak, özellikle 20. yüzyıl içerisindeki yoksullukla mücadele
stratejilerine bakıldığında, iki temel politika grubunun uygulandığı
görülmektedir. II. Dünya Savaşının ardından 1980’lere kadar bütün dünyada
yaygın olan, yoksullukla doğrudan mücadeleye dayalı, sosyal güvenlik ağını
öngören, sosyal politikalar iken, küreselleşme sürecinin hız kazandığı 1980
sonrası ise doğrudan yoksulluğu azaltmak için tasarlanmamış olsalar da,
dolaylı olarak yoksulluğu azalttığı ileri sürülen, yoksulluğun önemli bir
kaynağı olan işsizlik sorununu azaltmak ile iktisadi büyümeyi sağlayacak
türden politikalardır. 1980’lerden itibaren geliştirilen ve 1990’lardan
başlayarak giderek kendini daha fazla duyuran, bu politikaların bütün
dünyada benimsenmeye başlandığı ve uluslararası kuruluşlar tarafından
gelişmekte olan ülkelere daha fazla önerildiği görülmektedir. Bu politikalar
piyasanın işleyişinde etkinlik sağlayarak, ekonomik büyümeyle beraber artan
gelirin yoksulluğu azaltacağını öngörmektedirler. Böyle bir yaklaşımda, ilk
akla gelecek politikalardan birisi, ticarette liberalizasyonun benimsenerek
büyümenin sağlanmasına çalışmaktır. Dolayısıyla devlete önemli görevler
yüklemektedir. Devlet, piyasaların oluşturulması ve etkin bir biçimde
işleyebilmesi için gerekli yasal ve kurumsal düzenlemeleri yapmalı, ancak
piyasanın işleyişine karışmamalıdır. Yoksulluk açısından bakıldığında,
179
devletin yoksullukla mücadele için kullanılacak yeniden dağıtım politikalarının
tasarlanması ve yürütülmesi yerine, artık yalnızca piyasa alanı içerisinde,
daha çok Dünya Bankası ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı gibi
uluslararası kuruluşlar ve sivil toplum kuruluşlarının etkinlikleri, yoksullukla
mücadele önem kazanmaktadır.
Özellikle 1970’li yıllardan itibaren AGÜ’deki yoksulluğa karşı ilgisini
aralıklarla da olsa sürdüren Dünya Bankası gelmektedir. Yapısal uyum
programlarının yoksulluk üzerine etkileri UNICEF, OECD ve ILO gibi
kuruluşlarca da değerlendirilmektedir. Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı
(UNDP), 1990 yılından itibaren İnsani Gelişme Raporunu yayımlamaktadır.
Yoksulluğun çeşitli ülkelerde ulaştığı bu yüksek düzey, Dünya Bankası
ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı (UNDP) başta olmak üzere
uluslararası kuruluşların yayımladığı toplulaştırılmış verilerin ötesinde,
bazıları uluslararası kuruluşların desteğinde olmak üzere, yerel düzeyde
yapılmış çalışmaların bulgularından da izlenebilmektedir.
Günümüzde ciddi bir sorun haline gelen küresel yoksulluğun
azaltılabilmesi için Dünya Bankasının daha geniş bir sorumluluk üstlenmesi
gerektiği söylenebilir. Gerçekten de son yıllarda Bankanın bu konuda daha
aktif bir strateji izlemeye başladığı da görülmektedir. 2001 yılı Ağustos
başlarında IMF ve Dünya Bankası 1999’da benimsenen yaklaşım üzerine
yoksulluğun azaltılması stratejileriyle ilgili kapsamlı bir bildiri yayınlamıştır.
Genel olarak bu bildirilerde ülkelerin makro ekonomik, yapısal ve sosyal
politikalarını ve programlarını belirli bir zaman dilimi içerisinde büyümeyi
teşvik edip, yoksulluğu azaltacak şekilde dizayn etmek hedefi öne
çıkmaktadır.
