Siyasal Gelişmeler Işığında 31 Mart Olayı - Muhittin Selçuk Uçar
-
Upload
turkmenoglu -
Category
Documents
-
view
338 -
download
9
Transcript of Siyasal Gelişmeler Işığında 31 Mart Olayı - Muhittin Selçuk Uçar
AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
Muhittin Selçuk UÇAR
SİYASAL GELİŞMELER IŞIĞINDA 31 MART OLAYI
Tarih Anabilim Dalı
Yüksek Lisans Tezi
Antalya, 2007
AKDENİZ ÜNİVERSİTESİ
SOSYAL BİLİMLER ENSTİTÜSÜ
Muhittin Selçuk UÇAR
SİYASAL GELİŞMELER IŞIĞINDA 31 MART OLAYI
Danışman
Yrd. Doç. Dr. Salih TUNÇ
Tarih Anabilim Dalı
Yüksek Lisans Tezi
Antalya, 2007
i
İ Ç İ N D E K İ L E R
KISALTMALAR LİSTESİ …………………………………………………………..iv
ÖZET…...……………………………………………………………………………….v
ABSTRACT ………………………………………………………………………...…vi
ÖNSÖZ ………………………………………………………...…………………...…vii
GİRİŞ …………………………………………………………...………………………1
I. BÖLÜM
1. 31 MART OLAYI’NIN ZEMİNİNİ HAZIRLAYAN GELİŞMELER…………14
1.1. I. Meşrutiyet’in İlgası ve II. Abdülhamid’in Mutlak Monarşi Dönemi………….14
1.1.1. İlk Hal’ Girişimi: Çırağan Baskını ve Sonrası……………………………..18
1.2. Jön Türk Devriminin Gerçekleşmesi ve İttihatçıların İzledikleri Siyaset ……....21
1.2.1. II.Meşrutiyet’in İlânına Kadar Jön Türk Muhalefeti…….…….……...........22
1.2.2. II. Meşrutiyet Sonrasında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Siyaseti ……….40
1.3. II. Abdülhamid ile İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne Karşı Ortaya Çıkan
Muhalefet ……….………………………………...…………………………....52
1.3.1. Etkin Muhalif Şahsiyetlerin Hayatı ve Fikirleri …….….………………….52
1.3.1.1. Prens Sabahaddin Bey (1877-1948) .....….……….………………...53
1.3.1.2. Derviş Vahdeti (1869-1909) ...……………..…….……….………....62
1.3.1.3. Rıza Nur (1879-1942) ...………………….……….………………...67
1.3.1.4. Abdullah Cevdet (1869-1932) ...…………………….……………...69
1.3.1.5. Mehmed Murad (1853-1917)……….………………..….….…….....73
1.3.1.6. Ali Kemal (1868-1922) ...………….…………..…………...…….…79
1.3.2. Etkin Muhalif Partiler ve İzledikleri Siyaset …………….…….……….......82
1.3.2.1. Ahrar Fırkası …………….…………………….………...……...…...82
1.3.2.2. Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti ………………....85
1.3.2.3. İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti ……………………………….…….85
1.3.3. Etkin Muhalif Basının Tutumu ….……….…………………….……..…….87
ii
II. BÖLÜM
2. 31 MART OLAYI’NIN ORTAYA ÇIKIŞI …………………….………..…...…..95
2.1. Hükümet, Merkez-i Umumî ve Muhalefet Sürtüşmesi …………………………95
2.2. 31 Mart Olayı’nın Provası: Kör Ali Olayı ……………………..…...………....102
2.3. Ordu İçinde Ortaya Çıkan Siyasal Çekişmeler …………………….……….….105
2.3.1. Alaylı-Mektepli Siyasi Çekişmesi ……………………...……….………..105
2.3.2. Avcı Taburları’nın İstanbul’a Gelişi ………………………….....….……107
2.3.3. Ordu İçindeki İlk Kıvılcım: Taşkışla Olayı ….………………....…...……109
2.3.4. Yıldız Baskını ……………………………………………..……………...111
2.4. Faili Meçhul Cinayetler ve Hasan Fehmi Bey’in Öldürülmesi ………...……...113
2.5. 13 Nisan 1909 Günü (31 Mart 1325) ve Sonrası Yaşanan Gelişmeler ….…….124
2.5.1. İsyanın Ortaya Çıkışı …………………………………..…..…….…….…124
2.5.1.1. Ali Kabuli Bey’in Linç Edilmesi …………………………………..135
2.5.2. Padişahın ve Bâb-ı Âli’nin İsyana Tepkisi …………….….…..….….…...138
2.5.3. İsyanın Ortaya Çıkardığı Tepkiler ………………………….……..……...144
2.6. 31 Mart Olayı’nın Anadolu’daki Yansımaları …………….……….………….148
2.6.1. Adana Olayları …………………………………………..…………......…148
2.6.2. Erzurum ve Erzincan Olayları …………………..….….…………………157
III. BÖLÜM
3. İSYANIN BASTIRILMASI ……………………………………………………...160
3.1. Hareket Ordusu’nun İsyanı Bastırması ……….…….……………….…….…....160
3.1.1. Hareket Ordusu’nun Hazırlanarak Ayastefanos’a Gelmesi …..……...……160
3.1.2. Meclis-i Umumî-i Milli Kararları …………………………………………171
3.1.3. Hareket Ordusunun İstanbul’a Girişi ve İsyanın Bastırılması ……….……174
3.2. İsyanın Sorumlularının Belirlenmesi ……………………………….….………180
3.2.1. Muhalefetin Yargılanması …………………………….….……….....…...183
3.2.2. II. Abdülhamid’in Hal’i …………………………….……….……...….…187
3.2.2.1. Hal’ Kararının Alınması …………..……………………….….…..187
3.2.2.2. Hal’ Kararının Tebliği …………………………………………….189
3.2.2.3. Yıldız Sarayı Yağması ……………………................................….191
3.2.2.4. II. Abdülhamid’in Sürgün Dönemi ……………………….……….195
3.2.2.5. II. Abdülhamid Hakkında Bazı Mülâhazalar …………..….……....198
iii
3.3. 31 Mart Olayı’nda Dış Güçlerin Politikaları .....…………………….……..….204
3.3.1. İngiltere’nin İzlediği Siyaset …………..…………………..……....……..205
3.3.2. Almanya ve Rusya’nın İzlediği Siyaset ……………..……………..…….208
3.4. Bâb-ı Âli’de 31 Mart Ertesinde Ortaya Çıkan Siyasal Atmosfer................…….210
3.4.1. Hürriyet-i Ebediye Şehitliği ve Abide-i Hürriyet Anıtı ……..………..….216
3.5. 31 Mart Olayı Hakkında Bazı Mülâhazalar …………………..…….…….…....218
SONUÇ ………………………………………………………………………………228
KAYNAKÇA ………………………………………………………………….……..235
EKLER ………………………………………………………………………………250
ÖZGEÇMİŞ ………………………………………………………………………....267
iv
KISALTMALAR LİSTESİ
AAMD : Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi
AKMY : Atatürk Kültür Merkezi Yayınları
AÜSBF : Ankara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi
Bkz: : Bakınız
c. : Cilt
Çev. : Çeviren
D. : Devre
DVİA : Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi
GTT : Genel Türk Tarihi
Haz. : Hazırlayan
İç. : İçtima Senesi
MMZC : Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi
Nr: : Numara
s. : Sayfa
S. : Sayı
TCTA : Tanzimat’tan Cumhuriyet’e Türkiye Ansiklopedisi
TTK : Türk Tarih Kurumu
Yay. : Yayınları
v
ÖZET
XIX. y.yılda Osmanlı Devleti’nde meydana gelen siyasal-sosyal ve ekonomik
gelişmeler, imparatorluğun geleneksel yapısında meydana gelecek büyük dönüşümlerin
kapısını açmıştır. Gerçek anlamda Tanzimat Fermanı ile başlayan batılaşma ve dönüşüm
macerası çok uluslu bir yapıdaki Osmanlı toplumunun ufkunu genişletmiş, elde edinilen
kazanımlar sonucu yetişen yeni kuşak aydınların (Genç Osmanlılar) girişimi ile 1876 yılında
I. Meşrutiyet ilân edilmiştir. Ne var ki ilk Meşrutiyet girişimi II. Abdülhamid’in müdahalesi
sonucu 1878 yılında yürürlükten kaldırılmıştır. II. Meşrutiyetin 1908 yılında ilân edilmesine
kadar sürecek olan II. Abdülhamid’in istibdat dönemi, ilk meşrutiyet sürecinde
olgunlaşmamış olan siyasi ideolojilerin ve partileşmelerin gerçekleşmesi için uygun bir ortam
sağlayacaktır. II. Abdülhamid’in mutlak monarşisine karşı ortaya çıkan muhalefet içinde en
etkini olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin subayları tarafından gerçekleştirilen başkaldırı ile
tekrar yürürlüğe giren II. Meşrutiyet dönemiyle başlayan yeni dönemde izlenen siyaset aynı
zamanda II. Meşrutiyet yönetiminin kaderini belirleyecektir.
II. Abdülhamid’e karşı muhalefet konusunda uzlaşan fakat meşrutiyetin nasıl
getirileceği ve sonrasında ülkenin nasıl yönetileceği konusunda ayrılaşan Jön Türkler
arasındaki siyasal kutuplaşma, II. Meşrutiyet sonrası uygulanan politikalar nedeniyle siyasal
bir çatışmaya dönüşmüştür. II. Meşrutiyet sonrası gerek İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin
izlediği siyaset gerek bu cemiyetle kutuplaşan muhalefetin tutumu gerekse II. Abdülhamid’in
belirsiz politik duruşu tarihimizde 31 Mart Olayı (13 Nisan 1909) olarak bilinen
ayaklanmanın ortaya çıkmasına neden olmuştur. İsyan sonrası İttihat ve Terakki Cemiyeti
tarafından hazırlanan Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelerek kontrolü eline almasından sonra
muhalefet cezalandırılmış, İttihat ve Terakki etkinliği arttırılmıştır.
Osmanlı Devleti’nin yakın tarihine damgasını vuran en önemli siyasal olaylardan birisi
olan 31 Mart Olayı nedenleri, isyan sırasında yaşanan gelişmeler ve sonuçları itibariyle
günümüze kadar süren tartışmalara kaynak olmaktadır. Bu konuda ortaya sürülen tezler
genellikle tek bir bakış açısı etrafında açıklama yapmaya çalışmaktadır. Bu ise olayın
mahiyetinin tam olarak anlaşılamamasına neden olmakta ve olaya bir muamma havası
katmaktadır. Olay çok boyutlu bir perspektiften tahlil edildiğinde görülecektir ki basit bir izah
ile açıklanamayacak kadar komplike bir yapıdadır.
31 Mart Olayı, II. Meşrutiyet sonrası ortaya çıkan siyasi kutuplaşmaların tetiklemesi
sonucu dış güçlerin de teşvikiyle ortaya çıkmış, askerler ve sonradan dahil olan cahil halk
kitlelerinin başlattığı şeriat eksenine oturmuş bir ayaklanmadır.
vi
ABSTRACT
Political, social and economic developments in the Ottoman Empire in the XIX. century
paved the way for great transformations in the traditional structure of the Empire. The
westernization and transformation adventure, which actually began with the Set of Reforms
(Tanzimat Fermanı), widened the horizon of the multinational Ottoman society, and in 1876
the First Constitutional Era was proclaimed with the enterprise of the new generation
intellectuals (Young Ottomans) However, the First Constitutional Era attempt was annihilated
by the efforts of Abdülhamid II. The Absolute Monarchy period of Abdülhamid II which
lasted until 1908, when the Second Constitutional Era was proclaimed, provided a suitable
medium for political ideologies, not mature enough during the First Constitutional Era, and
establishment of political parties. The policy followed during the new period that began with
the Second Constitutional Era, which started with the revolt of the officers in the Committee
of Union and Progress, the most effective of the opposition to the Absolute Monarchy of
Abdulhamid II, also determined the fate of the Second Constitutional Era.
The political polarization among the ‘Young Turks’, who were in harmony regarding
the opposition to Abdulhamid II, but disagreed as to how the country should be ruled, led to
political conflicts due to policies practiced after the Second Constitutional Era. The policies
followed by The Committee of Union and Progress after the Second Constitutional Era and
the attitude of the opposition to this Committee and Abdülhamid II’s uncertain political
position caused the revolt known as The 31 March Incident in our history. After the Army of
Action, organized by the Committee of Union and Progress, had come to İstanbul and
controlled the city, the opposition was punished, increasing the influence of The Committee
of Union and Progress.
One of the most important political events that mark the recent history of the Ottoman
Empire, The 31 March Incident has been a source of argument regarding its causes, events
during the rebellion and its results. Theories regarding this incident all focus on the same
angle of view. This has led to obscurity of events and caused the issue to become a dilemma.
If the incidents are examined considering many dimensions, it will be seen that the incidents
are too complex to be explained depending on a single angle of view.
Promoted by external powers, and triggered by the political polarization that surfaced after the
Second Constitutional Era, The 31 March Incident was a revolt of a religious nature started by
soldiers, later joined by illiterate citizens.
vii
ÖNSÖZ
31 Mart Olayı ortaya çıkışından günümüze kadar gelen süreçte nedenleri, isyanın
gelişimi ve sonuçları itibariyle tartışmalara konu olan bir darbe girişimidir. Osmanlı
Devleti’nde 20. yüzyılın hemen başında II. Meşrutiyet’in ilânının ardından 13 Nisan 1909 (31
Mart 1325) tarihinde ortaya çıkan bu girişim üzerine birçok spekülasyonlar üretilmektedir. Bu
bir irtica hareketi midir? Yoksa İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı başarısız bir darbe
girişimi midir? Ya da İttihatçıların yönetimi el altından ele geçirme planları sonrası ortaya
çıkan bir komplo hareketi midir? II. Abdülhamid bu girişimde ne rol oynamıştır? 20. yüzyılda
amansız bir rekabete giren İngiltere ve Almanya tarafından izlenen politikaların bu olayın
ortaya çıkında bir rolü var mıdır? II. Meşrutiyet ve devrim ideolojilerinin Osmanlı
toplumundaki yansımaları ne olmuştur? Bu tarz sorular ve bakış açılarını çoğaltmamız
mümkündür.
31 Mart olayı genellikle çok boyutlu bir hareket olmasına ve birçok nedenin
tetiklemesi sonucu ortaya çıkmasına rağmen günümüzde olay ile ilgili ileri sürülen tezlere
baktığımızda genellikle olayın bir boyutu üzerinde değerlendirme yapıldığını görmekteyiz. Bu
tarz bir açıklama girişimi de doğal olarak olayla ilgili kutuplaşmış tezlerin ortaya çıkmasına
yol açmaktadır. Bu nedenle de olay hakkında günümüze kadar süren çeşitli spekülasyonlar
üretilmeye devam edilmekte ve 31 Mart Olayı’na bir muamma havası katılmaktadır. Oysa
Olay irdelenirken, şimdiye kadar öne sürülen tezler karşılaştırıldığı ve sentez yapılmaya
çalışıldığında, bu tarz yorumların 31 Martta yaşanan gelişmeleri basite indirgediğini
görmekteyiz. Bu nedenle, yaptığım araştırmalarda daha komplike bir yapıda olduğu sonucuna
ulaştığım 31 Mart Olayı ile ilgili öne süreceğim tezimde mümkün olduğunca çok boyutlu ve
irdeleyen bir bakış açısı ile değerlendirme yapmaya çalıştım.
Günümüzde bu konu ile ilgili yazılan kaynaklara baktığımız zaman belirlediğim
sıkıntılardan diğeri de Olayda yer aldığı iddia edilen kişiler ile olay öncesi yaşanan gelişmeler
arasında bağlantıların pek irdelenmediğidir. 31 Mart Olayı basit bir adlî olay gibi veya bir
neden üzerine şekillendirilerek bir komplo girimi gibi anlatıldığında ve olayın olumlu-
olumsuz tüm şahsiyetlerinin bakış açıları verilmediğinde objektif bir bakış açısı ile sentez
yapmak mümkün olmamaktadır.
Bu nedenle, tezimi yazarken mümkün olduğu kadar olayın tüm faillerinin
değerlendirmelerini ve izledikleri siyasi çizgiyi vermeye çalıştım. Bu kişilerin bakış açılarını
verirken de onların siyasi kimliklerinin şekillenmesin de önemli bir rol oynayan hayat
hikâyelerini de vermeyi uygun buldum. Ayrıca günümüzde yapılan belli başlı yorumları da
viii
vererek ve bunları karşılaştırarak olayların akışı ile ilgili çok boyutlu bir bakış açısı sunmaya
çalıştım.
31 Mart Olayı ile ilgili süreci I. Meşrutiyet öncesinden başlatmayı uygun buldum. Zira
bu Olay çeşitli tezlerde Meşrutiyete karşı, İttihatçılara karşı, muhalefete karşı ve II.
Abdülhamid’e karşı bir girişim olarak değerlendirildiğine göre; 31 Mart Olayı ile ilgili bu dört
unsurun ortaya nasıl çıktığı ve nasıl bir siyasi gelişim gösterdiklerini göstermek, yaşanılan
gelişmelerin nedenlerinin daha iyi anlaşılmasını sağlayacaktır.
31 Mart Olayı ile ilgili olarak dönemin etkin şahsiyetlerinin ve gazetelerinin bakış
açılarını irdelemek için, anı ve biyografiler ile olayların akışı sırasında etki rol oynayan
Volkan, Serbesti, İkdam, Tanin, Mizan ve Sabah gazetelerinin yorumlarını vermeye çalıştım.
Ayrıca mecliste yaşanan gelişmeleri Meclisi Mebusan Zabıt Cerideleri aracılığıyla irdeledim.
Günümüzde 31 Mart Olayı ile ilgili yapılan birbirine muhalif görüşleri içeren kitapları kaynak
olarak kullanmayı ve bunlar arasındaki ortak-zıt görüşleri alıntı yaparak gösterme metodunu
tercih ettim. Kaynakları değerlendirirken mümkün olduğunca objektif davranma ve farklı
söylemleri olanları tercih etme yöntemi izledim. Bu şekilde yaptığım çalışma sonucu
komplike yapıdaki 31 Mart Olayı’nı çok boyutlu bir bakış açısı ile değerlendirdikten sonra
sentez yaparak tezimi yazdım.
Tez konumu seçmeme yardımcı olan, uzmanı olduğu bu konudaki bilgilerini benimle
paylaşmaktan usanmayan, Danışmanlığımı üslenerek tezimin içeriği ve metodolojisi
konusunda yardımcı olan Sayın Yrd. Doç. Dr. Salih TUNÇ hocama teşekkürlerimi borç
bilirim. Gerek yüksek lisans öğrenimin boyunca bana karşı her zaman gösterdiği anlayıştan
ötürü gerekse tezimle ilgili yardımlarından dolayı Sayın Prof. Dr. İsrafil KURTCEPHE
hocama teşekkür ederim. Yüksek lisans öğrenimim boyunca benden yardımlarını esirgemeyen
Sayın Yrd. Doç Dr. S. Haluk KORTEL hocama ve Tez Jürime katılmayı kabul edip tezimle
ilgili yapıcı eleştirilerde bulunan Sayın Prof. Dr. Fahrettin TIZLAK hocama da ayrıca
teşekkür ederim.
M. Selçuk UÇAR
Antalya, 2007
1
G İ R İ Ş
Bizans Devleti’ne komşu küçük bir Türk Beyliği olan Osmanlı Devleti bulunduğu
coğrafyadaki koşullarının elverişli olması neticesinde büyük bir devlet olmak yolunda koşar
adımlarla ilerlemiştir. Kökeni Anadolu Türkmenlerine dayanan Osmanlı Devleti’nin reayasına
genişleyen sınırlar içerisinde kalan çeşitli etnik kimliklerin katılarak kaynaşmasıyla, devlet
çok uluslu ve kültürlü bir imparatorluğa dönüşmüştür. İmparatorluk reayası Müslim-Gayri
Müslim şeklinde iki gruba ayrılmasına rağmen Osmanlı sınırları içerisinde yaşayan ve geniş
bir kültür mozaiği oluşturan halklar arasında dinsel ve kültürel bir baskı oluşturulmamış,
aksine imparatorluğa sonradan dahil olan Hıristiyan reaya arasından seçilen yetenekli kişiler
devşirilerek Sadrazamlığa kadar uzanan yönetici sınıfında yer alarak devleti bizzat yönetme
fırsatı verilmiştir.
XVI. yüzyılda Avrupa coğrafyasında yer alan devletlerde büyük değişimler meydana
gelmiştir. Rönesans ve Reform hareketleri ile kültürel ve düşünsel bir evrim geçiren
Avrupa’da skolâstik düşünce yerini pozitif düşünceye bırakmış, Ortaçağ boyunca Avrupa
halklarının düşünsel ve manevi hürriyetlerine ket vuran kilise otoritesi kırılarak laikleşme
sürecinin temeli atılmıştır. Merkezi krallıkların kurulmasına paralel olarak geçekleşen coğrafi
keşifler sonucunda ise Yaşlı Kıta, Yeni Dünya’dan gelen sömürge ganimetleriyle hızla
zenginleyerek güçlenmiştir.
XVI. yüzyılda gücünün zirvesine ulaşan Osmanlı Devleti Avrupa’daki bu gelişmelere
kayıtsız kalıp içine kapanınca uzun bir duraklama sürecinin sonucunda gerileme sürecine
girmiştir. Bu süreci önleyebilmek için yapılan ıslahatlar Avrupa’daki gibi köklü dönüşümler
mahiyetinde olmayıp, geçici askeri ve mali düzenlemeler şeklinde gerçekleştirilmiştir.
1789 yılında Fransa’da patlak veren Fransız İhtilali, sonuçları itibariyle önce Avrupa
coğrafyasında daha sonrada Dünyada XVI. yüzyıldaki gelişmelerine benzer köklü
değişikliklerin ortaya çıkmasına neden olacaktır. Uzun ve sancılı bir süreç sonrası mutlakiyete
başkaldıran devrimciler 1789 Fransız İhtilali sonrası fikirlerini yaymaya başladılar.
Cumhuriyet, Milliyetçilik, Laiklik, Ulusal Devlet, İnsan Hakları gibi yeni kavramlar Çok
Uluslu Devletler için sonun başlangıcı anlamını taşımaktaydı. Çok uluslu bir devlet
yapısındaki Osmanlı İmparatorluğu için bu devrim ideolojileri parçalanmaya giden süreci
hızlandırıcı etkiler yaratmıştır.
Avrupa devletleri 1815 Viyana Kongresi ile Fransız Devrimi ideolojilerini kontrol altına
almak için mutlakiyetin tekrar tesisini sağlayarak mevcut statükoyu korumaya çalışırken
Osmanlı Devleti yöneticileri kendilerini çemberin dışında tutabileceği yanılgısına düştü. Fakat
2
kısa bir süre sonra önce Yunanistan elden çıktı daha sonra ise dış güçlerin desteğiyle
azınlıklar organize olarak ayaklanmaya başladılar.
Artık köklü reformların kaçınılmazlığını fark eden Osmanlı Devleti yöneticileri 1839
Tanzimat Fermanı ile yeni bir dönemin kapısını geç kalmış bir şekilde araladılar. Tanzimat
dönemi siyasetten edebiyata kadar birçok alanda yeni bir rüzgâr estirmeye başladı. Avrupa’da
yetişen Tanzimat’ın genç aydınları için artık rota Avrupa’ydı ve düzen de Avrupalılaşmalıydı.
Bu amaçla başlatılan girişimler sonucunda Sultan Abdülaziz’in mutlak otoritesine karşı bir
özgürlük ve çağdaşlaşma savaşı başlatıldı. Bu süreç sonucunda önce I. Meşrutiyet ilân
edilecek ama kısa soluklu bir deneyim olarak kalacaktır ve bu kez daha güçlü bir statükocu
olan II. Abdülhamid’in mutlak monarşisi kurulacaktır. 30 yıllık bir mücadele sonrası II.
Abdülhamid’e karşı savaş bayrağı açan muhalif Jön Türkler içinde an etkini olan İttihat ve
Terakki’nin girişimiyle 1908 yılında Meşrutiyet ikinci kez ilân edilecektir. Bu süreçte karşı
bir darbe girişimi olan 31 Mart Olayı (13 Nisan 1909) ile kesintiye uğratılmaya çalışılacaktır.
Fakat Meşrutiyet için uzun bir süreçte büyük savaş vermiş devrimcilerin mutlakiyete tekrar
razı olabilmeleri artık mümkün değildir.
Osmanlı tarihinin son dönemine damgasını vuran en önemli olaylardan birisi olan 31
Mart Olayı, ortaya çıktığı günden itibaren nedenleri ve sonuçları hususunda birçok
spekülasyona neden olmuştur. Üzerinde çok yazılıp konuşulan günümüzde de tartışılmaya
devam eden hadise basit görünen bir ayaklanma girişiminden daha komplike bir yapıdadır.
Genel olarak irticai bir ayaklanma şeklinde kabul gören bu girişim, nedenleri ve sonuçları
açısından döneminde büyük bir buhrana sebep olmuştur.
Sadece 31 Mart Olayı ile ilgili süreçte yaşanılanlara bakmak ve sonuçlarını
değerlendirmek Olayın mahiyetini tam olarak görmemizi engelleyecektir. Bu şeklinde bir
yaklaşım, genel olarak kabul gören üç yaklaşımdan birinin gözüyle olaya bakmamıza neden
olacaktır. Günümüzde Olayın ortaya çıkışı ile ilgili pek çok neden arasından üçü ön plana
çıkmaktadır. Bunlardan en çok kabul görenine göre: Olay, şeriat isteyen Meşrutiyet aleyhtarı
zihniyet tarafından çıkarılmıştır. Bu görüşe karşı öne sürülen diğer tezlerden birine göre:
Olay, istibdata tekrar dönmek isteyen ve Meşrutiyet’e inanmayan statükocu II. Abdülhamid’in
düzenlediği bir karşı darbe girişimidir. Diğer varsayıma göre ise: Olay, kendi otokrasilerini
kurmak isteyen İttihatçılar tarafından düzenlenen fakat kontrolden çıkan bir komplodur.
31 Mart Olayı’nı daha iyi tahlil edebilmek için süreç öncesinde yaşanan siyasi
gelişmelerinin bağlantılarını görmemiz, 31 Mart Olayı’nda etkin rol oynayan şahısların hayat
hikâyelerini ve politik duruşlarını bilmemiz gerekmektedir. Bu şekilde, siyasal gelişmeler
ışığında 31 Mart Olayı’nın nedenlerini ve sonuçlarını daha objektif değerlendirebiliriz.
3
31 Mart Olayı’nda etkisi bulunan en önemli şahsiyeti şüphesiz dönemim padişahı olan
Sultan II. Abdülhamid’dir. II. Abdülhamid tahta çıkışından itibaren izlediği siyaset nedeniyle
Meşrutiyet düşmanı addedilecek ve 31 Mart Olayı’nda parmağı olduğu gerekçesiyle de tahtan
indirilip, sürgüne yollanacaktır. Bu nedenle II. Abdülhamid’in izlediği siyaset olayın
anlaşılmasında kilit rol oynayacaktır. II. Abdülhamid’in hayat hikâyesine bakıldığı zaman
saltanatı sırasında takınacağı dünya görüşünün nasıl şekillenmeye başladığı ve kişiliğinin
tavırlarına nasıl yansıdığı daha iyi anlaşılmaktadır.
Annesi Tir-i Müjgan Kadın Efendi olan Şehzade Abdülhamid, Sultan Abdülmecid’in
ikinci oğlu olarak 21 Eylül 1842 tarihinde Çırağan Sarayı’nda doğmuştur. II. Abdülhamid,
Sultan Abdülmecid’in peş peşe Osmanlı tahtına çıkan dört oğlundan ikincisidir. Diğerleri
1840 yılında doğan V. Murad, 1884 yılında doğan V. Mehmed Reşad ve 1861 yılında doğan
VI. Mehmed Vahdettin’dir. 11 yaşında annesini verem hastalığından dolayı kaybetmiş bu
hastalık esnasında da hastalığın kendisine sirayet etmesinden korkarak annesinin yanına
yaklaşamamıştır. Abdülhamid’e babası tarafından yakıştırılan “içli çocuk” sıfatı büyük
ihtimalle annesinin oğlunu karşısına oturtup öpmeye bile kıyamadan durmadan yüzüne
bakmasından ileri gelmiştir. Annesinin erken ölümü Abdülhamid’i şefkatten mahrum
kalmasına neden oldu. Öksüz kalması II. Abdülhamid’in içine kapanık, sessiz ve ketum bir
çocuk olarak büyümesine ve bu hanedanın diğer üyelerinden uzaklaşmasına neden oldu.
Abdülhamid’in annesi öldüğünde saray geleneklerine göre mutlaka bir üvey anneye
sahip olması icap ediyordu, Sultan Abdülmecid, çocuğu olmayan ve fakat kendisini çok sevip
beğendiği dördüncü karısı Perestu’yu Abdülhamid’e üvey anne olarak seçti1. Anne
sevgisinden mahrum oluşuna ilaveten babasının kendisine karşı soğuk davranması onu çocuk
yaşından itibaren yalnızlığa mahkûm etmiştir. Babasının belirgin ilgisizliği kişilik gelişimini
olumsuz etkilemiştir. Bu durumu kendisi şöyle açıklamaktadır: “Benim ne şartlar içinde
yetiştiğim her zaman unutuluyor. Kız ve erkek kardeşlerim sevilip şımartılırken, bilmediğim
bir sebeple babam bana iyi muamele etmezdi. Beni yalnız zavallı kardeşim Murad anlardı.
Çocukluğumdan beri ciddi bir tabiatım vardı, oyun oynamayı sevmezdim. Daha pek küçük
yaşımda beşeriyetin mevcudiyetine dair ciddi mevzular üzerinde düşünmeye başladım.
Hayalperesttim. Bu halimden dolayı, hocalarım beni azarlar babama şikâyet ederler,
muhitimdekiler beni anlamadıkları için içime kapanmıştım2“. Abdülhamid 19 yaşında iken
babası Sultan Abdülmecid’i kaybetti. Esas itibariyle içine kapalı bir çocuk olmakla birlikte,
1 Joan Haslip, Bilinmeyen Tarafları ile Abdülhamit, (Çev. Nusret Kuruoğlu), Simurg Kitabevi, İstanbul, 1964,
s.23. 2 Sultan Abdülhamit, Siyasi Hatıratım, (Haz. Ali Vehbi), Dergâh Yayınları, İstanbul, 1999, s.l55.
4
anne ve baba desteğinden mahrum olmasının, ona kendine yeterlilik ve hadiseleri metanetle
karşılama yeteneği kazandırmıştır.
Taht için uzak bir aday oluşu dolayısıyla saray çevresi de kendisine pek ilgi
göstermemiştir. Gençliği boyunca onunla az ilgilenildiğinden, normalde bir veliahdın sahip
olduğu özgürlüklerden daha fazlasına sahip olmuştur. Saray ortamını doğal bir şekilde
gözlemleme fırsatı bulmuştur. Şayet kendisi tahta aday bir kişi olsaydı çevresindeki birçok
kişi gelecek için çıkar beklediklerinden dolayı daha farklı davranabilirlerdi3.
Hocaları, genç Abdülhamid’in imparatorluğa ait her şeye karşı garip bir alaka
gösterdiğini pratik bir zekâya sahip olduğundan bahsederlerdi. Abdülhamid fevkalade zekiydi,
olağanüstü bir hafızası vardı bir okuduğunu, bir gördüğünü unutmazdı; bir söylediğini seneler
sonra hatırlardı. Bu yüzdendir ki senelerce İstanbul’da bulunmuş, saray ve padişah ile çok
münasebetleri geçmiş olan Fransız elçisi Konstant ta Abdülhamid’i “çok delikli büyük bir
zekâ” diye tasvir etmiştir4. Genç yaşından beri aktüel hadiselere karşı canlı bir alaka duyar,
hesap ve riyaziyeye de hissedilir bir şekilde temayül ve heves beslerdi. Haremde para işlerine
bakan haremağaları, küçük şehzadeyi sık sık hesap defterini karıştırarak içindekileri büyük bir
zevkle okuyup tetkik ettiğini görürlerdi5. Yine Şehzade Abdülhamid bu serbest yetişme
sayesinde bürokrasinin ve saray personelinin amansız iktidar mücadelesi tanık oldu ve tahta
çıktığında çevresindekilere kolaylıkla güvenemeyeceğini öğrendi.
Babasını 19 yaşında kaybetmesinden sonra amcası Sultan Abdülaziz’in taht törenine
katılmış ve bu törenden sonra zamanının büyük bir kısmım Dolmabahçe Sarayı dışında
Tarabya’daki bir yazlık köşkte, Kâğıthane’deki bir kasırda, annesinin Maçka’daki bir evinde
ve kız kardeşinin sarayında geçirmiştir. Bu fırsattan yararlanarak çeşitli mevkilerden Genç
Osmanlılar ve yabancılarla ilişki kurar, kendileriyle imparatorluğun sonullarını ve bunların
nasıl çözüme kavuşturulabileceğini konuşurdu6. Burada üvey annesinden kalan ve kendine
ayrılan parayla geçimini sağlamak için çeşitli işlerle uğraşmıştır. Bu sayede kendisine ayrılan
parayla kimseye muhtaç olmadan ve borçlanmadan kendisini geçindirmeyi başarmıştır.
Şehzade Abdülhamid’e çok tutumlu olmasından dolayı da Pinti Hamid lakabını takmışlardır.
Bunun yanında çok dindar olduğu ve çeşitli tarikatlarla özellikle Şazeliye tarikatıyla
ilişki içinde olduğu bilinmekteydi. İslam dinine karşı duyduğu güçlü inanç tahta çıktığında
3 François Georgeon, “II. Abdülhamid”, Osmanlı, c.II. Ankara, 1999, s.266–267. 4 Süleyman Kani İrtem, Bilinmeyen Abdülhamid-Hususi ve Siyasi Hayatı, (Haz. Osman Selim Kocahanoğlu),
Temel Yayınları, İstanbul, 2003, s.57. 5 Haslip, a.g.e., s.24. 6 Stanford J. Shaw -Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, (Çev. Mehmet Harmancı),
c.II, E Yayınları, İstanbul, 1982, s.217.
5
uygulayacağı devlet politikasında etkili olmuştur. Abdülhamid çevresindeki konuşulanları
anlamak için Çerkezceyi ve daha sonra da Arnavutçayı öğrenmiştir. Sağlığını korumak ve
enerjisini başka bir noktaya verebilmek için sporla uğraşmış, istenmeyen insan yerine
konmamak ve sarayda ki entrikaları gördüğü için fazla açık vermemek için az konuşur çok
dinler bir yapıya kavuşmuş bu dunun ilerde hükümdarlığında da devam etmiştir7.
Abdülhamid İstanbul dışına ilk gezisini 1864’de kardeşleri Murad ve M. Reşat’la
birlikte, amcası Sultan Abdülaziz’in yanında Mısır’a yaptı. 3 yıl sonra ise yine Sultan
Abdülaziz, oğlu Yusuf İzzettin ile yeğenleri Murad ve Abdülhamid’i alarak Fransa
İmparatoru Napolyon’un açmış olduğu uluslararası Paris sergisine katılmak amacıyla Avrupa
seyahatine çıkmıştır. Bu seyahatte Avrupa’nın en önemli ülkelerinden olan Fransa, Belçika,
İngiltere, Almanya, Avusturya-Macaristan’ı gezip görme fırsatını yakalamıştır.8 21 Haziran
ile 7 Ağustos 1867 arasında amcası Abdülaziz ile birlikte bir buçuk ay boyunca Avrupa’nın
en ileri ülkelerinde çağın en modern ulaştırma araçları olan buharlı gemi ve tren ile yaptığı bu
gezi onun ıslahatların zaruretini ve batılaşmanın önemini anlamasını sağlamıştır. Abdülhamid
gezi boyunca çeşitli ülkeleri karşılaştırma fırsatı bulmuştur. Avrupa’nın teknik ve örgüt
üstünlüğü karşısında Osmanlı Devleti’nin geriliğinin nedenlerini kavramaya çalışmıştır9. Çok
süratli bir tren olan Douvres ile Londra arasını iki saatte kat edilmesi Abdülhamid’i çok
etkilemişti. Bu seyahat, imparatorluktaki girişilmiş modernleştirme reformlarına yeni bir hız
kazandırmaya vesile olmuştur10. Abdülhamid gezi sonucunda, Fransa’yı bir eğlence ve
debdebe, İngiltere’yi servet, ziraat ve sanayi ülkesi olarak beğenmiştir. Almanya’nın ise
yönetimi, askeri ve disiplini hoşuna gitmişti11. On sene sonra tahta çıkan Abdülhamid,
İngiltere’de geçirdiği bir haftalık seyahatten sık sık bahsederdi. Britanya sefiri Henry Layard,
onun askeri merasimlerden ve garden partilerden vakit ayırarak İngiltere’de birçok şeyler
görüp öğrenmiş olmasına hayret etmiştir. Sefir Layard, genç Türk padişahınım İngiltere’de
yaşanan ayaklanmayı bütün teferruatlarıyla bildiğini, bu suretle meşruti kralların dahi devamlı
bir öldürülme ve darbe korkusu içinde yaşadığını görmekten az çok memnuniyet hissettiğini
anlamıştı12.
Abdülhamid şehzadeliği sırasında Beyoğlu’ndaki kahvehanelere gitmek yerine
Galata’daki bankalara gitmeyi tercih ediyordu. Bu suretle Abdülhamid Rum bankacı Zarifi ve
7 Orhan Koloğlu, Abdülhamid Gerçeği, Gür Yayınları, İstanbul, 1987, s.27. 8 Vahdettin Engin, II. Abdülhamid ve Dış Politika, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2005, s.17. 9 Engin Akarlı, “II. Abdülhamid: Hayatı ve İktidarı”, Osmanlı, c.II, Ankara, 1999, s.254. 10 François Georgeon, Sultan Abdülhamid, (Çev. Ali Berktay), Homer Kitabevi, İstanbul, 2006, s.37. 11 Koloğlu, Abdülhamid Gerçeği, s.52–54. 12 Haslip, a.g.e., s.62.
6
Ermeni borsa simsarı Assani ile bu devrede sıkı bir dostluk kurmuştur. Banka muhasebe
servislerinin havasız ve loş odalarında meşgul olmayı çok severdi. Önce çekinerek- sonra da
yavaş yavaş cesaret göstererek Galata borsasında oynamaya başladı. İlk defa bankacı
Zarifı’nin tavsiyelerine uyarak borsada yaptığı yatırımlardan çok memnun olmuştu. Bu sayede
tahta çıktığı sırada yetmiş bin lira değerinde bir servet toplamıştır13.
Ali Paşa’nın ölümünün ardından yeni sadrazamın genel af çıkarmasından yararlanan
bazı cemiyet üyeleri ülkeye geri döndüler, ancak kısa sürede iktidarın basına karşı tutumunda
çok da fazla bir şeyin değişmediğini gördüler. Dönenlerin arasında Namık Kemal14 1872’de
İbret gazetesini kurdu, ancak gazete 3 kez tatil edildiği gibi Namık Kemal’de defalarca sürgün
yedi. Bu kapatmalardan birinin sebebi Namık Kemal’in başyapıtı olan “Vatan yahut Silistre”
adındaki oyundu. Basit şekilde vatanseverlik temasını işleyen oyun, sergilendiği daha ilk
gecede seyircilerde büyük bir duygu hezeyanına yol açmış ve hem tiyatro içinde hem de
sokaklardaki insanlar Namık Kemal lehinde gösteriler yaptı. İktidarın tepkisine yol açan oyun
sonrası yazar, yine sürgüne gönderildi15.
Namık Kemal’in ideolojik ereği, Fransızların Aydınlanması geleneğinin demokratik-
liberal görüşlerini İslam’a harmanlayarak bir sentez yaratmaktı. Bu çabasında özellikle
Kuran’da geçen ”meşveret” yani danışma kavramına başvurarak parlamenter yönetimin İslam
ile çelişmediğini göstererek, parlamentoyu meşrulaştırmaya çalışıyordu. O da diğer Genç
Osmanlıların çoğu gibi amaçları ve çıkarları açısından devleti tüm toplumsal yapıyla bir
tutarken, model aldıkları batı dünyasında devlet-toplum ilişkisinin asıl ilişki tarzını
kavrayabilmiş değildi. Aydınlar, Avrupa medeniyetinin yetenek ve yaratıcılık sayesinde
yaratıldığını düşünürken toplumsal güçlerin etkisini gözden kaçırıyorlardı. Batı kurumlarını
kendi bürokratik geçmişlerinin ışığında algılamaya çalışmaları da Jön Türklerin diğer bir
yanılgılarını oluşturmaktaydı. Yeni Osmanlıların Osmanlı politik kültürüne en büyük katkıları
13 Haslip, a.g.e., s.52. 14 1840 yılında Tekirdağ’da doğan Namık Kemal Jön Türklerin öncülerinden Türk edebiyatının önde gelen şair
ve yazarlarından birisidir. Asıl adı Mehmet Kemal olan Namık Kemal Jön Türk ideologlarından ve Türk
milliyetçiliğinin önderlerinden birisidir. I. Meşrutiyet öncesinde Tasvir-i Efkâr ile yönetimi eleştirdi. Mustafa
Fazıl Paşa’nın çağrısı üzerine Paris’e kaçtı. Ali Suavi’nin Muhbir gazetesi ile yönetimi eleştiren yazılar yazdı.
Hürriyet gazetesini çıkardı. 1870 tarihinde İstanbul’a dönüp 1872 tarihinde İbret gazetesini çıkardı. Vatan Yahut
Silistre oyunuyla tekrar sürgüne gönderildi. 1876 yılında İstanbul’a dönüp Kânun-ı Esasî’yi hazırlayan kurulda
yer aldı. II. Meşrutiyet’in II. Abdülhamid tarafından tatil edilmesinden sonra tutuklanıp Midilli Adası’na sürgüne
gönderildi. 1888 yılında sürgünde bulunduğu Sakız Adası’nda öldü. Namık Kemal’in hayatı ile ilgili bilgi için
bkz: Hikmet Dizdaroğlu, Namık Kemal, Varlık Yayınları, İstanbul, 1995; http://tr.wikipedia.org. 15 Esra Atalı, 1905 Rus Devrimi ile 1908 Jön Türk Devrimi’nin Karşılaştırılmalı İncelenmesi, (Ankara
Üniversitesi Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2002, s.129.
7
“Vatan” kavramı ile tüm dini, etnik ve yerel aidiyetlerin önüne geçen tüm ulusu bir noktada
birleştiren üst kimlik yaratma çabalarıydı. Daha önce etnik ya da dinsel çerçevede kendine
sadakat ve aidiyet şekilleri geliştirmiş olan Osmanlı toplumunda tüm alt kimlikleri kendinde
toplayan “vatan bağlılık” ve “vatan sevgisi” kavramları ile formüle edilen bu üst kimlik,
Osmanlıcılık düşüncesinin de pratiğe geçirilmesini amaçlayan dev bir adımdı. Yeni
Osmanlıların öne çıkan isimlerinden biri olan Ali Suavi de Türklerin yüksek niteliklere sahip
bir ırk olduğunu ve İslam uygarlığına en büyük katkıların Türkler tarafından yapıldığını ileri
sürdü. Suavi, Namık Kemal gibi hukukun temelinin ilahi olduğunu kabul ederek demokrasi
düşüncesini İslam’la temellendirmeye çalıştı, ancak Namık Kemal’den ileri giderek zorba
iktidara isyan etme fikrini İslami bir takım gerekçelerle meşrulaştırarak savunabilmiştir16.
Böylece Namık Kemal’in İdeolojisinden ilerleyen Jön Türkler, Abdülaziz’in (daha sonra da
II. Abdülhamid’in) mutlak monarşiye dayalı iktidarına karşı meşru olduğunu düşündükleri
savaşlarını hızlandırdılar.
Şehzadeliği sırasında Genç Osmanlılar Cemiyeti üyeleri ile bir araya gelmeye başlamış
ve bunların tertipledikleri toplantılara katılmıştır. Genç Osmanlılardan Namık Kemal; V.
Murad, II. Abdülhamid ve Reşad ile ilişki içerisinde idi. Abisi veliaht V. Murad bu örgüte üye
iken II. Abdülhamid her zaman mesafeli kalmış fakat alakasını da kesmemiştir. Bu mesafe
ihtiyattan kaynaklandığı gibi abisi veliaht V. Murad’ı geçmeme düşüncesinden ileri gelmiş
olabilir. Genç Osmanlılar Cemiyeti üyeleri de şehzade Abdülhamid’e hep ihtiyatlı
davranmışlardır17. Bu nedenle İttihatçılar Meşrutiyeti kabul etmeyen Abdülaziz yerine
kendilerine daha yakın gördükleri V. Murad’ı tahta geçireceklerdir. Abdülhamid’in Genç
Osmanlıların eylemlerine tanık olması ve amcası Sultan Abdülaziz’in ise bu durumlardan
haberdar olmadığını görmesi ileride herkese karşı paranoyaya yaklaşan şüpheli tavırlar
takınmasına neden olacaktır. Sultan Abdülhamid’in en belirgin özelliklerinden biri de
kendisine anlatılanları uzun bir müddet sabırla dinlemesi ve iyice düşünüp karar vermesiydi.
Sultan Abdülaziz’in oğlu Yusuf İzzettin’i tahta çıkarmak istemesi ve Osmanlı veraset
sistemine göre kendisinden büyük abisi V.Murad veliaht olması nedeniyle II. Abdülhamid
tahta aday olarak bile görülmemiş, bu nedenle pek önemsenmemişti. Üstelik V. Murad ile
Genç Osmanlılar arasında daha yakın bir siyasal birliktelik vardı. Genç Osmanlılara göre
ülkeye Meşruti düzen getirilirse ülke çökmekten kurtulabilirdi. Bu yüzden mutlakiyetin
temsilcisi Sultan Abdülaziz’i tahttan indirmek için siyasal ortam aramışlardır. Bekledikleri
siyasal güç dengesi 1875’de dış borçların faizlerinin yarısı kadarının ödenmesinin
16 Atalı, a.g.e., s.129-130. 17 Koloğlu, Abdülhamid Gerçeği, s.48.
8
durdurulacağının devletlere bildirilmesi ve Balkanlarda Müslüman-Hıristiyan halk
çatışmalarının Avrupa’da Hıristiyan katliamı şeklinde yankı bulması ile ortaya çıkmıştır.
Mithat Paşa, Rüştü Paşa, Hüseyin Avni Paşa, Süleyman Paşa ve şeyhülislam arasında kurulan
beraberlikle Mayıs 1876’da başarılı bir darbe sonucu Genç Osmanlılar Cemiyeti üyeleri
Sultan Abdülaziz’i tahtan indirmişlerdir. Yerine ise Meşrutiyet’i ilân etmesi şartıyla veliaht
Murad’ı, V.Murad sanıyla tahta çıkarmışlardır. Sultan V. Murad tahta çıktıktan sonra Genç
Osmanlılar tarafından önceden planlandığı üzere Meşrutiyet hazırlıklarına başlanmıştır.
Sultan Abdülaziz’in şüpheli intiharı ve bu olaya tepki olarak Çerkez Hasan’ın 14
Haziran’da toplanan hükümet toplantısını basarak Hüseyin Paşa’yı öldürdüğü için idam edilip
dört gün boyunca asılı tutulması V. Murad’ın akli dengesinin bozulmasına neden oldu.
Hükümranlığının ilk iki haftası boyunca Sultan Murad’ın davranışları öyle garipleşmiştir ki,
Eyüp’te yapılacak geleneksel kılıç kuşanma töreninin ertelenmesi zorunlu hale geldi.
Bizans’ın yıkılmasından bu yana kılıç kuşanmadan padişah olan tek kişi de V. Murad oldu.
Tahta çıkışından dokuz hafta sonra, usta bir İngiliz gazetecisi 35 yaşındaki sultanı şöyle tarif
ediyordu: “Hipnotize olmuş gibi kanepede hareketsiz ve sessiz oturuyor, uzun gün boyunca
bıyıklarını ve sakalsız çenesini sıvazlayıp tahttan çekileceği günü düşünüyor ve kendi
omuzlarına çok ağır gelen bu yükü kardeşlerinden hangisinin omuzlayabileceğini hesaplıyor.”
Günler geçip kriz daha da geliştikçe bu yükü taşımak gerçekten pek zorlaşıyordu. 17
Ağustos’ta Sir Henry Eliot, tanınmış bir Avusturyalı sinir hekiminin18 Dolmabahçe’ye yaptığı
ziyareti şöyle tarif etmektedir: “Söylendiğine göre ‘sultan zaten kronik alkolizmden
muzdaripken’, bir de son geçirdiği duygusal fırtınadan etkilenmiş durumdaydı. İçki içmemesi
sağlanırsa, tam bir dinlenmeyle iyileşebilirdi.” Ama anayasa bekleyenlerin de çok acelesi
vardı. Sultanın deliliği nedeniyle üç ay sonra tahttan indirileceğine dair bir fetva hazırlandı.
Şiddet kullanılmadı. V. Murad’ın küçük kardeşi Abdülhamid zaten Mithat Paşa’ya reformları
destekleme sözü vermişti. 31 Ağustos 1876’da II. Abdülhamid padişah ilân edildi. Tahttan
indirilen Murad, Çırağan’a gönderildi ve orada ‘modernleştirilmiş bir kafes’e girdi. Ölümüne
dek 28 yıl bu kafeste yaşadı19.
II. Abdülhamid 34 yaşında, 34. Osmanlı padişahı olarak tahta çıktı. Bu sırada
Balkanlardaki karışıklıklar artmış İngiltere ve Rusya Osmanlı Devleti’nin iç işlerine
karışmaya başlamıştır.
18 Genç Osmanlılar Viyana’dan uluslararası ünlü Dr. Leidersdorf’u getirterek Sultanı tedavi ettirmek
istemişlerdir. Gelen Doktor Sultanı iyileştirmek için 3 aylık bir süre istemiştir. 19 Alan Palmer, Son Üç Yüz Yıl Osmanlı İmparatorluğu, İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2003, s.150–151.
9
Bulgaristan’da yaşanan karışıklıklar ile Osmanlının Hıristiyan katliamı yaptığı izlenimi
doğdu ve Bosna-Hersek isyanını sonrası çıkan Sırp Savaşı sonrası Rusya’nın başını çektiği
büyük devletlerin müdahalesi gündeme gelince İngiltere’nin girişimi ile 23 Aralık 1876
tarihinde İstanbul’da Tersane Konferansı açıldı. Konferans öncesi Sırbistan’ın özerkliğinin
genişletilmesi ve Bulgaristan’ın yarı özerk haline getirilmesi istekleri gündeme gelince, II.
Abdülhamid, İstanbul’da Balkan sorununu çözmek için büyük devletler tarafından düzenlenen
Tersane Konferansı’nın doğuracağı olumsuz sonuçları önlemek maksadıyla Genç
Osmanlılarla beraber acele bir anayasa hazırlığına girişti. Osmanlı yönetimi bu hedeflerin
önüne geçebilmek için İstanbul Konferansının açılış günü olan 23 Aralık 1876 tarihinde I.
Meşrutiyeti ilân etti. Hazırlanan Kânun-u Esasî’nin birinci taslağı Namık Kemal tarafından
padişaha sunulmuştur. II. Abdülhamid, Said Paşa’ya Fransız anayasalarını (1814-1830-1875)
çevirttirmiş, nazırlarına Osmanlıya uyarlatarak ikinci taslağı oluşturtmuştur. Taslaklar
üzerinden hazırlanacak Kânun-u Esasî için bir komisyon toplanmıştır.
Cemiyet-i Mahsusa adındaki bu kurul 2 asker 16 sivil bürokrat (üçü Hıristiyan) ve
ulemadan 10 kişi olmak üzere toplam 28 üyeden meydana geliyordu. Komisyon, önceki
taslaklardan ve bazı yabancı anayasalardan (Belçika, Polonya. Prusya vb.) da yararlanarak asıl
anayasa tasarısı hazırlanmıştır. Mithat Paşa’nın başkanlığındaki Heyet-i Vükelâ’dan geçen
metin II. Abdülhamid tarafından onaylandıktan sonra 23 Aralık 1876 yılında top atışları ile
halka ve konferansı düzenleyen devletlere ilân edilmiştir.20 Kânun-u Esasî’nin ilânından sonra
mebus seçimleri yapılmış ve Sultan II. Abdülhamid 19 Mart 1877’de Meclis-i Mebusan’ı
açmıştır.
Bülent Tanör ilk anayasadaki özgürlüklerin önündeki engelleri şu şekilde
yorumlamaktadır: “Padişah, ‘hükümetin ehemmiyetini ihlal ettikleri’ bir polis soruşturması
sonucu anlaşılanları sürgüne yollama yetkisi veren 113. Madde, kişi güvenliğini derinden
sarsmaktadır. Din ve düşünce özgürlüklerine gelince; Kanun-ı Esasî, din ve ibadet
özgürlüğünü tanımakta, düşünce özgürlüğünden söz etmediği gibi, basın ‘kanun dairesinde
serbesttir’ şeklinde kaypak bir hüküm de getirmektedir. Kanun-ı Esasî yalnız içeriği
20 23 Aralık 1876 (7 Zilhicce 1293) tarihinde kabul edilen Kanun-u Esasî’nin önemli maddeleri şunlardır:
“Devleti Osmaniye memalik ve kıtaatı hazırayı ve eyalatı mümtazeyi muhtevi ve yek vücud olmakla hiçbir
zamanda hiç bir sebeple tefrik kabul etmez(m.1). Devleti Osmaniye’nin payı-tahtı İstanbul şehridir ve şehri
mezkurun sair biladı Osmaniye’den ayru olarak bir güne imtiyaz ve muafiyeti yoktur(m.2). Saltanatı Seniyei
Osmaniye hilâfeti kübrayı İslâmiyeyi haiz olarak Sülalei Âli Osmandan usulü kadimesi veçhile ekber evlada
aittir(m.3). Zatı Hazreti Padişahi hasbel hilâfe dini İslâmın hâmisi ve bilcümle tebeai Osmaniyenin hükümdar ve
padişahıdır(m.4). Zatı Hazreti Padişahinin nefsi hümayunu mukaddes ve gayri mesuldür(m.5).” Düstur, Birinci
Tertip, c.IV, Matbaa-i Âmire, Dersaadet, 1329, s.1-40.
10
bakımından değil, güvence ve yaptırımlar bakımından da gerçekten meşruti(anayasal) bir
sistem getirmiyordu. Uygulama da bunu ortaya koymuştur 21.”
Fakat Meşrutiyet’in ilânı istenilen sonucu doğurmamış, büyük devletler emperyalist
amaçları doğrultusunda yapılan köklü rejim reformuna kayıtsız kalmayı uygun bulmuşlardır.
Tersane Konferansı’nın kararları Meclis-i Mebusan tarafından reddedilmesi üzerine İngiltere
önderliğinde toplanan Londra Konferansı’nda kabul edilen Osmanlı Devleti’nden Balkanları
koparmaya yönelik 12 Nisan 1877 yılında hazırlanan Londra Protokolü de Mithat Paşa ve
meclisçe kabul edilmedi. Bunun üzerine Rusya Londra Protokolü kararlarını kabul ettirmek
için 24 Nisan 1877 tarihinde Osmanlı Devleti’ne savaş ilân etmiştir. Böylece 93 harbi olarak
tarihe geçen 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı başladı ve savaş sonucunda Osmanlı Devleti ağır
bir yenilgi aldı.
Mithat Paşa’nın fiilen diktatör konumuna yükselmesi ve Rusya’ya karşı denetimsiz bir
savaş politikası izlemesi, II. Abdülhamid ile kısa sürede çatışmasına yol açtı. II. Abdülhamid,
daha Meclis açılmadan önce Mithat Paşa’yı 15 Şubat 1877’de görevinden aldı ve onu aynı
gün (evine dahi uğramasına izin verilmeden) bir gemiyle İtalya’daki Brindisi’ye sürdü. II.
Abdülhamid bu şekilde en büyük düşmanından kurtulmuş oldu. Mithat Paşa’nın yerine II.
Abdülhamid en güvendiği adamlardan biri olan İbrahim Ethem Paşa sadrazam olarak
atandı22. Bir süre Avrupa’da kalan ve ertesi yıl Girit’e dönmesine izin verilen Mithat Paşa,
Aralık 1878’de affedilerek Suriye valiliğine atandı, ancak İstanbul’a gelmesi kesinlikle
yasaklandı. Siyasi faaliyetlerine Suriye’de de devam ettiğine dair kuşkular üzerine 1880’de
Aydın (İzmir) valiliğine gönderildi. 5 Mayıs 1881’de konağının bir askeri birlikçe sarılması
üzerine Fransız konsolosluğuna sığındı. Üç gün sonra hükümetin güvence vermesi üzerine
teslim oldu. İstanbul’a getirilerek sarayda kurulan Yıldız Mahkemesi tarafından yargılandı. 93
Harbi’ne engel olamadığı ve devrik Sultan Abdülaziz’in öldürülmesiyle suçlanarak idama
mahkûm edildi. Mithat Paşa’nın cezası II. Abdülhamid tarafından cezası ömür boyu
kalebentliğe çevrilerek, Arabistan’daki Taif Kalesi’ne sürgüne göndermiştir. Üç yıl kadar
burada yaşadı ve işkence gördü. İngilizler tarafından kaçırılacağını haber alan Hicaz Valisi
Osman Nuri Paşanın emriyle, 8 Mayıs 1884 gecesi, kaldığı odayı basan Berber İsmail
adındaki bir asker tarafından boğularak öldürüldü. Fakat Mithat Paşa’nın Taif’te zindanda 8
Mayıs 1884 tarihinde muhafızlar tarafından boğularak öldürülmesi, olayda padişahın parmağı
olduğu kuşkusu doğurmuştur. Bu iddialara rağmen 1909 Yıldız baskınından sonra araştırılan
21 Bülent Tanör, “Anayasal Gelişmelere Toplu Bir Bakış”, TCTA, c.1, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.20. 22 Kemal H. Karpat, “I. Meşrutiyet Dönemi ve Sultan II. Abdülhamid’in Saltanatı (1876-1909)”, Türkler, c.XII,
Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s.875.
11
Yıldız Sarayı evrakı arasında dahi kanıt bulunamamıştır. Başı daha sonra II. Abdülhamit'in
isteği ile kesilerek İstanbul'a getirildi. Kemikleri Demokrat Parti yönetiminin kararıyla 26
Haziran 1951 tarihinde İstanbul’da Hürriyet-i Ebediye Tepesi’ndeki Abide-i Hürriyet Anıtı
yanına defnedildi.23.
Mithat Paşa gibi Osmanlı tarihinde önemli bir yer teşkil etmiş olan siyasetçinin ve Jön
Türklerin ideolojik liderinin öldürülmesi konusunda II. Abdülhamit kendini savunma ihtiyacı
duymuştur. II. Abdülhamid, Mithat Paşa’nın sadrazamlıktan azline ilişkin şu yorumu
yapmaktadır: “şunu temin ederim ki Mithat Paşa idareli ve tedbirli bir sadrazam olsaydı hiç
olmazsa Rus muharebesinin sonuna kadar sadarette kalırdı. Hâlbuki ilk günden başlayarak
bana bir amir, bir vasi kesildi. Üstelik tutumu da Meşrutiyetten çok, despotluğa yakındı24.” II.
Abdülhamid, Mithat Paşa’nın öldürülmesinde parmağı olmadığını şu şekilde iddia
etmektedir: “Mithat Paşa’nın amcam sultan Abdülaziz’ in ölümünde suç ortağı olmasını
bağışlarım da, bir Osmanlı veziri ve sadrazam olarak yabancı bir devletin hizmetinde
bulunmasını asla bağışlayamam! Çünkü tutuklanacağı sıradaki tutumu ve İngiliz
Konsolosluğu’na sığınmak istemesi, kime güvendiği ve kimin hizmetinde olduğunu açıkça
ortaya koymuştur! Böyleyken, valilikleri sırasında, devlete ettiği hizmetleri hatırlayarak idam
cezasını hapse çevirdim. Onun ölümünden beni sorumlu tutmak istiyorlar, tutsunlar. Yarın
huzuru Rabbi-ül Alümin’e vardığımızda yüzüm ak, alnım açıktır. Olsa olsa Tanrım, devletine
ihanet eden bir sadrazamı bağışladığım için bana hesap sorabilir. Ben, Rabbim’ in bu yoldaki
cezasına razıyım25.” Ayrıca II. Abdülhamid hürriyet kahramanının katlinden sorumlu
olmadığını şu şekilde açıklamaya çalışmaktadır: “Mithat paşanın ölümünden aşağı yukarı on
yıl sonra, Avrupa da basılmış Türkçe bir kitapta nasıl öldürüldüğü konusunda ayrıntılı bir
bilgi var ve bazı isimler açıklanıyor. Bu kitabın yazdıkları doğru ise, suçu işleyenler arasında
bana nispeti olan kişilerin bulunmaması da gösterir ki, o meselede benim ilgim yoktur. Bu bir
gerçektir ki, Mithat Paşa’dan her zaman çekindim. Fakat o kadar ünlü bir insanı hatta
mahkemeden idamına hüküm olunduğu bir zamanda bile mahkeme kararını icra ettirmeyecek
kadar korumaya layık görmüşken, sonra niçin ve ne menfaat umarak öldürteyim? Düşmanımı
şehitler sırasına çıkarmak benim menfaatime elbette aykırı olurdu. Haydi, beni karalayan bu
iftirayı olmuş sayarak olduğu gibi ve tamamen kabul edelim. Size kaç halife göstereyim ki,
çekindiği veya çekiştiği kimseleri bir anda yok etmişlerdir. İslam halifelerinin en
23 Mithat Paşa’nın hayatı ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Hıfzı Topuz, Taif’te Ölüm, Remzi Kitapevi, İstanbul,
2000 ; Bekir Sıtkı Baykal, Mithat Paşa-Siyasi ve İdari Şahsiyeti, Ziraat Bankası Yay., İstanbul, 1964 ;
http://tr.wikipedia.org. 24 İsmet Bozdağ, Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005, s.20. 25 Bozdağ, a.g.e., s.46.
12
büyüklerinden biri olan halife Abbas, Mansur’a, Devaniki hanedanının velinimeti olan Ebu
Müslim Horasani’yi idam ettirmedi mi? Harun Reşit, o kadar sevdiği Cafer-i Bermeki’yi idam
etmekle kalmayıp akrabasına ettiği zulüm, benim Mithat Paşa’ya davranışlarımdan daha mı
hafiftir? Özellikle ben, Mithat Paşa’nın umulabilecek saldırısına yalnız ihtiyat tedbiri almakla
yetindim. Adamlarına hiç dokunmadım ve ailesine müstafi maaşlar verdirdim. Yetiştirdiği
vezirlerden Abdurrahman ve Halil Rıfat Paşalar gibi işe yarayanları, taa sadaret makamına
kadar çıkardım26.”
II. Abdülhamid Mithat Paşa’nın devrimci fikirlerinin yanlışlığını ise kendince şu şekilde
açıklamaktadır: “Mithat Paşa temelde Al-i Osman’a karşı, Kemal Bey (Namık Kemal) Al-i
Osman’dan yana idi. Hanedan’a büyük saygısı vardı. Bütün ıslahat düşüncelerini bu
hanedanın iradesi içinde gerçekleştirmek istiyordu. Buna karşılık Mithat Paşa, bir fırsatını
bulup Hanedan’ı devirmek ve yerine kendisi geçmek fikrindeydi. Tuhaftır, Mithat Paşa’nın
bir akşam ‘Al-i Osman’ın yerine Al-i Mithat gelse ne lazım gelir?’ dediğini ertesi günü gelip
bana haber veren Kemal (Namık) Bey’dir27.”
Sonuç olarak denilebilir ki Mithat Paşa bazı siyasi yanlışlıklar yapmış olsa bile,
Osmanlı Devleti için yeni ufuklar açmış, mutlak monarşi ile savaşan devrimci bir kişidir.
Onun açtığı yoldan ilerleyecek olan İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin başını çektiği Meşrutiyet
taraftarı ve mutlak monarşi aleyhtarı olan muhalefet, ikinci bir devrim gerçekleştirerek,
Meşrutiyeti ikinci kez getireceklerdir. Anayasanın mimarı Mithat Paşa, Jön Türklerin
ideolojik lideri olmuştur. Jön Türk devrimini hazırlayanlar için bir özgürlük savaşçısı olan
Mithat Paşa’nın itibarı II. Meşrutiyet’in ilânı ile iade edilmiş ve kahramanlaştırılmıştır.
Mithat Paşa’nın görevden alınarak sürgüne yollanması Meşrutiyetçi-mutlakiyetçi
kutuplaşmasının tekrar alevlenmesine yol açacak gelişmelerin başlangıcını oluşturmaktaydı. I.
Meşrutiyet’in sembolü olmuş bir siyasetçinin bu şekilde etkisizleştirilmek istenmesi
beraberinde büyük tepkileri getirecektir. Artık II. Abdülhamid ile Meşrutiyet taraftarları siyasi
çatışmaya girmeye başlıyor ve 93 Harbi sırasında alınan büyük yenilginin faturasının rejime
mi yoksa iktidara mı çıkartılacağı tartışması başlıyordu.
II. Abdülhamid ardından 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı’nı gerekçe göstererek Haziran
1877’de Meclis-i Mebusan’ın çalışmalarını durdurdu. Ocak 1878’de meclisi yeniden
topladıysa da kendisine mecliste ağır eleştiriler yöneltildi. Mecliste azınlıkların kendi ayrımcı
propagandalarını savunacakları bir kürsü elde ederek siyasal açıdan güçlenmeleri, mebusların
önce savaşa girilmesi için sultana baskı yapması ve ardından da yenilginin faturasını II.
26 Bozdağ, a.g.e, s.22-23. 27 Bozdağ, a.g.e., s.47-48.
13
Abdülhamid’e çıkarmaları, Yıldız yönetiminin Meşrutiyet’e tepki almasına neden olmuştur.
Abdülaziz gibi komployla tahtan indirileceğini düşünen II. Abdülhamid, 14 Şubat 1878’de
Meşrutiyet’in ülkeyi uçununa sürüklediği ve ülkenin meşruti monarşiye hazır olmadığı
gerekçesi anayasanın kendisine verdiği yetkiye dayanarak meclisi süresiz tatil etmiştir. Ama
yönetimsel açıdan etkin bir rolü olamayan Âyan Meclisi’ni kapatmadı. I. Meşrutiyet’in
kaldırılması ile birlikte Saray merkezli bir yönetime geçmiş ve II. Abdülhamid’in muhalifleri
tarafından istibdat rejimi olarak adlandırılacak otuz yıllık bir mutlak monarşi dönemi
başlamıştır. Böylece Kısa soluklu Meşrutiyet rejiminin kapanmasıyla bilindik ve alışık oluna
yeni bir dönem açılıyordu. Fakat bu yeni dönem artık kolayca kabullenilemeyecektir. Çünkü
devir değişmiş Osmanlı toplumunun beklentileri değişmiştir.
14
I. BÖLÜM
1. 31 MART OLAYI’NIN ZEMİNİNİ HAZIRLAYAN GELİŞMELER
Osmanlı tarihinde 31 Mart Olayı olarak bilinen 13 Nisan 1909 tarihinde meydana gelen
iktidara ayaklanma hareketinin zemini, II. Meşrutiyet’in ilânından önce II. Abdülhamid’in
mutlak monarşi rejimine karşı muhalefet eden cemiyetler ve kişiler arasında ortaya çıkan
görüş ayrılığı ile hazırlanmaya başlanmıştır. Muhalif cemiyetlerin ve şahısların ortak hedefi
olan meşruti monarşinin 1908’de tekrar yürürlüğe girmesinden sonra ortaya çıkan siyasal
atmosferde, II. Abdülhamid’in köşeye çekilmesiyle, devrimi gerçekleştiren İttihat ve Terakki
Cemiyeti ile diğer muhalifler arasında yeni bir iktidar savaşı başlamıştır. İttihatçıların
izledikleri siyaset ile muhaliflerin tutumu 31 Mart Olayı’nın tetiklemesini yapmıştır. İttihat ve
Terakki Cemiyeti ile muhaliflerin II. Meşrutiyet mücadelesi sırasında izledikleri siyaset, Jön
Türk Devrimi sonrası ortaya çıkan siyasi atmosfer ve 31 Mart Olayı’na karışan etkin
muhaliflerin politik duruşları 31 Mart Olayı’nı doğuran başlıca nedenler olmuştur. Jön Türk
Devrimi mutlak monarşiye karşı Meşrutiyet’in getirilmesi için yapılmışken, 31 Mart
Olayı’nda meşruti monarşiye karşı mutlak monarşiye dönme yönünde bir eğilim de baş
göstermiştir.
1.1. I. Meşrutiyet’in İlgası ve II. Abdülhamid’in Mutlak Monarşi Dönemi
Devletin başında bulunan ve yönetim erkini elinde tutmaya çalışan II. Abdülhamid ile
yeni düzeni savunan Meşrutiyetçiler arasında başlayan 93 Harbi yenilgisinin sorumluluğu
suçlamaları faturanın Meşrutiyet rejimine kesilmesi ile sonuçlanacaktır. Kısa soluklu
tecrübesinde Meşrutiyet rejimi anlaşılamamış, siyasi yanlışlıkların ve ayrılıkçı faaliyetlerin
istismarına uğrayarak tekrar tek hedef konumuna gelmiştir. Jön Türklere göre Meşrutiyet’in
uygulanması devletin parçalanmasını önleyecek tek kurtuluş yoluyken II. Abdülhamid’e göre
de mutlak monarşinin uygulanması imparatorluğun unsurlarını bir arada tutabilecek tek
çareydi. Bu anlayış farkının yeni bir Meşrutiyet savaşının başlatması kaçınılmaz olacaktır.
93 harbi öncesi ve sonrası yaşayan siyasal gelişmeler neticesinde Sultan II.
Abdülhamid’in Meşrutiyet yönetimi hakkındaki görüşleri değişmiştir. Hatıra defterinde
Meşrutiyet ile ilgili düşüncelerini şu sözlerle açıklamıştır: “Meşrutiyet yönetiminin her
millete, her ulusal bünyeye yaramayacağım sanırım. O vakit, faydalı olamayacağım sanırdım,
şimdi ise, zararlı olduğu kanısındayım.” “Meşrutiyetle idare edilebilmek için, memleketimiz
15
kâfi derecede olgun değildir. Bu bizim için bir felaket olur; çünkü bu idare bütün fertler
arasında eşitliği icap ettirir. Biz de ise böyle bir şey düşünülemez. İmparatorluğumuz,
Türklerden, Araplardan, Rumlardan, Ermenilerden vs. teşkil etmiştir. Bu unsurlar kazai
istiklallerinden ve kiliselerini kendi idare temel hakkından vazgeçmek istemezler. Bundan
başka müşterek bir dilimiz olmadığı da malumdur. Gene bu unsurlardan hiçbirisinin
anadilinden vazgeçip Türkçeyi resmi dil olarak kabul etmeyeceği de aşikârdır. Bu şartlar
altında Osmanlılarda milli his nasıl köklenebilir? Zaten Hıristiyan tebaamız büyük devletlerle
işbirliği yapmaktadır. … Bizim Jön Türkler hayalperesttirler, çünkü bizde Kânun-u Esasî’yi
ve meşruti hükümeti ilân etmek, umumi bir karışıklığı davet etmek ve herkesi birbirine
düşürmek demektir28.” Sultan II. Abdülhamid merkeziyetçiliği benimsemiştir. II.
Abdülhamid’e göre Merkeziyetçilik, mutlakıyetin doğal bir sonucu ve yönetimine karşı iç ve
dış odaklı meydan okuyuşlara karşı koyacak zorunlu bir araçtı.
II. Abdülhamid Meşrutiyet meclisinin azınlık haklarını savunan çok uluslu yapısının
zararlı olduğunu şu şekilde ifade etmektedir: “Söyledim yine söyleyeceğim, anlattım, yine
anlatacağım, düşünmüyorlar mıydı ki Osmanlı ülkesi birçok milletlerin bir araya meydana
gelmesinden meydana gelmiştir. Böyle bir ülkede Meşrutiyet, ülkenin unsuru aslisi için
ölümdür, İngiliz parlamentosunda bir Hintli, Afrikalı, Mısırlı, Fransız parlamentosunda bir
Cezayirli mebus var mıydı ki, Osmanlı Parlamentosu’nda Rum, Ermeni, Bulgar, Sırp, Arap
mebusu bulunmasını istemeye kalkıyorlar! Hayır, bunca okumuş, düşünmüş, kendisini
davasına vermiş vatan evladının cibilliyetsiz çıkacağını kabul edemem! Sadece aldanırlar,
derim. Aldanırlar ama cezalarını kendilerinden çok, aldanmayan milyonlarca masum vatan
evladı çekti; hem öldüler, hem vatandan oldular!29”
II. Abdülhamid’e göre ülke Meşrutiyet için hazır değildi, ülkeyi kurtaracak tek yol çok
kafadan çıkan muhalif sesler yerine kararlı bir yönetimi sağlayan mutlak monarşi tesis
edilmeliydi. Bu nedenle Sultan şu sözü söylemiştir: “Artık liberal kurumlarla ıslahat yapmak
isteyen babam Abdülmecid’i örnek almakla yanılgıya düştüğümü arıladım. Büyükbabam
Sultan Mahmut’un izinden yürüyeceğim. Ben de şimdi onun gibi Tanrı’nın konuna görevini
bana verdiği insanları ancak zor kullanarak harekete geçireceğimi anladım30.”
I. Meşrutiyet askıya alınması konusunda günümüzde de kabul edilen genel yargının
aksine Nihal Atsız yazdığı Türk Ülküsü adlı kitabında oldukça farklı bir yorum yaparak, II.
Abdülhamid istemeyerek de olsa ilân ettiği Meşrutiyet’in Osmanlı Devleti’nde neden
28 Abdülhamit, a.g.e., s.86. 29 Bozdağ, a.g.e., s.61. 30 S. J. Shaw – E. K. Shaw, a.g.e., s.265.
16
yaşayamayacağını şu farklı yorumla açıklamakta: “İlk Meşrutiyet Meclisi’nin Hıristiyan
mebusları Türkiye’nin bir an önce parçalanması için Ruslarla savaşa şiddetle taraftar
olmuşlardı. Ve hakikaten de imparatorluğun dağılmasına ramak kalmıştı. Sultan Hamid, bunu
gördükten sonra, zaten Meşrutiyet’i devam ettirseydi, hata etmiş olurdu. Gayr-ı Müslim
mebuslarla birlikte dışarıdan körüklenen Arap ve Arnavut milliyetçilerine de set çekmek
üzere Meclis’in kapatılması Sultan Hamid’in en büyük başarı ve hizmetidir31.”
II. Abdülhamid, 93 Harbi ile Hıristiyan reayasını elinde tutamayacağını görünce, dindar
yanını sultan olduğu zaman elde ettiği halifelikle birleştirerek “ümmetçilik” politikası
izlemeye başladı. Böylece tüm Müslümanları halifelik şemsiyesi altında toplayabileceğini
düşünüyordu. Fakat bu politikası Osmanlı aydınları tarafından benimsenen Batıcılık ve
Türkçülük siyasetleri ile bağdaşmıyordu. Sultan ise Batıcılık politikası savunanlara şu sebeple
karşı çıkmaktaydı. Ona göre batının “fikri” ve “teknik” olmak üzere iki temel ayağı vardı.
Osmanlı Devleti’nin batıdan teknik anlamda geri olduğunu kabul ediyor ve batıdan tekniğin
alınarak Osmanlıya uyarlanmasını istiyordu. Batının fikri yönü ise Osmanlı toplumu için bir
zehirdi ve kesinlikle uzak durulması gerekliydi.
II. Abdülhamid bu suretle ıslahat yapılırsa gelecek nesiller için yeni bir medeniyet
zemini hazırlanmış olarak, bu yeni medeniyetin Batı Medeniyeti’nden Doğu Medeniyetine
Osmanlı Devleti’nin ve İslam’ın bünyesine uygun şeylerin alınmasıyla ortaya çıkacağını
belirtmektedir. Sultan Abdülhamid’in yanılgılarından biri de burada olmuştur. Çünkü
medeniyet kavramı bir bütündür. Bunun yalnız tekniği alınıp fikriyatının alınmaması zordur.
Neticede teknik, düşünce tarzının sonucudur32.
Sultan Abdülhamid bu süreçten sonra görüldüğü üzere Batı’da “aydın despotizmi” adı
verilen siyasal görüşün siyasal teorisini oluşturan “kameralizm” yolunu seçerek tekelinde
toplamak istediği gücü parçalayan kurumlan ortadan kaldırmıştır. Abdülhamid’in bu yolla
elde etmek istediği, merkezden idare edilen, bütün birimleri birbirinin eşi bir devlet yapısı
kurmaktı. Abdülhamid böylece devleti güçlendirebileceğini düşünüyordu. Fakat devletin
tamamen güçlendirmesi için güçlü ve problemsiz bir orta sınıfa ihtiyaç vardı. Abdülhamid, bu
bakımdan öncelikle devletin görevinin tebaaya eğitim ve ticareti kolaylaştırıp, onları koruyup
birer üretici haline getirmek olduğunu düşünüyordu. Bu yolla elde edilen vergilerden de yeni
tipte bir ordu kurarak, bürokrasiyi ve genel olarak devlet kurumlarını güçlendirmek
istiyordu33. 31 Hüseyin Nihal Atsız, Türk Ülküsü, İstanbul, 1956, s.141–142. 32 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c.VIII, TTK Yayınları, Ankara, 1996, s.254-255. 33 Şerif Mardin, “19.yy’da Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, TCTA, c.II, İletişim Yayınları, İstanbul,
1985, s.342.
17
Tarık Zafer Tunaya, Osmanlı bürokrasisinde ve devlet kurumlarında yaşanan süreci şu
şekilde yorumlamaktadır: “Anayasal çizgi dışında, olumsuz ve fiili olarak, kurulmuştur. Bu
oluşumun adına “Yıldız Rejimi” denilebilir. Özelliği garip bir ikilemi yansıtmaktadır. Gerçi
sadrazam ile vükela yasal varlığa sahiptirler. Hukuksal açıdan, padişah ile heyet-i vükela
yürütme organıdır. Fakat asıl ve gerçek yürütme Yıldız Kararilla’sıdır(saray takımı). Padişah
ikinci ve etkin gücü sarayda kurmuştur. Heyet-i vükela’dan istediklerini elde edemeyen
elçiler, Yıldız’a başvurmayı adet etmişlerdir34.”
Sultan II. Abdülhamid tarafından tekrar başlatılan mutlak monarşi devri, istibdat taraftarı
Abdülaziz yerine Meşrutiyeti kabul edecek bir padişahı başa geçirmek için mücadele eden
hürriyetçi cephede büyük bir şok yaratmıştır. Oysaki gençliğinde tahta aday bile gözükmeyen,
kimsenin önemsemediği bir şehzade olan II. Abdülhamid’in Abdülaziz yerine tahta
oturmasının yegâne sebebi Meşruti Monarşiyi kabul etmiş olmasıydı. Bu oluşum Genç
Osmanlıların devriminin yıkılması ve statükoculuğun devamı anlamına gelmekteydi.
Fransız İmparatorluğu ve doğurduğu sonuçlar en çok zayıflamış imparatorlukları etkisi
altına almıştır. Milliyetçilik ulusal devletlere giden yolu açarken, cumhuriyetçilik Meşrutiyet
fikirlerini yaymış, laiklik ise teokrasilere darbe vurmuştur. Napolyon’un başlattığı Fransız
Devrimi esaslarını da içeren Roma-Germen İmparatorluğu’nu kurma projesi Avrupalı
devletlerin dayanışması sonucu başarısızlığa uğramıştır. Muzaffer devletler Napolyon’un
yenilgiye uğratılmasından sonra 1814–1815 tarihleri arasında Viyana’da, Fransız İhtilâli ve
Napolyon savaşları ile bozulan Avrupa’daki güçler dengesini yeniden kurmak için bir kongre
topladılar. Avusturya başbakanı Metternich önderliğinde Viyana Kongresinde aristokrasi ve
mutlakıyet Avrupa’da yeniden tesis edildi. Bu olay Fransız Devrimi ideolojileri karşısında
statükonun korunabileceğini göstermiştir. İşte II. Abdülhamid’in yaptığı da budur. Yani Genç
Osmanlılar tarafından yapılan devrimle değiştirilen Osmanlı rejimini baskıyla tekrar devrim
öncesine döndürerek egemenliğini pekiştirmek ve imparatorluğa yönelik zararlı ideolojilerden
kaçınmaya çalışmak… II. Abdülhamid kendince haklı sebeplerle otoritesinin tekrar tesis
etmiştir. Artık hızla ulusal devletlerini kurma yolunda ilerleyen imparatorluğun unsurları
arasında baskıya dayalı bir merkeziyetçilik anlayışı ne kadar etkili olabilecekti? Ayrıca 1815
Viyana Kongresi ile tesis olunan mutlakıyetçi statü, devrim ideolojileri karşısında Avrupa’da
ne kadar direnebilmişti? İttihat-ı Anasır ve Ümmetçilik bir erek olmaktan öteye geçebilecek
miydi? Bu soruların cevapları Jön Türk direnişi sonucunda II. Meşrutiyet’in ilânı ve sonrasında
yaşanan gelişmeler ile kısmen açığa kavuşacaktır.
34 Tarık Zafer Tunaya, “1876 Kanun-ı Esasisi ve Türkiye’de Anayasa Geleneği”, c.I, TCTA, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1985, s.35.
18
1.1.1. İlk Hal’ Girişimi: Çırağan Baskını ve Sonrası
II. Abdülhamid’in Meşrutiyeti kaldırarak tekrar mutlak monarşiyi getirmesi Osmanlı
aydınları tarafından büyük tepkiyle karşılandı. II. Abdülhamid’i tahtan indirerek devlet
rejimini değiştirmeye yönelik ilk girişim, Jön Türklerden Ali Suavi tarafından düzenlenen ve
başarısızlıkla sonuçlanan, İngiltere tarafından desteklendiği de iddia edilen “Çırağan Baskını”
ile olmuştur. Mithat Paşa’nın keyfi bir şekilde görevden alınmasını ve sürgüne gönderilmesini
ve Sultanın hem Bosna’daki Habsburglar’a karşı ortaya çıkan Müslüman direnişine hem de
Rodop dağlarındaki Bulgar ve Rus karşıtı Müslüman ayaklanmasına destek vermeyi
reddetmesini açıktan eleştiren Ali Suavi, Çırağan Baskını’nı gerçekleştirdi. Böylece Osmanlı
tarihindeki ilk sivil darbe girişimi başarısız olmuş oldu35. Bu ilk girişimden sonra muhalefet
hızla güçlenerek Meşrutiyet mücadelesine başlayacaktır.
Jön Türklerden Ali Suavi, 1866’da Muhbir36 gazetesini çıkararak Osmanlı yönetimi
aleyhinde şiir ve yazılar yazmıştır. Muhbir kapatılarak Kastamonu’ya sürülmüştür. Yeni
Osmanlıların hamisi Mustafa Fazıl Paşa’nın çağrısı ve yardımıyla 1869’da sürgünde
bulunduğu Kastamonu’dan kaçarak Paris’e giden Ali Suavi, burada bulunan Yeni
Osmanlıların diğer önde gelen kişileriyle, özellikle Namık Kemal ve Ziya Paşa ile
anlaşmazlığa düştü. Londra’ya giderek bir süre orada yaşayan Ali Suavi tanıştığı İngiliz Marie
Stewar Lugh ile evlendi, bundan dolayı da pek çok saldırıya uğradı ve Jön Türkler içinde
tecrit edildi. Ali Suavi, Sultan Abdülaziz’in tahttan indirilmesinden sonra İstanbul’a geri
döndü. Muhaliflere çeşitli mevkiler dağıtarak onları kontrol altında tutma politikası izleyen
Sultan II. Abdülhamid, Ali Suavi’yi Mekteb-i Sultani’nin (Galatasaray Lisesi) müdürü yaptı.
Fakat kısa zaman sonra bu görevden azl edildi. II. Abdülhamid ve idaresine muhalif olan Ali
Suavi, mutlak monarşiye son vermek için, II. Abdülhamid tahttan indirmeye ve yerine V.
Murad’ı padişah yapmaya karar verdi. 93 Harbi ile İstanbul ve Civarına yığılan Rumeli
göçmenlerini örgütlemeye başladı. Silahlandırdığı 150 Rumeli göçmeni ile 20 Mayıs 1878’de
teknelere binen Ali Suavi ve adamları Üsküdar tarafından yola çıkarak Boğazı geçtiler ve
35 Karpat, “I. Meşrutiyet Dönemi ve Sultan II. Abdülhamid’in Saltanatı (1876-1909)”, s.877. 36 Ali Suavi 9 Mart 1867 tarihli nüshasında “Hürriyet” başlığıyla yer alan bir yazısında; Osmanlı devlet
adamlarının bir danışma meclisi karşısında sorumlu tutulduğu takdirde ülkenin pek çok ‘hastalığının’
iyileştirilebileceğine değinildiği yazısından ötürü matbuat nizamnamesinin 27. maddesi gereğince Muhbir
kapatılır. Ali Suavi’nin kapatılan gazetesi Londra’da Jön Türkler tarafından yeniden yayımlamaya başlanır. Yeni
Osmanlılar Cemiyeti’nin yayın organı olarak 31 Ağustos 1867’de yayımlanmaya başlanan Muhbir, yurtdışında
yayınlanan ilk Türk gazetesi olma özelliğini taşımaktadır. Bkz: Orhan Koloğlu, Osmanlı’dan Günümüze
Türkiye’de Basın, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s.35.
19
Çırağan Sarayı’na çıkartma yaptılar. Böyle bir şeyi hiçbir şekilde beklemeyen saray
görevlilerini etkisizleştiren Ali Suavi ve adamları, V. Murad’ın kapalı olduğu bölüme de
girerek eski padişahı kendileriyle birlikte gelmeye ikna etmeye çalıştılar. Ancak ortaya çıkan
kargaşadan büyük bir korkuya kapılan ve ne olduğunu anlayamayan akli dengesi bozuk V.
Murad asilerle işbirliği yapmayınca bütün plan suya düştü. Ali Suavi ve adamları V. Murad’ı
ikna edebilselerdi geldikleri teknelerle tekrar Anadolu yakasına dönecekler ve orada yeni
padişahı ilân edeceklerdi. Tam o sırada Çırağan’a baskın yapan II. Abdülhamid’in Beşiktaş
Muhafızı Hasan Paşa, Ali Suavi ve adamlarına karşı zaptiyeler ve askerlerle saldırıya geçti.
Çıkan çatışma esnasında Ali Suavi’nin kafasına elindeki kalın sopayla vuran Paşa, Ali
Suavi’yi öldürmüştür. Hasan Paşa, Suavi’nin adamlarından da 60 kadarını öldürerek II.
Abdülhamid’e yapılan darbe girişimini bastırmıştır. Ali Suavi, Yıldız Sarayı civarında bir
yere gömüldü. II. Abdülhamid, Ali Suavi’nin darbesini önleyen Hasan Paşa’ya müşir rütbesi
verilerek onu ödüllendirmiştir37.
Çırağan Baskını ile İngiltere’nin Ali Suavi arcılığıyla II. Abdülhamid’i devirme
girişiminde bulunduğu yaygın bir kanattır. Çırağan Hadisesi’nin düzenlenmesinde
İngiltere’nin bizzat elçiliği ve ajanları vasıtasıyla rolü bulunmadığını kendi gizli belgeleri
göstermektedir38. Cevdet Küçük, Çırağan Baskınında İngiliz parmağı olduğu iddiasından
farklı bir yorumla bu olaydan masonların sorumlu olduğu tezini şu şekilde açıklamaktadır:
“20 Mayıs 1878’de Mason olan V. Murad’ı yeniden tahta getirmek isteyen Masonlar, sadece
bu işi gerçekleştirmek için bir komite kurdu. Prodos Mason Locasının Üstad-ı Azam olan
Rum asıllı tacir K. Skaliyeri, Ali Suavi’yi kullanarak o sırada Çırağan sarayında tutuklu (aklı
yerinde değildir gerekçesiyle) bulunan V. Murad’ı kaçırma teşebbüsünde bulundu. Padişahın
Masonlara ve onlarla işbirliği içinde olan İttihatçılara karşı güvensizlik içinde olmasının belki
de en önemli sebeplerinden biri bu hadise olmalıdır39.”
Ali Suavi, Sultan II. Abdülhamid taraftarları için ne kadar kötü bir anlam taşımaktaysa,
aleyhtarları için de “Pir-i Can-ı Feda-yı Hürriyet” demekti. Sultan II. Abdülhamid idaresine
karşı özellikle yurt dışında faaliyet gösteren Jön Türkler, Suavi’yi bir manada bayrak haline
getirdiler. Ali Suavi bu insanların yayınlarında kendisi olmaktan çıkıp, bir destan kahramanı
oldu. Jön Türkler Suavi’nin şahsiyetlerinden ve fikirlerinden çok, Sultan Abdülhamid’e
başkaldırırken can vermiş bir “şehit” olması ile ilgileniyorlardı. Jön Türklere göre Sultan II.
37 Hüseyin Çelik, Ali Suavi ve Dönemi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994, s.381-389. 38 Çelik, a.g.e., s.446. 39 Cevdet Küçük, “Çırağan Vakası”, DVİA, c.VII. İstanbul 1994, s.306–307.
20
Abdülhamid, hürriyet ve Meşrutiyet düşmanıydı. Dolaysıyla ona başkaldırmış olan Suavi
hürriyet uğruna can verenlerin piri idi40.
93 Harbi sonucunda Rusya büyük zafer kazanınca önce Ayastefanos(Yeşilköy)
anlaşması imzalanmış fakat başta İngiltere olmak üzere büyük devletler anlaşma şartlarını
çıkarları aleyhinde görünce Rusya’ya baskı yaparak 13 Haziran 1878’de Berlin Anlaşması’nın
imzalanmasını sağlamışlardır. Bu anlaşmayla Osmanlı Devleti, Avrupa’daki topraklarının
yarısı kadar olan 212.450 km2 alanı; nüfusundan da 5.500.000 kişiyi kaybetmiştir. Rusya’ya
karşı Osmanlı Devleti’ne yardımı Kıbrıs adasının verilmesine ve Hıristiyanlar lehine ıslahat
yapılmasına bağlayan İngiltere 93 Harbi’nden sonra istediğini elde edecek ve 15 Temmuz
1878’de Kıbrıs’ı ele geçirecektir.
Berlin Kongresi’ne katılan devletler, Doğu Anadolu’daki Ermenilerin Rus himayesine
yönelmelerine engel olmak amacıyla, Osmanlı Devleti’nden bu bölgedeki Ermenilerin
durumunu düzeltmeye yönelik bir dizi reform yapmasını talep etti. II. Abdülhamid
yönetiminin bu reformları ertelemesi ve bölgedeki Kürt aşiretlerini muhtemel bir Ermeni
isyanına karşı silahlandırma yoluna gitmesi üzerine Ermeniler arasında devrimci ve milliyetçi
örgütler güç kazandı. 1887’de Maraş’a bağlı 1891’de ise Siirt’e yakın Zeytun’da, Sason’da
Ermeni devrimci örgütlerince desteklenen direniş hareketleri başlatıldı. 1895’te bu olayların
ülke çapında bir ihtilâle dönüşmesi olasılığının doğması ve İstanbul’da Ermeni örgütlerinin
Kumkapı’da Batı kamuoyunu etkilemeye yönelik bir ayaklanma düzenlemesi üzerine Kâmil
Paşa hükümeti tarafından Anadolu’da Ermeni topluluklarına yönelik sert bastırma tedbirleri
alındı. IV. Ordu Komutanı Müşir Zeki Paşa Ermeni isyanını bastırmakla görevlendirildi.
Doğuda Kürt aşiret reisleri Hamidiye Alayları adı altında düzensiz milis birliklerinde
örgütlendi. 1895 yazında tüm Anadolu taşrasında gerçekleşen kanlı olaylar Batı kamuoyunda
genellikle “Ermeni katliamı” olarak değerlendirildi; liberal Avrupa basınında Abdülhamid
aleyhine şiddetli bir kampanya başlatılmasına sebep oldu. Fransız Akademisi üyesi tarihçi
Albert Vandal, ilk defa Abdülhamid hakkında “Le Sultan Rouge” lakabını kullandı. Bu tanım
Türkçeye “Kızıl Sultan” olarak çevrildi. II. Abdülhamid’e takılan bu lakap uç bir ifadeyi
içermektedir ve müstebid olduğu yönündeki düşüncelere dayanak oluşturmaktadır. Mutlak
monarşinin egemenliğinin hükmü için baskı uygulanması zaten yönetimin devamı için
zorunludur. II. Abdülhamid yönetimini devam ettirebilmek için muhalif eylem ve düşüncelere
karşı baskı, yasak, sansür ve jurnalleme girişimlerinde bulunmuştur. Burada eleştirilmesi
gereken nokta II. Abdülhamid’in mutlak monarşi sırasındaki uygulamalarından ziyade
Meşrutiyeti seçmemesi olmalıdır.
40 Çelik, a.g.e., s.452-453.
21
II. Abdülhamid dedektif romanlarına ve seyahatnamelere çok meraklı bir padişahtı.
Abdülhamid’in 2 ile 5 bin adet arasında olduğu rivayet edilen bir polisiye roman koleksiyonu
vardı ve bunların birçoğu Yıldız yağması sırasında ortadan kaybolmuştur. Sherlock
Holmes’un bütün maceralarını eksiksiz olarak Osmanlıcaya tercüme ettirmiştir41. II.
Abdülhamid okuduğu Sherlock Holmes dedektif hikâyelerinden de etkilenerek, kendisine
muhalefet eden ittihatçılar ve daha sonra da Ermeniler komitacıların faaliyetlerini daha
yakından takip edebilmek için 1880 yılında Osmanlı tarihinde ilk defa geniş kapsamlı bir
polis ve istihbarat örgütü olan “Yıldız İstihbarat Teşkilatı”nı kurdu. Çok sayıda hafiyeden
oluşan bu örgütün amacı Abdülhamid’in siyasi rakipleri hakkında bilgi toplamak ve
Abdülhamid’e karşı hazırlanan darbe veya ayaklanma girişimlerini önlemekti. Hafiyeler
sadece kendi başlarına bilgi toplamakla kalmıyor, halk arasında çok sayıda kişiye maaş
bağlayarak geniş bir istihbarat ağı oluşturuyorlardı. Jurnalci adı verilen bu kişiler Abdülhamid
yönetimine karşı olabilecek faaliyetleri bildiriyorlar, zaman zaman sıradan insanların veya
aydınların hapse atılmalarına veya sürgüne gönderilmelerine neden oluyorlardı. Bu şekilde
statüko devam ettirilmek, muhalifler dizginlenmek isteniyordu.
Ama artık muhalefet ve ayrılıkçı hareketler dizginlenemez bir boyuta ulaşmıştı. II.
Abdülhamid tarafından tek kurtuluş olarak sahiplenilen mutlak monarşinin sonu hızla
yaklaşmaktadır ve İttihat ve Terakki Cemiyeti önderliğindeki Jön Türkler Meşrutiyet için 30
yıl sürecek büyük bir mücadelenin fitilini ateşlemişlerdir.
1.2. Jön Türk Devriminin Gerçekleşmesi ve İttihatçıların İzledikleri Siyaset
Osmanlı Devleti’nde kısa süren bir meşruti monarşi sonrası mutlak monarşinin gelmesi
Jön Türkler açısından tam bir hayal kırıklığı olmuştur. Kısa bir süreliğine de Meşrutiyet’in
getirdiği kısmi özgürlüklerin tadına varan aydın Osmanlı toplumu için artık II. Abdülhamid’in
mutlak monarşi rejimi kabul edilemez bir olguydu. Avrupa devletlerinde olduğu gibi Osmanlı
Devleti de anayasal meşruti bir monarşi ile yönetilmeliydi. Bu nedenle 1876 devrimini
gerçekleştiren Genç Osmanlılar gibi devrimle de olsa Meşrutiyet mutlaka getirilmelidir.
Bunun için iyi eğitim görmüş entelektüel Osmanlılar çalışmaya başlayacak ve bir süre sonra
Jön Türk hareketi başlanacaktır.
41 Erol Üyepazarcı, “II. Abdülhamit’in Çevirttiği Polisiye Romanlar”, Müteferrika Kitabiyet Dergisi, S.28,
İstanbul, 2005, s.25.
22
1.2.1. II. Meşrutiyet’in İlânına Kadar Jön Türk Muhalefeti
1867 yılında Paris’te sürgün olan Mustafa Fazıl Paşa, ülkesindeki Meşrutiyetçi akımı
desteklediğini göstermek için Fransızca yazdığı bazı mektupları yayınladı. Bunlardan birinde
Mustafa Fazıl Paşa’nın “Genç Türkiye Partisi”nin temsilcisi olduğu yolunda bir ibare
bulunmaktaydı. Genç Türkiye Partisi tanımı Avrupa'da tutulunca, I. Meşrutiyet öncesi Genç
Osmanlıların kurmuş olduğu örgütü Paris’te tekrar dirilten Namık Kemal, Ziya Paşa ve Ali
Suavi yeni örgüt için “Yeni Osmanlılar Cemiyeti” ismini benimsediler. Bu tarihten sonra
Osmanlı’daki Özgürlükçü ve Meşrutiyetçi akımlar, Fransızcadan adaptasyonla “Jeune Turc
(Genç Türk)” olarak adlandırılmaya başlandı42. Yeni Osmanlılar Cemiyeti'ne genel olarak
Avrupa'da bilinen isimleri nedeniyle Jön Türkler veya çalışmalarından dolayı I. Jön Türk
Hareketi denilmekteydi. Bundan dolayı II. Abdülhamit döneminde oluşan ve yönetime
muhalefet ederek tekrar meşruti yönetime dönmek için çalışanlara da II. Jön Türk Hareketi
denilmiştir43.
Feroz Ahmad, Jön Türklerin çıkış şeklini şu şekilde açıklamaktadır: “II. Abdülhamid
toplumsal piramidin zirvesindeki gelişmeleri dondurmayı başarmıştır fakat bu arada Osmanlı
toplumundaki ve ekonomisindeki bozulma hızla gelişmiş ve ifadesini, 1889’da İttihat ve
Terakki komitesi olarak bilinen gizli bir siyasal örgütün kurulmasında bulmuştur44.”
II. Abdülhamid’in mutlak monarşi rejimini yıkmaya ve Meşrutiyeti getirmeye çalışacak
Jön Türk Hareketi 1889 yılında muhalif düşünenlerin organize olmaya başlamaları ile ortaya
çıkmıştır. 1889 Mayıs’ında Askeri Tıbbiye öğrencilerinden Arnavut İbrahim Temo, kendisi
gibi Askerî Tıp Mektebi talebesi olan İshak Sükûtî, Mehmet Reşit ve Abdullah Cevdet’le
birlikte, kısa zamanda aynı çevrede genişleyen gizli bir siyasi teşkilat kurmuşlardır.
Cemiyetinde kurucuları arasında yer alan İbrahim Temo, yazdığı anılarında cemiyetin
kuruluşunu şu şekilde anlatmaktadır: “Sarayburnu’nda, şimdi İmarat-ı Askeriye’ye tahsis
olunan Gülhane mektebi adını alan eski Mekteb-i Tıbbiye-i Askeriye’de bir teneffüs saati
esnasında o vakitlerde mevcut olan Hilali Ahmer barakları karşısındaki ağaçlar altında elinde
kitap dolaşırken, İshak Sükûti’nin yanıma sokulup, yeni bir şeyler olup olmadığını sordu.”
İbrahim Temo, arkadaşı İshak Sükûti’ye aziz vatanın içinde bulunduğu durumunun ancak bir
cemiyet halinde çalışmakla yenilebileceğini söyler. İbrahim Temo, İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin kuruluşunu şu şekilde açıklamaktadır: “İshak – Güzel ama, sen kime itimat
42 Atalı, a.g.e., s.128-129. 43 İsrafil Kurtcephe-Aydın Beden, Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Alp Yayınevi, Ankara, 2007, s.58-59. 44 Feroz Ahmad, Modern Türkiye’nin Oluşumu (Çev: Yavuz Alogan), Kaynak Yayınları, İstanbul, 1999, s.42.
23
edipte böyle tehlikeli bir işe teşebbüs etmemizi düşünüyorsun?! Ben – Evvela sen, bir;
(koğuştan çıkıp bize doğru gelmekte olan yamalı suratlı) Mehmed Reşid’i göstererek, bu da
iki, olduk üç. İşte cemiyet başladı demektir. Mehmed Reşid’e işaret ederek yanımıza çağırdık.
Fikrimizi açtık. Bu sıra, o zaman çok sofu olan Abdullah Cevdet ikindi namazını kılarak
mektebin camisinden çıkıp yanımıza gelince; alınız bir de dördüncü dedim. (…) Dört el
birbirlerine kavuştu. Bu ilk ahdi misak 1305 ( 1889 ) senesi bir Mayıs gününe tesadüf etmiş
ve cemiyet kurulmuştur45.” 188946 tarihinde kurulan Cemiyetin adını “Hatab Kiraathanesi
İçtimai” olarak koydular. Cemiyetin kuruluş tarihinin 1789 Fransız Devrimi’nin 100. Yılına
denk gelmesi kurucuların ilham kaynağını ve savunacakları ideolojiyi açığa çıkarmaktadır.
Edirnekapı’nın dışındaki bir bağda on iki kişinin katıldığı daha geniş bir toplantı
yapıldı. Piknik görüntüsü altında yapılan ilk İnciraltı Toplantısı’nda gizli olan bu milli
cemiyete kimlerin üye olacağı tartışması yapıldı. Sonuçta güvenilir ve iş yapabilecek her
Osmanlı vatandaşının dikkatli bir şekilde belli denemelerden geçirildikten sonra üye
olabilmesi, her hafta düzenli bir şekilde çeşitli yerlerde toplanılması, yardımların titizlikle
alınması, üyelerin ait oldukları şube ile sıra numarasının deftere kaydedilmesi ve her üyeye
bir numara verilmesi kararlaştırıldı. Örgüt olarak şekillenen İttihat-ı Osmanî Cemiyeti’nde
hiyerarşik bir yapı kuruldu. Daha sonraki faaliyetlerde bu ilk toplantının adı İnciraltı
Toplantısı veya On İkiler Toplantısı olarak anıldı47. Bu toplantıda, İbrahim Temo Bey bu
cemiyetin başkanlığına seçilemedi, en yaşlı üye Ali Rüşdi Bey reis oldu.
Örgüt, İtalyan genç ihtilâlcılarının Carbonari(Kömürcüler) adlı gizli teşkilatından
etkilenerek kurulmuştu. İbrahim Temo ailesiyle Romanya Ohri’ye giderken, İtalya’ya uğrar.
Napoli’deki bir mason locasını ziyaret ettiği sırada Carbonari Cemiyeti hakkında bilgi alır.
İttihatçılar, İtalyan Carbonari Cemiyeti’nden aldıkları ilhamla genç tıp talebeleri üyelere isim
yerine numara verdiler ve gizlilik prensibine sıkı sıkıya uydular. Terakki ve İttihat adını
taşıyan teşkilatlarına gizemli ve romantik hava katmışlardır. Neredeyse tamamı öğrencilerden
oluşan gizli cemiyet üyeleri, kurdukları cemiyetleri açık bir programa sahip olmamasına
rağmen kendilerine örnek aldıkları I. Meşrutiyet’in kurulucuları olan Genç Osmanlılar gibi
45 İbrahim Temo, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Kurucusu ve 1/1 No’lu Üyesi İbrahim Temo’nun İttihad
ve Terakki Anıları, Arba Yayınları, İstanbul, 1987, s.13-15. 46 Cemiyetin kurucusu İbrahim Temo kuruluş tarihi olarak 1889 tarihini işaret ederken, döneme tanıklık eden
Ahmet Bedevi Kuran ve Kazım Nami Duru 1892 yılını belirtmektedir. Bkz.: Temo, a.g.e., s.15; Ahmet Bedevi
Kuran, İnkılâp Tarihimiz ve Jön Türkler, Tan Matbaası, İstanbul 1948, s.30; Kazım Nami Duru, İttihat ve
Terakki Hatıralarım, Sucuoğlu Matbaası, İstanbul 1957, s.5. 47 Ahmet Eyicil, “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti”, Türkler, c.XIII, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002,
s.228.
24
“Hürriyet ve Vatan” sloganları ile Meşrutiyet mücadelesine girişiyorlardı. Bu hareket kısa
zamanda İstanbul’da bulunan Darü-l Fünun ve Harbiyelerde yayılmıştır. Cemiyetin ilk adı, II.
Abdülhamid yönetimine karşı bütün Osmanlıların birlikte hareket ettiğini göstermek amacıyla
İttihat-ı Osmanî olarak belirlenmiştir48.
Örgütün merkezi bir başkan ve dört üyeden oluşuyordu. Hücre örgütlenmesi esas
alınmıştı. Her üye yalnızca üç kişiyi tanıyacaktı. Her üyenin hem hücre, hem de hücreyi
oluşturan numarası vardı. Örneğin Ohrili İbrahim Temo’nun numarası “1/1” di. Paydaki
numara hücreyi paydadaki ise üye numarasını gösteriyordu. Yani Temo, 1 numaralı hücrenin
1 numaralı üyesiydi. Mekteb-i Tıbbiye-i Şahane’nin hamam önündeki odun yığınları üzerinde
öğrencilerin toplanarak kurdukları İttihat-ı Osmanî Cemiyeti’nin ilk nizamnamesi 1895
baharında mülkiye 2. sınıf talebesinden Ali Münif tarafından sınıf arkadaşı Leskovikli
Mehmet Rauf’un da yardımıyla yazılmış ve bu esnada tıbbiyelilerin de görüşleri alınmıştır.
İşte bu yüzden bazı tarihçiler İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin resmen kuruluşunu 1895 olarak
kabul ederler49.
Cemiyetin kurulmasından kısa bir süre sonra, kesin bir tarih vermek güç olmakla
birlikte 1892 içinde, Abdülhamid kendisine ulaşan jurnaller neticesinde cemiyetin varlığından
haberdar olmuştu50. Okul kumandanı Ali Saip Paşa görevinden alınmış, bu komployu
önlemekle görevlendirilen askeri okullar müdürü Zeki Paşa iş başına getirilmiştir. Birçok
öğrenci sorguya çekilmiş, aralarında Abdullah Cevdet’in de bulunduğu bir kaçı tevkif edilmiş
ve bu olayları protesto eden on dört öğrenci daha tutuklanmıştı. Komplocuların bu ilk
dönemde fazla ciddiye alınmadıkları, Abdullah Cevdet’in bir süre sonra okula devam
etmesine izin verilmesinden ve padişah aleyhine çalışmalarını sürdürmesinden
anlaşılmaktadır51. Üç ay sonra tutuklananlar padişah tarafından affedildi. Affın çıkmasından
sonraki dönemlerde bir ermeni örgütünün Osmanlı Bankasını basmasının ardından İbrahim
Temo ve arkadaşları Ermenileri kınayan bir bildiri yayınlamışlar altına Osmanlı İttihat ve
Terakki adıyla imza atmışlardı. Bu imza o güne kadar görülmemişti. Yayınlanan bu bildiriyi
II. Abdülhamid pek hoş karşılamamış ve bu örgüt adına tutulmama kararı çıkarmıştı. 1894'de
yeni bir tutuklama hareketi başlamıştır. İttihatçılara yapılan kovuşturmalar, sürgün cezaları ya
48 M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, Üçdal Neşriyat,
İstanbul, 1981, s.25. 49 Ali Birinci, “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Kuruluşu ve İlk Nizamnamesi (1895)”, Osmanlı, c.II, Yeni
Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s.405. 50 Kazım Karabekir, İttihat ve Terakki Cemiyeti (1896-1909), Emre Yay., İstanbul, 1993, s.466-467. 51 Ernest Edmondson Ramsaur, Jön Türkler ve 1908 İhtilali, (Çev. Nuran Ülken), Sander Yayınları, İstanbul,
1972, s.35-36.
