T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER...

109
T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI DAVID STOREY’ NİN PASMORE, A TEMPORARY LIFE VE SAVILLE ADLI ROMANLARINDAKİ BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ Yüksek Lisans Tezi Nehir Eres Ankara-2005

Transcript of T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER...

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI

DAVID STOREY’ NİN PASMORE, A TEMPORARY LIFE VE SAVILLE ADLI

ROMANLARINDAKİ BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE

OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ

Yüksek Lisans Tezi

Nehir Eres

Ankara-2005

ii

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI

DAVID STOREY’ NİN PASMORE, A TEMPORARY LIFE VE SAVILLE ADLI

ROMANLARINDAKİ BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE

OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ

Yüksek Lisans Tezi

Nehir Eres

Tez Danışmanı

Doç.Dr.Ufuk Ege

Ankara-2005

iii

T.C.

ANKARA ÜNİVERSİTESİ

SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ

İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI

DAVID STOREY’ NİN PASMORE, A TEMPORARY LIFE VE SAVILLE ADLI

ROMANLARINDAKİ BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE

OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ

Yüksek Lisans Tezi

Tez Danışmanı:

Tez Jürisi Üyeleri

Adı ve Soyadı İmzası

.................................................................. ................................ .................................................................. ................................ .................................................................. ................................ .................................................................. ................................ .................................................................. ................................ .................................................................. ................................

Tez Sınavı Tarihi ......................................

iv

ÖNSÖZ

Toplumsal bir varlık olan insanın, davranışları altında yatan nedenlerin yaşadığı çevreyle

etkileşimine ve iç dünyasında olup bitenlere bağlı olarak araştırılması ve bunun psikanaliz bağlamında

değerlendirilmesi önem arz etmektedir. Ankara Üniversitesi lisans programında aldığım “İngiliz Kültürü

İncelemeleri (British Cultural Studies)”, “20.yüzyıl İngiliz romanı (20th Century English Novel)”, “20.

yüzyıl İngiliz tiyatrosu (20th Century English Theatre)” adlı derslerden sonra, bu konuya olan ilgim arttı.

Özellikle de edebi eserlerde betimlenen, kendine ve yaşadığı topluma yabancılaşmış, iç sorgulamalar ve

çatışmalar yaşayan karakterlerin toplumda benzer durumdaki insanları nasıl yansıttığı incelendiğinde

edebiyatın toplumun gerçeklerine ayna tuttuğu görülmektedir.

Bu bağlamda 20. yüzyıl İngiliz romanı yazarlarından David Storey’nin, eğitim süreci sonrasında

kendi toplumundan koparak bir başka topluma dahil edilen bireylerin kendilerini her iki topluma da ait

hissedememesi sonucu yaşadıkları ruhsal bunalımı ele alış biçimini, Storey’nin bu konuyu kısmen kendi

yaşamından yola çıkarak yansıttığı gerçeğini de göz önüne alarak, otobiyografik unsurlar dahilinde ve

psikanaliz kuramı çerçevesinde incelemeyi amaç edindim. Bu bağlamda edebi eserler karakterlerin,

karşılaştıkları sorunlara ne gibi çözümler ürettiğini göstermeleri açısından önem arz etmektedir.

Tezin hazırlanma aşamasında akademik ve manevi yardımlarını hiç esirgemeyen sayın

hocalarım Prof.Dr.Ayşegül Yüksel’e, Prof.Dr.Belgin Elbir’e, Prof.Dr.Sema Ege’ye, Dr.Hasan İnal’a

özellikle de sayın danışmanım Doç.Dr.Ufuk Ege’ye ve bana çalışmalarımda destek veren Gaziantep

Üniversitesi’nden Arş.Gör.Ela İpek Eralp’e teşekkürü bir borç bilirim.

Bu tez hazırlanırken, İngiltere’den aldığı kaynakları bana ödünç kullandıran sayın danışmanım

Doç.Dr.Ufuk Ege’ye; gerekli kaynakların temininde katkısı olan Bilkent, ODTÜ, Başkent üniversiteleri

ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kütüphanelerine, yapılmış tezlerin taranmasında kullandığım Umi Pro-

Quest sitesine ve İngiltere’den getirilen kaynaklar için Arş.Gör.Zeynep Z. Atayurt’a, ayrıca Türk Dili

açısından yardımları için Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni Betül Batur’a teşekkür ederim. Yoğun

çalışmalarım sırasında, bana manevi açıdan destek olan aileme ve arkadaşlarıma da teşekkürler.

v

İÇİNDEKİLER BÖLÜM SAYFA ÖNSÖZ ....................................................................................................................................................... iv GİRİŞ ........................................................................................................................................................... 1 1. BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK AÇIDAN İNCELENMESİ ....................................................................................................... 14 II. PASMORE ‘DA BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ ............................................... 33

111. A TEMPORARY LIFE’ DA BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ

PSİKANALİTİK VE OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ....... 57

1V. SAVILLE’ DE BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ....... 77

SONUÇ ............................................................................................................................................. 103

KAYNAKÇA ................................................................................................................................ 108

ÖZET

ABSTRACT

vi

KISALTMALAR PASMORE ........................................................................................................................................P. A TEMPORARY LIFE ..........................................................................................................A.T.L. SAVILLE ...........................................................................................................................................S.

BÖLÜM 1

BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK AÇIDAN İNCELENMESİ

Bireyin ruhsal ve bedensel yönleri arasındaki çatışmaların sosyal yaşantısına yansıması nedeniyle

ortaya çıkan huzursuz ve bölünmüş benlik kişinin kendinden, ailesinden, işinden ve içinde yaşadığı sosyal

çevreden hoşnutsuzluk duymaya başlamasına ve hayatın birey için giderek anlamını yitirmesine neden

olur. Kişinin kendi istekleri ile toplumun bir temsilcisi olan ailesinin ve sosyal çevresinin ondan beklentileri

arasındaki uyuşmazlıklar ise iç ve dış dünyası arasında kopukluklar oluşmasına yol açar. Bu sorunların

edebiyat eserlerine yansıtılması hem problemin ortaya konmasını sağlamakta hem de çözüm yollarını

gündeme getirmektedir. Bu bağlamda beden-ruh ikileminin eserlerinin ana temasını oluşturduğu önemli

yazarlardan bir olan David Storey’nin Pasmore, Saville ve A Temporary Life (Geçici Bir Hayat) adlı

eserleri bu türden bir içsel çatışma temasının yanı sıra taşıdıkları otobiyografik unsurlar açısından psikanaliz

bağlamında incelenecektir.

Bu amaçla öncelikle beden-ruh ikileminin kökenine ve felsefe alanında ele alınış biçimlerine

kısaca değinilecek, ardından bu ikilemin psikolojik boyutları ele alınacaktır. Ancak bu iki ayrı disiplinin bu

kavramlara bakışlarının ve onları inceleme yöntemlerinin birbirinden farklı olduğu bilinmektedir.

Psikologlar bedeni ve ruhu bireyin davranışları bağlamında irdelerken, felsefi düşünürler bu iki kavramı

genel anlamda daha çok “maddesel” olan ve “soyut” olan tanımlamalarından yola çıkarak beden ve ruhun

varlıksal yönlerini ve birbirleriyle etkileşimlerini irdelemişlerdir. Kimi düşünür ruh ve bedeni bir bütün

olarak ele alırken kimisi de ikisinin birbirinden ayrı olarak incelenmesi gerektiğini savunmuştur. Aristoteles,

ruh ve bedenin ayrı bir yaşama sahip olmadığını, ruhun bedende ve kendisinde bulunan yetilerden

yararlanarak tikel varlıklardan soyutladığı tümel bilgiyi bildiğini belirtir.1 Plotinus’a göre insan ruh ve

bedenden oluşmuştur ve ruh bedenle birleşerek bedene hayat vermiştir2. Orta Çağ düşünürlerinden Aziz

15

Augustinus ruh kavramına daha çok önem vermiş ve ruhun tanrı tarafından eğitildiğini ifade etmiştir.

17.yüzyılın önemli düşünürlerinden Descartes ruh ve bedeni ayrı iki varlık olarak ele almıştır: “Ruhun

maddesel olmadığını, sahip olduğu düşünce yeteneğiyle maddenin fiziksel dünyasından ayrı bir yerde

bulunduğunu ancak beyindeki bir nokta yoluyla bedenin bütün bölümleriyle birleştiğini ileri sürmüştür.”3

Spinoza ise Tanrı ve doğanın bir bütün olduğu düşüncesini benimsemiş ve ruhun ve maddenin

aslında tek bir varlığın iki ayrı niteliği olduğunu belirtmiştir. Çüçen’in de değindiği gibi:

18.yüzyılda George Berkeley her şeyi manevi varlıkla açıklayarak maddi varlığın olmadığını ileri sürerken 19.yüzyılda Fichte, aklı tek gerçeklik olarak kabul etmiştir: “Fichte’nin ‘ben’ kavramı ve aklı, öznel veya bireysel bir akıl ya da ‘ben’ değil; ‘evrensel ben’ dir. ‘Öznel ben’in amacı kendisinde varolan ‘evrensel ben’ i kavramak ve anlamak olmalıdır.”4

20.yüzyılın önemli düşünürü William James ise düşünce ve nesneler ayrımına katılmamış ve

gerçekliğin fiziksel ve zihinsel olandan gelenin bir birleşimi olduğunu savunmuştur.5 Bertrand Russell ise

insan aklının bazen dış dünyaya bağımlı bazen de ondan bağımsız olduğunu vurgulamıştır:

Genel bilgimizi çözümlemeye başladığımızda ilk görünen şey, bir bölümün türetilmiş, bir bölümün ise temel bilgi oluşudur; yani kimi bilgimiz vardır ki bunlara yalnızca, zorunlu olarak-tam mantıksal anlamda olmasa da bir anlamda çıkarımla elde edildikleri başka şeyler dolayısıyla inanırız, buna karşı öteki bölümüne herhangi bir dışsal kanıtın desteği olmadan, kendi hesabına inanılır. 6

Bu tezde beden-ruh ikilemi; eserlerdeki belli karakterlerin davranışları, belli olaylar karşısında

verdikleri tepkiler ve geliştirdikleri genel bakış açılarının nedenleri üzerinde durmak ve bunları Storey’nin

öz yaşamıyla ilişkilendirmek açısından daha çok psikolojik ve otobiyografik bağlamda ele alınacaktır.

Psikanalizin edebiyata uyarlanma şekillerinden biri olan romanlardaki edebiyat karakterlerini gerçek kişiler

gibi değerlendirip yorum yapma yöntemi tezin amacıyla örtüşmektedir. Çünkü Pasmore, A Temporary

Life ve Saville adlı romanlardaki karakterlerin başından geçenler ve bunlara verdikleri tepkiler hem

psikanaliz hem de otobiyografik unsurlar bağlamında değerlendirilecektir. Bu nedenle Freud, Jung ve

Lacan’ın kuramları ve beden-ruh ikilemini ele alış biçimleri incelenecek, bunlarla ilgili terimleri

açıklanacak ve daha sonra da eserlere uygulanacaktır.

16

Freud, davranışların ortaya çıkışında kişiliğin üç ana siteminin birbiriyle olan etkileşiminin

önemine değinmiştir. Yapısal kişilik kuramını oluşturan bu sistemler: bedensel ve ruhsal istekleri doyurma

eğiliminde olan İd, kişiliğin vicdanî ve ahlâki yönü olan, ahlâk kuralları ve toplumsal kuralları kusursuz bir

biçimde uygulamayı isteyen Super-ego, ve her iki bilinç arasında bir denge kurarak bireyin sosyal yaşamla

uyumlu hâle gelmesini sağlayan ego’ dur. Freud’a göre “Ego’nun mantık ya da sağduyuyu temsil ettiği;

id’in ise tam tersine tutkuları içerdiği söylenebilir.”7 Bu bağlamda Freud ego’yu at sırtındaki bir biniciye;

id’i de güçlü ve enerjik bir ata benzetir:

Ego’nun id’le olan ilişkisi, biniciyle at arasındaki ilişkiye benzetilebilir. Lokomotif gücünü at sağlar; buna karşılık binici hedef belirleme ve güçlü hayvanın hareketini yönlendirme ayrıcalığına sahiptir. Ama ego ile id arasında sık sık bu ideale uymayan bir durum ortaya çıkar: binici, atı gitmek istediği yola yönlendirmeye zorlanır. Ego’nun, bastırmadan kaynaklanan direnmeler nedeniyle ayrıldığı bir id bölümü vardır. Fakat bastırma id’e uygulanmaz; bastırılan şey id’in kalanına gömülür. 8

Ego id’i, binicinin atı yönlendirdiği gibi yönlendirir ve toplumsal alanda çatışma yaratan istekleri

dizginler. Bastırılarak bilinçaltı’na itilen istekler günlük hayatta; dil sürçmeleri ve unutkanlıklar gibi istemsiz

bir çok durumda ve rüyalarda doyum ararlar. Freud, id için “gerçek ruhsal varlık” demiştir9 ve id’i bireyin

iç dünyasıyla ilişkilendirmiştir. Ego, id’ in dış dünyaya yakın olan bölümüdür ve super-ego ve id’in istek ve

beklentilerini bir birine uyumlu kılmaya çalışır ancak bu istekler birbiriyle çelişen isteklerdir: “İd tarafından

zorlanan, super-ego tarafından kısıtlanan, gerçeklik tarafından itilen ego fazla zorlandığı zaman kaygıyla

tepki verir ve bireylerin sık sık hayatın ne kadar zor olduğunu düşüncesine kapılmalarına neden olur.”10

Toplumsal yaşam ve beden-ruh ikilemi bağlamında incelendiğinde de id’in bireyin ruhsal yönü

ile başka bir deyişle duygusal haz ihtiyacı ile toplumun -bireyin bedensel faaliyetleriyle varlık gösterdiği

alanın- bireyden beklediklerinin super-ego ile ve bu ikisinin uzlaştırılması ihtiyacının da ego’nun işlevsel

yönü ile paralellik gösterdiği düşüncesine varmak mümkündür. Freud’a göre id, haz ilkesinin; ego ise

gerçeklik ilkesinin egemenliğindedir 11 ve gerçeklik ilkesi haz ilkesinin yarattığı gerilimi geçici olarak

engellemekle görevlidir.

17

Freud’un id-ego-super-ego bağlamında öne sürdüğü kuram ve terimler beden-ruh ikileminin

anlaşılmasında önemlidir. Bu üç sistemi Storey’nin bu çalışmada ele alınacak eserleri açısından

değerlendirdiğimizde benliklerinin bedensel ve ruhsal yönlerini bir türlü uzlaştıramayan Colin Pasmore,

Yvonne ve Colin Freestone ve Colin Saville’in bir anlamda ruhsal yönlerini -içgüdüsel ve bilinç

düzeyindeki kendi isteklerini- temsil eden id ve öncelikle ve genel anlamda toplumsal kural ve kanunları,

daha sonra ebeveynlerin otoritesini temsil eden super-ego arasında bir yerde sıkışıp kaldıklarını ve ego’yu

işlevsel hale getirme çabaları sırasında içsel çatışmalar yaşadıklarını gözlemlemek mümkündür. Freud’a

göre super-ego önceleri ebeveyn otoritesi, sonra öğretmenlerin otoritesi ve dînî ve toplumsal yaptırımlar

olmak üzere yaşam boyu şekil değiştirerek karşımıza farklı biçimlerde çıkar:

Daha sonra süper-ego’nun oynadığı rolü başlangıçta dışsal bir güç, yani ebeveynin otoritesi oynar. Ebeveyn otoritesi, çocuğu sevgi kanıtlarıyla ve çocuğun sevgiyi kaybedeceğinin belirtisi (ki bu da kendi içinde korkutucudur) olan ceza tehditleriyle kontrol eder. Daha sonra gelişen vicdan rahatsızlığının öncülü işte bu gerçekçi kaygıdır...Süper-ego ebeveynlik kurumunun yerini alarak tıpkı öncesinde onların çocuğa yaptığı gibi, ego’yu gözetler, yönlendirir ve cezalandırır.12

Storey’nin bu tezde incelenecek olan eserlerindeki üç ana karakter de bu tür otorite unsurlarına

yaşamlarının hiçbir döneminde boyun eğmek istemezler.

Diğer taraftan Freud, ruh hastalarının bir kristâlin yere atıldığında görünmez de olsa önceden

belirlenen ayrılma çizgileri yoluyla parçalara ayrılması gibi bu türden bölünmüş ve kırılmış yapıda

olduklarını ifade etmiştir.13 Bu durum Colin Pasmore ve Colin Saville’in yaşadığı benlik bölünmesine ve

özellikle de dış dünyadan kopmaya başlayan ve rahatsızlığı şizofreni belirtileri taşıyan ruh hastası bir

karakter olan Yvonne’un durumuna uymaktadır:

Şizofrenik hastalıklar, genel olarak bölünme ya da dış dünya ile bütünüyle gerçek dışı ve subjektif ilişkiler kurmak olarak tanımlanır...Bu gibi durumlarda hastalar iletişim kuramaz ya da dış dünyayı ve birlikte yaşadığı insanları bile tanıyamaz.14

18

Çocukluklarından beri belli bir bölünmüşlük hissi içinde olan ve anne–babaları ile kendilerini bazı açılardan

(eğitim) farklı gören bu karakterler için yetişkinlikteki bölünmüşlükleri okuyucuya sürpriz olmaz.

Pasmore’da Londra’da bir kolejde tarih öğretmenliği yapan Colin Pasmore’ un kendi isteklerini

-id- ve toplumun ondan beklediklerini -super-ego- uzlaştıramamanın verdiği bölünmüşlük hissi içinde

derin bir yalnızlığa sürüklenişi ve arayışları anlatılır. A Temporary Life’da aynı sebeplerden ötürü ve

evrensel sorunlara karşı aşırı duyarlılığı nedeniyle içine düştüğü bunalımı atlatamayan ve hayatının geri

kalanını akıl hastanesinde geçirmek zorunda kalan Yvonne ve zamanla yaşadığı hayata ve kendine

yabancılaşan eşi Colin’in, Saville’de ise ailesinin ondan beklentileriyle kendi istekleri arasındaki farkın

yarattığı sorunlara bir çözüm bulamayan Colin Saville’in yaşadığı beden-ruh çatışmalarının temelde aynı

soruna -id ve super-ego uzlaşmazlığına- dayandığı sonucuna varılabilir.

İdeal ego bireyin kendi seçtiği imgeleri, kendini nasıl gördüğünü; egonun ideali ise başkalarının

ya da toplumun bireye baktığı açıyı ifade eder. (Lacan teorisinde de böyle tanımlanmıştır.) “Ego ve ideal

arasındaki çelişki...temelde gerçek olanla fiziksel olan veya iç dünya ile dış dünya arasındaki zıtlığı

yansıtır.”15 Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Freestone ve Colin Saville de ideal ego’ları/iç dünyaları ve

egolarının idealleri/dış dünyaları birbirine zıttır. Lacan’a göre : “İdeal ego, benimsediğiniz imge iken, ego

ideali size bir yer veren ve bakıldığınız açıyı veren simgesel noktadır.” 16

Freud’un psikanaliz kuramının temelini oluşturan bilinç ve bilinçaltı mekanizmaları insan

kimliğinin iki önemli unsurudur:

Bilinç, dış dünyadan ya da bedenin içinden gelen algıları fark edebilen zihin bölgesiyken bilinçaltı ise gerçekliğe ve mantığa uymayan ve id’in doyurulmak istenen dürtülerinden oluşan, ancak sansür mekanizması engeliyle karşılaşan ve bilinç düzeyine ulaşamayan zihinsel süreçleri içerir.17

Toplumsal kurallar ve yaptırımlar nedeniyle bastırdığımız istek ve dürtülerimiz bilinçaltı’na itilir. Bu

durumun yarattığı gerilim ve enerji günlük hayatta rüyalar, dil sürçmeleri, unutkanlıklar gibi kontrol

edemediğimiz bazı durumlarda bilinç’e ulaşır ve gerilimini boşaltır.

19

Freud bağlamında Oedipus kompleksi kişilik gelişiminde önem arz eden bir süreci ortaya

koymaktadır:

Bu dönemde çocuk karşı cinsten olan ebeveynine cinsel olarak bağlanır ve kendisine rakip olarak gördüğü, kendisiyle aynı cinsten olan ebeveynine karşı bir korku geliştirir...Daha sonra aynı cinsten olan ebeveyni ile özdeşleşerek bu kompleksinin üstesinden gelir ve karşı cinsten olan ebeveynine yönelik cinsel arzusu şefkat ve sevgi duygularıyla yer değiştirir.18

Storey’nin bu tezde incelenecek olan eserlerinde ana karakterlerden yalnızca birinin -Saville’deki

Colin Saville’in çocukluğunun ilk dönemlerinde- annesine olan aşırı bağlılığı açısından Oedipal dönem’de

olduğu görülmektedir. Önce babasını, annesiyle arasındaki iletişime dahil etmek istemeyen Colin, daha

sonra kastre edilme korkusuyla -ki bu Lacan teorileri bağlamında sembolik kastrasyon olarak

tanımlanmaktadır- babanın gücünü kabullenerek onunla özdeşleşir ve Oedipal karmaşa’yı atlatır.

Freud’a göre rüyalar bilinçaltı’na itilmiş isteklerin bilinç düzeyindeki yansımalarıdır. Bu nedenle

rüya analizi, rüya sahibinin iç dünyasının derinlikleri hakkında ipucu niteliğinde bilgiler vermesi açısından

önem arz etmektedir. Rüyaların oluşum süreci üzerindeki incelemeleri ve rüya analizi üzerindeki

çalışmaları sonucunda Freud, rüyaların dört aşamada incelenmesi gerektiğini ortaya koymuştur:

Kabul edilmeyecek nitelikteki duyguları maskeleyen ve bu duyguların kısmen boşaltılmasına yarayan simgeleştirme, ruhsal enerjinin bir nesneden başka bir nesneye aktarılması olan yer değiştirme, bilinçaltı’ndaki bir çok isteğin birleştirilerek tek bir imgeye yüklenmesi olan daraltma ve analistin rüyadaki bazı tanımsız kalan durum ve simgelerin günlük hayatta neyi temsil ettiklerini bulmaya çalıştığı aşama olan ikinci gözden geçirme basamağıdır.19

Freud’a göre rüyalardaki sembollerin büyük çoğunluğu cinsel sembollerdir.20 Ancak bu tezde incelenecek

olan eserlerdeki karakterlerin rüyalarındaki semboller cinsel içerikli olmayıp, onların daha çok toplumsal

uyumsuzluklardan ötürü maruz kaldıkları ruhsal çöküntü süreçlerini açıklamaya yöneliktir. Bu nedenle

Freud’un rüya analizi aşamalarından sosyal içerik bağlamında yararlanılacaktır. Rüyaları zaman zaman

sanat ve edebiyat terminolojilerinden uyarlamalar yaparak yorumlayan Freud’un onları çözümlerken

kullandığı yöntemler edebiyat eserlerinin incelenmesinde de oldukça faydalıdır.

20

Jung ise rüyaların yorumlanmasında rüyayı gören kişinin yaşı, cinsiyeti ve bağlı bulunduğu

kültürün de ele alınması gerektiğini savunmaktadır. Aynı zamanda sembollerin bastırılmış cinsel istekleri

temsil ettikleri görüşüne karşı çıkmakla Freud’dan ayrılır: “Jung’a göre onlar sembol değil göstergedir,

çünkü önceden bildiğimiz ya da bilinebilen şeyleri ifade ederler ve belli bir anlamı dışa vururlar.”21 Jung

rüyaların oluşumuna katkı sağlayan etmenlerin çok yönlü olduğunu düşündüğünden, rüya yorumlarında

kalıplaşmış simgelerin kullanılmasına da karşı çıkmıştır. Jung rüyaları ve rüyaların işlevlerini şöyle

tanımlamıştır:

Rüyalar bilinç düzeyinde oluşturulmayan imge ve çağrışımları içerirler. Bizim yardımımız olmadan birdenbire açığa çıkarlar ve irademiz dışındaki ruhsal davranışların temsilcileridir. Bu nedenle rüya psişe’nin kendisinden ruhsal sürecin temel özellikleri hakkında bir takım göstergeler ya da ip uçları edinebileceğimiz; oldukça objektif ve doğal bir ürünüdür. 22

Bu tezde ele alınacak olan eserlerdeki karakterlerin beden-ruh ikilemlerinin incelenmesinde,

öncelikle Jung’un beden ve ruh ile ilgili düşünceleri ele alınacak; ardından bu bağlamda analitik

psikolojinin temelini oluşturan psişe, bilinç, ego, kişisel ve ortak bilinçdışı, ilkörnek, içe dönüklük ve dışa

dönüklük kavramlarından da yararlanılacaktır. Jung ruhu tanımlarken: “...ruh temelde, vücudun her yanına

yayılmış sinir sisteminin bir işlevidir”23 ifadesini kullanmış; ruhsal faaliyetleri çoğunlukla zihinsel

faaliyetlerle ilişkilendirmiştir. Ayrıca, ruh ve ruhsal terimlerini hem bilinç’i hem de bilinçdışı’nı kapsamak

için kullanmıştır.24 Jung, bedeni ayrıca tanımlamamış, bilinen anlamıyla kullanmıştır.

Pasmore, A Temporary Life ve Saville’deki karakterlerin bir bütünlük arayışı içinde oldukları

görülmektedir. Jung bu duruma “psişe” adını verdiği bilinçli ya da bilinçdışı tüm düşünce ve davranışları

içeren kavramla ilgili görüşlerinde yer vermiştir:

Bu kavramla Jung, insanı bir bütün olarak ele alır ve zaten bir bütün olan insanın bütünleşmek için çaba göstermediğini, yaşamı boyunca bu bütünlüğe yeni boyutlar katmaya ve onu birbirine karşıt çalışan parçalara bölünmekten korumaya çalıştığını ifade eder. Psikanalistin görevi, bütünlüğünü yitiren kişilerin bunu yeniden kazanmalarına yardımcı olmak ve psişe’yi yeniden güçlendirmektir.25

21

Kişilik diye de tanımlanan psişe üç çeşit sistemden oluşur: bilinç, kişisel bilinçdışı ve ortak

bilinçdışı. Bilinç, bireyin farkında olduğu zihinsel faaliyetlerini içeren bölümdür. Jung, bilinçdışı’na atılmış

ve bastırılmış deneyimleri içeren bölümü kişisel bilinçdışı olarak tanımlamıştır:

Bilinçdışı oldukça değişken /akıcı durumları ifade eder: bildiğim fakat şu anda düşünmediğim; önceden bilincinde olduğum fakat şu anda unutmuş olduğum, algıladığım fakat bilinç düzeyimde kalmamış olan; isteksizce ya da farkında olmadan hissettiğim, düşündüğüm, hatırladığım, istediğim ve yaptığım, bende şekillenen geleceğe ait ve bazen de bilinç’e ulaşan her şey: işte bilinçdışı’nın içeriği bunlardır.26

Kişisel deneyimlerden çok bireye kalıtım yoluyla atalarından geçen deneyimleri içeren bölüme de

ortak bilinçdışı demiştir.27 Jung’a göre insan türünün en temel özelliklerini içeren ortak bilinçdışı, izlerine

zaman zaman rüyalarda rastlanan mitolojik unsurlarda rastlanan, kişiliğin en derininde bulunduğundan

hiçbir zaman bilinç düzeyine ulaşmayan bu nedenle de bireyin, varlığından haberdar olmadığı bölümdür:

Bilinçdışı’nın kişisel katı bebeklik döneminin ilk anılarına uzanır; ortak katı ise bebelik döneminin öncesine gider, atalarımızın yaşamının kalıntılarını kapsar. Kişisel bilinçdışı’nın anı imgeleri dolmuştur; çünkü bunlar bireyin kişisel olarak yaşadığı imgelerdir. Ortak bilinçdışı’nın ilkörnekleri dolu değildir, çünkü kişisel olarak yaşanmış olmayan biçimlerdir. 28

Freud bağlamında olduğu gibi Jung da ego’yu bireyin topluma uyumunu kolaylaştıran

dengeleyici bir unsur olarak ele almıştır. Ego'nun bilince ulaşmasına izin vermediği yaşantılar kişisel

bilinçdışı’na atılır ve rüyalarda ortaya çıkar. Freud kuramları bağlamında olduğu gibi Jung kuramları

bağlamında da kişisel bilinçdışı’nı ve ortak bilinçdışı’nı ruhsal unsurlarla, bilinç’i ve ego’yu da benliğin

bedensel yönü ile ilişkilendirmek mümkündür. Bu açıdan Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Freestone ve

Colin Saville ‘in kişisel bilinçdışı’nın istekleri , ortak bilinçdışı’nın etkileşimleri ve bilinç düzeyinde ego

tarafından toplumsal uyumluluk sağlama açısından seçilen yaşantıları bir arada tutmaya çalışırlar. Fakat

zorluklarla karşılaşırlar.

Diğer taraftan Jung, Freud’un aksine insan varlığında çocukluk yaşantılarından daha derin

olguların var olduğunu ve bunların insana gelişiminin ilk dönemlerinde atalarından geçen imgelerden

-ilkörneklerden29- oluşan ortak bilinçdışı’nı oluşturduklarını savunmuştur. Jung’a göre ilkörnekler, bireyin

varlıklarından haberdar olmadığı halde yaşam boyu etkilendiği anne, baba, çocuk, doğum, ölüm,

22

kahraman, güçlülük gibi gerçek yaşam olayları ve nesnelerine ait imgelerdir. Fakat kişiliğin oluşumundaki

en önemli ilkörnekler: persona, anima ve animus, gölge ve ben’dir ve bütün bu imgesel unsurlar bireyin

ruhsal dünyasıyla ilgilidir. Persona, bireyin çocukluğundan başlayarak toplumda kendine bir yer edinmek

için kullandığı bir maskedir: “Persona, yaşadığımız çevrenin istekleri ile bizim içsel ihtiyaçlarımız

arasındaki dengeleyicidir...Fakat; bazı durumlarda maske donuklaşır ve gerisindeki birey kaybolur.”30

Storey’nin bu tezde incelenen üç romanındaki kahramanlar olan Colin Pasmore, Yvonne ve Colin

Freestone ve Colin Saville’in de toplumun farklı alanlarında farklı maskeler kullandıkları görülür. Ancak

bu karakterler de belirli zamanlarda kişilikleri ile persona’larını ayıramaz hale gelip, persona’larının

hakimiyeti altına fazlasıyla girdiklerinden yaşamlarının bir döneminde kendilerine yabancılaşırlar. Jung için

yabancılaşma benliğin derinliklerini farkına vardırabilen, bireyciliğin bir şartı olarak tamamiyle olumsuz

olmayabilir 31; hatta bireyi iyiye götürüp başarılı olmasını da sağlayabilir. Ancak bu tezde incelenecek olan

eserlerdeki karakterlerin yaşadığı yabancılaşma durumu olumlu türden değildir.

Jung, yasa ve geleneklerin grup persona32 ‘sını simgelediğini ve bunun bireyin kendi isteklerini

önemsemeden yalnızca toplumun istediği gibi davranmasını gerektirdiğini belirtmiştir. Storey’nin

eserlerindeki toplum ve ailenin bireye dayattığı yasa ve gelenekler grup personası tanımına uymaktadır. Bu

bağlamda grup personası Freud ‘un süperego kavramıyla örtüşmektedir.

Jung, erkek kimliğinin kadın yönünü anima ve kadın kimliğinin erkek yönünü animus olarak

tanımlamıştır.33 Bunlar, Storey’nin kendi yaşamında ve bu tezde incelenen romanlar bağlamında Colin

Pasmore, Colin Freestone ve Colin Saville’ in kişiliklerinde de görülen ve bu yüzden Storey’nin kendisinin

de eserlerindeki aynı özellikteki kahramanlarının da toplum tarafından dışlanmalarına neden olan

ilkörnekler’dir. Jung’a göre Batı kültürünün kadındaki erkesi, erkekteki dişilik özelliklerini hoş

karşılamaması, persona’nın egemen olmasına ve anima ya da animus’un ezilmesine neden olur.34

Jung insanın kendi cinsiyetini temsil eden ve hemcinsleriyle ilişkilerini etkileyen ve aynı zamanda

insandaki hayvansı eğilimleri simgeleyen ilkörneğine gölge35 adını vermiştir. Yaşadığı topluma uyum

23

sağlama ihtiyacı duyan birey gölge’nin içerdiği içgüdüsel eğilimlerini bastırmak zorunda kalır. Fakat; aynı

zamanda doğasında var olan içgüdüsel yetenekleri de köreltmiş olur. Ancak, gölgenin geri çevrilen istekleri

bazı durumlarda güç kazanarak tekrar ortaya çıkabilir. Colin Pasmore, Yvonne Freestone (romanda

Yvonne’un eşi Colin Freestone’un eğitimine dair net bir ip ucu bulunmamakta, yalnız resim yeteneğinin

onda hep var olduğu ve boksörlüğü bıraktıktan sonra resim öğretmenliğine başladığı belirtilmektedir.)

Colin Saville’ in ailelerinin engellemelerine rağmen eğitimlerini kendi istedikleri yönde tamamlamaları,

günün birinde Colin Pasmore ve Colin Saville’in çevrelerindeki herkesi şaşırtarak işlerini bırakıp, evlerini

terk etmeleri bu duruma örnektir.

Ortak bilinçdışının en önemli unsuru Ben’ dir:

Ben, bir insanın kendini uyum içinde hissetmesini sağlamak üzere sahip olduğu bütün ilkörnek’lerini düzenler ve kişiliğin bütünleşmesini sağlar. Eğer bir insan çatışmalar içindeyse ve kendisini dağılmış hissediyorsa, bu durum, Ben’in görevini yerine getirmediği anlamına gelir.36

Jung’un teorileri bağlamında bu durum, bu karakterlerin Ben’lerinin yeterince gelişmediğini ve

bütünleştirici özelliğini yeterince göstermediğini ortaya koymaktadır. Jung’a göre çatışmalar yaşamda

sürekli var olurlar; fakat asıl önemli olan bireylerin çatışmalarla başa çıkıp çıkamadığıdır. Çatışmalara

dayanamayan bireyler ruhsal bunalımlara sürüklenirler. Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Freestone ve

Colin Saville de içsel çatışmalarına yenik düşen karakterlerdir.

Jung’a göre: “ İnsan mutlu değildir. Çünkü topluma nasıl uyum sağlayacağını bilmemektedir.”37

Bu bağlamda Jung orta yaş dönemindeki bir çok insanın topluma tam anlamıyla uyum

sağlayamadıklarından, genellikle başarılı insanlar oldukları halde bunalımlı olmalarının nedeninin

yaşamlarını boş ve anlamsız bulmaları olduğunu ileri sürer:

Hayatın ortaları bir çok insan için bir tür bunalım, kendini sorgulama ve kendinden şüphe etme dönemidir. “Hayatta gerçek anlamda ne yaptım? Bundan sonra ne yapacağım?”...diye sorar ve ileriye bakmaktansa geçmişine bakar...o ana kadar hayatının nasıl geçtiğini değerlendirir.38

24

Bu bunalımın sebebi ise bireylerin toplum içinde bir yer edinmek için harcadıkları enerjinin, amaçlarına

ulaştıktan sonra yok olması ve bu durumun bireyleri bir boşluğa sürüklemesidir. Jung’un libido olarak

adlandırdığı bu enerji “ruhta dolaşan yaşam enerjisidir ve insan için çok önemlidir”39 ve korunması gerekir.

Jung yaşam enerjisini kaybeden insanın yaşamı yeniden anlamlandırabilmesi için iç gözlemler yaparak

kendisini tanımaya çalışması gerektiğini savunur. Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Freestone ve Colin

Saville de orta yaş dönemine yaklaştıklarında benzer duygular hissederler ve kendi dünyalarına kapanıp,

içsel sorgulamalar yapma ihtiyacı duyarlar. Bu bağlamda June Singer Jung’un bireyleşme süreci adını

verdiği kavramın önemini belirtir:

Bireyleşme süreci kişinin kendiyle ilgili bilgiler edinme sürecidir. Bildiğimiz ya da bildiğimizi iddia ettiğimiz her şey psişe’nin algısından geçeceği için Jung’un “bireyleşme süreci” olarak tanımladığı içe dönük gelişim aracılığıyla psişe’nin algısal işlevinin gelişimi açısından yarar sağlayacağımız bir analiz sürecidir.40

Bu tezde incelenen romanlardaki ana karakterler uzun ve çaba gerektiren bu bireyleşme sürecini tam

anlamıyla tamamlayamadıkları için beden-ruh çatışmalarını çözemezler; çünkü kendileriyle ilgili yeterince

bilgi edinememişlerdir.