180
Bu çalışmada, küreselleşme sürecinde, dünyadaki yoksulluğun ve
gelir dağılımının profili ortaya çıkartılarak küreselleşme ile yoksulluk ve gelir
dağılımı eşitsizliği arasındaki ilişki araştırılmıştır. Ayrıca Türkiye’de, temelde
gelir dağılımı adaletinin sağlanmasında bir politika aracı olarak kullanılan
transfer harcamalarının küreselleşme ile ilişkisi analiz edilmiştir. Diğer
yandan 24 ocak 1980 tarihinde “24 Ocak Kararları” olarak ifade edilen ve
yapısal dönüşüm içeren politikaların uygulanmaya konması ile serbest piyasa
ekonomisine geçiş süreci dikkate alınmıştır.
1980 yılı ve sonrasında Türkiye’de kalkınma planları çerçevesinde
ithal ikameci sanayileşme politikası terkedilmiş ve serbest piyasa ekonomisi
kurallarının geçerli olduğu ihracata dayalı sanayileşme politikası devreye
girmiştir. 1980 yılından itibaren ülkedeki tüm sektörlerde bir deregülasyon
sürecine girilmiş ve bu yönde kurumsal düzenlemeler yapılmıştır.
Türkiye’de dış ticaret esas olarak 1980’lerde ve özellikle 1996’daki
Avrupa Birliği ile kurulan gümrük birliği ile serbestleşmiştir. Mali serbestleşme
ise 1981’de faiz hadleri üzerindeki kontrollerin kalkması, 1984’ de döviz
ticaretinin serbestleşmesi, 1986’ da İstanbul Menkul Kıymetler Borsasının
kurulması, 1987’de Merkez Bankasının açık piyasa işlemleri yapmaya
başlaması ve 1989 yılında 32 sayılı Kanun Hükmünde Kararname ile finans
piyasaları tamamen serbestleştirilmiştir.
Türkiye’de ekonomi politikasında yaşanan bu dönüşümler sürecinde
gelir dağılımı ve yoksulluk oranlarının gelişimi incelendiğinde, gelir dağılımı
bozuk bir ülke olduğu görülmektedir. 2005 yılı için TÜİK tarafından yapılan
Türkiye’de gelir dağılımı anketleri sonucunda, hane halkı kullanılabilir gelire
göre en alt diliminin aldığı pat %6 iken en üst dilimdeki %20 ‘nin aldığı pay
%45,8 dir. Türkiye’deki yoksulluğun boyutu ile ilgili çalışmalar da vardır.
TÜİK’in ilk kapsamlı çalışması sonuçları 2004 yılında yapılan 2002 yılı
Hanehalkı Bütçe Anketi ile birlikte yapılan 2002 yoksulluk çalışmasıdır. 2005
yılında yapılan yoksulluk çalışmasında Medyan gelirin yarısı yaklaşımına
181
göre Türkiye’de yoksulluk oranı %16,16 dır. Kırda ise bu oran %26,35’e
çıkmaktadır.
Yoksulluk ve gelir dağılımı üzerinde etkisi bilinen sosyal harcamaların
gelişimi incelendiğinde ise;
1980 sonrasında Türkiye ekonomisi her alanda ciddi dönüşümler
yaşamıştır. Bu dönüşümler etkilerini bir çok alanda gösterdiği gibi sosyal
harcama kalemlerinde de göstermiştir.
.
Sosyal harcama kalemlerinde meydana gelen değişmeler yoksullukla
doğrudan ilişkili olduğu bilinmektedir. 1980 yılından sonra ülke ekonomisinin
globalleşme olgusuyla birlikte dünya ekonomisine eklemlenmeye başlaması
neticesinde, izlenen makro ekonomik politikalar da değişime maruz kalmıştır.
Bu değişim gelir dağılımı ve dolayısıyla yoksulluk üzerinde adaletsiz
sonuçların ortaya çıkmasına yol açmıştır. 1970’li yıllar ile 1980’li yıllar
karşılaştırıldığında gelir dağılımı adaletsizliğinin arttığını, bu adaletsizliğin
1990’li ve 2000’li yıllarda ise giderek derinleştiği aşikardır. Elde edilen kamu
gelirlerinin yoksulluğu ve gelir dağılımını iyileştirici yönde kullanılmasından
ziyade borç ve borç faizi ödemesine gitmesi neticesinde sosyal harcama
kalemlerinde bir daralma meydana gelmiştir. Türkiye ekonomisi 1980
yıllarında itibaren yoksulluğu giderici uygulamalarda başarılı olamamıştır.
