T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER...
Transcript of T.C. ANKARA ÜNİVERSİTESİ SOSYAL BİLİMLER...
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI
DAVID STOREY’ NİN PASMORE, A TEMPORARY LIFE VE SAVILLE ADLI
ROMANLARINDAKİ BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE
OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ
Yüksek Lisans Tezi
Nehir Eres
Ankara-2005
ii
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI
DAVID STOREY’ NİN PASMORE, A TEMPORARY LIFE VE SAVILLE ADLI
ROMANLARINDAKİ BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE
OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ
Yüksek Lisans Tezi
Nehir Eres
Tez Danışmanı
Doç.Dr.Ufuk Ege
Ankara-2005
iii
T.C.
ANKARA ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
İNGİLİZ DİLİ VE EDEBİYATI ANABİLİM DALI
DAVID STOREY’ NİN PASMORE, A TEMPORARY LIFE VE SAVILLE ADLI
ROMANLARINDAKİ BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE
OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ
Yüksek Lisans Tezi
Tez Danışmanı:
Tez Jürisi Üyeleri
Adı ve Soyadı İmzası
.................................................................. ................................ .................................................................. ................................ .................................................................. ................................ .................................................................. ................................ .................................................................. ................................ .................................................................. ................................
Tez Sınavı Tarihi ......................................
iv
ÖNSÖZ
Toplumsal bir varlık olan insanın, davranışları altında yatan nedenlerin yaşadığı çevreyle
etkileşimine ve iç dünyasında olup bitenlere bağlı olarak araştırılması ve bunun psikanaliz bağlamında
değerlendirilmesi önem arz etmektedir. Ankara Üniversitesi lisans programında aldığım “İngiliz Kültürü
İncelemeleri (British Cultural Studies)”, “20.yüzyıl İngiliz romanı (20th Century English Novel)”, “20.
yüzyıl İngiliz tiyatrosu (20th Century English Theatre)” adlı derslerden sonra, bu konuya olan ilgim arttı.
Özellikle de edebi eserlerde betimlenen, kendine ve yaşadığı topluma yabancılaşmış, iç sorgulamalar ve
çatışmalar yaşayan karakterlerin toplumda benzer durumdaki insanları nasıl yansıttığı incelendiğinde
edebiyatın toplumun gerçeklerine ayna tuttuğu görülmektedir.
Bu bağlamda 20. yüzyıl İngiliz romanı yazarlarından David Storey’nin, eğitim süreci sonrasında
kendi toplumundan koparak bir başka topluma dahil edilen bireylerin kendilerini her iki topluma da ait
hissedememesi sonucu yaşadıkları ruhsal bunalımı ele alış biçimini, Storey’nin bu konuyu kısmen kendi
yaşamından yola çıkarak yansıttığı gerçeğini de göz önüne alarak, otobiyografik unsurlar dahilinde ve
psikanaliz kuramı çerçevesinde incelemeyi amaç edindim. Bu bağlamda edebi eserler karakterlerin,
karşılaştıkları sorunlara ne gibi çözümler ürettiğini göstermeleri açısından önem arz etmektedir.
Tezin hazırlanma aşamasında akademik ve manevi yardımlarını hiç esirgemeyen sayın
hocalarım Prof.Dr.Ayşegül Yüksel’e, Prof.Dr.Belgin Elbir’e, Prof.Dr.Sema Ege’ye, Dr.Hasan İnal’a
özellikle de sayın danışmanım Doç.Dr.Ufuk Ege’ye ve bana çalışmalarımda destek veren Gaziantep
Üniversitesi’nden Arş.Gör.Ela İpek Eralp’e teşekkürü bir borç bilirim.
Bu tez hazırlanırken, İngiltere’den aldığı kaynakları bana ödünç kullandıran sayın danışmanım
Doç.Dr.Ufuk Ege’ye; gerekli kaynakların temininde katkısı olan Bilkent, ODTÜ, Başkent üniversiteleri
ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi kütüphanelerine, yapılmış tezlerin taranmasında kullandığım Umi Pro-
Quest sitesine ve İngiltere’den getirilen kaynaklar için Arş.Gör.Zeynep Z. Atayurt’a, ayrıca Türk Dili
açısından yardımları için Türk Dili ve Edebiyatı öğretmeni Betül Batur’a teşekkür ederim. Yoğun
çalışmalarım sırasında, bana manevi açıdan destek olan aileme ve arkadaşlarıma da teşekkürler.
v
İÇİNDEKİLER BÖLÜM SAYFA ÖNSÖZ ....................................................................................................................................................... iv GİRİŞ ........................................................................................................................................................... 1 1. BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK AÇIDAN İNCELENMESİ ....................................................................................................... 14 II. PASMORE ‘DA BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ ............................................... 33
111. A TEMPORARY LIFE’ DA BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ
PSİKANALİTİK VE OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ....... 57
1V. SAVILLE’ DE BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ....... 77
SONUÇ ............................................................................................................................................. 103
KAYNAKÇA ................................................................................................................................ 108
ÖZET
ABSTRACT
vi
KISALTMALAR PASMORE ........................................................................................................................................P. A TEMPORARY LIFE ..........................................................................................................A.T.L. SAVILLE ...........................................................................................................................................S.
BÖLÜM 1
BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK AÇIDAN İNCELENMESİ
Bireyin ruhsal ve bedensel yönleri arasındaki çatışmaların sosyal yaşantısına yansıması nedeniyle
ortaya çıkan huzursuz ve bölünmüş benlik kişinin kendinden, ailesinden, işinden ve içinde yaşadığı sosyal
çevreden hoşnutsuzluk duymaya başlamasına ve hayatın birey için giderek anlamını yitirmesine neden
olur. Kişinin kendi istekleri ile toplumun bir temsilcisi olan ailesinin ve sosyal çevresinin ondan beklentileri
arasındaki uyuşmazlıklar ise iç ve dış dünyası arasında kopukluklar oluşmasına yol açar. Bu sorunların
edebiyat eserlerine yansıtılması hem problemin ortaya konmasını sağlamakta hem de çözüm yollarını
gündeme getirmektedir. Bu bağlamda beden-ruh ikileminin eserlerinin ana temasını oluşturduğu önemli
yazarlardan bir olan David Storey’nin Pasmore, Saville ve A Temporary Life (Geçici Bir Hayat) adlı
eserleri bu türden bir içsel çatışma temasının yanı sıra taşıdıkları otobiyografik unsurlar açısından psikanaliz
bağlamında incelenecektir.
Bu amaçla öncelikle beden-ruh ikileminin kökenine ve felsefe alanında ele alınış biçimlerine
kısaca değinilecek, ardından bu ikilemin psikolojik boyutları ele alınacaktır. Ancak bu iki ayrı disiplinin bu
kavramlara bakışlarının ve onları inceleme yöntemlerinin birbirinden farklı olduğu bilinmektedir.
Psikologlar bedeni ve ruhu bireyin davranışları bağlamında irdelerken, felsefi düşünürler bu iki kavramı
genel anlamda daha çok “maddesel” olan ve “soyut” olan tanımlamalarından yola çıkarak beden ve ruhun
varlıksal yönlerini ve birbirleriyle etkileşimlerini irdelemişlerdir. Kimi düşünür ruh ve bedeni bir bütün
olarak ele alırken kimisi de ikisinin birbirinden ayrı olarak incelenmesi gerektiğini savunmuştur. Aristoteles,
ruh ve bedenin ayrı bir yaşama sahip olmadığını, ruhun bedende ve kendisinde bulunan yetilerden
yararlanarak tikel varlıklardan soyutladığı tümel bilgiyi bildiğini belirtir.1 Plotinus’a göre insan ruh ve
bedenden oluşmuştur ve ruh bedenle birleşerek bedene hayat vermiştir2. Orta Çağ düşünürlerinden Aziz
15
Augustinus ruh kavramına daha çok önem vermiş ve ruhun tanrı tarafından eğitildiğini ifade etmiştir.
17.yüzyılın önemli düşünürlerinden Descartes ruh ve bedeni ayrı iki varlık olarak ele almıştır: “Ruhun
maddesel olmadığını, sahip olduğu düşünce yeteneğiyle maddenin fiziksel dünyasından ayrı bir yerde
bulunduğunu ancak beyindeki bir nokta yoluyla bedenin bütün bölümleriyle birleştiğini ileri sürmüştür.”3
Spinoza ise Tanrı ve doğanın bir bütün olduğu düşüncesini benimsemiş ve ruhun ve maddenin
aslında tek bir varlığın iki ayrı niteliği olduğunu belirtmiştir. Çüçen’in de değindiği gibi:
18.yüzyılda George Berkeley her şeyi manevi varlıkla açıklayarak maddi varlığın olmadığını ileri sürerken 19.yüzyılda Fichte, aklı tek gerçeklik olarak kabul etmiştir: “Fichte’nin ‘ben’ kavramı ve aklı, öznel veya bireysel bir akıl ya da ‘ben’ değil; ‘evrensel ben’ dir. ‘Öznel ben’in amacı kendisinde varolan ‘evrensel ben’ i kavramak ve anlamak olmalıdır.”4
20.yüzyılın önemli düşünürü William James ise düşünce ve nesneler ayrımına katılmamış ve
gerçekliğin fiziksel ve zihinsel olandan gelenin bir birleşimi olduğunu savunmuştur.5 Bertrand Russell ise
insan aklının bazen dış dünyaya bağımlı bazen de ondan bağımsız olduğunu vurgulamıştır:
Genel bilgimizi çözümlemeye başladığımızda ilk görünen şey, bir bölümün türetilmiş, bir bölümün ise temel bilgi oluşudur; yani kimi bilgimiz vardır ki bunlara yalnızca, zorunlu olarak-tam mantıksal anlamda olmasa da bir anlamda çıkarımla elde edildikleri başka şeyler dolayısıyla inanırız, buna karşı öteki bölümüne herhangi bir dışsal kanıtın desteği olmadan, kendi hesabına inanılır. 6
Bu tezde beden-ruh ikilemi; eserlerdeki belli karakterlerin davranışları, belli olaylar karşısında
verdikleri tepkiler ve geliştirdikleri genel bakış açılarının nedenleri üzerinde durmak ve bunları Storey’nin
öz yaşamıyla ilişkilendirmek açısından daha çok psikolojik ve otobiyografik bağlamda ele alınacaktır.
Psikanalizin edebiyata uyarlanma şekillerinden biri olan romanlardaki edebiyat karakterlerini gerçek kişiler
gibi değerlendirip yorum yapma yöntemi tezin amacıyla örtüşmektedir. Çünkü Pasmore, A Temporary
Life ve Saville adlı romanlardaki karakterlerin başından geçenler ve bunlara verdikleri tepkiler hem
psikanaliz hem de otobiyografik unsurlar bağlamında değerlendirilecektir. Bu nedenle Freud, Jung ve
Lacan’ın kuramları ve beden-ruh ikilemini ele alış biçimleri incelenecek, bunlarla ilgili terimleri
açıklanacak ve daha sonra da eserlere uygulanacaktır.
16
Freud, davranışların ortaya çıkışında kişiliğin üç ana siteminin birbiriyle olan etkileşiminin
önemine değinmiştir. Yapısal kişilik kuramını oluşturan bu sistemler: bedensel ve ruhsal istekleri doyurma
eğiliminde olan İd, kişiliğin vicdanî ve ahlâki yönü olan, ahlâk kuralları ve toplumsal kuralları kusursuz bir
biçimde uygulamayı isteyen Super-ego, ve her iki bilinç arasında bir denge kurarak bireyin sosyal yaşamla
uyumlu hâle gelmesini sağlayan ego’ dur. Freud’a göre “Ego’nun mantık ya da sağduyuyu temsil ettiği;
id’in ise tam tersine tutkuları içerdiği söylenebilir.”7 Bu bağlamda Freud ego’yu at sırtındaki bir biniciye;
id’i de güçlü ve enerjik bir ata benzetir:
Ego’nun id’le olan ilişkisi, biniciyle at arasındaki ilişkiye benzetilebilir. Lokomotif gücünü at sağlar; buna karşılık binici hedef belirleme ve güçlü hayvanın hareketini yönlendirme ayrıcalığına sahiptir. Ama ego ile id arasında sık sık bu ideale uymayan bir durum ortaya çıkar: binici, atı gitmek istediği yola yönlendirmeye zorlanır. Ego’nun, bastırmadan kaynaklanan direnmeler nedeniyle ayrıldığı bir id bölümü vardır. Fakat bastırma id’e uygulanmaz; bastırılan şey id’in kalanına gömülür. 8
Ego id’i, binicinin atı yönlendirdiği gibi yönlendirir ve toplumsal alanda çatışma yaratan istekleri
dizginler. Bastırılarak bilinçaltı’na itilen istekler günlük hayatta; dil sürçmeleri ve unutkanlıklar gibi istemsiz
bir çok durumda ve rüyalarda doyum ararlar. Freud, id için “gerçek ruhsal varlık” demiştir9 ve id’i bireyin
iç dünyasıyla ilişkilendirmiştir. Ego, id’ in dış dünyaya yakın olan bölümüdür ve super-ego ve id’in istek ve
beklentilerini bir birine uyumlu kılmaya çalışır ancak bu istekler birbiriyle çelişen isteklerdir: “İd tarafından
zorlanan, super-ego tarafından kısıtlanan, gerçeklik tarafından itilen ego fazla zorlandığı zaman kaygıyla
tepki verir ve bireylerin sık sık hayatın ne kadar zor olduğunu düşüncesine kapılmalarına neden olur.”10
Toplumsal yaşam ve beden-ruh ikilemi bağlamında incelendiğinde de id’in bireyin ruhsal yönü
ile başka bir deyişle duygusal haz ihtiyacı ile toplumun -bireyin bedensel faaliyetleriyle varlık gösterdiği
alanın- bireyden beklediklerinin super-ego ile ve bu ikisinin uzlaştırılması ihtiyacının da ego’nun işlevsel
yönü ile paralellik gösterdiği düşüncesine varmak mümkündür. Freud’a göre id, haz ilkesinin; ego ise
gerçeklik ilkesinin egemenliğindedir 11 ve gerçeklik ilkesi haz ilkesinin yarattığı gerilimi geçici olarak
engellemekle görevlidir.
17
Freud’un id-ego-super-ego bağlamında öne sürdüğü kuram ve terimler beden-ruh ikileminin
anlaşılmasında önemlidir. Bu üç sistemi Storey’nin bu çalışmada ele alınacak eserleri açısından
değerlendirdiğimizde benliklerinin bedensel ve ruhsal yönlerini bir türlü uzlaştıramayan Colin Pasmore,
Yvonne ve Colin Freestone ve Colin Saville’in bir anlamda ruhsal yönlerini -içgüdüsel ve bilinç
düzeyindeki kendi isteklerini- temsil eden id ve öncelikle ve genel anlamda toplumsal kural ve kanunları,
daha sonra ebeveynlerin otoritesini temsil eden super-ego arasında bir yerde sıkışıp kaldıklarını ve ego’yu
işlevsel hale getirme çabaları sırasında içsel çatışmalar yaşadıklarını gözlemlemek mümkündür. Freud’a
göre super-ego önceleri ebeveyn otoritesi, sonra öğretmenlerin otoritesi ve dînî ve toplumsal yaptırımlar
olmak üzere yaşam boyu şekil değiştirerek karşımıza farklı biçimlerde çıkar:
Daha sonra süper-ego’nun oynadığı rolü başlangıçta dışsal bir güç, yani ebeveynin otoritesi oynar. Ebeveyn otoritesi, çocuğu sevgi kanıtlarıyla ve çocuğun sevgiyi kaybedeceğinin belirtisi (ki bu da kendi içinde korkutucudur) olan ceza tehditleriyle kontrol eder. Daha sonra gelişen vicdan rahatsızlığının öncülü işte bu gerçekçi kaygıdır...Süper-ego ebeveynlik kurumunun yerini alarak tıpkı öncesinde onların çocuğa yaptığı gibi, ego’yu gözetler, yönlendirir ve cezalandırır.12
Storey’nin bu tezde incelenecek olan eserlerindeki üç ana karakter de bu tür otorite unsurlarına
yaşamlarının hiçbir döneminde boyun eğmek istemezler.
Diğer taraftan Freud, ruh hastalarının bir kristâlin yere atıldığında görünmez de olsa önceden
belirlenen ayrılma çizgileri yoluyla parçalara ayrılması gibi bu türden bölünmüş ve kırılmış yapıda
olduklarını ifade etmiştir.13 Bu durum Colin Pasmore ve Colin Saville’in yaşadığı benlik bölünmesine ve
özellikle de dış dünyadan kopmaya başlayan ve rahatsızlığı şizofreni belirtileri taşıyan ruh hastası bir
karakter olan Yvonne’un durumuna uymaktadır:
Şizofrenik hastalıklar, genel olarak bölünme ya da dış dünya ile bütünüyle gerçek dışı ve subjektif ilişkiler kurmak olarak tanımlanır...Bu gibi durumlarda hastalar iletişim kuramaz ya da dış dünyayı ve birlikte yaşadığı insanları bile tanıyamaz.14
18
Çocukluklarından beri belli bir bölünmüşlük hissi içinde olan ve anne–babaları ile kendilerini bazı açılardan
(eğitim) farklı gören bu karakterler için yetişkinlikteki bölünmüşlükleri okuyucuya sürpriz olmaz.
Pasmore’da Londra’da bir kolejde tarih öğretmenliği yapan Colin Pasmore’ un kendi isteklerini
-id- ve toplumun ondan beklediklerini -super-ego- uzlaştıramamanın verdiği bölünmüşlük hissi içinde
derin bir yalnızlığa sürüklenişi ve arayışları anlatılır. A Temporary Life’da aynı sebeplerden ötürü ve
evrensel sorunlara karşı aşırı duyarlılığı nedeniyle içine düştüğü bunalımı atlatamayan ve hayatının geri
kalanını akıl hastanesinde geçirmek zorunda kalan Yvonne ve zamanla yaşadığı hayata ve kendine
yabancılaşan eşi Colin’in, Saville’de ise ailesinin ondan beklentileriyle kendi istekleri arasındaki farkın
yarattığı sorunlara bir çözüm bulamayan Colin Saville’in yaşadığı beden-ruh çatışmalarının temelde aynı
soruna -id ve super-ego uzlaşmazlığına- dayandığı sonucuna varılabilir.
İdeal ego bireyin kendi seçtiği imgeleri, kendini nasıl gördüğünü; egonun ideali ise başkalarının
ya da toplumun bireye baktığı açıyı ifade eder. (Lacan teorisinde de böyle tanımlanmıştır.) “Ego ve ideal
arasındaki çelişki...temelde gerçek olanla fiziksel olan veya iç dünya ile dış dünya arasındaki zıtlığı
yansıtır.”15 Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Freestone ve Colin Saville de ideal ego’ları/iç dünyaları ve
egolarının idealleri/dış dünyaları birbirine zıttır. Lacan’a göre : “İdeal ego, benimsediğiniz imge iken, ego
ideali size bir yer veren ve bakıldığınız açıyı veren simgesel noktadır.” 16
Freud’un psikanaliz kuramının temelini oluşturan bilinç ve bilinçaltı mekanizmaları insan
kimliğinin iki önemli unsurudur:
Bilinç, dış dünyadan ya da bedenin içinden gelen algıları fark edebilen zihin bölgesiyken bilinçaltı ise gerçekliğe ve mantığa uymayan ve id’in doyurulmak istenen dürtülerinden oluşan, ancak sansür mekanizması engeliyle karşılaşan ve bilinç düzeyine ulaşamayan zihinsel süreçleri içerir.17
Toplumsal kurallar ve yaptırımlar nedeniyle bastırdığımız istek ve dürtülerimiz bilinçaltı’na itilir. Bu
durumun yarattığı gerilim ve enerji günlük hayatta rüyalar, dil sürçmeleri, unutkanlıklar gibi kontrol
edemediğimiz bazı durumlarda bilinç’e ulaşır ve gerilimini boşaltır.
19
Freud bağlamında Oedipus kompleksi kişilik gelişiminde önem arz eden bir süreci ortaya
koymaktadır:
Bu dönemde çocuk karşı cinsten olan ebeveynine cinsel olarak bağlanır ve kendisine rakip olarak gördüğü, kendisiyle aynı cinsten olan ebeveynine karşı bir korku geliştirir...Daha sonra aynı cinsten olan ebeveyni ile özdeşleşerek bu kompleksinin üstesinden gelir ve karşı cinsten olan ebeveynine yönelik cinsel arzusu şefkat ve sevgi duygularıyla yer değiştirir.18
Storey’nin bu tezde incelenecek olan eserlerinde ana karakterlerden yalnızca birinin -Saville’deki
Colin Saville’in çocukluğunun ilk dönemlerinde- annesine olan aşırı bağlılığı açısından Oedipal dönem’de
olduğu görülmektedir. Önce babasını, annesiyle arasındaki iletişime dahil etmek istemeyen Colin, daha
sonra kastre edilme korkusuyla -ki bu Lacan teorileri bağlamında sembolik kastrasyon olarak
tanımlanmaktadır- babanın gücünü kabullenerek onunla özdeşleşir ve Oedipal karmaşa’yı atlatır.
Freud’a göre rüyalar bilinçaltı’na itilmiş isteklerin bilinç düzeyindeki yansımalarıdır. Bu nedenle
rüya analizi, rüya sahibinin iç dünyasının derinlikleri hakkında ipucu niteliğinde bilgiler vermesi açısından
önem arz etmektedir. Rüyaların oluşum süreci üzerindeki incelemeleri ve rüya analizi üzerindeki
çalışmaları sonucunda Freud, rüyaların dört aşamada incelenmesi gerektiğini ortaya koymuştur:
Kabul edilmeyecek nitelikteki duyguları maskeleyen ve bu duyguların kısmen boşaltılmasına yarayan simgeleştirme, ruhsal enerjinin bir nesneden başka bir nesneye aktarılması olan yer değiştirme, bilinçaltı’ndaki bir çok isteğin birleştirilerek tek bir imgeye yüklenmesi olan daraltma ve analistin rüyadaki bazı tanımsız kalan durum ve simgelerin günlük hayatta neyi temsil ettiklerini bulmaya çalıştığı aşama olan ikinci gözden geçirme basamağıdır.19
Freud’a göre rüyalardaki sembollerin büyük çoğunluğu cinsel sembollerdir.20 Ancak bu tezde incelenecek
olan eserlerdeki karakterlerin rüyalarındaki semboller cinsel içerikli olmayıp, onların daha çok toplumsal
uyumsuzluklardan ötürü maruz kaldıkları ruhsal çöküntü süreçlerini açıklamaya yöneliktir. Bu nedenle
Freud’un rüya analizi aşamalarından sosyal içerik bağlamında yararlanılacaktır. Rüyaları zaman zaman
sanat ve edebiyat terminolojilerinden uyarlamalar yaparak yorumlayan Freud’un onları çözümlerken
kullandığı yöntemler edebiyat eserlerinin incelenmesinde de oldukça faydalıdır.
20
Jung ise rüyaların yorumlanmasında rüyayı gören kişinin yaşı, cinsiyeti ve bağlı bulunduğu
kültürün de ele alınması gerektiğini savunmaktadır. Aynı zamanda sembollerin bastırılmış cinsel istekleri
temsil ettikleri görüşüne karşı çıkmakla Freud’dan ayrılır: “Jung’a göre onlar sembol değil göstergedir,
çünkü önceden bildiğimiz ya da bilinebilen şeyleri ifade ederler ve belli bir anlamı dışa vururlar.”21 Jung
rüyaların oluşumuna katkı sağlayan etmenlerin çok yönlü olduğunu düşündüğünden, rüya yorumlarında
kalıplaşmış simgelerin kullanılmasına da karşı çıkmıştır. Jung rüyaları ve rüyaların işlevlerini şöyle
tanımlamıştır:
Rüyalar bilinç düzeyinde oluşturulmayan imge ve çağrışımları içerirler. Bizim yardımımız olmadan birdenbire açığa çıkarlar ve irademiz dışındaki ruhsal davranışların temsilcileridir. Bu nedenle rüya psişe’nin kendisinden ruhsal sürecin temel özellikleri hakkında bir takım göstergeler ya da ip uçları edinebileceğimiz; oldukça objektif ve doğal bir ürünüdür. 22
Bu tezde ele alınacak olan eserlerdeki karakterlerin beden-ruh ikilemlerinin incelenmesinde,
öncelikle Jung’un beden ve ruh ile ilgili düşünceleri ele alınacak; ardından bu bağlamda analitik
psikolojinin temelini oluşturan psişe, bilinç, ego, kişisel ve ortak bilinçdışı, ilkörnek, içe dönüklük ve dışa
dönüklük kavramlarından da yararlanılacaktır. Jung ruhu tanımlarken: “...ruh temelde, vücudun her yanına
yayılmış sinir sisteminin bir işlevidir”23 ifadesini kullanmış; ruhsal faaliyetleri çoğunlukla zihinsel
faaliyetlerle ilişkilendirmiştir. Ayrıca, ruh ve ruhsal terimlerini hem bilinç’i hem de bilinçdışı’nı kapsamak
için kullanmıştır.24 Jung, bedeni ayrıca tanımlamamış, bilinen anlamıyla kullanmıştır.
Pasmore, A Temporary Life ve Saville’deki karakterlerin bir bütünlük arayışı içinde oldukları
görülmektedir. Jung bu duruma “psişe” adını verdiği bilinçli ya da bilinçdışı tüm düşünce ve davranışları
içeren kavramla ilgili görüşlerinde yer vermiştir:
Bu kavramla Jung, insanı bir bütün olarak ele alır ve zaten bir bütün olan insanın bütünleşmek için çaba göstermediğini, yaşamı boyunca bu bütünlüğe yeni boyutlar katmaya ve onu birbirine karşıt çalışan parçalara bölünmekten korumaya çalıştığını ifade eder. Psikanalistin görevi, bütünlüğünü yitiren kişilerin bunu yeniden kazanmalarına yardımcı olmak ve psişe’yi yeniden güçlendirmektir.25
21
Kişilik diye de tanımlanan psişe üç çeşit sistemden oluşur: bilinç, kişisel bilinçdışı ve ortak
bilinçdışı. Bilinç, bireyin farkında olduğu zihinsel faaliyetlerini içeren bölümdür. Jung, bilinçdışı’na atılmış
ve bastırılmış deneyimleri içeren bölümü kişisel bilinçdışı olarak tanımlamıştır:
Bilinçdışı oldukça değişken /akıcı durumları ifade eder: bildiğim fakat şu anda düşünmediğim; önceden bilincinde olduğum fakat şu anda unutmuş olduğum, algıladığım fakat bilinç düzeyimde kalmamış olan; isteksizce ya da farkında olmadan hissettiğim, düşündüğüm, hatırladığım, istediğim ve yaptığım, bende şekillenen geleceğe ait ve bazen de bilinç’e ulaşan her şey: işte bilinçdışı’nın içeriği bunlardır.26
Kişisel deneyimlerden çok bireye kalıtım yoluyla atalarından geçen deneyimleri içeren bölüme de
ortak bilinçdışı demiştir.27 Jung’a göre insan türünün en temel özelliklerini içeren ortak bilinçdışı, izlerine
zaman zaman rüyalarda rastlanan mitolojik unsurlarda rastlanan, kişiliğin en derininde bulunduğundan
hiçbir zaman bilinç düzeyine ulaşmayan bu nedenle de bireyin, varlığından haberdar olmadığı bölümdür:
Bilinçdışı’nın kişisel katı bebeklik döneminin ilk anılarına uzanır; ortak katı ise bebelik döneminin öncesine gider, atalarımızın yaşamının kalıntılarını kapsar. Kişisel bilinçdışı’nın anı imgeleri dolmuştur; çünkü bunlar bireyin kişisel olarak yaşadığı imgelerdir. Ortak bilinçdışı’nın ilkörnekleri dolu değildir, çünkü kişisel olarak yaşanmış olmayan biçimlerdir. 28
Freud bağlamında olduğu gibi Jung da ego’yu bireyin topluma uyumunu kolaylaştıran
dengeleyici bir unsur olarak ele almıştır. Ego'nun bilince ulaşmasına izin vermediği yaşantılar kişisel
bilinçdışı’na atılır ve rüyalarda ortaya çıkar. Freud kuramları bağlamında olduğu gibi Jung kuramları
bağlamında da kişisel bilinçdışı’nı ve ortak bilinçdışı’nı ruhsal unsurlarla, bilinç’i ve ego’yu da benliğin
bedensel yönü ile ilişkilendirmek mümkündür. Bu açıdan Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Freestone ve
Colin Saville ‘in kişisel bilinçdışı’nın istekleri , ortak bilinçdışı’nın etkileşimleri ve bilinç düzeyinde ego
tarafından toplumsal uyumluluk sağlama açısından seçilen yaşantıları bir arada tutmaya çalışırlar. Fakat
zorluklarla karşılaşırlar.
Diğer taraftan Jung, Freud’un aksine insan varlığında çocukluk yaşantılarından daha derin
olguların var olduğunu ve bunların insana gelişiminin ilk dönemlerinde atalarından geçen imgelerden
-ilkörneklerden29- oluşan ortak bilinçdışı’nı oluşturduklarını savunmuştur. Jung’a göre ilkörnekler, bireyin
varlıklarından haberdar olmadığı halde yaşam boyu etkilendiği anne, baba, çocuk, doğum, ölüm,
22
kahraman, güçlülük gibi gerçek yaşam olayları ve nesnelerine ait imgelerdir. Fakat kişiliğin oluşumundaki
en önemli ilkörnekler: persona, anima ve animus, gölge ve ben’dir ve bütün bu imgesel unsurlar bireyin
ruhsal dünyasıyla ilgilidir. Persona, bireyin çocukluğundan başlayarak toplumda kendine bir yer edinmek
için kullandığı bir maskedir: “Persona, yaşadığımız çevrenin istekleri ile bizim içsel ihtiyaçlarımız
arasındaki dengeleyicidir...Fakat; bazı durumlarda maske donuklaşır ve gerisindeki birey kaybolur.”30
Storey’nin bu tezde incelenen üç romanındaki kahramanlar olan Colin Pasmore, Yvonne ve Colin
Freestone ve Colin Saville’in de toplumun farklı alanlarında farklı maskeler kullandıkları görülür. Ancak
bu karakterler de belirli zamanlarda kişilikleri ile persona’larını ayıramaz hale gelip, persona’larının
hakimiyeti altına fazlasıyla girdiklerinden yaşamlarının bir döneminde kendilerine yabancılaşırlar. Jung için
yabancılaşma benliğin derinliklerini farkına vardırabilen, bireyciliğin bir şartı olarak tamamiyle olumsuz
olmayabilir 31; hatta bireyi iyiye götürüp başarılı olmasını da sağlayabilir. Ancak bu tezde incelenecek olan
eserlerdeki karakterlerin yaşadığı yabancılaşma durumu olumlu türden değildir.
Jung, yasa ve geleneklerin grup persona32 ‘sını simgelediğini ve bunun bireyin kendi isteklerini
önemsemeden yalnızca toplumun istediği gibi davranmasını gerektirdiğini belirtmiştir. Storey’nin
eserlerindeki toplum ve ailenin bireye dayattığı yasa ve gelenekler grup personası tanımına uymaktadır. Bu
bağlamda grup personası Freud ‘un süperego kavramıyla örtüşmektedir.
Jung, erkek kimliğinin kadın yönünü anima ve kadın kimliğinin erkek yönünü animus olarak
tanımlamıştır.33 Bunlar, Storey’nin kendi yaşamında ve bu tezde incelenen romanlar bağlamında Colin
Pasmore, Colin Freestone ve Colin Saville’ in kişiliklerinde de görülen ve bu yüzden Storey’nin kendisinin
de eserlerindeki aynı özellikteki kahramanlarının da toplum tarafından dışlanmalarına neden olan
ilkörnekler’dir. Jung’a göre Batı kültürünün kadındaki erkesi, erkekteki dişilik özelliklerini hoş
karşılamaması, persona’nın egemen olmasına ve anima ya da animus’un ezilmesine neden olur.34
Jung insanın kendi cinsiyetini temsil eden ve hemcinsleriyle ilişkilerini etkileyen ve aynı zamanda
insandaki hayvansı eğilimleri simgeleyen ilkörneğine gölge35 adını vermiştir. Yaşadığı topluma uyum
23
sağlama ihtiyacı duyan birey gölge’nin içerdiği içgüdüsel eğilimlerini bastırmak zorunda kalır. Fakat; aynı
zamanda doğasında var olan içgüdüsel yetenekleri de köreltmiş olur. Ancak, gölgenin geri çevrilen istekleri
bazı durumlarda güç kazanarak tekrar ortaya çıkabilir. Colin Pasmore, Yvonne Freestone (romanda
Yvonne’un eşi Colin Freestone’un eğitimine dair net bir ip ucu bulunmamakta, yalnız resim yeteneğinin
onda hep var olduğu ve boksörlüğü bıraktıktan sonra resim öğretmenliğine başladığı belirtilmektedir.)
Colin Saville’ in ailelerinin engellemelerine rağmen eğitimlerini kendi istedikleri yönde tamamlamaları,
günün birinde Colin Pasmore ve Colin Saville’in çevrelerindeki herkesi şaşırtarak işlerini bırakıp, evlerini
terk etmeleri bu duruma örnektir.
Ortak bilinçdışının en önemli unsuru Ben’ dir:
Ben, bir insanın kendini uyum içinde hissetmesini sağlamak üzere sahip olduğu bütün ilkörnek’lerini düzenler ve kişiliğin bütünleşmesini sağlar. Eğer bir insan çatışmalar içindeyse ve kendisini dağılmış hissediyorsa, bu durum, Ben’in görevini yerine getirmediği anlamına gelir.36
Jung’un teorileri bağlamında bu durum, bu karakterlerin Ben’lerinin yeterince gelişmediğini ve
bütünleştirici özelliğini yeterince göstermediğini ortaya koymaktadır. Jung’a göre çatışmalar yaşamda
sürekli var olurlar; fakat asıl önemli olan bireylerin çatışmalarla başa çıkıp çıkamadığıdır. Çatışmalara
dayanamayan bireyler ruhsal bunalımlara sürüklenirler. Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Freestone ve
Colin Saville de içsel çatışmalarına yenik düşen karakterlerdir.
Jung’a göre: “ İnsan mutlu değildir. Çünkü topluma nasıl uyum sağlayacağını bilmemektedir.”37
Bu bağlamda Jung orta yaş dönemindeki bir çok insanın topluma tam anlamıyla uyum
sağlayamadıklarından, genellikle başarılı insanlar oldukları halde bunalımlı olmalarının nedeninin
yaşamlarını boş ve anlamsız bulmaları olduğunu ileri sürer:
Hayatın ortaları bir çok insan için bir tür bunalım, kendini sorgulama ve kendinden şüphe etme dönemidir. “Hayatta gerçek anlamda ne yaptım? Bundan sonra ne yapacağım?”...diye sorar ve ileriye bakmaktansa geçmişine bakar...o ana kadar hayatının nasıl geçtiğini değerlendirir.38
24
Bu bunalımın sebebi ise bireylerin toplum içinde bir yer edinmek için harcadıkları enerjinin, amaçlarına
ulaştıktan sonra yok olması ve bu durumun bireyleri bir boşluğa sürüklemesidir. Jung’un libido olarak
adlandırdığı bu enerji “ruhta dolaşan yaşam enerjisidir ve insan için çok önemlidir”39 ve korunması gerekir.
Jung yaşam enerjisini kaybeden insanın yaşamı yeniden anlamlandırabilmesi için iç gözlemler yaparak
kendisini tanımaya çalışması gerektiğini savunur. Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Freestone ve Colin
Saville de orta yaş dönemine yaklaştıklarında benzer duygular hissederler ve kendi dünyalarına kapanıp,
içsel sorgulamalar yapma ihtiyacı duyarlar. Bu bağlamda June Singer Jung’un bireyleşme süreci adını
verdiği kavramın önemini belirtir:
Bireyleşme süreci kişinin kendiyle ilgili bilgiler edinme sürecidir. Bildiğimiz ya da bildiğimizi iddia ettiğimiz her şey psişe’nin algısından geçeceği için Jung’un “bireyleşme süreci” olarak tanımladığı içe dönük gelişim aracılığıyla psişe’nin algısal işlevinin gelişimi açısından yarar sağlayacağımız bir analiz sürecidir.40
Bu tezde incelenen romanlardaki ana karakterler uzun ve çaba gerektiren bu bireyleşme sürecini tam
anlamıyla tamamlayamadıkları için beden-ruh çatışmalarını çözemezler; çünkü kendileriyle ilgili yeterince
bilgi edinememişlerdir.