İnsanların karakter tiplerini temelde içe dönük ve dışa dönük olarak inceleyen Jung, dışa dönük

kişinin algılarını, duygularını ve düşüncelerini çevresindeki insanlara, eşyalara ve durumlara yönelttiğini; içe

dönüklük’te ise enerjinin öznel ruhsal öğelere ve süreçlere odaklandığını belirtmiştir.41 Jung’un içe

dönüklük ve dışa dönüklük tanımlamaları beden-ruh ikilemi kapsamında değerlendirildiğinde dışa dönük

tutumun bireyin dış dünyasına ve aynı zamanda bedenine, içedönük tutumun da iç dünyasına diğer bir

değişle ruhuna yönelik tutumlar olduğu görülmektedir. Jung’a göre dışa dönüklük ve içe dönülük arasında

her zaman ödünleyici bir ilişki vardır ve bilincin dışa dönük olduğu yerde; bilinçdışı içe dönüktür.42 Bu

tezde ele alınan romanlardaki Colin Pasmore, Yvonne ve çoğu zaman Colin Saville’in de içe dönük

karakterler olduğu görülmektedir ve bu karakterlerin, beden-ruh bağlamında yaşadıkları içsel çatışmalar ve

zaman zaman dışa dönük fakat çoğunlukla içe dönük tutumları incelenecektir.

25

Freud’un bilinçaltı kavramıyla Saussure’un yapısalcı dilbilim terimleri olan gösterge, gösteren ve

gösterilen ‘i birleştiren Lacan’a göre “dil”, bilinç’i temsil ederken; rüyalar, dildeki kaymalar, sürçmeler ve

konuşmalardaki boşluklar, tereddütler ve sessizlikler bilinçaltı’nı temsil etmektedir: “Lacan’a göre

bilinçdışı, dilin temel mekanizmalarıyla uyum içinde işler...Bazı belirgin durumlarda: dil sürçmesi ve

espirilerde dil bölünmüş gibi görülebilir. Ancak bu durum gerçek konuşmayı-bilinçdışı olanı-ortaya

çıkarır.”43

Lacan, insan yaşamını ve zihnin işleyişini, dil öğreniminden önceki ve dil öğreniminden sonraki

yaşantılarına göre incelemiş, yaşamı belli dönemlere ayırmıştır. Lacan insan zihninin; Hayal dönemi,

Sembolik dönem ve Gerçek dönem diye tanımladığı üç farklı döneme ait yaşantılar doğrultusunda

çalıştığını savunmuştur.44 Hayal dönemi Freud’un Oedipal öncesi dönemiyle ilişkilidir ve çocuğun dili

öğrenmeden önceki dünyasıdır. Bu dönemde çocuk kendini annenin bir uzantısı olarak görür, onunla bir

bütün olduğu duygusuna kapılır. Bu narsistik dünyasında bebek için her türlü duygu ve kavram annesinin

vücudunda bir aradadır. Çocuğun kişiliği -bir ayna yansımasında olduğu gibi (Ayna evresi)- etkileşimde

bulunduğu dış dünyadaki varlıkların (özellikle de annesinin) bir yansıması olduğundan, bu kişilik aslında

ona ait olmayan Hayalî kişiliğidir. Bu kişilik, hem kendi kişiliğinin temeli hem de onu yok eden ve kendi

öz kimliğiyle ilgili yanlış bilgiler verendir. Çünkü özne’nin kendi imajı sandığı imaj ve ego’su da aslında

başkasına aittir; başka bir deyişle özne başkasına ait bir imgede hapsolunmuştur. Darian Leader ve Judy

Groves’in Lacan adlı eserlerinde belirttikleri üzere; Lacan bu durumu “bir imgede hapsolunmak” şeklinde

tanımlamıştır:

Lacan bir imgede hapsolunmak konusundaki görüşünü Ayna evresi hakkındaki çalışmasında geliştirmiş ve bunu çocuk psikolojisi ve toplumsal kuramla ilgili gözlemleriyle birleştirerek, organizmanın dışsal bir imgede buna benzer bir biçimde imgesel düzeyde hapsolunduğu sonucuna varmıştır.45

Bu tezde ele alınan romanlardaki Colin Pasmore, Yvonne Freestone ve Colin Saville’in aynadaki

yansımaları gerçek imgeleri değil, anne-babalarının onlardan olmalarını istedikleri‘dir. Egolarının ideali’nin

oluşturduğu imgelerde hapsolan bu üç karakter bu ikiliğin neden olduğu beden-ruh çatışmasıyla mücadele

26

etmek zorundadır. Bu nedenle Hayal dönemindeki ego aldatıcıdır ve aynı zamanda bu dönemde “özne” ile

“nesne” ya da “ben” ile “öteki” arasında belirgin bir ayırım yoktur. Ancak çocuğun aynada kendine

bakarken; kendini yalnızca karşısındaki diğer kişiyle bütünleştirdiği Ayna Evresi’nin sonraki aşamalarında

çocuk giderek bedeninin sınırlarını keşfetmeye ve ayrı bir benlik oluşturmaya başlar: “Özne

yabancılaşmıştır; kimliğinin tutsağı olmakla beraber bir grubun üyesi olmuş, anne-babasının çocuğu ve

onu birey olarak tanımlayan soy isminin taşıyıcısı olmuştur.” 46 Hayalî dönem’deki ego’yu “sahte benlik”

olarak da değerlendiren Laing’e göre: “Sahte benlik, öteki’nin istek ve beklentileriyle ortaya çıkar...Bu,

birinin kendisinin ne olmak istediği veya kim olduğu tanımının yerine diğer insanların onun ne olduğu

üzerine yaptıkları tanımlara göre davranmaktır.” 47

Storey’nin bu tezde incelenecek olan romanlarında Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Saville dış

çevrelerinin onlardan uyum sağlamalarını istedikleri sahte benlikleri ve gerçek benlikleri arasında tercih

yapmak zorunda kalmanın yol açtığı huzursuzluk içindedirler.

Hayalî dönem’de görülen Ayna Evresi aynı zamanda babanın, anne ile çocuğun ikili

bütünlüğünü bozarak çocuğun anneye daha fazla yakınlaşmasını yasakladığı Oedipus evresi’nden

başarıyla çıkılmasıyla tamamlanır. Lacan kuramlarına göre çocuk Oedipus karmaşası’nı aşabilirse gerçek

kimliğine ulaşmış gerçek bir özne olur. Bu da ancak dilin Sembolik Düzen’ine geçişle sağlanabilir.

Hayalî Dönem’ de görülen talep çocuğun annesinin sevgisini talep etmesidir ve bu nedenle

doyurulamaz niteliktedir. Bu aşamada aradığı doyum annesiyle doğum öncesindeki bütünlüğünün verdiği

güven ve mutluluk hissinde yatar. Ancak buna ulaşması artık mümkün olmadığından kendine başka bir

alan bulur: bu arz alanı ise “dil”dir. Arz, gereksinim düzeyinde gölgelenmiş olanı içerir. Dilde ise gerçek

anlamlara tamamen ulaşamayız: “Her zaman, söylediklerimiz ve kastettiklerimiz arasında bir boşluk

vardır. Dil, arz ile bağlantılıdır. Arz ise benlikteki temel bir eksiklik, yoksunluktur.”48 Aynı boşluk ve

bölünmüşlük Ayna evresi’ndeki bölünmüş özne olan çocuk ile bütün bir imge olan annesi arasındaki

ilişkide de görülür.

27

Sembolik düzen’e geçiş öncelikle çocuğun yaşadığı yoksunluk -anneyle bütünleşme hazzından

yoksun olma durumu- deneyimini ve kendi sınırlılıklarını kabullenmesiyle başlar. Erkek çocuk için bu,

Lacan’ın Sembolik düzen’de dilin ve kültürün kısıtlamalarıyla bağdaştırdığı Babanın Kanunu’ nun

-çocuğun anne ile doğum öncesindeki gibi bir bütün olma hazzını yeniden yaşama isteğinin engellenmesi

durumunun- bilincine varmaktır. Lacan esas babanın değil, hayalî babanın çocuğu kısıtladığını savunur.49

Bu baba figürü aynı zamanda süperego’nun da temelidir. Bu bağlamda Elizabeth Roudinesco Lacan’ın

Babanın Kanunu terimini dil/Sembolik ile nasıl ilişkilendirdiğine değinmiştir:

Eğer insan toplumu dilin üstünlüğünün (öteki/gösteren) hâkimiyeti altındaysa, bu demektir ki toplumun baba ile ilgili olan bölümü de her öznenin tarihsel yapılanmasında benzer bir yer kaplamaktadır. Lacan bu konumu başlangıçta “babanın işlevi” olarak; sonra “sembolik babanın işlevi” ve daha sonra da “babaya dair bir sembol” olarak tanımlamıştır; ikincisini kendi içinde işlevi olan bir kavram olarak nitelendirmiştir: Babanın Adı.50

Kız çocuk için ise bu düzene geçiş erkek otoritesini ve üstünlüğünü kabullenmek anlamına gelmektedir.

Fakat her iki durumda da çocuk dilin Sembolik Düzen’ ine geçmek için -aslında farkında olmadan aradığı-

anneyle bütünleşme hazzından vazgeçmek zorundadır. Bu hazdan yoksun kalma durumunu

değerlendiren Lacan Sembolik Düzen’e geçişi “kastrasyon” a benzetir. Ancak Lacan’a göre kastrasyon,

Freud kuramlarında olduğu gibi fiziksel bir deneyim değil; dile girişle birlikte karşılaşılan toplumsal kanun

ve kuralları içeren sembolik bir kavramdır.

İnsan varoluşundaki temel yoksunluk, özneyi ulaşılması imkansız bir ihtiyaca sürükler. Bu

nedenle özne hiçbir zaman ulaşamayacağı haz arayışı içinde bir nesneden diğerine gidip gelir: “Bireyler

yaşam boyu haz arayışları sürecinde durmadan nesne ve hedef değiştirirler...Fakat hiçbir nesne -bu nesne

bir insan, bir şey, cinsellik veya inanç da olabilir- bu isteği sonsuza dek yatıştıramaz.” 51

Lacan’a göre bütünlük hazzı arayışı, benliğin -hatta bedenin- bölünmüş olduğu hissini ortadan

kaldırma ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Bireyi toplumsallaştıran dil onu hem özne’leştirir hem de artık

bir parçası haline geldiği toplumun kurallarına uymasını gerektirir ve aynı oranda yabancılaşmasına neden

olur: “Sembolik’in rolü insanın cinsel ve saldırgan içgüdülerinin normalleştirilmesi ve insanın sosyal ve

28

kültürel varlığının tanınmasını sağlamaktır; fakat bütün bunlar aynı zamanda insan üzerinde bir tür

yabancılaşma etkisi oluşturur.” 52 Bunun sebebi özne’nin toplumsal yaptırımlar içinde kaybolması, kendini

başkalarının görüşlerine göre değerlendirmeye ve hayatı kalıplaşmış bir takım yargılar doğrultusunda

yaşamaya başlamasıdır. Bu bağlamda Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Saville dilsel/Sembolik düzen’e

geçmekle birlikte sosyal anlamdaki kastrasyon’la (engellenmişlikle) karşılaşırlar ve kendilerini, gerçek

benlikleri ve toplumsal kurallar arasındaki çatışmanın içinde bulur ve benliklerinin hiçbir zaman tamamiyle

bütünleştiremedikleri ruhsal ve bedensel yönleri arasında gidip gelirler.

Sembolik düzen’e geçiş, cinsiyetler arasındaki farklılığın ve penis ile onun yokluğunun bir

göstergesi olan fallus’u 53 Babanın Kanunu’nun göstergesi olarak kabul etmek anlamına gelir.

İnsanoğlunun toplumda bir özne olması Sembolik düzen ile (‘eksik’ olanın yani fallus’ un ifadesiyle)

sağlanacaktır. Özne bu düzendeki gelişimi kabullenmek zorundadır. Hayali düzen’de kalan birey

toplumsal bir varlık olamaz ve psikoza sürüklenir. Sembolik düzen’de birey, kendisiyle dış çevresi

arasındaki ayrımı net olarak algılamaya, dolayısıyla kendisini özne veya ben, kendi dışında kalan her şeyi

nesne veya öteki olarak görmeye başlar. İncelenen üç romanda Colin Pasmore, Yvonne ve Colin

Freestone ve Colin Saville kendileriyle çevreleri arasındaki ayrıma sık sık değinirler.

Gerçek düzen ise Hayali ve Sembolik düzen’ler içinde en derin ve ulaşılamaz olanıdır. Ölüm ve

cinsellik gibi temel ve duygusal açıdan yoğun yaşantılarla ilgilidir ve ancak Lacan’ın joissance olarak

adlandırdığı kısa süreli ve geçici coşku ve şiddet anlarında bilince ulaşır.54 Storey’nin bu tezde ele alınacak

olan üç romanında da Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Freestone ve Colin Saville ruhsal bunalım

süreçleri sırasında zaman zaman bu gibi coşkulu anlar yaşarlar ve böylece Gerçek düzen’e ait bazı

noktaların farkına varıp, kendileri ile ilgili çözümlemelerine katkıda bulunmuş olurlar.

Lacan Sembolik, Hayali ve Gerçek düzen’in birbirleriyle etkileşim halinde olduklarını savunmuştur:

Sembolik, Hayalî ve Gerçek düzen -Gerçek düzen dış gerçeklikle eş anlamlı olmayıp özne için gerçek olan anlamında kullanılır- birlikte var olduklarından ve özne’de birleştiklerinden, aynı zamanda, bu üç düzen özne’yi öteki’lere ve

29

dünyaya bağladığından bu düzenlerden birinde olan bir değişiklik diğerlerinde de yankı bulur. 55

Storey’nin bu tezde ele alınacak olan eserlerinde Colin Pasmore -romanın sonunda evine geri

dönmesi- ve Yvonne Freestone -akıl hastanesinin kendine özgü işleyiş düzeni bağlamında- Sembolik

düzen’de, aynı zamanda Yvonne -soyut düşünceleri nedeniyle- Hayalî düzen’de de kalmış ve bu iki

karakter kendi gerçeklerinin dünyası olan Gerçek düzen’e geçememişlerdir. Ancak Colin Saville uzun süre

Sembolik’in yaptırımlarına boyun eğdikten sonra, romanın sonunda evi terk ederek Gerçek düzen’e

geçmeyi amaçlamıştır. Diğer taraftan eserler genel anlamda incelendiğinde bu üç düzen arasında

karakterlerin benliklerini huzursuz eden bir dengesizlik olduğu görülmektedir.

Lacan’ın ideal ego ve egonun ideali kavramları incelenecek olan romanlar bağlamında önem arz

etmektedir. İdeal ego kişinin kendini nasıl gördüğüyle; egonun ideali ise kişinin dışarıdan nasıl

göründüğüyle ilişkilidir. Bu tezde ele alınacak üç romanda Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Freestone ve

Colin Saville, ideal ego’ları ile egolarının ideali; başka bir deyişle kendi istekleri ve toplumun onlardan

bekledikleri arasındaki farklılıkların yarattığı huzursuzluğa maruz kalırlar.

R.D.Laing ise Bölünmüş Benlik adlı eserinde toplumsal baskıların, bireyin kendi özgürlüğünü

yaşama ihtiyacını yok sayarak, dayattığı kurallara uymayı reddeden bireylere yaşattığı ruhsal çöküntüleri ve

bunun ciddi ruhsal rahatsızlıklar boyutundaki ileri aşamalarını incelemiştir. Laing bu durumdan

kaynaklanan derin kişisel ve sosyal bölünmelerin daha detaylı biçimde ele alınması gerektiğini düşünür:

Şizofren terimi benliği ikiye bölünmüş bireyi tanımlar. Benliğin bölünen ilk yarısında bireyin dış dünya ile bağlantısı kopuktur; ikincisinde ise kendisiyle olan bağlantısında sorunlar vardır. Bu birey başkalarıyla birlikte de yaşayamaz kendi kendine de; aksine kendini çaresiz bir yalnızlık ve dışlanmışlık içinde bulur: dahası kendini bir bütün olarak değil bölünmüş biri olarak algılar, muhtemelen bedenine güçsüzce bağlı olan aklını, iki ya da daha çok benlik ve daha fazlası olarak görür.56

Storey’nin Pasmore adlı eserindeki Colin Pasmore ve A Temporary Life adlı eserindeki Yvonne

Freestone, Laing’in yaptığı bu tanımlamaya bazı yönlerden uymaktadır. Saville adlı eserdeki Colin

30

Saville’in yaşadığı ruhsal çöküntü ise ağır olmakla birlikte çoğunlukla şizofreni özelliği

barındırmamaktadır.

Beden-ruh ikilemine psikiyatristlerin getirdiği bu gibi yorumlar sonraki bölümlerde her üç

romandaki karakterler ve yaşadıkları içsel çatışmalar bağlamında ayrıntılı olarak ele alınacaktır.

31

NOTLAR _______________________________ 1 A.Kadir Çüçen, Bilgi Felsefesi (Bursa: Asa Kitabevi, 2001), 123-124. 2 a.g.e, 105-107. 3 Duane P.Schultz, Sydney Ellen Schultz, Modern Psikoloji Tarihi, çev.Yasemin Aslay (İstanbul: Kaknüs Yayınları,2001),108-109. 4 Çüçen, 198-224. 5 a.g.e., 239. 6 Bertrand Russell, Dış Dünya Üzerine Bilgimiz, çev. Vehbi Hacıkadiroğlu (İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1996), 60-70. 7 Sigmund Freud, The Ego and The Id, çev. Joan Riviere, ed.James Stratchey (New York: W.W.Norton & Company Inc., 1960), 14-15. 8 Sigmund Freud, Psikanalize Yeni Giriş Dersleri, çev. Selçuk Budak (Ankara: Öteki Yayınları, 2000), 104. 9 Sigmund Freud, The Ego and The Id, çev.James Strachey (New York: W.W. Norton & Company,Inc. ,1960), 15. 10 Sigmund Freud, New Introductory Lectures on Psyhoanalysis, çev.James Strachey (New York: W.W. Norton & Company,Inc.,1965), 93. 11 Sigmund Freud, The Ego and the Id and Other Works, ed. James Strachey (Londra: The Hogarth ress Limited, 1986),c.19, 25. 12 Freud, 2000, 88. 13 Freud, 2000, 85. 14 David Stafford-Clark, What Freud Really Said (Harmondsworth: Penguin Books Ltd., 1976),137. 15 Freud, 1986, 36. 16 Darian Leader ve Judy Groves, Lacan, çev. Gül Çağalı Güven (İstanbul : AD Yayıncılık A.Ş., 1997),48. 17 Engin Gençtan, Psikanaliz ve Sonrası (İstanbul: Metis Yayınları, 2002), 26. 18 Schultz, 533. 19 Sigmund Freud, Rüyalar, çev. İbrahim Türek (İstanbul: Varlık Yayınları, 1965), 195. 20 Sigmund Freud, Collected Papers, çev.James Strachey (New York: Basic Books,Inc.Publishers,1959),c.5,138-139 21 Anthony Stevens, Jung (Oxford: Oxford University Press, 1994), 86. 22 Violet de Laszloi, The Collected Works of Carl Jung (New York: Random House Inc., 1959), 112. 23 Carl Jung, Bilinç ve Bilinçaltının İşlevi, çev. Engin Büyükinal (İstanbul: Say Yayınları, 1997), 69. 24 Frieda Fordham, Jung Psikolojisinin Ana Hatları, çev. Aslan Yalçıner (İstanbul: Say Yayınları, 1983), 16. 25 Gençtan, 161. 26 Carl Jung, On The Nature of The Psyche, The Colected Works of C.G.Jung, çev.R.Hull (New York: Princeton University Press, 1973), c.8, 95. 27 Carl Jung, C.Kerenyi, Essays on a Science of Mythology, Colected Works, çev. R. Hull (New York: Princeton University Press,1949),c.22, 100-103. 28 Carl Jung, Analitik Psikoloji, çev. Ender Gürol (İstanbul: Payel Kitabevi, 1997), 154-155. 29 Carl Jung, The Archetypes and the Colective Unconscious, çev. R.Hull (New York: Princeton University Press, 1980), 12-13. 30 Jolande Jacobi, The Psychology of C.G. Jung (Londra: Routledge & Kegan Paul Ltd., 1968), 28. 31 Ufuk Ege, Batı Kültüründe Yabancılaşma Kuramları ve David Storey’nin Romanlarında Yabancılaşma Teması (Ankara: Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları, 2002), 21. 32 Gençtan, 167. 33 Stevens, 53. 34 Gençtan, 168. 35 Fordham, 67. 36 Gençtan, 171. 37 Carl Jung, Collected Works: The Development of Personality, çev.R.Hull (Londra: Princeton University Press , 1981),c.17, 91. 38 Stevens, 62. 39 Carl Jung, Psychological Types, çev. H.G.Baynes (New York: Bailliere,Tindal and Cox, 1976), 212.

32

40 June Singer, Boundaries of The Soul, The Practice of Jung’s Psychology (New York: Anchor Books, Doubleday, 1994), 134. 41 Gençtan, 186. 42 Jacobi, 19-20. 43 Anika Lemaire, Jacques Lacan (Londra: Humanities Press, 1977), 188. 44 Ellie Ragland-Sullivan, Jacques Lacan and The Philosophy of Psychoanalysis (New York: University of Illinois Press, 1987),130. 45 Leader-Groves, 21. 46 Madan Sarup, Jacques Lacan (Hertfordshire: Harvester Wheatsheaf, 1992), 65. 47 R.D.Laing , Bölünmüş Benlik, çev. Selçuk Çelik (İstanbul: Kabalcı Yayınevi,1993), 99. 48 a.g.e., 13. 49 Lemaire, 86. 50 Elisabeth Roudinesco, Jacques Lacan, çev. Barbara Bray (New York: Columbia University Press, 1997), 248. 51 Sarup, 67. 52 Lemaire, 181. 53 Sarup, 108. 54 M.Keith Booker, A Practical Introduction to Literary Theory and Criticism (New York: Longman, 1996), 35. 55 Jacques Lacan, Speech and Language in Psychoalanysis, çev.Anthony Wilden (New York: The Johns Hopkins University Press,1991), 161. 56 R.D.Laing, The Divided Self: An Existential Study in Sanity and Madness (Harmondsworth: Penguin, 1965), 17.

BÖLÜM II

PASMORE’ DA BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE OTOBİYOGRAFİK

AÇIDAN İNCELENMESİ

Bu bölümde, öncelikle İngiltere’nin kuzeyindeki Yorkshire kömür madenleri bölgesinde doğup

büyüyen ve aldığı tarih eğitimi sonrasında güneyde, Londra’da bir kolejde tarih öğretmenliği yapmaya

başlayan ve buraya yerleşen evli ve üç çocuk babası Colin Pasmore’un gördüğü kâbuslarla başlayan daha

sonra eşinden, çocuklarından, işinden, kısacası hayattan kopması ve bunalıma girmesiyle devam eden

ruhsal çöküntü sürecini konu alan ve adını romanın baş kahramanı Colin Pasmore’dan alan Pasmore adlı

roman ele alınacaktır. Çünkü diğer iki roman gibi bu roman da Storey’ nin, bütün kahramanlarının

çevreleriyle ve kendileriyle olan ilişkilerinde meydana gelen aksaklıkları ortaya koymak için kullandığı bir

tema olan içsel çatışma ve bunalımı içermekte ve Storey’nin kendi geçmişinin dayandığı madenci toplumu

ve bu toplumun değer yargılarının bireyde oluşturduğu baskılar, öğretmenlik yapmaktan duyulan

hoşnutsuzluk, beden-ruh ikilemi, çocuklarından ilgi ve itaat bekleyen anne-babalar gibi otobiyografik

unsurlar barındırmaktadır.

Londra’da yaşayan tarih öğretmeni Colin Pasmore’un ruhsal bunalımını anlatan Pasmore’ da,

kahramanın durumunu ve bunun nedenlerini daha kapsamlı açıklamak üzere ailesi, eşi ve çocuklarıyla ile

olan iletişimi hakkında ayrıntılı betimlemelere yer verilmiştir. Yirmi dokuz yaşındaki tarih öğretmeni Colin

Pasmore, Sembolik’e ait olan her şeyden: önceleri zevk aldığı ancak şimdi bıkmış olduğu işinden ve artık

çekici bulmadığı eşi Kay’ den ve çocuklarından vazgeçerek, evli bir kadın olan Helen ile yasak bir ilişki

yaşadığı iki odalı apartman dairesine yerleşir ve böylelikle Hayalî Dünya’nın Sembolik’in

kısıtlamalarından ve yaptırımlarından uzak düzenini kurmaya çalışır. Ancak Lacan’ın Ayna Evresi’nde

34

olduğu gibi Colin, yeni düzeninde de bölünmüşlük duyguları içindedir: “Elleri, kolları, ayakları...sanki

kaybolmuştu, ona tanıdık gelmiyorlardı.”1

Colin Pasmore’un bakış açısının yansıtıldığı ifadelerle ve üçüncü kişinin ağzından anlatılan

romanda kahraman, okul ve evlilik hayatından duyduğu hoşnutsuzluğa daha fazla dayanamaz ve

bölünmüşlük duyguları içinde eylemlilik ve eylemsizlik arasında gidip gelmeye başlar. Lacan söylemine

göre Sembolik’te kendini kaybeden özne, kendi hayatını başkalarının görüşlerine göre yönlendirmenin

yarattığı sıkıntılarla karşılaşır ve kendince çözüm yolları bulmaya çalışır. Sorununun ne olduğunu tam

anlamıyla bulamayan Colin, Jung kuramlarına göre benlik bölünmesi sorunu yaşamaktadır: “Benlik

bölünmesi problemi yaşayan insanlar genellikle huzursuz ve keyifsiz olmaktan ve hayatın onlara anlamsız

gelmeye başlamasından yakınırlar.”2 Romanın sonunda bunalımdan kısmen de olsa kurtulduğunda evine

geri dönen Colin’in bu durumu hem yenilgiyi hem de iyileşmeyi göstermekte, aynı zamanda da Jung’un

teorisinde olduğu gibi zıtlıkların düzenleyici niteliğini ortaya koyar:

Klasik Çin felsefesi, karşıt iki evrensel ilke tanır: Aydınlığın adı “Yang”, karanlığınki “Yin” dir. Bunlardan birinin gücü doruk noktasına ulaştığında karşıt ilke hemen filizlenir ve coşar. Burada iç çatışkıdan doğan ruhsal bir denkleştirme ilkesinin imgeselleşmiş açıklaması yatar...Hoşnutsuzluk ve umutsuzluk veren bölünme olgusu beraberinde yeni bir ışık da getirir. 3

Storey, Colin’in durumu ile ilgili sonuçlara varmamış bunu okuyucuya bırakmıştır, ayrıca

kahramanın yaşadığı olayları ve ruhsal çatışma anlarını olduğu gibi betimlemiş ve kendi yorumunu

katmamış, böylelikle müdahaleci bir tutum içinde olmamıştır.

Colin’in babası, Storey’nin de bir zamanlar yaşadığı kuzey İngiltere’nin Wakefield madencilik

bölgesinin kültürünü yansıtması, Colin ile aralarında geçen tartışmaların Colin’in içsel çatışmalarının

nedenlerine ışık tutması ve bu çatışmaları daha da netleştirmesi bakımından eserdeki önemli işlevsel

karakterlerden biridir. Lacan söylemindeki Babanın Kanunu; başka bir değişle Freud kuramları

bağlamında super-ego Colin’in hayatında önce ebeveyn otoriesi daha sonra da Sembolik’in yaptırımları

aracılığıyla etkisini her zaman hissettirmiştir. Ayrıca romandaki bir diğer önemli karakter de romanın

35

sonlarına doğru Colin’in yaşadığı karmaşayı netleştirmesine yardımcı olan iş arkadaşı Coles’ dur. Coles,

Jung’un teorilerine göre dışa dönük bir karakter tipi sergiler.

Diğer taraftan Colin’in anne-babası, Coles, Helen, ressam Newsome ve eşi Marjorie, Colin’in

yokluğunda Kay ile ilgilenen Fowler romanın başından sonuna dek yapıları değişmeyen karakterlerdir (flat

characters) ve romanda sergiledikleri özellikler açısından iç tutarlılıklarını yitirmezler. Diğer taraftan

Sembolik’teki her şeyi terk etmeye karar veren Colin bunu tam olarak başaramadığından, Kay ise Colin’in

ayrılık kararını duyduktan sonra her zamanki soğukkanlılığını yitirip, sonraki günlerde Colin’e daha önce

hiç olmadığı kadar güçlü görünmeye çalıştığından değişken (round character) tipte karakterlerdir. Lacan

söyleminde çocuğun anneyle bütünleşme ve kendini doğum öncesindeki gibi güvende hissetme ihtiyacı

duyduğu gibi, Kay de henüz yitirmiş olduğu -ona göre- düzenli bir hayatın verdiği güven hissinin

eksikliğini duymaktadır. Jung teorileri bağlamında Kay ve Colin de duygu ve düşüncelerini kolaylıkla ve

düzenli bir biçimde ifade edemeyen ve daha çok iç dünyalarıyla ilgilenen içsel sezgisel tipte karakterlerdir:

Bu tiplerin gölge ilkörnekler’i dışa dönük duygulardır. Bu duygular genellikle bilinçdışında tutuldukları için bu tipte insanlar dış gerçeklikle olan bağlantılarını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır...Gerçeğe olan uzaklıkları kadar iç dünyalarına yakındırlar.4

Storey bu eserinde diğer eserlerinde olduğu gibi oldukça akıcı ve yalın bir dil kullanmış, anlatımını

bazı sembolik ifadelerle, tekrarlanan bazı unsurlarla ve yapısal paralelliklerle zenginleştirmiştir.

Diğer taraftan Colin Pasmore’un ailesinin yaşadığı kuzey İngiltere’deki madencilik yerleşimleri

ve o toplumun kapalı kültürü, babasının madenci olması, öğretmenlik yapması fakat bundan hoşnut

olmaması, evli ve çocuklu olması gibi pek çok unsur Storey' nin hayatıyla yakından ilgili olduğundan

barındırdığı otobiyografik özellikler bağlamında önem arz etmektedir.

Yaşamının ilk yıllarını İngiltere’nin kuzeyindeki Wakefield, Yorkshire bölgesinde, öğrencilik

yıllarını ise kuzey ve güney arasında yaptığı tren yolculuklarıyla geçiren David Storey’nin ideal ego’su ile

ego’sunun ideali arasındaki ikilemin yarattığı -eserlerindeki kahramanlarına da yansımış olan- beden-ruh

çatışmasının başlangıcını bu yıllara dayandırmaktadır. Yazar, hafta sonları kuzeyde Leeds Rugbi

36

Takımı’yla yaptığı dört sezonluk sözleşme gereği futbol oynamakta, hafta içi ise burslu öğrenci olmaya hak

kazandığı Slade Güzel Sanatlar Okulu’nda derslere gitmekteydi. Storey İngiltere’nin toplumsal yapı olarak

birbirinden oldukça farklı olan bu iki bölgesi arasında geçen yıllarını hayatının en kötü dönemi olarak

tanımlar:

İngiltere’nin kuzeyinde bu ikili rolü-bir genci ve genç futbolcuyu-taşımaya kalkıştığım o iki yıl hayatımın en mutsuz dönemiydi. Bu iki faaliyetle kişiliğimin uzlaşmaz iki yönünü -içine kapanık ve sezgisel bir varlıkla; bunun anti-tezi olan sert, fiziksel ve dışadönük olanı- uzlaştırmaya çalışıyor gibiydim.5

Pasmore’un kahramanı Colin Pasmore da Storey gibi madenci bir babanın oğludur. Eğitimini

tamamlayıp Wakefield’dan ayrılmış ve Londra’nın kuzeyine yerleşmiştir. Colin’in bu durumu Storey’in

yaşantısıyla paralellik gösterdiğinden romandaki otobiyografik unsurlardan biri olarak karşımıza

çıkmaktadır. Babasının, Storey’nin hayatını kolaylaştırmak için çektiği sıkıntılar yazarı derinden etkilemiş

ve eserlerine yansımıştır. Ayrıca Slade Güzel Sanatlar Okulu öncesinde Wakefield Resim Kolejinde

başladığı resim eğitimi Storey’i bir ikilem içine sürüklemiş ve babasının, hayatını kazandığı fiziksel iş gücü

ile kendi sanatsal yaşam tarzını bağdaştırmakta güçlük çekmesine sebep olmuştur:

O zamanlar yaklaşık altmış yaşında olan babam maden ocağından yorgunluktan bitip tükenmiş bir durumda eve gelip beni çiçeklerin resmini çizerken, bir bulut hakkında bir şiir yazarken bulduğunda hakkımda başka ne düşünebilirdi ki? 6

Storey’nin ve bu tezde incelenecek olan ana kahramanlarının geçmiş sosyal çevreleri olan ve

çoğu erkeğin madenlerde çalışarak geçindiği Wakefield bölgesinde fiziksel güç gerektiren faaliyetler takdir

edilirken düşünsel ve sezgisel güç gerektiren sanatsal faaliyetler kadınlara yakıştırılmış, vakit kaybı olarak

nitelendirilmiş ve hatta küçümsenmiştir. Daha önce incelenen Jung söyleminde olduğu gibi Storey’nin

anima’sı (kadınsal ve dolayısıyla duygusal yönü) batı kültürü tarafından dışlanmıştır. Bu durum Storey’nin

kendisini ve eserlerindeki sanata ilgi duyan karakterleri kendi öz çevrelerinden uzaklaştırmış ve düşünsel ve

sanatsal yaşantının değer gördüğü Londra çevresine yakınlaştırmıştır: “Londra’ya, saklanmaya gelmiş; tren

37

banliyölere ulaşır ulaşmaz fiziksel bir rahatlama hissetmiştim. Deliğinden dışarı fırlamış bir tavşan

gibiydim. Buraya sıradan, tanınmayan biri olarak yaşamak için geldim.”7

Ancak her iki çevreye de tam anlamıyla uyum sağlayamayan bireyler zamanla yaşadıkları

toplumun beklentileri ve edindikleri sosyal statülerin getirdiği sorumluluklardan bunalır ve bir kaçışa

yönelir. Freud’un teorileri bağlamında karakterlerin yaşadığı id/ruhsal yön ve superego/toplum çatışması bu

kaçış isteğini tetikler . Çünkü aşırı zorlanan ego yoğun kaygı ve suçluluk duymaya başlar: “Vicdanın

istedikleri ile egonun gerçek uygulamaları arasındaki gerilim suçluluk duygusuna sebep olur. Sosyal

duygular aynı ego ideali’ne sahip olan diğer insanlara özgü tanımlamalara dayanır.”8

Yazarın Pasmore adlı romanı da yukarıda bahsedilen türden bir kaçışın öyküsüdür. Eserde

Londra’nın kuzeyinde bir kolejde tarih öğretmenliği yapan Colin Pasmore’un uzun süredir gördüğü

kabuslardan birinden uyanmasıyla başlayan ruhsal bunalım süreci karakterin ailesi, eşi, çocukları ve

arkadaşlarıyla iletişimi bağlamında ortaya konmuştur: “Bu süreç Colin’in gördüğü tuhaf ve korkunç

rüyalarla başlar ve sonunda Colin’in hayatı bu tuhaf ve korkunç rüyanın kendisi oluverir.”9 Storey, eserde

bu rüyalardan yalnızca birine değinmiş ve okuyucuya Colin’in iç dünyası hakkında aydınlatıcı ip uçları

sunmuştur. Colin’in kendini bir yarışta koşucu olarak gördüğü fakat hep gerilerde kaldığı rüyayı ve buna

benzer rüyalardan her seferinde dehşet içinde uyanmasını Freud’un rüya imgelerinin sembolik olduğu ve

çoğunlukla bir rahatsızlığın altında yatan sebepler hakkında önemli ipuçları verdiği konusundaki

görüşlerinden yararlanarak değerlendirmek mümkündür: “Bir rüyanın gizil (latent) içeriği çeşitli

mekanizmalarla ‘görünür içeriğe’ dönüştürülür. Bu mekanizmaların başlıcaları: simgeleştirme, daraltma,

yer değiştirme ve yansıtmadır.”10

Freud’un kuramları bağlamında Colin, hayatı simgeleştirmiş ve bir yarış imgesine bürümüştür.

