İslam Sosyolojisi - tr.islamic-sources.com°slam Sosyolojisi.pdf · Dini, sırf ahiret yolu olarak...
Transcript of İslam Sosyolojisi - tr.islamic-sources.com°slam Sosyolojisi.pdf · Dini, sırf ahiret yolu olarak...
İslam Sosyolojisi
KISACA YAZARIN HAYATI
ÇEVİRENİN BİRİNCİ BASKIYA ÖNSÖZÜ
ÇEVİRENİN İKİNCİ BASKIYA ÖNSÖZÜ
Birinci Bölüm
İkinci Bölüm
İSLÂM'IN TOPLUMA GİRMESİ VE YERLEŞMESİ
Toplumun Kurallara Duyduğu İhtiyaç
İnsan, Toplum Kuralları Karşısında Bütünüyle Özgür Değildir
Kuralların İşlerliğinde Zayıf Nokta
Kanunun Güçsüz Kalmasının Asıl Kaynağı Dinin Diğer Kanunlar Karşısındaki Üstünlüğü
Dinî Olmayan Rejimlerin Çare Aramaları İslâm'ın Öteki Dinlerle Farkı
İslâm, İlerlemesi Yolunda Tabiî Olmayan Şeylere El Atmaz
Duyuru ve Çağrı
Duyuru Yolu
İslâm İle Diğer Toplumsal Kuralların Mukayesesi Sonuç
İlâhî Ahkâma Saygı İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırmak
Üçüncü Bölüm
İSLÂM'IN TOPLUM HAYATINA YAPTIĞI HİZMETLER
Bireysel Çıkarların Korunması ve Çekişmelerin Kaldırılması
İslâm'da Eğitim ve Öğretim
İslâm Talimatında İki Önemli Şey
Hakkı Söylemek ve Özgür Düşünceleri Açıklamaktan Kaçınmak
İçtihat ve Taklit
İslâm Hükümleri ve Onun Temel İlkesi Toplumda Bölücülük
İslâm'ın Farklılıkları Kaldırma ve Menfaatleri Korumadaki Genel
Görüşü
Paralı ve Parasız Sınıflar
Özel Mülkiyet Esasları Mülk Edinilebilecek Şeyler
İnsanın Vasıta İle Sahip Olduğu Şeyler
Genel Miras Konuları
Nesebi Vârisler (Yakınlar)
Birinci Dereceden Miras Alanlar
İkinci Dereceden Miras Alanlar
Üçüncü Dereceden Miras Alanlar
Miras Hisseleri
Miras Hisselerinin Dağıtımı
Baba ve Annenin Mirasları Çocuklar
Ced ve Cedde (Büyük Baba ve Büyük Anne)
Amca ve Hala
Dayı ve Teyze
Karı ve Koca
Velayet (Velilik)
Miras Hükümleri Serveti Stok Etmenin Zararları
İslâm'ın Getirdiği Çözüm
Kadın Erkek Sınıfı
Kadının İslâm'dan Önceki Durumu
a) Kabile Hayatı Yaşayan Toplumlardaki Kadın
b) Gelişmiş Saraylı Toplumlarda Kadın
c) Dinî Toplumlarda Kadın
Özet İslâm'da Kadının Yeri
Kadın İle Erkek Arasında Bulunan Farklılıklar
İslâm'da Birden Fazla Kadınla Evlenme Meselesi Evlenmenin Hükümleri
Açıklama
Evlenilmesi Yasak Olan Kimseler
Açıklama
Akit Velayeti
Çocuğun Tabiiyeti ve Hukuku
Kocanın Tek Olması
Evlenmenin Genel Hüküm ve Konuları Talak (Boşanma)
Talak'ın Doğruluğunun Şartları Talak'ın Kısımları
İddetin Çeşidi ve Hükümleri İddetin Çeşitleri
Kadın ve Erkeğin Tanıklığı
Tanıklığın Genel Konuları Tanığın Şartları
Yönetim, Yargı ve Cihat Erkeklere Özgüdür
Kadı İle İlgili Genel Konular
Kadının Görevleri Kadılık Makamının Önemi
Cihadın Genel Hükümleri İslâm'da Savaş Hâli
İslâm'ın Savaş Anındaki Tutum ve Davranışları İslâm'da Kölelik
Köle Alışverişinin Kuralları 1- Savaşı Kazanmak
2- Doğurmak ve Eğitmek
3- Zorba Sahibi Olmak
İslâm'ın Köle Konusundaki Görüşü
İslâm İle Diğer Görüşlerin Mukayesesi İslâm'ın Köleye Karşı Tutumu
Toplumun Diğer Sınıfları
İhtilafları Yok Etmek İçin Millî Bir Yol Namaz, Oruç, Hac veya Ayrıcalıkları Kaldıran Araç
MUT'A İLE İLGİLİ EK BÖLÜM
Mut'a Nikâhı İle İlgili Genel Bir Bilgi
Birbirine Zıt İki Tür Mut'a Nikâhı Mut'a Nikâhını Kabul Edenlerin Kur'ân'dan Delilleri
Yapılan İtirazlar ve Verilen Cevaplar
Mut'a Nikâhını Kabul Etmeyenlerin Kur'ân'dan Delilleri
Kur'an'dan Delil Mut'a Nikâhını Kabul Etmeyenlerin Aklî Delilleri ve Kabul Edenlerin
Verdikleri Cevaplar
KISACA YAZARIN HAYATI
Allâme Muhammed Hüseyin Tabatabaî
Allâme Seyyid Muhammed Hüseyin Tabatabaî; miladi 1902 yılının sonlarına doğru
Tebriz'de, ilim ve irfan ocağı olan bir sülalede dünyaya geldi. 14. büyük babasından
kendi babasına kadar bütün babaları, Tebriz'in meşhur âlim ve bilginlerindendi.
Allâme, ilk tahsilini kendi doğum yeri olan Tebriz'de yaptı. Tahsilinin ilk aşamasını
geride bıraktıktan sonra, o dönemin İslâmî ilimler merkezi olan Necef-i Eşref'e gidip,
orada İslâmî ilimlerin çeşitli dallarında on yıl eğitim gördü.
Fıkıh ve usul-ü fıkıh ilimlerini, merhum Nainî ve İsfahanî (Kompanî) gibi meşhur
üstatlardan ders aldı. Felsefeyi Ağa Ali Müderris'in öğrencilerinden Seyyid Hüseyin
Badkubî'den, riyaziyatı (matematiği) Seyyid Ebu'l-Kasım Hansarî'den, ahlâkı ise
hikmet ve irfanda büyük bir makama sahip olan Hacı Mirza Ali Kazi'den ders aldı.
Daha sonra 1925 yılında maddî sıkıntılardan dolayı doğum yeri olan Tebriz'e geri
dönme mecburiyetinde kaldı.
Sadece fıkıh dalında değil, hatta sarf, nahiv, Arap edebiyatı, fıkıh ve usul-ü fıkıh,
matematik, felsefe, kelam, irfan ve tefsir dallarında da ihtisas sahibi olacak şekilde
derin bir tahsil gördü.
Bazı siyasî olaylar sonucu ortaya çıkan ve kötü izler bırakan İkinci Dünya Savaşı'ndan
sonra, doğum yerini terk edip, İslâmî ilimler merkezi olan Kum şehrine giderek, tefsir
ve felsefe dallarında ders toplantıları düzenledi. Tahran'a da sık sık yaptığı yolculuklar
neticesinde felsefe ve İslâmî ilimlere ilgi duyan kesimlerle i-lişkide bulundu. Din ve
felsefe karşıtlarıyla çekinmeden tartışarak, doğru yoldan sapan nicelerini akıl ve
mantık yoluyla ikna ederek aydınlanmalarına vesile oldu. Son yirmi küsur yıl zarfında
ise, hem âlimler arasında, hem de batıda tahsil görmüş aydınlar arasında üstün bir
ilmî konuma oturdu.
Yıllarca her sonbahar mevsiminde, Prof. Henry Cor-bin ve bir grup âlim ve bilginlerle
toplantılar düzenledi. Bu toplantılarda, din ve felsefe hakkında çok önemli konular
işledi, günümüz dünyasının manevî boyutlu gerçeklerinin arayışında olan şahısların
karşısına dikilen sorunlar ve bu sorunların çözümleri gündem edildi. Bu
toplantılardan, çok önemli ve olumlu sonuçlar çıkmıştır. Bu gibi yüksek düzeyde ve
geniş ufuklu toplantılar, maalesef günümüzde İslâm-Hıristiyanlık ilişkilerinde
rastlanmayan bir olaydır.
Allâme Tabatabaî'nin büyük hizmet ve himmetiyle Kum kentinin ilim havzalarında aklî
ilimler, ayrıca Kur'an-ı Kerim tefsiri ihya oldu. Allâme, felsefenin temeli sayılan Şifa
ve Esfar gibi kitapları tedris etmekle tedricen bu ilim dalını medreselerde
yaygınlaştırdı.
Allâme'nin yüce şahsiyeti, güzel sıfatlara sahip olması, talebelerine karşı olgun ve
ölçülü davranışı, gün geçtikçe felsefeye ilgi duyan kabiliyetli öğrencilerin Üs-tad'ın
dersine akın etmesine neden oldu. Öyle ki, son yıllarda felsefe dersine yüzlerce
öğrencinin katıldığı gözlemlendi. Yirmi küsur yıl zarfında nice bilginler, Allâme'nin
kılavuzluğu ve tedrisatı sayesinde felsefe dalında uzmanlaştı. Bunların birçoğu fiilen
felsefe üstatlarındandır.
Allâme Tabatabaî'nin birçok talebe eğitmekle ve felsefî kitapları neşretmekle
felsefeye yapmış olduğu hizmetten daha da önemlisi, öğrencilerinin ahlâkî ta-lim ve
terbiyesine, nefis tezkiyesine dair göstermiş olduğu titizliktir. Allâme, hakikatte ilim
ve ahlâkı beraberce öğrenip yaymak isteyen şahısları terbiye etmek için yepyeni bir
mektep tesis ederek, çok değerli insanları topluma kazandırmış ve sürekli olarak da
öğrenim ve tezkiyenin bir arada sürdürülmesinin gerekli olduğunu vurgulamıştır.
Sadece felsefe, tefsir, usul ve fürudaki hadisleri anlamak gibi konularda değil, tevhidi
tanrıbilim ve kalbî ilhamlar yönünden de Allah'ın büyük bir ayet ve nişanesiydi.
Onu sessiz, sakin gören herkes hiçbir şey bilmediğini zannederdi; ama öylesine ilâhî
nur ve gaybî müşahedelerin içine girmişti ki, aşağılara inmesine imkân yoktu. Ancak
bununla birlikte, kesret âleminde zahiri korumayı, her âlimin hakkını layıkıyla eda
etmeyi, talebelerin eğitim ve öğretimiyle ilgilenmeyi, din ve ilâhî sünnetler ve İslâm
kanunlarının savunuculuğunu yapmayı ihmal etmiyordu.
Çeşitli ilimleri kendisinde toplamasıyla birlikte ilim ve amele birlikte sahipti. Yani
vücudunun tüm uzuvları hakka teslim olmuş bir insandı. Şikeste ve nastalik hattını
çok güzel yazardı. Yaşlandıktan sonra bu yeteneği, yaşlılıktan olsa gerek, zayıflamıştı
ve kendi kendine şöyle dediği söyleniyor: "Gençlik zamanımdan kalma bazı
yazılarıma bakıyorum da, 'Acaba bunlar benim yazım mı?' diye soruyorum kendi
kendime."
Gizli ilimlerden reml ve cifri çok iyi bilirdi. Ama onlara amel ettiği görülmemiştir. Sayı
ilmi ve ebcet hesabını da çok iyi bilirdi. Cebir, mukabele ve geometride üstattı;
takvim hazırlayabilecek derecede astronomi bilirdi.
Kur'an-ı Kerim'e karşı bir huşu ve saygısı vardı. Ayetleri genelde ezberden okur,
ayetlerin yer ve numaralarını surelerde gösterir ve de birbirine uygun ayetleri
çıkarırdı. Merhumun, Kur'ân üzerine inceleme ve toplantıları hayli içerikli ve ilgi
çekiciydi. Hz. Peygamber (s.a.a) ve kızı Fatıma'ya (a.s) ve On İki Ehlibeyt
İmamları'na karşı özel bir hayranlık ve muhabbeti vardı. Onlardan birinin adı anıldığı
zaman yüz ifadesi değişir, edep ve tevazu hâli alırdı. O yüce şahsiyetler hakkında
sorulan sorulara karşı öyle bir beyan ve açıklamada bulunurdu ki, insan zannederdi
ki, onların siyerini aynı gün okumuş da gelmiş.
Yaz aylarında, İmam Rıza'yı (a.s) ziyaret etmeyi kendi için görev hâline getirmişti.
Meşhed'de bulunduğu zaman, her gece İmam Rıza (a.s) türbesini ziyaret eder,
münacatta bulunurdu.
Kendisinden sonra birçok eser bırakan Allâme Tabatabaî, 15 Kasım 1981 yılında vefat
etti. Allah onu kendi velileriyle hasretsin, ona rızvanında yer versin!
ÇEVİRENİN BİRİNCİ BASKIYA ÖNSÖZÜ
Bismillahirrahmanirrahim
İnsanoğlu var olduğu ilk günden beri, sosyal bir yaratıktır. Çünkü toplumsal yaşayış
duygusu, onun fıtratından kaynaklanmaktadır. Toplumu oluşturan insanlarda,
toplumu yönlendirecek bir kısım fikirler de oluşmuştur. Fakat fikirler hayata ait
oldukları müddetçe yaşarlar. Ortaya atılmış her fikir, toprağa serpilmiş tohum gibidir.
Tohum toprakla irtibat kurup, güneş enerjisinden istifade ettiği müddetçe yaşama
gücüne sahip olabilir. Fikir de böyledir. Hayatın içinden geldiği, hayatla irtibat
kurabildiği ve hayata ait olduğu oranda varlığını sürdürebilir. Hayata ait olmayan
fikirler, toprağa kök salmayan tohumlar gibidir. Mutlaka bir gün kurumaya
mahkûmdur.
Ne var ki, nice yıllardır biz Müslümanlar İslâm ile hayatın arasına yıkılmaz setler
çekmişiz. Hele son asırlarda İslâm dinini beşerin hayatını yönlendiren bir anayasa
olarak değil, sadece Allah ile kul arasında gizlenmiş kuru birtakım bağlar olarak
kabullenmiş veya öyle kabul ettirilmişizdir. Dini, sırf ahiret yolu olarak bilmişizdir.
Pakistan'ın ve İslâm'ın büyük şairi Muhammed İkbal ne de güzel demiş:
Kusur İslâm'da değil, bizim Müslümanlığımızdadır.
Şu hâlde, bu alandaki kusurlarımızı idrak ederek İslâm'ın dünya ve ahreti içine alan
hayat düsturu olduğunu bilmemiz ve o sonsuz ilâhî hükümleri ihtiva eden
anayasadan nasibimizi almaya çalışmamız gerekiyor.
Şu bir gerçektir ki, asr-ı saadetin Müslümanları, İslâm'ı hayat kaynağı, hayat
düsturu, hayat nizamı olarak alıyor ve hayatlarına tatbik ediyorlardı. Onlar hayatlarını
"İslâm'ın kumandası"na teslim etmişlerdi. O yüzden de İslâm, Allah ile kul arasında
kuru bir bağ değil, canlılık bahşeden bir hayat nizamı olarak cihandaki mümtaz yerini
almıştı.
İslâm'ın uygulanma safhasından yıllar yılı uzak kalışının doğurduğu en kötü
sonuçlardan biri, İslâm ilkelerinin yanlış yorumlanması ve ters anlaşılmasıdır.
Neticede, amelen İslâm'dan uzak kalmış Müslümanlar siyasî, iktisadî ve diğer
alanlarda olduğu gibi, sosyal düzen alanlarında da kendilerini yabancı sistemler
karşısında savunmasız bulmuşlardır.
Hele İslâmî nizamdan uzak kalmış Müslümanların hayatlarının İslâm'a mal edilmesi,
İslâm'ın anlaşılmasını büsbütün zorlaştırmıştır.
Evet, İslâm bütün yönleriyle anlaşılmadıkça ve hayat düzeni olarak uygulanma
safhasına dökülmedikçe, onun yüce gerçeklerini olduğu gibi kavramak mümkün
olmayacaktır.
İşte asrımızın büyük müfessir, fakih ve filozofu merhum Ayetullah Allâme Tabatabaî,
Kur'anî ve aklî delillere dayanarak, İslâm'ın bütün hayatı içeren sonsuz bir din
olduğunu, tüm beşer sistemlerinin İslâmî ahkâmın mukabilinde güçsüz kaldığını bu
kitabında açık ve seçik bir şekilde ortaya koymuştur. Bu değerli eserinde İslâm'ın
sosyal bir din olduğunu, topluma verdiği önemi ve toplum sorunlarına getirdiği
çözümleri, öz ama genel anlamıyla güzel bir şekilde kaleme almıştır.
Türkiye'de İslâm Sosyolojisi üzerinde yayınlanan eserlere, diğer bir eser ilâve etmek
için Müslüman kardeşlerimize yararlı olacağını umarak bu kitabı çevirdik.
İslâm'ın bütün insanî ve Müslüman toplumlarda yaşayan hayat hâline gelip, tüm
insanlığın ve Müslümanların ferdî ve toplumsal sorunlarını çözeceği günün gelmesi
ümidiyle.
Size ve inananlara selâm olsun.
1 Ocak 1991
Hasan Kanaatlı
ÇEVİRENİN İKİNCİ BASKIYA ÖNSÖZÜ
İslâm'ın getirdiği geniş ufukları görebilmek için onu, çevreden alınan bilgilerle oluşan
önyargılardan uzak, tam sağduyu ile anlamamız ve üzerinde iyice düşünmemiz
gerekir. Yirmi birinci yüzyıla girdiğimiz şu sıralarda, İslâm âleminin durumunu ve
Müslümanların genel düşünce düzeyini göz önüne getirince, pek fazla umut vermiyor.
Bilgiye ulaşımın son derece kolaylaştığı bu çağda biz, temel kaynaklara uzanacağımız
yerde, hâlâ taklitçilik ve mezhep taassubu batağında sürünüp durmaktayız.
Orijinal, üretici ve gerçek bir İslâmî fikir düzeyine ulaşabilmek için önce zihnimizi
programlayan gelenekçi çevre koşullarından ve mezhebi taassuplardan kurtulup bizi
bilgiye, gerçek İslâm'a ulaştıracak bir yöntemle düşünmemiz, yani yeniden kendimizi
tazelememiz gerekir.
Kafamızı yığın yığın geçersiz/hurafî rivayetlerle doldurmak ve mezhebi din gibi
algılamak, bizi tazele-mek şöyle dursun, iyice taklit ve taassup bataklığının dibine
yerleştirir. Düşünce yapımızın temel hipotezi/faraziyesi olması gereken Kur'ân-ı
Kerim'i bu tür hurafî/uyduruk rivayetlerin etki ve objektifiyle değil, bunlardan
sıyrılarak Resulullah'ın (s.a.a) Kur'ân'a eş değer olarak tayin ettiği Ehlibeyt'inin
bakışıyla okumalıyız.
Önce bu uyduruk rivayetleri öğrenir de sonra Kur'ân'a bakarsak, Kur'ân'ın reddettiği
şeyleri onda varmış gibi kabul ederiz.
Gerçekten insan, çevreden aldığı mezhep taassubu ve gelenekler ile programlanınca,
artık düşünce sistemini kolay kolay değiştiremez. Kur'ân'da ve Sünnet'te olmayan
birçok şeyi Kur'an ve Sünnet'in hükmü sanır, hatta Kur'ân ayetlerini bile kendi
kafasındakilere göre yorumlar, daha doğrusu kendi kafasında oluşmuş düşünceleri
Kur'an'da görür, öyle düşünür.
Birçok yanlış görüş, yorum ve rivayet yeniden ele alınıp dinin asıl kaynağı olan Kur'an
ve onu hayatlarında pratize eden Ehlibeyt süzgecinden geçirilerek bu iki nebevî
emanetin ruhuna aykırı olanlar ayıklanmadıkça, Müslümanların sosyal, bilimsel ve
fikrî bir sıçrama yapması mümkün değildir. Oysa artık bir milyarı aşan nüfusuyla
Müslümanların, yeni bir uyanışa ve bilimsel bir sıçramaya ihtiyaçları vardır.
İnsanımız, nebevî emanetler olan Kur'an ve Ehlibeyt'in söylediğini değil, falanın veya
filanın düşüncesini din diye kabule yönelmekte, hatta bazen Kur'an'ın tam tersi
düşünceleri kabul edip farkında olmadan Kur'an'ı dışlamaktadır.
Müslümanların bu tür bağnazlıkları aşıp Kur'an ve Ehlibeyt'te birleşmeleri ve yeniden
nebevî emanetlerden (Kur'ân ve Ehlibeyt) ilham alıp fikir üretmeleri, İslâm'a uygun
yasalar ve dünya nizamı olabilecek fikir sistemleri geliştirmeleri kaçınılmaz bir
zorunluluktur.
Dolayısıyla her bir Müslümanın yeniden imanına tepeden tırnağa bir boy abdesti
aldırıp, Kur'ân ve Ehlibeyt emanetlerini çok iyi bir şekilde gözden geçirmesi gerekir.
Unutmayalım ki, Allah katında inanç ve amellerin en makbulü taklitle değil, bilinerek
ve anlaşılarak sahip olunan inanç ve amellerdir. Allah'ın emri de böyledir:
Ey inananlar, ne dediğinizi bilebilmeniz için sarhoş iken namaza yaklaşmayın.
Sarhoş iken namaz kılmanın yasaklanması, okunan şeyin ve yapılan amelin/eylemin
anlaşılmamasından ötürüdür. O hâlde, dinini anlamayan ve hangi yolda olduğunu
idrak etmeyen ayık kimsenin, ne dediğini bilmeyen sarhoştan ne farkı var ki?
İşte elinizdeki bu eser, bu sahada çok önemli bir kılavuzdur. Uyduruk hadislerin,
geleneğin, mezhebî taassupların, falan-filan efendilerin sözlerinin tesiri altında
kalmadan, orijinal İslâmî düşünceleri olduğu gibi aktarmış ve bu alandaki büyük bir
boşluğu doldurmuştur.
Hep beraber yeni ufuklarda uyanışa, fikrî sıçramaya ve İslâm kardeşliğini/vahdeti
tesis etmeye muhtacız. Bundan dolayı yeniden Kur'ân ve Ehlibeyt'e (nebevî
emanetlere) dönelim; onları yeniden tanıyalım, okuyalım, düşünelim. Belki o zaman
İslâm bizi, ilk fetihlere ulaştırdığı gibi, şimdi de Allah'ın izniyle büyük açılımlara ve
aydın ufuklara ulaştırır!
Selâm ve dua ile…
Hasan Kanaatlı
13. 6. 2007
Birinci Bölüm
Doğrusu Allah katında (makbul olan) din, İslâm'dır. Kendilerine kitap verilen
Hıristiyan ve Yahudiler, ilim kendilerine geldikten sonra aralarındaki ihtirastan dolayı,
İslâm dini hakkında ihtilafa düştüler. Kim Allah'ın ayetlerini inkâr ederse, gerçekten
Allah, hesabı pek çabuk görendir.
Bütün peygamberlerin insanları davet etmiş oldukları din, Allah'a ibadet ve O'nun
emirlerine uymaktan ibarettir. Din bilginleri, hakkı batıldan ayırt etmelerine rağmen,
düşmanlık ve ihtirasları yüzünden hakkın yükünü omuzlamayıp her biri bir başka yolu
takip edip gitmişlerdir.
Bu yüzden yeryüzünde çeşitli dinler baş göstermiştir. İşte böyle insanlar gerçekten
Allah'ın ayetlerini inkâr etmiş sayılmaktadırlar. Yüce Allah öyle insanların yaptıklarının
cezasını vermekte çok çabuk hesap görücüdür.
Kim İslâm'dan başka bir din ararsa, o istediği din asla kendisinden kabul olunmaz ve
bu kişi ahirette de ebedî zarar çekenlerden olur.
Ey iman edenler, hepiniz topluca barış ve güvenliğe (İslâm'a) girin ve şeytanın
adımlarını izle-meyin. Çünkü o, size apaçık bir düşmandır.
Ahitleştiğiniz zaman; Allah'ın ahdini yerine getirip pekiştirdikten sonra yeminleri
bozmayın; çünkü Allah'ı üzerlerinize kefil kılmışsınızdır. Hiç şüphesiz Allah, yapmakta
olduklarınızı bilir.
Son ayette anlatılmak istenen husus, Müslümanların Allah'la ve birbirleriyle yaptıkları
ahdi yarım bırakmadan tam manasıyla yerine getirmeleridir.
(Ey Resulüm! İnsanları) hikmetle, güzel söz ve nasihatle Rabbinin yoluna (İslâm'a)
davet et. Onlara karşı en güzel olan bir mücadele ile mücadele et. Şüphe yok ki
Rabbin, yolundan sapanı en iyi bilendir ve hidayete erenleri de en iyi bilendir.
Ayet; Müslümanın, dinin ilerlemesi için insanlarla akıllarının alacağı şekilde ve onlara
yararlı olacak şeylerle konuşması gerektiğini anlatmaktadır. Nasihat, delil ve güzel
sözlerle doğru yola gelmedikleri takdirde ise, sözü ispat etme yollarından biri olan
"mücadele" yoluna başvurularak insanların hakka davet edilmesini beyan etmektedir.
Ey iman edenler! Allah'a itaat edin, Peygamber'e itaat edin ve sizden olan emir
sahiplerine de. Eğer bir şeyde anlaşmazlığa düşerseniz, artık onu Allah'a ve Resulü'ne
döndürün. Şayet Allah'a ve ahiret gününe iman ediyorsanız bu, hayırlı ve sonuç
bakımından daha güzeldir.
Ayette anlatılmak istenen husus; İslâm toplumunda ayrılık ve çekişmeleri ortadan
kaldıracak tek aracın Kur'ân'ın ayetleri ve Hz. Peygamber'in (s.a.a) sözleri dışında bir
şeyin olmayacağıdır. Tüm çekişmeler bu iki delille çözülmelidir.
Şayet Müslüman bir kimse, bu çekiş-meyi mantık yoluyla çözmeye çalışırsa, bu,
Kur'ân'ın akıl ilkesini kabullenmesindendir.
Sen Allah'ın rahmetiyle onlara yumuşak davrandın. Eğer kaba, katı yürekli olsaydın,
muhakkak onlar etrafından dağılıp gitmişlerdi. Artık onları bağışla ve kendilerine
Allah'tan mağfiret dile, iş hususunda fikirlerini al (müşavere et), müşavereden sonra
da bir şeyi yapmaya karar verdin mi, artık Allah'a güven ve dayan. Gerçekten Allah,
tevekkül edenleri sever.
Zira iyi geçinmek, hayırlı olmak ve bir iş hususunda karşıdakinin fikrini almak,
dostluk ve yakın ilişki kurmanın en başta gelen unsurlarından biridir.
Toplum liderinin, kendi toplumu içerisinde otorite kurabilmesi için, toplumundaki
bireylerin ona bağlı olması şarttır.
Yüce Allah, Müslüman toplumun önderi olan Hz. Muhammed'e (s.a.a), toplumuyla iyi
geçinmesini ve yapacağı işlerde onların da fikrini almasını emretmektedir. Fakat
halkın, fikir ve düşüncelerinde her an için yanılma ihtimali bulunduğundan, Hz.
Peygamber'e kendi düşünce ve görüşleri üzerinde sabit kalmasını da ayrıca
bildirmektedir.
Yine buyurmaktadır ki, hiç kimsenin Allah'ın irade ve emrini değiştirmeye ve ona
muhalefet etmeye gücü yetmez. İşte bu nedenle (Peygamber) yaptığı tüm işlerde
gönülden (Allah'a) bağlanmalı, kendisini O'nun emir ve iradesine teslim etmelidir.
İkinci Bölüm
İSLÂM'IN TOPLUMA GİRMESİ VE YERLEŞMESİ
Din, insan toplumunun belli kurallar çerçevesinde düzenlenmesi ve insanın toplum
kurallarına en iyi şekilde riayet etmesi konusunda, tüm kural ve kanunların en iyisi ve
en yücesidir. Geçmişteki insan toplumlarını var eden kural ve kanunları iyi bir şekilde
gözden geçirdiğimizde, bu mesele tamamen aydınlanmış olur.
İnsanın yaşamında en fazla arzu ettiği şey, mutlu ve müreffeh bir geçim elde
etmektir. Tabi ki bu mutluluk, insanın, hayatını arzu ettiği şekilde yürütebilmesi
açısından, ancak gerekli tüm araç ve gereçleri elde etmesiyle mümkün olur.
Öte yandan insan, Rabbinin kendisine ihsan etmiş olduğu aklıyla, bu ihtiyaçların
tümünün tek başına kendisi tarafından halledilemeyeceğinin ve böylelikle saadete
kavuşmasının da mümkün olamayacağının bilinci içerisindedir. Zira bir kişi ne kadar
güçlü olursa olsun, gerekli ihtiyaçlarının tamamını temin etmesi onun kuvveti dışında
kalan bir şeydir. Bu açıdan, ihtiyaçlarını temin etmek için kendi cinsleriyle toplu bir
şekilde el birliği etme mecburiyetinde olduğu ortaya çıkmaktadır.
Böylece herkes, hayatî gereksinimi olan bir kısım araç ve gereçleri hazırlama
yükümlülüğünü omuzlayacak, çalışmalarının mahsulünü bir araya toplayarak kendi
bütçe ve toplumsal durumu gereğince ondan yarar sağlayıp hayatını devam ettirmiş
olacaktır.
Bu nedenle insanlar rahat ve mutluluklarını temin etmek için birbirleriyle el ele verip
yardımlaşarak çalış-malı ve bu çalışmalarının mahsulünü bir araya getirmeli,
toplumun her sınıfı da kendi gücü dâhilindeki çalışmasıyla ve içinde bulunduğu
durumu itibarıyla ondan pay alıp yararlanmalıdır.
Toplumun Kurallara Duyduğu İhtiyaç
Bireylerin emeklerinin bir araya toplanmasından sonra her birinin ondan muadil (eşit)
bir şekilde yararlanabilmesi ve toplumun her çeşit fitne ve fesattan arındırılması için
bir kısım kurallara gerek duyduğu açıktır. Toplumu yönlendirecek birtakım kurallar
olmaz ise, toplum düzenini felce uğratacak fitne ve fesatların ortaya çıkacağı herkes
için malûmdur.
Kanunlar; devleti yönetenler, toplumun medenî veya vahşî oluşu ve fikir düzeyi
değişikliği bakımından farklılıklar arz etmektedir. Buna karşın hiçbir toplum yine de
çoğunluğunun saygı duyduğu âdet ve törelerden uzak değildir. Kendilerine özgü âdet
ve törelerden yoksun olan hiçbir millet insanlık tarihi boyunca var olmamıştır.
İnsan, Toplum Kuralları Karşısında Bütünüyle Özgür Değildir
İnsan, her ne kadar tüm işlerini kendi isteği ve arzusu doğrultusunda yaptığı için
kendisinde biraz özgürlük ve hürriyet duygusu hissediyor ve bu özgürlüğü mutlak,
yani kayıtsız ve şartsız olarak kabulleniyorsa da, yine de çok yönlü bir özgürlük
arzusu içerisindedir. Bu nedenle karşılaştığı her mahrumiyet ve yasaktan acı duyar
ve netice itibariyle kendisini sınırlayıcı tüm engeller karşısında kendisinde kimi ıstırap
ve kırgınlıklar oluşur. Dolayısıyla toplum kuralları yetersiz olsa ve insana her ne
kadar az sınırlamalar getirse dahi, yine de onun fıtratında var olan özgürlük
arzusuyla ters düşmektedir.
Öte yandan insan, toplumu ve toplumun kurallarını korumak bakımından şayet kendi
özgürlüğünden bir kısmını feda etmez ise, toplumda kimi uyumsuzluklar ve
karışıklıklar ortaya çıkar. Bu karışıklık ise genel asayiş ve özgürlüğü tehdit edeceği
gibi, kendi asayiş ve özgürlüğünü de tehlikeye düşürür.