İnsanların karakter tiplerini temelde içe dönük ve dışa dönük olarak inceleyen Jung, dışa dönük
kişinin algılarını, duygularını ve düşüncelerini çevresindeki insanlara, eşyalara ve durumlara yönelttiğini; içe
dönüklük’te ise enerjinin öznel ruhsal öğelere ve süreçlere odaklandığını belirtmiştir.41 Jung’un içe
dönüklük ve dışa dönüklük tanımlamaları beden-ruh ikilemi kapsamında değerlendirildiğinde dışa dönük
tutumun bireyin dış dünyasına ve aynı zamanda bedenine, içedönük tutumun da iç dünyasına diğer bir
değişle ruhuna yönelik tutumlar olduğu görülmektedir. Jung’a göre dışa dönüklük ve içe dönülük arasında
her zaman ödünleyici bir ilişki vardır ve bilincin dışa dönük olduğu yerde; bilinçdışı içe dönüktür.42 Bu
tezde ele alınan romanlardaki Colin Pasmore, Yvonne ve çoğu zaman Colin Saville’in de içe dönük
karakterler olduğu görülmektedir ve bu karakterlerin, beden-ruh bağlamında yaşadıkları içsel çatışmalar ve
zaman zaman dışa dönük fakat çoğunlukla içe dönük tutumları incelenecektir.
25
Freud’un bilinçaltı kavramıyla Saussure’un yapısalcı dilbilim terimleri olan gösterge, gösteren ve
gösterilen ‘i birleştiren Lacan’a göre “dil”, bilinç’i temsil ederken; rüyalar, dildeki kaymalar, sürçmeler ve
konuşmalardaki boşluklar, tereddütler ve sessizlikler bilinçaltı’nı temsil etmektedir: “Lacan’a göre
bilinçdışı, dilin temel mekanizmalarıyla uyum içinde işler...Bazı belirgin durumlarda: dil sürçmesi ve
espirilerde dil bölünmüş gibi görülebilir. Ancak bu durum gerçek konuşmayı-bilinçdışı olanı-ortaya
çıkarır.”43
Lacan, insan yaşamını ve zihnin işleyişini, dil öğreniminden önceki ve dil öğreniminden sonraki
yaşantılarına göre incelemiş, yaşamı belli dönemlere ayırmıştır. Lacan insan zihninin; Hayal dönemi,
Sembolik dönem ve Gerçek dönem diye tanımladığı üç farklı döneme ait yaşantılar doğrultusunda
çalıştığını savunmuştur.44 Hayal dönemi Freud’un Oedipal öncesi dönemiyle ilişkilidir ve çocuğun dili
öğrenmeden önceki dünyasıdır. Bu dönemde çocuk kendini annenin bir uzantısı olarak görür, onunla bir
bütün olduğu duygusuna kapılır. Bu narsistik dünyasında bebek için her türlü duygu ve kavram annesinin
vücudunda bir aradadır. Çocuğun kişiliği -bir ayna yansımasında olduğu gibi (Ayna evresi)- etkileşimde
bulunduğu dış dünyadaki varlıkların (özellikle de annesinin) bir yansıması olduğundan, bu kişilik aslında
ona ait olmayan Hayalî kişiliğidir. Bu kişilik, hem kendi kişiliğinin temeli hem de onu yok eden ve kendi
öz kimliğiyle ilgili yanlış bilgiler verendir. Çünkü özne’nin kendi imajı sandığı imaj ve ego’su da aslında
başkasına aittir; başka bir deyişle özne başkasına ait bir imgede hapsolunmuştur. Darian Leader ve Judy
Groves’in Lacan adlı eserlerinde belirttikleri üzere; Lacan bu durumu “bir imgede hapsolunmak” şeklinde
tanımlamıştır:
Lacan bir imgede hapsolunmak konusundaki görüşünü Ayna evresi hakkındaki çalışmasında geliştirmiş ve bunu çocuk psikolojisi ve toplumsal kuramla ilgili gözlemleriyle birleştirerek, organizmanın dışsal bir imgede buna benzer bir biçimde imgesel düzeyde hapsolunduğu sonucuna varmıştır.45
Bu tezde ele alınan romanlardaki Colin Pasmore, Yvonne Freestone ve Colin Saville’in aynadaki
yansımaları gerçek imgeleri değil, anne-babalarının onlardan olmalarını istedikleri‘dir. Egolarının ideali’nin
oluşturduğu imgelerde hapsolan bu üç karakter bu ikiliğin neden olduğu beden-ruh çatışmasıyla mücadele
26
etmek zorundadır. Bu nedenle Hayal dönemindeki ego aldatıcıdır ve aynı zamanda bu dönemde “özne” ile
“nesne” ya da “ben” ile “öteki” arasında belirgin bir ayırım yoktur. Ancak çocuğun aynada kendine
bakarken; kendini yalnızca karşısındaki diğer kişiyle bütünleştirdiği Ayna Evresi’nin sonraki aşamalarında
çocuk giderek bedeninin sınırlarını keşfetmeye ve ayrı bir benlik oluşturmaya başlar: “Özne
yabancılaşmıştır; kimliğinin tutsağı olmakla beraber bir grubun üyesi olmuş, anne-babasının çocuğu ve
onu birey olarak tanımlayan soy isminin taşıyıcısı olmuştur.” 46 Hayalî dönem’deki ego’yu “sahte benlik”
olarak da değerlendiren Laing’e göre: “Sahte benlik, öteki’nin istek ve beklentileriyle ortaya çıkar...Bu,
birinin kendisinin ne olmak istediği veya kim olduğu tanımının yerine diğer insanların onun ne olduğu
üzerine yaptıkları tanımlara göre davranmaktır.” 47
Storey’nin bu tezde incelenecek olan romanlarında Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Saville dış
çevrelerinin onlardan uyum sağlamalarını istedikleri sahte benlikleri ve gerçek benlikleri arasında tercih
yapmak zorunda kalmanın yol açtığı huzursuzluk içindedirler.
Hayalî dönem’de görülen Ayna Evresi aynı zamanda babanın, anne ile çocuğun ikili
bütünlüğünü bozarak çocuğun anneye daha fazla yakınlaşmasını yasakladığı Oedipus evresi’nden
başarıyla çıkılmasıyla tamamlanır. Lacan kuramlarına göre çocuk Oedipus karmaşası’nı aşabilirse gerçek
kimliğine ulaşmış gerçek bir özne olur. Bu da ancak dilin Sembolik Düzen’ine geçişle sağlanabilir.
Hayalî Dönem’ de görülen talep çocuğun annesinin sevgisini talep etmesidir ve bu nedenle
doyurulamaz niteliktedir. Bu aşamada aradığı doyum annesiyle doğum öncesindeki bütünlüğünün verdiği
güven ve mutluluk hissinde yatar. Ancak buna ulaşması artık mümkün olmadığından kendine başka bir
alan bulur: bu arz alanı ise “dil”dir. Arz, gereksinim düzeyinde gölgelenmiş olanı içerir. Dilde ise gerçek
anlamlara tamamen ulaşamayız: “Her zaman, söylediklerimiz ve kastettiklerimiz arasında bir boşluk
vardır. Dil, arz ile bağlantılıdır. Arz ise benlikteki temel bir eksiklik, yoksunluktur.”48 Aynı boşluk ve
bölünmüşlük Ayna evresi’ndeki bölünmüş özne olan çocuk ile bütün bir imge olan annesi arasındaki
ilişkide de görülür.
27
Sembolik düzen’e geçiş öncelikle çocuğun yaşadığı yoksunluk -anneyle bütünleşme hazzından
yoksun olma durumu- deneyimini ve kendi sınırlılıklarını kabullenmesiyle başlar. Erkek çocuk için bu,
Lacan’ın Sembolik düzen’de dilin ve kültürün kısıtlamalarıyla bağdaştırdığı Babanın Kanunu’ nun
-çocuğun anne ile doğum öncesindeki gibi bir bütün olma hazzını yeniden yaşama isteğinin engellenmesi
durumunun- bilincine varmaktır. Lacan esas babanın değil, hayalî babanın çocuğu kısıtladığını savunur.49
Bu baba figürü aynı zamanda süperego’nun da temelidir. Bu bağlamda Elizabeth Roudinesco Lacan’ın
Babanın Kanunu terimini dil/Sembolik ile nasıl ilişkilendirdiğine değinmiştir:
Eğer insan toplumu dilin üstünlüğünün (öteki/gösteren) hâkimiyeti altındaysa, bu demektir ki toplumun baba ile ilgili olan bölümü de her öznenin tarihsel yapılanmasında benzer bir yer kaplamaktadır. Lacan bu konumu başlangıçta “babanın işlevi” olarak; sonra “sembolik babanın işlevi” ve daha sonra da “babaya dair bir sembol” olarak tanımlamıştır; ikincisini kendi içinde işlevi olan bir kavram olarak nitelendirmiştir: Babanın Adı.50
Kız çocuk için ise bu düzene geçiş erkek otoritesini ve üstünlüğünü kabullenmek anlamına gelmektedir.
Fakat her iki durumda da çocuk dilin Sembolik Düzen’ ine geçmek için -aslında farkında olmadan aradığı-
anneyle bütünleşme hazzından vazgeçmek zorundadır. Bu hazdan yoksun kalma durumunu
değerlendiren Lacan Sembolik Düzen’e geçişi “kastrasyon” a benzetir. Ancak Lacan’a göre kastrasyon,
Freud kuramlarında olduğu gibi fiziksel bir deneyim değil; dile girişle birlikte karşılaşılan toplumsal kanun
ve kuralları içeren sembolik bir kavramdır.
İnsan varoluşundaki temel yoksunluk, özneyi ulaşılması imkansız bir ihtiyaca sürükler. Bu
nedenle özne hiçbir zaman ulaşamayacağı haz arayışı içinde bir nesneden diğerine gidip gelir: “Bireyler
yaşam boyu haz arayışları sürecinde durmadan nesne ve hedef değiştirirler...Fakat hiçbir nesne -bu nesne
bir insan, bir şey, cinsellik veya inanç da olabilir- bu isteği sonsuza dek yatıştıramaz.” 51
Lacan’a göre bütünlük hazzı arayışı, benliğin -hatta bedenin- bölünmüş olduğu hissini ortadan
kaldırma ihtiyacından kaynaklanmaktadır. Bireyi toplumsallaştıran dil onu hem özne’leştirir hem de artık
bir parçası haline geldiği toplumun kurallarına uymasını gerektirir ve aynı oranda yabancılaşmasına neden
olur: “Sembolik’in rolü insanın cinsel ve saldırgan içgüdülerinin normalleştirilmesi ve insanın sosyal ve
28
kültürel varlığının tanınmasını sağlamaktır; fakat bütün bunlar aynı zamanda insan üzerinde bir tür
yabancılaşma etkisi oluşturur.” 52 Bunun sebebi özne’nin toplumsal yaptırımlar içinde kaybolması, kendini
başkalarının görüşlerine göre değerlendirmeye ve hayatı kalıplaşmış bir takım yargılar doğrultusunda
yaşamaya başlamasıdır. Bu bağlamda Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Saville dilsel/Sembolik düzen’e
geçmekle birlikte sosyal anlamdaki kastrasyon’la (engellenmişlikle) karşılaşırlar ve kendilerini, gerçek
benlikleri ve toplumsal kurallar arasındaki çatışmanın içinde bulur ve benliklerinin hiçbir zaman tamamiyle
bütünleştiremedikleri ruhsal ve bedensel yönleri arasında gidip gelirler.
Sembolik düzen’e geçiş, cinsiyetler arasındaki farklılığın ve penis ile onun yokluğunun bir
göstergesi olan fallus’u 53 Babanın Kanunu’nun göstergesi olarak kabul etmek anlamına gelir.
İnsanoğlunun toplumda bir özne olması Sembolik düzen ile (‘eksik’ olanın yani fallus’ un ifadesiyle)
sağlanacaktır. Özne bu düzendeki gelişimi kabullenmek zorundadır. Hayali düzen’de kalan birey
toplumsal bir varlık olamaz ve psikoza sürüklenir. Sembolik düzen’de birey, kendisiyle dış çevresi
arasındaki ayrımı net olarak algılamaya, dolayısıyla kendisini özne veya ben, kendi dışında kalan her şeyi
nesne veya öteki olarak görmeye başlar. İncelenen üç romanda Colin Pasmore, Yvonne ve Colin
Freestone ve Colin Saville kendileriyle çevreleri arasındaki ayrıma sık sık değinirler.
Gerçek düzen ise Hayali ve Sembolik düzen’ler içinde en derin ve ulaşılamaz olanıdır. Ölüm ve
cinsellik gibi temel ve duygusal açıdan yoğun yaşantılarla ilgilidir ve ancak Lacan’ın joissance olarak
adlandırdığı kısa süreli ve geçici coşku ve şiddet anlarında bilince ulaşır.54 Storey’nin bu tezde ele alınacak
olan üç romanında da Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Freestone ve Colin Saville ruhsal bunalım
süreçleri sırasında zaman zaman bu gibi coşkulu anlar yaşarlar ve böylece Gerçek düzen’e ait bazı
noktaların farkına varıp, kendileri ile ilgili çözümlemelerine katkıda bulunmuş olurlar.
Lacan Sembolik, Hayali ve Gerçek düzen’in birbirleriyle etkileşim halinde olduklarını savunmuştur:
Sembolik, Hayalî ve Gerçek düzen -Gerçek düzen dış gerçeklikle eş anlamlı olmayıp özne için gerçek olan anlamında kullanılır- birlikte var olduklarından ve özne’de birleştiklerinden, aynı zamanda, bu üç düzen özne’yi öteki’lere ve
29
dünyaya bağladığından bu düzenlerden birinde olan bir değişiklik diğerlerinde de yankı bulur. 55
Storey’nin bu tezde ele alınacak olan eserlerinde Colin Pasmore -romanın sonunda evine geri
dönmesi- ve Yvonne Freestone -akıl hastanesinin kendine özgü işleyiş düzeni bağlamında- Sembolik
düzen’de, aynı zamanda Yvonne -soyut düşünceleri nedeniyle- Hayalî düzen’de de kalmış ve bu iki
karakter kendi gerçeklerinin dünyası olan Gerçek düzen’e geçememişlerdir. Ancak Colin Saville uzun süre
Sembolik’in yaptırımlarına boyun eğdikten sonra, romanın sonunda evi terk ederek Gerçek düzen’e
geçmeyi amaçlamıştır. Diğer taraftan eserler genel anlamda incelendiğinde bu üç düzen arasında
karakterlerin benliklerini huzursuz eden bir dengesizlik olduğu görülmektedir.
Lacan’ın ideal ego ve egonun ideali kavramları incelenecek olan romanlar bağlamında önem arz
etmektedir. İdeal ego kişinin kendini nasıl gördüğüyle; egonun ideali ise kişinin dışarıdan nasıl
göründüğüyle ilişkilidir. Bu tezde ele alınacak üç romanda Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Freestone ve
Colin Saville, ideal ego’ları ile egolarının ideali; başka bir deyişle kendi istekleri ve toplumun onlardan
bekledikleri arasındaki farklılıkların yarattığı huzursuzluğa maruz kalırlar.
R.D.Laing ise Bölünmüş Benlik adlı eserinde toplumsal baskıların, bireyin kendi özgürlüğünü
yaşama ihtiyacını yok sayarak, dayattığı kurallara uymayı reddeden bireylere yaşattığı ruhsal çöküntüleri ve
bunun ciddi ruhsal rahatsızlıklar boyutundaki ileri aşamalarını incelemiştir. Laing bu durumdan
kaynaklanan derin kişisel ve sosyal bölünmelerin daha detaylı biçimde ele alınması gerektiğini düşünür:
Şizofren terimi benliği ikiye bölünmüş bireyi tanımlar. Benliğin bölünen ilk yarısında bireyin dış dünya ile bağlantısı kopuktur; ikincisinde ise kendisiyle olan bağlantısında sorunlar vardır. Bu birey başkalarıyla birlikte de yaşayamaz kendi kendine de; aksine kendini çaresiz bir yalnızlık ve dışlanmışlık içinde bulur: dahası kendini bir bütün olarak değil bölünmüş biri olarak algılar, muhtemelen bedenine güçsüzce bağlı olan aklını, iki ya da daha çok benlik ve daha fazlası olarak görür.56
Storey’nin Pasmore adlı eserindeki Colin Pasmore ve A Temporary Life adlı eserindeki Yvonne
Freestone, Laing’in yaptığı bu tanımlamaya bazı yönlerden uymaktadır. Saville adlı eserdeki Colin
30
Saville’in yaşadığı ruhsal çöküntü ise ağır olmakla birlikte çoğunlukla şizofreni özelliği
barındırmamaktadır.
Beden-ruh ikilemine psikiyatristlerin getirdiği bu gibi yorumlar sonraki bölümlerde her üç
romandaki karakterler ve yaşadıkları içsel çatışmalar bağlamında ayrıntılı olarak ele alınacaktır.
31
NOTLAR _______________________________ 1 A.Kadir Çüçen, Bilgi Felsefesi (Bursa: Asa Kitabevi, 2001), 123-124. 2 a.g.e, 105-107. 3 Duane P.Schultz, Sydney Ellen Schultz, Modern Psikoloji Tarihi, çev.Yasemin Aslay (İstanbul: Kaknüs Yayınları,2001),108-109. 4 Çüçen, 198-224. 5 a.g.e., 239. 6 Bertrand Russell, Dış Dünya Üzerine Bilgimiz, çev. Vehbi Hacıkadiroğlu (İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1996), 60-70. 7 Sigmund Freud, The Ego and The Id, çev. Joan Riviere, ed.James Stratchey (New York: W.W.Norton & Company Inc., 1960), 14-15. 8 Sigmund Freud, Psikanalize Yeni Giriş Dersleri, çev. Selçuk Budak (Ankara: Öteki Yayınları, 2000), 104. 9 Sigmund Freud, The Ego and The Id, çev.James Strachey (New York: W.W. Norton & Company,Inc. ,1960), 15. 10 Sigmund Freud, New Introductory Lectures on Psyhoanalysis, çev.James Strachey (New York: W.W. Norton & Company,Inc.,1965), 93. 11 Sigmund Freud, The Ego and the Id and Other Works, ed. James Strachey (Londra: The Hogarth ress Limited, 1986),c.19, 25. 12 Freud, 2000, 88. 13 Freud, 2000, 85. 14 David Stafford-Clark, What Freud Really Said (Harmondsworth: Penguin Books Ltd., 1976),137. 15 Freud, 1986, 36. 16 Darian Leader ve Judy Groves, Lacan, çev. Gül Çağalı Güven (İstanbul : AD Yayıncılık A.Ş., 1997),48. 17 Engin Gençtan, Psikanaliz ve Sonrası (İstanbul: Metis Yayınları, 2002), 26. 18 Schultz, 533. 19 Sigmund Freud, Rüyalar, çev. İbrahim Türek (İstanbul: Varlık Yayınları, 1965), 195. 20 Sigmund Freud, Collected Papers, çev.James Strachey (New York: Basic Books,Inc.Publishers,1959),c.5,138-139 21 Anthony Stevens, Jung (Oxford: Oxford University Press, 1994), 86. 22 Violet de Laszloi, The Collected Works of Carl Jung (New York: Random House Inc., 1959), 112. 23 Carl Jung, Bilinç ve Bilinçaltının İşlevi, çev. Engin Büyükinal (İstanbul: Say Yayınları, 1997), 69. 24 Frieda Fordham, Jung Psikolojisinin Ana Hatları, çev. Aslan Yalçıner (İstanbul: Say Yayınları, 1983), 16. 25 Gençtan, 161. 26 Carl Jung, On The Nature of The Psyche, The Colected Works of C.G.Jung, çev.R.Hull (New York: Princeton University Press, 1973), c.8, 95. 27 Carl Jung, C.Kerenyi, Essays on a Science of Mythology, Colected Works, çev. R. Hull (New York: Princeton University Press,1949),c.22, 100-103. 28 Carl Jung, Analitik Psikoloji, çev. Ender Gürol (İstanbul: Payel Kitabevi, 1997), 154-155. 29 Carl Jung, The Archetypes and the Colective Unconscious, çev. R.Hull (New York: Princeton University Press, 1980), 12-13. 30 Jolande Jacobi, The Psychology of C.G. Jung (Londra: Routledge & Kegan Paul Ltd., 1968), 28. 31 Ufuk Ege, Batı Kültüründe Yabancılaşma Kuramları ve David Storey’nin Romanlarında Yabancılaşma Teması (Ankara: Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları, 2002), 21. 32 Gençtan, 167. 33 Stevens, 53. 34 Gençtan, 168. 35 Fordham, 67. 36 Gençtan, 171. 37 Carl Jung, Collected Works: The Development of Personality, çev.R.Hull (Londra: Princeton University Press , 1981),c.17, 91. 38 Stevens, 62. 39 Carl Jung, Psychological Types, çev. H.G.Baynes (New York: Bailliere,Tindal and Cox, 1976), 212.
32
40 June Singer, Boundaries of The Soul, The Practice of Jung’s Psychology (New York: Anchor Books, Doubleday, 1994), 134. 41 Gençtan, 186. 42 Jacobi, 19-20. 43 Anika Lemaire, Jacques Lacan (Londra: Humanities Press, 1977), 188. 44 Ellie Ragland-Sullivan, Jacques Lacan and The Philosophy of Psychoanalysis (New York: University of Illinois Press, 1987),130. 45 Leader-Groves, 21. 46 Madan Sarup, Jacques Lacan (Hertfordshire: Harvester Wheatsheaf, 1992), 65. 47 R.D.Laing , Bölünmüş Benlik, çev. Selçuk Çelik (İstanbul: Kabalcı Yayınevi,1993), 99. 48 a.g.e., 13. 49 Lemaire, 86. 50 Elisabeth Roudinesco, Jacques Lacan, çev. Barbara Bray (New York: Columbia University Press, 1997), 248. 51 Sarup, 67. 52 Lemaire, 181. 53 Sarup, 108. 54 M.Keith Booker, A Practical Introduction to Literary Theory and Criticism (New York: Longman, 1996), 35. 55 Jacques Lacan, Speech and Language in Psychoalanysis, çev.Anthony Wilden (New York: The Johns Hopkins University Press,1991), 161. 56 R.D.Laing, The Divided Self: An Existential Study in Sanity and Madness (Harmondsworth: Penguin, 1965), 17.
BÖLÜM II
PASMORE’ DA BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE OTOBİYOGRAFİK
AÇIDAN İNCELENMESİ
Bu bölümde, öncelikle İngiltere’nin kuzeyindeki Yorkshire kömür madenleri bölgesinde doğup
büyüyen ve aldığı tarih eğitimi sonrasında güneyde, Londra’da bir kolejde tarih öğretmenliği yapmaya
başlayan ve buraya yerleşen evli ve üç çocuk babası Colin Pasmore’un gördüğü kâbuslarla başlayan daha
sonra eşinden, çocuklarından, işinden, kısacası hayattan kopması ve bunalıma girmesiyle devam eden
ruhsal çöküntü sürecini konu alan ve adını romanın baş kahramanı Colin Pasmore’dan alan Pasmore adlı
roman ele alınacaktır. Çünkü diğer iki roman gibi bu roman da Storey’ nin, bütün kahramanlarının
çevreleriyle ve kendileriyle olan ilişkilerinde meydana gelen aksaklıkları ortaya koymak için kullandığı bir
tema olan içsel çatışma ve bunalımı içermekte ve Storey’nin kendi geçmişinin dayandığı madenci toplumu
ve bu toplumun değer yargılarının bireyde oluşturduğu baskılar, öğretmenlik yapmaktan duyulan
hoşnutsuzluk, beden-ruh ikilemi, çocuklarından ilgi ve itaat bekleyen anne-babalar gibi otobiyografik
unsurlar barındırmaktadır.
Londra’da yaşayan tarih öğretmeni Colin Pasmore’un ruhsal bunalımını anlatan Pasmore’ da,
kahramanın durumunu ve bunun nedenlerini daha kapsamlı açıklamak üzere ailesi, eşi ve çocuklarıyla ile
olan iletişimi hakkında ayrıntılı betimlemelere yer verilmiştir. Yirmi dokuz yaşındaki tarih öğretmeni Colin
Pasmore, Sembolik’e ait olan her şeyden: önceleri zevk aldığı ancak şimdi bıkmış olduğu işinden ve artık
çekici bulmadığı eşi Kay’ den ve çocuklarından vazgeçerek, evli bir kadın olan Helen ile yasak bir ilişki
yaşadığı iki odalı apartman dairesine yerleşir ve böylelikle Hayalî Dünya’nın Sembolik’in
kısıtlamalarından ve yaptırımlarından uzak düzenini kurmaya çalışır. Ancak Lacan’ın Ayna Evresi’nde
34
olduğu gibi Colin, yeni düzeninde de bölünmüşlük duyguları içindedir: “Elleri, kolları, ayakları...sanki
kaybolmuştu, ona tanıdık gelmiyorlardı.”1
Colin Pasmore’un bakış açısının yansıtıldığı ifadelerle ve üçüncü kişinin ağzından anlatılan
romanda kahraman, okul ve evlilik hayatından duyduğu hoşnutsuzluğa daha fazla dayanamaz ve
bölünmüşlük duyguları içinde eylemlilik ve eylemsizlik arasında gidip gelmeye başlar. Lacan söylemine
göre Sembolik’te kendini kaybeden özne, kendi hayatını başkalarının görüşlerine göre yönlendirmenin
yarattığı sıkıntılarla karşılaşır ve kendince çözüm yolları bulmaya çalışır. Sorununun ne olduğunu tam
anlamıyla bulamayan Colin, Jung kuramlarına göre benlik bölünmesi sorunu yaşamaktadır: “Benlik
bölünmesi problemi yaşayan insanlar genellikle huzursuz ve keyifsiz olmaktan ve hayatın onlara anlamsız
gelmeye başlamasından yakınırlar.”2 Romanın sonunda bunalımdan kısmen de olsa kurtulduğunda evine
geri dönen Colin’in bu durumu hem yenilgiyi hem de iyileşmeyi göstermekte, aynı zamanda da Jung’un
teorisinde olduğu gibi zıtlıkların düzenleyici niteliğini ortaya koyar:
Klasik Çin felsefesi, karşıt iki evrensel ilke tanır: Aydınlığın adı “Yang”, karanlığınki “Yin” dir. Bunlardan birinin gücü doruk noktasına ulaştığında karşıt ilke hemen filizlenir ve coşar. Burada iç çatışkıdan doğan ruhsal bir denkleştirme ilkesinin imgeselleşmiş açıklaması yatar...Hoşnutsuzluk ve umutsuzluk veren bölünme olgusu beraberinde yeni bir ışık da getirir. 3
Storey, Colin’in durumu ile ilgili sonuçlara varmamış bunu okuyucuya bırakmıştır, ayrıca
kahramanın yaşadığı olayları ve ruhsal çatışma anlarını olduğu gibi betimlemiş ve kendi yorumunu
katmamış, böylelikle müdahaleci bir tutum içinde olmamıştır.
Colin’in babası, Storey’nin de bir zamanlar yaşadığı kuzey İngiltere’nin Wakefield madencilik
bölgesinin kültürünü yansıtması, Colin ile aralarında geçen tartışmaların Colin’in içsel çatışmalarının
nedenlerine ışık tutması ve bu çatışmaları daha da netleştirmesi bakımından eserdeki önemli işlevsel
karakterlerden biridir. Lacan söylemindeki Babanın Kanunu; başka bir değişle Freud kuramları
bağlamında super-ego Colin’in hayatında önce ebeveyn otoriesi daha sonra da Sembolik’in yaptırımları
aracılığıyla etkisini her zaman hissettirmiştir. Ayrıca romandaki bir diğer önemli karakter de romanın
35
sonlarına doğru Colin’in yaşadığı karmaşayı netleştirmesine yardımcı olan iş arkadaşı Coles’ dur. Coles,
Jung’un teorilerine göre dışa dönük bir karakter tipi sergiler.
Diğer taraftan Colin’in anne-babası, Coles, Helen, ressam Newsome ve eşi Marjorie, Colin’in
yokluğunda Kay ile ilgilenen Fowler romanın başından sonuna dek yapıları değişmeyen karakterlerdir (flat
characters) ve romanda sergiledikleri özellikler açısından iç tutarlılıklarını yitirmezler. Diğer taraftan
Sembolik’teki her şeyi terk etmeye karar veren Colin bunu tam olarak başaramadığından, Kay ise Colin’in
ayrılık kararını duyduktan sonra her zamanki soğukkanlılığını yitirip, sonraki günlerde Colin’e daha önce
hiç olmadığı kadar güçlü görünmeye çalıştığından değişken (round character) tipte karakterlerdir. Lacan
söyleminde çocuğun anneyle bütünleşme ve kendini doğum öncesindeki gibi güvende hissetme ihtiyacı
duyduğu gibi, Kay de henüz yitirmiş olduğu -ona göre- düzenli bir hayatın verdiği güven hissinin
eksikliğini duymaktadır. Jung teorileri bağlamında Kay ve Colin de duygu ve düşüncelerini kolaylıkla ve
düzenli bir biçimde ifade edemeyen ve daha çok iç dünyalarıyla ilgilenen içsel sezgisel tipte karakterlerdir:
Bu tiplerin gölge ilkörnekler’i dışa dönük duygulardır. Bu duygular genellikle bilinçdışında tutuldukları için bu tipte insanlar dış gerçeklikle olan bağlantılarını kaybetme tehlikesi ile karşı karşıyadır...Gerçeğe olan uzaklıkları kadar iç dünyalarına yakındırlar.4
Storey bu eserinde diğer eserlerinde olduğu gibi oldukça akıcı ve yalın bir dil kullanmış, anlatımını
bazı sembolik ifadelerle, tekrarlanan bazı unsurlarla ve yapısal paralelliklerle zenginleştirmiştir.
Diğer taraftan Colin Pasmore’un ailesinin yaşadığı kuzey İngiltere’deki madencilik yerleşimleri
ve o toplumun kapalı kültürü, babasının madenci olması, öğretmenlik yapması fakat bundan hoşnut
olmaması, evli ve çocuklu olması gibi pek çok unsur Storey' nin hayatıyla yakından ilgili olduğundan
barındırdığı otobiyografik özellikler bağlamında önem arz etmektedir.
Yaşamının ilk yıllarını İngiltere’nin kuzeyindeki Wakefield, Yorkshire bölgesinde, öğrencilik
yıllarını ise kuzey ve güney arasında yaptığı tren yolculuklarıyla geçiren David Storey’nin ideal ego’su ile
ego’sunun ideali arasındaki ikilemin yarattığı -eserlerindeki kahramanlarına da yansımış olan- beden-ruh
çatışmasının başlangıcını bu yıllara dayandırmaktadır. Yazar, hafta sonları kuzeyde Leeds Rugbi
36
Takımı’yla yaptığı dört sezonluk sözleşme gereği futbol oynamakta, hafta içi ise burslu öğrenci olmaya hak
kazandığı Slade Güzel Sanatlar Okulu’nda derslere gitmekteydi. Storey İngiltere’nin toplumsal yapı olarak
birbirinden oldukça farklı olan bu iki bölgesi arasında geçen yıllarını hayatının en kötü dönemi olarak
tanımlar:
İngiltere’nin kuzeyinde bu ikili rolü-bir genci ve genç futbolcuyu-taşımaya kalkıştığım o iki yıl hayatımın en mutsuz dönemiydi. Bu iki faaliyetle kişiliğimin uzlaşmaz iki yönünü -içine kapanık ve sezgisel bir varlıkla; bunun anti-tezi olan sert, fiziksel ve dışadönük olanı- uzlaştırmaya çalışıyor gibiydim.5
Pasmore’un kahramanı Colin Pasmore da Storey gibi madenci bir babanın oğludur. Eğitimini
tamamlayıp Wakefield’dan ayrılmış ve Londra’nın kuzeyine yerleşmiştir. Colin’in bu durumu Storey’in
yaşantısıyla paralellik gösterdiğinden romandaki otobiyografik unsurlardan biri olarak karşımıza
çıkmaktadır. Babasının, Storey’nin hayatını kolaylaştırmak için çektiği sıkıntılar yazarı derinden etkilemiş
ve eserlerine yansımıştır. Ayrıca Slade Güzel Sanatlar Okulu öncesinde Wakefield Resim Kolejinde
başladığı resim eğitimi Storey’i bir ikilem içine sürüklemiş ve babasının, hayatını kazandığı fiziksel iş gücü
ile kendi sanatsal yaşam tarzını bağdaştırmakta güçlük çekmesine sebep olmuştur:
O zamanlar yaklaşık altmış yaşında olan babam maden ocağından yorgunluktan bitip tükenmiş bir durumda eve gelip beni çiçeklerin resmini çizerken, bir bulut hakkında bir şiir yazarken bulduğunda hakkımda başka ne düşünebilirdi ki? 6
Storey’nin ve bu tezde incelenecek olan ana kahramanlarının geçmiş sosyal çevreleri olan ve
çoğu erkeğin madenlerde çalışarak geçindiği Wakefield bölgesinde fiziksel güç gerektiren faaliyetler takdir
edilirken düşünsel ve sezgisel güç gerektiren sanatsal faaliyetler kadınlara yakıştırılmış, vakit kaybı olarak
nitelendirilmiş ve hatta küçümsenmiştir. Daha önce incelenen Jung söyleminde olduğu gibi Storey’nin
anima’sı (kadınsal ve dolayısıyla duygusal yönü) batı kültürü tarafından dışlanmıştır. Bu durum Storey’nin
kendisini ve eserlerindeki sanata ilgi duyan karakterleri kendi öz çevrelerinden uzaklaştırmış ve düşünsel ve
sanatsal yaşantının değer gördüğü Londra çevresine yakınlaştırmıştır: “Londra’ya, saklanmaya gelmiş; tren
37
banliyölere ulaşır ulaşmaz fiziksel bir rahatlama hissetmiştim. Deliğinden dışarı fırlamış bir tavşan
gibiydim. Buraya sıradan, tanınmayan biri olarak yaşamak için geldim.”7
Ancak her iki çevreye de tam anlamıyla uyum sağlayamayan bireyler zamanla yaşadıkları
toplumun beklentileri ve edindikleri sosyal statülerin getirdiği sorumluluklardan bunalır ve bir kaçışa
yönelir. Freud’un teorileri bağlamında karakterlerin yaşadığı id/ruhsal yön ve superego/toplum çatışması bu
kaçış isteğini tetikler . Çünkü aşırı zorlanan ego yoğun kaygı ve suçluluk duymaya başlar: “Vicdanın
istedikleri ile egonun gerçek uygulamaları arasındaki gerilim suçluluk duygusuna sebep olur. Sosyal
duygular aynı ego ideali’ne sahip olan diğer insanlara özgü tanımlamalara dayanır.”8
Yazarın Pasmore adlı romanı da yukarıda bahsedilen türden bir kaçışın öyküsüdür. Eserde
Londra’nın kuzeyinde bir kolejde tarih öğretmenliği yapan Colin Pasmore’un uzun süredir gördüğü
kabuslardan birinden uyanmasıyla başlayan ruhsal bunalım süreci karakterin ailesi, eşi, çocukları ve
arkadaşlarıyla iletişimi bağlamında ortaya konmuştur: “Bu süreç Colin’in gördüğü tuhaf ve korkunç
rüyalarla başlar ve sonunda Colin’in hayatı bu tuhaf ve korkunç rüyanın kendisi oluverir.”9 Storey, eserde
bu rüyalardan yalnızca birine değinmiş ve okuyucuya Colin’in iç dünyası hakkında aydınlatıcı ip uçları
sunmuştur. Colin’in kendini bir yarışta koşucu olarak gördüğü fakat hep gerilerde kaldığı rüyayı ve buna
benzer rüyalardan her seferinde dehşet içinde uyanmasını Freud’un rüya imgelerinin sembolik olduğu ve
çoğunlukla bir rahatsızlığın altında yatan sebepler hakkında önemli ipuçları verdiği konusundaki
görüşlerinden yararlanarak değerlendirmek mümkündür: “Bir rüyanın gizil (latent) içeriği çeşitli
mekanizmalarla ‘görünür içeriğe’ dönüştürülür. Bu mekanizmaların başlıcaları: simgeleştirme, daraltma,
yer değiştirme ve yansıtmadır.”10
Freud’un kuramları bağlamında Colin, hayatı simgeleştirmiş ve bir yarış imgesine bürümüştür.