Türkiye’de sağlık harcamaları ve finansman sisteminin ikili bir yapıya
sahip olması 24 Ocak 1980 kararları sonrasında serbest piyasa ekonomisine
geçişle, kamunun faaliyet alanlarında sınırlandırılmaya gidilmesi neticesinde
özel sektör de kamunun yanında sağlık hizmeti sunmaya başlamıştır. 1980
sonrasında kamu sağlık yatırımları ve özel kesim sağlık yatırımları
kıyaslandığında , özel kesim sağlık yatırımlarının daha hızlı bir biçimde
gelişme göstermiştir. Ancak kamu ve özel kesim sağlık hizmeti sunumu
ülkenin bölgesel dağılımında bile bir dengesizliğe sahiptir. Ülkenin doğu
182
kesimleriyle batı kesimleri kıyaslandığında sağlık kurumlarına sahip olma
oranı batı kesiminde daha yüksektir.
Gelir dağılımı adaletini sağlama yönünden önemli bir harcama kalemi
olan sağlık harcamalarının Türkiye içindeki genel seyrine baktığımızda , AB
ülkeleri, AB’ye aday olan ülkeler ve OECD ülkeleri arasında en az pay ayıran
ülke konumunda olduğu görülmektedir. Sağlık Bakanlığı bütçesinin genel
bütçe içindeki payı da 1980’den itibaren giderek azalma eğilimi göstermiştir.
Faiz dışı fazla hedefini tutturabilmek için daha az sağlık harcaması
yapılması üzerine sağlık bakanlığı bütçesinin de kısılmasıyla birlikte döner
sermaye gelirleri önem kazanmaya başlamıştır.
Türkiye ekonomisi 1980 yılı dönüşümünü eğitim üzerinde de
yaşamıştır. Özel eğitim kurumları hızla eğitim hizmetlerinde yaygınlaşmaya
başlamış, anaokulundan üniversiteye kadar bir çok eğitim kademesinde
varlığını ortaya koymuştur. Kamu ve özel kesim eğitim harcamaları
kıyaslandığında özel kesim harcamalarının daha yüksek olduğu
görülmektedir. Eğitimde kamu harcamalarının payı düşükken, özel
harcamaların yükselmesi sunulan eğitim hizmetinden gelir dağılımı
bakımından altta bulunan kesimler açısından daha düşük bir standart
yakalamalarına yol açmaktadır ve zaten ciddi anlamda yoksul olan bu
kesimdeki insanların bu hizmetten yararlanamamaları neticesinde, eğitimin
gelir dağılımını iyileştirici dışsallığının kaybolmasıyla, yoksullukları daha da
perçinleşecektir.
Diğer yandan, 1980 sonrası dönemde ekonomik ayrıma göre
konsolide bütçe kalemlerinde oluşan değişim incelendiğinde, transfer
harcamalarının bütçe içindeki payının reel harcamalara oranla giderek artış
eğilimi içerisine girmiştir. Transfer harcamalarında gözlenen artış eğiliminin
en önemli nedeni, transfer harcamaları içinde yer alan faiz ödemelerinin
sürekli artmasıdır. 1980 yılında transfer harcamalarının GSMH’ya oranı %7.5
183
iken 2001 ‘de 31,72 ‘ye yükselmiş 2005 yılına gelindiğinde bu oran %19,3’e
düşmüştür. Bunun yanısıra, transfer harcamaları içerisindeki faiz
harcamalarının payı 1983 yılında %16,9 iken, 2001 yılında %73’e ulaşmış
2004 yılında ise %57’ye düşmüştür.. Bilindiği gibi konsolide bütçe kalemleri
içinde yer alan faiz ödemeleri, devlete borç verebilecek gelir düzeyine sahip,
yüksek gelirli sermaye sahibine yapılan ödemelerdir. Bütçe içinde sosyal
transfer harcamalarının büyük bir kısmını da sosyal güvenlik kurumlarına
yapılan transferler oluşturmaktadır. Özellikle sosyal transferler mantığı içinde
düşünülmesi gereken aile yardımı, işsizlik yardımı gibi temel transferler
Türkiye’de uygulama alanı bulamamış yada yeterince uygulanamamıştır.