Bu bağlamda Colin’in rüyasındaki yarış onun git gide karmaşıklaşan yaşantısını, yarışta hep gerilerde

kalmasının ise son zamanlarda hissettiği, hayatın dışına itilmiş duygularını temsil ettiği söylenebilir. Bu da

Freud söylemindeki yer değiştirme aşamasına denk gelir. Ayrıca Colin’in bunu eşi Kay’e anlatırken

38

kullandığı ifadeler de kahramanın ruhsal durumunu ve yaşadığı çelişkileri ortaya koymaktadır: “Yarışta

sonuncu olmama rağmen yarışın bitmesini istemiyorum.”(P.,18) Katıldığı bir yarışta sonuncu olan birinin

yarışın bitmesini istememesi, yenilgisiyle yüzleşmek istemeyişi bağlamında oldukça doğal olmakla

birlikte;s bu isteğin yarışçının aynı zamanda yarışın devamında bu durumdan kurtulma umudunu taşıdığını

gösterdiği de söylenebilir. Yarışın bitmesini istemeyişi kendi hayatıyla ilgili karmaşaların rüyadaki

daraltılmış halidir. Bu rüya bir bakıma Colin’in romanın sonunda bunalımından kurtulup evine geri dönüşü

açısından ip ucu niteliğindedir. Bu aşama da rüya analizine göre ikinci gözden geçirmedir.

Romanda ana karakterin yaşadığı bölünmüşlük hissi, eylemlilik ve eylemsizlik durumları

arasındaki gidiş gelişi, sürüklendiği ruhsal bunalım süreci ve bunun sonrasında ailesine geri dönüşü konu

alınmıştır. Colin’in bedeni ve ruhu arasındaki bölünmüşlükte “beden”i: dış dünyası, ailesi ve anne-babası

ve bunların ondan beklentileri ile başka bir deyişle Sembolik’te temsil edilirken; “ruh”u ise Colin’in iç

dünyası ve düşünceleri ile betimlenen Semiotik’i ifade eder. Jung bağlamında içe dönük sezgisel bir

karakter olan Colin kendi dinamikleriyle dış dünyası arasında uyum sağlayamaz, ruhsal enerjisini -

libido’sunu- yitirir, yabancılaşır ve bu sebeple mutsuz olur.

Romanın belli bölümlerinde tekrarlanan yaşlı adam ile köpeği ve bebeklerini gezdiren kadınların

tasviri Colin’in aklının karmaşıklığına tezatlık oluşturan nitelikteki durağanlıklar olup, dış dünyasındaki her

şeyin her zamanki sıradanlığıyla sürdüğünü, onun dışındaki herkesin hayatını -en azından göründüğü

kadarıyla- düzenli bir biçimde devam ettiğini göstermesi açısından önem arz etmektedir.

Colin’in karmaşık ruh hâli romanda ilk kez okuldan öğretmen arkadaşı Coles’a hayatındaki her

şeyin aslında ne kadar boş olduğunu ifade ettiği konuşmasında ortaya konmuştur: “Hangi açıdan değil ki?

Hayat her anlamda boş.”(P.,8) Hayatından memnun değildir ve ne olduğunu bilemediği fakat eksikliğini

hissettiği bir şeyler olduğuna inanmaktadır. Bu durum Laing’in teorileri bağlamında benlikteki bütünlük

eksikliği tanımlamasına uymaktadır: “İnsan kendini yaptığı işe veremiyorsa veya kendini verdiği iş ona

anlamsız geliyorsa işte o zaman bir boşluk hissi yaşar.”11 Lacan’a göre ise benliğin bölünmüşlüğü Colin’in

39

aynada gördüğü varsayılan ve toplumun onayladığı ve ona yansıttığı dıştan görünen hali ile asıl benliği

arasındaki parçalanmalardan kaynaklamaktadır. Ayrıca Lacan’a göre Ayna Evresi’nde: “Ego bütün ve

tamamlanmış görünse bile, bunun ötesinde sadece parçalanmış, eşgüdümsüz beden vardır. İşte bu yüzden

ego, daima bütünün rahatsız edici eksikliklerini gizleyen akıl almaz bir araç olmuştur.”12

Colin, aynı zamanda yaşadığı çevrenin ondan beklentilerini sorgulamaya başlamıştır: “Bütün bu

insanlar benim, karıma ve çocuklarıma iyi davrandığımı, hayatım boyunca titizlikle ve çok çalıştığımı

nereden bilecekler ya da bunu neden önemsesinler ki?” (P.,14) Yaşam tarzının toplum tarafından

yönlendirilmesi düşüncesine -Sembolik düzen’e- karşı çıkar ve bunun anlamsız olduğunu düşünür ancak

Sembolik’in bir parçası haline gelmiş olması yaşadığı çatışmayı derinleştirir. Daha özgür yaşamak için

geldiği Londra’da Wakefield’daki kadar baskı altında olmasa da süper-ego’nun bir yansıması olan

toplumun genel beklentilerinin -iyi bir eş ve baba olması gerektiği konusundaki genel yargıların-

İngiltere’nin kuzeyi ve güneyi arasında pek de farklılık göstermediğini görmüştür.

Başlangıçta dış dünyasına ait unsurlar: mesleği ve araştırmaları, onun için önemliyken yaşadığı bu

bunalımdan ötürü hayatındaki her şey gibi bunlar da anlamını yitirir, yaşam enerjisi tükenir. Colin’in de

Storey gibi madenci işçi sınıfı kökenli bir aileden geldiği, tutucu ve yasakçı gelenekler ve toplumsal

kurallarla -oldukça güçlü bir ego ideali ile- yetiştirildiği ve bunları her fırsatta eleştirdiği ve sorguladığı

görülmektedir: “Sence ahlâk mantıklılığın bir işlevi midir? Bence -işçi sınıfının özlü sözlerle bezenmiş

dünyasında yetişmiş biri olarak baktığımda- ahlâk, saplantıların ve geleneklerin oluşturduğu bir

düşüncedir.” (P.,14) Colin, bu tip düşüncelerin sosyal sınıflar arasında farklılık gösterebileceğine ve kendi

sosyal kökeninin -madenci işçi sınıfı- toplumsal kurallara son derece bağlı olduğunu ve kendisindeki bazı

düşünce ve davranış biçimlerinin de bu sınıfa özgü kültürden kalma olduğunu vurgular:

“Ben, bundan yüz yıl önce her on kişiden ancak birinin otuz yaşına kadar hayatta kalabildiği bir sınıftan geliyorum. Bu sınıftan edindiğim iç güdüler sandığın kadar çabuk yok olmuyor...İlgimi çeken her kadınla ilgilenmeyişimin sebebi: ‘bunu yaparsam ne olur?’ korkusudur. Bu öyle bir korku ki Coles, boyutlarını sen bile tahmin edemezsin.” (P.,15)

40

Freud’un kuramları bağlamında, Colin super-ego’nun (toplum ve aile) baskısını üstünde öylesine

hissetmektedir ki evliliğinden hoşnut olmadığı halde, o an için eşinden başka kadınlarla ilgilenme

düşüncesi söz konusu olmasa da bu baskının varlığı onu rahatsız etmeye yetmiştir. Colin, ruhu ile –

Freud’un söylemi bağlamında id’inin istekleri ile- bedeninin (çoğu zaman toplumda yalnızca bedeniyle var

olduğunu düşünür) göstermesi gereken davranışlar arasında zıtlıklar olduğu kanısındadır. Jung söyleminde

olduğu gibi, Colin bu bilgiye içgüdüyle varmıştır: “ İnsanları kendileriyle savaş haline sokan etken, onların

birbirine zıt iki kişiliğe sahip olduğu bilgisine içgüdüyle varmalarıdır”13 Yaşadığı çevreye ait olmadığını,

diğerleri gibi kalıplaşmış bir takım kurallara bağlı yaşamanın saçma olduğunu düşünür ve isyankâr bir

tavırla: “Bu durum bizi şuna getirir, Arthur: aldatma olgusu evliliğin geleneksel çerçevesine nasıl

yerleştirilir?” der. (P.,15). Ancak romanın ilerleyen bölümlerinde, karşısına çıkan Helen adlı evli kadınla

ilişkisini kendi evliliğiyle birlikte yürütmeyi istememiş, uygun olduğunu düşündüğü bir zamanda eşi Kay’e

Helen’den bahsetmiştir. Bu durum Colin’in kendi kültürel ve geleneksel yapısını eleştirmesine rağmen

bunun tam anlamıyla dışına çıkamadığını göstermesi açısından da bir çelişkiyi vurgulamaktadır. Jung’un

kuramları bağlamında, ortak bilinçdışı’nın Colin’e taşımış olduğu “geleneklerine bağlı olma” gizil

imgesinin kendini gösterdiği görülmektedir: “Ortak bilinçdışı, bilinçdışı’nın kişisel olan bölümünden daha

da derinlerde olan bir bölümü, bilincimizin ortaya çıkmayan kısmıdır. Onun varlığını kısmen de olsa

içgüdüsel davranışların gözleminden çıkarabiliriz.”14

Storey’nin, eserlerinde ele aldığı temalardan biri de sorunlu evliliklerdir. Storey böylelikle

Sembolik düzen’in bir temsilcisi olan evlilik kurumunu da eleştirmektedir. Bu durum evliliğin, özellikle de

insanın kendini, kişiliğini ve benliğini bulmasını engelleyip kısıtlamasından ve bireyden -toplumun diğer

üyeleri gibi- kurduğu ailede kendine uygun olan rolü oynaması beklenmesinden kaynaklanmaktadır. Colin

ve Kay’in evlilikleri ilk bakışta sorunlu görünmese de Colin’ in yaşadığı yabancılaşma durumu ve buna

bağlı olarak da gelişen iletişim bozuklukları, eşinden, çocuklarından, işinden soğuması, kısaca üzerinde

baskı oluşturduğuna inandığı bütün unsurlardan -Sembolik’ten- kurtulmaya çalışması, başta evliliği olmak

41

üzere hayatının tüm alanlarına yansımıştır. Bu açıdan Colin’in önce anne-babasının yaşadığı kuzey

İngiltere madenci toplumunun geleneksel baskılarından, sonra da eşi ile birlikte yaşadığı güney İngiltere’de

sahip olduğu sosyal statülerinin (eş, baba, öğretmen olmanın) gerektirdiği sorumluluklardan kaçtığı

görülmektedir. Bu bağlamda Storey’in öz yaşamına ilişkin kaynaklarda yazarın kuzey toplumundan

kaçışının yaşamının sonraki dönemlerinde evliliğine yansıdığına dair bir bilgi bulunmamaktadır. Slade

Güzel Sanatlar Okulunda eğitim görmek için Londra’ya gittiğinde hislerini şöyle dile getirmiştir:

Londra’ya gelmek cennete gelmek gibi bir şey. Burada-Slade’de-sistem doğrultusunda çalışmak zorunda olmanın getirdiği baskılardan kurtulduğumu hissettim. Slade’de sizi tamamen kendinizle baş başa bırakırlardı ve bu da hayatımın en verimli dönemiydi. 15

Daha sonra, evliliğinin hemen ardından eşiyle birlikte Londra’ya yerleşmeleri hakkında da daha

önce de belirtildiği gibi oraya saklanmaya, sıradan biri olarak yaşamaya gittiğini ifade etmiştir. Bu durum

roman ve oyunlarına, özel hayata önem verilmeyen kuzey bölgesinden, aradıkları bu gizliliği ve rahatlığı

bulmak için eğitim süreçlerinin sonunda güneye -Londra’ya- giden karakterler bağlamında yansımıştır.

Bunlar Pasmore’da Colin Pasmore, A Temporary Life’da Yvonne ve eşi Colin-eğitim sebebiyle

Londra’ya gittiği açıkça belirtilmez-ve son olarak Saville’de Colin Saville olarak karşımıza çıkar.

Colin Pasmore bedensel olarak var olduğu bu toplumsal çevrenin beklentileriyle kendi ruhsal

beklentilerini uzlaştıramaz. Persona’sı zamanla kendi kişiliğinin önüne geçer ve giderek dış dünyasına

yabancılaşır: “Biraz abartarak söylersek, persona bir insanın gerçekten olmadığı; fakat kendisinin olduğu

kadar etrafındakilerin de onu öyle sandığı bir durumdur.”16

Bir ailesi, işi ve pek çok tanıdığı vardır. Onlarla yüzeysel bir iletişim kurar; başka bir değişle

toplumun ondan beklediği davranışları yaşamının tüm alanlarında gösterir; ancak mutsuzdur. Freud’un

teorileri bağlamında, id’i (duygusal ve ruhsal isteklerini içermesi açısından) ve super-ego’su -yüce yanı-

arasındaki çatışmalarının neden olduğu baskıyı fazlasıyla hissetmektedir: “Süper-ego, bizim için her türlü

ahlâkî kısıtlamanın temsilcisi, kusursuzluk arayışının savunucusudur; özetle, ruhsal düzlemde

anlayabildiğiniz kadarıyla insan yaşamının yüce yanı olarak tanımlanan şeydir.”17

42

Colin, toplumun isteklerini sorgulamadan yerine getirmeyi doğru bulmaz, kendi bakış açısına ters

düştüğü halde bu istek ve yaptırımlara boyun eğmek zorunda olduğunu hissetmek onu bunaltır. Bütün bu

düşünceleri Colin’i beden/ruh, toplum/birey, Freud kuramlarında belirtildiği gibi super-ego/id gibi ikili

zıtlıklarının neden olduğu içsel çatışmaya sürüklemiştir.

Storey’nin eserlerinde sıklıkla görülen beden-ruh ikilemi otobiyografik unsurlar içermesi

açısından önem arz etmektedir. Bu durum yazarın yaşamında öncelikle çocukluk ve gençlik yıllarında

ilgilendiği resim ve rugbi etkinlikleriyle ortaya çıkmıştır:

Bunu hep hissetmiştim. Slade’de resim bölümünde okurken aynı zamanda rugbi liginde oynadığım sıralarda bu bölünmüşlük hissini fazlasıyla yaşıyordum. Resim kolejindekiler benim kaba saba olduğumu; kuzeydekiler de homoseksüel olduğumu düşünüyordu.18

Resime gerçekten ilgi duyduğunu belirtirken rugbi hakkında farklı nedenler ileri sürmüştür: “İtiraf

etmeliyim ki, rugbi liginde yalnızca ekonomik sebeplerden ötürü oynadım, bu oyunu sevdiğim için

değil.”19 Aynı zamanda Storey’nin rugbi ve madencilik arasında kurduğu bağlantı, onun fiziksel

yoruculuğu olan bu faaliyete bir anlamda babasının ağır çalışma koşulları karşısında duyduğu suçluluk

duygusunu gidermek için katılmış olabileceğini akla getirmektedir: “Rugby, çok sert bir oyundur, vahşi ve

çok yorucudur ve bir adamın yerin dibine inip maden kazmasının hemen hemen bir devamı gibidir.”20

Rugbi/resim, fiziksel/düşünsel faaliyetler Storey’e göre yaşadığı toplumda bir arada var olabilecek eylemler

değildi. Jung bağlamında zıtlıklar bir aradadır ancak burada düzenleyici özellikleri görülmez; aksine benliği

bölen bir konumda bulunmaktadırlar. Storey, sanatsal yeteneğinin onu yaşadığı kuzey toplumundan

kopardığını fark etmiştir:

Özellikle de benim yaşadığım işçi sınıfı toplumumda kural şöyle değiştirilmişti: fiziksel güç gerektiren işler yapmak iyi; düşünce gücünü kullanarak yapılan işler kötüdür. Düşünsel faaliyetler her zaman, oturduğunuz yerde, çaba harcamadan yaptığınız işler olarak görülmüştür.21

Storey, asıl ilgi alanı olan sanatsal çalışmaların kuzey toplumunda takdir edilmemesi ve Slade

Güzel Sanatlar Okulu’nu kazandıktan sonra Londra’da sanatsal yaşama değer verildiğini görmesi üzerine

43

bedensel yönü ile -fiziksel işlerle- kendini kabul ettirdiği kuzey İngiltere’nin Yorkshire bölgesi ile daha çok

ruhsal (düşünsel) yönü ile varolduğu Londra arasındaki zıtlık ve yazarın hissettiği bölünmüşlük duygusu

belirgin hale gelmiştir. Bu durum Jung ve Lacan’ın kuramlarındaki birbirine zıt kavramların yaşamı

etkilemesi düşüncesine uymaktadır. Bu bağlamda Storey ve eserlerindeki kahramanlar-özneler-

yabancılaşmayla karşı karşıya kalırlar.

Sembolik düzen insanı hayvandan üstün kılan özelliklerin ona verildiği düzendir. Aynı zamanda da yabancılaşma nedenidir; çünkü Sembolik düzen özne’deki sembolün öneminin ve gösteren’lerin güvencesinin yitirilmesi demektir.22

Pasmore’da ise daha çok Colin’in ruhsal durumu ve yaşadığı ikilemler üzerinde durulmuştur. Eşi

Kay’in duygularından yalnızca Colin evi terk ettiğinde bahsedilmiştir. Fakat romanın ilk bölümlerinde her

iki eşin de bir tür beden-ruh ikilemi/ benlik bölünmesi (self-division) hissi yaşadıklarına değinilir: “Her

ikisinde de, ilk bakışta görülen, bir bölünmüşlük hissi vardı.” (P.,17) Colin bu durumu gördüğü kabuslar

sayesinde fark ederken, Kay açısından böyle bir farkında olma durumu belirtilmemiştir.

Colin onu Sembolik’e ait kılan unsurlardan biri olan mesleğinden memnun değildir. Öğretmenliği

Storey gibi hem ekonomik nedenlerden dolayı hem de aldığı tarih eğitiminin bir sonucu olarak

yapmaktadır:

Kolejde öğretmenlik yapmaya, temelde alışkın olduğu bir durum olan öğretmenliği sürdürmek için devam etmiştir. Çünkü bu kesin kararlar almak zorunda olmadığı, gerçekten yapmak istediği şeylere karar vermek ve bunların üstünde düşünmek için daha çok zaman ayırabileceği bir konumdu. (P.,19)

Bu bağlamda Storey’nin tüm vaktini yazmaya ayırmadan önce yalnızca ekonomik nedenlerden

ötürü öğretmenlik yapması romanın ana karakteri olan Colin ile Storey arasında otobiyografik bir benzerlik

kurmaktadır. Her ikisinin de işlerine sadece bedensel olarak katılmaları; fakat ruhsal açıdan memnuniyet

duymamaları yaşadıkları bölünmüşlüğü ortaya koymaktadır. Storey, eşine ekonomik açıdan destek olmak

ve yazarlık yaşamına geçiş için yeterli maddi birikimi sağlamak amacıyla resim öğretmenliği yapmaya

karar vermiştir. Fakat ilk başvurduğu okulda resim yerine matematik ve beden eğitimi derslerinde

44

görevlendirilmesi onu hayal kırıklığına uğratmıştır.23 Muhtemelen, bu koşullar altında çalıştığı için ve

dönemin eğitim sisteminde gördüğü aksaklıklardan ötürü-bu durum A Temporary Life ve özellikle de

Saville’de daha belirgin olarak görülmektedir (eserlerinde öğretmenlikten pek de ilgiyle

bahsetmemektedir). Storey kadrolu olarak belli bir okulda uzun yıllar çalışmak istememiş, bu nedenle

geçici görevlendirmeleri tercih etmiştir. Bu bağlamda, güneydeki sanatsal yaşamın onun için çalışma

özgürlüğünü ifade ettiğini bunun da babasının kuzeydeki zor çalışma koşullarının tam tersi olduğunu

bilmek Storey’nin öğretmenliği sabit bir iş olarak yapmak istemeyişine açıklık getirmektedir. “Hayatını

kazanmak için bile olsa geçici görevler aldım. Maaşlı bir hayata asla uyum sağlayamayacağımı

biliyordum.”24

Eserde vurgulanan bir başka nokta ise Sembolik düzen’in bir parçası olan eğitimin bireylerin

hayatında yarattığı sosyal değişimin bireyin iç dünyasını yakından etkilediğidir. Colin de Storey gibi

madenci bir babanın oğludur ve anne-babası kendi hayatlarını onun eğitimine adamışlardır. Colin de

Storey de iyi bir eğitim almış ancak bu eğitim onları ailelerinden ve yaşadıkları Wakefield toplumunun

değerlerinden uzaklaştırmıştır. Bu konuda yapılan bir araştırma belli bir eğitim gören birey ile babası

arasındaki iletişimin iki yönde etkilendiğini ortaya koymaktadır:

“...Eğitim seviyesi yüksek olan babaların çocuklarının aldığı orta okul ve lise eğitimi, anne-baba ve çocuk arasındaki ilişkide aradaki mesafeyi azaltırken; fazla eğitim görmemiş babaların çocuklarının aldıkları eğitimin bu mesafeyi daha da arttırdığı görülmüştür...”25

Lacan’ın söylemi bağlamında, Sembolik’te yaşayan yetişkin bireyler gelişimlerini ilerletirlerse

ötekilerden farklılaşırlar ve bu durum ileri giderse yabancılaşma kaçınılmaz olur: “Yabancılaşan insan

kendi dışında bir yerde yaşar, gösteren’in tutsağıdır; kendi ego imajının ya da ego ideali’nin yarattığı imajın

tutsağıdır. Diğer insanların gözleri onun üzerindedir fakat o, bunu fark etmez.”26

Ancak bu durum aynı zamanda Jung’un “bireyleşme” kavramıyla örtüşmektedir. Kuram

bölümünde değinildiği gibi bireyin kendi benliğini tanıma süreci olan bireyleşme, Jung’un kuramları

bağlamında, aynı zamanda: “İnsanın benlik bütünlüğünün yaratıcı bir eylemidir.”27

45

Storey, roman ve oyunlarında işçi sınıfı kökenli anne-babaların sahip olduğu değerler ve onların

eğitimli çocuklarının edindikleri değerler arasında önemli farklar olduğunu belirtmiş, aynı zamanda

eserlerinde eğitimin aile içi iletişimi nasıl etkilediğini incelemiştir. Bu durumu Richard Hoggart şöyle

özetler:

“İşçi sınıfından gelen ve kazandığı burslarla eğitimine devam eden hemen her çocuk gençlik döneminde çevresine karşı kızgındır. O, her iki zıt kültürün arasında kalmıştır; gerçek eğitimi yetenekleriyle sınanmaktadır, yirmi beş yaşına gelene dek babasına sürekli gülümsemek ve kaprisli kız kardeşiyle, uyuşuk erkek kardeşine saygı duymak zorundadır.” 28

Storey’nin kardeşleri Hoggart’ın bu tanımlamasına uymasa da Storey’nin yazarlığa başladığı

yıllarda babasıyla olan ilişkisi hakkında yaptığı yorum ebeveyn ile çocuk arasında eğitimden kaynaklanan

uzaklığı vurgulaması açısından önemlidir: “Hiçbir uzlaşma ümidi yoktu ve şimdi de yok.”29 Storey bir

ropörtajındaki “Eğitim almanın kötü yönü budur işte, öyle değil mi?...Eğitim yaşamı sizden alır; onu sizin

dışınıza çıkarır, atar.”30 sözleriyle eğitimin bireyi toplumuna yabancılaştırdığından yakınmıştır. Anne-

babalar kendilerinden daha eğitimli olan çocuklarına yabancılaşmış, çocukları da başarılarından dolayı

dahil edildikleri yeni topluma uyum sağlayamamış olmaktan ötürü hem kendi öz toplumlarına hem de bu

yeni topluma yabancılaşmışlardır. Lacan’ın kuramları bağlamında, özne olan anne-baba, nesne’lerinden

(çocuklarından); yine özne olan çocuklar da kendi nesnelerinden (dış dünyadaki her şeyden)

uzaklaşmışlardır.

Storey’nin eserlerinde eğitim çoğunlukla, bireyi toplumsal kökenine yabancılaştıran ve zaman

içinde ruhsal bozukluklara yol açan bir durum olarak ele alınmıştır. Pasmore’da da Colin tarih öğretmeni

olup Londra’da yaşamaya başladıktan sonra babası ile arasındaki duygusal mesafe daha belirgin hale

gelmiştir.

Colin, varlığında hissettiği eksikliği ne yazmakta olduğu eserde ne de özel hayatında

giderebilmektedir: “Nereye baktıysa, ve neyi bulmak için baktıysa bulamadı.” (P.,19) “Eskiden hayatı

tanımladığı ve yerleştirdiği temeller şimdi yok olmuştu sanki.” (P.,20) Bütün bu arayışlar onu ruhsal bir

46

çöküntü sürecine sürükler. Her şeyin anlamını yitirdiğini düşünür, nedenini bulamadığı ruhsal çöküntüyü

evliliğine yansıtır. Sorunun ne olduğunu bulmaya çalışan Colin’in “Eskiden var olan her şey yok oldu, artık

yok.” (P.,28) ifadesi de hayatının alt üst olduğunu göstermektedir. Yaşamı sonu gelmeyen çelişkilerle

dolmuştur. “Kay‘i sevmesine rağmen onunla olmaya dayanamıyordu” (P., 28)

Evliliğinden hoşnut olmayan ve sorumluluklarından -Sembolik düzen’den- bir süreliğine de olsa

kurtulmak isteyen Helen ile kurduğu ilişki de çelişkilerle doludur. Colin ve Helen’i yalnızca bu ortak nokta

bir araya getirdiğinden aslında her ikisi de ruhsal sorunlar yaşayan bu iki bireyin ilişkisi hiçbir zaman yoğun

bir paylaşım içermez. Her ikisi de kendilerine, iş ve aile hayatlarına yabancılaşmış bireylerdir. Helen

Colin’deki beden-ruh ikilemini -onun mesleğine yabancılaşması bağlamında- Colin’in ona akşam

dersleriyle ilgili fikrini sorduğunda ortaya çıkarması açısından romandaki işlevsel karakterlerden biri olarak

görülebilir: “Akşam derslerini beğenmiyorum ve senin için de bir anlam ifade ettiğini sanmıyorum” (P.,34)

Diğer taraftan, Helen ile yaşadığı ilişki Colin ‘in çelişkilerini de yansıtır. Helen gidince bir rahatlama

hissetmesi onun duyduğu vicdan azabından çok yaşadığı çelişkilerle tanımlanabilmektedir. Henüz

yaptıklarını tanımlayabilmiş değildir. Zaman zaman, hayatındaki boşluğu gidermesini beklediği bu kaçışın

işe yaramadığını düşünür ve bu durumu sorgulamaya ve tanımlamaya başlar çünkü Ayna Evresi’nin

bütüncül ego’sunu yaşayarak kendi yansımasını bulmak istemektedir. Bedenini ve ruhunu, fiziksel ve

düşünsel dünyasını bütünleştirme ihtiyacı hisseder ve bu nedenle yaşadıklarını tanımlamak ve huzurlu

olmak ister. Jung ve Lacan da bireyin kendini ve yaşamı tanımlayabildiği ölçüde mutlu olacağını

savunmuşlardır.

Geçmişinde Storey gibi İngiltere’nin kuzey bölgesindeki bir madenci ailede yetişmiş olmanın

yarattığı baskı ve sorumluluk duygularını çağrıştıran yeni bir sorumluluk üstlenmiş olması Colin’in aklını

iyice karıştırır. Aldığı bireysel kararın arkasında durmaya çalışır, fakat bu kararın onun için geçmiş

yaşantısından pek de farklı olmayan bir engel teşkil ettiğini düşünmeye başlar. Sorumluluklarından

kaçmaya çalıştığı bir zamanda başka bir sorumluluk -Helen ile olan ilişkisi ve aldığı ayrılık kararının

47

sorumluluğu- üstlendiğinin farkına varmış ve Sembolik düzen’in neden olduğu engellenmişlik hissini

duyumsaya başlamıştır: “Başlangıçta hayatına yeni giren bu güçleri taşıyabiliyordu. Ancak kısa bir süre

sonra bu durum onun geçmişine eklenen bir parça gibi görünmeye başladı.” (P.,55) Colin, geçmişiyle

sürekli bir hesaplaşma içindedir. Daha önce Jung’un kuramlarında da değinildiği gibi bireyler yaşamlarının

ortalarına yaklaştıkça iç sorgulamalara başlar. Colin’in aile çevresinden çıkıp Londra’ya yerleşmesi,

entelektüel bir birey olma sürecinden geçişi, aile hayatı ve iş hayatının zamanla anlam ve önemini

yitirmesini sorgular. Kay de geçmişinin bir parçası olduğundan, ondan da kaçmaya çalışmıştır, fakat yeni

arayışları da onu mutlu etmeye yaramamıştır. Colin, kaçışının alt üst olan ruh hâlini düzene sokmasını

beklerken aklı büsbütün karışmış, yıllar boyu kurmaya çalıştığı ve alışkın olduğu hayatı bir defada terk

etmiştir. Ancak yerine başka bir şey koyamadığı için var olan huzursuzluğunu giderememiştir. “Ne

olmuştu? Hayatı boyunca kurmaya çalıştığı her şey mahvolmuştu. Hiçbir şey çözülmemişti, açıklığa

kavuşmamış veya bir karara bağlanmamıştı.” (P.,58) Libido’su geriye doğru hareket etmiştir: “Libido

doğal olarak ileri ve geriye doğru hareket halindedir...İlerleme kişinin çevresine olan aktif uyumu, gerileme

ise kişinin kendi iç gereksinimlerine karşı uyumu ile ilgilidir.”31

Storey, Colin ile Helen’i -beden-ruh çatışması yaşayan bu iki bireyi- yan yana getirmekle benlik

bölünmesinin her iki insanda oluşturduğu benzer etkilerini ortaya koymuştur. Helen de eşine ve hayatına

yabancılaşmıştır, hayat ona da anlamsız gelmektedir. Fakat aynı durumda olan Colin ve Helen ‘in

birbirlerini bu bunalımdan çıkarmaya gücü yoktur. Kişisel bilinçdışının deneyimleri ve super-ego’nun

başka bir değişle Sembolik düzen’in kuralları Colin’in ruhsal bunalımının artarak devam etmesine neden

olur: “Ancak mutsuzluğu onu hiç terk etmedi”. (P.,62)

Colin’in bölünmüş benliğinin ona yaşattığı ruhsal çöküntü durumu Laing’in kuramları

bağlamında ele alınacaktır. Laing’e göre şizofren terimi benliği ikiye bölünmüş bireyi tanımlamaktadır32

ancak Colin’i şizofren olarak tanımlamak güçtür çünkü romanın sonunda -aslında bir yenilgi olarak

görülse de- eve geri dönüşü ve bu süreçte yaşadıkları onu bunalımlarından belli bir ölçüde kurtarmış,

48

bunalımının sürekli hâle gelmesini engellemiştir, ancak kesin bir çözüm olmamıştır. Buna rağmen

Laing’in tanımlamaları Colin’in yaşadığı bölünmüş benlik durumu açısından önemlidir:

“Benliğin, bölünen ilk yarısında bireyin dış dünyayla bağlantısı kopuktur; ikincisinde ise kendisiyle olan iletişiminde sorunlar vardır. Bu birey başkalarıyla birlikte de yaşayamaz, kendi kendine de; aksine kendini çaresiz bir yalnızlık ve çaresizlik içinde bulur. Dahası kendini bir bütün olarak değil, bir çok açıdan bölünmüş biri olarak algılar, belki de bedenine güçsüzce bağlı olan aklını ayrı iki ya da daha fazla benlik ve devamı olarak görür.” 33

Colin yaşadığı bunalımdan ötürü eşini ve ailesini terk etmekle derin bir yalnızlığa sürüklenmiş;

Helen’in, hayatından ani çıkışı onu çaresizliğiyle yüzleştirmiştir. Daha sonra evden ayrılma kararını anne-

babasına bildirdiğinde aldığı sert tepkiler ve Londra’daki ressam komşuları Newsome’dan Kay’in

hayatında Norman Fowler adında bir adam olduğunu öğrenmesi ve -o güne dek kendi benliğini öteki’ne

(Colin ve çocuklarına)yansıtarak, ben/öteki ayrımı yapmayan- Kay’in eskisi gibi güçsüz olmayan, güçlü ve

katı duruşu Colin’i büsbütün yıkar. Yaşadığı bunalım sonunda kendi bedenine bile yabancılaşmasına

-özne’nin Sembolik’te kaybolup gitmesine-, bedenini kendine ait olmayan başka bir dış unsur olarak

algılamasına neden olmuştur: “ O sanki yok olmuştu: elleri, kolları, ayakları, elbiseleri; ona tanıdık

gelmiyordu. Kimseye ait değildiler: tanıdığı ya da hatırladığı hiç kimseye.” (P.,138) Bedenini ruhundan ayrı

olarak görmesi en belirgin haliyle ilk kez bu aşamada görülür. Düşünsel dünyasıyla, duygularıyla, fiziksel

dış dünyasını bütünleştirememektedir. Colin, bu bağlamda fiziksel dış dünyasını bedenine indirgemiştir.

Storey de yıllarca buna benzer bir bölünme yaşamış ve bunu romanlarındaki karakterlerde uzlaştırmaya

çalışmıştır:

Birbirinin zıttı olan bu iki ucu -kuzeyin fiziksel ve güneyin ruhsal, düşünsel olma durumunu- bir araya getirmek için notlar tutmaya başladım ve bu süreç iki yıl sonra -ben halen Slade’de öğrenciyken- This Sporting Life adını verdiğim romanı oluşturmuş oldu. 34

Colin, romanın başından itibaren aynı ruh hali içindedir. Ne yaptığını, ne istediğini bilmeyen,

huzursuz, bedeni ve ruhu arasındaki kopukluğu tanımlayamaz bir haldedir. Kendini düşünmektedir-

bedenini, ruhunu, kim olduğunu, aynadaki yansımasını, yaşadığı hayatı tanımlamaya çalışmaktadır.

49

Yaşadığı hayat(Sembolik) ve hayal ettiği hayatın (Semiotik) birbirinden faklı oluşu onu sonu gelmez iç

sorgulamalara sürükler.

Colin’in Wakefield’a anne-babasına ayrılık haberini bildirmeye giderken yaptığı tren yolculuğu

Storey’nin öğrencilik yıllarında Wakefield ve Londra arasında yaptığı yolculukla çok büyük benzerlikler

taşır:

Hayatım ikiye bölünmüştü: Londra’daki hayatım ve kuzeydeki hayatım. Her ikisi de birbirinden, geçmek bilmeyen o karanlık dört saatle ayrılıyordu. O yolculuk, karanlık dört saat; halen hissettiğim mecazi bir gerçekliğe bürünmüştü. 35

Tren yolculuğu sırasında gördüğü manzara Colin’in bunalımlı ruh halini yansıtır: “Ağaçlar, bodur

örümcekler gibi, her iki yana açılan ıssız arazinin vahşiliğinden kayıp gitti. Yan yana dizilmiş fabrikalar ve

bacalar gökyüzünü kapladı. Bu, büyük bir mağaraya girmek gibiydi. Karanlık ve büyük bir kasvet kapladı

treni.” (P.,90-91)

Storey’nin madenci babası gibi Colin’in babası da super-ego’nun ebeveyn otoritesine yansıması

durumunu temsil eder. Tüm hayatını çocuklarının eğitime adayan Colin’in maden işçisi babasının sözleri

Colin’in/ ego’nun babasıyla/super-ego’nun acımasızlığıyla karşı karşıya kalmasına neden olur: “Sen

okuldayken ben çalışıyordum ve madenden çıkardığım her kömür parçası oğlumun çıkarmayacağı kömür

parçası olacak diyordum kendi kendime” (P.,99).