Bu bağlamda Colin’in rüyasındaki yarış onun git gide karmaşıklaşan yaşantısını, yarışta hep gerilerde
kalmasının ise son zamanlarda hissettiği, hayatın dışına itilmiş duygularını temsil ettiği söylenebilir. Bu da
Freud söylemindeki yer değiştirme aşamasına denk gelir. Ayrıca Colin’in bunu eşi Kay’e anlatırken
38
kullandığı ifadeler de kahramanın ruhsal durumunu ve yaşadığı çelişkileri ortaya koymaktadır: “Yarışta
sonuncu olmama rağmen yarışın bitmesini istemiyorum.”(P.,18) Katıldığı bir yarışta sonuncu olan birinin
yarışın bitmesini istememesi, yenilgisiyle yüzleşmek istemeyişi bağlamında oldukça doğal olmakla
birlikte;s bu isteğin yarışçının aynı zamanda yarışın devamında bu durumdan kurtulma umudunu taşıdığını
gösterdiği de söylenebilir. Yarışın bitmesini istemeyişi kendi hayatıyla ilgili karmaşaların rüyadaki
daraltılmış halidir. Bu rüya bir bakıma Colin’in romanın sonunda bunalımından kurtulup evine geri dönüşü
açısından ip ucu niteliğindedir. Bu aşama da rüya analizine göre ikinci gözden geçirmedir.
Romanda ana karakterin yaşadığı bölünmüşlük hissi, eylemlilik ve eylemsizlik durumları
arasındaki gidiş gelişi, sürüklendiği ruhsal bunalım süreci ve bunun sonrasında ailesine geri dönüşü konu
alınmıştır. Colin’in bedeni ve ruhu arasındaki bölünmüşlükte “beden”i: dış dünyası, ailesi ve anne-babası
ve bunların ondan beklentileri ile başka bir deyişle Sembolik’te temsil edilirken; “ruh”u ise Colin’in iç
dünyası ve düşünceleri ile betimlenen Semiotik’i ifade eder. Jung bağlamında içe dönük sezgisel bir
karakter olan Colin kendi dinamikleriyle dış dünyası arasında uyum sağlayamaz, ruhsal enerjisini -
libido’sunu- yitirir, yabancılaşır ve bu sebeple mutsuz olur.
Romanın belli bölümlerinde tekrarlanan yaşlı adam ile köpeği ve bebeklerini gezdiren kadınların
tasviri Colin’in aklının karmaşıklığına tezatlık oluşturan nitelikteki durağanlıklar olup, dış dünyasındaki her
şeyin her zamanki sıradanlığıyla sürdüğünü, onun dışındaki herkesin hayatını -en azından göründüğü
kadarıyla- düzenli bir biçimde devam ettiğini göstermesi açısından önem arz etmektedir.
Colin’in karmaşık ruh hâli romanda ilk kez okuldan öğretmen arkadaşı Coles’a hayatındaki her
şeyin aslında ne kadar boş olduğunu ifade ettiği konuşmasında ortaya konmuştur: “Hangi açıdan değil ki?
Hayat her anlamda boş.”(P.,8) Hayatından memnun değildir ve ne olduğunu bilemediği fakat eksikliğini
hissettiği bir şeyler olduğuna inanmaktadır. Bu durum Laing’in teorileri bağlamında benlikteki bütünlük
eksikliği tanımlamasına uymaktadır: “İnsan kendini yaptığı işe veremiyorsa veya kendini verdiği iş ona
anlamsız geliyorsa işte o zaman bir boşluk hissi yaşar.”11 Lacan’a göre ise benliğin bölünmüşlüğü Colin’in
39
aynada gördüğü varsayılan ve toplumun onayladığı ve ona yansıttığı dıştan görünen hali ile asıl benliği
arasındaki parçalanmalardan kaynaklamaktadır. Ayrıca Lacan’a göre Ayna Evresi’nde: “Ego bütün ve
tamamlanmış görünse bile, bunun ötesinde sadece parçalanmış, eşgüdümsüz beden vardır. İşte bu yüzden
ego, daima bütünün rahatsız edici eksikliklerini gizleyen akıl almaz bir araç olmuştur.”12
Colin, aynı zamanda yaşadığı çevrenin ondan beklentilerini sorgulamaya başlamıştır: “Bütün bu
insanlar benim, karıma ve çocuklarıma iyi davrandığımı, hayatım boyunca titizlikle ve çok çalıştığımı
nereden bilecekler ya da bunu neden önemsesinler ki?” (P.,14) Yaşam tarzının toplum tarafından
yönlendirilmesi düşüncesine -Sembolik düzen’e- karşı çıkar ve bunun anlamsız olduğunu düşünür ancak
Sembolik’in bir parçası haline gelmiş olması yaşadığı çatışmayı derinleştirir. Daha özgür yaşamak için
geldiği Londra’da Wakefield’daki kadar baskı altında olmasa da süper-ego’nun bir yansıması olan
toplumun genel beklentilerinin -iyi bir eş ve baba olması gerektiği konusundaki genel yargıların-
İngiltere’nin kuzeyi ve güneyi arasında pek de farklılık göstermediğini görmüştür.
Başlangıçta dış dünyasına ait unsurlar: mesleği ve araştırmaları, onun için önemliyken yaşadığı bu
bunalımdan ötürü hayatındaki her şey gibi bunlar da anlamını yitirir, yaşam enerjisi tükenir. Colin’in de
Storey gibi madenci işçi sınıfı kökenli bir aileden geldiği, tutucu ve yasakçı gelenekler ve toplumsal
kurallarla -oldukça güçlü bir ego ideali ile- yetiştirildiği ve bunları her fırsatta eleştirdiği ve sorguladığı
görülmektedir: “Sence ahlâk mantıklılığın bir işlevi midir? Bence -işçi sınıfının özlü sözlerle bezenmiş
dünyasında yetişmiş biri olarak baktığımda- ahlâk, saplantıların ve geleneklerin oluşturduğu bir
düşüncedir.” (P.,14) Colin, bu tip düşüncelerin sosyal sınıflar arasında farklılık gösterebileceğine ve kendi
sosyal kökeninin -madenci işçi sınıfı- toplumsal kurallara son derece bağlı olduğunu ve kendisindeki bazı
düşünce ve davranış biçimlerinin de bu sınıfa özgü kültürden kalma olduğunu vurgular:
“Ben, bundan yüz yıl önce her on kişiden ancak birinin otuz yaşına kadar hayatta kalabildiği bir sınıftan geliyorum. Bu sınıftan edindiğim iç güdüler sandığın kadar çabuk yok olmuyor...İlgimi çeken her kadınla ilgilenmeyişimin sebebi: ‘bunu yaparsam ne olur?’ korkusudur. Bu öyle bir korku ki Coles, boyutlarını sen bile tahmin edemezsin.” (P.,15)
40
Freud’un kuramları bağlamında, Colin super-ego’nun (toplum ve aile) baskısını üstünde öylesine
hissetmektedir ki evliliğinden hoşnut olmadığı halde, o an için eşinden başka kadınlarla ilgilenme
düşüncesi söz konusu olmasa da bu baskının varlığı onu rahatsız etmeye yetmiştir. Colin, ruhu ile –
Freud’un söylemi bağlamında id’inin istekleri ile- bedeninin (çoğu zaman toplumda yalnızca bedeniyle var
olduğunu düşünür) göstermesi gereken davranışlar arasında zıtlıklar olduğu kanısındadır. Jung söyleminde
olduğu gibi, Colin bu bilgiye içgüdüyle varmıştır: “ İnsanları kendileriyle savaş haline sokan etken, onların
birbirine zıt iki kişiliğe sahip olduğu bilgisine içgüdüyle varmalarıdır”13 Yaşadığı çevreye ait olmadığını,
diğerleri gibi kalıplaşmış bir takım kurallara bağlı yaşamanın saçma olduğunu düşünür ve isyankâr bir
tavırla: “Bu durum bizi şuna getirir, Arthur: aldatma olgusu evliliğin geleneksel çerçevesine nasıl
yerleştirilir?” der. (P.,15). Ancak romanın ilerleyen bölümlerinde, karşısına çıkan Helen adlı evli kadınla
ilişkisini kendi evliliğiyle birlikte yürütmeyi istememiş, uygun olduğunu düşündüğü bir zamanda eşi Kay’e
Helen’den bahsetmiştir. Bu durum Colin’in kendi kültürel ve geleneksel yapısını eleştirmesine rağmen
bunun tam anlamıyla dışına çıkamadığını göstermesi açısından da bir çelişkiyi vurgulamaktadır. Jung’un
kuramları bağlamında, ortak bilinçdışı’nın Colin’e taşımış olduğu “geleneklerine bağlı olma” gizil
imgesinin kendini gösterdiği görülmektedir: “Ortak bilinçdışı, bilinçdışı’nın kişisel olan bölümünden daha
da derinlerde olan bir bölümü, bilincimizin ortaya çıkmayan kısmıdır. Onun varlığını kısmen de olsa
içgüdüsel davranışların gözleminden çıkarabiliriz.”14
Storey’nin, eserlerinde ele aldığı temalardan biri de sorunlu evliliklerdir. Storey böylelikle
Sembolik düzen’in bir temsilcisi olan evlilik kurumunu da eleştirmektedir. Bu durum evliliğin, özellikle de
insanın kendini, kişiliğini ve benliğini bulmasını engelleyip kısıtlamasından ve bireyden -toplumun diğer
üyeleri gibi- kurduğu ailede kendine uygun olan rolü oynaması beklenmesinden kaynaklanmaktadır. Colin
ve Kay’in evlilikleri ilk bakışta sorunlu görünmese de Colin’ in yaşadığı yabancılaşma durumu ve buna
bağlı olarak da gelişen iletişim bozuklukları, eşinden, çocuklarından, işinden soğuması, kısaca üzerinde
baskı oluşturduğuna inandığı bütün unsurlardan -Sembolik’ten- kurtulmaya çalışması, başta evliliği olmak
41
üzere hayatının tüm alanlarına yansımıştır. Bu açıdan Colin’in önce anne-babasının yaşadığı kuzey
İngiltere madenci toplumunun geleneksel baskılarından, sonra da eşi ile birlikte yaşadığı güney İngiltere’de
sahip olduğu sosyal statülerinin (eş, baba, öğretmen olmanın) gerektirdiği sorumluluklardan kaçtığı
görülmektedir. Bu bağlamda Storey’in öz yaşamına ilişkin kaynaklarda yazarın kuzey toplumundan
kaçışının yaşamının sonraki dönemlerinde evliliğine yansıdığına dair bir bilgi bulunmamaktadır. Slade
Güzel Sanatlar Okulunda eğitim görmek için Londra’ya gittiğinde hislerini şöyle dile getirmiştir:
Londra’ya gelmek cennete gelmek gibi bir şey. Burada-Slade’de-sistem doğrultusunda çalışmak zorunda olmanın getirdiği baskılardan kurtulduğumu hissettim. Slade’de sizi tamamen kendinizle baş başa bırakırlardı ve bu da hayatımın en verimli dönemiydi. 15
Daha sonra, evliliğinin hemen ardından eşiyle birlikte Londra’ya yerleşmeleri hakkında da daha
önce de belirtildiği gibi oraya saklanmaya, sıradan biri olarak yaşamaya gittiğini ifade etmiştir. Bu durum
roman ve oyunlarına, özel hayata önem verilmeyen kuzey bölgesinden, aradıkları bu gizliliği ve rahatlığı
bulmak için eğitim süreçlerinin sonunda güneye -Londra’ya- giden karakterler bağlamında yansımıştır.
Bunlar Pasmore’da Colin Pasmore, A Temporary Life’da Yvonne ve eşi Colin-eğitim sebebiyle
Londra’ya gittiği açıkça belirtilmez-ve son olarak Saville’de Colin Saville olarak karşımıza çıkar.
Colin Pasmore bedensel olarak var olduğu bu toplumsal çevrenin beklentileriyle kendi ruhsal
beklentilerini uzlaştıramaz. Persona’sı zamanla kendi kişiliğinin önüne geçer ve giderek dış dünyasına
yabancılaşır: “Biraz abartarak söylersek, persona bir insanın gerçekten olmadığı; fakat kendisinin olduğu
kadar etrafındakilerin de onu öyle sandığı bir durumdur.”16
Bir ailesi, işi ve pek çok tanıdığı vardır. Onlarla yüzeysel bir iletişim kurar; başka bir değişle
toplumun ondan beklediği davranışları yaşamının tüm alanlarında gösterir; ancak mutsuzdur. Freud’un
teorileri bağlamında, id’i (duygusal ve ruhsal isteklerini içermesi açısından) ve super-ego’su -yüce yanı-
arasındaki çatışmalarının neden olduğu baskıyı fazlasıyla hissetmektedir: “Süper-ego, bizim için her türlü
ahlâkî kısıtlamanın temsilcisi, kusursuzluk arayışının savunucusudur; özetle, ruhsal düzlemde
anlayabildiğiniz kadarıyla insan yaşamının yüce yanı olarak tanımlanan şeydir.”17
42
Colin, toplumun isteklerini sorgulamadan yerine getirmeyi doğru bulmaz, kendi bakış açısına ters
düştüğü halde bu istek ve yaptırımlara boyun eğmek zorunda olduğunu hissetmek onu bunaltır. Bütün bu
düşünceleri Colin’i beden/ruh, toplum/birey, Freud kuramlarında belirtildiği gibi super-ego/id gibi ikili
zıtlıklarının neden olduğu içsel çatışmaya sürüklemiştir.
Storey’nin eserlerinde sıklıkla görülen beden-ruh ikilemi otobiyografik unsurlar içermesi
açısından önem arz etmektedir. Bu durum yazarın yaşamında öncelikle çocukluk ve gençlik yıllarında
ilgilendiği resim ve rugbi etkinlikleriyle ortaya çıkmıştır:
Bunu hep hissetmiştim. Slade’de resim bölümünde okurken aynı zamanda rugbi liginde oynadığım sıralarda bu bölünmüşlük hissini fazlasıyla yaşıyordum. Resim kolejindekiler benim kaba saba olduğumu; kuzeydekiler de homoseksüel olduğumu düşünüyordu.18
Resime gerçekten ilgi duyduğunu belirtirken rugbi hakkında farklı nedenler ileri sürmüştür: “İtiraf
etmeliyim ki, rugbi liginde yalnızca ekonomik sebeplerden ötürü oynadım, bu oyunu sevdiğim için
değil.”19 Aynı zamanda Storey’nin rugbi ve madencilik arasında kurduğu bağlantı, onun fiziksel
yoruculuğu olan bu faaliyete bir anlamda babasının ağır çalışma koşulları karşısında duyduğu suçluluk
duygusunu gidermek için katılmış olabileceğini akla getirmektedir: “Rugby, çok sert bir oyundur, vahşi ve
çok yorucudur ve bir adamın yerin dibine inip maden kazmasının hemen hemen bir devamı gibidir.”20
Rugbi/resim, fiziksel/düşünsel faaliyetler Storey’e göre yaşadığı toplumda bir arada var olabilecek eylemler
değildi. Jung bağlamında zıtlıklar bir aradadır ancak burada düzenleyici özellikleri görülmez; aksine benliği
bölen bir konumda bulunmaktadırlar. Storey, sanatsal yeteneğinin onu yaşadığı kuzey toplumundan
kopardığını fark etmiştir:
Özellikle de benim yaşadığım işçi sınıfı toplumumda kural şöyle değiştirilmişti: fiziksel güç gerektiren işler yapmak iyi; düşünce gücünü kullanarak yapılan işler kötüdür. Düşünsel faaliyetler her zaman, oturduğunuz yerde, çaba harcamadan yaptığınız işler olarak görülmüştür.21
Storey, asıl ilgi alanı olan sanatsal çalışmaların kuzey toplumunda takdir edilmemesi ve Slade
Güzel Sanatlar Okulu’nu kazandıktan sonra Londra’da sanatsal yaşama değer verildiğini görmesi üzerine
43
bedensel yönü ile -fiziksel işlerle- kendini kabul ettirdiği kuzey İngiltere’nin Yorkshire bölgesi ile daha çok
ruhsal (düşünsel) yönü ile varolduğu Londra arasındaki zıtlık ve yazarın hissettiği bölünmüşlük duygusu
belirgin hale gelmiştir. Bu durum Jung ve Lacan’ın kuramlarındaki birbirine zıt kavramların yaşamı
etkilemesi düşüncesine uymaktadır. Bu bağlamda Storey ve eserlerindeki kahramanlar-özneler-
yabancılaşmayla karşı karşıya kalırlar.
Sembolik düzen insanı hayvandan üstün kılan özelliklerin ona verildiği düzendir. Aynı zamanda da yabancılaşma nedenidir; çünkü Sembolik düzen özne’deki sembolün öneminin ve gösteren’lerin güvencesinin yitirilmesi demektir.22
Pasmore’da ise daha çok Colin’in ruhsal durumu ve yaşadığı ikilemler üzerinde durulmuştur. Eşi
Kay’in duygularından yalnızca Colin evi terk ettiğinde bahsedilmiştir. Fakat romanın ilk bölümlerinde her
iki eşin de bir tür beden-ruh ikilemi/ benlik bölünmesi (self-division) hissi yaşadıklarına değinilir: “Her
ikisinde de, ilk bakışta görülen, bir bölünmüşlük hissi vardı.” (P.,17) Colin bu durumu gördüğü kabuslar
sayesinde fark ederken, Kay açısından böyle bir farkında olma durumu belirtilmemiştir.
Colin onu Sembolik’e ait kılan unsurlardan biri olan mesleğinden memnun değildir. Öğretmenliği
Storey gibi hem ekonomik nedenlerden dolayı hem de aldığı tarih eğitiminin bir sonucu olarak
yapmaktadır:
Kolejde öğretmenlik yapmaya, temelde alışkın olduğu bir durum olan öğretmenliği sürdürmek için devam etmiştir. Çünkü bu kesin kararlar almak zorunda olmadığı, gerçekten yapmak istediği şeylere karar vermek ve bunların üstünde düşünmek için daha çok zaman ayırabileceği bir konumdu. (P.,19)
Bu bağlamda Storey’nin tüm vaktini yazmaya ayırmadan önce yalnızca ekonomik nedenlerden
ötürü öğretmenlik yapması romanın ana karakteri olan Colin ile Storey arasında otobiyografik bir benzerlik
kurmaktadır. Her ikisinin de işlerine sadece bedensel olarak katılmaları; fakat ruhsal açıdan memnuniyet
duymamaları yaşadıkları bölünmüşlüğü ortaya koymaktadır. Storey, eşine ekonomik açıdan destek olmak
ve yazarlık yaşamına geçiş için yeterli maddi birikimi sağlamak amacıyla resim öğretmenliği yapmaya
karar vermiştir. Fakat ilk başvurduğu okulda resim yerine matematik ve beden eğitimi derslerinde
44
görevlendirilmesi onu hayal kırıklığına uğratmıştır.23 Muhtemelen, bu koşullar altında çalıştığı için ve
dönemin eğitim sisteminde gördüğü aksaklıklardan ötürü-bu durum A Temporary Life ve özellikle de
Saville’de daha belirgin olarak görülmektedir (eserlerinde öğretmenlikten pek de ilgiyle
bahsetmemektedir). Storey kadrolu olarak belli bir okulda uzun yıllar çalışmak istememiş, bu nedenle
geçici görevlendirmeleri tercih etmiştir. Bu bağlamda, güneydeki sanatsal yaşamın onun için çalışma
özgürlüğünü ifade ettiğini bunun da babasının kuzeydeki zor çalışma koşullarının tam tersi olduğunu
bilmek Storey’nin öğretmenliği sabit bir iş olarak yapmak istemeyişine açıklık getirmektedir. “Hayatını
kazanmak için bile olsa geçici görevler aldım. Maaşlı bir hayata asla uyum sağlayamayacağımı
biliyordum.”24
Eserde vurgulanan bir başka nokta ise Sembolik düzen’in bir parçası olan eğitimin bireylerin
hayatında yarattığı sosyal değişimin bireyin iç dünyasını yakından etkilediğidir. Colin de Storey gibi
madenci bir babanın oğludur ve anne-babası kendi hayatlarını onun eğitimine adamışlardır. Colin de
Storey de iyi bir eğitim almış ancak bu eğitim onları ailelerinden ve yaşadıkları Wakefield toplumunun
değerlerinden uzaklaştırmıştır. Bu konuda yapılan bir araştırma belli bir eğitim gören birey ile babası
arasındaki iletişimin iki yönde etkilendiğini ortaya koymaktadır:
“...Eğitim seviyesi yüksek olan babaların çocuklarının aldığı orta okul ve lise eğitimi, anne-baba ve çocuk arasındaki ilişkide aradaki mesafeyi azaltırken; fazla eğitim görmemiş babaların çocuklarının aldıkları eğitimin bu mesafeyi daha da arttırdığı görülmüştür...”25
Lacan’ın söylemi bağlamında, Sembolik’te yaşayan yetişkin bireyler gelişimlerini ilerletirlerse
ötekilerden farklılaşırlar ve bu durum ileri giderse yabancılaşma kaçınılmaz olur: “Yabancılaşan insan
kendi dışında bir yerde yaşar, gösteren’in tutsağıdır; kendi ego imajının ya da ego ideali’nin yarattığı imajın
tutsağıdır. Diğer insanların gözleri onun üzerindedir fakat o, bunu fark etmez.”26
Ancak bu durum aynı zamanda Jung’un “bireyleşme” kavramıyla örtüşmektedir. Kuram
bölümünde değinildiği gibi bireyin kendi benliğini tanıma süreci olan bireyleşme, Jung’un kuramları
bağlamında, aynı zamanda: “İnsanın benlik bütünlüğünün yaratıcı bir eylemidir.”27
45
Storey, roman ve oyunlarında işçi sınıfı kökenli anne-babaların sahip olduğu değerler ve onların
eğitimli çocuklarının edindikleri değerler arasında önemli farklar olduğunu belirtmiş, aynı zamanda
eserlerinde eğitimin aile içi iletişimi nasıl etkilediğini incelemiştir. Bu durumu Richard Hoggart şöyle
özetler:
“İşçi sınıfından gelen ve kazandığı burslarla eğitimine devam eden hemen her çocuk gençlik döneminde çevresine karşı kızgındır. O, her iki zıt kültürün arasında kalmıştır; gerçek eğitimi yetenekleriyle sınanmaktadır, yirmi beş yaşına gelene dek babasına sürekli gülümsemek ve kaprisli kız kardeşiyle, uyuşuk erkek kardeşine saygı duymak zorundadır.” 28
Storey’nin kardeşleri Hoggart’ın bu tanımlamasına uymasa da Storey’nin yazarlığa başladığı
yıllarda babasıyla olan ilişkisi hakkında yaptığı yorum ebeveyn ile çocuk arasında eğitimden kaynaklanan
uzaklığı vurgulaması açısından önemlidir: “Hiçbir uzlaşma ümidi yoktu ve şimdi de yok.”29 Storey bir
ropörtajındaki “Eğitim almanın kötü yönü budur işte, öyle değil mi?...Eğitim yaşamı sizden alır; onu sizin
dışınıza çıkarır, atar.”30 sözleriyle eğitimin bireyi toplumuna yabancılaştırdığından yakınmıştır. Anne-
babalar kendilerinden daha eğitimli olan çocuklarına yabancılaşmış, çocukları da başarılarından dolayı
dahil edildikleri yeni topluma uyum sağlayamamış olmaktan ötürü hem kendi öz toplumlarına hem de bu
yeni topluma yabancılaşmışlardır. Lacan’ın kuramları bağlamında, özne olan anne-baba, nesne’lerinden
(çocuklarından); yine özne olan çocuklar da kendi nesnelerinden (dış dünyadaki her şeyden)
uzaklaşmışlardır.
Storey’nin eserlerinde eğitim çoğunlukla, bireyi toplumsal kökenine yabancılaştıran ve zaman
içinde ruhsal bozukluklara yol açan bir durum olarak ele alınmıştır. Pasmore’da da Colin tarih öğretmeni
olup Londra’da yaşamaya başladıktan sonra babası ile arasındaki duygusal mesafe daha belirgin hale
gelmiştir.
Colin, varlığında hissettiği eksikliği ne yazmakta olduğu eserde ne de özel hayatında
giderebilmektedir: “Nereye baktıysa, ve neyi bulmak için baktıysa bulamadı.” (P.,19) “Eskiden hayatı
tanımladığı ve yerleştirdiği temeller şimdi yok olmuştu sanki.” (P.,20) Bütün bu arayışlar onu ruhsal bir
46
çöküntü sürecine sürükler. Her şeyin anlamını yitirdiğini düşünür, nedenini bulamadığı ruhsal çöküntüyü
evliliğine yansıtır. Sorunun ne olduğunu bulmaya çalışan Colin’in “Eskiden var olan her şey yok oldu, artık
yok.” (P.,28) ifadesi de hayatının alt üst olduğunu göstermektedir. Yaşamı sonu gelmeyen çelişkilerle
dolmuştur. “Kay‘i sevmesine rağmen onunla olmaya dayanamıyordu” (P., 28)
Evliliğinden hoşnut olmayan ve sorumluluklarından -Sembolik düzen’den- bir süreliğine de olsa
kurtulmak isteyen Helen ile kurduğu ilişki de çelişkilerle doludur. Colin ve Helen’i yalnızca bu ortak nokta
bir araya getirdiğinden aslında her ikisi de ruhsal sorunlar yaşayan bu iki bireyin ilişkisi hiçbir zaman yoğun
bir paylaşım içermez. Her ikisi de kendilerine, iş ve aile hayatlarına yabancılaşmış bireylerdir. Helen
Colin’deki beden-ruh ikilemini -onun mesleğine yabancılaşması bağlamında- Colin’in ona akşam
dersleriyle ilgili fikrini sorduğunda ortaya çıkarması açısından romandaki işlevsel karakterlerden biri olarak
görülebilir: “Akşam derslerini beğenmiyorum ve senin için de bir anlam ifade ettiğini sanmıyorum” (P.,34)
Diğer taraftan, Helen ile yaşadığı ilişki Colin ‘in çelişkilerini de yansıtır. Helen gidince bir rahatlama
hissetmesi onun duyduğu vicdan azabından çok yaşadığı çelişkilerle tanımlanabilmektedir. Henüz
yaptıklarını tanımlayabilmiş değildir. Zaman zaman, hayatındaki boşluğu gidermesini beklediği bu kaçışın
işe yaramadığını düşünür ve bu durumu sorgulamaya ve tanımlamaya başlar çünkü Ayna Evresi’nin
bütüncül ego’sunu yaşayarak kendi yansımasını bulmak istemektedir. Bedenini ve ruhunu, fiziksel ve
düşünsel dünyasını bütünleştirme ihtiyacı hisseder ve bu nedenle yaşadıklarını tanımlamak ve huzurlu
olmak ister. Jung ve Lacan da bireyin kendini ve yaşamı tanımlayabildiği ölçüde mutlu olacağını
savunmuşlardır.
Geçmişinde Storey gibi İngiltere’nin kuzey bölgesindeki bir madenci ailede yetişmiş olmanın
yarattığı baskı ve sorumluluk duygularını çağrıştıran yeni bir sorumluluk üstlenmiş olması Colin’in aklını
iyice karıştırır. Aldığı bireysel kararın arkasında durmaya çalışır, fakat bu kararın onun için geçmiş
yaşantısından pek de farklı olmayan bir engel teşkil ettiğini düşünmeye başlar. Sorumluluklarından
kaçmaya çalıştığı bir zamanda başka bir sorumluluk -Helen ile olan ilişkisi ve aldığı ayrılık kararının
47
sorumluluğu- üstlendiğinin farkına varmış ve Sembolik düzen’in neden olduğu engellenmişlik hissini
duyumsaya başlamıştır: “Başlangıçta hayatına yeni giren bu güçleri taşıyabiliyordu. Ancak kısa bir süre
sonra bu durum onun geçmişine eklenen bir parça gibi görünmeye başladı.” (P.,55) Colin, geçmişiyle
sürekli bir hesaplaşma içindedir. Daha önce Jung’un kuramlarında da değinildiği gibi bireyler yaşamlarının
ortalarına yaklaştıkça iç sorgulamalara başlar. Colin’in aile çevresinden çıkıp Londra’ya yerleşmesi,
entelektüel bir birey olma sürecinden geçişi, aile hayatı ve iş hayatının zamanla anlam ve önemini
yitirmesini sorgular. Kay de geçmişinin bir parçası olduğundan, ondan da kaçmaya çalışmıştır, fakat yeni
arayışları da onu mutlu etmeye yaramamıştır. Colin, kaçışının alt üst olan ruh hâlini düzene sokmasını
beklerken aklı büsbütün karışmış, yıllar boyu kurmaya çalıştığı ve alışkın olduğu hayatı bir defada terk
etmiştir. Ancak yerine başka bir şey koyamadığı için var olan huzursuzluğunu giderememiştir. “Ne
olmuştu? Hayatı boyunca kurmaya çalıştığı her şey mahvolmuştu. Hiçbir şey çözülmemişti, açıklığa
kavuşmamış veya bir karara bağlanmamıştı.” (P.,58) Libido’su geriye doğru hareket etmiştir: “Libido
doğal olarak ileri ve geriye doğru hareket halindedir...İlerleme kişinin çevresine olan aktif uyumu, gerileme
ise kişinin kendi iç gereksinimlerine karşı uyumu ile ilgilidir.”31
Storey, Colin ile Helen’i -beden-ruh çatışması yaşayan bu iki bireyi- yan yana getirmekle benlik
bölünmesinin her iki insanda oluşturduğu benzer etkilerini ortaya koymuştur. Helen de eşine ve hayatına
yabancılaşmıştır, hayat ona da anlamsız gelmektedir. Fakat aynı durumda olan Colin ve Helen ‘in
birbirlerini bu bunalımdan çıkarmaya gücü yoktur. Kişisel bilinçdışının deneyimleri ve super-ego’nun
başka bir değişle Sembolik düzen’in kuralları Colin’in ruhsal bunalımının artarak devam etmesine neden
olur: “Ancak mutsuzluğu onu hiç terk etmedi”. (P.,62)
Colin’in bölünmüş benliğinin ona yaşattığı ruhsal çöküntü durumu Laing’in kuramları
bağlamında ele alınacaktır. Laing’e göre şizofren terimi benliği ikiye bölünmüş bireyi tanımlamaktadır32
ancak Colin’i şizofren olarak tanımlamak güçtür çünkü romanın sonunda -aslında bir yenilgi olarak
görülse de- eve geri dönüşü ve bu süreçte yaşadıkları onu bunalımlarından belli bir ölçüde kurtarmış,
48
bunalımının sürekli hâle gelmesini engellemiştir, ancak kesin bir çözüm olmamıştır. Buna rağmen
Laing’in tanımlamaları Colin’in yaşadığı bölünmüş benlik durumu açısından önemlidir:
“Benliğin, bölünen ilk yarısında bireyin dış dünyayla bağlantısı kopuktur; ikincisinde ise kendisiyle olan iletişiminde sorunlar vardır. Bu birey başkalarıyla birlikte de yaşayamaz, kendi kendine de; aksine kendini çaresiz bir yalnızlık ve çaresizlik içinde bulur. Dahası kendini bir bütün olarak değil, bir çok açıdan bölünmüş biri olarak algılar, belki de bedenine güçsüzce bağlı olan aklını ayrı iki ya da daha fazla benlik ve devamı olarak görür.” 33
Colin yaşadığı bunalımdan ötürü eşini ve ailesini terk etmekle derin bir yalnızlığa sürüklenmiş;
Helen’in, hayatından ani çıkışı onu çaresizliğiyle yüzleştirmiştir. Daha sonra evden ayrılma kararını anne-
babasına bildirdiğinde aldığı sert tepkiler ve Londra’daki ressam komşuları Newsome’dan Kay’in
hayatında Norman Fowler adında bir adam olduğunu öğrenmesi ve -o güne dek kendi benliğini öteki’ne
(Colin ve çocuklarına)yansıtarak, ben/öteki ayrımı yapmayan- Kay’in eskisi gibi güçsüz olmayan, güçlü ve
katı duruşu Colin’i büsbütün yıkar. Yaşadığı bunalım sonunda kendi bedenine bile yabancılaşmasına
-özne’nin Sembolik’te kaybolup gitmesine-, bedenini kendine ait olmayan başka bir dış unsur olarak
algılamasına neden olmuştur: “ O sanki yok olmuştu: elleri, kolları, ayakları, elbiseleri; ona tanıdık
gelmiyordu. Kimseye ait değildiler: tanıdığı ya da hatırladığı hiç kimseye.” (P.,138) Bedenini ruhundan ayrı
olarak görmesi en belirgin haliyle ilk kez bu aşamada görülür. Düşünsel dünyasıyla, duygularıyla, fiziksel
dış dünyasını bütünleştirememektedir. Colin, bu bağlamda fiziksel dış dünyasını bedenine indirgemiştir.
Storey de yıllarca buna benzer bir bölünme yaşamış ve bunu romanlarındaki karakterlerde uzlaştırmaya
çalışmıştır:
Birbirinin zıttı olan bu iki ucu -kuzeyin fiziksel ve güneyin ruhsal, düşünsel olma durumunu- bir araya getirmek için notlar tutmaya başladım ve bu süreç iki yıl sonra -ben halen Slade’de öğrenciyken- This Sporting Life adını verdiğim romanı oluşturmuş oldu. 34
Colin, romanın başından itibaren aynı ruh hali içindedir. Ne yaptığını, ne istediğini bilmeyen,
huzursuz, bedeni ve ruhu arasındaki kopukluğu tanımlayamaz bir haldedir. Kendini düşünmektedir-
bedenini, ruhunu, kim olduğunu, aynadaki yansımasını, yaşadığı hayatı tanımlamaya çalışmaktadır.
49
Yaşadığı hayat(Sembolik) ve hayal ettiği hayatın (Semiotik) birbirinden faklı oluşu onu sonu gelmez iç
sorgulamalara sürükler.
Colin’in Wakefield’a anne-babasına ayrılık haberini bildirmeye giderken yaptığı tren yolculuğu
Storey’nin öğrencilik yıllarında Wakefield ve Londra arasında yaptığı yolculukla çok büyük benzerlikler
taşır:
Hayatım ikiye bölünmüştü: Londra’daki hayatım ve kuzeydeki hayatım. Her ikisi de birbirinden, geçmek bilmeyen o karanlık dört saatle ayrılıyordu. O yolculuk, karanlık dört saat; halen hissettiğim mecazi bir gerçekliğe bürünmüştü. 35
Tren yolculuğu sırasında gördüğü manzara Colin’in bunalımlı ruh halini yansıtır: “Ağaçlar, bodur
örümcekler gibi, her iki yana açılan ıssız arazinin vahşiliğinden kayıp gitti. Yan yana dizilmiş fabrikalar ve
bacalar gökyüzünü kapladı. Bu, büyük bir mağaraya girmek gibiydi. Karanlık ve büyük bir kasvet kapladı
treni.” (P.,90-91)
Storey’nin madenci babası gibi Colin’in babası da super-ego’nun ebeveyn otoritesine yansıması
durumunu temsil eder. Tüm hayatını çocuklarının eğitime adayan Colin’in maden işçisi babasının sözleri
Colin’in/ ego’nun babasıyla/super-ego’nun acımasızlığıyla karşı karşıya kalmasına neden olur: “Sen
okuldayken ben çalışıyordum ve madenden çıkardığım her kömür parçası oğlumun çıkarmayacağı kömür
parçası olacak diyordum kendi kendime” (P.,99).