Tarıma yapılan sübvansiyonlar sadece belli bir grup üreticilere ve belirli
girdileri kullanan kesimi desteklemiştir.
Nitekim 2005 yılı itibariyle gelirin dağılımındaki ilk yüzde 20’lik dilimin
transfer harcamalarındaki aldığı pay %6,8 iken son yüzde 20’nin aldığı pay
yüzde 32 olarak gerçekleşmiştir. Transfer harcamaları içerisindeki faiz
ödemelerindeki artış, sermaye kesimine kamu bütçesi yoluyla kaynak aktarım
şeklinde de ifade edilmektedir. Bu durum ise, gelir dağılımının devlet bütçesi
yoluyla sermaye gelirleri lehine yeniden düzenlendiğinin önemli bir
göstergesidir. Türkiye genelinde nispeten daha zengin kişilerin daha fazla
transfer geliri elde ettiği görülmektedir. İlk birinci dilimdeki nüfusun transfer
harcamalarından aldıkları pay 2002 yılında %11,5 iken 2005 yılında %6,8’e
düşmüştür. Yoksulların %90’ı ilk birinci dilimde olduğu göz önünde
bulundurulduğunda, gelirin yeniden dağılımı belirleyen transfer harcamaları
eşitsizliği düzeltmede başarı gösterememiş, yoksullukla mücadele
konusunda etkin bir politika olarak kullanılmamıştır.
Diğer taraftan, ülkemizde son dönemlerde IMF’le yapılan anlaşmalar
çerçevesinde, maliye politikasının temel önceliği, mali disiplini sağlayarak faiz
dışı fazla vermek ve faiz dışı fazlayı arttırmaktır. Faiz dışı fazla ekonominin
borç stoğuyla ilgili olduğu kadar sosyal harcamalarla da ilgilidir. Faiz dışı
fazlanın amacı, bir sonraki yıl için borçlanma ihtiyacının ve toplam borç
184
stoğunun GSMH içindeki payının azaltılmasıdır. 1998-2006 yılları arasında
faiz dışı fazla yaratmak için sosyal harcama kalemlerinde kısıntıya gitmiştir.
Finansal piyasalardaki serbestleşme sonucu faiz oranlarının aşağıya doğru
çekilmesi ve hedeflenen faiz dışı fazla ile birlikte transfer harcamalarının
GSMH içerisindeki payı düşmüştür. Transfer ödemelerinin payının
azalmasının en önemli nedeni faiz ödemelerinin azalmasıdır. Ancak faiz dışı
fazla hedefleri nedeniyle sosyal harcamalarda azalmaktadır. Dolayısıyla,
küreselleşme süreci hızlanırken, sosyal politikalar ihmal edilmiş, devlet
yoksulluk ve gelir dağılımı eşitsizliğini sorununu çözmede etkin politikalar
izleyememiştir.
Sonuç olarak, küreselleşme beklentilerimiz doğrultusunda, Türkiye’nin
dışa açıklığı arttıkça transfer harcamaları azalmaktadır. Yapmış olduğumuz
analiz de bu sonucu destekler niteliktedir.