Storey’nin yaşadığı Yorkshire maden işçileri toplumu hakkında yapılan sosyolojik araştırmalar

maden işçisi babaların, oğullarının kendilerinden daha iyi koşullarda çalışmasını ve yaşamasını istediklerini

göstermektedir:

Oğullarının da kendileri gibi maden endüstrisinde çalışmasını isteyip istemedikleri sorulan ve bu araştırma için rastgele seçilen doksan üç Ashton36’lunun (Yorkshire’lının) büyük çoğunluğu-66’sı-kendilerinden yola çıkarak oğullarını bu işe yönlendirmeyeceklerini ya da yönlendirmediklerini belirtmiştir. Çoğu da oğullarını meslek seçimi konusunda özgür bırakacaklarını ifade etmişlerdir...Aslında bu soru 1945’ten bu yana Yorkshire maden yerleşkesinde duyulan “Umarım oğullarımdan hiçbiri madende çalışmaz.” ifadesini doğrulamak için sorulmuştur.37

50

Storey’nin babası gibi Colin’in babası da zor şartlar altında çalışmaktan gurur duyar ve kendisi

gibi yorucu işlerde çalışmayanları küçümser: “Gençler bu işi yapamaz. Bu işi bizim gibi yaşlılar devam

ettirir...Biz gidince de her şeyi makineler yapacak. Benim hayatımın yarısını harcadığım işi onlar bir haftada

yapacak.” (P.,98)

Colin’in eşinden ayrıldığını öğrenen anne-babası çok büyük hayal kırıklığına uğrar ve babası

verdiği tepkilerle super-ego’nun ve Sembolik’in katılığını ortaya koyar ve Colin’in daha sonradan farkına

vardığı suçluluk duygularının temelini atmış olur: “Demek her şey bir hiç içinmiş...Ne yazık...Karısını ve

çocuklarını terk eden bir adam! Neden? Bir hayvan bile bunu yapmaz...” (P.,101) Kendi

kültüründen/Sembolik düzen’den kopan bir birey aldığı kişisel karaları bu kültüre/Sembolik düzen’e ait ve

toplumun en küçük parçası olan ailesine kabul ettirmekte güçlük çeker; dirençle, dışlanma ve suçlanmayla

karşı karşıya kalır. Colin babasının öfke dolu tepkileriyle karşılaşır: “Tanrıdan hiç doğmamış olmanı

dilerdim, bunu isterdim...Sakın bir daha buraya gelme.” (P.,120) Storey gibi Colin de çocukluğundan beri

babasının ağır çalışma koşullarına karşın kendi sanatsal etkinliklerinden ötürü suçluluk duymuştur.

Freud’un teorilerine göre bunun sebebi ebeveynlerin oynadığı super-ego’nun rolünün ego’ya karşı katı bir

biçimde karşı koyuşudur:

Kural olarak ebeveynler ve diğer benzeri otoriteler çocukları eğitirken kendi süper-ego’larının direktiflerine uyarlar. Kendi ego’larıyla süper-ego’ları arasındaki ilişki ne olursa olsun, çocuğun eğitiminde katı ve mükemmeliyetçi olurlar.38

Romanın ikinci bölümü Colin ve Kay’in ilişkisi açısından bir dönüm noktası niteliği taşımaktadır.

Bu bölümde Colin duygusal açıdan iyice kötüye giderken Kay kendini toparlamaya başlamış

görünmektedir. Jung’un söylemi bağlamında Kay’in libido’su ileri doğru hareket etmeye başlamıştır ve

Kay’de zıtlıkların düzenleyici işlevi görülmektedir. Colin hata yaptığını hissetmeye başlamış ve bu

düşüncesi; aldığı ayrılık kararının arkadaşları, ailesi ve eşi tarafından şiddetli tepkilerle karşılanması,

yaşadığı ekonomik sıkıntılar ve Kay ile Fowler’ı birlikte vakit geçirirken görmenin kendinde uyandırdığı

kıskançlık duygularıyla pekişmiştir. Colin’in bir kaçış olarak nitelendirilebilecek girişimi hayatını

51

düzenlemeye yaramamış, yaşadığı ruh-beden/ iç dünyası-dış dünyası/ Sembolik-Semiotik arasındaki

çatışmalar Jung’un kuramlarına göre bilincin düzenli akışını bozan nitelikteki çatışmalardır:

Eğer belli bir sebepten dolayı bilincin düzenlenmesi bozulmuşsa, libido’nun doğal ileriye doğru hareketi imkansızlaşır. O zaman libido geriye doğru bilinçdışı’na doğru akar ki bilinçdışı’nın bilinç’e tümüyle hakim olduğu durumlarda ortaya şiddetli bir patlama veya psikoz çıkar.39

Storey ise daha önce de belirtildiği gibi kendi ikilemlerini yazarlığı sayesinde çözmeye çalışmış ve

anlaşıldığı üzere Colin ile aynı duruma düşmemiştir.

Kay ve Fowler arasında gelişen ilişkiye verdiği tepkiler Colin’in çelişkilerini tekrar gündeme

getirir. Fowler’a çekmeyi planladığı telgrafta: “Huzur istiyorum. Hayatımı mahvettin...Sen evliliğin

kutsallığına inanır mısın?”(P.,122) diye isyan ederek kısa bir süre önce kendi yaşadığı durumu eleştirir hâle

gelmiştir. Toplumsal hayatın dayattığı kurallar ve baskılardan kurtulmaya çalışırken yine aynı toplumsal

sınırlandırmaların içine saplanıp kalması bu durumun ironik yönünü ortaya koyarken, Colin’in toplumla

olan bağlarını hiçbir zaman tam anlamıyla koparamayacağını, kendini toplumdan soyutlayamayacağını

görmekteyiz. Bu da Jung’un söyleminde ortak bilinçdışı’nın bilinç düzeyine ulaşmadığı halde birey farkına

varmadan onu etkilediğini, Colin’in kendisine aktarılan aile imgesini bütünlük imgesiyle birleştirdiğini

gösterir: “Başından beri tek istediği şey bir bütünlük hissi duyumsamaktı. İstediği tek şey her şeyi yoluna

koymak, hayatını düzenlemekti.” (P., 124)

Colin, Helen, Kay ve Fowler evliliklerinden duydukları memnuniyetsizlik, eşleriyle yaşadıkları

sorunlar nedeniyle yaşamlarının bir döneminde başkalarıyla yaşamaya başlayan dört karakterdir. Kay için

beklenmedik bir gelişme olan ayrılık kararı onu anlık ve coşkulu tepkiler vermeye iter. Bu bağlamda Lacan

söylemindeki ani coşkusal anlar (joissance) Kay’in, yaşamda tek başına da kendini var edebilmesi

gerektiği gerçeğinin farkına varmasını ve kabullenmesini sağlar.

Storey, eserlerinde zaman zaman sembolik anlatımlara yer vermiştir. Pasmore’daki sembolik

anlatımlardan biri de Colin’in çocukları görmeye gittiği bir Pazar günü Kay’in sitem dolu sözlerinde yer

52

alır: “Gençken seçecek bir çeşit reçelimiz, bir parça kuru ekmeğimiz olurdu. Reçeli bu tek dilime sürerdik”

(P.,156) Colin, buna aynı şekilde sembolik bir karşılık verir: “ Cumartesileri bir reçelli tartımız, Pazarları ise

üzümlü çöreğimiz var.” (P.,156) Eskiden yalnız ikisinin olduğunu ve mutlu olduklarını fakat o günlerin

geride kaldığını îma eder.

Storey okuyucuya Colin’in ruhsal çöküşünün travmatik aşamalarını, Colin’in evden ve ailesinden

ayrılışı bağlamında sırasıyla gösterir. Colin’in hem kendinden hem de dış dünyadan kopuşunun son

aşaması grafiksel olarak verilmiştir:

Hiçbir şeyin anlamı yoktu artık. Onu hayata bağlayan en küçük işaretler bile yok olmuştu. Zaman kavramını bile kaybetmeye başlamıştı...Etrafındaki insanları tanımıyordu artık, onlar yalnızca Colin’in aklından geçen farklı duyguların somut hâlleriydi ve onu sebepsizce bir yerden bir yere atıyorlardı... Hiçbir şey değişmemişti, geriye dönüp baktığında her şey olduğu gibi duruyordu. Geri dönüş yoktu, ileri giden bir şey de. Tükenmişti, artık biliyordu. (P.,163)

Laing’e göre, bireyin uğradığı yenilginin derecesi ağırdır: “Birey, yaşamında savunulamaz bir

durumda olduğunu fark eder. İçsel ya da dış kaynaklı çelişkiler, çelişkili baskı ve istekler, git geller olmadan

hiçbir şey yapamaz.”40

Diğer taraftan, Colin’in ruhsal çöküntü yaşamasına neden olan olaylar bazen açıkça bazen de üstü

kapalı biçimde tasvir edilmiştir. Ancak Storey, durumu daha da şaşırtıcı hâle getirmek üzere yaşananlar

hakkında yorum ve açıklama yapmadan, onları olduğu gibi yansıtmıştır.

Colin, gün içinde masasına oturup bir şeyler yazar. İçinde bulunduğu durumu netleştirmeye,

tanımlamaya çalışır: “Siz ne yapardınız eğer...Başlangıçta...Acaba...Sonunda, şu sonuca varmıştı...” (P.,164)

Kendini tanımlayabildiği ölçüde sonunda aynadaki yansıması bütünlüğüne yeniden kavuşur ve kısmen iç

huzurunu sağlamaya başlar: “Ayna Evresi’nin son aşaması olumludur çünkü insanın kendi bedeninin

bütünlüğünü temsil etmektedir.”41

Daha önce de değinildiği gibi Storey de kendi beden-ruh ikilemini çözebilmek ve

tanımlayabilmek için notlar almaya başlamış ve bunlar sonunda romanlarına kaynaklık etmişlerdir.

53

Romanın sonunda, Colin’in yaşadıklarının üzerinden tam bir yıl geçmiştir. Colin de öğretmenliğe

yeniden başlayarak yeniden Sembolik’teki yerini almıştır. Dışardan bakıldığında, geçen yıllara oranla çok

az şey değişmiştir. Colin’in halen düzenli bir işi, bir evi, eşi ve çocukları vardır; kitaplarından minibüsüne

kadar her şey olduğu gibi durmaktadır. Ancak umutsuzluğu da halen varlığını hissettirmektedir. Buna

rağmen değişen bir takım şeyler de olmuştur:

O, bir yolculuğa çıkmıştı. Bu yolculuktan dönmesi -hayatta kalması- zaman zaman inanılması güç bir durum olarak görülür. Hâlâ madeni düşünmektedir ve karanlığını. Bu düşünce hep onunladır. Bir yoğunluk, bir tür aşk ya da şiddet gibi: tanımlamakta güçlük çeker. (P., 201)

Bu durum Colin’in içsel çatışmalarından tamamen kurtulamamış olduğunu, fakat bu kaçış sürecinde

duygularını ve içinde bulunduğu durumu tanımlama fırsatı bulduğu görülmektedir. Jung’a göre:

“Libido’nun akışı sırasında zıtlıklar...ruhsal işlemlerin akışında birleşir ve onların birlikte çalışmaları bu

işlemlerin dengelenmesini sağlar. Böyle karşılıklı bir etkileşim olmazsa (hayatın gücü) tek taraflı ve

dengesiz olur.”42

Colin, kendini tanımladıkça aklındaki soru işaretleri daha da azalmaya başlamıştır. Bu da onu

kısmen huzurlu kılmıştır. Bu durum Kay için de bir tür sınavdır. Kay de Colin gibi Sembolik’te kaybolup

giden özne’yi bulmaya başlamış, ben/öteki ayrımını yapabilmiştir. Ancak bundan sonra Colin ve Kay ‘in

birbirleriyle ve çevreleriyle iletişimlerinin nasıl olacağı sorusunun cevabı okuyucunun yorumuna

bırakılmıştır.

Pasmore adlı eserde Colin’in yaşadığı beden-ruh ikilemi, anne-baba baskısı, maden işçisi baba,

toplumsal yaptırımlar, öğretmenlik mesleğinden hoşnutsuzluk gibi unsurlar otobiyografik açıdan

Storey’nin hayatıyla benzerlik göstermesi bağlamında önem arz etmektedir. Öte yandan eserin tümüyle

otobiyografik olduğunu söylemek mümkün değildir. Storey, gerçeğe yakın durumlardan bahsedip, yine

gerçeğe yakın yer adları ve toplumsal olgulara yer verdiğinden eserdeki tasvirler oldukça canlı kılınmıştır.

Psikanalitik bağlamda ise beden-ruh ayrışması, içsel çatışmalar ve benliksel bütünlük arayışı,

toplum-birey arasındaki çatışma ve uyumsuzluklar , bilinç-bilinçaltı sistemlerini karakterlerin hayatındaki

54

yansımaları, toplumsal statülerin zorunlu kıldığı roller ile karakterlerin kendi benlikleri arasındaki farkın

yarattığı ikilemler, yaşam enerjisini yitirmiş karakterlerin hissettiği boşluk ve umutsuzluğun onları

eylemsizliğe itmesi , kendileri ve ötekiler arasındaki farklılıkların yüksek düzeylerde oluşunun karakterleri

yalnızlığa sürüklemesi gibi unsurlar Jung, Freud ve Lacan’ın söylemleriyle açıklanmıştır.

55

NOTLAR ____________________________ 1 David Storey, Pasmore (Londra: Jonathan Cape Ltd., 1972), 138. Bundan böyle, bu romandan alıntılar metin içinde parantezde ve kısaltılarak verilecektir. 2 Anthony Stevens, Jung (Oxford: Oxford University Press, 1994), 50. 3 Carl Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş:Bilinçaltı ve İşlevsel Yapısı, çev. Engin Büyükinal (İstanbul:Say Yayınları,1962), 47. 4 Stevens, 76. 5 David Storey, “Writers on Themselves: Journey Through a Tunnel” , The Listener (Londra: The Listener, 1 Ağustos 1963), 160. 6 a.g.e.,160. 7 John Heatman , “Heatman’s Diary”, Hampstead and Highgate Express (Londra: Hampstead and Highgate Express, 1972), 12. 8 Sigmund Freud, The Ego and The Id and Other Works, ed.James Strachey (Londra: The Hoghart Press Limited, 1986), 37. 9 John Russell Taylor, David Storey, ed. Ian Scott Kilvert (Scotland: Longman Group Ltd.,1974), 12. 10 Engin Gençtan, Psikanaliz ve Sonrası (İstanbul: MetisYayınları, 2002), 24. 11 R.D.Laing, Self and Others (Harmondsworth: Penguin, 1971), 83. 12 Darian Leader ve Judy Graves, Lacan, çev. Gül Çağalı Güven (İstanbul : AD Yayıncılık A.Ş.,1997), 24. 13 Carl Jung, Modern Man in Search of A Soul, çev.R.Hull (Londra: Princeton University Press, 1984), 273. 14 Frieda Fordham, Jung Psikolojisinin Anahatları, çev.Aslan Yalçıner (İstanbul: Say Yayınları, 1983),27. 15 Heatman, 10. 16 Stevens, 47. 17 Sigmund Freud, Psikanalize Yeni Giriş Dersleri, çev.Selçuk Budak (Ankara: Öteki Yayınları, 2000), 93. 18 John Higgins, “David Storey: Night and Day”, The Times (Londra: The Times, 16 Eylül 1973), 13. 19 Alan Hubbard, “Sporting a New Storey line” ,World Sports (Londra: World Sports, Mart 1972), 31. 20 Storey, 1963, 160. 21 a.g.e., 160. 22 Anika Lemaire, Jacques Lacan, çev.David Macey (Londra: Routledge & Kegan Paul, 1977), 176. 23 John Heatman, “Picture Storey Book”, Hampstead and Highgate Express (Londra: Hampstead and Highgate Express, 11 Eylül 1973), 8. 24 Victor Davis, “Now He’s Top Storey”, Daily Express (Londra: Daily Express, 21 Eylül 1973), 8. 25 J.R. Hall, D.V. Glass, “Education and Social Mobility”, in Social Mobility in Britain, ed.D.Glass (Londra: Routledge and Kegan Paul, 1954), 306. 26 Lemaire, 176. 27 Stevens, 63. 28 Richard Hoggart, The Uses of Literacy: Aspects of working-class life with special reference to publications and entertainments (Harmondsworth: Penguin, 1958), 292-3. 29 Storey,1963, 160. 30 Peter Ansorge, “The Theatre of Life (interview with David Storey)”, Plays and Players (Londra: Plays and Players, Eylül 1973), 32. 31 Fordham, 20. 32 R.D. Laing, The Divided Self: An Existential Study in Sanity and Madness (Harmondsworth: Penguin, 1965), 17. 33 a.e.g., 17. 34 Storey, 160. 35 a.g.e., 159. 36 Norman Dennis, Fernando Henriques ve Clifford Slaughter’ın Coal is Our Life adlı sosyolojik incelemesinde Yorkshire’a verilen addır. 37 Norman Dennis, Fernando Henriques ve Clifford Slaughter, Coal is Our Life (Londra: Tavistock Publications Limited, 1956), 235. 38 Freud, 2000, 93.

56

39 Fordham, 20-21. 40 R.D.Laing, The Politics of Experience and the Bird of Paradise (Harmondsworth: Penguin,1967), 95. 41 Lemaire, 177. 42 Carl Jung, Contributions to Analythical Psychology, çev.R.Hull (Londra: Princeton University Press, 1973), 35.

BÖLÜM 111

A TEMPORARY LIFE (GEÇİCİ BİR HAYAT)’ DA BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ

PSİKANALİTİK VE OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ

Storey’in A Temporary Life(Geçici Bir Hayat) adlı romanında da tıpkı Pasmore’daki Colin

Pasmore gibi toplum/birey, beden/ruh, semiotik/sembolik, delilik/akıllılık gibi yaşamın ikili zıtlıklarıyla

başa çıkmaya çalışan Yvonne ve Colin Freestone’un bölünmüş benliklerinin hayatlarına yansımaları ele

alınmıştır. Aklını yitirme ve benlik bölünmesi temasının işlendiği bu eserde, fabrika işçisi bir baba ile

fedakâr bir annenin türlü sıkıntılarla okuttuğu kızları Yvonne Freestone’un, ailesinin beklentilerini

karşılayamayıp kendi istekleri doğrultusunda bir hayat yaşamayı seçmesi ve bu nedenle ailesinin

eleştirilerine maruz kalması, ayrıca aşırı duygusal kişiliği nedeniyle dünyada insanlık adına yapılan her türlü

haksızlığı eleştirip sorgulaması ve elinden geldiğince engellemeye çalışmayı kendine görev edinmesi ele

alınmıştır. Ayrıca Yvonne’un üstlendiği kurtarıcılık rolünün onu yıpratması sonucu akıl hastanesine

yatırılmasının sonrasındaki sürece ve Yvonne’un ve eşi Colin Freestone’un içsel çatışmalarına

değinilmiştir. Storey’nin bu tezde incelenen diğer iki romanında olduğu gibi bu romanda da bölünmüş

benlik ve bunun otobiyografik yansımaları bulunmaktadır.

Önceden profesyonel bir boksör olan Colin Freestone boksörlüğü bıraktıktan sonra, karısı

Yvonne’un geçirdiği ağır ruhsal depresyonun tedavisi için Yvonne’un doğduğu yer olan Kuzey İngiltere

bölgesine geri döner ve Belediye Güzel Sanatlar Kolejinde resim öğretmenliği yapmaya başlar.

Özellikle de insanlığın çektiği acıları içselleştirmesi bağlamında sezgizel/ Jung’un teorileri

bağlamında içe dönük bir karakter olan Yvonne, bu romanda kişiliğin bedensel yönü ile çatışan sezgiler ve

duygular ile temsil edilirken, Sembolik’in bir temsilcisi olan aile kurumunun geleneksel beklentilerinin

kısıtladığı ve kalıplaştırmaya çalıştığı bireyin bunalımını yansıtmaktadır. Yvonne’ un ruhsal bunalımının en

58

önemli nedeni dış dünyaya ve insanlığın sorunlarına karşı geliştirdiği aşırı duyarlılığıdır. Roman boyunca

Yvonne’un bu yönü ve duygusallığı Colin’in, Yvonne’un annesi Bayan Sherman’ın ve Yvonne’un

doktoru Dr. Lennox’un betimlemeleriyle ifade edilmiştir. Yvonne Freestone yalnızca “ zihnini dolduran

uçsuz bucaksız soyut kavramları"1 görür ve düşünür. Yvonne’u en çok üzen şeyler ise Vietnam, Çin,

Hindistan ve Afrika gibi geri kalmış ülkelerde yaşanan insanlık sorunlarıdır. Colin, Yvonne’un Akıl

hastanesine yatırılmadan bir gece önceki hâlini hatırlar: “Bir sandalyede oturmuş ağlıyordu, elinde Batı

Afrika köylerinden birinde açlıktan ölmek üzere olan küçük bir çocuğun fotoğrafı vardı.” (A.T.L., 137.)

Yvonne, ne anne-babasıyla ve ne de kendisi gibi kişiliğinin sezgisel yönü ağır basan, ancak aynı

zamanda fiziksel/bedensel yönüyle de betimlenen Colin ile yaşadığı evde de mutlu olmuştur. Onun için

âdeta bir sığınma yeri olan akıl hastanesi bile kimi zaman dış dünyanın düşüncesizliği, vahşiliği ve

mekanikliğine bürünür; fakat Yvonne yine de kendini orada güvende hissetmektedir. Sonuç olarak dış

dünyayla çatışma halinde olan Yvonne, Pasmore’daki Colin Pasmore gibi eylemlilik ve eylemsizlik

durumları arasında sıkışıp kalır, düşünce sistemi zaman zaman felce uğrar. Bu ikilem Yvonne’un hafta

sonunu geçirmek üzere gittiği Colin’in ve annesi Bayan Sherman’ın evinde geçirdiği krizlerle

betimlenmiştir: “Birden titremeye başladı, çığlık atıyordu...Başını geriye atıyor ve bağırıyordu...Ambulans

geldiğinde kendinden geçmişti.” (A.T.L.,181-182). Colin Pasmore’un durumundan farklı olarak

Yvonne’un rahatsızlığının tedavi edilemeyecek düzeyde ciddi boyutlara ulaşmış olması, dış dünyaya karşı

normalden fazla duyarlı olduğunu ve aynı zamanda dış gerçekliği kabullenmekte direnç gösterdiğini ortaya

koymaktadır.

Diğer taraftan romanın başlangıcında okuldan meslektaşı Hendricks ile tennis maçı yapmaya

gittiği parkta Colin’in büfenin vitrinindeki yansıması onun iç dünyasının tanımladığı ilk sahnedir:

“...umutsuz ve umursamaz bakışlar.”(A.T.L., 1) Lacan’ın teorileri bağlamında aynadaki yansıması

Colin’in benlik bütünlüğünün bozulduğunu gösterir:

Ayna Evresi’nin hem olumlu hem de olumsuz sonuçları vardır: Olumlu yönü benliğin işlevsel bütünlüğünün ilk kez açıkça ortaya konduğu evre olmasıdır.

59

Ancak buna rağmen beden tamamen bir bütün olarak algılanamaz. Aksine, parçalar halinde algılanır; rüyalarda, bazı tekrarlayan fantezilerde ve şizofrenik durumlarda.2

Çünkü aynadaki -hayattan zevk almayan,umutsuz- imajıyla dış çevresindeki -ötekiler gibi bir meslek

sahibi, evli bir adam olan- imajı birbirinden farklıdır. Aynı durum, yaşamı anlamsız ve Sembolik’in

temsilcisi olan dış dünyayı düşüncesiz ve vurdumduymaz insanlarla dolu bir alan olarak gören, ruhundaki

ve zihnindekileri bir türlü eyleme dökemediği için kendi Semiotik’ine geçemeyen Yvonne için de

geçerlidir. Bedeni ve ruhu birbirinden bağımsız iki ayrı unsur hâline gelmiştir. Bu durum Laing

söylemindeki “şekillenmemiş benlik” kavramıyla örtüşmektedir:

Şekillenmemiş benlik durumunda birey kendini bedeninden az çok boşanmış veya ayrılmış hisseder. Beden, bireyin kendi özü olmaktan çok dünyadaki nesneler arasındaki bir nesne olarak hissedilir. Bireyin kendi gerçek benliğinin özü olmak yerine, beden, sahte benlik’in bir özü olarak görülür. Ayrışmış, şekilsizleşmiş “içsel”, “gerçek” benlik, bu sahte benlik’e duruma göre şefkat, sevinç veya nefretle bakar.3

Benliği ayrışmış olan Yvonne, Lacan’ın teorilerinde değinildiği gibi, ideal ego’suna değil de, köken olarak

bağlı bulunduğu Yorkshire toplumunun değer yargılarına göre belirlediği ego’sunun ideali’ne uygun

yaşamaya zorlandığından aynadaki imgesi ego’nun aldatıcı yönü olan sahte benliği’ni yansıtmaktadır.

Storey gibi ailesinin fedakârlıklarından ötürü kendini her zaman onlara borçlu hisseden Yvonne kendi

gerçek benliği ve anne-babasının ondan uyum sağlamasını beklediği sahte benlik arasında kalır ve

yapamadıkları için kendini suçladığı bir tür içsel sorgulamaya sürüklenir.

Colin’in tenis oynadığı park ile ilgili tasvirler Storey’nin çocukluğunun ve ilk gençlik yıllarının

geçtiği Wakefield Bölgesindeki parklarınkiyle benzer olması açısından otobiyografik özellikler

taşımaktadır:

...Ortadaki çimli alandan tenis kortlarını, bowling sahasını...daha ilerde parkın dış duvarını ve siyah bacaları ve kararmış trabzanlarıyla eski tuğla malikanenin destek duvarını görebiliyordum...Yamaçtan yukarı doğru tırmandığımda parkın ötesinde egzotik ağaç kümeleriyle ayrılmış yeşillik alanlar ve vadinin güney sınırlarını belirleyen uzaktaki ıssız binaların daha koyu renkli dış hattı görünüyordu.(A.T.L.,3-4)

60

Colin’in eve giderken gördüğü Kuzey İngiltere madenci bölgesi manzarası ona burada çalışan

madencilerin çektikleri sıkıntıyı hatırlatır: “Tepeden iniyorum. Sanki orada bir yarık açılmış ve en derin

köşelerinden tuhaf iç çekmeler ve inlemeler yükseliyor.” (A.T.L.,4) Colin de Storey gibi madenci bir

aileden gelir ve hayatını babasından daha farklı kazandığı için benliğine genel bir suçluluk duygusu hakim

olur. Daha önce incelenen Freud’un kuramları bağlamında Colin’in ve Yvonne’un yetiştiği kültürün

insanlarının çektikleri sıkıntılar, zihinlerinin derinliklerinde bir yerde durur ve bilinçaltı’na atılanlar ve super-

ego’nun vicdanî yönünden kaynaklanan bu suçluluk duyguları ve çocuklarının kendi beklentileri

doğrultusunda yaşamadığını gören anne-babaların sitemleri yaşam boyu bireyi huzursuz ederek onu

Freud’un “bireyin bedeni ve aklı ile her şeyin dışında kaldığı ağır ruhsal bunalım”4 olarak tanımladığı

depresyona maruz bırakabilir. Bu bağlamda Freud depresyonun bireyleri aşırı hassaslaştırdığına dikkat

çekmektedir:

Depresif kişilikler ve depresyon’a maruz kalan insanlar takdir edilmek isteyen ve kendilerini depresyon’a uğratabilecek suçlanma ya da eleştirilerden kaçınan insanlardır. Onların başkalarını memnun etme kaygısı bu insanları diğerlerinin duyguları hakkında aşırı hassas kılar; bu da özdeşim yoluyla oluşan bir çeşit ötekine uyum sağlama biçimidir. 5

Hem kendi anne-babasını hem de dünyada yardıma muhtaç insanları memnun edemediğini düşünen ve

bu nedenle kendini yetersiz Yvonne’un -Jung kuramlarında incelendiği gibi- libido’su geriye doğru

akmakta ve bu da onu her zaman huzursuz ve umutsuz kılmaktadır.

Colin’in iki mesleği -boksörlük ve resim öğretmenliği- arasındaki tezatlık Storey’nin çocukluk

döneminde ilgilendiği rugbi ve resimle benzer nitelik taşır. Bu bağlamda beden-ruh ikilemi: duygusal ve

duyusal beceri gerektiren sanatsal işlerle fiziksel güç gerektiren rugbi, boksörlük gibi işler, Jung söyleminde

olduğu gibi temelde içedönük ve sezgisel yapıda olan bireylerin hayatında içsel çatışmalar yaratır. Bu

durum Storey’in hayatında da görülmektedir: “Ve hemen anladım ki bu fiziksel yönüm; futbol oynayan

yanım; benim içe dönük dünyamdan çok, yaşadığım çevreye çok uyuyordu.”6 Aslında çocukluğundan

beri ressam olmak isteyen Storey: “On beş yaşımdan beri ressam olmak istiyordum, bu benim için

61

özgürlük anlamına geliyordu,” 7 der ve Colin Freestone da: “Ben zaten bir ressamdım. Bu, benim içimde

hep vardı,” (A.T.L., 58.) diyerek benliklerinin sezgisel/duyusal yönünün her zaman ağır basmış olduğunu

dile getirirler.

Jung söyleminde olduğu gibi çatışmalar ve zıtlıklar psişe’nin oluşumunda önem arz etmektedir:

“Psişe, enerjisini tüm zıtlıkların dengesinden alan bir süreç tarafından biçimlendirilir.”8 ve asıl önemli olan

onlara verdiğimiz tepkilerdir. Bu bağlamda Yvonne içsel çatışmalarını, farkında olmadan yadsırken, Colin

iki yönünü dengeleyen bir yapı oluşturmaya çalışır.

Öğretmenlik mesleğinden hoşnut olmayan Colin’in yalnızca ekonomik nedenlerden ötürü bu işi

yapması -daha önceki bölümlerde de bahsedildiği gibi- Storey’nin öz yaşamı bağlamında otobiyografiktir.

Colin’in çalıştığı kolejin müdürü Wilcox takıntıları olan; koyduğu yasak ve kurallara uyulması için

elinden geleni yapan ve görevini fazlasıyla önemseyen garip bir adamdır: “Ben takip etmesem bu kahrolası

bina başımıza yıkılacak bir gün.” (A.T.L.,9) Daha önce incelendiği gibi, Jung’un kuramına göre Wilcox’un

persona’sı benliğinin ötesine geçmiştir ve Jung’un “benlik şişmesi” diye tabir ettiği durum burada

görülmektedir:

Ego’nun persona ile özdeşleşmesine “şişme(inflation)” denir. Böyle bir insan rolünü çok başarılı oynaması sonucu kendine aşırı önem verir. Bununla da yetinmez, bu rolü diğer insanlara da yansıtır ve onlardan da aynı rolü oynamasını bekler. 9

Kendini yalnızca okulda var edebilen Wilcox, aynadan yansıyan bölünmüşlüğünü -okulda ve dış

çevresindeki idealist okul müdürü imajı ile bir türlü önüne geçemediği kleptomani hastalığının yarattığı

güçsüz ve yetersiz birey imajı arasındaki zıtlığı- farkında olmadan; kendini okuldaki işlere, aksaklıklara

yönlendirerek ve ayrıntılar konusunda abartılı bir hassasiyet özelliği geliştirerek yadsır. Başka bir değişle,

Freud’un kuramları doğrultusunda tanımlanan super-ego’nun ve Lacan’ın kuramları kapsamında ele

alınan Sembolik düzen’in kurallarına itaat etmeye çalışsa da, id’den gelen güçlü istekler onu toplumsal

tepkiyle karşılaşacağı bir davranışa -kleptomaniye- iter. Bu kötü alışkanlığını gizlemeye çalışan Wilcox,

62

çevresine karşı oldukça katı ve memnuniyetsizdir ve bu nedenle oldukça stresli bir yaşamı vardır. Bu

bağlamda Freud, aşırı titiz ve kuralcı bireylerin normal bir hayat yaşayamayacağını vurgulamaktadır:

Her toplumda titiz bireyler vardır. Titizliği takıntılı boyutlara varanlar zihinleri temizlik ve düzenle; her şeyin belli bir düzende ya da katı kurallar doğrultusunda yapılması gerektiği düşüncesiyle; bu denli meşgul olduğundan ne normal bir hayat yaşayabilir ne de normal ilişkiler kurabilir. 10

Wilcox, Sembolik Düzen’in bir yansıması olan okul kurumunda, yöneticilik konumu nedeniyle

toplumdaki otorite figürlerinden birini temsil etmekte, dış dünyanın nesnelerini her zaman kontrolü altında

tutmaya çalışmaktadır. Denetimindeki insanlardan mükemmel olmalarını bekleyerek, Freud’un

söyleminde belirtildiği gibi super-ego’nun “kusursuzluk” yönünü ön plânda tutmaya çalışır. Wilcox’un

psişe’sinin bu yönü ve obsessif/ takıntılı davranışları Jung’un kuramları bağlamında kişisel bilinçdışı’na

itilmiş belli kompleksler barındırdığına dair ip uçları vermektedir. Jung’a göre: “Kompleksler, psişe’nin

karanlık bölümlerinde -bilinçli davranışları engelleyen ya da teşvik ettikleri yerde- bağımsız olarak var

olmak üzere bilinçdışı’nın kontrolünden çıkmış ve ondan ayrılmış olan ruhsal unsurlardır.”11

Aslında geçmişin değer yargılarıyla yaşayan Wilcox; geleneksel yaşam ve sanat anlayışına sıkı

sıkıya bağlıdır. Bu nedenle sanatta modern ve deneysel çalışmaları, kalıpların dışına çıktıkları -Sembolik’in

sınırlarını zorladıkları için- acımasızca eleştirir: “...Yeni kuşak: ‘Bırakalım, bakalım ortaya ne çıkacak’ diyen

genç çocuklar. Onlar hayatın kendiliğinden yürüdüğünü sanıyorlar herhalde: sırtını yasla ve bir şeyler

olmasını bekle.” (A.T.L.,113)

Storey’nin, öğretmenlik mesleğiyle ilgili olumsuz düşünceleri bu roman bağlamında Wilcox’la

ilgili olumsuz tasvirlere yansıtılmıştır. Öğrencileri, sürekli sorun yaratan insanlar olarak gören Wilcox’un

geleneksel ve bireyi önemsemeyen eğitim anlayışı yerilmiştir: “...Burada isme gerek yok. ‘Sen, sen ve sen’

var. Ben bunu bilir bunu söylerim.”(A.T.L.,18)

Colin’in bakış açısından anlatılan romanda olaylar Colin’in dış dünyadaki hayatı ve Yvonne’un

kaldığı hastane ve Yvonne’un annesi Bayan Sherman’ın evinde geçmektedir. Romanın karakterlerden

birinin bakış açısı ile anlatılması okuyucunun Yvonne’un iç dünyasına tam anlamıyla yaklaşmasını

63

engeller; çünkü roman boyunca okuyucu Yvonne’un ruhsal bunalımını -Colin’in hastaneye gittikçe yaptığı

betimlemeler doğrultusunda- belirli bir mesafeden izlemek durumunda kalır.