Storey’nin yaşadığı Yorkshire maden işçileri toplumu hakkında yapılan sosyolojik araştırmalar
maden işçisi babaların, oğullarının kendilerinden daha iyi koşullarda çalışmasını ve yaşamasını istediklerini
göstermektedir:
Oğullarının da kendileri gibi maden endüstrisinde çalışmasını isteyip istemedikleri sorulan ve bu araştırma için rastgele seçilen doksan üç Ashton36’lunun (Yorkshire’lının) büyük çoğunluğu-66’sı-kendilerinden yola çıkarak oğullarını bu işe yönlendirmeyeceklerini ya da yönlendirmediklerini belirtmiştir. Çoğu da oğullarını meslek seçimi konusunda özgür bırakacaklarını ifade etmişlerdir...Aslında bu soru 1945’ten bu yana Yorkshire maden yerleşkesinde duyulan “Umarım oğullarımdan hiçbiri madende çalışmaz.” ifadesini doğrulamak için sorulmuştur.37
50
Storey’nin babası gibi Colin’in babası da zor şartlar altında çalışmaktan gurur duyar ve kendisi
gibi yorucu işlerde çalışmayanları küçümser: “Gençler bu işi yapamaz. Bu işi bizim gibi yaşlılar devam
ettirir...Biz gidince de her şeyi makineler yapacak. Benim hayatımın yarısını harcadığım işi onlar bir haftada
yapacak.” (P.,98)
Colin’in eşinden ayrıldığını öğrenen anne-babası çok büyük hayal kırıklığına uğrar ve babası
verdiği tepkilerle super-ego’nun ve Sembolik’in katılığını ortaya koyar ve Colin’in daha sonradan farkına
vardığı suçluluk duygularının temelini atmış olur: “Demek her şey bir hiç içinmiş...Ne yazık...Karısını ve
çocuklarını terk eden bir adam! Neden? Bir hayvan bile bunu yapmaz...” (P.,101) Kendi
kültüründen/Sembolik düzen’den kopan bir birey aldığı kişisel karaları bu kültüre/Sembolik düzen’e ait ve
toplumun en küçük parçası olan ailesine kabul ettirmekte güçlük çeker; dirençle, dışlanma ve suçlanmayla
karşı karşıya kalır. Colin babasının öfke dolu tepkileriyle karşılaşır: “Tanrıdan hiç doğmamış olmanı
dilerdim, bunu isterdim...Sakın bir daha buraya gelme.” (P.,120) Storey gibi Colin de çocukluğundan beri
babasının ağır çalışma koşullarına karşın kendi sanatsal etkinliklerinden ötürü suçluluk duymuştur.
Freud’un teorilerine göre bunun sebebi ebeveynlerin oynadığı super-ego’nun rolünün ego’ya karşı katı bir
biçimde karşı koyuşudur:
Kural olarak ebeveynler ve diğer benzeri otoriteler çocukları eğitirken kendi süper-ego’larının direktiflerine uyarlar. Kendi ego’larıyla süper-ego’ları arasındaki ilişki ne olursa olsun, çocuğun eğitiminde katı ve mükemmeliyetçi olurlar.38
Romanın ikinci bölümü Colin ve Kay’in ilişkisi açısından bir dönüm noktası niteliği taşımaktadır.
Bu bölümde Colin duygusal açıdan iyice kötüye giderken Kay kendini toparlamaya başlamış
görünmektedir. Jung’un söylemi bağlamında Kay’in libido’su ileri doğru hareket etmeye başlamıştır ve
Kay’de zıtlıkların düzenleyici işlevi görülmektedir. Colin hata yaptığını hissetmeye başlamış ve bu
düşüncesi; aldığı ayrılık kararının arkadaşları, ailesi ve eşi tarafından şiddetli tepkilerle karşılanması,
yaşadığı ekonomik sıkıntılar ve Kay ile Fowler’ı birlikte vakit geçirirken görmenin kendinde uyandırdığı
kıskançlık duygularıyla pekişmiştir. Colin’in bir kaçış olarak nitelendirilebilecek girişimi hayatını
51
düzenlemeye yaramamış, yaşadığı ruh-beden/ iç dünyası-dış dünyası/ Sembolik-Semiotik arasındaki
çatışmalar Jung’un kuramlarına göre bilincin düzenli akışını bozan nitelikteki çatışmalardır:
Eğer belli bir sebepten dolayı bilincin düzenlenmesi bozulmuşsa, libido’nun doğal ileriye doğru hareketi imkansızlaşır. O zaman libido geriye doğru bilinçdışı’na doğru akar ki bilinçdışı’nın bilinç’e tümüyle hakim olduğu durumlarda ortaya şiddetli bir patlama veya psikoz çıkar.39
Storey ise daha önce de belirtildiği gibi kendi ikilemlerini yazarlığı sayesinde çözmeye çalışmış ve
anlaşıldığı üzere Colin ile aynı duruma düşmemiştir.
Kay ve Fowler arasında gelişen ilişkiye verdiği tepkiler Colin’in çelişkilerini tekrar gündeme
getirir. Fowler’a çekmeyi planladığı telgrafta: “Huzur istiyorum. Hayatımı mahvettin...Sen evliliğin
kutsallığına inanır mısın?”(P.,122) diye isyan ederek kısa bir süre önce kendi yaşadığı durumu eleştirir hâle
gelmiştir. Toplumsal hayatın dayattığı kurallar ve baskılardan kurtulmaya çalışırken yine aynı toplumsal
sınırlandırmaların içine saplanıp kalması bu durumun ironik yönünü ortaya koyarken, Colin’in toplumla
olan bağlarını hiçbir zaman tam anlamıyla koparamayacağını, kendini toplumdan soyutlayamayacağını
görmekteyiz. Bu da Jung’un söyleminde ortak bilinçdışı’nın bilinç düzeyine ulaşmadığı halde birey farkına
varmadan onu etkilediğini, Colin’in kendisine aktarılan aile imgesini bütünlük imgesiyle birleştirdiğini
gösterir: “Başından beri tek istediği şey bir bütünlük hissi duyumsamaktı. İstediği tek şey her şeyi yoluna
koymak, hayatını düzenlemekti.” (P., 124)
Colin, Helen, Kay ve Fowler evliliklerinden duydukları memnuniyetsizlik, eşleriyle yaşadıkları
sorunlar nedeniyle yaşamlarının bir döneminde başkalarıyla yaşamaya başlayan dört karakterdir. Kay için
beklenmedik bir gelişme olan ayrılık kararı onu anlık ve coşkulu tepkiler vermeye iter. Bu bağlamda Lacan
söylemindeki ani coşkusal anlar (joissance) Kay’in, yaşamda tek başına da kendini var edebilmesi
gerektiği gerçeğinin farkına varmasını ve kabullenmesini sağlar.
Storey, eserlerinde zaman zaman sembolik anlatımlara yer vermiştir. Pasmore’daki sembolik
anlatımlardan biri de Colin’in çocukları görmeye gittiği bir Pazar günü Kay’in sitem dolu sözlerinde yer
52
alır: “Gençken seçecek bir çeşit reçelimiz, bir parça kuru ekmeğimiz olurdu. Reçeli bu tek dilime sürerdik”
(P.,156) Colin, buna aynı şekilde sembolik bir karşılık verir: “ Cumartesileri bir reçelli tartımız, Pazarları ise
üzümlü çöreğimiz var.” (P.,156) Eskiden yalnız ikisinin olduğunu ve mutlu olduklarını fakat o günlerin
geride kaldığını îma eder.
Storey okuyucuya Colin’in ruhsal çöküşünün travmatik aşamalarını, Colin’in evden ve ailesinden
ayrılışı bağlamında sırasıyla gösterir. Colin’in hem kendinden hem de dış dünyadan kopuşunun son
aşaması grafiksel olarak verilmiştir:
Hiçbir şeyin anlamı yoktu artık. Onu hayata bağlayan en küçük işaretler bile yok olmuştu. Zaman kavramını bile kaybetmeye başlamıştı...Etrafındaki insanları tanımıyordu artık, onlar yalnızca Colin’in aklından geçen farklı duyguların somut hâlleriydi ve onu sebepsizce bir yerden bir yere atıyorlardı... Hiçbir şey değişmemişti, geriye dönüp baktığında her şey olduğu gibi duruyordu. Geri dönüş yoktu, ileri giden bir şey de. Tükenmişti, artık biliyordu. (P.,163)
Laing’e göre, bireyin uğradığı yenilginin derecesi ağırdır: “Birey, yaşamında savunulamaz bir
durumda olduğunu fark eder. İçsel ya da dış kaynaklı çelişkiler, çelişkili baskı ve istekler, git geller olmadan
hiçbir şey yapamaz.”40
Diğer taraftan, Colin’in ruhsal çöküntü yaşamasına neden olan olaylar bazen açıkça bazen de üstü
kapalı biçimde tasvir edilmiştir. Ancak Storey, durumu daha da şaşırtıcı hâle getirmek üzere yaşananlar
hakkında yorum ve açıklama yapmadan, onları olduğu gibi yansıtmıştır.
Colin, gün içinde masasına oturup bir şeyler yazar. İçinde bulunduğu durumu netleştirmeye,
tanımlamaya çalışır: “Siz ne yapardınız eğer...Başlangıçta...Acaba...Sonunda, şu sonuca varmıştı...” (P.,164)
Kendini tanımlayabildiği ölçüde sonunda aynadaki yansıması bütünlüğüne yeniden kavuşur ve kısmen iç
huzurunu sağlamaya başlar: “Ayna Evresi’nin son aşaması olumludur çünkü insanın kendi bedeninin
bütünlüğünü temsil etmektedir.”41
Daha önce de değinildiği gibi Storey de kendi beden-ruh ikilemini çözebilmek ve
tanımlayabilmek için notlar almaya başlamış ve bunlar sonunda romanlarına kaynaklık etmişlerdir.
53
Romanın sonunda, Colin’in yaşadıklarının üzerinden tam bir yıl geçmiştir. Colin de öğretmenliğe
yeniden başlayarak yeniden Sembolik’teki yerini almıştır. Dışardan bakıldığında, geçen yıllara oranla çok
az şey değişmiştir. Colin’in halen düzenli bir işi, bir evi, eşi ve çocukları vardır; kitaplarından minibüsüne
kadar her şey olduğu gibi durmaktadır. Ancak umutsuzluğu da halen varlığını hissettirmektedir. Buna
rağmen değişen bir takım şeyler de olmuştur:
O, bir yolculuğa çıkmıştı. Bu yolculuktan dönmesi -hayatta kalması- zaman zaman inanılması güç bir durum olarak görülür. Hâlâ madeni düşünmektedir ve karanlığını. Bu düşünce hep onunladır. Bir yoğunluk, bir tür aşk ya da şiddet gibi: tanımlamakta güçlük çeker. (P., 201)
Bu durum Colin’in içsel çatışmalarından tamamen kurtulamamış olduğunu, fakat bu kaçış sürecinde
duygularını ve içinde bulunduğu durumu tanımlama fırsatı bulduğu görülmektedir. Jung’a göre:
“Libido’nun akışı sırasında zıtlıklar...ruhsal işlemlerin akışında birleşir ve onların birlikte çalışmaları bu
işlemlerin dengelenmesini sağlar. Böyle karşılıklı bir etkileşim olmazsa (hayatın gücü) tek taraflı ve
dengesiz olur.”42
Colin, kendini tanımladıkça aklındaki soru işaretleri daha da azalmaya başlamıştır. Bu da onu
kısmen huzurlu kılmıştır. Bu durum Kay için de bir tür sınavdır. Kay de Colin gibi Sembolik’te kaybolup
giden özne’yi bulmaya başlamış, ben/öteki ayrımını yapabilmiştir. Ancak bundan sonra Colin ve Kay ‘in
birbirleriyle ve çevreleriyle iletişimlerinin nasıl olacağı sorusunun cevabı okuyucunun yorumuna
bırakılmıştır.
Pasmore adlı eserde Colin’in yaşadığı beden-ruh ikilemi, anne-baba baskısı, maden işçisi baba,
toplumsal yaptırımlar, öğretmenlik mesleğinden hoşnutsuzluk gibi unsurlar otobiyografik açıdan
Storey’nin hayatıyla benzerlik göstermesi bağlamında önem arz etmektedir. Öte yandan eserin tümüyle
otobiyografik olduğunu söylemek mümkün değildir. Storey, gerçeğe yakın durumlardan bahsedip, yine
gerçeğe yakın yer adları ve toplumsal olgulara yer verdiğinden eserdeki tasvirler oldukça canlı kılınmıştır.
Psikanalitik bağlamda ise beden-ruh ayrışması, içsel çatışmalar ve benliksel bütünlük arayışı,
toplum-birey arasındaki çatışma ve uyumsuzluklar , bilinç-bilinçaltı sistemlerini karakterlerin hayatındaki
54
yansımaları, toplumsal statülerin zorunlu kıldığı roller ile karakterlerin kendi benlikleri arasındaki farkın
yarattığı ikilemler, yaşam enerjisini yitirmiş karakterlerin hissettiği boşluk ve umutsuzluğun onları
eylemsizliğe itmesi , kendileri ve ötekiler arasındaki farklılıkların yüksek düzeylerde oluşunun karakterleri
yalnızlığa sürüklemesi gibi unsurlar Jung, Freud ve Lacan’ın söylemleriyle açıklanmıştır.
55
NOTLAR ____________________________ 1 David Storey, Pasmore (Londra: Jonathan Cape Ltd., 1972), 138. Bundan böyle, bu romandan alıntılar metin içinde parantezde ve kısaltılarak verilecektir. 2 Anthony Stevens, Jung (Oxford: Oxford University Press, 1994), 50. 3 Carl Jung, İnsan Ruhuna Yöneliş:Bilinçaltı ve İşlevsel Yapısı, çev. Engin Büyükinal (İstanbul:Say Yayınları,1962), 47. 4 Stevens, 76. 5 David Storey, “Writers on Themselves: Journey Through a Tunnel” , The Listener (Londra: The Listener, 1 Ağustos 1963), 160. 6 a.g.e.,160. 7 John Heatman , “Heatman’s Diary”, Hampstead and Highgate Express (Londra: Hampstead and Highgate Express, 1972), 12. 8 Sigmund Freud, The Ego and The Id and Other Works, ed.James Strachey (Londra: The Hoghart Press Limited, 1986), 37. 9 John Russell Taylor, David Storey, ed. Ian Scott Kilvert (Scotland: Longman Group Ltd.,1974), 12. 10 Engin Gençtan, Psikanaliz ve Sonrası (İstanbul: MetisYayınları, 2002), 24. 11 R.D.Laing, Self and Others (Harmondsworth: Penguin, 1971), 83. 12 Darian Leader ve Judy Graves, Lacan, çev. Gül Çağalı Güven (İstanbul : AD Yayıncılık A.Ş.,1997), 24. 13 Carl Jung, Modern Man in Search of A Soul, çev.R.Hull (Londra: Princeton University Press, 1984), 273. 14 Frieda Fordham, Jung Psikolojisinin Anahatları, çev.Aslan Yalçıner (İstanbul: Say Yayınları, 1983),27. 15 Heatman, 10. 16 Stevens, 47. 17 Sigmund Freud, Psikanalize Yeni Giriş Dersleri, çev.Selçuk Budak (Ankara: Öteki Yayınları, 2000), 93. 18 John Higgins, “David Storey: Night and Day”, The Times (Londra: The Times, 16 Eylül 1973), 13. 19 Alan Hubbard, “Sporting a New Storey line” ,World Sports (Londra: World Sports, Mart 1972), 31. 20 Storey, 1963, 160. 21 a.g.e., 160. 22 Anika Lemaire, Jacques Lacan, çev.David Macey (Londra: Routledge & Kegan Paul, 1977), 176. 23 John Heatman, “Picture Storey Book”, Hampstead and Highgate Express (Londra: Hampstead and Highgate Express, 11 Eylül 1973), 8. 24 Victor Davis, “Now He’s Top Storey”, Daily Express (Londra: Daily Express, 21 Eylül 1973), 8. 25 J.R. Hall, D.V. Glass, “Education and Social Mobility”, in Social Mobility in Britain, ed.D.Glass (Londra: Routledge and Kegan Paul, 1954), 306. 26 Lemaire, 176. 27 Stevens, 63. 28 Richard Hoggart, The Uses of Literacy: Aspects of working-class life with special reference to publications and entertainments (Harmondsworth: Penguin, 1958), 292-3. 29 Storey,1963, 160. 30 Peter Ansorge, “The Theatre of Life (interview with David Storey)”, Plays and Players (Londra: Plays and Players, Eylül 1973), 32. 31 Fordham, 20. 32 R.D. Laing, The Divided Self: An Existential Study in Sanity and Madness (Harmondsworth: Penguin, 1965), 17. 33 a.e.g., 17. 34 Storey, 160. 35 a.g.e., 159. 36 Norman Dennis, Fernando Henriques ve Clifford Slaughter’ın Coal is Our Life adlı sosyolojik incelemesinde Yorkshire’a verilen addır. 37 Norman Dennis, Fernando Henriques ve Clifford Slaughter, Coal is Our Life (Londra: Tavistock Publications Limited, 1956), 235. 38 Freud, 2000, 93.
56
39 Fordham, 20-21. 40 R.D.Laing, The Politics of Experience and the Bird of Paradise (Harmondsworth: Penguin,1967), 95. 41 Lemaire, 177. 42 Carl Jung, Contributions to Analythical Psychology, çev.R.Hull (Londra: Princeton University Press, 1973), 35.
BÖLÜM 111
A TEMPORARY LIFE (GEÇİCİ BİR HAYAT)’ DA BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ
PSİKANALİTİK VE OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ
Storey’in A Temporary Life(Geçici Bir Hayat) adlı romanında da tıpkı Pasmore’daki Colin
Pasmore gibi toplum/birey, beden/ruh, semiotik/sembolik, delilik/akıllılık gibi yaşamın ikili zıtlıklarıyla
başa çıkmaya çalışan Yvonne ve Colin Freestone’un bölünmüş benliklerinin hayatlarına yansımaları ele
alınmıştır. Aklını yitirme ve benlik bölünmesi temasının işlendiği bu eserde, fabrika işçisi bir baba ile
fedakâr bir annenin türlü sıkıntılarla okuttuğu kızları Yvonne Freestone’un, ailesinin beklentilerini
karşılayamayıp kendi istekleri doğrultusunda bir hayat yaşamayı seçmesi ve bu nedenle ailesinin
eleştirilerine maruz kalması, ayrıca aşırı duygusal kişiliği nedeniyle dünyada insanlık adına yapılan her türlü
haksızlığı eleştirip sorgulaması ve elinden geldiğince engellemeye çalışmayı kendine görev edinmesi ele
alınmıştır. Ayrıca Yvonne’un üstlendiği kurtarıcılık rolünün onu yıpratması sonucu akıl hastanesine
yatırılmasının sonrasındaki sürece ve Yvonne’un ve eşi Colin Freestone’un içsel çatışmalarına
değinilmiştir. Storey’nin bu tezde incelenen diğer iki romanında olduğu gibi bu romanda da bölünmüş
benlik ve bunun otobiyografik yansımaları bulunmaktadır.
Önceden profesyonel bir boksör olan Colin Freestone boksörlüğü bıraktıktan sonra, karısı
Yvonne’un geçirdiği ağır ruhsal depresyonun tedavisi için Yvonne’un doğduğu yer olan Kuzey İngiltere
bölgesine geri döner ve Belediye Güzel Sanatlar Kolejinde resim öğretmenliği yapmaya başlar.
Özellikle de insanlığın çektiği acıları içselleştirmesi bağlamında sezgizel/ Jung’un teorileri
bağlamında içe dönük bir karakter olan Yvonne, bu romanda kişiliğin bedensel yönü ile çatışan sezgiler ve
duygular ile temsil edilirken, Sembolik’in bir temsilcisi olan aile kurumunun geleneksel beklentilerinin
kısıtladığı ve kalıplaştırmaya çalıştığı bireyin bunalımını yansıtmaktadır. Yvonne’ un ruhsal bunalımının en
58
önemli nedeni dış dünyaya ve insanlığın sorunlarına karşı geliştirdiği aşırı duyarlılığıdır. Roman boyunca
Yvonne’un bu yönü ve duygusallığı Colin’in, Yvonne’un annesi Bayan Sherman’ın ve Yvonne’un
doktoru Dr. Lennox’un betimlemeleriyle ifade edilmiştir. Yvonne Freestone yalnızca “ zihnini dolduran
uçsuz bucaksız soyut kavramları"1 görür ve düşünür. Yvonne’u en çok üzen şeyler ise Vietnam, Çin,
Hindistan ve Afrika gibi geri kalmış ülkelerde yaşanan insanlık sorunlarıdır. Colin, Yvonne’un Akıl
hastanesine yatırılmadan bir gece önceki hâlini hatırlar: “Bir sandalyede oturmuş ağlıyordu, elinde Batı
Afrika köylerinden birinde açlıktan ölmek üzere olan küçük bir çocuğun fotoğrafı vardı.” (A.T.L., 137.)
Yvonne, ne anne-babasıyla ve ne de kendisi gibi kişiliğinin sezgisel yönü ağır basan, ancak aynı
zamanda fiziksel/bedensel yönüyle de betimlenen Colin ile yaşadığı evde de mutlu olmuştur. Onun için
âdeta bir sığınma yeri olan akıl hastanesi bile kimi zaman dış dünyanın düşüncesizliği, vahşiliği ve
mekanikliğine bürünür; fakat Yvonne yine de kendini orada güvende hissetmektedir. Sonuç olarak dış
dünyayla çatışma halinde olan Yvonne, Pasmore’daki Colin Pasmore gibi eylemlilik ve eylemsizlik
durumları arasında sıkışıp kalır, düşünce sistemi zaman zaman felce uğrar. Bu ikilem Yvonne’un hafta
sonunu geçirmek üzere gittiği Colin’in ve annesi Bayan Sherman’ın evinde geçirdiği krizlerle
betimlenmiştir: “Birden titremeye başladı, çığlık atıyordu...Başını geriye atıyor ve bağırıyordu...Ambulans
geldiğinde kendinden geçmişti.” (A.T.L.,181-182). Colin Pasmore’un durumundan farklı olarak
Yvonne’un rahatsızlığının tedavi edilemeyecek düzeyde ciddi boyutlara ulaşmış olması, dış dünyaya karşı
normalden fazla duyarlı olduğunu ve aynı zamanda dış gerçekliği kabullenmekte direnç gösterdiğini ortaya
koymaktadır.
Diğer taraftan romanın başlangıcında okuldan meslektaşı Hendricks ile tennis maçı yapmaya
gittiği parkta Colin’in büfenin vitrinindeki yansıması onun iç dünyasının tanımladığı ilk sahnedir:
“...umutsuz ve umursamaz bakışlar.”(A.T.L., 1) Lacan’ın teorileri bağlamında aynadaki yansıması
Colin’in benlik bütünlüğünün bozulduğunu gösterir:
Ayna Evresi’nin hem olumlu hem de olumsuz sonuçları vardır: Olumlu yönü benliğin işlevsel bütünlüğünün ilk kez açıkça ortaya konduğu evre olmasıdır.
59
Ancak buna rağmen beden tamamen bir bütün olarak algılanamaz. Aksine, parçalar halinde algılanır; rüyalarda, bazı tekrarlayan fantezilerde ve şizofrenik durumlarda.2
Çünkü aynadaki -hayattan zevk almayan,umutsuz- imajıyla dış çevresindeki -ötekiler gibi bir meslek
sahibi, evli bir adam olan- imajı birbirinden farklıdır. Aynı durum, yaşamı anlamsız ve Sembolik’in
temsilcisi olan dış dünyayı düşüncesiz ve vurdumduymaz insanlarla dolu bir alan olarak gören, ruhundaki
ve zihnindekileri bir türlü eyleme dökemediği için kendi Semiotik’ine geçemeyen Yvonne için de
geçerlidir. Bedeni ve ruhu birbirinden bağımsız iki ayrı unsur hâline gelmiştir. Bu durum Laing
söylemindeki “şekillenmemiş benlik” kavramıyla örtüşmektedir:
Şekillenmemiş benlik durumunda birey kendini bedeninden az çok boşanmış veya ayrılmış hisseder. Beden, bireyin kendi özü olmaktan çok dünyadaki nesneler arasındaki bir nesne olarak hissedilir. Bireyin kendi gerçek benliğinin özü olmak yerine, beden, sahte benlik’in bir özü olarak görülür. Ayrışmış, şekilsizleşmiş “içsel”, “gerçek” benlik, bu sahte benlik’e duruma göre şefkat, sevinç veya nefretle bakar.3
Benliği ayrışmış olan Yvonne, Lacan’ın teorilerinde değinildiği gibi, ideal ego’suna değil de, köken olarak
bağlı bulunduğu Yorkshire toplumunun değer yargılarına göre belirlediği ego’sunun ideali’ne uygun
yaşamaya zorlandığından aynadaki imgesi ego’nun aldatıcı yönü olan sahte benliği’ni yansıtmaktadır.
Storey gibi ailesinin fedakârlıklarından ötürü kendini her zaman onlara borçlu hisseden Yvonne kendi
gerçek benliği ve anne-babasının ondan uyum sağlamasını beklediği sahte benlik arasında kalır ve
yapamadıkları için kendini suçladığı bir tür içsel sorgulamaya sürüklenir.
Colin’in tenis oynadığı park ile ilgili tasvirler Storey’nin çocukluğunun ve ilk gençlik yıllarının
geçtiği Wakefield Bölgesindeki parklarınkiyle benzer olması açısından otobiyografik özellikler
taşımaktadır:
...Ortadaki çimli alandan tenis kortlarını, bowling sahasını...daha ilerde parkın dış duvarını ve siyah bacaları ve kararmış trabzanlarıyla eski tuğla malikanenin destek duvarını görebiliyordum...Yamaçtan yukarı doğru tırmandığımda parkın ötesinde egzotik ağaç kümeleriyle ayrılmış yeşillik alanlar ve vadinin güney sınırlarını belirleyen uzaktaki ıssız binaların daha koyu renkli dış hattı görünüyordu.(A.T.L.,3-4)
60
Colin’in eve giderken gördüğü Kuzey İngiltere madenci bölgesi manzarası ona burada çalışan
madencilerin çektikleri sıkıntıyı hatırlatır: “Tepeden iniyorum. Sanki orada bir yarık açılmış ve en derin
köşelerinden tuhaf iç çekmeler ve inlemeler yükseliyor.” (A.T.L.,4) Colin de Storey gibi madenci bir
aileden gelir ve hayatını babasından daha farklı kazandığı için benliğine genel bir suçluluk duygusu hakim
olur. Daha önce incelenen Freud’un kuramları bağlamında Colin’in ve Yvonne’un yetiştiği kültürün
insanlarının çektikleri sıkıntılar, zihinlerinin derinliklerinde bir yerde durur ve bilinçaltı’na atılanlar ve super-
ego’nun vicdanî yönünden kaynaklanan bu suçluluk duyguları ve çocuklarının kendi beklentileri
doğrultusunda yaşamadığını gören anne-babaların sitemleri yaşam boyu bireyi huzursuz ederek onu
Freud’un “bireyin bedeni ve aklı ile her şeyin dışında kaldığı ağır ruhsal bunalım”4 olarak tanımladığı
depresyona maruz bırakabilir. Bu bağlamda Freud depresyonun bireyleri aşırı hassaslaştırdığına dikkat
çekmektedir:
Depresif kişilikler ve depresyon’a maruz kalan insanlar takdir edilmek isteyen ve kendilerini depresyon’a uğratabilecek suçlanma ya da eleştirilerden kaçınan insanlardır. Onların başkalarını memnun etme kaygısı bu insanları diğerlerinin duyguları hakkında aşırı hassas kılar; bu da özdeşim yoluyla oluşan bir çeşit ötekine uyum sağlama biçimidir. 5
Hem kendi anne-babasını hem de dünyada yardıma muhtaç insanları memnun edemediğini düşünen ve
bu nedenle kendini yetersiz Yvonne’un -Jung kuramlarında incelendiği gibi- libido’su geriye doğru
akmakta ve bu da onu her zaman huzursuz ve umutsuz kılmaktadır.
Colin’in iki mesleği -boksörlük ve resim öğretmenliği- arasındaki tezatlık Storey’nin çocukluk
döneminde ilgilendiği rugbi ve resimle benzer nitelik taşır. Bu bağlamda beden-ruh ikilemi: duygusal ve
duyusal beceri gerektiren sanatsal işlerle fiziksel güç gerektiren rugbi, boksörlük gibi işler, Jung söyleminde
olduğu gibi temelde içedönük ve sezgisel yapıda olan bireylerin hayatında içsel çatışmalar yaratır. Bu
durum Storey’in hayatında da görülmektedir: “Ve hemen anladım ki bu fiziksel yönüm; futbol oynayan
yanım; benim içe dönük dünyamdan çok, yaşadığım çevreye çok uyuyordu.”6 Aslında çocukluğundan
beri ressam olmak isteyen Storey: “On beş yaşımdan beri ressam olmak istiyordum, bu benim için
61
özgürlük anlamına geliyordu,” 7 der ve Colin Freestone da: “Ben zaten bir ressamdım. Bu, benim içimde
hep vardı,” (A.T.L., 58.) diyerek benliklerinin sezgisel/duyusal yönünün her zaman ağır basmış olduğunu
dile getirirler.
Jung söyleminde olduğu gibi çatışmalar ve zıtlıklar psişe’nin oluşumunda önem arz etmektedir:
“Psişe, enerjisini tüm zıtlıkların dengesinden alan bir süreç tarafından biçimlendirilir.”8 ve asıl önemli olan
onlara verdiğimiz tepkilerdir. Bu bağlamda Yvonne içsel çatışmalarını, farkında olmadan yadsırken, Colin
iki yönünü dengeleyen bir yapı oluşturmaya çalışır.
Öğretmenlik mesleğinden hoşnut olmayan Colin’in yalnızca ekonomik nedenlerden ötürü bu işi
yapması -daha önceki bölümlerde de bahsedildiği gibi- Storey’nin öz yaşamı bağlamında otobiyografiktir.
Colin’in çalıştığı kolejin müdürü Wilcox takıntıları olan; koyduğu yasak ve kurallara uyulması için
elinden geleni yapan ve görevini fazlasıyla önemseyen garip bir adamdır: “Ben takip etmesem bu kahrolası
bina başımıza yıkılacak bir gün.” (A.T.L.,9) Daha önce incelendiği gibi, Jung’un kuramına göre Wilcox’un
persona’sı benliğinin ötesine geçmiştir ve Jung’un “benlik şişmesi” diye tabir ettiği durum burada
görülmektedir:
Ego’nun persona ile özdeşleşmesine “şişme(inflation)” denir. Böyle bir insan rolünü çok başarılı oynaması sonucu kendine aşırı önem verir. Bununla da yetinmez, bu rolü diğer insanlara da yansıtır ve onlardan da aynı rolü oynamasını bekler. 9
Kendini yalnızca okulda var edebilen Wilcox, aynadan yansıyan bölünmüşlüğünü -okulda ve dış
çevresindeki idealist okul müdürü imajı ile bir türlü önüne geçemediği kleptomani hastalığının yarattığı
güçsüz ve yetersiz birey imajı arasındaki zıtlığı- farkında olmadan; kendini okuldaki işlere, aksaklıklara
yönlendirerek ve ayrıntılar konusunda abartılı bir hassasiyet özelliği geliştirerek yadsır. Başka bir değişle,
Freud’un kuramları doğrultusunda tanımlanan super-ego’nun ve Lacan’ın kuramları kapsamında ele
alınan Sembolik düzen’in kurallarına itaat etmeye çalışsa da, id’den gelen güçlü istekler onu toplumsal
tepkiyle karşılaşacağı bir davranışa -kleptomaniye- iter. Bu kötü alışkanlığını gizlemeye çalışan Wilcox,
62
çevresine karşı oldukça katı ve memnuniyetsizdir ve bu nedenle oldukça stresli bir yaşamı vardır. Bu
bağlamda Freud, aşırı titiz ve kuralcı bireylerin normal bir hayat yaşayamayacağını vurgulamaktadır:
Her toplumda titiz bireyler vardır. Titizliği takıntılı boyutlara varanlar zihinleri temizlik ve düzenle; her şeyin belli bir düzende ya da katı kurallar doğrultusunda yapılması gerektiği düşüncesiyle; bu denli meşgul olduğundan ne normal bir hayat yaşayabilir ne de normal ilişkiler kurabilir. 10
Wilcox, Sembolik Düzen’in bir yansıması olan okul kurumunda, yöneticilik konumu nedeniyle
toplumdaki otorite figürlerinden birini temsil etmekte, dış dünyanın nesnelerini her zaman kontrolü altında
tutmaya çalışmaktadır. Denetimindeki insanlardan mükemmel olmalarını bekleyerek, Freud’un
söyleminde belirtildiği gibi super-ego’nun “kusursuzluk” yönünü ön plânda tutmaya çalışır. Wilcox’un
psişe’sinin bu yönü ve obsessif/ takıntılı davranışları Jung’un kuramları bağlamında kişisel bilinçdışı’na
itilmiş belli kompleksler barındırdığına dair ip uçları vermektedir. Jung’a göre: “Kompleksler, psişe’nin
karanlık bölümlerinde -bilinçli davranışları engelleyen ya da teşvik ettikleri yerde- bağımsız olarak var
olmak üzere bilinçdışı’nın kontrolünden çıkmış ve ondan ayrılmış olan ruhsal unsurlardır.”11
Aslında geçmişin değer yargılarıyla yaşayan Wilcox; geleneksel yaşam ve sanat anlayışına sıkı
sıkıya bağlıdır. Bu nedenle sanatta modern ve deneysel çalışmaları, kalıpların dışına çıktıkları -Sembolik’in
sınırlarını zorladıkları için- acımasızca eleştirir: “...Yeni kuşak: ‘Bırakalım, bakalım ortaya ne çıkacak’ diyen
genç çocuklar. Onlar hayatın kendiliğinden yürüdüğünü sanıyorlar herhalde: sırtını yasla ve bir şeyler
olmasını bekle.” (A.T.L.,113)
Storey’nin, öğretmenlik mesleğiyle ilgili olumsuz düşünceleri bu roman bağlamında Wilcox’la
ilgili olumsuz tasvirlere yansıtılmıştır. Öğrencileri, sürekli sorun yaratan insanlar olarak gören Wilcox’un
geleneksel ve bireyi önemsemeyen eğitim anlayışı yerilmiştir: “...Burada isme gerek yok. ‘Sen, sen ve sen’
var. Ben bunu bilir bunu söylerim.”(A.T.L.,18)
Colin’in bakış açısından anlatılan romanda olaylar Colin’in dış dünyadaki hayatı ve Yvonne’un
kaldığı hastane ve Yvonne’un annesi Bayan Sherman’ın evinde geçmektedir. Romanın karakterlerden
birinin bakış açısı ile anlatılması okuyucunun Yvonne’un iç dünyasına tam anlamıyla yaklaşmasını
63
engeller; çünkü roman boyunca okuyucu Yvonne’un ruhsal bunalımını -Colin’in hastaneye gittikçe yaptığı
betimlemeler doğrultusunda- belirli bir mesafeden izlemek durumunda kalır.