185
KAYNAKÇA AKTAN, Çoşkun Can, Gerçek Liberalizm Nedir?, T Yayınları, İzmir 1994, AKTAN,Coşkun Can(ed); “Yoksullukla Mücadele Stratejileri”, ANKARA, Hak-İş Konfederasyonu Yayınları.2002 AKKAYA, Yüksel; “Küreselleşme, Sendikasızlaşma ve Yoksullaştırma” Gazi Üniversitesi Ekonomik Yaklaşım Dergisi 14.Cilt 49.Sayı, Ankara 2003 AKIN, Fetullah; “Küreselleşme, Kuzey-Güney ve Yoksulluk” Gazi üniversitesi iktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Dergisi 6/2 Ankara 2004
ALTAY, A; “Yoksulluk Sadece Devletin Sorunumu? Kamu Harcamaları
Açısından Bir Değerlendirme”, Sosyo-Ekonomi.- 2005
ALAGÖZ, Mehmet; “IMF İstikrar Programlarının Ekonomik Etkiler”, Selçuk Üniversitesi Karaman İİBF Dergisi Cilt:1, Sayı;1 1998 BAĞCE, H.Emre;“ Küreselleşme, Devlet ve Demokrasi”, Amme İdaresi Dergisi, Cilt:6, Sayı:4 (Temmuz) 1997, BAŞKAYA, Fikret; Kalkınma İktisadının Yükselişi ve Düşüşü, (Ankara: İmge Kitapevi) 1997 BORRAZ, Fernando ve Lopez Ernesto “ Has Glabalization deepened Income Inequality in Mexico”, 2005 BERGER, Peter, L. Four faces of global culture.National Interest, Fall97, Issue 49. 1997 BİRGÜL, A. Güler; “Küreselleşme ve Yerelleşme”, Çağdaş Yerel Yönetimler, Cilt: 6, Sayı: 4 (Temmuz), 1997 Boratav Korkut, “Küreselleşme, IMF ve Türkiye” [Söyleşi], Bilim ve Ütopya1995
186
BOZKURT, Veysel; Enformasyon toplumu ve Türkiye, İstanbul, Sistem Yayıncılık, 1996 BOZKURT, Veysel; Kürselleşmenin İnsani Yüzü, İstanbul Alfa Yayınları, 2000 BUĞRA, Ayşe- KEYDER Çağlar; Sosyal Politika Yazıları, . İstanbul, Baskı İletişim Yayınları,.1. Baskı, 2006 Buğra, Ayşe- Sınmazdemir, N.Tolga; “Yoksullukla Mücadelede İnsani ve Etkin Bir Yöntem: Nakit Gelir Desteği” Boğaziçi Üniversitesi Araştırma Fonu, Proje kodu: 04C101 CLİFTON, J. Williams, ANDREW J.Dubrin and HENR L. Sisk , Management and organization, Sounh- Western Publishing Co., Cincinati1985 ÇELİK, Aziz; “AB Ülkeleri ve Türkiye’de Gelir Eşitsizliği: Piyasa Dağılımı- Yeniden Dağılım”, Çalışma ve Toplum, 2004/3 DİE., 2002-2003-2004-2005 Hanehalkı Bütçe Anketi DPT, 8. Beş yıllık kalkınma planı, Gelir Dağılımının İyileştirilmesi ve Yoksullukla Mücadele Özel İhtisas Komisyonu Raporu, Ankara. 2001 DPT, Özel İhtisas Komisyon Raporu,2006
Dünya Bankası, “World Development Report 2006: Equity and
Development,” The World Bank and the Oxford University Press, 2005
DUMANLI, Recep. “Yoksulluk Kavramı, Ölçülmesi ve Gelir Dağılımı İlişkileri”, Yeni Türkiye 1995 DOĞANOĞLU, Fatih ve GÜLCÜ, Aslan “Gelir Eşitsizliği Ölçümünde Kullanılan Yöntemler” C.Ü. İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 2, Sayı 1 Dolar David ve Kraay Aart “ Trade, Growty and Povert” Development research group, The World Bank June 2001
187