25
da disiplin cezaları cemiyetin güçlenmesini önleyememiştir. II. Abdülhamid’in baskıları
muhalefetin 1884–1895 yıllarında ülke dışına kaymasına sebep olmuştur. Bundan sonra
muhalifler Paris ve Cenevre gibi merkezlerde, küçük gruplar ve basın yoluyla seslerini
duyurmaya çalışmıştır. Bu durumun yarattığı etki, daha önce yurt dışına kaçan gençlerin
artmasına neden olmuş ve gerek yurt içinde kalan cemiyet üyeleri gerekse yurt dışına kaçan
üyeler faaliyetlerini hızlandırmışlardır. Özellikle Paris ve Kahire’ye giden bu üyeler,
buralardaki II. Abdülhamid muhalifleriyle görüşme imkânı bulmuşlardır52.
Bazı araştırmacılar İttihatçıların masonlarla olan ilişkisi üzerinde gereğinden fazla
yoğunlaşmakta ve masonların ittihatçılarla II. Abdülhamid’i devirmek için ortak hareket
ettiklerini savunmaktadırlar. II. Abdülhamid’e muhalefet eden İttihatçıların bu şekilde
desteklenmelerinin nedenini Yahudilerin kurmak istedikleri ulusal devletleri olacak İsrail’in
II. Abdülhamid’in engeline takıldığı şeklinde açıklayan bir tezle savunmaktadırlar.
Roma imparatorluğu, Kudüs’te isyan çıkaran Yahudileri Filistin’den çıkararak Akdeniz
çevresine sürmüştür. Daha sonra da Hıristiyanlar tarafından dünyanın çeşitli yerlerine sürülen
Yahudilerin bir ülkesi bulunmamaktaydı. Bu dönemde ulusal devletlerin hızla kurulmaya
başlanması üzerine Yahudiler de harekete geçtiler. Basel’de yapılan ilk Siyonist kongrede
Tevrat’ta belirtilen vaat edilmiş topraklara göre çizilen İsrail sınırları Osmanlı
İmparatorluğu’nun egemenliği altında bulunuyordu. Theodor Herzl bu toprakları ele geçirmek
için birçok kez İstanbul’a geldi. Bu yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nun ekonomik olarak zor
durumda olduğu biliniyordu. Herzl, Sultan II. Abdülhamid’in bu zor durumundan
yararlanarak Filistin’inde kendi ulusal devletleri olacak İsrail’i tekrar diriltmek istiyordu.
Fakat II. Abdülhamid’in tepkisi Theodor Herzl’in tahmin ettiği gibi olmadı. Çırağan Olayı
nedeniyle Sultan II. Abdülhamid, Yahudilere şüphe ile bakmaktaydı. Filistin’de ulusal
devletlerini kurmak isteyen Yahudilerin Sultan II. Abdülhamid’den olumsuz cevap almaları,
hatta saraydan kovulmaları Siyonistlerin II. Abdülhamid’e olan düşmanlıklarını başlatmıştır53.
Olaya tanık olan Mustafa Turan Bey, hatıralarında Siyonistlerin Abdülhamid’le olan
diyaloglarını ve daha sonraki gelişmeleri şu şekilde aktarmaktadır: “1893 baharında Siyonist
cemiyetin kurucusu Theodor Herzl, bu konuda görüşmeler yapmak için İstanbul’a gelmiş,
Hahambaşı Moşe Levi ile beraber Yıldız Sarayı’nda Abdülhamid’in karşısına çıkmışlardı:
‘Padişahımız hazretlerine, Yahudi kullarından bir istirham sunmaya geldik. Bu sadık
kullarınız Mukaddes Filistin’e yerleştirilmeleri için emirlerinizi bekliyorlar. Ve bir şükran
armağanı olarak beş milyon altın kabul buyurmanızı arz ediyorlar.’ Hâlbuki Sultan
52 Karabekir, a.g.e., s. 467. 53 Mustafa Armağan, Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2006, s.159-176.
26
Abdülhamid, onların planlarını çoktan haber almış ve cevabını çoktan hazırlamıştı. Sonuç;
gelen heyetin saraydan hemen kovulması oluyor, çıkarılan bir fermanla Yahudilerin Filistin’e
yerleşmeleri yasaklanıyordu. İşte masonlar ve Siyonistler bunlardan dolayı Abdülhamid’e
düşmandılar. Abdülhamid’e karşı mücadele de böyle başlamış oluyordu… Önce Balkanlar
karıştırılıverdi… Sırp ve Bulgar çeteleri desteklendi, kışkırtıldı. Sonra, Taşnak komitesince
plan kudurtulup Yıldız’da Cuma selamlığında Abdülhamid’e karşı suikast planlandı. Suikastte
Abdülhamid kurtulmuş ama birçok asker şehit olmuştu. Bu suikastte başarısız olan Masonlar-
Yahudiler çalışma alanlarını Paris’e kaydırdılar. Çünkü Paris’te birçok Jön Türk vardı.
Siyonistler Jön Türklere her türlü desteği vermeye başladılar. Yayın ve diğer faaliyetleri
oluşturulup Abdülhamid aleyhine kampanyalar başlattılar54.” İttihat Terakki Cemiyeti’nde
önemli bir etkiye sahip olan grupların birini de Selanikli Yahudi kökenliler oluşturmaktaydı.
Bu isimler II. Abdülhamid’i devirmek için uluslararası finans çevrelerinden yardım
sağlamaktaydılar. Cemiyetin diğer bir yardım kaynağı ise Mısır Cemiye-i İsrailiyesi’ydi.
Mısır’da bulunan Yahudilerden oluşan bu cemiyet, Jön Türklerin çıkarmış olduğu yayınların
Mısır’da kolayca dağıtılmasına yardımcı oluyordu.
Paris’teki muhalif cemiyet 1892 yılında Ahmed Rıza Bey’le ilişki kurulmuşsa da Ahmet
Rıza Bey önce bu oluşumla ilgilenmemiştir. 1894 tarihinde Doktor Nâzım Bey55 cemiyetin
merkez komitesi adına Ahmed Rıza Bey’e kendilerine katılmasını teklif etti. Ahmed Rıza Bey
bu teklifi kabul ettiği gibi, cemiyetin adı konusunda, İstanbul merkezi ile bir pazarlığa girişti
ve sonuçta cemiyetin adı olarak İttihad ve Terakki Cemiyeti kabul edildi56. Ahmet Rıza
Avrupa’daki teşkilatın adını Auguste Comte’un pozitivist felsefesinin iki ilkesi olan Nizam
(order) ve ilerleme (progress) kelimelerinden alarak “Nizam ve Terakki” koymak istedi.
Ancak Jön Türkler bu ismi kabul etmeyip, İstanbul’daki İttihad-ı Osmanî Cemiyeti’nin İttihad
kelimesinin de teşkilatın oluşum ve amacını gösterdiği için cemiyetin isminde yer almasını
istediler. Böylece İttihatçıların İttihad’ı ile Ahmed Rıza’nın Terakki’si bir araya getirilerek,
54 Mustafa Yalçın, Jön Türkler’in Serüveni, İlke Yayınları, İstanbul, 1994, s.186–187. 55 Dr. Nazım Bey, 1872 yılında Selanik'te doğmuş ve Askeri Tıbbiye'de eğitim görmüştür. İttihat ve Terakki
Cemiyeti'ne katıldığının Öğrenilmesi üzerine Paris'e kaçmak zorunda kalan Dr. Nazım, Paris’te Ahmet Rıza ile
tanışmış ve Meşverette yazılar yazmaya başlamıştır. Dr. Nazım Bey. Paris grubu ile Selanik grubunun
birleştirilmesinde oldukça önemli rol oynamıştır. Dr. Nazım Bey’in hayatı ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Ahmet
Eyicil, Dr. Nazım Bey, (A.Ü. Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Doktora Tezi). Ankara, 1988; Mustafa Ragıp Esatlı,
İttihat ve Terakki Tarihinde Esrar Perdesi ve Yakup Cemil Niçin Öldürüldü?, Hür Yay., İstanbul, 1944. 56 M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve “Jön Türklük”,
c.I, İletişim Yayınları, İstanbul, 1986, s.179-180.
27
cemiyetin yeni adı “Osmanlı İttihad ve Terakki” Cemiyeti haline geldi57. İttihat ve Terakki
Cemiyeti üyeleri ve diğer Osmanlı Devlet adamları ilerlemenin Batı’nın ilkeleri
gerçekleşebileceğine inandıkları için Avrupa düşünürlerinin savunduğu pozitivizmin58
“ilerleme” ideolojisini benimsemişlerdi. Başta Ahmet Rıza Bey olmak üzere devlet
adamlarının ve cemiyet üyelerinin hepsi, Osmanlı Devleti’nin bu ilerleme sayesinde
modemleşip yıkılmaktan kurtulacağını düşünüyordu. Çünkü gerek Tanzimat gerekse
Meşrutiyet aydınlarının gayesi, Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını durdurup tekrar diriltmekti.
Cemiyetin adlandırıcısı Ahmed Rıza Bey, Auguste Comte pozitivizmi ile Namık
Kemal’in “Osmanlı Milliyetçiliğini” birleştirmişti. Cemiyetin Paris başkanı Ahmed Rıza
Bey’di. Doktor Nâzım’a, cemiyetin hesap işleri sorumluluğu düşmüştü.
Cemiyet, Paris, Cenevre ve Kahire olmak üzere üç merkezde faaliyetlerini
yoğunlaştırarak, çalışmalarını buralarda açtıkları üç ana şubede sürdürmüşlerdir. Bunlardan
adeta merkez görevi yapan Paris şubesi Ahmet Rıza Bey, Kahire şubesi Hoca Kadri ve
Cenevre şubesi İshak Sükuti ve Abdullah Cevdet yönetiminde idi. Bunlar dışında cemiyetin
kurucularından olan İbrahim Temo’nun Balkanlarda açtığı şubeler ile Kafkasya'daki şubeler
de cemiyet için önemli vazifeler gerçekleştirmekteydi. Cemiyetin İstanbul kanadı ise 1895 yılı
geldiğinde, siyasi alanda kendini göstermeye başlamıştır. Ekim 1895'te cemiyetin kuruluş
nizamnamesi hazırlanarak, İstanbul'un pek çok köşesinde dağıtılmıştır. Böylece İttihat ve
Terakki Cemiyeti, ilk kez varlığını açıkça ortaya koymuş ve sesini duyurmaya başlamıştır59.
57 İttihat ve Terakki Cemiyetinin kuruluşu ve adlandırılması ile ilgili olarak ayrıca bkz: Sina Aksin, Jön Türkler
ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1987; Hanioğlu, a.g.e., 1986. 58 Auguste Comte’ un 19. yy. da ortaya attığı düşüncedir. Teoloji ve metafizik içermeyen, sadece fiziksel veya
maddi dünyanın gerçeklerine dayanan bilim anlayışıdır. Comte bu tezini üç hal kanununa dayandırır. Bu temel
kanuna göre, insanlık tarihinde düşünce kaçınılmaz bir zorunlulukla üç evreden geçerek ilerlemiştir. Bu evreler
sırasıyla teolojik hal, metafizik hal ve pozitif (müsbet) haldir. Comte:”Hepimiz, çocukluğumuzda ilahiyatçı,
gençliğimizde metafizikçi ve olgunluk devremizde fizikçi (felsefeci) olduğumuzu hatırlamaz mıyız?” Türkiye’de
pozitivizm, II. Meşrutiyet’in öncesindeki yıllarla, sonrasında etkili olmuştur. Türkiye’deki pozitivizmin en büyük
savunucusu ve yöneticisi Ahmet Rıza Bey’dir. 1884’te merkezi Paris’te olan Societe des Positivistes’e
(Pozitivistler Birliğine) üye olarak, onların fikir ve görüşlerini yeni Türk fikir hareketinin parolası haline
getirmeye çalıştı. Auguste Comte’un Paris’te şimdi müze ve kütüphane haline getirilmiş olan evinin (Monsieur
le Prince sokak, no:10) salonunda pozitivizmin 40 kadar önemli simasının portreleri arasında Ahmet Rıza Bey’in
portresi de yer almaktadır. Devrim öngörmemesi ve ilerleme fikrine sarılması nedeniyle pozitivizm, Osmanlı
ülkesini parçalanmadan birlik içinde ilerletme ülküsüne bağlı Osmanlı aydınlarına cazip bir ideoloji olarak
görünmüştür. Bkz: Ekrem Işın, “Osmanlı Modernleşmesi ve Pozitivizm”, TCTA, c.II, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1985, s.352-412; Şerif Mardin, “19.y.yılda Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, TCTA, c.II,
İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.342-351; http://tr.wikipedia.org. 59 Birinci, “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Kuruluşu ve İlk Nizamnamesi (1895)”, s.404.
28
Cemiyetin yayın organını belirlenmeye başlandı. İstanbul’daki merkezi örgüt, gazetenin
adının “İttihad-ı İslam” olmasını istiyordu. Ahmed Rıza ise gazetenin sadece Müslümanların
değil, Yahudi, Rum, Ermeni yani tüm Osmanlı’nın çıkarlarını gözeteceğinden, adının İttihat
ve Terakki olmasında ısrar ediyordu. Doktor Nâzım’ın girişimi sonucu orta yol bulunarak
gazetenin adı Meşveret olmasına karar verildi ve ayda iki defa altı sayfa olarak çıkacak olan
gazete 3 Aralık 1895 tarihinde Paris’te Türkçe ve Fransızca nüshalarla yayın hayatına başladı.
Bursa Maarif Nezareti’nden 1887 yılında istifa ederek yurt Avrupa’ya kaçan Ahmed Rıza
Bey’in 1895’te kurduğu Meşveret gazetesi, bu dönemde muhaliflerin hükümetten isteklerini
düzen ve ilerleme ile beraber imparatorluğun bütün tebaasını içine alan geniş kapsamlı bir
ıslahat programı olarak ortaya koyuyordu. Ahmed Rıza Bey, Fransızca Meşveret gazetesinin
ilk sayısında İttihat ve Terakki’nin programları olarak şu esasları ortaya koyuyordu: Önce
bazı yüksek düzeydeki kişilerin işbirliğinin sağlandığı belirtilerek, Batı’ya güven
verilmekteydi. İkinci olarak, düzenin korunması açısından hanedanın yıkılması değil de,
ilerleme anlayışının yayılması istenmekte, “ Düzen ve ilerleme” düsturuna bağlı bulunulduğu
ve şiddet yoluyla elde edilecek ödünlerden nefret edildiği söylenmekteydi. Üçüncü olarak,
belirli vilayet ya da milletler için değil, fakat tüm Osmanlılar için ıslahatın gerekli olduğu
vurgulanmaktaydı. Dördüncü olarak, ilerlemenin gerekli olduğu savunulmakta, ama Osmanlı
varlık koşullarının ve Doğu uygarlığının da özgünlüğünün korunması ve Batı’dan ancak
bilimsel evriminin genel sonuçlarının özümsenerek alınması istenmekteydi. Beşinci olarak da,
Osmanlı iktidarına karşı yapılan yabancı müdahalelere karşı olunduğu belirtilmekteydi60.
Çeşitli yollardan yurda gizlice sokulan bu gazeteyi bir ara Osmanlı idaresinin Fransa
hükümetiyle olan diplomatik görüşmeleri neticesinde Paris’te çıkaramaz olunca, Cenevre’de
neşretmeye başladı. Orada da takibata uğrayınca Brüksel’de çıkarmaya devam etti. Fakat
Belçika hükümeti de Osmanlı Devleti’yle olan münasebetleri sebebiyle gazetenin çıkmasına
mani oldu. Ancak Belçika parlamenterlerinden M.Georges Lorand, gazetenin mesul
müdürlüğünü üzerine aldı. Osmanlı yönetimine karşı yıkıcı ve bölücü fikirleri yaymaya
devam etmesi sebebiyle Ahmed Rıza Belçika’dan 1897 senesinde sınır dışı edildi. Diğer
yandan, 1886’da Mizan gazetesini çıkararak yönetimi ılımlı biçimde eleştirmeye başlayan
Mizancı Murad Bey, yönetimden ve muhalefetten gereken yakın ilgiyi bulamaması ve nihayet
gazetesinin de kapatılması üzerine, 1895’te yurt dışına kaçtıktan sonra, Ahmed Rıza’nın
yerine 1896-1897 yıllarında İttihat ve Terakki Paris Şubesi başkanlığına getirildi. Bu yer
değişikliğinde Ahmed Rıza’nın İttihat ve Terakki ile olan görüş ayrılıklarının önemli rolü
olmuştu. Öte yandan, Ahmed Rıza’nın ödünsüz kişiliğinin ve sert tutumunun da bu
60 Sina Akşin, “Jön Türkler”, TCTA, c.III, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.83.
29
anlaşmazlıkta önemli etkisi vardı. Mizancı Murad’ın başkan yapılmasından bir süre sonra
Ahmed Rıza, İttihat ve Terakki’den atılacaktır. Yeni durumun bir başka belirtisi de İttihat ve
Terakki’nin faaliyet merkezinin Paris’ten 1897’de Cenevre’ye taşınması ve Mizan’ın artık
burada çıkarılması olmuştur61.
Mahmut Paşa ve oğullarının Paris’e gelmeleriyle Jön Türk olayı büyük canlılık
kazanmış ve bir kongre toplanması hazırlıklarına başlanmıştı. İlk iş olarak genel bir çağrı
yayımlandı. Bu çağrıda, “Ülkenin içinde bulunduğu genel durumun sergilenmesinden ve
despotizmin yerilmesinden sonra tüm Osmanlıların bu saltçı düzene karşı savaşımları
isteniyordu62.”
Genel çağrının ardından Abdülhamid’in baskı düzenine karşı ve Meşrutiyet isteyen
herkesin bu kongreye katılması için Prens Sabahaddin ve Prens Lütfullah gerekli girişimlerde
bulundular. Kongrenin yapılacağını duyan Abdülhamid, yabancı devletlere notalar göndererek
kongreyi engellemeye çalışsa da başarılı olamamıştır. Kongre, Fransız ayan üyesi olan Mr. Le
Tirere Pantalis’in evinde 4 Şubat 1902’de başlayıp, 9 Şubat 1902’ye kadar sürmüştür. Devrin
basınına Jön Türk Kongresi, “Osmanlı Hürriyetperveran Kongresi” adıyla yansıdı. Kongre
düzenlenirken başkanlık için Damat Mahmut Paşa düşünülmüştü. Hastalığı ilerlemiş
bulunduğundan bir saygı gösterisi olmak üzere Mahmut Paşa fahri başkanlığa, oğlu
Sabahaddin Bey ise kongreyi yönetmek üzere başkanlığa seçildi. Kongre sonunda iki görüş
ortaya çıkmıştır. Bunlardan ilki, “Yalnız propaganda ve yayın yoluyla inkılâp yapılamaz.
Buna uygar askeri kuvvetlerin de devrim harekâtına katılmalarını sağlamalı.” görüşüydü.
İkinci görüş ise, “Yabancı hükümetlerin müdahalesini davet ederek, ülkede ıslahatın
uygulanmasına girişilmesi” düşüncesiydi. Kongre sonunda ortaya çıkan bu iki görüş, iki
cemiyetin kurulmasına yol açmıştır: Müdahaleciler ve Adem-i Müdahaleciler.
Müdahaleciler, yabancı devletlerin müdahalesinin gerekli olduğu görüşünü savunmuşlar ve
Prens Sabahaddin’in önderliğinde Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet cemiyetlerini
kurmuş, Ademi Müdahaleciler ise yabancı devletlerin desteği görüşüne katılmamışlar ve Ali
Rıza’nın başkanlığında “Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti” adı altında toplanmışlardır.
Prens Sabahaddin yabancı devletlerin desteğini alma konusunda bir açıklama yapıp şunları
söylemiştir : “Biz memleketimizde bir ihtilâl yapmak maksadıyla toplanmış bulunuyoruz.
Lakin dahilde ihtilâl çıkardığımız takdirde bu hareketin hüsnü suretle neticeleneceği
muhakkak değildir. Kargaşalık esnasında herhangi bir ecnebi hükümetin kendi menfaati
namına, işlerimize müdahale etmesi muhtemeldir. İşte biz bu müdahaleyi önlemek için
61 Akşin, “Jön Türkler”, s.83. 62 Emre Kongar, Toplum Bilimcileri, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1997, s.92.
30
menfaati menfaatimize uygun bir hükümetle daha evvelden anlaşmış olmalıyız. Yani dahilde
bir hareket vücuda getirdiğimiz vakit bundan istifade etmek emeline düşecek hükümetlerin
müdahalesini bertaraf eyleyecek hür ve demokrat hükümetlerle şimdiden uyuşmalıyız ve
bundan sonra ihtilâl hareketine geçmeliyiz63.”
Muhalifler meşruti rejimin yeniden kurulması konusunda görüş birliği olmasına
rağmen, öngördükleri kurtuluş yöntemi konusunda farklı görüşlere sahiptiler. Özellikle 1902
Paris Kongresinde bu görüş ayrılığı açıkça ortaya çıkmıştır. Özellikle gayri Müslim delegeler
yabancı müdahalesini savunmaktaydılar. Fakat Prens Sabahaddin Bey bu noktaya bir açıklık
getirerek, yabancı müdahalesinin Osmanlı Devleti’ne daima zarar verdiğini, fakat içeride
yapılacak bir ihtilâlin de, başarılı olabilmesi için menfaati menfaatimize uygun, yani bir dost
devlet tarafından desteklenmesi gerektiğini belirtti. Bunla beraber, yabancı müdahalesine
kesin olarak karşı olanlar bu görüşü benimsediler ve sonunda Kongre “Müdahaleciler” ve
“Ademi Müdahaleciler” diye iki gruba ayrılarak dağıldı. İngiliz modelini esas alan adem-i
merkeziyetçi kanadın lideri Prens Sabahaddin Bey’in yanında yer alan “Müdahaleciler”
çoğunluğu oluşturmuştu. Azınlık olan “Adem-i Müdahaleciler”in lideri ise Fransız modelini
esas alan Ahmet Rıza Bey’di. Fakat İttihat ve Terakki Cemiyetini meydana getiren bu grup,
giderek çoğunluğu kazanacak ve duruma egemen olacaktır64.
Ermeni, Arnavut ve Arap aydınları genellikle adem-i merkeziyetçi grubun içinde yer
almayı tercih etmişlerdir. Böylece kongreye katılanların çoğunluğu adem-i merkeziyetçi
olmuştu. Azınlıklar iktidara geldikleri takdirde kendi yaşadıkları bölgelerde özerk bir
yönetimin kurulmasını sağlamayı planlamaktaydılar. Özerklik, bağımsızlık yolundaki ilk
hedefti. Prens Sabahaddin’in, daha sonra Ahrar Fırkasına dönüşen, Teşebbüs-i Şahsi ve
Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’nin 1906 yılında yayınlanan programı şu esasları içermektedir:
Siyasî ıslahat yapılarak yerinden yönetim sağlanacaktır. Vilayet meclisi üyeleri halk
tarafından seçilecektir. Merkezde halk tarafından seçilecek bir meclis teşkil edilecektir.
Osmanlı halkının hak eşitliği sağlanacaktır. Yerel yöneticiler halkın nüfus dağılımına uygun
olarak, farklı etnik ve dinî oranlara göre seçilecektir. Yerel yönetim yerine güçlü bir
merkeziyetçi yönetimi savunan İttihatçılar, Cemiyet içinde etkin görevlere genellikle
merkeziyetçileri getirerek izleyecekleri politikayı netleştirdiler. II. Abdülhamid’e muhalefet
yapan gruplar arasında en etkini konumuna yükselen İttihat ve Terakki Cemiyeti de 1895
yılında yayınladıkları ilk nizamname ile resmi olarak açığa çıkmıştır65. 63 Kongar, a.g.e., s.95. 64 Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789 – 1914), TTK Yayınları, Anakara, 1999, s.598. 65 Cemiyetin 1895 Nizamnamesinin tam metni için bkz. Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler, c.I,
İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s.70-75.
31
Yeni Osmanlıların ulusçu ve Meşrutiyetçi fikirleri ve Fransız Aydınlanmasını Osmanlı
koşullarına adapte etme çabaları, ülkenin 1876-77 arasındaki meşruti rejim de etkili oldu. Bu
kişilerin devrimci, ulusçu ve liberal eksende oluşturmaya çalıştıkları ideoloji, 1908 devrimini
örgütleyen İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne mensup genç kuşağın ideolojik gelişiminde etkisi
büyük oldu. Ancak, ülkeye “pozitivist” düşünceyi ithal eden Ahmet Rıza, “bireycilik”
kavramına vurgu ile toplumsal dönüşümü öne çıkaran Prens Sabahattin ikinci Jön Türk
dalgasını harekete geçiren kişiler olarak hem ideolojik hizmetleri hem de örgütsel
faaliyetleriyle İttihatçılığın gerçek fikir adamları oldular66.
II. Abdülhamid, ittihatçıların Sultan Abdülaziz’i darbeyle indirmelerinden ve sonrasında
da Sultan Abdülaziz’in şüpheli intiharından oldukça etkilenmiştir. Sultan II. Abdülhamid
mutlak monarşi dönemi boyunca kendisine muhaliflerin ve ayrılıkçı azınlıkların
düzenleyeceği olası suikastlardan korumak için çeşitli güvenlik önlemleri almıştı. Ali Suavi
tarafından girişilen Çırağan Baskını’ndan sonra paranoyaya varan şüpheci tavrı nedeniyle
kendini Yıldız’a hapsetmiş, sadece Cuma namazları için dışarı çıkmaktaydı. Sultan II.
Abdülhamid, her hafta Cuma selamlığına Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ve serasker Rıza
Paşa ile birlikte çıkardı. 21 Temmuz 1905 Cuma günü Ermeniler Yıldız Camii önüne bir
saatli bomba yerleştirerek Sultan II. Abdülhamid’e suikast tertiplediler. Charles Edward Jorris
ve Ermeni yandaşları sırf bu suikast için özel olarak üretilmiş bir at arabası Viyana’dan
İstanbul’a getirilir. Gizli bölümüne 120 kilo patlayıcı koymuşlar ve sonunda bu arabayı Yıldız
camisinin avlusuna kadar sokmayı başarmışlardır. Arabaya yerleştirilen bomba normal
şartlarda camiiden hemen çıkması gereken Abdülhamid’in çıkış saatine göre ayarlanmıştı.
Ancak II. Abdülhamid, Şeyhülislam Cemaleddin Efendi ile camii çıkışında sohbete başladı.
Bu gecikme sırasında yerleştirilen bomba patladı. Böylece Sultan II. Abdülhamid suikastten
kurtuldu. Cemaleddin Efendi, II. Abdülhamid’in suikastten kurtulmasını sağlamıştı. Bu olay
II. Abdülhamid’i devirtmek isteyen İttihatçılar üzerinde de çeşitli duygulara vesile olmuştur.
Vatansever ve Meşrutiyet taraftarı Tevfik Fikret kaleme aldığı “Bir darbe... bir duman... ve
bütün bir gürûh-ı sûr” diye başlayan “Bir Lahza-i Teehhür” adlı şiirinde düzenlenen
suikastten övgüyle bahsederken eylemin sonuçsuz kalmasından teessüf etmektedir. Zira
eylemin başarısız kalması ile mutlak monarşi rejime son verilememiştir ve mücadele edilen
Meşrutiyet için daha çok beklenmesi gerekmektedir. II. Abdülhamid, 1917 tarihinde kaleme
aldığı anılarında bu şiire şu şekilde gönderme yapmaktadır: “Bütün İmparatorluğu, bir daha
ele geçmez şekilde kaybediyoruz. Bu mağlubiyetin müsebbibleri var, hainleri var, suçluları
var, yardakçıları var... Bunlar kendilerini tarihin adaletinden, milletin husumetinden
66 Atalı, a.g.e., s.131.
32
kurtarmak için beni suçluyorlar. ‘Bu yangını Abdülhamid bıraktı’ diyorlar. Koskoca bir ülke
kaybetmenin acısı içinde çırpınan vatan evlatlarına, her şeyi doğru görmeleri, doğru
değerlendirmeleri için yazıyorum. Kimi suçlayacaklarını bilsinler, kimin yakasına yapışmak
gerektiğinde şaşırmasınlar diye.. Tarihin hükmünü beklemeden, dosdoğru düşünebilsinler, bir
daha ne yapmaları gerektiğini idrak etsinler diye.. Bir Osmanlı Padişahı ve Halifesine bomba
ile kast eden Ermeni kundakçılarını alkışlamayı vatanperverlik sayan münevverleri görünce,
kim olduklarım tanısınlar diye... Hiçbir namuslu Ermeni, padişahına kast eden eli bombalı
ırkdaşına ‘şanlı avcı’ diyecek kadar hayâsız olmamıştır!67”
İttihatçı kadroları Mekteb-i Harbiye-i Şahane (Harp Okulu) ve Erkan-ı Harbiye
Mektebi’nde (Harp Akademisi) okuyan subaylar beslemekteydi. Mektepli subayların
neredeyse tamamı mutlak monarşi karşıtı ve İttihatçı çizgideydi. Mustafa Kemal de
İttihatçıların fikirlerinden etkilenerek okulda mutlak monarşi karşıtı faaliyetlerde bulununca
fişlenmişti. Mustafa Kemal ve arkadaşları 1904 Aralık ayında Harbiye’den mezun olduktan
sonra Sirkeci’de kiraladıkları bir pansiyonda rejim aleyhtarı faaliyetlerde bulunarak gizli bir
teşkilat kurmaya karar verdiler. Jurnallenince Harp Okulundaki Zabitan Tevkifhanesine
gönderirler. Burada bir süre tutsak kaldıktan sonra, eylemcilerin tayinleri gitmeyi
arzuladıkları İttihatçıların merkezi ve Mustafa Kemal’in memleketi olan Selanik yerine
mutlak monarşinin daha kuvvetli olduğu imparatorluğun doğu bölgelerine yapılır.
O dönemde yeni mezun olmuş subaylar genellikle Rumeli’deki ordulara gönderilirdi.
Fişlenen Mustafa Kemal ve arkadaşları I. ve II. Orduya atanma hususunda aralarında
anlaşmalarına rağmen Erzurum’daki IV. Ordu ve Şam’daki V. Ordu’ya tayin edilmişlerdir.
Mustafa Kemal, Ali Fuat (Cebesoy) ve Müfit (Özdeş) 5 Şubat 1905’de Şam’a tayin edildi.
Mustafa Kemal rejim aleyhtarı tutumu nedeniyle yakın takipte bulundurulacak şekilde Şam’a
gönderilmiştir. Bu zamana kadar hiçbir cemiyete üye olmayan Mustafa Kemal’in mevcut
rejime karşı çalışmaları Şam’da daha belirgin bir şekilde ortaya çıkmıştır68.
1906 Eylül ayı başlarında Selanik’te Mithat Şükrü'nün evinde on kişilik arkadaş grubu
tarafından yapılmış olan toplantıda, üyelerinin çoğunluğunu askerlerin teşkil ettiği Osmanlı
Hürriyet Cemiyeti’nin kuruluşuna karar verilmiştir. Bu cemiyet, yurt içinde ve yurt dışında
kurulmuş olan Jön Türk cemiyetlerinin bir devamı değildir69. Aynı günlerde, 1906 Ekim’inde
Şam’da “Vatan ve Hürriyet” adlı gizli bir cemiyet kurmuş olan Mustafa Kemal Selanik’e
67 Bozdağ, a.g.e., s.87. 68 E. Semih Yalçın, “Mustafa Kemal Paşa’nın İttihatçılığı”, Türkler, c.XIII, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara,
2002, s.247. 69 Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler, c.I, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000, s.53-54; Kazım Nami
Duru, İttihat ve Terakki Hatıralarım, Sucuoğlu Matbaası, İstanbul, 1957, s.13.
33
gelmiştir. Burada, kurduğu cemiyetin Selanik Şubesi’ni oluşturan Mustafa Kemal daha sonra
Suriye’ye geri dönmüştür. Ancak, bir süre sonra Vatan ve Hürriyet Cemiyeti, Osmanlı
Hürriyet Cemiyeti’yle birleşmiştir. Böylece Vatan ve Hürriyet Cemiyeti ortadan kalkmıştır.
Osmanlı Hürriyet Cemiyeti kısa zamanda Rumeli’nin her tarafına yayılmıştır. Makedonya’nın
bütün şehir ve kasabalarında ve özellikle Türk Alayları’nın bulunduğu yerlerde genç subaylar
arasında taraftar bulmuştur. Böylece, Makedonya’da bulunan Osmanlı III. Ordusu’nun
teğmen, yüzbaşı, binbaşı rütbesindeki subayları bu cemiyete katılmışlardır.
Mustafa Kemal, İttihatçılarla Meşrutiyet’in kurulması konusunda birlik içinde olmasına
rağmen Meşrutiyet sonrası uygulanacak politikalar konusunda görüş ayrılığı içindeydi. Prens
Sabahaddin Bey’in başını çektiği muhalefetin diğer kolunun aksine İttihatçılar merkeziyetçi
yönetimle Osmanlı İmparatorluğu’nun kurtarılacağını düşünüyordu. Daha büyük bir vizyona
sahip olan Mustafa Kemal parçalanmanın kaçınılmaz olduğunu görmüştür. Ona göre
Köhneleşen ve hayatiyetini kaybeden Osmanlı İmparatorluğu gövdesi üzerine devlet
oturtulamazdı. Ancak, Türk çoğunluğu bulunduğu toprağın üzerine oturtulabilirdi. Düvel-i
Muazzama’nın imparatorluğu tasfiyesinden önce ihtilâl idaresi ulusal bir devlet kurmalıydı.
Mustafa Kemal’in bu radikal fikirleri İttihatçıların tepkisine neden olmuş, sonuçta Mustafa
Kemal dışlanmaya başlanmıştır.
1905 yılındaki Rus devrimi sonrasında Çar’ın halkına bir parlamento bahşederek sınırlı
olsa da anayasal monarşi rejimine geçilmesi, Osmanlı’daki muhalif kesimi derinden etkiledi.
Rusya gibi Avrupa’da mutlakiyetçiliğin kalesi olarak görülen bir imparatorlukta bile halkın
Çar’ı dize getirmesi, bu kesimleri oldukça umutlandırdı. 1906’da meydana gelen İran
Devrimi’nin parlamento ve anayasanın kabulüyle sonuçlanması, Osmanlı İmparatorluğu’nda
Rusya’dakine benzer bir etki yarattı. İran Devrimi, geri bir ülkede dahi anayasal rejime
geçilmiş olmasına örnek teşkil etmesi itibariyle oldukça kayda değerdi. Osmanlı’daki eğitimli
kesim arasında Rusya ve İran’da meydana gelmiş olaylar tartışılmaktaydı70.
İttihatçılar, Meşrutiyet’in ilânı için faaliyetlerini 1907’den sonra daha da
yoğunlaştırmışlardı. Avrupa’daki Jön Türkler bir grup Ahmed Rıza’nın diğerini Prens
Sabahaddin Bey’in çektiği iki ana gruba ayrılmıştı. Ancak, Saray’ı Meşrutiyet’in ilânına
zorlayanlar bu gruplar değildi. Bu görevi, yurt içinde, Manastır-Selanik (Makedonya)
bölgesinde örgütlenen ve ağırlıklı olarak askerlerin oluşturduğu diğer bir grup üstlenecekti71.
Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin faaliyetlerini yakından takip eden II. Abdülhamid’in
baskıları üzerine Ömer Naci ve Hüsrev Sami Paris’e kaçmışlar ve Paris'te Ahmet Rıza ve
70 Atalı, a.g.e., s.142. 71 Karabekir, a.g.e., 35–82.
34
Prens Sabahattin gruplarının programlarını inceledikten sonra Ahmet Rıza grubunu
kendilerine daha yakın görmüşlerdir. Ahmet Rıza, Dr. Nazım aracılığıyla Osmanlı Hürriyet
Cemiyetine birleşme teklifinde bulunmuştur. Söz konusu teklif, Paris grubunun hürriyetin
ilânı konusunda ihtilâl fikrinden uzak durması nedeniyle, Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'nin
Selanik’teki Heyet-i Ali’sinde yoğun tartışmalara neden olmuştur. Ancak, daha sonra yapılan
gizli oylamayla Ahmet Rıza’nın teklifi kabul edilmiş ve 27 Eylül 1907’de yedi maddelik bir
sözleşmeyle birleşme resmen gerçekleştirilmiştir72. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’nin ismi
Terakki ve İttihat olarak değiştirilmiş, birkaç ay soma da İttihat ve Terakki’ye
dönüştürülmüştür. Birleşmenin ardından Paris şube olarak kalmış, Selanik Heyet-i Âli’yesi
ise, Merkez-i Umumî adını almıştır73. Osmanlı Hürriyet Cemiyeti'nin Selanik'te bulunan
şubesi yeni oluşturulan cemiyetin iç genel merkezi, Paris'te bulunan Terakki ve İttihat
Cemiyeti’nin şubesi ise dış genel merkez olarak kabul edilmiş ve faaliyetler bu iki merkezden
kontrol edilmeye başlanmıştır74. Bu iki cemiyet birleşerek güçlenmiş ve İttihat ve Terakki
Cemiyeti adı altında etkili bir muhalefete girişmiştir.
Birleşme sonrası İttihatçı Jön Türklerin merkezi Paris’ten Selanik’e kaymış, Paris şubesi
ve İttihat ve Terakki Cemiyeti kurucuları giderek arka plana düşmeye başlamıştır. Selanik
Şubesi etkinliğini artırırken, Paris Şubesi’nden Ahmet Rıza, Dr. Nazım ve Dr. Bahattin Şakir
gibi isimler dışındakiler giderek etkinsizleşmeye başlamıştır. Abdullah Cevdet, İshak Sükuti
ve İbrahim Temo İttihat ve Terakkinin kurucuları olmalarına rağmen giderek dışlananlar
grubunda yer alacaktır ve II. Meşrutiyet sonrası Merkez-i Umumî Yönetici kadrosu dışında
kalarak Makedonyalılara yerlerini kaptıracaklardır. İbrahim Temo’nun bu sürece gidişle ilgili
Selanik Şubesi önderlerinden Cemal Bey ile arasında konuşma Paris ayağının düşüşünü göz
önüne sermektedir: “ Cemal Bey- Doktor hangi cemiyetten bahsediyorsunuz? Bizim bu
cemiyet, sizin vatan haricinde çalıştığınız cemiyet değildir. Bu cemiyet, Manastır ve Selanik
mahsulüdür...75”
Bu birleşme İttihat ve Terakki’nin Rumeli’de yayılmasında önemli bir faktör olmuştur.
Ayrıca bu birleşme yoluyla İttihat ve Terakki askerleri de bünyesine almış bulunuyordu ki, bu
gelişme cemiyetin tarihinde önemli bir aşama teşkil etmiştir. Bu yolla yeni kurulan cemiyete
subayların katılması II. Meşrutiyet’in İttihat ve Terakki tarafından II. Abdülhamid’e kabul
ettirilmesinde büyük rol oynamıştır. Çünkü bu birleşmeden güçlenerek çıkan cemiyet, Sultan
72 Ernest Edmonson Ramsaur, Jön Türkler ve 1908 İhtilali, (Çev. Nuran Ülken), Sander Yayınları İstanbul,
1972, s.142-143. 73 Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler, s.39-40. 74 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi (II. Meşrutiyet ve I. Dünya Savaşı), c.IX, TTK Yay., Ankara, 1999, s.14. 75 Temo, a.g.e., s.185.
35
II. Abdülhamid yönetimine karşı yaptığı mücadeleyi siyasî olmaktan çıkararak askeri bir
temele de dayandırmıştır. Birleşme olayından üç ay gibi kısa bir süre sonra 27, 28 ve 29
Aralık 1907’te Paris’te II. Jön Türk Kongresi toplanmıştır. Prens Sabahaddin başkanlığında
toplanan Jön Türk kongresini İttihat Terakki Cemiyeti’nden Ahmet Rıza Bey ile Ermeni
temsilci Malumyan Efendi yönetir. Kongreye, Terakki ve İttihat Cemiyeti’nin Paris merkezi,
Prens Sabahattin grubu milliyetçi Yahudiler ve milliyetçi Arap örgütlerinin temsilcileri ve
Ermeni Taşnak Cemiyeti temsilcileri katılmıştır76. Üç gün süren yoğun görüşmelerin ardından
kısa vadede gerçekleştirilecek eylem planına göre II. Abdülhamit’in devrilmesi ve Meşrutiyet
idaresinin yeniden tesis edilmesi için grevler, halk hareketleri düzenlenmesi, ordu içinde gizli
propaganda yapılarak yüksek rütbeli subayların İttihatçı saflarına çekilmesi ve en son askeri
darbe gibi uygulamalara geçilmesi kararlaştırılır. Bu amaçları gerçekleştirme doğrultusunda
Tüm katılımcı örgütler arasında eşgüdümü sağlayacak, ortak eylemleri tek merkezden
yönetecek ve eylemlerin etkin bir şekilde tam zamanında yapılmasını sağlayacak bir de “İcra
Komitesi” oluşturulur. Ancak karşıt gruplar arasında bir anlaşma arayışı sonuç vermez. Prens
taraftarlarınca bir yandan dış devletlerin müdahalenin diğer yandan adem-i merkeziyetin
kabul edilmesi İttihat ve Terakki’nin tepkisini çekmiştir.
Rumeli’deki özellikle Makedonya’daki Türk varlığı için tehlike çanları çalmaya
başlamıştı. Bu durum Türkleri, Jön Türkleri, İttihat ve Terakki’nin yönetici kadrolarını ve 3.
Ordu subaylarını endişelendiriyordu. Tam bu sırada, 9–10 Haziran 1908’de İngiliz Kralı III.
Edward ile Rus Çarı II. Nikola’nın, Reval görüşmeleri gerçekleşti. Reval görüşmesinin hemen
arkasından, Rusya ile İngiltere’nin Osmanlı İmparatorluğunu paylaşma ve parçalama
konusunda anlaştıkları, dolayısıyla Rumeli’de Osmanlı’nın sonun geldiği şeklinde yorumlar
ortaya çıktı. İşte bu tehlike ve çözümsüz durum İttihat ve Terakki yöneticilerini ve Türk
subaylarını harekete geçirdi. Onlara göre en hızlı ve kestirme çözüm II. Abdülhamid rejimine
son vermek, Meşrutiyeti ilân etmek ve Kânun-u Esasî’yi uygulamaktı. Ancak bu çözüm
Avrupa kamuoyunu Osmanlı Devleti’nin lehine çevirebilirdi77.
Reval Görüşmeleri, İttihatçıları Meşrutiyet için harekete geçiren ve devrimin zamanını
belirleyen en önemli etken değil, tetikleyen bir gelişme olmuştur. Zira ittihatçılar uzun
zamandan beri hazırlıklarını yapmakta ve uygun siyasal zeminin oluşmasını
beklemekteydiler. Osmanlının parçalanacağı izlenimi kurtuluş reçetesi olarak sadece Meşruti
yönetimi gören İttihatçıları harekete geçirmiştir.
76 Ahmed Bedevi Kuran, İnkılâp Tarihimiz ve Jön Türkler, Kaynak Yay., İstanbul, 1945, s.243-245. 77 Bayram Kodaman, “II. Meşrutiyet Dönemi (1908–1914)”, Türkler, c.XIII, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara,
2002, s.170.
36
II. Meşrutiyet’in ilânından kısa bir süre önce, 23 Haziran 1908’de Osmanlı İttihat ve
Terakki Heyet-i İctimaiyesi tarafından bir beyanname yayımlanmıştır. Bu beyanname
Manastır şehrinde sokaklara asılmış ve çeşitli devletlerin konsolosluklarına da gönderilmiştir.
Manastır valisine bir muhtıra mahiyetinde olan bu vesikada günün hükümetinin gayr-i meşru
olduğu, İttihat ve Terakki Cemiyetinin tek arzusunun milletin açık ve meşru haklarını geri
almak ve idare mekanizmasının başında olanların ihtiraslarına son vermekten başka bir şey
olmadığı, kurulmak istenen rejim sayesinde milletle padişah doğrudan temas halinde olacağı
bildirilmekteydi. Üçüncü Ordu’nun Manastır’daki karargâhında bulunan askeri müftü,
gerçekte Yıldız Sarayı’nın yolladığı bir casustu. Haziran ayı başlarında rastlantı eseri, Binbaşı
Ahmet Niyazi Bey’in de karşılaştığı bir İttihat ve Terakki komplosunu öğrendi. Ahmet
Niyazi, Manastır’la Ohri arasındaki Resne’ye atanan ve sadakatinden kuşku duyulan bir
subaydı. Durumu başkente bildirmemesi için müftü vurularak öldürüldü. Niyazi bir
ayaklanma başlatmaya karar vermişti78.
Kolağası Ahmet Niyazi Bey kendi girişimleri sonucunda bölgede yaşayan
Müslümanlardan, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yönetimin altında bulunacak sekiz yüz
kişilik silahlı sivil halk gurubunu oluşturmuştu. Kolağası Ahmet Niyazi Bey, 3 Temmuz
1908’de eşkıya izlemek bahanesiyle bir grup yerel yöneticiyle beraber 160 kişilik birliği, kışla
cephaneliğinden aldığı adam başına iki tüfek ve hayli bol cephane ile daha önce oluşturulan
bu birlikle buluşmaları için dağlara gönderdi. 3 Temmuz 1908 Cuma günü herkes cuma
namazındayken, Resneli Kolağası Niyazi Bey’in bir miktar silah ve cephane alarak kendisine
bağlı karma bir kuvvetle Resne’de Ohri gölü çevresindeki dağlara çıkması ile isyan başlamış
oldu. 3 Temmuz 1908 tarihinde Yıldız Sarayı’na, Padişah’ın başmabeyincisine II.
Abdülhamid’in çekilmesine dair telgraf çeker. Niyazi’nin başlattığı bu girişim hızla yayılmış,
kısa sürede tüm ittihatçıların II. Abdülhamid rejimine karşı ayaklanması ile sonuçlanmıştır79.
78 Palmer, a.g.e., s.206. 79 Manastır’ın Resne Kasabası’ndan olduğu için Resneli Niyazı olarak ta bilinen Ahmet Niyazi Bey, II.
Meşrutiyet’in ilânından sonra hürriyet kahramanı olarak anılmaya başlamıştır. Devrimi sırasında edindiği geyiği
mücadelenin sembolü yapmış, kendisi Kahraman-ı Hürriyet geyiği ise Rehber-i Hürriyet olarak meşhur
olacaktır. İstanbul’a getirdiği geyik o kadar meşhur olur ki, her yerde herkes Rehber-İ Hürriyet’in
muhabbetini(böylece literatürümüze ‘Geyik Muhabbeti’ kavramı girer) yapılmaya başlar. Hareket ordusu ile 31
Mart ayaklanmasını bastırmak için İstanbul’a gelen Niyazi Bey, ittihatçılarla anlaşamayınca memleketi Resne’ye
geri dönmüştür. Balkan Savaşlarında da kahramanlıkları ile tekrar gündeme gelmiştir. Ahmet Niyazi Bey, 17
Nisan 1913’te İstanbul’a gelmek için Arnavutluk’un Avlonya limanında vapur beklerken İtalyan istihbaratı veya
İttihatçılarında dâhil olduğu siyasi düşmanları tarafından tetikçi yapılan koruması tarafından öldürülmüştür. Bkz:
Ahmet Celalettin Saraçoğlu, Resneli Niyazi, Şema Yayınevi, İstanbul, 2006; İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Resneli
37
II. Abdülhamid, Resne’deki birliklerin başında bulunan Ahmet Niyazi Bey’in
önderliğindeki grubu etkisiz hale getirmek ve ayaklanmayı bastırmak için Kosova vilayeti
komutanı Şemsi Paşa’yı görevlendirdi. İki taburla Mitroviçe’den Manastır’a gönderilen I.
Ferik Şemsi Paşa 7 Temmuz’da Manastır’a geldiğini bildiren raporu verdikten sonra Manastır
Postanesi’nden çıkarken, İttihatçı bir subay olan Bigalı Teğmen Atıf (Kamçıl) tarafından
öldürüldü. II. Abdülhamid önce durumun vahametini pek kavrayamadı, bu olayları va’ka-yı
adiye olarak gördü. II. Abdülhamid, Şemsi Paşa’nın öldürülmesi üzerine yerine Müşir Tatar
Osman Paşa’yı görevlendirdi. Fakat askerler silah arkadaşlarına ateş açmadıkları için Müşir
Tatar Osman Paşa etkisiz kalmıştır. Bölgenin içerisine düştüğü askeri ve siyasi durumdan
sonra II. Abdülhamid’ in bu ayaklanmayı bastırabilmesi için Makedonya’daki III. Ordu ve
Edirne’deki II. Ordu’dan faydalanma fırsatı kalmamıştı. Abdülhamid bu durumu ortadan
kaldırmak için Anadolu’dan 47 taburdan oluşan 1800 kişilik bir birlik gönderdi. Ayrıca
Makedonya’daki Rum çetelerinden faydalanacaktı. Tatar Osman Paşa Manastır’a geldiği
sırada İzmir’den Selanik’e asker sevkine başlanmıştı. Cemiyet, Anadolu’dan gelecek
askerlerin Niyazi Bey üzerine gitmesini önlemek için Doktor Nâzım Bey’i İzmir’e yolladı80.
İzmir’de silâhaltına alınan sekiz taburluk redif livası Makedonya’daki çeteci zabitleri takip
etmek üzere vapurla Selanik’e gönderildi81. İzmir’deki Cemiyet üyeleri olan Doktor Nâzım,
Bursalı Tahir ve arkadaşlar da vapurda bulunmaktaydı. İttihatçıların propagandası üzerine bir
kısım asker daha Selanik’e varmadan, diğerleri ise Manastır yolunda İttihat ve Terakki
Cemiyetine katılmayı kabul ettiler.
Makedonya’daki bu olaylar gittikçe büyüyerek halkın ve III. Ordu’nun katıldığı genel
bir isyan halini aldı. İsyan yayılmaya başladı. Bundan sonrada Makedonya’da 20 Temmuz
1908’de Firzovik olayı ortaya çıktı. 1908 yılında Avusturya-Macaristan Manastır’da
demiryolu yapımı için çalışmalara başlamıştı. Bu demiryolu eski plana göre. Bosna’dan
Mitroviçe’ye kadar uzatılacaktı. Bu amaçla daha Mart 1908’de Avusturya hükümeti
Kosova’ya bir mühendis komisyonu göndermiştir. Bu gelişme Kosova’nın Avusturya
tarafından işgal tehlikesi halk arasında çeşitli söylentilere yol açmıştı. Olay, Üsküp’teki
Avusturya- Alman okulunun doğal güzellikleriyle ünlü saray içi köyüne yapmaya hazırlandığı
gezi Arnavutların tepkisini çekmiş ve birçok silahlı Arnavut Firzovik’te toplanmaya
başlamıştı. Bu haber dallanıp budaklanarak yayılmış ve topluluğa katılanların sayısı ertesi ay
30 bine kadar yükselmiştir. Kır gezisinin yapılacağı alanı hazırlamak için önden gönderilen Niyazi Hatıratı, Örgün Yay. İstanbul, 2003; Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, c.V, Ötüken Yayınları, İstanbul,
1994; http://tr.wikipedia.org. 80 Uzunçarşılı, “1908 Yılında II. Meşrutiyet’in Ne Suretle İlan Edildiğine Dair Vesikalar”, s.18. 81 Duru, a.g.e., s.27-28.
38
işçilere karşı yapılan gösteriler, Osmanlı idarecilerine karşı bir harekete dönüşünce Kosova
Valisi Mahmut Şevket Paşa, cemiyet üyesi olduğunu bildiği Jandarma Komutanı Ali Galip
beyi bilgi almak için buraya yollamıştır. Ali Galip bu olayı cemiyete bildirmiş ve Meşrutiyet
için bundan faydalanılmasını söylemiştir. İttihatçılar tarafından bölge halkı, II. Abdülhamid’i
protesto etmeye yönlendirilmiş, hürriyet ve Meşrutiyet isteğiyle gösteri yapılmaya
başlanmıştır. Ayaklanma içindeki cemiyet üyesi Hacı Şaban Efendi de düzensiz olan
protestoyu Meşrutiyet lehine çevirmiştir.
Bu arada İttihat ve Terakki Cemiyeti Manastır da ardından da Ohri’de faaliyetlerini
arttırmıştı. Ohri’deki Sınıf-ı Sani Redif Alayı kumandan vekili Eyüp Sabri Bey, asker ve
ahaliden teşkil ettiği Ohri Milli Alayı birinci tabur kumandanlığını ele alarak 20 Temmuz
1908’de askeri depoyu açtırıp, dokuz yüz mavzerle, doksan beş sandık cephaneyi yanlarına
alarak dağa çıkmıştır. Daha sonra Eyüp Sabri Bey kuvvetlerine Manastır’da bulunan
rediflerle, Mitroviçe’den gelen nizamiye taburlarından bazı zabitlerde iltihak etmişlerdir. Bu
gelişmeler karşısında Müşir Tatar Osman Paşa cemiyet aleyhine sinsice hareketi sebebiyle
cemiyet tarafından tutuklanmasına karar verilmiş, bu iş. Ohri teşkilatına havale edilmişti.
Yani bu görevi Eyüp Sabri Bey ve Resneli Niyazi Bey yerine getirecekti82. Bunun üzerine her
iki tabur gizlice tertibat alarak hazırlıklarım tamamladıktan sonra Manastır üzerine hareket etti
ve 22 Temmuzda 1908’de, Niyazi Bey ve Eyüp Sabri Beyler cemiyetin emri üzerine
Manastır’daki ordu komutanı Tatar Osman Paşa’yı dağa kaldırdılar.
Enver Bey Tikveş’te, Selahattin ve Hasan Tosun Bey’ler Arnavutluk’ta aynı şekilde
“Hürriyet Taburları” kurarak dağa çıkmışları ile ülkede ayaklanma ortamı ortaya çıktı. Cemal
Bey’in evinde 21 Temmuz 1908 gecesinde yapılan görüşmelerde, Padişah kabul etsin veya
etmesin iki gün sonra II. Meşrutiyet’in ilân edilmesine karar verilmiştir. Merkez-i Umumî
azasından Mithat Şükrü Bey, alınan kararı Manastır dışında Serez’deki cemiyet üyelerine de
tebliğ etmiştir. 22 Temmuz da İttihatçılar Makedonya’da yönetime el koydular. İttihatçılar 22
Temmuz 1908’de padişaha bir telgraf çekerek, Kânun-u Esasî’nin derhal yürürlüğe
konulmasını ve meclisin açılmasını, bu yapılmadığı takdirde daha vahim olayların meydana
gelebileceği bildirildi. Firizovik’te toplanan halk da çektikleri telgrafın cevabını heyecanla
bekliyordu. “Yıldız Sarayı’nda moral bozulurken, Sultan Abdülhamid siyasal inisiyatifi
yeniden ele geçirmek için son bir çaba daha gösterdi. Muhalefeti oyalamaya kalkışmak onun
ilk kez yaptığı bir şey değildi. Beş buçuk yıldır sadrazamlık yapan Mehmet Ferit Paşa’yı
azletti ve Küçük Mehmet Said Paşa’yı yedinci kez sadrazam yaptı. Küçük Mehmet Said Paşa
otuz bir yıl önce, Osmanlı Anayasası’nın sahte şafağı sökerken, padişahın nutkunu Meclis-i
82 Uzunçarşılı, “1908 Yılında II. Meşrutiyet’in Ne Suretle İlan Edildiğine Dair Vesikalar”, s.22–27.
39
Mebusan’da okuyan adamdı. Kırk sekiz saat içinde Mehmet Said’le efendisi, Makedonya
asilerinin ilk isteğini kabul etmeye karar verdiler. Sultanın beş ay sonra kendi ağzıyla yaptığı
açıklamaya göre, artık imparatorluğun halkı bir parlamenter hükümete hazır sayılacak kadar
eğitimli duruma gelmişti83.”
Padişahın cevabı gecikince İttihat ve Terakki’nin Manastır şubesi, Merkez-i
Umumîsi’nin bilgisi dâhilinde askerlerle anlaşarak hürriyeti ilân etmeye karar verdi.
İttihatçılar 23 Temmuz 1908 sabahı Selanik hükümet konağını işgal ettiler. İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin Miralay Sadık Bey başkanlığındaki Manastır şubesi 23 Temmuz’da Manastır’da
top atışlarıyla törenle anayasal rejimi ilân edildi. Siroz, Resne, Debre ve Makedonya ile
Arnavutluk’taki diğer kasabalarda Manastır’dakiyle aynı saatlerde Meşrutiyet ilân edildi84.
Selanik Şubesi de Enver Bey aracılığıyla Meşrutiyet topları attırdı. İttihat ve Terakki,
Selanik’teki tüm yabancı konsolosluklara ve Makedonya’nın diğer belli başlı kentlerine
ajanlar yollayarak, 1876 Anayasası’nın yeniden yürürlüğe girdiğini duyurdu.
II. Abdülhamid, beş yılı aşkın bir süredir sadrazamlık yapmakta olan Mehmet Ferit
Paşa’yı azledip yerine 23 Temmuz 1908’de Sadrazam yaptığı Said Paşa’nın da fikrini
aldıktan sonra Meşrutiyet’in ilânına şu sözlerle razı olmuştur: “Kânun-u Esasî’yi ben tesis
etmiştim; Meclis-i Mebusan’ın (1878) ikinci dönem toplantısında bir müddet yürürlükten
kaldırılması lüzum etmişti. Öyle yapıldı. Mademki milletim bu kanun yine yürürlüğe girmesi
arz ediyor, ben dahi verdim85.” Meşrutiyet, 23 Temmuz 1908 tarihinde86 sessizce ilân edildi
ve askıya alınmış olan 1876 Anayasası’nın derhal yürürlüğe gireceğini duyurdu. Birkaç gün
sonra da siyasal mahkûmlar ve sürgünler için genel af ilân edildi. 1 Ağustos’ta çıkarılan bir
hatt-ı hümayun da hafiyelik teşkilatının kaldırıldığını, keyfi tutuklamalara son verildiğini, dış
seyahatlerin bırakıldığı, ırk ve din eşitliğini ve mevcut hükümetlerin yeniden
yapılandırılacağını ilân etti87. Osmanlı topraklarında artık “Yaşasın Meşrutiyet, Hürriyet,
Uhuvvet ve Müsavat” sloganları yankılanmaktaydı. 1908 yılında Meşrutiyet’in tekrar
yürürlüğe konması ile I. Meşrutiyet’ten beri süre gelen II. Abdülhamid’in mutlak monarşi
devri de son bulmuş oluyordu.
83 Palmer, a.g.e., s.206. 84 Kansu, a.g.e., s.134. 85 Kodaman, “II. Meşrutiyet Dönemi (1908–1914)”, s.171. 86 23 Temmuz günü Türkiye’de 1935 yılına kadar Hürriyet Bayramı olarak kutlanmıştır. 87 Palmer, a.g.e., s.206.
40
1.2.2. II. Meşrutiyet Sonrasında İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Siyaseti
Muhalefetin 30 yıllık mücadelesi sonunda zaferle sonuçlanmış, İttihat ve Terakki
Cemiyeti önderliğinde Meşruti Monarşi ikinci kez yürürlüğe girmiştir. Bundan sonra sıra
seçimlerin yapılarak meşruti kurumların oluşturulması ile yeni rejimin taçlandırılmasına
gelmiştir. İlk iş olarak hükümetin kurulması ile başlanan meşruti monarşi dönemi sonra
seçimlerin yapılarak meclisin açılması ve anayasanın yenilenmesi ile işlevselleşmiştir.
4 Ağustos’ta kurulan Meşrutiyet’in ilk kabinesi Said Paşa hükümeti bir iki isim dışında
kendisinden önceki hükümetin aynıydı. Bu nedenle de ancak bir haftadan biraz fazla
dayanabildi ve 13 Ağustos’ta çekilmek zorunda kaldı. Said Paşa Hükümeti’nden sonra II.
Abdülhamid’in saltanatı boyunca kurulan hükümetler ise sırayla şu şekilde oluşturulmuştur88:
1 – Said Paşa hükümeti 1 Ağustos – 5 Ağustos 1908
2 – Kâmil Paşa hükümeti 6 Ağustos 1908 – 14 Şubat 1909
3 – Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti 14 Şubat – 13 Nisan 1909
4 – Ahmet Tevfik Paşa Hükümeti 13 Nisan – 1 Mayıs 1909
Sultan II. Abdülhamid’in Meşrutiyet’in ilk günlerinde yanından uzaklaştırılması
istenilen Şamlı İzzet Paşa’ya, müsaade emrini verirken şöyle söylediği rivayet edilmiştir:
“Ben artık ihtiyarladım; fakat yaşadığım müddetçe harb-i dâhiliye sebebiyet verdiğim asla
söylenmeyecektir; sen gençsin, dünyanın kapıları sana açıktır; eğer tekrar İstanbul’a
gelirseniz, eski günlerin çok değişmiş olduğunu göreceksiniz. Türkiye artık sadece küçük bir
memleket olacak... Hürriyet bir mezhep mücadelesi hâline gelecek. Zannetmem ki, milletim
bugünkünden daha mesut olsun89.”
II. Meşrutiyet ilân edilirken doğal olarak mutlakiyete karşı mücadele verenlere yönelik
af çıkarılmak istenmiştir. Başlangıçta sadece Makedonya’daki İttihatçıları kapsayan af kararı
içeriden ve dışarıdan tepkiler gelince 29–30 Temmuz tarihlerinde genel affa dönüştü90. Önce
Rumeli’deki siyasî suçlular, sonra cezasının üçte ikisini çekmiş olan suçlular, daha sonra
bütün suçlular kademeli olarak af kapsamına alındı. Aslında devlet otoritesi çok zayıflamış ve
hükümet talepler karşısında durumu kontrol edemeyeceğini anlayınca yasayı genel affa
çevirdi91. 31 Temmuz’da II. Abdülhamid’in İttihatçılara karşı kullandığı hafiye örgütünün
kaldırıldığı ilân edildi.
88 II. Abdülhamid dönemi kurulan hükümetlerle ilgili olarak bkz: Kodaman, “II. Meşrutiyet Dönemi (1908–
1914)”, s.172. 89 Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, c.V, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1994, s.89. 90 Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, c.I, TTK Yay., Ankara, 1964, s.68. 91 S. J. Shaw – E. K. Shaw, a.g.e., s.333.
41
Meşrutiyet ilân edilir edilmez adem-i merkeziyetçiler, Türkiye’ye gelerek propaganda
yapmaya başlamışsalar da bazı zorluk ve baskılara uğradılar. Celâlettin Arif Fazlı Beyler
İzmir’e gelip kendilerini karşılayan halka söylev vermek isteyince, bu girişimi başta Dr.
Nazım ve bazı İttihat ve Terakkicilerce kötü karşılandı. Fazlı Bey, Meşrutiyetten önce bir
Adem-i Merkeziyetçi bazı gençlerin yeni düzende dışlanmış olduklarını öğrendi. Yine Adem-i
Merkeziyetçilerden Mahir Said, Tevfik, Avni Kemal Beyler de Anadolu gezisine çıkarlarken
tutuklandılar92.
İttihat ve Terakki, “Merkez-i Umumî” aracılığıyla hareket ediyordu. Bu heyet Selanik’te
kalıp gizliliğini sürdürerek siyaseti yönlendiriyordu. Hürriyetin ilânından birkaç gün sonra
Talat, Cemal ve Cavid beylerin de içinde bulunduğu yedi kişilik bir grup, yeni rejimin
yerleşmesine göz kulak olmak üzere başkente gelmişti93.
İttihat ve Terakki Cemiyeti Meşrutiyet’in getirilmesi hedefine kilitlenmişti ama
Meşrutiyet sonrası ne yapılacağına dair belirli bir siyasi programları bulunmamaktaydı. Bu
nedenle siyasete girip yönetimi ele almak yerine asker olarak cemiyette kalıp hükümeti
denetlemeyi ve baskı yaparak otorite kurmayı tercih ettiler. İttihatçıların Meşrutiyet sonrasına
dair net bir planları olmadığı için ana hedefleri gerçekleştikten sonra hükümete girme riskini
alamamışlardır. Bu durumu cemiyetin kurucularından İbrahim Temo yazdığı anılarında şu
şekilde itiraf etmektedir: “Yahu biz toplanıp hasbıhâl ediyoruz ve dertleniyoruz, Osmanlı
idaresini tenkit edip duruyoruz. Ya bir gün Abdülhamid insafa gelir, tuttuğu yolun çıkmaz bir
sokak olduğunu anlar ve etrafındaki muzır mikroplan temizleyerek ‘buyurun efendiler bu
idare arabasının dizginlerini elinize vereyim. Geliniz ıslahata başlayınız, vatanı kurtarınız’
derse. Biz yalnız kuru bir tenkitle vaktimizi geçirdiğimiz için hazırladığımız ciddî bir
programımız yoktur. Vatana dönüşümüzde iş başına geçersek ne yapabiliriz?94”
Genel kabul gören görüşün aksine Aykut Kansu İttihatçıların Meşrutiyet sonrasına
ilişkin belirli bir programları olmadığı tezine şu şekilde karşı çıkmaktadır: “…‘Devrimi
yapanlar, bunu gerçekleştirip mutlakiyetçi yönetimi devirdikten sonra ne yapacaklarını
bilmiyorlardı’ tarzı iddialar Türk tarihçileri arasında nedense 1908 Devrimi’ni kötülemek için
çok sık başvurulan yollardan birisidir. Hâlbuki hem olayların akışına hem de devrimden önce
ve sonra söylenenlere yeterince kulak verilirse görülür ki amaç yalnızca Meşrutiyet’ini
toplumdaki farklı sınıflar katında yitirmiş olan devletin yıkılması değildi. Yıkılanın yerine ne
konulacağı da düşünülmüştü. Toplumdaki adaletsizliklerin ve haksızlıkların konağı olarak var 92 Akşin, İttihat ve Terakki, s.100. 93 Paul Dumont, François Georgeon, Bir İmparatorluğun Ölümü 1908–1923, (Çev. Server Tanilli) Cumhuriyet
Gazetesi Kitapları, İstanbul, 1997, s.10. 94 Temo, a.g.e., s.157.
42
olan mutlakiyetçi rejim eleştirilmekte ve bunun özgürlükçü temsil mekanizmalarına dayanan
“modern” bir yapıyla değiştirilmesi öngörülmekteydi95.”
Her şeyden önce henüz örgüt tam anlamıyla açığa çıkmamıştı. Açığa çıkmamasının
nedeni de temkinli davranılması ve Abdülhamid’e yeterince güvenilmemesiydi. İkinci neden
İttihat ve Terakki’nin henüz “partileşmemiş” olması, bu nedenle de yeterince siyasi
tecrübelere sahip bir kadrosu bulunmamasıydı. Bu nedenle siyasi faaliyette bulunmadan önce,
gerektiği biçimde açığa çıkması, parti olarak örgütlenmesi, kadrolarını oluşturması
gerekiyordu. Üçüncü neden ise Meşrutiyet’in ilânı sırasında henüz, örgütün ağırlık
merkezinin Selanik’te bulunmasıydı.
Falih Rıfkı Atay yazdığı Çankaya adlı kitabında ülkenin içinde bulunduğu durumu şu
şekilde anlatmaktadır: “Meşrutiyet ilân olunduktan sonra, Mustafa Kemal’in bütün
korktukları çıktı. İttihat ve Terakki Orduya dayanan bir gizli komite niteliğinde kalıp devlet
idaresini Said ve Kâmil Paşalar gibi eski Osmanlı ihtiyarlarına bıraktı. Sanki seçimler olup
Millet Meclisi toplanınca her şey, hemen yoluna girecekti. Aslında ise Adriyatik kıyılarından
Fars Körfezine doğru bütün İmparatorluğun şeriatçı cahil Müslüman halkı halifeye bağlı idi.
Uyanık Hıristiyan azınlıkların da İmparatorluğu parçalayarak kendilerinin saydıkları
bölgelerle anavatanlarına katılmaktan başka düşündükleri yoktu. İttihatçıların fedaileri
İstanbul’da ilk muhalifleri, polis korurluğu altında, öldürme yolunu tutmuşlardı. Mustafa
Kemal’in düşündüğünün tam aksine ihtilâlciler halkı kazanmak için, çoktan kaybettiğimiz
Girit’i Yunanistan’a vermemek; Bosna-Hersek’i Avusturya-Macaristan İmparatorluğundan
geri almak, Bulgaristan’ın bağımsızlığını tanımak gibi bir kurtarımcılık edebiyatı
tutturmuşlardı. Ben okulda iken sokak gösterilerinde Budin, Budapeşte türküleri bile
okuduğumuzu hatırlarım. Hürriyet türkülerinden birinin mısrası şu idi: ‘Alalım düşmandan
eski yerleri!’ Ordu politika batağı içindeydi. Teğmen yarbaya selâm vermez olmuştu96.”
İttihat ve Terakki Fırkası’nın otoriter bir politika izlemesi sonucunda karşısında en
büyük kuvvet olarak basın ve muhalefet partilerini görmüştü. Meşrutiyet Dönemi muhalefet
partilerinin çoğu ekonomik açıdan Liberal, Garpçı, İttihad-ı Anasırcı ve Adem-i
Merkeziyetçiydiler. Bunlar İslamcılık ve Türkçülük alanında İttihat ve Terakki Fırkası’nı
eleştirmişler fakat gerektiğinde dini propagandalardan faydalanmışlardır. Milliyetçiliği
prensip olarak benimsemek istememişlerdir97.
95 Kansu, a.g.e., s.363. 96 Ayrıntılı bilgi için bkz.: Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Doğan Kardeş Matbaası, İstanbul,1969; Bekir Tunay,
“Mustafa Kemal ve ‘İttihat ve Terakki’, Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, S.I, c.I, Ankara, 1984, s.236–276. 97 Tarık Zafer Tunaya, Hürriyetin İlanı II Meşrutiyet Hayatına Bakışlar, Baha Yay., İstanbul, 1959, s.41.
43
İttihat ve Terakki’ye karşı muhalefetin başlıca eleştirisi, İttihat ve Terakki’nin tekelciliği
ve gizliliğinin ikinci bir istibdata yol açabileceği kaygısıydı. Daha somut olarak, İttihat ve
Terakki’nin devlet işlerine karışmasını ve idareye tahakküm etmesini, orduyu siyasete
karıştırıp bir baskı aracı olarak kullanmasını, olumsuz tavırlarıyla Müslüman olmayanları
Osmanlılıktan soğutmasını, eski devir adamlarıyla uzlaşıp, eski devri eleştirenleri ihanetle
suçlamasını zikrediyorlardı98.
II. Meşrutiyet öncesi İttihatçıların etkin isimlerinden birisi olan Mehmed Murad’ın,
Meşrutiyet’in ilânından üç ay kadar sonra gerekçe gösterilmeden ve tevkif müzekkeresi bile
çıkartılmadan tutuklanarak Harbiye Nezareti’nde tutulması, tutukluğu sırasındaki ve serbest
bırakıldıktan sonra gördüğü muamele, Mehmed Murad gibi hürriyet mücadelesi veren birçok
ekin muhalif şahsın bu kez İttihatçılara karşı muhalefete başlamasına neden olmuştur. Çünkü
daha yeni yürürlüğe konan Kanun-ı Esasi şahsi hürriyetleri ve basın özgürlüğünü güvence
altına almasına rağmen, İttihatçıların farklı düşüncelere uyguladıkları baskı yeni bir istibdat
döneminin kapısını aralıyordu.
İttihat ve Terakki’nin, Kâmil Paşa hükümeti üzerinde şiddetli baskı kurmak istemesi
yüzünden, Kâmil Paşa ile İttihat ve Terakki’nin arası açıldı. 18 Ekim–8 Kasım 1908 tarihleri
arasında İttihat ve Terakkinin kongresi gizli olarak toplandı ve cemiyet için yeni bir siyasi
program hazırlandı. Kongre sonunda yayınlanan 13 maddelik bildiride, cemiyetin siyasi fırka
haline geldiği ilân edildi.
İttihat ve Terakki içinde çatışma yaratan önemli bir sorun da Cemiyet ve Fırka çatışması
olmuştur. İttihat ve Terakki’de, başka siyasal partilerde görülmeyen bir Cemiyet-Fırka
bölünmesi görülmektedir. Kuruluşundan beri gizli bir örgüt olan İttihat ve Terakki’nin bu
yapısı II. Meşrutiyet’ten sonra da devam etmiştir. Üyelerinin çoğunu genç subayların
oluşturduğu teşkilatlanma, sivil ve askerî kanatlar olarak ikiye bölünmüştü. Cemiyet her yerde
üyeleri, kulüpleri olan, yerel ve merkezi kongreleri yapılan örgüttü. Görünüş olarak bir kültür
ve toplumsal dayanışma örgütü gibiydi. Oysa İttihat ve Terakki’nin ana unsurunu Cemiyet
oluşturmuştur. Gerçekte İttihat ve Terakki Cemiyeti, İttihat ve Terakki Partisi’ne egemendi ve
Cemiyet her zaman için Fırkayı denetliyor, ona yön veriyordu. İttihat ve Terakki Partisi göz
önünde Meclis-i Mebusan’daki mebuslar aracılığıyla faaliyet gösteriyordu. Ama Cemiyet
siyasete karışmak yerine gizli faaliyet sürdürmeye devam etmekteydi. Fırka “parti” demek
olduğu halde, yalnızca Mebusan meclisindeki İttihat ve Terakki mebuslarından ibaretti, yani
İttihat ve Terakki’nin parti grubuydu. Mebusların çoğu etiket İttihatçıları olduğu için (1912’ye
değin), İttihat ve Terakki Cemiyeti, İttihat ve Terakki Fırkası’na mesafeli duruyordu. Örneğin
98 Akşin, İttihat ve Terakki, s.101.
44
Cemiyetin Umumi Kongresi’ne Fırka ancak 3 temsilci ile katılabiliyordu. Dikkati çeken başka
bir özellik İttihat ve Terakki’deki ortaklaşa önderlik (kolektif liderlik) anlayışıydı. Sivil
kanatta Talat, asker kanadında Enver liderliği paylaşıyordu. Ama “tek adam” hiç olmadı. I.
Dünya Savaşı’nda Talat’la Enver ne denli sivrilseler de, karar alma organı olarak Merkez-i
Umumî hep ağırlığını korumuştur. İttihat ve Terakkililer “tek adam” olmasın diye İttihat ve
Terakki’de 1913 yılma değin bir başkanlık mevkii yaratmamışlardır. İster 1913’e değin Kâtib-
i Umumîler, ister 1913’ten sonra reis-i umumîler, bunların bugün Türkiye’deki siyasal
partilerin genel başkanlarıyla gibi partiye egemen tek adam iktidarları olmamıştır99.
İttihat ve Terakki önce iktidarı almayıp Merkez-i Umumî aracılığı ile sorumsuz bir
durumda kalmaya ve perde arkasından hükümeti kontrol etmek istemesi Mustafa Kemal’in
görüşlerine aykırıydı. Mustafa Kemal İttihatçılara ordunun siyasetten çekilmesini ve Partinin
hükümet sorumluluğunu almasını tavsiye etmişti100. Mustafa Kemal, Kongrede şu tezi ileri
sürer: “Ordu mensupları Cemiyet içinde kaldıkça hem parti kuramayacağız, hem de ordumuz
olmayacaktır. Mensuplarının pek çoğu Cemiyet azası olan 3 üncü Ordu, bu günün manası ile
modern bir ordu sayılamaz. Orduya dayanan Cemiyet de, millet bünyesinde kök
salamamaktadır. Bunun için bir an evvel, Cemiyetin muhtaç olduğu zabitleri veyahut
Cemiyette kalmak isteyen ordu mensuplarını, istifa suretiyle ordudan çıkaralım. Bundan sonra
zabitlerin ve ordu mensuplarının herhangi bir siyasi cemiyete girmelerine mani olmak için
kanunî hükümler koyalım101.”
Mustafa Kemal cemiyetin Meşrutiyet sonrası uyguladığı politikaların yanlış olduğunu
düşünmekte ve bunları tenkit etmekten çekinmemektedir. Bu durum İttihatçıları rahatsız
etmeye başlayacaktır ve Mustafa Kemal’e karşı cephe almalarına yol açacaktır. “Bir gün
Enver Bey, Hafız Hakkı Bey’e: ‘Mustafa Kemal fazla ileri gidiyor’ diyecek, arkasından da
‘Bir Çare düşünülmesini..’ teklif edecektir. Ali Fethi, Nuri Conker, Ali Fuat Cebesoy beraber
bulundukları zaman Ali Fethi Okyar: Mustafa Kemal’in fikirlerini kabul etme ve ona hak
vermekle beraber, şiddetli tenkitlerinden, şimdilik vazgeçmesini söyledi. Mustafa Kemal,
üzgün olarak, ‘Bunu senden beklemiyordum’ cevabını verdi. Sonra da, ‘Fuat! Memleket
meçhul bir akıbete doğru sürükleniyor’ dedi102.” İttihat ve Terakki’nin ilk ve en uzun süreli
genel sekreteri olan M. Şükrü Bleda, Mustafa Kemal ile İttihatçıların arasındaki gerginliğin
giderilmesi için Talat Paşa’nın da katıldığı bir yemekli toplantı düzenlendiğini belirtmektedir.
99 Sina Akşin, “Siyasal Tarih (1908-1923), Yakınçağ Türkiye Tarihi, c.I, Milliyet Kitaplığı, İstanbul, 2007,
s.34. 100 Sadi Irmak, Atatürk ve Türkiye’de Çağdaşlaşma Atılımları, Hisarbank Kültür Yay., Ankara, 1981, s.39. 101 Şevket Süreyya Aydemir, Tek Adam, c.I, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2000, s.160–161. 102 Bekir Tunay, “Mustafa Kemal ve İttihat ve Terakki”, AAMD, S.I, C.I, Ankara, 1984, s.236–276.
45
M. Şükrü Bleda, İttihatçılar ile Mustafa Kemal arasındaki gerginliğin nedenini şu şekilde
yorumlamaktadır: “ Enver, Mustafa Kemal’in şahsında kendisi için bir rakip mi görürdü
bilinmez, ona karşı daima soğuk ve çekimser davranırdı103.”
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin siyasi programında en esaslı unsur, onun Türkçü ve
Milliyetçi olması, ikinci mühim esası devletin fevkinde fırkanın umumi merkezini bir otorite
olarak kabul etmesi, hükümeti murakabe etmek ve icabında direktif vermek maksadıyla bu
umumi merkezin salahiyetlerini geniş tutmak, zabitanın bundan böyle siyasetle işgaline mani
olmak, devlet idaresinde kuvvetli bir merkeziyet esasına müdafaa eylemek, iki dereceli seçim
esasıyla, 1876 Kânun-u Esasî’nin ana hatlarına sadık kalmak, bütün memurların partiye
bağlılığını sağlamak, gayri Müslim anasıra bu Kânun-u Esasî ile kabul edilmiş olan hakları
tanımak, ahlak ve adab-ı umumiyenin dini ve milli esaslar dahilinde muhafazayla beraber
garbın terakki ve tekamülat-ı medeniyesinin memalik-i osmaniyede inkişafına hizmet etmek,
hukuk-ı mudaddese-i hilafet ve saltanatın muhafazası için lazım gelen tedbirleri olmak, bütün
gizli ve gayri meşru cemiyetlerin teşekkülüne ve faaliyetlerine kat’i surette mani olmak
şeklinde hulasa olunabilirdi104.
Seçimler, Osmanlı toplumu açısından en önemli dönüm noktalarından biri idi.
İttihatçıların seçimlerden beklentisi, mümkün mertebe Türk-Müslüman vekillerinin çıkmasını
sağlamaktı. Bunun bir refleks haline geldiği de düşünülebilir. Zira gayrimüslim camia,
cemaati faaliyetlerinden dolayı, kazandıkları tecrübeyle bu tür organizasyonları
Müslümanlardan daha aktif bir şekilde yürüteceği belliydi. Rumlar oylarını bölmeden seçime
katılıyorlardı. Böyle bir siyasî zeminde İttihatçılar Türk-İslam unsurlarını örgütleme görevi
üstleniyorlardı. Böylece İttihat ve Terakki’nin tekelci bir duruma gelmesi için kendine göre
haklı ve önemli bir sebebi oluyordu. Buna uymayanlar, karşı tarafın menfaatleri
doğrultusunda hareket ettikleri düşünülüyor ve suçlanıyorlardı105.
11 Aralık 1908 yapılan ilk genel seçimde, Osmanlının Rum, Ermeni, Bulgar menşeli
vatandaşları (azınlıklar), Müslüman çoğunluğun aleyhinde ittifak ederek İttihat ve Terakki
Cemiyetine karşı bir cephe oluşturmuşlardır. Oldukça hareketli geçen seçimler İttihat ve
Terakki Cemiyeti listelerinin zaferiyle sonuçlanmıştır.
Ahrar Fırkası, Prens Sabahaddin’in Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet
Cemiyeti’nin partileşmiş şekliydi. Fırka yalnız İstanbul’da Merkez-i Umumî teşkilatını
kurabilmiş, bunun dışında 31 Mart’a kadarki yedi aylık sürede teşkilatlanamamış, ancak
103 Mehmet Şükrü Bleda, İmparatorluğun Çöküşü, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1979, s.102. 104 Samih Nafız Tansu, İttihad ve Terakki İçinde Dönenler, Yeni Zamanlar Yayınları, İstanbul, 2003, s. 86–87. 105 Sina Akşin, 31 Mart Olayı, AÜSBF Yay.No:305, Sevinç Matbaası, Ankara, 1970, s.10–11.
46
Anadolu’nun bazı yerlerinde şube açma hazırlıkları yapmıştı. Seçimlere yalnız İstanbul’da
katılmıştır. Seçim kampanyasının sonlarına doğru İttihat Terakki Fırkası ile Ahrar Fırkası
arasındaki rekabet beklenmeyen boyutlara ulaşmıştır. 11 Aralık 1908 tarihinde yapılan
seçimlerde İttihat ve Terakki Fırkası adayları 340–503 arasındaki oylarla mebus seçilmişlerdi.
Muhalefette ise en fazla oyu alanlar Mithat Paşazade Ali Haydar, Ali Kemal, Sadrazam Kâmil
Paşa, Mizancı Murad, Prens Sabahaddin’dir. Mithat Paşazade Ali Haydar 67 oy, Ali Kemal
64 oy, Sadrazam Kâmil Paşa 18 oy, Mizancı Murad 16 oy, Prens Sabahaddin 18 oy
almıştır106.
Hürriyetin ilânından sonra, Makedonya’da, önceleri çetecilik faaliyetleri azalmıştı. Bu
bakımdan ıslahat gereksiz kaldığından büyük devletler jandarmalarını geri çekmeye başladılar
ve Kapitülasyonların kaldırılması gündeme geldi. Ancak, bu tablo kısa sürdü ve dış
politikadaki bu iyi hava tersine dönmeye başladı107. Seçim atmosferi içinde meydana gelen
iktidar boşluğundan yararlanan dış devletler ve bağımsız olmak isteyen azınlıklar
faaliyetlerini artırdılar. 5 Ekim 1908 Pazartesi günü, o güne kadar makam adı Bulgaristan
Prensi ve Şarki Rumeli Valisi olan Prens Ferdinand, Tırnova’da Bulgaristan Çarı ünvanıyla
istiklalini ilân etti. 6 Ekim 1908 Salı günü Avusturya-Macaristan İmparatorluğu Bosna-
Hersek’i topraklarına kattı ve kararı bir nota ile Bab-ı Ali’ye bildirdi.12 Ekim 1908 Pazartesi
günü Girit halkı Yunanistan ile enosis (birleşme) kararı aldı. Etnik-i Eterya (kutsal ortaklık)
megalo idea’sı (büyük ülkü) gerçekleşiyordu108.
Prens Sabahaddin’e yakın Ahrar Fırkası ve Temo’nun Fırka-i İbad’ı, İttihatçıların
baskıları yüzünden mebus çıkaramamışlardı. Bu partiler, İttihatçı baskılardan oldukça
etkilenmişti. Bunun yanında Fedakaran-ı Millet Cemiyeti de dağıtılmıştı. Bu tür davranışlar
basın hayatında yoğun muhalefete ve gerilimli ortamlara sebebiyet veriyordu. İşbaşına
geçenler veya siyasete yön verenler eski programlarından sapmışlar ve Türklerin dışındaki
bazı gayrimüslim unsurları kendilerinden uzaklaştırmakta idiler. İbrahim Temo, bu dağılmayı
önlemek ve ülkenin birliğini sağlamak gayesiyle Demokrat Fırkası’nı kurduğunu
belirtmektedir. Ancak, bu çalışmaları İttihatçıların en üst düzeyindeki bazı şahıslar tarafından
iyi karşılanmamış, hatta bu kadim arkadaşlarını tehdit etmekten de çekinmemişlerdir. Ayrıca,
İbrahim Temo’nun görevlendirdiği Muhlis Sabahaddin Bey, Selanik’te teşkilatlanmak
isteyince öldürülmesi için harekete geçilmiş ve yaralı olarak canını zor kurtarmıştır. Hükümet
106 S. J. Shaw –E. K. Shaw, a.g.e., s.334. 107 Akşin, 31 Mart Olayı, s.9. 108 Cemal Kutay, Laik Cumhuriyet Karşısında Derviş Vahdetiler Cephesi- 31 Mart’ın 90. Yılında, Aksoy
Yayıncılık, İstanbul, 1999, s.29.
47
kanalıyla pekiştirilen bu baskılar o kadar şiddetli idi ki, “müntehib-i saniler” bu fırka
namzetlerine oy vermekten çekinmişlerdi109.
Osmanlılık birliğini saylayacak olan ilk tedbir olarak anasırlar arası bütünlük demek
olan “Osmanlı olma” kavramını güçlendirme, bir çözüm yolu olarak düşünülmüştür. Fakat
seçim hazırlıklar ilerledikçe ve kampanya başlayınca bütün etnik grupların kendi ulusal
çıkarları doğrultusunda olaya baktığı ortaya çıkmıştır. Ulusal sorunu sağlıklı bir biçimde
çözümleyemeyen İttihat ve Terakki kısa süre içerisinde kendi ulusal sorununu, yani
Türkçülük eğilimlerini arkalamıştır. Bilhassa Rumeli ve Anadolu’nun bazı yörelerinde
Rumların seçimlerdeki aşırı ulusalcı tutumu bu eğilimi daha da güçlendirmiştir. Nitekim
İttihat ve Terakki’nin tavrındaki bu değişikliği, cemiyetin İstanbul milletvekili adayı olan
Hüseyin Cahit (Yalçın) Bey’in Tanin’deki “Millet-i Hâkime” başlıklı yazısında görüyoruz.
Hüseyin Cahit bu yazısında Osmanlı İmparatorluğu’nu kuran ve onu bugüne kadar yaşatan,
savaş meydanlarında kan dökerek savunan ulusun Türkler olduğunu, bunun için Türklerin
imparatorluk içerisinde bir “Millet-i Hâkime” olarak tanınmasının yadsınamaz bir gerçek
olarak tanınmasının yadsınamaz bir gerçek olarak kabul edilmesi gerektiğini
vurgulamaktaydı. Bu durum ise Karşıt görüşlerin ve bunların yuvarlandığı muhalefet
örgütlerinin işine yaradı. Bunlar bir yandan azınlıklardan yandaş bulurken, bir yandan da
İslamcı akımın ileri gelenlerini kapsıyordu110.
Sonuç olarak, seçimleri İttihat ve Terakki’nin listeleri kazanacaktı ama Türk mebusların
dahi birçoğu gerçekten İttihat ve Terakkili sayılamayacak kimseler olacaktı. Bu gibiler, en
ufak bir nedenle İttihat ve Terakki saflarını terk edip muhalefete başlayabilecek kimselerdi.
Buna, Türk ve Müslüman olmayanlar da eklenince, İttihat ve Terakki’nin neden Mebusan’a
egemen olmakta zorluk çekeceği anlaşılır. Ahrar adaylarından bir tek Ahrar ile İttihat ve
Terakki’nin ortak adayı olan Ankara’dan Mahir Said seçildi. İstanbul Ahrar listesinde
Sadrazam Kâmil Paşa ve Ali Kemal gibi çok tanınmış kişiler mebus olarak seçilmeyi
başaramamıştır. Seçimler her yerde bittikten sonra, meclis 17 Aralık 1908’de II.
Abdülhamid’in nutkuyla açıldı. Bir gün önce II. Abdülhamid yeni atanan 39 ayan üyesinin
adlarını açıkladı. I. Meşrutiyet ayanlarından sağ kalan üç kişinin atanan yeni ayanlara
katılmasıyla iki Meşrutiyet arasındaki devamlılık sağlanmış oluyordu. Açılış büyük bir
bayram şeklinde yapıldı. Törende bulunanlar, günün coşkunluğu içinde birçok kadınların
peçesiz geldiklerini bildiriyorlardı. Kâmil Paşa, II. Abdülhamid’i Meclise gelmeye zorlukla
ikna edebilmişti. II. Abdülhamid büyük bir coşkuyla karşılanmıştı. Padişah adına okunan
109 Temo, a.g.e., s.208-212. 110 Tevfik Çavdar, Talat Paşa, TTK Yay., Ankara, 1995, s.104.
48
açılış söylevinde, eğitimin yayılması sayesinde Kânun-u Esasî’nin yeniden ilânına engel
kalmadığı belirtiliyordu111.
II. Meşrutiyet ile ikinci kez açılan Osmanlı Mebusan Meclisi, 4 seçim ve 24 hükümet
değişikliğinin olacağı anayasal süreci başlatmış oldu. Kozmopolit bir yapıya sahip olan
meclisin en olumlu tarafı mebusların görüşlerini hür ve serbestçe tartışabilmeleridir. Seçim
sonuçlarına göre açılan meclisteki mebus dağılımına baktığımızda; 288 mebustan 147'si Türk,
60'ı Arap ve 27'si Arnavut'tur. Bunların Müslüman mebuslar olarak meclise girdiğini
görmekteyiz. Gayrimüslim mebuslar ise 26 Rum, 14 Ermeni, 4 Musevi, 10 Slav şeklinde
dağılım göstermektedir112.
İttihad-ı Anasır temelinde kurulan Osmanlıcılık ideolojisinin çökmesi üzerine İttihat ve
Terakki Cemiyeti, Osmanlı Devleti’nin kurtuluş reçetesi olarak gördüğü Türkçülüğe doğru
ideolojik bir dönüşüm gerçekleştirmeye başlamıştır113.
Osmanlıcılığın yanı sıra Garpçılık, İslamcılık ve Türkçülük akımları da siyasi fırkalar
ile etkinlik kazanmaya başlamıştır. İslamcılar, Sebilürreşad ile Beyanü’l-Hak ile Türkçüler
“Türk Yurdu” ile ve Garpçılar da Dr. Abdullah Cevdet’in İctihad dergisi ile görüşlerini
yayarlar. İttihat ve Terakki’ye karşı bir Hürriyet ve İtilaf ana muhalefeti yanında kurulan
kulüp ve cemiyetler de etkin rol oynamaktaydı. Bunlardan bazıları şunlardır: Osmanlı
Meşrutiyet Kulübü, Nesl-i Cedit Kulübü, Türk Ocakları, Mason Teşkilâtı, Alıva (Osmanlı
İmparatorluğu Yahudileri Birliği), Kürt Yardımlaşma Cemiyeti, Ermeni Taşnaksutyan
Cemiyeti, Arnavut Baskım Merkez Cemiyeti, Çerkez Birlik ve Yardımlaşma Cemiyeti v.s.
Rum, Bulgar, Ermeni komiteleri, Arnavut Baskım kulüpleri, Osmanlı Arap Birlik Cemiyeti
geniş bir uhuvvet(kardeşlik), adalet ve müsavat(eşitlik) sloganları altında propaganda
yapmaktaydılar.
111 Akşin, İttihat ve Terakki, s.108. 112 İkinci Meşrutiyet Meclisi 1908–1920 arasında 4,5 yılı biraz aşan bir süre çalışmıştır. Çalışma dönemlerinin
hepsi de fesihle sona ermiştir. Birinci dönem İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin, ikinci dönem Gazi Ahmed Muhtar
Hükümeti’nin (bu dönem meclisle hükümetin en çatışmalı dönemidir ve meclis çoğunluğunu elinde bulunduran
İttihat ve Terakki Cemiyeti muhalefet konumundadır), üçüncü dönem (Mütarekede) Tevfik Paşa’nın, dördüncü
dönem (Mütarekede) Damat Ferit Paşa’nın padişahla anlaşmaları sonunda fesihle son bulmuştur. Meclisteki
mebusların dağılımına ilişkin olarak bkz: Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler, s.37. 113 Osmanlıcılığın önemli düşün adamlarından Tunalı Hilmi, Osmanlı devletinin tek kurtuluşunun Amerikalıların
yaptığı gibi bütün ulusal değerleri aşacak bir Osmanlı kimliğinin yaratılmasında görmektedir. Cenevre
Üniversitesi’nde pedagoji eğitimi gören Tunalı Hilmi, bir ara İttihat ve Terakki Genel sekreterliği de yaptı.
Yayınlanmış olduğu “hutbe” adlı broşürde görüşlerini açıklayan Tunalı Hilmi, daha sonra Türkçülüğü
benimsemiştir. Bkz: M. Şükrü Hanioğlu, “Osmanlıcılık”, TCTA, C.V, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.391.
49
Sultan II. Abdülhamid, bu cemiyet ve kulüplerin faaliyetlerinden kaygılanmaktadır ve
son mabeyn başkâtibi Ali Cevat Bey’e endişelerini şöyle açıklamaktadır: “Bu kulüpler ve
cemiyetler nedir? Her millet kendisine bir kulüp kurmuş, bunlar iyi olmayan şeyler. Bu devlet
çok çeşitli milletlerden oluşmuştur. Bunların hepsinin birleşmesi gerekirken, her kavim ayrı
ayrı yaşamaya çalışıyor. Benim işlere karışmamı istemiyorlar, aslında bende karışmak
istemiyorum ama işler bozulursa bir daha hiçbir şey düzelmez114.”
Meclisin açılmasına 15 gün kala 2 Aralık 1908 günü, Harbiye Nazırı adına yazılmış
sahte bir davetle, Abdülhamid’in eski yaver ve hafiyesi olan İsmail Mahir Paşa, Harbiye’ye
çağrıldı ve yolda asker kılıklı biri onu öldürdü. Bu olay Hürriyetin ilânından sonra İttihat ve
Terakki’ye mal edilebilecek ilk siyasal cinayetti. Sina Akşin’e göre cinayetin işleniş nedenini
İsmail Mahir Paşa’nın mutlak monarşi dönemindeki faaliyetleri açıklamak anlamsız olacaktır.
Akşin’e göre İttihat ve Terakki, Paşanın birtakım faaliyetlerini saptamış olmalıydı. Bu yolla
hem Paşayı cezalandırmak, hem de İttihat ve Terakki dışındaki herkese ve özellikle
istibdatçılara gözdağı vermek istemiş olmalıydı. İttihat ve Terakki’nin bundan sonraki üç
“faili meçhul” siyasal cinayetinin kurbanları istibdat döneminin adamları değil, muhalifler
olacaktı115.
İttihatçıların sözcülüğünü ve tetikçiliğini yapan basın da bu olayların yayılmasında
etkili oluyordu. Neyyir-i Hakikat, Süngü, Bomba gibi gazeteler Cemiyet namına sağa-sola
saldırmaktaydılar. Muhalifler için şüphe uyandırıcı ve kışkırtıcı yayınlar yapılmaktan geri
durmuyorlardı. Böylece tahakküm ve tehdit yoğunlaştı; muhalifler susturuluyordu veya
susmayanlar da faili meçhule kurban gidiyorlardı. Yani Sultan II. Abdülhamid’in istibdatı
yerine mahdut bir hizbin terörü baş göstermişti116.
Bunun yanında içerde de siyasi çalkantılara zemin hazırlayacak gelişmeler oluyordu.
Abdülhamid’e muhalif olanlar arasında da tartışmalar başlamıştı. Tanınmış Mülkiye hocası
Murad Bey’le İttihatçılar arasında tartışmalar derinleşiyordu. Bu kesimlere yakın olan
kalemler de birbirlerine karşı muhalefete başlamıştı. Böylece, Jön Türklerin arasında meydana
gelen parçalanma ve zıtlaşma Meşrutiyet’ten sonra yeniden su yüzüne çıkıyordu.117
Ahmet Bedevi Kuran, İttihatçıların yaklaşımını şu şekilde yermektedir: “Tek bir şehir
camiasının düşüncesiyle kurulan bir idare usulünü Osmanlı toprakları gibi muhtelif ırklarla
meskûn geniş bir ülkede aynen tatbikata kalkışmak, bir hayalden başka bir şey değildi. Bunun
114 Kutay, a.g.e., s.364. 115 Akşin, İttihat ve Terakki, s.110. 116 Kuran, İttihat ve Terakki, s.252–253. 117 Hasan Amca, Doğmayan Hürriyet Bir Devrin İçyüzü 1908–1918, Arba Araştırma Basım Yayın, İstanbul,
1989, s.57–58.
50
yanında, eğitim kurumlarında okuyan gençlerin özgürlük düşüncesini geliştirmek gerekirken,
aksine bütün yüksek mektepler İttihat ve Terakki namına tahlif (ant içirme) ve Cemiyet’e
sadakat yeminine zorlanmıştı. Bu da gençleri muti bir alet haline sokmakta, bir yönüyle
militanlaştırmaktaydı118.” Cemiyet, Meşrutiyet’in ilânından sonra ülke çapında kendilerine
ters düşen memurları “tard ve tebdil” ederek işe başladılar. Bu, Halep Valiliği görevinde
bulunan Ahmet Reşit Rey’in gözlemlerinden de anlaşılmaktadır: “Hemen her gün, filan
kaymakamın azli, filanın şu memuriyete tayini gibi metalibi muhtevi ve yalnız ‘İttihad ve
Terakki Kulübü’ mühründen başka imzadan âri kâğıtlar getirmekten usanmadılar119.” Ahmet
Bedevi Kuran’a göre Merkez-i Umumî nazarında, Osmanlı topraklarında yaşayan
gayrimüslimler ve Türk olmayan unsurlar olan Bulgarlar, Sırplar, Rum ve Ermeniler
memleket düşmanı, Arap, Arnavut ve Kürtler vatan haini idiler. Muhalefet eden Türkler ise
para ile satılmış birer metadan başka bir şey değillerdi. Diğer taraftan, Meclisteki İttihat ve
Terakki mensubu vekiller, halkın nazarında, vicdanının sesini dinleyen şahıslar değil, Merkez-
i Umumî emrine girmiş, “minnet ve şükran borçlusu elemanlar” olarak görülüyordu120. Şerif
Paşa’ya121 göre İttihatçıların yönetime el koymasından sonra devlet bütün güçleri, adliyesi ve
118 Ahmet Bedevi Kuran, İnkılâp Tarihimiz ve Jön Türkler, Kaynak Yay., İstanbul, 2000, s.260–261. 119 Ahmet Reşit Rey, Gördüklerim-Yaptıklarım (1890–1922), Türkiye Yayınevi, İstanbul, 1945, s.103-104. 120 Kuran, Jön Türkler, s. 261-262. 121 II. Meşrutiyet döneminin ünlü simalarından biri olan Şerif Paşa, 1865 yılında İstanbul’da doğmuştur. Babası
bir dönem hariciye nazırlığı ve Şura-yı Devlet reisliği de yapmış olan Kürt Said Paşa’dır. Bir süre Brüksel ve
Paris'te askeri ateşe olarak görev yapmış. 1893'te Stockholm elçiliğine atanmıştır. Şerif Paşa, elçiliği döneminde
İttihat ve Terakki saflarında II. Abdülhamit rejimine karşı muhalefete katılmış, 1909 yılı başlarında İttihat ve
Terakki'ye cephe alarak, partiden istifa etmiş ve Paris'e gitmiştir. 1918 yılına değin Osmanlıcılık savunucusu
olmuş, ülkenin parçalanma ve paylaşılma tablosu içinde, önce sadrazamlığı düşünmüş sonra da Kürt davasının
liderliğini ve savunuculuğunu yapmıştır. İsviçre'de bulunan hemen bütün Türk ve Kürt aydınlar, 16 Ocak 1919
günü Cenevre'de bir kongre toplayarak, Paris Barış Konferansında İtilaf Devletleri nezdinde Osmanlı Devleti'nin
haklarını savunması için Şerif Paşa'yı delege seçmişlerdi. 16 Nisan 1919 tarihinde ise Şerif Paşa Osmanlı
temsilciliğinden çekilerek, görevini yalnızca Kürt temsilcisi sıfatıyla sürdüreceğini duyurdu. Şerif Paşa, Kürt
Teali Cemiyeti’ni temsilen 22 Mart 1919 ve 1 Mart 1920'de Paris Barış Konferanslarına katılıp, iki muhtıra ve
Kurdistan haritası sundu. Konferans'ta Ermeniler adına Bogos Nubar ile Kürtleri temsilen Şerif Paşa, Doğu
Vilayetlerinin Ermeni ve Kürt bölgelerine bölünmesi konusunda anlaştılar ve 20 Kasım 1919 tarihinde Bogos
Nubar ile Şerif Paşa, Kürt-Ermeni antlaşmasını imzaladılar. Şerif Paşa’nın sunduğu harita ve özellikle Cemiyetin
istediği özerklik taleplerini aşan “bağımsızlık anlaşması” Kürtler arasında tartışma yaratmış; Şerif Paşa milli
istekleri yanlış yorumlamakla suçlanmış ve dışlanmıştır. Şerif Paşa’nın 5 Mayıs 1920’de konferanstan ve Kürt
temsilciliğinden çekilmesi üzerine Kürt Teali Cemiyeti 17 Mayıs 1920’de Kürtlerin bundan böyle konferansta
temsil edilmediğini, bu nedenle konferansın alacağı kararların da Kürt ulusunu bağlamayacağını ve geçersiz
sayılacağını duyurdu. Ayrıntılı bilgi için bkz.: Şerif Paşa, Bir Muhalifin Hatıraları-İttihat ve Terakkiye
51
teşkilatıyla atıl hale gelmiştir. Ülke İttihat ve Terakki Merkez-i Umumisî’nin talimatları
doğrultusunda idare edilmeye çalışılıyordu. Ancak bütün talimat ve temennileri dinleyecek alt
rütbeden silahlı ve sivil bürokrasi mensupları bulunamıyordu.122
Arif Hikmet Pamukoğlu, İttihat ve Terakki ile ilgili şu yorumu yapmaktadır: “II.
Meşrutiyet devri milletçe umulan amacı sağlayamamakla beraber fikirlerde büyük bir
değişiklik yaratmış, hak ve hürriyet teminatına kavuşmak arzusunu alevlendirmiş ve milli
egemenlik duygusunu kuvvetlendirmiştir. Bununla beraber iktidar partisi olan İttihat ve
Terakki genel merkezini teşkil eden 12 kişilik bir heyetin zulüm ve idaresine karşı önceden
yönelttiği ve sonradan geri tepen bir silah gibi elinden bırakmadığı istibdat, başlayan yenilik
hareketlerinin aksamasına ve gittikçe duraklamasına sebep olmuştur123.”
İttihatçı olamayan Paşalar istikbalini karanlık gördüklerinden küçük İttihatçı subayların
etkisi altında kalıyorlardı ve “küçük subaylardan oluşan heyetler, huzurlarına mancınıkla
çıkılamayan paşalara, sadakat yemini yaptırıyorlardı124.” Askeri disiplin ve hiyerarşi, ihtilâl
düşüncesinin ve siyasi taraftarlığının etkisiyle bozulmuştu ve en yüksek rütbe ittihatçıların
çoğunlukta olduğu teğmen ve yüzbaşı durumuna gelmişti. Bu durumda İttihatçı olmayan
binbaşı, yarbay, albay ve paşalar uygulamada düşük rütbe durumuna dönmüştü. Askeri
hiyerarşinin tersine dönmesi ordunun emir-komuta zincirini işleyemez hale getirip atıl duruma
düşmesine neden olmaktaydı. Ordudaki işleyişe mektepli İttihatçılarca başlatılan “alaylı”
dışlaması da eklenince sonuçta orduda büyük bir huzursuzluğun çıkması kaçınılmaz olacaktır.
Diğer taraftan Cemiyet için toplanan paraların akıbeti ve toplanma şekli konusunda da
şaibeler, şüpheler bulunmakta idi. İttihatçılar yurt çapında geliştirdikleri mekanizmalar
vasıtasıyla varlıklı kişilerden zorla bağış alması memnuniyetsizliklere sebep oluyordu. Ayrıca,
Abdülhamid döneminde İttihatçılara muhalif devlet ricali, hürriyetin ilânından sonra suçlu
duruma düşmeleri sebebiyle, bir kısmı Avrupa’ya kaçmış, bir kısmı da hapse düşmüştü.
Bunlar bu durumdan kurtulmak için İttihat ve Terakki fırkasına büyük paralar bağışlamak
zorunda kaldılar. İttihatçılar kendilerinden başka örgütlenmiş ve güçlenmiş bir siyasî
teşekküle tahammül edemiyorlardı. Örneğin, Merkez-i Umumî’den Halep Valisi Reşit Rey’e
gelen bir telgrafta, İttihatçıların lehine seçimlere müdahale edilmesi tavsiye ediliyordu.
Muhalefet, Nehir Yayınları, İstanbul, 1990; Taner Timur, “Bir İttihatçı Düşmanı Şerif Paşa ve Meşrutiyet
Gazetesi”, Tarih ve Toplum, c.XII, S.72, İstanbul, 1989, s.17-20. 122 Şerif Paşa, a.g.e., s.14. 123 Arif Hikmet Pamukoğlu, Türkiye’de Demokrasi, Tuncer Kitapevi, İstanbul, 1961, 12. 124 Amca, a.g.e., s.42.
52
Oysaki bu tarz hareketlerin Meşrutiyetçi bir anlayışla uzaktan yakından bir ilişkisi
bulunamazdı125.
1.3. II. Abdülhamid ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne Karşı Ortaya Çıkan Muhalefet
İttihat ve Terakki Partisi’nin II. Meşrutiyet sonrası uygulamaya koyduğu yanlış
politikalar, İttihatçılara karşı muhalif bir cephenin hızla büyümesine neden olmuştur. Muhalif
cepheye, eski ittihatçıların ve II. Abdülhamid karşıtlarının da eklenmesi ülkede yeni bir
kutuplaşmaya yol açmıştır. Böylece, II. Abdülhamid ile İttihat ve Terakki Cemiyeti arasındaki
sürtüşmeye iktidarda olmayan ama her ikisine de karşı çıkan, halk içinde hızla güçlenen bir
muhalefet de katılmıştır. Muhalefet alternatif partiler kurmuş, basının sağladığı destekle
mücadeleye başlamıştır. 31 Mart Olayı’na giden süreçte baş sorumlu olarak görülen
muhalefeti oluşturan etkin muhalif şahsiyetlere, başlıca muhalif partilere ve muhalefetin sesini
duyurduğu basının tutumuna bakmamız, isyanın nedenlerini daha iyi görmemizi
sağlayacaktır.