Şöyle ki: Şayet birisinin elinden bir lokma ekmeği kaparsa, başkalarının da onun
elinden lokmasını kapacağı şüphesizdir. Şayet birisine kötülük ve zulüm maksadıyla
el uzatırsa, ötekilerin de aynı maksatla ona el uzatacaklarında hiç şüphe yoktur.
Bu açıdan, kendisine biraz özgürlük temin etmek için, kendi özgürlüğünün bir
kısmından vazgeçip toplum kuralları karşısında saygılı olma zorunluluğundandır.
Kuralların İşlerliğinde Zayıf Nokta
Yukarıda temas ettiğimiz üzere, toplum kurallarıyla insanın arzu ettiği özgürlük
duygusu arasında tam bir zıddiyetin bulunduğu açıkça anlaşılmıştır. Şöyle ki; insan,
kuralları ayaklarına bağlanmış bir zincir gibi kabul etmiş ve her zaman onu kırmak
isteyip, ondan kurtulmak arzusu taşımıştır. Söz konusu duygu, toplum kuralları için
en büyük tehlike olup, kuralların temelini sarsmaktadır.
İşte bu bakımdan kuralları uygulamanın yanı sıra, kurallara muhalefet edenleri
engellemek için birtakım cezaî kanunlar çıkarma mecburiyeti hâsıl olmuştur. Hatta bir
başka yönden, onların kural ve kanunlara bağlı kalmalarını sağlamak ve kurallar
karşısında uyumlu olmalarını temin etmek için, onların mükâfatlandırılıp
ödüllendirilmesi mecburiyeti de gerekmiştir.
Tabi ki bu söylediğimiz husus (yani cezayla korkutmak ve mükâfatla teşvik),
kanunların uygulanmasında sınırlı bir yardım sağlayabilir.
Fakat muhalefet yollarını tamamıyla kapamada ve kanunların tümüyle geçerliliğini
korumada elbette ki yeterli değildir.
Zira ceza kanunları yine başka felâket rüzgârlarına yakalanarak muhalefet edilmekte
ve bu kanunlar insanın arzu ettiği özgürlük planları tarafından yöneltilen tehdit ile
karşı karşıya kalmaktadır.
Şöyle ki; söz ve güç sahibi kimseler hiç korkmadan, açıkça ve alenen muhalefet
edebilir veya söz sahibi olmaları hasebiyle hükümet ve adalet mekanizmasının kendi
istek ve arzuları doğrultusunda hareket etmesini zorunlu kılabilirler.
Yeterince güç ve söz sahibi olmayanlar ise, toplumun görevlilerinin ihmalinden veya
güçsüzlüğünden yararlanarak kendi muhalefetlerini yürütebilirler veya toplumda söz
sahibi olan kimselere rüşvet vererek, dostluk kurarak, yardımcı olarak, akrabası
sayılarak yine de kendi maksatlarına erişebilirler. Sonuçta, toplumun milini
mihverinden çıkarıp kanunları güçsüz duruma düşürebilirler.
Çeşitli insan toplumları içerisinde her gün binlerce kanuna karşı baş kaldırmaların ve
muhalefette bulunmaların görülmesi, konumuz için en iyi örnektir.
Kanunun Güçsüz Kalmasının Asıl Kaynağı
Şimdi bakalım, tehlikenin asıl kaynağı nedir?
Kanuna muhalefet edilmesini önlemek için, insanın özgürlük ve serkeşlik duygularını
ne şekilde susturabiliriz?
Toplumun varlığını tehdit eden, hatta kanun ve kurallarla dahi önüne geçilmesi güç
olan bu fesat ve fitnenin asıl kaynağını teşkil eden şey, maddeye aslî değer gözüyle
bakıp iç duygulara ve maneviyata asla ilgi duymayan, günümüz kanun ve kurallarını
oluşturan hâl ve hareketlerimizdir. Bu tür fikir sahibi olan kimselerin yegâne gayesi,
halk arasında emekleri karşılığı eşitlik meydana getirip kural ve kanunları korumak,
çekişme ve isyancılarla karşı karşıya gelmemek için de, sözde eşit bir ölçü ortaya
koymaktır.
Günümüzdeki toplumsal kural ve kanunlar, yalnızca maddeye hizmet eden ve onu
koruyup kollayan birtakım esaslar üzerine tesis edilmiştir. Hem toplumun maddî
boyutuna yön veren, hem de kural ve kanunların can düşmanı sayılan duygularla ise
asla alakadar olmamıştır.
Şayet insanın özgürlük ve diğer tüm duygularının arzu ve isteklerine (örneğin kendini
beğenme ve kötülüklerin asıl kaynağı olan cinsel sapıklığa) ilgi duyulmaz ise, toplum
içerisinde gün geçtikçe yaygınlaşmaya yüz tutan birçok kargaşalar baş gösterecektir.
Zira tüm kurallar, her an için, özgürlükçü duygulardan kaynaklanan güçlü serkeşlerin
ve becerikli gece hırsızlarının hamlelerine uğrayarak tehdit edilmektedir. Hâl böyle
iken, hiçbir kural ve kanunun bu gibi fesat ve ihtilafların önüne geçerek onları
önleyebilmesi mümkün olmayacaktır.
Dinin Diğer Kanunlar Karşısındaki Üstünlüğü
Toplumların kendi kurallarını korumaları için en son başvurdukları çare, ceza
kanunlarını çıkartıp emniyet teşkilatlarını kurmak ve geliştirmek olmuştur. İleride de
değineceğimiz üzere, ceza kanunları ve emniyet güçleri, başıbozuk kimselerin çılgınca
nefsi arzu ve isteklerini hiçbir zaman önleyemeyeceği gibi, kanunların karşısında
geçerli olmasını da asla sağlayamayacaktır.
Fakat din, adı geçen güçlere ilâveten ayrıca tüm muhalif güçleri alt edebilecek iki ayrı
güce de sahiptir:
1- Dinî inancı olan herkes, fani dünyadaki hayatının sınırlı olduğuna, bu hayatının
ölümle sona ermeyip sınırı ve sonu bulunmayan ebedî bir hayata doğacağına, bu
ebedî hayatta ebedî bir mutluluk ve rahatlığı elde edebilmesinin ise, Allah'ın elçileri
aracılığı ile göndermiş olduğu dinî kanun ve kurallara bağlı kalmasıyla mümkün
olabileceğine inanmaktadır.
Zira inanan insan, dinî kuralların, her şeyi bilen, gören ve her şeye gücü yeten,
kullarının duygu ve düşüncelerinden dahi haberi olan, bütün yaratıklarından bir an
dahi uzak kalmayan, hatta vaat ettiği günde kullarını kendi adalet mahkemesi
karşısına çıkarıp tüm iyi ve kötü hareketlerinden dolayı hesabını görecek olan yüce
Allah tarafından gönderildiğini kabul etmektedir. Bu nedenler karşısında, Rabbinin
emirlerine sırtını çevirerek bir işi gizlice yapması, onun için asla mümkün değildir.
2- Dinî inancı olan herkes, inancı gereği yerine getirdiği dinî emirleri yaratıcısına itaat
ettiği için yaptığının bilinci içerisindedir. Yaptığı işler her ne kadar görünürde ona bir
şeyler kazandırmıyorsa da, Rabbinin kendisine ihsan edeceğine ve lütfundan en güzel
mükâfatları vereceğine tüm gönlüyle inanmaktadır. Bu bakımdan yapmış olduğu tüm
ibadet ve itaati, kendi istek ve iradesiyle yapacaktır. Zira o insan, kendi isteğiyle
özgürlüğünden bir kısmını hibe etmiş, bunun karşılığında ise Rabbinin memnuniyet ve
hoşnutluğunu elde ederek en güzel mükâfatlara sahip olduğuna inanmıştır.
İnanan bir kimse, dinî kuralları uygulamasıyla, büyük huzur içerisinde gönül
muamelesi yapmaktadır. Her ne kadar özgürlük haklarından vazgeçiyorsa da,
kendisini kazançlı saymaktadır. Kendisini, çok küçük bir mal verip karşılığını kat kat
alanlardan görmektedir. Dinî inancı olmayanlar ise, kurallara uymayı ve kanunlara
karşı boyun eğmeyi kendilerine aşağılık unsuru olarak kabul ettikleri ve özgürlük
duygularının bazısını engellediği için rahatsız oldukları, bu esaret zincirini (kanunları)
kırıp tüm özgürlük ve başıbozukluklarını elde edebilmek için durmadan fırsat
kollamaktadırlar.
Sonuç olarak:
Toplumun ayakta kalmasında dinin etkisinin, dinî kurallara sahip bulunmayan öteki
kurallardan daha etkili, güçlü ve köklü tesirinin olduğunu anlamış bulunuyoruz.
İleride değineceğimiz konular da bu görüşe işaret etmektedir.
Dinî Olmayan Rejimlerin Çare Aramaları
Asrımızda, kalkınma ve gelişme fikrini gündemine alan dünyanın geri kalmış ülkeleri,
her ne kadar toplumsal kuralları kabul etmişlerse de, kuralların zayıf noktalarına
dikkat etmediklerinden ve dinî güçten yararlanmak istemediklerinden dolayı, günleri
karanlık ve yaşamları huzursuzluk içerisinde geçmektedir.
Geri kalmış ülkeler karşısında gelişmiş ülkeler, kuralların zayıf noktalarının bilinci
içerisinde olup, bu kuralların kesin başarısızlığa uğramaması için değişik çarelere
başvurmuşlardır.
Söz konusu milletler, eğitim ve öğretim kurallarını düzenli bir şekilde
planladıklarından, bireyler, ister istemez birtakım doğru ahlâklarla iç içe olmuş,
böylece göreve atandıkları bölümlere girdiklerinde, "kurallara saygısızlık ve aykırılık
yapılmaz" düşüncesine sahip bulunmuşlardır.
Bu tarzda olan eğitim ve öğretim şekli, kuralların normal bir şekilde yürümesine, az
da olsa toplumun saadet, asayişini temin etmesine ve özellikle de kanunun
uygulanmasına katkıda bulunmuştur.
Bu çeşit fikir ve düşünceler ile eğitilen toplumlar da yine iki sınıfa ayrılmıştır:
1- Gelişmiş toplumlar henüz yokken gerçek temel görüşler üzerinde kurulan kurallar.
Örneğin; "insanlara sevgi, iyilikte bulunmak, mustazaflara/ezilenlere yardım etmek"
gibi temel inanç ve düşünceler üzerinde kurulan kurallar, halkı o gibi fikirler tarafına
yönlendirmekteydi. Bu açıdan, gelişmiş toplumlar içerisinde bu gibi kurallar
tarafından oluşturulan mutluluk ve huzur, yine de dinin yüceliğinin göstergesidir.
2- Düzmece ve hayal mahsulü olan, asla değer verilmeyen, fakat halkın beynini
yıkayan boş ve çürük birtakım düşünceler. Örneğin; "kim vatanı uğrunda yaralanır
veya ölürse, onun ismi tarih sayfalarına altın ya-zıyla işlenecektir" gibi hayalî
düşünceler.
Bu türden çürük düşünceler her ne kadar uygulamada netice verse ve bazı bireyleri
bu duygunun etkisi altında bırakarak, harp meydanlarında kendisini feda etmesine ve
birçok düşmanın bu yolla yok olmasına sebep olsa da, yararı olduğu kadar
zararlarının da bulunduğu inkâr edilemez bir eğilimdir. Zira bu gibi düşünceler, insanı
her zaman gerçekleri görmekten ve bulmaktan uzaklaştırıp hayalci ve maceraperest
yapmaktan öteye gidemez.
Çünkü Allah'a ve kıyamete inanmayan, ölümü yok olup gitmekten başka bir şey
olarak görmeyen bir milletin nazarında, ölümden sonra saadetli ve ebedî bir yaşayış
mefhumunun kaldığı artık iddia edilemez.
Ayrıca burada şunu da ifade edelim ki; dinin, başka toplumlarda özel bir yeri olduğu
gibi, İslâm'ın da diğer dinler karşısında özel bir yeri vardır.
Bu bakımdan İslâm, insan toplumları için konulan kurallardan daha idealdir. İslâm ile
diğer dinlerin ve toplumsal kuralların arasındaki farklar, ileride daha açık bir şekilde
aydınlatılacaktır.
İslâm'ın Öteki Dinlerle Farkı
İslâm, diğer dinlere oranla yüzde yüz toplumsal bir dindir. İslâm dini ne şimdiki
Hıristiyanlık gibi yalnızca insanların ahiret saadetini nazara alıp dünya saadeti
karşısında sessiz kalmakta, ne şimdiki Yahudilik gibi yalnızca insanların eğitim ve
öğretimine özen göstermekle iktifa etmekte ve ne de Mecusîlik veya öteki dinler gibi
yalnızca birtakım kuru ahlâk ve ibadî şeylerle sınırlı kalmaktadır.
İslâm dini, her iki dünyada da insanların saadetli olmalarını nazar-ı dikkate alan yüce
bir dindir.
Toplum eğitiminde yegâne faktör, insanlar arasında her iki dünyada saadeti elde
etme inancını yayma prensibidir. Bunun dışında başka bir şeyi tasarlamak, yanlış
yargı sayılır. Dünya milletleri arasında gün geçtikçe daha da güçlenen ve yaygınlaşan
dünyevî bağlarla bir toplumu veya bir milleti eğitmek, yararsız ve abes çalışmadan
başka bir şey değildir. Bu işi böyle yapmak, kirlenmiş bir nehirden veya büyük bir
gölden bir damla suyu tasfiye etmek gibidir.
Ayrıca öteki toplumlardan habersiz kalarak sadece bir toplumu eğitmeye yönelmek,
eğitim ilkesiyle bağdaşmayan bir tavırdır.
İslâm'ın insanlara vermiş olduğu talimatlarda, insan ve âlemin yaratılışı üzerinde ve
beşerin fikir ve duygularında yer edebilecek, tüm hukuk ve ahlâkî kuralları kapsayan
yegâne hazinenin, Allah tarafından vahiy yoluyla Peygamber'ine gönderilen İslâm'ın
semavî kitabı Kur'ân-ı Kerim'dir.
Peygamber efendimiz (s.a.a) de bu gayeyle bu kitabı kendi ümmetine ısrarla emanet
etmiştir. Defalarca (ve özellikle de kendi hayatının son günlerinde) halka, "Ben
kendimden sonra sizin aranızda iki pahası biçilmez ve kıyamete kadar da birbirinden
ayrılmaz iki şeyi emanet bırakıyorum. Onlara sımsıkıca sarılınız. Şayet öyle olur
iseniz, hiçbir zaman sapıklığa düşmezsiniz. Biri Kur'ân'dır, öteki ise Kur'ân'ı açıklayan
benim itretim (Ehlibeytim)dir" diye sesleniyordu.
Müslümanların bu saygınlığa ve bu kutsallığa davet edilmelerinden dolayıdır ki,
Kur'ân'a ve Ehlibeyt'e bağlılık, bütün dünyadaki Müslümanlar için farz bir amel
olmuştur. Kur'ân-ı Kerim'e saygı göstermenin gerekliliği ve kutsal olmasının tanıkları
olarak bildirilen delillerden birkaçı şunlardır:
a) Allah'ın sözü olması
b) Hz. Peygamber'in canlı ve kesin senedi sayılması
c) İslâm kanunlarının kaynağını teşkil etmesi
Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor:
Kur'ân'dan ayrılmayın; çünkü Kur'ân sizin geçmiştekilerinizin yardımına koşmuş,
gelecekteki durumlarınızdan da haber vermiştir. Sizler arasında adalet ve
merhametle hükmetmektedir.
Denilebilir ki: Tüm toplum kuralları, uygun bir toprağa ekilen; çiçek açması, meyve
vermesi, sulanması ve bakımı için gayret sarf etmeyi gerektiren, böylece karşılığında
toprağa kök salan, sonra boy atan ve dallanmış, uygun bir mevsimde de çiçek açarak
meyvesini veren bir ağaca benzer.
Bütünüyle toplumsal bir din olan İslâm ağacının, kendi etkinliklerini göstermesi ve
meyvesini vermesi için aşağıdaki aşamalardan geçmesi gerekir:
1- Halk tarafından tümüyle kabul edilmesi.
2- Kendi varlığını idame ettirebilmesi için öğretim kanalıyla korunması.
3- Kurallarına edilecek muhalefetlerin kesinlikle önlenmesi, kendi etkinliğini insan
toplumlarında göstermesi ve yayılması için de, tüm kötü hâdiselerden korunması.
İslâm, İlerlemesi Yolunda Tabiî Olmayan Şeylere El Atmaz
Tabiatta sabit kökeni olmayan gayr-i tabiî vasıtalar sönmeye mahkûmdur ve er geç
ortadan kaybolacaktır. Bu şekildeki gayr-i tabiî şeylere el atmak, insanlar arasında
sonsuza dek hükmetmek isteyen İslâm dini gibi bir din için doğru kabul edilmemiştir.
Bu nedenle İslâm dini kendi varlığını sürdürmede, hiçbir zaman kaba kuvvete
başvurmamıştır.
Bazılarının, "İslâm dini kılıç dinidir." demesi, aslında İslâm'ın ilk günlerinde baş
gösteren harplerin dış görünümüne bakarak, körü körüne bu fikirlere kapılmalarından
meydana gelmiştir. Oysa İslâm dini, ilim ve iman temeli üzerine kurulan bir dindir.
Milletin kalbine, fikirlerine yerleşmek için kılıca ve kaba kuvvete başvurabilecek din
ve rejimler ile karşılaştırılmayacak kadar yüce bir dindir.
Bu nedenle İslâm, kendi amaç ve gayelerini yaymak için hiçbir zaman düzenbazlığa,
hile yapmaya, siyasî şubeler kurma yoluna gitmeye meyletmemiştir.
Çünkü İslâm'ın gayesi hakkı ihya etmek, batılı da yeryüzünden silip atmaktır. Hakka
varmak için batıl yoldan gitmenin, hakkın kaybolmasına neden olacağını açıkça ifade
etmiştir.
Nitekim yüce Allah, kitabında şöyle buyuruyor:
Allah; zalimleri, kötü niyetlileri ve hakkı gizleyen kimseleri, kendi maksatlarına
eriştirmez.
Duyuru ve Çağrı
İslâm, insanları hidayete sevk etmek ve hakkı yaymak için insanın yaratılışına uygun
bir yol seçmiştir. Bu yol insanı kolaylıkla hakkın eline teslim eden, gerçeği aydınlatan,
beşerin saadet arzularına can katan tebliğ ve davet (duyuru ve çağrı) yoludur.
Bu yol, bütün peygamberlerin uyguladığı yoldur. Peygamberimiz (s.a.a) o yolu daha
iyi simgelemiş, dinin geliştirilmesinde, yayılmasında ve kabul edilmesinin
sağlanmasında o yolla hareket edinilmesini bütün Müslümanlara emretmiştir. Yüce
Allah, Hz. Peygamber'e (s.a.a) şöyle hitap etmektedir:
Ey Resulüm, de ki: İşte benim yolum (vazifem) budur (Allah'ın dinine davettir). Ben
bir görüş ve anlayış üzere insanları Allah'a davet ediyorum. Ben ve bana tâbi olanlar
böyleyiz.
Duyuru Yolu
Yukarıdaki ayetten şunlar anlaşılmaktadır:
Duyuru ve çağrı (davet ve tebliğ) bütüncül bir görüş ile uygulanmalıdır. Yani dinî
konuları yaymakla yükümlü olan şahıs ilk olarak tebliğ etme yolunu, şartlarını ve
âdetlerini çok iyi bir şekilde kavramalıdır. Tabi ki tebliğ prensipleri çoktur. Örneğin
"iyi ahlâk, güzel yüzlülük, ağır ve vakarlı olmak, adaletli davranmak, hak ve insafa
saygı göstermek" gibi. Fakat bunlar arasında en önemli olanı iki şeydir: "İlim ve ona
amel."
Zira bir şeyi bilmeden tebliğ etmek, o işin hakikatini bilmeden onu tebliğ etmek
demektir. Bu işi böyle yapanlar, hakkı ortadan kaldırmak için batılı tebliğ ederek
halkın sapıklığa düşeceklerinden asla korkusu olmayan insanlar gibidirler.
Bildikleriyle amel etmeyenler, aslında söyledikleri sözü yaptıkları amelleriyle
yalanlamış olurlar. Yaptıkları şeyleri söyledikleri sözler ile karşılaştırdıklarında, kendi
yaptıklarından vicdanî ıstırap çekerler. Başka bir deyişle, diğerlerini bir şey üzerine
davet edip kendileri onunla amel etmeyen kimseler, bir eliyle bir şeyi kendi tarafına
doğru çekip öteki eliyle de geri itmeye çalışan kimseler gibidir.
Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Acaba milleti iyiliğe davet edip de kendinizi unutuyor musunuz?!
Sekizinci imam Hz. Rıza (a.s) şöyle buyuruyor:
Halkı, hem söylemek, hem de söylediğiniz şeye amel etmek suretiyle davet edin,
sadece söylemek ile değil…
İnsanların yaşadıkları bölgelerde, onlardan sadır olan tüm faaliyet ve görüşler
incelenmiş, yalnızca İslâmiyet görüşü (yani sadece Allah'ın birliği inancını simgeleyen
görüş ve fikirler) beğenilmiş ve temel bir görüş olarak kabul edilmiştir.
İslâmî ahlâk da, yine tevhit (Allah'ın birliği inancı) temeline dayalı olup, sağlam akıl
nezdinde beğenilen ahlâklar arasında belli bir yer edinmiştir. Daha sonra ahlâk
temeline dayalı insan hayatının en küçük noktaları bile incelenerek, neticede toplum
ve birey, siyah ve beyaz, köylü ve kentli, erkek ve kadın, zengin ve fakirin vazifeleri,
normal ve özel durumlarda yapmaları gereken durumları, birtakım kanun çerçevesi
dâhilinde beyan edilmiştir.
İslâm fıkhına ve İslâmî ahlâk kurallarına gerçek gözüyle bakan herkes, karşısında,
çok aydın fikirlilerin dahi hacmini ölçemeyeceği, sonuna varamayacağı ve derinliğine
inmekten aciz kalacağı bir derya görecektir.
Öte yandan o kuralların her bir parçası öteki parçasıyla irtibatlı olup, topyekûn "Allah
ve insan severliği" teşkil eden bir bütünlüğü oluşturmaktadır. Yüce Allah o kuralları
vahiy yoluyla Peygamber'e göndermiştir.
İslâm İle Diğer Toplumsal Kuralların Mukayesesi
Şayet dünyadaki gelişmiş toplumların sahip bulundukları kuralları dikkat ve titizlikle
gözden geçirirsek, o toplumların sanayi ve bilim dallarındaki ilerlemelerinin aklı
hayrete düşürdüğü, kaçınılmaz bir gerçek olarak ortaya çıkacaktır. Ayrıca onların güç
ve kuvvetlerinin Ay'a ve Merih'e kadar el attığını, memleket teşkilatlarının insanı
hayret denizi içerisinde boğduğunu iyice fark edebiliriz.
Fakat söz konusu o toplumların kalkınma kuralları, şımarık ve gururlu gelişmelerine
rağmen, yine de kara gün ve zavallılığın kapılarını dünya insanları üzerine kapamayı
başaramamış, aksine ardına kadar açmıştır.
Asrın dörtte biri kadar az bir zaman içerisinde dünyalıların büyük bir kısmını toprağa
gömüp kana sürüklediği ve milyonlarca zavallı insanı yokluk rüzgârına verdiği inkâr
edilemez bir gerçektir. Günümüzde ise, insanın ve insaniyetin yok olması pahasına
meydan okuyan ve dünyalıları tehdit eden korkunç bir üçüncü dünya savaşı söz
konusu olmaktadır.
İşte toplumların sımsıkı sarıldığı şu kurallar, ortaya çıktığı ilk günden itibaren
kendisini insanlık dostu ve insanlık yanlısı olarak ilân etmesine rağmen, o günden
itibaren, dünyanın diğer milletlerinin alnına kölelik damgasını vurmuş, dört büyük
kıtasını sömürgecilik zinciriyle bağlayarak kayıtsız ve şartsız Avrupa kıtasına teslim
etmiştir.
Başka bir ifadeyle, milyonlarca zavallı halkın malının, canının ve ırzının üzerine, bir
avuç kendi toplumunu kayıtsız ve şartsız olarak egemen kılmıştır.
Kuşkusuz gelişmiş toplumlar kendi yaşadıkları bölgelerde maddî menfaatleri fazlasıyla
elde etmekte ve insanî arzuların çoğunda, örneğin adalet, sanayi ve kültürel eğitim
gibi bazı dallarda ilerlemeler kaydetmişlerdir. Fakat sürekli olarak dünyanın
geleceğini geçmişinden daha da kötüye sürüklemektedirler. Dünyada uluslararasında
baş gösteren çekişme, sürtüşme ve kan dökme gibi acı ve kara günlerin, onların
körüklemesiyle alevlendiği inkâr edilemez bir gerçektir.
Görünüşte gelişme ve ilerleme yolunda yürüyen toplumların acı ve tatlı tüm
meyveleri, medeniyet diye adlandırdıkları ağacın mahsulü olup, doğrudan doğruya
bugünkü yaşam kurallarının bir neticesidir.
Şunu da bilmek gerekir ki, adı geçen insanların yararlandığı ve toplumlarının
müreffeh olmasına neden olan o tatlı semereler, yine bir kısım beğenilmiş ahlâklar
olan doğruluk, dürüstlük, vazifeşinaslık, iyiliği sevmek ve fedakârlıkta bulunmak gibi
güzel şeylerden kaynaklanmıştır.
Zira bu saadetler şayet kanunlarından kaynaklanmış olsaydı, Asya ve Afrika milletleri
içerisinde de var olmasına rağmen, onları her geçen gün bedbahtlığa ve bataklığa
sürüklemiş olmazdı.
Şayet İslâm dininin kutsal buyruklarını dikkatlice gözden geçirmiş olursak, o sıfatların
birincisini (yani insanların yararına olan her hak ve sevap şeylere davet ederek onu
eğitim ve öğretimin temeli olarak kabullen-meyi) emretmektedir. İkincisinden ise
(yani insanın saadet ve asayişine zararlı olacak tüm batıl ve doğru olmayan
şeylerden, özel bir kesim yararlanmış olsa dahi) sakındırmıştır.
Sonuç
Buraya kadar ele aldığımız konulardan şu sonucu çıkartabiliriz:
1- İslâm kanunları öteki tüm toplum kurallarından daha üstün bir kanundur. Beşerin
durumuna ve yaratılışına da en uygun olanıdır.
(Resulüm!) Sen yüzünü Allah'ı birleyen (bir hanif) olarak dine, Allah'ın o fıtratına
çevir; ki insanları bunun üzerine yaratmıştır. Allah'ın yaratışında değişme yoktur. İşte
dimdik ayakta duran din (budur). Ancak insanların çoğu bilmezler.
2- Dünyanın şu günkü medenî-şirin meyvelerinin tümü, İslâm dininin bereketinden
ve İslâm'ın batılıların eline düşürdüğü canlı maddî eserlerindendir. Zira İslâm,
asırlarca önce, hatta batılı ülkelerde kalkınma ve gelişme söz konusu değilken, halkı
aynı ahlâkî kurallara davet etmiştir.
Fakat ne hazindir ki, çağrılan o davete batılılar bizden daha evvel cevap vermiş,
böylece yaralanmakta biz-den öne geçmişlerdir.
İmam Ali (a.s) ölüm döşeğindeyken, Müslümanlara aynen şöyle haykırıyordu:
Asla öyle geçinmeyin ki, başkaları Kur'ân'la amel etmekte sizden öne geçsinler.
3- İslâm prensipleri açısından her işte, hedefin temelini ahlâk oluşturur. Kurallar ise o
temel üzerine kurulur. Zira güzel ahlâkı atıp yerine kanunları koymak, toplumu
sekülerizme sevk edip, insanın hayvanlardan üstünlüğünün ölçüsü olan maneviyatın
yerine değişik türde hayvansal duyguları yerleştirmek olur. Bu nedenledir ki Hz.
Peygamber (s.a.a) şöyle buyuruyor:
Ben ancak güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim.
İlâhî Ahkâma Saygı
İslâm'ın amelî hükümleri (İslâm fıkhı), güzel ahlâk ve beğenilmiş sıfatlar üzerine
kurulmuştur. Onun ahlâkî idaresi ise, tevhit (Allah'ın birliğine inanmak) temeli
üzerine bina edilmiştir.
Hastalığı tedavi ettirmek için doktora, binayı yaptırmada mühendise, duvarı
ördürmede ustaya, kapı ve pencere yaptırmada da marangoza müracaat ederiz.
Onlar işlerini ne şekilde yaparlarsa yapsınlar bu, onlara olan itimadımızı
sarsmamaktadır. Demek ki bizler çok az şeyler dışında kendi yaşantılarımızı taklit ile
geçirmekteyiz.
"Ben kendi yaşantımda asla taklit yükünün altına girmem." diyerek taklidi kabul
etmeyenler, ya konuştukları kelimenin manasını fark etmemekteler yahut da bir fikir
afetine uğramışlardır. Kendi şeriatını insan fıtratı temeli üzerine kuran İslâm dini bile,
aynen o yolu takip etmiştir.
İslâm, kendine tâbi olanlara dinî ahkâmlarını öğrenmeleri için emir vermiştir. Bu
hükümler Allah'ın kitabı, Peygamber (s.a.a) ve Peygamber'in Ehlibeyt'inin
sünnetlerinden başka bir şey değildir.
Her Müslüman ferdin kendi dinî hükümlerini kitap ve sünnetten elde etmesi mümkün
olmayan bir iştir. Bununla birlikte belirli kimselerin elde edebilme imkânı vardır.
O hâlde, şer'î ahkâm ve emirleri delil ve kanıt yoluyla elde edemeyen Müslümanların,
onları elde edebilen Müslümanlara başvurarak kendi yapacakları vazifelerini
öğrenmeleri şarttır.
İşte dinî hükümleri delil ve kanıt yoluyla elde eden bilginlere "müçtehit", yaptığı
amele ise "içtihat" denir.
Dinî müçtehide başvuranlara "mukallit", yaptıkları müracaata ise "taklit" denir.
Fakat şunu da bilmek gerekir: Taklit etmek, ancak dinin "amelî hükümleri" olan
ibadet, muamele ve öteki konularda doğru olur. Ama inanç konuları olan "usul-i
din"de (dinin esasları) başkalarının görüşlerine itimat ederek taklit etmek doğru
değildir. Zira "usul-i din" konularında amel etmek değil de, inanç ve itikat şarttır.
Başkalarının inançlarını kendi inancı olarak kabul etmek, hiçbir zaman doğru değildir.
Babalarımız veya bilginlerimiz "Allah birdir" demişler de, ben de onun için "Allah
birdir" diyorum veya "onlar öldükten sonra dirilme (meâd) haktır diye inandıkları için
ve tüm Müslümanların da böyle kabul etmeleri nedeniyle ben de öyle kabul
ediyorum" diye düşünmek, asla doğru kabul edilemez. Bu nedenle tüm
Müslümanların, hatta aynı tarzda olsa dahi "usul-i din"i delil yoluyla kendilerinin
bulup inanmaları farz bir konudur.
İyiliği Emredip Kötülükten Sakındırmak
İleride söz konusu edileceği üzere İslâm, kendi varlık ve bekasını sürdürebilmek için,
kurallarına muhalefet edeceklerin önlerini almak gayesiyle birtakım şeylere ihtiyaç
duymaktadır. Duyduğu ihtiyacı iki yolla elde etmek mümkündür:
1- Şer'î hükümlere muhalefet etme yollarını kapamak için, İslâm hükümeti tarafından
birtakım ceza kanunlarının çıkarılıp uygulanması.
2- İyiliği emredip kötülükten alıkoymak ilkesini icra ettirmesi.