ERDOĞAN, Emre. “Küreselleşen Dünyada Türkiye’nin Rolü: Kırılgan Demokrasiyi Korumak” ),Ocak-2003 ERBAY, Yusuf; “ Küresel İşletmelerin Yönetimi ve Türk İşletmelerin Yeni Türk Cumhuriyetlerine Yönelik Faaliyetleri”, Mahalli İdareler Genel Müdürlüğü Yayın No:11 Ankara, 1996 Förster, M., d’Ercole, M., M., Income Distribution and Poverty in OECD Countries in the Second Half of the 1990s, OECD 2005 GERŞİL, Gülşen Sarı; “Küreselleşme ve Çok Uluslu İşletmelerin Çalışma İlişkilerine Etkileri” Dokuz Eylül Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Cilt 6 sayı 1, 2004 GUJARİATI, Damodar N. “ Basic Econometrics”, Third Edition, McGraw- Hill Inc., USA 1955 HELLEİNER, Eric.:”From Bretton Woods to Global Finance” R.Stubbs ve G.R.D. 1994 HİST,P.; THOMPSON, G; Küreselleşme Sorgulanıyor, Dost Kitapevi, Ankara. 2003 KARA, Uğur; Sosyal Devletin Yükselişi ve Düşüşü, 1.Baskı Özgür Üniversite Kitaplığı:52.2004 KEPENEK, Yakup ve YENTÜRK, Nurhan; Türkiye Ekonomisi, 14. Basım, remzi Kitapevi, İstanbul, 2003 KOÇDEMİR, Kadir; “Atatürk Dönemi Kültür Politikası ve Küreselleşme”, Türk İdare Dergisi. Yıl 72, Sayı 429 (Aralık), 2000 KÖSE, A.H. – ŞENSES, F. - YELDAN, E., İktisat Üzerine Yazılar II Küresel Düzen: Birikim, Devlet ve Sınıflar, İletişim Yayınları,3.Baskı. 2004 KÖSE, A.H. – ŞENSES, F. - YELDAN, E; İktisat Üzerine Yazılar I “İktisadi Kalkınma, Kriz ve İstikrar, İletişim Yayınları, 2003
188
LUBBER, Ruud; The Dynamic of Globalization http://www.itcilo.it/english/actrav/telearn/global/ilo/globe/new_page.htm MURRAY, Robin, Fordizm ve Post – Fordizm, – Yeni Zamanlar, Edit;S. Hall, M. Jacques, Ayrıntı Yayınları, İstanbul,1998 NICITA, Alessandro. “Measuring the effects on Hausehold Welfare, Word Bank research Working Paper 3265 PALAMUT, Mehmet.E ve YÜCE Mehmet; “Türkiye’de 1980 Sonrası Mali Politikaları” 16.Maliye Sempozyumu, 2001
O’BOYLE, E. “Poverty: A Concept That Is Both Absolute And Relative
Because Human Beings Are At Once Individual and Social,” Review of Social
Economy, Spring .1990
ÖLMEZOĞULLARI, Nalan; “Refah Devletinin Ekonomik Temelleri ve Krizi” – Yayınlanmamış Çalışma, Bursa, 1995 ÖZDEMİR, Süleyman; “Küreselleşme Sürecinde Refah Devleti”, İstanbul Ticaret Odası Yayınları Yayın no:2004-6,92004 ÖZEN,Ahmet; “Türkiye’de Transfer harcamalarının Gelişimi ve Ekonomik Etkilerinin Değerlendirilmesi” Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi Cilt 5, Sayı 1, 2003 ÖZUĞURLU, “Kamu Harcamalarının Bölüşüm Üzerine Etkisi: Türkiye Açısından Bir Değerlendirme” 2005
SAWHİLL, I. V. “Poverty in the U.S.: Why Is It so Persistent?” Journal of
Economic Literature, vol. 26, no. 3, September, 1988
. ŞENSES, Fikret. “Neoliberal Küreselleşme Kalkınma için Bir Fırsat mı, Engel mi?”, erc Working Paper in Economic 04/09, 2004 ŞENSES, Fikret; Kalkınma İktisadı (İstanbul: İletişim Yayınları) , 1996
189