Her hafta Yvonne’u ziyaret eden Colin’in dikkatini, bir keresinde Yvonne’u yürüyüşe götürmek
istediğinde aynanın karşısında hazırlanan Yvonne’un yüz ifadesi çeker: “Aynada-garip ama tam anlamıyla
bir genç kız ifadesi vardı: içten, masum ve bir şeyleri sorgulayan bir yüz ifadesi.” (A.T.L.,31) Yvonne’un
aynadaki yansıması, onu bölünmüş benliğiyle yüz yüze getirmiştir ancak bunun tam anlamıyla farkına
varamaz. Foucault’ya göre delilik benliğin parçalara ayrılmasının bir sonucudur olarak ifade edilmiştir:
“Delilikte ruh ile bedenin tamlığı parçalanmaktadır...İnsanı kendinden, onu asıl gerçeklikten soyutlayan
parçalar; koparlarken bir hayalin gerçek dışı birliğini kıran ve bu özerkliğin sayesinde bu birliği gerçeğe
dayatan parçalardır.”12
Etrafında olup biten her şeyi sorgulayan ve tanımlamaya çalışan Yvonne, Storey’nin Pasmore adlı
romanındaki Colin Pasmore gibi daha önce Jung’un söyleminde de görüldüğü üzere benlik bölünmesine
bağlı içsel sorgulama sürecinden geçmektedir. Sıkıntılı olduğu zamanlardaki sigara içişi, Yvonne’un iç
dünyasının karmaşıklığı ile ilgili ip uçları vermektedir: “Böyle zamanlarda sigara yakmak, ruj sürmek
garip, sıradan ve gelişigüzel yapılan bir iş gibiydi ve bunların sıradanlığı onun iç dünyasındaki kargaşayı
ortaya çıkarıyordu.” (A.T.L.,32) Zihnini ve ruhunu meşgul eden soyut düşünceler Yvonne’u dış dünyanın
nesnelerinden uzaklaştırmış, Yvonne ben/öteki ve özne/nesne arasında ayrım yapamaz olmuş ve zaman
içinde dış dünyanın nesneleri iç dünyasında kaybolmaya başlamış ve her şey anlamını yitirmiştir. İnsanlık
için yapmak istediklerini gerçekleştiremeyen Yvonne’un zihni sürekli olarak bu isteklere dair soyut
düşüncelerle öylesine dolar ki bunun sonucunda zaman zaman dış dünyayla bağlantısını kaybeden
Yvonne kaygılı ve umutsuz bir ruh hâli içindedir:
Birey dış dünyanın arzulanan nesnelerine ulaşamadığında bu nesneler psişe’ye hapsedilir ve düşünce yapısının bir parçası haline gelir. Arzunun, nesne kaybı yoluyla engellenmesi oldukça tehlikelidir çünkü bu idi bir tür kızgınlık/ sinirlilik enerjisiyle doldurur. 13
Aklını yitirdikten sonra genellikle Hayal dönemi’nde kalan Yvonnne için aynadaki görüntüsü, bazen iyice
bulanıklaşır ve bu dönemler onun kriz dönemleri olur. Bu bağlamda Lacan’a göre: “Hayal dönemi’ne ait
64
yaşananlar, imaj ile onun yansıması arasında kesin bir ayrım yapılmasına imkân vermezler, özne kendi
imajı ile aynaya yansıyan imaj arasında kendi mesafesini korumadan, ortada bir yerde yaşar.”14
Sembolik’in temsilcisi olan toplumdan; akıl hastanesine yatırılmakla uzaklaşan Yvonne,
Semiotik’e de tam anlamıyla geçemez; çünkü düşündüğü ve sorguladığı insanlık sorunları dış dünyanın
gerçek sorunlarıdır. Bu nedenle iki düzen arasında kalmanın verdiği huzursuzlukla yaşamaya mahkum
edilmiştir.
Çektiği acıların tam manasıyla farkında olan Yvonne, bunları bazen Colin’in görmezden geldiğini
sanır: “Hastanedeki çayın fiyatını bilmeme şaşırdı, sanki çektiği acının yoğunluğu önemsenmiyormuş
gibi.” (A.T.L.,34) Başlangıçta Sembolik Düzen’in -Yvonne açısından hastane yönetmeliği bağlamında-
kurallarına uyan Yvonne’un, bunun oradan çıkış sürecini hızlandırmadığına inandığında bu
davranışlarında bir gerileme görülür. Colin ile olan iletişimi bağlamında ise; geçmişte paylaştıkları şeylerin
yerini alan hastane ziyaretlerinde Colin, Yvonne’un her şeyden olduğu gibi kendisinden de uzaklaştığını
fark eder: “Sanki(elini değil de) bir taş parçasını tutuyordum; paltosunun altından bu sertliği
hissedebiliyordum.” (A.T.L.,35) Colin’in yaptığı bu benzetme Yvonne’un ruhsal durumunun gösterenidir.
Pasmore’daki Colin Pasmore gibi Yvonne da sürekli mutsuz ve huzursuzdur: “Bu sabah
uyandığımdan beri içimde bir sıkıntı var, mutsuzum...Her şey üstüme geliyor. Neden, bilmiyorum. Her şey
ne kadar anlamsız.” (A.T.L.,35-36) Yvonne, hayata/dış dünyaya yabancılaşmıştır. Jung söyleminde
olduğu gibi libido’sunu kendi yeterlilikleri ölçüsündeki unsurlara yönlendiremediğinden yaşam enerjisini
yitirdiğini hisseder ve kendini hayatın dışında bir yerlerde görmeye başlar, gerçekle bağıntısını kaybetmiştir.
Aklı sürekli Yvonne’la meşgul olan Colin, kolejdeki öğrencilerinden olan ve davranış ve
konuşmalarıyla ilgisini çeken Rebecca ile yakınlaşır; onun ilginç -sadece geometrik formlardan oluşan-
resimleriyle ilgilenmeye başlar. İlk zamanlarda Rebecca ile aralarında geçen bazı konuşmalar garip bir
biçimde Colin’e Yvonne’u hatırlatmaktadır: “Garip, ama bir an Yvonne’la konuştuğumu sandım.”
(A.T.L.,37) Yvonne ile aralarında geçen konuşmaları ve Yvonne’un bazı davranışlarını -Yvonne’un onu
65
her gördüğünde ve ondan her ayrılışında ağlayışını, çaresiz bakışlarını- hiç beklemediği anlarda anımsayan
Colin bundan ötürü üzüntü ve huzursuzluk duyar:
...Bu konuşmanın daha önce Yvonne ile aramızda geçen diyalogların bir uzantısı olduğu hissine kapılmak beni bunaltıyor; her an sanki bu kız (Rebecca) ağlayacakmış gibi, ya da bu araba, dışarıda daha önce yaşanmış bir hayatın hatıralarını fısıldayan hayaletler ve gölgelerle dolu, görkemli ve sessiz bir odaya dönüşecekmiş gibi geliyor. (A.T.L.,38)
Rebecca’nın yaptığı resimleri görmeye onun evine giden Colin, Rebecca’ya resimlerinde geometrik
biçimler -özellikle de üçgenleri- kullanmak yerine gördüğü şeyleri olduğu gibi resmetmesini önerdiğinde
aldığı yanıt, genç kızın beden ve ruh çatışmasını ortaya çıkarmaktadır: “Ben figürleri zaten gördüğüm gibi
çiziyorum, gördüğüm biçimler çizdiklerimle aynı.” (A.T.L.,44) Rebecca geometrik resimler çizerek dış
dünyadan/ nesne’den kurtulmak ister ve kendi iç dünyasına sığınır. Diğer taraftan bu durum, sınırları daha
önceden belirlenmiş bir takım kalıplar içinde yaşamanın Rebecca’ya güven verdiğinin bir gösterenidir.
Geometrik şekillerde olduğu gibi sınırlarını görebildiği küçük odası onun ruhsal dünyasının ve Jung’un
psikanalitik kuramları bağlamında kişisel bilinçdışı’nın derinliklerinde bir yerde güven arayışı içinde
olduğunu göstermektedir.
Colin’in Yvonne’un annesi Bayan Sherman’ı ziyarete gittiği bölümde, Yvonne’un ruhsal
bunalımının gerisinde yatan nedenlerden biri olan ailesel geçmişine ait ip uçlarına ulaşılmaktadır. Geçmişi
ve yaşadığı evle âdeta bütünleşmiş olan Bayan Sherman, Lacan’ın söylemi bağlamında bireyin toplumsal
yaşama geçtiği Sembolik’te, kendini bu düzenin bir yansıması olan evlilik hayatına adamış ve elli yıl
boyunca aynı evde yaşayıp, bir çocuk dünyaya getirmiş; kocasının ölümünü de aynı evde görmüştür. Bu
bağlamda Storey, bireyi monotonlaştıran ve işlevsiz hâle getiren sıradan evlilik yaşantısını Colin’in
ağzından eleştirir: “Burada bir ağaç gibi yaşlanıyor, amaçsız, her şeyden habersiz. Bir gün gelecekler ve
onu kesip yere yıkacaklar.” (A.T.L.,52)
Rebecca’nın ıssız evi gibi Bayan Sherman’ın evini de bir mezara benzeten Colin’in tasvirleri,
onun karamsar ruh hâlini yansıtmaktadır:
66
Ev, bir çeşit mezar gibi: nemli; ırmağın kokusunu burada duyabilirsiniz...trenlerin, el değmemiş-yıkanıp kaldırıldıktan sonra giyilmemiş-giysilerin kokusunu...Her yere pislik saçan sanayinin o acımasız eylemsizliğinin kokusunu...Yok oluşun, hayata boş vermişliğin kokusunu duyabilirsiniz. (A.T.L.,52)
Yazarın kendi yaşamında -babasının iş yaşamı bağlamında- İngiltere’nin sanayileşmeye yeni
başlayan kuzey bölgesindeki değişen ve gittikçe zorlaşan yaşam koşullarına ilişkin olumsuz görüşleri
Colin’in görüşleriyle benzerlik göstermesi bakımından otobiyografik niteliktedir: “Babamın 64 yaşına
kadar o çukurda kalmasının ne kötü bir şey olduğunu şimdi anlıyorum. En son çalıştığı katman sadece 13
inç yüksekliğindeydi.”15
Storey’nin bu tezde incelenen üç romanında da beden/ruh, iç dünya/dış dünya, birey/toplum,
özne/nesne, kuzey İngiltere/ güney İngiltere gibi ikili zıtlıklara rastlamak mümkündür.
Yvonne’un da annesi gibi bir şeyler hakkında kaygı duymadan yaşayamayacağını ve bunu bir
yaşam tarzı haline getirdiğini düşünen Colin, karısının rahatsızlığının yetiştiriliş biçimiyle de ilgili
olabileceğini düşünür: “ Burada kaygı bir çeşit besin, hayatın vazgeçilmez bir malzemesidir.” (A.T.L.,53)
Aynı zamanda Colin’in tanımlamaya çalıştığı bu durum Yvonne’un ruhsal çöküntü sürecine ışık tutar:
Yvonne da kaygı dolu bir insan. Vietnam’ı, Çin’i, Hindistan’ı, Afrika’yı; buradaki aç çocukları, başlarında erkek olmayan kadınları, dövüşmekten başka yapacak bir şeyleri olmayan erkekleri, Napalm bombasını, böcek ilâçlarını, kirliliği düşünür: zihnini sonsuz soyut düşünceler esir alır ve başka bir şeyle ilgilenmesine izin vermez. Bu düşünceler içindeyken karşısına çıkan insanı tanıyamaz -bu yoğun soyut sisten dolayı- onun için artık insanlar insan değildir; onlar Yvonne’un algısının ötesindeki güçler tarafından yönetilen ve kullanılan, çaresizlik içindeki kozmik bir kuruma ait olan ve tanımlanamayan unsurlardır. (A.T.L.,53)
Yvonne’un bu durumu Freud’un kuramlarına göre, kökenini daha çok çocukluk yaşantılarından alan bir
tür rahatsızlık olan nevrotik anksiyete’nin bir çeşididir. Bağlantısız anksiyete denilen bu hastalıkta kişi,
sebepsiz yere kaygılanır, hep sıkıntılı ve huzursuzdur. Bu durum oldukça yorucu ve yıpratıcı olduğundan
umutsuzluğa sebep olur:
67
Bu insanların üzüntü konusu yaratmaktaki hayal güçleri sınırsızdır...Bağlantısız anksiyete’de ego, yetersiz kalan baskı mekanizması dışında genellikle savunmasızdır ve bu durum kişinin sürekli bir gerilim ve tedirginlik içinde yaşamasına neden olur.16
Diğer taraftan anne-baba olarak Yvonne’un geleceği için ellerinden gelen her şeyi yaptıklarına
inanan Bayan Sherman, kızının bu durumuna bir türlü anlam veremez: “O çok çalıştı. Biz ona her şeyimizi
verdik. Okulunu dereceyle bitirdi: insanlar daha önce böyle bir başarı görmediklerini
söylemişlerdi...anlayamıyorum” (A.T.L.,53) Bayan Sherman’ın bu konuşmaları üzerine Colin,
Yvonne’un çocukluğunu hayal eder:
Yvonne okuldan eve gelir, çalışır: sokağın ucundaki ırmağın kokusu, motorların ritmik gürültüsü ve başının ucunda iş tulumu ve botlarıyla babası durmaktadır. Yvonne, ateşin yanına oturur ve kendini eylemsizliğe sürükleyen ve tüm bu görüntüleri içine alabilecek türden bir imge oluşturmaya koyulur: Afrika’ya, Hindistan’a, Çin’e, Vietnam’a gider; savaşa ve salgın hastalıklara; yangına ve açlığa gider; katliama ve yıkıma uğrayan yerlere gider; soyut kavramlara: kokmayan ve yerinde durmayan şeylere dalar. (A.T.L.,54)
Bu bağlamda; Yvonne’un, aslında çocukluğundan beri çoğunlukla aynı Hayalî düzen’de yaşadığı
ve anksiyete’sinin yıllar geçtikçe daha da arttığı anlaşılmaktadır. Ancak; Yvonne, onu Sembolik’in
kısıtlamalarından arındıran Hayalî düzen’de de huzurlu değildir. Çünkü kendine gündelik kaygılardan
daha önemli ve büyük kaygı unsurları bulmuş ve bireysel olarak üstesinden gelemeyeceği sorumluluklar
üstlenmiştir. Ünlü yazar Shakespeare’in Hamlet adlı tiyatro oyunundaki Prens Hamlet’in de dönemin
Danimarka’sındaki sosyal çarpıklıkları düzeltme görevini, insanî güçlerinin ve ömrünün bütün bunları
yapmaya yetmeyeceği gerçeğini görmezden gelerek üstlendiği ve doğal olarak bunu başaramadığı için bu
bağlamda hep huzursuz olduğu bilinmektedir. Benzer şekilde Yvonne’nun da gücü ve sınırlı ömrü bütün
bu evrensel sorunları çözmeye yetmeyeceği halde, çözüm arayışında olması; bir sonuca varamadığı için
kendini yetersiz ve çaresiz hissetmesine neden olur. Ancak Yvonne bu gerilimini güzel rüyalar görerek
geçici süreyle boşaltır. Freud ve Jung’un söylemlerinde incelendiği üzere rüyaların ruhsal dengeyi sağladığı
bilinmektedir: “ Rüyaların, ego’nun tek taraflı davranışlarını telafi edici bir işlevi vardır.”17
68
Yaşadığı düzenin -Sembolik’in- bozukluğunu ve aksaklıklarını eleştiren Yvonne, aynı zamanda
bu düzenin bir parçası olduğu için çatışma yaşar. Çocukluğunu ve ilk gençlik yıllarını geçirdiği İngiltere’nin
kuzey bölgesi ile daha sonra eğitim almak üzere gittiği Londra çevresi birbirinden çok farklı özelliklere
sahip iki bölgedir. Yvonne gibi Pasmore’daki Colin Pasmore da bu iki bölgenin birbirine zıt değer
yargılarının arasında sıkışıp kalır ve benliklerinin bedensel ve ruhsal yönlerinin uzlaşmaz bir biçimde
birbirinden ayrı işlemeye başladığını düşünürler. Benlik bölünmesi ve beden-ruh çatışması Storey’nin
eserlerinde sıklıkla rastlanan temalardır. Bunun sebebi ise Storey’nin böyle bir süreçten bizzat geçmiş
olması ve benliğinin bedensel ve ruhsal yönlerini uzlaştırmakta güçlük çekmiş olmasıdır:
...orada (Kuzey İngiltere’de) herkes ellerini kullanarak bir iş yapıyordu ve böyle yapmayan bir kaç kişiye de zavallı gözüyle bakılıyordu...her şey dış dünyaya ait ve somuttu ve iç dünyaya ait olanlar, ruhumuza ait olan şeyler sanki utanç veren şeylermiş gibi küçümseniyordu...Bu nedenle ben de neredeyse tamamen iç dünyaya ait olduğumu; dış dünyaya çok az bir parçamın dahil olduğunu düşünürdüm ve bu durumu kendimden ve ötekilerden saklamak için kendimi fiziksel güç gerektiren işlere verdim. Futbol oynamaya başlamamın nedeni duyduğum bu suçluluk duygusudur, bunu bir şekilde telafi etme isteğidir.18
Colin Freestone, yasal/zorunlu eğitim süresinden sonra eğitimine devam etmemiştir ve
Yvonne’un da aldığı eğitim yüzünden bu kadar hassaslaşmış ve kısıtlanmış olduğunu ileri sürer: “Bayan
Sherman, siz ve ben aynı kayıktayız. Bizim üstümüzde dış dünya var ve eğitim görmemiş halimizle bizim
aklımız yerinde; fakat Yvonne -eğitim gördü- iç dünyasına saplanıp kaldı.” (A.T.L., 58) Sembolik’in bir
temsilcisi olan eğitim sistemini eleştiren Colin eğitimin, bireyi yalnızlaştıran politik bir unsur olduğunu ifade
eder: “Eğitim, kendileri de yeterince bilgiye sahip olmayan insanların bilgisizlerin beynini yıkamasıdır.”
(A.T.L., 58) Colin’in bu düşünceleri Storey’nin eğitim hakkındaki görüşlerini çoğunlukla yansıtır nitelikte
olduğundan, otobiyografik bir unsur olarak görülebilmektedir:
Eğitimde daha önceden belirlenen katı kanunlar ve toplumsal kurallar tarafından oluşturulan ve şimdi yenilenen bir ahlâkî beyin yıkama sistemimiz var: toplumsal disiplini aşılama ve var olan kurallara...uymaya razı olmayı öğretme...Bu duruma içimizden kızmamıza ve aslında uçmak istememize rağmen; yine de kendimizi güvende hissetme ihtiyacımız uğruna uçmadan durduğumuz yerde kalmamız gerektiği konusunda ısrarcı davranıyoruz. 19
69
Yvonne’un babası da Pasmore’daki Colin Pasmore’un babası gibi işçidir ve kızının iyi bir eğitim
alıp kendi gibi sıkıntılar çekmemesi için yıllarca fabrikada çalışmıştır. Colin, Bayan Sherman’ın evinde
bulduğu Bay Sherman’a ait fotoğraftaki yüz ifadesini tanımaya çalışır: “Mademki böyle olmak için
doğmuşum, o zaman doğru yerdeyim ve doğru işi yapıyor olmalıyım.” (A.T.L., 59) Freud’un kuramları
doğrultusunda ego’sunun ideali/süper-ego’su Bay Sherman’ın yıllarca bu düşünceyle yaşayıp, zor çalışma
koşullarına sabretmesini sağlamıştır. Daha önce de bahsedildiği gibi, Storey’nin babası da oğullarının
eğitimi için yıllarca kömür madenlerinde çalışmıştır. Bu bağlamda Storey’nin bu çalışmada incelenecek
olan her üç romanında da baba figürünün otobiyografik özellikler barındırdığı görülmektedir.
Yvonne’un, bu hastalığı hakketmediğini düşünen annesi; Yvonne’un Sembolik’in bütün
gereklerini yerine getirdiği halde cezalandırılmış olduğunu düşünür: “Onun gibi mantıklı, dengeli bir kızın
başına nasıl olur da böyle bir şey gelir. Hep yaşlılara yardım etti: kampanyalar düzenledi...Şimdi de sanki
Tanrıya sitem ediyor. Ya senin için yaptıkları: Rusya’ya gitti eylemlere katıldı, tutuklandı.”
(A.T.L., 60) Kocasının ve kendi emeklerinin boşa gittiğini düşünen Bayan Sherman’ın dudaklarından hep
aynı kelimeler dökülür: “Babası onu böyle görseydi kahrolurdu...Bir türlü anlamıyorum. Bir sürü
hedefimiz, hayalimiz vardı. Şimdi elimizde ne var?” (A.T.L., 61) Okul müdürü Wilcox gibi geçmişine
saplanıp kalmıştır, her şeyin eski günlerdeki gibi olmasını ister. Bu nedenle Yvonne’un durumunu
kabullenememektedir.
Yaşamsal ayrıntılarla fazlaca ilgilenen Yvonne, hayatı kendi bütünlüğü içinde algılayamaz,
ayrıntılarda kaybolur ve bu nedenle Jung bağlamında kendini ve dış dünyanın nesne’lerini tanımlayamaz
hâle gelir, benliği parçalanır ve gitgide dış dünyanın nesne’lerine yabancılaşır. Aslında id’in belli bir ölçüde
serbest kaldığı ve kontrol dışı olduğu akıl hastanesinde Yvonne bu kez de, hastanenin kurallarına uymak
zorundadır. Hayalî düzen içinde Sembolik’in kural koyucu ve kısıtlayıcı özelliğiyle karşılaşmış
bulunmaktadır. Bu dönemde Yvonne’un gerçekten aklını yitirip yitirmediğine dair yaşadığı içsel
70
sorgulamalar, Colin’in gözünden kaçmaz: “Eğer böyle davranıyorsam; aklımı yitirmişim demektir.”
(A.T.L., 74)
Akıl hastanesine yatırılmadan önce eşi Colin gibi öğretmenlik yapan Yvonne, mesleği hakkında
olumsuz düşüncelere sahiptir: “Mesleğe geri döneceğimi sanmıyorum. İnsanı delirtiyor.” (A.T.L., 79) Bu
bağlamda Storey’nin romanlarındaki öğretmenlik yapan karakterler, tıpkı Storey gibi bu meslekten zevk
almazlar.
Freud ‘un söylemi bağlamında bilinçaltı’ndaki suçluluk duygularından kurtulamayan Yvonne,
bastırılmış bu duyguların ve nedenlerinin farkına varmadıkça, yardımseverlik ve kurtarıcılık rollerini
üstlenerek yadsımaya çalıştığı bu duygularla yüzleşmedikçe iyileşemeyecektir. Pasmore’daki Colin
Pasmore gibi Yvonne da ekonomik açıdan kendi ebeveynlerinden daha iyi konumlara gelirken anne-
babaları onlara bunu sağlamak için hep yoksulluk içinde yaşamak zorunda kalmışlardır. Bu da Colin
Pasmore ve Yvonne’un yaşam boyu anne-babalarına karşı kendilerini borçlu hissetmelerine neden
olmuştur. Bu duygular Yvonne da daha da derin bir boyut kazanarak tüm işçi sınıfına yöneltilmiştir. Kendi
yaşamında da aynı süreçlerden geçen Storey, babasının her akşam madenden bitkin bir şekilde
dönüşünden çok etkilenmiş ve bunu eserlerine yansıtmıştır: “Hep şunu düşünmüşümdür: Babam sekiz
saatlik bir vardiyayla çalışıyorsa ben de sekiz saat boyunca yazabilmeliyim. Ve sanırım bu düşünce hep
benimle.”20
Diğer taraftan Yvonne’un ruhunu ve zihnini dolduran evrensel sorumluluk ve suçluluk duyguları
onun aynadaki yansımasını etkiler ve yansıyan imaj umutsuz, çaresiz ve hareketsiz duran bir kadına
-Yvonne’a- aittir. Bedeni ile ruhsal devinimleri arasındaki kopukluk zamanla bu imajın bulanıklaşmasına
ve Yvonne’un hastalığının ilerlemesine neden olur. Akıl hastalıkları ve toplumsal nedenlerini araştıran R.D.
Laing’in teorileri bağlamında Yvonne’un yaşadığı ciddi boyuttaki benlik bölünmesini, şizofreniyle
ilişkilendirmek mümkündür:
Şizoid durumda benliğin bu şekilde dağılması, benliğin bireyin ifade ve davranışlarında kendini doğrudan gösterememesi anlamına gelir. Benliğin
71
diğerleriyle ilişkisi her zaman dengesizdir. Birey, öteki ve dış dünya arasındaki etkileşimler-algılama ve hareket etme bağlamında dahi anlamsız ve yanlış görünür.21
Storey, aslında Yvonne gibi duygusal yönü ağır basan fakat bunu mantığıyla dengelemeye çalışan
Colin karakterinde benliğin bedensel ve ruhsal yönünü kısmen uzlaştırmayı başarmıştır. Çünkü Colin artık
sanatla -ruhsal ve duygusal duyarlılık gerektiren bir alanla- ilgilenmesine rağmen eski mesleğine: fiziksel
güç gerektiren boksörlüğe ait becerilerini de hayatından tamamen soyutlamamıştır, ihtiyaç duyduğunda bu
yönünü ön plâna çıkarmaktan çekinmez. Örneğin; öğrencisi Rebecca’nın annesi Elizabeth Newman’ın
daveti üzerine katıldığı partide resim öğretmenliğini ve Colin’i küçümseyen davranışlarda bulunan
Leyland’ı (Elizabeth’in kocası şehir plânlamacısı Bay Newman’ın arkadaşı) yumruklar. Jung’un
söylemine göre bu durumda, Colin’in kişisel bilinçdışı’na ait gölge adı verilen ilkörneksel unsuru bilince
ulaşmıştır: “Gölge kişisel bilinçdışı’dır. Toplumsal standartlarda ve bizim ideal kişiliğimize uymayan tüm
vahşi arzular ve duygulardır.”22
Newman’lardan koleje maddî destek sağlayan Wilcox, kendisi gibi geleneksel ve kalıplaşmış
dünya görüşlerine sahip olan Bay Newman’ın -karısı ve Colin arasındaki yakın ve samimi ilişkiyi fark
etmesi ve bir önlem alınmasını istemesi üzerine- Colin’i dolaylı yollardan uyarır.
Dışarıdan bakıldığında görkemli ve varlıklı bir hayatta mutlu gibi görünen Elizabeth’in aynadaki
imajı yalnızlığını ve umutsuzluğunu yansıtır. Evliliğinde son derece mutsuz olan Elizabeth, Colin’den önce
kendine yakın gördüğü başka erkeklere de ilgi duymuştur. Aslında Sembolik’in bir temsilcisi olan erkek
egemen toplumun yaptırımlarının acısını çeken Elizabeth, Colin gibi kendi belirlediği amaçlar
doğrultusunda/Semiotik’te yaşamak istediğinden varolan düzenin ve kalıpların karşısında durur. Ancak
Sembolik’in sınırlarının dışına çıkmanın tehlikeli olacağına inanan Neville Newman, Elizabeth’i bu
çabalarından her zaman alı koyar. Bu bağlamda Lacan’a göre:
Eğer bir insan “toplumun bir üyesi” ya da “konuşan biri” olmak şartıyla bir birey olabiliyorsa, aynı zamanda insanı hayvandan ayıran bu düzenin-
72
Sembolik düzen’nin- bütün insani sıradanlıklarına ve alçaklıklarına da katlanmak durumundadır.23
Jung söyleminde değinildiği gibi Neville de, Wilcox da persona’larını kişilikleriyle bütünleştirmiş
ve sahte benlik’lerinin gereğinden fazla ön plâna çıkmasına neden olmuşlardır.
Freud bağlamında super-ego’nun dayattığı vicdanî yükümlülükleri fazlasıyla önemseyen Yvonne
ideal ego’sunu, egonun ideali’ne dönüştürmeye çalışır. Colin’in bu bağlamdaki düşünceleri ise duruma
farklı bir boyut kazandırmaktadır. Yvonne’un, yardım etmeye çalıştığı insanlara aslında sığındığını
savunan Colin, bunun Yvonne’un yaşam tarzı haline geldiğini vurgular: “O insanlar sana sığınmıyorlar;
sen onlara sığınıyorsun: kendini bu durumdan soyutluyorsun ve sonra bundan azar azar besleniyorsun.”
(A.T.L., 138) Yvonne’un üstlendiği bu görev ona asıl sorunlarını -içsel çatışmasını- unutturan ve
derinlerdeki suçluluk duygularını uyuşturan, alışkanlık niteliğinde bir tür kaçıştır.
Storey, Colin ve Yvonne’u Jung söyleminde değinilen kavramlar doğrultusunda içedönük
(Yvonne) ve -Yvonne’la kıyaslandığında- dışa dönük (Colin) psikolojik tipler olarak ve aynı zamanda
ruhun/iç dünyanın (Yvonne) ve bedenin/dış dünyanın (Colin) sembolik ifadeleri olarak ortaya koymuştur.
Colin’in, çevresine yansıtmamaya çalışsa da yaşadığı bölünmüşlük ve yabancılaşma duygusunun
yarattığı isteksizlik ve bıkkınlık bir tenis maçı sırasında onu yakından gözlemleyen öğrencisi Rebecca’nın
gözünden kaçmaz: “Topa sanki rüyadaymışsınız gibi vuruyordunuz. Bu bakışınız okuldaki bakışınızla
aynı...Sanki o anda gerçekten bulunduğunuz yerde değilmişsiniz gibi.” (A.T.L., 150) Bu bağlamda
Yvonne ile Colin benzer hisler yaşamaktadır, çünkü aynadaki kimlikleri bölünmüş benliklerini
yansıtmaktadır.
Hafta sonunu geçirmek için Colin’in evine gelen Yvonne için bu süreç, alıştığı hastane
ortamından -kendi Semiotik’inden- toplumsal yaşam alanına -Sembolik’e- kısa süreli dönüşü bağlamında
bir tür şok etkisi yaratır. Lacan’a göre yetişkin yaşamında işbirliği içinde çalışan Sembolik, Hayalî ve
Gerçek düzen birbirinden ayrılamaz: “Hayalî düzen ifadelerinden çıkan ve iş birliğine yönelik bu
73
yönlendirme dış dünyanın Sembolik bilgisine ait yorumsal kayıt olarak ve Gerçek etki ve olaylar biçiminde
var olur.”24
Ancak bu bağlamda Gerçek düzen’e geçemeyen Yvonne, Hayalî ve Sembolik düzen arasında;
fakat çoğunlukla da Hayalî düzen’de kalır. İlâçlarını törensel bir biçimde alan Yvonne için zihnini dolduran
düşüncelerle “özgürce” meşgul olabildiği bir yer olması bağlamında hastaneye öylesine alışmıştır ki oradan
her fırsatta kurtulmak istediğini söylemesine rağmen geçici de olsa oradan uzaklaşmak Yvonne’u huzursuz
eder. Yvonne için hastane ve ilâçları, güven duygusunun sembolik temsilcileri haline gelmiştir adeta:
“...küçük plastik kutudaki ilaçlar, bir hayatı, güveni ifade ediyordu.”
(A.T.L., 176) Colin’in evinde huzursuz olan ve annesinin evine gitmek isteyen Yvonne, annesinin eski
günlerdeki gibi onun sevdiği yemekleri yaptığının ya da yatakları havalandırdığının tamamıyla farkında
değildir. Bayan Sherman’ın hiçbir şey olmamış gibi -Yvonne sağlıklıymış gibi- davranması, onun bu
durumu yadsımaya çalıştığını göstermektedir. Yvonne’un durumunu kabullenmek aynı zamanda bir tür
başarısızlığı da kabullenmek anlamına gelmektedir. Çünkü ebeveyn olarak Yvonne’un eğitimi ve güzel bir
hayat yaşaması için yaptıkları fedakârlıklar amacına ulaşmamıştır: “Babası hiç tatil yapmadan çalıştı...Onu
koleje gönderebilmek için fazla mesaiye kalırdı. Tüm kalbiyle onun için çalıştı.” (A.T.L., 59)
Annesinin evinde geçirdiği krizden sonra hastalığı ilerleyen Yvonne artık Colin dahil herkesi
arkadaşı olarak görmektedir; annesini bile tanıyamaz hale gelir ve bundan böyle Hayalî düzen’de
kalacaktır. Laing’ e göre bireyler yaşamlarının belli dönemlerinde gerçeklik algılarında yanılsamalara
yaşayabilmektedirler:
Hayatın normal koşullarında birey kendini gerçek dışı hissedebilir; gerçek anlamıyla canlı olmaktan çok ölüdür. Dışındaki dünyadan daha tehlikeli bir şekilde farklılaşmış olacak ki kimliği ve otonomisi her zaman sorgulanır...Üstün gelen, baskın olan bir kişisel tutarlılık ve bütünlük duyumuna sahip olmayabilir...Ve benliğinin kısmen bedeninden ayrıldığını hissedebilir.25
Yvonne’un tedavi sürecinin kötüye gitmesinin ardından Colin’in hayatında da olumsuz yönde
değişiklikler olur. Elizabeth ile olan ilişkisi ve Yvonne’un rahatsızlığını bahane eden Wilcox, Colin’in
74
kolejdeki işine son verir. Böylelikle aslında hoşnut olmadığı mesleğinden ayrılarak Laing’in teorileri
bağlamında sahte benliğinden sıyrılmış ve Lacan’ın Gerçek düzen’ine yaklaşmıştır. O güne dek hayatta hiç
kimseye boyun eğmeyen Colin bu olaylardan sonra da aynı duruşu sergiler ve boksörlüğüyle ilgili iş
tekliflerini geri çevirerek psişe’sini Jung’un gölge ilkörneği’nin tutsaklığından uzak tutar. Çöpçülük
yapmaya başlayan Colin’in Sembolik’teki hayatı eskisinden daha da yorucu ve yıpratıcı şekilde devam
etmiş olur. Hayatındaki bu inişli çıkışlı süreç onu Jung’un kuramlarında incelenen bireyleşme süreci’nin
yorucu bir aşamasına daha getirmiştir çünkü bu süreç: “Uzun ve çaba gerektiren ve bilinçdışı kişiliklerin
tüm bölünmüş ve düzensiz parçalarının bir araya toplanıp kendi varlığından ve işleyişinden haberdar olan -
kendi içinde uyumlu- bir bütüne dönüştürülmesi sürecidir.” 26
Eserin yan temasının Colin’in çalıştığı sanat koleji müdürüyle olan tuhaf iletişiminin eğlenceli ve
yalın ve dolaysız aktarılmasına dayandığını belirten John Russell Taylor, Storey’nin anlatım tarzıyla ilgili
fikirlerini belirtir:
Colin’in, ziyarete gittiği evde akşam yemeğine davet edilmesinin oldukça canlı bir utanç komedisine dönüşmesi ve okul müdürünün gariplikleri -gizli odasında okuldan çalındığı düşünülen bir sürü idrar şişesinin bulunması- romanı farsa yaklaştıran bir doruk noktası oluşturmuştur. Fakat bu durum Storey’nin fiziksel gerçekliğe olan bağlılığından dolayı ileri gitmemiştir. 27
Romanda benliğin bedensel yönü Sherman ailesi,Wilcox, şehir plânlamacısı Newman ve ailesi,
okul ve hastane gibi kurumlarla temsil edilirken, Colin, ruhsal yönü ağır basmakla birlikte daha çok
bedensel yönüyle ön plândadır. Buna karşılık Yvonne ruhsal yönü temsil etmektedir. Ayrıca romandaki
tüm karakterlerim -betimlenen süreç içerisinde kendi kişilik yapılarıyla tutarlı davranışlar sergilediklerinden
roman incelemesi bağlamında ele alındığında- değişmeyen karakterler olduğu görülmektedir.
Storey’nin eserlerinde görülen kaçış teması bu romanda Yvonne’un Sembolik’te kendini var
edemeyip aklını yitirerek Semiotik’e geçişinde -yeni bir boyuta kaçış bağlamında- belirgin bir şekilde
ortaya konmuştur.
75
Pasmore adlı romanda olduğu gibi bu romanda da okuyucuya kahramanların yaşamlarından bir
kesit sunulur ve bu kesit okuyucuyu durum değerlendirmesi yapmaya yönlendirmektedir. Storey, bu tezde
incelenen her iki romanda da yaşamın içinden sahneler ortaya koyma bağlamında oldukça canlı tasvirlere
yer vermiş; diyaloglar arasına belli aralıklarla yerleştirdiği dış çevreye ait betimlemelerle, konuşan kişilerin o
esnada dikkatini çeken fakat dile getirmedikleri ayrıntılara dahi yer vererek gerçekçi bir anlatım tarzı
oluşturmuştur. Ayrıca Storey romanda konuyu anlatmayıp, olayları ve durumları oldukları gibi aktarmıştır.
Böylelikle bütünü oluşturan parçaları birleştirmeyi ve aralarında bağlantılar kurmayı okuyucuya
bırakmıştır.