1.3.1. Etkin Muhalif Şahsiyetlerin Hayatı ve Fikirleri
II. Abdülhamid’in mutlak monarşi döneminde ortaya çıkan ve önce Meşrutiyet için
etkin bir muhalefet yaparken II. Meşrutiyet sonrası İttihat ve Terakki Partisi’ne de cephe alan
başlıca muhalifler Prens Sabahaddin Bey, Derviş Vahdeti, Rıza Nur, Abdullah Cevdet,
Mehmed Murad ve Ali Kemal tarafından oluşmaktaydı. Bu etkin şahısların 1909 öncesi
yaşadıklarına bakmamız onların siyasi tavırlarının nasıl şekillendiğini daha iyi anlamamızı
sağlayacaktır. Ayrıca 31 Mart Olayı sonrası hayat hikâyelerine bakmamız olay sonrası siyasi
duruşlarındaki değişiklikleri görmemizi sağlayacaktır. Böylece 31 Mart Olayı sürecini
derinden etkileyen etkin şahsiyetlerin olaylarla ilgili izledikleri siyaset bir bütün olarak daha
sağlıklı bir şekilde değerlendirilebilir.
125 Akşin, İttihat ve Terakki, s. 85.
53
1.3.1.1. Prens Sabahaddin Bey (1877-1948)
Sarayın damadı olan Mahmut Paşa ile Sultan Abdülmecit’in kızı, II. Abdülhamid’in kız
kardeşi olan Seniha Sultan’ın oğludur. Mehmed Sabahaddin, 1877 yılında İstanbul’da
doğmuştur. Osmanlı saray hiyerarşisinde şecerede baba tarafı belirleyici olduğundan, gerçek
anlamda bir Prens değil, Sultan-zade’dir. Prens Sabahaddin olarak tanınan Mehmed
Sabahaddin Bey, yazılarında “Prens” tabirini hiç kullanmamış, yalnız Sabahaddin diye
imzalamıştır. Damat Celalettin Paşa, Adliye Nezaretindeki görevinde sergilemiş olduğu
hareketleriyle büyük takdir toplamıştı. Fakat bu sıralarda Sultan Murad’ı tekrar tahta
çıkarmak için kurulan bir komitenin, Mahmut Celalettin Paşa’nın kâhyasıyla olan ilişkisi,
Sultan II. Abdülhamid’i endişeye düşürmüş ve Mahmut Celalettin görevden alınmıştı. Bu
nedenle Mahmut Paşa, saraydan uzak bir yaşam sürmeye başlamıştır. Yalısında inzivaya
çekildikten sonra ise oğullarının tahsilleri için birçok ünlü eğitimciyi tutmuştur. Mahmut
Paşa’nın çocukları bir taraftan Avrupa’dan gelen hocaları ile Fransızca öğrenirken, diğer
taraftan da ünlü Osmanlı, Arabî ve Farsi edebiyat hocalarından dersler alıyorlardı. Prenslerin
Fransızcadaki hâkimiyetleri dönemin Le Temps, Le Monde gibi ünlü gazetelerini
okumalarından da anlaşılabilir126.
Prens’in düşüncelerinin ve yaşamının şekillenmesinde babası Mahmut Celalettin
Paşa’nın çok büyük rolü vardı. Mahmut Paşa’nın İstanbul’da yaşadığı birçok olay şüphesiz
oğullarını da etkiliyordu. Saraydan uzak olduğu dönemlerde Mahmut Paşa Avrupa basınını
yakından izlediğinden, batının Osmanlı ile ilgili düşüncelerini ve uygulamak istediği
politikaları biliyordu. Mahmut Paşa, Osmanlı İmparatorluğu’nun içinde bulunduğu durumu,
Abdülhamid’in yanlış politikalarını ve bunlara karşı bütün teşebbüslerin sonuçsuz kalacağını
anlamış ve Avrupa’ya giderek orada hükümet ve bizzat padişah ile mücadele ederek ülkesine
yararlı olabileceğini düşünmeye başlamıştır. Çocuklarının eğitimlerini Avrupa’da devam
ettirmeleri Paşa’nın kafasında sürekli yer eden bir düşünceydi. Bunun yanı sıra evinin sürekli
olarak denetim altında bulunması Paşa’yı oldukça rahatsız ediyordu. Damat Celaleddin Paşa,
Abdülhamid ile geçinemeyerek oğulları Prens Sabahaddin ve Lütfullah Beyleri yanına alarak
14 Aralık 1899’da deniz yoluyla Fransız gemisiyle Fransa’ya kaçmıştır.
Padişah Abdülhamid, Mahmut Paşa’yla akrabalık bağlarının yanı sıra çok sıkı arkadaştı.
Abdülhamid, eniştesi ve oğullarını geri döndürmek amacıyla birçok yola başvurduysa da
başarılı olamamıştır. Mahmut Celalettin Paşa hakkında öne sürdüğü pek çok iddia ile birlikte
Paşa’nın idam kararını çıkarmıştır. Bunun üzerine Mahmut Paşa şu yanıtı vermiştir : “Vatanın
126 Kongar, a.g.e., s.85.
54
sebebi felaketi, bunca denaet ve cinayetlerin sebeb-i hakikisi sizsiniz. Döktüğünüz kanlar,
söndürdüğünüz hanümanlar ve uydurduğunuz yalanlar herkesçe malumdur. İslam ve
Hıristiyan binlerce nev’i beşer mahvoldu... Hayatınıza suikast ve zevcenizin mücevheratını
sirkat eylediğimi, henüz sabi addettiğiniz oğlumu kandırıp kaçtığımı vesile ederek
şehbenderlere süferaya tevkifimi emrettiğiniz zaman nefsinizde hiçbir hacalet hissettiniz
mi?”127 Mahmut Paşa, Abdülhamid’in Meclis-i Mebusan’ı açmasını, hazineden muayyen para
almasını, bunları yapmadığı takdirde padişahlıktan istifa etmesini, Avrupa’ya çekilmesini,
oradaki paralardan ayda en az 50,000 altın gelir sağlayacağı için sıkıntı çekmeyeceğini
belirterek mektubuna son veriyordu. Bu mektubun tarihi 2 Mayıs 1900’dür. Mahmut Paşa o
sırada altı buçuk aydan beri İstanbul’dadır128.
Prens Sabahaddin Bey Avrupa’da dünya görüşünü şekillendirmeye başlar. “Science
Social müntesipleriyle temaslar kurar ve mektebin diğer neşriyatını kıraat eder. Bunlardan
istifade ile bir takım fikirlere vasıl olur. Bu fikirleri Paris’te iken çıkardığı Terakki
gazetesinde neşreder. “Adem-i Merkeziyet” ve “Teşebbüs-i Şahsî” bunlardan yalnız ikisidir
ve kanaatine göre, birbirini tamamlamaktadır129.”
Prens, bazen İngiltere’den, bazen Fransa’dan para talep etmekte, birçok Jön Türkler gibi
bir devlete sırtını dayamaktan çekinmemekteydi. Prens’in “Adem-i Merkeziyet” tezi, çeşitli
kavimlerden oluşan Osmanlı halkında birleştirici bir ideoloji olmak yerine ulusal devletlerin
kuruluşuna giden ilk basamak olarak algılanarak ayrılığı körükleyici etkiler yapar. Müslüman
ve Hıristiyan reaya bağımsızlıkları için verdikleri mücadelede bu tezi savunmaya başlarlar.
Mahmut paşa ve oğullarının Paris’e gelmeleriyle Jön Türk olayı büyük canlılık
kazanmış ve bir kongre toplanması hazırlıklarına başlanmıştı. İlk iş olarak genel bir çağrı
yayımlandı. Bu çağrıda, “ Ülkenin içinde bulunduğu genel durumun sergilenmesinden ve
despotizmin yerilmesinden sonra tüm Osmanlıların bu saltçı düzene karşı savaşımları
isteniyordu130.”
Prens tüm muhalif kuvvetleri Abdülhamid despotizmine karşı tek cephe halinde
birleştirmek amacıyla 4–9 Şubat 1902’de Paris’te bir kongre düzenler. I. Osmanlı Liberalleri
Kongresi, Prens Sabahaddin’in siyasal bir ideolojiyle ortaya çıkmasını sağlamıştır. “istisnasız
bütün Osmanlı İmparatorluğu adına ıslahat etme” isteğinin belirtildiği bu kongrede
benimsenen program ilkeleri şunlardı:
127 Kongar, a.g.e., s.87. 128 Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa (1908–1914), C.I, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1976, s.260. 129 Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, c.VI, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1994, s.369. 130 Kongar, a.g.e., s.92.
55
1 - Şahsi teşebbüsü geliştirmek ve netice itibarı ile idari sistemde “Adem-i Merkeziyet”
yolunu tutmak için Türk halkı arasında içtimai eserler okumak zevkini uyandırmak.
2 - Osmanlı İmparatorluğu’nu teşkil eden muhtelif kavimler arasında bir “anlaşma
zemini” uyandırmak.
3 - Daha ileri medeniyete sahip ülkelerde “Osmanlılar hakkını korumak” ve bu
memleketlerde “umumi efkârı Osmanlı lehine çevirmek”
4 - Memleket dâhilinde cemiyet ve komiteler kurmak sureti ile bu “programın tatbikine
çalışmak, muhtelif kuvvetlere cephe almak131.
Kongre sonucu olarak genel bir başarı sağlanamamıştır. Birleşme düşüncesiyle bir
araya gelen topluluk, düşünce farklılıklarıyla birbirinden ayrılmıştır. Ahmet Rıza grubu
Meşrutiyet düzenini getirmek isterken, Prens Sabahaddin olaya daha farklı yaklaşıyordu. O,
önce imparatorluğun kurtarılmasını ve bunun hangi bilimsel yollarla yapılabileceğini
düşünüyordu. Bunun için de iki ilke ileri sürer: Zamanın yeni siyasi koşullarına uyarak
imparatorluğa çağdaş bir şekil vermek ve bu sayede ömrünü olası olduğu kadar uzatmak ve
İmparatorluğun temel öğesini oluşturan Türk toplumunun yapısında bir inkılâp yaratmak.
Kongrenin sonunda Prens Sabahaddin hazırladığı beyannamede şunlara değiniyordu:
“Vatandaşların hepsi totaliter idarenin altında eziliyor ve bu duruma belli bir kesim dışında
kimse karşı çıkmıyor. İşte bu durumun bilincinde olan entelektüel kesim, cahil halkı
bilinçlendirmeli ve bunu uygun bir yolla gerçekleştirmeye çalışmalıdır. Topraklarımızda
yaşayan insanların maddi ve manevi güçlerini birleştirmeli ve bunun için de önce Türkiye’de
hürriyet ve adaleti kurabilecek yeni nesil yetiştirilmelidir. Tüm bunları yapmamıza engel olan
tek şey, Yıldız Sarayında bu ülkeyi yönetenlerdir. Bunlara karşı bir şeyler yapmak her Türk
vatandaşının hakkıdır132.”
Jön Türklerin II. Abdülhamid’e karşı yaptıkları mücadelede izleyecekleri yöntem
konusunda anlaşamamaları sonucunda, bu birleşik cephe muhalefeti bölündü. Kongredeki
tartışmalar iki merkezi tema etrafında yoğunlaşır: devrimde askeri güçlerin kullanılması ve
yabancı devletlerin müdahalesi… Prens Sabahaddin Bey devrimci bir hareketle silahlı gücün
gereğini savunur. “Osmanlı liberalizmi” ile “Türk milliyetçiliği” karşı karşıya gelmiştir.
Prens, dış güçlerin müdahalesi fikrini desteklemektedir. Ancak başını Ahmet Rıza’nın çektiği
ve ileride “İttihatçılar” olarak anılacak grup, böyle bir müdahalenin Osmanlı hükümranlık
haklarının ihlali olacağını söyleyerek, şiddetle itiraz eder. Kongrenin muhalefetin birliğini
131 Cenk Reyhan, “Prens Sabahaddin”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, c.I, İletişim Yayınları, İstanbul,
2003, s.147. 132 Taha Toros, “Prens Sabahattin” , Milliyet Gazetesi, 18 Şubat 1978.
56
sağlama yolundaki başarısızlığı kesinleştikten sonra Sabahaddin Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i
Merkeziyet Cemiyeti’ni kurar, rakipleri de Osmanlı Terakki ve İttihat Cemiyeti çatısı altında
örgütlenir. Sabahaddin’in önderliğindeki kanat, anılan kongreden hemen sonra Teşebbüs-i
Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’ni kurdu. Merkezi Fransa’da bulunan bu cemiyet,
küçük tüccar ve ayanların yanında, azınlıkları da bünyesinde barındırmaktaydı. Cemiyetin
yayın organı, Terakki dergisiydi. Cemiyetin amaçları bu derginin ilk sayısında “Fenn-i içtimaî
ve Adem-i Merkeziyet taraflarının müverric-i efkârıdır” diye ifade edilirken, aynı yıl
“Anadolu Kıyımları” başlığı ile yayımlanan 9. sayıda “Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i
Merkeziyet taraflarının müverrih efkârıdır” şekline dönüşür. Kânun-u Esasî’nin yürürlüğe
girmesinden sonra Sadrazam Said Paşa Paris’te bulunan Sabahaddin Bey’e özel bir mektup
göndererek İstanbul’a dönmesini rica etti. Prens Sabahaddin bir an evvel Türkiye’ye gelip
burada konferanslar vermek istiyordu. 2 Eylül 1908’de Prens Sabahaddin Bey memlekete
döndüğünde İstanbul’a halk tarafından bir hürriyet kahramanı olarak karşılanır. 2 Eylül 1908
günü Sabahaddin Bey, yanında babasının cenazesi ile İstanbul’a geldi. Kendisine büyük bir
karşılama yapıldı. Ertesi gün yapılan cenaze töreniyle Damat Mahmut Paşa, Eyüp’e gömüldü.
Törene katılan cemaat temsilcilerini Sabahaddin’in sonradan ziyaret etmesi ve bu sırada Rum
patriğine yaptığı reverans, bazı İttihat ve Terakkili gazetelerde patriğin elini öptü diye
yansıtıldı. Oysa Sabahaddin, Şehzade Burhanettin ve diğer Saray temsilcilerinin ziyaretlerini
iade etmemişti133.
Başkanlığını Ahmet Rıza Bey’in yaptığı İttihat ve Terakki Cemiyeti, ihtilâlin askeri
kuvvetlerin de katılmasıyla yapılması gerektiğini savunuyor ve dış müdahaleye karşı
çıkıyordu. Bu grup, Osmanlı İmparatorluğunun içinde bulunduğu durumun II. Abdülhamid’in
baskı düzeninden kaynaklandığını savunuyordu. Meşrutiyet’in ilânıyla her şeyin tekrar yoluna
gireceğini düşünerek olayın yalnızca siyasi boyutuyla ilgileniyorlardı134.
İttihat ve Terakki Cemiyeti, bir taraftan Prens Sabahaddin’in konferanslarını sabote
etmeye çalışırken, diğer taraftan da Prens Sabahaddin’in düşüncelerinin tehlikeli olduğunu
yaymaya çalışıyordu. İki taraf arasında düşünce farklılıkları söz konusuydu. Prens
Sabahaddin’e göre; İmparatorluğun içinde bulunduğu durumun bir yapı sorunu vardı. Bu da
“Teşebbüs-i Şahsi” ve “Adem-i Merkeziyet” sisteminin uygulanmasıyla düzelebilirdi.
Merkezden yönetim kabul edilemezdi. Ahmet Rıza grubu ise; Osmanlı’nın bürokrasisinden
şikâyetçi değildi. Çünkü kendi varlığı da bürokrasiye dayanmaktaydı. Oysaki Prens
133 Akşin, İttihat ve Terakki, s.100. 134 Kongar, a.g.e., s.99.
57
Sabahaddin şikâyet edilen saltçılığın bürokrasi ve merkeziyetçi yapıdan ileri geldiğini
söyleyerek bütün Osmanlı bürokrasisini suçluyordu135.
Sabahaddin, İttihat ve Terakki toplantılarına çağırıldığı halde, ona Meşrutiyetçilere para
yardımı yapan Mısır prensleri gibi, ancak “protokoler” bir yer verildi, üstelik Ahmet Rıza’nın
‘terbiye harici tacizlerine’ uğradı. O da Cemiyet merkezine gitmez oldu ve karşı tavır almakta
gecikmedi. İstanbul’a gelmesinden 12 gün sonra, 14 Eylül’de, yakın arkadaşları Ahmet Fazlı
(Prensin sütkardeşi, Paris’teki Adem-i Merkeziyet derneğinin genel kâtibi, Terakki ve
Osmanlı gazetelerinin yöneticisi), Mahir Said, Celâlettin Arifin Nurettin Ferruh’la birlikte
Ahrar Fırkası’nı kurmalarını sağladı136.
Fırkanın yayın organı olan Terakki gazetesinin Prens Sabahaddin tarafından yönetilmesi
kendisinin de fırkanın kurucularından olduğu izlenimini vermiştir. Hatta prensin fırkanın gizi
başkanı olduğu söylentisi de o günlerde çok yaygınlaşmıştı. Parti programının ana yaklaşımı
liberal ekonomik politika doğrultusundaydı. Ahrar Fırkasına göre artık ekonomide “kışla ve
memurluk” zihniyetine son verilmesi gerekiyordu. Böylece ülkede özel mülkiyetin pekişeceği
liberal bir ortamı ve ona bağlı olarak da demokrasinin ana kurumları kurulabilecek ve işlerlik
kazanacaktı. Ahrar Fırkası ile İttihat ve Terakki’nin kamuoyu önündeki ilk ve açık çatışması
seçimler dolayısı ile oldu. Ne var ki o dönemde cemiyetin hem kamuoyundaki prestiji çok
yüksek, hem de örgütü yaygın ve etkin olduğu için Ahrar Fırkası’nın kazanma şansı hemen
hiç yoktu. Bu arada sadece Ankara’dan Mahir Said Bey, o da kişisel çabalarıyla Meclis-i
Mebusan’a girebildi. 1909 Martında Refik Bey’in ölmesi üzerine açılan İstanbul
Milletvekilliği seçiminde partinin adayı olan Ali Kemal Bey, İttihat ve Terakki adayı Rıfat
Paşa’ya karşı ağır bir yenilgiye uğradı137.
Başkanlığı kabul etmeyen Prens Sabahaddin’in halk gözündeki popülaritesi ve perde
arkasında etkili olduğu Ahrar Fırkası’nın faaliyetleri İttihat ve Terakki partisini rahatsız
edince ittihatçılar Prens’i sıkıştırmaya başlar, konuşmalarını engellerler. Hatta bir ara
Manastır’a kadar gittiği halde, sonra baskılar başlar. Bunlara ancak 9 ay dayanabilir. Hüseyin
Cahil gibi İttihat ve Terakki’ye yakın basın mensupları, halkı kışkırtır ve nihayet, 31 Mart
Olayı’nın destekçilerinden olmakla suçlanır. Sistemsiz bir muhalefete dayanan 31 Mart 1325
(13 Nisan 1909) isyanının ardından İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin iktidarını
sağlamlaştırmasıyla, 31 Mart Vakası’nda payı olmakla suçlanan Sabahaddin ve onun hareketi
135 Kongar, a.g.e., s.104. 136 Akşin, İttihat ve Terakki, s.101. 137 Çavdar, a.g.e., s.124.
58
üzerindeki baskı yoğunlaşacaktır. Prens Sabahaddin’in yazıları sansüre uğramış, kendisi de
gözaltına alınmıştır.138
Prens 2–3 gün tutuklu kaldıktan sonra özür dilenerek serbest bırakılır ve Paris’e döner.
Bu arada İstanbul’da Prens Sabahaddin’in temsil ettiği Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i
Merkeziyet fikirleri etrafında toplanan gençler, “Nesl-i Cedîd kulübü” adı altında bir topluluk
oluşturarak, yayın, konferans gibi faaliyetlerde bulunurlar. 1911’de İttihat ve Terakki
tarafından bu kulüp kapatılır. Bu ikinci Paris döneminde İttihat ve Terakki’nin ileri
gelenleriyle anlaşmazlığa düşen Prens, bu teşekkülü ve devlet idarecilerini ikaz eder ve yol
gösterir mahiyette mektup ve makaleler kaleme alır. 9 Aralık 1919’da mütareke devrinde
Türkiye’ye dönen Sabahaddin Bey, çevresini kaybedince inzivaya çekilir. 1920’de tekrar yurt
dışına çıkar. Millet Meclisi tarafından alınan halifeliğin kaldırılmasına ilişkin kararla hanedan
mensupları 5 Mart 1924’de sınır dışı edilir. Bu sebeple Prens yeniden Türkiye’ye dönme
şansını kaybeder. İsviçre’nin Neuchatel adlı köyünde yıllarca sefalet içinde yaşamış ve 30
Haziran 1948’de bir daha Türkiye’ye dönemeden ölmüştür. 1952’de kemikleri Türkiye’ye
getirilerek babası ve dedesinin de medfun bulunduğu Eyüpsultan’daki aile kabristanına
defnedilmiştir139.
Daha ziyade bürokratlara dayanan İttihat ve Terakki Partisi idarî ve siyasî
merkeziyetçiliği, hürriyetin ilân edilmesinde izlenecek evrimci yöntemde yabancı müdahalesi
aleyhtarlığını ve toplumcu bir sosyal organizasyonu temsil etmektedir. Tesebbüs-ü Şahsi ve
Adem-i Merkeziyet Cemiyeti, saray çevresine karşı hareket Serbestîsi kısıtlanmış ticari alanda
pazar arayan yabancı sermaye, iltizam alan mültezimler ve gelişen burjuvazi, azınlıklar ve
eşrafa dayanır, idari adem-i merkeziyetçilik, hürriyetin ilân edilmesinde izlenecek devrimci
yöntemde yabancı müdahalesi taraftarlığı ve bireyci bir sosyal organizasyonu savunmaktadır.
Birçok bakımdan zıtlaşan bu iki grubun kesiştikleri ortak amaç milli burjuvazi yaratmak
düşüncesidir. Ayrıca her iki örgüt de toplumu bir makine gibi görüp, onu partilerinin
modernleşme programlan ile düzenlemeye ve karmaşık toplumsal ilişkileri bu programlara
dayanarak çözmeye çalışmaları ve bu yönleri ile ‘mühendis zihniyetine’ sahip olmaları
(Sabahaddin’in deyişiyle “fennî isbatlar”a dayanmak) bakımından benzeşmektedirler.
Ayrıldıkları nokta, esasen “devleti kurtarma” fikrini yorumlayış tarzlarıdır. İttihat ve Terakki
Cemiyeti ve liderleri imparatorluk bünyesinde bazı modernist dönüşümler yapmak suretiyle
138 Kaan Durukan, “Türk Liberalizminin Kökenleri”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, c.I, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2002, s.147. 139 Prens Sabahaddin Bey’in hayat hikâyesi ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Nezahet Nurettin Ege, Prens
Sabahaddin-Hayatı ve İlmi Müdafaaları, Güneş Matbaası, İstanbul, 1977; Cenk Reyhan, “Prens Sabahaddin”,
Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, c.I, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003.
59
devleti kurtarmayı hedeflerken, Prens Sabahaddin eski düzenin “esaslı bir tenkidi” ile bir yeni
düzen tasarlamaktadır140.
Mehmed Sabahaddin, Türkiye’de sosyoloji alanının kurucularından biridir. Prens
Sabahaddin Bey, Fransız sosyologlarından Edmond Demolins’in İngiliz mekteplerini inceden
inceye inceleyerek ve İngiliz milletinin hayatındaki başarı nedenlerini araştırarak yazdığı ünlü
kitabındaki141 Prensiplerin memleketimizde uygulanması ve bu sayede yeni neslin girişimci
yetişmesi meselesi üzerinde ısrarla duruyordu. Sabahaddin Bey’in memleketin idaresi
hakkında da ayrıca düşünceleri ve prensipleri vardı. “Ademi Merkeziyet” denilen “tevsii
mezuniyet” ve “taksimi vazaif” meselesi bu düşünceler arasındadır.142 Sabahaddin’in düşünce
sisteminin temeli, Le Play tarafından kurulmuş olan science sociale’dir. Prens Sabahaddin
Bey, insan cemiyetlerinin toplumsal sınıflandırma usulüne dayanarak ve bu konuda Fransız
sosyoloji okulunun (science sociale) ilkesini göz önüne alarak, milletleri “formation
communautaire: toplumsal biçimlendirme” ve “formation particulariste: bireysel
biçimlendirme” adları altında iki ana bloğa ayırır. Fransız okulunun sınıflandırma usulune
göre bu ana bloklar da gene bünyeleri içinde daha birçok bölüme ayrılmaktadır. Prens
Sabahaddin Bey, Türkleri bu tasnif kadrosu içinde genel hayatı özel hayata hâkim kılan
“teşekkülü tecemmüi” bloğuna ithal etmektedir. Hâlbuki özel hayatı genel hayata hâkim kılan
ve şahsi bağımsızlığı yaratan bireysel biçimlendirmedir143.
Prens Sabahaddin Bey’in görüşüne göre milletlerin ahlakları da bu oluşumların türüne
göre ya olgunlaşmaya ya da gerilemeye eğilimlidir. Prens Sabahaddin Bey, bu şekilde
istibdatın doğrudan doğruya toplumsal hayattaki zaaftan ileri geldiğini, memleketin maruz
kaldığı felaketlerin bir veya birkaç kişiye yüklemenin tamamen doğru olmadığını, bilimsel
tahlillere ve toplumsal kanunlara dayanmayan genel teoriler ve kişisel fikirlerle bir
memleketin ıslahının mümkün olmadığını iddia etmiştir. “Toplumsal kanunları bilmenin
kendi kendimizi idare etmek, bilinmemesinin ise körü körüne idare olunmak” sonucunu
doğurduğunu ileri sürmüştür. Bir oluşumdan diğerine geçmek mümkün olduğu için de,
memleketimizin temel bir terbiye yaratan toplumsal biçimlendirmeden ayırarak aktif bir
140 Reyhan, “Prens Sabahaddin”, s.148. 141 Prens Sabahaddin Bey’in Terakki gazetesindeki birçok yazı incelemesi, Mehmed Ali Bey tarafından çıkarılan
Mesleki İçtima adlı ufak bir risalesi ve üç nüsha İzah’ları basılmıştır. Bu son yazılar İttihat ve Terakki
Cemiyeti’ne açık mektup şeklindedir. 142 Kuran, İttihat ve Terakki, s.354. 143 Kuran, İttihat ve Terakki, s.355.
60
terbiye kaynağı olan bireysel biçimlendirmeye geçilmesini ister ve okullarımızın bu
doğrultuda yürütülmesi gerektiğini savunur144.
Ona göre, geri kalmışlığın temelinde yatan sebep, kamusal hayat ile özel hayat
alanlarının iktidar sınırlarının belirsizliğidir. Yani, siyasi iktidar tebaa üzerinde egemenlik
kurup onların özgürlüklerini sınırlarken, tebaa da buna karşı kendisini koruyabilecek siyasi
mekanizmaları geliştiremediği için üzerinde egemenlik kurulmasına katkıda bulunmuştur.
Bunu sebebi bireyi toplum ve devlet karşısında özgürleştirebilecek bir eğitim sisteminin
olmamasıdır. Bu zaafları gidermek için yapılacakların en önemlisi özel hayatın kamusal
hayata üstün kılınmasını sağlamak ve Batılı anlamda bir vatandaş tipi yaratmaktır. Kısaca
amaç, toplumu kökten değiştirmektir. Bunu sağlayacak olan araç ise eğitimdir. Prens
Sabahaddin’e göre; oluşturulacak yeni toplum tipinde, özel hayatımızda Anglosakson
bireyciliğine dayanan bir eğitim sistemi geliştirmek suretiyle “cemiyeti teşkil eden efrattan
her birinin o yahut herhangi cemiyette olursa olsun yaşamak için ailesine, akrabasına,
hükümetine dayanacağı yerde, doğrudan doğruya kendine güvenmesi, muvakiyetini kendi
teşebbüsünde aramasını” gerçekleştirebilecekleri bir kabiliyet verilmesi gerekir. Teşebbüs-i
Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’nin programı, Osmanlı siyasî kültürünün ve siyasî
ideolojisinin topyekûn yeniden tanımlanmasını gerektiren iki ilkesel temele dayanır:
1. İdarî bakımdan: Siyasî iktidarın toplum üzerindeki tahakkümünü, belli hukuk kaidesi
dâhilinde kısıtlamak yönündeki “Adem-i Merkeziyet”, “tefrik-i vezaif”, “tevsi-i mezuniyet”
prensiplerine dayalı idari anlayış.
2. Ekonomik bakımdan: Muhafazakâr karakterli memurların oluşturduğu durağan
yapının yerine, girişimci karakterle burjuvazinin temel alındığı aktif bir iktisadi yapının
kurulmasını öngören “şahsî teşebbüse” dayalı ekonomi prensibi145.
Prens Sabahaddin de özellikle Demolins’in düşüncelerini Türkiye’ye uyarlayarak,
Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti’nin yayın organı olarak Fransa’da
yayımlanan Terakki dergisindeki makalelerinde işlemiştir. Bu makalelerinden 10 Kasım 1906
tarihinde yayımlanan biri; “Hıristiyanlar Vatanımızda Adem-i Merkeziyetten Müstefit
Olageldikleri Halde Müslümanlar Merkeziyetin Mahkumu Oluyorlar?” başlığını taşımaktadır.
Bu makalesinde “Adem-i Merkeziyet” hakkında yeterli bilgisi olmayanların, Hıristiyanlar ile
Avrupa’ya karşı yaranmak için bu düşünceyi işlediğini iddia ettiklerini; aslında Osmanlı
Hıristiyanlarının “Adem-i Merkeziyet”(yerel yönetim) ve “teşebbüs-i şahsi”(bireysel girişim)
haklarına fazlasıyla sahip olduklarını, bu haklardan uygun şartlar içerisinde bütün Müslüman
144 Kuran, İttihat ve Terakki, s.356. 145 Reyhan, “Prens Sabahaddin”, s.150.
61
vatandaşların da yararlanmaları sayesinde, bozulmuş olan sosyal dengenin düzeleceğini ve
Osmanlı Devleti’nin geleceğinin güvence altına alınabileceğini söylemekteydi146.
Adından da anlaşılacağı üzere, bu cemiyet liberal bir felsefeye sahip olup, “Adem-i
Merkeziyet” ve “tevsii mezuniyet” dediği, yerel yönetimlere ağırlık vermekteydi. Vilayet
merkezindeki vali, mali ve adli amirler hükümet tarafından tayin edilecek, fakat vilayetin
yönetimi, vali başkanlığında, yerel halkın seçtiği bir meclis tarafından yürütülecekti. Yerel
memurlar vali tarafından ve “ırk nispeti” gözetilerek tayin edilecekti147.
Jön Türkler, II. Abdülhamid aleyhindeki çalışmalarına hürriyeti kurtarmakta olduklarını
söyleyerek başlamışlardı. Oysa İttihat ve Terakki’nin 1876 Anayasasını yeniden yürürlüğe
koymanın ötesinde bir “hürriyet” kavramı yoktu. II. Abdülhamid aleyhinde girişimlerde bir
“hürriyet” teorisine sahip olan, bir dereceye kadar Prens Sabahaddin’dir. Prens Sabahaddin,
İttihat ve Terakki’nin kurucuları gibi, Osmanlı İmparatorluğu’nu kurtarma noktasında hareket
ediyordu. Fakat ona göre imparatorluk zaafını meydana getiren, bir tür hürriyetsizlikti. Her
şeyin devlete bağlı olarak, devletin izniyle ya da devletin baskısıyla yapıldığı bir ülkede
kişilerin kişisel yeteneklerini göstermesi mümkün değildi. Hatta o ülkedeki çeşitli birimlerin,
grupların da ülkeye bağlanması mümkün değildi. Yapılması gereken, Türkleri memnuniyet
tutkusundan kurtarmak, kabiliyetlerinin gelişmesini sağlamak ve imparatorluk içinde alt din
ve kültür gruplarına kendi kimliklerini değiştirecek siyasi imkânlar tanımaktı148.
Osmanlı toplumunun muhafazakâr olması ve dinin belirgin rolü nedeniyle Prens
Sabahaddin de Namık Kemal’in izinden giden İttihatçılar gibi savunacağı ideolojiye dayanak
olarak İslamı gösteriyor ve fikirlerinin-eylemlerinim dinsel değerlerle çelişmediği izlenimi
vermeye çalışıyordu. İslamiyet’teki cemaat ve mutlakiyet anlayışının tersini savunan Prens
Sabahaddin dayanak olarak Kuran’a göndermeler yapmaktadır.
Farklı bir ideolojiyle çıkış yapan Prens Sabahaddin’in şu yorumu onu diğer Osmanlı
aydınlarıyla aynı kategoriye indirmektedir: “Kur’an-ı Kerim’de ‘Ey iman edenler! Sizler
kendinizi düzeltmeye bakın! (Maide/105)’ ve İnsan için kendi çalıştığından başkası yoktur.
(Necm/39)’ mübarek ayetleriyle kesin olarak varlığına işaret edilen ‘Teşebbüs-i Şahsi’ye
gelince, bu ‘bir toplumu meydana getiren fertlerden her birinin hangi cemiyette olursa olsun
yaşamak için ailesi, akrabası ve hükümetine dayanacak yerde doğrudan doğruya kendine
güvenmesi, başarısını kendi teşebbüsünde aramasıdır.’149”
146 Nezahet Nurettin Ege, Prens Sabahaddin-Hayatı ve İlmi Müdafaaları, Güneş Matbaası, İstanbul, 1977,
s.79-89. 147 Armaoğlu, a.g.e., s.599. 148 Mardin, a.g.m., s.35. 149 Prens Sabahattin, Görüşlerim, (Haz. Ahmet Zeki İzgöer), İstanbul, Buruç Yayınları, 1999, s.41.
62
Prens Sabahaddin II. Abdülhamid’e ve II. Meşrutiyet sonrasında İttihat ve Terakki
Cemiyeti’ne muhalefet eden en önemli şahsiyettir. II. Abdülhamid’in mutlak monarşi
döneminde Osmanlı Devleti’nin parçalanmaktan kurtuluşu ile ilgili muhalefet tarafından
izlenecek iki siyasetten birisi olan adem-i merkeziyet ideolojisinin savunuculuğunu yapmıştır.
Tam tersine güçlü bir merkezi yönetimi savunan İttihatçılarla görüş ayrılığına düşünce ve II.
Meşrutiyet sonrasında dışlanmıştır. Bu kez İttihat ve Terakki yönetimine muhalefet bayrağı
açınca 31 Mart Olayı sorumlularından sayılmış, ama suçlu olmadığı hükmüne varılınca özür
dilenerek serbest bırakılmıştır. Prens Sabahaddin ve savunduğu ideoloji günümüzde bile
çeşitli çevreler tarafından tartışma konusu olmaktadır.
1.3.1.2. Derviş Vahdeti (1869-1909)
Asıl adı Derviş’tir. “Vahdeti” mahlâsını daha sonra almıştır. Önceleri Hafız Derviş diye
tanınırken, gazeteciliğe başladıktan sonra Derviş Vahdeti imzasını kullanmıştır. 1869 yılında
Kıbrıs’ta Lefkoşa’da doğdu150. Babası ayakkabıcı esnafından Kıbrıslı Mahmut Ağa’dır. Ailesi
çok fakirdi. Dört yaşında okula gitti. On dört yaşında hafız oldu. On altı yaşında annesinin
intiharı ve yirmi bir yaşında iken babasının ölümü onu derinden etkiler. Medreseye girdi.
Arapça ve fıkıh okudu. Nakşibendî tarikatına girdi. Ayasofya Camiine müezzin oldu.
İstanbul’a gelerek iki ay kaldı. Kıbrıs’a dönünce Larnaka’daki bir misyoner okulunda
İngilizce öğrenmeye başladı. Fakat bir zaman sonra, ders bahanesiyle kilisedeki vaaza devama
mecbur edilmesi üzerine, dersleri terk etti. Yeteri kadar İngilizce öğrendikten sonra ilmiye
kıyafetini çıkararak, İngiliz idaresinde memur oldu. Kıbrıs’ta İstanbul seyahati sırasında
tanıdığı Hürriyet, Meşveret ve Mizan gazetelerini izledi. II. Abdülhamid’e muhalefet ettikleri
için İstanbul’dan kaçarak Paris’e gitmek üzere Kıbrıs’a gelen muhaliflere yardım etti.
Avrupa’da çıkan hürriyetçi gazeteleri gizlice dağıttığı için adı Jön Türk’e çıktı.
1902 yılında Kıbrıs’tan ayrılıp İstanbul’a geldi. İş bulamayıp, parası tükenince Dâhiliye
Nazırına hitaben yazdığı şiddetli bir dilekçe neticesinde, yalısında bir müddet imamlık yaptığı
Dâhiliye Nazırı Memduh Paşa sayesinde İskân-ı Muhacirin Komisyonu’nda 400 kuruş maaşla
mübeyyiz memuru oldu. Ancak tecrübesizliğine ve yaşına rağmen, evrakı temize çekmekle
görevlendirilince memnun olmadı. Yeniden yazdığı bir dilekçe, yanlış yorumlanıp
Diyarbakır’a sürülmesine sebep oldu. Sina Akşin bu sürülme olayını uzunca bir süre zam
150 Osman Selim Kocahanoğlu, Derviş Vahdeti ve Çavuşların İsyanı, Temel Yayınları, İstanbul, 2001, s.5.
63
görmemiş olması, yükselmek amacıyla, velinimeti Memduh Paşa’yı jurnal etmiş olması
olasılığına bağlamaktadır151.
İstanbul’da, sürülmek üzere tevkif edildi. Otuz dört gün ailesinden habersiz
Mehterhane’de hapsedildi ve burada işkence gördü152. Hasta eşiyle birlikte “Mekke” vapuruna
bindirilerek, Samsun’a ve oradan da Diyarbakır’a sürüldü. Diyarbakır’da üç buçuk sene kaldı.
Diyarbakır’daki sürgün hayatı sırasında “ahrâr-ı ümmetin serefrâzı, harika-i fıtrat, üstat-ı
hürriyet” dediği Ziya Gökalp ile üç sene boyunca görüşüp, sohbetinden istifade etti.
Diyarbakır’daki gizli hürriyetçi harekete katılan Vahdeti, Meşrutiyet’in ilânından önce
yapılan “Telgrafhane İşgali”ne de katıldı. Diyarbakır’da ayrıca Şeyh Hacı Ahmed’le tanışan
Vahdeti, ondan aldığı tasavvufî tesiri Ziya Gökalp’tan edindiği felsefî kültürle birleştirdi.
“Vahdeti” mahlâsını da bu yeni ruh hâli ile benimsedi. Sürgünün son aylarında, Meşrutiyet’in
ilânına az bir zaman kala, ailesinin itirazını dinlemeden ve eşini yalnız bırakarak başına sarık
sarıp Bektaşi Babası kılığına girerek sürgün mahallinden kaçtı. Fırat’tan geçerken Birecik’te
yakalandı. Üç gün zindanda yattıktan sonra, kendisini “din ve vatan haini” olarak bilen siyahî
bir jandarmanın baskısı altında, kelepçeli olarak, on iki günde yaya olarak Diyarbakır’a
getirildi. Diyarbakır’da da on gün hapis yattıktan sonra serbest bırakıldı. Bir buçuk ay sonra
ise Meşrutiyet ve umumî af ilân edildi. Diyarbakır’dan ayrıldıktan ve Kıbrıs’ı ziyaret ettikten
ve mallarını sattıktan sonra İstanbul’a gelen Vahdeti, eski memurlardan olduğu ve sürüldüğü
için tekrar vazifeye alınması maksadıyla Dâhiliye Nezaretine başvurursa da ilgi görmedi153.
İttihatçılardan da ilgi görmeyince sürgünden dönenlerle İttihat ve Terakki’den
ayrılanların kurduğu, “Fedakaran-ı Millet Cemiyeti”ne girdi fakat kendi ifadesine göre onların
fesatçılık yaptığını görünce üç gün sonra ayrıldı.154 Kendisine verilen dört yüz kuruşu da iade
etti. Ondan sonra bir daha uğramadığı bu cemiyetin Aralık ayı başında bazı ithamlarla
cemiyetin basılıp kapatılmasını bu sebeple tasvip ettiyse de, daha sonra ithamların asılsız
olduğu ortaya çıkınca bu yapılanı hürriyet adına tenkit etti. Derviş Vahdeti, 11 Aralık 1908’de
Volkan’ı çıkarmaya başladı. Eski memurluğu için müracaatını gazetesini çıkardıktan sonra da
tekrarladı, fakat yine reddedildi.
Gazete’nin muhtevası “İslamcı, hürriyetçi ve insaniyetçi” olarak belirlenmişti.
Vahdeti’nin düşüncesi, bu gazetenin yayın organı olacağı bir de “Hadim-i İnsaniyet” derneği
kurmaktı. Nitekim gazetenin ilk sayılarında başlık altındaki yazı bunu açıkça
151Akşin, İttihat ve Terakki, s.116. 152 Zekeriya Kurşun - Kemal Kahraman, “Derviş Vahdeti”, DVİA, c.IX, İstanbul, 1994, s.198. 153 Kocahanoğlu, a.g.e., s.5-31. 154 Kurşun - Kahraman, a.g.m., s.198.
64
göstermektedir155. Gazetenin abone defterlerini de “Hâdim-i İnsaniyet Cemiyeti’nin Vasıta-i
Neşr-i Efkârıdır” diye bastırdı. Fakat Şubat ayı başlarında, gazetelerde İstanbul’da bir Mason
locasının açılması hazırlıklarının yapıldığı haberi çıktı ve aynı günlerde Vahdeti’yi gazetede
ziyaret eden ve toplantılarına davet eden birkaç kişi, İstanbul’da kurulacak olan mason
locasına karşı söz konusu Cemiyetin geliştirilmesini teklif ettiler. Eskiden kurmuş oldukları
İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin yayın organı olmasını ve dinsiz faaliyetlere karşı İslam
birliğini savunacaklarını söylediler. Vahdeti, Volkan’ın 5 Şubat 1909 tarihli 36. sayısında bu
haberi okuyucularına duyurdu.
Önce bu teklifi kabul eden Vahdeti, Volkan’ın 17 Şubat 1909 tarihli 48. sayısından
itibaren başlığının altına “İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin Mürevvici Efkârıdır156“
ibaresini koyup cemiyet nizamnamesinin ilk on maddesini yayımladıysa da kurucularla
yaptığı sonraki görüşmelerde, farklı fikirleri olduğunu görerek onlardan ayrıldı. Derviş pek
kısa bir süre sonra kendi başına bir İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’ni kurdu ve açıklamalarıyla
diğer cemiyeti eleştirdi.
Padişah II Abdülhamid kendisine muhalefet etmediği, Ümmetçilik yaptığı, Masonluk
aleyhtarlığı yaptığı için Volkan gazetesini maddi yardım ile desteklemiştir. Volkan’ın
yapmakta olduğu İslâmî neşriyat, dindar zümre arasında itimat kazanmasına sebep olduğu
için, Vahdeti’nin kendi idaresindeki yeni İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’ne zamanın tanınmış
âlim ve şeyhlerinden katılanlar oldu. 17 Mart tarihli gazetede cemiyetin nizamnamesi ile
Merkez İdare Meclis azalarının isimleri yayınlandı157. 3 Nisan 1909’da, yani 31 Mart (13
Nisan 1909) vakasından on gün önce, Ayasofya Camiinde çok kalabalık bir cemaatin
iştirakiyle okunan mevlidden sonra İttihat-ı Muhammedî Cemiyeti resmen açıldı. Gazete
yazıları ile İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin yayın organı olmadan önce ve sonra, daima
itidal ve itaat tavsiye eden yazılarla çıkmış olmasına rağmen, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni
ağır bir dille eleştirmiş, İttihatçıları dinsizlikle suçlamıştır.
31 Mart Olayı’nı başlatan askerlerin, İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin açıldığı gün
dağıtılan küçük bayrakları taşıması dikkatleri Vahdeti’nin üzerine çekti. Volkan’da yayınlanan
yazılar ve özellikle Vahdeti’nin 14 Nisan 1909’da II. Abdülhamid’e yazdığı açık mektup,
halkı ve askerleri tahrik edici nitelikte bulundu. Ayrıca Meşrutiyet anlayışı ve adem-i
merkeziyetçi fikirleriyle İngilizlere ve Prens Sabahaddin’in başında bulunduğu Ahrar
155 Zekeriya Türkmen, Osmanlı Meşrutiyet’inde Ordu-Siyaset Çatışması, İrfan Yay., İstanbul, 1993, s.142. 156 Volkan, 17 Şubat 1909, Nr: 48. 157 Derviş Vahdeti, “İttihad-i Muhammedi Cemiyeti Nizamnamesi”, Volkan, 17 Mart 1909, Nr: 76.
65
Fırkası’na yakın olan Kâmil Paşa ile oğlu Said Paşa’ya yakınlığı ile tanınmaktaydı158. Vahdeti
bu nedenlerle İttihatçılar tarafından 31 Mart Olayı’nın bir numaralı suçlusu sayıldı.
Hareket Ordusu’nun gelmesiyle, Vahdeti’nin Anadolu’ya kaçmadan önce sığınmak
üzere başvurduğu hemşerisi Kâmil Paşa’nın oğlu Said Paşa da İttihat-ı Muhammedi üyesi
Şehzade Vahdettin de Derviş’i korumayı kabul etmemiştir159.
Derviş Vahdeti 17 Nisan’da sorgulanmak üzere mahkemeye çağrıldı. Önce İngilizlerin
yandaşı Said Paşa’ya gitti ve onun tavsiyesiyle Şehzade Vahdettin’in sarayına sığınmak istedi.
Vahdettin Derviş’i kabul etmeyince 18 Nisan’da İstanbul’dan kaçtı. Kılık değiştirerek Gebze
ve Sapanca da gizlendi. Trende yolculuk yaparken iki subayın kendisinden şüphelenmesi
üzerine Hereke’de indi ve Hereke civarında gizlendi. Sonra konaklayarak Bergama’ya, oradan
da İzmir’e geçti. İzmir’e gitmek üzere kiraladığı arabanın parasını borç istediği hemşerisi
Abdullah Nadiri’nin ihbarı üzerine 25 Mayıs’ta İzmir’de yakalandı ve İstanbul’a gönderildi.
Derviş Vahdeti’nin yanında Çerkez Salih’le, medrese öğrencilerinden Ahmet Hilmi’de vardı.
İstanbul’a getirildiği vapurdan çıkarılıp önce Sarayburnu’ndaki Askerlik Dairesi’ne, oradan
da Harbiye Nezaretine götürüldü160. “Abdülhamid’e Açık Mektup” adlı makalesinden dolayı
hakkında dava açıldı.
Derviş Vahdeti kendini kurtarmak için çok çaba sarf etmiş, sonunda Hareket Ordusu
Kumandanlığına verdiği bir dilekçe ile deli olduğunu, dolayısıyla bu durumunun göz önünde
bulundurulmasını istemiştir161. Yargılanırken Meşrutiyet taraftarı ve Abdülhamid’in düşmanı
olduğunu iddia etti. Sonra da deli numarası yaptı. Ancak üzerinde ve evinde bulunan yüzlerce
İngiliz altının hesabını veremedi. Divan-ı Harb’te muhakeme edilen Vahdeti’nin 31 Mart
Olayı’nın müsebbibi olarak 25 Haziran günü idamına karar verildi ve Vahdeti 19 Temmuz
1909 günü Sultanahmet Meydanı’nda asıldı. Volkan’daki yazılarından başka bir eseri yoktur.
Derviş Vahdeti padişaha yazdığı mektupta kendisini şu şekilde tanımlamaktadır:
“Padişahım! Ben nasıl doğdum? Nasıl büyüdüm? Pederim pabuççu esnafından Kıbrıslı
Mehmet Ağa idi. Babam bütün gün çalışır, bir lokma ekmek parası kazanır, ufak bir evcikte
hepimiz bir yorgan altında, kışın soğuktan titreyerek, bir sıcak çorba bile içemezdik. Gördün
mü hayat nedir? Dört yaşımda mektebe girdim. Beş yaşında Kur’an’ı okuyup bitirdim. On
dört yaşında hafız oldum. Biraz Arapça, biraz şeriat kaideleri öğrendim. Nakşibendî tarikatına
girdim. Yaşım yirmiyi buldu. Biraz yabancı dil öğrenmek lazım geldiğini hissettim Ama
başımda sarıkla ve Kur’an okumakla meşgulken din düşmanı bir kavimin dilini nasıl 158 Kocahanoğlu, a.g.e., s.145 159 Akşin, İttihat ve Terakki, s.132. 160 Ecvet Güresin, 31 Mart İsyanı, Yenigün Haber Ajansı Yayınları, İstanbul, 1998, s.78–79. 161 Süleyman Kani İrtem, 31 Mart İsyanı ve Hareket Ordusu, Temel Yayınları, İstanbul, 2003, s.312.
66
öğrenebilirdim? O sırada İstanbul’a geldim. İki ay sonra Kıbrıs’a döndüm. Gözüm açıldı.
Ötekinden berikinden biraz İngilizce öğrendim. Kıyafet değiştirip hükümete memurluğa
girdim. Yapılan toplantılarda eldivenli bir adam olarak göründüm. Yirmi beş yaşıma kadar
hoca kıyafetinde, medrese köşelerinde vakit geçirmiş bir Müslümandım.” Divan-ı Harb’in
Derviş Vahdeti hakkındaki karakter değerlendirmeleri, onun kendisi hakkında padişaha
yazdığı şeyleri tamamlayıcı olacaktır: “Kıbrıslı Mahmut oğlu Derviş adındaki şahıs, hiçbir
ilmi ve içtimai terbiye görmemiş olup, şimdiye kadar içki ve şarkıcılıkla serseri bir hayat
geçirmiş olduğu, sorguları sırasında kendi ifadeleri ile meydana çıkmıştır162.”
Derviş Vahdeti’nin hayat hikâyesine baktığımız zaman 31 Mart Olayı’nda Derviş
Vahdeti’yi irticacıların başı olarak görenlerden bazılarının onun hakkındaki cahil, aptal ve
meczup şeklinde yaptıkları yorumların pek doğru olmadığını görüyoruz. Zira Derviş Vahdeti
ile bu tanımlamalarla anılan Kör Ali’nin ne entelektüel birikimleri aynıdır ne de Derviş
Vahdeti, Kör Ali gibi olayların akışı ile birden tarih sahnesine çıkarak basit halk kitlelerini
galeyana getirmiştir. Vahdeti daha Kıbrıs’ta iken II. Abdülhamid’in mutlak monarşisine karşı
mücadeleye girişmiş, döneminin aydınları ile kendini yetiştirmeye başlamış, İstanbul’a
geldikten sonra temas ettiği entelektüel ortam ile kendi deyimiyle “gözleri açılmış” ve
sürgünde olduğu Diyarbakır’da Ziya Gökalp’in fikirleri ile Şeyh Hacı Ahmed’in tasavvufî
tesiri altında dünya görüşünü birleştirerek şekillendirmiştir. Bu nedenle de kendisine Vahdeti
lakabını takmıştır. II. Abdülhamid’in mutlak monarşi rejimi tarafından uğratıldığı işkence,
sürgün ve hapisler onda bazı kaynakların iddia ettiği gibi istibdat hayranlığı yaratması
mantıken pek gerçekçi görünmemektedir. Derviş Vahdeti ittihatçılarla anlaşamayınca II.
Abdülhamid’e muhalefet eden adem-i merkeziyetçilerin içinde yer almıştır. II. Meşrutiyet’in
uygulanışında da ittihatçılarla ters düşünce Meşrutiyet’e kadar şekillendirdiği adem-i
merkeziyetçi muhafazakâr dünya görüşü çerçevesinde İttihat ve Terakkiye ağır bir muhalefete
girişmiştir. II. Abdülhamid’in mutlak monarşisinin ihtilâl ile bitirilebildiğini gören Vahdeti’ye
göre (kendisi de Meşrutiyet’in ilânından önce yapılan Telgrafhane işgaline katılmıştır) II.
Meşrutiyet sonrası İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin kurduğu İstibdadı da yine karşı devrimle
yıkılacaktı. Bu amaçla etrafına topladığı İttihat ve Terakki karşıtı aşırı muhafazakâr kesimler
ile 31 Mart ayaklanmasına siyasi destek vermiştir.
Vahdeti gerçekten irticacı mıydı? Şeriat söylemiyle halkı galeyana getiren bir İngiliz
işbirlikçisi miydi? İnandığı siyasi görüş çerçevesinde sadece İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin
iktidardan inmesini isteyen, bunu da bazı çevreler tarafından adalet ve kanunların uygulaması
162 Şevket Süreyya Aydemir, Enver Paşa (1908–1914), c.II, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1995, s.144.
67
anlamına geldiği iddia edilen “şeriat” istemekle163 gerçekleşeceğine inanan bir devrimci
miydi? Yoksa bunların hepsinin birlikteliğinin doğurduğu bir sonuç muydu? Araştırmacılar
bu soruları sorgularken genellikle biri üzerinde yoğunlaşarak Derviş Vahdeti’yi ve ortaya
çıkan durumu yorumlamaktadır. Ve yapılan yorumlara bakıldığında her bakış açısında haklı
bir taraf görülmektedir. Günümüzde genel yargı, Vahdeti’nin ve 31 Mart Olayı’nın şeriat
ağırlıklı bir yapıda olduğu şeklindedir.164 Yaptığım araştırmalar sonucu vardığım yargı,
mutaassıp bir yapıdaki Derviş Vahdeti’nin yukarıda saydığım yorumlardan -ağırlık merkezi
şeriatçı zihniyette olmak üzere- hepsini içerdiği şeklindedir.
1.3.1.3. Rıza Nur (1879-1942)
Türk milliyetçiliği fikrinin önde gelen şahsiyetlerinden biri olan Dr. Rıza Nur önemli bir
devlet adamı ve yazardır. 30 Ağustos 1879 tarihinde Sinop’ta doğmuş, 1942 yılında
İstanbul’da ölmüştür. 1901 yılında yükseköğrenimini Askeri Tıbbiye’de bitirerek, 1905
yılında Gülhane Askeri hastanesinde operatör oldu. 1907 yılında Askeri Tıbbiye’de öğretim
görevlisi olarak görev yaptı. 1908 yılında II. Meşrutiyet’in ilânı üzerine politikaya atılarak Sinop
Milletvekili seçildi. 2. Meşrutiyet döneminde Sinop milletvekili olarak girdiği Meclis’te
İttihatçılara yönelik ağır muhalefeti sebebiyle profesörlük yaptığı Askeri Tıbbiye’deki
görevinden alındı. İttihat ve Terakki yönetimiyle uyuşmazlığa onlara muhalefete başladı. Hürriyet
ve İtilaf Partisi kurucuları arasında yer aldı. Mahmud Şevket Paşa’nın öldürülmesi sonrası rütbeleri
sökülerek yurtdışına sürüldü ve 8 yıllık sürgünden sonra ancak mütareke zamanı İstanbul’a
dönebildi. I. Dünya Savaşı sonrası Türkiye’ye döndü ve yeniden milletvekili seçildi. Mütarekede
bir süre tutuklu kaldıktan sonra Anadolu’ya geçti. Milli Mücadele’ye katıldı. Birinci ve İkinci
Meclis’e Sinop milletvekili olarak girdi ve Ankara hükümetlerinde bakanlık da dâhil olmak
üzere birçok görevler üstlendi. Sakarya meydan savaşında doktor olarak katıldı. Temsil
heyetleriyle gittiği Lozan da dâhil olmak üzere birçok ülkede Türkiye’yi temsil etti. Milli
Eğitim ve Sağlık Bakanlığı görevlerinde bulundu. Lozan Konferansı’na ikinci delege olarak
katıldı. İzmir’de Atatürk’e suikast girişimi sonrası ülke dışına çıktı. 1926 yılında Fransa’ya gitti
ve Paris’e yerleşti. Daha sonra oradan Mısır’a geçti. 12 yıl yurt dışında kaldı. Bu arada
“Türkbilik Revüsü” adlı yıllık bir Türkoloji dergisi yayınladı. 1938 yılında ülkeye dönüşünden
163 Şerif Paşa, a.g.e., s.45-49. 164 Örneğin Tarık Zafer Tuna’ya; İttihat-ı Muhammedi’nin Türkiye’de kurulmuş ilk irtica partisi ve liderini de 31
Mart irtica olayının belli başlı kahramanı telakki etmektedir. Sina Akşin de benzer düşünceleri ileri sürmektedir.
68
sonra aşırı milliyetçi yazarlarla birlikte Tanrıdağ dergisini çıkardı. Dr. Rıza Nur, vefat edene
kadar İstanbul, Taksim’de kiraladığı 3 odalı bir apartman dairesinde yaşamıştır. Burası aynı
zamanda Tanrıdağ Dergisi’nin de idare hanesidir. Yapıtları arasında en ünlüsü 12 cildi
yayınlanan Türk Tarihi’dir. Ölümünden çok sonra yayınlanan Hayat ve Hatıratım (1968) adlı anı
kitabında Atatürk aleyhtarı görüşlerde bulunmuştur165.
Dr. Rıza Nur’un 31 Mart Olayı’ndan sonra yurt dışına çıkışı ile ilgili sert eleştiriler
yapılmıştır. Bu eleştirilerden birisi Sevket Süreyya Aydemir’in Enver Paşa kitabında şu şekilde yer
almaktadır: “Kendilerini suçlu gören aydınların bir kısmı ortadan kaybolur. Mesela bütün hayatı
boyunca hasta ruhlu, menfi ve bir sürede morfinman bir adam olan Dr. Rıza Nur bunlardan biridir.
Ama o Derviş Vahdeti veya Said-i Kürdi gibi köşede bucakta saklı kalmakla yetinmez. Avrupa’ya
kaçar. Yani her nedense kendini, kaçıp kurtulmak zorunda görür. Ama daha ileride ve kendi
mektuplarından göreceğiz ki bu her zaman kaypak siyasetçi, gittiği dış ülkelerde aylığını el
altından, İttihat ve Terakki iktidarından sızdırmasını bilecektir166.”
Dr. Rıza Nur Türkiye’de Milliyetçilik ve Türkçülük fikrinin canlanmasına katkıda
bulunan, Türk Tarihi adlı bir eserinde milliyetçilik ile ilgili görüşlerini şu şekilde açıklar:
“Dünyada en büyük iftiharım Türk yaratıldığımdır. Türk kadar kahraman, mert, iyi yürekli,
zeki ve akl-ı selim sahibi insan, Türk kadar büyük ve yüksek bir tarihe malik bir millet
görmedim. Bugünkü medeniyet âleminde en yüksek mevkiye çıkmak için gereken
kabiliyetleri bugünkü kadar kendinde ve yurdunda toplamış olanını görmedim.” Bazı
çevrelere göre Dr. Rıza Nur’un Hatıraları, “hezeyan”; bazı çevrelere göre de, “yakın
tarihimizin bakir gerçekleri üzerine ışık tutan müthiş ifşaat”, “Türk tarihine kıymetli bir
vesika”, “Cumhuriyet dönemine ilişkin sivil belge”, “çok kıymetli, zengin ve ibret dolu tarihi
vesikalar yığını”, “alternatif tarih için çok önemli bir kaynak”tır167.
Rıza Nur ırkçı bir yaklaşımla milliyetçiliği harmanlamıştır. Cumhuriyet döneminde
Atatürk’e suikast girişiminde bulunması nedeniyle milli mücadele aleyhinde yazılar yazan Ali
Kemal gibi dışlanmıştır. Etnik milliyetçilik yapması ile din karşıtı söylevlerde bulunan
Abdullah Cevdet gibi bazı kesilmeden büyük tepkiler almıştır. Dr. Rıza Nur günümüzde bile
çok tartışılan 31 Mart sürecinin başlıca muhalif şahsiyetlerden birisidir.
165 Rıza Nur’un hayat hikâyesi ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Turgut Özakman, Dr. Rıza Nur Dosyası, Bilge
Yayınevi, Ankara, 1995; Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, c.I, İşaret-Ferşat Ortak Yayınları, İstanbul, 1991. 166 Aydemir, Enver Paşa, s.170. 167 Özakman, a.g.e., Önsöz.
69
1.3.1.4. Abdullah Cevdet (1869-1932)
Abdullah Cevdet, Osmanlı Devleti’nin son devirlerinde yaşamış siyaset adamı ve
yazardır. Jön Türkler hareketlerini başlatanlardan ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin
kurucularındandır. Babası, Diyarbakır Birinci Tabur Kâtibi Ömer Vasfi Efendi’dir. Abdullah
Cevdet 1869’da Arapkir’de doğmuş,1932’de İstanbul’da ölmüştür. İlk tahsilini Arapkir’de ve
Hozat’ta yaptıktan sonra Mamüretü’l-Aziz (Elazığ) Askeri Rüşdiyesi’ni bitirdi. Kuleli Askeri
Tıbbiye İdadisi’nden de mezun olduktan sonra Mekteb-i Tıbbiyeye girdi. Biyolojik
materyalist fikirlerden etkilendi. Materyalist görüşlere yer veren yazılar yazdı. 1889’da
tıbbiyeli arkadaşları ile sonradan İttihat ve Terakki Cemiyeti adını alacak olan İttihad-ı
Osmanî adlı gizli cemiyeti kurdu. 1893-1894’te Abdullah Cevdet yönetimi aşağılayan bir şiir
yazdığı için tutuklandı, fakat sonra affedildi. Siyasi faaliyetleri sebebiyle birçok defa
tutuklandı. 1894’te Mekteb-i Tıbbiyeden mezun oldu. Haydarpaşa Hastanesinde vazife aldı.
Geçici olarak Diyarbakır’a vazifeli gönderildi. Orada İttihad-ı Osmanî Cemiyetine Ziya
Gökalp gibi pek çok kimseyi üye kaydetti. İstanbul’a döndükten sonra siyasi faaliyetlere
devam ettiği ve devlete karşı olan faaliyetleri sebebiyle arkadaşlarıyla birlikte tutuklandı.
1896’da Bakanlar Kurulu kararıyla Trablusgarp’a sürüldü. Burada da siyasi faaliyetlere
devam etti. Mizan ve Meşveret adlı dergilere imzasız ve “Bir Kürt” takma adıyla yazılar
gönderdi. Fizan’a sürüldü ise de oradan doktorluk yaparak kazandığı parayla Tunus’a kaçtı.
Paris’e geçerek II. Abdülhamid’in mutlak monarşisini yıkmak için faaliyet gösteren Jön
Türklere katıldı. Paris’e gelişinde istasyonda Mehmed Murad Bey’i rastlantı sonucu gördü.
Abdullah Cevdet’e göre Murad Bey ile bu buluşma birbirlerini ilk ve son görüşleri olmuştu.
1897’de Cenevre’ye giderek İttihat ve Terakki Cemiyetinin merkez komitesinde yer aldı.
Çeşitli gazete ve dergilerde takma adla yazılar yazdı. 1899’da Viyana sefareti tabipliğine tayin
edildi. 1903’te Viyana Sefiri, Abdullah Cevdet’in tekrar muhalefet yapmaya başlayacağını
anlayınca ona hakaret etti. Bunun üzerine Abdullah Cevdet de Sefiri düelloya davet etti.
İmparatorluk polisi Abdullah Cevdet’i sınır dışı etti168.
1903’te tekrar Cenevre’ye giderek bir matbaa kurdu ve İctihad Mecmuası’nı çıkarmaya
başladı. 1904’te Osmanlı İttihad ve İnkılâp Cemiyetinin kurucuları arasında yer aldı.
Cenevre'de Osmanlı İttihad ve İnkılâb Cemiyeti'ni kurdu ve Osmanlı gazetesini yayınlamaya
başladı. Gazetedeki yazılarını imzasız yayınladı. Gazetede; İslamiyet'in etkisini koruduğu
168 Abdullah Cevdet’in hayatı ile ilgili bkz: M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah
Cevdet ve Dönemi, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1981; Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908,
İletişim Yayımları, İstanbul, 1992.
70
yerlerde duraklamanın olduğu, İslam medeniyetinin uyuşturucu bir rol oynadığı şeklindeki
iddialar, dolaylı olarak yayınlanmaya başlandı169. Abdullah Cevdet İctihad’ta geriye kalan Jön
Türk yayınlarının siyasi görüşlerinin yüzeyselliğinden şikâyet ediyor ve siyasete daha derin
giden temeller bulmaya çalışıyordu. Bu bakımdan İctihad’ı çıkarmaya başladığı andan
itibaren Abdullah Cevdet'le, politikayı gün geçtikçe daha yüzeysel ve komiteci bir anlamda
kabul eden Ahmet Rıza-Bahaettin Şakir Bey grubu arasındaki uzaklık büyüyordu. Öte
yandan, İctihad’ın radikal olmaya karar verdiği saltanat sorunu gibi konular, ikinci grubun, o
zaman Şura-yı Ümmet'i çıkaranların, oldukça muhafazakâr davrandıkları bir konuydu. Bu
anlaşmazlık, İctihad’ın Jön Türkleri hafiflikle itham etmesinin yanı sıra, Abdullah Cevdet
Bey'in 1908'den hemen sonra Türkiye'ye dönmeyişinin başlıca nedenidir170.
Çeşitli gazete ve dergilerde yazdığı yazılarda Sultan II. Abdülhamid ve diğer hükümet
erkânı hakkında ağır ifadeler kullandı. Kendi basımevinde Padişah aleyhindeki bir eseri
basması ve Osmanlı Devleti’nin şikâyeti üzerine 20 Ekim 1904’te İsviçre’den sınır dışı
edilince, İctihad dergisi ve kütüphanesini Mısır’a naklederek sert muhalefetine burada devam
etti. Şura-yı Osmanî Cemiyeti’nin idaresinde görev aldı. Bu sırada İslam düşmanı ve
oryantalist Reinhard Dozy’nin eseri “Essai Sur l’histoire de l’islamisme” adlı kitabını Tarih-i
İslamiyet adıyla tercüme etti. Bu kitapta Muhammed’e karşı saygısız ifadeler kullandığı için
sofuların tepkilerini çekti. Bu yüzden pek çok kimse tarafından, kendi yanlış fikirlerinden
başkasını kabul etmeyen, Allah düşmanı manasında “Adüvvullah Cevdet” diye anıldı. II.
Meşrutiyet’in ilânından ve II. Abdülhamid tahttan indirilmesinden sonra İstanbul’a dönen
Abdullah Cevdet, İttihat ve Terakki ileri gelenleriyle arası açık olduğundan Cağaloğlu’nda
“İctihad Evi” adını verdiği binaya yerleşerek İctihad dergisini çıkarmaya devam etti. Kurulan
Osmanlı Demokrat Fırkasının ikinci başkanı oldu. Bu fırka, Hürriyet ve İtilaf Fırkasıyla
birleşince de, siyasi faaliyetlerini Kürt Teali Cemiyetine girerek devam ettirdi. Çıkardığı
İctihad dergisi, din ve devlet aleyhinde yazılar yazdığı için birçok defa kapatıldı. Bir ara
İsviçre’ye giderek Osmanlı Devleti aleyhinde çalışan muhaliflere katılmak istediyse de isteği
İsviçre hükümeti tarafından reddedildi. Daha sonra İttihatçıların desteğiyle çıkan Hak
Gazetesinin yazarlarından oldu. I. Dünya Savaşı’ndan sonra yeniden siyaset ve yayın
faaliyetlerine başladı. 1 Kasım 1918’den itibaren İctihad dergisini yeniden çıkardı. Tekrar
İttihatçıların aleyhinde yazılar yazdı. İngiliz Muhipler Cemiyetini kurdu. Ayrıca İngilizlerle
işbirliği yapan Kürdistan Teali Cemiyeti’nde de önemli roller aldı. İctihad dergisinde dini
tezyif edici yazılar neşr etmeye devam etti. Bir ara Sıhhiye Müdürü olduysa da bu vazifeden
169 Mardin, a.g.e., s.161. 170 Mardin, a.g.e., s.227.
71
alındı. 25 Mayıs 1920’de bu vazifeye yeniden tayin edildi. Fakat yedi ay sonra tekrar alındı.
Yeniden neşr etmeye başladığı İctihad dergisinin 1 Mart 1922 tarihli 144. sayısında
Bahaîliğin yeni bir din olarak kabul edilmesini tavsiye etti. İstiklal Harbinden sonra İctihad
dergisinde yeni idareyi öven yazılar yazarak nüfuz kazanmak istedi. Bu mecmuada
Türkiye’nin nüfus politikasıyla ilgili olarak; “Neslimizi ıslah etmek, kuvvetlendirmek için
Avrupa’dan ve Amerika’dan damızlık erkek getirmek gerekir” şeklindeki iddiasının yer aldığı
bir yazıyı kendi imzasıyla yayımladı. Bu yazısı bütün yurtta büyük ve derin bir nefrete sebep
oldu. Abdullah Cevdet, her ne kadar milletvekili olamadıysa da, önceki döneme oranla
Cumhuriyet döneminde, materyalist fikirlerini çok daha rahat bir biçimde sergilemeye devam
etti. Bir taraftan din büyüklerine hakaretin suç olmaktan çıkarılması, diğer taraftan
yayınlarından bir kısmının devlet tarafından desteklenmesi, cesaretini daha da arttırdı. Bundan
sonra, dinin toplumsal gelişmeye engel teşkil ettiğini açık bir şekilde yazmaya başladı. O,
İslam dünyasının geri kalmasının diğer sebeplerini bildiğini ileri sürdükten sonra, ama
bunlardan hiç birinin dini sebepler kadar, gerileme ve tahripte etkili olmadıklarını iddia etti171.
Ömrünün sonuna doğru tamamen yalnız kalan Abdullah Cevdet 29 Kasım 1932’de öldü.
Abdullah Cevdet'in de okumuş olduğu Tıbbiye Mektebi, derslerin içeriğinin de etkisiyle
büyük oranda materyalist felsefenin etkili olduğu okullar olarak Osmanlının son dönemine
damgasını vurmuş ve buradan yetişenler söz konusu fikirleri daha geniş alanlara yaymışlardır.
Bu okullardan yetişenler bir taraftan pozitivizmi ön plana çıkarırken, diğer taraftan, biyolojik
materyalizmi dinin yerine monte etmeye çalışmışlardır172. Osmanlı toplumunda ahlâkın temel
dayanağını oluşturan din, materyalist felsefeyle geçerliliğini kaybetmiştir. Bu nedenle yeni
aydınlar ile ulemanın çatışması kaçınılmaz olmuştur.
İttihat ve Terakki’nin kurucularından olan Dr. Abdullah Cevdet’e göre modern
uygarlığın temeli din ve geleneğin dışında laik bir kültüre dayanır. Savunduğu materyalizme
dinsel bir temel arayan Abdullah Cevdet, dinin dinamik yönünün toplumda itici bir güç
olabileceğini öne sürer. Beşir Fuad’ın dinin toplumsal yanını hiç dikkate almamasına karşılık
Abdullah Cevdet biraz da siyasal kişiliğinden dolayı bu yöne ağırlık verir173.
Abdullah Cevdet, Osmanlı toplumunun geri kalmışlığının nedenlerini çağdaşları gibi
sorgulamıştır. Ona göre sorun sadece devletin rejiminden kaynaklanmıyor, toplumsal bir
dönüşüm gerekiyordu. Materyalist olduğu için de dinin gelişimi önlediğini, bu nedenle de dini
otokrasiye dayalı yapının değiştirilmesi gerektiğini savunuyordu. 1904’te Cenevre’de
171 Hanioğlu, Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, s.401. 172 Hanioğlu, Doktor Abdullah Cevdet ve Dönemi, s.401. 173 Ekrem Işın, “Osmanlı Modernleşmesi ve Pozitivizm”, TCTA, c.II, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.368.
72
yayınlarını başlatan Abdullah Cevdet, kurduğu İctihat dergisinin ilk sayısını şu anketle
başlatmıştır: “1- Müslümanların düşkünlüğünün nedenleri nelerdir? 2- Müslümanları bu
durumdan kurtaracak en etkili önlemler nelerdir? Batıcılığın en aşırı temsilcisi Abdullah
Cevdet bunu kısaca söyle cevaplandırır: Geri kalmışlığımızın nedeni Asyalı kafamız; dejenere
geleneklerimizdir. Bizi yenen güç bizim görmek istemeyen gözlerimiz, düşünmek istemeyen
kafalarımızdır. Bizi geride bırakan, bırakmaya devam edecek, gelecekte de bırakacak güç,
dünya işlerini hükmü altına alan bir din-devlet bileşimi sistemidir174”
Şerif Mardin, Abdullah Cevdet'in İttihatçıların çoğuyla anlaşamamasının nedenini şu
şekilde açıklamaktadır: “Dr. Abdullah Cevdet, Müslümanların Batı medeniyetinden
yararlanamayışlarından Ahmet Rıza Bey’den çok daha şikâyetçiydi ve onları mazur görme
eğilimi asgariye iniyordu. Bu tutumun bir örneğini Rusya Müslümanlarına verdiği şu
öğütlerde görmek mümkündür: ‘Müslümanların Rusya'da zulüm ve hakaret gördüğünü
söylüyor ve bunu yalnız söylemekle bir fayda ümit ediyorsunuz. Müslümanların zulüm ve
hakaret görmesi Müslüman olduklarından değil cahil ve tembel olmalarındandır. Sizin kemal-
i ihlâs ile Darül-Hilafe dediğiniz İstanbul’daki Müslümanlar yine sözde Müslüman
hükümetlerinden daha az mı cebir ve hakaret görüyorlar zannediyorsunuz? Rusya hükümeti
ammeye ve size Rusça Öğretmek istiyormuş. Fena mı? O zaman hiç olmazsa bilmediğiniz bir
varakayı imzalamaktan kurtulursunuz. Rusya hükümeti sizden asker alıyor ve din
kardeşlerimiz üzerine kılıç çekiyorlarmış. Bunu sizin Halife dediğiniz Abdülhamit yapmıyor
mu?’ demektedir175.”
Abdullah Cevdet Osmanlı toplumunun cahillik nedenlerinden birisi olarak Türkçeye
uygun olmayan Osmanlı alfabesini görmektedir. Toplumdaki okuma-yazma oranının düşük
olmasından Mustafa Kemal gibi rahatsız olmuştur. II. Meşrutiyet döneminde dilde
sadeleşmeyi savunan Osmanlı aydınlarından bazıları, harflerimizin ıslahı yerine Latin
harflerinin kabul edilmesini ve dolayısıyla yeni bir Türk alfabesinin meydana getirilmesini
savunuyor ve konu ile ilgili cesaretli yazılar yazıyordu. Latin harflerinin alınması
taraftarlarından olan ve bu arzusunun gerçekleşmesi için çeşitli yazılar yazan Abdullah
Cevdet, Celâl Nuri’nin Mukadderât-ı Tarihiyesi’ne yazmış olduğu takdim yazısında, bu konu
hakkındaki görüşünü şu cümle ile ifade etmektedir: “Harflerimiz berbattır. Bu harflerle, hiçbir
işimizi göremeyiz176.”
174 Niyazi Berkes, Türkiyede Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul, 1978, s.406. 175 Mardin, a.g.e., s.233-234. 176 Celâl Nuri İleri, Tarih-i Tedenniyât-ı Osmaniye ve Mukadderât-ı Tarihiye, Yeni Osmanlı Matbaa ve
Kütüphanesi, İstanbul, 1331, s.27.
73
31 Mart Olayı’ndaki temel slogan olan “şeriat isteriz”, İttihat ve Terakki karşıtlarından
Abdullah Cevdet benzeri aydınlar tarafından savunulan materyalizme yönelik bir tepki olarak
ortaya çıkacaktır. Zira cahil halk kitleleri için materyalizm din karşıtlığı olarak algılanacaktır.
Önceleri kuruculuğunu yaptığı İttihat ve Terakki safındayken II. Meşrutiyet sonrası İttihat ve
Terakki Cemiyeti’ne muhalefet eden etkin şahsiyetler arasında yer alan Abdullah Cevdet,
biyolojik materyalizmi (Sosyal Darwinizm) savunduğu için dışlanmış ve savunduğu fikirler
kendisine ateist etiketinin yapıştırılmasına neden olmuştur.
1.3.1.5. Mehmed Murad (1853-1917)
Mehmed Murad, 1853 yılında Dağıstan’da Haraki kasabasında doğdu. Murad ismi,
ailesi tarafından Dağıstan’ın özgürlük savaşçısı Hacı Murad’a atfen verilmiştir. Murad Bey’in
çocukluğu doğum yerinin Ruslar tarafından işgal edildiği yıllara rastlar. İşgal kuvvetleriyle
ailesi arasındaki ilişkiler iyi değildi. Babası, köpeğine askerî garnizon kumandanının adını
taktığı için üç yıl Rusya’nın içine sürülmüştü. Dönüşünden sonra, Rusların izledikleri
yumuşak politika uzun zamandan beri tasarladığı, aile bireyleriyle İstanbul’a göç etme
fikrinden kendisini vazgeçirdi. Murad Bey Sivastopol Gimnasium’una kabul edildi. Buradan
mezun olduktan sonra kendisi önce Rusya’da üniversiteye devam etmek istemiş, fakat
bilinmeyen bir nedenden dolayı bundan vazgeçmiş ve İstanbul’a hareket etmişti. Murat Bey,
Şubat 1873'te payitahta vardı. Adliye Nazırı olan Mithat Paşa’nın evine gitti. Durumunu
anlatması üzerine Sadrazam Esat Paşa aracılığıyla Maliye Vekili Şirvanizade Rüştü Paşa’nın
yanında bir iş buldu177.
Murad Bey, Şubat 1873’te payitahta vardı. Adliye Nazırı olan Mithat Paşa’nın evine
gitti. Murad’ın Paşa’nın hizmetine geçmesinin ertesi günü Şirvanizade Sadrazam tayin
olundu. Murad Bey, Hariciye Matbuat Kalemi’ne tayin ettirildi. Rüştü Paşa, bir yıl kadar
Sadrazamlıkta kaldıktan sonra Padişah’ı tahttan indirmeye yönelen entrikalara ismi karıştığı
gerekçesiyle azledildi ve Suriye Valiliğine tayin olundu. Rüştü Paşa, Murad’ı Suriye’ye
beraberinde götürdü. Yolda Yeni Osmanlılardan Ebüzziya Tevfik’i sürgünde bulunduğu
Rodos’ta ziyaret ettiler. Bir süre sonra Şirvanizade Hicaz’a tayin edildi. Murad Bey, Rüştü
Paşa’nın ailesini İstanbul’dan getirmeye memur edildi. Yoldayken Rüştü Paşa öldü (1874).
Murad böylece İstanbul’da kaldı. Murad’a göre, devlet memuriyetinde bulunduğu kısa süre
içinde bile gördüğü bazı olaylar kendini devlet hizmetinde soğutmuştu. 1878 yılında Mülkiye
177 Mardin, a.g.e., s.79.
74
hocalığına atandı. Murad, 1876 yıllarında Mithat Paşa’nın çevresinde toplanan Yeni Osmanlı
grubuna dâhil olur 1878 yılında Mülkiye hocalığına atandı. Murad Bey’in okul dışındaki
prestiji Tarih-i Umumî’sinin taşıdığı yeni görüşlerden geliyordu. Murat Bey'in Tarih’i
sayesinde Osmanlı aydınları ilk defa kuru bir hadiseler silsilesi olmayan bir tarih kitabıyla
karşılaşmışlardı. Murad Bey tarihi, salt hadiseler silsilesi şeklindeki geleneksel
metodolojisinden farklı anlatmıştır. Avrupa tarihini, hürriyet’in doğuşunu hazırlamış olan bir
gelişme olarak ele alıyordu. Mehmed Murad adeta adı ile özdeşleşmiş olan “Mizan”
gazetesini 1886 yılından itibaren yayınlamaya başladı. Gazetesinde yayımladığı yazılarında
hürriyet ve Meşrutiyet fikirleri üzerinde durmuştur. Ilımlı ve yapıcı bir biçimde yönetimi
eleştirirken yönetim ve muhalefetten destek bulamamış, takibe alınmış ve şiddetli bir şekilde
baskı görmüştür. Mizancı Murad, ılımlı ve yapıcı bir muhalefette bulunmasına rağmen
sansüre uğramıştır. Savunduğu fikirlerden ve mevcut hükümetle anlaşamamasından dolayı
gazetesi sık sık kapatıldı. Fakat ne Mi-zan’da izlenen taktik ve ne de Murat’ın samimi
padişahçılığı gazetenin 1890 yılında kapatılmasına engel olabildi. Murat Bey, duyduğu hayal
kırıklığını 1890'da yazıp 1891'de yayımladığı “Turfanda mı, Turfa mı?” ismindeki romanına
aktardı. Bir süre maruz kaldığı baskı ve saldırılara dayanıp direndi. Mizancı Murad, II.
Abdülhamid’e bir memorandum sundu. Böylece hayalleri gerçek oluyordu. Murad,
Abdülhamid’in ‘eminence grise’i olmak hülyalarına dalıyordu178. Daha sonra Padişah’la
yaptığı bir konuşmada Padişah’ın herkesin anlattığı kuşkucu, dar görüşlü tiran olmadığı hissi
onu daha da heyecanlandırdı. Fakat Abdülhamid’in kendisiyle istişare etme vaadi
gerçekleşmedi. Murad Bey büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Padişah’a vekilliğe atamasını
salık verdiği kişilerden yeni kabine listesinde hiçbirinin gözükmemesi planlarını alt-üst etti.
Artık Yıldız’a her gidişinde Padişah’ın meşguliyeti bahanesiyle saraydan uzaklaştırılıyordu.
Baskıların giderek artması, gazetesinin sık sık kapatılması sebebiyle, İstanbul’da özgür bir
gazeteyi çıkarmanın imkânsız hale geldiğini görerek ayrılmaya karar verdi. Nihayet
gazetesinin de kapatılması üzerine, 1895’te yurt dışına kaçtı179. Mülkiye Mektebi’nde,
Abdurrahman Şeref’in “Osmanlı Tarihi”, Mizancı Mehmet Murad’ın “Umumî Tarih”
derslerinde Fransız İhtilali’nin devrimci ve aydınlanmacı düşüncelerini yaydıkları savıyla
Tarih dersleri, 1895’te Mizancı Mehmet Murad’ın Avrupa’ya kaçtığı yıl öğretimden
kaldırıldı. Kendisi Osmanlı İmparatorluğundan ayrılmakla elde etmek istediği sonuçları şöyle
sıralıyor: “Birincisi: Avrupa Erbab-ı iktidarıyle efkâr-ı umumiyesi-ne Türkiye’nin ahval-i
178 Papaz François Joseph, XVII. Yüzyıl Fransa’sının iç ve dış politikasında etkili olmuş olan ve “Eminence
Grise” lâkabıyla anılan akıl hocasıdır. 179 Mardin, a.g.e., s.81-83.
75
hazıra-ı dahiliyesi hakkında malûmat-ı sahihe vermek, yani çürük ve kaybolmaya mahkûm
olan tabakanın idare-i resmiyeden ibaret bir dış kabuktan başka olmadığını iddia etmek,
Devlet ve millet-i Osmaniye-nin pek ziyade ıslâh ve ikmale müsaid olduklarını ispat etmek,
bu ıslâhat sayesinde husule gelecek kavi ve muntazam Türkiye’nin gerek asayiş ve gerek
medeniyet-i âlem itibariyle pek faydası olacağını göstermek. Bu sayede Avrupa efkâr-ı
umumiyesini Türkiye’nin ıslahına mukaddes bir vazife-i beşeriye nazarıyla baktırarak er geç
hükümetlerini Avusturya ve Rusya politikasını akim bırakacak bir meslek-i muttarid ittihazına
mecbur edecek nümayişlere sevk eylemek. İkincisi: Ermeni meselesinin illet-ü hikmetini yâr
ve ağyara iyice bildirmek... Zamanın ruhuna muvafık ve icabına mutabık olarak Memalik-i
Mahrusede icra olunacak ıslâhat-ı unıumiyenin haricinde ayrıca bir Ermeni meselesine ve
Ermeniler hakkında icraat ihtiyarına kat’iyyen ve külliyen imkân mutasavver olamayacağını
âleme ilân etmek...”O suretle hall-i mesele edinilmesinin fiilen kabiliyeti olmadığını Avrupa
öğrenince Ermeni gayreti ‘Türkiye’de ıslâhat icrası lüzumuna tebdil edilebilirdi. Bu sayede
‘miting’ler ile sair nümayişler bizim hissiyat-ı kalbiyemizi cerh edecek tecavüzler şeklinden
çıkar...(di). Üçüncüsü: Müddet-i medîde cehalet deryasına garkolan, en vahşi bir istibdat
yükü altında ezilmiş bulunan bir cemiyetin içinde ilk uyanan fikirlerin birden ifrata gittikleri
emsalleri geçmiş ahvaldendir. Bu gibi ifratçılığın mazarratları çoktur. Ezcümle davalarından
ilk önce istifade edecek olan halka fikri ve iddiaları pek vahşice ve mizaca gayrı muvafık
gelir... Uyanmanın netice-i tabiiyesinden bulunan fırkaların bazı nümayişler icrasına kıyam
etmelerinden hareket zamanı gelmiş olduğu anlaşılıyordu. Hâlbuki bizde öteden beri hürriyet-
i matbuat mevcut değildi. Amal ve ittihadat-ı milliye hakkında teati-i efkâr edilmesine imkân
yoktu. Bunun için herkes icra-yı nümayişte kendi bildiğine tabi olacaktı ki neticesi hükümeti
şiddet icrasında haklı, halkı daha adem-i iştirake mazur gösterecek bir kargaşalıktan ibaret
kalabilirdi. Şu mütalaalardan dahi ‘gençler’in ilân ve terviçlerine lâyık ve ‘ihtiyar’ların
mizaçlarına muvafık ve makul bir ıslahat programı tanzimi... (icabediyordu). Bu iş için dahi
benim başkalara müreccah olduğum müsellem idi. Dördüncüsü: Altı yüz seneden beri bizde
devam eden istibdad efrad-ı ahaliye şöyle dursun, rical ve Ulemanın ekâbi-rine vazife ve
mes’uliyet adabını unutturmuştu. Bu sebepten olarak maiyet-i müstakile-i Şahaneden bed ile
makam-ı sadaratten ve nezaretlerden geçerek kaza kaymakamlığına varıncaya kadar bilcümle
bendegân ve memurin-i devlet... ‘ifayı vazife’ etmek yolunu bulmayı akıl edemiyordu180.”
Murad Bey İstanbul’dan Sivastopol’e giden bir gemiyle kaçmıştır. Sivastopol’de
kendisini arkadaşı Gaspıralı İsmail Bey karşıladı. İsmail Bey’in o zamanlar bile Rusya
Türklerinin kültür birliğini sağlamak için çalıştığını hatırlarsak bu arkadaşlığın muhtemel
180 Mardin, a.g.e., s.89-90.
76
etkilerini tahmin edebiliriz. Mizancı akrabalarını ziyarete hazırlanırken Avrupa basınında
okuduğu Osmanlı İmparatorluğu’yla ilgili iki haber Paris’e yönelmesine neden oldu.
Bunlardan biri Avusturya Hariciye Nazırı Kont Goluchowsky’nin Osmanlı İmparatorluğu’nun
tasfiyesini görüşmek için bir konferans düzenlemeyi düşündüğüydü. İkincisi de Lord
Salisbury’nin Brighton’da verdiği bir söylevde Abdülhamid’in Ermeni sorunundan söz
etmemesini rica eden özel bir mektubunu okumuş olmasıydı. Sivastopol ve Viyana üzerinden
Paris’e giden Mehmed Murad, sürgün veya çeşitli vesilelerle yurt dışında bulunan Jön
Türklerin içinde yer aldı. 1896–97 tarihleri arasında kısa bir süre Ahmed Rıza’nın yerine
İttihat ve Terakki’nin başına geçti. Gazetesini burada da neşretti. İttihat ve Terakki’nin
faaliyet merkezinin Paris’ten 1897’de Cenevre’ye taşınması ile Mizan Gazetesi artık burada
çıkarılmaya başlandı. Mısır’da yayımladığı bir makalesinde Sultan Abdülhamid’i tahttan
ayrılmaya davet ettiğinden dolayı gıyabında idama mahkûm edildi. Mehmed Murad, 1899-
1908 yılları arasında Şurayı Devlet Maliye Dairesi azalığında bulundu. İstanbul’a döndükten
sonra devlet ile uzlaşma yollarını araması mensubu bulunduğu Jön Türkler tarafından tepkiyle
karşılandı. 1908 yılında Meşrutiyet’in ikinci kez ilân edilmesinden sonra görevinden ayrılarak
tekrar Mizan gazetesini çıkarmaya başladı. Bu tarihten itibaren İttihat ve Terakki’nin muhalifi
olan Ahrarlar içinde yer alması, muhafazakâr bir durumda görünmesi, İslami çizgiye kayması
dışlanmasına neden olmuştur. Yönetime ve İttihat Terakkiye muhalefetinden dolayı gördüğü
baskılar artmıştır. Meşrutiyet’in ilânından üç ay kadar sonra gerekçe gösterilmeden ve tevkif
müzekkeresi bile çıkartılmadan tutuklanarak Harbiye Nezareti’nde tutulması, tutukluğu
sırasındaki ve serbest bırakıldıktan sonra gördüğü muamele Mehmed Murad’ın İttihatçılarla
bağlarının tamamen kopmasına ve muhalefetin etkin şahsiyetlerinden birisi olmasına neden
olmuştur. Mehmed Murad daha sonra yazdığı “Hürriyet Vadisinde Bir Pençe-i İstibdad”
isimli hatıratında bu süreçte yaşadıklarını anlatmaktadır. Hürriyet savaşı veren Murad Bey, II.
Meşrutiyet ile gelen özgürlük ortamında kendisine yapılan muameleyi Hürriyet Vadisinde Bir
Pençe-i İstibdada benzeterek ittihatçıları ağır bir şekilde eleştirmektedir. Çünkü daha yeni
yürürlüğe konan Kanun-ı Esasi şahsi hürriyetleri ve basın özgürlüğünü güvence altına aldığı
için; eserini milletvekillerine ithaf eden yazar açısından bu yapılan uygulamaların istibdattan
bir farkı yoktur181. Daha önceki dönemde olduğu gibi, bu yeni dönemde de muhalif gazetesi
kapatıldı. 31 Mart Olayı’ndan sonra yargılandığı Divan-ı Harb-i Örfi tarafından müebbet
kalebentliğe mahkûm edildi. Önce Rodos adasına ve daha sonra da Midilli adasına sürgüne
gönderildi ve 1917 yılında öldü.
181 Ayrıntılı bilgi için bkz: Mizancı Mehmed Murad, Hürriyet Vadisinde Bir Pençe-i İstibdad (Haz. Ahmed
Nezih Galitekin), Nehir Yayınları, İstanbul, 1997.
77
Murad Bey, Rus basınını okumaya devam ediyordu ve muhtemelen “halka doğru”
sloganının 1870’lerden beri Rusya’da kazandığı önemin farkındaydı. Kesin olarak bildiğimiz
bir şey varsa o da Türk köylüsünün Murad’ın yazılarında, o zamana kadar görülmeyen bir ilgi
gördüğüdür. Mizan’ın ilk sayısında görülen ikinci tema, Avrupalıların Türkler hakkında
kullandıkları “barbar” deyiminin yersizliğinin tahliliydi. Murad Bey’e göre bu deyimin
Avrupa basınında sık sık kullanılması Osmanlılarda bir Haçlı seferinin devamıyla karşı
karşıya bulundukları izlenimini yaratıyor ve böylece Batı’yla bağların kurulmasına engel
oluyordu182.
Bundan sonraki sayılarda dokunulan konulardan biri “Avrupa’nın bir köşesinde bir
eşkıya çetesinin zuhuru üzerine Avrupa asayişini muhafaza feryadiyle” Osmanlı
İmparatorluğu’nun işlerine karışmaya davet eden Avrupa basınının eleştirisiydi. Buna,
kapitülasyonlar aleyhinde, yabancılara verilen ayrıcalıklara itiraz eden, Mülkiye memurlarının
yabancıların müdahalelerine maruz kalmalarından şikâyet eden, Osmanlı İmparatorluğunda
Osmanlıları sömüren yabancı tüccarlar aleyhinde, yazdığı yazıları eklersek Jön Türklerin
kendisine niçin müracaat ettiklerini anlarız. Avrupa’ya kaçtıktan sonra yazdığı yazılarda bu
tema’nın azalmasını ve aksine Batı’nın yardım etmesini isteyen yazıların gözükmesini
açıklamak zordur. Belki de Murad Bey gerçekten Batı devletlerinin yardımını sağlamak için
onlardan şikâyet etmekten vazgeçmişti183.
Yazılarında, Jön Türklerin yazılarında görülen Osmanlı İmparatorluğu’nun bütün
sorunlarının Meşrutiyet’in tekrar ilânı ile hallolabileceği düşüncesi yoktur. Bu savın yerini
imparatorluğun hastalığının neden ibaret olduğunu araştıran bir tanıma eylemi almıştır.
Murad tarihçi kimliği o zamana kadar kimsenin yapamadığı tarihi teşhisleri koyabileceğine
inanıyordu. Osmanlı reayasının 1876’da Anayasa’yla çok yakından ilgilenmemiş olması da
Meşrutiyet’in yegâne kurtuluş reçetesi olmadığını idrak etmesine neden olmuştur. Murad bir
yandan II. Abdülhamid’i öteki gazeteler gibi överken diğer yandan hükümeti eleştirmiştir.
Murad’ın bu politikası 1908’den sonra, Osmanlı devlet adamlarının kendisine karşı
gösterdikleri onur kırıcı tutumları aydınlatmaktadır. 1880’lerde eleştirdiği kimseler 1908’den
sonra da politikada yer almışlardı. Özellikle 1890’da Mizan’ın hücumlarına uğrayan Kâmil
Paşa 1908’den sonra hükümeti kurunca muhalefet grubundan Murad’a doğal olarak hiçbir
yardımda bulunmamıştır.
Mehmed Murat, liberal ve Meşrutiyetçi bir profesör olmakla birlikte onu asıl
ilgilendiren konu, Abdülhamit’in halifeliği etrafında tüm İslam dünyasının birleştirilmesi ve
182 Mardin, a.g.e., s.110. 183 Mardin, a.g.e., s.111.
78
meşveret usulünün uygulanmasıyla birlikte tüm Müslümanların ortak kanunu olan şeriat
altında büyük bir Müslüman Meşrutiyet rejiminin kurulmasıydı. Murat, şeriatı uygulayacak
bir Pan-İslam devletinin kurulmasını amaçlamaktaydı. Bu iki kişinin temsil ettiği gruplar
çatışmaya girince Ahmet Rıza grubu onun İslamcılığıyla alay etmeye o da bu grubu
dinsizlikle suçlamaya başladı184.
Mizancı Murat’ın savunduğu ideoloji yine muhalifler grubunda yer alan Abdullah
Cevdet’ten tamamen zıt bir noktada yer almaktadır. Abdullah Cevdet için toplumun
batılaşmasıyla, yani zihni evrim (dinsel tabanın materyalistleşmesi ile) geçirmesi ile Osmanlı
devleti kurtulabilecektir. Mehmed Murad Bey ise manevi değerlerin birleştirici bir güç
olduğunu, İttihatçıların topluma dayatmaya çalıştıkları materyalist fikirlerinse toplumsal
dejenerasyona yol açtığını savunmaktadır. Şerif Mardin Mizancı Murad’ın savunduğu
ideolojiyi şu şekilde açıklamaktadır: “Milli kültür kavramını Türkiye’de ilk ele alan Murad
Bey değildi. Bir kültürün özelliklerinin ortadan kalkmasıyla beraber bir milletin çürüyeceği
fikri bundan önce de gene Yeni Osmanlılar tarafından ele alınmıştı. Fakat o zamanlar kültürel
bütünlüğün bozulmasından İslâmi unsurun kaybolması, şeriattan vazgeçilmesi kastediliyordu.
Murad ta fikir, Herder’in görüşlerini hatırlatan yarı mistik bir renge bürünüyordu. Artık
korunması istenen şeriat gibi somut bir unsur değil, milletin ‘ruhu’, “maneviyatı”, ‘özü’ gibi
soyut unsurlardı. Bu milli ‘öz’ün korunmasını mümkün kılacak olan önlemlerin, başında
‘yöneltilmiş’ bir edebiyat geliyordu. Daha önce görüldüğü üzere, edebiyatın pratik bir amacı
olması gerektiği, Osmanlıları işe sevk eden bir araç olarak kullanılması gerektiği Ahmet
Mithat Efendi tarafından da kabul edilmişti. Murad Bey’in getirdiği yenilik, bu sonucun
yalnızca edebiyat öğrenimi aracılığıyla elde edileceği ve fen öğreniminin ahlâk bozucu
olduğuydu. Günümüzde ‘maddi’ bir görüşe karşı koyan ve toplumun ‘manevi’ değerlerinin
korunması gerektiği şeklindeki iddianın ilk köklerini böylece Murad Bey’de bulmak
mümkündür. Türk dilinin Arap gramerinin kurallarına uymaması gerektiği şeklinde
gazetesine koyduğu makalelere rağmen, Murad İslâmî, Türklükle beraber gelen bir unsur
sayıyordu185.” Mehmed Murad Türkçe için Arap alfabesinin kullanımını savunurken Abdullah
Cevdet ise Mustafa Kemal gibi Türkçeye uygun olmayan Arap alfabesi yerine Latin
alfabesinin kullanımını savunmaktadır. 31 Mart Olayı sonrası Mizancı Murad’ın şeriat
taraftarları arasında gösterilmesinde en büyük etkenlerden birisi İslâmî söylemler ile yazdığı
yazılar olmuştur.
184 Atalı, a.g.e., s.133. 185 Mardin, a.g.e., s.116.
79
1.3.1.6. Ali Kemal (1868-1922)
25 Ekim 1868 (7 Receb 1285)’de İstanbul’da doğan Ali Kemal, Balmumcu Kethudası
Çankırılı Hacı Ahmet Efendi’nin oğludur. Asıl adı Ali Rıza olan Ali Kemal, sırasıyla
Hacıkadın Mahalle Mektebi’ne, Kaptanpaşa Mekteb-i Rüşdiyesi ve Gülhane Rüşdiye-i
Askeriye’ye gitti. Bu okuldan devamsızlık sebebiyle atılınca Mekteb-i Mülkiye’ye yatılı
olarak kaydoldu. Ali Rıza’nın matbuat âlemine girip arkadaşlarıyla birlikte çıkardığı Gülşen
Mecmuası’nda Ali Kemal müstearıyla yazdıklarıyla meşhur olması bu döneme rastladı.
Mülkiye Mektebi dördüncü sınıfındayken batılılaşma maceramızın mihver noktası olan
Paris’e giden Ali Kemal, oradan Cenevre’ye geçer. Okulunun bitirme sınavlarına girmek ve
babasından kalan mirası yönetmek için İstanbul’a dönünce “muhalifliğinin” ilk ceremesini
çeker ve Halep’e sürgün edilir. Oradaki idadide beş yıl dil ve edebiyat öğretmenliği ile
Meclis-i İdare-i Vilayet Müstankitliği186 yaptıktan sonra ufukta yeni bir sürgün olduğunu
öğrenen Ali Kemal çareyi Paris’e kaçmakta buldu. Paris’te Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde
okurken kaleme aldığı ve İkdam gazetesinde yayınlanan yazıları daha sonra Paris
Musahabeleri adıyla kitaplaştı. Bu dönemde Jön Türklere katılan Ali Kemal, Brüksel elçiliği
ikinci kâtipliğine atandı. 1900’de Mısır’a giderek orada kimi prenslere “çiftlik nazırı” olan Ali
Kemal, İkinci Meşrutiyet’in ilânıyla İstanbul’a döndü. “Hürriyet” ilânıyla İstanbul’a dönen
Ali Kemal’in II. Abdülhamid ile görüşüp ondan para alması İttihat ve Terakki’nin tepkisine
sebep oldu. Ali Kemal’in padişaha bir jurnal verdiği iddia edildi. Bütün bu olaylardan sonra
“Jön Türk” Ali Kemal, İkdam gazetesindeki yazılarında şiddetli bir İttihat ve Terakki muhalifi
oldu. 31 Mart Vakası’ndan sonra yurtdışına kaçan Ali Kemal, İttihat ve Terakki’nin güç
kaybettiği 1912’de Ahmed Muhtar Paşa hükümeti esnasında geri dönse de Bâb-ı Âli
baskınıyla birlikte tekrar yurtdışına kaçtı ve ülkesine, mütareke döneminde Damat Ferid Paşa
hükümetinin başa geçmesiyle dönebildi. Hürriyet ve İtilaf Fırkası’na giren Ali Kemal, Maarif
ve Dâhiliye Nazırlığı yaptı. Nazırlıktan ayrılınca Peyam-ı Sabah Gazetesi’nde İttihatçıların
devamı olarak gördüğü Kuvayı Milliye aleyhine yazılar yazmaya başladı187. Bu yazıları Ali
Kemal’in vatan haini olarak görülmesine neden olmuştur188.
186 Müstankitler, ceza mahkemesi faaliyetlerinin bir bölümünü oluşturan ilk soruşturma safhasının
uygulayıcılarıdır. Bu görevi yapan kişiler hâkim olmadıkları gibi, hukukçu olmaları da gerekli değildi. Ceza
Mahkemeleri Usullü Kanunu yürürlüğe girince müstankitlik görevi kaldırıldı. 187 Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah Gazetesi’nde yazdığı muhalif yazılardan bazıları şu şekildedir: “Milli Hareketin
foyası nasıl meydana çıktı. Bize teselli veren Anadolu halkının bunlara (Mustafa Kemal ve arkadaşları) arka
çıkmamasıdır.( Peyam-ı Sabah, 13 Eylül 1919)”; “Düveli muazzama ile eski dostluğumuzu devam ettirseydik,
değil İzmir’den hiçbir taraftan mahrum kalmayacaktık. İtilaf devletlerinin itibarını mütarekeden beri cidden
80
Ali Kemal’e göre İşgale uğrayan Türkiye’yi bu korkunç durumdan asgari zararla
kurtarabilecek bir devlet varsa, bu da ancak İngiltere olabilirdi. İngilizlerin himayesi ona göre
bir fedakârlıktı ve İngilizlerin bu fedakârlıkta bulunabilmeleri için İttihatçılara bu topraklarda
bir daha yer kalmadığına inanmaları gerekmekteydi189. Ali Kemal, 31 Mart sürecindeki sert
muhalif tavrını bu kez İttihatçılarla yollarını çok önce ayırmış bulunan Mustafa Kemal’e
yöneltmiştir. Gerek Mustafa Kemal’e karşı üslubu gerekse Milli Mücadeleye karşı tavrı
nedeniyle yine provokatör damgası yiyecektir. 31 Mart sürecinde yurt dışına kaçarak Derviş
Vahdeti gibi idam edilmekten kurtulan Ali Kemal, yaptığı kışkırtıcı muhalefet nedeniyle yine
tevkif edilme durumuna düşünce bu defa kaçamamış, yakalanınca cezasının infazı linç
olmuştur.
Ankara Hükümeti, İstanbul Polis Müdürlüğü’ne bir telgraf çekerek Ali Kemal’in
yargılanmak üzere tutuklanıp Ankara’ya gönderilmesini istedi. Bir süre takip edilen Ali
Kemal, berberde tıraş olurken tevkif olunduğu kendisine bildirildi. Kaçmaya çalışması
üzerine silah zoruyla arabaya bindirilen Ali Kemal, o dönem İstanbul’da bulunan İngiliz
polisinden kaçırılarak Samatya kıyısından İzmit’e bir motorla götürüldü. Başarılı
olunamayacağını ve vatanın daha çok mahvolacağını düşündüğü için Milli Mücadele aleyhine
çalışan Ali Kemal’in 6 Kasım 1922 tarihindeki ölümü ile ilgili kaynaklar onu galeyana gelen
kazansaydık, artık bu topraklarda ittihatçı olmadığını ispat edebilseydik, daha uygun sulh şartları elde
edecektik(Peyam-ı Sabah, 19 Şubat 1920)”; “Teşkilatı Milliye sergerdeleri, bu mahlûklar kadar başları ezilmek
ister yılanlar tasavvur edilemez. Düşmanlar onlardan bin kere iyidir (Peyam-ı Sabah, 23 Nisan 1920).” Peyam-ı
Sabah Gazetesi’ndeki Ali Kemal’in yazılarının kronolojik sıralanışı ve yorumları ile ilgili bakınız: Doğan
Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi-1. Kitap, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1996. Ayrıca bkz: Salih Tunç, İşgal
Döneminde İstanbul Basını 1918-1922, (İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü
Doktora Tezi), İstanbul, 1999. 188 Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah Gazetesi’nde yaptığı sert muhalefet ile keskin kaleminden Milli Mücadele
aleyhinde şu yazıları neşredilmiştir: ‘Mustafa Kemal’in maskaralıkları.. (Peyam-ı Sabah, 7 Mayıs 1920,
Nr:10949, s.1)’, ‘Büyük Millet Meclisi Küçük Heriflerin Eseridir. (Peyam-ı Sabah, 28 Mayıs 1920, Nr:10968,
s.1)’, 9 Eylül 1922’de İzmir’in kurtuluşu üzerine ‘Türk’ün Bayramı (Peyam-ı Sabah, 9 Eylül 1922,
Nr:1351/11781, s.1)’ başlıklı yazısı ile görüşlerinde keskin bir dönüş yaptı. Ali Kemal, 10 Eylül 1922 tarihli
‘Gayeler bir idi ve birdir (Peyam-ı Sabah, 10 Eylül 1922, Nr:1352/11782, s.1)’ şeklindeki yazısı ile
gazeteciliğine noktayı koydu. Ali Kemal’in Peyam-ı Sabah Gazetesi aracılığıyla yaptığı muhalefet ile ilgili bkz:
Salih Tunç, İşgal Döneminde İstanbul Basını 1918-1922, (İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp
Tarihi Enstitüsü Doktora Tezi), İstanbul, 1999; Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi-1. Kitap, Tekin
Yayınevi, İstanbul, 1996. 189 Tunç, a.g.e., s.232.
81
halkın linç ettiği veya İzmit’te İstanbul’a hareket etmek üzere bekleyen Nurettin Paşa’nın
askerlerinin bu linçe sebep olduğu ile ilgili değişik bilgiler verilmektedir190.
Ali Kemal de İttihatçılar gibi mutlak monarşi aleyhtarı bir çizgide olduğu için
Meşrutiyet’in tekrar tesisini büyük bir sevinçle karşılamış ama ertesinde İttihat ve Terakki
Cemiyeti ile izlenecek politikada ters düşmeye başlıyordu. “İkdam’da Ali Kemal, Mebusan’ın
açılışını Osmanlı tarihi içinde eşsiz bir adım olarak alkışlıyor, mebuslara doğruluktan, haktan
ayrılmamayı, 1877–1878 mebusları gibi “korkak” olmamayı, Fransız İhtilâli tarihini
incelemelerini öğütlüyordu. Osmanlı ordusu ve İttihat ve Terakki’ye bir teşekkür vardı
(17.12.1908). Fakat yazarın İttihat ve Terakki’ye uyarmaları da vardı. Artık Meclis açıldığına
göre, İttihat ve Terakki’nin kanun çerçevesine girmesi isteniyordu. Hükümet, Meclis ve İttihat
ve Terakki olmak üzere üç siyasal gücün birlikte yürüyemeyeceğine işaret olunuyordu. Times
da nazırların artık yalnız Meclise karşı sorumlu olmaları gerektiğini, Cemiyetin gizliliği ve
dolayısıyla sorumsuzluğu ile Meşrutiyet düzeninin bağdaşamayacağını ileri sürüyordu.