www.sosyal hizmetuzmani.org/İnsanciluymsosyaladalet.doc. :Erişim tarih 23.8.2006 ŞENSES, Fikret; Küreselleşmenin Öteki Yüzü Yoksulluk İletişim Yayınları İstanbul,2001 ŞENSES, Fikret; Küreselleşmenin Öteki Yüzü Yoksulluk 3. Baskı İletişim Yayınları İstanbul,2003 Sönmez, Sinan; Dünya Ekonomisinde Dönüşüm İmge Kitapevi ANKARA,2005 TAĞRAF, Hasan; “Küreselleşme Süreci ve çokuluslu İşletmelerin Küreselleşme Sürecine Etkisi”, C.Ü.İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 3, Sayı 2. 2002 TEMİZ, Hasan Ejder; “Küreselleşmenin Sosyal Boyutları ve Türkiye Açısından Etkileri”, DİSK Birleşik Metal İşçileri Sendikası, Ankara, 2004 TEMELLİ, Sezai; “Türkiye’de Borçlanma- Yoksulluk Dinamikleri:1990-2002, Kamusal Yoksulluk Endeksi denemesi”2002 Türk Tabibler Birliği Yayınları. 2006 TOKATLIOĞLU, İbrahim- Başaran, Alparslan; “Türkiye’de Yoksulluğun Dağılımı, Yapışkanlığı ve Transfer Politikaları”, Ekonomik Yaklaşım, Gazi Üniversitesi,2003 UZUN.Ayşe Meral; “Yoksulluk Olgusu ve Dünya Bankası” C.Ü.İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, Cilt 4, Sayı 2, 2003
UNDP, Human Development Report 2001: Making New Technologies Work
for Human Development, Oxford University Press, 2001.
UNDP, Human Development Report 2004: Cultural Diversity in Today’s
Diverse World, New York: UNDP, 2004.
YILMAZ, Gülay Akgül; OECD Ülkeleri ve Türkiye’de Sosyal Devlet ve
Sosyal Harcamalar, Arıkan Yayıncılık, 2006
190
YUMUŞAK, Ibrahim ve Bilen Mahmut; “Gelir Dağılımı- Beşeri Sermaye İlişkisi
ve Türkiye Üzerine bir Değerlendirme”, Kocaeli üniversitesi, Sosyal Bilgiler Dergisi Sayı.1, 2002
YÜCE, Mehmet; “ Türkiye’de Gelir Dağılımındaki Adaletsizliğin İzlenen Vergi
ve Harcama Politikaları ile Bağlantısı” http//www,işguç.org7myuce3.htm.
Erişim 23.12.2005
YÜCEOL, Hüseyin Mualla; “Küreselleşme, Yoksulluk ve Emek Piyasası
Politikaları” Ç.Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, Cilt 14, Sayı 2, 2005
World Bank, Global Economic Prospects, Trade, Regionalism and
Development, World Bank: Washington, DC, 2005.-2006
World Bank, Globalization, Growth and Poverty: A World Bank Policy Report,
Oxford University Press, 2002.
World Bank, State Institute of Statistics Turkey, Turkey Joint Poverty
Assessment Report, 2005.
World Bank, World Development Report 2002: Building Institutions for
Markets, The World Bank and the Oxford University Press, 2001.
World Bank, World Development Report: 2000/2001 Attacking Poverty,
World Bank Washington, DC, 2000.
World Bank, World Development Report 2006:Equity and Development, The
World Bank and the Oxford university press, 2005
World Bank, World Develoment Report 2003
www.dtm.gov.tr.7ekolar1/eko 01. xls
www.dtp.com
www.ceterusparibus.net/1923-1990/dis_ticaret.htm.
http:77ekutup.dtp.gov.tr.72007/0101.xls
www.ssk.gov.tr/sgk/istatistik htlm
www.çalışma.gov.gov.tr./basinbulteni72006-bülten
www.bağkur.gov.tr/finansman/index
191
www.emekli gov.tr/istatistik/index.htlm
Türkiye Sağlık İstatistikleri Yıllığı 2006, Türk Tabipleri Birliği Yayınları 2006
www.tusiad.org.tr./bulten. html
www.bumko.gov.tr
192
ÖZET
[AKTAŞ, Gülhan]. [Küreselleşme Sürecinde Türkiye’de Gelir Dağılımı,
Yoksulluk ve Sosyal Politikaların Evrimi], [Yüksek Lisans Tezi], Ankara,
[2007].
1980’lerin başlarından itibaren yaşanan ekonomik, teknolojik ve
ideolojik gelişmelerin paralelinde dünya ekonomisi hızla küreselleşmiştir.