Başka bir ifadeyle; İslâm, tüm kendine tâbi olanlara, kanunlara uyum sağlamayan
birisini gördüklerinde, onun karşısında sessiz kalmamalarını, aksine uyum sağlaması
için icbar ettirip, boyun eğdirmeleri için görev vermiştir.
Tüm Müslüman fertler, yönetici, yönetilen, güçlü-güçsüz, kadın-erkek, küçük-büyük,
asla fark etmeyen özel birtakım şartlar dâhilinde, adı geçen dinî vazifeyi uygulamakta
eşitçe görevlendirilmişlerdir.
İşte İslâm'ın bu uygulama metodu, diğer toplumların kurallarına muhalefet edenlerin
yollarını kesmek için polis ve emniyet teşkilatlarını kurma metodundan daha güçlü ve
daha verimli bir uygulamadır.
Üçüncü Bölüm
İSLÂM'IN TOPLUM HAYATINA YAPTIĞI HİZMETLER
Bireysel Çıkarların Korunması ve Çekişmelerin Kaldırılması
Geçmiş konulardan da anlaşıldığı gibi mukaddes İslâm dini, bütünüyle toplumsal bir
dindir. Toplumun saadetini, bireylerin arzusu ve yaşamın gereği olan maddî
menfaatlerini temin edip hayatlarını tehdit eden tüm unsurları mümkün olduğu
kadarıyla önlemek ve rahat bir düşünceyle kendi isteklerine göre yaşamlarını
sürdürmelerini temin etmek ister.
Ayrıca insanoğlunun en büyük arzusu, ruhen ve bedenen sağlıklı olmaktır. İmkânları
ölçüsünde iyi yiyip güzel giymek, gönlünce iyi bir yuva kurmak, aile efradıyla bir
arada olup hem gençliğinde, hem de yaşlılığında güzel bir hayat ortamı yaratmak,
hayatını yaşarken de kendini güvenli ve güçlü hissetmek, son olarak da bir sorunla
karşılaşmadan başarılı bir iş ortamı yaratıp, gelişme ve kalkınmalardan yeterince
nasibini almaktır.
İslâm'da Eğitim ve Öğretim
İslâm, bilgisizlik ve cehalet ile sonuna kadar mücadele etmiş, ilim ve öğrenime çok
önem vermiştir. Özellikle de kendi mensuplarına ilim ve fazileti tavsiyede bulunarak
teşvik etmiştir.
Öteki dinler ise, İslâm dininin tam tersine kendi mensuplarına özgür düşünmeyi ve
kendilerine muhalif olanların sözlerini okumayı kesinlikle yasak kılmıştır. Hâlbuki
İslâm'ın semavî kitabı olan Kur'ân-ı Kerim, düşmanın ağzından da olsa hakkı kabul
etmeyi emretmiştir.
İnsanlara köklü kaynaklardan ve özgür konulardan söz etmiş, milletlere; gökler, yer
ve bunlarda olanlar, insanın yaratılışı, geçmişlerin tarihi, dünya ve kâinatın hareket
hâlinde oluşu hakkında düşünmeleri için çağrıda bulunmuştur.
Ayrıca bunlardan daha ötede, tabiat ve dünya dışındaki tüm duygular hakkında
araştırma yapmaları için onları teşvik etmiş, bu çalışmayı yapanları da takdirle
anmıştır.
Peygamber ve Ehlibeyt İmamları'ndan bu hususta sayısızca hadis elimize geçmiştir.
Hz. Peygamber (s.a.a) ilmi öğrenmeyi o kadar tavsiyede bulunmuştur ki, hatta bir
sözünde, "İlim öğrenmek, her Müslüman'a farzdır." sözüyle konunun önemine dikkat
çekmiştir.
İslâm Talimatında İki Önemli Şey
Çeşitli insan toplumlarında uygulanmakta olan toplum kuralları, birtakım gizli sırları
ihtiva etmektedir. Bu sırlar kamuoyuna sızdırıldığı takdirde, yöneticilerin yaptıkları
faaliyetlere ve güttükleri menfaatlere ağır darbeler indireceği kaçınılmaz bir gerçektir.
Zira toplumlarını yöneten bu düzmece kurallar çoğunlukla onların kendi beyin
yapılarının bir mahsulüdür. Bu kurallar, aklın ve toplum bireylerinin menfaatlerinin
tam zıddına olduğundan, gizledikleri sırlar dışarı sızdırıldığında, itiraz yumruklarının
alınlarına inmesi ve çıkarlarına ağır darbeler gelmesi kaygısıyla titiz bir şekilde gizli
tutulmaktadır.
İşte bu nedenledir ki, Hıristiyan kiliseleri ve öteki dinlerin manevî merkezleri kendi
taraftarlarına özgürce düşünme hakkını vermemişlerdir. Dinî kitaplarının tahlil ve
yorumunu kendilerinden başka hiç kimsenin yapamayacağını söyleyerek, söyledikleri
sözler ve verecekleri talimatlar karşısında halkın tartışma yapmadan, neden ve niçin
demeden teslim olmalarını mecbur kılmışlardır.
İşte bu uygulama yöntemi, dinî kurallarının çoğuna leke sürmüştür.
Hıristiyanların dinleri karşısındaki bugünkü davranışları, sözümüzün en gerçek
şahididir.
İslâm dinine gelince; bu din, kendi gerçekliğine inanıp güvendiğinden ve yürüdüğü
yolda herhangi bir karanlık ve üstü kapalılık söz konusu olmadığından, öteki dinî veya
gayr-i dinî rejimlerin tam aksine:
1- Gerçek ve hak olan hiçbir konuyu kapalı bırakmayıp, kendi taraftarlarına da hakkı
gizlememelerini emretmiştir. Zira dinin bu temiz kuralları, fıtrat ve yaratılış kuralları
üzerine kurulduğundan, gerçek ve hak yanlısı oluşu nedeniyle, hiçbir yönü asla inkâr
edilemez. Gerçeği gizlemek, İslâm dininde büyük günahlardan sayıldığı gibi, yüce
Allah tarafından da kendi kitabında açıkça lânetle anılmıştır.
2- Kendine tâbi olanlara, gerçekler hakkında özgürce düşünmelerini, karşılarına
küçücük bir anlaşılmaz konu çıktığında ise, parlak inançlarının kuşku pençesinden
kurtulup güvence içerisinde kalması için orada kalıp bir adım dahi atmamalarını
emretmiştir. Herhangi bir konu üzerinde kuşkuya düştüklerinde, insaf ve gerçekçi bir
yaklaşımla onu gidermelerini istemiştir.
Nitekim yüce Allah şöyle buyuruyor:
Sana malûm olmayan (anlaşılmayan) bir şeyin arkasından gitme.
Hakkı Söylemek ve Özgür Düşünceleri Açıklamaktan Kaçınmak
İnsan, kendi yapısının en değerli mahsulü olan fikir ve düşünce yoluyla hakkı
kabullenmelidir. İnsan ile hayvan arasındaki en büyük fark da zaten budur. Bu yol
insanın şeref ve iftihar kaynağıdır.
İnancı olan ve aydın fikir taşıyan herkes, gerçekleri saptıran ve özgürce düşünmesine
engel olan taklitçi fikirleri hiçbir zaman omuzlamaz ve Rabbinin kendisine lütfettiği
düşünce kabiliyetinin çalışmaz hâle gelmesine de asla müsaade etmez.
Fakat şu gerçeği de kabul etmek gerekir ki, bazı durumlarda karşı tarafın gerçekleri
anlayacak bir düşünceye sahip olmaması ve ona gerçekleri anlatmanın insanın mal,
can ve ırz gibi önemli varlığının tehlikeye düşmesi hâlinde, akıl ve mantık tam tersine
hükmeder. (Yani gerçekleri gizlemeyi emreder.)
Zira hak olan şeyler, söylenmese dahi kutsallığını koruyup saygınlığını
yitirmeyecektir. İnsanın sapık görüşlüler karşısında gerçekleri söylemesiyle tehlikeye
so-kacağını anladığı anda mal, can ve ırz gibi önemli değerlerini gizlemesi şarttır.
Ehlibeyt İmamları birçok sözlerinde, insanların anlayamadıkları gerçekler hakkında
görüş ileri sürüp kendini tehlikeye sokmayı şiddetle yasaklamışlardır. Yüce Allah,
Kur'ân-ı Kerim'de iki yerde takiyye maksadıyla gerçeği gizlemeyi caiz ve helal
kılmıştır.
Sonuç olarak denilebilir ki, İslâm'da gerçekleri gizlemenin sakınca doğurmadığı, hatta
gerekli kılındığı yerlerden bir kısmı şunlardır:
1- Gerçeği söylemekle hakkın ilerlemesinde bir yol gözükmediği, hatta gerçeğin
söylenmesiyle insanın mal, can ve ırz gibi değerlerinin tehlikeyle karşı karşıya kaldığı
durumlarda takiyye yapılmalıdır. (Yani gerçek gizlenmelidir.)
2- Hakkı söylemek, karşıdakiler tarafından anlaşılmaz veya onu söylemekle karşı
tarafın haktan kaçmasına neden olunur ya da hakka karşı saygısızlık ve hakkın
küçümsenmesine vesile olunur ise, takiyye yapılmalıdır.
3- Karşı tarafın fikrinin erişemediği ve anlayamadığı konuları özgürce düşünmek,
anlatmak ve yine hakkın gerçek yüzünü göstermek hâlinde onun sapmasına neden
olunacaksa, yine takiyye yapılmalıdır.
İçtihat ve Taklit
İnsanoğlu, yaşantısı boyunca normal bir kimsenin isimlerini sayamayacağı kadar
ihtiyaç duyduğu birçok çözümlenmesi gereken meselelerle karşı karşıya bulunur. Bir
insanın yalnız başına bu kadar işler hakkında uzman olması ve yeterli bilgilere sahip
bulunması mümkün değildir.
Öte yandan, kendi işlerini kendi fikir ve iradesiyle yapmayı planlayan insanoğlunun,
karar verdiği işlerde yeterli bir bilgiye sahip olması kaçınılmazdır. Şayet öyle bir bilgi
ve malûmata sahip değilse, o işi yapmaya da karar veremez. O hâlde yapacağı bir
işte ya kendisi uzman olmalıdır yahut da bir uzmana başvurmalıdır. Başvurduktan
sonra da o işi uygulama yoluna gitmelidir.
İşte insan toplumlarının, fertlerine karşı taşıdığı sorumluluk içerisinde, bundan daha
büyük bir arzusu yoktur.
İslâm dini ise, insan toplumlarındaki fertlerin bu arzularına amel elbisesi giydiren bir
rejimdir. Zira İslâm dini, insan toplumunun emrine öyle kurallar vermiştir ki, şayet
toplum o kuralları kabullenip uygulamaya koyarsa, onun gerçekçi görüşleri
doğrultusunda fertlerin hayatî menfaatleri korunmuş, çekişmeleri de çözülmüş olur.
İslâm Hükümleri ve Onun Temel İlkesi
İslâm, ilk önce gerçek görüşlü insanların dikkatini kendi üzerine çekmiştir. Zira bu
yüce dinin amacı, karın doyurmayı ve cinsel ilişkileri arzu eden ağzı bağlı hayvanları
değil, insanları eğitmektir.
İnsan, duygusal olma özelliğinin yanı sıra gerçekleri görebilecek fikirlerle de
donatılmış bir yaratıktır. İnsan, yaratılışı gereği, yani el değmemiş gerçek yapısıyla,
kendisini tabiatın dışında yaratılmış bir tabiat parçası olarak değerlendirmektedir.
Başka bir deyişle insan, nihayetsiz bir hayat, güç ve ilme bağımlıdır. Akıl ise, onun
yaratıcısı ve eğiticisidir.
Bu nedenle İslâm, hükümlerini, tevhit (Allah'ın birliğine inanmak) temeli üzerine
kurmuş ve inançsız (ateist) kimseleri gerçek insan olarak kabul etmemiştir.
Tevhitten amaç, dinî yollar ile tüm insan ve insanlığı saadet yönüne sevk edip belirli
bir zaman sonra yaptığı işlerin hesabını çıkararak hak ettiği cezayı verecek olan
Allah'ın varlığına inanmaktır.
Yüce Allah kendi kitabında şöyle buyuruyor:
(Allah'ın birliğine inanmayanlar,) ancak dört ayaklı hayvanlar gibidirler; hatta gidişçe
daha sapıktırlar.
Tevhit, İslâm hükümlerinin en önde gelen dayanaklarından biridir. Ayrıca İslâm'ın ilk
temel ilkesini de teşkil etmektedir.
İslâm'ın ikinci ilkesi, tevhit ilkesi üzerinde kurulu olan temiz ahlâk kurallarıdır. Zira
insan, tevhit inancına lâyık olan güzel ahlâk ile yönlendirilmezse, temiz olan imanını
da muhafaza edemez. Öte yandan önceden de değindiğimiz gibi, kanun ve kurallar
ne kadar ilerlerse ilerlesin, güçlenirse güçlensin, ahlâkı bozuk olan bir toplumu idare
etme konusunda aciz kalır.
Bu nedenle İslâm, tevhit inancına yakışır bir tarzda o inancı yaymak ve yöneten
kanun ve kuralları muhafaza etmek için toplumda insan sevgisine, yumuşak
kalpliliğe, adalet ve iffet gibi insaniyet kurallarına dayalı birtakım kurallar tanzim
etmiştir.
Toplum saadetinde tevhit inancının tüm etkinliği ilk önemli bir yer kapladığı gibi,
ahlâk etkinliği ikinci yeri kaplamıştır. İslâmiyet, tevhit ve ahlâk temellerini
yaygınlaştırdıktan sonra ahlâka özgü bir kısım kuralları da vazetmiştir. Başka bir
deyişle; adı geçen kurallar güzel ahlâktan kaynaklandığı gibi, güzel ahlâklar da bu
kurallar ile takviye edilmiştir.
İşte toplumun hayatî menfaatlerini koruyan, halkın arasındaki ihtilafları halleden bu
kanun ve kurallar ahlâkın ta kendisidir.
Toplumda Bölücülük
Beşerin birlik ve beraberliğini kökünden kazıyan ve toplumun nizamını bozan
bölücülük iki kısımdır:
1- Bölücülüğün bir kısmı iki şahıs arasında özel durumlarda baş göstermektedir.
Örneğin iki şahıs arasında baş gösteren kavgalar, vurup kırmalar gibi.
2- Bölücülüğün diğer bir kısmı ise, toplumu değişik iki bölüme ayırmaktan
kaynaklanmaktadır. Bu tür bölücülükler, toplumsal adaletin uygulanmasında hafif bir
müsamaha göstermek, bir sınıfı diğer bir sınıf üzerinde hâkim kılıp güçsüz ve zayıf
sınıfın emeğini güçlü bir sınıfa vermekle oluşan bölücülüktür. Nitekim dinî kurallar ile
yönetilmeyen gelişmiş toplumlarda ezen ve ezilen, yoksul ve zengin, kadın ve erkek,
patron ve işçi çekişmeleri durmadan sürüp gitmektedir. Güçlü ve burjuva sınıflar,
kendi hizmetlerinde çalıştırdıkları güçsüz ve sermayesiz sınıfları daima
sömürmektedirler.
İslâm'ın Farklılıkları Kaldırma ve Menfaatleri Korumadaki Genel Görüşü
Genel İslâm görüşü açısından, halkın menfaatlerinin korunması ve farklılık
faktörlerinin çözümlenmesiyle sağlanacak toplumsal saadetin elde edilmesi, iki yolla
mümkündür:
1- Sınıfsal farklılığı tam manasıyla ortadan kaldırıp yok etmek. Şöyle ki: İslâmî bir
toplumda bulunan tüm bireyler, birbirleriyle eşit ve kardeştirler. Fazla bir mala sahip
olmakla veya toplumda güçlü bir mevki elde etmekle üstünlük iddiasında bulunmak,
farklılık yaratarak başkalarını küçümsemek, diğerlerine boyun eğdirmek için zor
kullanmak veya kendi özel mevkisi gereği parçası olduğu toplumun ağır sorunlarını
omuzlamaktan kaçınmak ya da işlediği suçlar nedeniyle ceza kanunları karşısında
suçsuz sayılmak gibi ayrıcalıklar, İslâmî bir toplumda kesinlikle var olamaz.
Kanun ve kuralları uygulamada, toplum başkanının verdiği hükümler geçerlidir. Her
şahsın da kanunlara uyması şarttır. Fakat toplum başkanının kendi kişisel
meselelerinde, başkalarının boyun eğmelerini beklemesi yasaktır. Aynı şekilde yaptığı
her işini doğru bilip başkalarının onun yaptığı yanlış işleri karşısında itirazda
bulunmalarına engel olması da doğru değildir. Bunun gibi başkanlık fonksiyonundan
yararlanarak kendini genel bir vazifenin bazı kısımlarından muaf tutmasına da hakkı
yoktur.
Yine varlıklı bir kimsenin, varlığı dolayısıyla kibirlenerek kendi himayesinde çalışanları
kovmaya, küçümsemeye hakkı yoktur. Toplum başkanının da böyle varlıklı şahısların
boş sözlerini, yoksul kimselerin haklarının önüne geçirip taraftarlık etmesi caiz
değildir. Zira İslâm, varlıklı bir sınıfın yoksullar üzerinde kayıtsız ve şartsız olarak
hâkimiyet kurmasına kesinlikle müsaade etmez. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Müslümanlar birbirleriyle kardeştirler.
Diğer bir yerde de şöyle buyuruyor:
Allah'ın dini, siz Ehlikitap ve Müslümanların istek ve arzularına tâbi değildir. Şayet
bunun aksine bir iş görürlerse, cezalandırılacaklardır.
İslâm dininde, elbette ki dinî önderlere itaat, baba ve anneye karşı saygılı olmak gibi
birtakım özellikleri olan şahıslar mevcuttur. İşte sadece bu hususlarda eşitlik yoktur.
Yalnızca bu konuda bir sınıfın diğer sınıf karşısında bazı özel farklılıkları vardır. Fakat
söz konusu hükümlerin sahibi olan şahısların dahi, başkalarına karşı birtakım
üstünlük iddiasında bulunup onlar üzerinde kayıtsız ve şartsız hâkimiyet kurma
salahiyeti bulunamaz.
İslâm'da gerçek değer, takva (Allah korkusu) ile ölçülür. Takvanın değerlendirmesi
yüce Allah'a ait olduğundan, bu yücelik mayası her ne kadar fazla olursa olsun,
herhangi bir engel teşkil etmez. Bu özellik, sınıf ayırımının tam tersinedir. Zira sınıf
ayırımı toplumdaki fitne ve fesadın en etken rolünü teşkil ettiği gibi, fertlerin
çekişmeleri için de en büyük nedendir.
İslâm görüşü açısından takva sahibi bir fakir, takva sahibi olmayan varlıklı birinden
üstün olduğu gibi, takva sahibi bir kadın da takvasız olan yüzlerce erkekten daha
üstündür. Nitekim yüce Allah, Kur'ân-ı Kerim'de şöyle buyuruyor:
Ey insanlar! Sizi, bir erkekle bir dişiden yarattık. Hem de sizi soylara ve kabilelere
ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız. Biliniz ki Allah katında en iyiniz, takvası en ziyade
olanınızdır.
Muhakkak ki ben, içinizden gerek erkek ve gerek kadın olsun, hayır işleyen hiç
kimsenin yaptığını zayi etmem. Hep birbirinizdensiniz, din yönünden erkek ve dişiniz
birdir.
2- Tüm insanların ve insaniyetin, toplumun uzvunu oluşturmada eşit ve ortak yönleri
bulunduğundan, herkesin emek mahsulünün saygın olduğu göz önünde tutularak,
toplumda çekişmelerin kendi kendiliğinden çözümlenmesi için, İslâm birtakım kurallar
vazetmiştir. İşte her ferdin çıkarları, onun kontrolü altında ve varlığı sayesinde
belirlenecektir.
Bu kanunlar, temel mülkiyeti göz önüne alarak, hükümleri öylesine tanzim etmiştir
ki, toplumda var olan tüm sınıf ayrımlarını sonuna kadar yok etmiş ve u-zakları
birbirine yakınlaştırmıştır.
Bu açıklamamızla, İslâm dininin fertlerin menfaatlerini koruyup farklılıkları
kaldırmadaki görüşlerini kısa da olsa belirtmeye çalıştık. İlerideki konularda daha
geniş şekilde izah etmeye çalışacağız inşallah.
Paralı ve Parasız Sınıflar
İnsan, tabiatı gereği bedenî ve fikrî gücüyle yeryüzü mahsullerinden ihtiyaçlarını
temin eder. Bu nedenle de yeryüzünde var olan her şeyi kendi malı bilir. Nitekim
yüce Allah, Kur'ân'da bu konuda şöyle buyuruyor:
Allah yeryüzünde her şeyi sizin için yaratmıştır.
Özel Mülkiyet Esasları
Yerkürenin insan için yaratıldığı inancı, onun mahsullerinden normal bir şekilde
yararlanmasına izin vermiştir. Örneğin, insanın yeryüzündeki kaynakların sularından
içmesi, hayvanların etlerinden yemesi ve nefis meyveleri tatması, dağların
eteklerindeki ağaçların gölgesinde istirahat etmesi veya sanayi vasıtalarıyla kendi
isteklerini elde etmesi, kürenin insanlar için var ettiği nimetlerden birtakım
örneklerdir.
Yeryüzünde bir kısım insanların birbirleriyle irtibat kurmadan, yakınlık göstermeden
ve toplum olarak yaşamadan gelip geçtikleri muhakkaktır. Bu tür yaşantılar, tabi ki
birtakım toplumsal kuralları gerektirmez.
Fakat toplumun genel yapısını oluşturan bireyler bir araya toplanıp yaşamlarını bir
arada sürdürdüklerinde, herkes yeryüzünü paylaşma ve onun üzerinde var olan
metaları kendine ait kılma çabasına düştü. Bu çabayı gösterirken de, aralarında bazı
kavga ve çekişmeler baş gösterdi. Birisi kendi ihtiyacı olan bir şeye el uzattığında,
diğerleri onun yaptığı işin kendileri aleyhine olacağı düşüncesiyle engel olmaya
çalıştı. Zira insanoğlu ne pahasına olursa olsun, hayatını devam ettirme
arzusundadır.
Bu kavga ve çekişmeleri önlemek için, ilk önce "özel mülkiyet" adı altında birtakım
temel yasalar icat edildi. Böylece toplumsal geçimsizlik ve kargaşalıkları önlemek
maksadıyla o yasalara saygı duyuldu. Bu sayede insanın çaba ve çalışma sonucu elde
ettiği her şey, kendine özgü oldu. Dolayısıyla diğerlerinin özel mala göz dikip sorun
yaratmaları da tamamıyla ortadan kalkmış oldu.
"Özel mülkiyet" yasası çıkıp uygulandıktan sonra, ikinci bir temel yasa olarak "asıl
malikiyet" kavramı çıkarıldı. Bu yasanın gereği olarak, insan kendine has kıldığı
mülkiyet ve eşyaları kendi isteği gibi kullanabilme yetkisine sahip oldu.
Aslında "asıl malikiyet" yasası, "özel mülkiyet" yasasının bütünleyicisidir. Zira "özel
mülkiyet" yasası, başkalarının her türlü müdahale hakkını ortadan kaldırmaktadır.
"Asıl malikiyet" kavramı ise, mülk sahibinin, mülkünde her türlü kullanma hakkını
meşru kılmaktır. İslâm'ın "özel mülkiyet"e saygılı olduğu, Hz. Peygamber'in (s.a.a),
"İnsanlar mallarının sahibidirler." diye buyurması ile teyit edilmiştir.
Bu kaideye göre insan, kendine has olan malını sarf etmeye, saklamaya, satmaya ve
her türlü meşru yollarda kullanmaya yetkilidir. Fakat toplumsal menfaatlerin zararına
olan gayrimeşru yollarda kullanma salahiyeti yoktur. Aynı şekilde kendi malını yağma
edemez ve sikkeli altın ve gümüş gibi değerli metalleri piyasadan çekerek
stoklayamaz.
Temel mülkiyet kavramı, insanı, kendi arzularına eriştiren ve kurallarına riayet
etmekle de kişinin özgürlüğünü son noktasına kadar temin eden en önemli
kavramdır.
İnsanın malını kullanma yetkisinde, işinde ve çalışma özgürlüğünde ne kadar
kısıtlama yapılır ise, o kadar da onun özgürlüğünden alınmış olunur. Şayet "asıl
mülkiyet" tamamen ortadan kalkmış olursa, bir canlı yaratığın kendisine has
haysiyeti ve özgürlüğü de gerçekten ortadan kalkmış sayılır.
Mülk Edinilebilecek Şeyler
İslâm açısından aşağıdaki özelliklere sahip olan şeyler mülk edinilebilir:
1- (Mülk edinilebilecek şeylerin) faydalanılabilir bir özelliği bulunmalıdır. Örneğin
haşaratlar mülk edinilemez.
2- Söz konusu olabilecek faydalar meşru olmalıdır. Örneğin kumar, çalgı ve buna
benzer aletler helal olmadığından kimsenin mülkü sayılamaz.
3- Adı geçen helal menfaatler bir veya birden çok kimselere ait olmalı. Örneğin cami,
cadde ve buna benzer topluma ait yapıtlar kimseye mülk olamaz.
İnsanın Vasıta İle Sahip Olduğu Şeyler
İnsan toplumunda mal sahibi olmak için değişik vasıtalar mevcuttur. Fakat kumar,
faiz ve rüşvet gibi toplum zararına yol açan mülkiyet vasıtaları İslâm'da kaldırılmıştır.
Toplum yararına olan alışveriş, kira, hibe ve bunlara benzer mülkiyet vasıtaları,
İslâm'da bir kısım muameleler şeklinde kurulmuş ve öyle kabul edilmiştir.
İslâm'da mülk edinme yolu iki kısımdır:
1- Alımında muamele gerektiren şeyler. Örneğin alışveriş. Bu şekildeki muamelelerde
her iki tarafın anlaşması şarttır.
2- Yapımında muamele gerektirmeyen şeyler. Örneğin vefat etme. Bu durumlarda
ölünün sahip olduğu mal, herhangi bir muamele gerektirmeden miras olarak
vârislerine intikal eder.
Şimdi ise toplumda önemli bir yeri bulunan nikâh ve miras konularını, genel hatlarıyla
açıklamaya başlıyoruz:
Genel Miras Konuları
Veraset konusu, tabiat âleminde yaratılışın ihsan ettiği genel bir kanundur. Her nesil,
geçmişinin kişilik özelliklerinin tüm niteliklerini veraset kanalıyla almıştır. (Buğday
buğdaydan bitmiş, arpa da arpadan.) Aynen insanoğlu da kendi geçmişinin ahlâk,
sıfat ve yapısal şeklini genetik olarak almıştır.
İşte bu yapısal ve duygusal yakınlık nedeniyle insanlarda normal hâllerinde bile
yakınlarına karşı özel bir alâka oluşmuş, özellikle de kendinden olan çocuklarını,
kendine veliaht bilerek onların varlığını kendi var-lığıymış gibi değerlendirmiştir.
Tabiatıyla da çalışmaları sonucu elde edebildiği tüm şeylerini, varsa çocuklarına,
yoksa da yakınlarına tahsis etmiştir.
Böylece İslâm dini, insanların bu şekildeki fıtrî duygularına saygı göstererek onun
malını, öldükten sonra hayatta kalan yakınlarına tahsis etmiştir.
Neslin temelini atan ve birbirinin hayatına ortak olan karı ile kocayı da, veraset
konularında yakınlar sınıfına katmış, böylelikle de birinci sınıftakilere "nesebi vâris",
ikinci (yani karı ve koca) sınıfına ise, "sebebi vâris" adını vermiştir.
Bu durum karşısında, ölen bir kimsenin geriye bıraktığı mal ve mülk, nesebi ve
sebebi olan iki sınıf vârisler arasında özel birtakım kurallar ile taksim edilmiştir.
Fakat bazı kimseler mirastan yararlanmaktan mahrum bırakılmışlardır. Bunlardan iki
sınıf şunlardır:
1- Kâfir. Bu gibi durumda olan bir kimse, Müslüman'dan miras alamaz. Kâfir birisi
öldüğünde, Müslüman olan vârisleri bulunur ise, yine kâfir olan vârisler, mirastan
mahrum bırakılırlar.
2- Katil. Yani kendi yakınlarından birisini öldüren kimse, öldürdüğü yakınının bıraktığı
maldan miras alamaz. Fakat katilin çocukları alabilirler.
Nesebî Vârisler (Yakınlar)
Nesebi vârisler, yakınlık bağlarının uzaklığı ve yakınlığı bakımından ve yine akrabalık
bağının olup olmaması açısından üç kısma taksim edilmiştir. Bu kısımlar içerisinde de
yine bazısının bulunduğu durumda bazısının mirastan mahrum kaldığı ve bu üç
kısmın bulunmaması hâlinde mirasın nasıl taksim edildiği, ileride açıklayacağımız
formüller üzerine yapılacaktır.
Yüce Allah, Kur'ân'da şöyle buyuruyor:
Yakınlardan bazısının bazısına öncülük hakkı vardır.
Yine Kur'ân, sekiz ayette vârislerin kısımlarını ve hisselerini apaçık bir şekilde beyan
ediyor.
Birinci Dereceden Miras Alanlar
Bunlar ölenin babası, annesi, oğlu ve kızlarıdırlar. Diğer bir ifadeyle bunlar, ölünün
vasıtasız (birinci dereceden) yakınlarıdır. Ölenin erkek veya kız evlâdı hayatta
bulunmazlarsa, bunların hisseleri, bunlardan olan çocuklara verilir. Şayet bunlardan
bir teki dahi hayatta olur ise, bunlardan olan çocuklara bir şey verilmez.
Örneğin ölen birinin babası, annesi, oğlu ve oğlundan bir kızı hayatta olurlarsa, ölenin
hissesi baba, anne, oğul ve oğlundan olan kızı arasında taksim edilecektir. Şayet
oğlundan olan kızının da çocukları bulunursa onlara bir şey verilmez.
İkinci Dereceden Miras Alanlar
Bunlar, normal cetleri (baba ve annenin babaları), erkek ve kız kardeşleridirler. Diğer
bir ifadeyle bunlar, vasıta ile (yani baba ve anne aracılığıyla) ölene yakın olan
kimselerdir.
Bu sınıf vârislerde de kız ve erkek evlatları, anne ve babaları öldüğünde, baba ve
annenin hissesini miras olarak alabilirler. Kız ve erkek kardeş çocuklarından bir teki
dahi hayatta bulunduğu takdirde, onların çocuklarının çocuğuna miras düşmez.
Ölenin şayet hem baba bir erkek ve kız kardeşi, hem de baba-ana bir erkek ve kız
kardeşi bulunur ise, baba bir olan erkek ve kız kardeşine miras hakkı tanınmaz.
Üçüncü Dereceden Miras Alanlar
Bunlar, ölenin amca ve halası, dayı ve teyzesidirler. Bunlar da iki bağım yolu ile
(baba ve anne, büyük baba veya büyük anne yoluyla) ölene yakın olan kimselerdir.
Bu kısımda da yine çocuklar, baba ve annelerinin yerindedirler. Baba ve anne yoluyla
ölene yakın olanlardan biri dahi hayatta bulunur ise, sadece baba yoluyla ölene yakın
olanlara miras düşmez.
Miras Hisseleri
İslâm dininde, söz konusu vârislerin her birinin hissesi, çok dikkat gerektiren ve
matematiksel açıdan hassas bir niteliğe sahip olan bir tarzda belirlenmiştir. Bu
hisselerin tümü iki bölümde toplanmıştır:
1- Miras hissesi yarı, üçte bir veya bunun gibi hissesi belli olanlar. Fıkıh dilinde,
bunun gibi belirli sayısı bulunan vârislerin hisselerine "ferâiz" adı verilmiştir. Ferâizin
(hisselerin) tümü altı kısımdır: Yarım, dörtte bir, sekizde bir, üçte iki, üçte bir ve
altıda birdir.
2- Yakınlığı yönüyle miras alanlar, fakat hisseleri belli olmayanlar.