Ayrıca, İttihat ve Terakki’nin Osmanlı milletlerini birbirleriyle kaynaştırmak düşüncesinin
tehlikesine işaret olunuyor ve Mecliste muhalefetin zayıf olmasından ve derin siyasal
ayrılıkların bulunmamasından yakınılıyordu. Görüldüğü gibi, İkdam ile Times, İttihat ve
Terakki’ye karşı tavır almaktaydılar. Bu itirazlara karşı, Hüseyin Cahit, Meclisin 1876
Kânun-u Esasî’sine göre yetkileri sınırlı olduğu için, İttihat ve Terakki’nin vücudunun gerekli
olduğu savunmasını yapıyordu. Seçimler yapıldıktan sonra İkdam yazarı Ali Kemal, artık
İttihat ve Terakki kanun ve nizam dairesinde hareket etmesi gerektiğini yazmakta idi. Devlet
yönetimi için Hükümet, Meclis ve İttihat ve Terakki gibi üç ayrı siyasî gücün doğru
olmayacağı üzerinde duran yazılar yazıyordu. Bu İttihatçılar için kabul edilemez bir
muhalefetti191.” Ali Kemal ile İttihatçıların arası açılınca II. Abdülhamid’e yönelik muhalefeti
bu kez İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne yönelmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne yönelik sert
muhalefeti nedeniyle özellikle İkdam’da yazdığı yazılarındaki üslubuyla 31 Mart Olayı’nın
baş sorumluları arasında görülmüştür.
Özellikle Milli Mücadele döneminde Peyam-ı Sabah gazetesindeki tutumundan ötürü
kendisine herif-i naşerif lakabı da takılan Ali Kemal günümüzde dahi yazılarından ötürü çok
tartışılan bir şahsiyettir.
190 Rahmi Apak, Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, TTK Yayınları, Ankara, 1988, s.87. 191 Akşin, İttihat ve Terakki, s.109.
82
1.3.2. Etkin Muhalif Partiler ve İzledikleri Siyaset
1.3.2.1. Ahrar Fırkası
Kuruluş Tarihi ve Yeri: 14 Eylül 1908, İstanbul
Kurucuları: Nureddin Ferruh, Ahmet Samim, Ahmet Fazlı, Kıbrıslı Tevfik, Nâzım Bey,
Şevket Bey, Celalettin Arif, Mahir Said.
Her ne kadar bazı çevrelerce Ahrar Fırkası’nın kuruluşu Prens Sabahaddin’e
dayandırılsa da partinin gerçek kurucuları Fazlı, Mahir Said, Celâleddin Arif ve Nureddin
Ferruh Bey’dir. İttihat ve Terakki partisi ile arası açılan ve dışlanan Prens Sabahaddin Bey
İstanbul’a gelmesinden 12 gün sonra, 14 Eylül 1908’de, yakın arkadaşları Ahmet Fazlı, Mahir
Said, Celâleddin Arif ve Nurettin Ferruh’la birlikte Ahrar Fırkası’nı kurar192.
Sabahaddin Bey’den Fırkanın başkanlığını yapması istendiyse de, o, buna yanaşmadı,
ihtimal bunu prensliği ve mürşitliği ile pek bağdaştıramıyordu. Fakat ilginçtir ki, Dâhili
Nizamname’ye göre (madde: 19) idare Heyetinde bir reis öngörüldüğü ve İdare Heyeti üyeleri
gizli olmadığı halde, hiçbir zaman bir reis gösterilmedi. Kamuoyu, başkanlığı Kâmil Paşa’ya,
İsmail Kemal ve Sabahaddin Bey’e yakıştırmaya çalıştıysa da, işin aslı belli olmadı.
Muhtemeldir ki, açık başkanlığı reddeden Prens, fahri (ve gizli) başkanlığı kabul etmiş, ya da
başkanlığın -kendisine bir cemile olarak- açık kalmasına razı edilmişti.193
Osmanlı Ahrar Fırkası, Prens Sabahaddin Bey’in temsil ettiği siyasi düşüncelerin
Osmanlı siyasi hayatına girişi anlamına da gelir. Sabahaddin Bey, fırka başkanlığını kabul
etmemekle birlikte fırkaya her türlü maddi ve manevi desteğini de esirgememiştir.194
Parti kuruluş görüşmeleri ve tüzüğü Kandilli’deki Kıbrıslı Yalısı’nda gerçekleşmiştir.
Fırka kurucularından Fazlı Bey, Süleyman Nazıf Bey’in başyazarlığı altında Osmanlı
gazetesini yayınlamaya başlamışsa da bu Fırkanın resmi yayın organı değildi. Partinin
kurulması ve ardından 17 Mart 1909’da Prens Sabahaddin’in maddi desteğiyle Osmanlı
gazetesinin yayınlanmaya başlaması İttihat ve Terakki Cemiyeti yöneticilerince tepkiyle
karşılanmış ve faaliyetleri engellenmeye çalışılmıştır. Osmanlı Ahrar Fırkası’na İkdam,
Sabah, Yeni Gazete, Servet-i Fünun Mecmuası, Sada-yı Millet ve Serbestî gazeteleri destek
vermiştir.
192 Parti ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2000. 193 Akşin, İttihat ve Terakki, s.101. 194 Bayram, Kodaman, “1876–1920 Arası Osmanlı Siyasi Tarihi”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam Tarihi,
Zafer Matbaası, İstanbul, 1989, s.78.
83
İttihat ve Terakki’ye karşı muhalefetin başlıca eleştirisi, İttihat ve Terakki’nin tekelciliği
ve gizliliğinin ikinci bir istibdata yol açabileceği kaygısıydı. Daha somut olarak, İttihat ve
Terakki’nin devlet işlerine karışmasını ve idareye tahakküm etmesini, orduyu siyasete
karıştırıp bir baskı aracı olarak kullanmasını, olumsuz tavırlarıyla Müslüman olmayanları
Osmanlılıktan soğutmasını, eski devir adamlarıyla uzlaşıp, eski devri eleştirenleri ihanetle
suçlamasını zikrediyorlardı. Nurettin Ferruh’un, hükümetin Fransız hukuk müşaviri Kont
Ostrorog’un (ve herhalde Sabahaddin’in de) yardımlarıyla hazırladığı program, insan
haklarını savunmakta, mahkemelerde jüri usulünü istemekteydi. Kânun-u Esasî’nin açıkça ve
yalnız Padişaha tanıdığı Ayan üyelerini atama yetkisi, Meclis-i Umumî, Belediye üyeleri ve
hükümete bırakılmaktaydı (madde:8). Zaten, Padişahın adı bütün programda hiç
geçmemekteydi. Başka dikkate değer maddelerinde, Kânun-u Esasî’nin 108-110.
maddelerinde yer alan tevsi-i mezuniyet ve tefrik-i vezaif kuralının uygulanmasını sağlayacak
kanunların hazırlanması (madde:9), seçimlerin tek dereceli olup, 20 yaşındaki her erkeğin,
vergi versin vermesin oy sahibi olması (madde:2), adayların yerlilerden olmasının
aranmaması (herhalde İstanbulluları kayırabilmek için) ve mebus sayısının arttırılması
(madde:5, 6), ilmiye öğrencilerine refah içinde okumalarını sağlayacak tedbirlerin alınması
(madde:21) öngörülmekteydi195.
Ahrar fırkasının programı bir deneme niteliğinde olup, Osmanlı İmparatorluğu’nu
oluşturan çeşitli milletlerin istek ve eğilimleri göz önünde tutularak hazırlanmıştı. Üye
kabulünde oldukça titiz davranılıyor, herhangi bir Osmanlının Fırkaya katılmasına izin
verilmiyordu. Fakat İsmail Kemal Bey ile Ali Kemal Bey’in fırkaya kabulü ve fırka adına
mebus adayı gösterilmeleri bazı üyelerde tepkiye neden olmuş ve Doktor Ali Rıza Nur, Fazlı,
Mahir Said ve Celâleddin Arif Bey’lerin birlikte istifa etmelerine neden olmuş, bu nedenle
Fırka zor bir duruma düşmüştür196.
İttihat ve Terakki Cemiyeti Mebus seçimlerinde Ahrar Fırkası’nın adaylarının
kazanması engellenmeye çalışılmış ve bunda da kısmen başarılı olunmuştur. Osmanlı
Mebusan Meclisi açıldıktan sonra Ahrar Fırkası mecliste etkin bir muhalefet yapmaya
başlamıştır. Fırka, İttihat ve Terakki Cemiyetine muhalefet edecek 60–70 üyeli bir grubu
mecliste kurarak hükümet üstünde baskı yapmıştır. Zaten İttihat ve Terakki Cemiyeti ile
Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti arasında sorun bulunurken buna bir de
Ahrar Fırkası eklenmiştir. II. Abdülhamid dönemindeki duyulan güvensizlik İttihat ve Terakki
tarafından bu defa partilere beslenmiştir. 1908 seçimine katılan fırkadan yalnızca Ankara’dan
195 Akşin, İttihat ve Terakki, s.101. 196 Kuran, İttihat ve Terakki, s.331.
84
Mahir Said meclise girebilmiştir. Meclis içinde, çok az üyesi bulunan Ahrar Fırkası, Meclis
dışında Serbestî gazetesi ile muhalefet çalışmalarını sürdürdü. Bu gazete, eski memurlardan
şantaj yoluyla para alındığını gösteren belgeler ve makaleler yayınladı.
Ahrar Fırkası Osmanlı siyasi hayatına etnik unsurlara eşitlik tanınması ve adem-i
merkeziyete dayalı bir yönetim kurulması taleplerini dile getirerek girdi. İttihatçılar ise bu
tezleri bölücülük olarak kabul edip, buna karşı propaganda yaptılar. 31 Mart Olayı’ndan
birkaç gün önce Serbestî gazetesi yazarı Hasan Fehmi’nin öldürülmesiyle iki fırkanın arası
iyice açıldı197.
Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki adlı kitabında 31 Mart olayı ile Ahrar’ın
ilişkisini şu şekilde açıklamaktadır: “Ahrar’ın ayaklanmayı düzenlediğinin kanıtları birçok
kaynaklarda vardır. Fakat bunların başlıcaları şunlardır: 1) Mevlânzade Rıfat’ın “İnkılâb-ı
Osmanî’den Bir Yaprak Yahut 31 Mart 1325 Kıyamı” Bu kitap, ayaklanmanın Prens
Sabahaddin’in ve kendisi dâhil, diğer muhaliflerin işi olduğunu açık seçik anlatmaktadır. 2)
Hayatında beş kez hükümet darbesi ya da ayaklanmaya girişmiş veya bunu tasarlamış olan
Prens Sabahaddin’in “Mesleğimiz Hakkında Üçüncü ve Son Bir İzah”ı. Bunda Sabahaddin,
Neyyir-i Hakikat gazetesinin kendisini 31 Mart’tan sorumlu tutan yayınlarına karşılık,
ayaklanmayı ben düzenlemedim, demez, yalnızca ayaklanmanın Abdülhamitçi bir yöne
kaymasını önlemek için donanma içinde gösterdiği çabaları anlatır. 3) Harbiye Mektebi’nde o
sırada Ahrarcı bir öğrenci ve elebaşı olarak daha önce okulda bazı başkaldırma hareketlerine
önderlik etmiş olan Ahmet Bedevi Kuran’ın “Harbiye Mektebinde Hürriyet Mücadelesi”
kitabı ve “31 Mart Hâdisesi Nasıl Oldu?” (Tarih Dünyası, sayı 13) yazısı. Bunlardan, Ahrarcı
Harbiyelilerin Mahmut Muhtar Paşa’nın ayaklanmayı bastırma teklifine aldırmadıkları,
Hamdi Çavuş’un ayaklanmaya katılma teklifini de ancak imtihanları vesile ederek
reddettiklerini, ilk günü ayaklanmanın Abdülhamitçi bir yön alır gibi olması yüzünden Derviş
Vahdeti’nin ikinci gün yayımladığı ve Abdülhamid’e yaranmak isteyen açık mektup üzerine
Harbiyelilerin nasıl Mevlânzade’ye, Mizancıya, Said-i Kürdî’ye birer heyet gönderdiklerini,
bunların Meşrutiyet’in tehlikede olmadığı konusunda dostları Vahdeti hesabına teminat
verdiklerini öğreniyoruz. 31 Mart günü asker içinde faaliyet gösterdiği tespit olunan
Vahdeti’nin Harp Divanı önündeki şu sözü işi iyi özetlemektedir: “Hâdisenin bir irtica
olduğunu bugünkü hal ispat ettiği için kabul ederim. Fakat 31 Mart’taki iğtişaşın (karışıklığın)
irtica değil, bir fırka kavgasından ibaret olduğunu zannederim198.”
197 Karal, a.g.e., s.62. 198 Akşin, İttihat ve Terakki, s.128–129.
85
Ahrar Fırkası 31 Mart vakasından sonra varlık gösteremeyerek 30 Ocak 1910’da
kendini feshetmiştir. Bu fırkanın görüşleri ve azınlıklar konusundaki tutumu miras kalmış ve
başta Mahir Said olmak üzere bazı Ahrar fırkası mensupları Hürriyet ve İtilâf Fırkası’na
katılmıştır199.
1.3.2.2. Teşebbüs-i Şahsi ve Adem-i Merkeziyet Cemiyeti
Kuruluş Tarihi ve Yeri:1902, Paris
Genel Başkan: Prens Sabahaddin Bey
Kurucu ve Üyeler: Ahmet Fazlı (Genel Sekreter), İsmail Kemal, Dr. Nihat Reşat, Dr.
Rıfat, Miralay Zeki, Dr. Sabri, Hüseyin Tosun, Milaslı Asker Murad, Şair Hüseyin Siret.
İzmir’de Prens Sabahaddin Bey tarafından savunulan ideolojiye dayanarak kurulmuş
olan bir partidir. Bireyselliği ve yerel yönetimi savunduğu için oldukça tepki çekmiştir. İttihat
ve Terakki Partisi karşıtı sert muhalefet yapmıştır. 31 Mart ayaklanmasında destekçi olduğu
savıyla kapatılmış, parti yöneticileri ya tutuklatılmış ya da faili meçhul cinayetlere kurban
gitmiştir. Partinin belirleyici politikası ve etkinliği Prens Sabahaddin Bey tarafından
belirlenmiştir200.
1.3.2.3. İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti
Kuruluş Tarihi ve Yeri: 16 Mart 1909, İstanbul
Kurucu ve Yöneticileri: Derviş Vahdeti, Süheyl Paşa, Mehmet Sadık, Mehmet Emin
Hayreti, Ahmet Esat, Mehmet Emin, Hafız Mehmet Sabri, Şevket Efendi, Bediüzzaman Said
Nursi, Hacı Hayri, Raşit, Ferik Rıza Paşa, Faruki Ömer, Şevki Efendi, Seyyid Müslim Penah,
Refik, Muhammed Efgani, Ahmet Nazir, Ferik Hacı İzzet Paşa, Seyyid Abdullah El Haşimi
El Mekki, İhsan, Hayri Abdullah Ziyaeddin, Şeyh Ali, Hacı Kazım, Hacı Mehmed.
1909 Şubat ayı başında, gazetelerde İstanbul’da bir Mason locasının açılması
hazırlıklarının yapıldığı haberi çıktı. Vahdeti’yi gazetede ziyaret eden ve toplantılarına davet
eden muhalifler, Volkan’ın İstanbul’da kurulacak olan mason locasına karşı eskiden kurmuş
oldukları İttihat-ı Muhammedî Cemiyeti’nin yayın organı olmasını ve dinsiz faaliyetlere karşı
199 Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1990, s.36. 200 Parti ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2000.
86
İslam birliğini savunmasını istediler. Bunun üzerine Vahdeti, Volkan’ın 5 Şubat 1909 tarihli
36. sayısında201, İttihat-ı Muhammedî Cemiyeti’nin yayın organı olduklarını okuyucularına
duyurdu. Vahdeti, Volkan’ın 17 Şubat 1909 tarihli 48. sayısından itibaren başlığının altına
“İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin Mürevvici Efkârıdır202“ ibaresini koyup cemiyet
nizamnamesinin ilk on maddesini yayınladıysa da kurucularla yaptığı sonraki görüşmelerde,
farklı fikirleri olduğunu görerek onlardan ayrıldı. Bu davranışında, cemiyetin başkanı olarak
görülen İsmail Hakkı Bey’in güven vermeyen kişiliğinin de önemli rolü olmuştur203.
Cemiyetin başında Ömer Lütfi ve Kayserili Ahmet Paşa’nın damadı, Hacı İsmail Hakkı
Bey vardı. Derviş’e göre İsmail Hakkı hafiyelik etmiş, hatta bu yüzden İttihat ve Terakki
Partisi tarafından idam hükmü giydirilmiş biriydi. Ömer Lütfi’nin ise eski Şeyhülislam
Cemalettin Efendi’yle teması olduğunu ve yalancı olduğunu düşünüyordu. Bu adamların
mutlakıyetçi olmalarından şüphelendiği için ya da başa kendisi geçmek istediği için, Derviş
pek kısa bir süre sonra kendi başına bir İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’ni kurdu ve
açıklamalarıyla diğer cemiyeti eleştirdi.
Volkan’ın yapmakta olduğu İslâmî neşriyat, dindar zümre arasında itimat kazanmasına
sebep olduğu için, Vahdeti’nin kendi idaresindeki yeni İttihat-ı Muhammedî Cemiyeti’ne
zamanın tanınmış âlim ve şeyhlerinden katılanlar oldu. 17 Mart tarihli gazetede cemiyetin
nizamnamesi ile Merkez İdare Meclis azalarının isimleri yayınlandı204. 3 Nisan 1909’da, yani
31 Mart (13 Nisan 1909) vakasından on gün önce, Ayasofya Camiinde çok kalabalık bir
cemaatin iştirakiyle okunan mevlidden sonra İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti resmen açıldı.
Ertesi günü Vahdetî’ye, kendisini ölümle tehdit eden ve onu adamakıllı korkutan “Bir
Subay” imzalı bir mektup yazıldı205. 31 Mart hadisesinde rol oynayan İttihad-ı Muhammedi
Cemiyeti de Meşrutiyet dönemi önemli fırkalarındandır. 3 Nisan 1909’da kurulan parti,
parlamento dışında teşkil etmiş, ihtilâlci bir yapıya sahip bir partidir. Mecliste mebusu
bulunmamasına rağmen mebuslarca yakın ilişkide bulunulmuş, ilmiye mebuslarınca
desteklenmiştir. Yayın organı Volkan gazetesidir. Her ne kadar Volkan gazetesi II.
Abdülhamid’in İslamcı çizgisinde yayın yapsa da gazetesinin çıkarılması için II.
Abdülhamid’den destek bulamamış, Derviş Vahdeti cemiyetin ideolojisini İslam
Enternasyonu biçiminde ifade etmiştir. Askerlerin siyasetin dışında kalması gerektiğini
söylemiştir. Dış politikadaki başarısızlıklar ve toprak kayıpları muhalefeti güçlendirmiştir.
201 Derviş Vahdeti, “İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti”, Volkan, 5 Şubat 1909, Nr: 36. 202 Volkan, 17 Şubat 1909, Nr: 48. 203 Ayfer Özçelik, Sahibini Arayan Meşrutiyet, Tez Yayınları, İstanbul, 2001, s.171. 204 Derviş Vahdeti, “İttihad-i Muhammedi Cemiyeti Nizamnamesi”, Volkan, 17 Mart 1909, Nr: 76. 205 Akşin, İttihat ve Terakki, s.126.
87
Partinin din ağırlıklı izlediği politikaya rağmen İttihad-ı İslam Gazetesi, İttihad-ı Muhammedi
Cemiyeti’ni peygamberin adını siyasete alet etmekle suçlamıştır. İttihad-ı Muhammedi
Cemiyeti 31 Mart Olayı sonrası, Meşrutiyet aleyhtarlarının toplandığı zararlı bir cemiyet
olarak görülüp kapatılmıştır206.
1.3.3. Etkin Muhalif Basının Tutumu
Sultan Abdülaziz’in padişahlığı sırasında birçok aydının sürgüne gönderilmiş, gazeteler
üzerinde baskıcı bir rejim uygulanmıştır. 23 Aralık 1876’da ilân edilen Kanun- Esasi’nin 12.
maddesine göre “basın kanun dairesinde serbesttir.” Hükmünü getirmiştir. Oysa 1864 tarihli
Basın Tüzüğü yürürlükten kaldırılmış değildir. Bu durumda basın serbestliğinin söz konusu
değildir.
II. Abdülhamit henüz tahta çıkmadan önce V. Murad döneminde bir tebliğ
yayınlanmıştır. Bu tebliğde: Hayal, Basiret ve Vakit gazetelerinin tezyif edici makaleler
yayınladığından gazetedeki imtiyaz sahiplerinin idareye getirilip uyarıldığından
bahsedilmiştir. Daha sonra Hayal gazetesinin bu tutumunu sürdürmesi üzerine Hayal
gazetesinin süresiz kapatıldığı bildirilmektedir. Bundan böyle latife mizaha dair varakpare
yayınlanmasına izin verilmeyeceği ilân edilmiştir. Basının kısa sürede olsa özgürlüğe
kavuşması ve rahatça dilediğini yazması yönetimin sabrını taşırmaya başlamıştı. II.
Abdülhamit tahta çıktıktan dört ay sonra başka bir tebliğ yayınlanmıştır. Bu tebliğde : “Bir
süreden beri Türkçe gazetelerin çoğunda, zihinlerin ve düşüncelerin zaten tasavvur edilmeyen
bazı teşebbüslere olan eğilimlerini teşvik edecek birçok yazı görüldüğü için bu gibi havadis
yayınlara karşı tedbirler alınmasına mecburiyet duyulacağı bildirilir” denilmiştir. Mithat
Paşa’nın sadrazamlığı sırasında yeni bir Basın Kanunu tasarısı hazırlamak üzere bir komisyon
kurulmuştur. Kısa zamanda hazırlanan tasarı 1877 Nisanında Mebusan Meclisi’ne
getirilmiştir. II. Abdülhamit döneminde yerli basını susturmak ve gazetelerin muhalefetini
bertaraf etmek için gazetelere çeşitli ödenekler sağlanmış ve gazetecilere nişanlar verilmesi
yoluna gidilmiştir. Örneğin, Tercüman-ı Hakikat, Saadet, Levand Herald, Moniteur Oriental,
Byzantis La Turquie, İstanbul ve Tarik gazetelerine padişahın iradesiyle hazineden 30.000 -
100.000 kuruş arasında yardım yapılmıştır. Buna rağmen bu gazeteler hükümetten daha fazla 206 Cemiyet ile ilgili bilgi için ayrıca bkz: Osman Selim Kocahanoğlu, Derviş Vahdeti ve Çavuşların İsyanı,
Temel Yayınları, İstanbul, 2001; Bayram Kodaman, “II. Meşrutiyet Dönemi (1908–1914)”, Türkler, c.XIII,
Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002.
88
para koparmak için şantajlar yapmışlardır207. Özellikle II. Meşrutiyet sonrası gazeteler bu yola
sıkça başvurmuşlardır.
II. Abdülhamid’in basın rejimi, iç basının tam kontrolü ve dışarıdan yayın gelmesinin
engellenmesiyle tam bir karantina uygulaması esasına dayanır. II. Abdülhamid’in uyguladığı
sansür ve baskıcı basın kontrolü toplumda şu tepkilerin oluşmasına neden olmuştur:
A-Hafiyeliğe özel pirim verilmesi sonucu Osmanlı toplumunda bu işi meslek haline getiren
kişiler belirdi. Toplum eskisinden çok daha kapalı bir yapıya girdi.
B-Dürüst aydınlar, inandığı düşünceleri açıklamaktan kaçınmayanlar devlet yönetiminden
uzaklaşmayı yeğlediler; namuslu kadrolar işi bıraktı.
C-”Murad” , “yıldız” vb. sözcüklerden korkmak gibi garip bir psikoz topluma hâkim oldu.
D-Özellikle yurtdışı temsilcilikleri Avrupa gazetelerindeki en basit haberleri izleyen “Jön
Türk”leri koruyan kurumlar haline geldi.
E-Kitaplarının ve gazetelerin hatta özel kitaplıkların yakılması bir çok esere bugün tam olarak
ulaşılamamasına yol açtı.
F-İstanbul 1860-1878 tarihleri arasında üstlendiği İslam dünyasının basın ve fikir merkezi
olma niteliğini kaybetmiştir.
G-Çok yoğun bir sürgün basınının oluşmasına sebep olmuştur208.
II. Abdülhamid döneminde basının büyük kısıntılar altına sokulmasına karşılık,
meslekleşme yolunda önemli adımların atılmıştır. Evvelki dönemde olduğu gibi bu dönemde
de Hükümet ve çoğu kez II. Abdülhamid kendi politikalarını destekleyen yayınlara para
yardımı yapmıştır.Bu dönemde Matbuat müdürlüğüne Tahsin imzasıyla gönderilen aşağıdaki
9 maddelik talimatname sansürün nasıl uygulandığını göstermektedir. Buna göre: Padişahın
sağlığına, ürünlerin durumuna, ticaret ve sanayinin gelişmesine ait haberlere öncelik
verilmesi; Milli Eğitim Bakanlığı’nın ahlak açısından onaylamadığı hiç bir yazı ve yayının
yayınlanmaması; Bir sayıya sığmayacak kadar uzun edebi ve bilimsel yazılara yer
verilmemesi ve devamı var devamı yarına deyimlerinin kullanılmaması, Yazılarda kafaları
karıştırmaya yol açacak boşlukların bırakılmaması; Kişilere sataşılmaması bir Vali veya
Mutasarrıf’ın hırsızlık yaptığı, para yediği, adam öldürdüğü gibi ayıplanacak şeylerin
yazılmaması; Kişilerin bazı yolsuzlukları bildirmek için hükümdara verdikleri dilekçelerin hiç
bir suretle yayınlanmaması; Tarihte ve coğrafyada özelliği olan, Ermenistan gibi bazı adların
kullanılmaması; Yabancı hükümdarlara karşı tertiplenen suikastların veya gösterilerin hiçbir
suretle yazılmaması; Kötü niyetli kişilerin yersiz yorumlarına sebep olacağından, bu talimatın
207 M. Nuri İnuğur,, Basın ve Yayın Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1982, s.267. 208 Orhan Koloğlu, “II. Abdülhamid’in Basın Karşısındaki Çıkmazı”, TCTA, İletişim Yay., İstanbul, 1985, s.82.
89
gazetelerde yayınlanmaması. 1906 sonlarında ise Paris’te Sabahaddin Bey ve arkadaşları
tarafından teşebbüs-i şahsi ve adem-i merkeziyet fikirlerinin yayıcısı olarak Terakki adında bir
gazetenin çıkarıldığını görüyoruz. Bu, Jön Türk yayın organları arasında, 1904 yılında
İsviçre’de yayınlanmaya başlanan Abdullah Cevdet Bey’in İçtihat dergisi bir kenara
bırakılırsa, siyasal muhalefeti ikinci planda tutan tek dergidir. Yayın tarihi belirtilmeden
düzensiz, bazen numarasız olarak çıkan bu yayın organı daha ziyade Edmond Demolis’in
görüşleri çerçevesinde Osmanlı toplumunun problemlerini çözmeye çalışmış ve ihtilâlci
fikirlere oldukça az yer vermiştir209.
1908 Anayasasının tekrar yürürlüğe girmesi ile kişisel özgürlükler ve basın kanunu
düzenlenmiş, basın üstündeki baskılar azalmıştır. 25 Temmuz 1908 tarihinde, gazeteler yıllar
sonra ilk kez sansürsüz yayınlandı. Böylece mutlak monarşi devri kısıtlamaları sona ermiş ve
basın hürriyeti getirilmiştir. Bu dönemde artık olgunlaşmaya başlayan basın camiasına Tanin,
Serbestî, İkdam, Volkan ve Mizan gibi yayınlandıkları dönemin siyasi ortamına derin etkiler
yaratacak gazeteler eklenmiştir210. II. Abdülhamid ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne
muhalefet yapan kişiler seslerini basın yoluyla duyurmayı yeğleyeceklerdir. II. Meşrutiyet
sonrası ortaya çıkan basın özgürlüğü ortamında sürdürülen sert muhalif yayınların 31 Mart
Olayı’nı tetiklediği muhakkaktır211.
Tanin212 gazetesi, Meşrutiyet’in ilk günlerinde Servet-i Fünun başyazarı olan Hüseyin
Cahit, Tevfik Fikret ve Hüseyin Kazım tarafından 2 Ağustos 1908’de yayınlanmıştır.
Türkçülük ideolojisini savunan gazete İttihatçıların çizgisinde yayın yaparak cemiyete açık
destek vermiştir. Bu nedenle Tanin gazetesi ile muhalif gazeteler arasında bir rekabet ortaya
çıkmıştır. İttihatçı çizgide yayınlarını sürdüren Tanin gazetesi 31 Mart Olayı’nda
ayaklananların saldırısına uğramış ve yağma edilmiştir.
İttihat Terakkiye Cemiyeti’nin yönetimi eline almadan otokrasi kurmak istemesi,
muhaliflere dönük islenen faali meçhul cinayetler ardında İttihatçıların olduğu şüphesi,
209 M. Şükrü Hanioğlu, “Jön Türk Basını”, TCTA, c.III, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.850. 210 Yapılan araştırmalara göre II. Meşrutiyet döneminde yayın hayatını sürdüren otuz dört önemli gazete
şunlardır: Tanin, Hak, Şura-yı Ümmet, Milliyet, Hürriyet, İttifak, İttihat, Hak Yolu, Servet-i Fünun, Tasfir-i
Efrkar, Mizan, Tanzimat, Serbesti, Hukuk-ı Umumuyye, Sada-yı Millet, Hilâl, Peyam, Alemdar, Yeni Gazete,
İkdam, Volkan, Sırad-ı Müstakim, Beyanü’l-Hak, Hikmet, Sabah, Tercüman-ı Hakikat, Takvim-i Vekai, Saadet,
Osmanlı, Tüfek, Siper Saika, Silah, Top, Süngü ve Kurşun. 211 Osmanlıda basının gelişmesiyle ve çıkartılan yasalarla ilgili olarak bkz: M. Nuri İnuğur,, Basın ve Yayın
Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1982; Orhan Koloğlu, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Basın,
İletişim Yayınları, İstanbul, 1994. 212 Sözlük Anlamları:1-Sinek Vızıltısı, 2-Kaz Sesi, 3-Avaz ve Gürültü, 4-Çınlamak, Tınlamak Bkz: Şemseddin
Sami, Kamus-ı Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992; http://www.osmanlicaturkce.com.
90
İttihatçıların İngiliz çizgisindeki Kâmil Paşa Hükümeti ile sürtüşüp sonunda Hükümeti
yıkarak kendi kabinelerini kurdurtmaları tüm muhalif gazetelerde büyük bir tepkiye yol
açmıştır. 31 Mart Olayı’na doğru giden süreçte muhalif basın bu nedenlerle giderek daha
keskin bir kalem kullanmaya başlamıştır. Özellikle İttihatçılara sert muhalefet yapan Serbestî
gazetesi muharriri Hasan Fehmi Bey’in Galata Köprüsü’nde öldürülmesi ve katillerinin
bulunamaması basını ayağa kaldırmıştır. Bu olaydan sonra İttihatçılara açık bir savaş açan
basın gelirimin artmasına neden olmuştur. 31 Mart Olayı’nı izleyen günlerde İkdam, Serbestî,
Volkan ve Mizan gibi başlıca muhalif gazetelerde ayaklanmaya yönelik destek yayınları
yazılırken, Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girmeye başlaması ile basının tutumu değişmeye
başlamıştır. Muhalif yazarlar ayaklanmanın fiyaskoyla sonuçlanacağının anlaşılmasıyla
İttihatçılara yakın bir çizgide yayın yapmaya başlasalar da; 31 Mart Olayı’ndaki rolleri
nedeniyle muharrirler yargılanmaktan, muhalif gazetelerin yayınları da durdurulmaktan
kurtulamamıştır. Etkin muhalif basının önde gelenleri İkdam, Mizan, Serbestî ve Volkan
gazeteleridir.
Muhalif gazeteler içinde II. Abdülhamid’le ve İttihatçılarla şiddetle uğraşan gazete,
Serbestî213 gazetesiydi. 12 Kasım 1908’de yayına başlayan Serbestî gazetesinin sahibi ve yazı
işleri müdürü yine Mevlânzade Rıfat’tır. Mevlânzade Rıfat’tın sürgünden döndükten sonra
yayınlamaya başladığı Serbestî gazetesinin sermuharriri Hasan Fehmi Bey olmuştur. Hasan
Fehmi Bey gerek Hukuk-u Umumiye Gazetesi’nde gerekse Serbestî gazetesinde yazdığı
yazılar ile İttihat ve Terakki yönetimi ile birlikte Yıldız yönetimine karşı sert bir muhalif çizgi
izlemiştir. Hasan Fehmi Bey, İttihat ve Terakki ve Yıldız’a karşı hakarete varan çok ağır
ifadeler içeren yazılar yazmıştır. Bu nedenle de İttihatçıların düşmanı olmuş, faali meçhul bir
cinayet sonrası öldürülmüştür. Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesi İttihatçılar ve Muhalefet
arasındaki iplerin kopmasına ve 31 Mart Olayı’nın patlak vermesine neden olan önemli bir
gelişme olmuştur. Bu olay üzerine Serbestî gazetesi İttihatçılara açık bir savaş açmış, diğer
muhalifler de aynı tutumu izlemiştir. 31 Mart Olayı’nda suçlananların başında Serbestî
Gazetesi yayınları ve muharrirleri gelmektedir214.
Mizan215 gazetesi 21 Ağustos 1886 tarihinde haftalık sayılarla çıkarılmaya başlanmıştır.
Bu gazeteyi çıkaran Mehmet Murad Bey daha sonra gazetenin ismiyle özdeşleştirilerek
213 Sözlük Anlamları: Farsça – Serbestlik Bkz: Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul,
1992; http://www.osmanlicaturkce.com. 214 Ayrıntılı bilgi için bkz: M. Nuri İnuğur,, Basın ve Yayın Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1982; Orhan
Koloğlu, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Basın, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994. 215 Sözlük Anlamları: 1-Terazi, Ölçü, Tartı 2-Akıl, İdrak, Muhakeme 3-Sağlama yapma Bkz: Şemseddin Sami,
Kamus-ı Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992; http://www.osmanlicaturkce.com.
91
“Mizancı Murad” anılmaya başlanmıştır. Gazetede iç ve dış politika konularına, ekonomi,
eğitim, maliye ile ilgili çeşitli problemlerin çözümüne yer verilmiştir. Gazetesinde
yayımladığı yazılarında hürriyet ve Meşrutiyet fikirleri üzerinde durmuştur. Ilımlı ve yapıcı
bir biçimde yönetimi eleştirirken yönetim ve muhalefetten destek bulamamış, takibe alınmış
ve şiddetli bir şekilde baskı görmüştür. Mizan, ılımlı ve yapıcı bir muhalefette bulunmasına
rağmen II. Abdülhamid döneminde tüm basınında olduğu gibi yayınları sansüre uğramıştır.
Mizancı Murad Bey’in savunduğu fikirlerden ve mevcut hükümetle anlaşamamasından dolayı
gazetesi Mizan sık sık kapatıldı. Nihayet gazetesinin de kapatılması üzerine, Murad Bey
1895’te yurt dışına kaçtı. Londra’da Lord Salisbery ile görüşüp Mizan gazetesini Mısır’da
çıkarmak müsaadesi alabildi. Gazetesini burada İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin sesi şeklinde
neşretti. Mısır’da yayımladığı bir makalesinde Sultan II. Abdülhamid’i tahttan ayrılmaya
davet ettiğinden dolayı idama mahkûm edildi. Mehmed Murad 1908 yılında Meşrutiyet’in
ikinci kez ilân edilmesinden sonra, İstanbul’da 30 Temmuz 1908 tarihinde Mizan gazetesini
tekrar çıkarmaya başladı. Mizan gazetesi meşruti fikirleri savunduğu için önce İttihat ve
Terakki lehinde yayınlar neşrederken daha sonra II. Abdülhamid’e yaklaşmış, İttihatçılara
karşı amansız bir basın muhalefetine girişmiştir. İttihat ve Terakki’nin muhalifi olan Ahrarlar
içinde yer alması, muhafazakâr bir durumda görünmesi, İslami çizgiye kayması Mizancı
Murat Bey’in dışlanmasına neden olmuştur. İttihat Terakkiye Cemiyeti’nin yönetimi eline
almadan otokrasi kurmak istemesi tüm muhalif gazetelerde olduğu gibi Mizan gazetesinde de
büyük bir tepkiye yol açmıştır. Mizan’ın yaptığı muhalefet gazeteye istibdat dönemindeki gibi
baskıların artmasına neden oldu216.
Kendisi bir Rum olan Papadopulos tarafından 1875 yılında yayın hayatına geçirilen
Sabah gazetesinin başyazarı Şemseddin Sami’dir. Bu gazete halka ulaşmak için sade bir dil
kullanmış ve fiyatını da düşük tutmuştur. Sabah gazetesi 1882’de Mihran Efendi tarafından
satın alınmış ve bu gazetede ilk kez miladi takvim kullanılmıştır. İstibdat döneminde bu
gazetenin rakibi İkdam gazetesi olmuş ve iki gazete arasında hakarete varan sert tartışmalar
yaşanmıştır. Daha sonra bu gazetede Hüseyin Cahit, Adnan Adıvar, Cavit Bey, Ahmet Emin
Yalman gibi yazarlar yer almıştır.
II. Abdülhamid’in mutlak monarşi döneminde yayın hayatına giren, daha sonraları II.
Meşrutiyet döneminin en önemli yayın organlarından biri olan İkdam217 gazetesi Ahmet
Cevdet tarafından çıkarılmıştır. O dönemde mevcut diğer gazetelere nazaran İkdam 216 Ayrıntılı bilgi için bkz: M. Nuri İnuğur,, Basın ve Yayın Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1982; Orhan
Koloğlu, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Basın, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994. 217 Sözlük Anlamları: 1-Gayret ve Sebat ile çalışmak, 2-İlerlemeye Gayret etmek, 3-Devamlı çalışmak, İlerlemek
Bkz: Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992; http://www.osmanlicaturkce.com.
92
gazetesinin en önemli üstünlüğü haber ve yazı zenginliğinden ziyade, imtiyaz sahibi ve
başyazarının gazetecilikten yetişmiş, iyi bir gazeteci olmasıdır. Ahmed Cevdet, Mülkiye ve
Hukuk mezunudur. Sabah gazetesine mütercim olarak girmiş, Ahmet Mithat Efendi ile
Tercüman-ı Hakikat’te çalışmış, sonra üç yüz lira sermaye ile Ahmed Mithat Efendi’nin
yardımıyla İkdam gazetesini tesis etmiştir. İkdam, döneminin şartlarına göre büyük bir tiraj
yaptı. Devrin en güçlü yazarlarını bünyesine aldı. II. Abdülhamid’in mutlak monarşisinin en
koyu olduğu yıllarda İkdam’ın çevresinde şu muharrirler toplanmıştır: Mahmud Sadık,
Abdullah Zühdü, Hüseyin Rahmi, Hüseyin Cahid, Ali Reşad, Mahmud Ata, Necip Asım,
Veled Çelebi. Ahmed Cevdet, İkdam gazetesini çıkardığı ve büyük bir başarıyla yayınını
sürdürdüğü için ‘‘İkdamcı Cevdet” unvanıyla anılmaya başlandı218.
İkdam’da muhalif yazılar yazan en ünlü muharrirlerin başında Ali Kemal gelmektedir.
Önceleri II. Abdülhamid’e karşı muhalefet veren Ali Kemal daha sonra II. Meşrutiyet’in
kazanılmasında önemli mücadele verdiğini düşündüğü İttihat ve Terakki Partisi’ne karşı etkin
bir muhalefete başlayacaktır. Ali Kemal İkdam’daki yazısında, Meclis-i Mebusan’ın açılışını
Osmanlı tarihi içinde eşsiz bir adım olarak alkışlamaktadır. Mebuslara ise doğruluktan, haktan
ayrılmamayı, 1877-1878 mebusları gibi “korkak” olmamayı, Fransız İhtilâli tarihini
incelemelerini öğütlüyordu. Yazdığı makalede ayrıca Osmanlı ordusu ve İttihat ve Terakki’ye
teşekkür etmektedir.219 Ali Kemal, İttihat ve Terakki’yi kanun çerçevesine girmesi konusunda
uyarmaktadır. Ali Kemal yazısında Hükümet, Meclis ve İttihat ve Terakki olmak üzere üç
siyasal gücün birlikte yürüyemeyeceğine işaret etmektedir. II. Meşrutiyet sonrası İttihat ve
Terakki Partisi iktidara geçmeden otorite kurmayı yeğleyince ve baskıyla muhalifleri
sindirmeye kalkınca Ali Kemal’in tutumu tamamen değişerek bu kez İttihatçılara sert
muhalefete başladı. Ali Kemal tarafından yazılan muhalif yazılar İttihatçıların tepkisini çekti.
İttihatçılara ve II. Abdülhamid’e sert muhalefet yapan gazete diğer etkin muhalif gazetelerin
yaptığı gibi önceleri 31 Mart Olayı’nı desteklerken, durumun ayaklananların aleyhine
dönmesiyle taraf değiştirmiştir. Fakat gazetenin bu yeni stratejisi olayın sorumluluğundan
kurtulmasını sağlayamamıştır.
Muhalif basının en önemli kollarından birisi olan Volkan220 gazetesi 11 Aralık 1908’de
Derviş Vahdeti tarafından çıkarılmaya başlandı. Vahdeti, Volkan gazetesinin çıkış tarihini 17
Aralık 1908’deki Meclis-i Mebusan’ın açılış gününe denk getirmeyi planladığı halde, bir
218 Ayrıntılı bilgi için bkz: M. Nuri İnuğur,, Basın ve Yayın Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1982; Orhan
Koloğlu, Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Basın, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994. 219 Ali Kemal, İkdam, 17 Aralık 1908, Nr:5232. 220 Sözlük Anlamları: Farsça – Yanardağ Bkz: Şemseddin Sami, Kamus-ı Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul,
1992; http://www.osmanlicaturkce.com.
93
hafta önce yani 11 Aralık 1908’de çıkarmak zorunda kalmıştır. Derviş Vahdeti bu öne alışını
gazetesinin ilk sayısında şu şekilde açıklamaktadır: “Volkan, milletin en büyük bayramı olan
Meclisin açılış günü yayına girmesi düşünülmüşken, bugün İstanbul mebuslarının seçim günü
olması yüzünden birçok siyasi çalkantıların meydana gelmesi, çevrilen dolapların ortaya
çıkarılması için bu gün yayına başlamıştır.” Gazetenin ilk satırı, besmele, Allah’a hamd ve
Peygamber’e salât ve selam ile başlamaktadır221. Derviş Vahdeti gazetesinin daha ilk
sayısında oldukça iddialı bir giriş yaparak izleyeceği siyaseti göstermektedir. Derviş Vahdeti
ilk sayıda Volkan’ın pek küçük fakat faal olduğunu ve faal oldukça da matbuat dağlarının
zirvesine yükseleceğini, Rebab’ın(Arap kabilelerinden Zubeh, Sevr, Akl, Teym ve Ady
denilen beş kabilenin adı) avazı kadar da ortalığı inleteceğini iddia ederek basına hızlı bir giriş
yapmaktadır222.
Gazete “İslamcı, hürriyetçi ve insaniyetçi” olarak tanımlanmaktaydı. Derviş
Vahdeti’nin düşüncesi, bu gazetenin yayın organı olacağı bir de “Hadim-i İnsaniyet” derneği
kurmaktı. Gazetenin abone defterlerini “Hâdim-i İnsaniyet Cemiyeti’nin Vasıta-i Neşr-i
Efkârıdır” diye bastırdı. Vahdeti, İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin kuruluşunu 23
Kânunusani 1324 (5 Şubat 1909) tarihindeki gazete ilânı ile duyurmuştur223. Vahdeti,
Volkan’ın 17 Şubat 1909 tarihli 48. sayısından itibaren başlığının altına “İttihad-ı
Muhammedi Cemiyeti’nin mürevvici efkârıdır” ibaresini koyup Volkan gazetesinin 17 Mart
1909 tarihli nüshasında İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nin nizamnamesi yayınlanmıştır.
Nizamnamede Cemiyetin başkanı, Hz. Muhammed olarak gösterilmiştir224.
Padişaha muhalefet etmediği, İslamiyetçilik ve Masonluk aleyhtarlığı yaptığı için II
Abdülhamid Volkan gazetesini maddi yardım ile desteklemiştir. Sina Akşin, Derviş
Vahdeti’nin II. Abdülhamid ile ilişkisini şu şekilde açıklamaktadır: “Para için Abdülhamid’e
başvurmak, mutlakıyet devrinden, hatta daha öncelerden kalmış sayılması gereken âdet
ölçüleri içinde bir dereceye kadar olağandı. Nitekim Fedakâran-ı Millet Cemiyeti de,
Abdülhamid’e düşman olanlarla dolu olması gerektiği halde, Abdülhamid’ ten para elde
etmeye çalışmaktan kaçınmamıştı. Vahdeti, Saraya başvurmasını mazur göstermek için
mahkemede Ali Kemal Beyin, Yeni Gazete’nin Yıldız’dan para aldıkları, “herkesin müracaat
ettiği” söylentilerine işaret etmişti. Fakat bütün bunların yanında, Abdülhamid tarafından
221 Volkan, 11 Aralık 1908, Nr: 1. 222 “Volkan pek küçüktür lâkin faaldir. Faal oldukça şahika-i cibâl-i matbuata kadar yükselecek, oradan lavlar
saçacaktır. İkdam-ı insan kadar metin, sabah-ı kadar müşa’şa olacak, tanin-i rebab kadar inleyecektir. Zaman
zaman da gürültüler koparacaktır.” Bkz: Volkan, 11 Aralık 1908, Nr: 1. 223 Derviş Vahdeti, “İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti”, Volkan, 5 Şubat 1909, Nr: 36. 224 Derviş Vahdeti, “İttihad-i Muhammedi Cemiyeti Nizamnamesi”, Volkan, 17 Mart 1909, Nr: 76.
94
re’sen beğenilerek Yıldız’a para vermek için çağırılmak bambaşka bir şeydi: Bunda âdeta
Abdülhamid tarafından yapılmış bir “hafiyelik” teklifi söz konusuydu. Onun için, kabul
ettiğimiz faraziyeye uygun olarak, Vahdeti, Yıldız’a kendisi gitmemiş, Vahdeti diye 3 defa
Lütfü’yü göndermiştir ve mahkeme önünde de Lütfü’nün Yıldız’a gidişinden haberi
olmadığını söylemiştir. Burada sorulması gereken bir soru şudur: Abdülhamid, Volkan’ın
yayınlarından neden hoşlanmıştı? Herhalde Volkan’ın İslâmiyetçi yazılarım, halife olduğu
için, kendi durumunu sağlamlaştırıyor diye kabul etmiş olmalıydı225.”
Volkan’ın yapmakta olduğu İslâmî neşriyat, dindar zümre arasında itimat kazanmasına
sebep oldu. 16 Mart tarihli gazetede cemiyetin nizamnamesi ile Merkez İdare Meclis
azalarının isimleri yayınlandı. Gazete bütün yazıları ile İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin
yayın organı olmadan önce ve sonra, hiç aşırı olmayan, daima itidal ve itaat tavsiye eden
yazılarla çıkmış olmasına rağmen, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni ağır bir dille eleştirmiş,
İttihatçıları dinsizlikle suçlamıştır.
Gazetenin zamanla yazar kadrosunun genişletildiği görülmektedir. Son sayılarında
özellikle, başta dersiamlar ve din adamları kadrosunun, Arapça yazıları Türkçeye çevrilen
yurt dışı dini şahsiyetlerin de yazılarını görüyoruz. Gazete askerlerin şikâyet ağırlıklı
mektuplarını yayınlamaya başlamış, bu yolla ordu içindeki huzursuzlukları göstermiştir.
Askerlerin şikâyetlerinin genellikle rütbelerin indirilmesi ve kısaca “alaylı” denen ve erlikten
en üst derecelere yükselen subayların ordudan çıkarılmaları konusundadır. Askerler arasında,
gerek açık ve gerekse dolaylı olarak, İttihat ve Terakkili subayların partizanca tutumlarından
şikâyet edilir. Bu arada gazetenin temel fikri özelliği zamanla, ülke-toplum-kişi yaşantılarında
olan bitenlerin şeriat hükümleri çerçevesinde karar verilmesi noktasında odaklaşır. Bu özelliği
ağır bastıkça, Vahdeti’nin yazılarında bahsettiği kişiler arasında Şeyhülislam öne çıkar226.
Volkan’da yayımlanan yazılar ve özellikle Vahdeti’nin 14 Nisan 1909’da II.
Abdülhamid’e yazdığı açık mektup, halkı ve askerleri tahrik edici nitelikte bulundu. Ayrıca
Meşrutiyet anlayışı ve adem-i merkeziyetçi fikirleri nedeniyle İttihatçılar tarafından 31 Mart
Olayı’nın bir numaralı suçlusu sayılarak idam edildi. Volkan gazetesi 11 Aralık 1908’de
başladığı yayın hayatını, gazetenin kapatıldığı gün olan 20 Nisan 1909’a kadar 110 gün
sürdürmüştür. Vahdeti, Volkan’ın ilk nüshasında siyasi kararlılığını şu şekilde ifade etmiştir:
“Volkan halktan ayrılmaz, vicdana karşı hareket etmez. Bu yolda ölmek canına minnettir227.”
225 Akşin, İttihat ve Terakki, s.118. 226 Kutay, a.g.e., s. 369. 227 Volkan, 11 Aralık 1908, Nr:1.
95
II. BÖLÜM
2. 31 MART OLAYI’NIN ORTAYA ÇIKIŞI
31 Mart Olayı’nın siyasi zemini her ne kadar II. Meşrutiyet öncesi yaşanan cemiyetler
ve muhalif şahsiyetler arası sürtüşmelere dayansa da isyan öncesi yaşanan bazı önemli
gelişmeler neticesinde ayaklanma gerçekleşecektir. II. Meşrutiyet’in hemen ardından İttihat
ve Terakki Cemiyeti’nin lider kadrosu tarafından oluşturulan İstanbul’daki Merkez-i Umumî
ile Meşrutiyet rejiminin yasal hükümetleri ve kökeni Meşrutiyet öncesine dayanan fakat artık
İttihatçıların karşısında cephe alan muhalefet arasında siyasi bir gelirim ve kutuplaşma ortaya
çıkacaktır. İsyanı fiilen başlatan askerler arasında da ortaya çıkan huzursuzluklar
ayaklanmanın tetiklemesini yapmıştır. İttihatçı kadrolara karşı etkin muhalefet yapan kişilerin
susturulmak istenmesiyle ve işlenen siyasi cinayetlerin faili meçhul kalmasıyla zirveye
tırmanan siyasi gelirim, 31 Mart 1325 (13 Nisan 1909) tarihinde asker ağırlıklı bir darbe
girişiminin patlak vermesine neden olmuştur.
2.1. Hükümet, Merkez-i Umumî ve Muhalefet Sürtüşmesi
II. Meşrutiyet’in ilânından birkaç gün sonra Talat, Cemal ve Cavit Bey, Ziya Gökalp,
İttihat ve Terakki Cemiyeti Kâtib-i Umumi Mithat Şükrü Bleda’nın da içinde bulunduğu yedi
kişilik bir grup İstanbul’a gelerek, yeni rejimin yerleşmesine göz kulak olmak üzere ‘Yedili
Komite’ adı verilen bir grup oluşturmuştu228. İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından
İstanbul’da oluşturulan Merkez-i Umumî, İttihatçıların öne çıkan isimlerinden oluşmaktaydı.
İttihat ve Terakki İstanbul’daki Merkez-i Umumî teşkilatlanmasını tamamladıktan sonra
başkentte bulunmanın avantajlarından faydalanarak Meşrutiyet ortamında kurulan
hükümetlere baskı ve kontrol misyonu üstlendi. Ne var ki İttihatçılar Meşrutiyet sonrası
doğrudan siyasete girmek yerine, askeri güçlerini de kullanarak, hükümet üzerinde bir baskı
ortamı oluşturmayı tercih etmişlerdir. Böylece genellikle genç subaylardan oluşan ittihatçı
çekirdek, II. Abdülhamid’in rolünü üstlenmiştir. İstanbul’da tesis edilen Merkez-i Umumî
vasıtasıyla hükümet üzerinde otorite kurmaya çalışan ve siyasete girmek yerine asker olarak
228 Paul Dumont, François Georgeon, Bir İmparatorluğun Ölümü 1908–1923, (Çev. Server Tanilli),
Cumhuriyet Gazetesi Kitapları, İstanbul, 1997, s.10.
96
kalıp siyasete müdahale etmeyi tercih eden Merkezdeki çekirdek kadroyu oluşturan
İttihatçılar ile Said Paşa arasında gerginliğin çıkması kaçınılmaz olmuştur.
Abdülhamid ve Sadrazam Said Paşa düzeni sağlamak için silahlı kuvvetler üzerinde
sivil denetimi sağlayacak özel tüzükler hazırladılar. Ancak bunu İttihatçıların kabul etmesi
mümkün değildi ve bunu önlemek için girdikleri mücadeleden galip çıktılar. Said Paşa’nın
yerine daha uysal olan Kâmil Paşa Sadarete getirildi. “Yedili Komite” yine perde arkasına
çekildi ve yönetimi hükümete bırakarak parti, anayasayı korumanın dışında hiçbir şey
yapmayacağını bildirdi229.
II. Meşrutiyet’in ilk Hükümeti olarak sayılan Said Paşa Hükümeti 1 Ağustos’ta resmen
göreve başlamıştır. Ancak 4 gün Hükümette kalabilmiştir. Said Paşa Kabinesinin 5 Ağustos’ta
çöküşünün nedeni İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Said Paşa üzerindeki baskısıyla beraber
basının ve halkın yoğun tepkisiydi.
Said Paşa’nın istifası üzerine, Kâmil Paşa 6 Ağustos 1908’de yeni Hükümeti kurarak 3.
kez Sadaret makamına getirilmiştir. İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Kâmil Paşa arasında
yapılan antlaşmaya göre Heyet-i Mahsusa İstanbul’da bulunacak ve kendisine yardım
edecekti. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin 7 Ağustos 1908’de yayınladığı bildiride yeni
kabineden duyulan memnuniyet belirtiliyor, artık padişaha ve hükümete itimat edilip ahalinin
iş ve güçleriyle meşgul olması ve hükümetin çalışmasına kolaylık sağlanması isteniyordu.
Bildiride artık padişah ile millet arasında hiçbir hain ayrılığın kalmadığı ve milletin muhtaç
olduğu namuslu bir kabinenin işbaşına geçtiği ifade ediliyordu. İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne
göre yeni kabinede sicili kötü tek bir üye bile yoktu230.
II. Abdülhamid, mutlak monarşi döneminde esas itibariyle Almanya’ya eğilimli bir
siyaset gütmüştü. Bu, onun için zorunluydu, çünkü İngiltere, II. Abdülhamid’in muhalifleri
olan Mithat Paşa’yı, Ali Suavi’yi, V. Murad’ı, Ermenileri, Jön Türkler’i destekliyordu.
Almanya’nın Abdülhamid siyasetine sağladığı destek, iktisadî imtiyazlarla
mükâfatlandırılıyordu. Meşrutiyet ilân edilince, istibdatın dış siyasetine de tepki gösterilmiş
ve İngiltere’ye karşı bir yakınlık başlamıştı. Mebusan’da İttihat ve Terakki’nin ileri
gelenlerinden Babanzade İsmail Hakkı, Bağdat demiryolunun yapımında Almanlara tanınmış
olan hakları eleştiriyordu. Yeni İngiliz Elçisi Sir Gerard Lowther, İstanbul’a vardığında,
çılgınca sayılabilecek bir sevinç ve sevgi gösterisiyle karşılanmış, halk arabasını elçiliğe
kadar çekmişti. Buna karşılık, gördüğümüz üzere, İngiltere hükümeti de yeni düzeni 229Stanford J. Shaw -Ezel Kural Shaw, Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye, (Çev. Mehmet
Harmancı), c.II, E Yayınları, İstanbul, 1982, s.332. 230 Aykut Kansu, 1908 Devrimi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s.176; Hilmi Kamil Bayur, Sadrazam Kâmil
Paşa - Siyasi Hayatı -, Sanat Basımevi, Ankara, 1954, s.241–242.
97
desteklemiş, 27 Temmuz 1908’de Sadrazam ve Padişaha kutlama telgrafları göndermiş ve
Osmanlı hükümetine destek olacağını bildirmişti. Said Paşa’dan sonra Kıbrıslı Kâmil
Paşa’nın Sadaret’e gelmesi, İngiltere ile olan yakınlığın artacağına işaret sayıldı, zira Kâmil
Paşa, İngiliz siyasetinin en önde gelen şampiyonuydu. Paşa, en güçlü devletin İngiltere
olduğuna inandığı gibi, âdeta kendi siyasal yazgısını bu ülkeye bağlamıştı. İngiltere de bu
durumun farkında olduğu için, VII. Edward, Kâmil’in Sadaret’e getirilmesi üzerine,
Abdülhamid’i bu davranışından ötürü kutlamak gibi uluslararası usullere aykırı bir davranışta
bulunmuştu. Ayrıca, İngiltere Elçiliği tercümanı Fitzmaurice’ in Paşa’nın düşürülmesinden
bir ay önce yazdığı özel bir mektuptan öğreniyoruz ki, Kâmil’e Grand Cross of Bath nişanının
verilmesi düşünülmekteydi. Bu takdirde Kâmil Paşa, 40 yıl içinde bu nişanı alan ikinci
Osmanlı olacaktı. Fitzmaurice, Paşa’yı, ‘Çılgınlık derecesinde İngiliz taraftarı’ diye tarif
ediyordu231.
Said Paşa’dan sonra 6 Ağustos 1908’de Sadrazam olan Kâmil Paşa, uzun süre devlet
adamlığı etmiş olmanın gururu içinde bir vezirdi. Paşa, İttihat ve Terakkilileri çoluk çocuk
olarak görmek eğilimindeydi ve onları daha çok Abdülhamid’e karşı bir silâh olarak yararlı
buluyordu. Oysa İttihat ve Terakki, iktidarı eline almamakla birlikte, “denetleme iktidarını”
ciddî olarak benimsemişti.
Bu durumda Kâmil Paşa, Cemiyet’le iyi ilişkiler kurmak istediği ve Cemiyet’in de
onunla işbirliği yapması sonucunda Sadaret’te kalabilmişti. Seçimler sona erdikten ve Meclis
toplandıktan sonra, Meşrutiyet idaresinin kurallarına göre hareket etmek gerekmekte idi.
Cemiyet gizli bir teşkilat olarak kalıp, ülke içinde ve hükümet üzerinde etkisini ve baskısını
sürdürmek istiyor, bu şekilde öneminin korunacağına inanılıyordu. Bâb-ı Âli tarafından
bakıldığında, Parti legalleşirse esrarengiz etkisi ortadan kalkabileceğinden ve Meclisin reyini
hürriyet şartları içinde kullanabileceğinden dolayı çareler aranmalıydı. Kâmil Paşa, ordudan
başlamak üzere disiplini sağlamayı düşünüyordu. Böylece, ordunun siyasetle olan bağı
kesildiğinde İttihat ve Terakki, normal bir siyasi parti olarak halkın önünde duracaktı. İşte, iki
tarafın arasının açılmasının gerçek sebebi bu yöntem ve yönetim anlayışındaki çelişkilerdir232.
Kâmil Paşa ile İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin arasının açılmasının en önemli nedeni
ittihatçıların Hükümetin işlerine karışmaya kalkışmak istemesi olmuştur. İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin, üzerinde hükümet sorumluluğu bulunmamasına rağmen, daha ilk günden
itibaren hükümet işlerine karışması, hükümet üyelerinin ve memurların atamalarında sık sık
231 Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1987, s.135-136. 232 Şerif Paşa, Bir Muhalifin Hatıraları-İttihat ve Terakkiye Muhalefet, Nehir Yayınları, İstanbul, 1990,
s.28–29.
98
telkinlerde bulunması Kâmil Paşa’yı rahatsız etmiştir. Fakat Kâmil Paşa buna rağmen,
Cemiyete karşı sabır göstermeye çalışmıştır233.
Servet-i Fünun, Yeni Gazete, İkdam gazeteleri gibi Kâmil Paşa taraftarlarına göre Kâmil
Paşa, İngiliz dostluğu siyasetinin baş savunucusu olduğuna göre, ona karşı olmak, İngiliz
dostluğuna karşı çıkmak, hatta Alman dostluğunu tercih etmek demekti. Buna karşı İttihat ve
Terakkililer, Kâmil Paşa’ya İngiliz siyaseti yüzünden muhalefet etmediklerini, Alman
dostluğunu savunmanın da İngiliz düşmanlığını gerektirmediğini ileri sürüyorlardı. Belki bu
saldırılar karşısındadır ki, İttihat ve Terakkililer, yine İngiliz dostu sayılan ve Kâmil Paşa’nın
rakibi olan Said Paşa’ya yanaştılar. Said Paşa’nın siyaset anıları Tanin’de yayımlanmaya
başladı. Times’da, 3 Aralık günlü bir haberinde, İttihat ve Terakkinin Sadaret’e Hilmi Paşa’yı
istediğini bildiriyordu. Muhaliflerin, İttihat ve Terakki’yi İngiliz düşmanlığı ile suçlamaktan
başka bir silâhları daha vardı. Buna göre İttihat ve Terakkililer, Kâmil Paşa’nın yerine,
kendileri hükümet olmak istiyorlardı. Oysa devlet işleri çocuk oyuncağı değildi. Bu tez, yaşlı
ve orta yaşlı devlet adamlarından başka, İttihat ve Terakki saflarında da kıskançlık ve haset
duygularım ayaklandırdığı için, etkili bir tezdi234. Derviş Vahdeti, Kıbrıslı olması sebebiyle
Kâmil Paşayı daha 2. sayısından itibaren övmeye, yükseltmeye ve onun hakkında yazı
yazmaya başlamıştır. Vahdeti, “Kâmil Paşa” isimli yazısında; Kâmil Paşa’nın Kıbrıslıların
gururu olduğu gibi bütün Osmanlıların da onunla ne kadar övünseler az olduğunu
belirtmektedir. Bunlara ilaveten gazetede Kâmil Paşa’nın hayatı ve siyasi fikri hakkında
kendince bilgiler vermekte ve Kâmil Paşa’yı göklere çıkarmaktadır235.
Kâmil Paşa’nın Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa vasıtasıyla orduyu normalleştirme
gayretleri, birçok subayın siyasetin içinde olması sebebiyle istenen neticeleri vermeyecekti.
Ancak, ordu içinde ve bazı kurumlarda zaaf emareleri görülmekteydi. Subayların siyasete
karışmalarına karşı çıkan İkinci Ordu kumandanı Nâzım Paşa Harbiye Nezareti’ne getirildi;
istifa halinde olan Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşa’nın yerine vekil olarak Hüsnü Paşa tayin
edildi. Sadrazam böylece askeri disiplinin ve hiyerarşinin sağlanabileceğine inanıyordu. Yani,
ordu hükümetin emri altında, askeri hiyerarşi içinde şekillenecek ve Cemiyet’in etkisinden
kurtulacaktı. “İktidar ve otoritenin kimde olduğunu bilen yoktu. İktidar hâlâ padişahın elinde
miydi? Padişah adına devleti sadrazam mı yönetecekti? Yoksa toplandığında Meclis mi önde
gelen role sahip olacaktı?” Böylece hükümet, kendi durumunu ve İttihatçıların amaçlarını
233 Fahir Armaoğlu, 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789–1914), TTK Yay., Anakara, 1999, s. 605. 234 Akşin, İttihat ve Terakki, s.111. 235 “Kâmil Paşa”,Volkan, 13 Aralık 1908, Nr: 3.
99
kavrayamadığı için kendi politikalarını oluşturamadan ülkeyi İttihatçıların etkisine göre
yönetiyordu236.
Ayrıca ortaya çıkan bir başka sorun da: Avcı Taburlarının İstanbul’dan geri yollanmak
istenmesidir. 29 Ocak 1909 tarihinde Yanya eşrafı, Rum çetelerinin geniş bir faaliyete geçtik-
lerini iddia ederek, buna karşı oradaki kumandanların değiştirilmesini ve askerin arttırılmasını
istemişlerdi. Kâmil Paşa, bunun üzerine 8 Şubat 1909’da Harbiye Nazırına yazdığı 8/2
yazısıyla “Yanya’da Etnik-i Eterya’nın fesadını durdurmak için asker göndermek lazımsa ve
bu yapıldığı takdirde üçüncü ordunun zaafa uğramasından korkuluyorsa, esasen o orduya
mensup olup İstanbul’da bulunan Avcı Taburlarının gönderilebileceğine” dair bir tezkere
göndermiştir237. Bu tezkere bazı kimselerin şüphelerini arttırmış ve Sadrazam’ın, İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin en büyük dayanağı olan Avcı Taburlarından mahrum bırakarak, onu
yok etmek istediği, hatta bununla da kalınmayarak, Meşrutiyet’i dahi kaldırmak istediği
düşüncesini ortaya çıkarmış ve Harbiye Nazırının değiştirmesinin de Avcı Taburları ile ilgili
olduğu söylentilerinin dolaşmasını neden olmuştur238.
10 Şubat 1909’da Kâmil Paşa, İttihat ve Terakki’nin siyasal nüfuzunu kaldırmak, ya da
hiç olmazsa azaltmak için teşebbüse geçti ve böylece Paşa ile Cemiyet arasında kıyasıya bir
iktidar mücadelesi başladı. O gün, Bahriye Nazırı Arif Hikmet Paşanın çok daha önce vermiş
olduğu istifası kabul olunarak, Nezaret’in vekâletine 1. Ferik Hüsnü Paşa getirildi. Boş olan
Maarif Nezareti’ne de Defter-i Hakanı Nazırı Ziya Paşa atandı. Fakat asıl önemlisi, Harbiye
Nazırı Ali Rıza Paşa’nın Mısır Komiserliğine atanarak, yerine, 2. Ferikliğe yükseltilen 2.
Ordu Kumandam Nâzım Paşa’nın getirilmesiydi. Bu en önemli atamada, İttihat ve Terakki’ye
danışılmaması, üstelik Ali Rıza Paşa’nın azlindeki parlamenter usule aykırılık, değişiklikten
ve olayla ilgili gelişmelerden kabinenin haberli kılınmaması yüzünden büyük bir tepki doğdu.
Ne gariptir ki, II. Meşrutiyet’in ilk Sadrazamı olan Said Paşa’nın istifası da yine
Harbiye ve Bahriye Nazırları sorunundan kaynaklanmıştır. Said Paşa, bu iki Nazırlığa
önerilen şahısların Padişah tarafından yapılmasını kabul etmemesi sonucu istifa etmiştir239.
Ancak Kâmil Paşa, Padişahlık makamına dahi tanınmayan bir hakkı, doğrudan kendi üzerine
almak istemiştir. Böylece Kâmil Paşa, II. Abdülhamid’in yapmayı isteyip de yapmadığı bir
uygulamayı yapmıştır240. Mc Cullagh’a göre Kâmil Paşa, az rastlanır derecede akıllı bir
insandır. Kâmil Paşa’nın kişiliğinin en baskın özelliği, kişisel yükselme hırsıdır. II.
236 S. J. Shaw-E. K. Shaw, a.g.e., s.331–332. 237 Volkan, 14 Şubat 1909, Nr: 45. 238 Hilmi Kamil Bayur, Sadrazam Kâmil Paşa - Siyasi Hayatı -, Sanat Basımevi, Ankara, 1954, s.293. 239 Hüseyin Cahit Yalçın, “Meşrutiyet Hatıraları”, Fikir Hareketleri, S.96, İstanbul, 1935, s.277. 240 Kazım Karabekir, İttihat ve Terakki Cemiyeti (1896–1909), Emre Yayınları, İstanbul, 1993, s.420.
100
Abdülhamid ile Harbiye ve Bahriye Nazırlarının değiştirilmesinde yaptığı kavga, kendi
yetkilerini Yıldız’a karşı arttırmak istemesinden kaynaklanmaktaydı. Yaptığı bu
değişikliğin sebebi de. Harbiye ve Bahriye Nazırlarını değiştirmesi, kendi yetkilerini
Meclis’e karşı artırmak istemesidir241. Kâmil Paşa’nın Harbiye Nezaretine atanmasını istediği
Nazım Paşa’nın, Cemiyet’e yakın olmasa bile en azından mutlak monarşi aleyhtarlığıyla
tanınmış olması, Volkan gazetesi tarafından da “vatanın en değerli, en namuslu bir askeri”
olarak nitelendirilmesi, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni güç durumda bırakmıştır242. Kabinenin
iki Müslüman olmayan nazırı ile Hariciye ve Evkaf Nazırları Tevfik ve Şemsettin Paşalar
dışındaki, Adliye, Dâhiliye, Maliye Nazırları ve Şûrâ-yı Devlet Reisi ile Şeyhülislâm istifa
ettiler. 11 Şubat günü Urfa Mebusu Şeyh Saffet Efendi bir istizah takriri verdi. Kâmil Paşa
istizaha cevap vermeye hazır olduğunu bildirirken, durumunu sağlamlaştırmak amacıyla,
İttihat ve Terakki hakkında ortaya atılan iddialardan yararlanmaya kalkıştı. İttihat ve
Terakki’nin Abdülhamid’i tahttan indirmeye ve Reşat Efendiyi atlayarak, tahta Yusuf İzzettin
Efendiyi getirmeye hazırlandığı yolunda basında iddialar ortaya çıktı. İddialara göre, Rıza ve
Arif Paşalar da bu işe yardımcı olacaklardı. Kâmil Paşa, kabine arkadaşlarına Nazırları
bundan dolayı değiştirdiğini açıklamıştı. Böylece Kâmil Paşa, bu sefer de Abdülhamid’le
İttihat ve Terakki’ye karşı ittifak kurabileceğini umuyor olmalıydı. Kâmil Paşa’nın 15 gündür
durumdan haberli olduğunu söylemesi, Nazırları kızdırmıştı. İttihat ve Terakki Cemiyeti
iddiayı kesinlikle reddetti. Kâmil Paşa da, 13 Şubat’ta çıkan resmî bir ilânla tahttan indirme
iddiasının yalan olduğunu kabullendi.
Bu olaylar neticesinde İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Kâmil Paşa arasındaki ipler
tamamen koptu. İttihatçılar Kâmil Paşa’yı artık otoritelerinin ve Meşrutiyet’in önündeki en
büyük engel olarak görmekteydiler. Bu nedenle Kâmil Paşa’nın bir an önce gitmesi
gerekmekteydi. Bu kez de Kâmil Paşa Hükümeti’nin düşürülmesi için girişimlere başladılar.
Kendi politikalarının önünde engel teşkil ettiğini düşündükleri Said Paşa Hükümeti nasıl
baskıyla düşürülmüşse, Kâmil Paşa hükümeti de aynı yolla İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin
önünden çekilmeliydi. Bu amaçla Kâmil Paşa Hükümeti’nin mecliste güvenoyu ile
düşürülmesi teşebbüsü başlatıldı. Kâmil Paşa, buna mukabil Çarşamba günü Meclis’te
bulunabileceğini bildirmiş. Meclis ise Cumartesi günü gelmesinde ısrar ederek Kâmil Paşa’yı
gece yarısına kadar beklemeye karar vermiştir. Kâmil Paşa, gene ortalarda gözükmeyince,
Meclisin yaptığı oylama ile Kâmil Paşa Hükümetine 207 oydan 8 kişi itimat oyu vermiş, 196
241 Francis Mc Culagh, Abdülhamid’in Düşüşü, (Çev:Nihal Önol), İstanbul Kitaplığı, İstanbul, 1990, s.43. 242 “Harbiye Nâzır-ı Sabık Nazım Paşa”, Volkan, 16 Şubat 1909, Nr: 47, s.1.
101
kişi itimatsızlık oyu vermiş ve Kâmil Paşa Hükümeti resmen düşmüştür243. “Sadrazam'ın
vatan ve milleti zulüm ve istibdada doğru sürüklediği, Mebusan Meclisince Paşa hakkındaki
itimadın münselib olduğu ve Paşa'ya Mecliste itimad reyi verilmediği” zikredilmiş ve “Kâmil
Paşa artık Sadrazam değildir” denilmişti. Ahmed Rıza Bey oylama sonucunu bir tezkere ile
Kâmil Paşa’ya bildirmiştir. Kâmil Paşa bunun üzerine istifaya mecbur kaldı244. Böylece
Kâmil Paşa’nın istifasından önce Meclis, Hükümeti düşürmüş ve aynı gece saat 22.20’de II.
Abdülhamid’in huzuruna çıkan Meclis Başkanı Ali Rıza Bey ve Meclis İkinci Başkanı Talat
Bey, Kâmil Paşa’ya Meclis tarafından 198 oyla itimatsızlık oyu verilmiş olduğunu
belirtmişlerdir. Padişahtan Kâmil Paşa’nın yerine, “ehemmiyet-i ahaliye ve hariciyeye
adamaya müsaid” birinin Sadarete atanmasını talep ve rica etmişlerdir. Bunun üzerine II.
Abdülhamid, düşen kabinede Dâhiliye Nazırı olan Hüseyin Hilmi Paşa’yı Sadarete, kendisine
istifasını veren Şeyhülislam Cemalettin Efendi’nin yerine de, Rumeli Kazaskeri olan
Ziyaeddin Efendi’yi atamıştır. Böylece 5 Ağustos’ta Hükümete gelen Kâmil Paşa, 14 Şubat
1909’da Meclisin vermiş olduğu “Adem-i İtimad” oyları ile düşürülmüş oluyordu. Kâmil
Paşa’nın yerine sadarete atanan Hüseyin Hilmi Paşa, Rumeli Umumi Müfettişliğinde
bulunmuş, Kâmil Paşa Hükümetinde Dâhiliye Nazırlığı yapmış bir devlet adamıdır. 17 Şubat
günü Hilmi Paşa, kabinesinin programını Mecliste okudu ve güvenoyu aldı.
Muhalif Dr. Rıza Nur, Kâmil Paşa’yı ve düşürülüşünü şöyle anlatmaktadır: “Kâmil
Paşa büyük bir şöhrete mâlikti... İngiliz dostu olmakla meşhurdu. Halkta bu sayede, İngilizleri
Türkiye’ye hizmet ettirir kanaati vardı. Hey gaflet! Meselâ ben bu fikirle, safderun bir çocuk
gibi, İngiliz sefarethanesine gitmiş; Meşrutiyet’e yardım dilemiştim. İlk günlerde bir kısım
halk da İngiliz sefirinin arabasını, atları çözüp, Sirkeci’den sefarethaneye kadar çekmişti. Bir
devletin siyaseti böyle şeylerle döner mi dönmez mi, bilen bir kimse yoktu. Kâmil Paşanın
İngilizlerle münasebetinin ne olduğunu ve derecesini bilen de yoktu. Birçok zaman sonra hâsıl
edebildiğim fikre göre, İngiliz sefirinin sersemce âleti olmaktan, onun tarafından
aldatılmaktan başka bir şey yapamıyordu. Kâmil, İngilizlerle işi halledebileceğine
güveniyordu. Cemiyet ayrı fikirdeydi. Kâmil Cemiyet’i dinlemedi. Cemiyet mecliste onun
düşmesini hazırladı. Bir perşembeydi, Kâmil Paşa’ya gittim. ‘Seni düşürüyorlar, cumartesi
gideceksin; başka tedbir mümkündür, yaparsan yerinde kalırsın.’ dedim. Bu adamı
görüyordum, ihtiyar; yokmuş denecek derecede seyrek bir aksakal. Gözü, yüzü şayan-ı hayret
bir surette en koyu bir Yahudi siması. Yanağında ve gözünde tik var, bir düzüye oynuyor. Sağ 243 MMZC, c.I, D.I, İç. I, Elliikinci İntikat, TBMM Basımevi, Ankara, 1982, s.616-617. 244 Mehmet Tevfik Biren, II. Abdülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke Devri Hatıraları, (Haz. F. Rezan
Hürmen), Arma Yayınları, 1993, s.9.
102
şehâdet parmağını kaldırdı, tikini yaptı, çenesini tıpkı acuze karılar tarzında oynattı, ‘Korkma,
bir şey olmaz.’ dedi. Şaştım, ben görüyorum, herkes görüyor, bu koca tecrübeli siyasî
görmüyor. Bir aralık ‘Bu adam sakalı değirmende ağartmamış ya, elbet bir bildiği var, biz
çocuğuz.’ dedim. Dedim ama yine kanaat etmedim. Cumartesi günü Meclis onu çağırdı,
gelmedi. Galiba gelmemek tedbiri imiş! Gelmeyince gıyabında adem-i itimat verdiler,
devrildi gitti... Sonra evine gittim. ‘Bakınız.’ dedim. Hiç lâf yok. Artık beni severdi. Arada
haber yollar çağırırdı... Çok konuşmaz, söz söylediği nadirdi, insan onu bu haliyle bir kapalı
kutu zanneder, ‘içinde acaba ne cevherler var.’ der. Zamanla öğrendim, maatteessüf içi
bomboştu. Boş bir küp. Hatta onun gibi sesi de yok... Zavallı millet, böyleleriyle ne kadar
idare edilmiş; daha da edilecek... 245”
İttihatçı olmasa bile, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne yakın olan Hüseyin Hilmi Paşa’nın
sadarete getirilmesi ile İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hükümeti resmen ele geçirmiş olduğu
söylenebilir. Bu siyasal manevra, İslam Cemiyeti’nin “Makedonyalılar kendi otokrasilerini
kuruyor” feryadına güç kazandırdı246. Muhafazakâr kesimde Makedonya Cuntasının İslam’ı
tasfiye ederek memleketi gâvurlara teslim etmeye hazırlandığı anlayışı hızla yayılmaya
başladı.
Mehmet Tevfik Bey (Biren) Hüseyin Hilmi Paşa kabinesi ile ilgili olarak şu yorumda
bulunmaktadır: “Benim kanaatime göre Hüseyin Hilmi Paşa’ya sadaretten ziyade Dâhiliye
Nazırlığı daha münasipti. Hususiyle Paşa, böyle kritik bir zamanda, idarenin en yüksek
noktası olan makamda bulunarak devletin iç ve dış siyasetini usulü ile idare etmek için elzem
olan vasıfları pek de haiz görünmüyordu. Esasen malumatı da oldukça mahdudtu. Vakıa
bulunduğu mevki için sadece malumatın el vermeyeceği muhakkaktı. Hakkı Paşa gibi bir
insanla mukayese edildiğinde Hüseyin Hilmi Paşa, vukuf kesbettiği sahaların sınırlılığına
rağmen Dâhiliye Nazırlığında kalsaydı bu nezareti Hakkı Paşa çok daha iyi idare edebilir ve
zaten bu kadarı da kâfi görülebilirdi247.”
2.2. 31 Mart Olayı’nın Provası: Kör Ali Olayı
Kör Ali, Halıcılar Camii’nin müezzinidir. Kör Ali, bir ara Fatih Camii’nde vaaza çıkmış
ve etrafında toplanan bazı kişilere Meşrutiyet aleyhtarı görüşlerini aşılamaya çalışmıştır. Hatta
Kör Ali, bu nedenle tutuklanmış, fakat “aklı başında değildir” gerekçesiyle tahliye edilmiştir.
245 Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, c.V, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1994, s.142–143. 246 Alan Palmer, Son Üç Yüz Yıl Osmanlı İmparatorluğu, İş Bankası Kültür Yay., İstanbul, 2003, s.213. 247 Biren, a.g.e., s.10.
103
Kör Ali, 7 Ekim 1908248 günü Fatih Camii’nde vaaz kürsüsüne çıkmış, burada içindeki
Meşrutiyet aleyhtarı fikirlerini açıklayarak, camide bulunanlara Kânun-u Esasî ve Mebusan
Meclisi aleyhinde sözler sarf etmiş, hürriyet ve eşitlik gibi kavramların anlamsız şeyler
olduğunu anlatmıştır. Kör Ali orada toplanan halka, kendisinde bir takım manevî hallerin
meydana çıktığını ve görünmeye başladığını da ifade ederek, orada bulunanlara kendisini bir
veli ve aziz gibi göstermeye çalışmıştır. Yanında arkadaşı Hersekli İsmail Hakkı olduğu
halde, camide vaazını dinleyenlere, kendisini yalnız bırakmayacaklarına, ayılmayıp birlikte
hareket edeceklerine dair yeminler ettirmiştir. Kör Ali önceden plan yaparak ve sistemli bir
şekilde işe başlamıştır. Yanında getirdiği tülbentleri, kendilerini ulema cemiyetinden
göstermek için, cemaate feslerinin üzerine takılmak için dağıtmış ve kendisi silahlı olduğu
halde Fatih Camii’nden çıkmıştır249.
Kör Ali, Fatih Camii’den çıktıdan sonra meydanda bulunan bir musalla taşına çıkarak:
“Eyvah ümmet-i Muhammed uyanın! Toplanın ey müminler! Vakit, saat geldi. Tecelliyât var!
Düşün peşime! Bu sürüye bir çoban lazım. Çobanımızı bulalım250” diyerek milleti galeyana
getirmiştir. Halkla birlikte Yıldız Saray’ına doğru yürümeye başlamıştır. Kör Ali’nin peşine
takılan, sarıklı-sarıksız insanlardan meydana gelen topluluk Yıldız’a kadar çoğalarak
ilerlemiştir. Aynı kalabalık Harbiye Nezareti önünden köprü yoluyla Beşiktaş’a, oradan da
Yıldız Sarayına gitmiştir. Her geçen saate artan bu kalabalık, 16.00 sıralarında Yıldız Sarayı
önüne gelmiştir. Böyle bir kalabalığın Yıldız Sarayı önüne geldiğini haber alan II.
Abdülhamid, Başkâtibi Ali Cevat Bey’i yanına çağırarak bu kalabalıkla görüşmesini
emretmiştir. Ali Cevat Bey, Saray’ın kapısı önüne çıktığında; “arakiyyenin(külah) üzerine bir
sarık sarmış, göğsü-bağrı açık, pejmurde kıyafetli, şaşı gözlü, meczub tavırlı bir adamın
koltuğuna iki kişi girmiş ve etrafına da ellerinde bayraklar 40-50 kadar adamın toplanmış”
olduğunu belirterek, bu olayı izlemek için halktan birçok kişinin de Yıldız’a geldiğini ifade
etmiştir. Hoca Ali Efendi adında bir adam: “Meyhaneler kapanmalı, resim çıkarmak men
olunmalı, İslâm kadınları sokaklara çıkmamalı” diye bağırdığını ifade ettikten sonra, Kör
Ali’ni koltuğunda bulunan kırmızı yüzlü, seyrek sakallı ve genç - muhtemeldir ki Hersekli
İsmail Hakkı - hocadan ne istediğini sormuştur. Genç adam da: “Kânun-u Esasî’yi
istemiyoruz” demesi üzerine, Padişah’ın yanına gitmiş ve II. Abdülhamid’e olayı şöyle
248 Tarık Zafer Tunaya, İslamcılık Cereyanı; İkinci Meşrutiyet’in Siyasî Hayatı Boyunca Gelişmesi ve
Bugüne Bıraktığı Meseleler, Baha Matbaası, İstanbul, 1962, s.130. 249 Süleyman Kani İrtem, 31 Mart İsyanı ve Hareket Ordusu; Abdülhamid’in Selanik Sürgünü, (Haz.
Osman Selim Kocahanoğlu), Temel Yayınları, İstanbul, 2003, s. 37. 250 Şevket Süreyya Aydemir, Makedonya’dan Ortaasya’ya Enver Paşa (1908–1914), c.I, Remzi Kitapevi,
İstanbul, 1972, s.113–114.
104
anlatmıştır: “Efendimiz bu gelen adam Ali isminde bir meczup imiş. İçlerinde Fatih
dersiamlarına benzer hiç kimse yoktur. Nuri Paşa kulunuzun da ifade ettiği gibi çok fazla
kalabalıklarsa da, bunlar ulemadan ve talebeden olmayıp, Ramazan-ı şerif ve bilhassa
akşamüstü olması sebebiyle sokaklarda bulunan işsiz-güçsüz bir takım adamlardır.
Beşiktaş’taki aşçı ve tablakârlar10 da bu herifin arkasına takılarak buraya gelmişlerdir.
Zabtiye Nazırı Sami Paşa, İttihat ve Terakki Cemiyeti azasından Talat Bey kullarınız da
buradadırlar. Bu kullarınız mülâyemet (yumuşaklık) ve suhuletle (kolaylık) bu kalabalığı
sessizce dağıtırlar. Efendimiz zahmet buyurmayınız. Yine tekrar ederim. İçlerinde ulemadan,
hocalardan kimse yoktur, rica ederim, zahmet buyurumlasın” demiştir. Ali Cevat Bey bu olayı
II. Abdülhamid’e anlattığı sırada, Mabeynci Nuri Paşa içeriye girmesi üzerine, II.
Abdülhamid’in usulen Nuri Paşa’ya dışarıda neler olduğunu sorması üzerine; Nuri Paşa’nın
“dışarıda bine yakın sarıklı adamların bulunduğunu” söylemedi etmesi üzerine, Padişah,
Mabeyin penceresinden kalabalığa görünmüştür. II. Abdülhamid’i pencerede gören Kör Ali,
yüksek bir sesle, “Padişahım, çoban isteriz. Çobansız sürü olmaz. Şeriat emrediyor.
Meyhaneler kapanmalı. İslâm kadınları açık-saçık sokaklarda gezmemeli. Resim
çıkarılmamalı. Tiyatrolar kapatılmalı. Korkma, tecelliyat var. Evliya perde altında tecelli
ediyor.” demiştir. Bu sözler üzerine II. Abdülhamid de, “İcap eden emir verilir. Mukteza-yı
şeriat icra olunur, müsterih olun hoca efendi” demekle birlikte, Kör Ali’nin aklının başında
olmadığını anlatmak istercesine Ali Cevat Bey’e bakarak gülümsemiştir251. Bundan sonra
kalabalık dağılmaya başlamıştır.
Kör Ali ve yanındaki kalabalık Yıldız dönüşünde rastladıkları Sadrazam ve
Şeyhülislama hakaret ve taarruzda bulunmuşlar, Şeyhülislamın arabasının camlarını
kırmışlardır. Bu olaydan kısa bir süre sonra Kör Ali, kayınpederi Urfalı Mehmet ile İsmail
Hakkı, Abdullah ve birkaç arkadaşı zabtiye tarafından tutuklanarak adliyeye götürülmüşlerdir.
Kalabalık bir halk kitlesi, Kör Ali’yi ve onunla beraber tutuklananların haklarını savunmak ve
onları kurtarmak amacıyla Meşihat Dairesine gitmişlerdir. Kör Ali ve arkadaşları 29 Ekim
1908’de yapılan yargılama sonucunda idama mahkûm edilerek asılmışlardır252.
Kör Ali olayı daha sonra patlak verecek olan 31 Mart Olayı’nın bir çeşit provası
olmuştur. Bu olay muhalefet gibi toplumda da İttihatçılara karşı öfkenin hızla yaygınlaştığını
göstermektedir. Tarık Zafer Tunaya’ya göre Kör Ali olayı katı bir irtica hareket olarak
değerlendirilebilinir253. 251 Ali Cevat Bey, İkinci Meşrutiyet’in İlânı ve Otuzbir Mart Hadisesi; II. Abdülhamid’in Son Mabeyn
Başkâtibi Ali Cevat Beyin Fezlekesi, (Haz.: Faik Reşit Unat), TTK Yayınları, Ankara, 1991. s. 15-16. 252 Cemal Kutay, 31 Mart İhtilalinde Abdülhamid, Cemal Kutay Kitaplığı:1, İstanbul, 1977. 253 Tunaya, İslamcılık Cereyanı, s.130.
105
2.3. Ordu İçinde Ortaya Çıkan Siyasal Çekişmeler
2.3.1. Alaylı-Mektepli Siyasi Çekişmesi
31 Mart Olayı’nın ortamını hazırlayan diğer bir etken de, ordudaki hoşnutsuzluktu. Bu
hoşnutsuzluk her şeyden önce, Hürriyetin ilânı ile birlikte orduya hâkim olan Harbiye
Mektebi mezunu subayların kurmaya kalkıştıkları yeni düzenden ileri geliyordu. Bunlar,
Harbiye mezunu olmayan, alaylı denilen subayların ordudaki sayı ve rollerini azaltmak için
teşebbüse geçtiler. Böylece, I. Ordudan 1400 alaylı subay kadro dışına çıkarıldı. Sonradan
Harp Divanı’nın idama mahkûm ettiği subaylardan 6 tanesinin büyük ihtimalle alaylı
oldukları anlaşılmaktadır. Söz konusu tasfiye hareketi yalnız alaylı subaylar arasında
hoşnutsuzluk doğurmakla kalmadı, ayrıca orduda kalıp subay olmak isteyen erbaşları da
tedirgin etti. Er ve erbaşların diğer bir şikâyetleri de, yeni düzende talimlerin çok sıkı
tutulması ve kışlalarda Harbiyeli subayların beğendikleri sert Prusya disiplininin
uygulanmasıydı. Oysa Hürriyetin ilânından önce orduda disiplin ve talimler çok daha gevşek
tutulurdu. Asker bu bakımdan şikâyetlerine dinî bir biçim verebilmişti: Askere göre, yeni
düzenin sıkılığı yüzünden namaz ve hamam gibi dinî ihtiyaçları da görülemez olmuştu254.
Mizancı Mehmed Murad ordu içindeki yozlaşmayı şu şekilde açıklamaktadır: “İnkılâba
vücut veren “Cemiyet-i İttihadiyye”, belli bir düzeyin üzerine çıkmış siyasetçilerin ve fikir
insanlarının hizmet ettiği cemiyet olmayıp Bulgaristan sınırında küçük subay ve müfrezeler
içinde örgütlenmiş bir teşkilattı. Dolayısıyla cemiyetin ilk yöneticileri küçük rütbeli subaylar
olmaktadır. Daha sonra gelenler, mürşitlik ve müritlik mantığıyla, rütbesi ne olursa olsun
bunlara tabi olmak durumunda idi. Bu tür yapılaşmalar ise askeri düzene aykırı düşmekteydi.
Rütbelere bakılmaksızın subaylar birbirleriyle senli-benli olmaktaydılar. Bu durum
Meşrutiyet’in ilânıyla kışlalara kadar yaygınlık kazandı. Bu hal Mehmetçiklerin gözünden
kaçmadı. Ordu içinde İttihat ve Terakki’ye sadakat yeminleri ettirildiğinden kardeşlik ve
eşitlik temaları işlenmekte idi ve Mehmetçik bunu “binbaşı ne ise ben de oyum” şeklinde
algılamaya başladı ki, bu da askerî düzene aykırı, onu sarsacak bir durumdu. Askerlerin böyle
bir ortamda isyana kalkışması, olayın süratle genişlemesine sebep oldu255.”
Bazı Harbiyeli subaylar ve bu arada avcı taburlarının bazı subayları kendilerini siyasete,
sefahate kaptırmaları veya ihmalleri yüzünden askerle temas kurmamışlar, askerlerin
254 Akşin, İttihat ve Terakki, s.121. 255 Mizancı Murad, Mizancı Murad Bey’in II. Meşrutiyet Dönemi Hatıraları (Haz.:Celile Eren Argıt),
Marifet Yayınları, İstanbul, 1977, s.185.
106
psikolojisinden habersiz bir hale gelmişlerdi. Bu durumda mağdur olan bazı alaylıların veya
askerle hemşeri olan bazı medrese talebelerinin askerleri, İttihat ve Terakki aleyhinde
kışkırtmaları kolaylaşmış oluyordu. Üstelik genç ve küçük rütbeli subayların Hürriyetin
ilânından hemen önce kıdemli kumandanlara karşı ayaklanarak orduya hâkim olmaları,
ordudaki hiyerarşi anlayışını sarstığı için, askere disiplin bakımından kötü bir örnek olmuştur.
Döneme tanıklık edenler, Meşrutiyet öncesinde, askerin eğitiminin yetersiz olduğunu
belirtmektedirler. Tembelliğe meyilli olan asker böyle bir ortamda daha da tembelleşiyordu.
Ancak bu vahim durumun aşılması gerekiyordu. Zira Osmanlı devletinin geldiği siyasî
ortamın yeni savaşları gündeme getirmekteydi. Askerlik kurallarının gerektirdiği sıkı disiplin
ve talimler hemen uygulanmaya konulması gerekiyordu. Bunun sonucunda çeşitli bahanelerle
talimden kaçmanın yolları aranıyordu. Dinî ve ananevî zaruretler sebebiyle itiraz
edilemeyecek bahaneler bulunmakta idi. Sabahları “hamamcı” olduklarını ileri sürerek ve bu
mazeretin arkasına sığınarak yoklamalara katılmayanların sayısı artmakta idi. Ayrıca
talimlerden kaçmak için de ibadet bahane edilmekte idi. Bunu önlemek ve talimi sevdirmek
için bazı motivasyonlar geliştirilmeliydi. Ancak mazeret kabul edilmeden herkes yoklamalara
ve talimlere katılmaya zorlandı. Fakat bunların içinde gerçekten mazereti olanlar için bu
durum kabul edilemezdi. Dolayısıyla bu hassasiyete karşı geliştirilen tavırlar, hatta bir kısım
subaylar tarafından askerlere küfürlü konuşmalar güveni sarsmıştı. Dini vecibelerini yerine
getirmek isteyenlerle bunu bahane ederek görevini aksatanların birbirine karıştırılması,
olaylara dini bir renk verilmesinde rol oynamıştı. Mehmed Murad Bey bu konuda şu yorumu
yapmaktadır: “Meşrutiyetle beraber büyük talimlere yol açıldı. Şu emr-i makbul, nef eratı çok
yoruyordu. Bu sebeple sabah yoklamalarında hamamcı yüzdesi yükseldi... Hamam talihleri
bazen tekdir en talime sevk olundu. On talibin sekizi tembel ise bile, ikisi cidden hamamcı idi.
Kuruların yanında yaslar dahi yanıyordu. Yanıyordu ama iş âdâb-ı dînîyeye dokunuyordu.
Mehmedciklerimizin ise topu iki adet mâlikâne-i fikrîsi vardır: Biri dîn, diğeri devlettir.
Onlara dokunmağa gelmez... Onlara vaki olan cüz’î temastan Mehmedciklerin bütün varlığı
lerzenâk olur... Mehmedcik tefekküre koyulunca, o güne kadar görmediği bir takım şeyleri
görmeğe başlar. Meselâ, geçen gün abdesthanede bir parça kâğıt görmüş idi; filân zabit şunu
yapmış, bunu söylemiş idi. Bunları birer birer zihninde büyütmeğe başlar.” diyerek bu
“hamam ve abdesthane muhâkemâtının” meseledeki dahlini ortaya koymaktadır. Rıza Nur da:
“Asker ve millet çok dindardı. Genç zabitler dinde ihmal ediyorlardı. Bazıları kışladaki
abdesthanede, kâğıt ile temizlenirmiş; su iktizâ eden askere sabahleyin hamama izin
vermezlermiş. Hâlbuki kıç su ile yıkanırdı; neferler gusûl etmeyince o günü ekmeğe elini bile
107
süremez, aç kalır. Keza bazı zabitler nöbetçi oldukları zaman kışlada fuhuş yaparlarmış.”
diyerek aynı noktaya temas etmektedir256.
Abdülhamid devrinde askerlere çok yüz verilmiş, askerler talim ve inzibata riayet
etmiyordu. Hatta müracaatları üzerine neferler onbaşı, onbaşılar çavuş, çavuşlar teğmen
yapılmıştı. Tezkere alanların hepsine çavuş rütbesi verilmişti. İstanbul’daki ikinci fırkada hiç
mektepli zabit yoktu, hepside alaylıydı. Abdülhamid’e bağlıydılar257.
31 Mart Olayının çıkışından on beş gün evvel bir teftiş hadisesi de bu taburların
gücendirilmesine neden olmuştu. Hassa Ordusu Kumandanı Mahmut Muhtar Paşa, Avcı
Taburlarını teftiş etmiş, talim ve terbiyelerini beğenmeyip, taburların kumandanı Binbaşı
Şükrü Bey’i “On beş gün süre veriyorum. On beş gün sonra taburları yeniden teftiş edeceğim.
Aynı hali görürsem subayları açığa alırım” diye tehdit etmişti258. Derviş Vahdeti’nin
Volkan’da yayınladığı asker mektuplar da askerler arasındaki gerginliğin yayılmasına neden
olmaktaydı. Volkan’ın yayınları alaylı askerlerin sesi olmakla kalmamış, mekteplilere karşı
bir cephenin oluşmasında büyük etki yapmıştır.
2.3.2. Avcı Taburları’nın İstanbul’a Gelişi
İttihat ve Terakki Cemiyeti, II. Abdülhamid’e ve onun temsil ettiği güçlere karşı
iktidarlarını ve can güvenliklerini korumak için ve İstanbul’da bulunan askerlere
güvenilemediğinden, Meşrutiyeti korumak maksadıyla Eylül ayı sonlarında 3. Ordudan üç
Avcı Taburu, Mecidiyeköy’deki Taşkışla’ya yerleştirmiştir. Selanik’ten getirilen bu
taburlara, o günlerde “Meşrutiyet’in sadık bekçileri” ve dolayısıyla da cemiyetin destekçisi
olarak bakılıyordu. Avcı taburlarının Selanik’ten İstanbul’a sevk edilmeleri sırasında, 3. Ordu
Komutanı Mahmut Şevket Paşa, avcı taburlarına hitaben yaptığı konuşmada bunların
üslendiği misyonun önemini şu şekilde ifade etmektedir: “İstanbul’daki vazifeniz çok
mühimdir. Bunu şimdiden düşünmelisiniz ve ona göre vatanın maruz kalacağı tehlikeleri göz
önünde tutmalısınız. Siz sadece asker değil, aynı zamanda hürriyetin de nigahbanısınız259.”
İttihatçıların “Nigehbân-ı hürriyet”, “Nigehbân-ı meşrûtiyet” dedikleri ve Cemiyet’e mensup
subaylar emrinde bulunan 4 Avcı taburu, Selanik’ten vapura bindirilip merasimle Taşkışla’ya
yerleştirilmiştir. 256 Aksun, a.g.e., c.V, s.160. 257 Sina Akşin, 31 Mart Olayı, Yay. No:305, Sevinç Matbaası, Ankara, 1970, s.16. 258 Tahsin Ünal, Türk Siyasi Tarihi, Emel Yayınları, Ankara, 1977, s.364. 259 Ahmet Turan Alkan, İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2001, s. 107.
108
19 Ekim 1908’de İstanbul’a gönderilen avcı taburlarının tamamen iç politikaya yönelik
bir amaçla, İstanbul içindeki kuvvet dengelerini değiştirmek için gönderilmiş olmaları
hususunda, muhalif-muvafık tüm gözlemcilerin fikir birliğine varmış olmaları son derecede
önemlidir260. Mizancı Murad, avcı taburlarının Meşrutiyet’e bağlılıklarını şöyle ifade
etmektedir: “Avcı taburları bütün mevcudiyetiyle Cemiyete merbut idiler. Esasen bütün
Üçüncü Ordu erkânı inkılâba, kendi eserleri gözüyle bakıyorlardı. Bunun için, hepsinde kendi
malını koruma gayreti vardır261.”
Avcı Taburlarının Meşrutiyet’in bekçileri olarak Selanik’ten İstanbul’a getirilmesi,
Kâmil Paşa Kabinesi ile İttihat ve Terakki Cemiyeti arasında güven sorununa yol açmıştır.
Kâmil Paşa, getirilmek istenen avcı taburlarının İstanbul’daki siyasi dengeyi İttihat ve Terakki
lehinde değiştirerek Kâmil Paşa Hükümeti’nin nüfuzunu büyük ölçüde sarsılacağını
öngörmüştür. Kâmil Paşa, bu taburları en kısa sürede ve derhal İstanbul’dan uzaklaştırmak
istemektedir262. Kâmil Paşa, İttihat ve Terakki’nin bu avcı taburlarını, hükümete karşı bir
ihtilâl aracı olarak kullanılabileceğini ileri sürerek, avcı taburlarının gelmesine bu nedenle
şiddetle karşı çıkmıştır. Kâmil Paşa, İttihatçıların İstanbul’da kendi saltanatlarını kurmak için
Mahmut Şevket Paşa komutasında getirecekleri Rumeli kuvvetlerine İstanbul’da yerleştirilen
Avcı Taburları’nın destek vereceğini düşünmektedir. Olayları ilerleyen safhalarında
görülebileceği gibi Avcı Taburları, Mahmut Şevket Paşa komutasında orduya destek vermek
görevinin aksine Paşa’nın İstanbul’a geliş nedeni olan ayaklanmayı başlatacaktır.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin bu taburları İstanbul’a getirmek istemesinin görünürdeki
sebebi, Bulgar tehdidini öne sürerek, başkentteki Avcı Taburları’nın sayısını artırmaktır263.
İttihat ve Terakki Cemiyeti önderleri II. Meşrutiyet sonrası aktif siyasete girmedikleri ve
rejimin tehdit altında olduğunu düşündükleri için cemiyetin nüfuzunu güçlendirecek olan
Avcı Taburları’nın İstanbul’da olası darbelere karşı bulunmasını zaruri görmekteydiler.
Gerçektende Avcı Taburları, Taşkışla ve Yıldız Olayları’nda üzerlerine düşen savunma
görevlerini yerine getirmişlerdir.
260 Alkan, a.g.e., s. 109. 261Mizancı Murad, Mizancı Murad Bey'in II. Meşrutiyet Dönemi Hatıraları, s.284. 262 Doğan Avcıoğlu, 31 Mart’ta Yabancı Parmağı, Bilgi Yayınevi, Ankara, 1969, s.47. 263 Avcıoğlu, 31 Mart’ta Yabancı Parmağı, s.47.
109
2.3.3. Ordu İçindeki İlk Kıvılcım: Taşkışla Olayı
Avcı Taburların İstanbul’a gelişi, İstanbul’daki Arnavut ve Arap taburlarına mensup
askerler arasında da şüphe ve korku yaratmıştır. Askerler Avcı Taburları’nın kendilerine karşı
getirildiğini düşünmüşlerdir. II. Mahmut’un Yeniçerileri dize getirmek için İstanbul dışındaki
kuvvetleri getirip İstanbul’daki kışlaları topa tutarak ocağı kaldırmasındaki izlediği yöntemin
bu kez Avcı Taburları’nca tekerrür edeceği endişesine kapıldılar.
Kâmil Paşa’nın sadareti sırasında vukua gelen hâdiselerden biri de Taşkışla’da bulunan
ve Cidde’ye sevkleri kararlaştırılan, beş senedir askerlik yapan iki piyade taburu erlerinin,
âdet haline gelmiş bir usulle silah çatıp, terhislerini istemeleridir. Devr-i Hamîdî’de netice
verir bir âdet haline gelmiş bulunan şu basit itaatsizlik, bir takım İttihatçı zabitan tarafından
pek fazla büyütülmüş ve genişletilmiştir264. 1321 (1905) senesinde orduya alınmış, İkinci
Fırka-i Hümayun’a mensup olan ve Taşkışla’da bulunan bazı alaylardan, 87 asker Cidde’ye
sevk edilmek üzere seçilmiştir. Taşkışla Olayı, seçilen bu askerlerin Cidde’ye sevk
edilmelerine karşı çıkmaları, tezkerelerinin verilerek askerlikten ayrılmak istemeleri ve kendi
yerlerine de yeni askerlerin alınmasını istemeleri üzerine 31 Ekim 1908 Cumartesi günü
çıkmıştır. Çıkan bu olay iki gün kadar sürmüş ve ayaklanan askerler iki gece kışla bahçesinde
silah çatarak beklemişlerdir. O Döneme kadar görülebilen bu tarz protestolar genellikle
askerlerin isteklerinin anlayışla karşılanması ile sonuçlanmaktaydı. İttihat ve Terakki
subaylarının orduda Alman ekolünü benimsemesiyle beraber iyi eğitim görmüş mektepli
subaylar hızla alaylıların yerine geçmeye başlamıştır. Disipline önem veren mektepli subaylar
çavuşluktan gelen alaylı subaylar gibi bu protesto girişimine yumuşak bir tepki vermemiş,
aksine bu olayı bir başkaldırı olarak değerlendirmişlerdir.
Hassa Ordusu Kumandanı Mahmud Muhtar Paşa, Taşkışla Kumandanı Mirliva Şükrü
Bey’den aldığı telgraf üzerine bu olayı öğrenmiş, Ordunun Kurmay Başkanı olan Halil Sedes
Bey’i yanına çağırarak Şükrü Bey’den aldığı telgrafı Halil Sedes Bey’e okutmuştur.
Taşkışla’dan alınan telgrafta şunlar yazılmaktadır: “Bu sabah 6. alayın eski erlerinden
birçoğunun karavana almayıp, talimhanenin Yıldız Sarayı tarafına bakan cephesinde
toplandıkları ve ‘Padişahım Çok Yaşa’ âvazeleriyle tezkere istemekte oldukları ve talime de
iştirak etmeyerek isyan alaimi göstermekte oldukları maruzdur.” Mahmud Muhtar Paşa almış
olduğu bu telgrafı Halil Sedes Bey’e okuttuktan sonra, Harbiye Nâzın Ali Rıza Paşa’dan
almış olduğu şu emri Halil Sedes Bey’e iletmiştir. Alınan emir şöyledir: “Otuz civarındaki asi
askerlerin pişman olup itaat etmeyecek olurlarsa üzerlerine ateş açılması”. Harbiye
264 Aksun, a.g.e., c.V, s.134.
110
Nazırından alınan bu emir kesindir ve son derece açıktır ve emrin aksine davranıp
direnenlerin vurularak öldürüleceklerini kapsamaktadır265.
Mahmut Muhtar Paşa’dan emri alan Halil Sedes Bey, Taşkışla’ya doğru hareket
etmiştir. Halil Bey Taşkışla’ya geldiğinde, Makedonya’dan henüz 12 gün evvel Taşkışla’ya
yerleştirilmiş olan avcı taburuna mensup erlerin, başlarında Tabur Kumandanı Remzi Bey -
sonraları Remzi Paşa - olduğu halde isyan eden askerleri kuşattığını görmüştür. İlk ateş
kuşatılan askerlerden gelmiş, atılan bir kurşunla avcı taburlarına mensup askerlerden birisi
yaralanmıştır266. Makedonya dağlarında komitacılarla çatışmaya alışkın olan bu askerler,
isyancı askerlere hemen karşılık vermiş, çıkan çatışmada asi askerlerden dördü öldürülmüş,
üçü ise yaralanmıştır. Böylece olay, Halil Sedes’in müdahalesine gerek kalmadan bitmiştir267.
Birinci Ordu kumandanı Mahmud Muhtar Paşa, üç çavuşun naaşlarını Yıldız
civarındaki taburlara ibret için saray etrafında sergilemek istemiştir. Padişah: “Muvâfık-ı akl-
ü hikmet olmayan böyle bir şeyin men’ini” istemiştir. Ali Cevad Bey, bu sebeple Sadrazam,
Harbiye Nazırı ve Birinci Ordu Kumandanının mabeyne çağrıldığını yazmakta ve: “Her
ikisinden evvel gelen Paşa’nın, kendisinin verdiği kararı kimsenin tağyir ve te’hîre selâhiyeti
olmıyacağını kemal-i şiddet ile beyan etmesi üzerine, ‘Sadrazam ve Harbiye Nazırı Paşaların
bu bâbda ne diyeceklerini bilmem, ancak adamlar, muhâlif-i kaanun hareket etmişler, siz de
bunların hakkında nizâm-ı askerîyi ifa ettiniz. Askerlik vazifesi burada tamam oldu. Bunların
naaşlarını köpek ölüsü gibi sürütemezsiniz; bu naaşlar artık mübarektir, mukaddestir.
Haklarında vazîfe-i diniye îfâ edilecektir. Bundan başka, bu naaşları darağacında görecek olan
neferât düşman askeri değil, onların ya hemşehrileridir ya akrabasıdır. Ders verelim der iken
hiss-i intikam ve nefret uyandırırsınız. O vakit mesele, bütün bütün başka bir şekil alır.’
dedim. Mahmud Paşa: ‘Her ne olursa olsun, ben bunları sürüye sürüye buraya getireceğim ve
asacağım.’ dedi. Bu esnada Sadrazam ve Harbiye Nazırı geldi ve müzakere için odaya gidildi.