Her hafta Yvonne’u ziyaret eden Colin’in dikkatini, bir keresinde Yvonne’u yürüyüşe götürmek

istediğinde aynanın karşısında hazırlanan Yvonne’un yüz ifadesi çeker: “Aynada-garip ama tam anlamıyla

bir genç kız ifadesi vardı: içten, masum ve bir şeyleri sorgulayan bir yüz ifadesi.” (A.T.L.,31) Yvonne’un

aynadaki yansıması, onu bölünmüş benliğiyle yüz yüze getirmiştir ancak bunun tam anlamıyla farkına

varamaz. Foucault’ya göre delilik benliğin parçalara ayrılmasının bir sonucudur olarak ifade edilmiştir:

“Delilikte ruh ile bedenin tamlığı parçalanmaktadır...İnsanı kendinden, onu asıl gerçeklikten soyutlayan

parçalar; koparlarken bir hayalin gerçek dışı birliğini kıran ve bu özerkliğin sayesinde bu birliği gerçeğe

dayatan parçalardır.”12

Etrafında olup biten her şeyi sorgulayan ve tanımlamaya çalışan Yvonne, Storey’nin Pasmore adlı

romanındaki Colin Pasmore gibi daha önce Jung’un söyleminde de görüldüğü üzere benlik bölünmesine

bağlı içsel sorgulama sürecinden geçmektedir. Sıkıntılı olduğu zamanlardaki sigara içişi, Yvonne’un iç

dünyasının karmaşıklığı ile ilgili ip uçları vermektedir: “Böyle zamanlarda sigara yakmak, ruj sürmek

garip, sıradan ve gelişigüzel yapılan bir iş gibiydi ve bunların sıradanlığı onun iç dünyasındaki kargaşayı

ortaya çıkarıyordu.” (A.T.L.,32) Zihnini ve ruhunu meşgul eden soyut düşünceler Yvonne’u dış dünyanın

nesnelerinden uzaklaştırmış, Yvonne ben/öteki ve özne/nesne arasında ayrım yapamaz olmuş ve zaman

içinde dış dünyanın nesneleri iç dünyasında kaybolmaya başlamış ve her şey anlamını yitirmiştir. İnsanlık

için yapmak istediklerini gerçekleştiremeyen Yvonne’un zihni sürekli olarak bu isteklere dair soyut

düşüncelerle öylesine dolar ki bunun sonucunda zaman zaman dış dünyayla bağlantısını kaybeden

Yvonne kaygılı ve umutsuz bir ruh hâli içindedir:

Birey dış dünyanın arzulanan nesnelerine ulaşamadığında bu nesneler psişe’ye hapsedilir ve düşünce yapısının bir parçası haline gelir. Arzunun, nesne kaybı yoluyla engellenmesi oldukça tehlikelidir çünkü bu idi bir tür kızgınlık/ sinirlilik enerjisiyle doldurur. 13

Aklını yitirdikten sonra genellikle Hayal dönemi’nde kalan Yvonnne için aynadaki görüntüsü, bazen iyice

bulanıklaşır ve bu dönemler onun kriz dönemleri olur. Bu bağlamda Lacan’a göre: “Hayal dönemi’ne ait

64

yaşananlar, imaj ile onun yansıması arasında kesin bir ayrım yapılmasına imkân vermezler, özne kendi

imajı ile aynaya yansıyan imaj arasında kendi mesafesini korumadan, ortada bir yerde yaşar.”14

Sembolik’in temsilcisi olan toplumdan; akıl hastanesine yatırılmakla uzaklaşan Yvonne,

Semiotik’e de tam anlamıyla geçemez; çünkü düşündüğü ve sorguladığı insanlık sorunları dış dünyanın

gerçek sorunlarıdır. Bu nedenle iki düzen arasında kalmanın verdiği huzursuzlukla yaşamaya mahkum

edilmiştir.

Çektiği acıların tam manasıyla farkında olan Yvonne, bunları bazen Colin’in görmezden geldiğini

sanır: “Hastanedeki çayın fiyatını bilmeme şaşırdı, sanki çektiği acının yoğunluğu önemsenmiyormuş

gibi.” (A.T.L.,34) Başlangıçta Sembolik Düzen’in -Yvonne açısından hastane yönetmeliği bağlamında-

kurallarına uyan Yvonne’un, bunun oradan çıkış sürecini hızlandırmadığına inandığında bu

davranışlarında bir gerileme görülür. Colin ile olan iletişimi bağlamında ise; geçmişte paylaştıkları şeylerin

yerini alan hastane ziyaretlerinde Colin, Yvonne’un her şeyden olduğu gibi kendisinden de uzaklaştığını

fark eder: “Sanki(elini değil de) bir taş parçasını tutuyordum; paltosunun altından bu sertliği

hissedebiliyordum.” (A.T.L.,35) Colin’in yaptığı bu benzetme Yvonne’un ruhsal durumunun gösterenidir.

Pasmore’daki Colin Pasmore gibi Yvonne da sürekli mutsuz ve huzursuzdur: “Bu sabah

uyandığımdan beri içimde bir sıkıntı var, mutsuzum...Her şey üstüme geliyor. Neden, bilmiyorum. Her şey

ne kadar anlamsız.” (A.T.L.,35-36) Yvonne, hayata/dış dünyaya yabancılaşmıştır. Jung söyleminde

olduğu gibi libido’sunu kendi yeterlilikleri ölçüsündeki unsurlara yönlendiremediğinden yaşam enerjisini

yitirdiğini hisseder ve kendini hayatın dışında bir yerlerde görmeye başlar, gerçekle bağıntısını kaybetmiştir.

Aklı sürekli Yvonne’la meşgul olan Colin, kolejdeki öğrencilerinden olan ve davranış ve

konuşmalarıyla ilgisini çeken Rebecca ile yakınlaşır; onun ilginç -sadece geometrik formlardan oluşan-

resimleriyle ilgilenmeye başlar. İlk zamanlarda Rebecca ile aralarında geçen bazı konuşmalar garip bir

biçimde Colin’e Yvonne’u hatırlatmaktadır: “Garip, ama bir an Yvonne’la konuştuğumu sandım.”

(A.T.L.,37) Yvonne ile aralarında geçen konuşmaları ve Yvonne’un bazı davranışlarını -Yvonne’un onu

65

her gördüğünde ve ondan her ayrılışında ağlayışını, çaresiz bakışlarını- hiç beklemediği anlarda anımsayan

Colin bundan ötürü üzüntü ve huzursuzluk duyar:

...Bu konuşmanın daha önce Yvonne ile aramızda geçen diyalogların bir uzantısı olduğu hissine kapılmak beni bunaltıyor; her an sanki bu kız (Rebecca) ağlayacakmış gibi, ya da bu araba, dışarıda daha önce yaşanmış bir hayatın hatıralarını fısıldayan hayaletler ve gölgelerle dolu, görkemli ve sessiz bir odaya dönüşecekmiş gibi geliyor. (A.T.L.,38)

Rebecca’nın yaptığı resimleri görmeye onun evine giden Colin, Rebecca’ya resimlerinde geometrik

biçimler -özellikle de üçgenleri- kullanmak yerine gördüğü şeyleri olduğu gibi resmetmesini önerdiğinde

aldığı yanıt, genç kızın beden ve ruh çatışmasını ortaya çıkarmaktadır: “Ben figürleri zaten gördüğüm gibi

çiziyorum, gördüğüm biçimler çizdiklerimle aynı.” (A.T.L.,44) Rebecca geometrik resimler çizerek dış

dünyadan/ nesne’den kurtulmak ister ve kendi iç dünyasına sığınır. Diğer taraftan bu durum, sınırları daha

önceden belirlenmiş bir takım kalıplar içinde yaşamanın Rebecca’ya güven verdiğinin bir gösterenidir.

Geometrik şekillerde olduğu gibi sınırlarını görebildiği küçük odası onun ruhsal dünyasının ve Jung’un

psikanalitik kuramları bağlamında kişisel bilinçdışı’nın derinliklerinde bir yerde güven arayışı içinde

olduğunu göstermektedir.

Colin’in Yvonne’un annesi Bayan Sherman’ı ziyarete gittiği bölümde, Yvonne’un ruhsal

bunalımının gerisinde yatan nedenlerden biri olan ailesel geçmişine ait ip uçlarına ulaşılmaktadır. Geçmişi

ve yaşadığı evle âdeta bütünleşmiş olan Bayan Sherman, Lacan’ın söylemi bağlamında bireyin toplumsal

yaşama geçtiği Sembolik’te, kendini bu düzenin bir yansıması olan evlilik hayatına adamış ve elli yıl

boyunca aynı evde yaşayıp, bir çocuk dünyaya getirmiş; kocasının ölümünü de aynı evde görmüştür. Bu

bağlamda Storey, bireyi monotonlaştıran ve işlevsiz hâle getiren sıradan evlilik yaşantısını Colin’in

ağzından eleştirir: “Burada bir ağaç gibi yaşlanıyor, amaçsız, her şeyden habersiz. Bir gün gelecekler ve

onu kesip yere yıkacaklar.” (A.T.L.,52)

Rebecca’nın ıssız evi gibi Bayan Sherman’ın evini de bir mezara benzeten Colin’in tasvirleri,

onun karamsar ruh hâlini yansıtmaktadır:

66

Ev, bir çeşit mezar gibi: nemli; ırmağın kokusunu burada duyabilirsiniz...trenlerin, el değmemiş-yıkanıp kaldırıldıktan sonra giyilmemiş-giysilerin kokusunu...Her yere pislik saçan sanayinin o acımasız eylemsizliğinin kokusunu...Yok oluşun, hayata boş vermişliğin kokusunu duyabilirsiniz. (A.T.L.,52)

Yazarın kendi yaşamında -babasının iş yaşamı bağlamında- İngiltere’nin sanayileşmeye yeni

başlayan kuzey bölgesindeki değişen ve gittikçe zorlaşan yaşam koşullarına ilişkin olumsuz görüşleri

Colin’in görüşleriyle benzerlik göstermesi bakımından otobiyografik niteliktedir: “Babamın 64 yaşına

kadar o çukurda kalmasının ne kötü bir şey olduğunu şimdi anlıyorum. En son çalıştığı katman sadece 13

inç yüksekliğindeydi.”15

Storey’nin bu tezde incelenen üç romanında da beden/ruh, iç dünya/dış dünya, birey/toplum,

özne/nesne, kuzey İngiltere/ güney İngiltere gibi ikili zıtlıklara rastlamak mümkündür.

Yvonne’un da annesi gibi bir şeyler hakkında kaygı duymadan yaşayamayacağını ve bunu bir

yaşam tarzı haline getirdiğini düşünen Colin, karısının rahatsızlığının yetiştiriliş biçimiyle de ilgili

olabileceğini düşünür: “ Burada kaygı bir çeşit besin, hayatın vazgeçilmez bir malzemesidir.” (A.T.L.,53)

Aynı zamanda Colin’in tanımlamaya çalıştığı bu durum Yvonne’un ruhsal çöküntü sürecine ışık tutar:

Yvonne da kaygı dolu bir insan. Vietnam’ı, Çin’i, Hindistan’ı, Afrika’yı; buradaki aç çocukları, başlarında erkek olmayan kadınları, dövüşmekten başka yapacak bir şeyleri olmayan erkekleri, Napalm bombasını, böcek ilâçlarını, kirliliği düşünür: zihnini sonsuz soyut düşünceler esir alır ve başka bir şeyle ilgilenmesine izin vermez. Bu düşünceler içindeyken karşısına çıkan insanı tanıyamaz -bu yoğun soyut sisten dolayı- onun için artık insanlar insan değildir; onlar Yvonne’un algısının ötesindeki güçler tarafından yönetilen ve kullanılan, çaresizlik içindeki kozmik bir kuruma ait olan ve tanımlanamayan unsurlardır. (A.T.L.,53)

Yvonne’un bu durumu Freud’un kuramlarına göre, kökenini daha çok çocukluk yaşantılarından alan bir

tür rahatsızlık olan nevrotik anksiyete’nin bir çeşididir. Bağlantısız anksiyete denilen bu hastalıkta kişi,

sebepsiz yere kaygılanır, hep sıkıntılı ve huzursuzdur. Bu durum oldukça yorucu ve yıpratıcı olduğundan

umutsuzluğa sebep olur:

67

Bu insanların üzüntü konusu yaratmaktaki hayal güçleri sınırsızdır...Bağlantısız anksiyete’de ego, yetersiz kalan baskı mekanizması dışında genellikle savunmasızdır ve bu durum kişinin sürekli bir gerilim ve tedirginlik içinde yaşamasına neden olur.16

Diğer taraftan anne-baba olarak Yvonne’un geleceği için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarına

inanan Bayan Sherman, kızının bu durumuna bir türlü anlam veremez: “O çok çalıştı. Biz ona her şeyimizi

verdik. Okulunu dereceyle bitirdi: insanlar daha önce böyle bir başarı görmediklerini

söylemişlerdi...anlayamıyorum” (A.T.L.,53) Bayan Sherman’ın bu konuşmaları üzerine Colin,

Yvonne’un çocukluğunu hayal eder:

Yvonne okuldan eve gelir, çalışır: sokağın ucundaki ırmağın kokusu, motorların ritmik gürültüsü ve başının ucunda iş tulumu ve botlarıyla babası durmaktadır. Yvonne, ateşin yanına oturur ve kendini eylemsizliğe sürükleyen ve tüm bu görüntüleri içine alabilecek türden bir imge oluşturmaya koyulur: Afrika’ya, Hindistan’a, Çin’e, Vietnam’a gider; savaşa ve salgın hastalıklara; yangına ve açlığa gider; katliama ve yıkıma uğrayan yerlere gider; soyut kavramlara: kokmayan ve yerinde durmayan şeylere dalar. (A.T.L.,54)

Bu bağlamda; Yvonne’un, aslında çocukluğundan beri çoğunlukla aynı Hayalî düzen’de yaşadığı

ve anksiyete’sinin yıllar geçtikçe daha da arttığı anlaşılmaktadır. Ancak; Yvonne, onu Sembolik’in

kısıtlamalarından arındıran Hayalî düzen’de de huzurlu değildir. Çünkü kendine gündelik kaygılardan

daha önemli ve büyük kaygı unsurları bulmuş ve bireysel olarak üstesinden gelemeyeceği sorumluluklar

üstlenmiştir. Ünlü yazar Shakespeare’in Hamlet adlı tiyatro oyunundaki Prens Hamlet’in de dönemin

Danimarka’sındaki sosyal çarpıklıkları düzeltme görevini, insanî güçlerinin ve ömrünün bütün bunları

yapmaya yetmeyeceği gerçeğini görmezden gelerek üstlendiği ve doğal olarak bunu başaramadığı için bu

bağlamda hep huzursuz olduğu bilinmektedir. Benzer şekilde Yvonne’nun da gücü ve sınırlı ömrü bütün

bu evrensel sorunları çözmeye yetmeyeceği halde, çözüm arayışında olması; bir sonuca varamadığı için

kendini yetersiz ve çaresiz hissetmesine neden olur. Ancak Yvonne bu gerilimini güzel rüyalar görerek

geçici süreyle boşaltır. Freud ve Jung’un söylemlerinde incelendiği üzere rüyaların ruhsal dengeyi sağladığı

bilinmektedir: “ Rüyaların, ego’nun tek taraflı davranışlarını telafi edici bir işlevi vardır.”17

68

Yaşadığı düzenin -Sembolik’in- bozukluğunu ve aksaklıklarını eleştiren Yvonne, aynı zamanda

bu düzenin bir parçası olduğu için çatışma yaşar. Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği İngiltere’nin

kuzey bölgesi ile daha sonra eğitim almak üzere gittiği Londra çevresi birbirinden çok farklı özelliklere

sahip iki bölgedir. Yvonne gibi Pasmore’daki Colin Pasmore da bu iki bölgenin birbirine zıt değer

yargılarının arasında sıkışıp kalır ve benliklerinin bedensel ve ruhsal yönlerinin uzlaşmaz bir biçimde

birbirinden ayrı işlemeye başladığını düşünürler. Benlik bölünmesi ve beden-ruh çatışması Storey’nin

eserlerinde sıklıkla rastlanan temalardır. Bunun sebebi ise Storey’nin böyle bir süreçten bizzat geçmiş

olması ve benliğinin bedensel ve ruhsal yönlerini uzlaştırmakta güçlük çekmiş olmasıdır:

...orada (Kuzey İngiltere’de) herkes ellerini kullanarak bir iş yapıyordu ve böyle yapmayan bir kaç kişiye de zavallı gözüyle bakılıyordu...her şey dış dünyaya ait ve somuttu ve iç dünyaya ait olanlar, ruhumuza ait olan şeyler sanki utanç veren şeylermiş gibi küçümseniyordu...Bu nedenle ben de neredeyse tamamen iç dünyaya ait olduğumu; dış dünyaya çok az bir parçamın dahil olduğunu düşünürdüm ve bu durumu kendimden ve ötekilerden saklamak için kendimi fiziksel güç gerektiren işlere verdim. Futbol oynamaya başlamamın nedeni duyduğum bu suçluluk duygusudur, bunu bir şekilde telafi etme isteğidir.18

Colin Freestone, yasal/zorunlu eğitim süresinden sonra eğitimine devam etmemiştir ve

Yvonne’un da aldığı eğitim yüzünden bu kadar hassaslaşmış ve kısıtlanmış olduğunu ileri sürer: “Bayan

Sherman, siz ve ben aynı kayıktayız. Bizim üstümüzde dış dünya var ve eğitim görmemiş halimizle bizim

aklımız yerinde; fakat Yvonne -eğitim gördü- iç dünyasına saplanıp kaldı.” (A.T.L., 58) Sembolik’in bir

temsilcisi olan eğitim sistemini eleştiren Colin eğitimin, bireyi yalnızlaştıran politik bir unsur olduğunu ifade

eder: “Eğitim, kendileri de yeterince bilgiye sahip olmayan insanların bilgisizlerin beynini yıkamasıdır.”

(A.T.L., 58) Colin’in bu düşünceleri Storey’nin eğitim hakkındaki görüşlerini çoğunlukla yansıtır nitelikte

olduğundan, otobiyografik bir unsur olarak görülebilmektedir:

Eğitimde daha önceden belirlenen katı kanunlar ve toplumsal kurallar tarafından oluşturulan ve şimdi yenilenen bir ahlâkî beyin yıkama sistemimiz var: toplumsal disiplini aşılama ve var olan kurallara...uymaya razı olmayı öğretme...Bu duruma içimizden kızmamıza ve aslında uçmak istememize rağmen; yine de kendimizi güvende hissetme ihtiyacımız uğruna uçmadan durduğumuz yerde kalmamız gerektiği konusunda ısrarcı davranıyoruz. 19

69

Yvonne’un babası da Pasmore’daki Colin Pasmore’un babası gibi işçidir ve kızının iyi bir eğitim

alıp kendi gibi sıkıntılar çekmemesi için yıllarca fabrikada çalışmıştır. Colin, Bayan Sherman’ın evinde

bulduğu Bay Sherman’a ait fotoğraftaki yüz ifadesini tanımaya çalışır: “Mademki böyle olmak için

doğmuşum, o zaman doğru yerdeyim ve doğru işi yapıyor olmalıyım.” (A.T.L., 59) Freud’un kuramları

doğrultusunda ego’sunun ideali/süper-ego’su Bay Sherman’ın yıllarca bu düşünceyle yaşayıp, zor çalışma

koşullarına sabretmesini sağlamıştır. Daha önce de bahsedildiği gibi, Storey’nin babası da oğullarının

eğitimi için yıllarca kömür madenlerinde çalışmıştır. Bu bağlamda Storey’nin bu çalışmada incelenecek

olan her üç romanında da baba figürünün otobiyografik özellikler barındırdığı görülmektedir.

Yvonne’un, bu hastalığı hakketmediğini düşünen annesi; Yvonne’un Sembolik’in bütün

gereklerini yerine getirdiği halde cezalandırılmış olduğunu düşünür: “Onun gibi mantıklı, dengeli bir kızın

başına nasıl olur da böyle bir şey gelir. Hep yaşlılara yardım etti: kampanyalar düzenledi...Şimdi de sanki

Tanrıya sitem ediyor. Ya senin için yaptıkları: Rusya’ya gitti eylemlere katıldı, tutuklandı.”

(A.T.L., 60) Kocasının ve kendi emeklerinin boşa gittiğini düşünen Bayan Sherman’ın dudaklarından hep

aynı kelimeler dökülür: “Babası onu böyle görseydi kahrolurdu...Bir türlü anlamıyorum. Bir sürü

hedefimiz, hayalimiz vardı. Şimdi elimizde ne var?” (A.T.L., 61) Okul müdürü Wilcox gibi geçmişine

saplanıp kalmıştır, her şeyin eski günlerdeki gibi olmasını ister. Bu nedenle Yvonne’un durumunu

kabullenememektedir.

Yaşamsal ayrıntılarla fazlaca ilgilenen Yvonne, hayatı kendi bütünlüğü içinde algılayamaz,

ayrıntılarda kaybolur ve bu nedenle Jung bağlamında kendini ve dış dünyanın nesne’lerini tanımlayamaz

hâle gelir, benliği parçalanır ve gitgide dış dünyanın nesne’lerine yabancılaşır. Aslında id’in belli bir ölçüde

serbest kaldığı ve kontrol dışı olduğu akıl hastanesinde Yvonne bu kez de, hastanenin kurallarına uymak

zorundadır. Hayalî düzen içinde Sembolik’in kural koyucu ve kısıtlayıcı özelliğiyle karşılaşmış

bulunmaktadır. Bu dönemde Yvonne’un gerçekten aklını yitirip yitirmediğine dair yaşadığı içsel

70

sorgulamalar, Colin’in gözünden kaçmaz: “Eğer böyle davranıyorsam; aklımı yitirmişim demektir.”

(A.T.L., 74)

Akıl hastanesine yatırılmadan önce eşi Colin gibi öğretmenlik yapan Yvonne, mesleği hakkında

olumsuz düşüncelere sahiptir: “Mesleğe geri döneceğimi sanmıyorum. İnsanı delirtiyor.” (A.T.L., 79) Bu

bağlamda Storey’nin romanlarındaki öğretmenlik yapan karakterler, tıpkı Storey gibi bu meslekten zevk

almazlar.

Freud ‘un söylemi bağlamında bilinçaltı’ndaki suçluluk duygularından kurtulamayan Yvonne,

bastırılmış bu duyguların ve nedenlerinin farkına varmadıkça, yardımseverlik ve kurtarıcılık rollerini

üstlenerek yadsımaya çalıştığı bu duygularla yüzleşmedikçe iyileşemeyecektir. Pasmore’daki Colin

Pasmore gibi Yvonne da ekonomik açıdan kendi ebeveynlerinden daha iyi konumlara gelirken anne-

babaları onlara bunu sağlamak için hep yoksulluk içinde yaşamak zorunda kalmışlardır. Bu da Colin

Pasmore ve Yvonne’un yaşam boyu anne-babalarına karşı kendilerini borçlu hissetmelerine neden

olmuştur. Bu duygular Yvonne da daha da derin bir boyut kazanarak tüm işçi sınıfına yöneltilmiştir. Kendi

yaşamında da aynı süreçlerden geçen Storey, babasının her akşam madenden bitkin bir şekilde

dönüşünden çok etkilenmiş ve bunu eserlerine yansıtmıştır: “Hep şunu düşünmüşümdür: Babam sekiz

saatlik bir vardiyayla çalışıyorsa ben de sekiz saat boyunca yazabilmeliyim. Ve sanırım bu düşünce hep

benimle.”20

Diğer taraftan Yvonne’un ruhunu ve zihnini dolduran evrensel sorumluluk ve suçluluk duyguları

onun aynadaki yansımasını etkiler ve yansıyan imaj umutsuz, çaresiz ve hareketsiz duran bir kadına

-Yvonne’a- aittir. Bedeni ile ruhsal devinimleri arasındaki kopukluk zamanla bu imajın bulanıklaşmasına

ve Yvonne’un hastalığının ilerlemesine neden olur. Akıl hastalıkları ve toplumsal nedenlerini araştıran R.D.

Laing’in teorileri bağlamında Yvonne’un yaşadığı ciddi boyuttaki benlik bölünmesini, şizofreniyle

ilişkilendirmek mümkündür:

Şizoid durumda benliğin bu şekilde dağılması, benliğin bireyin ifade ve davranışlarında kendini doğrudan gösterememesi anlamına gelir. Benliğin

71

diğerleriyle ilişkisi her zaman dengesizdir. Birey, öteki ve dış dünya arasındaki etkileşimler-algılama ve hareket etme bağlamında dahi anlamsız ve yanlış görünür.21

Storey, aslında Yvonne gibi duygusal yönü ağır basan fakat bunu mantığıyla dengelemeye çalışan

Colin karakterinde benliğin bedensel ve ruhsal yönünü kısmen uzlaştırmayı başarmıştır. Çünkü Colin artık

sanatla -ruhsal ve duygusal duyarlılık gerektiren bir alanla- ilgilenmesine rağmen eski mesleğine: fiziksel

güç gerektiren boksörlüğe ait becerilerini de hayatından tamamen soyutlamamıştır, ihtiyaç duyduğunda bu

yönünü ön plâna çıkarmaktan çekinmez. Örneğin; öğrencisi Rebecca’nın annesi Elizabeth Newman’ın

daveti üzerine katıldığı partide resim öğretmenliğini ve Colin’i küçümseyen davranışlarda bulunan

Leyland’ı (Elizabeth’in kocası şehir plânlamacısı Bay Newman’ın arkadaşı) yumruklar. Jung’un

söylemine göre bu durumda, Colin’in kişisel bilinçdışı’na ait gölge adı verilen ilkörneksel unsuru bilince

ulaşmıştır: “Gölge kişisel bilinçdışı’dır. Toplumsal standartlarda ve bizim ideal kişiliğimize uymayan tüm

vahşi arzular ve duygulardır.”22

Newman’lardan koleje maddî destek sağlayan Wilcox, kendisi gibi geleneksel ve kalıplaşmış

dünya görüşlerine sahip olan Bay Newman’ın -karısı ve Colin arasındaki yakın ve samimi ilişkiyi fark

etmesi ve bir önlem alınmasını istemesi üzerine- Colin’i dolaylı yollardan uyarır.

Dışarıdan bakıldığında görkemli ve varlıklı bir hayatta mutlu gibi görünen Elizabeth’in aynadaki

imajı yalnızlığını ve umutsuzluğunu yansıtır. Evliliğinde son derece mutsuz olan Elizabeth, Colin’den önce

kendine yakın gördüğü başka erkeklere de ilgi duymuştur. Aslında Sembolik’in bir temsilcisi olan erkek

egemen toplumun yaptırımlarının acısını çeken Elizabeth, Colin gibi kendi belirlediği amaçlar

doğrultusunda/Semiotik’te yaşamak istediğinden varolan düzenin ve kalıpların karşısında durur. Ancak

Sembolik’in sınırlarının dışına çıkmanın tehlikeli olacağına inanan Neville Newman, Elizabeth’i bu

çabalarından her zaman alı koyar. Bu bağlamda Lacan’a göre:

Eğer bir insan “toplumun bir üyesi” ya da “konuşan biri” olmak şartıyla bir birey olabiliyorsa, aynı zamanda insanı hayvandan ayıran bu düzenin-

72

Sembolik düzen’nin- bütün insani sıradanlıklarına ve alçaklıklarına da katlanmak durumundadır.23

Jung söyleminde değinildiği gibi Neville de, Wilcox da persona’larını kişilikleriyle bütünleştirmiş

ve sahte benlik’lerinin gereğinden fazla ön plâna çıkmasına neden olmuşlardır.

Freud bağlamında super-ego’nun dayattığı vicdanî yükümlülükleri fazlasıyla önemseyen Yvonne

ideal ego’sunu, egonun ideali’ne dönüştürmeye çalışır. Colin’in bu bağlamdaki düşünceleri ise duruma

farklı bir boyut kazandırmaktadır. Yvonne’un, yardım etmeye çalıştığı insanlara aslında sığındığını

savunan Colin, bunun Yvonne’un yaşam tarzı haline geldiğini vurgular: “O insanlar sana sığınmıyorlar;

sen onlara sığınıyorsun: kendini bu durumdan soyutluyorsun ve sonra bundan azar azar besleniyorsun.”

(A.T.L., 138) Yvonne’un üstlendiği bu görev ona asıl sorunlarını -içsel çatışmasını- unutturan ve

derinlerdeki suçluluk duygularını uyuşturan, alışkanlık niteliğinde bir tür kaçıştır.

Storey, Colin ve Yvonne’u Jung söyleminde değinilen kavramlar doğrultusunda içedönük

(Yvonne) ve -Yvonne’la kıyaslandığında- dışa dönük (Colin) psikolojik tipler olarak ve aynı zamanda

ruhun/iç dünyanın (Yvonne) ve bedenin/dış dünyanın (Colin) sembolik ifadeleri olarak ortaya koymuştur.

Colin’in, çevresine yansıtmamaya çalışsa da yaşadığı bölünmüşlük ve yabancılaşma duygusunun

yarattığı isteksizlik ve bıkkınlık bir tenis maçı sırasında onu yakından gözlemleyen öğrencisi Rebecca’nın

gözünden kaçmaz: “Topa sanki rüyadaymışsınız gibi vuruyordunuz. Bu bakışınız okuldaki bakışınızla

aynı...Sanki o anda gerçekten bulunduğunuz yerde değilmişsiniz gibi.” (A.T.L., 150) Bu bağlamda

Yvonne ile Colin benzer hisler yaşamaktadır, çünkü aynadaki kimlikleri bölünmüş benliklerini

yansıtmaktadır.

Hafta sonunu geçirmek için Colin’in evine gelen Yvonne için bu süreç, alıştığı hastane

ortamından -kendi Semiotik’inden- toplumsal yaşam alanına -Sembolik’e- kısa süreli dönüşü bağlamında

bir tür şok etkisi yaratır. Lacan’a göre yetişkin yaşamında işbirliği içinde çalışan Sembolik, Hayalî ve

Gerçek düzen birbirinden ayrılamaz: “Hayalî düzen ifadelerinden çıkan ve iş birliğine yönelik bu

73

yönlendirme dış dünyanın Sembolik bilgisine ait yorumsal kayıt olarak ve Gerçek etki ve olaylar biçiminde

var olur.”24

Ancak bu bağlamda Gerçek düzen’e geçemeyen Yvonne, Hayalî ve Sembolik düzen arasında;

fakat çoğunlukla da Hayalî düzen’de kalır. İlâçlarını törensel bir biçimde alan Yvonne için zihnini dolduran

düşüncelerle “özgürce” meşgul olabildiği bir yer olması bağlamında hastaneye öylesine alışmıştır ki oradan

her fırsatta kurtulmak istediğini söylemesine rağmen geçici de olsa oradan uzaklaşmak Yvonne’u huzursuz

eder. Yvonne için hastane ve ilâçları, güven duygusunun sembolik temsilcileri haline gelmiştir adeta:

“...küçük plastik kutudaki ilaçlar, bir hayatı, güveni ifade ediyordu.”

(A.T.L., 176) Colin’in evinde huzursuz olan ve annesinin evine gitmek isteyen Yvonne, annesinin eski

günlerdeki gibi onun sevdiği yemekleri yaptığının ya da yatakları havalandırdığının tamamıyla farkında

değildir. Bayan Sherman’ın hiçbir şey olmamış gibi -Yvonne sağlıklıymış gibi- davranması, onun bu

durumu yadsımaya çalıştığını göstermektedir. Yvonne’un durumunu kabullenmek aynı zamanda bir tür

başarısızlığı da kabullenmek anlamına gelmektedir. Çünkü ebeveyn olarak Yvonne’un eğitimi ve güzel bir

hayat yaşaması için yaptıkları fedakârlıklar amacına ulaşmamıştır: “Babası hiç tatil yapmadan çalıştı...Onu

koleje gönderebilmek için fazla mesaiye kalırdı. Tüm kalbiyle onun için çalıştı.” (A.T.L., 59)

Annesinin evinde geçirdiği krizden sonra hastalığı ilerleyen Yvonne artık Colin dahil herkesi

arkadaşı olarak görmektedir; annesini bile tanıyamaz hale gelir ve bundan böyle Hayalî düzen’de

kalacaktır. Laing’ e göre bireyler yaşamlarının belli dönemlerinde gerçeklik algılarında yanılsamalara

yaşayabilmektedirler:

Hayatın normal koşullarında birey kendini gerçek dışı hissedebilir; gerçek anlamıyla canlı olmaktan çok ölüdür. Dışındaki dünyadan daha tehlikeli bir şekilde farklılaşmış olacak ki kimliği ve otonomisi her zaman sorgulanır...Üstün gelen, baskın olan bir kişisel tutarlılık ve bütünlük duyumuna sahip olmayabilir...Ve benliğinin kısmen bedeninden ayrıldığını hissedebilir.25

Yvonne’un tedavi sürecinin kötüye gitmesinin ardından Colin’in hayatında da olumsuz yönde

değişiklikler olur. Elizabeth ile olan ilişkisi ve Yvonne’un rahatsızlığını bahane eden Wilcox, Colin’in

74

kolejdeki işine son verir. Böylelikle aslında hoşnut olmadığı mesleğinden ayrılarak Laing’in teorileri

bağlamında sahte benliğinden sıyrılmış ve Lacan’ın Gerçek düzen’ine yaklaşmıştır. O güne dek hayatta hiç

kimseye boyun eğmeyen Colin bu olaylardan sonra da aynı duruşu sergiler ve boksörlüğüyle ilgili iş

tekliflerini geri çevirerek psişe’sini Jung’un gölge ilkörneği’nin tutsaklığından uzak tutar. Çöpçülük

yapmaya başlayan Colin’in Sembolik’teki hayatı eskisinden daha da yorucu ve yıpratıcı şekilde devam

etmiş olur. Hayatındaki bu inişli çıkışlı süreç onu Jung’un kuramlarında incelenen bireyleşme süreci’nin

yorucu bir aşamasına daha getirmiştir çünkü bu süreç: “Uzun ve çaba gerektiren ve bilinçdışı kişiliklerin

tüm bölünmüş ve düzensiz parçalarının bir araya toplanıp kendi varlığından ve işleyişinden haberdar olan -

kendi içinde uyumlu- bir bütüne dönüştürülmesi sürecidir.” 26

Eserin yan temasının Colin’in çalıştığı sanat koleji müdürüyle olan tuhaf iletişiminin eğlenceli ve

yalın ve dolaysız aktarılmasına dayandığını belirten John Russell Taylor, Storey’nin anlatım tarzıyla ilgili

fikirlerini belirtir:

Colin’in, ziyarete gittiği evde akşam yemeğine davet edilmesinin oldukça canlı bir utanç komedisine dönüşmesi ve okul müdürünün gariplikleri -gizli odasında okuldan çalındığı düşünülen bir sürü idrar şişesinin bulunması- romanı farsa yaklaştıran bir doruk noktası oluşturmuştur. Fakat bu durum Storey’nin fiziksel gerçekliğe olan bağlılığından dolayı ileri gitmemiştir. 27

Romanda benliğin bedensel yönü Sherman ailesi,Wilcox, şehir plânlamacısı Newman ve ailesi,

okul ve hastane gibi kurumlarla temsil edilirken, Colin, ruhsal yönü ağır basmakla birlikte daha çok

bedensel yönüyle ön plândadır. Buna karşılık Yvonne ruhsal yönü temsil etmektedir. Ayrıca romandaki

tüm karakterlerim -betimlenen süreç içerisinde kendi kişilik yapılarıyla tutarlı davranışlar sergilediklerinden

roman incelemesi bağlamında ele alındığında- değişmeyen karakterler olduğu görülmektedir.

Storey’nin eserlerinde görülen kaçış teması bu romanda Yvonne’un Sembolik’te kendini var

edemeyip aklını yitirerek Semiotik’e geçişinde -yeni bir boyuta kaçış bağlamında- belirgin bir şekilde

ortaya konmuştur.

75

Pasmore adlı romanda olduğu gibi bu romanda da okuyucuya kahramanların yaşamlarından bir

kesit sunulur ve bu kesit okuyucuyu durum değerlendirmesi yapmaya yönlendirmektedir. Storey, bu tezde

incelenen her iki romanda da yaşamın içinden sahneler ortaya koyma bağlamında oldukça canlı tasvirlere

yer vermiş; diyaloglar arasına belli aralıklarla yerleştirdiği dış çevreye ait betimlemelerle, konuşan kişilerin o

esnada dikkatini çeken fakat dile getirmedikleri ayrıntılara dahi yer vererek gerçekçi bir anlatım tarzı

oluşturmuştur. Ayrıca Storey romanda konuyu anlatmayıp, olayları ve durumları oldukları gibi aktarmıştır.

Böylelikle bütünü oluşturan parçaları birleştirmeyi ve aralarında bağlantılar kurmayı okuyucuya

bırakmıştır.