Miras Hisselerinin Dağıtımı
1- Tereke ½ olarak üç sınıf vâris için verilir:
a) Koca (karısı ölüp hiç çocuğu bulunmaz ise)
b) Kız çocuğu (ölenin tek çocuğu olur ise)
c) Baba-ana bir kız kardeşi veya baba bir kız kardeşi veya anne bir kız kardeşi
(ölenin başka vârisi bulunmazsa).
2- Tereke ¼ olarak iki sınıf vâris için verilir:
a) Koca (karısı ölür, çocukları bulunur ise)
b) Hanım (kocası ölür ve çocuğu bulunmaz ise).
3- Tereke 1/8 olarak ölenin, çocukları bulunan karı-sı veya birden fazla bulunan
karıları için verilir.
4- Tereke 2/3 olarak iki sınıf vâris için verilir:
a) Ölenin erkek çocuğu bulunmaz, iki veya ikiden fazla kız çocuğu bulunur ise
b) Ölenin erkek kardeşi bulunmaz, ana-baba bir veya ana bir veya baba bir iki kız
kardeşi bulunur ise.
5- Tereke 1/3 olarak iki sınıf vâris için verilir:
a) Anne (çocuğu ölür, başka bir çocuğu ve kardeşi bulunmaz ise)
b) Yalnızca ana bir erkek ve kız kardeş, birden fazla olursa.
6- Tereke 1/6 olarak üç sınıf vâris için verilir:
a) Baba (ölenin çocuğu bulunur ise)
b) Anne (ölenin çocuğu bulunur ise)
c) Anne bir erkek kardeş veya kız kardeşi (birden fazla bulunmaz ise).
Baba ve Annenin Mirasları
1- Ölünün vârisi, şayet yalnızca baba ve annesi olur ise, ölünün tüm terekeleri onlara
aittir.
2- Ölünün vârisi, şayet baba, anne ve çocukları olur ise, anne ve babasından her biri
1/6 hisse alır. Geriye kalanı çocuklarının olur.
3- Ölenin vârisi şayet baba ve annesi olur, başka bir çocuğu bulunmaz ise, ayrıca da
kaç tane kardeşi olur ise, (tabii ki bu surette kardeşleri miras alamaz;) annesi
terekenin 1/6 hisseni alır, geri kalanı babanın malı sayılır. Şayet kardeşleri bulunmaz
ise, 1/3 annesinin, 2/3 ise babasının malı olur.
Çocuklar
Ölenin vârisi şayet bir erkek veya bir kız çocuğu olur ise, bütün terekeler çocuğunun
malıdır. Şayet birkaç erkek veya birkaç kız çocuğu bulunur ise, tereke onlar arasında
eşit bir şekilde taksim edilir. Şayet hem erkek, hem de kız çocuğu bulunur ise, her
erkek çocuk kız çocuğunun iki kat hissesini alacaktır.
Ced ve Cedde (Büyük Baba ve Büyük Anne)
Ölenin vârisi şayet babasının babası veya babaannesi olur ise, terekenin iki katını
babaannesi alır. Ölenin vârisi şayet annenin babası ve anneannesi olur ise, tereke
bunlar arasında eşit bir şekilde taksim edilir. Şayet hem baba tarafından, hem de
anne tarafından olurlarsa, tereke üçe bölünür; iki kısmı baba tarafından olan
cetlerine verilir. (Yine babasının babası, babaannesinin iki katını alır.) Bir kısmı da
anne tarafından olan cetlerine verilir. Bunlar arasında da tereke eşit bir şekilde
bölünür.
Ölenin vârisi şayet ecdatları, erkek kardeşi ve kız kardeşi olur ise, kardeşleri de baba
bir veya ana bir veya baba-ana bir olursa, terekenin 1/3 hissesini ecdatlara, geri
kalan kısmı ise erkek veya kız kardeşine verilir. Fakat kardeşlerin bazısı baba-anne
bir, bazısı da baba bir olur ise, ana bir olan erkek veya kız kardeşe bir şey verilmez.
Böylece terekenin 2/3 hissesi baba-ana bir veya baba bir olan erkek veya kız kardeşe
verilir.
Amca ve Hala
Ölenin vârisi şayet yalnızca amcası veya halası olur ise, terekenin tümü ona verilir.
Şayet birkaç amcası veya birkaç halası bulunur ise, tereke onlar arasında eşit bir
şekilde taksim edilir. Şayet hem amcası, hem de halası olur ise, tümü baba ve
anneden veya yalnız babadan veya yalnız anneden olurlarsa, amca halanın iki kat
fazlasını alır. Fakat bazısı baba ve anadan, bazısı da yalnızca babadan veya yalnızca
anadan olur ise, anadan olan amca veya hala, terekenin 1/3 kısmını alır. Bunlar da
şayet birden fazla olurlarsa, 2/3 kısmı onlara verilir. Geri kalan kısmı da ana ve
babadan hala ve amcaya tahsis edilir. Yalnızca babadan olan hala ve amca miras
almaz.
Ölenin vârisi şayet baba ve anadan amca veya hala ya da sadece babadan amca
veya teyze olur ise, yalnızca babadan olan amca veya hala miras almaz. Terekenin
tümü baba ve anadan olan amca veya teyzeye aittir.
Dayı ve Teyze
Dayı ve teyze, tümü ana ve babadan olurlarsa, ister bazısı kadın olsun bazısı erkek
fark etmez, bunlar arasında tereke eşit bir şekilde taksim edilir. Şayet bazısı baba ve
anadan, bazısı da babadan ve bazısı ise anadan olurlarsa, anadan olan dayı ve
teyzenin hissesi 1/6'dır. Bu hisse de onlar arasında eşit bir şekilde bölünür. Terekenin
geri kalan kısmı ise, baba ve anneden veya babadan olan dayı ve teyzeye intikal
eder. Erkek olanlar, kadınların iki katı hisse alırlar.
Karı ve Koca
Daha önce bahsi geçtiği üzere kocanın miras hakkı, karısının çocuğu olmadığı
takdirde ½'dir. Şayet öldüğünde kocasından veya başka bir kocadan çocuğu
kalmışsa, kocasının hissesi ¼'dir.
Karısının miras hakkı da, kocasından çocuğu olmadığı takdirde ¼'dir. Kocasının şayet
vefat ettiğinde sahip bulunduğu karısından veya başka bir karıdan çocuğu bulunur
ise, karının hissesi 1/8'dir.
Şunu da hatırlatmakta yarar vardır ki, kadın hiçbir zaman gayrimenkulden miras
hissesi alamaz. Fakat menkul mallardan veya gayrimenkul mal üzerindeki kurulu
mahsullerden, örneğin ev, bina veya ağaç gibi şeylerin kıymetinden ¼ veya 1/8
olarak miras alabilir. Aksine koca, karısının bıraktığı tüm terekelerden miras alabilir.
Velayet (Velilik)
Ölen bir insanın, adı geçen vârislerden hiçbirisi bulunmaz ise, miras veli kanalıyla
alınacaktır. Velilik de üç kısma ayrılır ve sıralarına göre miras alırlar:
1- Atik veliliği: Şöyle ki bir insan kölesini azat ederse, köle de öldüğünde herhangi bir
vârisi bulunmazsa, köleden geri kalan tüm terekeler, velayet yönüyle eski sahibine
intikal eder.
2- Ziman-i cerime veliliği: Şöyle ki birisi diğerine, "Beni öldürür veya yaralarlarsa,
karşılığında verecekleri cerime (diyet) senin olsun." diye şart koşar ve ona velayet
yetkisi verir, karşı taraf da bu şartı kabullenir ve o adam öldükten sonra da herhangi
bir vârisi bulunmazsa, bu antlaşma karşılığında onun tüm terekesini anlaştığı şahıs
bu velayet yoluyla alabilir.
3- İmamet veliliği: Bu velayet, Masum İmam'ın (a.s) önderliği ile yapılan velayettir.
Başka bir deyişle İmam (a.s), bütün Müslümanların önderi ve velisidir. Şayet ölen
birinin herhangi bir vârisi bulunmaz ise, onun tüm terekesi İmam'a (a.s) verilir.
İmam'ın gayba çekildiği zamanımızda ise, İmam'ın (a.s) naiplerine verilir. (Yani
içtihat şartlarına haiz müçtehit bu görevi üstlenir.)
İmam Ali (a.s), vârisi olmayan kimselerin terekelerini, kendi imamlığının verdiği
yetkiyle, köy ehli ve komşularının arasında taksim ediyordu.
Miras Hükümleri
Babadan ve anneden veya yalnızca babadan olan yakınlar, mirası çeşitli şekilde
bölüşürler. Yani her erkek, kadından iki kat fazla hisse alır. Fakat anneden olan
yakınlar, terekeyi eşit bir şekilde aralarında bölüşürler.
Her kısım vârislerde çocuklar, baba ve annelerinin yerinde sayılırlar. Yani şayet baba
ve anneleri olmaz ise, çocukları onların hakkı olan miras hisselerini alırlar. Örneğin
ölen birinin babası, annesi, oğlunun kızı ve kızının da oğlu olursa, anne ile babasının
her biri, terekenin altıda birini almış olurlar, terekenin geri kalanı ise üç kısma
bölünür; iki kısmı oğlunun kızına, bir kısmı ise kızının oğluna verilir.
Şayet ölenin bir çocuğu ve bir de torunu olur ise, terekenin tümü çocuğunun olur;
torununa hiçbir hak düşmez.
Şayet vârislerin hisseleri terekenin tümünden fazla gelir ise, noksanlık kızlara ve
babadan olan yakınlara yüklenir. Örneğin, ölen birinin vârisi kocası, babası, annesi ve
birkaç kızı olursa, kocanın hissesi ¼, baba ve annenin her birininki 1/6 ve kızlarının
hissesi ¼, baba ve annenin her birininki 1/6 ve kızlarının hissesi ise 2/3 olur. Bu
hisseler toplam ¼'e varmış bulunur, ¼ ise tümünden, yani bir sayısından fazladır.
Böyle bir durum karşısından koca, baba ve anne hisselerini ilk önce alırlar, geriye
kalan tereke ise kızlar arasında eşit bir şekilde taksim olunur. Bu suretle de azlık ve
açık kalan hisse, kızların hisselerinin üzerine yüklenmiş olur.
Ehlisünnet, noksanlığı ve açıklığı, hisse ölçüsüne göre tüm hisseler arasında taksim
ediyor ve bu işleme de "avl" adını veriyor.
Şayet hisselerin tümü asıl maldan, yani bir sayısından az gelir ve hisseler ödendikten
sonra terekeden bir şey artakalırsa, fazla kalan tereke, kızdan veya babadan olan
yakınlar arasında taksim edilir. Başka bir deyişle; terekenin noksanlığı kimin
hissesine yükleniyorduysa, fazlalığı da onların hisselerine eklenir. Örneğin, şayet
ölenin annesi ile birlikte bir de tek kızı bulunur ise, annesinin hissesi 1/3'dir. Kızının
hissesi ise ½'dir. Bu durumda 1/6'den fazla kalan tereke kızına verilmelidir.
Ehlisünnet'te ise bu gibi fazlalık, uzak sınıf olan babadan yakın olanlara verilir ve bu
işleme de "tâ'sib" denilir.
Serveti Stok Etmenin Zararları
Toplum fertlerinden her birinin normal şartlar dâhilinde çalışıp iş yapmasıyla, ihtiyaç
duyduğu şeylerden daha fazlasını elde etmesinin kaçınılmazlığı tecrübe yoluyla ispat
edilmiştir. Realite açısından da böyle olması şarttır. Zira insanın yaşamı boyunca
yaşlılık ve güçsüzlük dönemlerini de yaşayacağı muhakkaktır. Yine bu döneminde
çalışma ve dayanma gücünün bir bölümünü de yitireceği kesindir.
Böyle bir durum karşısında, ileriyi göz önünde tutarak, yaşlılık ve güçsüzlük
dönemlerindeki ihtiyaçlarının telafi edilebilmesi için, güçlü ve kuvvetli olan gençlik
döneminde, ihtiyacından daha fazlasını temin edip stok yapması kaçınılmazdır.
Ayrıca dünyaya yeni gelenlerin (çocukların) yaşama yükünü de üstlenen kadın ve
erkek, bunların hayat yükünü temin etmek için, kendilerini vazifeli hissettirecek
birtakım duygular ile donatılmışlardır.
İşte bu sebeple yüce Rabbimiz insanlara kendi lütfundan, gençlik çağlarında böyle bir
eksikliği karşılayabilmesi ve kendisi dışında diğer birkaç insanın da ihtiyaçlarını telafi
edebilmesi için fazla bir güç ve olağanüstü bir kuvvet bahşetmiştir.
Bir toplum da aynen böyle bir duygu ve gereksinimlere sahiptir. Başka bir deyişle; bir
toplum da normal şartlar dâhilinde çalışmış olur ise, kendi ihtiyacından fazlasını
temin edebilme imkânına sahiptir.
İnsanlığın ömrü geçtikçe, beşerin bilgisi arttıkça, eleştirme ve araştırmalarıyla, yine
bilimi fazlasıyla kuşattıkça ve yaptığı işlerinde başarılı oldukça, servet edinme
yollarını daha yakından tanıdığı tecrübeyle sabittir. Bu nedenle servetin gün geçtikçe
birikmesi, kaçınılmaz bir gerçektir.
Öte yandan, öz mülkiyet ve özelleştirme nedeniyle insanlar, "varlıklı ve yoksul"
olarak ikiye bölünmüşlerdir. Her geçen gün aralarında baş gösteren makam ve mevki
hırsı, varlıklı insanları yoksullardan biraz daha uzaklaştırmaktadır. Bunun mukabilinde
de, yoksul kitlelerin onlara karşı olan kin ve intikam alma güdüleri, duygularını
kötülüğe sevk etmektedir. Baş gösteren bu durumları, toplumları kesin bir yokluğa
sürükleyen kanser hastalığına benzetmek yanlış bir görüş sayılmaz.
İşte bu durum, toplum yöneticilerini iki çıkmaz arasında bırakmıştır. Zira şayet "özel
mülkiyet" lağvedilmiş olur da insanların kendi iş ve çalışmalarına olan hâkimiyeti
(yani zahmetle elde ettiği servetine malikiyeti) ortadan kaldırılırsa, o takdirde
bireysel özgürlük ve hürriyet tamamen ortadan kalkmış olur ve asıl konuyu (yani
insan özgürlüğünü) kaybetmiş bulunur.
Diğer taraftan şayet bunun tam tersini yaparsa (yani servet sahiplerinin hâkimiyetini
kayıtsız ve şartsız olarak onaylanır ve özel mülkiyet saygınlığını sürdürürse), böyle
bir durumda da halkın çoğunu, yani gerçekten toplumda hakkıyla çalışan ve emek
sarf eden yoksul ve desteksizleri kayıtsız ve şartsız olarak azınlıkta bulunan varlıklı
ve sermaye sahibi kimselere esir ve köle olarak teslim etmiş olur.
Demek ki, hem "özel mülkiyeti" muhafaza etmek, hem de ondan doğacak olan fesat
ve fitnenin önünü alabilmek için başka bir çare yoluna başvurmak gerekir.
İslâm'ın Getirdiği Çözüm
İslâm, (insan özgürlüğünün temeli olan özel mülkiyeti muhafaza etmekle) yoksul ile
varlıklılar arasında baş gösteren farklılıkları çeşitli kanallardan hem kaldırmış, hem de
mümkün olduğu kadarıyla bu iki sınıfı birbirlerine yakınlaştırmıştır.
İslâm'ın uyguladığı yakınlaştırıcı politikalardan en önemlisi şu üç yoldur:
1- Zekât ve humus adını verdiği iki kısım sabit malî vergi. Diğer toplumlarda hâkim
olan kanunlar, maliye vergilerini yalnızca toplumlarının millî ve genel hizmetlerinde
sarf edilmesini sağlarken, İslâmî hükümler bunun tam tersine bu gelirlerin önemli bir
bölümünü yaşantı eksikliklerini giderebilmeleri için yoksul ve muhtaç kimselere tahsis
etmiştir.
Şayet bu iki kısım malî gelirler büyük bir miktarda bütçeye toplanmış ve İslâmî
hükümlerin gerektirdiği şekilde adil ve akıllı bir şekilde yoksul kimseler arasında
bölüştürülmüş olursa, toplumun üzerinden çok kısa bir zaman içerisinde fakirlik
perdesi kalkmış bulunur.
2- Kapital ve sermayedarlık ayrıcalıklarını (ileride de söyleneceği gibi) yok edip
toplumsal değerler arasından çıkartmak. Bir bölgede varlıklı kimseler için şayet bir
ayrıcalık bulunmazsa, o kimsenin kalkıp servet gücü hayaliyle böbürlenmesi, yoksul
ve çaresiz kimselere karşı kendini üstün görüp halkı tesir altına alması, mümkün
değildir.
3- Sermayedar kimselerin savurganlık yaparak kendi aleyhlerine sonuçlanacak
tehlikeye davetiye çıkartma yollarını kapatmak, bu aşırılıkları karşısında da yok-
sulların onların mal varlığına karşı güttükleri kin ve kıskançlığı önlemek. İslâm'da
savurganlıkta bulunmak ve israf etmek yasaktır. Şöhret elbisesi giymek, altın ve
gümüşten yapılan kap-kacak kullanmak da haramdır.
Hz. Peygamber (s.a.a), tarihin vurguladığı azametli gücüne ve toplum içerisindeki
yüce mevkisine rağmen, yine de tüm yönüyle yoksul ve normal bir insan olarak
yaşamını sürdürmekteydi.
Hz. Ali (a.s) yoksul kimselerin kalplerini teskin etmek için gerek yemeklerinde,
gerekse giyimlerinde yoksullardan biriymiş gibi yaşamını sürdürüyordu. Hatta kendi
tayin ettiği valilerinden birine yazdığı bir mektubunda, onu şöyle tenkit edip ikazda
bulunmuştur:
Varlıklı kimseler ile niçin irtibat kuruyorsun? Onların toplantılarında bulunarak,
sofralarının başında oturup niçin yoksulların ellerinin ulaşamadığı çeşitli ve renkli
yiyeceklerden yiyorsun?
Kadın Erkek Sınıfı
Yaratılış yasası gereği insan cinsi de diğer canlı varlıklar gibi erkek ve dişi olarak ikiye
bölünmüştür.
Bu yolla da, bu cinsin devamının yürütülmesi için doğurganlık ve üreme konusu
ortaya çıkmıştır.
İki zıt yapıya sahip bulunan ve bu yapısıyla da o nesli icat etme görevini üstlenen
kadın ve erkekten her biri, bir insan ferdinin sahip olması gereken kâmil bir güç ve
duyguya sahip olmakla birlikte, insanlığın temel özelliklerinde de eşit bir benzerliğe
sahiptirler.
Toplumsal hayatta bu iki sınıfı birbirinden ayırt edebilecek tek özellik, erkeğin güçlü
fikir ve düşünceye, kadının ise güçlü atife ve duygusallığa sahip olma özelliğidir. Bu
özellikler ise, toplumda her birinin kendine özgü vazifeleri üstlenmesi ve bu kaideler
dâhilinde toplumsal çarkı çevirmelerinden dolayı olmuştur. Şayet o kaideleri dikkate
almadan, kendi tabiî dairelerinden dışarı adım atmış olurlarsa, toplumsal çark işlevini
yitirmiş bulunur.
İslâm dini, bu iki sınıf hakkında koymuş olduğu kanunlarında bile, bunlardan her bir
sınıfın sıfat ve özelliklerini göz önünde bulundurmuş, aynı cinsin eşitliliğini nazar-ı
itibara alarak müşterek hükümler koymuş ve mümkün olduğu kadarıyla onları
birbirine yakınlaştırmıştır.
İslâm'ın kendine has realist görüşü ile bu iki sınıf arasındaki farklılığı yok etmek ve
özellikle de kadın sınıfının gönlünü rahatlatarak durumlarını iyileştirmek için birçok
önemli kurallar koyulmuştur.
İslâm'ın bu konudaki görüşlerini incelemeden önce, kadınların genel durumlarını
araştırmak, dinî olmayan toplumlardaki kadınlara karşı sergilenen tutum ve
davranışları bilmek, daha sonra İslâm'ın kadınlar hakkında koyduğu kurallara göz
atmak, bir düşünür için en uygun yöntemdir.
Kadının İslâm'dan Önceki Durumu
a) Kabile Hayatı Yaşayan Toplumlardaki Kadın
Toplumsal yaşantıları kanunî veya dinî olmayan, sadece geçmiş kavmî gelenekleriyle
yaşamlarını sürdüren çöl toplulukları içerisinde kadın, asla insan olarak
değerlendirilmemekte, kendisine evcil bir hayvanmış gibi muamele edilmekteydi.
İnsanların evcil dediğimiz hayvanları kendilerine esir edip terbiyeleştirmeleri,
korumaları, zor şartlarda olsa dahi onların yaşantılarını temin etmek için
gereksinimlerini tedarik etmeleri, onları insan gibi görmelerinden veya kendi
ailelerinin bir üyesi olarak değerlendirmelerinden yahut da onlar için bazı haklara kail
olduklarından dolayı değildi elbette. Ancak etinden, sütünden, derisinden, yününden,
binekliğinden, yük aracı olduklarından ve diğer birtakım menfaatler elde ettiklerinden
dolayı onları evcilleştirmişlerdi. Bu maksatla da onların hayatta kalmaları ve
hayatlarını sürdürebilmeleri için gereken yem ve meskenleri temin etmek
mecburiyetinde kalmışlardı. Bu kadar zahmetlere katlanmaları, onlara acımalarından
değil, tam tersine, kendi güttükleri menfaatlerini onlardan alabilmek açısındandı.
İnsanlar bunları canavarlardan koruyorlardı, başkalarının onları öldürmesine müsaade
etmiyorlardı. Yine diğerlerinin onlara zahmet vermesine veya hakarette bulunmasına
kesinlikle karşı çıkıyorlardı. Yine o hayvanlara hakarette bulunanlara karşı kin
güdüyor ve intikamlarını alıyorlardı.
Fakat bu duygusallıkların tümü, onları kendilerine özgü bir mal olarak görmelerinden
kaynaklanıyordu. Kendilerine özgü olan bir malı, her türlü tehlikelerden korumak
istiyorlardı. Bu kadar işleri onlar için yapmak, esir ettikleri hayvanlara ait bir kısım
hak ve hukuka inanmalarından dolayı değildi elbette.
İşte kadınları da aynı şekilde bu nedenlerden dolayı istiyor ve muhafaza ediyorlardı.
Kadınlara tecavüzde bulunanları cezalandırıyorlardı. Fakat şu işler ve istekler, kadını
insan olarak tanımalarından, toplumun bir parçası olarak kabul etmelerinden veya
ona karşı bir kısım hak ve hukuka inandıklarından dolayı değildi. Kadına sahiplik
etmeleri ve onun erkeği için hayatta kalmasını istemeleri; kadınların, ailesi için
yemek yapması, çamaşırlarını yıkaması, deniz sahillerinde yaşayanlar için ailelerine
balık avlaması, yük taşıması, evde hizmet etmesi, gerekli yerlerde ve özellikle de
kıtlık ve misafirlikte onun etinden yemek yapmalarından dolayıydı.
Kadın, babasının evindeyken, kocaya varana dek bu olumsuz koşullar altında
yaşamını sürdürmekteydi. Kocaya varması da kendi arzu ve sevgisi ile değildi.
Aksine, babasının isteği ve arzusu üzereydi. Bu da gerçekte bir çeşit satış idi. Tüm
hâllerde, ev sahibinin nazarı altında ve onun isteği doğrultusunda yaşamını
sürdürmek zorundaydı.
Evin sahibi dilerse onu satabilir, dilerse başka bir dostuna hediye edebilirdi. Veya
başka bir gayeyle, örneğin birisinin gönlünü eğlendirmek, ona çocuk doğurmak veya
ona hizmet etmek için kiraya veya borç olarak verebiliyordu. Şayet ondan bir hata
baş gösterirse, onu istedikleri şekilde cezalandırır ve hatta herhangi bir sorumluluk
duymadan zalimane bir şekilde öldürebiliyorlardı.
b) Gelişmiş Saraylı Toplumlarda Kadın
Kralların istek ve arzularıyla yönetilmekte olan Mısır, İran, Çin gibi gelişmiş
toplumlarda veya kanun ile yönetilen Rum ve Yunan gibi topluluklar içerisinde
kadının durumu her ne kadar daha iyi olup kadınlar tümüyle insan haklarından
yoksun değillerdiyse de, yine de tamamıyla özgür oldukları söylenemezdi.
Kadın; yaşadığı evlerde, (baba, büyük kardeş ve koca gibi) ev reislerinin mutlak
mahkûmiyeti altındaydı. Onu (bilhassa hata işlediğinde) evden dışarı atmaya ve hatta
öldürmeye tam yetkililerdi.
Bazı memleketlerde kadın, akrabalık haklarından mahrum bırakılmıştı. Erkekler kendi
mahremleri (birinci dereceden yakınları) olan kadınlar ile evlenebiliyorlardı. Bazı diğer
bölgelerde de kadın, kanunî ve resmî akraba sayılmaz ve miras alamazdı.
Bazı yörelerde birden fazla erkek tek bir kadınla evlenebiliyordu. Yine bazı cahil Arap
toplumlarında, kendi kızlarını diri diri toprağa gömüyorlardı.
Bu tür insanlar, kadın kısmını utanç verici bir yaratık olarak görüyorlardı.
Kadının, tecavüze, zulme ve hakarete uğradığı takdirde mahkemeye başvurmaya
veya kendi hakkını savunmaya yetki ve hakkı yoktu. Hatta herhangi bir olay
hakkında dahi tanıklık etme salâhiyeti bulunmuyordu.
Bu gibi toplumlarda kadın, tam anlamıyla erkeğin emirleri altında boğulan;
iradesinde, kararında, iş kolunda ve iş seçiminde hiçbir surette karar veremeyen
bulûğ çağına ermemiş bir çocuk misali eksik ve güçsüz görülüyordu. Dolayısıyla asla
özgür değildi. Elbette (o düşüncelere göre) hiçbir zaman özgür olup bağımsızlı-ğa
erişemezdi de.
Kadın, aynen savaş esirleri gibi serbest bırakılmadıkça, hep köle olarak kalıyordu.
Onun emeği istismar ediliyordu. Bunun yanı sıra da onun hile ve şeytanlığından
korkuluyordu. Bu arada, tabi ki kadının hiçbir zaman özgür olma şansı ve ümidi de
bulunmuyordu.
c) Dinî Toplumlarda Kadın
Dinî olmayan toplumlarda olduğu gibi, dinî toplumlarda da kadına asla hoş gözle
bakılmaz ve onlar için hak-hukuk diye bir şey bilinmezdi.
Yahudilerin şu andaki kutsal kitapları olan Tevrat bile kadını, ölümden de acı olarak
tanıtıyor ve "insanlıktan nasibini almayan bir yaratık" olarak nitelendiriyor.
Hz. Peygamber'in (s.a.a) elçilikle görevlendirilişinden birkaç yıl öncesinde kurulmuş
olan "Fransa Dinî Toplumu", kadın hakkında yapmış olduğu derin bir eleştirme
sonucunda, şöyle bir hüküm çıkarmıştı:
Kadın insandır; fakat erkeklere hizmet için yaratılmıştır.
Bu gibi toplumların tümünde çocuklar anneye değil, babaya tâbilerdi. Soyun temelini
de yine anne tarafı değil, baba tarafı teşkil etmekteydi. Fakat Çin ve Hindistan gibi
bazı toplumlarda koca, âdet bakımından resmî olmasına rağmen, çocuklar anneye
tâbi oldukları gibi soyun temelini de teşkil etmekteydi.
Özet
İslâm'dan önceki tarihin tüm devrelerinde ve dünyanın tüm bölgelerinde, toplumlar
içerisinde kadının önemli bir yeri yoktu. Özgürlük ve hürriyet sahibi de değildi.
Yalnızca güçsüz ve mahkûm bir yaratıktı. Zaman aşımına uğrayarak, kendi insanî
özelliğini dahi yitirmişti. Yine toplum içerisinde kendisi için bir şahsiyet tasavvur
etmesi dahi mümkün değildi. "Kadın" sözcüğü, akılsız, alçak, esir ve zillet anlamına
geliyordu.
Geçmiştekilerin kadınlar hakkındaki görüş ve düşüncelerini dile getiren birçok
şiirlerde, kadının alçaklığı ve fesatlığı beyan edilmiştir.
İslâm'da Kadının Yeri
İslâm güneşinin beşer ufkunda doğduğu dönemde, kısaca anlatıldığı gibi kadın,
toplumsal bir duruma sahip değildi. Yine o günün dünyasında kadın hakkında bir avuç
doğru olmayan hurafe fikir ve zalimane davranıştan başka bir şey bulunmuyordu. Ne
halk, ne de kadının kendisi bu mustazaf (hakkı elinden alınmış tabaka) için bir
şahsiyet, hak ve hukuk tanımıyordu. Kadınlar, şerefli yaratıklar olarak
nitelendirdikleri erkekler için hizmetçiliğe yaratıldıklarına inanıyorlardı.
Fakat İslâm tüm gücüyle bu tür sapık düşüncelere muhalefet etmiş ve kadın için
şimdi açıklayacağımız hakları getirmiştir:
1- Kadın gerçek insandır. O da bir çift insandan, er-kek ve dişiden yaratılmıştır. İnsan
zatının hususiyetleri onda da mevcuttur. İnsanlık anlamında erkeğin ona kar-şı
herhangi bir üstünlüğü yoktur. Yüce Allah, kendi kitabında aynen şöyle buyurur:
Ey insanlar! Sizi bir erkek ve bir dişiden yarattık.
Diğer bir ayette de şöyle buyuruyor:
Hepiniz birbirinizdensiniz.
2- Erkek gibi kadın da toplumun bir kesimini oluşturmakta ve kişisel haklara sahip
bulunmaktadır.
3- Kadın, tabiî yakınlığa sahip olduğu gibi, kanunî ve resmî yakınlık haklarına da
sahiptir.
4- Erkek çocuk evlat sayıldığı gibi, kız çocuklar da evlat sayılmaktadır. Erkek
çocukların çocukları evlat kabul edildiği gibi, kız çocuklarından olan çocuklar da evlat
kabul edilmelidir. Bu nedenledir ki, kadınlar da erkekler gibi nesebi ve sebebi
yakınlarından, örneğin baba ve anneden miras alacaklardır.
5- Kadın da fikir özgürlüğüne sahiptir. Kendi yaşantısında her türlü karar vermeye
yetkilidir. Şer'î hudutlar çerçevesinde dilediği ve beğendiği kimseyi kendisine eş
seçebilir. Baba ve kocasının öncülüğü ve veliliği dışında istediği gibi yaşamını
sürdürebilir ve yine meşru olan her işi seçebilme hakkına sahiptir...
Kadın, çalışma özgürlüğüne sahiptir. Onun işi ve çalışması saygındır. Malik olabilir
(mal edinebilir). Erkeğin iradesi ve müdahalesi gerekmeden kendine has mal ve
servetini yönlendirebilir. Kendi şahsî ve toplumsal haklarını müdafaa edebilir.
Başkalarının lehine veya aleyhine tanıklık edebilir. Cinsî münasebet dışında (bu
konuda cinsî münasebet kuralları gereğince kocasına kesinlikle itaat etmelidir) kocası
için yaptığı her iş değerli ve önemlidir.
6- Erkeğin hiçbir şekilde kadına baskı yapmaya ve hâkimiyeti altına almaya hakkı
bulunmuyor. Erkekler için uygulanması gereken tüm ceza ve mükâfatlar, kadınlar için
de aynen uygulanır.
7- Kadın, dinî ve manevî şahsiyete sahiptir. Ahiret saadetinden mahrum değildir.
Mezheplerin ve dinlerin hayal ettikleri "Kadın şeytan gibidir, ilâhî merhametten de
yoksundur." sözü kesinlikle yanlıştır. Yüce Allah şöyle buyuruyor:
Erkekten ve dişiden, mümin olduğu hâlde, kim iyi amel işlerse, muhakkak onu güzel
bir hayat ile yaşatacağız ve işlemekte oldukları amellerin daha güzeliyle mükâfatlarını
elbette vereceğiz.