Mahmud Paşa, bu bâbda reyinde musir olup, aksi halde istifa edeceğini kemâl-i tehevvürle
ifâde eyledi. Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa buna hacet olmadığını biraz telâşla beyan edince,
Kâmil Paşa ‘Bırak Paşa, varsın istifa etsin, bırak.’ dedikte, Mahmud Paşa hemen yerine
oturdu ve naaşların seibinden sarf-ı nazar olundu.” demektedir268.
Olaydan bir gün sonra Taşkışla olayı ile ilgili İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından
yayınlanan bir beyannamede; Taşkışla Olayından bahisle, “Mesele, devr-i sabıkta şımarıklığa
265 Halil Sedes, “İhtilalin Mukadderatı ve Canlı Bir Hatıra”, Tarih Hazinesi, S.15, İstanbul, 1952, s.765. 266 Ali Birinci, “31 Mart Vak’ası’nın Bir Yorumu”, GTT, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s.392. 267 Sedes, a.g.m., s.766. 268 Aksun, a.g.e., c.V, s.133–134.
111
alışan birkaç neferin tedibinden ibarettir. Bundan başka memleketin ahval-i umumiyesinde
ahaliyi heyecan ve telaşa düşürecek bir şey yoktur269” şeklinde bir açıklama yapılmıştır.
2.3.4. Yıldız Baskını
İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından kontrolü elde tutabilmek amacıyla İstanbul’a
yerleştirilen Avcı Taburları’nın dahil olduğu ikinci olay ‘Yıldız Olayı’dır. Avcı Taburları bu
olayda da İstanbul’daki askerlerin tepkisini çekmiştir ve isyanın bastırılmasında yine etkin bir
rol oynamıştır. Bu iki olay İttihatçıların İstanbul’daki ordulara neden güvenmediklerini ve
Avcı Taburları’nın yerleştirilmesindeki ısrarlarını açıklamaktadır.
II. Abdülhamid’in ‘Özel Muhafız Alayı’ arasında Söğüt yöresinden getirilmiş olan,
Kayı Boyuna mensup yaklaşık iki yüz Türk askeri yanında birkaç bin Arnavut ve Arap
askerleri yer almaktadır. Arnavut askerlere “tüfekçi” ve Arap askerlere de “sarıklı zuhaf”
denilmektedir. Bu Arap ve Arnavut asıllı, Padişahı korumakla görevli askerler, ayrı birlikler
halinde bulunurlar ve aralarına Türk askerini katmazlardı. II. Abdülhamid’in bu askerleri
seçmesindeki amacı, İstanbul halkının düşünce ve duygularına yabancı kalan ve hatta az veya
hiç Türkçe bilmeyen erlerden kurulu böyle bir birlik tarafından korunmakla; başkentteki
memnuniyetsizlik akımlarıyla ilgilenmeyerek, yalnız padişaha bağlı ve Padişah’ı korumakla
ilgilenen bir kuvvete sahip olmak istemesinden kaynaklanmıştır270.
Arap ve Arnavut asıllı birlikler arasında da giderek artan bir gelirim doğmuş; sonunda
basit bir olay neticesinde silahlı çatışma çıkmıştır. Süleyman Kani İrtem bu olayı şu şekilde
aktarmaktadır: “1305 (1888 Haziran)senesinin Ramazan Bayramı geldi. Yıldız askerlerine
Bayram Maaşı verildi. Askerler meydanda küme küme olmuşlar, milli oyunlarını
oynuyorlardı. Üç çalgıcı, Arnavut Zuhaf Alayı kışlası önünde sanatlarını icra ederken birkaç
Arap Zühaf efradı geldi. Çalgıcıları para vermek vadiyle, kendi kışlalarına davet ettiler.
Arnavutlar ise gitmelerine müsaade etmediler. Laftan lafa derken küfürlere vuruşmalara
varıldı. Araplara da, Arnavutlara da imdat geldi. El peşrevinden sonra iki tarafça da sopa ve
taş kullanılması yüzünden kan akmaya başladı. İş muharebe şeklini aldı. Miktarı az olan
Araplar çekilecek gibi göründüğü sırada nasıl olduğu anlaşılmadan iki kışlada da şiddetle
borular çalındı. Silah sesleri duyuldu. Muharipler kışlalarına çekildiler. Silahlandılar ve
muharebe meydanına döndüler. Kendi kendilerine ortaya çıkan elebaşılar kumandasında tüfek
269 İkdam, 1 Kasım 1908, Nr: 5185. 270 M. Naim Turfan, Jön Türklerin Yükselişi, (Çev:Mehmet Morali), Alkım Yayınevi, İstanbul, 2005, s.188.
112
atışmaya koyuldular. Zabitleri dinlemediler. Bir buçuk saat kadar süren bu muharebede yedi
maktul, elliden fazla yaralı oldu. Yaralıların birçoğu sonraki günler öldü271.” Bu olaydan
sonra iki grup arasındaki mesafe artmıştır.
Yıldız Saray’ını korumakla görevli Arnavut taburundan bir takım askerin terhis
edilmesi, Anadolu birliklerinden bir miktar Türk askerinin görevlendirilmesi üzerine ordu
içinde gerilim artmıştır. Arnavut Taburuna mensup askerler, Anadolu’dan gelen bu Türk
askerlerini aralarına kabul etmeyerek ve bu askerleri zor kullanarak kışladan dışarıya
çıkarmışlardır. Bunun üzerine Birinci Ordu-yu Hümayun Kumandanı (Hassa Ordusu) Ferik
Mahmud Muhtar Paşa tarafından verilen bir emir ile Arnavut askerlerinin bulunduğu kışlaya
Birinci Nişancı Taburuyla, Rumeli’den gelen ve Taşkışla’da ikamet ettirilen Avcı Taburu ile
beraber birkaç adet mitralyöz gönderilmiş ve Arnavut ve Arap Taburları, bu askerler
tarafından kuşatma altına alınmıştır. Mahmud Muhtar Paşa tarafından İkinci Fırka Kumandanı
Cevad Paşa’ya da, küçük bir fırsat bulunduğu takdirde Arap ve Arnavut askerlerin üzerlerine
ateş edilmesi için kesin emir verilmiştir. Bu arada Harem-i Hümayun’da bulunan saray
kadınlarının, kışlada bulunan askerin savaş vaziyeti almış olduğunu görmeleri ve bağrışmaları
üzerine, kışlada meydana gelen bu olayı anlamak için Sadrazam ile Harbiye Nazırı Saray-ı
Hümayun’a davet edilmiştir. Bunlara yapılan uyarılar soncunda, Saray-ı Hümayun’un hemen
iç tarafı olan böyle bir yerde kan dökülmesi272, Sadrazam Hüseyin Hilmi ve Harbiye Nazırı
Ali Rıza Paşaların müdahaleleriyle engellenmiştir. Padişahtan izin alınması üzerine, kışlada
bulunan Arap ve Arnavut taburları Taşkışla’ya nakledilmiştir Daha sonra Arap Taburuna
mensup bu askerler, Şam’a, Arnavut Taburuna mensup askerler de Selanik’e gönderilmiştir.
Birliklerin devir teslimi esnasında Birinci Ordu Kumandanı Mahmud Muhtar Paşa yine
Avcı Taburlarını kullanarak mitralyözlerle çevreyi kuşatmış ve en ufak direnişte ateş açılması
için emir vermekten de çekinmemiştir273. İstanbul askerlerinin alışık olmadıkları sert tutum ve
Mahmut Muhtar Paşa’nın tavizsiz ve sert tavrı, bu tavrın askerler arasında yaratmış olduğu
korku ile birleşince 31 Mart İsyanında İstanbul’da bulunan askerlerin Mahmut Muhtar Paşa’yı
istememelerinin en önemli nedeni olacaktır.
271 Süleyman Kani İrtem, Bilinmeyen Abdülhamid-Hususi ve Siyasi Hayatı, (Haz. Osman Selim
Kocahanoğlu), Temel Yayınları, İstanbul, 2003, s.307. 272 Ali Cevat, İkinci Meşrutiyet’in İlânı ve Otuzbir Mart Hadisesi; II. Abdülhamid’in Son Mabeyn
Başkâtibi Ali Cevat Beyin Fezlekesi, (Haz. Faik Reşit Unat), TTK Yay., Ankara, 1991, s.44. 273 Ahmet Turan Alkan, “Ordu Siyaset İlişkisinin Tarihine Bir Derkenar: 31 Mart Vakası ve Sonuçları”,
Osmanlı, c.II, Türkiye Yayınevi, Ankara, 1999, s.423.
113
2.4. Faili Meçhul Cinayetler ve Hasan Fehmi Bey’in Öldürülmesi
İttihat ve Terakki Cemiyetine karşı öne sürülen en ağır eleştirilerden birisi cemiyetin
muhaliflere karşı suikastlar düzenlediği iddialarıdır. İttihat ve Terakki Cemiyeti, 31 Mart
Olayı öncesinde meydana gelen cemiyete muhalif kişilere düzenlenen suikastlardan sorumlu
tutulmuştur ve işlenen siyasi cinayetlerin faili meçhul kalması da İttihatçılara yapılan
muhalefeti şiddetlendirmiştir. İşlenen cinayetlerden en çok yankı uyandıran Serbestî gazetesi
sermuharriri Hasan Fehmi Bey’inki olmuştur.
Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesi gibi yankı uyandıran diğer bir faili meçhul olay da
Zeki Bey’e yapılan suikast olmuştur. Mizancı Murad Bey’in taraftarlarından Ahrarcı Zeki
Bey de Hasan Fehmi Bey gibi sokak ortasında öldürülmüştür. Bakırköylü Zeki Bey, Mekteb-i
Mülkiye mezunuydu ve Düyun-ı Umumiye’de memurluk yapmaktaydı. Hasan Fehmi Bey
olayındaki gibi katilleri bulunamamış olay faili meçhul kalmıştır. Süleyman Şefik Paşa
katillerin bilerek yakalanmadığı tezini ileri sürmektedir274.
Mehmet Samim Bey’in öldürülmesi de muhalefeti tedirgin eden bir gelişme olmuştur.
Şefik Paşa yazdığı anılarında olayı şu şekilde aktarmaktadır: “Yine Mart (Rumi) ayı içerisinde
İttihatçıların muhalifi olan Mehmet Samim Bey köprü üzerinde tabanca kurşunuyla alenen
öldürülmüş, vuranların zabit olduğu bilindiği halde hükümet hiçbir harekette bulunmamış
oluğundan. Samimin cenaze alayına iştirak eden yüz binlerce halk dalgaları, cenazeyi
Ayasofya Camii yanında bulunan Millet Meclisi önüne götürüp orada Millet Meclisine
hitaben bu cinayetin failini isteriz. (Yani Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa, Hüseyin Cahid, Talat,
Cavid, Ahmed Rıza) diye bağırdılar. Hükümet bu nümayişe karşı da suskun kalmıştır. Özetle
anlaşılıyordu ki memlekette bir galeyan vardır. İttihat hükümeti halkı memnun edememiş ve
etmek kabiliyetinden de mahrumdu275.”
Atila Doğan Meşrutiyet sonrası İttihatçıların eylem ve yargılarıyla savundukları
materyalist ideoloji arasında şu şekilde bir bağ kurmaktadır: “19. yüzyılın ortalarında tıbbiye
aracılığıyla materyalist düşüncenin etki alanına giren Osmanlı Aydını, yüzyılın ikinci
yarısında biyolojik materyalizmle birlikte geleneksel ve dini düşünceden radikal bir kırılmayı
yaşamıştır. II. Abdülhamit döneminde çok fazla açığa vurulamayan söz konusu düşünceler, -
II. Meşrutiyet’in ilanıyla birlikte görece özgürlük ortamında yaşanan yoğun yayın
faaliyetlerle- kaleme alınan makale ve kitaplara bakıldığında dinin ve geleneksel düşüncenin
274 Süleyman Şefik Paşa, Hatıratım; Başıma Gelenler ve Gördüklerim; 31 Mart Vakası, (Çev: Hümeyra
Zerdeci), Arma Yayınları, İstanbul, 2004. s. 163. 275 Süleyman Şefik Paşa, a.g.e., s.165.
114
ahlâka referans olma özelliğini kaybettiği açık bir şekilde görülmektedir. Her alanda olduğu
gibi ahlâk üzerine kaleme alınan yazılara bakıldığında bundan böyle temel referans
kaynağının biyolojik materyalizm -Sosyal Darwinizm- olduğu açıkça gözükmektedir.
Geleneksel ahlâki referanslarını kaybeden Osmanlı Aydını kişisel menfaat, veraset ve buna
bağlı sürekli değişim düşüncesi -ki bunu gerçekleştirecek olan o günün fen bilimleriyle
donanmış kişilerdir- bağlamında ahlâkla ilgili ileri sürdüğü düşünceler topluma yeni bir ahlâk
anlayışı sunmaktan çok uzaktı. Belki de söz konusu durumun Osmanlı Aydını, mevcut ahlâki
değer yargılarının dayandığı temel referansları ve dolayısıyla ahlâkı yıkmaktaki gösterdiği
başarıyı, yeni referanslara dayanarak yeniden kurmaya çalıştığı ahlâki anlayışta
gösterememiştir. Osmanlı Aydınının sürekli değişim/gelişme adına toplumu dönüştürme ile
kendini sorumlu hisseden elit kesimi/yönetici sınıfı, mutlak anlamda hiçbir ahlâki değerin
olmadığı düşüncesinden yola çıkarak, kendisini her türlü eylem ve harekette yetkili/ serbest
görmüştür. Bu da süreç içerisinde toplumun geneline yayılarak, bir kuralsızlığa zemin
hazırlamıştır276.”
Dr. Rıza Nur, İttihatçıların muhaliflere karşı tahammülsüzlüğünü ve cemiyetin
düzenlediği iddia edilen cinayetleri şu şekilde anlatmaktadır: “Artık ittihatçıların
yolsuzluklarına, Yahudilerin meydan almasına pek kızıyordum. Meclis şöyle idi: Kimsede bir
kuvvet ve rey yok; Cavid, Talat, Karasu, Cahid gibi üç beş kişi emrediyor, eller kalkıyor.
Açık bir mücadeleye karar verdim. Bu tehlikeli bir işti. Düşündüm. Vazife hissi galip geldi.
Bir makale yazıp Yeni Gazete’ye neşrettim. Bu makalemin ruhu, Meclisin istibdat altında
olduğunu, rey ve hürriyetine sahip bulunmadığını göstermekti. Makalede dedim ki: ‘Bu
meclis değil, adi cansız bir makine. Manivelası da Talat, Cavid, Cahid gibi bir kaç adamın
elinde. Onlar işletirse işliyor, işletmezse işlemiyor, ipleri ileri isterlerse ileri, geri isterlerse
tornistan... Bu adamlar bir şirket-i inhisariye tesis etmişler, böyle yapıyorlar, ilah.’ Bu makale
bomba gibi patladı... O gün Meclis’e geldim. Talat beni gördü. Suratı çamur gibiydi. Kızınca
öyle olurdu. Kulağıma doğru eğilip ‘Kefenini hazırla.’ dedi. Bu tehdid müdhişti. Yaparlar mı
yaparlar. Mukaddes Cemiyet boyuna adam öldürüp duruyor. Korkmadım değil, korktum...
Ertesi gün, Mizancı Murad Bey Mecliste ziyarete geldi. ‘Makaleniz çok güzeldir, bundan ve
bilhassa cesaretinizden sizi tebrik ederim, hele şirket-i inhisariye tâbirinize bayıldım.’ dedi.
İttihatçıların ölüm tehdidi yüzünden artık yıllarca, elim, emniyet tetiği açılmış cebimdeki
tabanca kabzasında olduğu halde dolaştım; bir yaya kaldırımında ancak 50 metre kadar gider,
birden öteki kaldırıma geçerdim; her on adımda bir arkama bakardım, bir adamı iki defa
276 Atila Doğan, “Son Dönem Osmanlı Düşüncesinde Yeni Etik Arayışları”, 2. Siyasette ve Yönetimde Etik
Sempozyumu Bildirileri, Sakarya, 2005, s.405.
115
arkamızda görürsem diğer kaldırıma geçer yahut geri dönüp geldiğim istikamete yürürdüm.
Bu bende bir sevk-i tabii olmuştu. Bu yaşanacak hayat değil, fakat yaşadık. Bu sayede beni
vuracaklara pek az fırsat veriyordum. Bir iki günde ittihatçıların arkama koydukları hafiyeyi
keşfederdim... Bir müddet sonra ‘Görüyorum ki işler fena gidiyor.’ serlevhalı bir makale daha
yazdım. İkdam bunu baş makale olarak neşretti. Bu makale ötekinden müthiş akis çıkardı;
sanki kıyamet kopardı. Ertesi gün gazetelerden biri Times muhabirinin bunu gazetesine
yolladığı, telgraf parasının 360 İngiliz lirası tuttuğunu yazdı. Prens Sabahaddin ‘Majistral bir
makale, sizi tebrik ederim.’ dedi... Selanikli Rahmi beni mecliste ölümle tehdit etti... Bu
esnada Serez’de mahkeme azasından Sinoplu Cevad Bey İstanbul’a geldi. Bana dedi ki:
‘Serez’de bir fedaî komitası var. Senin katline karar verdiler. Başları Maarif Müdürü Şükrü
Bey (bilâhare Maarif Nâzırı oldu. İzmir suikastı davasında asıldı.) bunu alenen söylüyor.’
Serez’de Maârif Müdürü Şükrü’nün riyaseti altında İttihat Cemiyeti’nin bir fedaî komitesi
vardı. O vakte kadar Rumeli’de çok adam öldürmüşlerdi, İstanbul’da yalnız bir paşanın katli
meselesi vardı. Bunlar ekseriyetle mülâzımlardı: Mülâzım Halil (Enver’in amcası), Mülâzım
Edip (Sarı Efe, İzmir suikastı ithamıyla maslup), Mülâzım Canbolat (keza), Mülâzım
Abdülkadir; Mülâzım Mustafa Fevzi (Bâb-ı Âli baskınında Kâmil Paşa’nın yaverinin
kurşunuyla vuruldu.), Mülâzım Kâzım (Özalp; paşa, Millet Meclisi reisliği yaptı.) gibileri
belli başlıları idi. Talat, Dr. Nâzım, Bahaeddin Şakir, Enver ile daha bir takımları bu katilleri
düşünen, karar veren, tertip edenlerden idi... Gariptir ki bunların hepsi su testisi suyolunda
kırılır cinsinden öldüler... Muhalefet her gün artıyordu. Mebuslardan ve hariçten her gün bir
iki kişi İttihat ve Terakki’den istifa ettiklerini ilân ediyorlardı. Gazetelerde her gün bunlar
vardı. Buna mukabil ittihatçılar, Selanik ve Manastır’da Silâh, Top, Bomba mümasili adlar ile
bir sürü gazete çıkardılar. Bunlar da bize olmaz küfürler yapıyorlardı. Ağızları pek pisti.
Bunları mülâzımlar çıkarıyorlardı. Bu gazeteler pek büyükten de atıyorlardı. Bir tanesi Sırp
Kralına küfrediyor, Belgrad’ı gidip zapt edeceklerini yazıyor, yedi düvele, yetmiş iki buçuk
millete meydan okuyor. Bu da devlete müşkilât oluyordu. İttihad reisleri de bunlara söz
geçiremiyorlardı. Bunlardan biri Silâhçı Tahsin idi ki, gazetesinin adı Silâh idi. Tam bir
tulumbacıydı. Neler yazmadı. Sonra onu Talat, bir gece Makriköyü civarında kestirip çuvala
koydurmuştur. Bunlar muhalifleri kestikleri gibi, bazen da kendi adamlarını keserlerdi... Artık
matbuat, millet, herkes Cemiyet’in aleyhindeydi, bu vaziyet iki üç ay gibi kısa bir zamanda
olmuş, mukaddes bir cemiyet yapılan İttihat ve Terakki, artık çirkef olmuştu. İttihatçılar,
mevkilerini pek fena görüp, Rumeli’den üç güzide tabur getirdiler. Bunlar Avcı taburlarıdır.
Bunlara imtiyaz verdikçe şımarttılar277.”
277 Aksun, a.g.e., c.V, s.155-156.
116
M. Şükrü Hanioğlu ittihatçıların muhalefete dönük siyasetlerini şu şekilde
açıklamaktadır: “İttihat ve Terakki Cemiyeti, her türlü içtimai ve siyasi gelişmeye müdahale
etmeyi kendinde hak bilmekteydi. Cemiyetin fedai kadrosunun da bu yapıyı pekiştirdiği
bilinmektedir. Zira legal hale geldikten sonra da fedailik bir hizip olarak cemiyet içinde
devam etti. Ayrıca cemiyet kendisini “cemiyyet-i mukaddese” olarak ilân etmişti278.” Bu
oluşum ise İttihatçıların muhalefeti sindirmek için düzenleyecekleri siyasi cinayetlere zemin
hazırlayacaktır. Kurtuluş Kayalı’ya göre siyasal kutuplaşmanın ortaya çıkış nedeni dönemin
etkin kesimlerinin devleti kurtarma anlayışı ile ilgilidir. Dış olayların tehdit edici bir biçimde
gündeme gelmesi, İttihatçılarca muhalefeti bertaraf etmenin mazereti olarak kullanılmıştır279.
Enver Paşa’nın amcası olan Halil Paşa’nın anılarının anlatıldığı “İttihat ve Terakkiden
Cumhuriyete Bitmeyen Savaş” adlı kitapta, Halil Paşa İttihatçıların Fedaileri ile ilgili şu bilgi
nakledilmektedir: “Meşrutiyet’in ilânından sonra Merkez-i Umumî, İstanbul Heyeti
Merkeziyesi ve Devlet Merkezi ile temaslarda bulunmak üzere Binbaşı Cemal Bey
idaresindeki birkaç arkadaşı İstanbul’a göndermiş. Bu heyeti takviye ve icabında silahlı
müdahalede bulunmak üzere idaremde olmak üzere Fedai Mürfezesi’nin de İstanbul’a
gönderilmesi kararlaştırıldı. Bunun üzerine sevdiğim ve ölünceye kadar güvenebileceğim tek
başına bir bölüğe karşı koyabilecek şu arkadaşları yanıma alarak İstanbul’a gittim: Mülazım
Hilmi, Yakup Cemil, Mustafa Necip, Emirekberim Arnavut Ali280.”
İşlenen cinayetlerin faili meçhul kalması muhalefetin İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne
karşı tavrının sertleşmesine yol açmıştır. İttihat ve Terakki Partisi’nin, cemiyete yönelik
muhalefeti ve saldırıları önlemek için bir fedailerden oluşan gizli teşkilatlanmaya gittiği
Yakup Cemil gibi silahşorlar vasıtasıyla siyasi cinayetler işlediği söylentileri hızla yayılmaya
başlandı. Yakup Cemil ve İttihat ve Terakki Cemiyeti ilişkisine baktığımız zaman bu
iddiaların gerçek payı olduğunu görmekteyiz. Yakup Cemil, Enver Paşa’nın en yakın
adamlarından İttihatçıların en meşhur fedailerindendir. 1903’te Harbokulu’nu bitirdikten
sonra Rumeli taraflarına tayin edildi ve dağlarda senelerce eşkiya kovaladı. Sertliği ve
acımasızlığı daha o günlerde bile dillere destan olmuştu. Meşrutiyet’in tesisi için yer altı
faaliyetlerinde bulunan Yakup Cemil, II. Meşrutiyet sonrası İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin
fedailiğini yapmıştır. 31 Mart Ayaklanmasının bastırılmasında ve aynı dönemde Adana’da
ortaya çıkan Olayların araştırılmasında Müfettiş-i Umumi olarak görevlendirildi. Yakup
Cemil, Binbaşı Mustafa Kemal ile Trablusgarp cephesinde Balkanlardaki çetelerle mücadelesi
278 M. Şükrü Hanioğlu, “İttihat ve Terakki Cemiyeti”, DVİA, c.XXIII, İstanbul, 2001, s.481-482. 279 Kurtuluş Kayalı, “Hürriyet ve İtilaf”, TCTA, c.V, İletişim Yayınları. İstanbul, 1985, s.1436. 280 Taylan Sorgun, Halil Paşa-Bitmeyen Savaş, Kamer Yayınları, İstanbul, 1997, s.56.
117
sırasında öğrendiği gayri nizami savaş teknikleri ile başarılı örgütlenmelerde bulundu. Yakup
Cemil, bir zenci Türk subayı olan Teğmen Şükrü Efendi’yi nedensiz yere öldürmüştür. Resmi
savunmasında teğmeni ‘‘Nöbet tuttuğu sırada uyuduğunu gördüğü için kendisine hâkim
olamayarak vurduğunu’’ söylemiş ama kendisinden hesap soran Enver Paşa’ya Bir siyah
adamın bana emir vermesini kabul edemeyeceğini siyah olmasının yeterli olduğu cevabını
vermiştir. Bâb-ı Âli Baskını ile yine siyasi bir cinayete karıştı. Yakup Cemil, baskın esnasında
karşılarına çıkan ve “Siyasete karışmayacağınıza söz vermiştiniz sözünüz bu muydu?” diyen
Harbiye Nazırı Müşir Nazım Paşa’yı şakağından vurarak öldürmüştür. ‘‘Ne halt ettin?’’ diye
soran Enver Paşa’ya, ‘‘Bu adamlara laf anlatılmaz, onları böyle susturmak lazımdır’’ dedi ve
tabancasında kalan öteki kurşunları da yerde kanlar içinde can çekişen Nazım Paşa’nın
yeniden boşalttı. Parti’nin ortadan kaldırılmasını ama sessizce yok edilmesini istediği kişilerin
isimleri Yakup Cemil’e veriliyor, adamlarıyla beraber işi hemen hallediyordu. Fakat gittikçe
gemi azıya aldı; emir ve kural dinlemez oldu. Yakup Cemil bu olayın etkisiyle kısa bir süre
sonra, yüzbaşı rütbesinde iken ordudan atıldı281. 1914’te Teşkilat-ı Mahsusa’nın resmen
kurulmasıyla ajan olarak Doğu Anadolu’da Ermenilerle mücadele etti. 1915 Ermeni Tehcir’i
sırasında yaptığı infazlarla tartışma konusu olunca önce Bitlis’e ve oradan da Bağdat’a sürgün
edildi. Orada başarısızlıkla sonuçlanana saldırılar düzenleyince acilen İstanbul’a çağrıldı.
Rütbesinin çok üstünde bir birlik yönetmek istiyordu. Enver Paşa kendini reddedince de
savaştan tek başına çıkıp, Almanları bırakıp İtilaf Devletleri ile barış yapmak için ısrar etti.
Bunun için, Müttefiklerle kendi başına temasa geçmeyi denedi ama Enver Paşa iktidarda iken
bu işin olamayacağını anladı ve bu defa hükümeti devirme planları yaptı. “Enver’i devirip,
yerine Sarı Paşa’yı (Mustafa Kemal’in böyle bir darbe planında isteyerek yer aldığına dair
herhangi bir kanıt yoktur) geçirelim” diyerek darbe planladı. Darbe hazırlıklarına başladı ama
parti içindeki grupların birbirlerine karşı mücadele vasıtası oldu. Dâhiliye Nazırı, yani İçişleri
Bakanı olan Talat Paşa, yerini sağlamlaştırmak için Yakup Cemil’i ortadan kaldırmak
zorundaydı. Yakup Cemil sonradan darbeden vazgeçmesine rağmen, zamanında
gerçekleştirdiği Bâb-ı Âli Baskını’nın tekerrürü korkusu, Cemil’in sorunları silahla çözme
alışkanlığı ve İttihatçılar arasındaki rekabet yüzünden Talat Paşa tarafından katli elzem
listesine ilk sıradan girmişti. Talat Paşa bir kısmı gerçek, bir kısmı düzmece belgelerle Enver
Paşa’yı suikast girişimlerine inandırdı. Yakup Cemil, tutuklanarak, askeri mahkemeye verildi.
Mahkeme, Yakup Cemil’i Vatana İhanet Kanunu’nun 14. maddesinin 6. fıkrası gereğince
idama mahkûm etti. Enver Paşa, kararı tasdik etmeye niyetli değildi ama birkaç gün sonra
281 Murat Bardakçı, “Yakup Cemil Tetikçi Olsa Ailesi Sefalet mi Çekerdi?”, Hürriyet Gazetesi, 7 Nisan 2002,
s. 22; Soner Yalçın, Teşkilat’ın İki Silahşoru, Doğan Kitap, İstanbul, 2001, s.314.
118
Berlin’e gitmek zorunda kaldı. Enver Paşa’ya vekâlet eden Talat Paşa kararı hemen tasdik
etti. Yakup Cemil, 11 Eylül 1916 sabahı güneş doğarken, Kâğıthane’deki tepelerden birinde
alelacele idam mangasının karşısına çıkartıldı. Son sözü ‘‘Yaşasın İttihad ve Terakki!’’ oldu.
Devlet, ‘‘vatana ihanet’’ suçlamasıyla kurşuna dizilen Yakup Cemil’in ailesine ‘‘vatani
hizmet’’ aylığı bağlanması ise bir çelişki olmuştur. Adamlarını azılı mahkûmlardan seçen ve
gözüpekliğiyle meşhur olan Yakup Cemil Silahşor ve keskin nişancı olmasıyla da nam
salmıştı. İdamı esnasında vücuduna 14 mermi saplanmasına rağmen yarım saat boyunca can
vermediği ve vücudundan sızan kanlardan toprağa “önce vatan” yazdığı gibi çeşitli Yakup
Cemil efsaneleri türetilmiştir282.
İşlenen cinayetlerin faili meçhul kalması, Yakup Cemil türevi fedailerin ortalıkta
dolaşmaya başlaması, muhalefetin İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne karşı tavrının daha da
sertleşmesine ve gazetelerde hükümetin giderek daha sert bir dille eleştirilmeye başlanmasına
neden oldu. Yazdığı yazılarla en sert eleştirileri yapan muhalif şahıslardan birisi ise Serbestî
Gazetesi başmuharriri Hasan Fehmi Bey’dir. Hasan Fehmi Bey Teselya Yenişehir’den zengin
bir Arnavut aileye mensuptur. Abdülhamid devrinde Avrupa’ya kaçmış, daha sonra Mısır’a
geçmiş, orada Mahmut Paşa’nın çiftliğinde hizmet görmüş ve bu arada “Emel” isimli bir
gazete çıkarmıştır283. Hasan Fehmi Bey, mülkiye mezunu, aydın ve sevilen bir kişidir. II.
Meşrutiyet’in ilânından sonra İstanbul’a gelmiş ve o da muhalefet saflarına katılmıştır284. II.
Meşrutiyet’ten sonra yurda dönen Hasan Fehmi Bey’in çalıştığı ilk gazete Hukuku Umumiye
gazetesi olmuştur. Gazetenin yazı işleri müdürü de Mevlânzade Rıfat’tır. Hukuku Umumiye
gazetesi, İttihat ve Terakki yönetimine karşı çıkan gazetelerin başında yer almıştır. Hasan
Fehmi Bey daha sonra Serbestî gazetesinin başyazarı olmuştur. 12 Kasım 1908’de yayına
başlayan Serbestî gazetesinin sahibi ve yazı işleri müdürü yine Mevlânzade Rıfat’tır.
Hasan Fehmi Bey gerek Hukuku Umumiye Gazetesi’nde gerekse Serbestî gazetesinde
yazdığı yazılar ile İttihat ve Terakki yönetimi ile birlikte Yıldız yönetimine karşı sert bir
muhalif çizgi izlemiştir. Hasan Fehmi Bey yazılarını muhalefet gazetesinin de üzerinde, İttihat
ve Terakki ve Yıldız’a karşı çok ağır ifadeler ile doldurmuştur285. Enver Ziya Karal, Hasan
Fehmi Bey’in bu tutumunu Derviş Vahdeti’nin yaptığı gibi onun da Padişahtan ve
282 Yakup Cemil’in hayatı ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz: Mustafa Ragıp Esatlı, İttihat ve Terakki Tarihinde
Esrar Perdesi ve Yakup Cemil Niçin Öldürüldü?, Hür Yayınevi, İstanbul, 1944 ; Soner Yalçın, Teşkilat’ın
İki Silahşoru, Doğan Kitap, İstanbul, 2001 ; Murat Bardakçı, “Yakup Cemil Tetikçi Olsa Ailesi Sefalet mi
Çekerdi?”, Hürriyet Gazetesi, 7 Nisan 2002. 283 Enver Ziya Karal, Osmanlı Tarihi, c. IX, TTK Yayınları, Ankara, 1999. s.83. 284 Osman Selim Kocahanoğlu, Derviş Vahdeti ve Çavuşların İsyanı, Temel Yayınları, İstanbul, 2001, s.135. 285 Karal, a.g.e., c.IX, s.83.
119
İttihatçıların düşmanlarından para sızdırmak için yaptığını iddia etmektedir. Hasan Fehmi
Bey, İttihatçılara karşı sert yazılar yazmakla da yetinmeyerek, İkdam gazetesi yazarlarından
ve Ahrar Partisi üyelerinden Ali Kemal ile birlikte İttihatçılar aleyhine konferanslar vererek
ve çirkin bir dil ile onlara hakaretler savurmakta idi286. Serbestî gazetesi küfürbazlığa varan
üslubu ile birçok düşman edinmiştir. Ancak, özellikle Ahmed Rıza’ya pek amansız
saldırılarda bulunduğu içindir ki, genel olarak bir muhalefet gazetesi gözüyle bakılmıştır287.
Hasan Fehmi, yazılarında İttihatçılar aleyhinde tahrik edici bir lisan kullanmaktadır.
Ölümünden üç gün evvel çıkan makalesindeki şu satırlar, onun tahrikkar üslûbuna ışık
tutmaktadır: “Millet bugün kan ağlarken, milletin damarlarında eskimiş kalmış olan bir kaç
damla kanı da emmeğe uğraşan rüesâ-yı mârtıynet kat’iyyen merhametten, insaftan bir şey
anlamıyorlar. Bu cemiyet daha ne vakte kadar böyle mazarrat tohumları saçmakta devam
edecektir? Zira cemiyetin fenalığı açlıktan da, kıtlıktan da, koleradan da ziyade tahribatı
mûcib oluyor288.”
Her ne kadar İttihatçılara karşı aşırı sert bir üslupla muhalefet yapan bir çizgi izlemişse
de Hasan Fehmi Bey’in kaleminin 6 Nisan 1909’da silahla susturulması muhalefete sarsmış,
basında ve kamuoyunda büyük bir infiale neden olmuştur.
Olay gecesi Şakir Bey, ezani saatle 12 sıralarında Serbestî gazetesi idare binasına
gelmiştir. Hasan Fehmi Bey de Şakir Beyle beraber Hadi Paşa’ya gideceklerini gazete sahibi
Mevlânzade Rıfat Bey’e ifade emiştir. Rıfat Bey de Hasan Fehmi Bey’e, “eğer geç kalırsanız
Beyoğlu’nda bir otelde yatınız” diyerek, Hasan Fehmi Bey’e bir miktar da para vermiştir.
Hasan Fehmi Bey ile Şakir Bey, saat 1.30 sıralarında gazeteden çıkmışlar, Karaköy
köprüsünden Galata’ya geçerek tramvay vasıtasıyla Tepebaşı’na gitmişlerdir. Hadi Paşa,
Tepebaşı’nda bir otelde kaldığı için Hasan Fehmi ve Şakir Beyler orada inmişlerdir. Hasan
Fehmi Bey ve Şakir Bey otele gittiklerinde garsondan “Hadi Paşa’nın rahatsız olduğunu ve
aşağı inemeyeceğini. Müfit Bey’in ise yattığını” öğrenmeleri üzerine; ertesi sabah erkenden
otele tekrar gelmek üzere otelden ayrılmışlardır. Hasan Fehmi Bey Galata Köprüsüne
yürüdükleri sırada Şakir Bey’e, Serbestî gazetesini daha güzel bir yere taşıyacaklarını ve bu
konuda açıklama yaptığı bir sırada köprü ücreti olan 20 parayı verip köprü üzerinde yürümeye
başlamışlardır. Tam köprünün orta yerine, köprünün büyük ayaklarının bulunduğu yere
geldikleri zaman Hasan Fehmi Bey, Şakir Bey’in sağ tarafında olduğu halde, bir anda sol
taraftan silah sesleri işitilmiş ve Şakir Bey, silahın sesiyle birden bire sendelemiş ve arkasına
286 Karal, a.g.e., c.IX, s.83. 287 Mc Culagh, a.g.e., s.71. 288 Aksun, a.g.e., c.V, s.157-158.
120
baktığı sırada siyah kaput giymiş, yakasında kırmızı işaret bulunan289, az kara bıyıklı bir
şahsın silah atmakta olduğunu ve aynı zamanda “Mevlan! Mevlan!290” diye bağırdığını
duymuşsa da, düğmelerinin parlamasından bu kişinin bir zabit olmasının mümkün olduğunu
ifade etmiştir291.
Şakir Bey, Hasan Fehmi Bey’in vurulmasının ardından İstanbul yönüne doğru koşmuş,
orada bulunan polis noktasına giderek olayı anlatmaya çalışmıştır. Ancak isminin Hakkı
olduğu öğrenilen polis memuru, Şakir Bey’i tutuklayarak karakola götürmüştür. Karakolda
polislere arkadaşının yaralı olarak yatmakta olduğunu anlatmaya çalışan Şakir Bey, yanında
polis memurları olduğu halde köprüye gelmişler ve polisler, köprüde Hasan Fehmi Bey’in
yaralı olduğunu görmelerine rağmen Hasan Fehmi Bey ve Şakir Bey’i getirilen bir arabaya
bindirerek Zabtiye Nezaretine götürürken292 Hasan Fehmi Bey Mekteb-i Hukuk karşısındaki
Molla Ferani Camii Şerifi önüne geldiği sırada yaralarının da tesiriyle araba içinde ölmüştür.
Hasan Fehmi Bey’in ölümü üzerine düzenlenen adli tıp raporu sonuncunda, Hasan Fehmi
Bey’e atılan üçüncü kurşunun Hasan Fehmi Bey’in ölümüne sebep olduğu bildirilmiştir.
Hasan Fehmi Bey’in ölüm raporunda bildirildiğine göre; “...kurşunlardan biri Hasan Fehmi
Bey’in sağ kulağının altından girerek sol kulağı memesi üzerinden ve ikincisi sağ yanağından
girip sol yanağından çıkmış ve üçüncüsü de yan tarafına değdikle dâhilde kalmıştır293.”
Kurşunlardan biri Hasan Fehmi Bey’in ciğerlerini parçalayarak kanın içeri akmasına sebep
olarak iç kanama sonucu ölümüne neden olmuştur.
Şakir Bey, Zabtiye Nezareti’nde iken, Serbestî gazetesi sahibi Mevlânzade Rıfat Bey de
nezarete gelmişti. O sırada nezarette bulunan Mebusan Meclisi Başkanı Ahmed Rıza Bey’le
karşılaşan Rıfat Bey, olayı Ahmed Rıza Bey’e anlatmış ve Ahmed Rıza Bey’den şu cevabı
almıştır: “Şahsiyat ile uğraşanların akıbeti böyle olur294.” Bu cevap Rıfat Bey’de, Hasan
Fehmi Bey’in öldürülmesinde bir İttihatçı parmağı olduğunu düşündürmüştür. Hasan
Fehmi’yi Galata Köprüsü’nde öldüren kişinin bir subay pelerini bulundurduğu iddia
ediliyordu. Köprünün iki tarafında da karakolların bulunması, buna rağmen kimsenin
yakalanamaması, bu olayın İttihat ve Terakkiye mal edilmesine neden olmuştur.
Şevket Süreyya Aydemir’e göre bu suikast çok çirkin, hem de yersiz ve ayrıca bu
cinayetin zamanı da çok kötü seçilmiştir. Olaydan sonra yakalanamayan katili herkes, tam bir
289 İkdam, 8 Nisan 1909, Nr: 534. 290 Volkan, 8 Nisan 1909, Nr: 98. 291 “Mecruh Şakir Beyin İfadesi”, Sabah, 26 Mart 1325/8 Nisan 1909, Nr: 7017. 292 İkdam, 8 Nisan 1909, Nr: 5341. 293 İkdam, 8 Nisan 1909, Nr: 5341. 294 Volkan, 8 Nisan 1909, Nr: 98.
121
hüküm birliği ile İttihat ve Terakki’nin bir ajanı olarak kabul etmiştir. Bu kanaat daha ilk
günden, bilhassa aydınlar, basın ve yüksek öğretim gençliği arasına yerleşmiştir295.
Francis Mc Cullahg, Hasan Fehmi Bey’in ölümünün etkisini şu şekilde tasvir
etmektedir: “...Hasan Fehmi, öylesine nefret ettiği cemiyet için ancak gömüldükten sonra
gerçekten ürkütücü bir düşman oldu çıktı. Bedeninden kurtulan ruh sanki insanları,
bedenindeyken etkilemediği kadar etkiler olmuştur296.”
Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesi olayı ertesi gün meclis gündemine getirilerek sert
tartışmalara neden olmuştur. 25 Mart 1325 tarihli Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesine
baktığımız zaman muhalif mebusların yaptıkları konuşmalar ile olayı çok sert bir şekilde
protesto ettiklerini ve olayın faali meçhul kalmamasını istediklerini görmekteyiz. Ahmet Rıza
başkanlığında 25 Mart 1325 tarihinde toplanan 53. oturumda İttihatçılara yöneltilen asayişi
sağlamak için yeterli bir hükümetin iktidarda bulunmadığı yargısı sonradan
sloganlaştırılacaktır. İstanbul Mebusu Zehrap Efendi tarafından Hasan Fehmi Bey’in
katillerinin nasıl olup ta yakalanamadığının dâhiliye nezaretinin açıklanması için bir istizah
(gensoru) verilmiştir. İstizahta şu ifadeler kullanılmıştır: “ Dün gece Serbestî gazetesinin
Başmuharriri olup, ömrünün kısmı küllisini vatan uğrunda menfalarda imrar eden Hasan
Fehmi Efendinin köprü üzerinde kati ve refiki Şakir Bey’in ayrıca cerh edildiğini ve katilin
derdest olunamadığım bu sabah gazeteler yazıyor. Bugünkü tahkikatımızdan anlaşıldığı
veçhile, katilin tutulmaması, silâh sedaları üzerine mahalli vakaya gelen polisin katili tutacak
yerde, mecruh Şakir Beyi derdest ve karakolhaneye izam etmesinden neşet etmiştir. Serbestî
gazetesinin yevmi neşrinden beri takip eylediği mesleki siyasî ile şu katli feci arasında bir
münasebet olduğunu aksi sabit oluncaya kadar kabul etmek zaruridir. Mücahedei siyasiyeden
dolayı adam öldürmek kadar şanı Meşrutiyeti muhil ve cihanı medeniyette mevki ve haysiyeti
milliyemizi sektedar edecek bir hareket olamaz. Dün gece atılan kurşunlar Serbestî
gazetesinin başmuharririne atılmadı, bütün matbuata, bütün hürriyeti fikriye ve vicdaniyeye,
bütün Osmanlı Milletine atıldı. Bugün İstanbul’da asayişi cidden muhafazaya kâfi bir
Hükümet bulunmadığı, katilin derdest edilememesiyle büsbütün zahir oldu. Herkes
tabancasını koynunda taşımalı mıdır? Fikren yekdiğeriyle muarız bulunan Osmanlıların
mübârezei fikriyeyi terk ile gece vakti hırsız gibi birbirinin yolunu bekleyip yekdiğerini
katletmek düsturunu kabul edecek miyiz? Bütün mebuslarımızın bu vahim nazariyeyi redde
müsâraat (girişme) ve bizimle ittihad edeceklerini kaviyyen memul (güçlü bir şekilde umut)
ederiz. İki taraf da asker ve zabit ve ortasında bahriye nöbetçileri bulunan Galata Köprüsünün
295 Aydemir, Enver Paşa, c.I, s.130. 296 Francis Mc Culagh, Abdülhamid’in Düşüşü, (Çev. Nihal Önol), İstanbul Kitaplığı, İstanbul, 1990, s.71.
122
üzerinde ika edilmiş bu cinayetin faili, nasıl olup da derdest edemediğinin ve bu ihafe
(korkutma-baskı) rejimine karşı ne gibi tedabir ittihaz edeceğinin Dahiliye Nazaretinden
istizahını talep ederiz. 25 Mart 1325 297.”
İstanbul Mebusu Zehrap Efendi oturumda söz alarak: “vahşeti, medeniyetten ayıran
şeyin yazıyla ve sözle yapılan kavganın yerine, silahlı kavgayı ve muhalefeti koymaktır.”
dedikten sonra katilin Şakir Bey’e ateş etmeden önce “Al Mevlan!” şeklinde bağırmasının,
olayın şahsa değil gazeteye karşı işlendiğini ve bu olayın sıradan bir cinayet olarak
görülemeyeceğini belirtmiştir. Söz alan Arif İsmet Bey, gazetelerin işleyiş usulünden bahisle
yazılan yazılar nedeniyle diğer muharrirlere değil sadece Hasan Fehmi Bey’e taarruz
yapılmasının cinayetin siyasi olmadığını gösterdiğini belirtmiştir. Daha sonra bu olayın siyasi
değil adli bir olay olduğu yargısına varılmış ve cinayetin üzerinden bir gün bile geçmeden
olayla ilgili bu şekilde yorum yapmak için henüz çok erken olduğu vurgulanmıştır. Verilen
gensorunun 4 Nisan Cumartesi günü görüşülmesi karara bağlanarak konu kapatılmaya
çalışılmıştır 298. Mecliste yapılan bu sert tartışmalar ve muhalefetin suçlamaları daha sonra
basın aracılığıyla İttihatçılara karşı topyekün bir saldırıya dönüşerek 31 Mart gecesine kadar
devam edecektir.
Muhalefet ve halk, cinayetin siyasi amaçla işlendiğine ve bundan da İttihat ve
Terakki’nin sorumlu olduğu sonucuna vardı. Hasan Fehmi Bey’in cinayet haberi İstanbul’da
duyulunca, Darülfünun öğrencilerinde büyük bir tepki yaratmıştır. Öğrenciler arasında gelişen
bu tepkinin nedeni ise; İkdam Başyazarı ve Darülfünün’da tarih öğretmeni olan Ali Kemal
Bey olmuştur. Ali Kemal Bey, Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesinin ertesi günü
Darülfünün’da derste son derece ateşli bir konuşma yaparak öğrencileri galeyana
getirmiştir299. Ali Kemal Darülfünun’da, Hasan Fehmi Bey’e atılan kurşunun kelam
hürriyetine ve hukuk-ı beşere tevcih edilmiş olduğunu söylemiştir.
Henüz yeni fakülte haline gelen Hukuk Fakültesi öğrencileri, hocaları Celaleddin Arif
Bey’in teşvikiyle harekete geçmişler ve mülkiye öğrencileriyle birlikte yolda onlara katılan
halk kitlesi, Bâb-ı Âli önüne gelerek, Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa’dan Hasan Fehmi Bey’in
katillerinin yakalanmasını istemişlerdir. Öğrenciler, Hüseyin Hilmi Paşa’dan ‘Hükümetin
başı” olması nedeniyle Zabtiye Nazırına talimat vermesini, şayet katil bulunamazsa görevden
almasını ve yerine bu olayı çözecek birinin atanmasını istemişlerdir. Hüseyin Hilmi Paşa da
burada toplanan öğrencilere gerekenin yapılacağı konusunda güvence vermiştir. Bu küçük
297 MMZC, c.II, D.I, İç. I, Elliüçüncü İntikat, 25 Mart 1325, TBMM Basımevi, Ankara, 1982, s. 651. 298 MMZC, c.II, D.I, İç. I, Elliüçüncü İntikat, 25 Mart 1325, TBMM Basımevi, Ankara, 1982, s. 652. 299 Yücel Aktar, II. Meşrutiyet Dönemi Öğrenci Olayları (1908-1918), İletişim Yayı., İstanbul, 1990, s. 75-76.
123
topluluk Bâb-ı Âli’den ayrılırken halkın iştirakiyle 5–10 bin kişiyi bulmuş, bazı gazete
müdürlüklerine gidilmiş ve son olarak Mebusan Meclisine gidinceye kadar kalabalık belki elli
bini geçmiştir. Cenaze’nin defin törenine, yüz bin kişi katılmış ve yolla hükümet protesto
edilmiştir300. Topluluk burada Meclisi Mebusan Reisi Ahmed Rıza Bey’le görüşmüştür. 31
Mart öncesi çıkan bu son halk protesto yürüyüşü muhalefetin İttihatçılara karşı daha sert
tutum içine girmesine ve ortamdaki gerginliğin en üst düzeye çıkmasına neden olmuştur. 6
Nisan 1909’da öldürülen gazeteci Hasan Fehmi Bey’in cenazesi 8 Nisan’da defnedildi. 8
Nisan günü yapılan cenaze töreni büyük bir gövde gösterisi olarak düzenlendi. İkdam 30–
40.000 kişilik bir kalabalıktan söz ediyordu301 ve özellikle ilmiye öğrencilerinin hazır
bulunmalarına dikkati çekiyordu. Cenazeye katılmak için askerî kulübe yapılan davet geri
çevrildiği halde, Kaymakam Asim adında bir subay, Harbiye Nazırı’na kafa tutuyor ve
subayların hürriyet maskesi taşıyan müstebitlere hizmet etmek için kılıç kuşanmadıklarını
bildiriyordu302.
Muhalif Dr. Rıza Nur cenaze merasimini şu şekilde tarif etmektedir: “Alan müthiş
kalabalıktı. Murad Bey, ben, bazı ileri gelen muhalifler tabutun hemen arkasında idik.
Babıâli’nin önünden geçerken Murad Bey, oradakilere ‘Görüyor musunuz? Bu cenaze ve Rıza
Nur’un İkdam’daki makalesi ihtilâl yapacak, İttihatçıları devirecektir.’ dedi. Sanki keramet
sahibiydi.” demektedir303.
Cenazenin ertesinde Serbestî’de ağır ithamlarla dolu bir makale çıkmış ve bu makalede
İttihatçılar şu şekilde eleştirilmiştir: “Siz bu ehliyetsizlik, bu kabiliyetsizlikle makamınızda
bulundukça milletin hâlini ve istikbalini de mahvedeceksiniz. …Sizin müvekkilleriniz
açlıktan ölür, sefaletten mahvolurken siz hâlâ milletin paralarını ceplerine yerleştirmekten
başka bir şey yapmayan kabineyi bütün kuvvetinizle müdafaa ediyorsunuz.” Aynı makalede
“Vatan bu hainlerin pençe-i istibdadından kurtarılmalıdır. İstibdat bir merkezden kalktı,
merkez-i müteaddideye geçti... Ey tercüman-ı efide-i millet olan matbuat, çalışınız; vatanı
pençe-i istibdadın kuvve-i muharibesinden kurtarınız.” şeklinde ittihatçılara yönelik çok ağır
ifadeler de yer almıştır304. Fakat bundan çok daha ağır hücumlar İttihatçı matbuat tarafından
yapıldığı gibi, Ahmed Rıza, Talat ve benzerleri muhaliflerin “hain” olduklarını ifade eden
beyanlarda da bulunmuşlardır.
300 Ahmet Bedevi Kuran, İnkılâp Tarihimiz ve İttihat ve Terakki, Tan Matbaası, İstanbul, 1948, s.276–277. 301 İkdam, 9 Nisan 1909, Nr: 1542. 302 Akşin, İttihat ve Terakki, s.122–123. 303 Aksun, a.g.e., c.V, s.158. 304 Serbestî, 26 Mart 1325/8 Nisan 1909, Nr: 142.
124
9 Nisan’da Serbestî gazetesinin ilk sayfası beyaz olarak çıkmıştır. Sayfanın ortasında
yalnız “Serbestî-i matbuatın ilk kurbanı, ömrünü menfalarda geçirmiş olan evlâd-ı hürriyetten
Hasan Fehmi Bey’in ruhuna Fatiha.” diye bir cümle yer almıştır. Serbestî “Basın hürriyeti
şehidi” şeklinde tanımladığı Hasan Fehmi’nin ölümü olayıyla ilgili olarak padişahı, hükümeti
ve Meclis-i Mebusan’ı suçluyor; cenazeye katılanlara teşekkür ediyordu305.
Bu arada İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti örgütlenmesini bitirmek üzeredir. “Yurdun her
yerinden, İstanbul’un çevresinden Orta Anadolu’dan Hz. Muhammed’in başkanı bulunduğu
bu cemiyete elbette bütün softalar katılmış, olayları tanı olarak kavrayamayan cahil halkta
cemiyeti desteklemiştir. Ayrıca muhalif basın Volkan gazetesinin izinden gidiyor. Buna
karşılık, Ahrar Fırkası da İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin yanında yer almaktadır. Fırka,
Muhammedicilerin yapacağı şahlanışla kendisine iktidarın kapılarının açılacağını
düşünmektedir306.”
2.5. 13 Nisan 1909 Günü (31 Mart 1325) ve Sonrası Yaşanan Gelişmeler
13 Nisan 1909 (31 Mart 1325) tarihinde II. Meşrutiyet sonrası ortaya çıkan padişah,
hükümet, cemiyet ve muhalefet kutuplaşmaların şekillendirdiği siyasi gelirimin sonucunda
askeri bir darbe girişimi meydana gelmiştir. Yakınçağ Osmanlı Tarihinin en önemli siyasi
olayları arasında yer alan bu ayaklanma nedenleri kadar sonuçlarıyla da çok tartışılan
gelişmeleri ortaya çıkarmıştır.
2.5.1. İsyanın Ortaya Çıkışı
13 Şubat 1909’da Kâmil Paşa kabinesi güvensizlik oyu almasından sonraki iki ay içinde
kutuplaşmaların neden olduğu gittikçe artan siyasi gerginlik sonucunda 31 Mart Olayı ortaya
çıkmıştır. 31 Mart Olayı öncesinde ortaya çıkan gerginliğin artmasındaki nedenlerden birisi,
muhalefetin Kâmil Paşa’nın yerine İttihatçılar tarafından getirilen Hilmi Paşa’nın Sadaretine
bir türlü razı olmamasıdır. Muhalefet, İttihatçı Hilmi Paşa’nın Sadaretinin düşürülerek yerine
Kâmil Paşa’nın getirilmesi ve İttihat ve Terakki’yi Cemiyeti’nin etkinliğini kırmak için
harekete geçti. Bu amaçla ordu içindeki alaylı-mektepli çatışmalarıyla tırmanan gerilimden
305 Serbestî, 28 Mart 1325/10 Nisan 1909, Nr: 144. 306 Ecvet Güresin, 31 Mart İsyanı, Yenigün Haber Ajansı Yayınları, İstanbul, 1998, s.46-47.
125
faydalanarak bir karşı devrim hazırlığına girişti. Bu doğrultuda elerindeki en etkin silah olan
basını kullanmaya başladılar.
Prens Sabahaddin Bey’in başını çektiği muhalif grup ile kendi amaçları doğrultusunda
ikiyüzlü siyaset yapan Ermeni, Rum, Arnavut ve Araplar yanında bir de belirli siyasi bir
gayesi olmayan, “şeriat isteriz”, “din elden gidiyor” gibi sloganlarla yönlendirilen oldukça
kalabalık bir cahil-kandırılmış muhalefet cephesi bulunmaktaydı. Bu cahil-kandırılmış cephe
İttihatçıları Mason Teşkilatlarıyla işbirliği yapmakla, materyalistlikle, pozitivistlikle kısacası
dinsizlikle suçlamaktaydı307.
26 Şubat 1909’da Kâmil Paşa’nın konağı ve İngiliz Elçiliği önünde protesto gösterileri
yapıldı. Muhalefet tarafından ulema ve muhafazakâr kesimler, Sadrazam Hilmi Paşa ile İttihat
ve Terakki Cemiyeti’ne karşı harekete geçirilmeye çalışıldı. Bu amaçla muhalefet askerlik ve
sınıf geçme konularında ortaya çıkan tartışmalardan faydalanarak medrese öğrencilerinin
desteklerini sağlamaya çalışmıştır. Daha önce ilmiye öğrencileri bütün İstanbullularla birlikte
askerlikten muaf iken bu hakları ellerinden alınmıştır. 29 Ocak 1908 tarihinde İdadî
mekteplerindeki talebelerin cemiyet kurarak siyasetle meşgul oldukları, memlekette hürriyet
devri başladığını söyleyerek, imtihansız sınıf geçmek istedikleri ileri sürülmüş ve bunu men’e
dair bir Maarif Nezareti tebliği yayınlanmıştır. İstanbullular ile ilmiye öğrencileri arasında
eşitsizlik yaratıldığı ileri sürüldü ve İdadi mektebi ve medrese öğrencileri durumu 27 Şubat
1908’de Bayezid Camii’nde toplanarak düzenlenen mitinglerle ve gazetelere yazılan
mektuplarla protesto ettiler. Ayrıca, ilmiye öğrencileri bir cemiyet halinde teşkilâtlandılar ve
muhalefet saflarına katıldılar. Daha önce de Şeyhülislâm’ı istemedikleri yönünde imza
toplamışlar; Ayasofya, Süleymaniye ve Bayezid camileri duvarlarına Şeyhülislâm aleyhinde
beyannameler asmışlardır.
Sina Akşin, ilmiye öğrencilerinin hareketlerini şu şekilde nitelendirmektedir: “Yalnız bu
gibi dinci hareketleri Kör Ali ve Karagöz olaylarından ayırt etmek gerekir, zira onlar
başıbozuk istibdatça hareketlerdi. Bunlar ise, tamamen mutlak monarşiye karşı ve Kânun-u
Esasî düzeninden yana olduklarını iddia ediyorlardı. Şuna da işaret etmek gerekir ki,
ulemadan birçokları dahi, İttihat ve Terakki’nin laiklik veya Masonluk yönündeki bazı
eğilimleri dolayısıyla Cemiyete kuşku ile bakıyorlardı308. 12 Mart 1909 günü İkdam’da Sinop
Mebusu Ahrarcı Rıza Nur’un, “Görüyorum ki, İş Fena Gidiyor” yazısı çıktı. Rıza Nur’un
kastettiği fenalıklar, bazı gazetecilerin sövüp sayma âdetine kapılmaları, istibdatçı tutumlar,
307 Bayram Kodaman, “II. Meşrutiyet Dönemi (1908–1914)”, Türkler, c.XIII, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara,
2002, s.177. 308 Akşin, İttihat ve Terakki, s.119.
126
yolsuzluklar, Matbuat Nizamnamesi, toplantıların yasaklanması ve İttihat ve Terakki’nin
Hükümet içinde hükümet oluşuydu. Bu fenalıkların baş sorumlusu İttihat ve Terakki idi. Rıza
Nur, Meşrutiyet’in korunması için İttihat ve Terakki’nin varlığını gerekli görmekle birlikte,
bu görevin Selanik ve Manastır’dan yapılabileceğini, onun için de İstanbul ve Anadolu
örgütünün kaldırılması gerektiğini savunuyordu. Rıza Nur’a göre, Mebusan’daki fırkalar da
kendisinden olmalı, yani dışarıdaki fırkalarla ilişkili olmamalıydı.309.
Muhalif gazeteler içindeki en muhalif ses olan Volkan’da Martın sonundan itibaren bazı
erlerin, İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti’nden yana ve İttihat ve Terakki’ ye karşı mektupları
yayınlanmaya başlandı. Kâmil Paşa gibi İngiliz taraftarı politika izleyen muhalefeti perde
arkasından İngiltere desteklemekteydi. Bu arada muhalefetin iltica grubu dedikodu yayarak
halkın zihnini bulandırıyordu. “Bir mektep çocuğu hocasını beğenmiyor, bir Yüzbaşı
Seraskere karşı geliyor, padişah emir veremiyor, verse itaat olunmuyor. Bu böyle gider mi?
Din ve devletini seven her Müslüman için bunun çaresini düşünmek farzdır. Din ve devlet
hala ayaklar altında kalacak mı? El birliğiyle bir düzen verilmelidir. Din kardeşlerimiz uykuda
olmamalıdırlar” vs. gibi sözlerle askeri kışlalardaki er ve erbaşlara da nüfuz etmeyi
başarmışlardı310.
II. Abdülhamid 31 Mart İsyanından önce hükümete, askerler arasında büyük bir fitne
salındığını haber aldığı ve bir ihtilâlin kopmasının hem devlet için çok tehlikeli gördüğü
uyarısında bulunmuştur. II. Abdülhamid yazdığı anılarında bu konuda şu açıklamayı
yapmaktadır: “Asker arasına büyük bir fitne salındığını haber aldım. Bir ihtilâlin kopmasını,
hususiyle askerin bu işlere karışmasını, hem şahsım için, hem Devletim hesabına çok tehlikeli
görüyordum. Hüseyin Hilmi Paşa’ya keyfiyeti bildirdim. Hattâ bir gece, Harbiye Nazırı ile
Hassa Ordusu Kumandanı Gazi Muhtar Paşazade Mahmut Paşa’yı Saray’a çağırdım;
Sadrazamla birlikte vaziyeti uzun uzun müzakere ettik. Ahvalin vahametini takdir ettiklerini
ve gerekli tedbirleri hemen alacaklarını söylediler. Fakat tedbirler alındıkça durum büsbütün
karışıyordu. Ortada aciz vardı311.”
Bazı ittihatçılar, muhalefetin giderek tırmandığı gerginliğin neticesinde bir isyan
havasına girildiğini fark etti. Ethem Paşa ve Erkan-ı Harbiye Reisi Ahmet İzzet Paşa,
Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa ve kabinesini çıkabilecek olayların önünün alınması yönünde
uyardı. Hassa Ordusu Kumandanı Mahmut Muhtar Paşa’nın, Volkan ve Serbestî gazeteleri
hakkında yapmış olduğu uyarı Şefik Paşa’nın yayınlanan anılarında şu şekilde
309 Akşin, İttihat ve Terakki, s.121–122. 310 İrtem, Abdülhamid’in Selanik Sürgünü, s.75. 311 İsmet Bozdağ, Abdülhamit’in Hatıra Defteri, Kervan Yayınları, İstanbul, 1975. s.110.
127
anlatılmaktadır: “İstanbul’da bazı garazkârane, bazı uydurma sözler neşrediliyor ve muhalif
gazeteler de halkın fikrini bozuyor. Binaenaleyh kışlaya, Volkan ve Serbestî gazetelerinin
girmesini men etmek lüzumu ortaya çıkıyor. Bu gibi gazeteler cahil askerlerin fikirlerini
bozabilir.312” 31 Mart Olayı öncesinde askerler arasındaki ittihatçılık düşmanlığı hızla
yayılmış; İttihatçıların din düşmanı oldukları, şeriatı kaldırarak orduyu dinsizleştirmek
istedikleri inancı yaygınlaşmıştır. Gazetelerde de İttihatçıların askerlerin inancına müdahale
ettikleri yazılarak askerler kışkırtılmaktaydı. 31 Mart Olayı’nın ertesi günü çıkan İkdam
gazetesinde bu doğrultuda bir yazı çıkmış ve şunlar yazılmıştır: “Cumartesi günü bütün askere
zabitan tarafından: ‘Hocalarla katiyen görüşmeyeceksiniz. Askerlikte diyanet meselesi
aranmaz. Allah’tan başka kimse tanınmaz. Padişah ve efrad-ı ahali İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin elindedir.’ diye emir vermişler, bu emri haber alan bazı zevat Bâb-ı Âli’ye
gelerek Sadrazam Paşa’ya müracaat etmişler, bu tebligatın doğru olup olmadığını, şayet doğru
ise bunun - asker arasında - fena bir tesir yaratacağını ve bu emrin geri alınmasını teklif
etmişlerdir. Bunun üzerine Hüseyin Hilmi Paşa, Zabtiye Nazırı Sami Paşa da hazır olduğu
halde, şunları söylemiştir: ‘Meşrutiyet dilmek içindir. Dilim düşünce Meşrutiyet de düşer.’
demek suretiyle bu durumu reddetmiştir.313”
Sina Akşin’e göre, Kâmil Paşa hükümetinin devrilmesinde İttihat ve Terakki’nin askeri
baskısını ve Hasan Fehmi’nin vurulmasında İttihat ve Terakki’nin silâhını gören muhalefet,
alaylı subaylara ve softalara, askerî isyanı başlatmak üzere gerekli komutu vermiştir. Hasan
Fehmi’nin öldürülmesinin doğurduğu heyecan, bunun için elverişli bir ortam teşkil
ediyordu314.
İsyan, 12 Nisan Pazartesi’yi 13 Nisan Salı’ya bağlayan gece yarısında315 İttihatçıların
“nigehbân-ı hürriyet” diye vasıflandırdıkları Taşkışla’da bulunan 4. Avcı taburunun
askerlerinin ayaklanmasıyla başladı. Bu askerler, kışlada bulunan subayların bir kısmını
ağaçlara bağlamış, bir kısmını da hapsetmişlerdir. Kışladaki tüfekli nöbetçilere, subayların
yerlerinden kalktıkları takdirde tereddüt etmeden vurmalarını emretmişlerdir. İsyan askerlerin
subaylarını etkisizleştirdikten sonra saat 2.45’de316 kışlalarından silahlı olarak çıkmalarıyla
başladı. Askerlerin ellerinde bir beyaz, bir kırmızı ve birçok yeşil bayraklar vardı. Bu yeşil
312 Süleyman Şefik Paşa, a.g.e., s.164. 313 İkdam, 14 Nisan 1909, Nr: 5347. 314 Akşin, İttihat ve Terakki, s.126. 315 Rumi: 31 Mart 1325, Miladi: 13 Nisan 1909, Hicri: 22 Rebîülevvel 1327, Salı Günü 316 İkdam, 14 Nisan 1909, Nr: 5347.
128
bayraklar İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti’nin açılışında kullanılan bayraklardı317. Askerler
3.45’de Sultanahmet’e gelmeye başladılar. 4. Avcı taburunun askerleri diğer kışlalara da
giderek oralarda bulunan askerleri ayaklanmaya çağırdılar. Bu çağrı üzerine, saat 5.45’de
Beşiktaş’taki Kılıç Ali ile Taşkışla kışlalarının askerleri ve Beyoğlu numune topçu alayları,
Yıldızdaki 5., 6. ve 7. alayların askerleri Sultanahmet’te toplanarak isyancı askerlere
katıldılar. 2. avcı taburu isyana henüz katılmadığı gibi, mümtaz Kolağası Aziz Bey’in
kumandasında bulunan 3. avcı taburu da Ayasofya’ya gitmemiştir. Ayaklananların sayısı üç
bini aşmaktaydı.
Bu sırada isyancı askerler, köprüden geçerken kedilerini teskine ve kışlalarına geri
göndermeye çalışan zabit İlyas Efendiyi köprü üzerinde öldürmüşlerdir318. Zabit İlyas
Efendi’nin linçi, 31 Mart Olayı’nın ilk öldürme vakası olacaktır. İkdam gazetesinde İlyas
Efendi’nin öldürülmesini şu şekilde anlatılmaktadır: “Sabahleyin mumaileyh köprübaşında
bir araba üzerine çıkarak askere karşı nutuk irad etmekte iken avcı taburuna mensup iki asker
mumaileyhin beyanatını dinlemişler, daha sonra zabite hitaben: ‘Zabit Efendi, siz yanlış
söylüyorsunuz. Bizim maksadımız Kanun-ı Esasi dairesinde şeriatın tatbikidir.’ demeleri
üzerine İlyas Efendi belinden revolverini çıkarıp askere ateş etmiştir. İlyas Efendi’nin
silahından çıkan mermiler konuşan askerin alnına ve orada bulunan bir hamalın dizine isabet
etmiştir. Bunun üzerine orada bulunan diğer askerler son derece sinirlenerek ve galeyan içinde
İlyas Efendiyi bir mermi ile göğsünden ve kasatura ile de başından yaralamış ve sonrada
öldürmüşlerdir319.”
Ayaklananlar saat 05.45’te Meclis-i Mebusan’ı kuşatarak giriş ve çıkışları yasakladılar.
Gürültü üzerine halk, büyük kalabalıklar halinde meydanda toplandı. Bu sırada askerler
havaya birkaç el ateş ettiler ve birkaç defa “Yaşasın Asker” diye bağırdılar. Olaylar belirli bir
plan çerçevesinde gerçekleşmekteydi. Ayasofya Meydanında, hocalardan ve isyancı
askerlerden bir takım kişiler, etrafta bulduklar sandalye ve taburelerin üzerinde çıkarak,
etraflarında bulunan asker ve halka konuşmalar yapmaya başladılar. Yapılan bu konuşmalar
genellikle dinin elden gittiği, şeriatın hâkim olması gerektiği şeklinde olmuştur. Bu arada
mektepli subayların orduyu Frenkleştirmeye çalıştıkları ve bütün bunların İttihat ve Terakki
Cemiyetinin başı altından çıkmış olduğu, din hükümlerinin ayaklar altına alındığı gibi sözler
317 Vahdeti, 4 Nisan 1909 günü yayımlanan Volkan’da Cemiyet Üyelerinin yeşil sancaklar (bayraklar) ile
sokaklarda dolaştıklarını yazmaktadır. Derviş Vahdeti, “Menkabe-i Celile-i Cenâb-ı Peygamberi”, Volkan, 4
Nisan 1909, Nr: 94. 318 Kocahanoğlu, a.g.e., s.146. 319 İkdam, 14 Nisan 1909, Nr: 5347.
129
durmadan orada bulunan halka ve askerlere karşı tekrar tekrar söylenmiştir320. Bu arada
yabancı elçiliklerin önüne, birer ikişer asker yerleştirilmiş ve isyancılar ahaliye hitaben:
“Korkmayın, telaş etmeyin, askerlerin size bir ziyanı dokunmaz. Asker namus, can ve mal
muhafızıdır” diyerek isyanın halka zarar vermeyeceğini ifade etmeğe çalışmışlardır321.
Askerler birbirlerine, özellikle azınlıkların ve yabancıların olmak üzere, kimsenin malına,
canına dokunulmamasını sürekli olarak telkin ediyorlardı. Sultanahmet Meydanında toplanan
isyancı askerlerin lideri, 4. Avcı Taburunun 3. Bölüğünün 1.Çavuşu Erzurumlu Yaşar oğlu
Hamdi Çavuş’tur. Hamdi Çavuş’un başyardımcısı görevini ise Tophane Sanayi Alayı
Onbaşılarından Halis(Özçelik) yürütmekteydi. Hamdi Çavuş’un diğer yardımcıları ise 4. Avcı
Taburu Tüfekçi ustalarından Çavuş Arif ve oğlu Çavuş Mehmed’dir.
İsyan hareketi daha başlamadan evvel 30 Mart’ta, akşam vakti, Avcı Taburu
çavuşlarından biri, Mekteb-i Harbiye’nin süvari bölüğüne gelmiş ve çavuşlardan biriyle
görüşerek “Siz yarın sabah silahlı olarak şeriat isteyeceğiz, siz de geliniz, fakat zabitlerinize
hiçbir şey söylemeyiniz diyerek planladıkları isyana katılmaları teklifinde bulunmuştur.
Çavuş, bu durumu bölük zabitine, o da daha üst makamlara bildirmiştir. Bu durum, ancak
yatsı vaktinde Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa’ya rapor edilmiştir. Nazırın emri üzerine nöbetçi
yaver Mustafa Bey, Yıldız’daki II. Fırka Kumandanı Cevat Paşa’ya gönderilir. Tezkereyi alan
Cevat Paşa, bir hayli görüşüldükten sonra “Nazır Paşa hazretlerine hürmetler ederim, böyle
bir şey olmaz” cevabını bildirmiştir. Gece yarısını geçtikten sonra tekrar yola koyulan
Mustafa Bey, Kabataş’a yaklaştığında çavuşların idaresinde, süngü takmış askerlerin Galata
istikametine doğru ilerlediklerini görür. İkaz üzerine geri dönerek Gümüşsüyü ve Beyoğlu
üzerinden ve asilerden önce köprüyü geçip ortalık ağarırken Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa’yı
uyandırır. Harbiye Nazırı saat 5’de, 1. Ordu Kumandanı Mahmut Paşa’yı işbaşına çağıran bir
telgraf çekmiştir. Mahmud Muhtar Paşa kendisine yollanan telgrafı ancak saat 7’de
alabilmiştir. Gönderilen telgrafın içeriği şu şekildedir: “Derhal görevinizin başına gitmenizi
tavsiye ederim.” Bu telgrafın hemen arkasından, Zabtiye Nazırı ve Birinci Ordu İkinci Fırka
Komutanı Cevad Paşa’dan gelen telgraflarla, 4. Avcı Taburu’nun, iki piyade kıtasının da
katılmasıyla sabah erkenden ayaklandığı, başlarında subayların olmaksızın Galata köprüsünü
geçtiklerini ve Ayasofya Meydanında, Meclis binasının önünde toplandıklarını haber almıştır.
Mahmut Muhtar Paşa derhal Kadıköy’den 7.30’da (ezani 01.00) kalkan vapura binip Galata
Köprüsü’ne ulaştığında yakındaki Aziziye Karakolu’na giderek orada görevli nöbetçi
subayıyla alay kumandanını yanına çağırır ve onlara “askerlerini sıkı gözetim altında”
320 Güresin, a.g.e., s.44. 321 Yunus Nadi, İhtilâl ve İnkılâb-i Osmanî, Dersaadet, İstanbul, 1325, s.34.
130
bulundurmalarını emreder. Aynı zamanda da bir makineli tüfek bölüğünün ve bir top
bataryasının Seraskeriye’ye doğru yola çıkarılması ve oraya gitmek için de Haliç’i, eski
Köprüden (Unkapanı Köprüsü) geçmeleri emrini vermiş ve saat 8.30’a (ezani 03.00) doğru
Harbiye Nezareti’ne ulaşmıştır322.
Bu sırada Mahmud Muhtar Paşa, hükümete telefon ederek, müsaade edildiği takdirde,
bir saat içerisinde olayları bastırabileceğini belirtmiştir. Ancak toplanan vekiller heyeti,
Mahmud Muhtar Paşa’nın göstereceği saldırı ve şiddetin sıkıştırılan ve savunmasız bir halde
bulunan mebusların telefine sebebiyet vereceği endişesiyle, bunu kabul etmemiştir. Hassa
Ordusu Kumandanı Mahmud Muhtar Paşa ne yapacağına karar verememiştir. Erkan-ı Harbiye
Reisi İzzet Paşa ile birlikte hükümetten istedikleri ve sabırsızlıkla bekledikleri silah kullanma
emri bir türlü verilmemiştir. Hükümet Muhtar Paşa’ya istediği emir yerine, “Şeyhülislam
Efendinin Bâb-ı askeriye gittiği” şeklinde oyalayıcı bir cevap vermiştir323. İsyanı bastırmakla
resmen mükellef olan Sadrazam ve Dâhiliye Nazırı Hüseyin Hilmi Paşa, Harbiye Nâzırı Ali
Rıza Paşa, Bâb-ı Âli’ye kapanıp kalmışlar ve kararlı bir tavır göstermemişlerdir. Harbiye
Nazırı Ali Rıza Paşa’nın ve onun nezdinde hükümetin çekingen hareketinin, belki padişahtan
ve saraydan çekinerek Mahmud Muhtar Paşa’ya vakit varken istediği emri vermemesi
kıyamın büyümesine meydan bıraktığı gelişen olaylardan anlaşılmaktadır324.
Başkaldıranlardan bir takımı Harbiye Nezareti’ne gelerek, Harbiye’deki askerleri
kendilerine katmaya çalışmışlar ama başarılı olamamışlardır. Bazıları içeriye “Volkan”
gazetesi atmışlardır. Mahmud Muhtar Paşa, Harbiye parmaklıklarına tırmanmaya çalışan asi
askerlerin üzerine tulumbacılara su sıktırarak hadiseleri önlemeye çalışmıştır325.
Parmaklıkların kırılmak istenmesi üzerine Mahmud Muhtar Paşa asi askerler üzerine içeriden
ateş açma emri vermiş, ama askerler havaya ateş açarak emre bir bakıma itaatsizlik
yapmışlardır.
Mahmut Muhtar Paşa, Nezarete gelmeden önce, sabah 9.15’te (03.30) Harbiye
Nezareti’nden Davut Paşa Kışlasına bir telgrafname çekilerek süvari askerlerinin hemen
yetiştirilmesi emredilmiş ve süvari askerleri Harbiye Nezareti’ne saat 10.25’de (ezani saatle
04.00) gelmiştir. Gelenlerden yirmi süvari Gedikpaşa’da bulunan ayaklanmış askerlerin
üzerine gönderildi, gelen süvari tugayının Beyazıt Meydanı’nda dolaşması ile bütün insan
kalabalığı çil yavrusu gibi dağılmıştır326. Öğle saatlerine doğru Vefa yönünde bulunan
322 Mc Cullagh, a.g.e., s.75. 323 Alkan, a.g.e., s.128. 324 İrtem, Abdülhamid’in Selanik Sürgünü, s.147. 325 Ahmed İzzet Paşa, Feryadım (Haz. Süheyl İzzet Furgaç-Yüksel Kanar), c.I, Nehir Yay., İstanbul, 1992, s.64. 326 Celal Bayar, Ben de Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş, Baha Matbaası, İstanbul, 1966, s.401.
131
kapıdan bir top bataryası ve Beyoğlu’ndan gelen bir maksim tüfeği kıtası da Harbiye Nezareti
bünyesine dâhil olmuştur. Mahmud Muhtar Paşa, bu son gelen kuvvetleri, nezaretin Beyazıt
kapısı önüne, kalabalığa karşı yerleştirmiştir. Mahmud Muhtar Paşa’nın bilgi edinmek
amacıyla gönderdiği süvari askerlerinden seçilen 20 kadar askerin başlarında bulunan 1.
Hassa Alayı 4. Kıta yüzbaşısı Romilus Spathari Efendi, Gedikpaşa’daki Çarşı Kapısı
yakınlarında ayaklanmış Avcı taburlarından askerlerle karşılaşmış, ayaklananları disipline
uymaya, boyun eğmeye çağırmıştır. Süvari kıtası Harbiye Nezareti’nin Bayezid Kapısından
çıkarak isyancıların üzerine ilerledi. Bölük komutanının Rum asıllı Romilus Spathari olması
kötü bir rastlantı olmuş, saldırılara karşı gelmek için önceden belirlenen yerlere yerleşmiş
asiler Romilus Spathari Efendiyi vurmadan önce, “İslamcın üzerine gâvur sürüyorlar”
demişler ve mavzerlerinden çıkan kurşunlar kıta komutanı Yüzbaşı Romilus Spathari
Efendi’nin vurularak ölmesine neden olmuştur.327 Bölüğü de çaresiz olarak isyancılara
katılmıştır.
Ayaklanan askerler bütün feryat ve çabalarına rağmen Lazkiye Mebusu Emin Arslan
Bey’i, Tanin gazetesinin İttihatçı başyazarı ve İstanbul mebusu Hüseyin Cahit zannederek
Sultanahmet Meydanı’nda süngü darbeleri ile öldürmüşlerdir. Ayaklanmanın ilk günü ölenler
arasında Adliye Nazırı Nâzım Paşa da vardı. Öğleden sonra Hilmi Paşa tarafından Bâb-ı
Âli’den Saraya çağrılan Adliye Nazırı Nâzım Paşa ile Bahriye Nazırı Rıza Paşa, aynı arabayla
yola çıkmıştır. Eminönü’nde Galata Köprüsü’ne geldiklerinde askerler arabayı çevirip
Meclise götürdü. Ayasofya Meydanı’nda Meclisin dış kapısından girerlerken Gürcü Rıza
Paşa’yı, meclis başkanı Ahmet Rıza Paşa ile karıştıran askerler silaha davrandı. Rıza Paşa
buna karşı çizmesindeki tabancayı çıkarmak isteyince kendisi ayağından, Nâzım Paşa da
kalbinden vuruldu.
Mahmud Muhtar Paşa olayları sertlikle önlemek için 12.30’a doğru hükümetten
Haliç’in iki yakasını ulaşıma kesilmesi, başlatılacak saldırı konusunda karar verilmesi gibi
konularda bilgi istemişse de hükümetin istifa ettiğini öğrenmiş, hiçbir suretle kuvvet
kullanamayacağı kendine bildirilmiştir. Hükümetin istifası ve şeyhülislamın öğütleri ile
327 Mevlanzade Rıfat, bu hadiseyi Mahmud Muhtar Paşa’nın bir başarısızlığı ve sorumsuzluğu olarak
değerlendirerek, şeriat isteriz diyerek ayaklandırılan, tam anlamıyla dinî taassupları tahrik edilmiş olan bir askere
karşı itaat altına almak için gönderilen askerî birliği Hıristiyan bir komutana teslim etmenin uygun olmadığını,
bu durumun şeriatın kaldırılacağına inandırılmış, dinî bir tutuculukla kandırılmış olan askerin duygularını bütün
bütün bozulmuş olduğunu ve hatta yeniden yayılan teşvikçilere etkili bir sermaye olduğunu ve Harbiye
Nezareti’ndeki askerin de asilere katılmasında -yegâne değilse de- başlıca nedenlerden biri olduğunu
belirtmektedir. Bkz: Mevlanzade Rifat, 31 Mart Bir İhtilalin Hikâyesi, (Haz. Berire Ülgenci), Pınar Yay.,
İstanbul, 1996, s.44-52-53.
132
isyanın biteceği düşünülüyordu. Aynı gün saat 14.00-15.00 civarında, sarıkları ucuna Kur’an-ı
Kerim sarmış, ellerinde siyah ve yeşil bayraklar taşıyan Fatih Medresesi hocaları, birkaç yüz
kişilik kalabalık bir küme halinde askerlerle birlikte Divanyolu’ndan geliyordu. Kafileye
yolda rastlayan birçok ilmiye öğrencisi de katılmıştı. Ayasofya Meydanı’na gelen bu
kalabalığa askerler selam dururken ulema da tekbir getirerek alana girmiş, “Ahmet Rıza’yı,
Hüseyin Cahit’i görüp de vurmayan kâfirdir! Dinsiz mektepli zabitleri, Kur’an-ı azimüşşanı
inkâr edenleri görüp de vurmaya kâfirdir! Dini-i Mübin-i İslam’ı yere seren, gâvur icadı usul
ve kanunları vatanımıza sokmak isteyen mürtedleri görüp de vurmayan kâfirdir!” şeklinde
slogan atmaya başlamıştır. Saat 16.30’a doğru Sadrazam ve Harbiye Nazırımdan Mahmud
Muhtar Paşa’ya gönderilen telgrafta kabinenin vermiş olduğu kesin emirler yineleniyor; ne
olursa olsun zor kullanmaması ve Şeyhülislamla birlikte saraya gitmiş olan mebus heyetinin
yaptığı görüşmelerin sonucunun beklenmesi emir olunuyordu328.
Bu sırada Mabeyn Başkâtibi Ali Cevat Bey ve Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi, askerin
talep ve istekleri doğrultusunda hazırlanan ve kabinenin istifa ettiğini, isyan eden askerin ve
bunlarla beraber olanların affedildiğini, şeriatın daha dikkatli bir şekilde uygulanacağını ve
padişahın askerin kışlalarına halkın da işine gücüne bakması isteğinde bulunduğunu içeren
tezkereyi, Meclis-i Mebusan’da ve Ayasofya Meydanında okuyarak halka nasihat etmişlerdir.
Bu olayla ilgili olarak Volkan muharriri Lütfi gazetede şunları yazmıştır: “Mebusan
dairesinin önü bembeyaz kesildi. Herkeste hissiyat-ı diniye galeyana geldi329.” İsyan eden
askerler, “Harbiye Nazırını ve Birinci Ordu Kumandanı Mahmut Muhtar Paşa’yı istemeyiz!”
diye bağırıyordu. Daha önce yaşanan Taşkışla ve Yıldız olayları nedeniyle askerler
korktukları ve nefret ettikleri Mahmut Muhtar Paşa’yı hedef seçmişlerdi. Bunun üzerine Ali
Cevat Bey, Harbiye Nazırı Ali Paşa’nın azledildiğini ve yerine başkasının tayin edildiğini ve
Mahmud Muhtar Paşanın da azlolunarak yerine Yaver Paşa’nın vekâleten tayin kılındığını
beyan eder330. Burada ilgi çekici olan nokta, bu sırada Mahmud Muhtar Paşa’nın hâlâ
görevinin başında bulunması ve azledildiğinden haberinin olmamasıdır.
Zaman geçtikçe durum kötüleşiyor, Beyoğlu tarafında bulunan asker, isyancılarla
birleşmek üzere peyderpey İstanbul tarafına geçmekte olduğu gibi, köprüleri tutmak için
Harbiye Nezareti’nden gönderilen tabur ve mitralyöz bölüğü, tesadüf ettikleri asî askerlere
katılıyordu331. Mahmud Muhtar Paşa, emrinde bulanan askerlerin isyancılara katılmasını
328 İrtem, Abdülhamid’in Selanik Sürgünü, s.147. 329 Lutfi, “Dünkü Hal”, Volkan, 14 Nisan 1909, Nr:104 için bakınız: M. Ertuğrul Düzdağ, Volkan Gazetesi,
s.505. 330 Ali Cevat Bey, İkinci Meşrutiyetin İlânı ve Otuzbir Mart Hadisesi., s.52. 331 Ahmed İzzet Paşa, Feryadım, s.64.
133
önlemek için elinden geleni yapıyor askerle bizzat ilgileniyordu. Bununla birlikte asker
arasında huzursuzluk iyiden iyiye artıyor ve süvarilerin ayaklananlardan yana çıkarak
kışlalarına dönmek istedikleri bildiriliyordu. Mahmud Muhtar Paşa, subaylardan aldığı
bilgilerden, askerin homurdanmaya başladığını, artık hiçbir yerden ve kimseden emir
almayacaklarını ve eve gitmek istediklerini ifade etmeye başladıklarını öğrenmiştir. Bu durum
karşısında Mahmud Muhtar Paşa, süvarileri daha fazla alıkoyamayacağına kanaat getirerek,
küçük küçük kıtalar halinde kışlalarına göndermeye başlamıştır.
Yine olayın ilk günü bazı askerler kendi başlarına gizli araştırmalar yapmış, Ahmet Rıza
ve Hüseyin Cahit Bey’in peşine düşmüşlerdir. İttihat ve Terakki Merkezi basıldı. Evleri,
Tanin Matbaası ve eşleri ve dostları aranmış; ancak Hüseyin Cahit ve Ahmet Rıza Beyler
bulunamamıştır. Şura-yı Ümmet ve Tanin gazete idarehaneleri de ayaklananlarca yıkılıp
yağmalandı. Mektepli subayları da öldürmeye başlamışlardır. Bunlar ya askere engel olmak
istedikleri için, ya da askere tecavüz etmeye kalkıştıkları için öldürülmüşler. Hükümet
cephesinde gün boyu bunlar yaşanırken asıl karar merciinin Saray olduğunu anlayan ve
bağışlanmak isteyen askerler, Saraya döndü. Nitekim af da, yeni Sadrazam ve Harbiye
Nazırı’nın atanmaları da Saraydan geldi. Muhalefetin ayaklandırdığı askeri, muhalefetin can
düşmanı Abdülhamid kazanmıştı. O gün akşamüstü başlamak üzere, İstanbul’daki birtakım
askerî birlikler Yıldız’a gelip bağlılıklarını sundular. Sina Akşin’e göre II. Abdülhamid’in
askerden bir kötülük gelmesin diye, onları okşaması, hem İttihat ve Terakkili hem de Ahrarcı
Meşrutiyetçilerin bu yakınlığı ileri sürerek kendisini ayaklanmayı çıkartmakla suçlamalarına
ve tahttan indirilmesine vesile verdi, ya da en azından bunu kolaylaştırdı332.
Mahmud Muhtar Paşa yayınlanan irade ile isyancı askerlere af çıkarılmasını
kabullenememiştir. İsmail Kemal Bey tarafından verilen emirde hükümet emrindeki
askerlerin Sultanahmet’teki askerlerle kaynaştırılmasının ve onları selamlamasının istemesi de
bardağı taşıran olur. Bunun üzerine Mahmud Muhtar Paşa 19.30’da artık anlamını yitiren
görevinden istifa ederek Beyazıt’tan ayrılmıştır. Muhtar Paşa’nın yerine Yaver Paşa
atanmıştır. Mahmud Muhtar Paşa’nın Harbiye Nezareti’nden ayrılmasından sonra iyice başsız
ve subaysız kalan maiyetindeki askerler kısa bir süre asi askerlerle birleşmiştir. Geceye kadar
isyana katılmayan ve Harbiye Nezareti’nde bulunan I. Nişancı Taburu da asilerle birleşmiş ve
bu suretle Hassa birlikleri hemen tamamen isyana dâhil olmuş ve gece sabaha kadar eğlence
için yaylım ateşi yapmışlardır. Mektepli subay avına çıkan isyancı askerler, Mahmud Muhtar
Paşa’nın Moda’da bulunan Mermer Konak’ını kuşatmışlar, Hassa Ordusu Kumandanlığımdan
332 Akşin, İttihat ve Terakki, s.126-127.
134
istifa etmiş olan Mahmud Muhtar Paşa’nın hapsedilmek üzere teslim olmasını istemişlerdir333.
Bu olay üzerine Mahmud Muhtar Paşa can güvenliği kalmadığı için yurtdışına kaçmıştır334.
İkdam, Volkan, Mizan, Serbestî gibi gazeteler ayaklananlardan yana tavır almışlardı.
İkdam askerlerin düzenliliğini göstermek için elinden gelen çabayı gösteriyordu. Buna göre,
zorbalıklar, karşı yanın kışkırtmasıyla ya da meşru savunma durumunda olmuştu. Her polisin
yanına iki asker verilmiş, bunlar İstanbul sokaklarında güvenliği sağlamışlar, birbirlerini
yatıştırıp frenlemek için öğütler vermişlerdi. Askerler Adliye Nazırını öldürdükleri için pek
üzgündüler. Cenazesi “ihtifalat-ı lazime” ile kaldırılacaktı. Yabancılar ve müslüman
olmayanların haklarına “fevkalade riayet edilmişti.” Askerler ikişer, üçer elçiliklere giderek
can, mal, ırza dokunulmayacağını açıklamışlardı. Ayaklanmayı fırsat bilen Zaptiye
tevfikhanesindeki tutuklular binayı ateşe vererek kaçmaya yeltenmişler, asker gelerek onların
ayaklanmasını bastırmıştı. O gün çıkan Volkan’da Vahdeti’nin “Halife-i İslam Abdülhamid
Han Hazretlerine Açık Mektup” başlığını taşıyan yazısı vardı. Buna göre, Vahdeti’nin içinde
bulunduğu hal ve mevkii Abdülhamid’e hitabetmeyi gerekli kılmıştır. “Şu dakikada” aldığı
bilgiye göre bütün asakir-i şahaneleri subayların mektepli olanlarını tutukladıktan sonra 0.45–
1.45 sıralarında Mebusan Meclisini kuşatmışlar, “fakat asakir-i mumaileyhimin makasıd-ı
hakikiyeleri ne olduğu bizce anlaşılamamıştır”. Ortada resmi otorite olarak bir tek
Abdülhamid kalmıştır. Meşrutiyet’in korunması artık önemli ölçüde II. Abdülhamid’in
mutlakıyeti kurmaya kalkışmamasına, ya da Vahdeti’nin dediği biçimde, onun
mutlakıyetçilere kulak vermemesi ile mümkündür. Vahdeti, düştüğü umutsuzluk yüzünden,
Ahrarcı bir hükümeti gözünden çıkarmış, Meşrutiyetçi olmak şartıyla, tarafsız hükümete bile
razı olmuştur. İsyanın ikinci günü asilerin sayısı 30–35 bin’e çıkmış bu kuvvet o günlerde
333 İsmail Hami Danişmend, 31 Mart Vakası, İstanbul Kitapevi, İstanbul, 1986, s.254. 334 Mahmud Muhtar Paşa’nın kaçışı şu şekilde gerçekleşmiştir: Konağın etrafında bin beş yüze yakın Selimiye
Kışlası askerleri toplanmıştır. Birkaç kez kapıyı kırarak içeri girmeyi ve Mahmud Muhtar Paşa’yı yakalamaya
teşebbüs etmişse de, Paşa’nın ailesi Mısır Hidiv ailesine mensup olduğu için bu teşebbüs engellenmiştir. Paşa
durumun tehlike arz ettiğini görerek kaçmaya karar verir, bahçe kapısından çıkması mümkün olmadığı için
bahçe duvarından bitişikteki evin bahçesine atlar. Buranın sahibi olan bir Fransız’ın yardımıyla da komşusu
İngiliz asıllı William Whittall’in evine saklanmıştır. Bu durumu bilmeyen bazı kişiler Paşa’nın hayatı hakkında
şüpheye düşmüşlerdir. Mahmud Muhtar Paşa’nın babası Gazi Ahmet Muhtar Paşa, telgraf ile direk olarak II.
Abdülhamid’e müracaat ederek, “oğlunun tahlisi çaresine serian bakılmasını” talep etmiş ve sarayın teşebbüsleri
ile çıkarılan bir ferman ile Mahmud Muhtar Paşa’nın evi önündeki askerler dağılmaya başlanmıştır. 14 Nisan
günü Mahmud Muhtar Paşa Whittall’lere ait bir yat vasıtasıyla Avrupa’ya kaçarak kendisini arayan asi askerlerin
elinden kurtulur. Muhtar Paşa, Hareket Ordusunun İstanbul’a gelmesinden sonra tekrar İstanbul’a dönecektir.
Mahmut Muhtar Paşa ile ilgili bkz: Said Olgun, Mahmud Muhtar Paşa (1867-1935) Hayatı, Askerî ve Siyasi
Faaliyetleri, Eserleri, (Gazi Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2006.
135
İttihatçı gazeteler susturulduğu için, yayınlanmaya devam eden Volkan gazetesi tarafından da:
“Kim derdi ki bize Köprü ortasında silindir şapka giydirecekler, kim derdi ki, bize çarşaf
giymek zamanı değildir, diyecekler. Ve bunların büyük vatansever Ahmed Rıza müdafaa
edecek.” gibi sözlerle tahrik etmekte, ittihatçılık düşmanlığını körüklemeye çalışmaktaydı335.
Askerler başıboş gruplar halinde bütün İstanbul’a yayılmışlar, birçok İstanbullu kaza
kurşunuyla yaralanmıştı. Bazı askerler de bu arada rastladıkları Harbiyeli subayları öldürmeye
çalışıyordu. Hatta bu o kadar genişledi ki, mektepli olanlar asker olup olmadıkları ayırt
edilmeksizin rahatsız edilmeye başlanmıştı. Asi askerler mektepli avına çıkmıştı.
2.5.1.1. Ali Kabuli Bey’in Linç Edilmesi
İkinci gün İstanbul’da fazla bir şey cereyan etmemiş ve kıyam sükûnet kazanmıştır.
Bunda Padişah’ın, isyan erbabının suçlarını affetmesi ve gayet yatıştırıcı bir tavır takınması,
büyük rol oynamış görünmektedir. Bu arada yer yer Padişah II. Abdülhamid’in lehine
sloganlar atıldığı da oluyordu. Bu durumlarda Padişah pencereden göstericileri selamlıyordu.
Bu durum, İttihatçıların muhalifleri üzerinde de endişe verici bir manzara olarak görünmüştür.
Daha ilk günden ayaklanmanın aldığı renkten hoşlanmayan Prens Sabahaddin Bey, Beşiktaş
önündeki Hamidiye kruvazöründe donanma süvarileriyle bir toplantı yaparak, ayaklanma
daha Abdülhamid taraftarı bir yöne kayarsa, Abdülhamid’in tahttan indirilmesi için gemilerde
bir meşveret meclisinin toplanmasını ve kararını top tehdidiyle Saraya kabul ettirmesini
kararlaştırdı. İkinci gün Prens, olayların korkulan yönde geliştiğini ileri sürerek, donanmanın
sözünü tutmasını istedi. Hamidiye süvarisi, ertesi sabah diğer süvarilerle görüştükten sonra
harekete geçileceğini bildirdi. Fakat 3. gün süvariler bu işe yanaşmadılar. Asar-ı Tevfik
firkateyni süvari vekilliği yapan Binbaşı Ali Kabuli Bey, işe girişmek üzere gemicileri
hazırlayıcı konuşmalar yaptı. Ali Kabuli Bey, Prens Sabahaddin’in deniz subaylarıyla yaptığı
toplantıya katılmış ve toplantıda, İsyan Meşrutiyet aleyhine bir cereyan halini aldığı takdirde,
Yıldız Sarayı’nın topa tutulması yolunda alınan kararı benimsemiş, bu karar gereğince de
isyanın neticesine bakarak zırhlısındaki askerlerin asiler arasına katılmasını önlemiştir. Ali
Kabuli Bey, bu amaçla askerlere: “Padişah milletle kaimdir, milleti mahvetmek isteyen kim
olursa olsun bu toplarla onu kahretmek boynumuzun borcudur” sözlerini söylemiş, işte bu
sözler Ali Kabuli Bey’in linç edilme nedeni olmuştur. Tahrikçi askerler bu sözleri çarpıtmış
ve binbaşının sözlerini, sarayı topa tutacağı şekline sokmuşlardır. Çeşitli yollarla Asar-ı
335 Zekeriya Kurşun – Kemal Karaman, “Derviş Vahdeti”, DVİA, c.IX, İstanbul, 1994, s.201.
136
Tevfik’e sızabilen 31 Mart’ın elebaşları emrindeki bir grup tahrikçi, deniz subayları
toplantısında alınan kararı, Ali Kabuli’nin, Yıldız Sarayı’nı yani, II. Abdülhamid’i topa
tutacağı şekline sokarak, askeri tahrik etmişlerdir. Ali Kabuli Bey’in öldürülmesine kadar
gidecek olayı, Yıldız Sarayı’na giden askerler şöyle anlatmaktadır: “Prens Sabahattin Beyin
Hamidiye zırhlısı kumandanı Vasfi Bey ile anlaşmasına göre, Yıldız Sarayı topa tutulacak,
Ali Kabuli Bey de bu bombardımana katılacaktı. Vasfi Bey, bunu yapmak için isyanın
Meşrutiyet aleyhine bir durum alması gerektiğini ileri sürmüştür. Bahriye neferi, Ali Kabuli
Bey’in kamarasında geçen konuşmaları dinlemişler, ertesi gün kaptan uyuduğu sırada,
odasına girip elini kolunu bağlayıp, geminin ambarına hapsetmişlerdir. Askeri bunu yapmaya
tahrik edenin, Asar-ı Tevfik neferlerinden Rizeli Enes olduğu ileri sürülmektedir336.
Ali Kabuli Bey önce, Bahriye Şurasına getirilmiş, burada serbest bırakılmasına karar
verilmesine karşın, isyancı askerler Ali Kabuli Bey’i, Yıldız Sarayına, Padişahın huzuruna
çıkarmaya karar vermişlerdir. Ali Kabuli Bey tekme dipçik sürüklenmiş, Yıldıza gelinceye
kadar, bahriye askerleri tarafından öldürülürcesine dövülmüş ve çeşitli hakaretlere uğramış,
Kabuli Beyin Yıldız’a sürüklenerek götürülmüştür. Yıldız bahçesinde bunlar olurken,
Abdülhamid, Ali Kabuli Bey’in asker tarafından Yıldız Saray’ına getirildiğini öğrenmiş ve
sarayın bahçeye bakan penceresine doğru yürümeye başlamış; pencerede ilk önce
Abdülhamid’in Başkâtibi Ali Cevad Bey görünmüş, hemen arkasından Abdülhamid
görülmüştür. Pencere önüne gelen Abdülhamid, Sarayının topa tutulmak istendiği iddiasını
ciddiye alarak, binbaşının kendisine teslim edilmesini istedi. II. Abdülhamid, Ali Kabuli Bey
ile konuştuktan sonra askerlere binbaşıyı himayesine aldığını ve onu karakola götürmelerini
emreder. Fakat askerler Ali Kabuli Bey’i götürürken süngüleyerek yolda öldürürler.
Abdülhamid bu işe üzüldüğünü söylemekle birlikte, katil erlere karşı -ayıplama yollu da olsa-
bir şey yapılmasını yolunda bir emir vermedi337. 2 Nisan 1325 (15 Nisan 1909) yılında
336 Mustafa Müftüoğlu, İstanbul’a Yürüyen Ordu- 31 Mart’ın Perde Arkası, Başak Yay., İstanbul, 2005,
s.78-80. 337 Ali Cevad Bey olayı şu şekilde anlatmaktadır: “Bir takım askerlerin Yıldız Kasrı önünde bağrışmakta
olduğunu işiterek, teşrîf-i şahane vukuu tabiî olduğundan kasr-ı âlîye gittim. Zât-ı hümâyûnları da merdivenden
çıkıyorlardı. Bana dediler ki ‘Askerler bir binbaşıyı getirmişler. Yıldızı topa tutacak imiş.’ Zât-ı şahaneleri
doğruca mûtâd veçhile pencerenin önüne gittiler. Ben de pencereyi açtım ve karşılarında dîvân durdum. Meydan
birçok bahriyeli askerler ve ahâli ile dolmuş idi. Zât-ı şahaneleri Şâkir Paşa’ya hitaben ‘Ne istiyorlar?’ dedi.
Şâkir Paşa da galiba anlamamış olmalı ki, pencerenin karşısında selam duran biri tüfekli, diğeri tüfeksiz iki
askeri öne getirdi. Zât-ı şahaneleri ne istediklerini sordu, İstanbul’u topa tutacağından ve gayet fena bir adam
olduğundan bahisle, Binbaşı Ali Kabûlî Bey’i getirmiş olduklarından ve kendilerinin terfi-i rütbeden ve maaştan
mahrum bırakılmış ediklerinden bahsettiler. Zât-ı şahaneleri Binbaşının bu emri kimden almış olduğunu suâl
buyurmaları üzerine, bir kaç asker birden bir şeyler söylediler. İntizamsızlık ve karışıklık görünmeğe başlaması
137
isyanın üçüncü gününde yaşanan bu cinayet İttihatçıları derinden etkilemiş, hareket
ordusunun gelişinden sonra kurulan Divan-ı Harb-i Örfi yargılamalarında suçlular ağır bir
şekilde cezalandırılmıştır.
Derviş Vahdeti Volkan’da askerlere hitaben yazdığı 15 Nisan tarihli makalesinde
isyancıları şu şekilde nitelendirmektedir: “Arslanlar! Herbirinizin namı, nam-ı mübecceli
tevarih-i ümemi (yüce İslam tarihinin adını) tezyin etti. Sizin gibi bir ordu dünyanın hiçbir
köşesinde yoktur. Evet, yoktur, bunu iftihar, gururla söyleyebiliriz. Çünkü böyle bir hareket-i
askeriyye, dünyanın hangi bir noktasında vukua gelseydi, vatanları baştan başa herc ü merc
olmak içten bile değildi338.”
Ahrarcı bir Harbiye öğrencisi olan Ahmet Bedevi Kuran, bazı arkadaşlarını Mizancı
Murad’a gönderdi. Kendisi de Mevlânzade Rıfat’a gitti. Bu bilgilerden Mevlânzade Rıfat,
Mizancı Murad, Ahmed Bedevi Kuran ile Derviş Vahdeti ve Said-i Nursi arasında tanışıklık
ve temas bulunduğu anlaşılmaktadır.
Serbestî de o gün yapılacak basın mitinginin, şimdilik gerekli görülmediği için
yapılmayacağını bildiriyordu, zira nasıl olsa şeriat “hürriyet-i kelamı” buyuruyordu. Günün
Volkan’ında Vahdeti’nin “İnkikab-ı Şerri” başyazısı dikkati çekiyor. Bunda “Açık Mektup”
taki kötümserlikten hiçbir iz yoktur. Yalnız üç yerde “halife” adı saygıyla anılarak, ihtiyat
elden bırakılmak istenmiyordu. Son olarak da askerler uzun uzun övülüyordu. Volkan’ın son
üzerine, şu hâle netice vermiş olmak üzere, dâire-i hümâyûnlarına avdet buyrulması lüzumunu îmâen temenna
ettim. Görmediler. Yine temenna ederek biraz hızlıca ses ile ‘Efendim istirahat buyrun.’ dedim. Ol vakit zât-ı
hümâyûnları, pencereden başlarını çıkararak ve elini göğüslerine koyarak, askere hitaben ‘O adamı bana teslîm
edin. Ben tahkîk ederim.’ dedi. Ve orada bulunan paşalara da Kabûlî Bey’in mahfazan karakola götürülmesini
ferman buyurarak pencerenin önünden çekildiler. Odalarına girerler iken ‘Efendim yoruldunuz.’ demekliğim
üzerine, ‘Ma’şâlah Bizi topa tutacak diyorlar, sormayalım mı?’ buyurdular... Zât-ı hümâyûnları ile beraber
salonun yanında meydana nazır odaya girdiğim esnada, bir karışıklık tesadüfen gözüme ilişti. ‘Efendimiz galiba
bir şeyler oldu.’ dedim. ‘Gitsinler baksınlar, bir fenalık olmasın.’ dediler. Hemen salona fırladım (ve oradaki
yaverlere Sultan’ın emrini tekrarladım.). Tekrar odaya girerek pencereden dışarıya baktığım sırada, askerin
birinin elinde kanlı bir kasatura ile gitmekte olduğunu gördüm ve ‘Aman efendim, galiba Binbaşı’yı
öldürmüşler; fakat çok fena oldu.’ dedim. Zât-ı hümâyûnları da ‘Artık bu asker değil, âsî olmuşlar.’ buyurdular...
Bu esnada ser-yaver Şâkir Paşa göründü... Efendimiz Paşadan ne olduğunu suâl buyurdular; önüne baktı,
yavaşça bir şeyler söylenildi... (Sonra da) Irâde-i seni-ye veçhile Ali Kabûlî’yi taht-ı muhafazada olarak karakola
götürürlerken, askerin bağteten hücum ederek katleylediklerini söyledi. Bu hâl zât-ı şahanelerinin hakîkaten ve
cidden teessüfünü mûcib oldu ve müsebbib ve katillerini tel’în eyledi.” demektedir. Bkz: Aksun, a.g.e., c.V,
s.178–179. 338 Derviş Vahdeti, “İnkılab-ı Şer’i”, Volkan, 15 Nisan 1909, Nr:105 için bakınız: M. Ertuğrul Düzdağ, Volkan
Gazetesi, s.510.
138
sayfasında ise İttihat ve Terakki önderlerinin nerede bulunduklarının bilinmediği söyleniyor
ve alay ediliyordu339.
İsyancılar isteklerinin bir kısmını elde etmiş, Tevfik Paşa başkanlığında yeni kabinenin
kurulmasını sağlamışlardı. Kabine şu kişilerden oluşuyordu. Meşihat Ziyaeddin Efendi,
Dahiliye Adil Bey (vekaleten), Rauf Paşa (asaleten, 16 Nisan), Hariciye Rifat Paşa, Harbiye
Ethem Paşa, Bahriye Emin Paşa (vekaleten asaleten 20 Nisanda diğer bir Emin Paşa), Adliye
Hasan Fehmi Paşa (15 Nisanda istifa) Şuray-ı Devlet Riyaseti Zihni Paşa (15 Nisanda istifa)
Raif Paşa (16 Nisan), Ticaret ve Nafia Gabriyel Norodonkyan Efendi, Maliye Nuri Bey,
Maarif Abdurrahman Şeref Bey, Orman ve Maadin ve Ziraat Mavro Kordato Efendi, Evkaf
Halil Hammade Paşa340.
2.5.2. Padişahın ve Bâb-ı Âli’nin İsyana Tepkisi
31 Mart Olayı ortaya çıktığı ilk saatlerden itibaren, II. Abdülhamid ve Bâb-ı Ali’nin
izlediği siyaset isyanın hemen bastırılamamasında ve giderek daha vahim bir hal almasında
etkili olmuştur. Hassa ordusu Mahmud Muhtar Paşa’ya tam yetki verilmemesi, Padişah II.