Storey’nin bu eserinde Pasmore’da da olduğu gibi zaman içinde belli sebeplerden -eğitim, iş

hayatı- ötürü yetiştirildikleri küçük kasabalardan ayrılan bireylerin şehir yaşamına ayak uydurma isteği ve

çabaları zaman içinde onları farkında olmadan kendi kültürlerinden ve doğdukları yerde yaşamaya

mahkum olan ve kendileri gibi değişik kültürler tanımayan anne ve babalarından farklı kıldığı ve onları

hem ailelerine hem de kendi öz benliklerine yabancılaştırdığı durumlar ortaya konmuştur. Bu durumun

yarattığı huzursuzluk ve ruhsal bunalım Yvonne Freestone’un benlik bütünlüğünün bozulmasıyla birlikte

aklını yitirmesine neden olurken Yvonne ile kıyaslandığında Colin’in çoğunlukla benlik bütünlüğünü

koruduğu gözlemlenmektedir. Laing’in kuramları bağlamında Yvonne akıl hastalığını bir tür kaçış olarak

algılamıştır. Storey bu eserinde yabancılaşma ve bölünmüş benlik sorunlarını hem erkek hem de bayan bir

karaktere aktararak her iki bireyin de olaylara verdiği farklı tepkileri ve bunlardan etkilenme biçimini

ayrıntılı fakat kendi yorumunu katmadan betimlemiştir.

76

NOTLAR

_________________________________

1 David Storey, A Temporary Life (Londra: Allan Lane, 1973), 57.Bundan böyle, bu romandan alıntılar metin içinde parantezde ve kısaltılarak verilecektir. 2 Anika Lemaire, Jacques Lacan, çev. David Macey (Londra: Routledge & Kegan Paul, 1977),177. 3 R.D.Laing, Bölünmüş Benlik, çev. Selçuk Çelik (İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1993), 69. 4 Anthony Storr, Freud (Oxford: Oxford University Press, 1989), 43. 5 Storr, 58. 6 David Storey, “Writers on Themselves: Journey Through a Tunnel”, The Listener (Londra: The Listener, 1 Ağustos 1963), 160. 7 Victor Davis, “Now He’sTop Storey”, The Daily Express (Londra: The Daily Express,16 Eylül 1976),12. 8 Carl Jung, On The Nature of The Psyche, The Collected Works of C.G.Jung, çev.R.Hull (New York: Princeton University Press, Princeton,N.J.,1973), 117. 9 Engin Gençtan, Psikanaliz ve Sonrası (İstanbul: Metis Yayınları,2002), 167. 10 David Stafford-Clark, What Freud Really Said (Harmondsworth: Penguin Books Ltd., 1967), 120. 11 Jolande Jacobi, The Psychology of C.G. Jung (Londra: Routledge & Kegan Paul,1968), 36. 12 Michael Foucault, Deliliğin Tarihi, çev. M.Ali Kılıçbay (Ankara:İmge Kitabevi,2000), 345. 13 Stephen Frosh, Identity Crises-Modernity, Psychoanalysis and The Self (Londra: Macmillan Edition Ltd., 1991), 69. 14 Lemaire,176. 15 Ray Connolly, “The Ray Connolly Interview: 3½ Million Wasted Words”, London Evening Standard (Londra: London Evening Standard, 28 Ekim 1972), 12. 16 Gençtan, 51. 17 Anthony Stevens, Jung (Oxford: Oxford University Press,1994), 84. 18 David Storey, Special Correspondent, “Speaking of Writing-2: David Storey”, The Times (Londra: The Times, 28 Kasım 1963), 15. 19 David Storey, “What Really Matters”, Twentieth Century (Londra: Twentieth Century, Ağustos 1963), 96. 20 Connolly, 12. 21 Laing, 81 22 Frieda Fordham, Jung Psikolojisinin Ana Hatları, çev. Aslan Yalçıner (İstanbul: Say Yayınları, 1983),67. 23 Lemaire,183. 24 Ellie-Ragland Sullivan, Jacques Lacan and The Philosophy of Psychoanalysis (New York: Illinois Press, 1987),131. 25 Laing, 44. 26 June Singer, Boundaries of The Soul, The Practice of Jung’s Psychology (New York: Anchor Books, Doubleday, 1994), 143. 27 John Russell Taylor, David Storey, ed.Ian Scott-Kilvert (Edinburg: Longman Group Ltd.,1974), 25-26.

BÖLÜM 1V

SAVILLE’ DE BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE OTOBİYOGRAFİK

AÇIDAN İNCELENMESİ

Storey’nin bu tezde incelenen diğer iki romanı bağlamında kendi yaşamına ilişkin daha çok sayıda

izdüşüm bulunan eseri olan -bildungsroman (gelişim romanı) niteliğindeki- Saville’de Colin Saville adlı

kahramanın İkinci Dünya Savaşı öncesi, sırası ve sonrasını kapsayan hayatı, İngiltere’nin kuzeyindeki

kömür madeni bölgesinin geleneksel yapısı ve Colin’ in bu toplumda yaşadığı kişisel deneyimler sonucu

maruz kaldığı beden-ruh çatışması ve hayal kırıklıkları ele alınacaktır.

Daha önceki bölümlerde de bahsedildiği gibi Storey gerçek yaşamında benliğinin bedensel ve

ruhsal yönlerini uzlaştırmaya çalışmış ve bunu eserlerindeki karakterlere de yansıtmıştır. Saville’de de Colin

yaşamındaki ikili zıtlıkları bir dengede tutmayı kısmen başarmıştır. Bu ikili zıtlıklar eserde: Colin’in

yaşadığı toplumun ve ailesinin olumlu ve olumsuz yönleri, Colin’in kendi benliğinin bedensel ve ruhsal

yönleri, ağabeyi Andrew ile bütünleşmesi ve ondan ayrı bir kimlik ortaya koyması, fiziksel ve

duyusal/sezgisel becerileri, eğitime olan ilgisi ve eleştirel yaklaşımı, ailesine karşı olan bağlılığı ve nefreti ve

son olarak da geçmiş hayatından hem kurtulmaya çalışması hem de kopamaması olarak karşımıza

çıkmaktadır.

Romanın başlangıcında Saville ailesinin Kuzey İngiltere’nin Lupset bölgesindeki genellikle

maden işçilerinin aileleri için yapılmış evlerin bulunduğu Saxton köyüne taşınmaları, Storey’nin de böyle

bir yerde yaşaması bağlamında eserdeki otobiyografik unsurların ilki olması açısından önem arz

etmektedir: “Ben bir maden köyünde büyüdüm.” 1

Storey ataerkil toplumda kadın olmanın oldukça yıpratıcı ve zor bir durum olduğunu Saville’de

ev hanımlarını durmadan ev işleriyle uğraşan karakterler olarak betimleyerek, özellikle de Colin’in annesi

Ellen Saville’in rutin ev işlerini ayrıntılı bir biçimde sunarak göstermiştir:

78

Çok geçmeden evin annesinin işleri rutinleşmişti: Pazartesi çamaşır yıkardı; Salı günleri kurutmayı bitirir, ütüye geçerdi. Çarşambaları haftalık alışverişi yapar, ütüyü bitirir ve zamanı kalırsa ekmek pişirirdi...Perşembe günleri üst kattaki odaları temizlerdi. 2

Storey’nin ailesinin ve bu tezde incelenen eserlerindeki ana karakterlerin ailelerinin yaşadığı

Kuzey İngiltere’nin Wakefield Bölgesi yakınlarındaki Yorkshire maden yerleşkesi ve Yorkshire

sakinlerinin yaşam koşulları ve toplumsal değerleri hakkında yapılan araştırmada Norman Dennis,

Fernando Henriques ve Clifford Slaughter önemli bulgular elde etmiştir. Araştırmada Yorkshire’a

“Ashton” adını veren Dennis, Henriques ve Slaughter’ın ortaya koyduğu veriler hem Storey’nin yaşamı

hem de roman karakterlerinin yaşamıyla örtüşmesi açısından eserlere otobiyografik ve gerçekçi bir yapı

kazandırmıştır. Yapılan araştırmaya göre Yorkshire kadınları, Storey’nin de eserlerinde yansıttığı gibidir:

Kocası madendeyken kadın evin günlük işlerin-çamaşır yıkama, ütü yapma, temizlik ve diğer bütün işler-yapmalı ve yemek pişirmelidir...Ev hanımları kocalarının ihtiyaçlarıyla bu denli ilgilendikleri ve yemeği her zaman vaktinde hazırladıkları, madenden dönen işçiyi hiçbir zaman soğuk bir yemekle karşılamadıkları ve ev işlerinde kocalarından yardım istemedikleri için kendileriyle gurur duyarlar. 3

Ellen’ın annesi de Ellen gibi kendini yaşadığı kültürün/Sembolik’in kurallarına adamış -iyi bir eş

ve anne olabilmek için- hayatı boyunca çabalayıp durmuştur. Pasmore’da ve A Temporary Life (Geçici

Bir Hayat)’ da olduğu gibi Saville’de de Sembolik düzen’in bir parçası olan evlilik hayatı kadınların

yaşamını hep aynı işlerin yapıldığı bir alan olan ev ile sınırlandıran yönüyle ele alınmıştır. Diğer taraftan

Ellen, ona ev işlerinde ve çocuk bakımında elinden geldiğince yardım etmeye çalışan kocası Harry

sayesinde erkek egemen toplumdaki kocası tarafından ezilen kadın imajından uzaklaşır.

Storey’nin bu çalışmada incelenen eserlerinde maden işçisi babalar çalıştıkları madenlerden çok

dışarıdaki hayatlarıyla ön plândadır. Yazar, bu romanda Harry’nin çalışma koşullarına sık sık dikkat

çekmektedir: “Andrew’un teninin yumuşaklığı ve pembeliğinin aksine onun (Harry’nin) elleri

boğumluydu ve derisinin içine işleyen kömür zerrecikleri nedeniyle lekeliydi.” (S.,10) Ayrıca Saville

79

ailesinin olumsuz yaşam koşulları, romanda ayrıntılı olarak sunulmuştur: “Bebeği ateşin önünde yıkayacak

olan Saville(Harry) yere kağıt parçaları serer ve metal su kabını ateşin önüne koyardı.” (S.,9)

Saville ailesinin ilk oğulları Andrew’un yedi yaşındayken ölmesi Storey’in ağabeyinin ölümüyle

benzerlik taşımaktadır: “Bu, Storey doğmadan altı ay önce olmuştu ve Storey’e göre yaşamının ölümle

bağlantısını kuran ilk deneyimidir.”4 Andrew’un ölümünün ardından Ellen ve Harry Saville de doğacak

çocuklarını Andrew’un yerine koymayı plânlar: “Bize bir şeyleri geri ver. Yüce İsa aşkına bize bir şeyleri

geri ver.” (S.,17) Böylelikle Colin ile Andrew arasındaki bağ ilk kez kurulmuş olur. Bu romanda Storey biri

ölü diğeri hayatta olan iki kardeşin bütünleşmesi ve ayrılması bağlamında bölünmüş benlik temasına yeni

açılımlar getirmiştir. Colin, Andrew’ un “izinden giden, onun yerini gasp eden ve hatta yerini alan biri

olmuştur.”5 Diğer taraftan, Harry ve Ellen, Colin’i doğduğu günden itibaren -farkında olmadan- Andrew

ile kıyaslamışlardır: “...hatta melankolik bir çocuktu bu (Colin). Diğerinin gürültüsü ve huylarından sonra

Colin’in sessizliği Harry’i tedirgin etmişti.” (S.,18) Lacan’ın söyleminde değerlendirildiğinde Colin’in

aynadaki imajı Andrew’ı gösterir ve Colin aynadakinin gerçeği göstermediğinin farkındadır, fakat

Andrew’un etkisini her zaman üzerinde hisseder ve uzun yıllar Andrew’un imgesinde hapsolmuş biçimde

yaşar: “Çocuk, aynada gördüğünün bir görüntü olduğunu ve gerçek bir insan olmadığını anlar.” 6

Zaman içinde Colin ve annesi arasında kurulan güçlü bağ ve ikili etkileşim babayı dışarıda bırakır:

“Colin sanki onun (Ellen’ın) bir parçasıydı, ondan hiç ayrılmıyordu.” (S.,18) Daha önce incelenen

Freud’un kuramlarına göre Oedipus karmaşası’nın ilk evrelerinde baba, anne ile çocuğun ilişkisine henüz

dahil edilmemiştir: “Erkek çocuğun ilk sevgi nesnesi olan anne, Oedipal dönem’de de yerini korur.”7

Lacan’a göre ise Colin bu aşamada Babanın Kanunu’ndan habersizdir, çünkü henüz anneyle bir bütün

olduğunu düşündüğü Ayna Evresi’nin ilk basamağındadır. Lacan, Babanın Kanunu’nun yalnızca

metaforik bir unsur olduğunu, bunun babanın kendisine ilişkin olmadığını belirtmiştir: “Baba oradadır,

fakat onun kendine özgü otoritesi bazı açılardan kaybolabilir, böylelikle baba çocuğun zararına olan

80

sembolik hakkını yitirir.” 8 Zaman zaman super-ego’yla eş anlamlı kullanılan Babanın Kanunu, babanın

oğlunun fallus olma isteğini engeller konumda bulunduğu durumda önem kazanır.

Freud’un kuramları bağlamında Oedipus karmaşası içinde olan Colin, bilinçaltı’nda babasına

karşı bir tür güç ve otorite savaşı vermektedir: “Harry, çocuğun gücüne ve kendini yere yıkan tuhaf

vahşiliğine güldü.” (S.,20) Lacan söylemine göre annesi ile arasına giren üçüncü kişi olan babası, Colin’in

fallus olma-anneyle bütünleşme arzusunu-engeller, başka bir değişle onun bu isteğini kastre eder.

Konuşmayı öğrenmesi, ardından okula gitmesi ve böylelikle Sembolik Düzen’de yer almaya başlamasıyla

birlikte Colin, artık kültürel bir özne olur ve zaman içinde babasını rakip olarak görmek yerine onu egonun

ideali olarak görmeye ve onunla özdeşleşmeye başlar.

Daha önce incelenen Jung’un kuramlarına göre genellikle içsel duyusal psikolojik tip özelliği

taşıyan Colin’in bu özelliği anne-babasının ifadelerinde yer almıştır. “O sanki çocuk değildi. Şimdiye kadar

yalnızca bir kez banyodan sonra ağlamıştı.” (S.,18) Bu açıdan Storey ile Colin arasındaki benzerlik

otobiyografik bir özellik taşıması bakımından dikkat çekmektedir: “Storey de çocukken çok az şeye

ağladığını anımsamaktadır.”9 Jung’a göre:

Bu tipteki insanlar genellikle sessiz, erişilmez (dünya ile bağlantıları kopuk), zor anlaşılan...başkalarını etkileme ve onları değiştirme kaygısı gütmeyen...başkalarının gerçek duygularına karşılık vermek için çok fazla çaba harcamayan insanlardır.10

Harry ile Ellen arasında roman boyunca görülen uzaklık Ellen’ın kendisine sağladığı yaşam

koşullarından ötürü Harry’e zaman zaman gizli bir kızgınlık duymasından kaynaklanmaktadır. Diğer

taraftan bu durum Oedipal karmaşa’yı aşana dek babası Harry ile Colin arasındaki uzaklığa benzemektedir

ve Harry’e anne ve oğul arasında ne kadar çok ortak yön olduğunu düşündürür: “...onların birbirlerine ne

kadar çok benzediklerini gördü: sakinlikleri, ağır davranışları, tuhaf ve çoğunlukla gizemli iç dünyaları, ve

bu nedenle zaman zaman aynı ifadeleri, aynı ruh hâlini, aynı sakin bakışı paylaşmaları.” (S.,27) Jung

bağlamında persona’sıyla -maden işçiliğiyle özdeşleşmiş olan- Harry bedensel yönü, daha çok kendi iç

dünyalarında yaşayan Ellen ve Colin de ruhsal yönü temsil etmektedirler.

81

İkinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre öncesi, savaş süreci ve sonrası gibi uzun bir zaman dilimini

içine alan bu eserde Storey, romandaki ikili zıtlıklardan biri olan savaş ve barış durumunu İkinci Dünya

Savaşı dönemini: “İngiltere’nin büyük bir bunalımda olduğu yılları”11 bizzat yaşayıp gören Storey, Saxton

köyünde yaşananları canlı tasvirlerle aktarmıştır:

Doğudan gelen uçaklar rotalarını belirlemek için evlerin üzerinden geçtiler...Neredeyse her akşam batı tarafındaki gökyüzü alevlerle aydınlanıyordu...Colin ve babası banliyöleri ve nehri geçer geçmez şehirdeki yıkımı gördüler...birkaç insan daha önce evleri olan şeylere-kırılmış kirişlere ve tahrip olmuş pencerelere bakıyordu.(S.,41)

Savaşın acımasızlığı ve o dönem ülkede yaşanan ekonomik bunalım, romanda Saville ailesinin yanında

kalan ve fakirlik ve işsizlik yüzünden orduya katılan askerin sözleriyle aktarılmıştır: “Benim geldiğim yerde

insanların yaşayacak hiçbir şeyi yok...Benim için endişelenmeyin...nasıl olsa öleceğim, artık benim için her

şey bitti.” (S., 35) Savaşın tüm dünyada olduğu gibi İngiltere’de yaşamı olumsuz etkilediğini savunan

Clarles L.Mowat’a göre:

Orta yaşlı hiçbir insan, yirminci yüzyılın başlarında yaşanan bu durumu değerlendirdiğinde, savaş öncesindeki İngiltere ile ülkenin savaş sonrasındaki durumunun pek de farklı olmadığı fikrini savunmaz. Eski düzen gitmişti...yüksek sınıftan insanların yaşadığı o günler geride kalmıştı. Savaş her şeyi alt üst etmişti. 12

Storey, savaşla birlikte inandıkları şeylere olan güvenlerini yitiren insanların umutsuzluğunu

Saville’de Harry ve asker arasında geçen konuşmada yorumdan çok bir tür rapor niteliğinde doğrudan

sunmuştur: “...öyle ya da böyle biz hep aynı koşullarda yaşayacağız. Zenginler ve fakirler hep olacak ve

aralarından yalnızca bir iki şanslı insan çıkacak. İnandığın hiçbir şey yok mu? Yok.” (S.,36)

Storey savaşın anlamsızlığını ve acımasızlığını, geçmişine -var olan Sembolik Düzen’le

kıyaslandığında Hayali düzen olarak nitelendirilebilecek olan düzene- takılıp kalan Büyükbaba Saville’in,

katıldığı Birinci Dünya Savaşı koşullarıyla o dönem içinde bulundukları İkinci Dünya Savaşı’nın

koşullarını kıyasladığı ifadelerle bir kez daha vurgulamıştır: “Eskiden olduğu gibi savaşmıyorlar artık. O

82

günlerde bire bir çarpışırdık. Şimdi çocuk ve kadınları bombalamaktan ya da kendilerinden millerce uzakta

hiç tanımadıkları insanları ateşe tutmaktan başka bir şey düşünmüyorlar.” (S.,97)

Sembolik’e girmesine rağmen Colin annesiyle olan ilişkisi bağlamında Ayna evresi’nde kalmıştır.

Anthony Wilden, Lacan’ın Speech and Language in Psychoanalysis adlı eserinin çevirisinde Lacan’ın,

çocuğun yaşamında bir dönüm noktası olarak değerlendirdiği bu evreye ilişkin görüşlerine yer vermiştir:

Lacan, bu evrenin çocuğun kendi işlev ve hareketlerini kontrol edemediği bir dönemde anne ile olan ilişkisinden; diğer bir değişle çocuğun uyumlu bir bütün olarak görünen diğer insanlara ait imgelere olan ilgisinden kaynaklandığını ileri sürmüştür...Lacan’a göre Hayalî düzen’deki ilişki, hangi şekilde olursa olsun aynı zamanda bir tuzak ilişkisidir. 13

Bu bağlamda Colin, romanın sonunda yaşadığı yerden ve annesinden ayrılana kadar Sembolik’te

tam olarak var olamamıştır: “Çocuk (Colin), annesine yardım ediyordu, sanki birbirleriyle iç içe girmişlerdi,

tek bir vücuttular, birbirlerine bağlıydılar.”(S.,28) Colin Babanın Kanunu’nu tanımış olmasına rağmen,

annesi Ellen’ın Colin’i kendine yakın tutma isteği Colin’in, aynadaki yansımasını annesinden ayrımlaşmış

olarak görmesine engel olur. Ayrıca annesi, kardeşi Steven’ın doğumu için hastanede kaldığı dönem

Colin’in gördüğü rüya, Oedipal karmaşa’nın etkilerini henüz tam olarak üstünden atamadığını

göstermektedir: “Uyudu, rüyasında belirsiz biçimde annesini gördü, yatakta yatıyordu, yüzü tanıdık değildi:

yuvarlak ve cam gibi parlaktı; sonra babasının bisikletini sürdüğünü ve yolunu kapatan çalıların ve

duvarların üstünden uçtuğunu gördü.” (S.,49) Lacan’ın teorileri bağlamında, Colin fallus olma isteği

nedeniyle babasının gücünü -penisi simgeleyen- bisikleti kullanır ve böylece annesine giden yoldaki

engeller ortadan kalkar. Aynı zamanda Colin annesine giden yolun Babanın Kanunu’ndan geçtiğini de

kabullenmiş görünmektedir. Lacan’ın söylemine göre: “Oedipus karmaşası’nın atlatılması kültürel

normalleşmeyi sağlar. Çocuk ailenin üçüncü bireyi olduğunun farkına varır.” 14

Saville’de Colin’in ailesinden yola çıkılarak o köyde yaşayan ve madencilikle geçinen diğer

ailelerin yaşantıları da ele alınmıştır. Colin’in babası gibi maden işçisi olan komşuları Bay Shaw da sabahın

erken saatlerinde madene gitmek üzere Harry Saville ile aynı hazırlıkları yapar:

83

Colin, Bay Shaw’un sabahleyin erkenden uyandığını ve işe gitmek üzere evden ayrıldığını...yolun karşısına geçerken ve madene doğru ilerlerken, (Bay Shaw’un) botlarının diğer botlarla birleşen ve giderek zayıflayan sesini duyardı.(S.,47)

Saville ailesinin yaşadığı bu yerleşim yerinde evlerin arkasında çocukların oyun, köyün

erkeklerinin de akşamları kriket oynadıkları dar bir alan vardır: “Bahçenin bitiminde, ilerideki cadde ile

bahçe arasında dar bir alan vardı. Bir tarafı tarlalara bakıyordu, diğer tarafı ise etraftaki evlerle

çevrilmişti.”(S.,56) ve Storey’nin, bu alanı kendi çocukluğundakine benzer bir biçimde betimlediği

anlaşılmaktadır: “Lupset yerleşkesinin özelliklerinden biri de Manor Haigh yolunun arka tarafında dört

tarafının da evlerle çevrildiği küçük alanlardır.” 15

Bu eserinde, madenci ailelerin yaşamlarını gerçeğe yakın biçimde genellikle tüm yönleriyle ortaya

koymayı amaçlayan Storey; bu bağlamda yaşanılan ekonomik sıkıntıların: “Harry, bebek (Steven) için

portakal sandığından bir beşik yapmıştı...onu madenden getirdiği gri renkli boyayla boyamıştı” (S.,60) yanı

sıra, neşeli anları da tasvir etmiştir:

Fakat akşamları Colin’in babası, Batty’nin babası ve birkaç oğluyla ve bazen Stringer’ın babası ve Bay Shaw’la evin arka tarafındaki alanda kriket oynarlardı. Kadınlar da kollarını önlüklerinin altında kavuşturup onları izlemeye gelirlerdi.(S.,59)

Colin’in kardeşi Steven, babasından sonra Colin ile annesi arasına giren ikinci kişi olmuş ve

Colin’e geçici bir süreyle Oedipal karmaşa’ya -kardeşine duyduğu öfke ve düşmanlık bağlamında-

benzeyen bir tür gerginlik yaşatmıştır. Steven’ın, annesini iyice yıprattığını düşünen Colin ona karşı

kızgınlık duymaktadır: “Bebek sanki onun (Ellen’ın) hayatından bir şeyler götürmüştü, bir parçası

alınmıştı, yerine hiçbir şey konmadan.”(S.,60)

Diğer taraftan Storey, bu tezde incelenen üç romanında da maden işçilerini -Pasmore’da Colin

Pasmore’un babası, A Temporary Life’da Yvonne’un babası ve Saville’de Colin Saville’ın babası-

madende betimlememiş; madenle ilgili tasvirlerden çok işçilerin başından geçen kazalara ve zor çalışma

koşullarına yer vermiştir: “Colin, babasını yer altında çalışırken düşlememişti hiç. Babasının çalıştığı

84

madeni hiç görmemişti...fakat Harry, sakatlık yaşadığı bir dönemde madende başından geçenleri

düşününce hüzünlenmişti: iş yerindeki tartışmalar, çöken tavanlar, kurtardığı insanlar...”(S.,66)

Maden işçileri sınıfının yaşantısına dair ifadelere Pasmore ve A Temporary Life’a kıyasla,

Saville’de daha çok yer verilmiştir. Colin Saville’in çocukluğunu ve gençliğini kapsayan uzun bir sürecin

konu edildiği bu romanda madenci toplumun yaşam biçimi -erkeklerin ve kadınların günlük yaşamları-

kısmen Storey’nin kendi geçmişinden kısmen kurgusal unsurlardan yaralanılarak sunulmuştur. Bu

bağlamda maden işçilerinin ve ailelerinin oluşturduğu toplumda erkeklerin fiziksel güç gerektiren işlerle

meşgul olmaları (madendeki işleri, tamirat ve bahçe işleri, dövüşler) bedensel yönlerinin ön plânda

olduğunu göstermektedir. Bunu yanısıra kadınlar ev işleri ve çocuklardan oluşan dünyalarında

-Sembolik’te- erkeklere nazaran ruhsal yönleriyle ön plândadırlar.

Maden işçilerinin yaşadığı toplumda erkeklerin kavgacı yönü Jung’un kuramlarında incelendiği

üzere davranışları etkileyen gölge ilkörneği’nin benliğe zaman zaman hakim olduğunu göstermektedir:

“Bay Reagan’ın dövüşlerini büyük bir tutkuyla izleyen babasına göre...Bay Reagan’ın en önemli vuruşu en

hızlı ve en sert olandı.”(S.,68)

Saxton köyünde maden işçilerinin muhasebe işlemlerini yürüten Reagan adlı memur; masa

başındaki işi ve tembel görünümü ile başta Colin’in babası Harry olmak üzere köydeki diğer işçilerin hem

imrendiği hem de işini küçümsedikleri bir adamdır. Storey bu bağlamda bedensel yönü maden işçileriyle,

zihinsel yönü ise Reagan ile bütünleştirmiştir. İngiltere’nin kuzey bölgesinde maden işçiliğiyle geçinen

aileler Storey’nin gerçek yaşamında da fiziksel güç gerektiren işlerden övgüyle bahsederken, zihinsel ve

duygusal yetenek gerektiren işlere değer vermemişlerdir: “Orası tam anlamıyla sade ve katı bir hayatın

yaşandığı; erkeklerin ya ticaret yaparak ya da fabrikada çalışarak geçimini sağlamaya çalıştığı bir yerdi.

Orada uygun ve basit bir ahlâk sistem vardı: çalışmak iyidir, tembellik kötüdür.”16

Çalışma koşullarının farklılığı nedeniyle maden işçilerinden ayrılan Bay Reagan aynı toplumda

yaşayan bir baba olarak diğerlerinden farklı davranışlar sergilemez. Yaşadığı kültürün -Sembolik’in-

85

gerektirdiği gibi katı, idealist ve kısıtlayıcı bir babadır ve Kuzey İngiltere’nin bu bölgesinin sanatsal

faaliyetlere bakışı Bay Reagan’ın keman çalan oğluna karşı yaklaşımında gözlemlenmektedir: “ Bazen

elinde bir kemanla (evden) çıkar ve onu parçalara ayırırdı...Bazen çocuklarının giysilerine de aynını

yapardı...Bunu neden mi yapıyorum? Bunların hepsine para sayıyorum da ondan.”(S.,69) Jung ‘un teorileri

bağlamında Bay Reagan’ın bu davranışı ve öfkeli yapısı Reagan’ın bilinçdışına hakim olan hayvansı

saldırganlığın bilinç düzeyine ulaştığını-başka bir değişle ego ve gölge’nin iş birliği yapmadığı-

göstermektedir. Jung’un kuramları bağlamında gölge Reagan’ın kişisel zayıflıklarıyla da ilişkilidir:

Gölge, aynı zamanda kişisel bilinçdışı’ndan da öte bir şeydir. Kendi zayıflıklarımız ve başarısızlıklarımız söz konusu olduğu sürece kişiseldir; ancak tüm insanlarda var olan ortak bir yön olduğundan kolektif bir olgu olduğu da düşünülmektedir.17

Storey’nin çocukluğunda Pazar günleri gittiği kilise okulu: “Pazar Okulu iki bölümden

oluşuyordu: Haçlılar denilen büyük çocukların grubu, üzerinde amblemler olan ahşap duvarlı kilisenin

içinde; küçük grup ise kilisenin salonunda toplanıyordu.”18 Saville’de Colin’in gittiği Pazar Okulu’yla

benzer özellikler taşımaktadır: “ Pazar Okulu ikiye ayrılıyordu: Haçlılar (on bir yaş ve üzerindekiler)...ve

kilisenin arka tarafında...kilise salonunda toplanan küçükler.”(S.,73) Colin’in arkadaşı Ian Blatchley evde

oldukça sessiz ve aksi bir çocukken, kilisede itaatkar davranışlarda bulunmaktadır: “Çocuklara sayfa

numaralarını gösteriyordu...Piyano, çalmaya başladığında en çok onun sesi çıkıyordu...Bay Morrison’un

İncil’ini taşıyarak onunla yokuşu iniyordu.”(S.,75) Freud’un söylemi bağlamında, Bletchley super-ego’nun

yaptırımlarına uyum sağlayarak toplumsal onay alma ve ilgi görme ihtiyacını karşılamak/kültürel bir özne

olmak istemektedir çünkü Freud’a göre; super-ego/üst ben’in temsilcilerinden biri olan din kurumu da

bireyin yaşamını aile ve okul kadar etkilemektedir:

Çocuğun çaresizliğinden ortaya çıkan dînî ihtiyaçlar bana göre tartışmasızdır, özellikle de bu duygu yalnızca çocukluk yıllarından gelmediği için; aynı zamanda da kendisinden daha üstün olan Kader korkusuyla pekişir. Çocuğun, bir babanın korumasına olan ihtiyacı kadar güçlü daha başka bir ihtiyaç düşünemiyorum. 19

86

Romanda Colin’in babası Harry’nin gün geçtikçe içine kapandığı ve dış çevresine

yabancılaşmaya başladığı gözlemlenmektedir: “Babası (geçirdiği sakatlıktan sonra) işe döndüğünden beri,

daha da sessizleşmiş ve daha da uzaklaşmıştı.”(S.,76) Arkadaşlarıyla eskisi kadar vakit geçirmeyen Harry

bu süreçte kendine yeni bir uğraş bulan Harry, savaş malzemeleriyle ilgili icâtlar yaparak ülkesine destek

olmak ister ancak devlet otoritelerinden bir yanıt alamaz. Savaş döneminde görülen bu yardımlaşma

duygusu tarihsel gerçeklik bağlamında önem arz etmektedir: “Savaş zamanında yaşanan sıkıntılar ve

fedakârlıkların milli ruh ve bakış açısı üzerinde önemli etkileri olmuştur...Seferberlik duygusu savaşa

katılan diğer ülkeler arasında en çok Britanya’da görülmüştür.”20

Saville’deki ikili zıtlıkları farklı karakterlerle özdeşleştiren Storey objektif bir anlatım biçimi

sunmaya çalışır. Örneğin; romanda dini eğitime önem veren toplumun karşısına zaman zaman bunun

gerekliliğini sorgulayan karakterler çıkarmış; böylelikle okuyucuya tek taraflı görüşler yansıtmamıştır. Bu

açıdan Bay Regan din eğitiminin ve ibadet etmenin gereksiz olduğunu savunur: “(İbâdet) etsen de etmesen

de bir şey değişmez.” (S.,83) Sembolik’in uygulamalarına bu ve benzeri yönlerden karşı çıkan Bay

Reagan aynı düzenin kendi çıkarlarına uyan kurallarını uyguladığından içsel çelişkiler yaşamakta ancak bu

duruma önem vermemektedir.

Romandaki pek çok otobiyografik unsurdan biri de Colin’in ailesinin isteğiyle orta okul ve lise

eğitimini kapsayan bir devlet okulu (grammer school) eğitimi için burs sınavlarına girmesi ve sınavı

geçmesidir: “Gelecek yıl şehirdeki gramer okuluna gitme fırsatı vardı, eğer sınavı geçemezse bir dahaki

sene tekrar deneyebilirdi. Yine geçemezse köyün diğer ucundaki liseye -madene en çok işçinin toplandığı

yere- gidecekti. “(S.,84) Storey de ilkokuldan sonra burs sınavını kazanır ve eğitimine şehirde devam eder:

“1947’de burs sınavını kazanarak dört yıl süreyle Direct Grant Okullarının 120.000 öğrencisinden biri

olmuştu”21

Colin’in beden-ruh çatışmasının başlangıcı köy ve şehir kültürü arasındaki farkı algılamaya

başladığı gramer okulu eğitimi yıllarına dayanmaktadır:

87

Eskiden şehir sadece bir isimden, kuleler ve kubbelerin, vadinin diğer tarafındaki otobüsten görünen tek sivri uçlu kulenin bulanık görüntüsünden ibaretti; şimdi ise dar sokaklar ve dağ gibi dikilen binalar ve daha şimdiden aralarında kaybolduğunu hissettiği yollar vardı.(S.,126)

Şehirdeki yeni okulu ve rugbi oynamaktan hoşlanmadığı hâlde burada rugbi takımına alınması

Colin’in benlik bölünmesini hazırlayan süreçlerdir. Diğer taraftan Colin’in -bedensel yönünü kullandığı-

bu erkeksi oyunu oynamasından oldukça memnun olan babası, rugbi oyununu sert bulan Colin ve

arkadaşı Stafford’u eleştirir: “Ondan daha sert işler var. Keşke benden her gün futbol oynamamı isteseler.”

(S.,162) Storey’nin yaşadığı kuzey İngiltere’nin işçi sınıfı toplumunda da rugby oldukça popüler bir oyun

olması eserdeki otobiyografik bulgular açısından önemlidir: “Amatör Rugbi futbolu Wales’de ilgi

görmezken; tenis maçı seyretmek orta sınıf bir zevk olarak kalmıştı. Profesyonel Rugbi ise özellikle

İngiltere’nin kuzeyinde olmak üzere tamamıyla işçi sınıfına özgüydü.”22

Yaşadığı kültürün değer yargılarıyla yeni çevresinin değerleri arasında bocalayan Colin, aslında

kendi ailesinin beklentileri doğrultusunda gerçekten istemediği bir mesleği yapmaya zorlanır ve sonunda

isyan eder: “Ben neden sevmediğim işleri yapmak zorunda kalıyorum?” (S.,430)

Storey’nin, bu tezde incelenen her üç romanında da anne-babalar çocuklarının eğitimi için

katlandıkları sıkıntıların karşılığını alamadıklarından yakınırlar. Pasmore’da Colin’in babası, A Temporary

Life’da Yvonne’un annesi ve Saville’de de önce -belli bir yaşa kadar eğitim alan Colin’in annesi- Ellen’ın

annesinin şikayetleri ve Ellen’ın bundan duyduğu üzüntü: “Hiç takdir edilmedim. Hiç...”(S.,96) ve daha

sonra da Ellen ve Harry’nin kendi çocuklarından -Colin’den- ve onun aldığı bireysel kararlardan

duydukları hoşnutsuzluk ortaya konur.