Yine şöyle buyurur:
Muhakkak ki ben, içinizden gerek erkek ve gerek dişi olsun hayır işleyen kimsenin
yaptığını zayi etmem.
Diğer bir ayette de şöyle buyuruyor:
Ey insanlar! Sizi bir erkekle bir dişiden yarattık. Hem de sizi soylara ve kabilelere
ayırdık ki, birbirinizi tanıyasınız. Biliniz ki Allah katında en yüceniz, takvası en ziyade
olanınızdır.
Bu ayet gereği takva sahibi bir kadın, takvası olmayan bin erkekten daha üstün ve
daha yüksek olabilir.
Kadın İle Erkek Arasında Bulunan Farklılıklar
Daha önce de değindiğimiz gibi, İslâm açısından kadın ile erkek, insanî yaratılışta
olduğu gibi, hukukî ve manevî şahsiyet bakımından da eşittirler. Fakat bu sınıflardan
her birisi, kendilerine özgü özelliklerinden dolayı, kendi karşıtlarıyla birtakım
ayrıcalıklara sahiptirler. Örneğin miras alma hususunda kadının miras hakkı,
erkeğinkinin yarısıdır. Tanıklık etmede iki kadın bir erkeğin yerindedir. Erkeğin dört
kadını bir anda alabilmesi, kadının ise aynı zamanda bir erkekten fazla koca
edinememesi, boşanmanın erkek elinde olması; idareciliğin, yargı ve cihadın
erkeklere özgü olması, kadının masrafının erkeğe ait olması gibi konular.
Elbette İslâm açısından kadın ile erkek arasında bulunan bu kısım ek farklılıklar,
onların kendilerine özgü ruhî ve duygu farklılıklarından kaynaklanmaktadır. Fa-kat
insanlık hususunda her iki sınıf arasında herhangi bir farklılık bulunmamaktadır.
Kadın ile erkek arasında vuku bulan apaçık ayrıcalıklar, kadının yaratılışı itibariyle
daha güçlü duyguya sahip bulunmasından kaynaklanmaktadır.
Bu hüküm, tüm yaratılış sırlarında istisnalar olduğu gibi, aynen öyle bir istisnaya tâbi
bulunmaktadır. Başka bir deyişle, akıl gücü erkeğinkinden daha güçlü olan kadınlar
da bulunabilir. Fakat bu hüküm (genelde erkeğin kadından fikren güçlü olduğu
hükmü) hiçbir yönüyle inkâr edilemez ve ayrıca da uzun araştırmalar sonucu elde
edilmiş bilimsel bir gerçektir.
İslâm'da, kadın ile erkek arasında hukuk açısından göze çarpan bu farklılıkların
nedeni, tabiî yaratılış gereği akıl ve duygunun değişikliğinden kaynaklanmaktadır.
İşte burada biz, bu farklılıkların çoğunu kısa bir şekilde açıklamaya çalışacağız.
Erkek İle Kadının Miras Konusundaki Farklılığı
İslâm'da kadının miras hakkı, erkeğin miras hakkının yarısı kadardır. Fakat iyi
düşünülürse, İslâm'da "erkek kadının masrafını karşılamakla yükümlüdür"
hükmünün, bu açığı ve farklılığı kapattığı anlaşılır. Zira bilindiği üzere yeryüzünde var
olan tüm servetler, hâlihazırda insanların elinde bulunduğu gibi, gelecek asırlarda da
yine miras kanalıyla sonraki nesillere intikal edecek ve onlar için bir menfaat kaynağı
olacaktır.
Bu durum karşısında, kadın ile erkeğin haklarının bir ve iki hisse olarak bölünmesinin
anlamı (ki takriben muhasebe açısından eşit sayılmaktadır) dünyadaki servetin üçte
ikisinin erkek elinde, üçte birinin ise kadın elinde olması demektir.
Fakat İslâm'da kadının masraf ve geçimi, eşitlik ve adalete riayet etmek şartıyla
erkeğe ait olduğundan, mülkiyeti erkeğe verilen üçte iki hissenin yarısı yine kadına
harcanmış olmaktadır. Kadının sahip bulunduğu diğer üçte bir hissesi ise, mülkiyeti
kendisine verildiğinden dolayı özgür bir şekilde kendi arzusu doğrultusunda
harcayabileceği bir servettir.
Demek oluyor ki, her ne kadar yeryüzü servetinin her asırda üçte iki bölümü erkeğe
ve üçte bir bölümü de kadına veriliyorsa, kadının masrafının erkeğe ait olduğu
düşünüldüğünde, (beşerin koyduğu kanunun aksine) neticede durum eşit olmaktadır.
Buradan hareketle şöyle bir sonuca varabiliriz: Gerçekte İslâm dini her asırda
yeryüzü servetinin üçte iki bölümünün malikiyetini (yani sevk ve idaresini) fikir ve
düşünce gücünün eline, üçte bir bölümünü ise duygu ve hissin eline teslim etmiştir.
Masraf (harcama) bakımından da servetin üçte iki bölümünü duygu ve hislere, üçte
bir bölümünü ise akıl ve düşünceye tahsis etmiştir. Serveti yönlendirme ve idare
hususunda, akıl gücünün atife ve duygu gücünden daha güçlü olduğu inkâr edilemez
bir gerçektir. Servetin masrafında da his ve duyguların akıl gücüne ihtiyacı vardır.
İşte İslâm dini, en akilâne ve en adilane bir rejimdir ki, dünyada var olan tüm
serveti, biri diğerinin zıddı iki güç olan akıl ve duygu arasında taksim etmiş, hayatı
kendilerine uygun ve lâyık bir şekilde yaşamaları için o iki gücü de razı kılmıştır.
İslâm'da Birden Fazla Kadınla Evlenme Meselesi
Erkeğin bir anda dört kadın ile evlenebilmesi konusu, İslâm şeriatının kesin olan
hükümlerinden birisidir. Bu konunun hikmetini anlayabilmek için aşağıdaki noktalara
iyi dikkat etmek gerekir:
1- Bu hüküm, ihtiyarî (istekte serbest) olan hükümlerdendir; farz ve gerekli
hükümlerden değildir. Yani Müslüman bir şahsın dört kadın alması farz (zorunlu)
değildir. Fakat dilerse, bir zaman içerisinde iki, üç veya dört kadını birden alabilme
hakkına sahiptir.
Fakat şunu da belirtmek gerekir ki, erkeğin bir kadından fazlasını alabilmesi, onlar
arasında adaletli davranması şartı ile kayıtlanmıştır.
Bu şartı yerine getirebilmek ise, en zor durumlardan biridir. Her erkeğin söz konusu
olan "aralarında adalet ile davranma" şartını yerine getirmesi, imkânı zor olan
şeylerden biridir. Böylece bunun gibi bir işe teşebbüs etmek, müstesna bir durum
gerektirir.
2- Beşerin ihtiyaç duyduğu konulardan biri de, neslini çoğaltıp soyunu devam ettirme
konusudur. Bu amaçla, yaratılış kanunu insanları kadın ve erkek olarak ikiye taksim
etmiştir. İslâm dini de fıtrî bir din olması hasebiyle, beşerin ihtiyaç duyduğu şeyleri
göz önüne almıştır. Bu nedenle de evlenme emrini vermiştir. Kadın ile erkeğin,
doğum ve doğurma bakımından farklılıkları bulunduğundan birden çok kadınla
evlenmek meşru kılmıştır. Bu konudaki kadın ile erkeğin arasında baş gösteren
farklılıkları aşağıda açıklıyoruz:
a) Kız çocukları, fıtratları gereği erkek çocuklardan birkaç yıl daha önce evlenme
çağına ulaşırlar. Hatta kanunî yaşın tayininde de bu farklılık gözden uzak
tutulmamıştır. Buna göre kadın ve erkeklerin sayısını eşit farz etsek bile (gerçi
genellikle kadınların sayısı erkeklerden fazladır), her zaman ergenlik çağına ulaşan
kızların sayısı erkeklerin sayısından daha fazladır.
b) Genelde, kadınlar elli yaşlarından sonra çocuk yapma gücünü kaybetmektedirler.
Bilakis erkekler, ömürlerinin sonlarına kadar böyle bir güce sahiptirler.
c) Yapılan istatistiklere göre, erkek çocukların ölüm oranı, kız çocuğundan fazladır ve
yine iş yapma ve çalışma dönemi olan ömrün orta çağlarında da, çeşitli nedenlerden
dolayı erkeklerin ölüm oranı kadınlarınkinden fazladır. Aynı araştırmalara göre yine
erkeklerin ömrü, kadınlarınkinden daha kısa olmaktadır. İşte bu nedenledir ki
toplumlarda var olan dul kadınların sayısı, dul kalan erkeklerden daha fazladır.
Bu konu hakkında en iyi şahit ve delilimizden birisi şudur: İslâmî toplumlarda asırlar
boyu birden fazla kadınla evlilik konusu uygulana gelmiştir. Hatta adaletten yoksun
olan düşüncesiz insanlar dahi böyle bir işe teşebbüs etmişlerdir. Buna rağmen yine
de hiçbir dönemde kadın kıtlığına rastlanmamış ve kadın kıtlığı ile ilgili herhangi bir
sorun baş göstermemiştir.
d) Kadın rahminin döllenmeye müsait olmadığı dö-nemlerde onunla ilişki kurmak,
hem zoraki bir amel, hem de onun için zararlı bir iştir. Bu yüzden İslâm hayız (aybaşı
hâli) ve nifas (doğrum sonrası) hâlinde kadınla cinsel ilişkiye girmeyi yasaklamıştır.
Eğer böyle durumlarda erkeğin cinsel isteğini giderebilmek için meşru bir yol yoksa
gayrimeşru bir yola müptela olması imkân dâhilindedir.
İslâm muhaliflerinden bazıları şöyle bir iddiada bulunuyorlar:
Fazla kadın alma konusu, kadının yaratılışının tersine ve zıddınadır. Bazı anlarda
erkekten intikam alabilecek derecede kadının duygularını yaralamaktadır. Böylece
erkeğin hayatı tehlikeye düşmüş olur.
Bu çeşit iddiada bulunanlar, gerçekten gafil kalan kimselerdir. Zira sözünü ettikleri
muhalefet ve zıddiyet konusu, onun yaratılış ve duygusundan kaynaklanmamakta,
aksine onun âdet ve alışkanlıklarıyla irtibatlı ol-maktadır. Şayet bunun tabiî bir kökeni
bulunmuş olsaydı, amelen vuku bulmazdı. Zira erkeğe ikinci, üçüncü ve dördüncü
kadın olmayı kendi iradeleriyle kabul eden kadınlar da erkeğin ilk kadını ile aynı
sınıftandırlar. Şayet bu iş onların yaratılış ve tabiî duygusundan kaynaklansaydı,
diğerleri hiçbir zaman öyle bir işi kabul etmezlerdi. Şayet bir kadın ile evlenildiğinde,
ona; "Sen yalnız başına yaşayıp, hiçbir kimseyle konuşmayacaksın." şartı konulmuş
olursa, tabi ki bu şart onun yaratılışının aksine olduğundan, asla kabullenmeyecektir.
Buna ilâveten bir de İslâmî hükümler içerisinde, böyle bir sorunu çözebilmek için ayrı
bir yöntem daha mevcuttur ve o da şudur: Kadın evlendiği vakit gerekli akit
yapıldığında (anlaşma akdi) kocasının kendisinden başka diğer bir kadınla
evlenmemesi şartını koşarak öyle bir huzursuzluğu önleme yetkisine sahiptir. Fakat
yukarıda söz konusu edilen tehdit ve intikam alma konusunun, bu konumuz ile asla
bir ilişkisi bulunmamaktadır. Elbette ki art niyetli bazı kimselerin, fesat fikirli
insanların tuzağına düşerek söz konusu kötü niyetlere sahip olması da mümkündür.
Sözü özetleyecek olursak; bu sorunun önünü alabilecek tek şey, dinî takva ve insanî
yüceliktir.
Evlenmenin Hükümleri
İslâm'da evlilik iki kısımdır:
1- Daimî evlilik: Bu kısım evlilikte, akit icra edilince, devamlı olmak kaydıyla eşliğin
temeli atılmış olur. Talak (boşanmak) vasıtasıyla da ayrılma gerçekleşir. Böyle olan
bir evlilikte, mihr-i bakiye ile birlikte erkek, kadının şahsiyetine ve konumuna
münasip bir şekilde masrafını karşılamayı üstlenir. En azından dört gecede bir onunla
birlikte olur. Kadın da bu konuda kocasının arzusunu yerine getirmeme yetkisine
sahip değildir.
2- Geçici evlilik: Bu tür evliliğe "mut'a" da denir. Bu çeşit evlilikte hayat ilişkisi,
belirlenen zamana kadar devam ettirilir. Belirlenen zaman sona erince veya erkek,
aralarında tayin edilen zamandan vazgeçince, talak konusu olmaksızın eşlik ve evlilik
bağları kendiliğinden sona ermiş olur.
Bu şekildeki evlilikte taraflar, akit icra edildiğinde, aralarında herhangi bir şart
koymazlarsa, devamlı evlilik hükümlerinden hiçbirisine sahip değildirler.
Açıklama
Geçici evlilik İslâm dininde meşru bir evlilik türüdür ve Hz. Peygamber (s.a.a)
zamanında bile uygulanmaktaydı. Fakat ikinci halife bu evliliği birtakım nedenler
gereğince yasaklamış ve İslâm toplumundan kaldırmıştır.
Bu nedenle Ehlisünnet içerisinde böyle bir evlilik doğru kabul edilmemektedir.
Fakat Şiî inancı açısından, güvenilir kaynaklara ve Kur'ân-ı Kerim ayetlerine
dayanılarak bu tür evlilik caiz ve doğru görülmüştür.
Şiîler bunu, İslâm'ın önemli konularından birisi olarak tanımaktadır. Zira bu konu,
bilhassa zamanımız insanlarının ihtiyaçlarını karşılamak açısından çok büyük önem
arz etmekte ve bu yoldan başka, ihtiyacı karşılayacak diğer bir meşru yol bulmak
mümkün olmamaktadır.
Ayrıca toplumun aydın düşünürleri tarafından bu evliliğin, millî namus ve iffetin
korunmasında en büyük yardımcı olduğu gerçeği itiraf edilip inkâr edilmemektedir.
İmam Ali (a.s) bu konu hakkında şöyle buyurmaktadır:
Geçici evlilik şayet ikinci halife tarafından yasak edilmemiş olsaydı, bedbaht ve şaki
(kötü karakterli) insanlardan başka hiç kimse zina etmezdi.
Evlenilmesi Yasak Olan Kimseler
İslâm'da nesebi akrabalık ve yakınlıkları nedeniyle evlenilmeleri yasak edilen kadınlar
şunlardır:
1- Anne, babaanne veya anneanne ve onlardan yukarıya doğru çıkılanlar.
2- Kız, kızın kızı ve aşağıya doğru inilenler
3- Oğlunun kızı ve ondan aşağıya doğru inilenler
4- Kız kardeş, onun kızı ve ondan aşağıya doğru inilenler
5- Erkek kardeşin kızı, onun kızı ve ondan aşağıya doğru inilenler
6 ve 7- Hala ve teyze
Açıklama
Nesebi yakınlıkları nedeniyle erkeğe yasak olan kadınların hepsi, süt verme
vasıtasıyla süt verdiği çocuğa da yasak olur. Kadınlardan bir kısmı da (örneğin
damatlık gibi) sebebi yakınlık nedeniyle erkeğe haram edilmiştir. Onlar da şunlardır:
1- Karısının annesi, anneannesi ve ondan yukarıya çıkılanlar
2- Karısının kızı (üvey kızı) - erkek o kadınla cinsel ilişkiye girmese bile-
3- Babanın karısı -baba o kadınla cinsel ilişkiye girmese bile-
4- Oğlun karısı –oğlu o kadınla cinsel ilişkiye girmese bile-
5- Karısının kız kardeşi, karısı hayatta var olduğu ve kocasının nikâhı altında
bulunduğu müddetçe
6- Karısının izni olmadığı takdirde, onun erkek kardeşinin veya kız kardeşinin kızları.
Şayet karısının izni olur ise helal olur.
Kadınlardan bir kısmı ile evlilik de bazı nedenlerden dolayı yasak kılınmıştır:
1- Evli kadın
2- Dört tane daimî karısı olan bir erkeğin, beşinci bir kadın ile evlenmesi
3- Kâfir kadın. Şayet Yahudi veya Hıristiyan gibi kitap ehli olursa, onunla geçici evlilik
(mut'a) helaldir.
Akit Velayeti
İslâm'da erkek veya kadın bulûğ çağına erdiklerinde, eş seçiminde özgür
bırakılmışlardır. Bulûğ çağına ermeyenlerinse, velayetleri babalarının ellerinde
bulunur. Baba kendi oğlunu veya kızını istediği birisiyle evlendirebilir ve onların birini
diğerinin akdi altına alabilir.
Çocuğun Tabiiyeti ve Hukuku
1- İslâm dininde, kocaya sahip bir kadının doğurduğu çocuğun tabiiyeti (kime ait
olduğu) ve onunla ilgili hukuku şöyledir: Çocuk kocaya aittir. Özellikle çocuk kocanın
daimî nikâhlı karısından olursa, o çocuğu kendinden nefyedemez (dışlayamaz).
2- Çocuk, kendi geçimini kendisi temin edemediği takdirde masrafları, baba ve
annesi tarafından karşılanmalıdır. Yine şayet anne ve baba kendi geçimlerini temin
edemez bir hâlde olurlarsa, onların geçimleri çocuklarının üzerindedir.
Kocanın Tek Olması
Kadının aynı zaman içerisinde bir kocadan fazla koca edinemeyeceği hükmü, İslâm'ın
kesin hükümlerinden biridir. İslâm dini, bu kesin hükmü sayesinde insan neslinin
karmaşalığını önlemiş, böylece de nesli koruma konusu, miras hükümleri ve nesil
ahkâmı İslâm dininde zarurî bir konu hâline gelmiştir.
Şayet İslâm dini bu hükmü ve bu hükme bağlı olan diğer hükümleri kaldırmış olsaydı,
nesil konusu şimdiki değerini yitirmiş ve zaruret gereği nesil edinmede "anne"yi asıl
bilmek mecburiyeti hâsıl olurdu.
Nitekim uzak doğu bölgelerinin bazı yörelerinde nesil edinme konusunda asıl ve resmî
olarak "anne" bilinmekte ve çocuklar anneleriyle tanınmaktadırlar. Fakat böyle bir
durumda, aileyi idare etme ve çocukların eğitim işleri ister istemez anneye ait olacak
ve onu her iki alanda da sorumlu kılacaktır.
Oysaki daha önce erkeğin akıl ve fikir gücü yönünden güçlü olduğunu, yaşantı işlerini
organize etmede daha kabiliyetli bulunduğunu açıklamıştık.
Bu yolun doğal ve doğru olmadığının en iyi kanıtı, tarihî süreç içerisinde böyle bir
durumun yalnızca yok denilebilecek kadar küçücük bir toplum içerisinde uygulanmış
olması ve hiçbir zaman insanların kahir çoğunlukta bulunduğu diğer toplumlarında
kabul görmemesidir. Şayet bu yol, insan yaratılışıyla uyum sağlayan veya
benimsenen bir yol olmuş olsaydı, tarih süreci içerisinde bu kadar etkisiz ve tesirsiz
kalması imkânsız olurdu.
Demek oluyor ki, şayet İslâm dini nesil edinmede "anne"yi esas bilmiş olsaydı, o
takdirde çocukların miras alma ahkâmını başka bir tarzda kararlaştırmış olurdu.
Örneğin devleti milletin vârisi olarak tanır ve toplumdaki yeni neslin eğitilip
yetiştirilmesini onun üzerine yüklerdi. Sonuç itibariyle de çocuklar ailelerin değil,
devletin malı olur ve eğitimlerini devletin tahsis edeceği çocuk yuvalarında alırlardı.
Bu teori, bazı toplumlarda her ne kadar istisnaî bir şekilde uygulanıyorsa da,
kesinleşmiş bir kanun hâlini almamıştır. Zira böyle bir durum, çok kısa bir zaman
içerisinde insanlık duygu ve hislerini, nesil sevgisini ve nesli yetiştirmedeki asıl
muharrik unsur olan ailevî bağları tamamıyla yok etmiş olur. Sonuçta da erkekler ve
özellikle de hamilelik dönemlerinde tahammülü zor zahmetlere katlanan kadınlar için
nesil yetiştirme konusu, boş bir zahmet olarak nitelendirilir. Başka bir deyişle;
muhabbet ve sevgiyle dolu bir aile, karanlık ve boş bir zindana çevrilmiş bulunur.
Böyle bir durumu yaratmak ise, doğurma ve nesil yetiştirme yollarını tamamıyla
kapatmak ve gerçekten medenî bir toplumun temelini teşkil eden ailevî ilkeyi yok
etmek olur. Söz konusu durumlarda çocuk doğurmak, nesli yetiştirmek ve aileyi
teşkil etmek, ancak tek-nik araç ve siyasî kanallar ile mümkün olabilir. (Çocuk sahibi
olanlara büyük mükâfatlar vermek veya birtakım sıkı kanunlarla tedbir almak gibi.)
Yaratılış ile uyum sağlamayan böyle bir durumun devam etme kabiliyetinin
bulunmadığı muhakkaktır. Söz konusu durumda, beşer yaşantısının kendine nasıl
korkunç bir kılıf alacağı da malûmdur. Böyle bir durum cansız ve tatsız kalır.
İnsanların yaşamını sürdürdüğü yerler, gerçekte hayvanların hayatını sürdürdüğü
yerlerden daha alçak ve yeryüzündeki parçalayıcı vahşî yaratıklarınkinden daha
korkunç bir durum arz eder.
Evlenmenin Genel Hüküm ve Konuları
İslâmî öğretide, evlilik ve nikâh konusuna hayli önem verilmiştir. Öyle ki Hz.
Peygamber (s.a.a) bu konuda şöyle buyurmuştur:
Evlenmek benim sünnetimdir. Kim benim sünnetime amel etmez ise, benden yüz
çevirmiştir.
Talak (Boşanma)
Evlilik ilişkisini resmen ortadan kaldıran şeye "talak" denir. Başka bir deyişle talak,
akit icra edildikten sonra karı ile kocanın birbirilerinden ayrılıp artık evlilik kurallarına
riayet etmeye mecbur olmamaları demektir.
Talak konusu, Hıristiyanlık ve diğer dinlerin aksine, İslâm'ın inkâr edilemez seçkinlik
ve özelliklerinden biridir. Talak, insan toplumunun genel ihtiyacına cevap veren bir
konudur. Zira birçok eşlerin huylarının birbiriyle bağdaşmadığı, sevgi ve muhabbet
sahalarının aniden savaş sahnesine dönüştüğü ve aralarında artık barış sağlamanın
çıkmaza girdiği durumlar, inkârı mümkün olmayan hâdiselerdir. Bu durumlar
karşısında, şayet evlilik ilişkilerini sona erdiren bir kanun (talak) olmasaydı, eşlerin
ömürlerinin sonuna kadar kederli bir yaşantı sürdürecekleri, hayatlarını kötü anılarla
dolu gerçek bir cehenneme çevirecekleri, uygunsuz birtakım işkenceler altında
yaşayacakları ve birçok şeylerden mahrum kalacakları kaçınılmaz olurdu.
Bu konuyu (talak konusu) haklı kılan en gerçek kanıt, (inançları cevaz vermemesine
rağmen) Hıristiyan devletlerin, toplumlarının genel sorunlarını halletmek için son çare
olarak talak hükmünü kanunlaştırma ve resmiyet kazandırma yoluna gitmeleri
olmuştur.
İslâm'da talak verme yetkisi, erkeğin eline verilmiştir. Elbette diğer konularda olduğu
gibi, bu konuda da kadın ile erkeğin duygusal durumları göz önünde tutulmuştur.
Zira şayet talak (boşama yetkisi) kadının eline verilmiş olsaydı, kadın erkeğe nazaran
daha fazla duygularının esiri olduğundan, evlilik hâli sürekli bozulup düzelecek ve adi
bir hâl almış olacaktı. Böylece de teşkil edilen ailevî bağlar askıya alınıp devamlı
olarak kopmalar meydana gelecekti.
İslâm dininde talak hakkı (boşama yetkisi) her ne kadar erkeğin eline verilmişse de,
talak verildiğinde kadının kendisi için yararlanabileceği birtakım hükümler de yer
almıştır. Örneğin kadın kocasıyla evlenmeden önce (akit yapılmadan önce), birtakım
ihtimalî zorlukları göz önüne alarak kocasına karşı bazı şartlar koşabilir. O gibi
zorluklarla karşılaştığı takdirde de, talak yetkisinin kendisine verilmesini isteyebilir.
Yine hiçbir neden olmaksızın kocası kendisini boşadığında, karısının tüm sorunlarını
halletme şartını kabullenmiş olursa, böyle bir surette de yine kadın, bu yollardan
faydalanmış olur.
İslâm dini, her ne kadar talak konusunu kanunî saymışsa da, bu işi aşırı bir şekilde
yapmayı hoş karşılamamıştır. Yine iyice mecbur kalınmadığı takdirde karısını
boşamaması için kocaya baskı yapmıştır.
Hz. Peygamber (s.a.a) şöyle buyurmuştur:
Allah katında en sevimsiz şey boşanmaktır (talaktır).
Bu nedenledir ki İslâm, talak verme işini (örneğin talakın iki adil şahıs huzurunda
verilmesi ve erkeğin o günler içerisinde kadına yakınlıkta bulunmaması gibi) ağır
şartlara bağlamıştır.
O şartlardan bir diğeri de şudur: Kavga ve geçimsizlik şayet her iki taraftan
kaynaklanıyorsa, kadın ve erkek tarafından iki kişi bir hakem tayin edip eşleri
birbirleriyle uyuşturmalıdırlar. Şayet hiçbir yolla anlaşmaları mümkün olmuyorsa, o
takdirde talak verilir.
Talak'ın Doğruluğunun Şartları
Karısına talak verecek erkeğin, aşağıdaki şartlara haiz olması gerekir:
1- Bulûğ çağında olması
2- Aklî dengesinin yerinde bulunması
3- Kendi iradesiyle talak vermesi
4- Talak verme niyeti bulunması.
Bu şartlara göre deli birinin, talak vermeye mecbur edilenlerin ve [talak vermeye
niyeti olmayıp] şaka mahiyetinde talak vermenin hiçbir surette doğru olmadığı
kesindir.
5- Talak verildiğinde, kadının hayız ve nifas (loğusalık) kanlarından temizlenmesi,
temizlendikten sonra da kocasının ona yakınlıkta bulunmaması gereklidir.
6- Talak, özel tüzüğü ve sıygasıyla gerçekleşmeli, iki adil şahsın huzurunda olmalıdır.
Talak'ın Kısımları
Talak iki kısımdır:
1- Ric'i talak: Bu çeşit talak, erkeğin yaklaştığı (sahiplendiği) karısını boşaması
demektir. Bu tür talak, süresi tamam olmadan (erkeğin ayrı bir nikâh akdi yapmasına
gerek kalmadan) eşine dönüp yeniden evlilik ilişkilerini sürdürmeleridir.
2- Bâin talakı: Bu çeşit talakta, erkeğin karısını boşamasından sonra ona dönme
hakkı bulunmamaktadır. Bu da birkaç çeşittir:
a) Erkek ilişkiye giremeden karısını boşarsa
b) Yâise (çocuk doğurma dönemini geçiren) kadını boşarsa
c) Dokuz yaşını henüz tamamlamamış kadına talak verirse.
Bu üç çeşit talakta iddet vakti bulunmamaktadır.
d) Üç defa talak verilen bir kadına dördüncü talak verilirse. Bu şekildeki talakta,
erkeğin karısına dönmeye hakkı bulunmadığı gibi, kadının başka bir erkekle
evlenerek onunla ilişkiye girip bu ikinci koca sonradan onu boşayıncaya veya onun
(ikinci kocasının) ölümünden sonra iddesi tamam oluncaya kadar önceki kocası ile
evlenemeyeceği hükmü vardır.
3- Hul' talakı: Kadın kocasını istemediği takdirde, kendisini boşaması için mihrini
veya diğer malından ona verirse, bu tür talaka "hul' talakı" denir. Bu çeşit talakta,
kadın kocasına bağışladığı malını geri istemeyene kadar, kocasının ona dönme hakkı
yoktur.
4- Mübarat talakı: Şayet eşlerin ikisi de birbirlerini istemezler ve böylece boşanma
yoluna giderlerse, bu tür boşanmaya "mübarat talakı" denir. Bu tür talakta, kadın
kocasına kendisini boşaması için bir miktar mal verirse, malını geri istemedikçe,
kocasının kendisine dönme hakkı yoktur.
5- Dokuzuncu talak: Şayet koca, karısına talak vermeyi alışkanlık hâline getirir,
böylece dokuz defa talak vermiş olursa, o talaktan sonra karısı tamamıyla ona haram
olur. Tekrar karısına dönmek için artık herhangi bir yolu bulunmamaktadır. (Geniş
bilgi edinmek için bu husustaki fıkhî kitaplara müracaat etmek gerekir.)
İddetin Çeşidi ve Hükümleri
Evlilik ilişkisini gerçekleştiren ve kocası ile cinsel ilişkide bulunan kadın, kocası
tarafından boşandığında, aşağıda tayin edilen müddet kadar iddet beklemelidir. Yani
o müddet içerisinde başka birisi ile evlenmemelidir.
İddetin iki önemi vardır:
a) Nütfenin karışmasını önlemek.
b) Belirlenen müddeti tamamlanıncaya kadar, kocanın karısının tüm masraflarını
karşılamasını ve onu evinden dışarı atmasını önlemektir. Şayet dördüncü karısını
boşuyorsa, onun iddeti sona erinceye kadar başka bir kadın ile evlenmemelidir. Yine
talak verme ölüm hastalığı içerisinde olursa ve bir yıl zarfında da koca ölürse, kadının
koca malından miras alma hakkı vardır.
İddetin Çeşitleri
İddet üç çeşittir:
1- Hamile kadının iddeti.
Böyle bir kadın, çocuğunu doğuruncaya kadar veya düşük olduğunda, düşük yaptığı
zamana kadar, başka birisi ile evlenmemelidir (iddet tutmalıdır). Buna göre kadın,
talakının verilmesinden bir saat sonra dahi çocuğu doğurursa, iddetini tamamlamış
sayılır ve kocaya he-men varma hakkı doğar.
2- Hâmile olmayan kadının iddeti.
Bir kadın şayet dokuz yaşını tamamlamış ve yaise de değilse (çocuk doğurmaktan
ümidi kesilmemizse), âdetinden temizlendiği bir zamanda talakı verildiğinde, ikinci
âdetini görüp ondan da temizlenene ve üçüncü âdetini görene kadar beklemelidir.
Üçüncü âdetini gördüğü ilk günde iddetini tamamlamış sayılır.
3- Kocası ölen kadının iddeti.
Kadın şayet hamile değilse, kocası öldükten sonra iddeti dört ay on gündür. Hamile
olur ise, çocuğunu doğurana kadar iddet tutmalıdır. Dört ay on gün tamamlanmadan
doğum yaparsa, kocasının ölümünden itibaren dört ay ön gün iddet tutmalıdır. Bu
iddete "vefat iddeti" denilir. Geçici evlilik yapan kadınlar için vefat iddeti yoktur.
Kadın ve Erkeğin Tanıklığı
Daha önce de açıkladığımız gibi erkekte akıl gücü, kadında ise duygu gücü fazladır.
Bu nedenle İslâm dini açısından iki kadının tanıklığı bir erkeğin tanıklığına eşittir.
Yüce Allah Kur'ân-ı Kerim'de Bakara Suresi ayet 282'de aynen şöyle buyuruyor:
İki erkeği şahit tutun. Eğer iki erkek bulunmazsa, kabul edebileceğiniz kimselerden
bir erkek ile iki kadını şahit tutun ki, birisi hata yaparsa öteki onu uyarsın.