Abdülhamid’in sağlam bir duruş göstermeyip isyancılara sempatik yaklaşan yanlış siyaseti ve
hükümetin istifa etmesinden sonra kurulan yeni kabinenin izlediği sinik politika
ayaklanmanın bastırılamamasına neden olmuştur.
Askerin “Şeriat isteriz!” sloganıyla Meclis’e yaklaştığı 04.45’te öğrenen Hüseyin Hilmi
Paşa, saat 06.30 civarında saraya telgraf çekerek isyanı saraya bildirmiştir. Böylece Sultan
II. Abdülhamid’in isyandan haberi olmuştur. Sadrazam Hilmi Paşa, Zabtiye Nazırı Sami’nin
bir ihbarını da şu şekilde arz etmiştir: “Sabaha karşı Taşkışla taburlarının silahlı fakat zabitsiz
olarak, kısmen Beşiktaş ve Yıldız cihetlerine hareket ettikleri gibi, bir kaç yüz nefer
raddesindeki miktarının da Galata köprüsünden geçerek, Sultanahmet Meydanına geldikleri,
meydana müntehi caddeleri tutarak ve ‘Şeriat isteyen meydana toplansın, istemeyenler
dışarıda kalsın.’ diyerek, ahaliyi toplamakta bulundukları, sual olundukda ‘Biz şeriat isteriz,
başka bir fena fikrimiz yoktur.’ cevabını verdikleri, gelen askerin yalnız 4. Avcı Taburu
efradından bulunduğu…341”
339 Volkan, 15 Nisan 1909, Nr: 105. 340 Sina Akşin, Şeriatçı Bir Ayaklanma 31 Mart Olayı, İmge Kitabevi, İstanbul, 1994, s.33-34. 341 Aksun, a.g.e., c.V, s.162.
139
Hilmi Paşa, İsyancıların ne istediklerini öğrenmek için Şeyhülislam Ziyaeddin
Efendi’yi göndermiş, kendisi de milletvekilleriyle beraber kalmıştır342. Meclis-i Mebusan’a
doğru yürüyen askerleri Şeyhülislam Ziyaettin Efendi karşılamış, ne yaptıklarını, dertlerinin
ne olduğunu sormuştur. Sabah gazetesine göre, askerlerle Şeyhülislam arasında şu konuşma
geçmiştir: “Efendi Hazretleri! Siz şeriatın icra ve ifasına memur ve hepimizin büyüğüsünüz.
Size evvelce şeriat ve hakkaniyet dairesinde idare olunacağımızdan bahseylerlerdi. Hayli
müddetten beri yapılan muamelata bakarak aldandığımızı hiss eyledik. Bazı zabitlerimiz
namaz kılmamıza vesair umur-ı diyanetimize hakkıyla riayet ettirmiyorlar. Anladığımız bu
yoldaki hal ve hareketleriyle bizim meşhur cihan olan selametiğ diniyemize zaaf vererek
menfaatlerine hizmet etmektir. Bunun için böyle zabitanı istemeyiz. Bil’fikir şu efendi dahi
zabitimizdir. (yanlarında bulunan bir mülazım efendiyi irase eyleyerek) lakin anlattığımız gibi
değil. Biz milletle beraber milletli uğrunda ölmeye bile hazır ve amadedir.343” isyanlarının
nedenlerini bu şekilde ileten askerler; Hüseyin Hilmi Paşa ile Bahriye Nazırı Rıza Paşa’nın
çekilmesini, Meclis Reisi Ahmed Rıza, müfritlerden Hüseyin Cahit ile Talat Bey’in ve Şura-
yı Ümmet Gazetesi’nin başmuharriri Bahaettin Şakir Bey’in mebusluktan kovulmasını,
mektepli zabitler atılmasını ve kendilerinin affedilmelerini istemişlerdir. Şeyhülislam
Ziyaeddin Efendi bu istekleri Bâb-ı Âli’de toplantı halinde bulunan hükümete bildirmiştir.
İsyanı bastırmakla resmen mükellef olan Sadrazam ve Dâhiliye Nazırı Hüseyin Hilmi
Paşa, Harbiye Nazırı Ali Rıza Paşa, Bâb- ı Âli’ye kapanıp kalmışlar ve kararlı bir tavır
göstermemişlerdir344. Sadrazam Hüseyin Hilmi Paşa, “tedabir-i hakimane” ile düzeni yeniden
sağlamaktan başka yola gitmenin “müşkül ve gayr-i caiz” olmasından bahsederek
ayaklanmanın başında, bunu zorla bastırmaya niyetli olmadığını gösteriyordu. Mahmud
Muhtar Paşa’nın ayaklanmayı işin en başında bastırmak istemesinin engellenmesindeki
sebeplerden biri de gelişmelerden haberdar olan II. Abdülhamid’in “katiyen tebaam arasında
kan dökülmesini istemem, hadise sulh yoluyla halledilmelidir.” şeklindeki telkinlerinin
tesiridir. Kendilerine hiç bir şey yapılmadığını gören asi asker, gittikçe cesaretlenerek Meclis-
i Mebusan’ı sarmış, o sabah Meclis’e gelen mebusları tutuklamıştır. Meclise silahla girerek
mebuslara baskı yapmaya başlamışlardır.
342 İsyancı askerlerin Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi’yi gece yarısı saat 2.30’a doğru konağından kaldırdıkları ve
Ayasofya Meydanına götürdükleri şeklinde bazı kaynaklarda bilgiler olsa da genelde hâkim olan düşünce şeriat
sloganlarıyla meclise yürüyen askerlere aracılık etmek için Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi’nin sadrazam
tarafından gönderildiği şeklindedir. 343 Sabah, 1 Nisan 1325/14 Nisan 1909, Nr: 7023; İkdam, 14 Nisan 1909, Nr:5347. 344 Alkan, a.g.e., s.128.
140
Hükümet, dışarıda ne olup bittiğini ancak dışarıdan gelen kişilerden öğrenebiliyorlardı.
Ezanî saatle 6.30 (13.15) sıralarında Arif Efendi isminde bir polis memuru Babıâli’ye gelerek,
Ayasofya Meydanı’nın adeta mahşer yerine döndüğünü ve her ne kadar önemli bir olay
olmamışsa da heyecan ve galeyanın pek ziyade arttığını ve Şeyhülislam Efendi’nin Meclis-i
Mebusan’da bulunup çıkmak ihtimalinin olmadığını ve isyancıların Sadrazam ve Harbiye
Nazırı ve Meclis-i Mebusan Reisi ve Hassa Kumandanı’nın (Taşkışla Kumandanı Miralay
Esad Bey) istemediklerini haber vermiştir345. Kabine, Şeyhülislamdan isyancıların ne
istediklerini öğrendikten sonra istifaya karar verdi. Bu arada mecliste mebuslar arasında
Hükümete güvensizlik oyu verip vermeme tartışması başlamıştır. Bu bağlamda Kastamonu
Mebusu Yusuf Kemal Bey, kabinenin bu eyleme yol açan önemsizliğinin kabineye
güvensizlik oyu vermek için yeterli neden olabileceğini ifade etmiş, bu görüş üzerine Ankara
Mebusu Talat Bey: ‘Boş yere acele etmeyin. Aslında şimdi haber aldım ki Hilmi Paşa
istifasını vermek üzere saraya gitti’ demiş ve oy itibariyle karar sayısı olmayan bir meclisin
güvensizlik bildiremeyeceğini ifade etmiştir. Lütfi Bey uzlaşma aranmasını ifade etmiştir.
Babanzade İsmail Hakkı güvensizlik oyunu karışıklıkları arttıracağı için önlemeye çalışmıştır.
Yeter sayı bulunmamasına rağmen İsmail Kemal’in ısrarıyla hükümet hakkında yapılan
oylamayla güvensizlik kararı alındı.
Kararın bildirilmesi için seçilen heyet meclise gelen Şeyhülislam Ziyaeddin Efendi ile
karşılaşmış, Ziyaeddin Efendi sadrazamın sarayda olabileceğini bildirmiştir. Hükümetin
istifası telgraf yoluyla Yıldız’a bildirilmiştir. Hükümetçe, Sadrazam, Harbiye Nazırı ve Maarif
Nazırı’nın Saraya giderek Hükümetin istifasını ve olaylar hakkında Padişaha bilgi verilmesi;
diğer Nazırların ise Babıâli’de kalarak, daha önce alınan karar üzerine Harbiye Nazırlığı ve
Meclis-i Mebusan ile haberleşmeleri ve Saraydan kendilerine gereken talimatın telgrafla
verilmesi kararlaştırılmıştır. Sadrazam, Harbiye Nazırı ve Maarif Nazırı saat 7.00(13.45)
sıralarında Bâb-ı Âli’den çıkarak araba ile Sirkeciye ve oradan da Bahriye Nazırı’nın
İstimbotuyla Beşiktaş’a ve Beşiktaş’tan araba ile Saray-ı Hümayuna gitmişlerdir346. Sadrazam
Hüseyin Hilmi Paşa yanında Harbiye Ali Rıza Paşa ve Maarif Nazırı Abdurrahman Şeref
Efendi ile Yıldız Sarayı’na gelmişler ve “Kabinenin bizzarure ve bilmecburiyye istifa
eylediğini” belirten istifalarını sözlü olarak II. Abdülhamid’e sunmuşlardır. Ancak Mabeyn
Başkâtibi Ali Cevat Bey, II. Abdülhamid’in istifayı yazılı olarak istediğini belirtmiş, bunun
üzerine Sadrazam ve iki Nazır tarafından istifa metni yazılarak imzalanmış ve Ali Cevat
345 Son Vak’anuvis Abdurrahman Şeref Efendi Tarihi -II. Meşrutiyet Olayları, (Haz. Bayram Kodaman-
Mehmet Ali Ünal), TTK Yay., Ankara, 1996, s.154. 346 Abdurrahman Şeref Efendi Tarihi, s.155.
141
Bey’e verilmiştir. Diğer kabine üyeleri de Saraya geldikleri için yeni bir istifa mazbatası
hazırlanıp onlar tarafından da imzalanarak Padişaha takdim edilmiştir.”
II. Abdülhamid, Kâmil Paşa’ya yakın sayılabilecek Ahmet Tevfik Paşa’ya Sadrazamlık
teklif etti. Tevfik Paşa’nın Sadareti kabul etmesinin ardından, Harbiye Nazırı Ali Rıza
Paşa’nın yerine askerlerin saygı duyduğu bir isim olan Osmanlı-Yunan Savaşı’nın kahramanı
yaşlı Gazi Ehtem Paşa atanmıştır. Fakat İsmail Kemal’in çabaları sayesinde İstanbul’daki 1.
Ordunun komutanlığına muhalefetin kahramanı Nâzım Paşa geldi. İttihat ve Terakki önderleri
ve mektepli subaylar ya gizlendiler, ya da İstanbul dışına kaçtılar. Bir anda İstanbul’da İttihat
ve Terakki’nin otoritesi kayboldu. Böylece İttihatçı kabine gitmiş, 14 Nisan 1909’da yeni
kabine kurulmuş oldu347.
Süleyman Tevfik Bey’de Mecliste olanları Ali Cevat Bey’e anlatmış, bunun üzerine Ali
Cevat Bey II. Abdülhamid’in yanına giderek duyduklarını anlatmıştır. II. Abdülhamid, yeni
istifa eden Hüseyin Hilmi Paşa’nın da onayı ile askerlere hitaben yazdığı bir fermanı Başkâtip
Ali Cevat Bey ile asker arasında bulunan Şeyhülislâm’a göndermiştir. II. Abdülhamid’in
yolladığı heyet saat 14.00 da başkaldıran askerlerin bulunduğu Meclisin önüne ulaşmıştır. Ali
Cevat Bey, Meclis Binası önündeki isyancı askerler elindeki fermanı okumak için kürsü
haline getirilmiş bir arabanın yıkıntıları üzerine çıkmak zorunda kalmıştır. Ali Cevat Beyin
yanında bulunan Halis Efendi isminde bir ders hocası, “askerlerin, Padişahın buyruğunun
manasını tam olarak anlayamadığı” şeklindeki uyarısı üzerine, ferman askerlerin anlayacağı
bir şekilde Süleyman Tevfik Bey tarafından sadeleştirilmiş ve Ali Cevat Bey tarafından
askerlere okunmuştur. II. Abdülhamid yayınladığı fermanda, Hükümetin istifasının kabul
edilmiş olduğunu ve yeni kabinenin teşekkül etmiş olduğunu, Harbiye Nazırlığına Yunan
Savaşı komutanı Gazi Ethem Paşa’nın atandığını, askerlerin yaptıkları bu gösteriden dolayı
hiçbir şekilde cezalandırılmayacağı ve af çıkarıldığı; devletin zaten İslâm devleti olup bundan
sonra şeriata bir derece daha dikkat edileceği ve askerlere iç rahatlığı ile kışlalarına dönmesini
ve halkında ilerine güçlerine dönmelerini, bunu açıklamaya da Ali Cevat Bey’i tayin ettiğini
ve iş bu fermanın Meclis-i Mebusan’da basılarak ilân edileceğini beyan etmiştir348. II.
347 Tevfik Paşa Kabinesi şu kişilerden oluşmuştur: Harbiye Nezaretine Yaver-i Ekrem Hazret-i Şehriyari
Ayandan Müşir Edhem Paşa. Hariciye Nezaretine İbkaen (tekrar) Rıfat Paşa, Maliye Nezaretine Mülkiye Tekaüd
Sandığı Nazırı Nuri Bey, Adliye Nezaretine Şuray-ı Devlet Reisi Sabık Hasan Fehmi Paşa, Maarif Nezaretine
İbkaen Abdurrahman Şeref Bey, Ticaret ve Nafia Nezaretine İbkaen Gabriyel Noradunkyan Efendi. Orman ve
Maden ve Ziraat Nezaretine İbkaen Mavrokordato Efendi, Evkaf-ı hümayun Nezaretine İbkaen Hamade Paşa,
Dâhiliye Nezareti Vekâletine Vekâlet Müsteşarı Adil Bey ve Bahriye Nezaretine de Şuray-ı Bahriye Reisi Hacı
Emin Paşa atanmışlardır. Bkz: Mizan, 2 Nisan 1325/ 15 Nisan 1909, Nr: 126. 348 Ali Cevat Bey, İkinci Meşrutiyetin İlânı ve Otuzbir Mart Hadisesi, s.49.
142
Abdülhamid’in isyancı askerleri yatıştırmak için Meclis-i Mebusan’a gönderdiği Başyaveri
Ali Cevat Bey ile nasihat ettiği askerler arasında şu konuşma geçmiştir: “Hemen asiler
etrafımı aldı. Lisanından Anadolulu olduğu anlaşılan arslan suratlı bir babayiğit asker,
“Babalığa söyle. Bizim ırzımıza, dinimize sövüyorlar, dövüyorlar. Vallahi günahtır, bize
acısın” demesi üzerine, “kim dövüyor, kim sövüyor?” dedim. Daire-i kitabet kahvecilerinden
olup o gün beraberimde bulunan Hasan Ağa’yı göstererek “Oğlum bak, ben de şu adamı
dövdüm. İnsan büyüğünden, zabitinden bazı kere dayakta yer. Bahusus ne zararı var”
demekliğim üzerine kafasını öne uzatarak “sana kurban olayım ağam, sen gözümün üstüne
vur. Zararı yok. Bizi dövenler küçük küçük çocuklardır. Hem de ağızları küfürle doludur.
Dinimize, imanımıza küfrediyorlar. Günah değil mi?” demiştir349.
Tevfik Paşa hükümete geldikten sonra Mabeyin Başkâtipliğinden Osmanlı
imparatorluğunun bütün vali ve kumandanlarına hitaben bir telgraf gönderilmiştir. Telgrafta
İstanbul’a bulunan bilcümle askerin “avcı taburları ile beraber” çıkardıkları bir umumi
galeyan üzerine “Hüseyin Hilmi Paşa’nın tahtı riyaseti altında bulunan heyet-i vükelânın” hep
birlikte istifa ettiğini ve bunun üzerine kendisinin Sadaret Makamına atandığını ve kurulan bu
Kabinenin gayet tarafsız kişilerden oluşan bir Kabine olduğunu; bununla beraber Kanunu
Esasi’nin kısmen de olsa hükümlerinin değiştirilmesi yolunda bir teşebbüsün olmadığını ve
olması ihtimalinin dahi bulunmadığı; Mebusan Meclisinin toplantı halinde olduğu
belirtildikten sonra, “Bu arada avcı taburları ile beraber bilumum asâkir tarafından vukua
getirilen bu hadisenin taşraya başka suretle aksettirilmesi” hususu belirtilmiş ve daha sonra,
kurulan yeni kabinenin “suret-i teşekkülüne dair yanlış neşriyat ve işaatta bulunulması
muhtemel olduğu” gibi yanlışlara düşülmemesi konusunda taşradaki vilayetler uyarılmış ve
Kanunu Esasinin bir harfine dahi dokunulmadığı ve şeriat hükümlerinin halen yürürlükte
olduğu ve uygulanmasına azami dikkatin gösterildiği ve bu hususun muhafaza edilmesi
görevini Tevfik Paşa’ya verildiği belirtilmiştir350.
Ali Rıza Paşa, askerlerin öldürmek için aradığı kişilerin başında gelmektedir. Ali Rıza
Paşa’yı saklamak için, Saray önüne getirilen üstü kapalı sivil bir araba ile Mabeyn Başkâtibi
Ali Cevat Bey’in Bebek’te bulunan yalısına gönderilmiştir. Bir gece orda kaldıktan sonra
ertesi akşam yine araba ile Bebek’ten evine gönderilmiş ve evi güvenlik altına alınmıştır.
Hüseyin Hilmi Paşa ise koruma altında Yıldız Sarayı’ndan çıkartılarak Şişli’deki evine
gönderilmiştir. Hüseyin Hilmi Paşa ertesi gün kendini güvende hissetmemiş, Bahriye
Mirlivası Said Paşa tarafından evinin önünde bir gösteri yapılması ihtimalini de göz önüne
349 Ali Cevat Bey, İkinci Meşrutiyetin İlânı ve Otuzbir Mart Hadisesi, s.52. 350 İsmail Hami Danişmend, 31 Mart Vakası, İstanbul Kitapevi, İstanbul, 1986, s.55-56.
143
alarak komşusunun evine gitmeyi uygun bulmuş ve bir hafta boyunca yerini sürekli
değiştirmiştir. İbrahim Temo, Ali Rıza Bey ile karşılaşmalarını ve isyancıların Merkez-i
Umumîye’yi yağmalamalarını anılarında şu şekilde anlatmaktadır: “Yine o uğursuz irticanın
sabahında İstanbul tarafına geçip Kürt, Tatar, Arnavut kulüplerinin ne durum aldıklarını
öğrenmek istedim. Cağaloğlun’dan, Soğukçeşmeye inen sokakta şimdiki ‘Son Posta’ gazetesi
idarehanesinin yakınında Meclisi Mebusan Reisi Ahmed Rıza Bey’i acele acele Ayasofya
tarafına gider gördüm. Nereye gidiyorsunuz? Mürteciler ellerinde silâhlar Ayasofya Camii
Şerifi yanında toplanmışlardır, bir şeyden haberi olmayan zavallı Adliye Nazırını öldürdüler,
seni de belki öldürürler, dönünüz, geliniz bir yerde sizi saklıyayım dedim. Teşekkür ederek
süratle geri döndü. Saklanacak yerim vardır dedi. Sakın Şeref sokağındaki Merkez-i
Umumî’ye gitmeyiniz, isyancılar mutlak orasını da basarlar, ben şimdi oraya gidiyorum,
kulübün idare memuru Arnavut Recep Efendi’yi bulur gereken uyarıyı yaparım dedim. Ben
oraya gidip Recep Efendi’yi pek şaşkın olarak sokakta buldum. Recep içeri gir, Cemiyetin
mühürlerini ve mühim evrak varsa onları karşıdaki konakta oturan Acem Mirza Hüseyin
Efendi’nin validesine teslim et ve Doktor İbrahim Efendi’nindir dersin, hem merkezin
kapısını da açık bırak. Mürteciler gelirse buyur et, karşı durma diye uyardım. Baskıncılar
gelmişler, merkez-i umumide bir şeyler bulamadıklarından ellerine geçen ufak tefek şeylere
zarar vererek gitmişler.351”
Ayaklanmayı destekleyen muhalefet, İttihat ve Terakki’ye karşı darbe başarıya
ulaştığında hükümetin destekledikleri Kâmil ve Nâzım Paşa’ya kalacağını düşünmekteydi.
Ayaklanmanın kötü plânlanmış olması, ayaklananların muhalefet safından II. Abdülhamid’e
kaymasına yol açacaktır. Yeni kabine derhal sıkıyönetim ilân etmek yerine tavizci bir politika
izlemeye başlamış, bu yanlış politika neticesinde olayların yatışması biryana isyan iyice
yayılmıştır. Mahmud Muhtar Paşa’nın da pasifleştirilmesiyle İstanbul’daki ordunun kontrolü
tamamen isyancıların eline geçmiş, İttihat ve Terakki Cemiyetinin etkisi tamamen kaybolmuş,
kaos ortamı doğmuştur.
351 İbrahim Temo, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Kurucusu ve 1/1 No’lu Üyesi İbrahim Temo’nun İttihad
ve Terakki Anıları, Arba Yayınları, İstanbul, 1987, s.196.
144
2.5.3. İsyanın Ortaya Çıkardığı Tepkiler
İbrahim Temo, 31 Mart Olayı sonrası duyduğu tepkiyi anılarında şu şekilde
yazmaktadır: “Bu vahşiyane askeri irticaından fevkalâde üzüntülü olarak çatana ile dönerken
köprübaşında yeni çıkan o günkü ‘Mizan’ gazetesini alıp baş makalesinde Murad Bey’in
(İnkılâb-ı Sahih) makalesini okur okumaz, doğruca ‘Mizan’ idaresine koştum. Murad Bey’i
Kayserili Zeki Bey ve bir de binbaşı ile konuşur buldum. Kapıdan girer girmez, Murad Bey:
Ha, işte doktor geldi, bakalım bu sabahki makalem üzerine ne fikir yürütecek? dedi ve:
gördün mü doktor, seninkileri tuttukları yolu nereye vardırdı? Bağırdık, çağırdık, bir türlü
dinletemedik. Şimdi aradıklarını buldular diye benden tasdik cevabını bekledi. Ben: evet
beyefendi, siz tarihçisiniz, her inkılâpta bu gibi olaylar ve hatta daha üzücüleri görülmüştür.
Fakat sizin bugünkü makaleniz yolsuzca, hatta pek mantıksız yazılmıştır. Vatanda henüz
Meşrutiyeti idare hakkıyla yerleşmemiştir. Cühela kısmı ve daha kötüsü, vatanda her türlü
kötülükleri düzeltecek, isyanları bastıracak en önemli icra kuvveti olan askerler;
mekteplileri, ilim adamlarını tepelemeğe kalkarsa, buna gerçek inkılâp denebilir mi? İşte ben
şimdi kurşunlanan iki mektepli subayı muayene için gittiğim Arnavutköy’den geliyorum.
Orada az kaldı beni de vuracaklardı. Bereket versin kurnaz bir Rum delikanlısına Başka türlü,
sizin bu eski fikirdaşınızın salasını, gazetenizde dostlarımız okuyacak ve işitecekti dedim.
Murad, Bey binbaşıya dönerek: Beyefendi, siz Doktor Temo’yu tanımazsınız. Doğurduğu
İttihad ve Terakkiyi, hırsız ve yaramaz çocuğunu öven ve koruyan bir koca karıya benzer.
Kendisine bunca fenalıklar yaptıkları halde, kimsenin eline vermez ve müdafaa eder, dedi.
Ben: Beyefendi, şahsiyattan bahsetmeyelim, bu fena isyan, bu irtica, vatanı tehlikeye
koyabilir. Sizi çok severim, hürmetim de çoktur. Gazetenizin, mesleğinizin ve şahsınızın
ileride korunabilmesi için, yarından itibaren diğer bir makale ile bu hatanızı düzeltemezsen
bile, değiştirin. İstanbul’daki bu harekât, aksi tesir yapacak ve ben eminim ki; Rumeli’deki
ordular harekete geçecek ve maazallah Anadolu’dakiler de henüz sönmemiş, zihinlerinden
silinmemiş istibdat kuvvetinin teşvikleriyle İstanbul’a yürüyüş ederler, millet birbirine girer,
yabancıların müdahalesine, Türkiye’nin parçalanmasına, dağılmasına sebebiyet verir deyip
idarehaneden çıktım. Dağıstanlı Murad Bey bundan sonra kalemini biraz düzeltmiş, fikrini
değiştirmişse de, iş işten geçmişti.352”
Ahmet Bedevi Kuran 31 Mart Olayı sonrası gazetelerin başmuharrirleri izlenecek
politikayı belirlemek ve Meşrutiyeti savunmak için bir araya geldiklerini belirtmektedir.
Mizancı Murad, Serbestî sahibi Mevlânzade Rıfat, Sabah gazetesinden Ali Kemal beylerle
352 Temo, a.g.e., s.192-194.
145
Volkancı Vahdeti Beyoğlu’nda, Kroker otelinde toplanarak, asilere karşı hareket tarzı ve
Meşrutiyet’in korunması için ne tür tedbirler gerektiği konusunda cemiyet mümessilleri ile
toplamışlardır. Tokatlıyan’da toplanan Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti, Osmanlı
Fırkası, Ermeni Taşnaksuyon, Rum Cemiyet-i Siyasiyesi, Fırka-ı İbad Demokrat, Arnavut
Başkım Kulübü, Kürt Teavün Kulübü, Çerkes Teavün Kulübü, Bulgar Kulübü, Mülkiye
Mezunları Kulübü, Cemiyet-i Tıbbiye-i Osmaniye gibi kulüp ve cemiyetler ile Osmanlı
gazeteleri mümessilleri tarafından 17.04. 1909 tarihinde aşağıdaki esaslar karar altına
alınmıştır: “Evvela, idare-i meşrutanın bekasını müdafaaya sai olmak, Saniyen, Gazetelerin
neşriyatını bu emele göre tevhid eylemek, Salisen, Meclis-i Mebusan’ın hiçbir taraftan
tehdidine meydan bırakmamak, Rabian, Bu maksadı temin için yukarıda isimleri geçen
‘Heyet-i Müttefika-i Osmaniye’ arasından muhtelit bir encümen teşkil eylemek.” Bütün
topluluklar memleketin istikrarı ve Meşrutiyet’in muhafazasında birleşiyorlardı353.
Derviş Vahdeti’nin Abdülhamid’e hitaben 14 Nisan 1909 tarihli Volkan’da yazdığı
“Halife-i İslam Abdülhamid Han Hazretlerine Açık Mektup”ta hem isyancılara hem de
Meşrutiyetçilere yönelik sayılabilecek maksadı belirsiz ifadeler kullanmıştır. “Bugün,
Meşrutiyetimizi ref’ etmek, Meclis-i Mebusan-ı Osmaniyi kapatmak yed-i kudret-i
şahanenizdedir. Zat-ı hilafetpenahileri ‘hürriyet verilmez, alınır’ diyenlere karşı işte almakta,
vermek de, kudret-i şahanem dâhilinde olduğunu görünüz!” diyerek padişahın otoritesini
gösterip Meşrutiyeti kaldırmaya davet edebilecek bir ifade kullanırken, aynı yazının
devamındaki “Zat-ı emirü’l-mü’minleri için en büyük bir şeref varsa, o da Meşrutiyet-i
Osmaniyyemizin himaye buyurulması kaziyesidir. ...Meclis-i Mebusan’ı bir dakika bile
kapatmak fikrini, şayet zat-ı âlî-i cenâb-ı cihanbânilerine telkin edecekler bulunursa, o gibilere
hain-i din ü vatan nazarıyla bakınız.354” görüşüyle de Meşrutiyet taraftarlığı yapıyor
gözükmektedir. İleride kullandığı ilk ifadeden dolayı isyan tahrikçisi olarak suçlanırken,
günümüzde de devam eden diğer bir görüşe göre ise aslında Vahdeti bu yazısı ile Meşrutiyeti
savunmuştur. Vahdeti askerleri aşırılığa kaçmamaları konusunda şu şekilde uyarmıştır: “Biz
askeriz. Askerin manası itaat ve zabt ü rabt demektir. Bizce mektebli, alaylı, bunların tefriki
yoktur. ...maazallah Meşrutiyet-i meşruamıza bir tarafından tecavüz edildiği zaman, millet o
vakit askerlere muhtaç olur ve onlardan imdat ister. Hamd olsun 1 Nisan 1325 gazanızla dine,
millete, millet-i Osmaniye’ye, vatana, biliniz ki, büyük hizmetler ettiniz. ...Fakat bundan
ziyade bir şeye teşebbüs ederseniz, yani matbuatın, milletvekilleri olan mebusanın vükelanın
353 Kuran, İttihat ve Terakki, s.254–255. 354 Derviş Vahdeti, “Halife-i İslam Abdülhamid Han Hazretlerine Açık Mektup”, Volkan, 14 Nisan 1909,
Nr:104, için bakınız: M. Ertuğrul Düzdağ, Volkan Gazetesi, s.505.
146
yapacağı işleri siz yapmağı hasbe’l-hamiyye, isterseniz, emin olunuz ki, din de millet de vatan
da muhataraya düşer o vakit son pişmanlık para etmez. ...Maazallahu teâla, bir kere itaat-i
askeriyyeden mahrum bir hale gelirseniz, ayniyle yeniçerilerin son zamanlarındaki hareketleri
gibi hareket eder bir asker olursunuz. Ve o vakit devletimizi tam seksen senelik geriye atmış
olursunuz...355”
31 Mart 1325 tarihinde çıkan isyan, başta İttihatçıların merkezi olan Selanik olmak
üzere ülke geneline, çeşitli yollardan çekilen telgraflarla bildirilmeye başlandı. Haberin
duyulması büyük bir şok yaratmış İstanbul’a sayısız protesto ve tehdit telgrafları çekilmeye
başlanmıştır.
İttihatçı Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinin düşürülerek 14 Nisan 1909 tarihinde Tevfik
Paşa kabinesinin resmen göreve başlatılması üzerine, Anadolu ve Rumeli vilayetlerinden
Padişaha ve yeni Hükümete protesto telgrafları çekilmeye başlamışlardır. İttihatçılarca çekilen
telgraflarda hem Padişah, hem de Kabine çeşitli şekillerde tehdit edilmektedir. Çekilen
telgraflarda II. Abdülhamid’in Meşrutiyeti ilga edip mutlakıyet ve istibdatı geri getirdiği,
Meclisi Mebusan’ın fesih olunduğu, Hüseyin Hilmi Paşa’nın meşru kabinesinin Padişah
tarafından görevden alındığı ve yerine Tevfik Paşa Kabinesinin Meşrutiyet’e aykırı olarak
atandığı iddia edilmektedir. Telgraflardaki üslup oldukça sert olup, Tevfik Paşa Kabinesinin
cani olduğu, bütün mebusların öldürüldüğü iddia edilmiştir356.
Poliniz mahreçli ve “Umum Ahali ve İttihat ve Terakki Cemiyeti” imzasıyla Selanik
üzerinden sevk edilerek Sadarete gönderilen bir telgrafta Kabineye ve Padişaha “müstebit”
gözüyle bakılacağını ve milletin “hain-i vatan-ı millet olanların kanlarını bila-ifade-i vakt
dökmeğe yemin etmiştir” denilmektedir357. 2 Nisan 1325 tarihinde “Bulgar Müttahid Milli
Fırkası Merkez-i Umumîsi” imzasıyla Selanik’ten Padişaha çekilen telgrafta, Kanunu
Esasi’ye yapılan taarruzun istibdatın iadesi ve idamesini gösterdiğini ve bunu protesto
ettiklerini belirtmekle birlikte, ilân edilen hürriyetin yani Meşrutiyet’in canları pahasına geri
alınması uğrunda canlarını bile vermeye hazır olduklarını belirtmişlerdir358.
3 ve 4 Nisan 1325 tarihlerinde İttihatçılar tarafından Sadaret Makamına çekilen iki
telgraf, Tevfik Paşa’ya ve Sadaret çalışanlarına karşı ağır hakaret ve tehditler içermektedir:
“Makam-i Sadarette Bulunan Alçağa! Size 2 Nisan 1325 tarihli telgrafımıza yirmi dört saat
mühlet verilmişti. Henüz vücud-i rezilanenize telvis ettiğiniz makamlardan çekildiğinize dair
355 Derviş Vahdeti, “Asker Kardeşlerimizden Selamet-i Vatan namına Rica”, Volkan, 18 Nisan 1909, Nr: 108
için bakınız: M. Ertuğrul Düzdağ, Volkan Gazetesi, s.525. 356 Danişmend, a.g.e., s.53. 357 Danişmend, a.g.e., s.51. 358 Danişmend, a.g.e., s.41.
147
iş’ar vuku’bulmadı. Bundan çok memnun olduk: Bari tertib edeceğimiz cezaya bu suretle
istihkakınızı kendiniz tasdik etmiş oldunuz. İhtimal ki orada bulunan bir takım kerhaneci
evlatları ilk telgrafımızı vermediler; onları alınız, okuyunuz, ta ki vebal bizde kalmasın!
Okumadığınız takdirde Allah’ın laneti, ananızın donu başınıza geçsin! Okumayanlar,
telgrafları vermeyenlerin kâffesi kerhaneden yetişmiş deyyus-i a’zamdırlar. Telgrafları
vermeyen alçaklar er-geç kendilerini yok bilsinler! Sizi açlıktan öldürmekte elimizde, ateş,
kurşun ve bıçakla icray-ı mücazatmız da yedimizdedir ey namussuzlar! 4 Nisan 1325
Onsekizinci Fırka Kahramanları ve İpek Fedaileri359” İttihatçılar tarafından çekilen bu telgraf
yeni kabinenin kesinlikle tanınmayacağını göstermektedir.
3 Nisan 1325 Cuma günü akşamı Manastır’dan numarasız ve tarihsiz olarak on imzalı
bir telgraf çekildi. Bütün Anadolu Vilâyetlerine de tamim şeklinde gönderilen bu telgrafta şu
ifadeler ile İstanbul’daki durum protesto edilmekteydi: “Bil-umum Anadolu Vilayatına,
İstanbul'da Kanûn-u Esâsiye ve Hâkimiyet-i Milliye ye karşı irtikab olunan harekât-ı
tecavüzkârane Meşrutîyet-i idare aleyhinde bir cinayet-i a’zime olduğundan bi’l-cümle
Osmanlılar müttefikan ve müttehiden temin-i hukuk-ı milliyet ve tahkim-i esas-ı Meşrutiyet
için kanlarımızı ve çatılarımızı fedaya ve din ve namus üzerine ahd ü misak ederek
İstanbul’da ika olunan ve haysiyet-i milliyemize büyük bir leke olan cinayet ve rezaleti
kanlarımızla temizlemek azmile İstanbul'a doğru harekete müheyya olduğumuzu arz
eyleriz360.”
İbrahim Temo, 31 Mart Olayı’nın sonrası durumu Selanik’e telgrafla bildirişini yazdığı
anılarında şu şekilde aktarmaktadır: “İstanbul’da mebusan meclisi açıldı. Fikirdaşlarımdan,
haktanıyanlardan mektuplar alıyordum: Yeter artık be Temo, vatana dön, aramızda bulun diye
yazıyorlardı. Memuriyetimden istifamı verdim, Anadolköyün’deki evimi hiç bahasına sattım,
çoluk çocuğumu toplayıp İstanbul’a döndüm. Beni sevenler, Beyoğlu Mutasarrıflığı
dairesinde sıhhiye müfettişliği gibi bir memuriyet hazırlamışlardı. Yerleştim, işime
bakıyordum ve Beyoğlu civarında, tam Alman Hastahanesi karşısında, Hocazade sokağında
bir ev kiraladım. Çocuklarım ve kayınbiraderimi (şimdi Romanya ordusunda yüzbaşı bulunan
Ahmed Menkşi) okutmağa, istikbalde vatana hizmet için adam etmeğe çalışırken, irtica baş
gösterdi. Evimin karşısında oturan bir Rum eczacı; Tophane, Taşkışla ve diğer yerlerden
atılan kurşunlardan uyandığında, pencereden işaret ederek, kapıma işaret konulduğunu anlattı.
İnip baktım, renkli tebeşirle bir ‘c’ harfi yazılmış, yani cemiyetçi olduğum işaret olunmuş.
Biraz daha aşağıda oturan Dezenfekte Müdürü Dr. Baha’nın kapısına ve diğer bazı evlere de
359 Danişmend, a.g.e., s.63-64. 360 Biren, a.g.e., s. 19-20.
148
aynı işaret konmuştu. Ertesi gün, elinde mavzer olarak, ben Romanya’da iken paytonumu
koşan Zülfikar’ın çocuğu Bahaaddin Çavuş, isyancı kumandanı olması dolayısıyla, evimize
gelmiş, bu vatanı dinsizlerin ellerinden kurtaracaklarından söz ederek, evden çıkmayınız,
çünkü bütün padişah ve şeriat aleyhtarlarını vurup keseceğiz demiş. Refikam(eşim) onu
azarlayarak: git arkadaşlarını böyle hareketlerden men et, iyi değildir öğüdüyle yollamıştır.
Bu üzücü vak’a üzerine, Selanik’teki tanıdıklarıma, özellikle Köstence’de taraftarımız Kırımlı
Ali Rıza’ya isyan çıktığından sözden birer telgraf çekmek üzere, Galata Rıhtımında bulunan
Romen vapuru telsiz telgrafına müracaat etmem için bana izin vermeleri için Beyoğlu’ndaki
Romanya Elçisi Türk dostu Mösyö Papino’ya rica ederek izin aldım ve bu mühim hizmette
bulundum. Çünkü isyancılar telgraf muhaberatını elde etmişlerdi. Dört gün sonra gelen
Romen vapuru ile hamiyetli Ali Rıza yetişti. Aynı zamanda hareket ordusu da Çatalca’ya
dayanmış bulunuyordu361.”
2.6. 31 Mart Olayı’nın Anadolu’daki Yansımaları
31 Mart Olayı, İstanbul ile münferit kalmayıp, Anadolu’ya da çeşitli şekillerde
aksetmiştir. Anadolu’nun birkaç illerinde İstanbul’daki isyancılara destek vermek için benzer
eylemler yapılmaya başlanmıştır. İstanbul’daki gibi dini sloganlarla çıkan bu olayları
niteliğine göre iki ayrı grupta toplayabiliriz: daha çok etnik bir çatışma şeklinde cereyan eden
Adana Olayları ve dinsel yönü ağır basan Erzurum-Erzincan Olayları.
2.6.1. Adana Olayları
Adana’da yaşanan olaylar da din ekseninde çıkmış olmasına rağmen, Adana’da yaşanan
olayların kökeninde daha çok etnik bir çatışma yatmaktaydı. Adana’daki olayların gerçek
nedeni doğrudan doğruya dini duygular ile Osmanlı yönetimine ayaklanmak yerine bölgede
hüküm süren Müslüman-Hıristiyan gerginliğinin patlamasıydı. Ermeniler II. Meşrutiyet
sonrası, II. Abdülhamid’in karşısında yer alan İttihatçılarla siyaseten yakınlaşmışlardı.
Bölgedeki Ermeniler hızla silahlanmaya başlamış, Müslümanlar ile aralarındaki gelirim
artmıştır. Bölgede yaşayan Müslüman halk ise daha da muhafazakârlaşmıştır. 31 Mart
Olayı’ndan önce patlak veren Ermeni-Türk çatışmaları, 31 Mart Olayı sonrasında daha da
361 Temo, a.g.e., s.189–190.
149
yayılmıştır. Bölgedeki halk Adana’da yaşanan olaylar neticesinde İstanbul Olaylarında
ayaklananlara sempati duymuştur.
Olay sırasında Adana Valisi Cevat Bey ve Adana’da bulunan askerî kuvvetlerin
kumandanı Ferik Remzi Paşa idi. Adana Olayları’nın başlangıcı Ermenilerle Müslümanlar
arasındaki adli birkaç olaydan kaynaklanmıştır362. İki Müslüman’ın bir Ermeni tarafından
öldürülmesi üzerine katilin yakalanamaması, buna karşılık olarak daha önce bir Ermeni’yi
öldüren Müslüman’ın da yine aynı biçimde adalete teslim edilmemesi ve benzeri adli vakalar,
gerginliğin görünen sebepleridir. Adana’da Ermeni Piskoposu Muşeg’in (Moucheg) teşvikleri
ile 14 Nisan 1909 tarihinde meydana gelen Ermeni isyanı, Avrupa devletlerinin dikkatlerini
çekerek müdahalelerini sağlamak ve Adana, Maraş, Mersin ve İskenderun’da Hınçakların da
yardımları ile bir Ermeni Devleti kurmak amacı ile yapılmıştır363. 13 gün süren Adana
olaylarında yedi ile yirmi bin arası Türk ve Ermeni ölmüş, ayaklanmayı başlatan Piskopos
Muşeg ise ihtilâlin daha ikinci günü İskenderiye’ye, sonra Kıbrıs’a, oradan da Mısır’a kaçtı.
Adana olaylarında Museg Efendi etkin bir rol oynamıştır364.
Dörtyol, bu isyan olaylarının merkezi durumuna getirilmiştir. O sıralar, Osmaniye
Cebel-i Bereket Mutasarrıfı ve Dörtyol’da Ermeni murahhası (delegesi) olan Episkopos
Muşeg (Moucheg), isyan hareketlerini başlatmak üzere, maiyetine aldığı 15-20 kadar Ermeni
komitecisi ile Osmaniye ve Dörtyol’dan başlayarak, Adana Vilâyeti’nin bütün sancaklarını
dolaşmıştır.
Muşeg Efendi Meşrutiyet’in ilânından sonra 3 ay kadar İstanbul’da kalmış ve daha sora
Adana’ya dönmüştür. Muşeg Efendi Adana’ya geldikten sonra Murahhasahanede (Ermenilere
ait imtiyazlı bina) Adana çevresinden gelmiş birçok mektuplar bulup hepsinde Ermeniler
hakkında bir büyük felaket hazırlanmakta olduğunu söyleyerek telaşlanmış ve yabancı ülke
temsilciliklerinden medet ummaya başlamıştır. Muşeg Efendi bu nasıl bir ruh hali ile olduğu
anlaşılmaz bir halde Ermenilere karşı bir hareket çıkacağını düşünmüştür. Ayrıca bu
düşüncelerini İstanbul’da bulunduğu günlerde Babıâli’ye ve Adana’ya dönüşünden sonrada
Adana Valiliğine bildirmiştir. Başvurularına cevap alamayınca da bir çeşit paranoyaya
kapılarak Ermenilerin Müslümanları katledeceği şeklinde söylemlerde bulunmaya başlamıştır.
362 Abdurrahman Şeref Efendi Tarihi, s.86-93. 363Ayrıntılı bilgi için bkz: Mehmet Asaf, 1909 Adana Ermeni Olayları ve Anılarım, (Haz. İsmet
Parmaksızoğlu), TTK Yay., Ankara, 2002 ; Salahi R. Sonyel, İngiliz Gizli Belgelerine Göre Adana’da Vuku
Bulan Türk Ermeni Olayları (Temmuz 1908-Aralık 1909), (Belleten, c. 51, S.201’den ayrı basım), TTK
Yay., Ankara, 1987. 364 Abdurrahman Şeref Efendi Tarihi, s. 72–79.
150
Mehmet Asaf ise Museg’in eylemlerinin kasti olduğunu iddia etmektedir ve tezini şu
şekilde açıklamaktadır: “O dönemde, Ermenilerin en kalabalık olduğu Ermenilerle meskûn
hale getirilmiş olan Dörtyol’da, Osmanlı Hükümetine bağlı kalmaya çalışan bir kısım
Ermenilere nutuklar çekerek, onları da kışkırtmış ve ayaklanmaya teşvik etmiştir. Epikopos
Muşeg, Avrupa devletleriyle de işbirliği yaparak, Kıbrıs Adası’nın kuzeyinde ve tam karşı
kıyısında yer alan Dörtyol’un iskelesine binlerce silâh ile çok miktarda cephane çıkarmış,
Müslümanların kendilerini keseceğine inandırdığı Ermenileri, silâh satın almaları konusunda
zorlamıştı365. At üzerinde, ellerinde Ermenistan bayrağı taşıyan maiyeti ile dolaşan Muşeg,
Kafkas Ermenilerinin sembolüne benzer şekilde, üç köşeli belirgin işaret taşıyan, kalpaklı,
ayaklan dizlikli, tek tip elbise giyinmiş “postallı” adı verilen 300’den fazla milis askerini,
Amerika ve Rusya’da eğitim almış Ermeni fedaisi subaylar eliyle, dağlarda talimler
verdirerek yetiştirmişti. Muşeg, köylerdeki Dörtyol’daki “beylik” araziyi Ermeni halkı
arasında taksim etmiş, her bahçeye hudut işaretleri konuyormuş gibi göstererek, kademe
kademe “piyade istihkâmları” kazdırmış, bazı yerlere kilisenin ortasından tüneller açtırmıştı.
Dörtyol iskelesinde inşa ettirdiği 400-500 metre uzunluk ve aynı endeki kışlaların etrafını da
istihkâmlarla çevirtmişti. Adana Vilâyeti’ne bağlı diğer bazı yerlerde de Ermenistan’ın
bağımsızlığını temsil eden piyesler oynatılıyordu. Ermeni tarihini anlatan tiyatrolardan başka
üzerinde Ermenistan arması taşıyan sigara kâğıtları görülmeye başlandı. Böylece, Kilikya’da
başlatacağı isyanın hazırlıklarını yapan Muşeg, Adana’ya giderek, Ermenilerle Türklerin
arasını açmaya yönelik kışkırtıcı hareketlere başladı.
O sıralarda, bu kez Adana’da, Taşnak liderlerden olup, şiddet hareketlerini kışkırtmakla
ün kazanan Gökdereliyan Karabet ve Çallıyan Karabet ortaya çıkarak köyleri ve kazaları
dolaşmaya başladılar. Dörtyol’un, Dersak adındaki papazı, daha sonra I. Dünya Savaşı’nda
Dörtyol İskelesi’nde Fransızlara casusluk yaptığı için idam edilmiş olan Hınçak Karabet
İskender ve Bedros Paşa da bu çalışmalara katıldılar. Ermenilerle Meskûn hemen her köyde,
evlerin altından birbirine bağlı tüneller açıldı. Gizlenmek için kuyular kazıldı. Her kilisede
çeşitli silâhlar yapıldı. Su borularından toplar döküldü. Birçok yer silâh deposu ve cephane
fabrikası haline getirildi. Adana’nın merkezinde ve havalisinde düzenlenen mitinglerde, İslam
Uleması’nın sarıkları başlarından zorla çıkarılarak kirletildi, İskenderun’daki İngiliz
Konsolosu Ermeni bozması olan Mösyö Katoni de, Ermenileri kışkırtmakta idi366.
365 Asaf, a.g.e., s.6-9 ; Sonyel, a.g.e., s. 28-30; Yusuf Halaçoğlu, Ermeni Tehciri ve Gerçekler (1914-1918),
Türk Tarih Kurumu Yay., Ankara, 2001, s. 23-24. 366 Asaf, a.g.e., s.9-10.
151
Adana’da iki Müslüman’ın Ermeniler tarafından öldürülmesi Adana olaylarını
ateşlemiştir. Başka bir iddiaya göre de karısını kaçırdıkları iddiası ile Müslümanlar bir Ermeni
tarafından vuruldular. Bu olayın Gökdereliyan adlı Ermeni çetecisi ve arkadaşlarının yapmış
olduğu sonradan anlaşılmış, ancak zanlılar Adana’dan kaçmayı başarmışlardır.
14 Nisan 1909 sabahında dükkânlarını açmaya başlayan Ermeni esnafın, Kiliseden
geldiği yayılan haberler üzerine dükkânlarını kapatmaya başlamasıyla tedirgin olan
Müslüman esnafta hızla dükkânlarını kapatmaya başlamıştır. Aynı gün öğleden sonra
sokaklarda silahlı olarak dolaşan Müslüman topluluklar gerginliğin biraz daha tırmanmasına
neden olurken, İmamzâde Nuri adında önde gelen bir din adamının, bir Ermeni tarafından
öldürülmesiyle olaylar kitlesel çatışmalara dönüşmeye başlamıştır. Hocanın tenasül uzvu
kesilip, üzerine kendi kanıyla bir haç çizilmiş olduğu şeklinde İslam inancını ve Türkleri
rencide edici iddialar atılmaya başlandı. Gelişmeleri öğrenen yerel yönetim, Müslüman ve
Ermeni cemaatlerin seçkinlerini vilayet merkezine çağırarak, durumun normalleştirilmesi için
her kesimin üzerine düşen sorumluluğu yerine getirmesini istemiştir, fakat uyarılar olayların
büyümesini engelleyememiştir. Aynı gün öğleden sonra sokaklarda silahlı olarak dolaşan
Müslüman topluluklar gerginliğin biraz daha tırmanmasına neden olurken, İmamzâde Nuri
adında önde gelen bir din adamının, bir Ermeni tarafından öldürülmesiyle olaylar kitlesel
çatışmalara dönüşmeye başlamıştır367. Yerel yöneticilerin olaylara hâkim olamaması ise
ortamın daha da gerginleşmesine yol açmış, olaylar Bâb-ı Âli’ye bildirilene kadar
çatışmalarda ölenlerin sayısı yüzleri çoktan aşmıştır.
Adana’da çıkan olaylarla ilgili olarak Adana Valisi Cevat tarafından 1 Nisan 1325(14
Nisan 1909) tarihinde Dâhiliye Nezareti Celilesine yollanan telgrafla hükümete şu şekilde
bilgi verilmiştir: “Dün geceden beri nizamiye ve polis ve jandarma kolları aleddevam şehrin
cihâtı muhtelifesinde geştü güzar ettirilmekte bulunmuş ise de, henüz heyecan bertaraf
olmayarak alessabah dükkânlarını açmış olan Ermeniler, kiliseden gelen haber üzerine
kapadıkları ve bunu gören İslamlar dahi kapamağa başladıkları anlaşılmış ve İslam eşraf ve
müteberanından ica’b edenler, Fırka Kumandanı Paşa dahi hazır olduğu halde celb ile,
nesayih ve vesâyâyı lâzime ifa olunduğu gibi, şimdi Hıristiyan muteberanma dahi haber
gönderilmiş olduğundan, vürudlarında onlara da vesâyâyı muktaziye icrasıyla te’minleri
hususuna çalışmakta bulunmuş olduğu maruzdur.” Yollanan ikinci telgrafta ise Vali Cevat şu
bilgileri vermektedir: “Burada bulunan mevcudu 400 raddesinde olan Nizamiye Taburu
efradı, mevcut jandarma ve polis ile ihtilâlin teskini mümkün olamadığından, Mersin ve
Tarsus ve Karaisalı, Sis Redif Taburlarından hemen elde edilecek efradın bitteslih A’dana’ya
367 Abdurrahman Şeref Efendi Tarihi, s.111.
152
yetiştirilmesi mahalleri memurini askeriye ve mülkiyesine tebliğ kılınmış ve sabahtan beri
devam eden ve henüz teskini mümkün olamayan ihtilâl esnasında vuku hülan telefat miktarı
ile yağma gerliğin neticesini anlamak mümkün olamadığı maruzdur. 368”
İngiltere’nin Mersin Konsolosu Binbaşı Dought Wylie, yetkilerini aşarak kendi
inisiyatifi ile olaylarla ilgili müdahalelerde bulunacaktır. 1 Nisan 1325 (14 Nisan 1909)
akşamı Adana’ya trenle gelen İngiltere’nin Adana konsolosu şehir dâhilinde dolamak
istediğini belirtmiştir. Şehirde ihtilâl hali olduğu söylenerek şehirde dolaşmanın tehlikeli
olacağı kendisine bildirilmiş olmasına rağmen Konsolos yanına 10 asker ve bir subay
verilerek şehirde dolaşmıştır. Konsolos 2 Nisan günü de yanında Jandarma Kumandanı
olduğu halde Adana içinde gezmeye çıkmış, Ermenilerin bulunduğu mahalleye gelindiği
zaman buradan asker üzerine ateş açılmış, konsolos elini kaldırarak Ermenilerin ateş etmesine
engel olmak istemişse de ateş devam etmiş ve konsolos dahi atılan kurşunlardan birinin
koluna isabet etmesiyle yaralanmıştır369.
Öte yandan mevsimin tarım etkinliklerinin yoğunlaştığı bir dönem olması, mevsimlik
işçi olarak Adana’ya gelenlerinde olaylara karışmalarına yol açacaktır. Olayların çıktığı bölge
yöneticileri çatışmalarla baş edemeyince hükümetten acil asker desteği istemişlerdir.
Cebelibereket Mutasarrıfı Âsaf Bey tarafından 3 Nisan 1325(16 Nisan 1909) tarihinde
Dâhiliye Nezareti Celilesine yollanan telgrafta bu durum şu şekilde arz edilmektedir:
“Fevkalâde müstaceldir. Şimdi, fena halde silah sesleri, memlekete doğru işitiliyor.
Memleketi muhafaza edecek ahali ve asker nihayet 200 kişiden başka kimse olmadığı ve hatta
hücum başlarsa ailei câkerânemi ve ahaliyi alıp Osmaniye’ye rıhlete mecbur olacağım. Liva
ateş içindedir. Mutlaka 3 - 4 tabur asker yetiştirilmesi maruzdur.”; “ Fevkalâde müstaceldir.
Hâlâ silah sesleri dehşetli devam ediyor. Mademki İskenderun’dan asker gelmeyecek, hiç
olmazsa efradı Redifeye, buradaki İskenderun Taburu Yüzbaşısı ve Hükümet marifetiyle tevzi
edilmek üzere 400 Martinin, cephanenin ya Misis veyahut İskenderun’dan muhafazai kâfiye
ile veyahut muhafaza bulunamazsa, buradan gönderilecek jandarmalarla isalı ve çünkü,
mazallah, bir de buraya hücum vuku bulursa ve ahali ve memurini dağıtırlarsa, bir daha bu
havalide önlerine duramayıp kimse kalmayacağından, Hasan Beyli 400 fedaileriyle birleşerek
tekmil Livayı mahv ile Adana’ya kadar gelmeleri kaviyyan me’mûl olduğu ve maahâzâ ve her
halde ne yapılırsa yapılıp Nizamda askeri yetiştirilmesi ehem ve elzem ve dakika, fevtetmek
368 MMZC, c. III, D.I, İç. I, Altmışüçüncü İntikat, 18 Nisan 1325, TBMM Basımevi, Ankara, 1982, s.120. 369 MMZC, c. III, D.I, İç. I, Altmışüçüncü İntikat, 18 Nisan 1325, TBMM Basımevi, Ankara, 1982, s. 121-122.
153
fevkalâde muhataralıdır. Zira 5000’i mütecaviz Ermeni ve pek çok mavzer ve martin ve
bombalar mevcuttur370.”
Olayların baş müsebbibi durumundaki Gökdereliyan Karabet ve çetesi, Hükümet
kuvvetlerinin elinden kaçmayı başardılar. Ermeni isyancılar, Vilâyet tarafından gönderilen
kuvvetlere, mahallelerinde kurdukları barikatlardan, aynı anda ve topluca ateş açtılar. Çok
sayıda jandarma ve polis öldürüldü. Bunun üzerine, silâhlarını kapan Türkler de Ermeni
Mahallesi’ne yürüdüler. Bu arada, Süleymanlı (Zeytûn) ve Saimbeyli (Haçin) ile Vilâyetin
diğer yerlerinden gelmiş olan Ermeniler, Dörtyol’da toplanmaya ve karşılaştıkları
Müslümanları öldürmeye başladılar. Adana’da başlayan olaylar, Bahçe, Maraş, Tarsus, Payas,
Saimbeyli, Erzin, Dörtyol ve bütün bölgeye süratle yayıldı. Bu olaylar, 14-27 Nisan 1909 (1-
13 Nisan 1325) tarihleri arasında on üç gün devam etti.
İstanbul’da 31 Mart İsyanının çıkmasından sonra, Tanin gibi İttihat ve Terakki
Cemiyeti’ni destekleyen gazeteler yakılıp yıkılırken, etrafta kan gövdeyi götürürken Rum ve
Ermeni gazeteleri isyanı övmeye başladılar. O tarihteki ‘Neogolas’ gazetesi: “31 Mart şanlı
bir gündür” başlığını atmıştı371.
Sina Akşin’e göre Adana Olayları ile İstanbul’daki olaylar arasında bir bağlantı vardır
ve yakın bölgelerden ve Rumeli’den getirtilen askeri birliklerin Adana’ya ulaşmalarıyla
Olayların durulduğu bir dönemde, Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişinin ardından,
Adana’daki olaylar yeniden alevlenmiştir372. Kent yangınlar içinde kalmış, silahlı çatışmalar
sonucunda yüzlerce insan yaşamını kaybederken, ölenler arasında iki yüz kadar Rum’un da
bulunduğu bildirilmiştir.
15 Nisan’da Adana’daki olaylar büyümeye ve genişlemeye başlamıştır. Adana
Vilayeti’nden Dâhiliye Nezareti’ne çekilen bir telgrafta Adana’da buluna kuvvetlerin olayları
yatıştırma ve bastırmaya yeterli olmadığı ve 2. Ordu’ya mensup olan Silifke Redif Alayı’nın
derhal silâhaltına alınarak Mersin üzerinden seri bir şekilde Adana’ya yetiştirilmesi
istenmiştir.
Adana’daki olayların Hükümete bildirilmesinden sonra Patrikhane ve Meclis-i
Mebusan’da ciddi bir tepki ortaya çıkmıştır. 18 Nisan 1325(1 Mayıs 1909) tarihinde toplanan
Meclis-i Mebusan’da bölgeden 1 Nisan 1325(14 Nisan 1909) tarihinden itibaren yollanan
telgraflar okunuş, mebuslar olaya büyük bir tepki göstermişlerdir. Meclis oturumunda
mebuslar olaylarla ilgili yargılama için merkezden atanacak, tarafsız bir Divan-ı Harp
370 MMZC, c. III, D.I, İç. I, Altmışüçüncü İntikat, 18 Nisan 1325, TBMM Basımevi, Ankara, 1982, s.122-123. 371 İrtem, 31 Mart İsyanı ve Hareket Ordusu, s.227. 372 Akşin, 31 Mart Olayı, s.111.
154
oluşturulması düşüncesi ısrarla savunmuşlardır373. Hüseyin Cahit, Tanin gazetesinde olayla
ilgili olarak şu yorumu yapmaktadır: “...Adana katliamı hakkında bütün gerçekleri hiçbir
noktayı saklamadan, değiştirmeden, meydana çıkarmak ve adalet neyi gerektiriyorsa, ödün
vermeden onu uygulamaktan ibarettir ....Vaka’nın .içeriği ve sebepleri, failleri hakkında
efkâr-ı umumiye-i medeniye de zerre kadar şüphe kalmamalı ve herkes, bütün dünya görmeli
ki; artık Osmanlılar adalet ve insaniyete bütün kalpleriyle bağlıdırlar, taraflarının hareket ve
suçlarını gizleme düşüncesinden uzaktırlar... 374”
Adana’daki olayların Hıristiyan katliamı şeklinde aksettirilmesiyle Düvel-i Muazzama
harekete geçmiştir. İngiltere, Fransa ve Rusya donanmalarının Mersin limanında boy
göstererek gözdağı vermişlerdir. 27 Nisan 1909’da, Osmanlı Hükümetinin gönderdiği birkaç
gemi ile İskenderun ve Mersin’e asker çıkarılarak olaylar bastırılmıştır375.
Adana’daki olayların ardından, Ermeni Patrik Kaymakamı Ohannes Arşuruni Efendi
ise, refakatinde Piskopos Hamayak ve Karayan İstipen Efendiler olduğu halde, Sadrazamın
evine giderek, olayların ardından dükkânlarının yanmasıyla Ermenilerin uğradığı maddi
kayıpların telafisini, muhtaç durumda bulunanlara en seri biçimde çadır ve gerekli yardım
malzemelerinin sağlanmasını, yaralılar için gerekli personel ve malzemenin gönderilmesini,
yanan evlerin onarımını ve yağma edilen mülklerin sahiplerine iadesini, olaylarda
sorumluluğu bulunanların bir Divan-ı Harp huzurunda yargılanarak sert biçimde
cezalandırılmalarını istemiştir. Bu isteklerinin yanı sıra oluşturulacak olan Divan-ı Harp
üyelerinin tarafsız olabilmesi için, İstanbul’dan seçilecek kişilerden meydana gelmesi gereği,
yerel hükümetin tarafgirlik sergilediği anımsatılarak istenmiştir376.
Adana olaylarıyla ilgili soruşturma ve yargılama süreci İttihatçıların, olay sırasında
donanmaları ile boy gösteren devletlerin müdahalelerini önlemek izledikleri siyasi tavrın
etkisinde kalmıştır. Sultan II. Abdülhamid dönemindeki Ermeni başkaldırılarında olduğu gibi,
olaylar içinde suçları sabit olan bazı Ermenilerin ya af edilmeleri ya da cezalarının
hafifletilmesi, İttihatçıların dış siyasal dengeleri gözettikleri izlenimi vermektedir. Adana
Olayları’nın sebeplerini ve faillerini araştırmak ve cezalandırmak üzere, adliye, mülkiye ve
askeri memurlardan, İstanbul’da oluşturulan Divan-ı Harp Heyeti 7 Mayıs 1909 Cuma günü
Adana’da faaliyetine başlamıştır. Farklı tarihlerde olayların yaşandığı bölgelere gönderilen bu
mahkemeler zaman zaman taraflı davrandıkları gerekçesiyle eleştirilmişler, hatta bu yüzden
görevlerinden istifa edenler olduysa da Dâhiliye Nezareti’nin devreye girmesi ile istifalar geri 373 MMZC, c. III, D.I, İç. I, Altmışüçüncü İntikat, 18 Nisan 1325, TBMM Basımevi, Ankara, 1982, s.108-118. 374 Tanin, 10 Mayıs 1325/23 Mayıs 1909, Nr:259. 375 Asaf, a.g.e., s.9-16. 376 İkdam, 1 Mayıs 1909, Nr: 5362.
155
alınmıştır377. 13 Mayıs 1909’da Sadrazam Adana Olaylarını soruşturmak üzere bir komisyon
kurulduğunu açıkladı. Divan-ı Harp ve Soruşturma Heyeti’nin Adana’ya ulaşmalarından
sonra İstanbul’a olay ve soruşturma-yargılamalarla ilgili ilk bilgiler ulaşmaya başlamıştır.
Tanin gazetesine göre; Adana’da kurulu bulunan Divan-ı Harbi Örfi tarafından 2 Haziran
1909 tarihinde, Adana Olayları’na karıştıkları belirlenen 9’u Müslüman 6’sı gayrimüslim on
beş kişi idam, altı kişide on beş yıl süreyle kürek cezasına çarptırıldılar. Bu cezalar seri
biçimde 10 Haziran 1909 tarihinde yerine getirilmiş, idam cezaları şehrin çeşitli yerlerinde ifa
edilmiştir, asılanların cesetleri bir süre idamların gerçekleştirildiği mahallerde kalmıştır378.
Adana olayları esnasında vali olarak görev yapan ve 14 Nisan 1909’dan itibaren çektiği
telgraflarla hükümete bilgi veren eski Adana Valisi Cevad Bey, olaylar esnasında garnizon
kumandanı olan, sabık Ferik Mustafa Remzi Paşa ile birlikte 21 Temmuz 1909 tarihinde Ferik
İsmail Fazıl Paşa’nın başkanlığındaki III. Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanmak üzere Adana’ya
getirildi. Adana eski valisi Cevad Bey ile eski garnizon kumandanı Ferik Mustafa Remzi Paşa
ve diğer idari ve askeri yetkililerin, Adana III. Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanmaları, 7 Eylül
1909 tamamlanarak şu kararlar alınmıştır: Adana eski valisi Cevad Bey olaylar esnasındaki
aczi nedeniyle, olayların bastırılmasında başarılı olamadığı anlaşıldığından altı yıl süreyle
devlet hizmetinden uzaklaştırılmasına, bundan sonra idari görevlerde bulunmamasına,
Kumandan Mustafa Remzi Paşa’nın üç ay süreyle Adana’da ikamet ettirilmesine, İtidal
Gazetesi sahibi İhsan Fikri Efendi’nin iki sene süreyle Adana’da gazete yayınlamamasına,
merkez kumandanı Binbaşı Osman ve Kolağası Abdullah Efendilerin üçer, Yüzbaşı Beşir
Ağa’nın iki ay hapislerine, vilayet maiyet memurlarından olup ayaklanma sırasında İtidal
Gazetesi’nde makale yayımlayan İsmail Safa Efendi’nin hapsine, eşraftan Bağdadi zade
Abdülkadir Efendi’nin beraatına ve Adana’da bulunması gerginliğe yol açabileceğinden
dolayı iki sene süreyle Hicaz’da ikametine, Cebel-i bereket Mutasarrıfı Asaf Bey’in beraatına
karar verilmiştir. Bu kararlar Meclis-i Vükela ve padişah tarafından da onanmıştır. Yusuf
Hallaçoğlu’na göre 47 Türk ve sadece bir Ermeni idama mahkûm edilmiştir. Avrupa basını
Adana Olaylarını “Türkler, Ermenileri imha ediyor”, şeklinde duyurunca, telaşa kapılan
İttihatçılar tarafından, Adana Valisi olarak atanan Cemal Paşa, isyanı çıkaran Ermeni
çetecilere dokunamadı379.
Meşrutiyet’in getirmiş olduğu yasal silah edinme özgürlüğünden yararlanan Ermenilerin
ciddi biçimde silahlandıkları görülmekteydi. İttihatçılar olayların bastırılmasından sonra
377 Özçelik, a.g.e., s.354. 378 Tanin, 21 Mayıs 1325/3 Haziran 1909, Nr:270. 379 Halaçoğlu, a.g.e., s.24.
156
Ermenilere her türlü desteği verse de Meşrutiyet sürecinde beraber hareket eden Ermeniler ile
İttihatçılar arasındaki güven duygusu, Adana’da yaşanan olaylardan sonra önemli ölçüde
zedelendi. Adana Olayları’nın yaratmış olduğu gerginlik bir süre sonra görece olarak yatıştı,
bu sayede İttihatçılar Ermeniler ile olan ilişkilerini, I. Dünya Savaşı öncesine kadar, iyi
sayılabilecek bir düzeyde sürdürmeyi başarabildiler. Özellikle Taşnaksutyun örgütü ile İttihat
ve Terakki arasındaki ilişkiler daha da gelişti ve her iki siyasal örgüt, “ilerleme, anayasa ve
birlik uğrunda ortak çalışmada bulunma, gericilere karşı mücadele etme ve eski istibdat rejimi
zamanında yayılan Ermenilerin bağımsızlık için çalıştıkları yolundaki yanlış düşünceleri
silme” yönünde aralarında anlaştılar380.
Kemal Beydilli Adana’daki Olayların sebebine ilişkin şu yorumda bulunmaktadır:
“İttihatçıların, imparatorluk bünyesindeki çeşitli din ve ırktaki değişik unsurları, “Türklük”
düşüncesi etrafında birleştirmek ve merkezi otoriteye bağlamak hedefinde takip ettikleri
politikalar, bu doğrultuda gerek mecliste ve gerekse mahallî idarelerde görülen uygulamalar,
mevcut genel huzursuzluğu daha da arttırdı. Ülkede pek çok yerde isyanlar çıktı381.”
İstanbul ve Adana’da olayların çıkması azınlıklara da kendi amaçları doğrultusunda
hareket etme fırsatı verdi. Adana’da Haçin Ermenileri, Kayseri civarındaki Hınçak Gizli
Cemiyeti bu karışık durumdan yararlanmak istemişlerdi. Prens Sabahaddin’in ortaya
koyduğu, İngiltere’nin başı çektiği Avrupa Devletleri tarafından da desteklenen adem-i
merkeziyetçilik fikri Rumlar, Ermeniler, Taşnak komiteleri tarafından benimsenmişti382.
Olayların sonucunda Cemiyetin hem İstanbul’da hem de Adana’da bu şekilde kontrolü
elinden kaybetmesi İttihat ve Terakki Partisi’nin büyük prestij kaybetmesine yol açtı. Olaylar
geçici süreyle bastırılmış olsa da bölgedeki Müslim- gayri Müslim kutuplaşmasını
körüklemiştir. Olaylar I. Dünya Savaşı sırasında Ermenilerin tekrar başkaldırmalarına ve 30
Mayıs 1915 tarihinde bakanlar kurulunca Ermeni Tehcir Yasası’nın kabul edilmesine zemin
hazırlayacaktır.
Adana Olayları, 31 Mart Olayından farklı olarak etnik-dini eksende bir çatışma şeklinde
cereyan etmiştir. Fakat Olayların 31 Mart Olayı’na paralel gelişmesi, bir süre sonra
Müslümanların İstanbul’daki gibi dinsel içerikli söylemlere girmesi iki olay arasında
günümüzde bile paralellik kurulmasına neden olmaktadır. Ama 31 olayı dinsel söylemde
siyasi kökenli bir ayaklanmayken Adana Olayları ayrılıkçı etnik çatışmalar şeklinde cereyan
etmiştir. Adana Olaylarında yabancı müdahalesinin gündeme gelmesi, yabancıların Osmanlı 380 Kansu, a.g.e., s.131. 381 Kemal Beydilli, “Osmanlı Siyasî Tarihi, Küçük Kaynarca’dan Yıkılışa”, Osmanlı Devleti Tarihi (Osmanlı
Devleti’nin Kuruluşu’nun 700. Yılı Armağanı), c.I, Dünya Yayıncılık, İstanbul, 1999, s.121. 382 Taylan Sorgun, İttihat ve Terakki-Devlet Kavgası, Beyaz Balina Yayınları, İstanbul, 2001, s.260-261.
157
içişlerine müdahale etme ve sonrasında ise askeri harekata girişme olasılığını doğurması
açısından da dikkat çekmektedir. Bu yönüyle de 31 Mart Olayı’ndaki dış kuvvetlerin rolü ile
benzerlik göstermektedir.
2.6.2. Erzurum ve Erzincan Olayları
İstanbul’daki 31 Mart ayaklanması yayılırken Erzurum ve Erzincan’da da benzer
ayaklanmalar çıktı. İsyancılar, Erzincan’da bulunan dördüncü ordudaki askerlerin arasına da
kendi adamlarını sokmuşlardı. Diğer isyancılarla birlikte ‘Şeriat isteriz’ diye ayaklandılar383.
4. Ordunun mevcut birlikleri Erzurum ve Erzincan’da bulunmaktadır. 4. Ordunun merkezi ise
Erzincan’dır. 4.Ordu Kumandanlığı’nı Müşir İbrahim Paşa yürütmektedir384 Erzincan’da 17.
Tümen, bir süvari alayı, iki topçu alayı ve ordu birlikleri bulunmaktadır. Erzurum’da ise 7.
Tümen, süvari ve topçu birlikleri ile bunlara bağlı birlikler bulunmaktadır. Şubat ayında
Erzurum’a atanan 7.tümen kumandanı Yusuf Paşa mahiyetindeki çavuşları, erleri ve buyruğu
altındaki bazı subayları kışkırtmıştı. Erzurum’da 13 Nisan 1909 tarihinde üç nizamiye taburu
ayaklanmıştır. Ancak iki nizamiye taburu ile istihkâm taburu bu ayaklanmaya iştirak
etmemişlerdir. Ayaklanmaya katılan birlikler 25. Alayın 1. Taburu, 26. Alayın 2. Taburu ve
28. Alayın 1. Taburu’dur385.
Enver Paşa’nın amcası İttihatçı Halil Paşa, Erzurum’da çıkan olayların sorumlusunun
Yusuf Paşa’nın olduğunu şu şekilde ifade etmektedir: “Yanıma aldığım on altı atlı ile Kale
Kumandanı Yusuf Paşa ile görüşmek üzere Erzurum’a yürüdüm. Kalenin açık kapısında
başıboş otuz kırk asker vardı. Bir ara soru sorup dikilmeye kalktılar. Kendilerine aldırmadan
süratle içeri girdim. Ana cadde üzerinde bir müddet ilerlemiştim ki öteberi Erzurum’un
Tanınmış İnkılâpçılarından Akif Dadaş’ı karşımda gördüm… Akif Dadaş kalın sesi ile tam bir
inkılâpçı gibi konuşuyordu. ‘Dışarıdan gelen bazı Sivaslı askerler Erzurum’un adını
kötülüyorlar. Fitnenin başı fırka kumandanı Kara Yusuf Paşa’dır. Şehirde zabit kalmadı,
askerleri yalnız o idare ediyor386.”
Ayaklanan askerler silahlı olarak vali konağının önünde toplandılar. Ayaklananlara
karşı bir şey yapılmadığı gibi, bunların isteği üzerine mektepli elli üç tane İttihat ve Terakkili
383 Sorgun, İttihat ve Terakki, s.258. 384 Taylan Sorgun, Halil Paşa-İmparatorluktan Cumhuriyete Bitmeyen Savaş, Kamer Yayınları, İstanbul,
1998, s.39-40. 385 Alparslan Orhon, “Erzurum ve Erzincan’da ‘31 Mart Olayı’ ile ilgili Ayaklanmalar ve Bastırılmaları”,
İkinci Askeri Tarih Semineri Bildirileri, Genelkurmay Basım Evi, Ankara, 1985. s. 95. 386 Sorgun, Bitmeyen Savaş, s.68.
158
subayları Erzurum’dan sürüldüler. Erzurum’da çıkan olayı telgraf memurlarının haber
vermesi üzerine Mahmut Şevket Paşa 4. Ordu kumandanı Müşir İbrahim Paşa’dan, Yusuf
Paşa’nın tevkif edilmesini istedi. II. Abdülhamit’in tahttan indirildiği haberi duyulunca
olaylar hemen sona ermiş ve Yusuf Paşa İstanbul’daki Divan-ı Harb-ı Örfi’ye
gönderilmiştir387. İsyan-ı askeri mürettep ve muharrik olmasından dolayı idam cezasına
çarptırılmıştır. Erzurum’da çıkan bu ayaklama fazla bir taraftar bulamamıştır.
Olaylardan önce Erzincan’da: “İsyan olacak, askerî okul öğrencileri ve mektepli
subaylar öldürülecek, Ermeniler ortadan kaldırılacak ve nihayet şeriat istenecek” şeklindeki
söylentiler çıkmıştır388. Erzincan’da bulunan askerler de İstanbul’da yaşanan 31 Mart
Olayı’nda görüldüğü gibi “şeriat isteriz” sloganıyla ayaklanmıştır.
İsyanın başlangıcı Fahrettin Altay Paşa tarafından şu şekilde anlatılmaktadır: “Bir Cuma
gecesi Basri Bey’in hizmet eri kendisine gelerek şunları şöylüyor: ‘Kumandanım asker
ayaklandı. ŞERİAT istiyorlar… Subayları kovdular. Bizim bölükte istemeyerek isyana
katılıyor. Atınızı hazırladım Şehre girseniz iyi edersiniz.’ Basri Bey hiç vakit kaybetmeden
cephane sandığını indiriyor, tabancalarını doldurarak kapının önünde sipere yatıyor, isyan
eden askerlere diyor ki: ‘Ben buradan ayrılmam ölüm çıkar. Git bölüğünle gel, ne isterseniz
yapayım…’ Bu sırada bir er aynı şekilde Kemalettin Sami’ye haber ulaştırıyor. Kemalettin
Sami’nin ise buna verdiği cevap şu oluyor: ‘Hay Allah sizden razı olsun. Ben de çoktan beri
şeriat isterdim. Bu günü gördüğüm için şükürler olsun. Bende aranızda bir er olarak
çalışacağım’ arkasından apoletlerini söküp atıyor389.” Sami Bey askerler arasına karışıyor.
Sonradan da anlaşılacağı üzere Yüzbaşı Kemalettin Sami Bey, 4. Ordu Komutanı Müşir
İbrahim Paşa’nın direktifleri doğrultusunda isyancı askerlerin arasına karışmıştır.
Erzincan’daki isyana karışanlar arasında yer alan Yüzbaşı Kemalettin Sami, daha sonra
Kurtuluş Savaşı komutanları arasında yer almıştır.
4. Ordu Kumandanı Müşir İbrahim Paşa, askerlerin koşu alanında toplandığı sırada
oraya giderek duruma el koymuştur. İsyancı askerlerin başı durumundaki çavuş İbrahim
Paşa’nın karşısına geçerek konuşmaya başlaması üzerine Müşir İbrahim Paşa isyancı
askerlere halkın önünde konuşmanın doğru olmayacağını söylemiş, Cuma Namazından sonra
asi askerler ile konuşmuş ve asi askerler ile ertesi gün Piyade Kışlası önünde toplamak üzere
ayrılmışlardır. O gece yarısı Müşir İbrahim Paşa’dan bir emir yayınlanmıştır. Yayınlana
emirde: “Erzincan’daki bütün subaylar ve hükümet, belediye erkânı, şehrin ileri gelenleri,
387 Akşin, 31 Mart Olayı, s.177. 388 Bayar, Ben de Yazdım, s.173-175. 389 Sorgun, Bitmeyen Savaş, s.40-41.
159
müftü ve imamlar, öğretmenler yarın sabah piyade kışlasında toplanacaktır. Gelmeyenlere
ağır ceza verilecektir” denilmiştir. Müşir İbrahim Paşa meydanda toplanan halka hitaben:
“Askerler şeriat istiyorlar. Eğer şeriata muhalif bir iş yapıldığını söyleye varsa ortaya
çıkarılsın, vereceğiniz fetva ile cezasını verelim” demiş, bu soruya karşılık meydandan bir
imam çıkarak: “bizim mahallede Kurmay Yüzbaşı Filibeli İsmail Bey vardır. Minarede ezan
okuyan müezzine ne bağırıyorsun gibi sözler söyleyerek İslamiyet’e hakaret etmiştir.
Herkesin ibret alması için bunun kafası kesilmelidir” diyerek, İsmail Bey’i suçlamıştır. Bu
suçlama üzerine Filibeli İsmail Bey meydana çağırılmıştır. İsmail Bey’den kendisine
yöneltilen suçlar hakkında cevap vermesi istenmiş, İsmail Bey bunun üzerine şu cevabı
vermiştir: “Ben böyle bir harekette bulunmadım. Ben İslam oğlu İslamım. Ben ezanın
okunmasında güzel makamlar olduğunu, müezzinin ezanı hiçbir makama uymadan
okuduğunu ve makam öğrenmesi lazım olduğunu söyledim” şeklinde bir savunma yapmıştır.
Bunun üzerine Müftü Efendi İsmail Bey’den şahadet getirmesini istemiş ve İsmail Bey
şahadet getirmiştir. Bunun üzerine Müftü Efendi orada bulunan ahali ve askere de 3 kere
şahadet getirtmiş ve tövbe ettirmiştir. Müftü Efendi’nin bu hareketi asker ve ahali üzerinde
büyük bir tesir yaratmıştır. Bunun üzerine Müşir İbrahim Paşa meydanda bulunan asi
askerleri hitaben: “İşte gördünüz. Müftü ve ulema hazretleri karşısında subaylar tövbe ettiler.
İmanlarını yenilediler, onları tekrar kumandanlığa kabul ediyorsunuz değil mi?” sorusuna,
askerler hep bir ağızdan: “Ediyoruz” diyerek cevap vermişlerdir. İbrahim Paşa, subaylara
kıtalarının başına geçmesini emretmiş ve askerler subaylarını kucaklayarak karşılamış ve
yapılan bir resmigeçitle olay sona ermiştir. Müşir İbrahim Paşa daha sonra akşam askere kuzu
ve helva ziyafeti verilmesini emretmiş ve askerler kışlalarına dönmüştür. Bu arada Yüzbaşı
Kemalettin Sami Bey, isyancıların elebaşlarının bir listesini İbrahim Paşa’ya vermiş ve
isimleri tespit edilen elebaşılar tutuklanmıştır390.
Erzincan ve Erzurum’daki ayaklanma 2. ve 3. Ordulara bildirilmişti. Erzincan’daki
ayaklanmayı hazırlayanların amacı 4. Ordu’nun içine sızmalarındaki amaç, Rumeli’den
İstanbul’a gelerek isyanı bastırmak isteyecek kuvvetlere karşı 4. Ordu’yu hareketsiz bırakmak
ve isyan sonucu ordudan ayrılacak kuvvetlerle İstanbul’daki isyancılara yardım etmekti. Ama
İstanbul’daki isyan Mustafa Kemal, İsmet Enver ile aynı yıllarda Harbiye’de bulunan
Ordudaki genç kurmaylardan Fahrettin Yakup Şevki, Kemalettin Sami ve bazı komutanlar
tarafından bastırılmıştı. İstanbul’daki isyan iller arasındaki haberleşmede “irticai isyan” olarak
tarif edildi391.
390 Sorgun, Bitmeyen Savaş, s.42-44. 391 Kuran, İttihat ve Terakki, s.289.
160
III. BÖLÜM
3. İSYANIN BASTIRILMASI
31 Mart Olayı’nın patlak vermesinden sonra İttihat ve Terakki Cemiyeti yapılmak
istenen darbe girişimini hem Meşrutiyet’e hem de kendi mevcudiyetlerine yönelik bir saldırı
olarak algılayıp, misliyle karşılık vermek ve zorlukla sağlanan statükonun eskisiyle
değiştirilmesini önlemek için harekete geçti. Önce ayaklanan askerler hazırlanan Hareket
Ordusu ile dağıtıldı. Daha sonra ise olayda parmağı olanlar cezalandırıldı. II. Meşrutiyet’in
tesisinden sonra tahtından indirilmeyen II. Abdülhamid ise; her ne kadar olayda görünür bir
parmağı tespit edilememişse de, eski statünün temsilcisi olduğu ve devrimin önünde gölge
oluşturduğu için Hal’ edildi. Sonrasındaysa Meşrutiyet’in yerleşmesi ve devrim ideolojilerinin
topluma yaygınlaştırılması çabasına girildi.
3.1. Hareket Ordusu’nun İsyanı Bastırması
İttihat ve Terakki Partisi, tüm otoritesini 31 Mart Olayı’yla İstanbul’da kaybetmiştir.
Bunun üzerine, İttihat ve Terakki Cemiyeti sahip olduğu askeri gücü kullanarak duruma
müdahale edecektir. Hazırlanacak olan Hareket Ordusu 31 Mart Ayaklanması’nı bastırmakla
kalmayıp, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin silinen otoritesini tekrar inşa edecektir.
3.1.1. Hareket Ordusu’nun Hazırlanarak Ayastefanos’a Gelmesi
14 Nisan günü sabaha karşı Selanik’e gelen garip telgraflar üzerine İstanbul’da çıkan bir
olaydan şüphelenilmiş ve İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Selanik Heyet-i Merkeziye
üyelerinden Topçu Kolağası Rasim Bey ile Süvari Yüzbaşılarından Süleyman Fehmi Bey
Suray-ı Ümmet gazetesi merkezine bir telgraf çekmiş ve herhangi bir cevap alamamıştır.
Bunun üzerine Süleyman Fehmi Bey, İstanbul’a yakınlığı dolayısıyla Edirne’ye bir telgraf
çekmiş, 2 saat beklemesine karşın telgrafına bir cevap gelmemesi üzerine, İstanbul’da mühim
bir olay olduğundan şüphesi kalmamış ve Manastır, Üsküp, Yanya, İşkodra Vilayet
merkezlerine, “İstanbul’da mahiyeti anlaşılamayan büyük bir hadise vakii olduğuna, alınacak
malumatın bildirileceğine dair” Selanik Vilayet Heyet-i Merkeziyesi imzası ile bir telgraf
göndermiştir. 31 Mart İsyanı Selanik’te kesin olarak, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önemli
161
isimlerinden olan, İsmail Canbolat Bey tarafından Selanik’e çekilen, “Meşrutiyet mahvoldu”
şeklindeki telgrafı ile öğrenilmiştir392.
İttihat ve Terakki Cemiyeti Genel Sekreteri Mithat Şükrü Bleda ise 31 Mart Olayı’nı
öğrenişini şu şekilde açıklamaktadır: “Selanik’te Müftüzade İbrahim Bey’in konağında
bulunduğum sırada 31 Mart hadisesini öğrendim. Bir sabah beni erken uyandırarak sizi telgraf
memuru görmek istiyorlar dediler. …Aşağı indim. Telgraf memuru tanıdığım bir gençti.
Vakitsiz geldiği için özür diledikten sonra akşamdan beri İstanbul’dan tek bir telgraf
alamadıklarını, yani İstanbul ile Selanik arasında hatların işlemediğini söyleyip, “herhalde
olağanüstü bir şeyler oluyor ki bu kadar uzun süre hatlar çalışmıyor dedi393.” Mithat Paşa
bunun üzerine Serez Mutasarrıflığı’ndan tanıdığı ve güvendiği Edirne valisi Reşat Paşa ile
telgraf teması kuruyor. Vali Reşat Paşa durumu öğreniyor ve Selanik’e bildiriyor: “Paşa
makine başına geldiğinde şu haberi verdi: ‘-İstanbul’da askeri isyan var. Mektepli zabitleri ve
birtakım masum kişileri sokakta öldürüyorlar. Şeriat istiyorlarmış394.” Mithat Şükrü Bleda
olayın vahametini idrak edince hemen Askeri kulübe giderek o sırada burada bulunan 3. Ordu
komutanı Mahmut Şevket Paşa’ya durumu bildirmiştir.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Selanik Heyet-i Merkeziyesi, “İstanbul’da başlayan
hareketin istibdatı iade etmek için müstebitler tarafından hazırlanan bir plan neticesi
olduğunu” şeklinde bir telgrafı Selanik kazaları ve diğer vilayetlere göndermiştir. Selanik
Heyet-i Umumiyesi, 5 Eylül 1324’te yapılan İttihat ve Terakki genel kongresinde yer alan
“şayet İstanbul’daki Merkez-i Umumî bir kazaya uğrarsa Selanik’te derhal yeni bir Merkez-i
Umumî kurulacaktır” kararına uyarak, İstanbul’da bulunan Merkez-i Umumî’yi yok sayarak
yeni bir merkez-i umumi kurma kararı almışlardır. Alınan bu karar neticesinde Selanik Heyet-
i Merkeziyesi’nin, Merkez-i Umumî’ye görevini üstlenmesine karar verilmiştir. Yeni bir
merkez-i umumî oluşturmak için, Manastır, Usküp, Yanya, Işkodra ve Edirne’den birer üye
yollanması istenmiştir. Bu arada halk arasında iyi tesir uyandıracağı düşünülerek ateşemiliter
Enver ve Fethi Beylere Selanik’e gelmeleri için telgraf yazılmıştır395. Ayrıca Rumeli’den bir
kuvvetin İstanbul’a yürümesi, bu kuvvetin kumandasını üzerine alması için Üçüncü ordu
Kumandanı ve Müfettiş-i Umumi Vekili Mahmut Şevket Paşa’ya teklif edilmesi, eğer o kabul
etmezse Metroviçe Kumandanı Cavit Paşa’ya müracaat edilerek Selanik’e davet edilmesi
düşünülmüştür. Selanik Heyet-i Merkeziyesi ve Mustafa Kemal’in çabasıyla Mahmut Şevket
Paşa’da kurulacak ordunun başına geçmesi konusunda ikna edilmiştir. Mahmut Şevket Paşa 392 Mustafa Müftüoğlu, 31 Mart'ın Perde Arkası, Başak Yay., İstanbul, 2005, s.101. 393 Mehmet Şükrü Bleda, İmparatorluğun Çöküşü, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1979, s.66. 394 Bleda, a.g.e., s.66. 395 İrtem, 31 Mart İsyanı ve Hareket Ordusu, s.200-201.
162
14 Nisan 1909 tarihinde ordunun başına geçmeyi kabul etmiş ve İstanbul’a bir telgraf çekerek
olayların boyutları hakkında malumat istemiştir.
İsyan haberi, Selanik’te bulunan 9. Redif Fırkası Kumandanı olan Hüseyin Hüsnü Paşa
bir telgrafla ulaştırılmıştır. İstanbul’da meydana gelen olayları kayınpederi Hüseyin Hüsnü
Paşa’ya, İstanbul’da bulunan damadı Mustafa Rahmi (Evrenos) Bey, 14 Nisan 1909 sabahı
İstanbul Büyükada’dan “Ailece sıhhatta” olduklarını bildiren bir telgraf çekerek bildirmiştir.
Gece yarısından sonra gelen telgrafı, Hüseyin Hüsnü Paşa manidar bulmuştur. Hemen
mahiyetinde bulunan Erkan-ı Harp Kolağası Mustafa Kemal Bey’e gösterip fikrini sormuştur.
Erkan-ı Harp kolağası Mustafa Kemal Bey aldığı bu telgrafı ve o gece İstanbul’dan
gelen bütün telgrafları inceledikten sonra, Hüseyin Hüsnü Paşa’ya şu kararlı cevabı vermiştir:
“İstanbul’da mühim hadiseler cereyan etmektedir. Yalnız Hürriyetin ilânımı temin eden İttihat
ve Terakki Cemiyeti değil, Meşrutiyet Rejimi de tehlikeye girmiştir. Vakit kaybetmeden,
isyan ateşi etrafı sarmadan hemen İstanbul üzerine yürümeliyiz. Üçüncü Ordu bu işi
başarmaya muktedirdir.” Hüsnü Paşa, Mustafa Kemal ile aynı görüştedir. Mustafa Kemal
ordudaki genç arkadaşları ile istişare ettikten sonra hepsinden şeref sözü almıştır. Mustafa
Kemal’in hazırladığı harekât planı şu şekildedir:
1 — Kıtaatı şimendiferle Hadımköyü’ne naklederek, Hadımköy Halkalı mıntıkasında
toplamak,
2 — Vaziyete göre İstanbul’a işgal etmek üzere ileri harekâta başlamak,
3 — Nakliyatın temini için Şark Şimendifer Kumpanyası’nın yardımını temin etmek,
4 — Silahlı, silahsız her türlü mukavemeti şiddetle yok etmek,
5 — Asi kıtaları silahtan tecrit etmek,
6 — Bütün elebaşı mürtecileri tevkif etmek,
7 — Sefarethanelerin, ecnebilerle bankaların ve azınlıkların hiçbir zarara uğramaması
için en lüzumlu tedbirleri almak.
Rumeli’den trenlerle naklolunarak Hadımköy doğusunda toplanacak olan Hareket
Ordusunun ileri harekât ve İstanbul’un işgal planı bu şekilde tanzim edilmişti. Abdülhamid’in
nezaret altına alınması hazırlanan planının başında geliyordu396.
14 Nisan’da Selanik’te 31 Mart aleyhine büyük bir miting tertiplendi. 11 Temmuz
Meydanı’nda yapılacak toplantı için sokaklara tellallar çıkarıldı. Böylece toplanan 20-30 bin
kişilik bir kalabalık önünde Yeni Asır gazetesi başyazarı Fazlı Necip Bey tarafından mitingin
toplanma sebebini içine alan bir konuşma yapılarak sonra da ulema adına müderris Recep
396 Sadi Borak, “31 Mart Vakasının Çıkış Nedenleri Üzerine Çeşitli Yorumlar Ve Atatürk Ve Hareket Ordusu
Üzerine Orgeneral İzzettin Çalışlar’ın Bir Makalesi”, AAMD, c.VIII, Ankara, 1992, s.362.
163
Efendi ve Avdül (Arnavutça), Tomak (Bulgarca), Emanuel Karasu (Türkçe ve Yahudice),
Nikola (Sırpça), Kurki Apono (Ulahça) Efendiler tarafından ateşli konuşmalar yapıldı.
Nutuklar “silah başına arş İstanbul’a” sloganıyla bitmiştir. İhtiyat ve redif askerleri silahlarını
almaya giderken, pek çok gönüllü de Hürriyet ve Meşrutiyeti savunmak için redif askerlerine
gönüllü yazıldı397.
14 Nisan günü Selanik’te genel seferberlik ilân edilmiş ve Selanik Redif Tümeninin
bütün taburları silâhaltına alınmıştır. Derhal yeni bir askeri teşkilat yapıldı. Atatürk bu sırada,
Selanik’te 17. Redif Tümeni Kurmay Başkanıdır. Mustafa Kemal, alınan kararlarda, planlarda
ve askeri örgütlenmelerde düşüncelerini kabul ettirmeyi başararak harekâtın taktik ve stratejik
planını hazırlamıştır. Hareket Ordusu, iki bölüme ayrıldı. Üsküdar mıntıkalarına verilen
gayrimuntazam gönüllü müfrezeler de başka bir kumandaya bağlandı. Birinci Tümen
Kumandanı Miralay Hasan İzzet ve İkinci Tümen Kumandanı da Miriliva Şevket Turgut Paşa
oldu. Toplanan bütün kuvvetlerin başına ise Selanik IX. Redif Fırkası (tümeni) Kumandanı
Hüsnü Paşa getirilmiş, Kurmay Başkanlığına da Kolağası Mustafa Kemal Bey atanmıştır.
İstanbul’da bulunan Birinci Ordu Kıtaları’nın irtica olayına karışmayan askerlerinin tekrar
nizama koyulması ve Birinci Ordu’nun yeni baştan teşkili vazifesi, Birinci Ordu Kumandanı
Mahmut Muhtar Paşa’ya verildi.
Hemen hazırlanan ordu yola çıkmış ve Halkalı Ziraat Okulu’nda kurulan karargâha
yerleştirilmiştir. Hareket Ordusuna ismini veren Mustafa Kemal hazırlanan kuvvetlere neden
hareket ordusu denildiğini şu şekilde açıklamaktadır: “İstanbul’a hitaben bir beyanname
yazmak lazım geldi. Bunu ben yazdım; sonra sefirlere hitaben ikinci bir beyanname yazdık.
Buna imza konulmasının münasip olduğunu düşündük. Bazı arkadaşlar Hürriyet Ordusu
dediler. Hâlbuki bütün ordu Hürriyet Ordusu vaziyetinde idi. İrticayı bastırmayı üzerine
alacak askerî kuvvetimiz için bir isim düşünmüştüm. Öyle bir isim olmasını istedim ki,
çarpışan tarafların duygularına dokunmasın... Herkes bu ismi benimseyebilsin... Fransızca
‘Mouvemet’ manasına gelen hareket kelimesi aklıma geldi. Zaten yürüyüş halindeydik.
Kuvvetlerimizin adı ‘Hareket ordusu’ oldu.” Atatürk Cumhurbaşkanlığı sırasında ise orduya
nasıl isim verildiğini şöyle açıklamıştır: “Bu olay üzerine Makedonya’dan giden kıtaların ve
ilk dönemde Edirne’den bunlara katılan kuvvetlerin Kurmay Başkanı olarak İstanbul’a gittim.
İlk komutan Hüsnü Paşa’ydı. Hareket Ordusu adını ben buldum. O zaman bunun anlamını
kimse anlayamamıştı. Mesele şundan ibaretti. İstanbul’a hitaben bir bildiri yazmak gerekti.
Bunu ben yazdım. Sonra sefirler için bir bildirge yazdık. Buna ne imza konulacağını
düşündük. Bazı arkadaşlar hürriyet ordusu dediler. Hâlbuki bütün ordu hürriyet ordusu
397 Akşin, 31 Mart Olayı, s.75.
164
durumundaydı. Hareket halinde bulunan kuvvetlerin durumunu göstermek için, hürriyet
ordusunun operasyon kuvvetleri denildi. Ben bu operasyon kelimesinin Türkçeye çevrilmesini
uygun görerek ‘Hareket Ordusu’ ifadesini kullandım398.”
Fransızlar, “Hürriyet Ordusu’nun İleri Hareketi” (L’avant marche de l’armee liberation)
ve Almanlar “Genç Türklerin İleri Hareketi” (Die vormarsch der jurgen Türken) adını
verdikleri bu teşebbüsü alkışladılar399. Redif bölüğünün seferberliğini ve kıtaların nakliyesini
idare için Hareket Ordusu Karargâhı iki üç gün Selanik’te çalıştıktan sonra hususi bir trenle
Hadımköyü’ne hareket etmişti.
Olayların Edirne’de duyulması üzerine Edirne’de de miting düzenlenerek hürriyet
taraftarı subaylarca 31 Mart protesto edilmiştir. Selanik’teki gibi Edirne’deki askerlerde
Meşrutiyet’in devamı için İstanbul’a yürümek için hazırlıklara başladılar. Hazırlanan bir
trenle 12. Alayın iki taburu yanlarında Erkânıharp Yüzbaşısı Kazım (Karabekir) Bey olduğu
halde Çatalca’ya gelmişlerdir (16 Nisan 1909 Cuma günü). 15 Nisan 1909 Perşembe günü
gecesi 3. Ordu’dan da Binbaşı Muhtar Bey kumandasındaki ilk Hareket ordusu birliği 1700
askerî hamil iki trenle Selanik’ten yola çıkmıştır. 16 Nisan 1909 Cuma günü Muhtar Bey
kumandasında askerler Çatalca’ya ulaşmışlardır. 2. Ordu askerlerinin başında gelen Kazım
(Karabekir) Bey ile 3. Ordu askerlerinin başında gelen Muhtar Bey, İstanbul’a girecek
ordunun cephelerini taksim etmişlerdir400.
2. ve 3. Ordulardan Çatalca’ya gelen askerlerden önce, Çatalca Topçu askerlerinden 200
kişi İstanbul’a gitmiştir. Çatalca’dan gelen bu askerler Babıâli yoluyla Harbiye Nezaretine
gitmişlerdir. Bu sırada Meclis-i Mebusan toplantı halindedir. Çatalca’dan gelen bu askerler
Meclisle görüştükten sonra Çatalca’ya geri dönmek istemişlerdir. Ama kışlarlındaki yerleri
hareket ordusu tarafından işgal edildiği için bu askerin Çatalca’ya dönmelerine izin
verilmemiş, İplikhane kışlasına yerleştirilmişlerdir. Çatalca’ya hareket ordusu gelirken,
Meclisi Mebusan’da da gelen bu askerlere nasihat etmek için bir heyet oluşturulmuş ve
Çatalca’ya gitmek üzere yola çıkmıştır. Kastamonu Mebusu Yusuf Kemal Bey ile 30’a yakın
Mebus Çatalca’ya gelmiştir401.
Meclisi Mebusan 3 Nisan 1325 (16 Nisan1909) tarihinde en yaşlı üye sıfatı ile Ali Naki
Bey başkanlığında toplanmıştır. Yapılan birinci celse görüşmeleri gizli olmuş ve Meclisi
398 Hareket Ordusu’nun ismine verilişine ve Mustafa Kemal’in görüşlerine ilişkin ayrıntılı bilgi için bkz: Bayar,
Ben de Yazdım, s.213–214; Bekir Tünay, “Mustafa Kemal ve İttihat ve Terakki”, AAMD, c.I, Ankara, 1984,
s.236-276; Sadi Borak, “31 Mart Vakasının …”, s.364. 399 Borak, a.g.m., s.351. 400 Zekeriya Türkmen, Osmanlı Meşrutiyet’inde Ordu-Siyaset Çatışması, İrfan Yayınevi, İstanbul, 1993, s.43. 401 MMZC, c.III, D.I, İç.I, Elliyedinci İntikat, 4 Nisan 1325, TBMM Basımevi, Ankara, 1982, s.41.
165
Mebusan tarafından yayınlanacak beyanname üzerine görüşmeler yapılmıştır. Birinci celsenin
gizli görüşmesinin sonunda Meclisi Mebusan tarafından “Mebusan Beyannamesi” adıyla bir
beyanname yayımlanmıştır. Mebusan Beyannamesi askeri ve halkı yatıştırmak amacı ile
hazırlanmıştır. Okunan beyannamenin okunmasının ardından, Karesi Mebusu ve Meclis
Kâtibi Abdülaziz Mercidi Efendi Meclise, “Yeni Kabinenin teşekkül etmiştir” şeklinde ek
bilgi vermesinin ardından, beyanname oya sunulmuş ve oybirliği ile kabul edilmiştir402.
Beyannamenin okunmasının ardından İkinci celsede, yeni teşkil olunan Kabine namına
Maarif Nazırı Abdurrahman Efendi mecliste mebuslara karşı şu konuşmayı yapmıştır:
“Efendim, Heyeti Cedide’i Vükela, Meşrutiyet dairesinde teşekkül etmiştir. Eseri nezaket
olarak bu gün Babıalide fevkalade olarak içtima ettik. Mühim işlerimizi müzakere etmek için,
pazartesi günü gelip beyannamemizi huzurunuzda okuyacağız. Ve itimadınızı alelusul
isteyeceğiz. Yalnız heyecanlı vakitler olduğu için birtakım havadisler çıkmış. Usulü
Meşrutiyet’e darbe vuruluyormuş. Bunların kat’iyyen asıl ve esası yoktur. Zaten
Meşrutiyet’in muhafazasına kaffemiz ahd ve kasem etmişiz. Ömrümüzün son gününe kadar
bunu muhafaza edeceğiz. Onun için Hükümetinizden korkunuz olmasın. Size teminat
veriyoruz.” Abdurrahman Şeref Efendi “Heyet-i Cedide-i Vükela” yani yeni kurulan
kabinenin “Meşrutiyet dairesinde teşekkül ettiğinin” ifade etmektedir. Meclisi Mebusan
toplantısının üçüncü celsesinde, “31 Mart hadiselerinde Cebeli Lübnan eşrafından Lazkiye
Mebusu Mehmet Arslan Bey’in şehadeti” konusu görüşülmeye başlanmıştır. Lazistan Mebusu
Ahmet Bey, Meclis tarafından Lazkiye Mebusu Mehmet Arslan Bey’in ailesine bir
“taziyename” yazılmasını teklif etmiş. Beyrut Mebusu Rıza Es-Sulh Bey bu teklife karşı
çıkmış ve taziyenamenin Babıâli tarafından yazılmasının uygun olacağını belirtmiştir. Daha
sonra Meclise verilen bir teklifte, Mehmet Arslan Bey’in cenazesinin memleketine
gönderilmesi sırasında bir Mebus Heyetinin hazır bulunması teklif edilmiş; yapılan
konuşmalarda Cumartesi günü saat 4.00 (10.25)’da Gülhane Hastanesinde tüm Mebusların
iştirak etmesi kararı verilmiştir. Meclisin bu üçüncü ve son celsesinde, önce Ahmet Rıza
Bey’in Meclis Başkanlığından istifası ve yerine yeni başkanın seçilmesi konusu gündeme
gelmiştir. İstifanamenin okunmasının ardından yeni Meclis Başkanı seçimine geçilmiştir.
Seçim “her rey pusulasına üç isim yazılması” usulü ile yapılmıştır. Ancak yapılan oylamada
oy çoğunluğu sağlanamadığı için olacak, seçimlerin Cumartesi günü tekrar yapılacağı
bildirilmiş, bazı mebuslar buna karşı çıkmışsalar da oylama Cumartesi gününe kalmıştır403.
402 MMZC, c.III, D.I, İç. I, Ellialtıncı İntikat, 3 Nisan 1325, TBMM Basımevi, Ankara, 1982, s. 20-21. 403 MMZC, c.III, D.I, İç. I, Ellialtıncı İntikat, 3 Nisan 1325, TBMM Basımevi, Ankara, 1982, s. 22-23.
166
16 Nisan 1909 tarihinde Volkan gazetesinde, Hassa Ordusu kumandanı Mahmut Muhtar
Paşa’nın “Umum Ordu Emri” başlıklı emrine yer verilir. Paşa, burada İttihad-ı Muhammedi
Cemiyeti ile irticayı ilişkilendirerek, askerlerin ilişkilerini mesafeli tutmaları gerektiği
üzerinde durur404. Derviş Vahdeti de devamında yazdığı cevapta, “Sizin mürteci zannettiğiniz
İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti mukaddesesi uğrunda canlarını bir paraya bile saymak
küçüklüğünde bulunmayan arslan yavrularıdır.” demektedir405.
Hareket Ordusunun iki taburunun Çatalca’ya geldiği haberi İstanbul’a yayıldığında
ortalığı heyecan kaplamış, dükkânlar kapatılmış Beyoğlu tenhalaşmıştır. 16 Nisan 1909
tarihinde Hareket Ordusu Çatalca’ya varmıştır. 17 Nisan’da Derviş Vahdeti Volkan
gazetesindeki başyazısında askerlere seslenerek, alaylı-mektepli ayırımını bırakmaları
tavsiyesinde bulunur406. Serbestî, İkdam gibi diğer muhalif basında da benzer bir şekilde
isyancılardan uzaklaşan bir yaklaşım görülmeye başlanır. Önceleri isyanı teşvik eden muhalif
sesler askerlerin gelmesiyle yavaş yavaş tavır değiştirmeye başlarlar. Bu dönüşüm süreci
isyanı destekleyen muhalefetin ve basının sürecin istedikleri gibi gitmediğini görmelerinden
ve askerlerin kontrolünün kendilerinden çıktığını, meydanın II. Abdülhamid’e kaldığını
anlamalarından ileri gelmektedir.
Muhalif düşünen Ziya Nur Aksun, Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişinin hükümetçe
istenmemesinin sebebini şu şekilde açıklamaktadır: “Hükümet Hareket Ordusu’nun şehre
girmesinin muhakkak surette fena neticeler doğuracağına kaani bulunduğu için, buna mâni
olmak istemektedir. Fakat bu hususta fiilî bir harekette bulunmaktan ziyade, ikna yolunu
tercih etmektedir. Hâlbuki Hareket Ordusu’nda Balkan milletlerinden her çeşit insan vardır.
Makedonyalı Bulgar ve Rum çeteleri, keçe külâhlı Arnavut sergerdeleri, hatta Selanik Yahudi
gönüllüleri karmakarışık kitleler teşkil etmekte ve bunlar için de en cazip fikri, ‘sefil Bizans’
dedikleri İstanbul’un yağması teşkil etmektedir. İttihatçılar ise, İstanbul’da muhakkak surette
hâkim-i mutlak kesilmek istemekte, fırsattan istifade ederek muhaliflerini temizlemek yahut
zararsız hale getirmek arzusunu göstermektedirler407.”
Derviş Vahdeti, başyazıda askerlerin sınırlarını aşmamaları istiyor, matbuatın ya da
Mebusan’ın görevlerine de heveslenmemeleri gerektiğini belirtiyordu. Dördüncü Avcı
404 Mahmut Muhtar, “Umum Ordu Emri”, Volkan, 16 Nisan 1909, Nr:106 için bakınız: M. Ertuğrul Düzdağ,
Volkan Gazetesi (1908-1909)-Aynen Metin Neşri, İz Yayıncılık, İstanbul, 1992, s.515. 405 Derviş Vahdeti, “Mahmut Muhtar Paşa Hazretleri”, Volkan, 16 Nisan 1909, Nr:106 için bakınız: M. Ertuğrul
Düzdağ, Volkan Gazetesi, s.515. 406 Derviş Vahdeti, “Öte, beri”, Volkan, 17 Nisan 1909, Nr:107 için bakınız: M. Ertuğrul Düzdağ, Volkan
Gazetesi, s.520. 407 Aksun, a.g.e., c.V, s.192.