Reddetme ve karşılığında da reddedilme Storey’in her üç romanında da incelenen temel

karakterlerin karşılaştığı bir durumdur. Kendi hayatlarını çocuklarınınkine adayan anne-babalar

çocuklarının tepkilerine anlam veremezler. Saville’de de Colin kardeşinin, kendi aldığı eğitimi alması

fikrine-yaşadığı hayattan kendisi hoşnut olmadığı için karşı çıktığında babasının sert eleştirilerine maruz

kalır: “...Sen değiştin, ve ben de bunu görmekten nefret ediyorum.” (S.,443) Böylelikle Storey, her üç

88

romanda da aynı davranış kalıbını sergileyen ebevenylerin, kendi Sembolik Düzen’lerinin kurallarını

çocuklarına dayatma girişimlerini eleştirmiştir. Freud’un teorileri bağlamında Colin’in super-ego’su/ailesi

ve kültürü/dış dünyası, ego’suna/kendi benliğine/iç dünyasına yön vermeye çalışır ki bu bakımdan:

“Super-ego, ego için dış dünyanın bir parçası olma rolünü oynar, buna rağmen iç dünyanın da bir parçası

olmuştur.”23

Saxton’daki geleneksel hayata ek olarak Sembolik’in kurallarını daha da belirgin olarak

hissedeceği okul ve dolayısıyla şehir hayatına cesurca atılan Colin’in, Lacan’ın kuramları bağlamında

aynadaki yansıması -annesinden kopmaya başlamasıyla birlikte- değişmeye başlamış, Colin dış çevresine

bağımsız bir özne olarak katılmıştır. Jung’un söylemi bağlamında bireyleşmeye başlayan Colin bu

sürecinin amacı olan: “Bireyin içinde var olan tüm olanakların bilinç düzeyindeki farkındalığı ve bütünlüğü

sağlamak”24 yoluyla kendi psişesinin dinamiklerini güçlendirecek ve bu sürecin sonunda yaşadığı yeri terk

ederek; Freud ve Lacan kuramlarında değinildiği gibi ideal egosu’nu gerçekleştirecektir.

Colin’in katı kurallarla karşılaştığı yeni okulu Storey’nin Sembolik’in bir parçası olan okul

kurumunu; orada uygulanan katı disiplini ve öğrencilerin birey olarak görülmediği, klâsik eğitim ve ahlâk

anlayışı Bay Hodges gibi kuralcı öğretmenler aracılığıyla eleştirmiştir. Okulun ilk gününde karşılaştığı

sorun ve daha sonraki deneyimleri Colin’in öğretmenlik mesleğiyle ilgili düşüncelerini olumsuz yönde

etkilemiş; daha sonra öğretmenlik mesleğini uzun süreli yapmasına engel olmuştur:

İsmin Colin mi evlat? Evet efendim. Tek ‘l’ ile mi çift ‘l’ ile mi yazılıyor? Çift ‘l’ efendim...Peki kayıtlarda neden tek?...Bay Hodges Colin’in babasının imzasındaki tek ‘l’ yi gösterir. Colin, babasının imzasını bazen tek bazen çift ‘l’ ile attığını açıklayamaz. Fakat Bay Hodges ona “Çift ‘l’ li Saville” ismini verir. (S.,138)

Bu bağlamda romanda vurgulanan nokta ortaokul çağındaki çocukların bu gibi durumlarda henüz belli bir

kalıba uygun davranamadıklarından toplum önünde küçük düşürülmeye maruz kalmalarıdır. Bu durum,

Storey’nin bu çalışmada ele alınan üç romanında da toplum kurallarına aykırı yaşayan bireylerin -Colin

Pasmore, Yvonne ve Colin Freestone ve Colin Saville- birer kurban olarak tasvir edilmesidir.

89

Aldığı eğitimle aydınlanacağını düşünen Colin hayal kırıklığına uğrar. Eğitim sistemlerinin sıkı

disiplin ve despotluktan ibaret olduğunu ve hayal gücüne yer vermediğini gören Colin’in öğretmeni Bay

Platt’ın Colin’in sınav kağıdını sınıfta alaycı bir biçimde eleştirmesi: “Bu şiirdeki imgeleri ele alalım; ve

kağıdında gördüğüm tek şey tumturaklı, ritimsiz bir yazı ve şunu diyebilirim ki kendi yorumun olan

beceriksizce yazılmış bir şiir...Bunun bir şaheser olduğunu mu düşünüyorsun genç Saville?” (S.,255-256)

Eğitim sisteminin pek çok yönünü eleştiren Colin sınavları da anlamsız bulur: “Wordsworth’un şiirlerinde

doğa nasıl kullanılmıştır, örnek veriniz. Şiirleri bunun için mi okuyoruz, örnek vermek için mi?” (S.,327)

Okul tarafından öğrencilere yanlarında taşımaları için verilen ve içinde ders programlarıyla

birlikte öğrencilerin aldıkları ödül ve cezaların da kaydedildiği küçük defter, daha önce kuram bölümünde

belirtilen Freud kuramları bağlamında superego’nun kontrol mekanizmasının somutlaştığı bir uygulama

olarak görülebilir. Okula geç kalmak ve söz dinlememek suçlarından ötürü üst üste iki kez kınama cezası

alan Colin böylelikle bu uygulama ve cezalar yoluyla okulun -Sembolik’in- otoritesini kabullenmek

durumunda kalır. Ancak yine de öğretmenlerinin kendince hatalı olan davranışlarını eleştiren Colin

babasının işini küçümseyen Bay Hodges ile sürekli bir çatışma halindedir: “Saville’in yapısında isyânkarlık

belirtileri görüyorum, bu bir tür kurallara karşı çıkmadır...Gözüm Saville’in üstünde olacak.”(S.,140)

Ayrıca, Colin’in gittiği okulun parolası olan “Labor Ipse Voluptas” (Çalışmak zevktir) (S.,140)

ifadesi maden işçisi baba Harry Saville’in kendi çalışma koşullarından duyduğu rahatsızlığı vurgulamasını

sağlar: “Benim çalıştığım yerde -çalışmak bir zevk- değil. Bunu kim söylediyse yerin altında hiç

çalışmamış demektir.” (S.,145) Her geçen yıl eve daha da yorgun gelen Harry, işine ve ailesine karşı daha

da karamsardır: “Şimdi de üçüncü. Beslenecek bir ağız daha.”(S.,167)

Şehirdeki yaşantısı ve okulla ilgili sorumlulukları Colin’i köyden uzaklaştırır: “Köy artık onu daha

az ilgilendiriyordu; hatta köy ile şehir arasındaki mesafe onu rahatsız ediyordu.” (S.,158) Belli bir zaman

sonra okuldan da zevk almamaya başlayan Colin gitgide belirginleşen bir yabancılaşma sürecine

girmektedir: “Okula karşı bir soğukluk vardı içinde; okulun kapılarından içeri girip dışarı çıkana kadar

90

hiçbir şey hissetmiyordu.” (S.,165) Rugbi oynamaktan da zevk almayan Colin’in bedeni ile ruhu

arasındaki bu çatışma onu isteksiz kılar: “Topa doğru amaçsızca koştu, o kadar yavaş koştu ki top başka

tarafa gitti. Spor, ona daha önce hiç bu kadar anlamsız gelmemişti.”(S.,175) Jung’un kuramları

doğrultusunda incelendiğinde persona’sı ile benliği arasındaki bu uyumsuzluk Colin’i huzursuz eder. Aynı

konumu, Storey’in de yaşaması otobiyografik gerçeklik bağlamında dikkat çekicidir: “Ve kısa süre sonra

anlamaya başladım ki bu fiziksel yönüm -futbol oynadığım yönüm- diğer içsel yönümden çok yaşadığım

toplumla daha çok ilgiliydi gerçekten.”25

Daha önceki bölümlerde belirtildiği gibi Storey yazarlık hayatından önce pek çok farklı işte

çalışmıştır ve bunlardan biri de okul tatillerinde patates tarlasında çalışmasıdır.26 Bu durum Saville’de

Colin’in -babasına karşı hissettiği suçluluk duyguları ve yaşadıkları ekonomik sıkıntılar nedeniyle- yaz

tatilinde tarlada çalışmasıyla esere Colin ile arkadaşı Stafford arasında geçen diyalogda yansıtılmıştır: “Bu,

sürekli bir iş mi yoksa sadece tatillerde mi yapacaksın? Tatillerde.” (S.,189)

Diğer taraftan Colin’in tatilde son olarak çalıştığı Smith adlı bir çiftçinin tarlasında tanıştığı biri

Alman diğeri İtalyan iki savaş esirinin çekişmeleri ve aralarında geçen konuşmalar -romanda yer alan

komik unsurlardan biri olmakla beraber- İngiliz tiyatrosunun önemli yazarlarından Samuel Beckett’in ünlü

tiyatro eseri Godo’yu Beklerken’ deki Viladimir ve Estragon adlı çiftin zaman zaman bir palyaço gösterisini

andıran diyaloglarına benzeyen bir hâl almaktadır: “Sen iyi değilsin. Sen kötüsün. Sen kötüsün...İtalya’ya

gitme. Italya kötüdür. Asıl Almanya kötüdür.”(S.,204) Bu iki asker Viladimir ve Estragon gibi birbirlerine

organik bir bağla bağlı gibidirler: “...birbirlerinden ayrı çalışırlardı, fakat asla birbirlerinden

uzaklaşamazlardı.” (S.,204) Romanın sonunda yaşadığı yerden ayrılan Colin’in çocukken bu askerler

tarafından sorulan soruya verdiği kuşkulu yanıt okuyucu açısından ip ucu niteliği taşımaktadır: “Bu güzel

memleketi bırakıp gidecek misin? Bilmiyorum.”(S.,206-207)

Colin, annesinden ayrı bir yerde okula başlayıp, köyünden ve anne-babasından hem fiziksel hem

de ruhsal bağlamda uzaklaşmasıyla birlikte Oedipal karmaşa’yı gerilerde bırakmıştır. Ancak köyden

91

arkadaşı Michael Reagan, Colin kadar şanslı değildir. On bir yaşındayken bile annesinin aşırı korumacılığı

nedeniyle okul durağına annesiyle el ele giden Reagan’ın durumu Colin’in babası Harry’nin görüşlerinde

eleştirilmiştir: “Yakında evleniyorlar herhalde. Reagan diğer yaşıtları gibi bir çocuk değil.” (S.,211) İdealist

ve katı bir baba -Bay Reagan- ve aşırı korumacı bir annenin yetiştirdiği Reagan hayatında başarılı olamaz.

İngiltere’nin kuzeyindeki bu köyde yaşayan maden işçisi ailelerinin oluşturduğu toplumun sanatsal

faaliyetlere bakışı ve bunlarla ilgilenen bireylere yansıttığı baskılar Reagan’ı yalnızlığa ve mutsuzluğa

sürükler: “Annesinin ısrarıyla dans grubunu bıraktı ve bir muhasebecinin yanında tam gün çalışmaya

başladı.”(S.,414) Storey, Reagan’ın yaşadığı toplumsal dışlanmayı Reagan’ın annesi ve babası arasında

geçen tartışmada betimlemiştir: “Sen bunun güzel olduğunu düşünüyorsun: Ben bunun Reagan’ı hanım

evladı gibi gösterdiğini düşünüyorum. Sen onun keman çalabildiğini düşünüyorsun: Bence bu, kızgın

tuğlaların üstünde yürüyen bir kedinin sesinden farksız.” (S.,300) Sonunda kendi isteklerinden vazgeçip

ailesinin beklentileri doğrultusunda yaşamak zorunda bırakılan Reagan, dış çevrenin nesnelerine

yabancılaşır: “...Colin ne zaman onunla konuşsa Reagan boş gözlerle ona bakar, başını sallardı...Konuşmak

istemezdi, uzun bacakları onu hızlıca oradan uzaklaştırırdı; sanki eskiden tanıdığı insanları artık

tanımıyordu.” Jung bağlamında yaşam enerjisini/libido yitiren Reagan beden-ruh çatışmasına yenik

düşmüştür: “Psişik süreç/kişiliğin oluşum süreci -bir sürecin ruhsal mı yoksa içgüdüsel mi olarak

tanımlanması gerektiği sorusu henüz aydınlatılmamış olsa da- ruh ve iç güdü arasında gidip gelen enerjiyi

dengelemekle görevlidir. “27

Storey, eğitim sisteminde gördüğü aksaklıkları bu romanda Colin’in okulundaki öğretmen-

öğrenci ilişkileri açısından ele almakta ve kendi görüşlerini Colin’in gözlemleri yoluyla aktarmaktadır. Bu

bağlamda, Bay Hodges ve Bayan Woodson gibi öğretmenlerin Stephens gibi zayıf durumdaki öğrencileri

utandıran ve içine kapanmalarına neden olan tutumu eleştirilir: “Bu sınıfta böyle öğrencilerin ne işi var

anlamıyorum...dedi. Stephens başını ellerinin arasına alıp sırasında sessizce ağladı.”(S.,239) Storey, eğitim

sistemiyle ilgili düşüncelerini ve eleştirilerini Colin’in hem öğrenciliğinde hem de öğretmenliğindeki

92

görüşlerine ve ailesinin Colin’in en küçük kardeşi Richard’ın eğitimiyle ilgili plânları hakkındaki fikirlerine

yansıtmıştır:

Fakat, eğitim bizi bir sona doğru götürüyor, bu bir propaganda. Richard’ın da benim geçtiğim yollardan geçtiğini görmekten hoşlanmıyorum...Kendi yapmak zorunda olduğu şeyleri kendi gibi pek çok insana da yaptırmak için onları yönlendirmek...Sonuç bu olmamalı...eğitim bizim en iyi özelliklerimizi alıp başka şeylere dönüştürüyor. (S.,442-443)

Pasmore’da Colin Pasmore (çok belirgin olmamakla birlikte), A Temporary Life’da Colin

Freestone ve Saville’de Colin Saville de yeni fikirlere ve buluşlara kapalı bir eğitim anlayışını

eleştirmektedirler. Saville’de öğretmenliğe başladığı ilk yıllarda İngilizce eğitimini Caz müzikle

bütünleştirmeye çalışan yenilikçi öğretmen Colin -A Temporary Life’daki geleneksel yöntemlerin

savunucusu okul müdürü Bay Wilcox’un deneysel çalışmalar yapan öğretmen Kendal’ı eleştirdiği gibi-

çalıştığı okulun müdürü tarafından ciddiyetsizlikle suçlanır: “Okulumda böyle bir şeye izin veremem:

burası bir eğitim ve aydınlanma yeridir; aptalca saçmalıkların yayılmasına adanmış bir kurum değil.”

(S.,452) Burada da öğrenciliğindekine benzer bir kısıtlamayla karşılaşan Colin, eğitimin amacının

çocukların sosyal rollerine uygun bireyler olmasına yardımcı olmak olduğunu düşünen okul müdürüyle

tartışır ve okuldan ayrılır.

Yıllar geçtikçe daha da suskunlaşan Harry Saville hayattan eskisi kadar zevk almaz, eski

alışkanlıklarına yabancılaşmaya başlar ve Freud’un kuramları bağlamında daha önceki bölümlerde

bahsedildiği gibi bireyin bedeni ve aklıyla dış dünyadan kopması anlamına gelen depresyon’a girer. “...artık

gazeteleri eskisi gibi hevesli bir biçimde okumuyor; radyodaki her haberi duymak için evdekileri

susturmuyordu.”(S.,243) Colin gibi şehir ve köy kültürü arasında kalmadığı hâlde yaşadığı yerden bile

ruhsal açıdan uzaklaşmıştır: “Bu ev, bu köy...Buradan taşınabiliriz...Şehre taşınmalıyız ya da o civarlarda bir

yere.”(S.,247-248)

Colin, kendi babası ve annesininkine benzer bir hayat yaşamış olan büyükanne ve

büyükbabasının (annesi Ellen’ın anne-babası) benliklerinin ruhsal yönünün öldüğünü düşünür: “Colin,

93

onları yaşayan hiçbir şeyle bağdaştıramıyordu; her ikisinde de belirsiz, ruhsuz/cansız bir şeyler vardı.”

(S.,249) Büyükanne ve büyük babasının ölümünden sonra iyice gücünü kaybeden Colin’in annesi

kaldırıldığı hastaneden döndüğünde kocası Harry gibi içine kapanmıştır: “Eve gelen kişi sanki farklı

biriydi.” (S., 292) Annesinin geçirdiği hastalıklardan sonra Colin, babasının bir parçasının öldüğünü

düşünür: “Babasında değişen bir şeyler vardı. Sanki bir parçası ölmüştü...artık taşınmaktan ya da evi

değiştirmekten bahsetmiyordu.” (S., 293) Başta işi olmak üzere hayatındaki pek çok şeyden kopan Harry

suskun ve düşüncelidir: “Onun mesleği bir alışkanlıktı, bir tür bağımlılıktı. İşten eve savaştan dönen asker

gibi gelirdi: gerçek hayatı, gerçek kaygıları bambaşka bir yerdeydi, yerin altında...görünmez hatta

ulaşılamaz biri olmuştu.” (S.,293)

Sembolik’in ve erkek egemen toplumun gereklerini yerine getirmek durumunda olan Ellen

çocuklarının doğumları, bakımı, geçirdiği hastalıklar ve ailenin çektiği ekonomik sıkıntılar nedeniyle en az

Harry kadar yıpranmıştır: “Sanki hayatı -gizlice- annesi farkında olmadan bunlarla dolup taşmıştı ve o

çaresizlik bu çöküşü gizli bir öfke ile yarı özür diler yarı reddeder biçimde izliyordu.”(S.,303)

Colin anne ve babasına nazaran bölünmüşlük hissini daha belirgin ve yoğun bir biçimde

yaşamaktadır. Köyden gelen Colin’i okuldaki -çoğu yüksek gelirli ailelerden gelen- arkadaşları arasındaki

sınıf farkı düşündürmeye başlamış ve belli bir zamandır içinde bulunduğu beden-ruh çatışmasına yeni bir

boyut katmıştır:

Hayatı, üçüncü ve son bir bölüme daha ayrılmıştı. İlki köydeki hayatı, diğeri okuldaki hayatı ve şimdiki ise benliğinin daha önce benliğinin daha önce hiç fark etmediği, daha anlaşılması güç olan ve onu diğer iki bölünmüş parçadan alıp götüren ve aklını meşgul eden bir bölümdü. Okulda, üst sınıfa ait olmanın...tüm iyi şeylerin keyfini çıkaran ve sorunların çok azını yaşayan ayrıcalıklı insanlar olanın nasıl bir şey olduğunu görmeye başlamıştı.” (S.,304)

Storey de bu duyguları en yoğun şekilde rugbi takımında oynarken hissetmiştir: “Şu sınıf denilen

şey vardı-ve ben de kömür madeni işçisi bir babanın oğluydum, fakat orta sınıftan gelen herkes rugbi

liginde oynamayı gösterişli bir şey olarak olarak değerlendiriyordu.” 28

94

Bu eserinde Storey ayrıntılı olarak Colin’in hayatı olmakla birlikte Colin’in arkadaşlarının

gelişimlerini ve hayatlarındaki değişimleri de yansıtmaktadır. Örneğin, Saville ailesinin komşuları

Bletchley ailesinin oğlu Ian Bletchley; savaşa çağrılan babasının yokluğunda evde ailenin reisi rolünü

oynamış ve Freud’un söylemi bağlamında Oedipal karmaşa’ya geri dönmüştür. Babanın otoritesini

kısmen de olsa eline alan Bletchley, babası savaştan dönünce bu gücü bırakmak istemez ve yetişkin bir

erkek gibi görünmeye çalışarak Babanın Kanunu’na meydan okur: “Bletchley birdenbire yetişkin bir insan

gibi davranmaya başlar. Sigara içmeye ve nadiren traş olduğu için çekinerek de olsa bıyık bırakmaya

başlamıştır.(S.,305)

Storey savaş sonrasında yaşanan ekonomik bunalımı ve bunun bireyleri ümitsizliğe sürükleyişini

Harry Saville’in yaşadığı sorunlarla betimlemiştir: “Babası savaş bittiğinden beri huzursuzdu. Ekmek bir

süre için karneye bağlanmıştı. Giysiler ve yiyecekler az bulunuyordu. Harry -üç yıl önce yapmış olduğu

gibi bir kez daha- o bölgedeki madende iş bulmaya çalışmıştı.”(S.,324) Charles L.Mowat’ın da belirttiği

gibi:

Bu aydınlanma çağında Büyük Britanya’da yaşayan insanların yüzde 15 ile 30’u arasındaki insanlar fakirdi...Sekiz milyon ailenin haftalık maaşlarından ya da işsizlik yardımından ya da emekli maaşından başka geçinebilecek çok az şeyi vardı ya da hiçbir şeyi yoktu. 29

Storey’nin öğrenciliğinde Coğrafya dersi kapsamında katıldığı arazi stajı çalışmaları30 Saville’de

Colin’in eğitiminde de görülmesi bağlamında önem arz etmektedir: “Paskalya Yortusunda okuldan bir

grup öğrenci tatile gitti. Bir dağın yamacındaki misafirhanede kaldılar.” (S.,330)

İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan sıkıntıların insanları sürüklediği umutsuzluk,

geleceğe dair plânlar yapamama ve insanların sahip oldukları değerlerin sarsılması durumu bu kez de staj

sırasında Colin ile vakit geçiren Stafford’un düşüncelerine yansıtılmıştır: “...ya da atom bombası. O zaman

bütün bu sıkıntıları çekmenin ne anlamı var?” (S.,332) Giriş bölümünde değinildiği gibi savaş sonrasında

95

bir çok insanın Tanrı’ya güveni ve inancı zedelenmiştir ve Stafford da bu insanlardan biridir: “...Yani dünya

bir gün yok olacaksa diğer gezegenler gibi...o zaman bütün bunların ne anlamı var?...Eğer Tanrı dünyanın

-diğer gezegenler gibi- yok olmasına izin verecekse; her şeyden önce bizi neden koydu dünyanın

içine?”(S.,334)

Storey, Stafford’un bu düşüncelerine farklı bir yaklaşım getiren öğretmeni Bay Gannen’in

yorumu aracılığıyla bu sorgulamayı çok yönlü bir tartışma halinde sunmuştur: “Tanrı, düşünürlere göre, bir

oluşum/olma sürecidir ve biz de psikologlara göre Tanrının bilincini oluşturan unsurlarız”(S.,334)

Dış dünyaya ve iç dünyaya yönelik sorgulamalar Colin’in kız arkadaşı Margaret ile olan

iletişiminde devam etmektedir. Çoğunlukla kadınların ataerkil düzendeki ezilmişliği üzerinde duran

Margaret, Colin’i ilk kez kadınlık ve erkeklik rolleri üzerinde ayrıntılı olarak düşünmeye sevk eder ve bu

rollerin toplumsal değerler ve kalıplaşmış yargılardan ibaret olduğunu savunur: “Yaşadığı koşulları

değiştirerek bir insandaki her şeyi değiştirebilirsin, tutumunu da...Kadında onu bütün bu şeyleri (erkeklerin

yaptığı şeyleri) yapmaktan alı koyan bilinçdışı bir unsur vardır, bu onu organik olarak engelliyor.” (S.,353-

354) Bu sorgulamalar bağlamında, Colin ve Margaret arasındaki ilişki romantizmden çok fikir ve

düşünceler üzerine tartışmalar içmektedir ve böylelikle Storey toplumsal bir takım yargıları ve Sembolik’in

kadına ve erkeğe yüklediği ağır sorumlulukları eleştir.

Storey, ailesinin istek ve beklentileri doğrultusunda yaşamak durumunda kalan bireylerin

hissettikleri engellenmişlik ve kendi içsel dünyaları ile toplumun yarattığı dış dünya arasında yaşadıkları

bocalamayı Colin’in ifadeleriyle yansıtmıştır: “...Belli bir yükümlülüğü yerine getirmek için çalıştım. Hiçbir

zaman oturup -ya da oturma imkanı bulup- da kendi istediğim şeye karar veremedim.”(S.,356)

Romanın sonunda yaşadığı yeri terk eden Colin aslında bunu daha öncede düşünmüş: “Beni

burada tutan hiçbir şey yok.” (S.,365) ancak kendi sınıfından insanlar için bir şeyler yapamamış olmanın

verdiği huzursuzluğu her zaman hissetmiştir: “Hissettiğim sorumluluğu tanımlayamıyorum.(S,365)

96

Storey, Sembolik Düzen’in bir başka yansıması olan askerlik eğitimi ile ilgili görüşlerini, Colin

gibi sağlık taramasında askerlikten elenen Reagan’ın ifadelerinde belirtmiştir: “Eğer yapmak istediğin bir

şeyler varsa askerlik tam anlamıyla bir vakit kaybı.” (S.,384) Storey de Colin gibi “düz tabanlık”31

teşhisiyle askere alınmamış ve eğitimine ara vermeden devam etmiştir.

Storey’nin Saville’de ortaya koyduğu ikili zıtlıklardan biri de Colin’in -eğitimi için çektikleri

sıkıntılardan ötürü- kendini borçlu hissettiği anne babasına karşı zaman zaman suçluluk duyması; ancak

arkadaşı Bletchley’nin aynı koşullarda yaşamış olmasına rağmen Colin’den farklı görüşlere sahip

olmasıdır: “...yaşlı adamın (Bletchley’in babası) yapacak başka bir şeyi yok...Benim eğitim durumum ona

kendinin de ötesinde bir hedef ve motivasyon sağlıyor.” (S.,397)

Colin’in babası Harry Saville de bu çalışmada incelenen diğer iki romandaki maden işçisi

babalar(Bay Pasmore ve Bay Sherman) gibi kendi çabalarının değerlendirildiği tek yerin çocuklarına

sağladıkları çıkış yolunda yattığını düşünmektedir: “Pislik ve daha fazla pislik, ve ter, ve lanetler yağdırmak,

senin hiç duymadığın türden lanetler. Biz seni mesleğine hazırladık. Seni bütün bunların dışında tuttuk.”

(S.,402) Colin’in öğretmenlik yapmasını isteyen babası kendi işinden daha az çaba gerektirdiği için bu işi

küçümsemeden edemez: “Evet, öğretmenlik yapmanı ben istiyorum. Fakat bu beni, onun kolay bir iş

olduğunu söylemekten alı koyamaz.” (S.,402) Pasmore’da Colin Pasmore’un babası gibi bu romanda

Saville’in babası da işiyle ve harcadığı fiziksel çabayla gurur duymaktadır. Bu anlayış Storey’nin yaşadığı

Yorkshire toplumunun maden işçilerinde de görülmektedir:

Madencinin işçi olmaktan ve diğer işçilerle olan dayanışmasından gurur duymasının altında, aslında hayatını kazanmak için çok çalışanların, gerçek erkekler olduğu ve onlar olmadan toplumda hiçbir işin yürüyemeyeceğine olan inancı yatmaktadır. 32

Colin-daha önce babasının çalıştığı maden ocakları bölgesi olan Rawcliffe’te öğretmenliğe başlar.

Ancak nitelikli bir öğretmen olmasına rağmen: “Kendi sınıfı yoktu. Öğretmen Nöbet listesine ismi

eklenmişti ve ihtiyaç oldukça sınıftan sınıfa dolaşıyordu.” (S.,410) Storey ise öğretmenliğinin ilk yıllarında

kendi branş derslerinde eğitim verememiştir: “Storey’nin ilk amirinin ona verdiği dersler Matematik ve

97

Beden Eğitimiydi.”33 Storey’nin yaşadığı hayal kırıklığının benzer bir biçimde Colin’in meslek hayatında

da görülmesi taşıdığı otobiyografik nitelik açısından dikkat çekmektedir.

Colin, öğretmenliğe başlamakla birlikte kendi toplumundan ve kendi sınıfından ayrılmış

olduğunu ilk kez tam olarak fark eder: “Colin, maden işçilerinin oluşturduğu kuyruğa doğru gitti ve orada

durdu, otobüsü bekleyenlerin arasında elbiseleri temiz olan tek kişi Colin’di.” (S.,412) Bu durum Colin’i

hem şaşırtmış hem de yalnızlığını derinleştirmiştir, çünkü kendini ne köken olarak ait olduğu sınıfa ne de

yeni girdiği çevresine dahil edebilmektedir.

Yaşadığı benlik bölünmesi nedeniyle Jung’un söylemi bağlamında içsel sorgulamalar yaşayan

Colin, geçmişiyle de hesaplaşır. Colin doğmadan önce ölen ağabeyi Andrew’un kendi üzerinde her zaman

bir ağır yük oluşturduğunu farkeder: “Ben Adrew değilim.” (S.,424) Aynadaki imajında kendisi yerine

Andrew’u gören Colin; ailesine kendini kabul ettirmek ve kardeşiyle kendini bir bütün hissetmek duyguları

arasında bocalar: “...yerin altındaki o bedenle kendisi arasında görünmez bir bağ olduğunu hissetti, sanki

her ikisi de bu tuhaf bağdan sıkıntı duyuyordu.” (S.,426) Bütün bu düşünceler Colin’in bölünmüşlüğünü

pekiştirir: “Garip bir bölünmüşlük hissetti: zihninin bir parçası çıkarılmış, parçalara ayrılmış, atılmıştı.”

(S.,426) Colin’in Andrew ile son karşılaşması onu, küçük kardeşi Steven’ın da içinde bulunduğu bir

rüyada görmesiyle betimlenmiştir. Rüyasında gördüğü, Andrew ile Steven’ın tek bir bedene indirgenmiş

hâlidir:

Rüyasında Andrew’i görür, önce ondan yaşça daha büyüktür, sonra birden küçülür...sonra yol boyunca yürüyerek uzaklaşır ve daha sonra koşarken ‘Andrew, Andrew’ diye bağırır o, dönüp bakmayınca ‘Steve! Steve!’ demeye başlar ve onun yüzünü görür: dalgın duran bu yüz küçük kardeşinin yüzüdür. (S.,450)

Freud bağlamında incelendiğinde bu rüyada Colin Andrew’un yerine Steve’i

koymuştur/Andrew’u Steve’e yansıtmıştır. Hayatı boyunca Andrew’un yerine koyulduğu için Andrew’a

ve kendisi gibi baskı altında yetiştirilmeyen Steven’a öfke duyan Colin bu gerilimini rüyada boşaltır. Diğer

98

taraftan bu rüya aynı zamanda Colin’in Andrew’un varlığından kurtulduğunu da göstermektedir. Rüyaları

bilinçaltı’ndan gelenler ve bilinç düzeyi’nde olanlar şeklinde ikiye ayıran Freud’a göre:

Alttan/derinliklerden gelen rüyalar; bastırılmış istekler tarafından kışkırtılan ve yaşanan günden arda kalanların içinde kendini gösteren rüyalardır. Üstten gelenler ise; bir önceki güne ait, ego’nun engellediği bastırılmış olan unsurun destek gücünü gece boyunca ele geçiren,duygu ve niyetlere karşılık gelir.34

Bu açıdan bakıldığında, Colin’in rüyasındaki Andrew imajı Colin’in bilinçaltı’nın derinlikleriyle ilişkili

olduğu; Steven imajının ise bilincinde olduğu bir takım duygularla ilişkili olduğu gözlemlenmektedir.

Ayrıca, anne ve babasının kardeşi Steven’ a daha farklı davranmaları -onu yapmak istemediği

şeylere zorlamamaları- Colin’in ailenin oluşturduğu Sembolik’e ilk kez belirgin bir biçimde isyan edişini

pekiştirmiştir: “Beni neden zorladın? Ben seni hiçbir şeye zorlamadım. Zorla değil sevgiyi kullanarak

yaptın.” (S.,430) Bu bağlamda daha önce incelenen Freud’un kuramlarına göre super-ego’nun bir simgesi

olan anne ve babasının, kendisine duydukları sevgiyi kaybetmeyi göze alamayan Colin de kendi isteklerini

bastırmıştır. Ancak kendini istemediği şeylere zorladıkları için ailesine ve Steven’ı daha özgür bıraktıkları

için de Steven’a karşı duyduğu öfke ve düşmanlığı gizleyemez. Jung’un söyleminde olduğu gibi gölge’nin

ve Freud’u teorileri bağlamında da id’in isteklerini engelleyemez: “...yapısının çok derinliklerinden gelen

bir öfkeyle Steven’ı yumrukladı...daha önce hiç kimseden bu kadar nefret etmemişti.” (S.,431)

Sembolik’e hapsolduğunu hisseden Colin onun simgesi olan her şeyden-evi, köyü, toplum-uzak

durmak istemektedir. “Her akşam okuldan eve sanki bir hapishaneye gidiyormuş gibi gitti: sokaktan,

evlerden, madenden korkuyordu; köy ise yerdeki bir delik gibiydi...Çoğu akşam eve olabildiğince geç

geldi...Geri dönmesini gerektiren hiçbir şey yoktu.” (S., 441) Her geçen gün ailesinden ve toplumdan biraz

daha uzaklaşan Colin, ruhsal olarak koptuğu bu varlıklardan bedensel olarak kopamaz. Pasmore’da Colin

Pasmore, A Temporary Life’da Colin ve Yvonne Freestone ve Saville’de Colin Saville Sembolik ile -kendi

kurmaya çalıştıkları yeni yaşamları- Semiotik arasında bir yerde kalırlar. Saville’de Colin aynı bölünmüşlük

duyguları içindedir: “Yalnızlığında bir inatçılık vardı. Her zaman gitmek istemesine rağmen, köye

demirlenmişti.”(S.,441)

99

Yaşadığı ruhsal bunalım -kendisinden yaşça büyük ve evli bir kadın olan- Elizabeth ile ilişkisini

olumsuz etkileyen Colin, sebebini anlayamadığı bir şekilde yatakta Elizabeth yerine annesinin hayalini

görür: “Ona doğru eğildiğinde orada duranın başka bir kadının değil annesinin yüzü olduğunu görür, çok

açık ve net bir şekilde.” (S.,445) Colin ailesinden iyice uzaklaştığı bir dönemde tanıdığı bu kadını

bilinçaltı’nda hem sevgilisi hem de annesi yerine koyduğu için bu halisülasyonu görür. Daha önce

incelenen Lacan’ın kuramları bağlamında Colin, annesiyle yaşayamadığı fallus’u annesinin yerine

koyduğu -annesiyle neredeyse aynı yaşta olan- bir kadınla yaşayarak benliğindeki bölünmeyi gidermeye;

kendindeki eksik yönleri tamamlayan Elizabeth ile bir bütün olmaya çalışır. Lacan’a göre:

Çocuğun annesiyle bütünleşme arzusu, simgenin retroaktif (geriye etkili eylem) tarafından fallus göstereni ile kodlanır...Çocuk arzusunu bir yasaktan, Oedipal bir yasaktan dolayımlandırarak kodladığı için kökensel arzusu “fallus olmak” halinde bilinçdışı’na kodlanır. 35

Storey, Colin’in içinde bulunduğu karmaşık ruh halini Elizabeth’in tanımlamalarıyla ortaya

koymuştur: “Sen gerçek anlamda hiçbir şeye ait değilsin. Gerçek anlamda bir öğretmen değilsin. Gerçek

anlamda hiçbir şey değilsin. Bir sınıfa ait olup, diğerine aitmiş gibi davrandığın için de hiçbir sınıfa ait

değilsin ve hiç birine yakınlık duymuyorsun.” (S.,462) Elizabeth ile yaşadığı tartışmalar ve Elizabeth’in

yaptığı yorumlar -Colin’in annesine olan bağlılığı, Steven’a duyduğu kıskançlıkla ilgili analizler- sonucu

içsel çatışmalarıyla yüzleşen Colin, kendine yabancılaşır: “...korktuğu şey aslında kendisiydi ve kendinden

dış çevresinde korktuğu şeylerden daha çok korkmuştu.” (S.,480)

Colin’in evli bir kadınla ilişkisi olduğunu öğrenen annesinin sert tepkisi Colin ile aralarındaki

ilişkiye olumsuz yansımıştır: “Annesi sanki aralarındaki son bağı da koparmıştı: aralarındaki son sevgi bağı

da kaybolmuştu.” Böylelikle annesine olan bağlılığının yarattığı kısıtlama ve baskılardan kurtulan Colin

Oedipal karmaşa’nın bütün izlerinden kurtulur. Diğer taraftan annesi de Colin’in yaşadığı bunalım

sonucunda istedikleri gibi bir evlat olamayan Colin’de ebeveyn olarak kendi başarısızlıklarını görür: “Onda

acı bir şey ve vicdansızlık gördü, önce Steven ile, şimdi de bu durumda (Elizabeth ile ilişkisinde),sonra

işinde; onun hayatında yakalamaya çalıştıkları zafer hiçbir zaman gerçekleşmemişti.” (S.,486)

100

Storey, romanın sonunda Colin’in, yaşadığı yeri terk etmesinin onu kendini kısıtlayan şeyden

kurtardığını ortaya koymuştur. Ancak yaşadığı benzer durumun -daha önceki bölümlerde belirtildiği gibi

Storey’nin Wakefield’dan ayrılıp Londra’ya yerleşmesi- yazarın aklında bir takım kuşkular oluşturduğunu

düşünebileceğimiz bazı unsurları Elizabeth’in bakış açısından yansıtmış olduğu görülmektedir:

“ Shakespeare Londra’dan hiç uzaklaşmadı, Mikelanj Florensa ya da Roma’nın dışına çıkmadı...Kalıpları

aştığını düşünmen bir yanılgı. Bir kalıp belki de sahip olabileceğin en değerli şeydir.” (S.,503)Ancak her

koşulda yeni bir başlangıç yapmak isteyen Colin doğduğu yerden uzaklaşır: “Onu bundan alı koyacak

hiçbir şey yoktu. Kabuk çatlamıştı bir kere.” (S.,505)

Saville; Storey’nin bu tezde incelenen diğer iki romanın aksine bir geri dönüşle değil kaçışla

sonuçlanmıştır. Fakat Colin’in bu kararının duygusal anlamda başarılı olup olmayacağı yine okuyucunun

yorumlarına bırakılmıştır. Hem nesnel hem de öznel -bir çok karakterin, özellikle de Colin’in bakış açısının

yansıtıldığı- bir anlatım tarzı kullanılan eserde pek çok bölüm yorum katılmadan olaylar veya diyaloglar

bağlamında olduğu gibi aktarılmış; fakat Harry, Ellen, Elizabeth ve Colin’in düşüncelerinin derinliklerine

inilmiştir.