Tanıklığın Genel Konuları
Tüm şartlar ve olaylar karşısında vuku bulan hadiseleri tutanak hâline getirmede
yegâne genel ve geçerli yol, tanıklık yapmak ve üstlenilen bu görevi gerektirdiği
şekilde ifa etmektir. Yine hadiseleri tutanak hâline getirmede, eşkâlleri ve itirafları
belirlemede kullanılan diğer vasıtalar (not etmek ve teknolojik araçlardan
yararlanmak gibi), tüm insanların ellerinde bulunmadığından umumî olmamaktadır.
Bu nedenle İslâm, çok sade ve tabiî olan tanıklık konusuna büyük önem vermiş,
insanları bu yolla olaylara tanıklık etmeye ve gereken durumlarda tanıklık görevini
yerine getirmeye davet etmiştir.
Tanığın Şartları
1- Ergenlik çağına ulaşmış olmalı. Buna göre ergenlik çağına ermemiş olan çocuğun
tanıklığı kabul edilemez. Fakat on yaşına giren bir çocuk suç işlememiş (sabıkasız)
olursa, yaralanma gibi hadiselerde tanıklık edebilir.
2- Deli ve anormal olmamalı.
3- Müslüman olmalı. Vasiyet durumlarında, Müslüman biri bulunmazsa, zimmî (yani
Müslümanların güvencesinde yaşayan ve kitap ehli olan) kâfirin tanıklığı da kabul
edilir.
4- Adaletli olmalı. Dolaysıyla fasık ve yalan yere tanıklık eden kimselerin (tövbe edip
kendini doğrultmadan önce) tanıklığı kabul edilmez.
5- Nesli (soyu) temiz olmalı (gayrimeşru olmamalı). Buna göre, gayrimeşru nesle
sahip bulunan bir kimsenin yaptığı tanıklık ile herhangi bir şeyin lehine veya aleyhine
hükmedilemez.
6- Sabıkalı olmamalı. Buna göre, bir davada kendi menfaatine göre çalışan bir
kimsenin tanıklığı herhangi bir tesir bırakmaz.
7- Kesin kanaat hâsıl olmalı. Bu nedenle duygu yoluyla kanaat hâsıl olan herhangi bir
şeye tanıklık yapılamaz.
Şayet yapılan yalan bir tanıklık ile birinin aleyhine hüküm verilirse, bu hükümden
tanık sorumlu olur. Öyle bir şahıs uyarılmalı ve teşhir edilerek yalancılığı halka ilan
edilmelidir.
Yönetim, Yargı ve Cihat Erkeklere Özgüdür
Toplumda en hassas şeylerden biri; yönetim, yargı ve cihat konularıdır. Bunlar
sadece akıl gücüne teslim edilmeli, duygunun bu konularda kesinlikle müdahalesi
olmamalıdır. Zira devlet işlerinin yönetiminde ve toplumda baş gösterecek olan
husumetlerin, binlerce korkunç manzaraların, dedikoduların; malı, canı ve haysiyeti
tehdit edici unsurların karşısında mukavemet gösterecek tek güç, bağımsız akıl
gücüdür. O türden olayların mukabilinde göz yummadan katlanılması güç sabrı
gösterip muhalif kutuplar arasında toplumsal adaleti sağlayacak olan tek unsur yine
akıldır.
Böyle bir mertebeye sahip olan kimseler, dost ve düşmanı, iyi ve kötüyü, iyi ve kötü
niyetliyi, bilgin ve cahili eşit şartlarda değerlendirip kendi istek ve kişisel duygularının
tam tersine adilane ve tarafsız bir tutum içerisinde karar vererek toplumu
yönetmelidirler.
Karakterini duygularına esir eden kimselerin böyle bir görevin üstesinden
gelemeyeceği, herkes için bilinen bir şeydir. Duygunun toplumu yönetmede ve
yargıda aciz kaldığı gibi, savaş ve cihat konularıyla da bağdaşması mümkün değildir.
Zira İslâm dini, savaşlarda tüm kuru ve yaşları yok eden, savaşan ile süt emen bir
çocuk arasında fark gözetmeyen diğer rejimler gibi değildir. İslâm'ın savaş görüşü,
tam manasıyla adalet üzerine tesis edilmiş bir görüştür.
Bu gibi bir görüşün, duygulara yenik düşmeyeceği bir gerçektir. His ve duygu, savaş
alanlarında muvafakat yönüne eğilimli olursa, gereken ölçüyü tutturamayıp kendine
zarar verecektir. Şayet muhalefet yönüne eğilimli olursa, şımarıklık yapıp suçlu ile
suçsuzu bir kabul edecek ve insanlık kurallarının sınırını aşacaktır.
İslâm'ın bu konu üzerindeki görüşlerini en iyi şekilde doğrulayan kanıt, İslâmî görüşe
sahip bulunmayan batı toplumlarının uzun zamandan beri kadınlarını erkeklerin
yanlarına dikmiş olmaları ve özel eğitimlerle onları yetiştirmeleridir. Bu
çalışmalarında kadınlarını hatta devlet başkanlığına, yüksek hâkimliğe ve yüksek
askerî kademelere kadar terfi ettirmişlerdir. Fakat buna rağmen kadınlar yine de
erkeklere nispeten başarılı bir durum elde edebilmiş değillerdir.
Evet, kadınlar ev geçimi hususunda, çocuk eğitiminde ve hasta bakımında başarı
gösterebiliyorlarsa, bu başarıları, duygularından kaynaklanmakta ve ancak bu gibi
konularda başarı göstermektedirler. Hz. Ali (a.s), toplum içerisinde kadının
konumunu çok kısa ve anlamlı bir cümleyle şöyle ifade etmektedir:
Kadın ancak kokulu bir çiçektir, kahraman değildir.
Bu söz, toplum içerisinde kadının konumunu vurgulayan en güzel ve en anlamlı
vecizelerden biridir. Hz. Muhammed (s.a.a) her zaman kadınlar hakkında şu ifadeyi
kullanmıştır:
Kadınlara dikkat edin, dikkat edin…
Kadın İle İlgili Genel Konular
İslâm dininde kadının (hâkimin) sahip olması gereken vasıflar ve şartlar şunlardır:
1- Ergenlik çağına ulaşmış olmalı
2- Aklı tam olmalı
3- Müslüman olmalı
4- Adaletli olmalı. (Büyük sayılan günahları işlememiş, küçük günahlardan da
sakınmış olmalı.)
5- Nesebi temiz olmalı (yani gayrimeşru olmamalı)
6- İlim sahibi olmalı. (Yani hukukî konuları kendi içtihadına dayanarak bilmelidir.
Şayet başkalarının görüşleriyle hükmederse, yeterli sayılmaz).
7- Hafızası yeterli olmalı. Buna göre, unutkan olan kimse kadılık yapamaz.
8- Kör olmamalı. (Müçtehitlerin çoğunun fetvasına göre, gözleri görmeyen bir kimse
kadılık görevini yerine getiremez.)
Söylenilen bu şartlardan herhangi birisi kadıda bulunmazsa, kadılık görevi
kendiliğinden kalkmış olur.
Kadının Görevleri
İslâm dininde kadılık makamına yetkili olan şahsın, aşağıda belirtilen görevleri yerine
getirmesi gerekir:
1- Fıkıh kitaplarında yer aldığı şekilde, halkın davalarına bakmak.
2- Baba veya baba babaları olmayan kimsesiz ve deli kimseler hamisiz olurlarsa,
onlara sahiplik yapmak veya onlara yardımcı olacak bir bakıcıyı tayin etmek.
3- Sahipsiz ve kamuya ait vâkıflara sahiplik etmek.
4- Aklî dengesi olmayan kimselerin malını gözetip yönetmek.
5- İflas hükmünü sadır etmek, hükmü uyguladıktan sonra da iflas edilen mala sahip
olmak.
6- Şayet birisinden herhangi bir hıyanet baş göstermiş olursa vasi tayin etmek.
7 Bir vasi, vesayet vazifesinin altından kalkamazsa, güvenilir birini onun
yardımcılığına tayin etmek.
8- Borcunu ödeyemeyen borçlulara fırsat vermek.
9- Güçleri yetmelerine rağmen mecburî nafakayı vermekten kaçınan kimselere zor
kullanmak.
10- Kendisine emanet edilen senet ve diğer emanet-leri korumak.
11- Dinî cezaları icra ve infaz etmek.
12- Şer'an suçlu ilân edilen kimselere, mahkûmiyet hükmünü sadır etmek.
Kadılık Makamının Önemi
İslâm'da kadı için tayin edilen görevleri göz önünde bulundurduğumuzda, kadının
yaptığı yargılamalarda kendi duygularını kullanamayışı ve davasında haklı bulunan
şahıslardan rüşvet almasının yasak oluşu, o makamın ne kadar önemli olduğunu
ortaya koymaktadır.
Ayrıca kadılık makamında olan bir şahıs, tutum ve davranışlarıyla kendine müracaat
eden şahıslar arasında, herhangi bir ayrıcalıkta bulunamaz. İmam Ali (a.s) vali olarak
tayin ettiği Malik Eşter'e kadılık hakkında yazdığı mektubunda, şöyle buyuruyor:
Halk arasında kadılık yapması için öyle bir şahıs tayin etmelisin ki, dava sahipleri
yaptıkları müracaatlarında ondan sıkılıp yorulmasın, olayları eleştirip araştırmada
sabır ve azim sahibi olsun. Davaları açıp kapamada zorluk çekmesin, dava sahipleri
onu küçümsemesin, halli müşkül olan davaları iyi incelesin, dikkatli biri olsun, hiçbir
davayı hafife almasın, davayı tam aydınlığa kavuşturmadan karar vermesin, kapalı
bir dava şayet onun yanında aydınlığa kavuşmuş olursa, halkın baskısına boyun
eğmesin, paraya boğulmasın, dil tenkidinden çekinmesin, hiç tereddüt etmeden
Allah'ın hükmünü ortaya koysun ve uygulasın. Milletin malını ve makamını
görmemezlikten gelsin.
Bu gibi kimseler (kadılık makamına lâyık olanlar) az bulunduğundan dolayı, onların
maaşlarını hassas olan makamlarına uygun bir şekilde tayin et. Böylece kendi şerefli
yaşantılarında başkalarına muhtaç olmasın ve rüşvet yemek için bahane aramasınlar.
Onlara kadılık özgürlüğü vermelisin ki, kendilerini halkın dedikodu ve çirkef
laflarından koruyabilsinler.
Cihadın Genel Hükümleri
Her yaratığın kendini düşmanlarına karşı savunması veya kendi çıkarlarını koruması,
yaratılış âlemine egemen olan genel bir namustur (kutsal bir görevdir).
İnsanoğlu da aynı şekilde varlığını ve menfaatlerini müdafaa etmektedir. Diğer
yaratıklarda olduğu gibi, insan da düşmanlarıyla savaşabilecek bir güçle donatılmıştır.
Yine, Rabbinin kendisine lütfetmiş olduğu fıtratı ve duyguları vasıtasıyla kendisini
müdafaa etmektedir. Kendisini yok etme fikrine kapılan ve asla fikrinden
vazgeçmeyen düşmanını yok etmeye, hayatî önem taşıyan menfaatlerine el koymak
isteyenlerin karşısına dikilip hakkını müdafaa etmeye ve mümkün olan her kanaldan
onların ellerini boşa çıkarmak düşüncesine inanmaktadır.
İnsan yaratılışında yer alan fıtrî düşünce, tüm beşer toplumları içerisinde aynen
mevcuttur. Başka bir deyişle; toplum fertlerinin hürriyetini veya toplum özgürlüğünü
tehdit eden düşman, her toplum karşısında ölüme mahkûm edilir.
İnsan ve toplum var olduğu müddetçe, her fert veya toplum kendi hayatî düşmanı
karşısında her çeşit kararı alacak ve tepki gösterecektir. Bu tavır onlarla birlikte her
zaman var olacaktır.
Toplumsal bir din olan ve tevhit esasları üzerinde kurulan İslâm dini de, hak ve
adalet sorumluluğu altına girmeyen herkesi kendine hayatî düşman olarak ilân etmiş
ve o gibi kimseleri, insanî kurallar karşısında muzır (zarar verici) olarak nitelendirmiş,
söz konusu şahıslara hiçbir insanî değer vermemiştir.
İslâm dini, kendini evrensel bir din olarak kabul ettiğinden ve kendi mensupları için
herhangi bir sınır ve belirli bir vatan tanımadığından, şirk düşüncesi taşıyan ve hakkın
semavî hükümlerinin yükümlülüğünü kabul etmeyen herkesle, hak ve adaletin
karşısında boyun e-ğip teslim oluncaya kadar, aydın bir mantık ve hakîma-ne bir
yaklaşım ile cihat etmektedir.
Kısa bir ifade ile arz edersek; dünya üzerinde İslâm kuralları böyledir. Daha açıkçası;
tüm insan toplumlarının kendi hayatî düşmanlarına karşı yaptıkları fıtrî hareketin
aynısıdır.
Ayrıca İslâm, sapık fikirli kimselerin iddia ettikleri gibi "kılıç dini" değildir. Dayanağı
kılıç ve siyasî zorbalıklar olan diktatörlük rejimi de değildir. Aksine, kökeni Allah'a
dayalı olan bir rejimdir. Kendi semavî sözlerinde insanlar ile akıl ve mantık yoluyla
konuşmakta ve yaratıkları, yaratılışlarıyla mutabık olan bir dine davet etmektedir.
Genel şiarı (evrensel sloganı) "selâm" (barış) ve genel düşüncesi de "essulhu hayrun"
(barış güzeldir) olan bir din, hiçbir zaman kılıç ve zorba dini olamaz.
Hz. Peygamber (s.a.a) zamanında, İslâm güneşinin nuru tüm Arabistan bölgesini
kapladığında, Müslüman kitlesi çok önemli savaşlarla karşılaşmış ve çok zor cihatlarla
meşgul olmuştur.
Böylesine önemli savaşlara rağmen, Müslümanların verdikleri can kaybı iki yüz kişiyi,
kâfirlerin verdiği zayiat ise bin kişiyi aşmamıştır.
Bu duruma rağmen İslâm dinine "kılıç dini" diyenler ya İslâm'ı iyice tanımamışlardır
yahut da bu sözü söylemekle düşmanlıklarını açığa vurmaktadırlar.
İslâm'da Savaş Hâli
İslâm'ın savaş ilân ettiği kesim birkaç sınıftır:
a) Müşrikler: Bunlar; Allah'a, Peygamber'e ve me-ada (öldükten sonra dirilmeye)
inançları bulunmayan kimselerdir.
Bu gibi durumda olan kimselere ilk önce yapılacak iş, kapalı hiçbir konu kalmadan ve
onların mazeret uyduracakları hiçbir hususa fırsat vermeden, dinin iç yüzünün
aydınlatılmasıdır. Sonra İslâm'a davet edileceklerdir. Kabul ettikleri takdirde diğer
Müslümanlar gibi tüm hayır ve şerre ortak olacaklardır. Kabul etmezler ve
hakikatlerin geniş bir şekilde aydınlatılmasına rağmen boyun eğmezlerse, o takdirde
Müslümanlar o gibi kimseler karşısında dinî vazifeleri olan cihat görevini yerine
getireceklerdir.
b) Kitap ehli olanlar (Yahudi, Hıristiyan ve Mecusi): İslâm bu sınıf insanları, semavî
din ve kitap sahibi olarak nitelendiriyor. Zira bu sınıf insanlar, Allah'ın birliğine,
mutlak peygamberliğe ve mead’a inanan kimselerdir. Fakat yine de bu kimselere
müşrikler gibi muamele edilmelidir. Yalnız tevhit düşüncesine inandıkları için "cizye"
vererek, Müslümanların emniyeti altına sığınabilirler.
Başka bir deyişle bunlar, İslâm'ın önderlik ve hâkimiyetini kabul edip, onun
hükümranlığı altında kendi özgürlüklerini sürdürebilirler. Yine kendi dinî inanç-larını
serbestçe yaşayabilirler. Diğer Müslümanlar gibi bunların da canları, malları ve
namusları saygın olur. Bunun karşılığında onların Müslümanların bütçesine bir kısım
mal (vergi) vermeleri gerekir. Yalnız, aleyhte propaganda, İslâm düşmanlarına
yardım ve benzeri gibi İslâm aleyhine herhangi bir faaliyette de bulunamazlar.
3- Bağy ve fesat ehli (Asiler ve bozguncular): Bağy ve fesat ehli, İslâm ve
Müslümanların aleyhine silahlı çatışmaya giren, öldürme teşebbüsünde bulunan
Müslüman kimselere verilen isimdir.
Müslüman toplumlar, bu gibi kimselerin teslim olup fesat ve fitneliklerinden el çekene
kadar, onlar ile savaşmak durumundadır.
4- Din düşmanları: Dinî esasları yok etmek veya İslâmî devleti ortadan kaldırmak için
faaliyete geçen kimselerin önünü almak, din ve İslâm devletini korumak, tüm
Müslümanlara farz olduğundan, o gibi yıkıcı kimselere karşı kâfir muamelesi yapmak,
yine tüm Müslümanların vazifesidir.
İslâm dini ve Müslümanlar, menfaatleri gereği İslâm düşmanlarıyla geçici barış
antlaşması yapabilirler. Fakat onların söz ve davranışları, Müslümanların amel ve
davranışlarında aksi tesir yapacağından, onlar ile herhangi bir dostluk ilişkisi
kuramazlar.
İslâm'ın Savaş Anındaki Tutum ve Davranışları
İslâm toplumu, savaş şartları gerekli olduğu takdirde, sınırlarındaki kâfirlere karşı
Allah yolunda savaşmakla görevlidirler. Savaşmak; bulûğ çağına ermiş, akıllı, sağlıklı,
gözden, el ve ayaktan noksanlığı bulunmayan her Müslüman için kifaî farzdır.
İslâm ordusu, düşmanıyla karşı karşıya geldiğinde onlara, hiçbir yönü kapalı
kalmayacak şekilde dinî hakikatleri açıklamalı ve hakka davet etme görevini yerine
getirmelidir. Hakkı iyi bir şekilde ve tüm yönleriyle açıkladıktan sonra, yine kabul
etmezlerse, o takdirde artık savaş yapabilirler.
Müslüman savaşçı, düşmanın suyunu kesemez, gece baskını yapamaz; kadınlara,
çocuklara, yaşlı kimselere ve kendisini müdafaa etme gücü yetmeyen kimselere
saldırıp öldüremez. Düşmanları kendileri kadar veya kendilerinin iki kat fazlası kadar
olsa dahi savaş meydanını terk edip kaçamaz.
Şayet İslâm dinindeki savaş hükümleri ile önlerine çıkan canlı-cansız her şeyi yakıp
yıkan, hiçbir güçsüz ve zavallıya acımayan modern batı savaş anlayışını
karşılaştırırsak, İslâm'ın insanlık kurallarına ne kadar değer verip önemsediği
kendiliğinden ortaya çıkmış olur.
İslâm'da Kölelik
Eldeki mevcut tutanaklara dayanılarak, insanoğlunun var olduğu günden itibaren,
diğer ticarî mallar gibi, insanın da alınıp mal edinme fikrinin onunla beraber yaşadığı
açıkça anlaşılmaktadır.
Eski Mısır, Hindistan, İran, Arabistan, Yunanistan, Amerika ve Avrupa'nın öteki
memleketlerinde insanı köle olarak alıp satmak, gündelik ihtiyaç gibi normal bir hâl
almıştı. Yahudilik ve Hıristiyanlık dinlerinde de bu uygulama vardı. İslâm dini de
uyguladığı bazı eşitlikler ile birlikte bu hususa cevaz vermiştir.
İngiltere devleti, kölelik düşüncesine muhalefet e-den ilk devlet olmuştur. 1833
yılında resmen kölelikle ilgili kanunları lağvetmiştir. Diğer devletler de daha sonra
birbirinin ardından İngiltere'yi takip ettiler. Hatta 1980 yılında Brüksel'de yapılan bir
toplantıda, kölelik konusunu yasaklayan evrensel bir kanun çıkartılarak yeryüzündeki
köle alım satımına son verilmiştir.
Köle Alışverişinin Kuralları
Bu eski uygulamanın insanlar arasında özel ve gizli bir şekilde ve herkesin dilediği
gibi başka birisini kendine mal edinerek uygulandığı sanılmaktadır. Oysa hiç de böyle
değildi. Aşağıda yazdığımız kanallardan birisiyle mümkün olabilmekteydi:
1- Savaşı Kazanmak
Geçmiş asırlarda şayet iki düşman kitleden biri diğerini alt etseydi, yenilgiye
uğrattıkları kitlenin fertlerinden bir kısmını kendileriyle birlikte esir olarak
götürürlerdi. O esirlere de hiçbir insanî değer vermezlerdi. Aksine ne kadar işkence
yapsalar da, kendilerine hak verirlerdi. Öldürmek, affetmek, serbest bırakmak,
satmak veya köle olarak kendi yanlarında tutup onlardan yararlanmak gibi.
2- Doğurmak ve Eğitmek
Aile reisleri, ailesinin reisi olduğundan, çocuklarını toplumun bir parçası olarak
görmeyip, kendi ailesine özgü bir mal biçiminde değerlendiriyorlardı. Bu nedenle
onlar (çocuklar) hakkında her çeşit kararı almaya hak sahibi olduklarını
düşündüklerinden, ihtiyaç duyduklarında çocuklarını satabiliyorlardı. Yine aynı temel
görüş üzerine, kadınlarını bile satılığa çıkarabiliyorlardı.
3- Zorba Sahibi Olmak
Kendilerini başkalarından üstün gören güçlü erkekler, halkı çalıştırıp yönetmede kendi
emirlerinin daha geçerli olduğunu düşünüyor ve çalıştırdıkları kimseleri köle olarak
görüyorlardı. Hatta diktatör krallardan birçoğu, kendisini tanrılığa kadar yüceltmeye
lâyık görmüş, halkını kendisine tapmaya zorlamıştır. Böylesine güç sahibi kimseler
köle almak hususunda kendilerini kayıtsız ve şartsız olarak özgür hissetmiş, böylece
kendi emirleri altında bulunan herkesi köle edinmişlerdi.
İslâm'ın Köle Konusundaki Görüşü
İslâm dini, çocuk ve kadın satmayı ve yine zorbalıkla köle edinmeyi kesinlikle
yasaklamıştır.
İslâm açısından insanlık yolunda adım atan ve en azından insanlık asaletiyle (temel
ilkeleriyle) düşmanlık etmeyen herkes özgürdür. Onları köle edinmeye hiç kimsenin
hakkı yoktur.
Fakat insanlığın yaşamına düşmanlık eden, kuralları altına girmeyen ve kendi
varlığıyla insanlığı yokluğa terk etmek isteyen kimseler, hiçbir zaman insanlık değer
ve saygısına lâyık görülemez, kendilerini yönlendirme ve iş yapmada da kendi başına
buyruk ve özgür bırakılamazlar.
Köleliğin anlamı, "insanın kendi kendini yönetme iradesinin ve yapacağı işlerdeki
özgürlüğünün elinden alınıp başka birisi tarafından yönlendirilmesi üzere onun eline
verilmesi" demektir.
Dünya milletlerinin onayladıkları ve hâlâ da onaylamaya devam ettikleri bu evrensel
görüş nedeniyle İslâm, insanlığın gerçek düşmanı olan savaşçı kâfirlerden alınan
savaş esirlerini köleliğe, yani "irade, özgürlük ve iş hürriyetlerinin ellerinden
alınmasına" mahkûm etmiştir. İslâm'ın savaşta esirler için uyguladığı bu hareket,
günümüzdeki devletlerin uygulamakta oldukları hareketin aynısıdır.
Savaş sonucu yenilgiye uğrayıp teslim olan bir topluluk, yine aralarında resmî bir
antlaşma yapılıncaya kadar irade ve özgürlüklerinin ellerinden alınmasına mahkûm
edilmektedirler.
İslâm ile günümüz devletleri arasında bu konudaki yegâne fark, İslâm'ın böyle
şahıslara "köle" adını vermesi, bunların ise böyle bir ismi kullanmaktan kaçınıp ona
"esir" adı takmaları olmuştur. Elbette kendisini realist ve toplumların lideri ilân eden
bir rejim, kendi eğitim ve öğretim esaslarını, isim gibi semboller üzerine kuramaz.
İslâm İle Diğer Görüşlerin Mukayesesi
Tüm toplumların kölelik kanununu iptal etmesiyle İslâmî görüş içerisinde bir karışıklık
çıkacağına, tam tersi bir karışıklığın çözümlenmiş olduğu önceki bahsimizden iyice
anlaşılmış oldu. Zira hakikatte bu husus (kölelik kanununun iptali), İslâm'ın dinî
yaklaşımının icra edilmesidir. Çünkü bu kanalla ortadan kaldırılan "çocuk ve kadın
satma" konusu, İslâm'ın on üç asır önce iptal ettiği konulardan biridir.
İslâm'ın kapısını açık tuttuğu "savaş esirlerini köle edinme" konusu ise, insanların her
dönemde böyle bir hükme ihtiyaç duyacaklarından dolayı hiçbir zaman
kapanmayacaktır. Tek fark, İslâm'ın ona "köle" adı vermesidir. Diğerleri ise, kölelik
kavramına mühürlerini vurmuş olmamak için (diğer bir ifadeyle; kölelik kavramını
onaylamadıklarını göstermek için) köle ismini ağızlarına almamaktadırlar. İslâm'ın
doğduğu dönemde, Müslümanların kölelerden sağladıkları yararların aynısı, bugünkü
devletlerce (savaş esirlerinden ve yenilgiye uğramış devletlerden) sağlanmaktadır.
İslâm'ın Köleye Karşı Tutumu
İslâmî yasalara göre, savaş anında esir düşen kâfirler, devlet başkanının emriyle
serbest bırakılır veya köle olarak alınırlar.
"Havazin" muharebesinde, Hz. Peygamber (s.a.a) binlerce kadın ve çocuğu serbest
bırakmıştır. "Beni'l-Müstalık" muharebesinde ise Müslümanlar, yine binlerce kişiye
özgürlüklerini vermişlerdir.
İslâmî açıdan köle, ailenin diğer fertleri gibidir. Diğer aile fertlerine ne şekilde
muamele ediliyor ise, onlar da aynı şekilde muamele görmelidirler.
Hz. Peygamber (s.a.a) bizzat köleler ile bir arada yemeğe iştirak ederdi.
Hz. Ali (a.s) bir defasında, aldığı iki gömleğin pahalı olanını kölesine vermiş, ucuz
olanını ise kendisi giymişti.
İmam Rıza (a.s) her zaman kendi köle ve cariyeleri ile birlikte bir sofrada oturup
yemek yerdi.
İslâm dini, köleler ile iyi geçinmeye, onlara zahmet vermemeye, küfür etmemeye,
işkencede bulunma-maya, evlilik çağlarına geldiklerinde evlenmelerini
sağlamaya veya onlar ile evlenilmesine dair birçok talimatlarda bulunmuştur. Yüce
Allah bu konuda Nisâ Suresi, ayet 24'te şöyle buyuruyor:
Hepiniz birbirinizdensiniz.
İslâm'a göre, köleler de sahiplerinin izniyle veya başka birtakım kanallarla mal sahibi
olabilirler. Bu tür malları kendi tasarrufu altına alabilirler. Özgürlüklerine kavuştuktan
sonra kölelik devirlerinde ayıplanmadıkları gibi, özgürlük dönemlerinde de
ayıplanamazlar. Zira İslâm açısından büyüklük ve faziletin ölçüsü takva (Allah
korkusu)dır.
İslâm, insanların en fazla sakınanlarını, onların en hayırlısı ve iyisi olarak kabul
etmektedir. İslâm açısından takva sahibi bir köle, takvası bulunmayan özgür bir
insandan kat kat üstündür.
İslâm'ın en değerli şahsiyetlerinden bir kısmı (örneğin Bilal-i Habeşî ve Selman-i
Farisî), kölelikten özgürlüğe kavuşmuş insanlardır.
İslâm, her zaman kölelerin serbest bırakılma düşüncesini nazar-ı itibara almış ve bu
işi gerçekleştirmek için çeşitli yollar koymuştur. O yollardan birinin, günahlardan bir
kısmının kefaret ve cezasının köle alıp özgürlüğünü vermek olduğunu bildirmiştir.
Yine kölelerin azat edilmesi için çok sıkı tavsiyelerde bulunmuş ve bu işi en önemli
sevaplardan saymıştır. İşte bu kanallarla her yıl birçok köle özgürlüklerine kavuşmuş
ve toplumun bir üyesi olmuşlardır.
Sonuç olarak diyebiliriz ki İslâm, elinden geldiği kadar Müslüman olmayan
toplumlardan (savaşçı kâfirlerden) birçoğunu esir olarak teslim almış, hak ve adalet
topluluğuna sokarak eğitim ve öğretimleriyle meşgul olmuş, daha sonra çeşitli
kanallarla yavaş yavaş onları serbest etmiş ve sonuçta da İslâm toplumunun bir
parçası hâline getirmiştir.
Söylenilen şekilde kim savaş esiri olsaydı, serbest edilene kadar köle kalıyordu. Şayet
sadece "ben Müslüman oldum" demeleriyle serbest bırakılmış olsalardı, kâfirlerden
esir düşen herkes Müslümanlığı kabul etmiş gibi gözüküp, kendini esaret zincirinden
kurtardıktan sonra da eline biraz fırsat geçirmekle birlikte eski durumuna dönebilir ve
böylece İslâm için fitne ve fesat çıkarması mümkün olurdu.
Toplumun Diğer Sınıfları
Toplumda sınıflar arasında baş gösteren niza ve çekişmeler (örneğin yöneten ile
yönetilen, ezen ile ezilen, işçi ile işveren arasındaki çekişmeler), iki nedenle ortaya
çıkar:
a) Fertlerin yekdiğerinin hakkına tecavüz etmesiyle. Örneğin işveren birinin işçisinin
hakkını tam manasıyla vermemesiyle veya patronun hizmetçisinin hak ettiği
emeğinin karşılığını kendisine ödememesiyle ya da hakkını istismar edip
sömürmesiyle veyahut yöneten insanların kendi yönetimi altında bulunan insanlara
karşı acımasız bir şekilde hükmetmesiyle.
İslâm bu sorunu çözmek için, çok geniş kanunlar vazetmiştir. Koymuş olduğu bu
kanunların tam manasıyla uygulanması hâlinde, her sınıf insanların hakları
korunacağı gibi, ellerinden kaçırdıkları tüm hukukları da kendilerine iade edilmiş
olacaktır.
Böyle bir durum karşısında toplumun her ferdine, (hakkına tecavüz edildiği takdirde)
hâkime şikâyet etme hakkını savunma yetkisi verilmiştir. (Hatta tecavüz eden devlet
başkanı ve toplumun lideri olsa dahi.)
Kendi hilafeti döneminde Hz. Ali (a.s) ile Müslümanlardan biri arasında ihtilaf baş
göstermiş, Müslüman da kadıya başvurarak hakkını talepte bulunmuştur. Hz. Ali (a.s)
(kendi tayin ettiği kadının karşısında) sıradan bir insan gibi dikilmiş ve mahkemesi
yapılmıştır. Olayın ilgi çekici yönü ise, Hz. Ali'nin (a.s) kadıdan kendisiyle davacısı
arasında asla fark gözetmeden mahkeme edilmesini istemesi olmuştur.
b) Güçlü birinin güçsüz insanlar karşısında kendisini yüksek görmesiyle. Örneğin
işveren kimsenin işçilerini küçümsemesiyle veya patronun hizmetçisini karşısında
ayakta dikmesiyle ya da onları kendi karşısında boyun eğmeye ve küçülüp alçalmaya
mecbur kılmasıyla veyahut da hâkimin, hüküm verdiği şahısın hak talebini ve yaptığı
itirazı reddetmesiyle.
Bu tür davranışlar Allah inancıyla bağdaşmadığından, İslâm şiddetle bunların önünü
almış ve kesin bir dille yasaklamıştır.
İslâm'a göre, servet veya mevkice yüksek hiçbir insanın, kendi emri altında
çalışanlarından vazifeleri dışında fazla bir iş yapmalarını istemeye hakkı olmadığı gibi,
büyüklük taslamaya da hakkı yoktur.