167
Taburu, Altıncı Alayı askerlerinin kadınların Beyoğlu’na açık-saçık gitmemelerine şeriata
uygun giyinmeleri taleplerine katıldığını belirtiyor ancak; zamanının uygun olmadığını, bu
tür problemlerin zaman içerisinde çözüleceğini yazıyordu. Alaylılara askerlerin kadro haricine
çıkarılmalarının nedeninin mektepli subaylar olmadığını yazıyordu. Alaylı-mektepli ayrımının
ne kadar zararlı olduğunu yazıyordu.408
31 Mart’ta, Hareket Ordusu’na gönüllü olarak katılan Rauf Orbay, Mustafa Kemal’i,
ordu İstanbul kapılarına ulaştığı vakit, Mahmut Şevket Paşa’nın karargâhında tanımıştır. Bu
tanışmada Mustafa Kemal, 31 Mart Ayaklanmasını şu şekilde açıklamaktadır: “İttihat ve
Terakki Reisleri, Hükümet kuvvetini meşruluk prensiplerine aykırı olarak şahıslarında
toplamışlar ve serbest seçimle gelen bir millet meclisi yerine asker kuvvetine dayanarak zor
ve şiddet kullanmışlardır. Bu fikrimi ittihatçı arkadaşlarıma söyledim, durdum, fakat
anlatamadım409.”
Hareket Ordusu komutanı Hüseyin Hüsnü Paşa, tarihinde Dedeağaç’tan İstanbul’daki
elçiliklere telgraflar çekerek Ordunun Meşrutiyeti güçlendirmek için geldiğini, elçilerin ve
bütün yabancıların can ve mallarının saldırıdan korunacağını ve İstanbul’da asayişin
bozulmasına “mahal ve imkân” bırakılmayacağını temin ediyordu. Bu telgraf Avusturya elçisi
tarafından Hükümete bildirildi. 19 Nisan 1909(6 Nisan 1325) tarihinde Hüseyin Hüsnü Paşa,
Tevfik Paşa kabinesini tanımadığı için Harbiye Nazırını protesto ederek doğrudan Erkan-i
Harbiye Riyasetine telgraf çekerek şu hususlar üzerinde durmuştur: “Mart’ın otuz birinci
günüden önce İstanbul’daki kara ve deniz kıtaları ve gemilere memur olan bütün generaller ve
ümera(yarbay ve albay) ve subayların tekrardan kıtalarına gönderilmesine katiyen engel
olunmayarak bunların bütün işlerine körü körüne itaat edeceklerine ve boyun eğeceklerine ve
siyasi işlere bundan sonra hiçbir şekilde müdahale etmeyerek yalnız askeri kutsal vazifeleriyle
meşgul olacaklarına dair şeyhülislam ve Fetva Emini ve Ders Vekili Efendiler Hazretleri’yle
kendi kumandanları huzurunda ve Kur’an üzerine el basmış oldukları halde bir gün içinde
İstanbul’da bulunan erler ve küçük subaylar yemin edeceklerdir. Kendilerini şeriat isteriz diye
kandırarak vatanı tehlikeye düşürmüş olan alçakların cezalandırılması için ordumuz
tarafından ele alınacak ihtilâli bastıracak ve inzibatı kuracak tedbirlere katiyen müdahale
etmeyerek ve ordumuz erlerine dahi yan gözle bakmayarak onları öz kardeşleri gibi bilecekler
408 Vahdeti, “Asker Kardeşlerimizden Selamet-i Vatan İçin Rica”, Volkan, 18 Nisan 1909, Nr:108 için bakınız:
M. Ertuğrul Düzdağ, Volkan Gazetesi, s.525. 409 Falih Rıfkı Atay, Çankaya, Doğan Kardeş Matbaası, İstanbul,1969, s.66.
168
ve kendilerini aldatmış olan hafiyelerle alçakları yine kendi subaylarına haber
vereceklerdir410.”
31 Mart Olayı üzerine Selanik’ten harekete geçirilen Hareket Ordusu’nun İstanbul’a
ulaşması üzerine, 19 Nisan 1909 tarihinde Mustafa Kemal tarafından kaleme alındığı ve H.
Hüsnü Paşa tarafından imza edildiği kabul edilen “Tamim Telgraf Genelge” külliyatında yer
alan bildirinin içeriği şu şekildedir:
“ İstanbul Ahâlisine!
1. Millet senelerden beri zulüm yapan istibdat kuvvetini parçalayarak meşru, Meşrutiyet
hükümetini kurdu. Bu kan dökülmeden yapılan, mutlu inkılâptan zarar gören aşağılıklar
meşru olmayan bir şekilde menfaat elde etmeye hizmet eden geçmiş idarenin iadesi için bin
türlü hile oyunlarına ve alçaklıklara müracaat ederek meşru Meşrutiyet hükümetini zarara
uğratmak istedi ve bütün insanlık âleminin lanetlediği İstanbul faciasının meydana gelmesine
sebebiyet vererek masum kanlar döktü.
2. Ulus; hayat ve isteklerinin yegâne kefili olan Meşrutiyet’in zarara uğratılmak ve
şeriat hükümlerinin ve ulusun genelinin saadet ve huzurunu kuvvetlendiren anayasamızın
ayaklar altına alınmak istendiğini gördü ve bu alçakça hareketin gerçek sorumlularını
kesinlikle cezalandırmak lüzumunu takdir ederek genel heyeti ile İstanbul üzerine yürümeye
karar verdi. Bizi İstanbul surlarının karşısında gördüğünüz ve ilk bir icra kuvveti olmak üzere
işte bu Hareket Ordusunu buraya gönderdi.
3. Hareket Ordusunun amacı, meşru Meşrutiyet hükümetini hiçbir kuvvetin
sarsamayacağı surette kuvvetlendirmek, anayasanın üstünde hiçbir kanun, hiçbir kuvvet
olmadığını ve olamayacağını ispat etmek ve meşru Meşrutiyet’in kararlılığından memnun
olmayan vatan ve ulus hainlerine son ve kesin bir uyanış dersi vermektir.
4. Zulüm gören halk, tarafsız kişiler tamamıyla himaye edilecek teşvikçiler,
bozguncular ve ortakları mutlaka lâyık oldukları kanunî cezadan kurtulamayacaklardır.
5. Fazilet heyeti olan ulema övünç kaynağımız, baş tacımızdır. Fakat hainlikle adî ve
şahsî menfaat elde etmek maksadıyla yalandan ilmiye kisvesine bürünerek ve şerefli İslâm
dinini küçümseyip alay konusu haline getirmekten çekinmeyerek fesat yaymaya kalkışan
birtakım gizli örgüt üyeleri, menfaatperestler elbette kanun ve şeriat hükümlerine göre
muamele görmekten kurtulamayacaklardır.
410 Mizan, 8 Nisan 1325/21 Nisan 1909, Nr: 132; Sabah, 8 Nisan 1325/21 Nisan 1909, Nr: 7030; İkdam, 21
Nisan 1909, Nr: 5354.
169
6. Ulus milletvekillerinin ve bu muhterem milletvekillerinin güvenilir görüp seçtikleri
hükümet üyelerinin hayatları ve anayasanın kendilerine verdiği haklar ve yetkiler olduğu gibi
korunacak genel olarak huzur ve güven kesinlikle sağlanacaktır.
7. Vatanın kurtuluşu ve ulusal saadetimizin lüzum gösterdiği bu askerî harekatımız
esnasında İstanbul’da bulunan bütün saygıdeğer elçiler ve yabancı misafirlerin huzursuz
olmalarına meydan verilmeyecektir. Memleketin iç güvenliği ve huzurunu ve herkesin mal ve
canının korunmasını sağlamak için her türlü tedbirin alınması kararlaştırılmıştır.
8. İstanbul faciası olayında kanları dökülen şehitlerin ruhları karşısında hesap vermeye
korkanlar, ancak bu kanlı facianın failleri ve tahrikçileri ve ortaklarıdır. Bu hakikati herkes
bilmeli, (telâş ve heyecana kapılmayıp) rahat olmalıdır.
9. Hareket Ordusu Komutanı Elçiler ve yabancı misafirler. Milletvekilleriyle hükümet
ve subaylar ile diğer ileri gelen kişilerin haksız yere akıtılan masum kanlarını sürüyüp
getirmesiyle iktidarda oturan, bu meşru olmayan kanlı Bakanlar Kurulu tamamen ortadan
kaldırılacak ve bütün ulusun ve bundan dolayı muhterem milletvekillerinin tam güvenini
kazanmış olanlar başa getirilecektir.
10. Milletvekillerinin hayatı, devletin nüfuzu korunacaktır.
6 Nisan 1325 (19 Nisan 1909)” 411
19 Nisan 1909 tarihinde Volkan gazetesinde eski üslup tamamen terk edilmiş durumun
gazetenin aleyhine döndüğünün sinyalleri algılanmaya başlanmıştı. Derviş Vahdeti içinde
bulundukları süreci gazetesinde “buhranlı” olarak tanımlamaktadır412. İsyan sonucu kurulan
sözde hükümet ise henüz güvenoyu almamıştı. Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girmek üzere
olması nedeniyle Meclis’te yeni hükümete güvenoyu vermemenin en doğru yol olduğu
tartışılmaya başlandı. Çünkü yeni hükümete güvenoyu verilmesiyle İttihat ve Terakki
Cemiyeti ile zıtlaşılması kaçınılmaz olacaktı. Hareket Ordusu İstanbul’a hâkim olmadan
güvensizlik oyu verilmesi durumunda ise belirsizliğin ve kaosun artmasına neden olacaktı. Bu
nedenle Tevfik Paşa kabinesinin güvenoyu almadan göreve devam etmesi hem Meclisin, hem
de İttihatçıların çıkarlarına uygun oluyordu.
Tevfik, Edhem, Nâzım ve Memduh Paşalar Hareket Ordusu’nun etkisini üzerlerinde
hissettiklerinden istifa ettiler, ama istifaları kabul olunmadı. Bu arada Miralay Hasan İzzet,
Kaymakam Selahaddin ve Cemal Beyler 3. Ordu kumandanlığına bir telgraf rapor çektiler. Bu
raporla isyancı askerlerin Hareket Ordusuna katılan askerlere karşı koymaması 411 Erdoğan Karakuş, Atatürk’ün Not Defterleri-I, Genelkurmay ATASE Başkanlığı Yayınları, Genelkurmay
Basım Evi, Ankara, 2004, s.18-20. 412 Derviş Vahdeti, “Enzar-ı Umumiyeye”, Volkan, 19 Nisan 1909, Nr:109 için bakınız: M. Ertuğrul Düzdağ,
Volkan Gazetesi, s.530.
170
amaçlanıyordu. Raporda II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesine veya doğrudan doğruya
suçlanmasına ilişkin ifadeler yer almamaktadır.
19 Nisan’da hareket ordusu Yeşilköy tren istasyonunu işgal etmiştir. İsyanın sekizinci
gününde (20 Nisan 1909) Hareket ordusu on beş bin kişilik bir kuvvetle Hadımköy’e gelerek
karargâhını buraya kurmuştur. Mahmut Şevket Paşa hükümete bir telgraf gönderdi. Paşa bu
telgrafında amaçlarını şöyle açıklıyordu: Meşrutiyet aleyhindeki ayaklanmadan ötürü
İstanbul’un bozulmuş olan asayişini sağlamak, fesat ve hainlerin aldattığı askeri itaat altına
almak, ayaklanmaya sebep olanları, düzenleyenleri ve olayda rol oynamış olanları ortaya
çıkarıp kanuna göre cezalandırmak, Meşrutiyet’in bir daha böyle tehlikelere girmemesini
sağlayacak tedbirler almak. O gün Volkan gazetesinin en son sayısı çıktı. Vahdeti’nin yazısı
veda üslubuyla yazılmıştı. Hükümetin aleyhe döndüğü Volkan’ın çıkması halinde kendilerine
yapılan suçlamaları cevaplandıracaklarını ancak, gazete kapanırsa, hukukunu müdafaa
edemeyeceğini belirtiyordu. Gazetenin kapatılması halinde yapılacakları da yazıyor. İttihad-ı
Muhammedi’nin her yerde gelişerek büyümesi gerektiğini yazıyor; ayrıca hükümeti ve Ahmet
Rıza’yı tehdit ediyordu. Eğer hayatta kalırsa onlarla hesaplaşacağını belirtiyordu413.
İsyanın dokuzuncu gününde (21 Nisan 1909) Hareket Ordusu çoğalarak İstanbul’a
yaklaşmaktaydı. Rami ve Davutpaşa kışlalarının askerleri de Hareket Ordusuna katıldı. O gün
kabine Nâzım Paşa ve Genel Kurmay Başkanı İzzet Paşa ile birlikte Mahmut Şevket Paşa’nın
bir gün önceki telgraflarına kesin cevabını hazırladı. Mahmud Şevket Paşa’nın istekleri kabul
edilmekle birlikte İstanbul’daki askerler kontrol altında olmadığı için şunlar önerilmekteydi:
gelen askerin İstanbul’a yaklaştırılması, İstanbul askerinden müfrezeler gönderilerek
gelenlerle barıştırılmaları, gelen askerden lüzumu kadarının İstanbul’a alınması teklif
ediliyordu. İlk tedbirlerin nasıl alınacağının kararlaştırılması içinde, Hassa ve Hareket
Orduları kumandanlarının, aralarında yapılacak haberleşme sonucunda “tayin olunacak
mevkide buluşmaları” öne sürülüyordu. 21 Nisan 1909 Çarşamba günü Selanik’ten hareket
eden Mahmut Şevket Paşa414 beraberinde Erkan-ı Harbiye Reisi Mirliva Pertev ve Ali Rıza
Paşalar ile Topçu Kumandanı Mirliva Hasan Rıza Paşa, II. Ordu Kumandanı Salih Paşa;
birçok asker, erzak ve askeri mühimmat ile 22 Nisan günü Ayastafenos’a gelmiştir415.
Mahmut Şevket Paşa, daha yoldayken, Serez’den Hükümete bir telgraf çekmiştir. Bu
telgrafta, çatışma yapacak asker kalmaması için İstanbul’daki ihtiyat askerinin terhis
413 Volkan, 20 Nisan 1909, Nr:110. 414 Sabah, 13 Nisan 1325/26 Nisan 1909, Nr: 7035. 415 İkdam, 23 Nisan 1909, Nr: 5356.
171
edilmesini istenmekteydi. Mahmut Şevket Paşa’dan bir gün önce de, Ahmet Rıza Bey, Enver
Bey, Hafız Hakkı ve Fethi Beyler Ayastafenos’a gelmişlerdir416.
Mahmut Şevket Paşa’nın ordu komutasını eline almasından sonra, ordudaki komuta
değişikliği de şu şekilde olmuştur: Hareket Ordusu Komutanı Mahmut Şevket Paşa, Hareket
Ordusu Erkan-ı Harbiye Reisi Mirliva Ali Rıza Paşa, Birinci Mürettep Fırka Komutanı
Hüseyin Hüsnü Paşa, bu Fırkanın Erkan-ı Harbiye Reisi Mustafa Kemal Bey; İkinci Mürettep
Fırka Kumandanı Erkan-ı Harp Mirlivası Şevket (Turgut) Paşa, bu Fırkanın Erkan-ı Harbiye
Reisi de Kolağası Kazım (Karabekir) Bey olmuştur. Binbaşı Enver Bey, İkinci Mürettep
Fırka’ya bağlı Mürettep 5. Alay, Fethi Bey ise Birinci Fırka’ya bağlı Mürettep 3. Alay, Hafız
Hakkı Bey ise Birinci Fırka’ya bağlı 2. Alay Komutanlığı görevlerini üstlenmişlerdir417.
Serbestî gazetesi, “Hükümet ne duruyor” başlıklı yazıda hükümetin “gelen bu kahraman
fedailerin karşısında hükümet nasıl bir vaziyet aldığını ne için bir beyanname ile ilân
etmiyor?” diye soruyordu418.
İsyanın onuncu gününden(22 Nisan 1909) itibaren Volkan gazetesi artık çıkmamaya
başlar ve Derviş Vahdeti ortadan kaybolur. Bu durumda Derviş Vahdeti İsyanın provokatörü
olarak suçlanır ve basında Derviş Vahdeti’nin ne kadar kötü bir insan olduğu anlatılmaya
başlanır. Basında II. Abdülhamid aleyhtarlığı da artmaya başlar. 22 Nisan’da İkdam, Ali
Kemal’in ortalığı yatıştırmaya yönelik yazısı “Telaş Fenadır” başlığı ile yayınlanmıştır419.
3.1.2. Meclis-i Umumî-i Milli Kararları
Hareket Ordusu’nun büyük bölümünün Ayastefanos’a gelmesinin ardından hükümet
isyancı askerlere ve öğrencilere beyannameler hazırlayıp göndermişti. Meclis-i Mebusan son
toplantısını 6 Nisan 1325 günü yaptı. Meclisin İkinci Celse’sinde Hareket Ordusu’nun
Selanik’ten Çatalca’ya inmesi münasebetiyle gelen telgrafların okunmasına ve bunlara cevap
verilmesine karar verildi. Okunan telgraflar şunlardır: “Yozgat’tan; Ey Ümidi Yegânesi Vatan
Olan Meclisi Âlî! Mevcudiyetini gösterecek bir halde değil misin? Yaralı vatanı alkanlara
boyamakla da müteselli olmayacağı anlaşılan Yıldız’ın hiyel ve desaisine bir nihayet
vermesini bekler ve hâkimiyeti milliyeye mübayin olan yeni Kabineyi bütün
mevcudiyetimizle protesto ve aksi takdirde bu lekeyi kanımızla sileceğimizi teminen 416 Türkmen, a.g.e., s.67. 417 Erdoğan Karakuş, Atatürk’ün Not Defterleri-I, s.270. 418 “Hükümet ne duruyor”, Serbestî, 8 Nisan 1325/21 Nisan 1909, Nr: 155. 419 İkdam, 22 Nisan 1909, Nr: 5355.
172
arzederiz. Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti” ; “Meclisi Mebusan Riyaseti Celilesine.
Meşrutiyetimize vurulan darbenin tamiriyle eski Kabinenin ve Meclisi Mebusan Reisinin
yerlerine getirilmesini bütün mevcudiyetimizle ve hayatımızı her şeye feda ederek talep eder
ve bu harekâtı Meşrutiyet - şikenâmeyi şiddetle protesto eyleriz. 5 Nisan 1325 Osmanlı İttihat
ve Terakki Yenişehir Merkezi.” ; “Hayfa’dan. Meclisi Mebusan Riyasetine istibdat ve namusu
milleti esasından sarsacak veçhile Kanunu Esasi hilâfında teşekkül eden Kabineyi ebediyen
tanımayız. Bu harekâtı irticakârâne ve kanun-şikenâmeyi bütün kuvvetimizle protesto ederek,
hamiyeti milliyemizin idamesi uğrunda muhallef olduğumuzdan, her türlü fedakârlığa
müheyya olunduğumuzu kat’iyyen arz ederiz. 4 Nisan 1325” ; “An Maydos: Meclisi
Mebusana. Vilâyetimiz mülhakatına vilayetten verilen emir üzerine serbestli matbuattan
mahrum kaldığımızı protesto ederiz. Kanunu Esasinin muhafazasına canımızı feda
edeceğimize müttehidiz. 5 Nisan 1325420.”
O gün yüz kadar milletvekilleri Hareket Ordusu’nun toplandığı Ayestefanos’a gitti.
Meclis 22 Nisan 1909 günü Ayastefanos’taki Yat Kulübünde Meclis-i Milli halinde meclis
ikinci başkanı Talat Bey’in başkanlığında toplandı421. 9 Nisan 1325(22 Nisan 1909) günü
Ayan ve Mubusan Meclisleri saat 08.30’da Ayastefanos’da “Meclis-i Umumi-i Milli” yani
“Genel Ulusal Meclis” adıyla toplanmıştır. Kanun-u Esasî’ye göre Ayan ve Mebusan
Meclisleri Meclis-i Umumî’yi oluşturuyorlardı. Meclis-i Umumî ise yalnızca her toplantı
yılının başında Padişahın açış söylevini dinlemek üzere toplanan, tabir caizse, törensel bir
kuruluştu. Ayastefanos’ta mebuslar ve gelen birkaç ayan üyesi ise birlikte toplanarak “Meclis-
i Umumî-i Milli” diye Kanun-u Esasi’de yeri olmayan, sırf oradaki toplantılara özgü bir kurul
oluşturdular. Siana Akşin’e göre Ayastefanos’taki iki meclisi birleştirme işi, ilhamını çok
muhtemelen Fransız İhtilâli’nden almaktaydı. Fransız İhtilâli’nin ilk adımı 3 meclisli Etats
Généraux (Etajenero) denilen Fransız parlamentosunun, krala rağmen Ulusal Meclis adı
altında birleşik bir meclis oluşturması olmuştur422.
Ayastefanos’ta Meclis Başkanlığını Ayan Meclisi Başkanı Said Paşa, Meclis-i Mebusan
eski Başkanı Ahmet Rıza Bey ve 31 Mart isyanından sonra Meclis-i Mebusan Başkanlığına
seçilen Mustafa Efendi ortaklaşa yürütmüşlerdir. Daha sonra Mustafa Efendi, Ahmet Rıza
Bey’in zorla istifa ettiği kati ile Meclis Başkanlığını Ahmet Rıza Bey’e devretmiş, orada hazır
bulunan Mebuslar da bu hususu onaylamışlardır. Said Paşa Ayan Meclisine, Ahmet Rıza
Bey’de Mebusan Meclisine başkanlık etmeye başlamışlardır. Daha sonra Kâtip Nesim 420 MMZC, c.III, D.I, İç. I, Ellidokuzuncu İntikat, 6 Nisan 1325, TBMM Basımevi, Ankara, 1982, s.89. 421 Sabah, 9 Nisan 1325/22 Nisan 1909, Nr: 7031. 422 Sina Akşin, “Siyasal Tarih (1908-1923)”, Yakınçağ Türkiye Tarihi, c.I, Milliyet Kitaplığı, İstanbul, 2007,
s.31
173
Mazliyah Efendi gizli toplantı ya geçileceğini beyan etmiştir. Bu toplantı saat 07.30’da
başlamış be 09.00’a kadar sürmüştür423. Bu toplantıda yaklaşık 200 kadar Mebus ve 30 kadar
Ayan da hazır bulunmuştur. Bu toplantıda II. Abdülhamid’in hal’ edilmesi meselesi de
görüşülmüştür. Böylece vekiller, 31 Mart olayına karşı olduklarını gösterdiler. Meclisin
yaptığı ilk çalışmalardan birisi, Hareket Ordusu’nun beyannamesini tasvip ettiğini bildiren bir
tebliğ yayımlaması olmuştu.
Meclis yapılan gizli toplantı sonunda bir bildiri hazırladı. Buna göre, 31 Marttaki
“hadise-i müellime-i istibdadiye” ile Meşrutiyet’e bir “darbe” vurulmuştu. Baş gösteren
istibdatın kökünden kaldırılması, Meşrutiyet ve asayişin sağlanması ve olaya sebep olanların
şeriat ve kanunlar çerçevesinde cezalandırılmaları konusunda Hareket Ordusu Kumandan
vekili Hüseyin Hüsnü Paşa’nın 6 Nisan’da İstanbul’da bulunan halka yapmış olduğu
beyannameyi424 destekliyor ve milletin isteklerine uygun buluyordu. Bundan ötürü de
ordunun yapacaklarına karşı çıkmak, sorumluluk ve ceza konusu olacaktı. Böylece Hareket
Ordusunun şimdiye kadarki ve bundan sonraki davranışları meşruiyet kazanmış oluyordu.
Hareket Ordusu meşru yönetimi hiçe sayan uygulamaları bu olayla ortadan kaldırılıyor,
askerlere meclisin verdiği sivil destek, onları görünürde “meşru” hale getiriyordu.
Hüseyin Hüsnü Paşa’nın elinde 543 kişilik “İrticaiyyun” listesi vardı. İçlerinde saray
memurlarından on bir kişi, musahip Nadir Ağa, eski Hassa Hazinesi müsteşarı Halis Efendi
(bu ikisi askere ve hocalara para dağıtmışlardı) dört gazete sahibi, on yedi yazar vardı. Bunlar
adi mahkemelerde yargılanacaklardı.
31 Mart Olayı’nın on birinci gününde(23 Nisan 1909) İkdam gazetesi Abdülhamid’in 33
yıllık mutlak monarşisine vurgu yaparak Hareket Ordusu taraftarı bir çizgide yayın
yapmaktadır. Serbestî de o günkü yazıları ile taraf değiştirmiştir. Gazetede Hareket Ordusuna
şu şekilde sesleniliyordu: “Ey pençe-i tiz istibdaddan halas eden ordu, Ey İstanbul’u daire-i
mader-i muhasara edip hürriyetperveranı memnun ve müstebitleri dilhun eden gazanferler,
artık hışm-ı intizar-ı millet size teveccüh etmiş şu bahid ikbali mübeşşir toplarınızın sadalarını
işitmek istiyoruz425.”
423 İkdam, 23 Nisan 1909, Nr: 5356. 424 İkdam, 21 Nisan 1909, Nr: 5354. 425 Serbestî, , 10 Nisan 1325/23 Nisan 1909, Nr: 157.
174
3.1.3. Hareket Ordusunun İstanbul’a Girişi ve İsyanın Bastırılması
23 Nisan günü İstanbul’u işgal etmeğe hazırlanan Hareket Ordusunun yirmi beş tabur,
on iki bölük, sekiz batarya ve gönüllü kıtalar, 935 subay, 3312 at, 48 top ve 8 makineli
tüfekten oluşan bir savaş gücünden meydana gelmiştir. 24 Nisan’da Edirne’den dört batarya
ve dörtte araba gelip Hareket Ordusuna katılmıştır. Ayrıca Hareket Ordusunda 29 bin er
bulunmaktadır426. 23 Nisanı 24 Nisan’a bağlayan Cuma günü gecesi Mahmut Şevket Paşa
Hareket Ordusuna İstanbul içlerine ilerleme emri vermiştir. Bu emre göre Hareket Ordusu
dört koldan ilerleyecektir. Ordunun bir kolu Davutpaşa kışlasını işgal etmiştir. İlk çatışma
Davutpaşa kışlasında olmuştur.
Teşkilat-ı Mahsusa’nın son şefi ve Milli İstihbarat Teşkilatı’nın ilk başkanı Hüsamettin
Ertürk, yazdığı “İki Devrin Perde Arkası” adlı anılarında Hareket Ordusu ile İstanbul’a
girenleri şu şekilde listelemektedir: “Hareket Ordusu’nun 10 Nisan Cuma günü İstanbul’a
resmen girmesi takarrür etmiş ve Hareket Ordusu ile hürriyet taraftarları şehrin sokaklarından
geçmişti. Bu ordu ile gelenlerin içinde şu meşhur kimseler vardı: Erkânıharb Feriki Mahmud
Şevket Paşa, Erkânıharb Kolağasısı Selânikli Mustafa Kemal Bey, Erkânıharb Binbaşısı
Pirlepeli Fethi Bey (Okyar) (Paris ateşemiliterliğinden geliyordu), Erkânıharb Kolağasısı
İzmirli İsmet Bey (İnönü), Erkânıharb Yüzbaşısı İsmail Hakkı Bey (Paşa) (Viyana
ateşemiliterliğinden geliyordu). Erkânıharb Kaymakamı Üsküdarlı Cemal Bey (Paşa),
Erkânıharb Binbaşısı Faik Bey (Üsküdar Mutasarrıfı), Erkânıharb Binbaşısı Selânikli Remzi
Bey (Birinci Cihan Harbi’nde Miralay), Erkânıharb Kolağası Vehbi Paşazade Süleyman
Askerî Bey (daha sonra Teşkilât-ı Mahsusa Başkanı), Piyade Kolağası Ohrili Eyüb Sabri Bey
(İttihat ve Terakkinin bir numaralı kurucusu, Merkez-İ Umumi Üyesi), Piyade Kolağası
Resneli Niyazi Bey (Hürriyet kahramanı), Erkânıharb Yüzbaşısı Giritli Ruşeni Bey (Teşkilât-ı
Mahsusa’da çalışmış, Millî Mücadelede Ankara’da mebus olmuş), Erkânıharb Yüzbaşısı
Seyfi Bey (Kâzım Karabekir Paşa ile Şark cephesinde çalışmış, Ankara’da mebus olmuş),
Süvari zabiti Nidâi Bey (İstanbul’da gizli teşkilâtta çalışmış, süvari generalliğine kadar
yükselmiştir), süvari Mülâzimievveli Yakup Cemil Bey (Babıali baskınında Nâzım Paşa’yı
vurmuş, Almanya’ya taraftar olması yüzünden Enver Paşa ile arası açılarak isyan etmiş,
bilmuhakeme kurşuna dizilmiştir), Piyade zabiti Filibeli Hilmi Bey, (Meşrutiyet’ten sonra
İttihat ve Terakki müfettişi olmuş, Teşkilât-ı Mahsusa’da çalışmış, Millî Mücadele’ye iştirak
etmiş, Ankara’da mebus olmuş, Mustafa Kemal aleyhindeki suikaste iştirak ettiğinden idam
edilmiştir), Süvari Yüzbaşısı İzmitli Mümtaz Bey (Enver Paşa’nın meşhur yaveri), Süvari
426 Mc Cullagh, a.g.e., s. 169.
175
Mülâzimievveli Selânikli Saffet Bey, Mülâzimievvel Ömer Naci Bey (İttihat ve Terakki
Fırkası’nın konferansçısı, Babıâli baskınına iştirak eylemiş, Teşkilât-ı Mahsusa’ya girmiş,
Birinci Cihan Harbi’nde İran hududundaki Bahtiyarı Aşiretleri’ni savaşa sokmağa çalışırken
tifüsten vefat etmiştir), Baytar Yüzbaşısı Rasim Bey (Millî Mücadeleye iştirak etmiş, miralay
olmuş, İzmir Sûikasti’ne iştirak ettiğinden idam olunmuştur), Piyade Mülazimievveli Sarı Efe
Edib Bey (İttihatçı, Mondros’tan sonra Jandarma Yüzbaşılığına yükselmiş, İstiklâl Savaşı’nda
yararlık göstermiş, İzmir suikast üzerine idam edilmiştir.), Kastamonulu Şükrü Bey (İttihat ve
Terakki merkezinin meşhur suikastine katıldığından idam edilmiştir.), Piyade Mülâzimievveli
Yenibahçeli Nâil Bey (İttihat ve Terakki teşkilâtına dahil olmuştur.), Abdülkadir Bey (Ankara
Valisi, pontusçularla çarpışmış, İstiklâl Savaşına katılmış, İzmir suikastine girmemiş olmakla
beraber doktor Nâzım ve Cavid Beylerle beraber asılmıştır), Topçu Mülâzimievveli Kızanlıklı
Cevat Bey (İttihat ve Terakki güzidelerindendir. Babıali baskınında bulunmuş, hükümeti
devirmiş, İstanbul Merkez Kumandanlığı yapmış, Miralaylığa yükselmiş, Millî Mücadelede
Anadolu’ya geçerek Millî Müdafaa Vekâleti Mahâkim Şubesi Müdürü olmuş, hastalanarak
vefat etmiştir), Piyade Mülâzimievveli Erzurumlu Necati Bey, ve Piyade Mülâzimievveli
Edremitli sağır Necati Bey (her ikisi İttihat ve Terakki teşkilâtında bulunmuş güzidelerdendir.
Birinci Cihan Harbinde Teşkilâtı Mahsusa’da çalışmışlar, Mondros’ta Anadolu’ya
geçmişlerdir. Edremitli Necati Bey ( Mustafa Kemal tarafından sonradan Millet Meclisi’ne
mebus seçilmiştir), Piyade Yüzbaşısı Afyonkarahisarlı Ali Bey (Millî Mücadelede mebus,
İstiklâl Mahkemesi reisi, sonra Nâfia Vekili olmuştur), Mülâzimievvel Japon Rıza Bey (İttihat
ve Terakkinin güzidelerindendir. Millî Mücadelede Millî Müdafaa Vekâletinde Levazım
Şubesinde, Hesabat Kornisyonu’nda istihdam edilmiş, hastalanarak vefat etmiştir), Mümtaz
Erkânıharb Yüzbaşısı Köprülü Kâzım Bey (Meclis Reisi Kâzım Paşa), Doktor Abidin Bey
(İttihat ve Terakkide gizli hizmetler ifa etmiş, Millî Mücadelede Büyük Millet Meclisi’ne âza
olmuştur. İzmir sûikastinde idam edilmiştir), Mülâzimievvel İsmail Canbolat Bey (İttihat ve
Terakki kurucularından ve güzidelerindendir. İzmir sûikastine karıştığı için idam olunmuştur).
Erkânıharp Kolağalarından Ali İhsan Bey (General Ali İhsan Sabis)427.” Hareket Ordusu ile
İstanbul’a giren bu isimlere baktığımız zaman, bunlardan bir kısmının daha sonra İttihatçı
kadrolar ile anlaşmazlığa düştüklerini görüyoruz. Mustafa Kemal’in başını çektiği bu etkin
şahsiyetler daha sonra Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet döneminde karşımıza çıkacaktır.
Hareket Ordusu İstanbul’a girdikten sonra şu olaylar meydana gelmiştir: “Saat 17’de
Hareket Ordusu öncüleri Maslak ve Kâğıthane taraflarında görülmüş olduklarından, II.
427 Hüsamettin Ertürk, İki Devrin Perde Arkası (Haz: Samih Nafiz Tansu), Sebil Yayınevi, İstanbul, 1996,
s.38-39
176
Abdülhamid başkâtibi Ali Cevat’ı evinden çağırttı. Daha önce saraya gelmiş bulunan
Sadrazam, Harbiye Nazırı ve sarayı koruyan 2. fırkanın kumandanı Ferik Memduh Paşa, ters
bir olayın çıkmaması için Hassa kumandanı Nâzım Paşa’yı Ayastefanos’tan çağırmaya karar
verdiler. Harbiye Nazırı telgraf çektiyse de ses seda çıkmadı. Sayıları dört bini bulan ve
Yıldız etrafındaki kışlalarda barınan ikinci fırka askerleri, Hareket Ordusunun haberini alınca
telaşa kapılıp cephane istemeye başladılar. Subayların durumu haber vermesi üzerine,
kendilerine zinhar cephane verilmemesi buyruldu. Ama gece saat bir ve iki sıralarında bazı
askerler başkâtibin Sadrazam ve Harbiye Nazırı ile oturduğu odaya gelerek “Askeri
vuracaklar, bizim ne günahımız vardır? Cephane isteriz. Karı gibi ölmek istemeyiz. Onlar
asker ise biz de askeriz.” dediler. Cephanelik kapıları kırılarak cephane alınmaya başlanınca
Padişah binek taşına çıkarak: “Asker zinhar kurşun atmasın. Eğer kurşun atacaklarsa, ilk önce
beni vursunlar, sonra kurşun atmaya başlasınlar” der. Fırka kumandanı yardımcısı Mirliva
Veli Paşa, subaylar, elde edilebilen çavuşlar ve yaverlerden kaymakam Mehmet Ali Bey,
askerlere padişahın buyruklarını bildirdiler428.”
İstanbul içlerinde ilerlemesine devam eden Hareket Ordusu birlikleri Fatih yoluyla
Beyazıt’a yönelmiş ve Harbiye Nezaretini işgale başlamışlardır. Mustafa Kemal’in kumanda
ettiği Birinci Hareket Ordusu tarafından başlarında Nazif Sururi ve Cevher Ağa’nın olduğu
isyancılar ile başlarında Hamdi Çavuş’un asi bulunduğu Avcı taburlarının oluşturduğu
kalabalık Harbiye Nezareti meydanını doldurmuştu. Mahmut Şevket Paşa Avcı Taburları’na
hitaben yüksek sesle şunları söylemiştir: “Ben sizi mükemmel bir talim ve terbiye ile ve
Meşrutiyeti korumak için Üçüncü Ordu’dan İstanbul’a yolladım. Siz birer canavar kesildiniz
ve asi oldunuz. Şimdi hepinizin ve sizi teşvik edenlerin kafasını kırmak için buraya geldim.”
dedi429. Ancak Harbiye Nezaretinde bulunan askerler, Hareket Ordusu askerlerini gördükleri
zaman derhal silahlarına sarılmışlar ve amirlerinin de amirlerini dinlemeyerek Edirnekapı
tarafına doğru koşmaya başlamışlardır. Bu askerler bütün ahalinin hayretli bakışları altında
şehirden kaçmışlardır. Ancak Edirnekapı tarafına doğru kaçan bu askerlerin kuvvetleri az
olduğu için, önlerinde bulunan büyük hareket ordusu önünde tutunamamışlar ve teslim
olmaya mecbur olmuşlardır. Harbiye Nezareti’nde bulunan askerler kısa bir direniş
göstermişlerse de gece onlar da Hareket Ordusu tarafından esir alındılar.
24 Nisan günü Hareket Ordusu askerleri Babıâli ve Topkapı yönüne doğru ilerlemeye
başlamış ve burada bulunan askerler, Hareket Ordusuna karşı çok direnmişlerdir. Gece
428 Ali Cevat Bey, İkinci Meşrutiyet’in İlânı ve Otuzbir Mart Hadisesi; II. Abdülhamid’in Son Mabeyn
Başkâtibi Ali Cevat Beyin Fezlekesi, (Haz. Faik Reşit Unat), TTK Yay., Ankara, 1991, s.71. 429 Borak, a.g.m., s.351-371.
177
Topkapı’da Hareket Ordusu askerleri ile Topkapı’da bulunan askerler arasında çatışma
çıkmıştır. Çatışmalar o kadar şiddetli olmuştur ki, Hareket Ordusu bu iki bölgede top kullanmak zorunda kalmıştır. Rahmi Apak yazdığı anılarında Hareket ordusu ile isyancılar
arasında çıkan çatışmalardan şu şekilde bahsetmektedir: “31 Mart vakasında asıl mukavemete
uğrayan Kâğıthane, Şişli, Harbiye üzerinden ilerleyen kolumuzdur. Taksim ve Taşkışla’daki
askerler hayli direndiler. Hassa ordusunun buradan ilerleyen kolu topçu ateşleri ile bu kışlaları
düşürmek zorunda kalmıştır. Burada her iki taraf kayıp vermiştir430.”
Hareket Ordusu Beyoğlu’nu ele geçirdikten sonra Erkan-ı Harb Binbaşısı Enver Bey
kumandasında Taksim Kışlası ve Taşkışla’ya giderek buraları kuşatmaya başlamıştır. Taşkışla
isyanı başlatan avcı taburlarının bulunduğu kışladır. Taşkışla’nın birinci katında avcı taburları
ile numune ve istihkâm bölükleri, ikinci katında ise Hassa Ordusu askerleri yerleştirilmiştir.
Taşkışla, avcı taburlarının karşı saldırıya geçmesi nedeniyle Hareket Ordusu’na en çok
direnen kışla olmuştur. Bu sert direnişin kırılamaması üzerine Hareket Ordusu askerleri,
Harbiye Mektebi talimhanesine kurdukları seri atışlı toplarla Taşkışla’yı top ateşine
tutmuşlardır. Taşkışla’daki askerler bu top atışlarına karşılık veremeyeceklerini anlamışlar ve
Hareket Ordusu askerlerine teslim olacaklarını bildirmişlerdir. Bunun üzerine Hareket
Ordusundan bir miktar asker kışlayı işgal için ilerlermişler, bu askerlerin ilerlediğini gören
avcı askerleri tekrar şiddetli bir ateş açmışlar ve Hareket Ordusu askerlerine büyük zayiat
verdirmişlerdir431.
Taşkışla direnişi sırasında Taşkışla’da bulunan Mustafa Turan Bey’e göre olaylar şu
şekilde gerçekleşmiştir: Taşkışla askerlerinin bir gece önce, Hareket Ordusu geldiği takdirde
mukavemet göstermeyecekleri ve kumandanlarının emirlerini dinleyeceklerine dair yemin
etmişler, ancak 10 Nisan akşamı ne olduğunu anlamadan bu yeminlerinden vazgeçerek,
cephanelik kapısını kırmışlar ve buradaki mühimmatı koğuşlara götürmüşlerdir. Taşkışla
Komutanı İsmail Hakkı Bey askere mani olmak istemiş ancak başarılı olamamıştır. Taşkışla’da öldürülen askerler Sürp Agop Ermeni mezarlığında açılan bir çukura atılmıştır.
Ölen askerlerin gömüldüğünü iddia edilen Sürp Agop Ermeni Mezarlığı, bugün Hilton
Oteli’nin bulunduğu yerde bulunmaktaydı432.
On ikinci gün asayiş sorununa el atan Hareket Ordusu, Dersaadet Jandarma Polis Genel
Müfettişliğine tayin ettiği Miralay Galib’in imzasını taşıyan bir resmi ilân yayımladı. Buna
göre, mürtecilerin yenildiği şu sırada sükûnet şarttı ve fesatçı yazılar yazmak,
430 Rahmi Apak, Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, TTK Yay., Ankara, 1988, s.41. 431 Sabah, 13 Nisan 1325/26 Nisan 1909, Nr: 7035; İkdam, 26 Nisan 1909, Nr: 5358. 432 Mustafa Turan, Taşkışla’da 31 Mart Faciası, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1966, s. 56-59.
178
heyecanlandırıcı sözler söylemek, sokaklarda koşmak gibi halkı heyecana verecek
davranışlarda bulunulmaması isteniyordu. Ayrıca, yayınlanan bildiri ile(11 Nisan 1325/24
Nisan 1909) güneşin batmasından bir saat sonra başlayan sokağa çıkma yasağı konuldu. Silah
taşımak da yasaklandı.
24 Nisan 1909 tarihinde Hareket Ordusu İstanbul’u işgal altına aldığı gün, Yıldız
Sarayı’nın da büyük kısmı çetecilerden oluşan birlikler tarafından cumartesi akşamı muhasara
edilmiştir. Muhafız askerinin bir kısmı Padişah’ın ısrarı karşısında teslim olmuş, bir kısmı da
Anadolu yakasına geçerek kaçmışlardır. Sarayda zabitlerle birlikte 30 askerden fazla kimse
kalmamıştı ve bunlar da bekçilik vazifesiyle mükellef bulunmaktaydı.
İsyanın on ikinci günü gerçekleşen çarpışmalar yüzünden gazete idare haneleri
çalışmadığı için 24 Nisan’da İstanbul’da gazete çıkmadı. On iki ve on üçüncü günün
olaylarını on dördüncü günün (25 Nisan 1909) gazetelerinden öğrenebiliyoruz. 25 Nisan 1909
günü çıkan İkdam, başyazı olarak Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişini İstanbul’un ikinci
fethi olarak tanımlıyordu. Bu fetih ülkeyi istibdattan kurtarmayı sağladığı için Hareket Ordusu
önemli bir görev yapıyordu. İkdam’a göre bu fethin ülkeyi istibdattan kurtarmak gibi birinci
fetihte bulunmayan önemli bir yanı da vardı. “Ufk-u Siyasi” 433 yazısında Hareket Ordusunun
gelmesi, yurdunu seven herkes için sevinilmemesi imkânsız bir olay olarak gösteriliyordu.
25 Nisan 1909’dan itibaren yönetim fiilen Hareket Ordusuna geçmiştir. Çeşitli bildiriler
yayınlanarak ve sıkıyönetim uygulanarak İstanbul’da sükûnet sağlanmaya çalışılmıştır.
Mahmut Şevket Paşa imzalı, 24 Nisan 1325 tarihli resmi ilânda Mahmut Şevket Paşa
Çarşamba günü (21 Nisan 1909) emr-i kumandayı teslim almak için Selanik’ten hareket
ederek Ayastafenos’a geldiğini; Cuma günü Hareket Ordusu kuvvetlerine pay-i tahta giriş
emrini verdiğini ifade etmiştir. Ayrıca güzel bir tesadüf olarak 11 Nisan 1325 günü, 11
Temmuz 1324 tarihine nazire olarak İstanbul’a girildiğini ifade etmiştir. Mahmut Şevket
Paşa’nın 12 Nisan 1325 (25 Nisan 1909) tarihli zafer bildirisi çoğu yerli ve yabancı
gazetelerin, Hareket Ordusunun İttihat ve Terakki ile ilgisi olduğu konusunda ileri sürdükleri
iddiaları yalanlıyordu. Paşa böyle bir şeyin aslı ve esası olmadığını, ordu subay, erbaş ve
erlerinden hiçbirinin bir dernek ya da fıkraya üye olmadıklarını, zaten askerlerin devlet
siyasetine karışmalarının caiz olmadığını ve kumandanların buyruklarından başka bir etkiye
kapılanların kanunca cezalandırılacaklarını “ilân ve ihtar” ediyordu. Hareket Ordusunun
subayları mektepli subaylardı ve bunların gençleri İttihat ve Terakki’yi kurmuş ve onun
belkemiğini meydana getiren bir zümreydi. Kendisi de İttihat ve Terakki üyesi olmamasına
rağmen bunun farkındaydı. Bu bildirinin amacı Hareket Ordusunun İttihat ve Terakki organı
433 Ali Kemal, “Ufk-u Siyasi”, İkdam, 25 Nisan 1909, Nr:5358.
179
olduğu yolundaki yayımları durdurmak ve aynı zamanda Hareket Ordusundaki İttihatçı
subayların da uyarmaktı. Bir hafta sonra çıkartılan ikinci bildiri ile Hareket Ordusunun hiçbir
fırkanın aleti olmadığı ve yalnız Meşrutiyeti kurtarmak için harekete geçtiği yeniden
belirtilmekteydi. Ordunun Meşrutiyet’in başında, İttihat ve Terakki ile işbirliği yaptığı kabul
edilmekle birlikte, Meşrutiyet’in kurulmasıyla onunla her türlü ilgiyi kestiği açıklanıyordu.
Artık ordu milletin ordusuydu ve hangi fırkadan olursa olsun, Meşrutiyet’e uyan ve
milletvekillerinin güvenine sahip olan hükümet yürütme gücüydü434.
Mahmut Şevket Paşa’nın yayınlandığı bildiri ve Mustafa Kemal yerine kendisinin
Hareket Ordusu kumandanı olması çeşitli eleştirilere konu olmaktadır. Olayın bu şekilde
seyrediş nedeni Mustafa Ragıp Esatlı tarafından yazılan “İttihat ve Terakki Tarihinde Esrar
Perdesi ve Yakup Cemil Niçin Öldürüldü?” adlı kitapta şu şekilde izah edilmektedir:
“Mahmut Şevket Paşa, İstanbul üzerine yürümek, Abdülhamid’i devirmek şerefini zekâ ve
kudret itibariyle ne kadar yüksek olursa olsun Mustafa Kemal Bey’e bırakmak istemiyordu.
Mustafa Kemal Bey’in planı ile ikmal edildikten sonra İstanbul’a girmenin muvaffakiyet vaat
ettiğini anlayan III. Ordu Kumandanı Mahmut Şevket Pasa, bu hareketin başında gözükmek
hevesinden kendini kurtaramadı. Ve Hareket Ordusu Kumandanlığını kendisi üstlendi. Oysa
22 Nisan’da Mustafa Kemal Bey’in planı tatbik edilmiş, harekât başlamış, âsi kuvvetlere ilk
mühim darbeler indirilmiş, ordu Yeşilköy’e kadar uzanmıştı. Mahmut Şevket Paşa bu hazır
muvaffakiyetlerden sonra bir beyanname yayımlayarak kumandayı üzerine almıştır... İşin
içyüzünü bilenler, Mahmut Şevket Paşa’yı bir hürriyet kahramanı olmaktan uzak
görüyorlardı435.”
12 Nisan 1325 tarihinde Mahmut Şevket Paşa çekilen telgrafta olayların son durumu ile
ilgili şu bilgi verilmektedir: “Dünkü gün efrad-ı asiyeden İstanbul ve Beyoğlu cihetlerinden
bilcümle kışla ve karakollarda bulunan asker teslim-i silah etmiş ve yalnız Selimiye
kışlasındaki asker teslim-i silah etmemiş idi. Bu gün Selimiye kışlasında bulunan asker dahî
istimal-i silaha meydan vermeksizin teslim olmuş ve binaenaleyh İstanbul’un her tarafı mutî'
ve Meşrutiyetperver ikinci ve Üçüncü Ordu askerile taht-ı işgale alınmış ve İstanbul ve Bilad-
ı Sela-se'de' idare-i örfiye ilân olunarak inzibat ü asayişin ve emniyet-i mal ü canın layıkı
veçhile temin ü tesisine muvaffakiyet hasıl bulunduğu ve elyevm Ayastefanos' ta içtima
etmekte olan Meclis-i Umûmî-i Millî riyasetinin de mahall-i mahsusalarmda içtimalarına bir
434
İkdam, 26 Nisan 1909, Nr:5358. 435 Mustafa Ragıp Esatlı, İttihat ve Terakki Tarihinde Esrar Perdesi ve Yakup Cemil Niçin Öldürüldü?,
Hür Yayınevi, 1944, s.25.
180
mâni kalmadığı tebliğ kılınarak anların da yarından itibaren mahallerinde içtima edecekleri
bera-yı malumat arz olunur436.”
12 Nisan 1325 (25 Nisan 1909) tarihinde “İdare-i Örfiye İlanı” adıyla Mahmut Şevket
Paşa’nın imzasını taşıyan bir beyanname yayınlanarak İdare-i Örfi (Sıkı Yönetim) yürürlüğe
konmuştur. Mahmut Şevket Paşa’nın hükümete danışmadan sıkıyönetim ilân etmesi ve çeşitli
bildirilerle yönetimi ele alması hükümeti boşluğa düşürmüştü. Tevfik Paşa, Kanuni Esasi’nin
113. maddesine göre Sıkıyönetim ilânı kumandanların yetkisinde olmayıp hükümetin
sorumluluğunda olduğunu bildiği için, İdare-i Örfiye ilânını meşru bir şekil vermek üzere
telgraf içeriğini Mahmut Şevket Paşa’nın bir teklifi şeklinde Padişaha arz edip iradesini
almaya karar vermiştir. Yarım saat içinde beklenen irade çıkmıştır. Bunun üzerine Tevfik
Paşa meseleyi Mahmut Şevket Paşa ile Ayastefenos’daki Meclis-i Mebusan’a tebliğ etmiştir.
Hareket Ordusu kumandanlığı tarafından İdare-i Örfi ilân edildiği Meclisi-i Milliye
bildirilmiş, aynı gün İdare-i Örfi ilânı Meclis-i Milli tarafından uzun tartışmalardan sonra
kabul edilmiştir. Yine, Şevket Paşa’nın isteği ile hükümet, kurulacak Harp Divanı’nın başına
Tophane Nazırı Ferik Hurşit Paşa’yı atadı. İstanbul’da sanki iki başlı bir yönetim başlamıştı.
Hükümet bu duruma bir son vermek için ertesi gün güvenoyu verilmezse, hükümetin istifa
etmiş sayılması gerektiğini meclise bildirdi437.
25 Nisan 1909’da Tevfik Paşa istifa zabtını padişaha göndermiştir. Ancak bir süre sonra
Sait Paşa ve Ahmet Rıza’nın bir tezkeresi geldi. Bu tezkerede Meclis-i Umumi kararıyla
güven konusunda bir karara varılıncaya kadar görevden ayrılmaması rica ediliyordu. Tevfik
Paşa bu ricayı kabul etti ve işgal altındaki Saraya giderek durumu II. Abdülhamid’e bildirdi.
Tevfik Paşa göreve devam edileceğini diğer nazırlara da bildirdi
3.2. İsyanın Sorumlularının Belirlenmesi
31 Mart Olayı’nın hemen sonrasında isyanı hazırlayan ve başlatan muhalefet olarak
görülmektedir. Ahrar Fırkası, Fırka-ı Muhammediye, Fedakaran-ı Millet, Taşnak Cemiyeti,
Arnavut, Kürt, Rum, Arap ve Ermeni Kulüpleri, Kâmil Paşa, Oğlu Said Paşa, Prens
Sabahaddin, Mizancı Murad, Derviş Vahdeti, Said-i Kürdi, medrese öğrencileri ve ulema,
436 Mehmet Tevfik Biren, II. Abdülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke Devri Hatıraları, (Haz. F. Rezan
Hürmen), Arma Yayınları, 1993, s.28. 437 İsmail Hami Danişmend, 31 Mart Vakası, İstanbul Kitapevi, İstanbul, 1986, s.134-138.
181
Volkan gazetesi, Serbestî gazetesi, İkdam gazetesi gibi çeşitli cemiyetler, partiler, kulüpler,
kişiler, gazeteler muhalefeti oluşturmaktadır438.
31 Mart Olayı’ndan sonra İttihatçıların önünde büyük ölçüde engel kalmamış ve Bâb-ı
Âli bürokrasisi de partinin hâkimiyetine girmiştir. Artık İttihat ve Terakki kendini vatanı
kurtaran bir parti olarak görüyordu ve kendisine karşı çıkanları daha rahat bir şekilde hain
olarak vasıflandırıyordu439. İsyanın bastırılmasından sonra sıra suçluların belirlenerek
yargılanmasına gelmişti.
28 Nisan 1909 tarihinde Şevket Paşa’nın imzasını taşıyan resmi bir bildiri çıktı.
Bildiride “hain ve canilerin”, “masum kanların müsebbiplerinin” kanun pençesinde Şeriata
göre cezalandırılacakları ilân oluyordu. “Fesatlık” ve “nifakçılığa” meydan verilmeyeceği
belirtiliyordu. Ama fesatlı ve nifakçılık kavramlarının kapsamı açık olmadığı için bu ucu açık
geniş yorumlanabilecek kavramlar muhalefette derin bir korkunun doğmasına neden oldu. Bu
nedenle aralarında Ahmet Cevdet, Ali Kemal, Rıza Nur, İsmail Kemal, Mısırlı Prens Aziz
Paşa, Serbestî gazetesi başyazarı Mevlânzade Rifat, Ahmet Celaleddin Paşa, Ergiri Mebusu
Müfit, Kâmil Paşazade Said Paşa’nın da bulunduğu muhalif kişiler yurt dışına kaçmayı tercih
ettiler. Volkan gazetesinin sahibi Derviş Vahdeti, Abdullah Zühtü, Berat milletvekili İsmail
Kemal, Ahrar Fırkası Genel Sekreteri Nurettin Ferruh Alkent de yurt dışına kaçmaya
çalışacaktır.
Bu yeni durumda muhalefet sinmiş, taraf değiştirmeye başlamış ve birbirlerini
suçlamaya başlamıştır. Bu olay en iyi Hareket Ordusu’nun İstanbul’a yaklaşmaya başlaması
ile birlikte taraf değiştirmeye başlayan basında izlenebilmektedir. Hareket Ordusu’nun
İstanbul’a gelişine kadar muhalif olan gazeteler de ittihatçılar gibi suçlu arayışına girerek
sorumluluktan kaçınmaya çalışmışlardır.
Hareket Ordusu’nun İstanbul’a gelişiyle olaylar karşısında siyasi dönüşün en belirgin
örneği İkdam’dı. İkdam’ın “En Büyük Tehlike Nedir?” başlığını taşıyan imzasız başyazısı,
Şeriata bağlılığı ve “asker kardeşlerimizin” o yoldaki meşru emellerini “takdir ve tecbil”
ettikten sonra, dört gündür memleketin büyük tehlikeler geçirdiğini ve geçirmekte olduğunu
“itiraf” ediyordu. Zira Avrupalılar, hatta Anadolu bile, Meşrutiyet’in varlığını şüpheli
görüyordu. Benzer bir değişiklik askerlere karşı tutumda göze çarpıyordu. İkdam, “asker
kardeşlerimize” yazısında subaylar hakkında yazılmış şikâyet mektuplarını basmayacağını
açıklıyor ve bu mektupların temsil ettiği tutumun ele güne ayıp olduğunu anlatıyordu. Öte
438 Bayram Kodaman, “II. Meşrutiyet Dönemi (1908–1914)”, Türkler, c.XIII, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara,
2002, s.178. 439 M. Şükrü Hanioğlu, “İttihat ve Terakki Cemiyeti”, DVİA, c.XXIII, İstanbul, 2001, s.483.
182
yandan, Harbiyeli subaylara karşı yakınlık ve sevgi gösteren, askerlerce yazılmış iki mektup
yayımlanıyordu. İkdam’da “Sultanzade Sabahaddin Beyefendinin”, “Asker Kardeşler!” diye
başlayan açık mektubu yer alıyordu. Prens, “Yaşasın Şeriat” diyordu. Bu yazısı Prensin daha
sonra irticacılıkla suçlanmasına neden olacaktır. 16 Nisan 1909 günlük İkdam’da başlığı
“Ahalimize, Muazzez Asker Kardeşlerimize Bir Nasihat-ı Dini’ye” olan yazıda, hem
Meşrutiyeti tehlikeye atan bir ihtilâl ve fitne olayı olarak, hem askeri disiplin açısından, hem
de İttihatçı gazetelerin yıkılması gibi davranışlar bakımından ayaklanma iyice yeriliyordu440.
İkdam’a göre 31 Mart ayaklanmasına ve birçok genç subayın masum kanlarının dökülmesine
sebep olan Derviş Vahdeti’dir.
Mizan’da, Murad Bey savunma haline geçer. Kendisinin hiçbir heyet, kimse, makamla
hiçbir “münasebet ve muamelesi” olmadığını yazar. 31 Mart günü saat 8.15’de köprü üzerine
çıkmadan önce, olaydan “zerre kadar” bilgisi olmadığını iddia eder. Mizan’da ise askerin
mektepli subay istemediği iddiasının “bühtan” olduğu gibi garip bir görüş ileri sürülüyordu.
Bundan başka bir de not göze çarpıyor. Mebusan, Babıâli, Matbuat Cemiyeti, ya da Takvim-i
Vekayi ile ilân olunmayan haberlere kulak asılmaması isteniyordu. Mizan’ın 16 Nisan 1909
tarihli sayısında Murad Bey, Meşrutiyet ve Millet Meclisi olmazsa hiçbir şeyin elimizde
kalmayacağını yazmaktadır. Murad Bey’e göre istibdat geri gelirse din elden gider, zulüm
yapılır, memleket ilerleyemezdi441. Mizan’a göre bundan sonra izlenecek siyaset, bütün
devletlerle iyi ilişkiler içinde bulunmak, bütün sermayeleri eşit tutmak ve İngiltere ile ilişkileri
güçlendirmek olmalıydı. Murad Bey, yenenin, yenilene kanun dışı muameleler yapmaması
gerektiği savunuluyordu.
Olayları bastıran İttihatçıların padişahı olaylardan sorumlu tuttuğu bilinmektedir.
Abdülhamid’le yakın temasta bulunan yerli ve yabancı diplomat ve siyasetçilerin onun son
derece etkileyici bir kişiliğe sahip olduğunu belirtmektedirler. Güçlü bir hafızaya sahip
olması, olayları uzun zaman geçse de ayrıntılı bir şekilde hatırlamasını sağlamakta idi. Ancak,
şüpheci tutumu en küçük bir ihbarı bile tahkik etmeye kendini sevk etmekte idi. İnsanlara
müşfik olmasının yanında, belki de günlük siyasetin gereği olarak ayak oyunlarına da
girebilmekte idi442.
Muhalefet olayların sorumluluğunu birbirlerine atarak, İttihatçılardan yana görünmeye
çalışarak içine düştükleri kötü durumdan sıyrılmaya çalışmışsa da İttihat ve Terakki Partisi
tarafından oluşturulacak mahkemede sanık olmaktan kurtulamamıştır. II. Abdülhamid ise 440 İkdam, 16 Nisan 1909, Nr: 5349. 441 Mizan, 8 Nisan 1325/21 Nisan 1909, Nr: 132. 442 İ. Hakkı Uzunçarşılı, “II. Sultan Abdülhamid’in Hal’i ve Ölümüne dair Bazı Vesikalar”, Belleten, c.X, TTK
Yayınları, Ankara, 1946, 705-706.
183
İttihatçıların da muhalefetin de hasımı olduğu için, olaylar karşısındaki tavizci politikası
nedeniyle hadisenin mimarlarından biri olarak suçlanacaktır.
3.2.1. Muhalefetin Yargılanması
Yeni Kabinenin 1 Mayıs 1909’da kurulmasından sonra İttihatçılar 31 Mart Olayı’nın
suçlularının cezalandırılması için Divan-ı Harb-i Örfi443 Yargılamalarına başlamışlardır.
Topçu Feriki Hurşit Paşa başkanlığında 28 Nisan 1909’da kurulan Divan-ı Harb-i Örfi’de
tutuklananlar444 sırayla yargılanmaya başlandı.
Sıkıyönetim mahkemelerinden ilk karar 3 Mayıs’ta çıkmış ve on üç kişi asılmıştı.
Bunlar askerin basma geçip kumandayı ellerine alan çavuşlardı. Ayrıca. Nâzım Paşa ile Aslan
Bey’i öldüren beş kişi Ayasofya’da yine askeri yönlendiren beş çavuş ve onbaşı Beyazıt’ta.
Mülazım İlyas’ı öldüren üç er köprüde idam edildiler. 12 Mayıs’ta Ali Kabuli Bey’i öldüren
on altı kişinin sekizi Kasımpaşa’da diğerleri ise Beşiktaş ve Beyazıt’ta asıldılar ki bunlar
deniz askerleriydiler445.
İsyancılarla işbirliği yaptıkları için 17 Mayıs’ta asılan beş kişinin dışında, Saraydan
Başmuhasip Cevher Ağa, Tütün kıyıcısı Mustafa Ağa, Tüfekçi Albay Halil, Danıştay
üyelerinden Tayyar, Protesto gazetesi yazarı Nadiri Fevzi, Rüsumat Kalemi Müdür
Yardımcısı Tevfik ve Derviş Vahdeti’nin arkadaşlarından Enderunlu Lütfü 27 Mayıs’ta idam
edildiler446.
443 İkdam gazetesi, 27 Nisan 1909 tarihli sayısının 2. sayfasında Divan-ı Harb-i Örfi’nin işleyişi hakkında şu
bilgiler verilmektedir: “Hûne-i melunenin (Kana bulaşmış melunların) Divan-ı Harb-i Örfi huzurunda
muhakemelerinin icra ve cezay-ı sezalarının (layık olan cezalarının) tertib ve itasında takarrur eylemekle, divan-ı
mezkur Harbiye dairesinde resmen ve katiyen teşkil ederek evvelki günden itibaren ifay-ı vezaifeyi ibtidar
eylemiştir. Heyet-i müşarünileyh zevat-ı atiden mürekkebtir:Reis: Topçu ferik saadetlü Hurşit Paşa hazretleri,
Aza: Hareket Ordusu Birinci Fırkası Kumandanı Ferik Hüseyin Hüsnü Paşa hazretleri, Aza: Üçüncü Topçu
Fırkası Kumandanı Mirliva Hasan Rıza Paşa, Aza: Erkan-ı Harbiye Mirlivalarından Nazif Paşa, Aza: Erkan-ı
Harbiye Kaymakamlarından Cemal Bey, Aza: Bahriye Kaymakamlarından Vasıf Bey, Aza: Bahriye
Kolağalarından Rauf Bey, Divan-ı Harb-i Örfi maiyetinde olmak üzere ayrıca üç heyet-i tahkikiye teşkil etmiştir.
Bu heyetler müsebbeb-i isyan ihtilal olanların hin-ı tevkiflerinde tahkikat-ı ibtidaiyelerini ifa edecek ve neticey-i
tahkikatını mübeyyen, tanzim edecekleri raporları Divan-ı müşarünileyhe takdim eyleyecektir. 444 31 Mart Olayı’ndaki rolü nedeniyle tutuklananlar, bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin Beyazıt Kampüsü’nün
içerisinde bulunan “Bekir Ağa Bölüğü” denilen yerde tutuluyordu. 445 Ecvet Güresin, 31 Mart İsyanı, Yenigün Haber Ajansı Yayınları, İstanbul, 1998, s.76. 446 İrtem, Abdülhamid’in Selanik Sürgünü, s.306.
184
Yüzden fazla isyancı yargılamaları sonucunda tümü Sultanahmet Meydanı’nda
asıldılar. Padişahın adamlarından Said ve Tüfekçibaşı Tahir paşalar, askerlikten atıldılar.
Prens Ahrar Fırkası lideri sıfatıyla Sabahaddin Bey, Mizancı Murad, Rıza Nur, Said Nursi,
Osmanlı Gazetesi sahibi Ahmet Fazlı’da tutuklanmışlardı. Prens Sabahaddin Pendik’te daha
önce yakalanmış ve tutuklanmıştı. İstanbul gazetesine göre Prens, Pendik’ten istimbotla
Karaköy köprüsü karakoluna, sonra da arabayla İstanbul’a götürülmüştü. Sabahaddin Bey’in
sonradan yazdığına göre Manastır’da çıkan İttihatçı Neyyir-i Hakikat gazetesi kendisinin
ayaklanmayı düzenlediğini, sonra da Mısır’a kaçtığını ileri sürmüş. Sabahaddin Bey Harbiye
Nezaretinde bir odaya hapsolunmuş, yapılan soruşturmanın sonunda Mahmut Şevket Paşa ile
harp divanı başkanı Hurşit Paşa odasına gelerek tevkif edilmesinin “sebepsizliğinden” dolayı
özür dilemişler ve Sabahaddin Bey’in tevkifini gerektirecek hiç bir delil mevcut olmadığından
serbest bırakılmıştır447. O da yurtdışına çıkmıştı. Ahmet Fazlı da serbest bırakıldı. Murad Bey
ölünceye kadar Rodos adasında hapsedildi. Mevlânzade Rıfat on yıl sürgün cezası aldı.
Gazeteler tevkif edilenleri yazıyordu. Bunların içerisinde en önemlisi Prens Sabahaddin
Bey idi448. Hareket Ordusu İstanbul’a geldikten sonra arkadaşlarının birçoğu gibi kaçmak
yolunu seçmemiş olan Prens Sabahaddin, Pendik’te yakalanarak tutuklandı. 2–3 gün Harbiye
Nezareti’nde tutuklu kaldıktan sonra, Mahmut Şevket Paşa ile Harp Divanı Başkanı Hurşit
Paşa odasına gelerek özür dileyip, kendisini serbest bıraktılar. Bir de alenî “itizarname”
yayımlandı. Bunun üzerine Prens yurtdışına çıktı. İkdam’da İstanbul Merkez Kumandanı
Erkan-ı Harbiye Binbaşısı Remzi imzalı şu ilân çıkar: “Sultanzade Sabahaddin Bey’in
tevkifini icabettirecek hiçbir delil mevcut olmadığından hürriyetleri maalitizar iade edildiği
ilân edilir449.”
Sina Akşin’e göre Prens Sabahaddin’in salınıvermesinde destekçisi olduğu İngiltere’nin
baskısı etkili olmuştur. Sina Akşin’e göre İttihat ve Terakki, kurdurduğu Meşrutiyet düzeninin
Avrupa’da sağladığı ve sağlayacağı itibara adamakıllı bel bağlamıştı. Haklı nedenlerle de
olsa, Meşrutiyet’in kurulmasından bu yana daha bir yıl bile geçmeden muhalefetin tamamen
ezilmesi ve önderinin idama mahkûm edilmesi Avrupa’da iyi karşılanmayacaktı. Zaten
muhalefetin önderlerinden kimi kaçmış ya da Prens gibi gitmek zorunda bırakılmış, kimi
ayaklanmadan önce yaptıkları kışkırtıcı yayınlardan dolayı hapis ve sürgün cezalarına
447 “Sultanzade Mehmed Sabahaddin Bey’in tevkifini icap ettirecek hiçbir delil mevcut olmadığından hürriyetleri
maalitizar iade edildiği ilân edilir. 15 Nisan 1325. İstanbul Merkez Kumandanı, Erkan-ı Harp Binbaşısı Remzi.
Bkz: Ahmed Bedevi Kuran, İnkılâp Tarihimiz ve Jön Türkler, Kaynak Yay., İstanbul, 2000, s.345. 448 İkdam, 28 Nisan 1909, Nr:5359. 449 İkdam, 29 Nisan 1909, Nr:5360.
185
mahkûm edilecekti. Yalnız Vahdeti gibi çok sivri ve “ayak takımından” bir önder idam
edilecekti450.
Bundan sonra iktidarı eleştirmek 31 Martçı damgasını yemekle yüz yüze gelmek
demekti. Dr. İbrahim Temo ve Dr. Abdullah Cevdet gibi İttihat ve Terakki’nin kurucuları ve
isim babaları bile bundan nasibini alacaklardı451.
Muhalefetin keskin sözcülerinden Murad Bey de tutuklanarak yargılananlar arasında yer
alır. İbrahim Temo yazdığı anılarında tutuklama sonrasını şu şekilde anlatmaktadır: “Fakat
mimlenmiş Murad Bey, İttihatçıların eline geçer geçmez, pek aşağılayıcı bir biçimde
tutuklanarak, o vaktin Serasker Kapısına götürülüp pis ve boş bir odaya kapatılmıştı. Onu
tanıyanlar ve makalelerini alkışlayanların hiç biri gidip ne halde olduğunu sormamıştı. Yine
ben, onun ittihatçıların koca ninesi diye, Kayseriliye ve binbaşıya tarif eden bu fakir dostu, hiç
bir kimseden korkmayarak gidip kendisini görmüştüm. Ama ne görüş?! Talim meydanına
bakan açık ve tek pencereli hücrenin demir parmaklıkları, döşemesi, Murad Beyin sakalı ve
yüzü bile tükürük ve balgam içinde. Silecek bir mendili de yok. Beni görünce şaşırdı ve
‘halime bak doktor’ diyerek gözyaşlarını tutamadı. Kendisine silinecek bir mendil ve bir paket
sigara verdim ve ‘bu da geçer yahu’, diye dervişanca bir sabır ve sebat tavsiye ettim. Meğerki
o, benim de onun yüzüne tükürmek için getirildiğimi sanmış ve yüreği yanmış. ‘Ah doktor!
Ben seni çok fena bellemişim’ dedi452.”
Said Nursi 1 Mayıs 1909’da yakalanarak tutuklanır. Said Nursi bir süre tutuklu
kaldıktan sonra, Divan-ı Harb kuruluşunda yer alan İkinci Heyet-i Tahkikiye tarafından
sorgulanır. Said Nursi, Divan-ı Harb-i Örfi’de yargılanırken mahkeme başkanı Hurşit Paşa
tarafından yapılan soruşturmada şeriat istediği yönündeki iddiaları kesinlikle yalanlamıştır.
Mahkeme sonunda Said Nursi yirmi üç gün hapis yattıktan sonra berat ederek serbest
bırakılmıştır453.
İsyanın baş kışkırtıcısı olduğu savıyla Derviş Vahdeti yakalanarak yargılanmıştır.
Derviş Vahdeti, üzerinden çıkan İngiliz altınları için mantıklı bir açıklama getirememiş,
450 Sina Akşin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, , Remzi Kitapevi, İstanbul, 1987, s.130. 451 Akşin, İttihat ve Terakki, s.178. 452 İbrahim Temo, İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Kurucusu ve 1/1 No’lu Üyesi İbrahim Temo’nun İttihad
ve Terakki Anıları, Arba Yayınları, İstanbul, 1987, s.195. 453 “Bediüzzaman Said-i Kürdi Efendi mukaddemen vaki olan ihbarat-ı saniadan ibaret olduğu ve bilakis
mumaileyhin tesis-i Meşrutiyette hidemat-ı ber güzidesi sebk eylediği tahakkuk eylemekle, tahliye edilmiştir.”
Bkz: Tanin, 11 Mayıs 1325/24 Mayıs 1909, Nr: 260.
186
kurduğu İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti ve Volkan Gazetesi aracılığıyla askerleri ve halkı
kışkırttığı sonucuna varılmıştır454.
Divan-ı Harb-i Örfi yargılamaları sonucu suçu sabit görülenler idam cezalarına
çarptırılmıştır. İdam cezalarının gerekçesi “Tarz-ı hükümete Tağyir ve Tebdile Teşebbüs”
olmuştur. İdamlar Kasımpaşa, Beşiktaş ve Beyazıd’da gerçekleştirilmiştir. Bir günde on yedi
kişinin idamının infaz edildiği dahi görülmüştür455.
Derviş Vahdeti, Hakkı Bey, sabık Birinci Ferik Mehmet Paşa, sabık Erzurum Fırkası ve
mevkii kumandanı Yusuf Paşa, sabık Miralay Nuri Bey, Sabık Miralay İsmail Bey, Nefer
Süleyman, Nefer Saim, Kâmil Ağa, Hasan Ağa darağacına çekilecek olan mahkûmlardı456.
İdam edilenler arasında Derviş Vahdeti ile birlikte, yaver ve hafiye Kabasakal Mehmet Paşa,
Erzurum’da isyancılara destek veren Yusuf Paşa, İttihad-ı Muhammedi Cemiyetinden
Yüzbaşı Hakkı ve İspatari’yi öldüren İzmirli Saim gibi kişiler bulunuyordu457.
Meclis’te isyancılar adına konuşan Hoca Rasim müebbet, Tüfekçibaşı Tahir ile İkinci
Küçük Tahir altışar yıl küreğe mahkûm edildi. Abdülhamid’in yakınlarından Serasker Rıza,
Memduh Zeki, Rami Paşalar daha sonra Büyükada’ya sürgüne gönderilmişlerdir.
Ali Kabuli Beyin katiline karışan bahriye askerleri ve onları dualarıyla teşvik eden tabur
imamıyla birlikte 23 kişi Divan-ı Örfi Kararıyla idam edilmiş, Enderun-ı Hümayun
müezzinlerinden Ali Efendi ise, Ali Kabuli Bey’in ölümü ile ilgili olarak şüpheli bulunduğu
için Sakız Adasına sürülmüştür. 11 Temmuz 1910 tarihinde Durmuş Çavuş, Ali Kabuli
Bey’in katillerinden biri olduğu iddiasıyla Rize’nin Hamallar Karyesinde saklanırken
yakalanmış, hakkındaki idam kararının tatbiki için genel hapishaneye sevk edilmiştir.
Divan-ı Harb’in vardığı sonuçlardan biri de, II. Abdülhamid’in Tüfenkçilerinden
Miralay Halil’i Serbestî gazetesinin sahibi Mevlânzade Rıfat’ı öldürtmeye memur etmiş
olduğu ve bu uğurda görüşmeler yapıldığı merkezindeydi. Yalnız, Hasan Fehmi Bey’in
öldürülmesinde Saraydan geldiği iddia edilen bu teşebbüslerin etkili olup olmadığı kesinlikle
belli değildir458.
454 Osman Selim Kocahanoğlu, Derviş Vahdeti ve Çavuşların İsyanı, Temel Yay., İstanbul, 2001, s. 194-195. 455 Divan-ı Harb-i Örfi yargılamaları sonucunda idam ve hapis cezasına mahkûm olanların listesi için bkz: Son
Vak’anuvis Abdurrahman Şeref Efendi Tarihi -II. Meşrutiyet Olayları, (Haz. Bayram Kodaman-Mehmet
Ali Ünal), TTK Yay., Ankara, 1996, s.209-257. 456 Sadık Albayrak, 31 Mart Gerici Bir Hareket mi?, Bilim-Araştırma Yayınları, İstanbul, 1987, s. 351 457 Güresin, a.g.e., s.77. 458 Akşin, İttihat ve Terakki, s.118.
187
3.2.2. II. Abdülhamid’in Hal’i
Her ne kadar II. Abdülhamid’in 31 Mart Olayı’nın ortaya çıkması ile doğrudan bir
bağlantısı görünmese de İstanbul’a girerek Meşrutiyeti muhafaza etmeye çalışan Hareket
Ordusu kurmayları ve İttihatçılar yaptıkları bu ikinci askeri müdahalenin ana hedefine yine
padişahı yerleştireceklerdir. II. Abdülhamid’in isyan sırasında izlediği çizgisi belirli olmayan
ama isyankârlara da göz kırpan siyasi duruşu, hükümetle birlikte padişahında gitmesinin
zaruri olduğu inancının doğmasına neden olmuştur. İttihat ve Terakki kurmaylarınca artık II.
Abdülhamid’in hal’ zamanı gelmiştir.
3.2.2.1. Hal’ Kararının Alınması
27 Nisan 1909 Salı günü Meclis-i Umumi-i Millet saat 08.00’de toplandı. Meclis, II.
Abdülhamid’in yıllarca sadaret makamına getirdiği ve II. Abdülhamid’in yetiştirmesi olarak
bilinen Ayan Reisi Küçük Said Paşa başkanlığında toplanmıştır. Milli Meclis, 240 Mebus ve
34 Ayan olmak üzere 274 kişi ile toplanmıştır. Meclis-i Umumi-i Millet kararının ne yönde
olacağı daha meclis Ayastefanos toplantısında kararlaştırılmıştı. Önce Rumeli’den gelen bazı
telgraflar okundu. Bunlar Abdülhamid’in davranışlarından dolayı tahttan indirildiğini ve
hutbelerde adının anılmayacağını haber veriyordu. Alışkanlıkla karşılanan bu telgraflardan
sonra Mahmut Şevket Paşa’nın Yıldız’daki memur, hademe, ağa ve tüfenkçilerin teslim alınıp
vapurlara bindirildiklerini ve böylece askeri harekâtın sona erdiğini bildiren 12 Nisan 1325
günlü telgrafı okundu.
Mecliste hal’ işleminin tamamlanması sırasında halkın işin şeriata uygun yapıldığına
inanması için bir fetvanın alınması gereği ortaya kondu. Şeyhülislam Mehmet Ziyaeddin
Efendi ve Fetha Emini Hacı Nuri Efendi meclise gelmiştir. Bunlar gelmeden önce Hal’
fetvasının ilk müsveddesini sarıklı mebuslardan olan Elmalı Hamdi Efendi hazırlamıştır.
Ancak Fetva Emini Hacı Nuri Efendi, Elmalı Hamdi Efendi’nin kaleme aldığı fetva metnini
imzalamak istememiştir. Fetva Emini Hacı Nuri Efendi, Padişaha isnat edilen üç suçu
işlediğine inanmadığı için fetvayı imzalamak istememiştir. Bu üç isnat şunlardır: 31 Mart
İsyanına sebep olmak, dini kitapları yaktırmak ve devlet malını israf etmek459. Bu metinde
özetle, Abdülhamid’in dini kitapları yakıp yırttırdığı, devlet hazinesini israf ettirdiği, kanuni
sebepler olmadan şahısları hapsettirip öldürdüğü, memleketin pek çok yeri onu hal’ edilmiş
459 Danişmend, a.g.e., s.155-156.
188
tanıdığına dair haberler geldiği, yerinde kalması zarara, gitmesi faydaya ve iyimserliğe sebep
olacağından sultanlık ve halifelikten vazgeçmesi ya da tahttan indirilmesi lüzumu
belirtilmiştir. Fetha Emini Hacı Nuri Efendi: “Fetvayı onaylamak bana değil, Şeyhülislam’a
aittir. Ben yalnız örneğini hazırlarım Şeyhülislam onaylar” demiştir. Sonra da: “Size bunu
yapmayın derim. Eğer ki saltanat değişikliği isteniyorsa, Meclisçe teklif edilsin ve
Abdülhamit kendisi istifa etsin” diyerek kendi görüşünü belirtmiştir460. Fetva Emini Hacı Nuri
Bey aksi yönde görüş belirtmiş, ancak İstanbul Mebusu Mustafa Asım Beyin iknaları ile bu
fetvayı onaylamıştır.
II. Abdülhamid gibi ümmetçilik politikası izleyen bir padişahın dini kitapları yaktırdığı
ve hazineyi israf ettiği iddiaları komik kaçmaktadır. 31 isyanından sorumlu tuttukları
muhalefet ve padişahın kendi amaçları doğrultusunda dini kullandıkları hükmüne varan
ittihatçılar, böyle bir ferman dayatarak kendileri ile çelişmektedirler. Zira İttihatçıların çoğu
pozitivist oldukları için Osmanlının “Teokratik” yapısına ve padişahın izlediği ümmetçilik
siyasetine karşı çıkmışlardır. Ama Tahtan indirmeyi maruz gösterecek sebepler içine etkili
olacaklarını düşündükleri dini gerekçeler koymaları ile dini siyasete alet etmişlerdir.
İtirazlar üzerine Ahmet Hamdi fetvayı Hal’ ve istifa olmak üzere iki seçenekte hazırladı.
Bundan sonra oturum yeniden başladı. Bazıları tahttan indirme, bazıları da istifa teklifini
savundu. Fetvalar uzun tartışmalara neden oldu. Talat Bey, halkın egemenliği ilkesinden taviz
vermek istemeyen bir tavırla Kürsüye çıkarak fetvadan evvel hal’e karar verildiğini hatırlattı.
Tahttan indirme kararını savunanlar ağır bastı. Bunun üzerine Said Paşa ayağa kalkarak önce
tahtan indirmeyi, sonra da “Beşinci Mehmet unvanıyla” Reşat efendinin tahta çıkışını oya
koydu. Meclis’e başkanlık eden Said Paşa: “Efendiler, okunan fetva ve milletin istekleri
çerçevesinde, II. Abdülhamit’in hilafet ve saltanat makamından indirilmesine karar veriyor
musunuz?” diye sorunca milletvekilleri: “Karar veriyoruz” diye bağırdılar. Her yerden Hal’
sesleri yükseldi. Üyeler bu öneriyi ayakta oy birliği ile kabul ettiler461.
Meclis-i Mebusan Reisi: “Abdülhamit tahttan indirildi. Yegâne meşru veliaht Mehmet
Reşat Efendi’nin tahta geçmesine karar veriyor musunuz?” diye sordu. Meclis üyeleri
“Veriyoruz Yaşasın V.Mehmet” diye bağırdılar462. Meclisin kararıyla veliaht Reşat Efendi,
“V. Mehmed Reşat” unvanı ile tahta çıkmıştır. Böylece II. Abdülhamid’i tahttan indirilmiş ve
yerine V. Mehmet Reşat padişah olmuş oldu463.
460 İrtem, Abdülhamid’in Selanik Sürgünü, s.274. 461 Tevfik Çavdar, Talat Paşa, TTK Yay., Ankara, 1995, s.138. 462 Borak, a.g.m., s.359. 463 I. Ahmet, Fatih Sultan Mehmet zamanında çıkartılarak yasallaştırılan kardeş katlini vacip kılan fermanı
kaldırarak Osmanlı veraset usulünü düzenleyip, “ekber” ve “erşid” olanının başa geçmesi kuralını getirdi. Bu
189
Sultan Abdülhamid, Hareket Ordusu’nun İstanbul’a yürüyüşünde herhangi bir mani
çıkarmamıştır. Mahmut Şevket Paşa’nın Yeşilköy’den Padişah’a gönderdiği telgrafta belirttiği
teminata inanmayan II. Abdülhamid, saltanattan feragat ettiğini “Meclis-i Milliye” Sadrazam
Tevfik Paşa ile resmen bildirmesine rağmen, iş bir güç gösterisine dökülmüş ve feragat etmesi
değil hal’ edilmesi gerektiğinde ısrar edilmiştir. Bunun üzerine, İttihatçıların ve ordunun
vesayetindeki Meclis, 31 Mart isyanının çıkışından II. Abdülhamid’i sorumlu tutarak hal’
etme yolunu tutmuştur464.
V. Mehmed Reşat, Harbiye Nezareti’ne geldi. Ayan ve Mebusan başkanlarının, ikinci
başkanlarının, kabinenin bazı kumandanların huzurunda, Meclis başkanlarının “ihtarı”
üzerine, Şeriatı, Kânun-u Esasî hükümlerini Meşrutiyet usulünü, milletin haklarını
koruyacağına dair and içti ve kendisine biat edildi. Reşat padişah olduktan sonra, Tevfik
Paşa’yı Dolmabahçe’ye çağırıp Sadarete atadı.
3.2.2.2. Hal’ Kararının Tebliği
Bundan sonra kararın tebliğ edilmesi için kimin gönderileceği konuşuldu ve en sonunda
Bahriye Feriki Arif Hikmet Paşa, Dıraç milletvekili Esat Paşa (Arnavut), Selanik Milletvekili
Emanüel Karasu Efendi (Yahudi) ve Ayan Aram Efendi’den (Ermeni) mevcut olan grup
tahttan indirme kararını tebliğ etmek için görevlendirildi.465 Böylece II. Abdülhamid’e
düşman olan Ermeni’den, Yahudi’den, Arnavut’tan ve İttihatçı Arif Hikmet Paşa’dan oluşan
bir tebliğ kadrosu seçilmiştir. Seçilen kadronun etnik kimliklerine bakıldığında II.
Abdülhamid’e hasım unsurlar arasından seçildiği görülmektedir. İttihat ve Terakki Cemiyeti
bu seçimi İttihat-ı Anasır’a bağlamaktadır.
II. Abdülhamid’in Başkâtibi Ali Cevat Bey saat 16.30’da top sesleriyle Sultanın hal’
edildiğini anlamıştır. Daha sonra Enver Paşa Ali Cevat Bey’e bir telgraf vermiştir. Ali Cevat
Bey’e verilen telgrafta, “Yıldız Sarayına Ayan ve Mebusandan mürekkeb bir heyet geliyor.
Hüsn-ü Muhafazasına İtana ediniz” denilmektedir466. Muhafız ve hizmetkârları tutuklanmış
ya da kaçmış olduğu için, boşalmış ve mutfak hizmetleri yapılmadığından açlık sıkıntısı
düzenleme ile padişah olma hakkı sadece padişah çocuklarına ait olmaktan çıkmış, hanedan ailesine mensup olan
yakın akrabalara da tanınmış oldu. Bu nedenle Abdülmecit’in oğlu ve II. Abdülhamid’in kardeşi Sultan Reşat, 64
yaşında padişah olabildi. 1918’e kadar 9 yıl padişahlık yaptı. 464 Ayşe Osmanoğlu, Babam Sultan Abdülhamid, Selçuk Yayınları, Ankara, 1984, s.142. 465 İrtem, Abdülhamid’in Selanik Sürgünü, s.282. 466 Ali Cevat Bey, İkinci Meşrutiyet’in İlânı, s.80.
190
çekilen Yıldız Sarayı’nda, II. Abdülhamid tahtan indirildiği haberini aldı. II. Abdülhamid,
kararı tebliğe gelenlerin kimler olduğunu öğrenince: “Bir Türk padişahına, bir İslam
Halifesine kararı bildirmek için bir Arnavut, bir Yahudi, bir Ermeni’den ve bir nankörden
başkasını bulamamışlar mı?” demiştir. Heyete de: “Ne yapalım, Feman-ı İlahi böyle imiş.
Rıza göstermekten başka çare yoktur.” demiştir467. II. Abdülhamid görevlendirilen heyete
kardeşi Sultan V.Murad’ın da ikamet ettiği Çırağan Sarayında son günlerini geçirmek
istediğini rica etmişse de Arif Hikmet Paşa bu konuda yetkili olmadıklarını ve ricayı meclise
ileteceklerini söylemiştir. Ordu, II. Abdülhamid’in İstanbul’da kalması sakıncalı olacağını,
Selanik’te ikamet ettirilmesi uygun olacağını meclise bildirdi. Meclis bu isteği de oybirliğiyle
kabul etti. Hareket Ordusu kurmayları da İttihatçılar da II. Abdülhamid’in kontrolün kendi
ellerinde olduğu Selanik’e sürgününün daha uygun olacağını düşünüyorlardı. Böylece çıkacak
olası bir darbede ellerinde bulunan II. Abdülhamid’in yeniden tahta çıkarılması söz konusu
olmayacaktı. Daha sonra Divan-ı Harb-i Örfî, II. Abdülhamid’i isyana katılmış olduğu
gerekçesiyle muhakeme etmek istediyse de, Hüseyin Hilmi kabinesi, bunu oybirliğiyle
reddetti. Böylece II. Abdülhamid’in, 31 Ağustos 1876 yılında başlayan ve 27 Nisan 1909’a
kadar süren yaklaşık otuz üç yıllık saltanatı son bulmuş oluyordu.
II. Abdülhamid Hal’ edilmesi ile ilgili şu görüşte bulunmuştur: “10 Temmuz’dan 31
Mart’a kadar oluşan olaylar, milletin kabiliyet ve istidadını, ne derece olgunlaşıp, ne derece
adaletten yana olduğunu göstermişti. Ben isteseydim, hal’ kararı verilmeden, o kararın
çıkmasını imkânsız kılacak bir durum yaratabilirdim. Buna tenezzül etmedim. Canımı
korumak kaygısı ile kararsız ve perişan olduğum sanılırken, ben, sağlam ve yürekli Tanrıma
sığınmış, olup bitenlerin bana ne getireceğini bekliyordum. Son saate kadar kaçabilirdim de…
Ben bir süre Avrupa’ya çekilseydim, aradan çok geçmez, yine dönerdim. Bunu bildiğim halde
kaçmaya tenezzül etmedim. Hâlbuki 31 Mart günlerinde düşmanlarım, saklanacak, kaçacak
şehirler ve evler aradılar. Demek ki, o böbürlendikleri yiğitlik de yalanmış.” II. Abdülhamid
Hal’ ediliş şeklinin ise şu şekilde olduğunu iddia etmektedir: “Beni hal’ den çok, hal’in bana
ulaştırılma biçimi üzdü. Ayandan, mebuslardan bir heyet seçmişler. Paldır küldür odama
kadar geldiler. Bunların içinde bulunan Tiranlı Esat Paşa, gayet kaba, küstah bir tavırla
yüzüme karşı: Seni Millet Azl Etti dedi. ‘Hal’ kelimesini bile bana karşı ‘Azl’ şekline koyarak
aşağıladılar. Zavallı Millet! Kendisini bekleyen acı sonu bilseydi!468” II. Abdülhamid: “Azl
olunandan çok, azl eden utansın!” demektedir.
467 Borak, a.g.m., s.359. 468 İsmet Bozdağ, Sultan Abdülhamit’in Hatıra Defteri, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005, 115-116.
191
3.2.2.3. Yıldız Sarayı Yağması
İttihat ve terakki Cemiyeti İstanbul’a girdikten sonra hedef olarak kendilerine Yıldız
Sarayı’nı seçmişlerdir. Çünkü II. Abdülhamid’in mutlak monarşi döneminden kalan tüm gizli
metinler ile toplanan jurnallere el konulmak istenmektedir. Böylece İttihat ve Terakki
Cemiyeti olaylardan haberdar olarak gerekli önlem ve eylemlerde bulunabilecekti. Bu arada
II. Abdülhamid tarafından biriktirilen değerli emlaka da el konulması düşünülmektedir. Bu
amaçla 31 Mart Olayı’ndan Sonra Yıldız Evrakı Tetkik Komisyonunun Kurulmuştur. Fakat
Saraya giren askerlerin kontrolden çıkarak işi yağmacı bir girişime dökmesi olayın mahiyetini
değiştirmiş, mutlakiyetin kalesine yapılmak istenilen bu fetih girişimi bir anda Yıldız Sarayı
Yağması niteliğine bürünmüştür.
Yıldız Sarayı ilk kez Sultan III. Selim’in (1789-1807) annesi Mihrişah Sultan için
yaptırılmıştır. Özellikle II. Abdülhamid (1876-1909) zamanında Osmanlı Devleti’nin ana
sarayı olarak kullanılmış olan Yıldız, günümüzde Beşiktaş İlçesi’nde yer alır. Sultan
Abdülaziz, 1866 yılında mimar Serkis Balyan’a Yıldız Sarayı ve buna bağlı olan köşkleri inşa
ettirmiş ve bunları bir köprü ile Çırağan Sarayı’na bağlamıştır. Sultan II. Abdülhamid, amcası
Sultan Abdülaziz’in ve ağabeyi Sultan V. Murat’ın birbirini takip eden ikametlerine sahne
olan Dolmabahçe Sarayı’nın deniz kıyısında bulunması ve bu sarayın denizden kuşatılması
ihtimalini göz önünde bulundurarak, 7 Nisan 1877’de Yıldız’a taşınmıştır. II. Abdülhamid,
Nisan 1877’de Dolmabahçe’den Yıldız’daki saraya taşınınca, buraya bundan böyle Yıldız
Saray-ı Hümâyûnu ismi verildi. Bu durumuyla saray, bahçeleriyle beraber 80 dönümlük bir
araziye yayılmıştır. Sarayda, sultanlar ve şehzadeler tarafından ikametgâh olarak kullanılan ve
resmi görevlilere tahsis olunan köşklerden başka, tiyatro, müze, kitaplık, eczane, hayvanat
bahçesi, mescit, hamam, tamirhane, marangozhane, demirhane, kilithane gibi çeşitli binaları
da kapsamaktadır. Sarayın hemen dışında 1. Ordu’ya bağlı hassa tümeninin askerleri
bulunmaktaydı. Sultan II. Abdülhamid’in saltanatı süresince Yıldız Sarayı’nın çeşitli
yıkımlar, yeniden yapılanmalar ve eklemelerle son derece genişlediği ve giderek Topkapı
Sarayı gibi büyük bir yapılar topluluğuna dönüştüğü görülmektedir. Yıldız Sarayı özellikle
Sultan II. Abdülhamid döneminde kazandığı bu görünümüyle, Osmanlı saray mimarlığının
19. yüzyılda oluşan özelliklerinin dışında kalmaktadır469.
469 Zekeriya Türkmen, “31 Mart Olayından Sonra Yıldız Evrakı Tetkik Komisyonunun Kuruluşu, Faaliyetleri ve
Yıldız Sarayının Araştırılması”, Osmanlı, c.II, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 1999, s.430-439 ;
http://www.istanbul.gov.tr ; http://tr.wikipedia.org ; http://www.kultur.gov.tr.
192
Hareket Ordusu öncülerin maslak civarında oldukları haberi ulaşınca, Sadrazam Tevfik
Paşa, Harbiye Nazırı Edhem Paşa ve II. Fırka kumandanı Memduh Paşalar Mabeynde
toplanarak bir dutum değerlendirmesi yaptılar. Bu sırada Yıldız Hamidiye kışlasında bulunan
askerler arasında ise korku ve heyecan had safhaya ulaşmıştı. Bu kargaşa ortamında saray
halkının heyecanlı tavır ve hareketlerine karşı II. Abdülhamid asla kurşun atılmamasını
öğütlemekte idi. Öte yandan, Mahmut Şevket Paşa 23 Nisan 1909 akşamı ertesi günkü
harekat için bir emir yayınladı. Bu emre göre, I. Fırkanın bir gurubu sabah 9.00’da Balmumcu
sırtlarından Zincirlikuyu’ya; diğer bir gurubu Eminönü’nden hareketle Beşiktaş Ortaköy
civarına gelip mevzi alacak, Ihlamur Köşkü’nden hareketle Yıldız’a taarruz edilecekti.
Hareket Ordusu bu plan dairesinde 24 Nisan I909 sabahı Yıldız Sarayı’nı kuşattı. Dışarıda bu
gelişmeler olurken Abdülhamid, yaverlerinden Kaymakam Çerkeş Mehmed Ali Bey’i
defalarca sarayda bulunan askere göndererek gelenlere karşı silah kullanılmaması yolunda
nasihatte bulundu. Yıldız Sarayı’nı kuşatan Hareket Ordusu kuvvetlerinin başında ise Mirliva
Şevket Turgut Paşa bulunmakta idi. Saraydan Şevket Turgut Paşa’ya elçi olarak gönderilen
Mehmet Ali Bey vasıtasıyla görüşmelerde bulunuldu. Varılan anlaşma gereği, 25 Nisan
sabahı Hareket Ordusu birlikleri Yıldız Sarayı’na girerek kontrolü ele geçirdiler470.
Hareket Ordusu hazırlanırken İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Meşrutiyet’in ilânından
bu yana sloganlaştırdığı “İttihad-ı Anasır” fikrine büyük önem verilmiş ve Balkanların çeşitli
etnik unsurlarından olan Makedon, Arnavut, Sırp, Bulgar, Ulah, Rum, Yahudi, Ermeni ve
Çingenelerden müteşekkil gönüllü birlikler de orduya dâhil edilmişlerdi. Hareket Ordusu’nun
çoğunluğunu oluşturan gönüllüler derme çatma, disiplinden uzak bir haldeydi. Bu karma
ordunun Meşrutiyet’in devamı için mi yoksa hizmetleri karşılığı ücret almak ya da yağmada
bulunmak için mi orduya dâhil oldukları muğlâk gözükmektedir. Mahmut Şevket Paşa da
emrindeki bu askeri disiplinden yoksun karma birliklerden çekinmektedir. Mahmut Şevket
Paşa’ya göre, bu karışık efrat her türden kötü olaylara sebep olabilir, çapulculuğa girişebilirdi.
Mahmut Şevket Paşa İttihat ve Terakki Cemiyeti tarafından orduya katılan bu askeri
disiplinden yoksun karma birliklerden rahatsızlık duymaktadır. Sadrazam Tevfik Paşa’nın
kâtibi Ali Şevki Bey’in ifadelerine bakılırsa, Hareket Ordusu’nda bulunan gönüllüler gözleri
kanlı, tavırları korkunç, vahşi tiplerdi ve komutanları sorulduğunda ise Enver ve Niyazi’den
başka kimseyi tanımadıklarını belirtiyorlardı471.
Yıldız Sarayı hiçbir çatışmaya meydan bırakılmadan Hareket Ordusu’nun II. Fırka
komutanı Mirliva Şevket Turgut Paşa’ya teslim olmuştu. Bu sırada Yıldız’a gelen Binbaşı
470 Zekeriya Türkmen, Osmanlı Meşrutiyet’inde Ordu-Siyaset Çatışması, İrfan Yay., İstanbul, 1993, s.85-86 471 Danişmend, a.g.e., s.124-125.
193
Enver (Paşa) Bey de işgal kuvvetlerinin içinde yer alıyordu. Enver Bey Yıldız Sarayı’na
girerken maiyetinde meşhur Bulgar komitecisi Yane Sandanski’yi de getirmişti. II.
Abdülhamid’in tahttan indirilmesinin ardından tarihe “Yıldız Yağması” olarak geçen 27
Nisan 1909 tarihinde gerçekleşen hadise, askeri disiplini kaybeden çete nevi karma birliklerin
sarayda bulunan değerli emlaki gasp etmesidir.
Teslim olan saray muhafızlarının silahları toplanıp Hareket Ordusu’na teslim edildi.
Sarayı besleyen büyük mutfakların ateşleri söndürüldüğü ve tüm hizmetliler sarayı terk ettiği
için, II. Abdülhamid ile maiyeti aç ve yalnız kaldı. Sarayın kadife ipek perdeleri, göz
kamaştırıcı avizeleri, Hereke’de özel olarak imal edilmiş halıları, sedef tabloları, oyma
işlemeli kapıları, gümüş şamdan ve mangalları, ceviz ve maun ağacından imal edilmiş
koltuklarıyla kanepeleri, yatak, yorgan ve yastıkları, gümüş mutfak takımları, kaşık ve çatal
koleksiyonlarının memlekete yeni bir devir getirdiklerini iddia eden Hareket Ordusu
haricindeki gönüllü askerler (fedai çeteler) tarafından yağmalandı.
Sarayın tesliminden sonra, II. Abdülhamid’in 33 yıllık saltanatı boyunca biriktirmiş
olduğu şahsî para, senet, mücevher, nişan vs. gayr-ı menkul ve evrakları ele geçirilmek için
harekete geçildi. Özellikle II. Abdülhamid’in saltanatı boyunca toplanan jurnaller ele
geçirilmek istenen evraklar içerisinde önemli yer tutuyordu. Bu arada ele geçen jurnallerin
sahiplilerinin de ilân edilmesi gerekiyordu472.
Yıldız’ı araştırmakla görevlendirilen heyetler, Abdülhamid’in musahipleri ve çok yakın
adamlarından aldıkları bilgilerden hareketle kısa sürede bütün gizli bölüm ve koridorları tesbit
edip buldukları evrakı sayım komisyonuna göndermişlerdi. Öte yandan paraların ve kıymetli
eşyaların sayılması ile görevli olan heyet, Abdülhamit’in Yıldız’daki hususi odasının
aranmasını bitirerek, sabık padişaha ait Almanya Deutschebank ve Bank-ı Osmanî’de bulunan
şirket hisse senetleri ve paraların hesabına ait defterleri de ele geçirdi. Bundan başka, odadaki
valizler araştırılmış birinde 136.000 lira kıymetinde Bank-ı Osmanî senetleri, marangoz
odasındaki iki sandık içerisinde 300.000 lira tahmin edilen banknot, Taşoda denilen bölümde
bir sandıkta altın ve gümüş paralarla bazı mücevherler ve üç adet kasa ele geçirilmişti.
Nitekim bulunan bu para, senet mücevherler Harbiye Nezareti’ne teslim edilmiştir. Bu arada
devam eden meclis görüşmelerinde Yıldız’da bulunan mal ve eşyanın sayımı ve kontrolü için
görevlendirilen heyet yetersiz kaldığından bunlara birkaç kişinin daha ilavesi kararlaştırıldı.
Meclis-i Mebusan, sabık padişaha veya çocuklarına ait para ve senetlerin, bankalardaki
esham, tahvilât ve paraların hiçbir kişiye ödenmeyerek meclisin kontrolünde haciz tutulmasını
472 Türkmen, a.g.m., s.433.
194
ve bu durumun yabancı bankalara tebliğ edilmesini kararlaştırdı473. II. Abdülhamid’in
Yıldız’daki eşyasını incelemeye memur heyet tarafından sarayın çeşitli yerlerinde ve gizli
bölümlerinde saklanan II. Abdülhamid’in malları sarayı işgal edenler tarafından zimmete
geçirilmiştir. Daha sonra da yağma devam etmiş, Evrak Komisyonu’nun çalışmalarının
devam ettiği sırada meçhul kişilerce kırılarak içeri girilmiş ve içeride bulunan nadide eserlerin
büyük bir kısmı talan edilmiştir.
Bu olayla birlikte Yıldız Sarayı’ndan çeşitli nedenlerle dışarı çıkarılan bu paha biçilmez
eserlerin bir kısmı yurt içinde bir kısmı da yurt dışında alıcı buldu. Bugün dahi dünyanın
büyük müzayede salonlarında büyük rakamlarla telaffuz edilen, el değiştiren nadide Osmanlı
eserlerinin çoğunluğu işte bu dönemde elden çıkartılan eserlerdir474.
Çok sayıda değerli eşyanın tahrip edildiği, paylaşıldığı, yağmadan hemen hemen
bütünüyle kurtulan tek bölüm, kütüphane olmuştur. Kütüphanede bulunan ve Osmanlı
İmparatorluğu’nun 33 yıllık bir dönemini belgeleyen fotoğraf albümleriyle zengin yazma
eserler, İstanbul Üniversitesi Kitaplığı’na aktarılmıştır. Yıldız yağmasından fazla nasibini
almayan kütüphanenin kurtuluşu şu şekilde cereyan etmiştir: “Sonunda korkulan oldu ve
yağmacı askerler Yıldız Kütüphanesi’nin kapısına dayandı. 33 yıllık bir hükümdarın tüm
koleksiyonu, birkaç adım mesafedeydi. Kütüphanenin müdürü Sabri Bey işte tam o sırada
ortaya çıktı. Kapıya geldi; askerlere içeri giremeyeceklerini söyledi. Sözünü dinletemeyince
de ‘Beni çiğnemeden geçemezsiniz’ diye kapı önünde boylu boyunca yere yattı. Sabri Bey,
Kalkandelenli’ydi. Şans eseri, yağmacıların çoğuyla hemşeriydi. Sözünü biraz da bu sayede
dinletebildi ve kütüphane kurtuldu475.” Sultan Abdülhamid, apar topar Selanik’e gönderilirken
kendisine para ve iaşesini sağlayacak bir şey verilmemişti. Ayrıca daha Yıldız Sarayı’nda
iken, kendisinin ve saray mensuplarının para ve değerli eşyaları büyük bir yağmaya maruz
kalmıştı. Halkın da katıldığı bu yağma hareketinde en küçük eşyaya kadar her şey talan
edilirken, Sultan’ın Kütüphanesi Sabri Kardelen tarafından yağmadan kurtarılmıştır476.
Yıldız yağması sorunu, 31 Mart Olayı’ndan yani II. Abdülhamid’in hal’inden beri
fazlaca araştırılmamış sadece iddialar bazında söylenegelmiş bir konudur. Yıldız yağmasının
sarayın hazinelerine el koymak isteyen İttihatçılar tarafından düzenlendiği iddiaları olayın
basit bir adli olay olmadığı izlenimi vermektedir. Ünlü Bulgar Komitesi Sandanski’nin de
473 Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, c. III, D.I, İç. I, Altmışaltıncı İntikat, 21 Nisan 1325, TBMM Basımevi,
Ankara, 1982, s.206-208. 474 Türkmen, a.g.m., s.437. 475 Sedat Kumbaracılar, “31 Mart Vakıası ve Yıldız Sarayı Yağması”, Hayat Tarih Mecmuası, c.I, S.4, Sıra No:
88, İstanbul, 1972, s.26. 476 Apak, a.g.e., s.198.
195
yağmadan hissedar olduğuna inanılmaktadır. Sultan’ın hal’ini takiben satışa çıkarılan saray
eşyaları çok nispetsiz fiyatlarla satılmıştır. Bu müzayededen ziyade yağmaya benziyordu.
Satışta yolsuzluk yapanlar Hurşit Paşa tarafından tespit edilmiştir477.
1909 yılında gerçekleşen Yıldız Yağması, ancak 11 yıl aradan sonra 1920 yılında
hukuka intikal ettirilmiş, bu olaya sebep olanlar yargılanmaya başlanmıştır. 1920 yılı Ağustos
ayında I. Divan-ı Harb-i Örfi tarafından Yıldız Yağması’na karışanlar veya rolleri olanlar
hakkında soruşturma açılmış ve suçu sabit görülenler hakkında cezaî müeyyide uygulanması
konusu gündeme getirilmiştir. Vahdettin dönemindeki Divan-ı Harplerde Yıldız
Yağması’ndan dolayı suçlu bulunanların yargılanması konusuna gidilmişse de bu konu
Mütareke Dönemi’nin o kargaşa devrinde pek ciddiye alınmamıştır. Bütün bu tartışmalardan
sonra Yıldız Yağması konusunda Divan-ı Harp tarafından tespit edilen yağmacılara verilen
çeşitli cezalar ve çıkartılan kararlar bozulmuştur478.
3.2.2.4. II. Abdülhamid’in Sürgün Dönemi
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ne göre yarım kalan devrim II. Abdülhamid’in hal’ edilmesi
ile tamamlanmış oluyordu. II. Abdülhamid’in bir daha Meşrutiyet’in önünde engel teşkil
etmemesi, yeniden 31 Mart’a benzer bir olaya vesile olmaması, İstanbul’daki siyasi ortamdan
uzak kalması ve tekrar tahta çıkmasının engellenmesi için göz önünde bulundurulmasına karar
verilmiştir. Bu maksatla İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin en güçlü olduğu yer olan Selanik’e
sürgüne yollanması kararı alınmış ve Hal’ işleminin tebliğinden hemen sonra gönderilmiştir.
Hal’ işleminin tamamlanmasından sonra meclisin sabık sultanı Selanik’e sürgüne
gönderme kararı hemen uygulamaya konmuştur. Mahmut Şevket Paşa vakit kaybetmeden
Binbaşı Ali Fethi (Okyar) Bey’e, II. Abdülhamid’in Selanik’te ikametinin kararlaştırıldığı ve
korunması ile işlerin yürütülmesine tam yetkili atandığı bildirilmiştir. Selanik’e giden kafilede
38 kişi olduğu kaydedilmiştir. II. Abdülhamid’i Yıldız’dan uğurlayanlar arasında Başkâtibi
Ali Cevat Bey de bulunmuştur. 27 Nisan gecesi II. Abdülhamid, ailesi ve koruma kafilesi
Yıldız’ Sarayından çıkmış, saat 07.00’de hususi bir trenle Selanik’e doğru hareket etmiştir.
İstanbul’da cülus şenlikleri yapılırken II. Abdülhamid gece saat 2’de (20.30) Selanik’e gitmiş
ve kendisine tahsis edilen Alâtini Köşküne yerleşmiştir. Ayrıca II. Abdülhamid’e aylık
100.000 kuruş maaş bağlanmıştır. Selanik’te zengin bir Yahudi aile olan Alâtîn-i Biraderler’in
477 Ali Birinci, “31 Mart Vak’ası’nın Bir Yorumu”, GTT, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s.404. 478 Türkmen, a.g.m., s.437.