Karakterlerin yaşadığı içsel sorgulamaları ve vardıkları sonuçları tez ve anti-tez sistemiyle kendi

düşündüklerinin tersini savunanlar diğer karakterleri onlarla karşı karşıya getiren Storey, böylelikle tek

taraflı fikirlerin tartışılması yerine, okuyucuya roman karakterlerinin yaşamsal sorunlarını geniş bir

çerçeveden görme fırsatı vermiştir. Ayrıca Colin’in, babasıyla, öğretmenleriyle ve eserdeki kadın

karakterlerin çoğuyla -annesi ve sevgilileriyle- olan ilişkisi, içsel çatışmasına yönelik gözlemlerinin

derinleşmesine neden olan olaylar yaşamasını sağlamıştır. Bu durum da karakterlerin işlevsel yönünü

ortaya koymaktadır. Colin, romanın sonunda aldığı kararla o toplumda yetişen birinden beklenmeyen bir

girişimde bulunması nedeniyle değişken karakter özelliği taşımaktadır. Colin gibi Saxton dışında eğitim

alan Bletchley, Stafford ve Reagan da yaşadıkları topluma yabancılaşmışlar ancak yaşamlarını değiştirecek

101

ölçüde büyük kararlar almamışlar; Saxton’un geleneksel yapısı dışına çıkamamışlardır. Bu nedenle de

anne-babaları gibi değişmeyen karakterler oldukları görülmektedir.

Pasmore ve A Temporary Life’a nazaran Saville’de daha uzun bir zaman dilimine yayılan olayları

daha geniş kapsamlı ve ayrıntılı biçimde ele alan Storey’nin kendi yaşamıyla örtüşen pek çok unsura

rağmen romanın tamamen otobiyografik olmadığı görülmektedir.

Diğer taraftan, bedensel ve ruhsal yönlerini dengede tutmaya çalışan ve bu sırada çoğu zaman

içsel çatışmaların bir sonucu olarak dış dünyaya yabancılaşan Colin’in eserin sonunda o güne kadar hiç

yapmadığı bir şeye karar vermesi: kendi yapmak istediğini yapması onun için köklü bir değişikliğin de

başlangıcı niteliğindedir.

102

NOTLAR

_____________________________

1 David Storey, Special Correspondent, “Speaking of Writing-2: David Storey”, The Times (Londra: The Times, 28 Kasım 1963), 15. 2 David Storey, Saville, (Londra: Jonathan Cape, 1976), 9. Bundan böyle bu romandan alıntılar metin içinde parantezde ve kısaltılarak verilecektir. 3 Norman Dennis, Fernando Henriques ve Clifford Slaughter, Coal is Our Life (Londra: Tavistock Publications Limited, 1956), 181. 4 David Storey, “Kaleidescope”,B.B.C. Radio (Londra: B.B.C. Radio 4, 23 Eylül 1976) 5 Eric Korn, “How Grey Was My Walley,” Review of Saville, Times Literary Supplement (Londra: Times Literary Supplement, 24 Eylül 1976), 1199. 6 Anika Lemaire, Jacques Lacan, çev.David Macey (Londra: Routledge&Kegan Paul,1977), 177. 7 Engin Gençtan, Psikanaliz ve Sonrası (İstanbul: Metis Yayınlar,2002), 37. 8 Madan Sarup, Jacques Lacan (Hertfordshire: Harvester Wheatsheaf,1992), 107. 9 David Storey, “Two of a Kind’’, B.B.C. Home Service (Londra: BBC Home Service, 26 Nisan 1960) 10 Anthony Stevens, Jung (Oxford: Oxford UniversityPress, 1994),74. 11 Charles Loch. Mowat, Britain Between the Wars 1918-1940 (Londra: Methuen, 1955), 490. 12 a.g.e., 201. 13 Jacques Lacan, Speech and Language in Psychoanalysis, çev.Anthony Wilden (New York: The John Hopkins University Press, 1991),173-174-175. 14 Lemaire, 179. 15 Robin H.Hilton, Interview with A.Hall (Londra, 28 Aralık 1972), passim. 16 David Storey, “Writers on Themselves: Journey Through a Tunnel”, The Listener (Londra: The Listener, 1 Ağustos 1963), 160. 17 Fordham, 67. 18 Robin H.Hilton, Interview with W.Dawes (Londra, 21 Aralık 1972.), passim. 19 Anthony Storr, Freud (Oxford: Oxford University Press, 1989), 89. 20 David Thomson, England in the Twentieth Century (Londra: Penguin, 1975), 202. 21 Alan Silitoe, Britain in Figures: A Handbook of Social Statistics (Harmondsworth: Penguin, 1973), 80-81. 22 A.J.P. Taylor, English History 1914-1945, The Oxfrod History of England, s.15 (Oxford: Oxford University Press, Clarendon Press, 1965), 313. 23 Sigmund Freud, An Outline of Psychoanalysis, çev. ve ed. James Stratchey (New York: W.W. Norton & Company, 1989), 96. 24 June Singer, Boundaries of The Soul, The Practice of Jung’s Psychology (New York: Anchor Books, Doubleday, 1994), 134. 25 Storey, 160. 26 Robin H.Hilton, Interview with W.Dawes (Londra, 21 Aralık 1972), passim. 27 Carl Jung, On The Nature of The Psyche, The Collected Works of C.G.Jung, çev.R.Hull (New York: Princeton University Press, Princeton,N.J.;1973),117. 28 Alan Hubbard, “Sporting a New Storey Line”, World Sports (Londra: World Sports, Mart 1972), 31-33. 29 Mowat, 490. 30 Robin H.Hilton, Interview with W.Dawes (Londra, 21 Aralık,1976), passim. 31 Robin H.Hilton, Interview with W.Dawes (Londra, 12 Aralık,1972), passim. 32 Norman, Henriques ve Slaughter, 33. 33 John Heatman, “Picture Storey Book”, Hampstead&Highgate Express (Londra: Hampstead&Highgate Express, 21 Eylül 1973), 8. 34 Sigmund Freud, The Ego and The Id and Other Works, ed.James Stratchey (Londra: The Hoghart Press Limited,1986), 111. 35 Saffet Murat Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz (İstanbul: Kanat Kitap, 2005), 183-185.

SONUÇ

Bu tezde David Storey’nin Pasmore, A Temporary Life (Geçici Bir Hayat) ve Saville adlı

romanlarındaki kendi sosyal çevresi dışında eğitim gören ana karakterlerin zaman içinde köken olarak ait

oldukları topluma yabancılaşmaları ve sonradan dahil oldukları farklı topluma tam anlamıyla uyum

sağlayamamaları nedeniyle benliklerinde meydana gelen ruhsal ve bedensel çatışmalar, karakterlerin

bunlara verdiği tepkiler ve çözüm arayışları, Psikanaliz Kuramları (Freud, Jung ve Lacan kuramları)

ışığında incelenmiştir. Üç romanda da karakterler içsel çatışmaları sonucunda ruhsal bunalıma

sürüklenmişlerdir.

Psikanalist Eleştiri bağlamında kuram bölümünde incelenen Freud, Jung ve Lacan’ın davranış

çözümlemesine yönelik kuramları roman karakterlerinin iç dünyalarını aydınlatması bakımından bu tezde

kullanılmıştır. Freud’un belirttiği, bilinçaltı’nın davranışlara etkisi, super-ego’nun birey üzerinde kurduğu

baskı sistemleri ; Jung’un kişisel bilinçdışı ve ortak bilinçdışı’nın bireylerin karşılaştıkları olaylara verdikleri

tepkileri önemli ölçüde etkilediğini, dış dünyaya uyum sağlamak açısından ilkörneklerin -persona, gölge,

ben, anima ve animus- işlevi ve psikolojik tiplerin temelde içe dönük ve dışa dönük olmak üzere ikiye

ayrılmasının önemini savunduğu söylemi ve Lacan’ın dilin öğrenilmesinden önce ve sonraki dönemlerin,

özne ve nesne ilişkilerinin bireyin hayatı üzerindeki etkilerini anlattığı kuramı, gerçek hayatın belli bir

ölçüde yansıması olan edebiyat eserlerinde açıkça görülmektedir.

David Storey gibi, karakterlerin iç dünyasında olup bitenleri ele alan yazarların Psikanalitik

Eleştiriye katkıları ise; okuyucuyu karakterlerin ruhsal bunalımlarının nedenlerini araştırmaya yöneltmesi

ve dolayısıyla -psikanaliz bağlamında- okuyucunun kendine yönelik çözümlemelerde de bulunmasına

olanak sağlamasıyla ortaya çıkmıştır. Bunu da benliğinin bedensel ve ruhsal yönlerini uzlaştırmaya çalışan

karakterlerin yaşadıkları sorunlara ve çözüm arayışlarına değinerek, kullandığı yalın anlatım tarzı ve canlı

betimlemeler doğrultusunda sağlamıştır. Ayrıca karakterlerin yaşadığı bölünmüş benlik sorununun

104

Storey’nin kendi hayatında da gözlemlenmesi, eserlere otobiyografik bir boyut kazandırması açısından

önem arz etmektedir. Böylece yazar daha önceki bölümlerde kendisinin de belirttiği gibi, kendi benliğinin

birbirinden ayrışmış iki yönünü bir bütün haline getirmek amacıyla yine kendi çatışmasını yansıtan

karakterler sunmuş ve bu sorunu gidermek üzere farklı çözümler üretmelerini sağlamıştır.

Psikanalitik eleştiri bağlamında karakterlerin -gerçek insanlar gibi- yaşadıkları baskılar sonucu

bilinçaltı’na ittikleri arzu ve hayalleri ve bunların bazen rüyalarda, ani sinir krizlerinde ve bazen de

karakterlerin aldıkları ani kararlarda ortaya çıkması, Freud’un kuramlarını yansıtmaktadır. Bu bastırılan

duygu ve istekler öylesine güçlüdür ki, sonunda onları bunalıma sürükler ve dış dünyadan kopmalarına

neden olur. Böylece Freud’un ortaya koyduğu, bilinçaltı’na itilmiş istekler ve bunların neden olduğu ruhsal

sorunlar, bu karakterlerde de görülmektedir.

Özellikle yapısal kişilik kuramını oluşturan id, ego ve super-ego sistemlerini anlattığı kuramları

bağlamında görülmüştür ki; id’den gelen ve ego’nun denetiminden geçen istekler super-ego’nun

engellemesiyle karşılaştığında arzuları karşılanamayan bireyler içsel çatışmalar yaşamakta ve yaşamları

anlamsız hâle gelmektedir. Bu tezde incelenen romanlar bağlamında id bedensel isteklerden çok ruhsal

ihtiyaçları doyurma, super-ego ise bu ihtiyaçların giderilmesine imkân vermeyen toplumsal yaptırımları

uygulama ve ego’da bu ikisi arasında bir denge kurma eğiliminde olan sistemler olarak ele alınmıştır.

İncelendiği gibi, Colin Pasmore ve Colin Saville super-ego’nun bir yansıması olan ailelerinin ve toplumun

beklentilerini karşılayamaz hâle geldiklerinde bir kaçışa yönelir. Ancak sonunda, Colin Pasmore evine geri

dönmekle başlattığı bireyleşme sürecini yarıda bırakmış olur. Colin Saville ise id’in/iç dünyasının

isteklerinden vazgeçmez ve geri dönmez. Yvonne Freestone da incelenen erkek karakterlerden farklı

olarak super-ego’nun baskılarına kadınca bir hassasiyetle tepki vermiş ve yaşadığı bunalım onu delirmeye

kadar götürmüştür.

Freud terminolojisindeki depresyon bağlamında Colin Pasmore ve Yvonne içsel sorgulamalara

fazlaca yönelmiş ve bu da onları bir çıkmaza itmiştir. Colin Saville ise bedensel ve ruhsal yönünü -diğer iki

105

karaktere kıyasla- dengede tutmayı zaman zaman kısmen de olsa başardığından yaşadığı ruhsal gerilimden

daha az etkilenmiştir. Çünkü bu süreçte Colin Pasmore ve Yvonne gibi içine kapanmamış ve dış çevresiyle

ilişkisini kesmemiştir.

Freud’un önemini vurguladığı ego ideali ve ideal ego ilişkisi bu üç romanda karakterlerin

psikolojik durumlarını önemli ölçüde etkilemiştir. Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Saville de ego ideali’ni

-kendi istekleri doğrultusunda bir yaşam sürmek- ve ideal egoları -anne ve babalarının değer yargılarını esas

alarak yaşamak- arasında uzlaşma sağlayamazlar. Eğitim alarak yaşadıkları işçi toplumundan farklı bir

toplumun parçası hâline gelmeleriyle birlikte bir tür kültür çatışması yaşamışlardır. Ancak bunun

sonucunda ne eski geleneksel kültürlerine -geleneksel olmasına rağmen daha insancıl olana- dönebilmişler

ne de yeni kültüre -bireysel özgürlük adı altında bireyi yalnızlığa itene- ait olabilmişlerdir.

Jung’un teorileri bağlamında ise kişisel ve ortak bilinçdışı’nın yansımaları her üç romandaki

karakterin hayatında da görülmektedir. Bu tezde incelenen romanlar bağlamında benliğin ruhsal yönüyle

ilişkilendirilen kişisel bilinçdışı ve ortak bilinçdışı’nın karakterleri farklı yönlerden etkilemiştir. Kişisel

bilindışı’ndan gelen özgür bireyler olma isteği doğrultusunda ailelerinden daha farklı koşullarda yaşayan

Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Saville maden işçileri toplumundaki diğer anne-babalar gibi kendi anne-

babalarının da onlara daha iyi bir hayat sağlamak için çektikleri sıkıntıları ortak bilinçdışı’nın etkisiyle

farkında olmadan kendi iç dünyalarına hapsetmişler ve bu nedenle de suçluluk duyguları içinde bir

huzursuzluğa sürüklenmişlerdir. Bu durum Storey’nin hayatında da görülmesi bakımından eserler

bağlamında otobiyografik bir nitelik taşımaktadır.

Jung terimlerinden biri olan persona her üç karakterde de görülür. Colin Pasmore’un persona’ları -

resim öğretmenliği, baba, eş ve evlat olma- zaman içinde psişe’sinden ayrılmaz duruma geldiğinde

Pasmore’un yaşam enerjisi geriye doğru akar, çünkü yaşamdan istedikleri bunlar değildir. Yvonne ise bir

eş ve evlat olma persona’sının dışında bir de kendine kurtarıcılık persona’sını edinir ki, bu onun benliğini

ele geçirir; yetersizlik duyguları içinde kaybolmasına neden olur ve onu delirten süreci başlatır. Colin

106

Saville ise başlangıçta oldukça benimsediği iyi ve itaatkar evlat persona’sının benliğine hakim olmasına

izin vermeden Jung’un kuramları bağlamında bireyleşir.

Colin Pasmore da Colin Saville gibi yetiştiği kuzey İngiltere maden işçileri toplumu erkeklerinin

aksine animası/duygusal yönü ön plânda olan karakterlerdir ve bu nedenle başta babaları olmak üzere

babası gibi fiziksel çaba harcanan işlerin iyi işler olduğunu düşünen diğer erkekler tarafından da

eleştirilmişler; bunun sonucunda kendi toplumlarından uzaklaşmışlardır. Yvonne ve Colin Pasmore ise

Jung’un ortaya koyduğu ben kavramı bağlamında yeterince gelişmeyen ben’lerinden ötürü iç çatışmalara

daha yatkındırlar. İncelendiği üzere Yvonne’un eşi Colin Freestone benliğin bedensel yönünü temsil eder

ve eski mesleği olan boksörlüğüne gerek duyduğu zamanlardaki davranışları gölge’ye uygundur. Colin

Pasmore, Yvonne Freestone içe dönük karakterler iken Colin Freestone ve Colin Saville -bazen içe dönük

bir ruhsal duruma saplansa da- genel anlamda dışa dönük karakterlerdir.

Lacan bağlamında ise Sembolik’e hapsolan Colin Pasmore, Colin Saville ve Colin Freestone bir

çıkış noktası aradıkları sırada karşılarına çıkan ve onlar gibi Sembolik’te kalan evli kadınlarla kısa süreli

ilişkiler kurmuşlar ve kadınların eşlerinin müdahâlesi sonucunda kötü deneyimler yaşamışlardır. Ancak

Saville’in sonunda evini terk eden Colin Saville, sevmediği öğretmenlik mesleğinden -çalıştığı okul

müdürü tarafından işten atılarak- ayrılan Colin Freestone, böylelikle Semiotik’e geçmiş olur. Sembolik

düzen’de var olamayan Yvonne ise Semiotik Düzen’e ancak bunalım sonucu aklını yitirerek geçer.

Pasmore’un sonunda eski yaşantısına geri dönen Colin Pasmore Sembolik düzen’in/kültürün

kısıtlamalarıyla yaşamaya devam eder.

Lacan’ın ben/öteki, özne/nesne kuramları bu tezde incelenen eserlerdeki her üç ana karakterde de

görülmektedir. Yvonne aklını yitirmekle ben/öteki ve özne/nesne ayrımı olmayan Hayali dönem’in Ayna

evresi’ne geri dönmüştür; çünkü aynadaki imgesi kendi öz benliğine ait değildir; öteki’nin/dış dünyanın

ondan bekledikleriyle kendi ruhsal ihtiyaçları arasında kalan bölünmüş ego’sunun bir yansımasıdır. Colin

Pasmore ise kültürel bir özne olmanın yükümlülükleri ve kısıtlamaları altında ezilir ve öteki’ne/dış

107

dünyanın nesne’lerine yabancılaşır ve bütün sorumluluklarından kaçmak ister; ancak hem kimliğinin hem

de dahil olduğu toplumun çoktan tutsağı olmuştur. Başlangıçta annesine olan güçlü bağlılığı sebebiyle

Oedipal karmaşa’yı atlatana kadar ayna evresinden çıkamayan Colin Saville’in aynadaki imgesi annesine

ve özellikle de anne-babası tarafından yerine konduğu ölen ağabeyi Andrew’un imgesidir. Bu nedenle

başlangıçta özne/nesne ayrımı yapamayan Colin Saville okul hayatı, ardından da Londra’ya yerleşmesiyle

birlikte Sembolik’e geçmiş ve özne olmuştur.

Lacan’a göre bütünlük hazzı arayışı, incelendiği üzere ruhsal ve bedensel çatışma yaşayan Colin

Pasmore, Yvonne ve Colin Freestone ve Colin Saville’de ortaya konmuştur. Storey’nin hayatında da

görülen bu durum yazarın arayışını eserlerindeki karakterlerine yansıttığının bir göstergesidir.

Sonuç olarak, Storey’nin bu tezde incelenen romanlarında eğitimin işçi sınıfı kökenli bireyler için

yabancılaşmanın en önemli nedenlerinden biri olduğu görülmektedir. Her üç romanın ana karakterlerinde

gözlemlenen ve karakterleri yoğun bir varoluş sorgulamasına sürükleyen bu huzursuzluk ve yabancılaşma

hissi onları eylemsiz ve ümitsiz kılar. Eserlerinde çocuklarının sahip oldukları her şeyi kendilerine borçlu

olduğunu düşündükleri için çocuklarının, onların istedikleri türden bireyler olmasını bekleyen anne-

babaların, bireyselliği yok eden otoriterliğini eleştiren Storey’nin kendi gençliğinde aynı durumla

karşılaşmış olması incelenen romanların taşıdığı otobiyografik niteliği artırmaktadır.

KAYNAKÇA

BİRİNCİL KAYNAKLAR

Storey, David. Pasmore (Londra: Jonathan Cape, 1972).

----------------------. A Temporary Life (Londra: Allan Lane, 1973).

----------------------. Saville (Londra: Jonathan Cape, 1976).

_____________. This Sporting Life (Londra: Longmans, Green, 1960).

_____________. Flight into Camden (Londra: Jonathan Cape, 1982).

_____________. In Celebration (Londora Jonathan Cape, 1969).

_____________. The Restoration of Arnold Middleton (Londra: Jonathan Cape, 1967).

_____________. The Farm (Londra: Jonathan Cape, 1973).

_____________. The Home (Londra: Jonathan Cape, 1970).

----------------------. Special Correspondent, “Speaking of Writing-2: David Storey”, The Times (Londra:

The Times, 28 Kasım 1963).

----------------------. “Kaleidescope”, B.B.C. Radio 4 (Londra: B.B.C. Radio 4, 23 Eylül 1976).

----------------------. “Two of a Kind” B.B.C. Home Service (Londra: BBC Home Service, 26 Nisan 1960).

----------------------. “Writers on Themselves: Journey Through a Tunnel”, The Listener (Londra: The

Listener, 1 Ağustos 1963), 159-161.

----------------------. “What Really Matters”, Twentieth Century (Londra: Twentieth Century, 1 Ağustos

1963), 96-97.

İKİNCİL KAYNAKLAR

Ansorge, Peter. “The Theatre of Life” (interview with David Storey), Plays and Players (Londra: Plays

and Players, Eylül 1973), 32-36.

109

Booker, M.Keith. A Practical Introduction to Literary Theory and Criticism (New York:

The Johns Hopkins University Press, 1991).

Bradbury, Malcom. The Modern British Novel (Londra: Penguin Books, 1994).

Clark, David Stafford. What Freud Really Said (Harmondsworth: Penguin Books Ltd., 1976).

Connoly Ray, “The Ray Connolly Interview: 3 ½ Million Wasted Words”, London Evening Standard

(Londra: London Evening Standard, 28 Ekim 1972).

Çüçen, A.Kadir. Bilgi Felsefesi (Bursa: Asa Kitabevi, 2001).

Davis, Victor. “Now He’s Top Storey”, Daily Express (Londra: Daily Express, 21 Eylül 1973).

Dennis, Norman. Fernando Henriques ve Clifford Slaughter. Coal is Our Life (Londra: Tavistock

Publications Limited,1956).

Ege, Ufuk. Batı Kültüründe Yabancılaşma Kuramları ve David Storey’nin Romanlarında Yabancılaşma

Teması (Ankara: Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları, 2002).

Fordham, Frieda. Jung Psikolojisinin Ana Hatları, çev. Aslan Yalçıner (İstanbul: Say Yayınları, 1983).

Foucault, Michael. Deliliğin Tarihi, çev. Mehmet Ali Kılıçbay (Ankara: İmge Kitabevi, 2000).

Freud, Sigmund. The Ego and The Id, çev. John Riviere, ed. James Strachey (New York: W.W.Norton &

Company Inc., 1960).

----------------------. Psikanalize Yeni Giriş Dersleri, çev. Selçuk Budak (Ankara: Öteki Yayınları, 2000).

----------------------. The Ego and The Id, çev. James Strachey (New York: W.W.Norton & Company Inc.,

1960).

----------------------. The Ego and The Id and Other Works, çev.James Strachey (Londra: The Hoghart

Press, Limited, 1986).

----------------------. New Introductory Lectures on Psychoanalysis, çev. James Strachey (New York:

W.W.Norton & Company Inc.,1965).

----------------------. Rüyalar, çev.İbrahim Türek (İstanbul: Varlık Yayınları, 1965).

110

----------------------. Collected Papers, çev.James Strachey (New York: Basic Books, Inc. Publishers,1959).

----------------------. An Outline of Psychoanalsis, çev. ve ed. James Strachey (New York: W.W.Norton &

Company Inc.,1989).

Frosh Stephen. Identity Crisis-Modernity, Psychoanalysis and the Self (Londra: Macmillan Education

Ltd., 1991).

Gençtan, Engin. Psikanaliz ve Sonrası (İstanbul: Metis Yayınları, 2002).

Gindin, James. Postwar British Fiction, New Accents and Attidutes (Westport, Connecticut: Greenwood

Press Publishers, 1962).

Hall, J.R. ve D.V. Glass. “Education and Social Mobility in Britain” in Social Mobility in Britain, ed.

D.V.Glass (London: Routledge& Keagan Paul, 1954).

Heatman, John. “Picture Storey Book”, Hampstead & Highgate Express (Londra: Hampstead &

Highgate Express, 21 Eylül 1973).

_____________ . “Heatman’s Diary” , Hampstead and Highgate Express (Londra: Hampstead and

Highgate Express, 6 Ekim1972).

Higgins, John. “David Storey: Night and Day” The Times (Londra: The Times, 16 Eylül 1973).

Hilton, Robin H. Interview with W.Dawes (Londra: 21 Aralık 1976).

----------------------. Interview with W.Dawes (Londra: 12 Aralık 1972).

---------------------- . Interview with W.Dawes (Londra: 21 Aralık 1972).

---------------------- . Interview with A.Hall (Londra: 21 Aralık 1972).

Hitchock.,Peter. Working Class Fiction in Theory and Practice, A Reading of Alan Silitoe (Londra: UMI

Research Press, 1989).

Hoggart, Richard. The Uses of Literacy: Aspects of Working Class Life with Special Reference to

Publications and Reference to Publications and Entertainments (Harmondsworth:

Penguin, 1958).

111

Hubbard, Alan. “Sporting a New Storey Line”, World Sports (Londra: World Sports, Mart 1972), 31-33.

Jacobi, Jolande. The Psychology of C.G.Jung (Londra: Routledge & Kegan Paul, 1968).

Johnstone, F.K. The Bloomsbury Group: A Study of E.M.Forster, Lytton Strachey, Virginia Woolf and

Their Circle (New York: The Noonday Press, 1954).

Jung, Carl. Bilinç ve Bilinçaltının İşlevi, çev. Engin Büyükinal (İstanbul: Say Yayınları, 1997).

----------------------. On The Nature of The Psyche, The Collected Works of C.G.Jung, çev. R.Hull (New

York: Princeton Unicersity Press, 1973).

----------------------ve C.Kereneyi. Essays on a Science of Mythology, Collected Works, çev. R.Hull (New

York: Princeton University Press, 1949).

----------------------. Analitik Psikoloji, çev. Ender Gürol (İstanbul: Payel Kitabevi, 1997).

----------------------. The Archetypes and the Collective Unconscious, çev. R.Hull (New York: Princeton

University Press, 1980).

----------------------. İnsan Ruhuna Yöneliş,: Bilinçaltı ve İşlevsel Yapısı, çev. Engin Büyükinal (İstanbul: Say

Yayınları, 1962).

----------------------. Collected Works: The Development of Personality, çev. R.Hull (Londra: Princeton

University Press, 1981).

----------------------. Psychological Types, çev. C.Baynes (New York, Bailliere, Tindal and Cox, 1976).

----------------------. Modern Man in Search of a Soul, çev. R.Hull (Londra: Princeton University Press,

1984).

----------------------. Contributions to Analythical Psychology, çev. R.Hull (London: Princeton University

Press, 1973).

Korn, Eric.“How Grey Was My Valley,” review of Saville, Times Literary Supplement

(Londra: Times Literary Supplement, 24 Eylül 1976).

Lacan, Jacques. Speech and Language in Psychoanalysis, çev.Anthony Wilden (New York: The John

112

Hopkins University Press, 1991).

Laing, R.D. Bölünmüş Benlik, çev. Selçuk Çelik (İstanbul: Kabalcı Yayınevi,1993).

----------------------. The Divided Self: An Existential Study in Sanity and Madness (Harmondsworth:

Penguin, 1965).

---------------------- .The Politics of Experience and the Bird of Paradise (Harmondsworth: Penguin,1967).

----------------------. Self and Others (Harmondsworth: Penguin, 1971).

Laszloi, Violet de. The Collected Works of Carl Jung (New York: Random House Inc., 1959).

Leader, Darian ve Judy Groves. Lacan, çev. Gül Çağalı Güven (İstanbul: AD Yayıncılık A.Ş., 1997).

Lemaire, Anika. Jacques Lacan (Londra: Humanities Press, 1977).

Massie, Allan. The Novel Today: A Critical Guide to the British Novel 1970-1989 (Londra: Longman

,1990).

Mowat, Charles Loch. Britain Between the Wars 1918-1940 (Londra: Methuen, 1955).

Robson, W.W.W. Modern English Literature (Oxford: Oxford University Press, 1970).

Roudinesco, Elisabeth. Jacques Lacan, çev. Barbara Bray (New York: Columbia University Press, 1997).

Russell, Bertrand. Dış Dünya Üzerine Bilgimiz, çev. Vehbi Hacıkadiroğlu (İstanbul: Kabalcı Yayınevi,

1996).

Sarup, Madan. Jacques Lacan (Hertfordshire: Harvester Wheatsheaf, 1992).

Schultz,Duane P. ve Sydney Ellen Schultz. Modern Psikoloji Tarihi, çev.Yasemin Aslay (İstanbul:

Kaknüs Yayınları, 2001).

Silitoe, Alan. Britain in Figures: A Handbook of Social Statistics (Harmondsworth: Penguin, 1973).

Singer,June. Boundaries of The Soul, The Practice of Jung’s Psychology (New York:

Anchor Books, Doubleday, 1994).

Stevens, Anthony. Jung (Oxford: Oxford University Press, 1994).

Storr, Anthony. Freud (Oxford: Oxford University Press, 1989).

113

Sullivan, Ellie-Ragland. Jacques Lacan and the Philosophy of Psychoanalysis (New York: Illinois Press,

1987).

Taylor, A.J.P. English History 1914-1945, The Oxford History of England, s.15 (Oxford: Oxford

University Press, Clarendon Press, 1965).

Taylor, John Russell. David Storey, ed. Ian Scott Kilvert (Scotland: Longman Group Ltd..,1974).

Thomson, David. England in the Twentieth Century (Londra: Penguin, 1975).

Trodd, Anthea. A Reader’s Guide to Edwardian Literature (Hertfordshire: Harvester Wheatsheaf, 1991).

Tura, Saffet Murat. Freud’dan Lacan’a Psikanaliz (İstanbul: Kanat Kitap, 2005).

Urgan, Mina. D.H.Lawrence: Yaşantı (İstanbul: Yapı Kredi, 1995).

ÖZET

DAVID STOREY’ NİN PASMORE, A TEMPORARY LIFE VE SAVILLE ADLI

ROMANLARINDAKİ BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE

OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ

Psikanalitik eleştiri, bir eleştiri metodu olarak, kendisi de içsel çatışmalar yaşayan yazarların

eserlerine odaklanmalıdır ki, böylelikle onların farklı yazım üslûplarını ve yaşadığı topluma yabancılaşmış

bireyler hakkında kapsamlı ve farklı temaları kullanarak oluşturdukları edebiyat ürünlerini analiz ederek,

onların edebi yazınına ve kurama kattıklarını ortaya çıkarabilsin.

Bu çalışma David Storey’nin romanlarındaki ana karakterlerin yaşadığı bedensel-ruhsal

çatışmanın nedenlerini ve karakterlerin yaşamlarıyla yazarın yaşamı arasındaki paralellikleri

incelemektedir. Önemli olan şudur ki aldıkları eğitimle öz kültürlerinden uzaklaşan karakterler

geçmişlerinin etkisinden kurtulamaz ve bu da yeni toplumun bir parçası hâline gelmelerini zorlaştırır. Bu

durumun neden olduğu gerilimi aşmaya çalışan Colin Pasmore bir kaçışa yönelir ancak başarılı olamaz.

Yvonne’un sembolik kaçışı ise onu akıl hastanesine hapseder. Colin Saville de Londra’da yaşamak üzere

evini terk etmesiyle kendini tek bir topluma ait hissetmek için bir girişimde bulunur. Bu bağlamda

karakterler Psikanalitik eleştiride bölünmüş benliğe alternatif imgelemler tasvir eder.

Bu çalışma Storey’nin, eğitim süreciyle bir sosyal sınıftan daha yüksek bir sosyal sınıfa geçen

bireylerin yaşadıkları kültürel çatışmanın yoğun benliksel sorgulamalara dönüşebildiğine ve bunun ciddi

ruhsal hasarlar meydana getirebileceğine dikkat çektiğini ve bu konuyu otobiyografik unsurlarla

zenginleştirdiğini göstermeyi amaçlar. Bireylerin bu sorunu aşmak için seçtikleri yaşam alanında sürekli

üretken konumda olmaları ve ilgi alanları doğrultusunda meslekler seçmeye özen göstermeleri, böylelikle

yaşam enerjilerini artırmaları gerekmektedir.

Sonuç olarak, benlik bölünmesi sorunu yaşayan karakterler, kendileriyle aynı durumda olan

insanlar için örnek rol modelleri olarak var olurlar. Ancak ümitsizliğe kapılıp pasifçe geri çekilmeyi tercih

edenler için ruhsal bunalım ve hatta aklını yitirme kaçınılmaz olabilir.

ABSTRACT

THE PSYCHOANALYTHIC AND AUTOBIOGRAPHICAL ANALYSIS (OF MIND

VERSUS BODY CONFLICT) IN DAVID STOREY’S NOVELS: PASMORE, A

TEMPORARY LIFE AND SAVILLE BY DAVID STOREY

As a critical method, Psychoanalytic Criticism dwells on the works of writers who have suffered

from inner conflicts in order to reveal their contributions to literature and theory by analysing how they

create literary products through using different narrative styles and comprehensive themes about

individuals who feel alienated.

This thesis probes the main characters in the three novels by David Storey and the reasons for their

mind and body conflict and searches for the parallels between the characters’ and the author’s life. It is

important that these characters are alienated from their own culture and they cannot get rid off the influence

of their former culture which makes it difficult for them to become a part of that new society. Trying to

handle the tension that comes out of this conflict Colin Pasmore tries to escape, but he ends up with a

failure. The symbolic escape of Yvonne imprisons her in a mental hospital, Colin Saville makes an attempt

to feel that he belongs to his new society from then on by leaving home to live in London. Therefore these

characters depict alternative visions of the divided self.

This work suggests that Storey draws attention to the fact that the cultural conflicts experienced by

individuals, who upgrade from one social class to another, may possibly turn into self questionings which

may lead to serious mental breakdowns, and he enriches his material with autobiographical aspects. In

order to deal with the problem, individuals should continually be in a state of being creative and they should

choose their professions conforming to their interests. As a result, characters who suffer from the

fragmentation of the self, survive as role models for people who share the same problem. However,

emotional breakdown and even mental breakdown can become invariable for hopeless people if they

prefer a passive withdrawal.