İslâm'da insanları adalet, iyi ahlâk, mutluluk ve doğruluğa davet eden birçok ahlâk
kuralları mevcuttur. Yine yapılan antlaşmaya titizlikle uymaya, iyi çalışıp hizmet
verenleri teşvik etmeye, kötü iş yapanları cezalandırmaya, ehil olmayanlarla ilişki
kurmaktan kaçınmaya ve kötülerden sakınmaya dair birçok dikkat çekici hükümler
yer almıştır.
Söz konusu bu hükümler, birtakım ahlâkı teşkil etmektedir. Bir toplumda bu
ahlâkların olmaması, o toplumun ahlâkî bataklığa saplanıp, neticede hüsranlık
çukuruna düşmesiyle sonuçlanır.
Bir kimse bu kurallara uymaz veya gereken itinayı göstermezse, her ne kadar
görünüşte bazı menfaatleri elde etmiş olsa dahi, gerçekte onun için birçok korkunç ve
çirkin ortamlar hazırlanmış olur ve sağladığı menfaatleri elinden geri aldığı gibi,
diğerlerini de kendisiyle birlikte zarara uğratmış bulunur.
Böyle bir kimsenin durumu, binanın temel taşlarını teker teker söküp, aynı binanın
üzerine yeni bir bina ilave edene benzer. Hiç kuşkusuz yaptığı bu iş sonucu bina
çökecek, kendisi de çöken binanın altında kalıp ölecektir.
İhtilafları Yok Etmek İçin Millî Bir Yol
İslâm, mensuplarına, toplum menfaatleri için düşünmelerini emretmiş, kişisel
çıkarlarını ön planda tutmaktan kaçınıp, toplumsal menfaatleri kendi menfaatleri ve
toplumsal zararları da kendi zararları şeklinde bilmelerini buyurmuştur.
Müslüman bir fert gerçek bir Müslüman olduktan sonra tüccar, çiftçi, sanatkâr ve işçi
olmalıdır. Aynı şekilde bir aile yuvası teşkil etmek isteyen kimse, önce iyi bir
Müslüman olmalı ve sonra aldığı kararları uygulamalıdır.
Böyle olan bir şahsın yaptığı her işte ve aldığı her kararda, önce İslâm ve
Müslümanların menfaatlerini ön planda tutacağı kesindir.
Yine böyle bir şahsın, kendi yararına olup İslâm ve Müslümanların zararına olan bir işi
yapması da mümkün değildir.
Şayet toplum içerisinde bu türden bir düşünce yürürlükte olur ise, bireyler arasında
ayrıcalık ve çekişmelerin söz konusu olamayacağı herkes tarafından bilinen bir
gerçektir.
Yüce Rabbimiz kendi kitabında Âl-i İmrân Suresi, ayet 103'te şöyle buyurmuştur:
El birliği ile Allah'ın dinine (şeriatına) sımsıkı sarılın, birbirinizden ayrılıp dağılmayın.
Yine En'âm Suresi, ayet 153'te şöyle buyuruyor:
Şu emrettiğim yol, benim dosdoğru yolumdur; hep ona uyun. Başka yollara ve
dinlere uyup gitmeyin ki, sizi onun yolundan saptırıp parçalamasınlar.
Hz. Peygamber (s.a.a) bir sözünde şöyle buyurmaktadır:
Müslümanlar birbirleriyle kardeş olmalı ve millî bir güç teşkil etmelidirler.
Namaz, Oruç, Hac veya Ayrıcalıkları Kaldıran Araç
İslâm'ın övünç kaynağı konularından birisi de, ibadet etme konusudur. Şöyle ki:
Diğer dinlerin mensupları (örneğin Yahudi ve Hıristiyan dinine mensup olanlar) kendi
dinî emirleri gereği, millî mabetleri (ibadet yerleri) dışında ibadet etmekten
mahrumdurlar. Yine dinî hükümleri gereği, kilise dışında hiçbir yerde dua okuyup
ibadet edemezler.
Fakat İslâm'da bu sınır kaldırılmış ve her Müslüman kendi ibadet görevini hangi
durumda olursa olsun yerine getirmekle görevlendirilmiştir. Cami bulunsun veya
bulunmasın, Müslüman toplum içerisinde yaşasın ya da başka toplumlar içerisinde
hayatını idame ettirsin, toplu hâlde olsun veya tek olsun, sağlıklı veya hasta olsun,
tüm şartlar dâhilinde ibadet görevini (bulunduğu koşullar içerisinde) yerine
getirmekle yükümlüdür.
İşte bu konu, İslâm'ın gelişmesindeki esrarengiz konulardan biridir. Hz. Peygamber
(s.a.a) şöyle buyurmuştur:
Yeryüzünün tümü, ümmetim için mabettir (secde yeridir).
Bu münasebetle yüce İslâm namaz, oruç ve hac gibi amelleri, ilk aşamada ferdî bir
ibadet olarak emretmiş, toplu bir şekilde yapılmasını şart koşmamıştır. İkinci
aşamada ise, toplu hâlde yapılacak olan o türden ibadetlerin yararlarını gözden
kaçırmamış ve içtimaî (toplumsal) bir yön vermiştir.
Örneğin insanın namazı kılmasıyla, kendi yaratıcısı karşısında ona olan benliğini ve
ihtiyacını mücessemleştirmiş/şekillendirmiş, cemaat ile yapılmasını ise,
müstehap/sevap olarak teşri etmiş ve sünnet olarak kararlaştırmıştır.
Yine ramazan konusu, ferdin riyazî bir hayat yaşaması maksadıyla teşri edilmiştir.
Yılda bir ay yemek, içmek ve cinsî münasebette bulunmaktan sakınması, o in-sanın
takvalı olma ve günahtan kaçınma ruhunun kendinde ortaya çıkmasına vesile olur.
Bu amel (ramazan orucu), ferdî bir amel olmasına rağmen İslâm, şevval ayının ilk
gününü, "Müslümanların ramazan ayının görevini yerine getirdiklerine şükretmeleri
için" bayram olarak tayin etmiş, böylece bayram namazını toplu bir şekilde bir arada
kılmalarını görev olarak belirlemiştir.
Yine yüce Allah'ın davetine icabet ettiren, madde ile alakayı kestiren ve ilâhî
kutsiyete müteveccih kılan hac olayı da ferdî bir ibadet olmasına rağmen, ibadet
mahalli belirli bir noktada bulunduğundan, tüm dünyadaki Müslümanların bir araya
toplanıp birbirlerinin durumlarından haberdar olma mecburiyetleri bulunmakla
birlikte, zilhicce ayının onuncu gününde, hac amellerinin bir bölümünün
tamamlanmasından sonra, yine İslâmî bir bayram belirlenmiştir. Bu bayramda da
Müslümanlar bir araya toplanıp, hep beraber topluca bayram namazını kılmakla
yükümlü kılınmıştır.
İslâm'da kararlaştırılan bu gibi toplumsal ameller, sınıfsal ayrıcalıkları yok edebilecek
en etken araçlardan biridir. Zira sınıfsal ayrılığın nedenlerini kökünden kazıyan en
etkin yol, insanların yekdiğeri hakkındaki kötü düşüncelerini ortadan kaldırmaktır.
Bu yapı ise, hakka toplu bir şekilde ibadet edenler arasında tam manasıyla
mevcuttur. Zira Rabbine karşı ihlaslı bir kalp ile ibadet eden kimsenin, O'ndan gayri
hiç kimseyle işi olmaz. Böylece Allah'ın rahmet kapıları ardına kadar üzerine açık
olur. Rabbin nimet hazineleri bitip tükenecek değildir. O'nun yakınlık mesabesi,
herhangi bir engel olmaksızın herkesi kabul edicidir.
Özetleyecek olursak; ayrılığa düşme sebeplerini ortadan kaldıran en iyi ve en etken
yol, topluca yapılan ibadetlerden kaynaklanan muhabbet, ülfet, sevgi ve
samimiyetlerdir; vesselam.
– SON –
MUT'A İLE İLGİLİ EK BÖLÜM
İslâm'a ve Müslümanlara düşman olanların, İslâm âleminin safını dağıtıp
Müslümanları güçsüz duruma düşürmek ve onlar üzerinde çirkin amel ve arzularını
gerçekleştirmek için ortaya attıkları şeytanî oyunlarından bir tanesi de, Müslümanlar
arasında mevcut olan içtihat farklılıklarıdır. Söz konusu farklılıklar imamet,
masumiyet ve mut'a gibi itikadî ve amelî konulardadır.
Küfür ve şirk dinine mensup kişilerin bu ve benzeri konuları gündeme getirerek İslâm
toplumları arasında aşılmaz duvarlar örüp, onları birbirine "düşman" gibi göstermeye
çalıştıkları, her Müslümanın bildiği ve şahit olduğu bir vakadır.
Müslümanların, dünyanın çeşitli yerlerinde kendilerine yönelik vuku bulan olaylar
karşısında takındıkları "vurdumduymaz" tavrın asıl sebebi de budur (aralarındaki
içtihat farklılıklarıdır).
Müslümanların uyanışını bastırmaya çalışan küresel şeytanî güçler ve onların
işbirlikçileri olan bağnaz ve münafık sözde Müslümanlar, diğer Müslümanların
tepkisini çekmemek için hep mezhebi ihtilafları gündemde tutarak, gerçekleştirdikleri
zulümleri meşru göstermeye çalıştılar. Sözüm ona gafil ve vurdumduymaz
Müslümanların sayesinde de başarılı oldular.
Görülen o ki, biz Müslümanlar kendimize ait birtakım sorunlarımızı -sorun olarak
algıladığımız şeyleri- üstü örtülü tutarak veya içten içe yutkunarak izah etmediğimiz
takdirde hem düşmanın sinsi oyunlarına -fitne ve fesatlıklarına- sürekli alet olacağız,
hem de yüce yaratıcımızın emri olan İslâm kardeşliğini bir türlü tesis edemeyeceğiz.
İçtihat farklılıklarımızı, içimizde bir ukde olarak bırakmak yerine onları masaya
yatırmak, samimi, candan ve her türlü önyargıdan uzak, karşılıklı sevgi ve saygıya
dayalı bir ortamda konuşmak, tartışmak ve bu sorunları kendi içimizde çözümlemek,
artık bir zorunluluk hâline gelmiştir. Aksi halde bu tür sorunlar, İslâm'a düşman olan
küresel şeytanî güçlerin ellerinde malzeme olmaya ve bizleri birbirimize düşürmeye
devam edecektir.
Buradan hareketle "mut'a nikâhı"nın da Müslümanlar arasındaki ihtilaflı konulardan
biri olduğundan tarafsız, objektif ve ön yargısız bir şekilde izah edilmesi gerekir.
Bundan dolayı biz mut'a konusunu kabul eden ve karşı çıkan mezheplerin ileri
sürdükleri Kur'ânî ve aklî delillerini nakletmeye karar verdik. Hadisler ile i-leri sürülen
delilleri ise, elinizdeki eserin ilkelerine ters düştüğünden, okuyucunun kendisine
bıraktık.
Hak verileceği üzere, tartışmalı konularda her iki tarafın ne kadar delili varsa, adilane
biçimde, hiçbir kısıtlamaya gidilmeksizin ortaya koyup, tercihi okuyucuya bırakmak
en erdemli yoldur. Yalnız o düşünceyi gerçekleştirmek tek başına yüzlerce sayfalık bir
eseri meydana getireceğinden, biz yalnızca her iki tarafın da öne sürdükleri Kur‘ani
ve rasyonalist/akılcı görüşlerini nakletmekle yetindik.
Mut'a Nikâhı İle İlgili Genel Bir Bilgi
İslâm Medenî Hukuku'nda süre ve mahiyet bakımından başlıca iki tür nikâhtan söz
edilir. Bunlardan birisi, taraflardan -karı ve kocadan- birisi ölünceye veya talâk
(boşama) vuku bulana dek devam eden "Süresiz Nikâh", öbürü ise belirli bir süre için
yapılan "Süreli Nikâh". Bunlardan ilkine "müebbed/dâimî nikâh", ikincisine ise,
"muvakkat/geçici", "müeccel/vakti belirli", "munkati/sona eren" ve "istimtâ
/temettu/faydalanma" adları verilir. "Süreli Nikâh"ın en bilinen adı, "mut'a nikâhı"dır.
Mut'a nikâhının aslen meşru bir nikâh olduğu, Peygamber efendimizin (s.a.a) Medine
dönemindeki ilk zamanlarında uygulandığında bütün İslâm ümmeti arasında tam bir
ittifak var. Bu hususta hiçbir ihtilaf yoktur. İhtilaf, mut'a nikâhının daha sonra
nesh/iptal edilip edilmediğindedir. Dolayısıyla İslâm mezhepleri arasındaki
çekişmeler, onun (mut'a nikâhının) halen meşru olup olmadığı noktasında
yoğunlaşmaktadır.
İslâm dininde önemli iki ekolden biri olan Ehlibeyt mektebine mensup Şia
Müslümanlarca halen meşru ve caiz olarak kabul edilmekte, Ehlisünnet ekolüne
mensup Müslümanlar tarafından ise, bu nikâhın sonradan neshedildiği/iptali ve
dolayısıyla da şimdi caiz olmadığı ve haram olduğu kabul görmektedir.
Kanaatim odur ki, mezhepler arasındaki ihtilaflı konulara aklı başında, insaflı, olaylara
kendi gözüyle bakmasını bilen hiçbir kimse, bu konuları bahane ederek ümmet
arasında kavga çıkarmaya ve bizi birbirimize düşürmeye çalışan küresel iblis
güçlerine maşa olmaya kesinlikle rıza göstermez. Bu türden basiret sahibi
Müslümanların düşmanlarına karşı verecekleri cevap şu olmalı:
"İhtilaflı konular sizin değil, bizim iç sorunumuzdur; dolayısıyla sizi ilgilendirmez! Biz
bunları gerekirse bir araya gelir tartışırız. Farklı görüşlere de inanabiliriz. Ama bunlar
İslâm kardeşliğimizi bozamaz. Siz işinize bakın, biz de kendi işimize bakalım!"
Allah Teâlâ, "Hiç kuşku yok; bütün müminler kardeştir." buyuruyor. Bu evrensel
İslâm kardeşliğini hangi şey bozabilir?
Şüphesiz mezhepler arasındaki ihtilaflı konular, içtihattan kaynaklanan konulardır. En
önde gelen İslâm âlimleri, İslâmî konuları genel olarak; naslardan hareketle içtihat
eden ve içtihadında yanılan, "doğru"yu bulamayan herkesin mazur olacağını ve
üstelik buna karşılık "bir ecir" alacağını söylemişlerdir. Çeşitli mezheplere mensup
Müslüman kardeşler, aralarındaki ihtilaflar mevzu bahis edildiğinde, birbirlerine karşı
en azından şöyle diyerek de İslâm kardeşliğini tesis edebilirler: "Bu konuda bizim
görüşümüz doğru ama hatalı da olabilir. Sizin görüşünüz yanlış ama doğru da
olabilir." Müslümanlardan bizim arzu ve isteğimiz budur.
Bu ve benzeri konularda Şafiî mezhebinin kurucusu İmam Şafiî çok güzel arabulucu
açıklamalar yapmıştır. "el Ümm" adlı eserinde şöyle söylüyor:
Mut'a nikâhını helal kılan ve onunla fetva verip amel eden kişinin şahitliği de
reddedilmez… Çünkü onun cevazına fetva veren, onunla amel eden ve onu(n helal
olduğunu) rivayet eden öncü müçtehitler biliyoruz.
İmam Şafiî, daha değişik ihtilaflı konulara da yer verdikten sonra sözlerine şöyle
devam ediyor:
Ama bunların hepsi içtihadımıza göre mekruh ve haramdır. Her ne kadar bizler o
öncü insanlara muhalefet edip görüşlerini terk etmişsek de bu, onları cerh edip
eleştirmemizi gerektirmez. Onlar için, "Allah'ın haram kıldığı bir şeyi helal kıldınız ve
dolayısıyla hata ettiniz de diyemeyiz. Çünkü onların hakkında böyle bir şey iddia
ettiğimizde onlar da bizim gibi düşünenleri hataya düşmekle, Allah'ın helal kıldığı bir
şeyi haram kılmakla suçlayacaklar ve "Ey iman edenler! Allah'ın size helal kıldığı
şeyleri haram kılmayın…" diyeceklerdir.
Birbirine Zıt İki Tür Mut'a Nikâhı
Mut'a nikâhı ile ilgili araştırma yapan her insan, Ehlibeyt mektebine mensup olan
Müslümanlar ile Ehlisünnet ekolüne mensup Müslümanların kaynaklarına müracaat
ettiğinde, birbiriyle çatışan iki tür mut'a nikâhı ile karşılaşmaktadır. Ehlisünnet
ekolüne mensup Müslümanların tanımladıkları mut'a nikâhı ve kafalarında
oluşturdukları mut'a nikâhı gerçekten başıboş ve her-hangi hukukî düzenlemesi
olmayan bir fuhuş aracıdır.
Ehlibeyt mektebine mensup Müslümanlar da zaten böylesine serseri, başıboş ve
hiçbir hukukî düzenlemesi olmayan bir mut'a nikâhını kabul etmez ve şiddetle
reddeder.
Ehlibeyt mektebine mensup Müslümanların kabul ettikleri mut'a nikâhının birtakım
temel özellikleri ve hukukî düzenlemeleri vardır ve bu nikâha bu şartlar dâhilinde izin
verilir. Söz konusu hukukî düzenlemelerden en önemlileri şunlardır:
1- Daimî nikâhta olduğu gibi, mut'a nikâhında da tarafların(kadın ve erkeğin) rızası
şarttır.
2- Mut'a nikâhı da “icap” ve “kabul” ile kıyılır. (Yani taraflardan birisi teklifini usulü
dairesinde karşı tarafa iletecek ve o da bu teklifi kabul ettiğini söyleyecek.)
3- Kıyılan mut'a nikâhının meşru ve sıhhatli olabilmesi için yakın akrabalık, süt bağı,
din farklılığı, kadının bir başkasının nikâhı altında veya iddet hâlinde olması gibi
birtakım engeller bulunmamalı.
4- Müslüman bir erkek Müslüman ya da en azından Ehlikitap bir kadınla (kâfir ile
yapamaz), Müslüman bir kadın ise, yalnızca kendisi gibi Müslüman bir erkekle mut'a
nikâhı yapabilir.
5- Mut'a nikâhı karşılığında kararlaştırılacak hem mihrin (ücret), hem de ecelin (süre)
her iki taraf için de belirli olması gerekir.
6- Mut'a nikâhından sonra cinsel ilişki olsun olmasın kadın, kararlaştırılan mihrin
(ücretin) tamamını he-men alabilir. Ancak asıl hak ediş, gerekli istifadeden sonradır.
7- Mut'a nikâhı kıyılırken taraflar, cinsel ilişki olmaması dâhil, birtakım şartlar ileri
sürebilirler.
8- Mut'a nikâhının sıhhati için şahit bulundurmak şart değildir. Ancak bulundurulması
tavsiye edilir. Hatta Ehlibeyt mektebinde daimî nikâhta da şahit bulundurmak nikâhın
sıhhat şartlarından değildir. (Ehlisünnet mezheplerinden Malikî mezhebinde de
aynıdır.)
9- Mut'a nikâhında, aklı başında reşit olmuş kimselerin sadece kendi rızalarının
bulunması şarttır.
10-. Detaylı açıklaması kitaplarda yer alan birtakım kusurlar dolayısıyla bu nikâha
son verilebilir (fesih).
11- Mut'a nikâhında talâk (boşama) olmaz. (Ancak varsa bir durum, erkek akdinden
vazgeçebilir veya mahkemeye başvurulur ve gerekli görülürse hâkim kararıyla
taraflar birbirlerinden ayrılır.)
12- Mut'a nikâhında taraflar arasında miras tahakkuk etmez. Ancak nikâh kıyılırken
şart koşulursa, mektepte en yaygın görüşe göre miras cereyan eder. Bu evlilik
sonucu doğan çocuk ile ebeveyni arasında karşılıklı miras alış verişi ise vardır.
13- Mut'a nikâhında nesep hükümleri işler. Yani böyle bir nikâh sonucunda çocuk
dünyaya gelirse, o çocuğun nesebi sabit, babası belli olur. (O çocukla babası arasında
her durumda miras hükümleri işler.)
14- Mut'a nikâhında iddet hükümleri vardır. Dolayısıyla nikâhta belirlenen süre (ecel)
sona erdiğinde; kadın hamile ise, doğum yapıncaya kadar iddet bekler. Hamile
değilse iki hayız müddeti bekler. Hayız görmeyen kadınların iddeti ise 45 gündür.
Mut'a nikâhıyla evlenen çiftlerden erkek olanı bu evlilik esnasında ölürse, bu
durumda kadın hamile değilse 4 ay 10 gün bekler. Hamile ise, "4 ay 10 gün" ve
"doğum vakti" seçeneklerinden süresi en uzun olanını tercih eder. (Yani örneğin 4 ay
10 gün geçtiği hâlde doğum olmamışsa doğuma kadar, doğum yapmış ama henüz 4
ay 10 günlük süre bitmemişse bu süre bitene kadar iddet bekler.)
15- Mut'a nikâhı yapan tarafların nikâh ile ilgili gerekli bütün hükümleri ve hukukî
düzenlemeleri bilmeleri gerekir. Aksi hâlde onlara izin verilmez.
İşte, görüldüğü gibi mut'a nikâhının da -tıpkı diğer nikâhta olduğu gibi- kendine özgü
hukukî düzenlemeleri ve şartları var. Ehlibeyt mektebi, mut'a nikâhına bu şartlar
dâhilinde izin vermiştir.
Ayrıca bu ruhsatın, sadece bu nikâhın hükümlerinden haberdar olanlar için geçerli
olduğu da Ehlibeyt imamlarından gelen birçok hadislerde yer almıştır. Bu yüzdendir ki
Ehlibeyt İmamları mut'a nikâhının kişisel ve toplumsal birtakım yaralar açmaması
için, onun hükümlerinden habersiz kişilere mut'ayı yasaklamış, onları bundan men
etmiştir.
Ehlibeyt ile Ehlisünnet mektebinin karşılıklı olarak Kur'an'dan getirdikleri delillere
geçmeden önce garip ve bir o kadar da tuhaf olan şu iki hususun altını çizmemiz
gerekir:
Bunlardan birincisi şudur:
Görüldüğü üzere Ehlibeyt mektebine mensup Müslümanlar mut'a nikâhı ile ilgili
önemli birtakım hukukî düzenlemelerde bulunurken, Ehlisünnet mektebine men-sup
Müslüman âlimler maalesef karşı tarafı hiçte anlayıp dinlemeden ve yine onların yazılı
hiçbir eserine bakmadan, kendi kafalarında "bir tür mut'a nikâhı" canlandırmaları ve
ardından da Ehlibeyt mektebine mensup Müslümanları (yani kendi kafalarında
oluşturdukları zina türü mut'ayı) cevaz vermekle suçlayarak; tabiri caizse tam bir
"kör dövüşü"ne girmişlerdir.
Oysaki Ehlibeyt mektebine mensup Müslümanların mut'a ile ilgili yapmış oldukları
hukukî düzenlemelerden de anlaşıldığı gibi, Ehlisünnet'in kendi kafasında canlandırıp
reddettiği "mut'a nikâhı" ile ilgili Ehlibeyt ekolüne mensup Müslümanların cevaz
verdiği "mut'a nikâhı" hem birbirlerine çok yabancı, hem de aralarında derin
farklılıklar bulunmaktadır.
Ehlisünnet ekolüne mensup Müslümanların anladıkları mut'a nikâhı şu özellikleri
taşır:
a) Mut'a nikâhı şehveti tatmin ve teskin için başvurulan süreli (geçici) bir zevk
aracıdır.
b) Mut'a nikâhında talak (boşama) ve miras yoktur.
c) Mut'a nikâhında çocuk dünyaya gelirse, nesebi sabit olmaz (yani babası belirsiz
sayılır).
d) Mut'a nikâhı süresi bittiğinde kadının iddet beklemesine gerek yoktur, hemen bir
başka erkekle bir a-raya gelebilir, nikâhlanabilir!!!
Ehlisünnet'in, mut'a nikâhının haramlığını ispat için "mut'ayı talak, iddet ve miras
ayetleri neshetmiş, tamamen ortadan kaldırmıştır!" gibi uyduruk rivayetlerden medet
ummaları da bunu gösteriyor.
Evet, Ehlisünnet âlimlerinin anladıkları bu tür mut'a gerçekten de tam bir zina
türüdür ve önceden de belirttiğimiz gibi Ehlibeyt ekolünün böylesine bir mut'a
anlayışına cevaz vermesi mümkün değildir.
Ehlibeyt ekolünü böylesine bir mut'a'ya cevaz vermekle suçlayanlar, Kur'an'ın en
büyük günahlardan kabul ettiği "iftira" tehlikesine düşeceklerine, zahmet buyurup
onların kitaplarına ya da âlimlerinden herhangi birisine başvurmuş olsalardı, onların
cevaz verdiği mut'a nikâhının hiç de öyle olmadığını görürlerdi.
Hâsılı, Ehlisünnet mektebine mensup Müslümanların kafalarında kendilerine göre
canlandırıp reddettikleri "mut'a" nikâhını, Ehlibeyt mektebine mensup Müslümanlarda
kesin kez reddeder ve zinadan farksız görürler.
Garip ve tuhaf olan ikinci husus da şudur: Tarihin hiçbir döneminde, hiçbir topluluk
hükümleri/kanunları yorumlama hakkını ihtilaf taraflarının kendilerine bırakmamıştır.
Ancak ihtilaflı mevzularını ne zaman tarafsız ve onları en iyi anlayan (ehil) ve en adil
insanlara götürmüş, onların yol göstericiliği ile hareket etmişlerse o ölçüde ihtilaflarını
halletmiş ve güven ortamı sağlamışlardır.
Görülen o ki, Ehlisünnet mektebine mensup Müslümanlar, "mut'a nikâhı" ile ilgili
konularda kendi iddialarını ispat edip doğrulamak için genellikle delilleri "tek taraflı"
sunmuş ve bunlardan sadece kendilerince kabul görmüş olanlarına yer vermişlerdir!
Bu da ilmî tartışma metotlarına hiç de uymayan ve etik olmayan çok tuhaf bir
durumdur.
Oysa ilmî tartışma ve sorgulamalarda en doğru yol, "karşı tarafın kabul ettiği delilleri
ileri sürüp üzerinde tartışmaktır."
Mantıklı olan budur. Çünkü herhangi bir tartışmada eğer taraflar sonuca varmak
istiyor ve buna rağmen sadece kendi kabul ettiği delilleri ileri sürüyorlarsa, bununla
karşı tarafı iknaya çalışmak çok büyük bir safdillik olur. Tıpkı Kur'an'ı hiç kabul
etmeyen birisini ikna için Kur'an'dan ayetler getirmek gibi!
Ehlisünnet mektebine mensup Müslümanlar böyle bir tutum yerine, kendi hadis
kaynaklarının yanı sıra, Ehlibeyt mektebine mensup Müslümanların da temel hadis
kitaplarına yer verip ortak kabullerle yola çıksalardı daha isabetli ve daha çözümleyici
olurdu.
Mut'a Nikâhını Kabul Edenlerin Kur'an'dan Delilleri
Mut'a nikâhını kabul edenlerin Kur'an'dan getirdikleri iki ayet vardır.
1-) Nisâ Suresi, 24. ayet şöyledir:
...Bunların dışında kalanları, namusunuzu/iffetinizi korumak ve fuhşa/zinaya
düşmemek kaydıyla, mallarınız karşılığında almanız sizlere helal kılındı. Dolayısıyla
herhangi bir şey karşılığında onlarla istimta ettiğiniz zaman, ücretlerini kendilerine
kararlaştırıldığı biçimde verin. Kararlaştırdıktan sonra (ücretin bir miktarını düşmek
için) karşılıklı anlaşmanızda sizin için bir sakınca yok. Allah Alim ve Hakîmdir.
Allah Teâlâ bu ayetin yukarı kısmında (ayet: 22, 23 ve 24'ün baş tarafı) kendileriyle
evlenmemiz haram olan kadınların kimler olduğunu bir bir sıraladıktan sonra böyle
bir açıklamada bulunuyor.
Ayetin, yukarı tarafında hangi kadınlarla evlenmenin ve cinsel ilişkide bulunmanın
haram olduğu belirtildikten hemen sonra "Bunların dışında kalanları... mallarınız
karşılığında almanız sizlere helal kılındı." buyruluyor. Bu ifade, yukarıdakilerin dışında
her hangi bir kadınla mal karşılığı evlenmenin ve onunla cinsel ilişkide bulunmanın
helal olduğunu açıkça gösteriyor. Bu ise mut'a nikâhından başka bir şey değildir.
Çünkü mal karşılığı cinsel ilişkinin helalliği sadece mut'a nikâhı için söz konusudur.
Dâimî nikâhta ise, cinsel ilişkinin helalliği mal vermeye bağlı değildir. Bunun için
sadece nikâh akdi bile yeterlidir.
Ayrıca ayette "herhangi bir şey karşılığında onlarla istimtâ' ettiğiniz zaman"
buyruluyor. Burada iki nokta var:
Biri, "herhangi bir şey karşılığında" ifadesi mut'a nikâhından başka bir şeyi
çağrıştırmıyor. Bu, hemen bütün Sünnî müfessir ve mealcilerinin (şayet kasıtlı
olmazsa) gözlerinden kaçmış önemli bir kayıttır. Bu anlamın nereden çıkarıldığını
yukarda gördük.(Mal karşılığı cinsel ilişkinin helalliğinin sadece mut'a nikâhında
olduğunu ve daimî nikâhta böyle bir şartın bulunmadığını söyledik.)
Öbürü ise şudur; ayette bizzat "istimtâ'" kelimesi yer almıştır. Sadece bu kavram
bile, ayetin mut'a nikâhı hakkında nazil olduğu konusunda tek başına yeterli bir delil
olmaktadır.
"İstimtâ'" her ne kadar "faydalanmak", "istifade etmek", "nimetlenip yararlanmak"
gibi anlamlara geliyorsa da, bunlar onun sözlük karşılıklarıdır. Hâlbuki bu kelimenin
İslâmî literatürde oturmuş ve herkes tarafından bilinen bir terim (ıstılah) karşılığı
vardır: O da, "mut'a yapmak"tır. "Temettu" da bu anlamdadır. Bilhassa
"kadınlar"dan, "nikâh"tan bahsedilen bir ortamda bu kelimenin başka bir karşılığı
yoktur. Konumuzla alâkalı hadislerde bile sürekli "istimtâ'" ve "temettu'" kavramları
kullanılmıştır.
Kur'ân'da sık sık geçen "salât", "zekât", "savm" "hac" vb. kelimelerin her birinin
sözlük karşılığı var. Ama hemen hiç kimse, bu kavramların geçtiği ayetlerden sözlük
anlamını anlamaz. Çünkü bu kavramların da İslâmî literatürde oturmuş karşılıkları
vardır ve maksat odur.
Ayrıca, ayet-i kerimede "istimtâ ettiğiniz zaman ücretlerini... verin" buyruluyor. Bu
ifadeden, ücret vermenin "istimtâ'" etmeye bağlı olduğu anlaşılıyor. Bu ise sadece
mut'a nikâhı için söz konusudur. Çünkü bir kadın, yalnız mut'a nikâhında "istimtâ"
(yararlanma) sonrası ücretini (mihrini) hak kazanır.
Daimi nikâhta ise ücretin tamamını hak etmek için cinsel ilişki şarttır. Cinsel ilişki
olmadığı takdirde, sırf akit ile kararlaştırılan ücretin sadece yarısı hak edilir. Bakara
Suresi'nin 237. ayeti bu hususta yeterince açık. Şu hâlde buradaki "istimtâ", mut'a
nikâhından başka bir şey değildir.
Hâsılı, ayetin mut'a nikâhından bahsettiği aslında yeterince açık ve net. Bu yüzden
müfessirlerin çoğunluğu, ayetin mut'a nikâhı hakkında nazil olduğunu söylüyorlar.