Storey’nin bu eserinde Pasmore’da da olduğu gibi zaman içinde belli sebeplerden -eğitim, iş
hayatı- ötürü yetiştirildikleri küçük kasabalardan ayrılan bireylerin şehir yaşamına ayak uydurma isteği ve
çabaları zaman içinde onları farkında olmadan kendi kültürlerinden ve doğdukları yerde yaşamaya
mahkum olan ve kendileri gibi değişik kültürler tanımayan anne ve babalarından farklı kıldığı ve onları
hem ailelerine hem de kendi öz benliklerine yabancılaştırdığı durumlar ortaya konmuştur. Bu durumun
yarattığı huzursuzluk ve ruhsal bunalım Yvonne Freestone’un benlik bütünlüğünün bozulmasıyla birlikte
aklını yitirmesine neden olurken Yvonne ile kıyaslandığında Colin’in çoğunlukla benlik bütünlüğünü
koruduğu gözlemlenmektedir. Laing’in kuramları bağlamında Yvonne akıl hastalığını bir tür kaçış olarak
algılamıştır. Storey bu eserinde yabancılaşma ve bölünmüş benlik sorunlarını hem erkek hem de bayan bir
karaktere aktararak her iki bireyin de olaylara verdiği farklı tepkileri ve bunlardan etkilenme biçimini
ayrıntılı fakat kendi yorumunu katmadan betimlemiştir.
76
NOTLAR
_________________________________
1 David Storey, A Temporary Life (Londra: Allan Lane, 1973), 57.Bundan böyle, bu romandan alıntılar metin içinde parantezde ve kısaltılarak verilecektir. 2 Anika Lemaire, Jacques Lacan, çev. David Macey (Londra: Routledge & Kegan Paul, 1977),177. 3 R.D.Laing, Bölünmüş Benlik, çev. Selçuk Çelik (İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1993), 69. 4 Anthony Storr, Freud (Oxford: Oxford University Press, 1989), 43. 5 Storr, 58. 6 David Storey, “Writers on Themselves: Journey Through a Tunnel”, The Listener (Londra: The Listener, 1 Ağustos 1963), 160. 7 Victor Davis, “Now He’sTop Storey”, The Daily Express (Londra: The Daily Express,16 Eylül 1976),12. 8 Carl Jung, On The Nature of The Psyche, The Collected Works of C.G.Jung, çev.R.Hull (New York: Princeton University Press, Princeton,N.J.,1973), 117. 9 Engin Gençtan, Psikanaliz ve Sonrası (İstanbul: Metis Yayınları,2002), 167. 10 David Stafford-Clark, What Freud Really Said (Harmondsworth: Penguin Books Ltd., 1967), 120. 11 Jolande Jacobi, The Psychology of C.G. Jung (Londra: Routledge & Kegan Paul,1968), 36. 12 Michael Foucault, Deliliğin Tarihi, çev. M.Ali Kılıçbay (Ankara:İmge Kitabevi,2000), 345. 13 Stephen Frosh, Identity Crises-Modernity, Psychoanalysis and The Self (Londra: Macmillan Edition Ltd., 1991), 69. 14 Lemaire,176. 15 Ray Connolly, “The Ray Connolly Interview: 3½ Million Wasted Words”, London Evening Standard (Londra: London Evening Standard, 28 Ekim 1972), 12. 16 Gençtan, 51. 17 Anthony Stevens, Jung (Oxford: Oxford University Press,1994), 84. 18 David Storey, Special Correspondent, “Speaking of Writing-2: David Storey”, The Times (Londra: The Times, 28 Kasım 1963), 15. 19 David Storey, “What Really Matters”, Twentieth Century (Londra: Twentieth Century, Ağustos 1963), 96. 20 Connolly, 12. 21 Laing, 81 22 Frieda Fordham, Jung Psikolojisinin Ana Hatları, çev. Aslan Yalçıner (İstanbul: Say Yayınları, 1983),67. 23 Lemaire,183. 24 Ellie-Ragland Sullivan, Jacques Lacan and The Philosophy of Psychoanalysis (New York: Illinois Press, 1987),131. 25 Laing, 44. 26 June Singer, Boundaries of The Soul, The Practice of Jung’s Psychology (New York: Anchor Books, Doubleday, 1994), 143. 27 John Russell Taylor, David Storey, ed.Ian Scott-Kilvert (Edinburg: Longman Group Ltd.,1974), 25-26.
BÖLÜM 1V
SAVILLE’ DE BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE OTOBİYOGRAFİK
AÇIDAN İNCELENMESİ
Storey’nin bu tezde incelenen diğer iki romanı bağlamında kendi yaşamına ilişkin daha çok sayıda
izdüşüm bulunan eseri olan -bildungsroman (gelişim romanı) niteliğindeki- Saville’de Colin Saville adlı
kahramanın İkinci Dünya Savaşı öncesi, sırası ve sonrasını kapsayan hayatı, İngiltere’nin kuzeyindeki
kömür madeni bölgesinin geleneksel yapısı ve Colin’ in bu toplumda yaşadığı kişisel deneyimler sonucu
maruz kaldığı beden-ruh çatışması ve hayal kırıklıkları ele alınacaktır.
Daha önceki bölümlerde de bahsedildiği gibi Storey gerçek yaşamında benliğinin bedensel ve
ruhsal yönlerini uzlaştırmaya çalışmış ve bunu eserlerindeki karakterlere de yansıtmıştır. Saville’de de Colin
yaşamındaki ikili zıtlıkları bir dengede tutmayı kısmen başarmıştır. Bu ikili zıtlıklar eserde: Colin’in
yaşadığı toplumun ve ailesinin olumlu ve olumsuz yönleri, Colin’in kendi benliğinin bedensel ve ruhsal
yönleri, ağabeyi Andrew ile bütünleşmesi ve ondan ayrı bir kimlik ortaya koyması, fiziksel ve
duyusal/sezgisel becerileri, eğitime olan ilgisi ve eleştirel yaklaşımı, ailesine karşı olan bağlılığı ve nefreti ve
son olarak da geçmiş hayatından hem kurtulmaya çalışması hem de kopamaması olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Romanın başlangıcında Saville ailesinin Kuzey İngiltere’nin Lupset bölgesindeki genellikle
maden işçilerinin aileleri için yapılmış evlerin bulunduğu Saxton köyüne taşınmaları, Storey’nin de böyle
bir yerde yaşaması bağlamında eserdeki otobiyografik unsurların ilki olması açısından önem arz
etmektedir: “Ben bir maden köyünde büyüdüm.” 1
Storey ataerkil toplumda kadın olmanın oldukça yıpratıcı ve zor bir durum olduğunu Saville’de
ev hanımlarını durmadan ev işleriyle uğraşan karakterler olarak betimleyerek, özellikle de Colin’in annesi
Ellen Saville’in rutin ev işlerini ayrıntılı bir biçimde sunarak göstermiştir:
78
Çok geçmeden evin annesinin işleri rutinleşmişti: Pazartesi çamaşır yıkardı; Salı günleri kurutmayı bitirir, ütüye geçerdi. Çarşambaları haftalık alışverişi yapar, ütüyü bitirir ve zamanı kalırsa ekmek pişirirdi...Perşembe günleri üst kattaki odaları temizlerdi. 2
Storey’nin ailesinin ve bu tezde incelenen eserlerindeki ana karakterlerin ailelerinin yaşadığı
Kuzey İngiltere’nin Wakefield Bölgesi yakınlarındaki Yorkshire maden yerleşkesi ve Yorkshire
sakinlerinin yaşam koşulları ve toplumsal değerleri hakkında yapılan araştırmada Norman Dennis,
Fernando Henriques ve Clifford Slaughter önemli bulgular elde etmiştir. Araştırmada Yorkshire’a
“Ashton” adını veren Dennis, Henriques ve Slaughter’ın ortaya koyduğu veriler hem Storey’nin yaşamı
hem de roman karakterlerinin yaşamıyla örtüşmesi açısından eserlere otobiyografik ve gerçekçi bir yapı
kazandırmıştır. Yapılan araştırmaya göre Yorkshire kadınları, Storey’nin de eserlerinde yansıttığı gibidir:
Kocası madendeyken kadın evin günlük işlerin-çamaşır yıkama, ütü yapma, temizlik ve diğer bütün işler-yapmalı ve yemek pişirmelidir...Ev hanımları kocalarının ihtiyaçlarıyla bu denli ilgilendikleri ve yemeği her zaman vaktinde hazırladıkları, madenden dönen işçiyi hiçbir zaman soğuk bir yemekle karşılamadıkları ve ev işlerinde kocalarından yardım istemedikleri için kendileriyle gurur duyarlar. 3
Ellen’ın annesi de Ellen gibi kendini yaşadığı kültürün/Sembolik’in kurallarına adamış -iyi bir eş
ve anne olabilmek için- hayatı boyunca çabalayıp durmuştur. Pasmore’da ve A Temporary Life (Geçici
Bir Hayat)’ da olduğu gibi Saville’de de Sembolik düzen’in bir parçası olan evlilik hayatı kadınların
yaşamını hep aynı işlerin yapıldığı bir alan olan ev ile sınırlandıran yönüyle ele alınmıştır. Diğer taraftan
Ellen, ona ev işlerinde ve çocuk bakımında elinden geldiğince yardım etmeye çalışan kocası Harry
sayesinde erkek egemen toplumdaki kocası tarafından ezilen kadın imajından uzaklaşır.
Storey’nin bu çalışmada incelenen eserlerinde maden işçisi babalar çalıştıkları madenlerden çok
dışarıdaki hayatlarıyla ön plândadır. Yazar, bu romanda Harry’nin çalışma koşullarına sık sık dikkat
çekmektedir: “Andrew’un teninin yumuşaklığı ve pembeliğinin aksine onun (Harry’nin) elleri
boğumluydu ve derisinin içine işleyen kömür zerrecikleri nedeniyle lekeliydi.” (S.,10) Ayrıca Saville
79
ailesinin olumsuz yaşam koşulları, romanda ayrıntılı olarak sunulmuştur: “Bebeği ateşin önünde yıkayacak
olan Saville(Harry) yere kağıt parçaları serer ve metal su kabını ateşin önüne koyardı.” (S.,9)
Saville ailesinin ilk oğulları Andrew’un yedi yaşındayken ölmesi Storey’in ağabeyinin ölümüyle
benzerlik taşımaktadır: “Bu, Storey doğmadan altı ay önce olmuştu ve Storey’e göre yaşamının ölümle
bağlantısını kuran ilk deneyimidir.”4 Andrew’un ölümünün ardından Ellen ve Harry Saville de doğacak
çocuklarını Andrew’un yerine koymayı plânlar: “Bize bir şeyleri geri ver. Yüce İsa aşkına bize bir şeyleri
geri ver.” (S.,17) Böylelikle Colin ile Andrew arasındaki bağ ilk kez kurulmuş olur. Bu romanda Storey biri
ölü diğeri hayatta olan iki kardeşin bütünleşmesi ve ayrılması bağlamında bölünmüş benlik temasına yeni
açılımlar getirmiştir. Colin, Andrew’ un “izinden giden, onun yerini gasp eden ve hatta yerini alan biri
olmuştur.”5 Diğer taraftan, Harry ve Ellen, Colin’i doğduğu günden itibaren -farkında olmadan- Andrew
ile kıyaslamışlardır: “...hatta melankolik bir çocuktu bu (Colin). Diğerinin gürültüsü ve huylarından sonra
Colin’in sessizliği Harry’i tedirgin etmişti.” (S.,18) Lacan’ın söyleminde değerlendirildiğinde Colin’in
aynadaki imajı Andrew’ı gösterir ve Colin aynadakinin gerçeği göstermediğinin farkındadır, fakat
Andrew’un etkisini her zaman üzerinde hisseder ve uzun yıllar Andrew’un imgesinde hapsolmuş biçimde
yaşar: “Çocuk, aynada gördüğünün bir görüntü olduğunu ve gerçek bir insan olmadığını anlar.” 6
Zaman içinde Colin ve annesi arasında kurulan güçlü bağ ve ikili etkileşim babayı dışarıda bırakır:
“Colin sanki onun (Ellen’ın) bir parçasıydı, ondan hiç ayrılmıyordu.” (S.,18) Daha önce incelenen
Freud’un kuramlarına göre Oedipus karmaşası’nın ilk evrelerinde baba, anne ile çocuğun ilişkisine henüz
dahil edilmemiştir: “Erkek çocuğun ilk sevgi nesnesi olan anne, Oedipal dönem’de de yerini korur.”7
Lacan’a göre ise Colin bu aşamada Babanın Kanunu’ndan habersizdir, çünkü henüz anneyle bir bütün
olduğunu düşündüğü Ayna Evresi’nin ilk basamağındadır. Lacan, Babanın Kanunu’nun yalnızca
metaforik bir unsur olduğunu, bunun babanın kendisine ilişkin olmadığını belirtmiştir: “Baba oradadır,
fakat onun kendine özgü otoritesi bazı açılardan kaybolabilir, böylelikle baba çocuğun zararına olan
80
sembolik hakkını yitirir.” 8 Zaman zaman super-ego’yla eş anlamlı kullanılan Babanın Kanunu, babanın
oğlunun fallus olma isteğini engeller konumda bulunduğu durumda önem kazanır.
Freud’un kuramları bağlamında Oedipus karmaşası içinde olan Colin, bilinçaltı’nda babasına
karşı bir tür güç ve otorite savaşı vermektedir: “Harry, çocuğun gücüne ve kendini yere yıkan tuhaf
vahşiliğine güldü.” (S.,20) Lacan söylemine göre annesi ile arasına giren üçüncü kişi olan babası, Colin’in
fallus olma-anneyle bütünleşme arzusunu-engeller, başka bir değişle onun bu isteğini kastre eder.
Konuşmayı öğrenmesi, ardından okula gitmesi ve böylelikle Sembolik Düzen’de yer almaya başlamasıyla
birlikte Colin, artık kültürel bir özne olur ve zaman içinde babasını rakip olarak görmek yerine onu egonun
ideali olarak görmeye ve onunla özdeşleşmeye başlar.
Daha önce incelenen Jung’un kuramlarına göre genellikle içsel duyusal psikolojik tip özelliği
taşıyan Colin’in bu özelliği anne-babasının ifadelerinde yer almıştır. “O sanki çocuk değildi. Şimdiye kadar
yalnızca bir kez banyodan sonra ağlamıştı.” (S.,18) Bu açıdan Storey ile Colin arasındaki benzerlik
otobiyografik bir özellik taşıması bakımından dikkat çekmektedir: “Storey de çocukken çok az şeye
ağladığını anımsamaktadır.”9 Jung’a göre:
Bu tipteki insanlar genellikle sessiz, erişilmez (dünya ile bağlantıları kopuk), zor anlaşılan...başkalarını etkileme ve onları değiştirme kaygısı gütmeyen...başkalarının gerçek duygularına karşılık vermek için çok fazla çaba harcamayan insanlardır.10
Harry ile Ellen arasında roman boyunca görülen uzaklık Ellen’ın kendisine sağladığı yaşam
koşullarından ötürü Harry’e zaman zaman gizli bir kızgınlık duymasından kaynaklanmaktadır. Diğer
taraftan bu durum Oedipal karmaşa’yı aşana dek babası Harry ile Colin arasındaki uzaklığa benzemektedir
ve Harry’e anne ve oğul arasında ne kadar çok ortak yön olduğunu düşündürür: “...onların birbirlerine ne
kadar çok benzediklerini gördü: sakinlikleri, ağır davranışları, tuhaf ve çoğunlukla gizemli iç dünyaları, ve
bu nedenle zaman zaman aynı ifadeleri, aynı ruh hâlini, aynı sakin bakışı paylaşmaları.” (S.,27) Jung
bağlamında persona’sıyla -maden işçiliğiyle özdeşleşmiş olan- Harry bedensel yönü, daha çok kendi iç
dünyalarında yaşayan Ellen ve Colin de ruhsal yönü temsil etmektedirler.
81
İkinci Dünya Savaşı’ndan kısa bir süre öncesi, savaş süreci ve sonrası gibi uzun bir zaman dilimini
içine alan bu eserde Storey, romandaki ikili zıtlıklardan biri olan savaş ve barış durumunu İkinci Dünya
Savaşı dönemini: “İngiltere’nin büyük bir bunalımda olduğu yılları”11 bizzat yaşayıp gören Storey, Saxton
köyünde yaşananları canlı tasvirlerle aktarmıştır:
Doğudan gelen uçaklar rotalarını belirlemek için evlerin üzerinden geçtiler...Neredeyse her akşam batı tarafındaki gökyüzü alevlerle aydınlanıyordu...Colin ve babası banliyöleri ve nehri geçer geçmez şehirdeki yıkımı gördüler...birkaç insan daha önce evleri olan şeylere-kırılmış kirişlere ve tahrip olmuş pencerelere bakıyordu.(S.,41)
Savaşın acımasızlığı ve o dönem ülkede yaşanan ekonomik bunalım, romanda Saville ailesinin yanında
kalan ve fakirlik ve işsizlik yüzünden orduya katılan askerin sözleriyle aktarılmıştır: “Benim geldiğim yerde
insanların yaşayacak hiçbir şeyi yok...Benim için endişelenmeyin...nasıl olsa öleceğim, artık benim için her
şey bitti.” (S., 35) Savaşın tüm dünyada olduğu gibi İngiltere’de yaşamı olumsuz etkilediğini savunan
Clarles L.Mowat’a göre:
Orta yaşlı hiçbir insan, yirminci yüzyılın başlarında yaşanan bu durumu değerlendirdiğinde, savaş öncesindeki İngiltere ile ülkenin savaş sonrasındaki durumunun pek de farklı olmadığı fikrini savunmaz. Eski düzen gitmişti...yüksek sınıftan insanların yaşadığı o günler geride kalmıştı. Savaş her şeyi alt üst etmişti. 12
Storey, savaşla birlikte inandıkları şeylere olan güvenlerini yitiren insanların umutsuzluğunu
Saville’de Harry ve asker arasında geçen konuşmada yorumdan çok bir tür rapor niteliğinde doğrudan
sunmuştur: “...öyle ya da böyle biz hep aynı koşullarda yaşayacağız. Zenginler ve fakirler hep olacak ve
aralarından yalnızca bir iki şanslı insan çıkacak. İnandığın hiçbir şey yok mu? Yok.” (S.,36)
Storey savaşın anlamsızlığını ve acımasızlığını, geçmişine -var olan Sembolik Düzen’le
kıyaslandığında Hayali düzen olarak nitelendirilebilecek olan düzene- takılıp kalan Büyükbaba Saville’in,
katıldığı Birinci Dünya Savaşı koşullarıyla o dönem içinde bulundukları İkinci Dünya Savaşı’nın
koşullarını kıyasladığı ifadelerle bir kez daha vurgulamıştır: “Eskiden olduğu gibi savaşmıyorlar artık. O
82
günlerde bire bir çarpışırdık. Şimdi çocuk ve kadınları bombalamaktan ya da kendilerinden millerce uzakta
hiç tanımadıkları insanları ateşe tutmaktan başka bir şey düşünmüyorlar.” (S.,97)
Sembolik’e girmesine rağmen Colin annesiyle olan ilişkisi bağlamında Ayna evresi’nde kalmıştır.
Anthony Wilden, Lacan’ın Speech and Language in Psychoanalysis adlı eserinin çevirisinde Lacan’ın,
çocuğun yaşamında bir dönüm noktası olarak değerlendirdiği bu evreye ilişkin görüşlerine yer vermiştir:
Lacan, bu evrenin çocuğun kendi işlev ve hareketlerini kontrol edemediği bir dönemde anne ile olan ilişkisinden; diğer bir değişle çocuğun uyumlu bir bütün olarak görünen diğer insanlara ait imgelere olan ilgisinden kaynaklandığını ileri sürmüştür...Lacan’a göre Hayalî düzen’deki ilişki, hangi şekilde olursa olsun aynı zamanda bir tuzak ilişkisidir. 13
Bu bağlamda Colin, romanın sonunda yaşadığı yerden ve annesinden ayrılana kadar Sembolik’te
tam olarak var olamamıştır: “Çocuk (Colin), annesine yardım ediyordu, sanki birbirleriyle iç içe girmişlerdi,
tek bir vücuttular, birbirlerine bağlıydılar.”(S.,28) Colin Babanın Kanunu’nu tanımış olmasına rağmen,
annesi Ellen’ın Colin’i kendine yakın tutma isteği Colin’in, aynadaki yansımasını annesinden ayrımlaşmış
olarak görmesine engel olur. Ayrıca annesi, kardeşi Steven’ın doğumu için hastanede kaldığı dönem
Colin’in gördüğü rüya, Oedipal karmaşa’nın etkilerini henüz tam olarak üstünden atamadığını
göstermektedir: “Uyudu, rüyasında belirsiz biçimde annesini gördü, yatakta yatıyordu, yüzü tanıdık değildi:
yuvarlak ve cam gibi parlaktı; sonra babasının bisikletini sürdüğünü ve yolunu kapatan çalıların ve
duvarların üstünden uçtuğunu gördü.” (S.,49) Lacan’ın teorileri bağlamında, Colin fallus olma isteği
nedeniyle babasının gücünü -penisi simgeleyen- bisikleti kullanır ve böylece annesine giden yoldaki
engeller ortadan kalkar. Aynı zamanda Colin annesine giden yolun Babanın Kanunu’ndan geçtiğini de
kabullenmiş görünmektedir. Lacan’ın söylemine göre: “Oedipus karmaşası’nın atlatılması kültürel
normalleşmeyi sağlar. Çocuk ailenin üçüncü bireyi olduğunun farkına varır.” 14
Saville’de Colin’in ailesinden yola çıkılarak o köyde yaşayan ve madencilikle geçinen diğer
ailelerin yaşantıları da ele alınmıştır. Colin’in babası gibi maden işçisi olan komşuları Bay Shaw da sabahın
erken saatlerinde madene gitmek üzere Harry Saville ile aynı hazırlıkları yapar:
83
Colin, Bay Shaw’un sabahleyin erkenden uyandığını ve işe gitmek üzere evden ayrıldığını...yolun karşısına geçerken ve madene doğru ilerlerken, (Bay Shaw’un) botlarının diğer botlarla birleşen ve giderek zayıflayan sesini duyardı.(S.,47)
Saville ailesinin yaşadığı bu yerleşim yerinde evlerin arkasında çocukların oyun, köyün
erkeklerinin de akşamları kriket oynadıkları dar bir alan vardır: “Bahçenin bitiminde, ilerideki cadde ile
bahçe arasında dar bir alan vardı. Bir tarafı tarlalara bakıyordu, diğer tarafı ise etraftaki evlerle
çevrilmişti.”(S.,56) ve Storey’nin, bu alanı kendi çocukluğundakine benzer bir biçimde betimlediği
anlaşılmaktadır: “Lupset yerleşkesinin özelliklerinden biri de Manor Haigh yolunun arka tarafında dört
tarafının da evlerle çevrildiği küçük alanlardır.” 15
Bu eserinde, madenci ailelerin yaşamlarını gerçeğe yakın biçimde genellikle tüm yönleriyle ortaya
koymayı amaçlayan Storey; bu bağlamda yaşanılan ekonomik sıkıntıların: “Harry, bebek (Steven) için
portakal sandığından bir beşik yapmıştı...onu madenden getirdiği gri renkli boyayla boyamıştı” (S.,60) yanı
sıra, neşeli anları da tasvir etmiştir:
Fakat akşamları Colin’in babası, Batty’nin babası ve birkaç oğluyla ve bazen Stringer’ın babası ve Bay Shaw’la evin arka tarafındaki alanda kriket oynarlardı. Kadınlar da kollarını önlüklerinin altında kavuşturup onları izlemeye gelirlerdi.(S.,59)
Colin’in kardeşi Steven, babasından sonra Colin ile annesi arasına giren ikinci kişi olmuş ve
Colin’e geçici bir süreyle Oedipal karmaşa’ya -kardeşine duyduğu öfke ve düşmanlık bağlamında-
benzeyen bir tür gerginlik yaşatmıştır. Steven’ın, annesini iyice yıprattığını düşünen Colin ona karşı
kızgınlık duymaktadır: “Bebek sanki onun (Ellen’ın) hayatından bir şeyler götürmüştü, bir parçası
alınmıştı, yerine hiçbir şey konmadan.”(S.,60)
Diğer taraftan Storey, bu tezde incelenen üç romanında da maden işçilerini -Pasmore’da Colin
Pasmore’un babası, A Temporary Life’da Yvonne’un babası ve Saville’de Colin Saville’ın babası-
madende betimlememiş; madenle ilgili tasvirlerden çok işçilerin başından geçen kazalara ve zor çalışma
koşullarına yer vermiştir: “Colin, babasını yer altında çalışırken düşlememişti hiç. Babasının çalıştığı
84
madeni hiç görmemişti...fakat Harry, sakatlık yaşadığı bir dönemde madende başından geçenleri
düşününce hüzünlenmişti: iş yerindeki tartışmalar, çöken tavanlar, kurtardığı insanlar...”(S.,66)
Maden işçileri sınıfının yaşantısına dair ifadelere Pasmore ve A Temporary Life’a kıyasla,
Saville’de daha çok yer verilmiştir. Colin Saville’in çocukluğunu ve gençliğini kapsayan uzun bir sürecin
konu edildiği bu romanda madenci toplumun yaşam biçimi -erkeklerin ve kadınların günlük yaşamları-
kısmen Storey’nin kendi geçmişinden kısmen kurgusal unsurlardan yaralanılarak sunulmuştur. Bu
bağlamda maden işçilerinin ve ailelerinin oluşturduğu toplumda erkeklerin fiziksel güç gerektiren işlerle
meşgul olmaları (madendeki işleri, tamirat ve bahçe işleri, dövüşler) bedensel yönlerinin ön plânda
olduğunu göstermektedir. Bunu yanısıra kadınlar ev işleri ve çocuklardan oluşan dünyalarında
-Sembolik’te- erkeklere nazaran ruhsal yönleriyle ön plândadırlar.
Maden işçilerinin yaşadığı toplumda erkeklerin kavgacı yönü Jung’un kuramlarında incelendiği
üzere davranışları etkileyen gölge ilkörneği’nin benliğe zaman zaman hakim olduğunu göstermektedir:
“Bay Reagan’ın dövüşlerini büyük bir tutkuyla izleyen babasına göre...Bay Reagan’ın en önemli vuruşu en
hızlı ve en sert olandı.”(S.,68)
Saxton köyünde maden işçilerinin muhasebe işlemlerini yürüten Reagan adlı memur; masa
başındaki işi ve tembel görünümü ile başta Colin’in babası Harry olmak üzere köydeki diğer işçilerin hem
imrendiği hem de işini küçümsedikleri bir adamdır. Storey bu bağlamda bedensel yönü maden işçileriyle,
zihinsel yönü ise Reagan ile bütünleştirmiştir. İngiltere’nin kuzey bölgesinde maden işçiliğiyle geçinen
aileler Storey’nin gerçek yaşamında da fiziksel güç gerektiren işlerden övgüyle bahsederken, zihinsel ve
duygusal yetenek gerektiren işlere değer vermemişlerdir: “Orası tam anlamıyla sade ve katı bir hayatın
yaşandığı; erkeklerin ya ticaret yaparak ya da fabrikada çalışarak geçimini sağlamaya çalıştığı bir yerdi.
Orada uygun ve basit bir ahlâk sistem vardı: çalışmak iyidir, tembellik kötüdür.”16
Çalışma koşullarının farklılığı nedeniyle maden işçilerinden ayrılan Bay Reagan aynı toplumda
yaşayan bir baba olarak diğerlerinden farklı davranışlar sergilemez. Yaşadığı kültürün -Sembolik’in-
85
gerektirdiği gibi katı, idealist ve kısıtlayıcı bir babadır ve Kuzey İngiltere’nin bu bölgesinin sanatsal
faaliyetlere bakışı Bay Reagan’ın keman çalan oğluna karşı yaklaşımında gözlemlenmektedir: “ Bazen
elinde bir kemanla (evden) çıkar ve onu parçalara ayırırdı...Bazen çocuklarının giysilerine de aynını
yapardı...Bunu neden mi yapıyorum? Bunların hepsine para sayıyorum da ondan.”(S.,69) Jung ‘un teorileri
bağlamında Bay Reagan’ın bu davranışı ve öfkeli yapısı Reagan’ın bilinçdışına hakim olan hayvansı
saldırganlığın bilinç düzeyine ulaştığını-başka bir değişle ego ve gölge’nin iş birliği yapmadığı-
göstermektedir. Jung’un kuramları bağlamında gölge Reagan’ın kişisel zayıflıklarıyla da ilişkilidir:
Gölge, aynı zamanda kişisel bilinçdışı’ndan da öte bir şeydir. Kendi zayıflıklarımız ve başarısızlıklarımız söz konusu olduğu sürece kişiseldir; ancak tüm insanlarda var olan ortak bir yön olduğundan kolektif bir olgu olduğu da düşünülmektedir.17
Storey’nin çocukluğunda Pazar günleri gittiği kilise okulu: “Pazar Okulu iki bölümden
oluşuyordu: Haçlılar denilen büyük çocukların grubu, üzerinde amblemler olan ahşap duvarlı kilisenin
içinde; küçük grup ise kilisenin salonunda toplanıyordu.”18 Saville’de Colin’in gittiği Pazar Okulu’yla
benzer özellikler taşımaktadır: “ Pazar Okulu ikiye ayrılıyordu: Haçlılar (on bir yaş ve üzerindekiler)...ve
kilisenin arka tarafında...kilise salonunda toplanan küçükler.”(S.,73) Colin’in arkadaşı Ian Blatchley evde
oldukça sessiz ve aksi bir çocukken, kilisede itaatkar davranışlarda bulunmaktadır: “Çocuklara sayfa
numaralarını gösteriyordu...Piyano, çalmaya başladığında en çok onun sesi çıkıyordu...Bay Morrison’un
İncil’ini taşıyarak onunla yokuşu iniyordu.”(S.,75) Freud’un söylemi bağlamında, Bletchley super-ego’nun
yaptırımlarına uyum sağlayarak toplumsal onay alma ve ilgi görme ihtiyacını karşılamak/kültürel bir özne
olmak istemektedir çünkü Freud’a göre; super-ego/üst ben’in temsilcilerinden biri olan din kurumu da
bireyin yaşamını aile ve okul kadar etkilemektedir:
Çocuğun çaresizliğinden ortaya çıkan dînî ihtiyaçlar bana göre tartışmasızdır, özellikle de bu duygu yalnızca çocukluk yıllarından gelmediği için; aynı zamanda da kendisinden daha üstün olan Kader korkusuyla pekişir. Çocuğun, bir babanın korumasına olan ihtiyacı kadar güçlü daha başka bir ihtiyaç düşünemiyorum. 19
86
Romanda Colin’in babası Harry’nin gün geçtikçe içine kapandığı ve dış çevresine
yabancılaşmaya başladığı gözlemlenmektedir: “Babası (geçirdiği sakatlıktan sonra) işe döndüğünden beri,
daha da sessizleşmiş ve daha da uzaklaşmıştı.”(S.,76) Arkadaşlarıyla eskisi kadar vakit geçirmeyen Harry
bu süreçte kendine yeni bir uğraş bulan Harry, savaş malzemeleriyle ilgili icâtlar yaparak ülkesine destek
olmak ister ancak devlet otoritelerinden bir yanıt alamaz. Savaş döneminde görülen bu yardımlaşma
duygusu tarihsel gerçeklik bağlamında önem arz etmektedir: “Savaş zamanında yaşanan sıkıntılar ve
fedakârlıkların milli ruh ve bakış açısı üzerinde önemli etkileri olmuştur...Seferberlik duygusu savaşa
katılan diğer ülkeler arasında en çok Britanya’da görülmüştür.”20
Saville’deki ikili zıtlıkları farklı karakterlerle özdeşleştiren Storey objektif bir anlatım biçimi
sunmaya çalışır. Örneğin; romanda dini eğitime önem veren toplumun karşısına zaman zaman bunun
gerekliliğini sorgulayan karakterler çıkarmış; böylelikle okuyucuya tek taraflı görüşler yansıtmamıştır. Bu
açıdan Bay Regan din eğitiminin ve ibadet etmenin gereksiz olduğunu savunur: “(İbâdet) etsen de etmesen
de bir şey değişmez.” (S.,83) Sembolik’in uygulamalarına bu ve benzeri yönlerden karşı çıkan Bay
Reagan aynı düzenin kendi çıkarlarına uyan kurallarını uyguladığından içsel çelişkiler yaşamakta ancak bu
duruma önem vermemektedir.
Romandaki pek çok otobiyografik unsurdan biri de Colin’in ailesinin isteğiyle orta okul ve lise
eğitimini kapsayan bir devlet okulu (grammer school) eğitimi için burs sınavlarına girmesi ve sınavı
geçmesidir: “Gelecek yıl şehirdeki gramer okuluna gitme fırsatı vardı, eğer sınavı geçemezse bir dahaki
sene tekrar deneyebilirdi. Yine geçemezse köyün diğer ucundaki liseye -madene en çok işçinin toplandığı
yere- gidecekti. “(S.,84) Storey de ilkokuldan sonra burs sınavını kazanır ve eğitimine şehirde devam eder:
“1947’de burs sınavını kazanarak dört yıl süreyle Direct Grant Okullarının 120.000 öğrencisinden biri
olmuştu”21
Colin’in beden-ruh çatışmasının başlangıcı köy ve şehir kültürü arasındaki farkı algılamaya
başladığı gramer okulu eğitimi yıllarına dayanmaktadır:
87
Eskiden şehir sadece bir isimden, kuleler ve kubbelerin, vadinin diğer tarafındaki otobüsten görünen tek sivri uçlu kulenin bulanık görüntüsünden ibaretti; şimdi ise dar sokaklar ve dağ gibi dikilen binalar ve daha şimdiden aralarında kaybolduğunu hissettiği yollar vardı.(S.,126)
Şehirdeki yeni okulu ve rugbi oynamaktan hoşlanmadığı hâlde burada rugbi takımına alınması
Colin’in benlik bölünmesini hazırlayan süreçlerdir. Diğer taraftan Colin’in -bedensel yönünü kullandığı-
bu erkeksi oyunu oynamasından oldukça memnun olan babası, rugbi oyununu sert bulan Colin ve
arkadaşı Stafford’u eleştirir: “Ondan daha sert işler var. Keşke benden her gün futbol oynamamı isteseler.”
(S.,162) Storey’nin yaşadığı kuzey İngiltere’nin işçi sınıfı toplumunda da rugby oldukça popüler bir oyun
olması eserdeki otobiyografik bulgular açısından önemlidir: “Amatör Rugbi futbolu Wales’de ilgi
görmezken; tenis maçı seyretmek orta sınıf bir zevk olarak kalmıştı. Profesyonel Rugbi ise özellikle
İngiltere’nin kuzeyinde olmak üzere tamamıyla işçi sınıfına özgüydü.”22
Yaşadığı kültürün değer yargılarıyla yeni çevresinin değerleri arasında bocalayan Colin, aslında
kendi ailesinin beklentileri doğrultusunda gerçekten istemediği bir mesleği yapmaya zorlanır ve sonunda
isyan eder: “Ben neden sevmediğim işleri yapmak zorunda kalıyorum?” (S.,430)
Storey’nin, bu tezde incelenen her üç romanında da anne-babalar çocuklarının eğitimi için
katlandıkları sıkıntıların karşılığını alamadıklarından yakınırlar. Pasmore’da Colin’in babası, A Temporary
Life’da Yvonne’un annesi ve Saville’de de önce -belli bir yaşa kadar eğitim alan Colin’in annesi- Ellen’ın
annesinin şikayetleri ve Ellen’ın bundan duyduğu üzüntü: “Hiç takdir edilmedim. Hiç...”(S.,96) ve daha
sonra da Ellen ve Harry’nin kendi çocuklarından -Colin’den- ve onun aldığı bireysel kararlardan
duydukları hoşnutsuzluk ortaya konur.