Önce Az Gelişmiş Ülkeler sonra eski Sosyalist Bloğu ülkeleri IMF ve Dünya
Bankası güdümünde Yapısal Uyum Politikaları ve İstikrar politikalarını
uygulayarak dışa açık piyasa ekonomisine dayalı neo liberal politikaları
uygulama süreci yaşamışlardır. Diğer taraftan, Dünya bir taraftan hızla
küreselleşirken, gelir dağılımı ve yoksulluğun, özellikle AGÜ olmak üzere, bir
çok ülkede sosyal açıdan kaygı verici boyutlara ulaştığı gözlenmektedir.
Türkiye’de dış ticaret 1980’lerde ve özellikle 1996’daki Avrupa Birliği ile
kurulan gümrük birliği ile serbestleşmiştir. 1989 yılında ise yapılan yasal ve
kurumsal gelişmelerin paralelinde finansal serbestleşme gerçekleşmiş ve
Türkiye hızla dışa açılmıştır.
Türkiye’de gelir dağılımı ve yoksulluk üzerine doğrudan etkileri olduğu
bilinen eğitim, sağlık, güvenlik gibi kamu tarafından gerçekleştirilen sosyal
harcamaların seyri, ekonomi politikalarında yaşanan değişim sürecinde
incelendiğinde, söz konusu sosyal harcamaların artış hızının düştüğü
izlenmektedir. Devletin gelir dağılımı ve yoksulluğu azaltmada elinde iki
politika aracı bulunmaktadır. Bunlar vergiler ve transfer harcamalarıdır. 1980
sonrası transfer harcamalarının seyri incelendiğinde, transfer harcamalarının
arttığı, ancak bu artışın transfer harcamaları içerisinde yer alan faiz
ödemelerinden kaynaklandığı izlenmektedir. Sosyal transfer harcamalarının
payı diğer transfer harcamaları içinde geride kalmıştır. Türkiye’de göreli
yoksulluk oranı 2005 yılı itibariyle %16,16, yoksulluğun en önemli
nedenlerinden biri olan işsizlik oranı ise % 10,3 tür. Dolayısıyla küreselleşme
193
süreci hızlanırken, sosyal politikalar ihmal edilmiş, devlet yoksulluk ve gelir
dağılımı eşitsizliğini çözmede etkin politikalar izleyememiştir.
ANAHTAR KELİMELER: 1-Yoksulluk 2- Gelir Dağılımı 3- Sosyal Politikalar 4- Küreselleşme 5- İşsizlik
194
ABSTRACT
[AKTAŞ, Gülhan]. [The Evolution of Distribution of İncome, Poverty and
Social Policies in Process of Globalization in Turkey], [Master Thesis],
Ankara, [2007].
World economy has been rapidly globalisationed in parallel with
economical, technological and ideological developments from the beginning
of 1980's. Firstly developing countries later former countries of communist
obedience have lasted neo liberal policies execution process leaning against
open market economy by carrying out structural adjustment policies directed
by IMF and World Bank and stabilization policies. On the other hand it has
been stated that income distribution and poverty have been a matter of
concern socially in several countries especially developing countries. Foreign
trade in Turkey had been liberalisationed in 1980's and notably in 1996 by
Customs Union established with the European Union. Also in 1989 financial
liberalisations had been come true in parallel with legal and institutional
process.
It has been declared that social expenditure such as education, health
and security performed by public have effects on income distribution and
poverty in Turkey and their acceleration decreases in changing process of
economic policies. The Government has two political instruments to lower
inequality of income and poverty. These are taxes and transfer expenditure.
Transfer expenditure had been increased because of interest payments after
1980. However rate of social transfer expenditure had been behind other
transfer expenditure. Relative poverty ratio was %16,16 and unemployment
rate being the most important reason of poverty was %10,3 by 2005.
Consequently, while globalization process is accelerated the Government
has failed to solve poverty and inequality of income by neglecting social
policies.
195
KEY WORDS
1-Poverty
2-İncome distribution
3- Social Policies
4- Globalization
5- Unemployment