Abdullah b. Abbas , Mücâhid ve bunlar gibi birçok âlimler de ayetten aynı sonucu
çıkarıyor. Ancak asırlar boyu ayete yanlış anlamlar verilmesi ve zoraki yorumlar, asıl
mesajın anlaşılmasına daima engel olmuştur.
Bir kısım sahabe ve tabiînin ayeti kerimeyi (ila ecelin müsemma) "onlarla belli bir
süreye kadar istimtâ' ettiğiniz zaman" şeklinde okuması da bunu gösterir. Ayeti böyle
okuyup öyle anlaşılması gerektiğini ortaya koyanların isimleri şunlardır:
1- Abdullah b. Mes'ud
2- Abdullah b. Abbas
3- Übey b. Ka'b
4- Saîd b. Cübeyr
5- İsmail b. Abdirrahmân es-Süddî
Yapılan İtirazlar ve Verilen Cevaplar
Ehlibeyt mektebine mensup Müslümanların Kur'â-n-ı Kerim'den yapmış oldukları bu
istidlallerine karşı Ehlisünnet mektebine mensup Müslümanlar tarafından elbette
birtakım itirazlar yapılmış ve Ehlibeyt Ekolü mensuplarınca cevapları verilmiştir.
Yapılan itiraz ve verilen cevaplar şunlardır:
İtiraz: Ehlibeyt mektebine mensup Müslümanların mut'a nikâhı ile ilgili getirdikleri bu
ayetin üst kısmında nikâhlanması haram olan kadınlardan bahsediliyor. Ardından
"Bunların dışında kalanları... almanız sizlere helal kılındı" denmesi, maksadın yine
"nikâh" olduğunu; dolayısıyla ancak "nikâh" ile evlilik yapılabileceğini ifade ediyor.
Cevap: Tabii ki önceki ayetler nikâhlanılması haram olan kadınlardan bahsediyor ve
ardından onların dışında kalanların bizlere helal olduğu belirtiliyor. Mut'a nikâhına
"evet" diyenler buna karşı mı çıkıyor ki!? Onlar da yukarıdaki kadınlarla mut'a nikâhı
yapmanın haram olduğu kanaatindeler. Şu hâlde bu itirazın konumuzla ilgili herhangi
bir alakası bulunmamakla birlikte boş ve yerinde olmayan bir itirazdır.
İtiraz: Ayette "iffetinizi korumak... kaydıyla" denmesi de bunun sadece "meşrû ve
sahih nikâh" olduğunu ortaya koyuyor. Bu da sadece "dâimî nikâh"ta var. "Mut'a"da
ise "iffeti korumak" diye bir şey yok!
Cevap: Bu iddia da tamamen delilsiz, kuru bir iddiadır ve çıkış noktası önyargıdan
başka bir şey değildir. Daimi nikâhta iffet oluyor da mut'a nikâhında neden olmuyor!?
"Mut'a nikâhı haramdır" ön kabulünden hareketle verilmiş böylesi aceleci bir karar,
tartışmayı tekrar başa döndüreceğinden ilmî hiçbir değeri yoktur.
İtiraz: Ayette görüldüğü üzere ayrıca "fuhşa/zinaya düşmemek" kaydına da yer
verilmiştir. Bu meali verdiğimiz Kur'ân'daki orijinal karşılığı "sifâh" kökünden
türemiştir. Sifâh ise, İslâmî hiçbir gaye ve maslahat gözetmeden, boşuna ve
tamamen lüzumsuz yere meni dökmek, harcamaktır. Zina bu yüzden haram
kılınmıştır. Mut'a nikâhında da cinsel zevk ve meni harcamanın dışında hiçbir gaye ve
maslahat gözetilmediğine göre zina'ya benzemiş oluyor.
Cevap: Bu itiraz, sonuçları hiç dikkate alınmadan ileri sürülen korkunç ve dehşet
verici bir itirazdır. Bu itirazı yapanlar, Allah ve Resulü'nün bir zamanlar (haşa) zinaya
izin verdiğini mi söylemek istiyorlar!? Bu itirazın cevabını geniş bir şekilde "mut'a
nikâhını kabul etmeyenlerin aklî delilleri" bölümünde vereceğiz.
İtiraz: Mut'a ile ilgili olduğu iddia edilen ayetteki "istimtâ", faydalanmak, istifade
etmek gibi anlamlara geliyor. O hâlde ayetten maksat cinsel ilişkidir; "mut'a"
değildir.
Cevap: Bu itirazın cevabı yukarıda verilmiştir. Kısaca tekrar etmek gerekirse; Bu
kelimenin "faydalanmak" ve benzeri anlamlara geldiği doğrudur. Ancak bu, kelimenin
sadece sözlükteki karşılığıdır. Bunun bir de İslâmî ilimlerde kullanılan yaygın bir
anlamı (terim) vardır ki o da "mut'a nikâhı yapmak"tır. Özellikle kadın, nikâh vb.
kavramlarla birlikte kullanıldığında bu anlama geldiğini İslâmî literatürden haberdar
olan kimse inkâr edemez. Bu kelime (istimta) söz konusu ayette de böyle bir
ortamda kullanılmıştır. Kelimeyi, içindeki terim karşılığını boşaltıp "faydalanmak"la
doldurmak ba-tinî bir yorumdur ve ciddiye almak bile doğru değildir. Bunun kapısı bir
açık tutulursa, "namaz kılmak" olarak anladığımız "salât"a sadece "dua etmek", "oruç
tutmak" anlamını verdiğimiz "savm" kelimesine, sadece "tutmak"... anlamı verilebilir
ki, bunun tehlike boyutlarını siz düşünün!
İtiraz: Söz konusu mut'a nikâhı ile ilgili ayette ücretin verilmesi "istimtâ"ya
bağlanıyor. Ücretin (mihrin) tamamı ise, sadece dâimî nikâhta cinsel ilişki vuku
bulmuşsa verilir. Bu da "istimtâ'"nın daimî nikâhtaki cinsel ilişkiden kinaye olduğunu
ortaya koyuyor.
Cevap: Bu itiraz da yersizdir ve tamamen "5"nci şıklı itirazın haklılığına dayanır.
Diğer bir ifadeyle şayet biz ayette geçen "istimta" sözcüğünden kelime anlamı olan
"faydalanmak" ve benzeri anlamları kastedersek, o takdirde bu itiraz yerinde olur.
Fakat yukarıda da belirttiğimiz gibi bu kelimenin (istimtâ) İslâmî ilimlerde nasıl ki
"salât" derken "dua etmek" kastedilmez ve "namaz kılmak" anlamı akla geliyorsa,
kadın, nikâh v. b. kavramlarla birlikte kullanıldığında da "istimtâ"dan "faydalanmak"
gibi sözlük anlamı değil de, İslâmî ilimlerdeki yaygın olarak kullanılan "mut'a nikâhı
akla gelmektedir. Diğer yandan "ayette ücretin verilmesi cinsel ilişkiye bağlanıyor; bu
da dâimî nikâhta böyledir" denilirse, "cinsel ilişki vûku bulmamışsa ücreti hak
edemeyeceği" akla gelebilir. Oysa Bakara Suresi'nin 237. ayeti, daimi nikâhta cinsel
olay vûku bulmadan boşanma meydana gelmişse mihrin yarısının verilmesini
öngörmektedir. "Ayetten maksat mut'a nikâhıdır." dediğimizde ise, böyle bir sorunla
karşılaşmıyoruz.
İşte Ehlisünnet'in Ehlibeyt mektebine mensup Müslümanlarca mut'a nikâhıyla ilgili
olduğu iddia ettikleri ayete karşı yapmış oldukları itirazlar ve aldıkları cevaplar
bunlardır.
Söz konusu itirazlar, Ehlisünnet mektebine mensup ünlü âlim el-Cessas tarafından
yapılmış, ünlü Sünnî müfessir Fahruddin er-Râzî tarafından da kendi tefsirinde yer
verilmiştir. Fakat er-Râzî bu itirazların boş ve çürük itirazlar olduğunu
düşündüğünden olacak ki bu itirazların bazılarını naklettikten sonra şöyle diyor:
Bunlar boş sözler! Burada en iyisi şunu söylemektir: Biz mut'anın önceden mubah
olduğunu inkâr etmiyoruz. Sadece bunun neshedilmiş (hükmü kaldırılmış) olduğunu
söylüyoruz!"
Böylece er-Râzî ayetin mut'a nikâhı hakkında açık olduğu ve bundan kurtulmanın ise
"nesh"e gitmek olacağı üzerinde genişçe duruyor.
Mut'a nikâhını kabul edenlerin Kur'an'dan delil getirdikleri 2. ayet de şudur:
Ey iman edenler! Allah'ın size helal kıldığı şeyleri haram kılmayın / o şeylerden
kendinizi mahrum etmeyin. Haddi de aşmayın; çünkü Allah had-di aşanları sevmez.
Abdullah b. Mes'ûd anlatıyor:
Allah'ın Resulü (s.a.v) ile birlikte gaza ediyorduk. Yanımızda kadınlar(ımız) yoktu.
(Cinsel arzularımız iyice bastırmaya başlayınca.) "Acaba kısırlaşsak mı!?" dedik.
Allah'ın Resulü (s.a.v) bizi bundan menetti; ardından bize bir elbise karşılığında belli
bir zamana kadar bir kadınla evlenmemize (mut'aya) izin verdi ve "Ey iman edenler!
Allah'ın size helal kıldığı şeyleri haram kılmayın..." ayetini okudu.
Ayeti okuyan, bazı rivayetlerde Allah Resulü (s.a.a) -ki el-Cessâs bu kanaattedir-
bazı rivayetlerde ise ravi-miz Abdullah b. Mes'ûd'un bizzat kendisidir. Ayetin mut'a
nikâhına izin verildikten sonra ya da bu olay ü-zerine okunması, mut'a nikâhının helal
ve temiz bir şey olduğunu ve böyle helal ve temiz bir şeyi haram kılmanın kimsenin
yetkisi dâhilinde olmadığını ifade ediyor.
İtiraz: Bu ayetle yapılan istidlale şöyle bir itiraz vardır: "Tamam, zaten bu nikâh bir
zamanlar mubah idi; ama sonra neshedildi. Dolayısıyla hükmü şu an kaldırılmıştır."
Cevap: Bu itiraza cevap vermeye bile gerek yok! Çünkü zaten bizim konumuz, mut'a
nikâhının sonradan mensuh (hükmünün kaldırılmış) olup olmadığıdır. Lafı dönüp
dolaştırıp başa götürmenin hiçbir anlamı yoktur.
Mut'a Nikâhını Kabul Etmeyenlerin Kur'an'dan Delilleri
Mut'a nikâhını kabul etmeyenler Ehlisünnet mektebine mensup Müslümanlardır.
Elbette bu iddialarını dayandırdıkları birtakım delilleri vardır. Biz o delillerden Kur'ânî
ve aklî olanlarını nakledeceğiz. Hadislerle getirilen delilleri ise araştırıcının kendisine
bırakacağız. Zira elinizdeki eser, İslâm Sosyolojisi ile ilgili özet bir eser olduğundan,
konunun detayına girmekten kaçınma mecburiyetinde kaldık.
Kur'an'dan Delil
Ehlisünnet mektebine mensup Müslümanlar, mut'a nikâhını kabul etmemelerini,
Kur'ân'dan Mü'minûn Suresi'ndeki peş peşe gelen birkaç ayete dayanıyorlar. O
ayetlerde Allah Teâlâ şöyle buyuruyor:
O müminler ırz ve namuslarını korurlar. Sadece zevceleri ve sahip oldukları cariyeler
müstesna. Onlar bundan (ırz ve namuslarını eşlerine ve cariyelerine açmakla)
kınanmış da olmazlar. Kim bunun dışında başka arayışlara girerse, işte böyleleri adi /
haddi aşmış kimselerdir.
Ayetlerde (yukarısıyla birlikte düşünülürse) felâha erecek gerçek müminler için, ırz ve
namuslarını, cinsel arzu ve isteklerini sadece iki sınıfa açabileceği, yalnız onlarla
cinsel ilişkiye girebileceği belirtiliyor:
a) Zevceleri.
b) Cariyeleri.
Bu iki yolun dışında kalan cinsel ilişkiler haram kılınıyor; yapanlar kınanıyor ve "adi"
oldukları söyleniyor. Ayetler bu konuda yeterince açık.
Mut'a nikâhıyla evlilik ve cinsel ilişki bu iki yolun dışında kalıyor. Çünkü mut'a
nikâhıyla evlenen bir kadın, kocasına "cariye" olmadığı gibi, bu nikâhta miras, talâk
(boşama), nesep ve iddet hükümleri bulunmadığı için, onun "zevcesi" de sayılmaz!
Dolayısıyla mut'a nikâhı bu ayetlerle haram kılınmış demektir.
Ehlibeyt mektebine mensup Müslümanların bu ayetlerin mut'a nikâhını yasakladığını
iddia edenlere karşı şöyle bir itirazları var:
Ayetlerin cinsel ilişki için iki yoldan başkasını yasakladığı; bu iki yoldan birisinin de
"zevce=eş" olduğu zaten açık. Buna diyecek yok! Ancak mut'a nikâhıyla evlenen bir
kadının kocasına "zevce olmadığı" ise kup kuru bir iddiadır; bu iddianın kayda değer
hiçbir delili yoktur.
Bunun temeli, "önyargı"ya dayanıyor. Biz mut'a nikâhıyla evlenen bir kadının da
kocasına "zevce" olduğunu söylüyoruz. Dolayısıyla ayetlerin konumuzla hiçbir ilgi ve
alâkası yok.
İkincisi; "mut'a" nikâhında daimî nikâhın miras, talâk vb. hükümlerinin bulunmadığı"
iddiası kısmen demagoji, kısmen de yanlıştır! Demagojidir; çünkü bu mantığa göre,
Müslüman bir erkek Ehlikitap'tan bir ka-dınla evlenirse, miras hukukunun karşılıklı
işlemesi lâzım! Oysa Ehlisünnet mektebine mensup Müslümanlar (Yahudi ve
Hıristiyan gibi) Ehlikitap olan bir kadınla evliliği onaylıyor ve hem de o kadının
kocasına "zevce/eş" olacağını kabul ediyor; ama karşılıklı miras alıp vermeyi kabul
etmiyor!! (Çünkü İslâm'daki kural "Müslüman kâfire, kâfir de Müslümana mirasçı
olamaz." şeklindedir.) Şayet miras konusu kadının kocasına "zevce/eş" olmasının
şartlarındansa, kâfir bir kadın da Müslüman kocadan miras alıp vermediğine göre, siz
bu tür bir kadının kocasının "zevcesi/eşi" olduğunu nereden çıkarıyorsunuz?
Ve yine şayet "miras" konusu "zevce" olmanın şartı değildir" diyor iseniz, o hâlde
"mut'a nikâhını" miras ayetinin haram kıldığını niçin söylüyorsunuz? Ayrıca "miras"
ayetiyle "mut'a nikâhını" mensuh (hükmü kaldırılmış) sayan Ehlisünnet âlimleri "kitap
ehli olan bir kadınla evlenildiği vakit de mirasın söz konusu olmadığını bilmiyorlar mı?
Biliyorlarsa neden "miras ayetleri, kitap ehli olan kadınlarla evliliği de neshetmiştir"
demiyorlar? Böyle bir evliliğin hem "caiz", hem de "miras alamaz" dediklerini kimden
saklıyorlar? Bu ne çifte standart?
Talâk (boşama) konusuna gelince bu, zaten daimî nikâhın hükümlerindendir, sırf
nikâhın değil! Kaldı ki mut-'a nikâhı süreli olduğu için buna zaten gerek yoktur!
İddet ve çocuğun nesebi konusundaki iddiaların gerçekle hiçbir ilgisi yoktur ve bunlar
ile ilgili hükümler zaten hukukî düzenlemeler içerisinde yerlerini almışlardır. Kadının
iddeti var olduğundan çocuğun babası bellidir. (Önceden muta nikâhı ile ilgili hukukî
düzenlemeler içerisinde belirtilmiştir.)
Üçüncüsü, mut'a nikâhının Medine döneminde uygulandığı hususunda kesinlik vardır.
Söz konusu mut'ayı iptal ettiği iddia edilen ayetler ise Mekkî bir sureye aittir. Yani
ayetler, Mü'minûn Suresi'nin ayetleridir ve bu sure Mekke döneminde nazil olmuştur.
Mekke'de inen bir ayetin daha sonra Medine'de uygulanan bir nikâhı yasaklaması, ya
da Mekke'de bu ayetlerle haram kılınmış bir yolu, Allah'ın Resulü'nün (s.a.a)
Medine'de açmasının (helal kılması) akıl ve iman ile bağdaşması mümkün olur mu!?
Bir peygamber böyle bir duruma nasıl düşebiliyor!?
Veya vahiyle hareket eden bir peygambere böyle bir şey nasıl isnat edilebilir!?
Bütün bu sebeplerden dolayı, bu ayetlerle mut'a nikâhının haramlığına delil getirmek
mümkün değildir.
Malikîlerden Kadı Ebu Bekir b. el-Arabî, bu ayetlerle söz konusu nikâhın haramlığına
delil getirmeyi reddeder.
Mut'a Nikâhını Kabul Etmeyenlerin Aklî Delilleri ve Kabul Edenlerin
Verdikleri Cevaplar
Mut'a nikâhı "haramdır" diyenlerin, elbette Kur'ân dışında birtakım aklî ve sosyolojik
delilleri de vardır. Şimdi burada hem onların mut'anın haram olduğuna dair ileri
sürdükleri aklî delillerini, hem de mut'ayı kabul edenler tarafından onlara verilen
cevapları sıralamaya çalışacağız:
1- Mut'a nikâhında talak, iddet, neseb ve miras gibi hukukî hükümler cereyan etmez.
Oysa bunlar normal bir nikâhın hükümlerindendir. Bu bakımdan mut'a meş-ru bir
evlilik sayılamaz!
Cevap: Mut'a nikâhında iddet ve neseb hükümlerinin cari (geçerli) olduğunu
defalarca izah ettik. Ayrıca, sırf talak ve miras yok diye bu nikâha haram demenin
imkânsız ve bunun yanlış olduğunu da ortaya koyduk. Çünkü bu aklî gerekçeyi ileri
süren başta Ehlisünnet mektebi, aralarında karşılıklı miras alıp vermenin caiz
olmadığını bildiği hâlde, bir Müslüman erkeğin Ehlikitap olan (Yahudi-Hıristiyan) bir
kadınla evliliğine izin veriyor ve miras olmadığı hâlde bu evliliği meşru kabul ediyor
da, miras olmadığı için mut'a nikâhına niçin cevaz vermiyor?
Dolayısıyla mut'a nikâhı da meşru bir nikâhtır. Daimî nikâhtan en bariz farkı ise
"süreli" olmasıdır o kadar. Buna rağmen o da bir evliliktir; kadın o süre içinde bir
başka erkekle kesinlikle evlenemez. Bu esnada sadece kocasının eşidir. Çocuk olursa,
nesebi belli (yani babasına ait) olur. Kadın, evlilik bittiğinde veya kocası öldüğünde
iddet bekler. Talaka ise, nikâh zaten süreli olduğu için gerek kalmaz. Bunun
neresinde gariplik var!? Hem, Allah ve Resulü bu nikâha izin verirken talak ve miras
var mıydı? Bu gibi sözde aklî deliller ile, Allah ve Resulü'nün verdiği hükmü
reddetmeye mi çalışıyorsunuz?
2- Nikâh şehveti teskin etmek için değil; sadece ırz ve namusu korumak ve çoluk-
çocuk sahibi olmak için meşru kılınmıştır. Mut'a da ise çoluk çocuk sahibi olmak diye
bir şey yoktur; sırf şehveti teskin vardır! Bu açıdan da mut'a nikâhı meşru bir nikâh
değildir.
Cevap: Nikâhın sırf ırz ve namusu korumak ve çoluk çocuk sahibi olmak için meşru
olduğu; mut'a nikâhının ise, böyle bir şey olmadığı için meşru olmadığını iddia etmek
ön yargılı ve cahilce bir iddiadır.
Acaba bir insan sırf şehevî arzularını yatıştırmak için daimî bir nikâhla evlenemez mi?
Fakihler (İslâm Hukûku âlimleri), evlenmediği takdirde zinaya düşecek bir kimse için;
"evlenmesi farzdır/vaciptir!" demiyorlar mı? Onların bu fetvası, sırf şehevî arzuları
tatmin için de evlenilebileceği konusunda yeterli değil mi!?
Şayet bu mantık ile yola çıkılırsa, tamamen kısır olan birisiyle evlenmeye "haram"
demek gerekir. Acaba bir erkek tamamen kısır yada çocuk doğurma ihtimali
kalmamış bir kadınla, bir kadın da aynı özelliğe sahip bir erkekle evlenemez mi? Buna
"haram" olduğu söylenebilir mi!?
Ve yine şayet evlenmek sırf ırz ve namusu korumak, çoluk çocuk sahibi olmak içinse,
o hâlde azil (cinsel ilişki esnasında, hamileliği önlemek için meninin dışarı
boşaltılması) neden meşru kılınmıştır? Allah'ın Resulü (s.a.a) buna neden izin
vermiştir? Nikâhtan ve cinsel ilişkiden maksat mutlaka çoluk çocuk sahibi olmak
olsaydı; Allah'ın Resulü (s.a.a) azle (meninin dışarı boşaltılmasına) izin verir miydi?
Kaldı ki böyle bir durumda, bir kimsenin, Allah uzun ömürler verirse, ömür boyu kaç
çocuğu olur!?
Diğer yandan; mut'a nikâhında çoluk çocuk sahibi olmak düşüncesinin bulunmadığını
nereden çıkarıyoruz? Bu kimse daimî nikâhla evli; fakat hiç çocukları olmuyorsa,
mutlu bir evlilikleri varsa; üstelik çocuk sahibi olmak için ikinci bir daimî evliliği göze
alamıyorsa; böyle birisi mut'a yoluyla neden çocuk sahibi olamasın!?
3- Zinada meniyi boşa verip israf etmek vardır ve bu yüzden de "sifâh" adını almıştır.
Mut'a nikâhında da durum bundan farksızdır. Dolayısıyla mut'a nikâhı bir tür zina ve
sifahtır. Bu bakımdan meşru olması imkânsızdır!
Abdullah b. Zübeyr, Abdullah b. Ömer, Said b. Müseyyeb, Urve b. Zübeyr ile Mekhûl,
mut'a nikâhına zina ve sifah gözüyle bakanlardandır! Hanefîlerden Ebû-bekr er-Râzî
el-Cessâs bunlara büyük sahâbî Abdullah b. Abbas'ı da dâhil ediyor ve bu görüşü
hararetle savunuyor!
Cevap: Zinanın, sırf meniyi boşa vermekten dolayı haram kılındığı iddiası gülünç bir
iddiadır! Yani, meni boşa verilmeyip de çocuk peydahlanırsa; zina "zina" ol-maktan
çıkacak mı!? Böyle bir ne dediğini bilmezlik ve sırf mezhebi kurtarmak uğruna bu
kadar gülünç duruma düşmek doğru mu!?
Şayet bir erkek, eşiyle sevişirken cinsel ilişkiye girmeden menisi boşalsa; menisini
boşa verdiği için haram mı işlemiş olur!?
Az önce de ifade edildiği gibi; azilde de meninin boşa verilmesi var. Öyleyse azil için
"caiz değil" mi diyeceğiz? Arkasından azil yapılacak bir cinsel ilişki için de "zina "
benzetmesi mi yapacaksınız? Bu durumda Allah, Resulü ve bütün İslâm hukuku
âlimleri size ne der?
Madem "mut'a" zina gibi bir şey; o zaman Allah ve Resulü neden ona izin verdi?
Neden onun uygulanmasına göz yumdu? Yoksa el-Cessâs gibi, "O zaman zina değil
idi; sonra zina oldu!" mu diyeceğiz!? Böyle saçmalık olur mu? Bütün bunlar Allah ve
Resulü'ne iftira değil mi?
el-Cessâs, zinanın haramlığının "aklî (çirkinliği akıl ile sabit) olduğunu kabul ettiği
hâlde; aklın çirkin kabul ettiği bir şeye Allah ve Resulü'nün izin verdiğini burada nasıl
iddia edebilir!?
el-Cessâs'ın mezhebi kurtarma adına, ne durumlara düştüğünün farkında mısın
acaba!? İnsan bunları söylerken hiç hayâ etmez mi?
Ayrıca mut'a nikâhının cinsel ilişki amacıyla yapılmış olması dahi zina sayılmaz. Zira
cinsel ilişkide bulunmak kötü bir şey değildir ki, bu amaçla yapılan mut'a nikâhı da
kötü olsun.
Örneğin bir insanın zina yaptığını düşünün. Bu insanın yapmış olduğu çirkin iş kişinin
zina esnasında yapmış olduğu cinsel ilişki değildir. Çirkin olan nikâh yapmadan bu işi
yapması yani nikâhı yapmamasıdır. Yoksa zina yoluyla yapılan ilişki ile karı koca
arasında yapılan ilişki arasında en ufak bir fark dahi yoktur. Bu zinayı yapan iki kişi
nikâh yapmış olsalar da, sonuçta aynı işi yapmış olacaklardır.
Dolayısıyla Allah Teâlâ zina eden insanları zina esnasında bulunmuş oldukları
ilişkilerden dolayı kınamıyor. Ancak bu beraberliğin ruhsatını almadıklarından (nikâhlı
olmadıklarından) dolayı kınıyor.
Diğer bir ifadeyle; kötü ve çirkin (haram) olan iş, zina esnasında yapılan ilişkinin
kendisi değil, nikâhın (ruhsat) olmamasıdır.
Yine şöyle de örneklendirebiliriz: Evli olan bir karı kocayı düşünün. Bunlar evlerinde
bulunan bir yabancıdan sakınmadan onun görebileceği bir şekilde cinsel ilişkide
bulunurlarsa, çirkin bir iş yapmış olurlar. Acaba burada çirkin olan o karı kocanın
yapmış oldukları cinsel ilişki midir?
Hayır. Zira misafirin gözü önünde yapmış oldukları cinsel ilişkiyi her zaman
yapmaktadırlar. O hâlde burada çirkin olan cinsel ilişki değil, cinsel ilişkiyi misafirin
gözü önünde yapmalarıdır.
Mesela bir insanın sahibinden izin alıp elma yemesiyle, diğer bir insanın izinsiz elma
yemesi de aynen öyledir. Allah Teâlâ'nın haram kıldığı şey kişinin elma yeme fiili
değildir. Haram (çirkin) olan şey izin almamasıdır.
O hâlde diyebiliriz ki Allah nezdinde cinsel ilişkide bulunmak kötü ve çirkin bir iş
değildir. Kötü ve çirkin olan, cinsel ilişkinin nikâhsız (ruhsatsız) yapılmasıdır.
Yani burada tek çirkin iş vardır oda nikâhın olmamasıdır. Ve yine Allah nezdinde
nikâh bağları (ruhsatları) olmayan iki kişinin beraber el ele gezmeleri, beraber yemek
yiyip birbirlerine bakışmaları da kötü/haram/çirkin bir iştir.
Ancak Allah Teâlâ nezdinde kötü olan bu insanların el ele gezme ve birbirlerine
bakışma fiilleri değildir. Zira bu fiiller karı koca arasında her zaman olan fiillerdir.
Kötü olan bu işi nikâh olmadan yapmalarıdır. O hâlde diyebiliriz ki cinsel ilişki Allah
nezdinde kötü fiil değildir. O zaman cinsel ilişki gayesiyle yapılan nikâhın da Allah
nezdinde kötü/çirkin olmaması gerekir.
Dolayısıyla cinsel ilişki gayesiyle yapılan bir nikâh Allah katında helalse, bu helali
işleyenlere kötü gözle bakmak bütünüyle Allah'ın hak olarak vermiş olduğu bir hükme
muhalefet etmektir.
Allah ve Resulü bir konuyu hükme bağladığı zaman, iman sahibi ne bir erkek ve ne
de bir kadın için, kendilerine ait o konuda tercih yapma imkânı yoktur. Kim Allah ve
Resulü'ne isyan ederse, apaçık bir sapıklığa düşmüş olur.
Hayır, Rabbine yemin olsun ki onlar aralarında çıkan anlaşmazlıklarda senin hükmüne
başvurup, sonra da senin verdiğin hükümden dolayı içlerinde bir sıkıntı duymadıkları
ve tam bir teslimiyetle teslim olmadıkları sürece, asla iman edemezler.
Hâsılı şayet cinsel ilişki amacıyla yapılan mut'a nikâhı zina veya fuhuş sayılıyorsa, bu
demektir ki cinsel ilişki amacıyla yapılan daimî nikâhta fuhuştur. Zira insanların bu
gayeyle daimî nikâh yapmaları da yok değildir!
Peygamber efendimizin (s.a.a), "Evlenen kimse, imanının yarısını kurtarmıştır. Diğer
yarısı için Allah'a sığınsın." diye buyurduğu hadis "kişilerin evlenmelerini, zina yoluyla
cinsel arzularını tatmin edeceklerine, kendi eşleriyle bu arzularını yerine getirmeye ve
bu suretle de kendilerini günah işlemekten, kötü yollara düşmekten koruyup,
imanlarının yarısını korumaları" anlamını ifade etmektedir.
O hâlde insanların daimî nikâh yapmalarının gayelerinden biri de bu isteği tatmin
etmektir. Dolayısıyla cinsel ilişki gayesiyle evlenmek ne günah, ne haram, ne fuhuş,
ne de çirkin bir şeydir.
Eğer bu iş günah olmuş olsaydı, içinde bu isteği barındıran bir Müslüman kesinlikle
ömrünün sonuna kadar evlenememiş olurdu.
Neticede diyebiliriz ki cinsel ilişki Allah nezdinde kötü bir şey değildir. O zaman cinsel
ilişki gayesiyle de olsa evlilik Allah-u Teâlâ'nın emridir: "Allah kötü şeyleri
emretmez."
İkincisi: Allah Teâlâ zinayı insanların cinsel ilişkide bulunduklarından dolayı haram
etmemiştir. Zira cinsel ilişki daimî nikâhta da vardır ve bu ilişki nesillerin devam
edebilmesi için bir gereksinimdir.
Zinanın haram edilmesindeki gaye, nesillerin belli olması içindir. Erkeğin iki kadınla
evlenebildiği hâlde kadının iki erkekle evlenememesinin ve yine kadının kocasından
ayrıldıktan veya kocası öldükten sonra iddet beklemesinin altında hep bu gerçek
yatar.
Zinanın cinsel ilişki sebebiyle değil, neslin belli olması gayesiyle haram olduğunu ve
mut'a nikâhında da daha önceden belirtildiği üzere neslin belirgin olduğu belirtildikten
sonra şu sonuca varmış oluyoruz: İlişki ile ilişkiyi kötü yapan neden, birbirinden farklı
şeylerdir. Cinsel ilişki şayet nikâh (ruhsat) olursa, helâl bir fiildir, cinsel ilişki fiilini
haram/kötü yapan neden ise, o ilişkinin kendisi değil, ilişkiyi gerçekleştirme
ruhsatının (nikâh) olmamasıdır.
Şayet ruhsat/nikâh olmaz ise, o ilişki "zina" olur. Yani cinsel ilişki fiilinden hâsıl olan
çocuğun nesebi belli olmaz. Sonuç itibariyle nesiller karışır.
Demek ki "zina"yı kötü/haram yapan şey, cinsel ilişki değil de, neslin belli
olmamasıdır.
O hâlde şayet bir insan mut'a nikâhı yoluyla evlenir ve o nikâhın da hükümlerine
olduğu gibi riayet etmiş olursa, o zaman deyebiliriz ki; gerçekte mut'a, zina değil de,
daimî nikâh gibi zinayı ortadan kaldıran bir etkendir.
Diğer bir ifadeyle; mut'a nikâhının cevaz verilmesi, insanların zinaya yönelip nesebi
belirsiz çocukları dünyaya getirmesini önlemektir.
Nitekim Hz. Ali (a.s) şöyle buyurmuştur:
Eğer Ömer mut'a nikâhını yasaklamış olmasaydı, pek aşağılık ve rezil insanlardan
başkası zina etmezdi.