Reddetme ve karşılığında da reddedilme Storey’in her üç romanında da incelenen temel
karakterlerin karşılaştığı bir durumdur. Kendi hayatlarını çocuklarınınkine adayan anne-babalar
çocuklarının tepkilerine anlam veremezler. Saville’de de Colin kardeşinin, kendi aldığı eğitimi alması
fikrine-yaşadığı hayattan kendisi hoşnut olmadığı için karşı çıktığında babasının sert eleştirilerine maruz
kalır: “...Sen değiştin, ve ben de bunu görmekten nefret ediyorum.” (S.,443) Böylelikle Storey, her üç
88
romanda da aynı davranış kalıbını sergileyen ebevenylerin, kendi Sembolik Düzen’lerinin kurallarını
çocuklarına dayatma girişimlerini eleştirmiştir. Freud’un teorileri bağlamında Colin’in super-ego’su/ailesi
ve kültürü/dış dünyası, ego’suna/kendi benliğine/iç dünyasına yön vermeye çalışır ki bu bakımdan:
“Super-ego, ego için dış dünyanın bir parçası olma rolünü oynar, buna rağmen iç dünyanın da bir parçası
olmuştur.”23
Saxton’daki geleneksel hayata ek olarak Sembolik’in kurallarını daha da belirgin olarak
hissedeceği okul ve dolayısıyla şehir hayatına cesurca atılan Colin’in, Lacan’ın kuramları bağlamında
aynadaki yansıması -annesinden kopmaya başlamasıyla birlikte- değişmeye başlamış, Colin dış çevresine
bağımsız bir özne olarak katılmıştır. Jung’un söylemi bağlamında bireyleşmeye başlayan Colin bu
sürecinin amacı olan: “Bireyin içinde var olan tüm olanakların bilinç düzeyindeki farkındalığı ve bütünlüğü
sağlamak”24 yoluyla kendi psişesinin dinamiklerini güçlendirecek ve bu sürecin sonunda yaşadığı yeri terk
ederek; Freud ve Lacan kuramlarında değinildiği gibi ideal egosu’nu gerçekleştirecektir.
Colin’in katı kurallarla karşılaştığı yeni okulu Storey’nin Sembolik’in bir parçası olan okul
kurumunu; orada uygulanan katı disiplini ve öğrencilerin birey olarak görülmediği, klâsik eğitim ve ahlâk
anlayışı Bay Hodges gibi kuralcı öğretmenler aracılığıyla eleştirmiştir. Okulun ilk gününde karşılaştığı
sorun ve daha sonraki deneyimleri Colin’in öğretmenlik mesleğiyle ilgili düşüncelerini olumsuz yönde
etkilemiş; daha sonra öğretmenlik mesleğini uzun süreli yapmasına engel olmuştur:
İsmin Colin mi evlat? Evet efendim. Tek ‘l’ ile mi çift ‘l’ ile mi yazılıyor? Çift ‘l’ efendim...Peki kayıtlarda neden tek?...Bay Hodges Colin’in babasının imzasındaki tek ‘l’ yi gösterir. Colin, babasının imzasını bazen tek bazen çift ‘l’ ile attığını açıklayamaz. Fakat Bay Hodges ona “Çift ‘l’ li Saville” ismini verir. (S.,138)
Bu bağlamda romanda vurgulanan nokta ortaokul çağındaki çocukların bu gibi durumlarda henüz belli bir
kalıba uygun davranamadıklarından toplum önünde küçük düşürülmeye maruz kalmalarıdır. Bu durum,
Storey’nin bu çalışmada ele alınan üç romanında da toplum kurallarına aykırı yaşayan bireylerin -Colin
Pasmore, Yvonne ve Colin Freestone ve Colin Saville- birer kurban olarak tasvir edilmesidir.
89
Aldığı eğitimle aydınlanacağını düşünen Colin hayal kırıklığına uğrar. Eğitim sistemlerinin sıkı
disiplin ve despotluktan ibaret olduğunu ve hayal gücüne yer vermediğini gören Colin’in öğretmeni Bay
Platt’ın Colin’in sınav kağıdını sınıfta alaycı bir biçimde eleştirmesi: “Bu şiirdeki imgeleri ele alalım; ve
kağıdında gördüğüm tek şey tumturaklı, ritimsiz bir yazı ve şunu diyebilirim ki kendi yorumun olan
beceriksizce yazılmış bir şiir...Bunun bir şaheser olduğunu mu düşünüyorsun genç Saville?” (S.,255-256)
Eğitim sisteminin pek çok yönünü eleştiren Colin sınavları da anlamsız bulur: “Wordsworth’un şiirlerinde
doğa nasıl kullanılmıştır, örnek veriniz. Şiirleri bunun için mi okuyoruz, örnek vermek için mi?” (S.,327)
Okul tarafından öğrencilere yanlarında taşımaları için verilen ve içinde ders programlarıyla
birlikte öğrencilerin aldıkları ödül ve cezaların da kaydedildiği küçük defter, daha önce kuram bölümünde
belirtilen Freud kuramları bağlamında superego’nun kontrol mekanizmasının somutlaştığı bir uygulama
olarak görülebilir. Okula geç kalmak ve söz dinlememek suçlarından ötürü üst üste iki kez kınama cezası
alan Colin böylelikle bu uygulama ve cezalar yoluyla okulun -Sembolik’in- otoritesini kabullenmek
durumunda kalır. Ancak yine de öğretmenlerinin kendince hatalı olan davranışlarını eleştiren Colin
babasının işini küçümseyen Bay Hodges ile sürekli bir çatışma halindedir: “Saville’in yapısında isyânkarlık
belirtileri görüyorum, bu bir tür kurallara karşı çıkmadır...Gözüm Saville’in üstünde olacak.”(S.,140)
Ayrıca, Colin’in gittiği okulun parolası olan “Labor Ipse Voluptas” (Çalışmak zevktir) (S.,140)
ifadesi maden işçisi baba Harry Saville’in kendi çalışma koşullarından duyduğu rahatsızlığı vurgulamasını
sağlar: “Benim çalıştığım yerde -çalışmak bir zevk- değil. Bunu kim söylediyse yerin altında hiç
çalışmamış demektir.” (S.,145) Her geçen yıl eve daha da yorgun gelen Harry, işine ve ailesine karşı daha
da karamsardır: “Şimdi de üçüncü. Beslenecek bir ağız daha.”(S.,167)
Şehirdeki yaşantısı ve okulla ilgili sorumlulukları Colin’i köyden uzaklaştırır: “Köy artık onu daha
az ilgilendiriyordu; hatta köy ile şehir arasındaki mesafe onu rahatsız ediyordu.” (S.,158) Belli bir zaman
sonra okuldan da zevk almamaya başlayan Colin gitgide belirginleşen bir yabancılaşma sürecine
girmektedir: “Okula karşı bir soğukluk vardı içinde; okulun kapılarından içeri girip dışarı çıkana kadar
90
hiçbir şey hissetmiyordu.” (S.,165) Rugbi oynamaktan da zevk almayan Colin’in bedeni ile ruhu
arasındaki bu çatışma onu isteksiz kılar: “Topa doğru amaçsızca koştu, o kadar yavaş koştu ki top başka
tarafa gitti. Spor, ona daha önce hiç bu kadar anlamsız gelmemişti.”(S.,175) Jung’un kuramları
doğrultusunda incelendiğinde persona’sı ile benliği arasındaki bu uyumsuzluk Colin’i huzursuz eder. Aynı
konumu, Storey’in de yaşaması otobiyografik gerçeklik bağlamında dikkat çekicidir: “Ve kısa süre sonra
anlamaya başladım ki bu fiziksel yönüm -futbol oynadığım yönüm- diğer içsel yönümden çok yaşadığım
toplumla daha çok ilgiliydi gerçekten.”25
Daha önceki bölümlerde belirtildiği gibi Storey yazarlık hayatından önce pek çok farklı işte
çalışmıştır ve bunlardan biri de okul tatillerinde patates tarlasında çalışmasıdır.26 Bu durum Saville’de
Colin’in -babasına karşı hissettiği suçluluk duyguları ve yaşadıkları ekonomik sıkıntılar nedeniyle- yaz
tatilinde tarlada çalışmasıyla esere Colin ile arkadaşı Stafford arasında geçen diyalogda yansıtılmıştır: “Bu,
sürekli bir iş mi yoksa sadece tatillerde mi yapacaksın? Tatillerde.” (S.,189)
Diğer taraftan Colin’in tatilde son olarak çalıştığı Smith adlı bir çiftçinin tarlasında tanıştığı biri
Alman diğeri İtalyan iki savaş esirinin çekişmeleri ve aralarında geçen konuşmalar -romanda yer alan
komik unsurlardan biri olmakla beraber- İngiliz tiyatrosunun önemli yazarlarından Samuel Beckett’in ünlü
tiyatro eseri Godo’yu Beklerken’ deki Viladimir ve Estragon adlı çiftin zaman zaman bir palyaço gösterisini
andıran diyaloglarına benzeyen bir hâl almaktadır: “Sen iyi değilsin. Sen kötüsün. Sen kötüsün...İtalya’ya
gitme. Italya kötüdür. Asıl Almanya kötüdür.”(S.,204) Bu iki asker Viladimir ve Estragon gibi birbirlerine
organik bir bağla bağlı gibidirler: “...birbirlerinden ayrı çalışırlardı, fakat asla birbirlerinden
uzaklaşamazlardı.” (S.,204) Romanın sonunda yaşadığı yerden ayrılan Colin’in çocukken bu askerler
tarafından sorulan soruya verdiği kuşkulu yanıt okuyucu açısından ip ucu niteliği taşımaktadır: “Bu güzel
memleketi bırakıp gidecek misin? Bilmiyorum.”(S.,206-207)
Colin, annesinden ayrı bir yerde okula başlayıp, köyünden ve anne-babasından hem fiziksel hem
de ruhsal bağlamda uzaklaşmasıyla birlikte Oedipal karmaşa’yı gerilerde bırakmıştır. Ancak köyden
91
arkadaşı Michael Reagan, Colin kadar şanslı değildir. On bir yaşındayken bile annesinin aşırı korumacılığı
nedeniyle okul durağına annesiyle el ele giden Reagan’ın durumu Colin’in babası Harry’nin görüşlerinde
eleştirilmiştir: “Yakında evleniyorlar herhalde. Reagan diğer yaşıtları gibi bir çocuk değil.” (S.,211) İdealist
ve katı bir baba -Bay Reagan- ve aşırı korumacı bir annenin yetiştirdiği Reagan hayatında başarılı olamaz.
İngiltere’nin kuzeyindeki bu köyde yaşayan maden işçisi ailelerinin oluşturduğu toplumun sanatsal
faaliyetlere bakışı ve bunlarla ilgilenen bireylere yansıttığı baskılar Reagan’ı yalnızlığa ve mutsuzluğa
sürükler: “Annesinin ısrarıyla dans grubunu bıraktı ve bir muhasebecinin yanında tam gün çalışmaya
başladı.”(S.,414) Storey, Reagan’ın yaşadığı toplumsal dışlanmayı Reagan’ın annesi ve babası arasında
geçen tartışmada betimlemiştir: “Sen bunun güzel olduğunu düşünüyorsun: Ben bunun Reagan’ı hanım
evladı gibi gösterdiğini düşünüyorum. Sen onun keman çalabildiğini düşünüyorsun: Bence bu, kızgın
tuğlaların üstünde yürüyen bir kedinin sesinden farksız.” (S.,300) Sonunda kendi isteklerinden vazgeçip
ailesinin beklentileri doğrultusunda yaşamak zorunda bırakılan Reagan, dış çevrenin nesnelerine
yabancılaşır: “...Colin ne zaman onunla konuşsa Reagan boş gözlerle ona bakar, başını sallardı...Konuşmak
istemezdi, uzun bacakları onu hızlıca oradan uzaklaştırırdı; sanki eskiden tanıdığı insanları artık
tanımıyordu.” Jung bağlamında yaşam enerjisini/libido yitiren Reagan beden-ruh çatışmasına yenik
düşmüştür: “Psişik süreç/kişiliğin oluşum süreci -bir sürecin ruhsal mı yoksa içgüdüsel mi olarak
tanımlanması gerektiği sorusu henüz aydınlatılmamış olsa da- ruh ve iç güdü arasında gidip gelen enerjiyi
dengelemekle görevlidir. “27
Storey, eğitim sisteminde gördüğü aksaklıkları bu romanda Colin’in okulundaki öğretmen-
öğrenci ilişkileri açısından ele almakta ve kendi görüşlerini Colin’in gözlemleri yoluyla aktarmaktadır. Bu
bağlamda, Bay Hodges ve Bayan Woodson gibi öğretmenlerin Stephens gibi zayıf durumdaki öğrencileri
utandıran ve içine kapanmalarına neden olan tutumu eleştirilir: “Bu sınıfta böyle öğrencilerin ne işi var
anlamıyorum...dedi. Stephens başını ellerinin arasına alıp sırasında sessizce ağladı.”(S.,239) Storey, eğitim
sistemiyle ilgili düşüncelerini ve eleştirilerini Colin’in hem öğrenciliğinde hem de öğretmenliğindeki
92
görüşlerine ve ailesinin Colin’in en küçük kardeşi Richard’ın eğitimiyle ilgili plânları hakkındaki fikirlerine
yansıtmıştır:
Fakat, eğitim bizi bir sona doğru götürüyor, bu bir propaganda. Richard’ın da benim geçtiğim yollardan geçtiğini görmekten hoşlanmıyorum...Kendi yapmak zorunda olduğu şeyleri kendi gibi pek çok insana da yaptırmak için onları yönlendirmek...Sonuç bu olmamalı...eğitim bizim en iyi özelliklerimizi alıp başka şeylere dönüştürüyor. (S.,442-443)
Pasmore’da Colin Pasmore (çok belirgin olmamakla birlikte), A Temporary Life’da Colin
Freestone ve Saville’de Colin Saville de yeni fikirlere ve buluşlara kapalı bir eğitim anlayışını
eleştirmektedirler. Saville’de öğretmenliğe başladığı ilk yıllarda İngilizce eğitimini Caz müzikle
bütünleştirmeye çalışan yenilikçi öğretmen Colin -A Temporary Life’daki geleneksel yöntemlerin
savunucusu okul müdürü Bay Wilcox’un deneysel çalışmalar yapan öğretmen Kendal’ı eleştirdiği gibi-
çalıştığı okulun müdürü tarafından ciddiyetsizlikle suçlanır: “Okulumda böyle bir şeye izin veremem:
burası bir eğitim ve aydınlanma yeridir; aptalca saçmalıkların yayılmasına adanmış bir kurum değil.”
(S.,452) Burada da öğrenciliğindekine benzer bir kısıtlamayla karşılaşan Colin, eğitimin amacının
çocukların sosyal rollerine uygun bireyler olmasına yardımcı olmak olduğunu düşünen okul müdürüyle
tartışır ve okuldan ayrılır.
Yıllar geçtikçe daha da suskunlaşan Harry Saville hayattan eskisi kadar zevk almaz, eski
alışkanlıklarına yabancılaşmaya başlar ve Freud’un kuramları bağlamında daha önceki bölümlerde
bahsedildiği gibi bireyin bedeni ve aklıyla dış dünyadan kopması anlamına gelen depresyon’a girer. “...artık
gazeteleri eskisi gibi hevesli bir biçimde okumuyor; radyodaki her haberi duymak için evdekileri
susturmuyordu.”(S.,243) Colin gibi şehir ve köy kültürü arasında kalmadığı hâlde yaşadığı yerden bile
ruhsal açıdan uzaklaşmıştır: “Bu ev, bu köy...Buradan taşınabiliriz...Şehre taşınmalıyız ya da o civarlarda bir
yere.”(S.,247-248)
Colin, kendi babası ve annesininkine benzer bir hayat yaşamış olan büyükanne ve
büyükbabasının (annesi Ellen’ın anne-babası) benliklerinin ruhsal yönünün öldüğünü düşünür: “Colin,
93
onları yaşayan hiçbir şeyle bağdaştıramıyordu; her ikisinde de belirsiz, ruhsuz/cansız bir şeyler vardı.”
(S.,249) Büyükanne ve büyük babasının ölümünden sonra iyice gücünü kaybeden Colin’in annesi
kaldırıldığı hastaneden döndüğünde kocası Harry gibi içine kapanmıştır: “Eve gelen kişi sanki farklı
biriydi.” (S., 292) Annesinin geçirdiği hastalıklardan sonra Colin, babasının bir parçasının öldüğünü
düşünür: “Babasında değişen bir şeyler vardı. Sanki bir parçası ölmüştü...artık taşınmaktan ya da evi
değiştirmekten bahsetmiyordu.” (S., 293) Başta işi olmak üzere hayatındaki pek çok şeyden kopan Harry
suskun ve düşüncelidir: “Onun mesleği bir alışkanlıktı, bir tür bağımlılıktı. İşten eve savaştan dönen asker
gibi gelirdi: gerçek hayatı, gerçek kaygıları bambaşka bir yerdeydi, yerin altında...görünmez hatta
ulaşılamaz biri olmuştu.” (S.,293)
Sembolik’in ve erkek egemen toplumun gereklerini yerine getirmek durumunda olan Ellen
çocuklarının doğumları, bakımı, geçirdiği hastalıklar ve ailenin çektiği ekonomik sıkıntılar nedeniyle en az
Harry kadar yıpranmıştır: “Sanki hayatı -gizlice- annesi farkında olmadan bunlarla dolup taşmıştı ve o
çaresizlik bu çöküşü gizli bir öfke ile yarı özür diler yarı reddeder biçimde izliyordu.”(S.,303)
Colin anne ve babasına nazaran bölünmüşlük hissini daha belirgin ve yoğun bir biçimde
yaşamaktadır. Köyden gelen Colin’i okuldaki -çoğu yüksek gelirli ailelerden gelen- arkadaşları arasındaki
sınıf farkı düşündürmeye başlamış ve belli bir zamandır içinde bulunduğu beden-ruh çatışmasına yeni bir
boyut katmıştır:
Hayatı, üçüncü ve son bir bölüme daha ayrılmıştı. İlki köydeki hayatı, diğeri okuldaki hayatı ve şimdiki ise benliğinin daha önce benliğinin daha önce hiç fark etmediği, daha anlaşılması güç olan ve onu diğer iki bölünmüş parçadan alıp götüren ve aklını meşgul eden bir bölümdü. Okulda, üst sınıfa ait olmanın...tüm iyi şeylerin keyfini çıkaran ve sorunların çok azını yaşayan ayrıcalıklı insanlar olanın nasıl bir şey olduğunu görmeye başlamıştı.” (S.,304)
Storey de bu duyguları en yoğun şekilde rugbi takımında oynarken hissetmiştir: “Şu sınıf denilen
şey vardı-ve ben de kömür madeni işçisi bir babanın oğluydum, fakat orta sınıftan gelen herkes rugbi
liginde oynamayı gösterişli bir şey olarak olarak değerlendiriyordu.” 28
94
Bu eserinde Storey ayrıntılı olarak Colin’in hayatı olmakla birlikte Colin’in arkadaşlarının
gelişimlerini ve hayatlarındaki değişimleri de yansıtmaktadır. Örneğin, Saville ailesinin komşuları
Bletchley ailesinin oğlu Ian Bletchley; savaşa çağrılan babasının yokluğunda evde ailenin reisi rolünü
oynamış ve Freud’un söylemi bağlamında Oedipal karmaşa’ya geri dönmüştür. Babanın otoritesini
kısmen de olsa eline alan Bletchley, babası savaştan dönünce bu gücü bırakmak istemez ve yetişkin bir
erkek gibi görünmeye çalışarak Babanın Kanunu’na meydan okur: “Bletchley birdenbire yetişkin bir insan
gibi davranmaya başlar. Sigara içmeye ve nadiren traş olduğu için çekinerek de olsa bıyık bırakmaya
başlamıştır.(S.,305)
Storey savaş sonrasında yaşanan ekonomik bunalımı ve bunun bireyleri ümitsizliğe sürükleyişini
Harry Saville’in yaşadığı sorunlarla betimlemiştir: “Babası savaş bittiğinden beri huzursuzdu. Ekmek bir
süre için karneye bağlanmıştı. Giysiler ve yiyecekler az bulunuyordu. Harry -üç yıl önce yapmış olduğu
gibi bir kez daha- o bölgedeki madende iş bulmaya çalışmıştı.”(S.,324) Charles L.Mowat’ın da belirttiği
gibi:
Bu aydınlanma çağında Büyük Britanya’da yaşayan insanların yüzde 15 ile 30’u arasındaki insanlar fakirdi...Sekiz milyon ailenin haftalık maaşlarından ya da işsizlik yardımından ya da emekli maaşından başka geçinebilecek çok az şeyi vardı ya da hiçbir şeyi yoktu. 29
Storey’nin öğrenciliğinde Coğrafya dersi kapsamında katıldığı arazi stajı çalışmaları30 Saville’de
Colin’in eğitiminde de görülmesi bağlamında önem arz etmektedir: “Paskalya Yortusunda okuldan bir
grup öğrenci tatile gitti. Bir dağın yamacındaki misafirhanede kaldılar.” (S.,330)
İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan sıkıntıların insanları sürüklediği umutsuzluk,
geleceğe dair plânlar yapamama ve insanların sahip oldukları değerlerin sarsılması durumu bu kez de staj
sırasında Colin ile vakit geçiren Stafford’un düşüncelerine yansıtılmıştır: “...ya da atom bombası. O zaman
bütün bu sıkıntıları çekmenin ne anlamı var?” (S.,332) Giriş bölümünde değinildiği gibi savaş sonrasında
95
bir çok insanın Tanrı’ya güveni ve inancı zedelenmiştir ve Stafford da bu insanlardan biridir: “...Yani dünya
bir gün yok olacaksa diğer gezegenler gibi...o zaman bütün bunların ne anlamı var?...Eğer Tanrı dünyanın
-diğer gezegenler gibi- yok olmasına izin verecekse; her şeyden önce bizi neden koydu dünyanın
içine?”(S.,334)
Storey, Stafford’un bu düşüncelerine farklı bir yaklaşım getiren öğretmeni Bay Gannen’in
yorumu aracılığıyla bu sorgulamayı çok yönlü bir tartışma halinde sunmuştur: “Tanrı, düşünürlere göre, bir
oluşum/olma sürecidir ve biz de psikologlara göre Tanrının bilincini oluşturan unsurlarız”(S.,334)
Dış dünyaya ve iç dünyaya yönelik sorgulamalar Colin’in kız arkadaşı Margaret ile olan
iletişiminde devam etmektedir. Çoğunlukla kadınların ataerkil düzendeki ezilmişliği üzerinde duran
Margaret, Colin’i ilk kez kadınlık ve erkeklik rolleri üzerinde ayrıntılı olarak düşünmeye sevk eder ve bu
rollerin toplumsal değerler ve kalıplaşmış yargılardan ibaret olduğunu savunur: “Yaşadığı koşulları
değiştirerek bir insandaki her şeyi değiştirebilirsin, tutumunu da...Kadında onu bütün bu şeyleri (erkeklerin
yaptığı şeyleri) yapmaktan alı koyan bilinçdışı bir unsur vardır, bu onu organik olarak engelliyor.” (S.,353-
354) Bu sorgulamalar bağlamında, Colin ve Margaret arasındaki ilişki romantizmden çok fikir ve
düşünceler üzerine tartışmalar içmektedir ve böylelikle Storey toplumsal bir takım yargıları ve Sembolik’in
kadına ve erkeğe yüklediği ağır sorumlulukları eleştir.
Storey, ailesinin istek ve beklentileri doğrultusunda yaşamak durumunda kalan bireylerin
hissettikleri engellenmişlik ve kendi içsel dünyaları ile toplumun yarattığı dış dünya arasında yaşadıkları
bocalamayı Colin’in ifadeleriyle yansıtmıştır: “...Belli bir yükümlülüğü yerine getirmek için çalıştım. Hiçbir
zaman oturup -ya da oturma imkanı bulup- da kendi istediğim şeye karar veremedim.”(S.,356)
Romanın sonunda yaşadığı yeri terk eden Colin aslında bunu daha öncede düşünmüş: “Beni
burada tutan hiçbir şey yok.” (S.,365) ancak kendi sınıfından insanlar için bir şeyler yapamamış olmanın
verdiği huzursuzluğu her zaman hissetmiştir: “Hissettiğim sorumluluğu tanımlayamıyorum.(S,365)
96
Storey, Sembolik Düzen’in bir başka yansıması olan askerlik eğitimi ile ilgili görüşlerini, Colin
gibi sağlık taramasında askerlikten elenen Reagan’ın ifadelerinde belirtmiştir: “Eğer yapmak istediğin bir
şeyler varsa askerlik tam anlamıyla bir vakit kaybı.” (S.,384) Storey de Colin gibi “düz tabanlık”31
teşhisiyle askere alınmamış ve eğitimine ara vermeden devam etmiştir.
Storey’nin Saville’de ortaya koyduğu ikili zıtlıklardan biri de Colin’in -eğitimi için çektikleri
sıkıntılardan ötürü- kendini borçlu hissettiği anne babasına karşı zaman zaman suçluluk duyması; ancak
arkadaşı Bletchley’nin aynı koşullarda yaşamış olmasına rağmen Colin’den farklı görüşlere sahip
olmasıdır: “...yaşlı adamın (Bletchley’in babası) yapacak başka bir şeyi yok...Benim eğitim durumum ona
kendinin de ötesinde bir hedef ve motivasyon sağlıyor.” (S.,397)
Colin’in babası Harry Saville de bu çalışmada incelenen diğer iki romandaki maden işçisi
babalar(Bay Pasmore ve Bay Sherman) gibi kendi çabalarının değerlendirildiği tek yerin çocuklarına
sağladıkları çıkış yolunda yattığını düşünmektedir: “Pislik ve daha fazla pislik, ve ter, ve lanetler yağdırmak,
senin hiç duymadığın türden lanetler. Biz seni mesleğine hazırladık. Seni bütün bunların dışında tuttuk.”
(S.,402) Colin’in öğretmenlik yapmasını isteyen babası kendi işinden daha az çaba gerektirdiği için bu işi
küçümsemeden edemez: “Evet, öğretmenlik yapmanı ben istiyorum. Fakat bu beni, onun kolay bir iş
olduğunu söylemekten alı koyamaz.” (S.,402) Pasmore’da Colin Pasmore’un babası gibi bu romanda
Saville’in babası da işiyle ve harcadığı fiziksel çabayla gurur duymaktadır. Bu anlayış Storey’nin yaşadığı
Yorkshire toplumunun maden işçilerinde de görülmektedir:
Madencinin işçi olmaktan ve diğer işçilerle olan dayanışmasından gurur duymasının altında, aslında hayatını kazanmak için çok çalışanların, gerçek erkekler olduğu ve onlar olmadan toplumda hiçbir işin yürüyemeyeceğine olan inancı yatmaktadır. 32
Colin-daha önce babasının çalıştığı maden ocakları bölgesi olan Rawcliffe’te öğretmenliğe başlar.
Ancak nitelikli bir öğretmen olmasına rağmen: “Kendi sınıfı yoktu. Öğretmen Nöbet listesine ismi
eklenmişti ve ihtiyaç oldukça sınıftan sınıfa dolaşıyordu.” (S.,410) Storey ise öğretmenliğinin ilk yıllarında
kendi branş derslerinde eğitim verememiştir: “Storey’nin ilk amirinin ona verdiği dersler Matematik ve
97
Beden Eğitimiydi.”33 Storey’nin yaşadığı hayal kırıklığının benzer bir biçimde Colin’in meslek hayatında
da görülmesi taşıdığı otobiyografik nitelik açısından dikkat çekmektedir.
Colin, öğretmenliğe başlamakla birlikte kendi toplumundan ve kendi sınıfından ayrılmış
olduğunu ilk kez tam olarak fark eder: “Colin, maden işçilerinin oluşturduğu kuyruğa doğru gitti ve orada
durdu, otobüsü bekleyenlerin arasında elbiseleri temiz olan tek kişi Colin’di.” (S.,412) Bu durum Colin’i
hem şaşırtmış hem de yalnızlığını derinleştirmiştir, çünkü kendini ne köken olarak ait olduğu sınıfa ne de
yeni girdiği çevresine dahil edebilmektedir.
Yaşadığı benlik bölünmesi nedeniyle Jung’un söylemi bağlamında içsel sorgulamalar yaşayan
Colin, geçmişiyle de hesaplaşır. Colin doğmadan önce ölen ağabeyi Andrew’un kendi üzerinde her zaman
bir ağır yük oluşturduğunu farkeder: “Ben Adrew değilim.” (S.,424) Aynadaki imajında kendisi yerine
Andrew’u gören Colin; ailesine kendini kabul ettirmek ve kardeşiyle kendini bir bütün hissetmek duyguları
arasında bocalar: “...yerin altındaki o bedenle kendisi arasında görünmez bir bağ olduğunu hissetti, sanki
her ikisi de bu tuhaf bağdan sıkıntı duyuyordu.” (S.,426) Bütün bu düşünceler Colin’in bölünmüşlüğünü
pekiştirir: “Garip bir bölünmüşlük hissetti: zihninin bir parçası çıkarılmış, parçalara ayrılmış, atılmıştı.”
(S.,426) Colin’in Andrew ile son karşılaşması onu, küçük kardeşi Steven’ın da içinde bulunduğu bir
rüyada görmesiyle betimlenmiştir. Rüyasında gördüğü, Andrew ile Steven’ın tek bir bedene indirgenmiş
hâlidir:
Rüyasında Andrew’i görür, önce ondan yaşça daha büyüktür, sonra birden küçülür...sonra yol boyunca yürüyerek uzaklaşır ve daha sonra koşarken ‘Andrew, Andrew’ diye bağırır o, dönüp bakmayınca ‘Steve! Steve!’ demeye başlar ve onun yüzünü görür: dalgın duran bu yüz küçük kardeşinin yüzüdür. (S.,450)
Freud bağlamında incelendiğinde bu rüyada Colin Andrew’un yerine Steve’i
koymuştur/Andrew’u Steve’e yansıtmıştır. Hayatı boyunca Andrew’un yerine koyulduğu için Andrew’a
ve kendisi gibi baskı altında yetiştirilmeyen Steven’a öfke duyan Colin bu gerilimini rüyada boşaltır. Diğer
98
taraftan bu rüya aynı zamanda Colin’in Andrew’un varlığından kurtulduğunu da göstermektedir. Rüyaları
bilinçaltı’ndan gelenler ve bilinç düzeyi’nde olanlar şeklinde ikiye ayıran Freud’a göre:
Alttan/derinliklerden gelen rüyalar; bastırılmış istekler tarafından kışkırtılan ve yaşanan günden arda kalanların içinde kendini gösteren rüyalardır. Üstten gelenler ise; bir önceki güne ait, ego’nun engellediği bastırılmış olan unsurun destek gücünü gece boyunca ele geçiren,duygu ve niyetlere karşılık gelir.34
Bu açıdan bakıldığında, Colin’in rüyasındaki Andrew imajı Colin’in bilinçaltı’nın derinlikleriyle ilişkili
olduğu; Steven imajının ise bilincinde olduğu bir takım duygularla ilişkili olduğu gözlemlenmektedir.
Ayrıca, anne ve babasının kardeşi Steven’ a daha farklı davranmaları -onu yapmak istemediği
şeylere zorlamamaları- Colin’in ailenin oluşturduğu Sembolik’e ilk kez belirgin bir biçimde isyan edişini
pekiştirmiştir: “Beni neden zorladın? Ben seni hiçbir şeye zorlamadım. Zorla değil sevgiyi kullanarak
yaptın.” (S.,430) Bu bağlamda daha önce incelenen Freud’un kuramlarına göre super-ego’nun bir simgesi
olan anne ve babasının, kendisine duydukları sevgiyi kaybetmeyi göze alamayan Colin de kendi isteklerini
bastırmıştır. Ancak kendini istemediği şeylere zorladıkları için ailesine ve Steven’ı daha özgür bıraktıkları
için de Steven’a karşı duyduğu öfke ve düşmanlığı gizleyemez. Jung’un söyleminde olduğu gibi gölge’nin
ve Freud’u teorileri bağlamında da id’in isteklerini engelleyemez: “...yapısının çok derinliklerinden gelen
bir öfkeyle Steven’ı yumrukladı...daha önce hiç kimseden bu kadar nefret etmemişti.” (S.,431)
Sembolik’e hapsolduğunu hisseden Colin onun simgesi olan her şeyden-evi, köyü, toplum-uzak
durmak istemektedir. “Her akşam okuldan eve sanki bir hapishaneye gidiyormuş gibi gitti: sokaktan,
evlerden, madenden korkuyordu; köy ise yerdeki bir delik gibiydi...Çoğu akşam eve olabildiğince geç
geldi...Geri dönmesini gerektiren hiçbir şey yoktu.” (S., 441) Her geçen gün ailesinden ve toplumdan biraz
daha uzaklaşan Colin, ruhsal olarak koptuğu bu varlıklardan bedensel olarak kopamaz. Pasmore’da Colin
Pasmore, A Temporary Life’da Colin ve Yvonne Freestone ve Saville’de Colin Saville Sembolik ile -kendi
kurmaya çalıştıkları yeni yaşamları- Semiotik arasında bir yerde kalırlar. Saville’de Colin aynı bölünmüşlük
duyguları içindedir: “Yalnızlığında bir inatçılık vardı. Her zaman gitmek istemesine rağmen, köye
demirlenmişti.”(S.,441)
99
Yaşadığı ruhsal bunalım -kendisinden yaşça büyük ve evli bir kadın olan- Elizabeth ile ilişkisini
olumsuz etkileyen Colin, sebebini anlayamadığı bir şekilde yatakta Elizabeth yerine annesinin hayalini
görür: “Ona doğru eğildiğinde orada duranın başka bir kadının değil annesinin yüzü olduğunu görür, çok
açık ve net bir şekilde.” (S.,445) Colin ailesinden iyice uzaklaştığı bir dönemde tanıdığı bu kadını
bilinçaltı’nda hem sevgilisi hem de annesi yerine koyduğu için bu halisülasyonu görür. Daha önce
incelenen Lacan’ın kuramları bağlamında Colin, annesiyle yaşayamadığı fallus’u annesinin yerine
koyduğu -annesiyle neredeyse aynı yaşta olan- bir kadınla yaşayarak benliğindeki bölünmeyi gidermeye;
kendindeki eksik yönleri tamamlayan Elizabeth ile bir bütün olmaya çalışır. Lacan’a göre:
Çocuğun annesiyle bütünleşme arzusu, simgenin retroaktif (geriye etkili eylem) tarafından fallus göstereni ile kodlanır...Çocuk arzusunu bir yasaktan, Oedipal bir yasaktan dolayımlandırarak kodladığı için kökensel arzusu “fallus olmak” halinde bilinçdışı’na kodlanır. 35
Storey, Colin’in içinde bulunduğu karmaşık ruh halini Elizabeth’in tanımlamalarıyla ortaya
koymuştur: “Sen gerçek anlamda hiçbir şeye ait değilsin. Gerçek anlamda bir öğretmen değilsin. Gerçek
anlamda hiçbir şey değilsin. Bir sınıfa ait olup, diğerine aitmiş gibi davrandığın için de hiçbir sınıfa ait
değilsin ve hiç birine yakınlık duymuyorsun.” (S.,462) Elizabeth ile yaşadığı tartışmalar ve Elizabeth’in
yaptığı yorumlar -Colin’in annesine olan bağlılığı, Steven’a duyduğu kıskançlıkla ilgili analizler- sonucu
içsel çatışmalarıyla yüzleşen Colin, kendine yabancılaşır: “...korktuğu şey aslında kendisiydi ve kendinden
dış çevresinde korktuğu şeylerden daha çok korkmuştu.” (S.,480)
Colin’in evli bir kadınla ilişkisi olduğunu öğrenen annesinin sert tepkisi Colin ile aralarındaki
ilişkiye olumsuz yansımıştır: “Annesi sanki aralarındaki son bağı da koparmıştı: aralarındaki son sevgi bağı
da kaybolmuştu.” Böylelikle annesine olan bağlılığının yarattığı kısıtlama ve baskılardan kurtulan Colin
Oedipal karmaşa’nın bütün izlerinden kurtulur. Diğer taraftan annesi de Colin’in yaşadığı bunalım
sonucunda istedikleri gibi bir evlat olamayan Colin’de ebeveyn olarak kendi başarısızlıklarını görür: “Onda
acı bir şey ve vicdansızlık gördü, önce Steven ile, şimdi de bu durumda (Elizabeth ile ilişkisinde),sonra
işinde; onun hayatında yakalamaya çalıştıkları zafer hiçbir zaman gerçekleşmemişti.” (S.,486)
100
Storey, romanın sonunda Colin’in, yaşadığı yeri terk etmesinin onu kendini kısıtlayan şeyden
kurtardığını ortaya koymuştur. Ancak yaşadığı benzer durumun -daha önceki bölümlerde belirtildiği gibi
Storey’nin Wakefield’dan ayrılıp Londra’ya yerleşmesi- yazarın aklında bir takım kuşkular oluşturduğunu
düşünebileceğimiz bazı unsurları Elizabeth’in bakış açısından yansıtmış olduğu görülmektedir:
“ Shakespeare Londra’dan hiç uzaklaşmadı, Mikelanj Florensa ya da Roma’nın dışına çıkmadı...Kalıpları
aştığını düşünmen bir yanılgı. Bir kalıp belki de sahip olabileceğin en değerli şeydir.” (S.,503)Ancak her
koşulda yeni bir başlangıç yapmak isteyen Colin doğduğu yerden uzaklaşır: “Onu bundan alı koyacak
hiçbir şey yoktu. Kabuk çatlamıştı bir kere.” (S.,505)
Saville; Storey’nin bu tezde incelenen diğer iki romanın aksine bir geri dönüşle değil kaçışla
sonuçlanmıştır. Fakat Colin’in bu kararının duygusal anlamda başarılı olup olmayacağı yine okuyucunun
yorumlarına bırakılmıştır. Hem nesnel hem de öznel -bir çok karakterin, özellikle de Colin’in bakış açısının
yansıtıldığı- bir anlatım tarzı kullanılan eserde pek çok bölüm yorum katılmadan olaylar veya diyaloglar
bağlamında olduğu gibi aktarılmış; fakat Harry, Ellen, Elizabeth ve Colin’in düşüncelerinin derinliklerine
inilmiştir.
Karakterlerin yaşadığı içsel sorgulamaları ve vardıkları sonuçları tez ve anti-tez sistemiyle kendi
düşündüklerinin tersini savunanlar diğer karakterleri onlarla karşı karşıya getiren Storey, böylelikle tek
taraflı fikirlerin tartışılması yerine, okuyucuya roman karakterlerinin yaşamsal sorunlarını geniş bir
çerçeveden görme fırsatı vermiştir. Ayrıca Colin’in, babasıyla, öğretmenleriyle ve eserdeki kadın
karakterlerin çoğuyla -annesi ve sevgilileriyle- olan ilişkisi, içsel çatışmasına yönelik gözlemlerinin
derinleşmesine neden olan olaylar yaşamasını sağlamıştır. Bu durum da karakterlerin işlevsel yönünü
ortaya koymaktadır. Colin, romanın sonunda aldığı kararla o toplumda yetişen birinden beklenmeyen bir
girişimde bulunması nedeniyle değişken karakter özelliği taşımaktadır. Colin gibi Saxton dışında eğitim
alan Bletchley, Stafford ve Reagan da yaşadıkları topluma yabancılaşmışlar ancak yaşamlarını değiştirecek
101
ölçüde büyük kararlar almamışlar; Saxton’un geleneksel yapısı dışına çıkamamışlardır. Bu nedenle de
anne-babaları gibi değişmeyen karakterler oldukları görülmektedir.
Pasmore ve A Temporary Life’a nazaran Saville’de daha uzun bir zaman dilimine yayılan olayları
daha geniş kapsamlı ve ayrıntılı biçimde ele alan Storey’nin kendi yaşamıyla örtüşen pek çok unsura
rağmen romanın tamamen otobiyografik olmadığı görülmektedir.
Diğer taraftan, bedensel ve ruhsal yönlerini dengede tutmaya çalışan ve bu sırada çoğu zaman
içsel çatışmaların bir sonucu olarak dış dünyaya yabancılaşan Colin’in eserin sonunda o güne kadar hiç
yapmadığı bir şeye karar vermesi: kendi yapmak istediğini yapması onun için köklü bir değişikliğin de
başlangıcı niteliğindedir.
102
NOTLAR
_____________________________
1 David Storey, Special Correspondent, “Speaking of Writing-2: David Storey”, The Times (Londra: The Times, 28 Kasım 1963), 15. 2 David Storey, Saville, (Londra: Jonathan Cape, 1976), 9. Bundan böyle bu romandan alıntılar metin içinde parantezde ve kısaltılarak verilecektir. 3 Norman Dennis, Fernando Henriques ve Clifford Slaughter, Coal is Our Life (Londra: Tavistock Publications Limited, 1956), 181. 4 David Storey, “Kaleidescope”,B.B.C. Radio (Londra: B.B.C. Radio 4, 23 Eylül 1976) 5 Eric Korn, “How Grey Was My Walley,” Review of Saville, Times Literary Supplement (Londra: Times Literary Supplement, 24 Eylül 1976), 1199. 6 Anika Lemaire, Jacques Lacan, çev.David Macey (Londra: Routledge&Kegan Paul,1977), 177. 7 Engin Gençtan, Psikanaliz ve Sonrası (İstanbul: Metis Yayınlar,2002), 37. 8 Madan Sarup, Jacques Lacan (Hertfordshire: Harvester Wheatsheaf,1992), 107. 9 David Storey, “Two of a Kind’’, B.B.C. Home Service (Londra: BBC Home Service, 26 Nisan 1960) 10 Anthony Stevens, Jung (Oxford: Oxford UniversityPress, 1994),74. 11 Charles Loch. Mowat, Britain Between the Wars 1918-1940 (Londra: Methuen, 1955), 490. 12 a.g.e., 201. 13 Jacques Lacan, Speech and Language in Psychoanalysis, çev.Anthony Wilden (New York: The John Hopkins University Press, 1991),173-174-175. 14 Lemaire, 179. 15 Robin H.Hilton, Interview with A.Hall (Londra, 28 Aralık 1972), passim. 16 David Storey, “Writers on Themselves: Journey Through a Tunnel”, The Listener (Londra: The Listener, 1 Ağustos 1963), 160. 17 Fordham, 67. 18 Robin H.Hilton, Interview with W.Dawes (Londra, 21 Aralık 1972.), passim. 19 Anthony Storr, Freud (Oxford: Oxford University Press, 1989), 89. 20 David Thomson, England in the Twentieth Century (Londra: Penguin, 1975), 202. 21 Alan Silitoe, Britain in Figures: A Handbook of Social Statistics (Harmondsworth: Penguin, 1973), 80-81. 22 A.J.P. Taylor, English History 1914-1945, The Oxfrod History of England, s.15 (Oxford: Oxford University Press, Clarendon Press, 1965), 313. 23 Sigmund Freud, An Outline of Psychoanalysis, çev. ve ed. James Stratchey (New York: W.W. Norton & Company, 1989), 96. 24 June Singer, Boundaries of The Soul, The Practice of Jung’s Psychology (New York: Anchor Books, Doubleday, 1994), 134. 25 Storey, 160. 26 Robin H.Hilton, Interview with W.Dawes (Londra, 21 Aralık 1972), passim. 27 Carl Jung, On The Nature of The Psyche, The Collected Works of C.G.Jung, çev.R.Hull (New York: Princeton University Press, Princeton,N.J.;1973),117. 28 Alan Hubbard, “Sporting a New Storey Line”, World Sports (Londra: World Sports, Mart 1972), 31-33. 29 Mowat, 490. 30 Robin H.Hilton, Interview with W.Dawes (Londra, 21 Aralık,1976), passim. 31 Robin H.Hilton, Interview with W.Dawes (Londra, 12 Aralık,1972), passim. 32 Norman, Henriques ve Slaughter, 33. 33 John Heatman, “Picture Storey Book”, Hampstead&Highgate Express (Londra: Hampstead&Highgate Express, 21 Eylül 1973), 8. 34 Sigmund Freud, The Ego and The Id and Other Works, ed.James Stratchey (Londra: The Hoghart Press Limited,1986), 111. 35 Saffet Murat Tura, Freud’dan Lacan’a Psikanaliz (İstanbul: Kanat Kitap, 2005), 183-185.
SONUÇ
Bu tezde David Storey’nin Pasmore, A Temporary Life (Geçici Bir Hayat) ve Saville adlı
romanlarındaki kendi sosyal çevresi dışında eğitim gören ana karakterlerin zaman içinde köken olarak ait
oldukları topluma yabancılaşmaları ve sonradan dahil oldukları farklı topluma tam anlamıyla uyum
sağlayamamaları nedeniyle benliklerinde meydana gelen ruhsal ve bedensel çatışmalar, karakterlerin
bunlara verdiği tepkiler ve çözüm arayışları, Psikanaliz Kuramları (Freud, Jung ve Lacan kuramları)
ışığında incelenmiştir. Üç romanda da karakterler içsel çatışmaları sonucunda ruhsal bunalıma
sürüklenmişlerdir.
Psikanalist Eleştiri bağlamında kuram bölümünde incelenen Freud, Jung ve Lacan’ın davranış
çözümlemesine yönelik kuramları roman karakterlerinin iç dünyalarını aydınlatması bakımından bu tezde
kullanılmıştır. Freud’un belirttiği, bilinçaltı’nın davranışlara etkisi, super-ego’nun birey üzerinde kurduğu
baskı sistemleri ; Jung’un kişisel bilinçdışı ve ortak bilinçdışı’nın bireylerin karşılaştıkları olaylara verdikleri
tepkileri önemli ölçüde etkilediğini, dış dünyaya uyum sağlamak açısından ilkörneklerin -persona, gölge,
ben, anima ve animus- işlevi ve psikolojik tiplerin temelde içe dönük ve dışa dönük olmak üzere ikiye
ayrılmasının önemini savunduğu söylemi ve Lacan’ın dilin öğrenilmesinden önce ve sonraki dönemlerin,
özne ve nesne ilişkilerinin bireyin hayatı üzerindeki etkilerini anlattığı kuramı, gerçek hayatın belli bir
ölçüde yansıması olan edebiyat eserlerinde açıkça görülmektedir.
David Storey gibi, karakterlerin iç dünyasında olup bitenleri ele alan yazarların Psikanalitik
Eleştiriye katkıları ise; okuyucuyu karakterlerin ruhsal bunalımlarının nedenlerini araştırmaya yöneltmesi
ve dolayısıyla -psikanaliz bağlamında- okuyucunun kendine yönelik çözümlemelerde de bulunmasına
olanak sağlamasıyla ortaya çıkmıştır. Bunu da benliğinin bedensel ve ruhsal yönlerini uzlaştırmaya çalışan
karakterlerin yaşadıkları sorunlara ve çözüm arayışlarına değinerek, kullandığı yalın anlatım tarzı ve canlı
betimlemeler doğrultusunda sağlamıştır. Ayrıca karakterlerin yaşadığı bölünmüş benlik sorununun
104
Storey’nin kendi hayatında da gözlemlenmesi, eserlere otobiyografik bir boyut kazandırması açısından
önem arz etmektedir. Böylece yazar daha önceki bölümlerde kendisinin de belirttiği gibi, kendi benliğinin
birbirinden ayrışmış iki yönünü bir bütün haline getirmek amacıyla yine kendi çatışmasını yansıtan
karakterler sunmuş ve bu sorunu gidermek üzere farklı çözümler üretmelerini sağlamıştır.
Psikanalitik eleştiri bağlamında karakterlerin -gerçek insanlar gibi- yaşadıkları baskılar sonucu
bilinçaltı’na ittikleri arzu ve hayalleri ve bunların bazen rüyalarda, ani sinir krizlerinde ve bazen de
karakterlerin aldıkları ani kararlarda ortaya çıkması, Freud’un kuramlarını yansıtmaktadır. Bu bastırılan
duygu ve istekler öylesine güçlüdür ki, sonunda onları bunalıma sürükler ve dış dünyadan kopmalarına
neden olur. Böylece Freud’un ortaya koyduğu, bilinçaltı’na itilmiş istekler ve bunların neden olduğu ruhsal
sorunlar, bu karakterlerde de görülmektedir.
Özellikle yapısal kişilik kuramını oluşturan id, ego ve super-ego sistemlerini anlattığı kuramları
bağlamında görülmüştür ki; id’den gelen ve ego’nun denetiminden geçen istekler super-ego’nun
engellemesiyle karşılaştığında arzuları karşılanamayan bireyler içsel çatışmalar yaşamakta ve yaşamları
anlamsız hâle gelmektedir. Bu tezde incelenen romanlar bağlamında id bedensel isteklerden çok ruhsal
ihtiyaçları doyurma, super-ego ise bu ihtiyaçların giderilmesine imkân vermeyen toplumsal yaptırımları
uygulama ve ego’da bu ikisi arasında bir denge kurma eğiliminde olan sistemler olarak ele alınmıştır.
İncelendiği gibi, Colin Pasmore ve Colin Saville super-ego’nun bir yansıması olan ailelerinin ve toplumun
beklentilerini karşılayamaz hâle geldiklerinde bir kaçışa yönelir. Ancak sonunda, Colin Pasmore evine geri
dönmekle başlattığı bireyleşme sürecini yarıda bırakmış olur. Colin Saville ise id’in/iç dünyasının
isteklerinden vazgeçmez ve geri dönmez. Yvonne Freestone da incelenen erkek karakterlerden farklı
olarak super-ego’nun baskılarına kadınca bir hassasiyetle tepki vermiş ve yaşadığı bunalım onu delirmeye
kadar götürmüştür.
Freud terminolojisindeki depresyon bağlamında Colin Pasmore ve Yvonne içsel sorgulamalara
fazlaca yönelmiş ve bu da onları bir çıkmaza itmiştir. Colin Saville ise bedensel ve ruhsal yönünü -diğer iki
105
karaktere kıyasla- dengede tutmayı zaman zaman kısmen de olsa başardığından yaşadığı ruhsal gerilimden
daha az etkilenmiştir. Çünkü bu süreçte Colin Pasmore ve Yvonne gibi içine kapanmamış ve dış çevresiyle
ilişkisini kesmemiştir.
Freud’un önemini vurguladığı ego ideali ve ideal ego ilişkisi bu üç romanda karakterlerin
psikolojik durumlarını önemli ölçüde etkilemiştir. Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Saville de ego ideali’ni
-kendi istekleri doğrultusunda bir yaşam sürmek- ve ideal egoları -anne ve babalarının değer yargılarını esas
alarak yaşamak- arasında uzlaşma sağlayamazlar. Eğitim alarak yaşadıkları işçi toplumundan farklı bir
toplumun parçası hâline gelmeleriyle birlikte bir tür kültür çatışması yaşamışlardır. Ancak bunun
sonucunda ne eski geleneksel kültürlerine -geleneksel olmasına rağmen daha insancıl olana- dönebilmişler
ne de yeni kültüre -bireysel özgürlük adı altında bireyi yalnızlığa itene- ait olabilmişlerdir.
Jung’un teorileri bağlamında ise kişisel ve ortak bilinçdışı’nın yansımaları her üç romandaki
karakterin hayatında da görülmektedir. Bu tezde incelenen romanlar bağlamında benliğin ruhsal yönüyle
ilişkilendirilen kişisel bilinçdışı ve ortak bilinçdışı’nın karakterleri farklı yönlerden etkilemiştir. Kişisel
bilindışı’ndan gelen özgür bireyler olma isteği doğrultusunda ailelerinden daha farklı koşullarda yaşayan
Colin Pasmore, Yvonne ve Colin Saville maden işçileri toplumundaki diğer anne-babalar gibi kendi anne-
babalarının da onlara daha iyi bir hayat sağlamak için çektikleri sıkıntıları ortak bilinçdışı’nın etkisiyle
farkında olmadan kendi iç dünyalarına hapsetmişler ve bu nedenle de suçluluk duyguları içinde bir
huzursuzluğa sürüklenmişlerdir. Bu durum Storey’nin hayatında da görülmesi bakımından eserler
bağlamında otobiyografik bir nitelik taşımaktadır.
Jung terimlerinden biri olan persona her üç karakterde de görülür. Colin Pasmore’un persona’ları -
resim öğretmenliği, baba, eş ve evlat olma- zaman içinde psişe’sinden ayrılmaz duruma geldiğinde
Pasmore’un yaşam enerjisi geriye doğru akar, çünkü yaşamdan istedikleri bunlar değildir. Yvonne ise bir
eş ve evlat olma persona’sının dışında bir de kendine kurtarıcılık persona’sını edinir ki, bu onun benliğini
ele geçirir; yetersizlik duyguları içinde kaybolmasına neden olur ve onu delirten süreci başlatır. Colin
106
Saville ise başlangıçta oldukça benimsediği iyi ve itaatkar evlat persona’sının benliğine hakim olmasına
izin vermeden Jung’un kuramları bağlamında bireyleşir.
Colin Pasmore da Colin Saville gibi yetiştiği kuzey İngiltere maden işçileri toplumu erkeklerinin
aksine animası/duygusal yönü ön plânda olan karakterlerdir ve bu nedenle başta babaları olmak üzere
babası gibi fiziksel çaba harcanan işlerin iyi işler olduğunu düşünen diğer erkekler tarafından da
eleştirilmişler; bunun sonucunda kendi toplumlarından uzaklaşmışlardır. Yvonne ve Colin Pasmore ise
Jung’un ortaya koyduğu ben kavramı bağlamında yeterince gelişmeyen ben’lerinden ötürü iç çatışmalara
daha yatkındırlar. İncelendiği üzere Yvonne’un eşi Colin Freestone benliğin bedensel yönünü temsil eder
ve eski mesleği olan boksörlüğüne gerek duyduğu zamanlardaki davranışları gölge’ye uygundur. Colin
Pasmore, Yvonne Freestone içe dönük karakterler iken Colin Freestone ve Colin Saville -bazen içe dönük
bir ruhsal duruma saplansa da- genel anlamda dışa dönük karakterlerdir.
Lacan bağlamında ise Sembolik’e hapsolan Colin Pasmore, Colin Saville ve Colin Freestone bir
çıkış noktası aradıkları sırada karşılarına çıkan ve onlar gibi Sembolik’te kalan evli kadınlarla kısa süreli
ilişkiler kurmuşlar ve kadınların eşlerinin müdahâlesi sonucunda kötü deneyimler yaşamışlardır. Ancak
Saville’in sonunda evini terk eden Colin Saville, sevmediği öğretmenlik mesleğinden -çalıştığı okul
müdürü tarafından işten atılarak- ayrılan Colin Freestone, böylelikle Semiotik’e geçmiş olur. Sembolik
düzen’de var olamayan Yvonne ise Semiotik Düzen’e ancak bunalım sonucu aklını yitirerek geçer.
Pasmore’un sonunda eski yaşantısına geri dönen Colin Pasmore Sembolik düzen’in/kültürün
kısıtlamalarıyla yaşamaya devam eder.
Lacan’ın ben/öteki, özne/nesne kuramları bu tezde incelenen eserlerdeki her üç ana karakterde de
görülmektedir. Yvonne aklını yitirmekle ben/öteki ve özne/nesne ayrımı olmayan Hayali dönem’in Ayna
evresi’ne geri dönmüştür; çünkü aynadaki imgesi kendi öz benliğine ait değildir; öteki’nin/dış dünyanın
ondan bekledikleriyle kendi ruhsal ihtiyaçları arasında kalan bölünmüş ego’sunun bir yansımasıdır. Colin
Pasmore ise kültürel bir özne olmanın yükümlülükleri ve kısıtlamaları altında ezilir ve öteki’ne/dış
107
dünyanın nesne’lerine yabancılaşır ve bütün sorumluluklarından kaçmak ister; ancak hem kimliğinin hem
de dahil olduğu toplumun çoktan tutsağı olmuştur. Başlangıçta annesine olan güçlü bağlılığı sebebiyle
Oedipal karmaşa’yı atlatana kadar ayna evresinden çıkamayan Colin Saville’in aynadaki imgesi annesine
ve özellikle de anne-babası tarafından yerine konduğu ölen ağabeyi Andrew’un imgesidir. Bu nedenle
başlangıçta özne/nesne ayrımı yapamayan Colin Saville okul hayatı, ardından da Londra’ya yerleşmesiyle
birlikte Sembolik’e geçmiş ve özne olmuştur.
Lacan’a göre bütünlük hazzı arayışı, incelendiği üzere ruhsal ve bedensel çatışma yaşayan Colin
Pasmore, Yvonne ve Colin Freestone ve Colin Saville’de ortaya konmuştur. Storey’nin hayatında da
görülen bu durum yazarın arayışını eserlerindeki karakterlerine yansıttığının bir göstergesidir.
Sonuç olarak, Storey’nin bu tezde incelenen romanlarında eğitimin işçi sınıfı kökenli bireyler için
yabancılaşmanın en önemli nedenlerinden biri olduğu görülmektedir. Her üç romanın ana karakterlerinde
gözlemlenen ve karakterleri yoğun bir varoluş sorgulamasına sürükleyen bu huzursuzluk ve yabancılaşma
hissi onları eylemsiz ve ümitsiz kılar. Eserlerinde çocuklarının sahip oldukları her şeyi kendilerine borçlu
olduğunu düşündükleri için çocuklarının, onların istedikleri türden bireyler olmasını bekleyen anne-
babaların, bireyselliği yok eden otoriterliğini eleştiren Storey’nin kendi gençliğinde aynı durumla
karşılaşmış olması incelenen romanların taşıdığı otobiyografik niteliği artırmaktadır.
KAYNAKÇA
BİRİNCİL KAYNAKLAR
Storey, David. Pasmore (Londra: Jonathan Cape, 1972).
----------------------. A Temporary Life (Londra: Allan Lane, 1973).
----------------------. Saville (Londra: Jonathan Cape, 1976).
_____________. This Sporting Life (Londra: Longmans, Green, 1960).
_____________. Flight into Camden (Londra: Jonathan Cape, 1982).
_____________. In Celebration (Londora Jonathan Cape, 1969).
_____________. The Restoration of Arnold Middleton (Londra: Jonathan Cape, 1967).
_____________. The Farm (Londra: Jonathan Cape, 1973).
_____________. The Home (Londra: Jonathan Cape, 1970).
----------------------. Special Correspondent, “Speaking of Writing-2: David Storey”, The Times (Londra:
The Times, 28 Kasım 1963).
----------------------. “Kaleidescope”, B.B.C. Radio 4 (Londra: B.B.C. Radio 4, 23 Eylül 1976).
----------------------. “Two of a Kind” B.B.C. Home Service (Londra: BBC Home Service, 26 Nisan 1960).
----------------------. “Writers on Themselves: Journey Through a Tunnel”, The Listener (Londra: The
Listener, 1 Ağustos 1963), 159-161.
----------------------. “What Really Matters”, Twentieth Century (Londra: Twentieth Century, 1 Ağustos
1963), 96-97.
İKİNCİL KAYNAKLAR
Ansorge, Peter. “The Theatre of Life” (interview with David Storey), Plays and Players (Londra: Plays
and Players, Eylül 1973), 32-36.
109
Booker, M.Keith. A Practical Introduction to Literary Theory and Criticism (New York:
The Johns Hopkins University Press, 1991).
Bradbury, Malcom. The Modern British Novel (Londra: Penguin Books, 1994).
Clark, David Stafford. What Freud Really Said (Harmondsworth: Penguin Books Ltd., 1976).
Connoly Ray, “The Ray Connolly Interview: 3 ½ Million Wasted Words”, London Evening Standard
(Londra: London Evening Standard, 28 Ekim 1972).
Çüçen, A.Kadir. Bilgi Felsefesi (Bursa: Asa Kitabevi, 2001).
Davis, Victor. “Now He’s Top Storey”, Daily Express (Londra: Daily Express, 21 Eylül 1973).
Dennis, Norman. Fernando Henriques ve Clifford Slaughter. Coal is Our Life (Londra: Tavistock
Publications Limited,1956).
Ege, Ufuk. Batı Kültüründe Yabancılaşma Kuramları ve David Storey’nin Romanlarında Yabancılaşma
Teması (Ankara: Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Yayınları, 2002).
Fordham, Frieda. Jung Psikolojisinin Ana Hatları, çev. Aslan Yalçıner (İstanbul: Say Yayınları, 1983).
Foucault, Michael. Deliliğin Tarihi, çev. Mehmet Ali Kılıçbay (Ankara: İmge Kitabevi, 2000).
Freud, Sigmund. The Ego and The Id, çev. John Riviere, ed. James Strachey (New York: W.W.Norton &
Company Inc., 1960).
----------------------. Psikanalize Yeni Giriş Dersleri, çev. Selçuk Budak (Ankara: Öteki Yayınları, 2000).
----------------------. The Ego and The Id, çev. James Strachey (New York: W.W.Norton & Company Inc.,
1960).
----------------------. The Ego and The Id and Other Works, çev.James Strachey (Londra: The Hoghart
Press, Limited, 1986).
----------------------. New Introductory Lectures on Psychoanalysis, çev. James Strachey (New York:
W.W.Norton & Company Inc.,1965).
----------------------. Rüyalar, çev.İbrahim Türek (İstanbul: Varlık Yayınları, 1965).
110
----------------------. Collected Papers, çev.James Strachey (New York: Basic Books, Inc. Publishers,1959).
----------------------. An Outline of Psychoanalsis, çev. ve ed. James Strachey (New York: W.W.Norton &
Company Inc.,1989).
Frosh Stephen. Identity Crisis-Modernity, Psychoanalysis and the Self (Londra: Macmillan Education
Ltd., 1991).
Gençtan, Engin. Psikanaliz ve Sonrası (İstanbul: Metis Yayınları, 2002).
Gindin, James. Postwar British Fiction, New Accents and Attidutes (Westport, Connecticut: Greenwood
Press Publishers, 1962).
Hall, J.R. ve D.V. Glass. “Education and Social Mobility in Britain” in Social Mobility in Britain, ed.
D.V.Glass (London: Routledge& Keagan Paul, 1954).
Heatman, John. “Picture Storey Book”, Hampstead & Highgate Express (Londra: Hampstead &
Highgate Express, 21 Eylül 1973).
_____________ . “Heatman’s Diary” , Hampstead and Highgate Express (Londra: Hampstead and
Highgate Express, 6 Ekim1972).
Higgins, John. “David Storey: Night and Day” The Times (Londra: The Times, 16 Eylül 1973).
Hilton, Robin H. Interview with W.Dawes (Londra: 21 Aralık 1976).
----------------------. Interview with W.Dawes (Londra: 12 Aralık 1972).
---------------------- . Interview with W.Dawes (Londra: 21 Aralık 1972).
---------------------- . Interview with A.Hall (Londra: 21 Aralık 1972).
Hitchock.,Peter. Working Class Fiction in Theory and Practice, A Reading of Alan Silitoe (Londra: UMI
Research Press, 1989).
Hoggart, Richard. The Uses of Literacy: Aspects of Working Class Life with Special Reference to
Publications and Reference to Publications and Entertainments (Harmondsworth:
Penguin, 1958).
111
Hubbard, Alan. “Sporting a New Storey Line”, World Sports (Londra: World Sports, Mart 1972), 31-33.
Jacobi, Jolande. The Psychology of C.G.Jung (Londra: Routledge & Kegan Paul, 1968).
Johnstone, F.K. The Bloomsbury Group: A Study of E.M.Forster, Lytton Strachey, Virginia Woolf and
Their Circle (New York: The Noonday Press, 1954).
Jung, Carl. Bilinç ve Bilinçaltının İşlevi, çev. Engin Büyükinal (İstanbul: Say Yayınları, 1997).
----------------------. On The Nature of The Psyche, The Collected Works of C.G.Jung, çev. R.Hull (New
York: Princeton Unicersity Press, 1973).
----------------------ve C.Kereneyi. Essays on a Science of Mythology, Collected Works, çev. R.Hull (New
York: Princeton University Press, 1949).
----------------------. Analitik Psikoloji, çev. Ender Gürol (İstanbul: Payel Kitabevi, 1997).
----------------------. The Archetypes and the Collective Unconscious, çev. R.Hull (New York: Princeton
University Press, 1980).
----------------------. İnsan Ruhuna Yöneliş,: Bilinçaltı ve İşlevsel Yapısı, çev. Engin Büyükinal (İstanbul: Say
Yayınları, 1962).
----------------------. Collected Works: The Development of Personality, çev. R.Hull (Londra: Princeton
University Press, 1981).
----------------------. Psychological Types, çev. C.Baynes (New York, Bailliere, Tindal and Cox, 1976).
----------------------. Modern Man in Search of a Soul, çev. R.Hull (Londra: Princeton University Press,
1984).
----------------------. Contributions to Analythical Psychology, çev. R.Hull (London: Princeton University
Press, 1973).
Korn, Eric.“How Grey Was My Valley,” review of Saville, Times Literary Supplement
(Londra: Times Literary Supplement, 24 Eylül 1976).
Lacan, Jacques. Speech and Language in Psychoanalysis, çev.Anthony Wilden (New York: The John
112
Hopkins University Press, 1991).
Laing, R.D. Bölünmüş Benlik, çev. Selçuk Çelik (İstanbul: Kabalcı Yayınevi,1993).
----------------------. The Divided Self: An Existential Study in Sanity and Madness (Harmondsworth:
Penguin, 1965).
---------------------- .The Politics of Experience and the Bird of Paradise (Harmondsworth: Penguin,1967).
----------------------. Self and Others (Harmondsworth: Penguin, 1971).
Laszloi, Violet de. The Collected Works of Carl Jung (New York: Random House Inc., 1959).
Leader, Darian ve Judy Groves. Lacan, çev. Gül Çağalı Güven (İstanbul: AD Yayıncılık A.Ş., 1997).
Lemaire, Anika. Jacques Lacan (Londra: Humanities Press, 1977).
Massie, Allan. The Novel Today: A Critical Guide to the British Novel 1970-1989 (Londra: Longman
,1990).
Mowat, Charles Loch. Britain Between the Wars 1918-1940 (Londra: Methuen, 1955).
Robson, W.W.W. Modern English Literature (Oxford: Oxford University Press, 1970).
Roudinesco, Elisabeth. Jacques Lacan, çev. Barbara Bray (New York: Columbia University Press, 1997).
Russell, Bertrand. Dış Dünya Üzerine Bilgimiz, çev. Vehbi Hacıkadiroğlu (İstanbul: Kabalcı Yayınevi,
1996).
Sarup, Madan. Jacques Lacan (Hertfordshire: Harvester Wheatsheaf, 1992).
Schultz,Duane P. ve Sydney Ellen Schultz. Modern Psikoloji Tarihi, çev.Yasemin Aslay (İstanbul:
Kaknüs Yayınları, 2001).
Silitoe, Alan. Britain in Figures: A Handbook of Social Statistics (Harmondsworth: Penguin, 1973).
Singer,June. Boundaries of The Soul, The Practice of Jung’s Psychology (New York:
Anchor Books, Doubleday, 1994).
Stevens, Anthony. Jung (Oxford: Oxford University Press, 1994).
Storr, Anthony. Freud (Oxford: Oxford University Press, 1989).
113
Sullivan, Ellie-Ragland. Jacques Lacan and the Philosophy of Psychoanalysis (New York: Illinois Press,
1987).
Taylor, A.J.P. English History 1914-1945, The Oxford History of England, s.15 (Oxford: Oxford
University Press, Clarendon Press, 1965).
Taylor, John Russell. David Storey, ed. Ian Scott Kilvert (Scotland: Longman Group Ltd..,1974).
Thomson, David. England in the Twentieth Century (Londra: Penguin, 1975).
Trodd, Anthea. A Reader’s Guide to Edwardian Literature (Hertfordshire: Harvester Wheatsheaf, 1991).
Tura, Saffet Murat. Freud’dan Lacan’a Psikanaliz (İstanbul: Kanat Kitap, 2005).
Urgan, Mina. D.H.Lawrence: Yaşantı (İstanbul: Yapı Kredi, 1995).
ÖZET
DAVID STOREY’ NİN PASMORE, A TEMPORARY LIFE VE SAVILLE ADLI
ROMANLARINDAKİ BEDEN-RUH ÇATIŞMASININ PSİKANALİTİK VE
OTOBİYOGRAFİK AÇIDAN İNCELENMESİ
Psikanalitik eleştiri, bir eleştiri metodu olarak, kendisi de içsel çatışmalar yaşayan yazarların
eserlerine odaklanmalıdır ki, böylelikle onların farklı yazım üslûplarını ve yaşadığı topluma yabancılaşmış
bireyler hakkında kapsamlı ve farklı temaları kullanarak oluşturdukları edebiyat ürünlerini analiz ederek,
onların edebi yazınına ve kurama kattıklarını ortaya çıkarabilsin.
Bu çalışma David Storey’nin romanlarındaki ana karakterlerin yaşadığı bedensel-ruhsal
çatışmanın nedenlerini ve karakterlerin yaşamlarıyla yazarın yaşamı arasındaki paralellikleri
incelemektedir. Önemli olan şudur ki aldıkları eğitimle öz kültürlerinden uzaklaşan karakterler
geçmişlerinin etkisinden kurtulamaz ve bu da yeni toplumun bir parçası hâline gelmelerini zorlaştırır. Bu
durumun neden olduğu gerilimi aşmaya çalışan Colin Pasmore bir kaçışa yönelir ancak başarılı olamaz.
Yvonne’un sembolik kaçışı ise onu akıl hastanesine hapseder. Colin Saville de Londra’da yaşamak üzere
evini terk etmesiyle kendini tek bir topluma ait hissetmek için bir girişimde bulunur. Bu bağlamda
karakterler Psikanalitik eleştiride bölünmüş benliğe alternatif imgelemler tasvir eder.
Bu çalışma Storey’nin, eğitim süreciyle bir sosyal sınıftan daha yüksek bir sosyal sınıfa geçen
bireylerin yaşadıkları kültürel çatışmanın yoğun benliksel sorgulamalara dönüşebildiğine ve bunun ciddi
ruhsal hasarlar meydana getirebileceğine dikkat çektiğini ve bu konuyu otobiyografik unsurlarla
zenginleştirdiğini göstermeyi amaçlar. Bireylerin bu sorunu aşmak için seçtikleri yaşam alanında sürekli
üretken konumda olmaları ve ilgi alanları doğrultusunda meslekler seçmeye özen göstermeleri, böylelikle
yaşam enerjilerini artırmaları gerekmektedir.
Sonuç olarak, benlik bölünmesi sorunu yaşayan karakterler, kendileriyle aynı durumda olan
insanlar için örnek rol modelleri olarak var olurlar. Ancak ümitsizliğe kapılıp pasifçe geri çekilmeyi tercih
edenler için ruhsal bunalım ve hatta aklını yitirme kaçınılmaz olabilir.
ABSTRACT
THE PSYCHOANALYTHIC AND AUTOBIOGRAPHICAL ANALYSIS (OF MIND
VERSUS BODY CONFLICT) IN DAVID STOREY’S NOVELS: PASMORE, A
TEMPORARY LIFE AND SAVILLE BY DAVID STOREY
As a critical method, Psychoanalytic Criticism dwells on the works of writers who have suffered
from inner conflicts in order to reveal their contributions to literature and theory by analysing how they
create literary products through using different narrative styles and comprehensive themes about
individuals who feel alienated.
This thesis probes the main characters in the three novels by David Storey and the reasons for their
mind and body conflict and searches for the parallels between the characters’ and the author’s life. It is
important that these characters are alienated from their own culture and they cannot get rid off the influence
of their former culture which makes it difficult for them to become a part of that new society. Trying to
handle the tension that comes out of this conflict Colin Pasmore tries to escape, but he ends up with a
failure. The symbolic escape of Yvonne imprisons her in a mental hospital, Colin Saville makes an attempt
to feel that he belongs to his new society from then on by leaving home to live in London. Therefore these
characters depict alternative visions of the divided self.
This work suggests that Storey draws attention to the fact that the cultural conflicts experienced by
individuals, who upgrade from one social class to another, may possibly turn into self questionings which
may lead to serious mental breakdowns, and he enriches his material with autobiographical aspects. In
order to deal with the problem, individuals should continually be in a state of being creative and they should
choose their professions conforming to their interests. As a result, characters who suffer from the
fragmentation of the self, survive as role models for people who share the same problem. However,
emotional breakdown and even mental breakdown can become invariable for hopeless people if they
prefer a passive withdrawal.