196
Alâtini Köşkü, geniş bir bahçe içinde kırmızı tuğlalarla üç katlı olarak deniz gören güzel bir
mevkide inşa edilmiştir. II. Abdülhamid Selanik’e giderken yanında eşlerinden, Müşfika
Hanım, Sazkâr Hanım, Peyveste Hanım, Fatma Hanım ile Saliha Naciye Hanım; oğullarından
Abdürrahim Hayri ile Mehmed Abid; kızlarından da Şadiye, Ayşe ve Refia Sultanlar vardı.
Alatini Köşkü’ndeki ilk günlerinde su, sabun, yatacak yatak, yemeklerini yiyecek çatal-kaşık
gibi eşyalar verilmemişti. Köşkün önceki sahibinden kalma birkaç parça eşya vardı. II.
Abdülhamid Selanik’teki ilk gecesini şu şekilde açıklamaktadır: “Bize ilk gece yemek olarak
Allah eksikliğini göstermesin bir kuru pilavla biraz yoğurt çıkardılar. Selanik Valisi şahsım
için bir tabla yemek göndermişti, geri çevirdim. Çatal kaşık, bardak olmadığı için çocuklar ve
büyükler elleri ile yiyebildiklerini yediler ve yattılar. Ben, eski püskü iki koltuğu birbirine
yaklaştırarak uykuya çekildim. Kapılar üstümüzden kilitlendi. Yalnız benim odamda küçük
bir mum yanıyordu. Mithat ve Mahmut Paşaları Taife gönderdiğim zaman, oradaki
ihtiyaçlarının neler olabileceğini düşünüp icabını yapmak için tehalük (heyecan) gösterdiğimi
hazin, hazin hatırladım. Beni tahttan indiren Askerler de benim kanımı taşıyorlardı. Hiç
vakitleri olsa, akılları başlarında olsa, padişahlarına acımasalar bile, masum çoluk çocuğa
böyle davranırlar mıydı?..479” II. Abdülhamid kendisi ve ailesini korumaya memur edilen
askerlerin düşmanca duygular beslediklerini belirtmiştir.“Bizi muhafazaya memur müfrezenin
kumandanı Fethi Bey (Fethi Okyar) söz anlar, aklı başında bir subaydı. Benimle ve
çocuklarımla münasebeti daima gereken nezaket içinde olmuştur. Zaman, zaman hepimizin
ihtiyaçlarını soruyor, elinden gelenleri hemen yapıyor, gelmeyenleri de İstanbul’a yazıyordu.
Fakat emrine verilmiş bazı subay ve erler vardı ki, bunların sebebsiz düşmanlıklarını anlamak
mümkün değildi. Tehdidkâr (ürkütücü) tavırlarla bahçede gezinirler ve kapalı pancurlara
gazap dolu bakışlarla bakarlardı. Oğlum Abdürrahim Efendi, Kumandan Fethi Bey’in
müsaadesile ara sıra bahçeye, çıkar, bu subaylarla ahbablık ederdi. İçlerinde çok iyileri olduğu
gibi, bize düşman olanları da bulunduğu için, oğlumun ara sıra ağlayarak köşke döndüğünü
görürdüm. Tahkik ederek öğrenirdim ki, ekmeğimle büyümüş, açtığım mekteplerde okumuş,
memleketi batırmak isteyenlerin tesirinde kalarak bana düşman olmuş bu subaylar, bana
sövüp sayabiliyorlardı... Ellerine fırsat geçse, vazifeleri bizi korumak olan bu subayların
hepimizi öldürebileceklerini anladım480.” II. Abdülhamid saltanatı boyunca kurduğu jurnal
teşkilatıyla ülkenin her yerinde olup bitenleri takip edebiliyorken Selanik’teki köşkte gazete
ve dergilerden yasaklı olarak mahallesinde olup bitenlerden bile bi-haber yaşamak zorunda
kalması onun için büyük sıkıntı olmuştur. II. Abdülhamid Selanik’e sürgüne gönderildikten
479 Bozdağ, a.g.e., s.121-122. 480 Bozdağ, a.g.e., s.122-123.
197
sonra Yıldız Sarayı’nın hazinesi ve eşyaları yağma edilmişti. II. Abdülhamid Selanik’e
gittiğinde, beraberinde birkaç parça mücevherle, İsviçre ve Berlin Bankalarındaki nukût,
esham ve tahvilattan başka hiçbir serveti bulunmamaktaydı. Bu servet II. Abdülhamid tahta
çıkmadan önce şehzadeliği sırasında yaptığı yatırımlarla elde ettiği kişisel servetin yarısını
oluşturuyordu. Kendisi ve ailesinin giderleri için aylık 100.000 kuruş (1000 Lira) maaş
bağlanmıştır. Ülke ekonomik sıkıntıya girince Fethi Bey kendisinden 2. ve 3. Ordunun
ihtiyaçlarını karşılayabilmek için kişisel servetini orduya bağışlamasını istemiştir. Alınan
hükümet kararı ile müstebit diye tanımladıkları vekâletname alma yoluyla II. Abdülhamid’in
kişisel servetine el kondu. Oysa müsadere usulü Tanzimat Fermanı ile kaldırılmış bir usul
olması gerekiyorken yaptırım olarak uygulana gelmektedir. II. Abdülhamid kendisi ve
ailesinin geçimi için bazı şartlarla servetini devretmeyi kabul ettiyse de Birinci Ferikliğe
yükselen Mahmud Şevket Paşa’nın ölümle tehdit eden 25 Haziran 1325 tarihli telgrafı üzerine
vekâletnameyi imzalamıştır481. II. Abdülhamid, Kâtip Ali Muhsin Bey’e gizlice hatırlarını
yazdırır fakat durum öğrenilince Muhsin bey önce hapsedilir sonra II. Abdülhamid’in girişimi
ile aile ile görüşmemesi şartıyla serbest bırakılır.
II. Abdülhamid, Selanik’te üç yıldan fazla kaldı. Yunanistan’ın Osmanlı Devleti’ne
savaş ilân etmesi üzerine I. Balkan Savaşı başlayınca, büyük kabine denilen Gazi Ahmed
Muhtar Paşa kabinesi, II. Abdülhamid’in Selanik’te muhafazası zorlaşacağından, İstanbul’a
nakledilmesini kararlaştırdı. Sultan Reşad da bu kararı tasdik etti. 1 Kasım 1912 günü Loreley
vapuru ile İstanbul’a getirilen II. Abdülhamid, ikametine tahsis olunan Beylerbeyi Sarayı’na
yerleştirildi.
II. Abdülhamid, Beylerbeyi Sarayı’nda beş buçuk yıl yaşadı. İngilizler ile Fransızların
Çanakkale Boğazı’nı zorlamasıyla başlayan Çanakkale Cephesi savaşları sırasında Boğaz
istihkâmlarının dayanamayacağından ve düşman donanmasının Marmara Denizine
geçebileceğinden endişe edildiği için bir tedbir olarak padişahın ve hükümetin Eskişehir’e
nakli kararlaştırılmıştı. Durum II. Abdülhamid’e bildirilmiş fakat o İstanbul’dan ayrılmayı
481 II Abdülhamid şartlarını şu şekilde sıralamıştır: “Evvela, kızlarımın evlenmeleri ve oğullarımın tahsili temin
olunacaktı, Saniyen, ikamet etmekte olduğum Alâtini köşkü namıma satın alınacak ve tamiratı lâzimesi
yapılacaktı. Salisen, Evlâd-ü îyalimin refah ve maişetleri temin olunacaktı. Rabian, bendegânımın (yakınları)
hürriyeti şah-siyeleri iade olunacaktı. Hâmisen, Eyyamı mahdudemi (sayılı günlerimi) kimseye muhtaç olmadan
geçireceğim bir meblâğ tahsis olunacak ve hayat emniyetim kefalet altına alınacaktı.” Fethi Bey’e gelen telgrafta
ise Mahmud Şevket Paşa su cevabı yazmıştır: “Bu hâlin, ordu subaylarınca duyulması takdirinde yaratacağı kötü
tesirlerin dereceleri iyice düşünülmelidir. Burası da böylece bilinmelidir ki kendilerinin vefatı halinde, Bankalar
mevduatının hükümetçe elde edilmesi kendiliğinden doğacaktır.” Bkz: Bozdağ, a.g.e., 139-140.
198
reddetmiştir. II. Abdülhamid, Harb-ı Umuminin sonuna yaklaşıldığı 1918 yılının Şubat ayı
başında hastalandı. Yetmiş yedi yaşındaydı ve şiddetli bir nezleye tutulmuş, yaşlılığından
dolayı yatağa düşmüştü. 10 Şubat 1918 günü akşamı öldü ve Çemberlitaş’taki Sultan
Mahmud türbesine defnedildi.
3.2.2.5. II. Abdülhamid Hakkında Bazı Mülâhazalar
II. Abdülhamid, çok sesli ve başlı bir meşruti yönetim yerine muhalifleri sindirebileceği
mutlakiyetçi bir rejimi tesis etmesi nedeniyle çok fazla tepki almaktadır. Her ne kadar çok
uluslu bir imparatorluk olan Osmanlı Devleti’nde yaşayan milletler ulusal devletlerini kurmak
için uygun zemin arayışında Meşrutiyet’e yönelmiş olsalar da; Genç Osmanlılar’ın getirdiği
Meşruti Monarşi için Osmanlı siyasi yapısı henüz olgunlaşmamış olsa da; II. Abdülhamid’in
döneminin sorunlarını Meşrutiyet’in üzerine yıkarak, çağdaşlaşma ve özgürlükleri yayma
vasıtası olacak Meşrutiyeti cezalandırma tutumuna gitmesi tarihsel bir hata olmuştur. II.
Abdülhamid, Meşrutiyeti komple kaldırmak gibi kolaycı bir yol tutmak yerine aksaklıklarını
törpüleyerek ve topluma adapte ettirerek yavaşça entegrasyonu sağlayabilirdi. Bu nedenle II.
Abdülhamid’in I. Meşrutiyet’ten II. Meşrutiyet’e kadar geçen saltanatı, çağında ve
günümüzde uç bir tanım olan “istibdat dönemi” olarak adlandırılmaktadır. Hatta bazen II.
Abdülhamid’in tüm saltanat süresi istibdat dönemi olarak adlandırılmaktadır. II.
Abdülhamid’in kendi otoritesini sağlayabilmek ve merkezi yönetimi güçlendirebilmek için
mutlak monarşiye sarılması sonucunda, tüm mutlak monarşilerde olduğu gibi, doğal olarak
özgürlüklerin ve çok sesliliğin kısıtlandığı, kontrole dayalı bir rejim ortaya çıkmıştır. İşte bu
nedenle hem kendisi hem de rejimi Osmanlı Devleti’nde hürriyet, adalet ve kardeşlik
ilkelerini savunan ve meşruti bir monarşi isteyen ‘Jön Türkler’in hedefi konumuna gelmiştir.
Meşruti monarşinin önünde engel teşkil eden mutlak monarşi istibdat, Sultan II. Abdülhamid
ise müstebid addedilmiştir.
II. Abdülhamid döneminin istibdat, padişahın da müstebid olarak nitelendirilmesi
konusunda İlber Ortaylı şu yorumu yapmaktadır: “Kanuna uyan ama hukuka uymayan bu
dönem gerçek meşruti rejime karşı duyulan ilgiyi özleme çevirdi ve hükümdar müstebit
olarak görüldü. II. Abdülhamid, II. Mahmud’dan daha yumuşak bir hükümdardı. II.
Aleksandır kadar kanlı değildi. Ama yönetilenlerin özlem ve anlayışı değişmişti. II.
Abdülhamid 1909’da hal’ edildiğinde hal’ fetvasını yazan Şeyhülislam Mehmed Ziyaeddin
Efendi gerekçe olarak istibdat ve müstebid deyimlerini kullanmaz. Çünkü İslam cemaatinin
199
yöneticisi zaten ‘müstebit’ olacaktır. Ama yarım asırki zihniyetin tersine, müstebit Osmanlı
cemiyetinde artık itham eden bir deyim olmuştur482.”
II. Abdülhamid’in ümmetçilik ve güçlü merkezi yönetim politikası izlemesinin doğal
sonucu olarak ortaya çıkan istibdat yönetimi ile ilgili olarak İlber Ortaylı şu yorumu
yapmaktadır: “I.Meşrutiyetten sonra II. Abdülhamid imparatorluğun tarihinde görülmeyen bir
biçimde bütün erki elinde toplamış ve bunun modern bir bürokratik aygıt ve asıl önemlisi bir
ideolojiyi kullanarak yapmıştır. Abdülhamid döneminde devletin topluma, o zamana kadar
görülmemiş bir derecede nüfuz etmeye başladığını gömlekteyiz. Kuşkusuz Fatih, Yavuz
Selim, IV. Murad, II. Mahmud da güçlü hükümdarlardı; ama Abdülhamid otoritenin
parçalanmaya başladığı ve bu parçalanmanın kurumsallaştığı bir ortamda her şeye
hükmetmekteydi. Yönetimin şubeleri kadar, toplumda ideoloji üreten kaynaklan da kısmen
kontrolü altına almıştı483.”
İsrafil Kurtcephe, II. Abdülhamid döneminin tamamen istibdat devrinden ibaret olduğu
görüşüne şu şekilde karşı çıkmaktadır: “Ulusal tarih yazımında Abdülhamid’in ve idaresinin
‘müstebit’ şeklinde tavsif edilmesi âdeta bir gelenek halini almıştır. Bazı tarih yazarları, onun
yönetimini ‘otuz üç yıllık bir istibdat’ şeklinde tanımlar. Abdülhamid’in bu kadar vakit
saltanat sürdüğü bilinir, fakat bütün saltanatının bir ‘müstebitin idaresi’ olduğu söylemi de
tarihsel hakikate mugayirdir. Çünkü onun saltanatının ilk bir buçuk senesi tarihimizde ‘Birinci
Meşrutiyet İdaresi’ olarak bilinen dönemdir. Son bir yılı ise, ‘Otuzbir Mart Vakası’ diye
bilinen hareket kontrol altına alınana kadar yine ‘Meşrutiyet idaresi’ ile geçmiştir.
Dolayısıyla, Abdülhamid’in bütün saltanatını ‘müstebit’ olarak nitelemek, biçimsel de olsa,
doğru değildir. Yine de, onun bundan artakalan otuz senelik zaman dilimini ‘müstebit’ diye
tavsif etmemiz mümkün görünmüyor. Bunun etraflı bir tahlili yapılmalı veya kendi içinde
dönemlere ayrılıp incelenmeli yahut onun şahsının ve idaresinin gerçekten bu sıfata layık olup
olmadığı, layıksa bunun niteliği ortaya konulup irdelenmelidir484.”
II. Abdülhamid’in 31 Mart Olayı ile ilgili sorumluğu olup olmadığı konusu ve tahtan
indirilişi günümüze kadar süren tartışmalara neden olmaktadır. Bu konuda ortaya atılan çeşitli
görüşler genellikle II. Abdülhamid’in olayın başlatılması ile ilgisi olmadığı ama olayın
çıkışından sonra izlediği siyasetin yanlış olduğu konusunda birleşmektedir.
İttihatçılara göre olayın sorumlusu tutulan II. Abdülhamid Meşrutiyeti yıkarak istibdat
dönemini geri getirmek için ayaklanan askerleri kullanmıştır. İttihatçı çizgideki Tanin 482 İlber Ortaylı, “Osmanlı Devleti ve Meşrutiyet”, TCTA, c.IV, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.960. 483 İlber Ortaylı, İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001, s.89–90. 484 İsrafil Kurtcephe , “Bilim Dışı Tarihçilik: Popüler Tarihçilik” V. Türk Kültürü Kongresi Bildirileri
(Tarih, Tarihçilik, Tarih Yazımı), c.III, AKMY, Ankara, 2005.
200
gazetesinde “Divan-ı Harbin Nazar-ı Dikkatine” başlıklı bir yazıda isyanı Abdülhamid’in
tertiplettiğine dair belgeler bulunduğunu yazılmıştır485.
Bağdat Valisi olduğu sıralarda Mithat Paşa’nın, öksüz kalınca sahip çıkıp ilk eğitimini
bir Yahudi okulunda (Alliance Universal Israelit: Evrensel Yahudi Birliği) yaptırttığı Mahmut
Şevket, yıllar sonra Mahmut Şevket Paşa olarak Hareket Ordusunun başında İstanbul’a
girecek ve II. Abdülhamid’in tahttan indirilmesinde en önemli rollerden birini oynayacaktır
ki, Galante bunu, Mithat Paşa’nın öcünün alınması olarak değerlendirmektedir486.
Ali Birinci’ye göre: “İlk anda İttihat ve Terakki gücünü gösteremeyip muhalifler de
başarı sağlayamayınca meydan padişaha kalmış, sonradan da bu nedenle sorumluluk onun
üstüne yıkılmıştır. Bu yorumlar ancak bir sene sonra yavaş yavaş yumuşamış, ‘yalnız Sultan
Hamid’in parmağıyla’ meydana gelmediği iyi ve kötü niyetli birçok vatandaşın katkıda
bulunduğu kabul edilmiştir487.”
Tevfik Çavdar, II. Abdülhamid’in 31 Mart Olayı’ndaki sorumluluğunu şu şekilde
açıklamaktadır: “Abdülhamid gibi müdebbir ve politikayı iyi bilen bir padişahın işin sonunun
kendisine gelip dayanacağını bilmemesine imkân yoktur. Ne var ki hareket ordusunun başkent
kapılarına dayandığı sıralarda elindeki seçenekler pek azdır. İstanbul’daki kışlalar ve diğer
garnizonlardaki kuvvetlerle dayanması, hatta hareket ordusunun başarısını engellemesi bazı
yazarlara göre mümkündü. Biz bu kanıya pek katılmıyoruz. Eğer böle bir olasılık güçlü
olsaydı, padişah iktidarının sürmesi açısından bunu denerdi. Ama dış ve iç dinamiklerin
bütünüyle aleyhine döndüğü ve örgütsüz yığınlara dayandığı bir ortamda başvuracağı bir
direnme boşuna kan dökülmesi ile sonuçlanacaktı. ‘Müdebbir’ bir politikacı da böylesine bir
kumarı oynamak istemez, bir yerde de oynanmasına izin vermez488.”
Mevlânzade Rifat, İtiraf mahiyetinde yazdığı ve Mısır’da bastırdığı “31 Mart 1325
Kıyamı” namındaki eserinde, Abdülhamid’in 31 Mart Olayı’nda rolünün kesinlikle olmadığı
şu şekilde ifade etmektedir: “Kıyamın mürettip ve amilleri ve dolayısıyla başlıca müsebbibleri
Sabahaddin Bey, Kâmil Pasa ve mahdumu Said Paşa, Nâzım Paşa, Hüsnü Paşa ve mahdumu
Kemal Bey, Ayan reisi Said Paşa, Cemaleddin Efendi ve mahdumu Muhtar Bey, Stokholm
sefir-i esbakı Şerif Paşa (Kürtçüdür); İsmail ve Ali Kemal Beyler, Fazlı, Nihat Reşad, Ahmed
Cevdet, Zühdü, Murad, Rıza Beyler, Vahdeti Efendi, Kasideci-zade Ziya Molla, ben ve
şâiredir... Bugün hizhâdisede oynanmak istenen feci drama şahit olduk; melek gibi görünen
insanlarda (Sabahaddin’i kastediyor) bu derece ihtirâsâtın nema bulmasından müteacci-biz... 485 “Divan-ı Harbin Nazar-ı Dikkatine”, Tanin, 4 Mayıs1325/17 Mayıs 1909, Nr:253. 486 Çetin Yetkin, Türkiye’nin Devlet Yaşamında Yahudiler, Afa Yayınları, İstanbul, 1992, s.137. 487 Birinci, “31 Mart Vak’ası’nın Bir Yorumu”, s.395. 488 Çavdar, a.g.m., s.138.
201
Kıyam yalnız Abdülhamid’i hal’, rüesa-yı inkılap-ı kati, İttihat ve Terakki Cemiyetini mahv
ile neticelenmiş olmayacaktı. Eskiden beri beslenen bir emel, bir hayal-i azimim tatbikatına
devam edilecekti... Daha açık söyleyeyim, bu kıyam hacâletle değil, muvaffakiyetle
neticelenmiş olsa idi, Sultan Abdülhamid hal’ edilip, Sultan Reşad iclâs, rüesâ-yı inkılâb kati
ve İttihat Cemiyeti mahvedilse idi, bu suretle nufûz-ı hükümet Prens Sabahaddin’in eline
geçmiş olsa idi, o da anka-yı emel, tâc-ü taht aramaya koyulacaktı... Bu hayal-i azim, başka
bir kisve ile büyük bir zatın (Mithat Paşa’yı kastediyor) dahi dimağını bir vakitler işgal
eylemişti. Şeameti bu zavallı milleti 33 sene bir istibdata müptelâ etmiş, kendisinin de başım
yemişti489.”
İsmail Hami Danişmend, Sultan II. Abdülhamid’in 31 Mart Olayı ile ilgisinin
bulunmadığı görüşünü kesin olarak gördüğü şu delillere dayandırarak savunmaktır490:
1- Sultan Resad ve Sultan Vahdettin devirlerinde uzun zaman Mabeyn başkâtipliğinde
bulunmuş olan Ali Fuad Bey’in “Görüp İşittiklerim” ismiyle 1949’da “Türk Tarih Kurum”
tarafından neşredilen hatıratının 49. sabitesinde şu cümleden bahsedilir: “Zaten Talat Paşa da
Abdulhamit’in 31 Mart olayında bir rolü olmadığını birçok defa söylemişti.” Bundan
anlaşıldığına göre, İttihat ve Terakki Ceıniyeti’nin en önemli adamı bile Sultan’ın suçsuz
olduğuna kanidir491.
2- Sultan Reşat devrinde Van, Suriye vs. valiliklerinde ve Cumhuriyet devrinde de
Üçüncü Umumi Müfettişliği’nde bulunmuş olan Tahsin Üzer 31 Mart Olayı esnasında
Selanik merkez kaymakamlığında ve aynı zamanda Polis Müdür vekilliğinde bulunmuşun.
Sultan Abdülhamid’e: “Baykuş” ve “Heykel-i zulmü i’tisaf’ sibi asır tabirler kullanacak kadar
düşman olan bu eski İttihatçı, üç ciltlik gayr-i münteşir hatıratının birinci cildinin 38. ve ikinci
cildinin 28. sahifesinde padişahın 31 Mart Olayı çıktıktan sonra bile “Akilâne hareket” edip
“Kan dökülmesine meydan vermediğinden” bahsetmekte ve hayranlığını belirtmektedir492.
3- İbn’ül Emin Mahmut Kemal’in “Son Sadrazamlar” ismindeki eserinin 1709.
sahifesinde. Osmanlı’nın son sadrazamı, Tevfık Paşa’nın bir açıklamasına rastlanır; Hareket
ordusu İstanbul Önlerine seklisi sırada Sadaret makamında bulunan Tevfik Pasa’ya Sultan
Abdülhamid söyle bir teklifte bulunmuştur: “—Mademki beni istemiyorlar, saltanatı
biraderime bırakırım: devleti o yönetsin. Fakat bir komisyon veya meclis kurulup benim bu
olayda sorumluluğum olup olmadığı açığa çıkarılmalıdır!” diyerek açıkça mahkeme
489 Aksun, a.g.e., c.V, s.215. 490 Danişmend, a.g.e., s.20. 491 Süleyman Kani İrtem, 31 Mart İsyanı ve Hareket Ordusu; Abdülhamid’in Selanik Sürgünü, s.98. 492 Ayfer Özçelik, Sahibini Arayan Meşrutiyet, Tez Yayınları, İstanbul, 2001, s.233.
202
olunmasını teklif etmiş ancak bu teklifi reddedilmiştir. Bu da Sultan’ın suçsuz oklusunun
kesin delillerinden birisidir493.
4- Sultan Reşat devrinde Van, Suriye vs. valiliklerinde ve Cumhuriyet devrinde de
Üçüncü Umumi Müfettişliği’nde bulunmuş olan Tahsin Üzer 31 Mart Olayı esnasında
Selanik merkez kaymakamlığında ve aynı zamanda Polis Müdür vekilliğinde bulunmuşun.
Sultan Abdülhamid’e: “Baykuş” ve “Heykel-i zulmü i’tisaf’ sibi asır tabirler kullanacak kadar
düşman olan bu eski İttihatçı, üç ciltlik gayr-i münteşir hatıratının birinci cildinin 38. ve ikinci
cildinin 28. sahifesinde padişahın 31 Mart Olayı çıktıktan sonra bile “Akilane hareket” edip
“Kan dökülmesine meydan vermediğinden” bahsetmekte ve hayranlığını belirtmektedir494.
Fransız Akademisi üyesi tarihçi Albert Vandal, ilk defa Abdülhamid hakkında “Le
Sultan Rouge” lakabını kullandı. Bu tanım Türkçeye “Kızıl Sultan” olarak çevrildi. Müstebid
ilân edilen II. Abdülhamid ile ilgili bu Kızıl Sultan söylemi padişahın rejiminin istibdat
olduğu tezini sürenler tarafından hemen benimsendi. François Georgeon, II. Abdülhamid ile
ilgili yaygın önyargıların gerçeği saptırabileceğini şu şekilde açıklamaktadır: “Abdülhamid,
tarih önünde aklanmalı mı? Kendisinin tarihsel imajı çok menfidir. Tahta çıktığı andan
itibaren Murat’ın taraftarları, liberaller ve Farmasonlar, yolsuzluk ve zorbalık suçlamaları
üzerine kurulu hararetli bir karalama kampanyası başlatmışlardır. Öte yanda Abdülhamid
tahta çıktığı sırada Batı’da Türk karşıtı görüşlerin en yoğun ve fazla yaygın olduğu bir
dönemde yaşamaktaydı. Ve böylece Abdülhamid de olumsuz Türk imajının bir parçası
oluverdi. Daha sonraları Ermeniler ve Jön Türkler, Abdülhamid döneminin ilk yıllarında
başlayan bu suçlama kampanyasını yoğunlaştırarak sürdürmüşlerdir. Bu karalama kampanyası
sırasında “Kan Kızılı Sultan” ve “Büyük Kan Akıtıcı Sultan” biçiminde ve padişahın fiziki
çirkinliği ile zorbalığını yeren karikatürler lanse etmişlerdir. Çağdaş vakanüvisler hâlâ
tartışılmakta olan bu imajın etkisi altındadırlar. Yeni yayınlanan bir Fransız üniversitesi tarih
kitabı yazarı, Abdülhamid’i “ahlaksız” ve “acımasız” olarak tarif eder ve “padişahın tek
amacının, Osmanlı Devleti’nin ömrünü mümkün olduğunca uzatmak” olduğunu iddia
eder495.” Bayram Kodaman ise II. Abdülhamid ile ilgili şu yorumu yapmaktadır: “Evvela şu
gerçeği ifade etmeliyiz ki, son Osmanlı padişahları arasında sadece saltanat sürmekle
yetinmeyip, aynı zamanda gerçek anlamda hükmeden, dizginleri elinde tutan ve nihayeti
493 Danişmend, a.g.e., s.23. 494 Özçelik, a.g.e., s.233. 495 François Georgeon, “II. Abdülhamid”, Osmanlı, c.II, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 1999, s.272.
203
inisiyatif sahibi olarak devrine icraatlarıyla damgasını vuran II. Abdülhamid’dir. Kısaca
Osmanlı tarihinde iz bırakan padişahlardan birisidir496.”
II. Abdülhamid tahttan indirildikten sonra yazdığı hatıra defterinde şunları
söylemektedir: “Düşenin dostu olmaz demişler. Ben zaten kimseden beklemiyorum. Ama
fisebilillah düşmanlığı bir türlü kavrayamıyorum. Farz edelim ben Padişahken benden
korkuyorlardı, onun için aleyhimde yazıyorlardı. Peki, şimdi neyimden korkuyorlar da
aleyhimde yazıyorlar? İşte bir köşedeyim, benden istedikleri nedir? Acaba nankör tabiatları,
gördükleri iyilikten vicdan azabı mı çekiyor?497”
II. Abdülhamid kendini gericilik ve ilim düşmanlığı ile suçlayanlara ise şu yanıtı
vermektedir: “Hiç akla ve bilgiye düşman olsaydım, Darülfünun, Mülkiye-i Şahane gibi
devlete ve millete bilgili insan yetiştiren mektepler kurar mıydım? Ya da, horozdan kaçan
genç kızlarımızın okuması için Dar’ül-Muallimatlar kurar mıydım? Hiç akla ve bilime
düşman olsam, Galatasaray Sultanisinin Avrupa’nın Üniversiteleri ayarına çıkarıp orada
Hukuk dersleri okutur muydum? Ben, Mülkiye-i Şahane’ye felsefe dersini koydurduğum
zaman, bütün talebe ‘Bizi gâvur yapmak istiyorlar’ diye ayaklanmıştı. Ama ben gâvurluğun
bilgide değil, cehalette olduğunu biliyordum. Israr ettim, okudular, adını sadece Hikmete
tebdil ettik. Darülfünun’da da bu dersi Fizik diye okuttuğum gibi... Ben yalnız mektepler
açarak okumuş insan yetişmesine çalışmakla kalmadım, kendi kendilerini yetiştirmek yolunda
olanları da teşvik ettim. Cevdet Paşa’yı Ahmet Mithat Efendi’yi, Şemsettin Sami Efendi’yi,
hatta kendisini büyük tarihçi sanan Murad Efendi’yi ve daha nicelerini maddeten ve manen
destekledim ve eser vermelerini sağladım. Diğer edebiyatçıları nasıl himaye ettiğimi daha
önce söylemiştim. Darüşşefaka, benden önce kurulmuştu. Ama bir türlü yürümüyordu.
Devletimin yetimlerine hizmet etmek için kurulmuş bir mektebi, bugünkü hale getiren
benim.|Fakat ne kadar gariptir ki, bugün bana düşmanlık edenlerin hemen hepsi, benim
açtırdığım mekteplerde okumuş oldukları halde, bana ‘Akla ve bilgiye düşmandı’ demekten
maalesef utanmıyorlar. Okumuş Adamdan Korkmadım498.
496 Bayram Kodaman, “II. Abdülhamid Hakkında Bazı Düşünceler”, Osmanlı, c.II, Yeni Türkiye Yay., Ankara,
1999, s.275-285. 497 Bozdağ, a.g.e., s.83-84. 498 Bozdağ, a.g.e., s.84-85.
204
3.3. 31 Mart Olayı’nda Dış Güçlerin Politikaları
İlber Ortaylı’nın da tanımladığı gibi Osmanlı Devleti, “imparatorluğun en uzun
yüzyılı”nı 19. Yüzyılda yaşamıştır. Bu dönemde emperyalist devletlerin çıkar çatışmalarının
odağında kaldığı için coğrafyası savaş alanına dönen Osmanlı Devleti, her birinin ayrı bir
emeli bulunduğu batılı devletler karşısında topraklarını koruyabilmek için mecburi bir denge
politikası izlemek zorunda kalmıştır. Ayrıca Fransız devrimi sonrası ortaya çıkan milliyetçi
anlayışa dayalı ulusal devletlerin kurulması girişimlerinden Osmanlı çok uluslu bir
imparatorluk olduğu için fazlasıyla etkilenecektir. Rakip büyük devletler içerideki milliyetçi
ayaklanmalara kendi çıkarları doğrultusunda her türlü desteği sağlayacaktır. Osmanlı
Devleti’nde yaşanan büyük siyasal gelişmeler de 19. Yüzyılda gerçekleşecektir. Tanzimat
Fermanı ile başlayan dönem I. ve II. Meşrutiyet Dönemleri ile devam edecektir.
20. Yüzyılın başlarında tekrar tesis edilen II. Meşrutiyet sonrası yaşanan 31 Mart
Olayı’nda rakip büyük devletlerin parmağının olduğu tezi günümüzde bile tartışma konusu
olmaya devam etmektedir. Zira İstanbul’da elçilikler arası bir rekabet bulunmaktaydı ve her
devlet kendisine yakın bir iktidarı desteklediği, muhalifleri ise bertaraf etmeye çalıştığı için
Osmanlı rejimine yönelen bu ayaklanmayı uzaktan izlediklerini varsaymak mantıklı
görünmemektedir. Bu dönemde Osmanlı İmparatorluğu dış güçlere karşı bir denge politikası
izlerken, II. Abdülhamid’e muhalefet eden Meşrutiyetçilerin de Avrupa kıtasındaki Almanya -
İngiltere rekabetinden etkilendiğini görmekteyiz. Paris’te düzenlenen Jön Türk Kongresi’nde
Muhalefetin, Ahmed Rıza Bey’in başı çektiği Almanya çizgisine yakın duran ve her türlü dış
müdahaleyi reddeden merkeziyetçi İttihatçılar ile Prens Sabahaddin’in başı çektiği İngiltere
taraftarı bir politika izleyen ve dış müdahalelere ışık yakan adem-i merkeziyetçiler olarak
ikiye bölündüğünü görmekteyiz. Yani Alman siyaseti ve İngiliz siyaseti güdecek gruplar
ayrışmıştır. İttihat ve Terakki’nin başa geçmesi ile siyasi rekabet içte ve dışta kızışmıştır.
İttihatçıların İngiltere çizgisindeki Kâmil Paşa hükümetini devirmesi bu bakımdan karşı
cephede büyük hayal kırıklığı yaratmıştır. Muhalefetin desteklediği 31 Mart Olayı ile İttihatçı
kadroların tasfiye edilmesi girişimi, Selanik’teki İttihatçıların önderliğinde oluşturulan
Hareket Ordusu’nun İstanbul’daki ayaklanmaya müdahale etmesine neden olacaktır.
İçerideki bu gelişmeleri dışarıda büyük bir rekabet eden İngiltere ve Almanya da takip
etmekteydi499. Görünürde Almanya önde gitmekteydi ve bu durum İngiltere’nin izleyeceği
siyasete yön vermekteydi. İttihatçılara karşı muhalefete yakın duran İngiltere’nin tekrar siyasi
hegemonyasını tesis etmek için 31 Mart Olayı’na destek verdiği savı yadsınmaması gereken
499 Kodaman, “II. Meşrutiyet Dönemi (1908–1914)”, s.188.
205
bir olgudur. 31 Mart elebaşları arasında her zaman zikredilen Derviş Vahdeti’nin de İngiltere
Politikasını desteklediği bilinmekte ve Divan-ı Harb-i Örfi yargılamalarında bulunan İngiliz
altınlarının hesabını verememiş olması bu gizli desteğe işaret etmektedir.
Asilerin kellesini istedikleri belli başlı kişilerden olan Hüseyin Cahit, hatıratında 31
Mart’ta yabancıların ön planda olduklarını belirtmektedir. 31 Mart irticaında en büyük rolü
yabancıların oynadığına inanan Hüseyin Cahit, bu kadarla yetinmektedir. Fakat o tarihlerde
Avrupa, biri Almanya, öteki de İngiltere liderliğinde iki gruba bölündüğüne göre, yabancı
parmağını esas itibariyle, Berlin ve Londra’da aramak gereklidir500.
31 Mart öncesi ortaya çıkan ve İstanbul’daki olaylar sonrası şiddetini artıran Adana’da
çıkan olaylarda taraf olarak gemilerini yollayan büyük devletler Adana olaylarını Osmanlı
Devleti’ne müdahale için bir fırsat olarak kullanmak istemişlerdir. İstanbul olaylarında gizli
bir siyasi müdahale yürüten devletler Adana’da ortaya çıkan olaylarda doğrudan müdahil
olmayı uygun bulmuşlardır.
Bayram Kodaman’a göre 31 Mart Olayı’nın çıkmasında muhalefet kadar Türk olmayan
Müslümanlar da önemli ölçüde rol oynamıştır. Bunları ise gayr-i müslimler ile İngiltere,
Rusya, Yunanistan gibi dış güçler desteklemiştir. Kodaman bunun nedeni olarak İttihat ve
Terakki’nin merkeziyetçi ve Türkçü ağırlıklı bir Osmanlılaştırma tutumu izlemesinin Türk
olmayanların talep ve arzularıyla taban tabana zıt olmasını göstermektedir. Bu yapısı
nedeniyle İttihat ve Terakkinin iktidardan uzaklaştırılması gerekmektedir501.
3.3.1. İngiltere’nin İzlediği Siyaset
II. Abdülhamid ile mesafeli bir çizgide duran İngiltere, Jön Türk devriminde muhalefete
destek vermiştir. Muhalefetinde adem-i merkeziyetçi kanadı İngiltere’den ideolojik ve siyasi
destek almaktaydılar. İngiltere II. Meşrutiyet’i diplomasi gereği veya “bekle gör” politikası
gereği memnuniyetle karşıladı. İngiltere gelişmekte olan Osmanlı-Almanya ilişkilerinden
rahatsızlık duyuyordu ve İttihat ve Terakki yerine İngiltere sempatizanı bir iktidar istiyordu.
Ayrıca Demokratikleşen Osmanlı’nın, İngiliz sömürgelerinde örnek alınabileceğinden de
korkuyordu. Ancak Rusya ve özellikle İngiltere’nin, 1908 devriminden memnun olmadıkları
belgelerden kesinlikle anlaşılmaktadır. Diğer Avrupa ülkelerinin durumu da İngiltere’den pek
farklı değildi. Çünkü dönemin İngiltere Dışişleri Bakanı Edward Grey, Meşrutiyet’in
500 Doğan Avcıoğlu, Yabancı Parmağı, Bilgi Yayınevi, Anakara, 1969, s.51-52. 501 Kodaman, “II. Meşrutiyet Dönemi (1908–1914)”, s.178.
206
ilânından bir hafta sonra, yani 31 Temmuz 1908 tarihinde konuyla ilgili düşüncesini
İstanbul’daki Büyükelçisine şu şekilde yazacaktı: “Eğer Türkiye Meşrutiyeti kurar, bunu
ayakları üstünde tutmayı başarır ve kendisi güçlenirse, bunun sonuçları şu an hiçbirimizin
göremeyeceği noktalara ulaşacaktır. Mısır’daki etkisi müthiş olacağı gibi, Hindistan’da da
etkileri hissedilecektir… Eğer Türkiye şimdi bir parlamento kurar ve hükümetini etkilerse,
Mısır’da anayasa ve Meşrutiyet talebi çok güçlenecektir ve bizim bu talebe karşı direnme
gücümüz çok azalacaktır502.” Bu ifadeden yola çıkıldığı zaman İngiltere’nin Meşrutiyet karşıtı
bir darbe girişimine destek vermesi olası görülmektedir. Zaten 31 Mart darbecileri ile İngiltere
sürekli birlikte zikredilmektedir.
İsyan çıktığında, İngiliz basını ve İngiliz Elçiliği, ayaklanmayı ellerinden geldiğince
desteklediler. İngiliz Elçisi, kendisine bağlı konsolosluklara bir genelge göndererek, olayın
‘yanlış’ anlaşılmaması için çalıştı. Öte yandan ayaklanma süresince Elçi ile Hariciye Nazırı
Rıfat Paşa yakın bir ilişki içinde bulunmuşlardı. Hem Paşa, hem de İsmail Kemal için elçilik,
sanki teklifsizce akıl danışılacak, yardım istenecek bir komşu kapısı durumundaydı. Elçinin
konsolosluklara yolladığı genelgenin İsmail Kemal’in isteği üzerine hazırlandığı yolundaki
ikincisinin iddiası da doğru kabul edilebilir. Yine İsmail Kemal, Hareket Ordusu’nun
İstanbul’a girmesini önlemek üzere İngiltere’nin duruma müdahalesini istediğinde Elçi
Lowther, bu öneriyi olumlu karşılamıştı. Yüzbaşı Bettelheim’in, ayaklanma günü, şüpheli
şartlar altında Ayasofya’da ne aradığı da sorulmaya değer. Son olarak, Alman Elçisinin bir
raporuna göre, Selanik’teki İngiliz Konsolosu Lamb, Mahmut Şevket’i iki kez ziyaret edip,
birincisinde dostça, ikincisinde resmen, İstanbul üzerine yürümenin Devletin parçalanmasına
yol açacağı uyarısı ya da tehdidinde bulunmuştu. Öte yandan, donanma, 31 Mart’tan bir gün
önce ve olaydan sonra, ‘şüpheli’ sayılabilecek bir tutum içindeydi. Bununla ilgili olarak,
donanmada İngiliz etkisinin ne denli güçlü olduğunu, donanmanın başında İngiliz Amirali
Gamble’ın bulunduğunu hatırlatmak gerekir. Hareket Ordusu, Ayastefanos’a geldiği zaman,
donanmanın Gamble Paşa kumandasında denize açılacağı ilân edilmişken, Ayastefanos
açıklarında demirleyen filoya Miralay Rüstem Beyin kumanda etmesi ve durumun bir bildiri
(daha doğrusu, yalanlama) ile açıklanması belki fazla dikkati çekmez. Fakat Hareket
Ordusu’nun İstanbul’a egemen olmasından sonra zamansız olarak ve şüpheli şartlar altında
Gamble Paşa’nın işine son verilmesi, olağandışı bir durum olduğuna işaret sayılabilir. Ayrıca,
Sabahaddin ve Fazlı Beylerin, tutuklandıkları halde haklarında kovuşturmadan vazgeçilmesi,
bir İngiliz müdahalesinin sonucu sayılabilir. İngiliz Elçisi, arkeolog Ramsay’e, 27 Nisan 1909
502 Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, c.I, TTK Yay., Ankara, 1964, s. 97-100; Avcıoğlu, a.g.e., s.35-
36.
207
günü Sabahaddin Bey’e bir şey yapılmayacağını kesin olarak söyleyebildiğine göre, herhalde
bir bildiği vardı503.
31 Mart Olayı’nda İngiltere’nin rolüne ilişkin olarak Hareket Ordusu’nun şehre
girişinde elçilikleri bombalayacağına ilişkin İngiliz iddiası ilginçtir. “Hariciye Nazırı Rıfat
Paşa, Sir G. Lowther’i ziyaret ederek, imzasız bir mektup aldığını bildirdi: buna göre, Hareket
Ordusu şehre girerken, limandaki savaş gemilerinden biri, Boğaza bakan Alman, Rus,
Avusturya, Fransız elçiliklerini bombardıman edecekti. Paşa hükümetin çaresiz bir durumda
olduğunu, elçiler bu tehdidi ciddi buluyorlarsa, Padişaha başvurmaktan başka bir çareleri
bulunmadığını anlattı. Ama diğer elçiler Lowther’in verdiği bu haberi ciddiye almadılar.
İngiliz elçiliğinin tehdit edilmemesine ve İngiliz elçisi de İstanbul’da kıdemli elçi olmaktan
uzak olmasına rağmen Rıfat Paşa’nın durumu bu elçiliğe bildirmesi arada ‘hayli’ yakınlık
bulunduğunu göstermektedir504.”
İşin ilginç yanı, aradan uzun zaman geçtikten sonra yayınlanan İngiliz resmi
belgelerinde, 31 Mart’la ilgili çok az belge bulunmasıdır. Foreign Office ile İstanbul’daki
temsilcileri arasındaki yazışmalar, 31 Mart isyan günlerinde ciddi bir azalma göstermektedir.
Sina Akşin, İngilizlerin 31 Mart Olayı’nda taraftarlık yapmış olabileceklerini şu şekilde
açıklamaktadır: “İngiliz Elçiliğinin ve genel olarak İngiltere’nin tutumunu biraz da Alman
kaynaklarına göre incelemek faydalı olabilir. Alman elçisinin 29 Nisan günlü bir şifresine
göre İngiliz elçiliğinde derin bir hayal kırıklığı hüküm sürmekteydi. Zira Hareket Ordusu’nun
İstanbul’a gelmesi üzerine kaçmış bulunan İsmail Kemal ve Ali Kemal İngiliz elçiliğinin pek
yakınları idiler. Kâmil Paşa da işin içindeydi. Marschälle göre İngiliz elçisi, İngiltere’ye karşı
başta gösterilen büyük yakınlığın etkisi altında Türkiye’nin içişlerine karışmak ve Kâmil Paşa
zamanında nerdeyse hükümet işlerini söz konusu Paşa ile yürütmek hatasını işlemişti. Bu
yüzden,, bütün siyasî yatırımını muhalefetten yana yaptığı için,,İngilizler ister istemez 31
Martçı ve Hareket Ordusu’na karşı bir tutum almağa sürüklenmişlerdi. Nitekim Marschällen
10 Mayıs günlü bir şifresi bilinen bir olayı haber veriyordu: Selanik’teki İngiliz Konsolosu
Mr. Lamb, Hareket Ordusu’nun hazırlıklarıyla meşgul bulunan Mahmut Şevket’i iki kez
ziyaret ederek, birincisinde dostça, ikincisinde resmen, İstanbul üzerine yapılacak bir
yürüyüşün Osmanlı Devleti’nin parçalanmasına yol açacağını bildirmişti. Bu ikazlar, 3. gün
İngiliz elçisinin Osmanlı ülkesindeki konsolosluklara yaptığı tamimle birlikte ele alınırsa,
503 Akşin, İttihat ve Terakki, s.138. 504 Sina Akşin, Şeriatçı Bir Ayaklanma 31 Mart Olayı, İmge Kitapevi, İstanbul,1994, s.169.
208
İngilizlerin ne derecede 31 Martçı bir tutumla Osmanlı iç siyasetine karışmış oldukları
anlaşılır505.”
Peki İngilizler neden adem-i merkeziyetçilere destek vermişti? Çünkü İngiltere,
Osmanlı’nın adem-i merkeziyetçi bir politikayı benimsemesini kendi çıkarlarına daha uygun
bulmaktaydı. Osmanlı’nın federasyon benzeri bir örgütlenmeye gitmesi, İngiltere’nin
Balkanlar, Kafkaslar ve Ortadoğu’daki çıkarlarının savunulmasını kolaylaştıracaktı.
Balkanlarda Arnavutlar, Doğu Anadolu’da ve Doğu Karadeniz’de Ermeni ve Rumlar,
Ortadoğu’da da Araplar ve Kürtlerin İngilizlerin ileri karakolları yapılması planlanmaktaydı.
Ancak Almanya’nın desteklediği İttihatçılar, bu darbeyi Rumeli’deki etkinliği aracılığı ile
başarısızlığa uğratmışlardı. Sonuç aslında İngilizler açısından da bir hezimetti.
Ali Birinci ise 31 Mart Olayı’nda İngiltere’nin kışkırtıcı ve muhalefeti destekleyici rol
oynadığı tezlerine şu şekilde karşı çıkmaktadır: “İngiltere’nin iç siyasette hele İT aleyhine
müdahalede bulunmaları için herhangi bir ihtiyaçları yoktu. İT, İngiltere’ye karşı değil,
bilhassa İngiltere taraftarıydı. Zaten İngiltere’nin dostluğunu ve tabii desteğini kazanmak
Meşrutiyet talebinin en büyük gerekçesiydi. Böylece Meşrutiyet sayesinde İngiliz dostluğu
kazanılacak, devlet yok olmaktan kurtulacaktı. Kısacası asıl talep İngiliz desteğiydi.
Meşrutiyet bunu temine yarayacağı için isteniliyordu. Ama üniter gerçeklerin katılığında
parça parça ezilmiştir506.”
3.3.2. Almanya ve Rusya’nın İzlediği Siyaset
31 Olayı ile Almanya ve Rusya’nın ilişkisi belgelerle kanıtlanamamış olsa da bu konuda
tıpkı İngiltere’nin rolü olduğu savı gibi çeşitli varsayımlar süregelmektedir. Devletlerarası
kutuplaşmaların etkisiyle İngiltere’nin ideolojik ve siyasal açıdan yakınlık duyduğu muhalefet
karşısında rakibi Almanya da İttihat ve Terakki’ye yakın bir politika izlemekteydi.
İttihatçıların çizgisi ile Almanya’nınkinin kesişmesi nedeniyle 31 Mart Olayı’nda
Almanya’nın muhalefeti veya ayaklanan asker-ulema takımını desteklemesinin mantıksal bir
açıklaması mümkün görünmemektedir. Zaten olayların akışına bakıldığı zaman da Hareket
Ordusu yanında yer aldığı görülmektedir. İngiltere ile Almanya arasında kıta Avrupa’sında
yaşanan rekabet ve siyasi çekişme bu olayda da az çok görülmüştür. Bu süreçte yaşanan kısmı
dayanışma daha sonra Almanya ile İttihatçıların giderek yakınlaşması sonucunu doğurmuştur.
505 Akşin, 31 Mart Olayı, s.217-218. 506 Birinci, “31 Mart Vak’ası’nın Bir Yorumu”, s.400.
209
Almanlar, İngiltere’ye karşı İttihatçıları desteklemeyi çıkarlarına daha uygun
bulmaktadırlar507. Ramsay’ye göre, Hareket Ordusu’nun masraflarını Almanlar ya da
Almanlar ile Avusturyalılar yüklenmişti. Para sıkıntısı içinde bulunan ve demiryolları kendine
ait olmayan Osmanlı Devleti’nde, binlerce askeri Rumeli’den İstanbul’a getirmenin ağır bir
mali bedeli vardı. Herhalde bu nedenle Mahmut Şevket Paşa’nın kendi ya da karısının
servetini bu işe ayırdığı söylentileri basına yansımıştı. Yine Ramsay’e göre, İstanbul’da
hemen herkes Hareket Ordusu’nun başarısını bir Alman zaferi ve bir İngiliz yenilgisi olarak
değerlendirmişti508.
Ahmed İzzet Paşa, Almanların olaya el koymaları ve yönetimi tamamen ele almalarında
İttihatçılardan yana hareket ettiklerini buna karşılık İngilizlerin de karşı taraftan yana hareket
ettiklerini, bu durumu döneme tanıklık eden bazı siyasetçilerin de dile getirdiğini
vurgulamaktadır509.
Rusya da, tıpkı bu dönemde ezeli birer rakip haline gelmiş olan İngiltere ve Almanya
gibi, Meşrutiyet’e geçerek taze bir kan bulmaya çalışan Osmanlı Devleti’nin başkentindeki
rejime karşı yapılmak istenen darbe girişiminden yararlanmanın yolları aramaktadır. 31 Mart
sürecinde Rusya ezeli düşman olarak görüldüğü Osmanlı yönetiminde İttihatçıların ve onların
gölgesinde Almanya’nın etkinlik kazanmasından İngiltere gibi rahatsızlık duymaktadır.
Bağımsızlık yolunda Bulgaristan’ın en büyük destekçisi Rusya’ya göre Osmanlı’nın
Balkanlardaki egemenlik alanının tamamen bitmesi gerekmekteydi. Bu amaçla Rusya
güdümünde olacak bir Büyük Bulgaristan’ın kurulması zaruriydi. 31 Mart Olayı, Rusya’nın
verdiği destekle uzun süredir ulusal devletlerini kurma mücadelesi veren Bulgar halkı
üzerindeki büyük etki yaratmıştır. 31 Mart Olayı duyulunca Bulgar Meclisi Başkanı, bu konu
hakkında görüşmeler yapmak üzere Meclisi olağan üstü toplantıya davet etmiştir. 17 Nisan
tarihli İkdam gazetesinde yapılan yoruma göre, Bulgar Hükümeti İstanbul’da patlak veren 31
Mart Olayı’ndan yararlanmaya çalışacaktır. Bulgaristan, isyanın Osmanlı Devleti’nde
yarattığı siyasi karışıklıktan yararlanarak, istiklalinin tasdiki meselesine hemen bakılması
talebinde bulunacak ve hatta gerekirse askeri tedbir alma yoluna dahi gidecektir510.
Ayşe Osmanoğlu yazığı kitapta Rusya’nın babası II. Abdülhamid’e yaptığı teklifi şu
şekilde aktarmaktadır: “Nihayet Asiler Taşkışla’ya dövmeye başladılar. Saray muhasara altına
alındı. Her an ölümle burun buruna. Asilerin ne yapacağı belli değildi. Amcası Sultan Azize
yaptıklarını kendisine de yapabilirlerdi. Bu muhasaradan biraz önce Rusya Büyükelçisi 507 Kodaman, “II. Meşrutiyet Dönemi (1908–1914)”, s.188. 508 Akşin, İttihat ve Terakki, s.138. 509 Ahmed İzzet Paşa, Feryadım, s.75. 510 İkdam, 17 Nisan 1909, Nr: 5350.
210
Mabeyn-i Humayun’a giderek Çar’ın Selamını Padişaha iletir ve: ‘Kendileri hasta diye
işittim. Arzuları neyse bildirsinler. Kıllarına zarar gelmeden her arzuları yerine getirilecektir.
Emirlerine muntazırım’ Bunu duyan Padişah; ‘Allah bana böyle bir şey yapmayı kısmet
etmesin. Başıma gelecek her felakete razıyım. Ecdadımın mezarı neredeyse benimki de orada
olmalıdır. Bu ihaneti yapmaktansa ölümü tercih ederim’ diyerek elçiye şu emri verir ‘Çar
hazretlerinin selamına teşekkür ettiğimi, işittikleri gibi hasta olmadığımı, gösterdikleri
dostluktan dolayı da teşekkür ettiğimi söyleyiniz.’ demiştir511.”
Sina Akşin Hareket Ordusu’nun İstanbul’a girişiyle elçilikler arası II. Abdülhamid’i
kaçırma girişimleri ile ilgili iddiaları şu şekilde değerlendirmektedir: “Muhtemelen Rusya
olan, bir devletin elçisi, Hareket Ordusu kente girdikten sonra, 25 Nisan’da bir kapıoğlanı
göndererek, Abdülhamid’in bir arzusu olup olmadığını sordurmuştur. Teklif ciddî
sayılabilirse, ancak bir kaçırma teklifi olarak yorumlanabilir. Tabii bunun için hayli geç
kalınmış olunduğu ortadadır ve ihtimal kapıoğlanı da, bu işi dikkat çekmeden yapabilmek için
kullanılmıştı. Öte yandan ciddî sayılamayacak bir rivayete göre İngiltere, Fitzmaurice
aracılığıyla, Abdülhamid isterse Akdeniz donanmasını İstanbul’a göndermeye hazır olduğunu
bildirmiş. Abdülhamid, gelenlerin (Hareket Ordusu) evlatları olduğunu söyleyerek nazikâne
reddetmiş. Bu rivayet pek ciddî sayılamaz, çünkü Kızıl Sultan’ı kurtarmak için son harekete
geçecek devlet, herhalde İngiltere olduğu gibi, bu uğurda üstelik donanma göndermesi iyice
abes bir ihtimaldir512.”
3.4. Bâb-ı Âli’de 31 Mart Ertesinde Ortaya Çıkan Siyasal Atmosfer
31 Mart Olayı ertesinde ilân edilen sıkıyönetim altında İttihat ve Terakki hâkimiyeti
başladı. Divan-ı Harb-i Örfi yargılamaları sonrası muhalefet tamamen sindirildi. İttihat ve
Terakki, Meşrutiyet yönetimini güvence altına almak ve 31 Mart benzeri bir ayaklanmanın
tekerrürünü önlemek için tedbirler almaya başladı. İlk yapılan çalışma hükümetin yenilenmesi
ve Kânun-u Esasî’deki boşluklar ile zaafların giderilmesi olmuştur. Meşrutiyet rejimlerinde
olması gerekli yasalar birer birer çıkartılarak Osmanlı rejimi döneminin meşruti monarşileri
ile aynı seviyeye getirilmeye çalışıldı.
Yeni kabine 1 Mayıs 1909 günü kuruldu. Şeyhülislam, Hariciye Nazırı, Ticaret ve
Nafia, Maarif, Orman ve Ziraat, Evkaf Nazırlarıyla, Şura-yı Devlet Reisi değişmedi.
511 Osmanoğlu, a.g.e., s.145. 512 Akşin, İttihat ve Terakki, s.138.
211
Dâhiliye’ye Ferit Paşa, Harbiye’ye 2. Ordu Komutanı Salih Paşa, Bahriye’ye Topçu Rıza
Paşa, Maliye’ye Rıfat Bey getirildiler. Adliye boş kaldı. Ancak bu kabine İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin istediği bir kabine değildi. Bundan dolayı 5 Mayıs 1909 günü kabine istifa etti.
Yerine Hüseyin Hilmi Paşa Sadarete atandı. Böylece İttihat ve Terakki Cemiyeti, 31 Mart’tan
önceki siyasi durumu geri getirebilecek güçte olduğunu göstermiştir.
Ayaklanmanın bastırılması ve Padişahın değiştirilmesinden sonra Meclis-i Umumi
yoğun bir çalışma içine girdi. 1876 Kânun-u Esasî’si, kendi öngördüğü usule uyularak 8
Ağustos 1909 tarihli kanunla büyük ölçüde değiştirildi. Toplam olarak 21 maddede değişiklik
yapıldı. Bir madde yürürlükten kaldırılmış üç yeni madde eklenmiştir513. Temel hak ve
hürriyetler alanında şu yenilikler yapılmıştır: Kanun dışı tutuklama yasağı(m.10), sansür
yasağı(m.12) getirilmiştir. Haberleşme gizliliği esası(m.119) benimsenmiş, toplanma(m. 120)
ve dernek kurma hakları(m.120) tanınmış, padişahın sürgün yetkisi(m.l13) kaldırılmıştır.
Meclis-i Mebusan ve Heyet-i Ayanın kuruluşlarında bir değişiklik olmamıştır. Ancak yasama
yetkisinin kullanılmasında önemli değişiklikler yapılmıştır. Kanun teklif etmek için Padişahın
iznini alma şartı kaldırılmıştır. İkinci olarak kanun tekliflerinin ilk önce Şura-ı Devlette
görüşülmeleri usulü ilga edilmiştir. Üçüncü olarak Kânun-u Esasî’nin ilk şeklinde olan
Padişahın mutlak veto yetkisi, 1909 değişikliği ile “geciktirici ve zorlaştırıcı veto yetkisine
dönüştürülmüştür. Meclis-i Umumî Padişahın veto ettiği kanunları üçte iki çoğunluğuyla
kabul ederse Padişah kanunu tasdik etmek zorunda kalmaktadır. Bu şu anlama gelmektedir ki,
artık Padişah “egemen” değildir. Artık Meclis bir kanunu Padişaha rağmen çıkarabilmektedir.
1876 Kânun-u Esasî’sinin ilk şeklindeki Padişahın görev ve yetkileri, 1909 değişikliğinde de
esas itibarıyla korunmuştur(m.7). Ancak artık Padişah, bu yetkilerini sadrazam ve ilgili
vekilin karşı imzasıyla kullanabilir. 1909 değişiklikleriyle Padişahın 113’üncü maddede
öngörülen “sürgüne gönderme” yetkisi kaldırılmış, 35’inci maddede öngörülen “fesih hakkı”
da kullanılamaz hale getirilmiştir. Diğer yandan Padişahın milletlerarası antlaşma “akdetme”
yetkisi Meclis-i Umumînin tasdiki şartına bağlanmıştır(m.7). Heyet-ı Vükelâ’nın(Bakanlar
Kurulunun) kuruluş tarzı tamamen değiştirilmiştir. 1909 değişikliğine göre, sadrazam,
Padişah tarafından atanacak, diğer vekiller ise sadrazam tarafından seçilecektir(m.29).
Hükümetin kuruluş şemasının parlamenter sisteme tam anlamıyla uygun olduğunu
söyleyebiliriz. 1909 değişiklikleri ile Heyet-i Vükelâ’nın Padişaha karşı değil, Meclis-i
Mebusan’a karşı sorumlu olduğu esası kabul edilmiştir(m.30). 1909 değişikliği bakanların
kolektif ve bireysel sorumluluklarını açıkça kabul etmektedir(m.30). Meclis-i Mebusan,
Heyet-i Vükelâ’yı güvensizlik oyuyla düşürebilecektir(m.35). 1909 değişikliğinden sonra
513 Orhan Aldıkaçtı, Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası, İÜHF Yay., İstanbul, 1982, s.70.
212
yürütme organının asli unsuru artık Heyet-i Vükelâ’dır. Yürütme yetkisinin Padişahtan Heyet-
i Vükelâ’ya doğru kaydığını söyleyebiliriz. 1909 değişikliklerinde yargıya ilişkin bir
değişiklik yapılması ihtiyacı hissedilmemiştir514.
Padişah emlakinin devlete mal edilmesi önlenip, Saray personelinin ödemeleri
kısıtlandı. Sadrazam ile ulemanın da yüksek maaş ve ödenekler kısıtlandı. Böylece, saray ve
paşalar için devlet kapısı ile zenginleşme yolu kapatılmış oluyordu. İttihatçılar, Bâb-ı Âli’nin
elindeki gücü de en az Saray’ınki kadar kısıtlamaya niyetliydiler. Kabine ile Meclis arasında
baş gösterecek bir anlaşmazlıkta kabine, ya meclisin çoğunluğunun kararını kabul edecek ya
da istifa edecekti. Eğer kabine istifa eder ve kurulan yeni kabine bir öncekinin tavrını
benimser ve eğer Meclis bu kabineye güvenoyu vermezse, Padişah Meclisi dağıtıp,
Anayasaya uygun olarak yeniden seçimlere gidilmesini emredecekti. Eğer yeni kurulan
Meclis, kendisinden önceki Meclisin aldığı kararda ısrar ederse, kabine tezinden vazgeçip,
çoğunluğun kararına uyacaktı. Kısacası son sözü söyleyen Meclis olacaktı515.
1876 Anayasasının kısıtlayıcı hükümlerini 1909’da kaldırarak, köklü değişiklikler
yapmışlardır. Meclis-i Mebusan’ın gücünü artırmışlar, padişahın yetkilerini daraltmışlardır.
Hükümetin oluşumunu Sadrazama bırakarak kendi içinde uyumlu bir hükümetin kurulması
geleneğini başlatmışlardır. Mebusan üyelerine başkanları seçme, yasa önerme, hükümeti
denetleme gibi haklar vermişlerdir. Temel hak ve özgürlükleri yok eden 113. maddeyi
kaldırarak anayasayı gerçek niteliğine kavuşturmuşlardır. Ülke yönetiminde sorumluluk
taşıyan hükümetin uygulamalarını denetim altına almışlar ve Meclis-i Mebusan’dan güvenoyu
alamayacak bir hükümetin iktidarda kalamayacağını göstermişlerdir. Hükümetlerin iktidarda
kaldıkları sürece izleyecekleri politikayı belirleyen hükümet programı hazırlamaları ve bunu
Meclis-i Mebusan’a sunmaları geleneğini de başlatmışlardır. Ayrıca bir yandan
imparatorluğun hızla parçalanmaya doğru gidişini durduracak önlemlerin alınmasına
çalışılırken, öbür yandan da ulusal devlete gidecek yolu açacak tartışmaların başladığı ve
bunların Meclis-i Mebusan’a yansımış olmasıyla birlikte demokratik kültürümüzün
tohumlarının atıldığı bir dönem olmuştur516.
Bu dönemde çıkartılan İçtimaat-ı Umumiye (Toplantı), Matbuat (Basın), Matbaalar,
Taatil-i Eşgal (Grev), Cemiyetler yasaları Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk dönemlerinde de
yürürlükte kalmıştır. Sarayın harcamaları kısıldı, yüksek görevlilerin maaşları azaltıldı,
514 Bülent Tanör, Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri: 1789-1980, Der Yay., İstanbul, 1995, s.161. 515 Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki (1908–1914), Kaynak Yayınları, İstanbul, 1986, s.107–109. 516 İhsan Güneş, Türk Parlamento Tarihi Meşrutiyete Geçiş Süreci I ve II. Meşrutiyet, c.I, TBMM Vakfı
Yayını, Ankara, 1997, s.4.
213
memurlar arasında büyük bir tasfiye yürütüldü. Beyaz esirlerin de, zenci esirler gibi, alım ve
satımı yasaklandı 517.
İttihat ve Terakki tam iktidar olmak için, siyasi müsteşarlık tasarısı gibi, bazı
hazırlıklara başladı. Bilindiği üzere, ülkemizde bakanlık müsteşarlığı idari bir mevkidir. İttihat
ve Terakki, mebuslarına siyasi müsteşarlıklar verme yoluyla, mebuslarının yönetime ve
kabine toplantılarına katılarak hükümet katında tecrübe kazanmalarını sağlayacaktı. Bu
tasarıya önce Mahmut Şevket Paşa karşı çıktı. Sonra Mahmut Şevket Paşa’dan cesaret alan
hükümet, ardından da bizzat mebuslar karşı çıktılar. İttihat ve Terakki’nin tam iktidar olması
sakıncalı buluyorlardı. Mahmut Şevket Paşa ağırlığını duyurabildiği sürece ve kendisine
yakın olan meclisteki ‘etiket’ İttihatçılarından güç alarak (1912’ye değin) mebusların nazır
olmalarını, dolayısıyla İttihat ve Terakki’nin tam iktidar olmasını engelledi. İttihat ve Terakki
kabineye ancak birkaç nazır sokabiliyor, bu da ona tam iktidar olmasını sağlayamıyordu518.
Paşa’nın bu tutumu İttihatçılarla arasının açılma nedenlerinden biri olmuş ve ileride Şevket
Paşa’ya yapılacak suikastte İttihatçıların parmağı olduğu kuşkusu doğurmuştur.
31 Mart sonrası kurulan sıkıyönetim rejimi muhalefet ortamını kaldırmıştı. Ilımlı
muhafazakârları da bu baskı ortamından etkilenmişti. Buna rağmen oluşturulan yeni
anayasanın da etkisiyle meclis içinde ve dışında muhalefet yavaş yavaş toparlanmaya
başlamıştır. Yeni siyasal partilerin kurulması ile etkin muhalefet tekrar başlamıştır. Yeni
Fırkaların kurulmasıyla İttihat ve Terakki Cemiyeti denetimindeki Fırkadan yeni kurulan
Fırkalara mebus kaymasıyla sonuçlanmıştır.
31 Mart sonrası kurulan Osmanlı Demokrat Fırkası’nın kurucuları daha önce İttihat ve
Terakki’yi kurmuş olan Dr. İbrahim Temo ve Abdullah Cevdet’tir. Temo’nun niyeti uygar,
sadık bir muhalefet oluşturmaktı. Oysa Fırkanın gazeteleri sıkıyönetim tarafından sürekli
kapatılıyordu. Temo’nun iddiasına göre Mahmut Şevket, Fırkanın Kâtib-i Umumîsi Fuat
Şükrü’ye baston sallayarak “Sizi sopa altında gebertirim” demiştir. Fırkanın sosyal demokrat
eğilimleri olduğu söylenebilir. 14 Kasım 1909’da Meclis’i Mebusan’da Arnavut ve Arap
mebuslarının kurdukları “Mutedil Hürriyetperver Fırkası” faaliyete geçti. Bu fırkanın feodal
eğilimleri olduğu söylenebilir. Programına göre toplum ve uygarlıkça geri kalmış yöreler
“tedricen” uygarlığa sokulacaktı. Ayrıca vilayet meclis-i umumileri (il genel meclisleri) bu
amaçla yöresel yasalar hazırlayabileceklerdi. Fırkanın başkanlığını önce İsmail Kemal, sonra
da İsmail Hakkı Paşa yapmışlardır. Sıkıyönetim yüzünden bu Fırka da Meclis dışında
gelişememiştir. Mecliste İttihat ve Terakki’ye karşı 1910 yılında “Ahali Fırkası” kuruldu.
517 Akşin, “Siyasal Tarih”, s.32. 518 Akşin, “Siyasal Tarih”, s.33-34.
214
Bunu 20-30 kadar Türk ulema mebusları kurdular. Önde gelen isimler Konya Mebusu
Zeynelabidin, Karesi (Balıkesir) Mebusu Vasfi, Tokat Mebusu Mustafa Sabri idi. Dinci bir
parti sayılabilir. Programında medreselerde günümüze uygun fenlerin okutulması, işçi hakları
gibi çağdaş talepler yanında, alaylıların işe alınmasının kolaylaştırılması, medreselerde
Arapçaya özen gösterilmesi gibi tutucu talepler alıyordu519.
Miralay Sadık Beyin öncülüğünde 1911 yılı başlarında ortaya çıkan Hizb-i Cedid
hareketi, önce İttihat ve Terakki içerisinde bölünmelere sebep olmuş, ardından Hürriyet ve
İtilaf Fırkası gibi dönemin en büyük muhalefet partisinin kumlusuna olanak sağlamıştır. Bu
talihten itibaren İttihat ve Terakki'ye karsı olan bütün unsurlar, Hürriyet ve İtilaf çatısı altında
toplanmaya başlamıştır. 21 Kasım 1911 tarihinde en etkin partilerden birisi olan Hürriyet ve
İtilaf Fırkası’nın kurulması ile Osmanlı yönetimi baskı ortamından tekrar demokratik bir
alana doğru kaymıştır. Fırkanın başkanı Damat Ferit Paşa, 2. Başkan Sadık Bey’di. Partinin
kurucuları arasında 31 Mart Olayı’nın etkin muhalif isimlerinden Dr. Rıza Nur da yer
almaktaydı. Damat Ferit’in kayın biraderi Şehzade Vahdettin’in de Fırkayla yakından ilgili,
hatta fahri başkan olduğu söyleniyordu520. Yaşanan siyasi gerginliğin doruğa çıkması üzerine
Padişah Mehmet Reşad, 18 Ocak 1912'de Meclis'i fesh etmiştir. “Sopalı Seçimler” diye de
bilinen 1912 seçimleri, muhalefetin daha da öfkelenmesine yol açmış ve İttihat ve
Terakkinin devrilmesi meselesini gündeme getirmişti. Arnavutluk'ta 6 Mayıs 1912'de
başlayan isyan hareketi muhalefete aradığı fırsatı vermiştir. Kendilerini “Halaskar Zâbitan521”
olarak adlandıran muhalif subaylar, söz konusu isyanı bahane ederek hükümete ültimatom
vermişlerdir. İttihat ve Terakkisini muhalifleri ikna çabaları fayda sağlamamış, sonuçta
cemiyetin desteklediği İbrahim Hakkı Paşa Hükümeti istifa etmek zorunda kalmıştır. Gazi
Ahmet Muhtar Paşa başkanlığında kurulan yeni hükümet, İttihatçı kadrolara yönelik büyük
bir tasfiye hareketi başlatmıştır. Böylece İttihat ve Terakki’nin 1908’de II. Meşrutiyet’in ilânı
ile başlayan denetleme iktidarı sona ermiş oldu.
Bu kurulan partilerin de ortak noktası 31 Mart Olayı öncesi kurulan siyasi partiler gibi
İttihat ve Terakki Partisine muhalefet yapmaktı. Bu da İttihatçıların 31 Mart sonrası
muhalefeti sindirme girişimlerinin pek başarılı olamadığını göstermektedir. 1909 Kânun-u
519 Akşin, “Siyasal Tarih”, s.36-37. 520 Hürriyet ve İtilaf Partisi’nin kuruluşu ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz.: Ali Birinci, Hürriyet ve İtilaf Fırkası,
Dergâh Yayınları, İstanbul, 1990; Tarık Zafer Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler, c.I, İletişim Yayınları,
İstanbul, 2000. 521 Halaskar Zabıtan Grubu İttihat ve Terakki’ye karşı gizli bir ihtilal komitesi olarak kurmuştur ancak bir demek
boyutuna bile ulaşamamış ve 1913 yılı yok olmuştur. Halaskar Zabıtan Grubu'nun beyannamesi ve programı için
bkz: Tunaya, Türkiye'de Siyasal Partiler, s.367-373.
215
Esasî değişikliği ile birlikte Osmanlı Devleti’nin rejimi gerçek anlamda bir Meşruti Monarşi
şeklini almıştır. Böylece Osmanlı Devleti, Bâb-ı Âli Baskını’na kadar geçen süreçte
Meşrutiyetle gerçek anlamda yönetilmiştir.
Hareket Ordusu Kumandanı olarak 31 Mart Ayaklanmasını bastıran Sadrazam
Mahmut Şevket Paşa, 11 Haziran 1913 tarihinde otomobili ile Beyazıt Meydanı’na geldiği
esnada düzenlenen suikast ile öldürüldü. Suikastı, İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni iktidardan
indirmek isteyen muhalefetin yaptığı düşünülerek sorumlular cezalandırılmıştır. Fakat
İttihatçıların, İttihat ve Terakki Cemiyeti ile görüş ayrılıklarına düşen Mahmut Şevket Paşa’yı
ortadan kaldırmak için bu suikastte giriştiği ve cinayeti siyasi rakiplerinin üzerine yıkarak
konumlarını pekiştirmek istedikleri oldukça yaygın bir görüştür. Suikastten sonra yeni
hükümet kurma görevi ilk kez bir İttihat ve Terakki üyesine, Sait Halim Paşa’ya verildi. Sait
Halim Paşa’nın sadrazamlığı ile İttihat ve Terakki denetleme iktidarı son buluyor ve tam
iktidar dönemi başlıyordu.
İttihatçılar tarafından 23 Ocak 1913’te gerçekleştirilen Bâb-ı Âli Baskını, Balkan
Savaşı‘nın yenilgiyle sonuçlanacağının anlaşılması ve Bulgar ordularının Edirne-Çatalca
önlerine kadar ilerlemesi üzerine yönetimi devralmak için yapıldı. İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin önde gelen isimlerinden Binbaşı Enver, yanında çalıştığı Başkumandan Vekili
Nâzım Paşa’nın makamını, yanında fırkanın silahşorlarından Yakup Cemil ve adamları
olduğu halde bastı. Yakup Cemil, Harbiye Nazırı Müşir Nazım Paşa’yı şakağından vurarak
öldürmüştür522. Daha sonra Sadrazam Kâmil Paşa’nın makamına giden baskıncılar, sadrazamı
silah zoruyla istifaya zorladılar. Böylece İttihat ve Terakki hâkimiyeti başladı. İttihatçılar
yönetimi ele geçirip muhalefeti tamamen sindirdikten sonra izledikleri siyasetle İttihat ve
Terakki cuntasını başlattılar.
Kuruluşlarından itibaren izledikleri Alman taraftarı siyasetleri sonucunda ise Osmanlı
Devleti Almanya’nın başı çektiği İttifak devletleri yanında I. Dünya Savaşı’na girmiştir. I.
Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti yenilince 30 Ekim 1918 tarihinde imzalanan Mondros
Ateşkes Antlaşması hükümleri doğrultusunda ülke işgal edilmeye başlanmıştır. Mondros
Ateşkes Antlaşması’nın imzalanmasından sonra İttihat ve Terakki Partisi fesih edilmiş;
İttihatçılar yurt dışına kaçmıştır. Bağımsızlığa kavuşmak için Mustafa Kemal önderliğinde
yapılacak Kurtuluş Savaşı’nda, Osmanlı döneminde yerleşen meclis yönetimi ile savaşta
başarı sağlanmış; Meşrutiyet’e kavuşmak için Jön Türklerden beri verilen sancılı mücadele
522 Murat Bardakçı, “Yakup Cemil Tetikçi Olsa Ailesi Sefalet mi Çekerdi?”, Hürriyet Gazetesi, 7 Nisan 2002,
s. 22; Soner Yalçın, Teşkilat’ın İki Silahşoru, Doğan Kitap, İstanbul, 2001, s.314; Osman Selim Kocahanoğlu,
Derviş Vahdeti ve Çavuşların İsyanı, Temel Yayınları, İstanbul, 2001, s.149.
216
sonucunda, Türk halkı yeni kurdukları devletin yönetim rejimi için “Parlamenter
Demokrasi”yi seçmişlerdir.
3.4.1. Hürriyet-i Ebediye Şehitliği ve Abide-i Hürriyet Anıtı
31 Mart Olayı’nda ölenler, 26 Nisan’da İstanbul’da büyük bir cenaze töreni yapılarak
toprağa verildi. Ancak tören yeterli görülmediği için Hürriyet Şehitleri’nin içinde bulunduğu
şehitliğe bir anıtın yapılmasına karar verildi. Anıt için düzenlenen yarışmayı I.Ulusal
Mimarlık Üslubu’nun tanınmış mimarlarından Mimar Muzaffer Bey(1881–1920) kazandı.
Abide-i Hürriyet Anıtı, Şişli’nin en yüksek tepesi olan Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nin(130
rakım) kuzeybatı kesiminde birinci çevre yolu ile Şişli-Kâğıthane Caddesi arasında yer
almaktadır. Yapımına 1909’da başlanan ve 1911’de bitirilen anıt, havaya atış yapan bir top
şeklindedir. Örme taştan yapılan bu anıtın alt zemininde şehit olan askerler gömülüdür. Mezar
odasına giren kapının üzerinde ise, yakın bir zamana kadar “Makber-i Şüheda-i Hürriyet”
yazılı bir kitabe bulunmaktaydı. 31 Mart şehitlerinin isimleri anıta işlenmiştir. “Temmuz
Devrimi”nin üçüncü yılında “Abide-i Hürriyet Anıtı”, 23 Temmuz 1911 tarihinde büyük bir
halk katılımıyla açıldı. Anıt Osmanlı’daki özgürlük hareketlerinin sembolü olmuştur ve 1935
yılına kadar her 23 Temmuz’da kutlanan Hürriyet Bayramı’nda anıta gitmek bir gelenek
halini almıştı. Hürriyet-i Ebediye Tepesi’nde yer alan Abide-i Hürriyet Anıtı’nın yer aldığı
şehitlikte 31 Mart Olayı’nda ölen Kurmay Binbaşı Ahmet Muhtar, Deniz Binbaşı Salih,
Üsteğmen Bekir ve 68 er defnedilmiştir. Hürriyet-i Ebediye Şehitliği’ne sonradan defnedilen
başlıca İttihatçılar şunlardır:
1- Mithat Paşa: Kânun-u Esasî’nin ve 1876 yılında ilân edilen I. Meşrutiyet’in mimarı
Jön Türklerin liderlerinden olan Sadrazam Mithat Paşa, Sultan II. Abdülhamid’le görüş
ayrılığına düşünce kurulan mahkemece, Sultan Abdülaziz’in şüpheli intiharından sorumlu
tutularak idama çarptırılmış, 8 Mayıs 1884 tarihinde cezaevinde boğularak öldürülmüştür. II.
Abdülhamid, Mithat Paşa’nın öldüğünden emin olmak için başını kestirip Yıldız Sarayı’na
getirtmiştir. Mithat Paşa’nın gövdesi, Taif’e gömüldü. Mithat Paşa’nın kemikleri, 24 Haziran
1951’de Türkiye’ye getirildi. Tabutu, idam cezası aldığı mahkemenin bulunduğu Çadır
Köşkü’nde katafalka konuldu. İki gün sonra Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın da katıldığı bir
törenle Abide-i Hürriyet Anıtı’nın tam karşısına defnedildi. Mithat Paşa’nın mezarı üzerine,
anayasa kitapçığı şeklinde büyük bir anıt yapıldı. 31 Mart Olayı’ndan çok önce vefat eden
Mithat Paşa İttihatçı liderlerin Meşrutiyet kurbanı olarak görülen ideolojik liderlerinden
birisidir.
217
2- Mahmut Şevket Paşa: Sadrazam Mahmut Şevket Paşa, Babıâli’ye gitmek için
Beyazıt’taki Harbiye Nezareti’nden çıkıp otomobiline bindi. Otomobil, Beyazıt Meydanı’na
geldikten sonra Çarşıkapı’ya sapacağı sırada, karşıdan ellerinde tabut taşıyan bir cenaze
alayıyla karşılaştı. Cenaze alayına yol vermek için durduğu sırada tabutu yere atanlar,
ellerindeki silahlarla otomobile ateş açtılar. 11 Haziran 1913 tarihinde Sadrazam Mahmut
Şevket Paşa, koruması Kazım Ağa ve Bahriye Yaveri İbrahim düzenlenen bu suikastle
öldürüldü. Mahmut Şevket Paşa, iki korumasıyla birlikte, Abide-i Hürriyet Anıtı’nın 20 metre
soluna yapılan bir anıta defnedildi.
3- Enver Paşa: Niyazi Bey ile dağa çıkarak II. Meşrutiyet devrimini başlatan Enver
Paşa, Niyazi Bey’le beraber “Vatanı Darbe-i İstibdattan Kurtaran Kahraman” olarak anılmaya
başlandı. İttihat ve Terakki Partisinin önde gelen liderlerinden olan Enver Paşa, I. Dünya
Savaşı’nın hezimeti sonrası İttihat ve Terakki Partisinin feshinden sonra yurt dışına çıkmıştır.
Avrupa’da birkaç ülkede kaldıktan sonra Orta Asya Türkleri yanında Bolşeviklere karşı
çarpışmak için Rusya’ya gitti. 4 Ağustos 1922’de Belçivan yakınlarında Kızılordu ile
çarpışırken, idealizmi uğrunda şehit olmak için mitralyözlerin üzerine elinde kılıç atıyla
saldırırken öldürüldü. Yıllar sonra ölüm yıldönümü olan 4 Ağustos 1996 tarihinde naaşı
Tacikistan’ın Çeğen Köyü’ndeki mezarından alınıp İstanbul’a getirildi. Devlet töreniyle Talat
Paşa’nın mezarının yanına defnedildi.
4- Talat Paşa: I. Dünya Savaşı’nın yenilgisinden sonra İttihat ve Terakki Partisinin feshi
üzerine Almanya’ya gitmek zorunda kalan İttihatçıların liderlerinden Talat Paşa, tütün almak
için sabah saatlerinde evinden çıktı. Hardenberg Caddesi’nde 100 metre yürümüştü ki,
İran’dan gelen 24 yaşındaki Ermeni terörist Sogomon Tayleryan tarafından Ermeni Tehcir’i
mimarlarından olduğu gerekçesi ile 15 Mart 1921 tarihinde Berlin’de vurularak öldürüldü.
Üzerinden “Mehmed Sai” adına düzenlenmiş sahte kimlik çıktı. Talat Paşa’nın cenazesi uzun
yıllar Türkiye’ye getirilemedi. Yıllarca bir kilise mezarlığında kaldı. Adolf Hitler, Türk-
Alman ilişkilerini kuvvetlendirmek için özel bir jest yapıp Talat Paşa’nın naaşını 25 Şubat
1943 tarihinde Türkiye’ye gönderdi. Talat Paşa’nın cenazesi askeri törenle, Abide-i Hürriyet
Anıtı’nın sağ yanındaki 50 metre uzaklığa defnedildi.
5- Silahşor Mülazım Atıf Kamçıl: Meşrutiyet’in ilânı için Resne’de İttihatçı Niyazi
önderliğinde dağa çıkan mektepli subayları ve ihtilâlci askerleri cezalandırmak için
Manastır’a gelen Müşir Şemsi Paşa, Yıldız Sarayı’na görev yerine geldiğini rapor etmek için
postaneden telgraf çekmişti. 7 Temmuz 1908 tarihinde Müşir Şemsi Paşa ve yanındaki
yaverleri (biri Fevzi Çakmak Paşa) Manastır Postanesi’nden çıkarken Bigalı Teğmen Atıf
(Kamçıl), Şemsi Paşa’ya birkaç el ateş ederek öldürdü. Bigalı Teğmen Atıf kargaşadan
yararlanıp kayıplara karıştı. Atıf Kamçıl, Cumhuriyet’ten sonra 6. ve 7. dönem Çanakkale
218
milletvekili olarak TBMM’de bulundu. İttihat ve Terakki’nin kurucularından biri olarak Atıf
Kamçıl’ın cenazesi, Abide-i Hürriyet Anıtı’nın 50 metre arkasındaki ağaçlıklı bölüme
defnedildi.
6- Mithat Şükrü Bleda: 1872 yılında Selanik‘te doğmuş ve Mülkiye Mektebi‘ni
bitirdikten sonra İttihat ve Terakki Fırkası’nın kuruluşunda vazife almıştır. II. Meşrutiyet
döneminin önde gelen siyasetçilerindendir. İttihat ve Terakki’nin kurucuları arasında yer
almış ve genel sekreterliğini yapmış, Osmanlı Meclis-i Mebusanı’nın 3. döneminde Serez,
Dırama ve Burdur mebusluğu yapmış, Malta sürgünleri arasında yer almıştır. 1935 - 1950
yılları arasında Sivas milletvekilliği yapmıştır. İttihat ve Terakki’nin uzun müddet Kâtibi
Umumi’liğini yapan Mithat Şükrü Bleda 1950 seçimlerine kadar sırasıyla, Serez, Dırama,
Burdur ve Sivas mebusu olarak Meclisi Mebusan ve TBMM’ye girmiş ve 1950 yılında siyasî
hayattan ayrılmıştır. 19 Şubat 1956’da İstanbul‘da vefat etmiş, vasiyeti üzerine Hürriyet-i
Ebediye Tepesi’ne yaptırılan şehitliğe gömülmüştür.
Osmanlının son dönemine damgasını vuran İttihatçıları ve 31 Mart Olayı’nın
kurbanlarını bünyesinde barındıran bu tarihi mekân ne yazık ki günümüzde kaderine terk
edilmiş atıl durumdadır ve korunmaya alınmaz ise yakında anıt ile şehitlik tarihin tozlu
sayfalarına karışıp yitilecektir523.
3.5. 31 Mart Olayı Hakkında Bazı Mülâhazalar
31 Mart Olayı günümüze kadar süren tartışmalara konu olmaya devam etmektedir ve
kısmen de belirsizliğini korumaktadır. 31 Mart Olayı’nın ortaya çıkışı ile ilgili olarak
tartışmalar başlıca üç görüş etrafında toplanmaktadır. Tartışmaların odağına oturan bu üç
temel görüşten en ağır basanı, 31 Mart Olayı’nın İttihatçılara ve Meşrutiyet’e yönelik bir
ayaklanma olduğu, muhalefet tarafından düzenlendiği şeklindedir. Ağırlık basan diğer görüşe
göre Olay Meşrutiyet’e ve İttihatçılara karşı II. Abdülhamid tarafından düzenlenen bir
komplodur. Maksadıysa “şeriat” şemsiyesi altında istibdatı getirmektir. Üzerinde ısrarla
durulan üçüncü görüşe göre ise 31 Mart Olayı, Meşrutiyet sonrası yönetimi ellerine almayarak
otokrasi kurmak isteyen İttihatçıların kendilerine dönük hızla çoğalan muhalefeti sindirmek
ve yönetime tümüyle egemen olmak için düzenledikleri güdümlü bir askeri darbedir.
523 Abide-i Hürriyet Anıtı ve burada medfun bulunan İttihatçılarla ile ilgili ayrıntılı bilgi için bkz:
http://www.sislibelediyesi.com; http://www.sisli.gov.tr; http://tr.wikipedia.org.
219
Bu konuda olayın tanıklarından günümüz araştırmacılarına kadar birçok yorum
yapılmaktadır. Devam eden bu yorumlar olayın tam aydınlığa kavuşmamış muğlâk kalmış
olduğu izlenimi vermektedir. Bu muhalif tezlere baktığımız zaman olayın boyutlarını daha net
kestirebilmekteyiz. 31 Mart Olayı’na fiilen karışan şahısların yorumu ile bu alanda otorite
sayılabilecek günümüz araştırmacılarının görüşlerini kısaca şu şekillerde toplanabilir: Ahmet
Bedevi Kuran, isyanın çıkışındaki en önemli etkeni “hükümetin idaresizliği ve hürriyeti kendi
görüşüne göre tahdide kalkışması” olarak görmektedir524.
Muhalefetin İslamcı kanadında yer alan Volkan gazetesinde yazılar yazan İttihad-ı
Muhammediye Cemiyeti kurucusu Derviş Vahdeti, Divan-ı Harb-i Örfi’deki savunmaları
sırasında isyanın aylar öncesinden hazırlanmış planlı bir hareket olduğunu, bunu da Kâmil ve
Said Paşa’ların yapmış olabileceğini söylemiştir. 31 Mart İsyanı üzerinde duran Şeyhülislâm
Cemalettin Efendi şu yorumu yapmaktadır: “Geçici bile olsa, Hükümet idaresinin memlekette
bir huzur ve asayiş sağlayacağı ümit edilmekte ise de, her sahada alabildiğine artan hırs ve
yeni fikirleri Osmanlı askerinin alışılagelmiş olan inanışları dışında verilen emirler, yapılan
telkinler, aradan iki ay geçmeden 31 Mart Hadisesi’ni meydana getirdi. Hareket Ordusu’nun
da İstanbul’a gelmesi ve saltanatta meydana gelen değişiklik neticesi devletin idaresini İttihat
ve Terakki, tamamen eline almış oldu525.”
31 Mart Olayı ile ilgili öne sürülen diğer bir görüş ise ayaklanmanın masonlar
tarafından çıkarıldığı tezidir. İttihat ve Terakki’nin Masonlukla ilişkilendirilmesi, İttihat ve
Terakki’ye karşı gayr-ı memnun kitlenin artmasına yol açmıştır526. Cevat Rıfat Atilhan
yazdığı 31 Mart Faciası kitabında 31 Mart Olayı’nı muhafazakâr ve muhalif bir bakış açısıyla
değerlendiriyor ve kendilerine Filistin’de toprak vermeyen II. Abdülhamid’i tahttan indirmek
için Siyonistlerin 31 Mart Olayı’nı tertiplendiği şeklinde marjinal bir tez öne sürüyor: “31
Mart kanlı vak’ası; Türk milletini topyekûn dize getirmek ve muazzam vatanımızı
parçalamak, bir kısmı üzerinde de kendi saltanatlarını kurmak için Siyonizm ve Farmason
işbirliğinin yarattığı sistemli ve plânlı bir suikastın ta kendisidir527.” İstanbul’da Taşkışla’da
bando teğmeni olan Mustafa Turan da 31 Mart Olayı’nı tertipleyenlerden birinin Yahudiler
olduğu kanaatindedir528.
524 Kuran, İttihat ve Terakki, s.276. 525 Şeyhülislâm Cemalettin Efendi, Siyasi Hatıratım (Haz.:Ertuğrul Düzdağ), Tercüman 1001 Temel Eser,
İstanbul, 1978, s.49. 526 Özçelik, a.g.e., s.170. 527 Cevat Rıfat Atilhan, 31 Mart Faciası, Bahar Yayınevi, İstanbul, 1972, s.4. 528 Turan, a.g.e., s.10.
220
31 Mart Olayı ile ilgili diğer bir görüş, olayın İttihat ve Terakki tarafından tertip edildiği
şeklindedir. Bu da çoğunlukla İttihatçıların muhalifleri tarafından ortaya atılmıştır. Bu görüşü
ileri sürenlerin başında “Mizancı” namıyla anılan Murad Bey gelmektedir. “Tatlı Emeller ve
Acı Hakikatler” namındaki eserinde uzun uzadıya bu husustaki görüşlerini açıklamaktadır.
Murad Bey’e göre İttihat ve Terakki Cemiyeti mevcut bir siyasi şekli yıkmak için teşekkül
etmiştir. Böyle bir maksatla kurulan teşekküllerin yapıcı olması mümkün olamaz. Burada
Murad Bey, İttihatçıların Selanik valisi olan Hüseyin Kazım’ın, yine Cemiyet’in sadrazamı
Said Halim Paşa’dan naklettiği kanaate sahip görünmektedir. Nitekim Said Halim de
“Yıkıcılardan yapıcılık, komitacılardan idarecilik beklenemeyeceğini, memleketin felâkete
gitmesinin mukadder olduğunu” söylemiştir. Ne gariptir ki, bunu ifade eden Paşa, bir müddet
sonra onların teklif ettiği sadaret vazifesini kabul etmiştir. Bundan sonra Murad Bey, umumi
sebepleri saymakta, abdesthane ve hamam davasını, alaylı meselesini, Nâzım’ın İzmir’deki
kışlada bir ferike yaptığı feci hakaretleri ve bunların tekerrür ettiğini, masonluk ve
cemiyetçilik sebebiyle askerî hiyerarşinin bozuluşunu, İstanbul’daki cinayetleri, kendisine
bile tehditler yapıldığını, hatta bir gece vereceği konferansta 300 zabitin rovelver çektiğini,
nakletmektedir529. Mizancı Murad, bu olayları tertip edenlerin İttihatçılar olduğu hükmüne
varmıştır.530
Sultan II. Abdülhamid 31 Mart Olayı ile ilgili şu yorumu yapmaktadır: “Gazeteler,
Cemiyetler, kulüpler, körükleye, körükleye ‘31 Mart’ yangınını ilân ettiler. Vak’anın
mesuliyetini paylaşmamak için ben karışmadım. Hüseyin Hilmi Paşa hükümeti yürekten
isteseydi, ayaklanmayı iki saat içinde bastırırdı. Çünkü adamlarımın tahkik ve teminlerine
göre, ilk hareket üç-beş askerden çıkmış... Bunları kandıran, Hamdi Çavuş adlı bir Arnavud’u
bulan ve para veren de Kâmil Paşa zade Sait Paşa idi!..531”
İstanbul’da Taşkışla’da bando teğmeni olan ve 31 Mart Olayı’nın İttihatçılar tarafından
çıkarıldığı tezini ileri süren Mustafa Turan, Taşkışla’da 31 Mart Faciası adlı kitapta muğlâk
olan şu olayı görüşüne dayanak almaktadır: “31 Mart, İttihatçıların düzenlediği uydurma bir
ayaklanmadır. O gün sahte bir paşa, bazı subaylarla birlikte Taşkışla’ya gelip, padişahın sahte
bir fermanını okudular. Fermanda askerin şapka giyeceği yazılıydı. Düzmece şapka fermanı,
askeri tahrik ve ayaklanma için kullanılmıştır. Meğer fermanı okuyan paşa ve maiyetindeki
zabitler, isyanı hazırlayan ve tertipleyenler, sahte üniforma giymiş mühim şahsiyetlerdi.
İçlerinde İttihad ve Terakki Cemiyeti’nden tanıdığım Bahuddin Şakir, Mithat Şükrü ve Ömer
529 Aksun, a.g.e., c.V, s.211. 530 Rıza Nur, Hayat ve Hatıratım, c.I, İşaret-Ferşat Ortak Yayınları, İstanbul, 1991, s.296–297. 531 Bozdağ, a.g.e., s.110.
221
Naci beyler de vardı. Taşkışla’dan ayrılan heyet, Beyoğlu Topçu Kışlası’na gidip, fermanı
orada da okumuş, askerin dini duygularını kamçılamışlar. Sahte heyet gerek Taşkışla’da,
gerekse Beyoğlu Topçu Kışlası’nda fermanı okuduktan sonra, çavuş, başçavuş kılığında
casusları kışlaya sokarak, askeri harekete geçirdiler. İttihad ve Terakkicilerden Ömer Naci
Bey de kışla avlusundaki istihkâm arabasının üzerine çıkarak: ‘Hey asker kardeşler, geliniz,
toplanınız sizlere diyeceklerim var. Sizler Müslüman değil misiniz? Şapka giymek ne demek?
Din-i mubin-i İslam’ın evlatlarını düpedüz gavur yapacaklar, ne duruyorsunuz? Bütün
ecdadımız bu uğurda kanlarını, canlarını verdiler. Müslümanlık elden gidiyor.’Sonra dönüp
avcı taburlarına: ‘Sizlere söylüyorum, gavur olmak için mi hürriyeti yaptınız? Sizin vazifeniz
hem hürriyeti, hem de dininiz olan Müslümanlığı muhafaza etmek değil mi? Ne
duruyorsunuz, haydi hep beraber Mebusan-i Meclis’e gidelim, derdimizi anlatalım.’ 532”
31 Mart Olayı’nın İttihatçılar tarafından yaptırıldığını ileri sürenlerden biri de Sadaret
Şifre Kalemi hulefasından olduğu halde İttihatçılara muhalif bulunduğu için Mısır’a giden
Selahaddin Bey’dir. Selahaddin Bey, isyanın önce İttihatçılar tarafından çıkarıldığını, fakat
kısa müddet içinde bunların aleyhine döndüğünü ileri sürmektedir. Selahaddin Bey
“Bildiklerim” adlı eserinde, 31 Mart’ın İttihat ve Terakki Cemiyetince bir şer aleti makamında
istihdam edilen Avcı Taburları’ndan çıktığını, bu taburların kumandanlarının Selanikli Avdeti
Remzi Bey gibilerinden ve İstanbul ile Rumeli sokaklarında adam öldüren katil ve namdar
Cemiyet fedaîlerinden oluştuğunu, taburların efradının da aynı his ve fikre tâbi olmalarının
yanında bunların çoğunluğunun Rumeli halkından, Rum ve Bulgar eşkıya çetelerinden
oluştuğunu yazmakta ve “İşte ezher-cihet şâyân-ı i’timâd ve emniyet olan bu taburların îfâ
edecekleri hizmeti diğer taburlar zâbitân ve efradının icra edemeyecekleri Cemiyet’çe malûm
idüğünden, 31 Mart hâdisesinin ordu-yı hümâyûn içinde ihdası vazifesini bunlara tahmil ile
İstanbul’da bulunan asâkir-i Osmaniye’nin efkârını tahrik ve tahdîşe başlattığı ve Cemiyet
vesâit-i şâire ile de bâzı sebükmegazân-ı ahâliyi teşvîk ve iğfal ve ordu-yı hümâyun ile
beraber bir isyan ve ihtilâl çıkartmayı te’mîn eylediği cihetle, 31 Mart 1325’ târihinde bir
vak’a-i müessife zuhur etmiştir. Bu vak’a-i fecîayı tehyie ve ihzâf eden Avcı Taburları
zâbitanı yevm-i hâdisede nefer elbisesi ile sokaklarda dolaştıktan sonra, Selanik’ten hareket
eden Hareket Ordusu’na iltihak etmek üzere Hadımköy cihetlerine firar etmişlerdir. Bu
hareket ve isyana, yedi sekiz ay zarfında Cemiyet’in akıl ve hikmete gayr-i muvafık icra
eylediği harekâtını gören ve neticenin vahametini takdir etmeğe başlayan bazı kesân iltihak
etmiş, kadro haricine çıkarılan eski zâbitan dahi kendilerine kumanda etmek için efrâd-ı
532 Turan, a.g.e., s.49-51.
222
isyaniye tarafından hanelerinden cebren celbedildiğinden, iş, İttihad aleyhine dönmeğe
başlamıştır.” demektedir533.
Ali Birinci, 31 Mart Olayı’nın çıkışında İttihatçıların bir rolü olmamasına rağmen
sonradan iktidarlarını sağlamlaştırmak için isyandan faydalandıklarını şu şekilde
açıklamaktadır: “31 Mart Vakasının mühim bir tarafı, hâlâ çok abartılı bir şekilde ortaya
konulması ve ancak Hareket Ordusu ile söndürülebilmiş gibi büyük bir isyan olarak takdim
edilmesidir. Hâlbuki Hareket Ordusu İstanbul’a yürüdüğü zaman askerler çoktan kışlalarına
dönmüş ve Meclis-i Mebusan mesaisine başlamıştı. IT bu isyanı, iktidarını tam ve rakipsiz bir
şekilde kurmak için kullanmıştır. Bu kullanma günümüzde de devam etmektedir534.”
Sina Akşin, “Jön Türkler ve İttihat ve Terakki” adlı kitabında, 31 Mart Olaylarının
sloganının “şeriat isteriz” olmasından dolayı olayın dini içerikli gerici bir ayaklanma olarak
nitelendirildiğini yazmaktadır. Sina Akşin gerçekte olayın mahiyetinin muhalefetin İttihat ve
Terakki’yi devirmek istemesi olduğunu iddia etmektedir. Sina Akşin’e göre ayaklanma kötü
düzenlediği için başarıya ulaşamamış bir askerî darbedir. Sina Akşin, olaylardan önce
muhalefetin isyan eden askerlerin disiplinli bir güç gösterisi yapacağını umduğunu ama olayın
mahiyetinin düzenli bir güç gösterisinden kanlı bir isyan hareketi dönüşmesi nedeniyle
muhalefetin ayaklanmayı sahiplenmediğini iddia etmektedir. İsyan bayrağının Şeriat oluşu,
bir dini sömürme olayından ibarettir535. Sina Akşin kitabında şu tezi ileri sürmektedir: “işin
kanlı bir biçim alması dolayısıyla onu başlatanların ona sahip çıkmaktan çekinmeleri, askerin
sonradan II. Abdülhamid’e yönelmesi, Harp Divanı’nın da siyasal nedenlerle ayaklanmanın
derinine gitmekten kaçınması (cezalandırılanların çoğu, askerler gibi fiilen ayaklanmaya
katılmış olanlardı), olaya bir muamma havası vermiştir. Bu yüzden üç türlü açıklama yapıla
gelmiştir. Birincisine göre, olayı diktatörlük kurmasına vesile olsun diye İttihat ve Terakki
düzenlemiş, fakat ipin ucunu kaçırmıştır. Askerî kuvveti elinde tutan, iktidarda sayılabilecek
bir siyasal kuruluşun kendi aleyhinde kendi askerlerini -yapmacık da olsa- ayaklandırması
görülmüş şey değildir. Zaten olayların da yalanladığı bu açıklamanın üzerinde durmaya bile
değmez. II. Abdülhamid ise olayı düzenlememiştir. Öyle olmasaydı, onu ayaklanmadan
sorumlu tutarak tahttan indirten Ordu ve bu arada suçu esas itibarıyla istibdatçı özlemler
taşımaktan ibaret olanları bile idama mahkûm eden o Ordunun Harp Divanı, bunun açık
kanıtlarını ortaya koyarak, tahttan indirmeyi haklı göstermeyi herhalde isterdi. Tabii II.
Abdülhamid’in Hürriyetin ilânından sonra (el altından gizli istibdatçılarla ilişki kurup, jurnal
533 Aksun, a.g.e., c.V, s.213. 534 Birinci; “31 Mart Vak’ası’nın Bir Yorumu”, s.407. 535 Akşin, “Siyasal Tarih”, s.30.
223
almaya devam etmesi) ve hele ayaklanmadan sonra (ayaklananları kınamaktan kaçınması,
üstelik onları okşayacak bir tutum benimsemesi) tam Meşrutiyetçi bir Padişah gibi davrandığı
söylenemez. Fakat bu, ayaklanmanın sorumluluğu ile ilgili bir konu değildir. Ayrıca, II.
Abdülhamid’in ayaklanmadan, kendine bir zarar gelir diye haklı olarak korktuğu ve telâşa
düştüğü bilinmektedir. Üstelik zaten kendisiyle uzlaşmış durumda bulunan İttihat ve
Terakki’ye karşı II. Abdülhamid’in bir harekette bulunması mantıksızlık olurdu. Kalıyor
üçüncü açıklama: Ayaklanmayı muhalefet düzenlemiş ve başlatmıştır. Muhalefet denince,
başta Prens Sabahaddin olmak üzere, Kâmil Paşa ve oğlu Said Paşa, İsmail Kemal ve Müfit
Beyler, Mizancı Murad, Mevlânzade Rıfat, Said-i Nursi, Derviş Vahdeti gibileri ve bunların
buyruğu ve etkisi altındaki siyasal örgütler, yani Ahrar Fırkası ve onun dinsel kolu olan
İttihat-ı Muhammedi Cemiyeti anlaşılır536.”
Sina Akşin 31 Mart Olayı’nda muhalefete en büyük desteği Arnavutların verdiğini iddia
etmektedir. Akşin’e göre: “İsmail Kemal, Ergiri Mebusu Müfit Bey, askerin elebaşısı Hamdi
Çavuş ve başkaları Arnavut oldukları gibi, Arnavutluk’taki Arnavut ve Baskım kulüpleri,
İsmail Kemal ve Müfit Beyden aldıkları telgraflar üzerine ayaklanmayı açıkça Ahrar’a mal
ederek, 31 Mart’tan yana bir tutum takındılar. Bunun nedeni şuydu: Osmanlı Devleti’nin
Rumeli’de gidici olduğunu sezen Arnavutlar, Hürriyetin ilânından sonra, ulusal kongre, okul,
dernek ve yayınlarla büyük bir kültür hamlesi yapmışlardı. Ama bu çalışmaların İttihat ve
Terakki’nin Türkleştirici ve merkeziyetçi tutumuyla bağdaşması zordu. Oysa Ahrar’ın adem-i
merkeziyetçiliği, Arnavutlara çok uygun geldiği gibi, Ahrar’ın arkasındaki İngiliz gölgesi de
ilerdeki bağımsız ya da özerk Arnavutluk için bir teminat olarak görülüyordu537.” Sina Akşin
31 Mart Olayı’nın belirsizliğinin sürmesini şu şekilde açıklamaktadır: “Sonuç olarak
ayaklanmanın kim tarafından başlatıldığı resmen belirlenmedi. Muhtemelen bu, İttihat ve
Terakki’nin işine geldi. Ayaklanmadan Abdülhamid sorumlu tutulsa, muhalefet aleyhindeki
kovuşturma ve baskılar haksız görünecekti. Muhalefet sorumlu tutulsa, bu sefer
Abdülhamid’in tahttan indirilmesi haksız görünecekti. Yani bu belirsizlik sayesinde İT ‘bir
taşla iki kuş vurmuş’ oluyordu538.”
Feroz Ahmad ise görünürdeki nedeni şeriat olan 31 Mart Olayı’nın perde arkasına
bakılması gerektiğini şu şekilde açıklamaktadır: “...Bu olayın kaynağı tamamen dinsel olarak
nitelenmiş, siyasal önemi, hemen hemen kaybolmuştur. İlham kaynağı gerçekten yalın katı
dinsel tutuculuk olan bir isyanın böylesine dizginlenmiş olması ve kolayca bastırılması kuşku
536 Akşin, İttihat ve Terakki, s.127. 537 Akşin, İttihat ve Terakki, s.129. 538 Akşin, “Siyasal Tarih”, s.31.
224
vericidir. İsyancılar yalnızca Cemiyet üyelerinin peşine düşmüşler ve aynı dikkatle yalnız
ittihatçı basının gazetelerini yağma etmişlerdi. …Din, 1908 Temmuzundan beri süregelen
siyasal mücadelede bir araç olarak kullanılmıştır. Osmanlı toplumunda her zaman için önemli
bir rol oynamış olan din, bu kez de Cemiyete karşı bir silâh olarak kullanılmıştır539.”
31 Mart Olayı’na farklı bir açıdan bakan bazı çevreler, bu dönemde hukuk tanımının
şeriat ile karşılanması (şer-i hukuk) nedeniyle, şeriat isteriz slogandan aslında hukuk isteriz
sonucu da çıkartılabileceği tezini savunmaktadırlar. 31 Mart Olayı’nı başlatanların amacının
“irtica” olmadığı tezini savunanlar genellikle görüşlerini şu şekilde açıklamaktadırlar: “Tanin
ve Rumeli gazetelerinin yaydığı ve kabul ettirdiği, hatta resmileştirdiği 31 Mart’ın bir irtica
olayı olduğuna dair görüş, adeta ‘kaziye-i mahkeme’ hükmüne geçmiştir. Bu tezi savunanlara
göre irtica, o dönemde mutlakıyet yönetimini geri getirmek amacı gütmeliydi; mürteciler
yalnız dört beş kişiye değil, hiç ayrım yapmadan bütün mebuslara karşı olmaları gerekirdi.
Taleplerini de Meclisten değil, padişahtan istemeleri gerekirdi. Bunun yanında, Askerler
meclisi talan etmiyordu veya Yıldız’dan beklentisi yoktu. Ayaklanan askerlerin istediği diğer
şeyler kabinenin düşmesi, bazı kişilerin mebusluktan istifa etmeleri, isyanlardan dolayı
affedilmeleriydi. Ancak, “dini ayaklanmaya alet etmek irticadır” tespitini yapanlar ‘şeriat
isteriz’ sloganına takılmaktadır. Önceleri İttihatçıyken sonradan muhalifler arasına geçen ve
daha sonrada Kürt milliyetçisi olan Şerif Paşa’ya göre, ayaklananların kültürel seviyesi ve
durumları nazarı itibara alınmalıdır. Yani, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin icraatlarından
sonra, ayaklanma, aydınların ve üst düzey elitlerin yönetiminde olsaydı böyle bir tabir söz
konusu olmayacaktı. Zira cahil olan isyancı askerlerin gözünde adalet, hürriyet, Meşrutiyet,
kısaca her hürriyetçi amaç şeriatta toplanmaktadır540.”
31 Mart Olayı patlak verdiği günün sabahı Meclis-i Mebusan’da toplanan mebuslarla
ayaklanan askerler arasında isyanın nedenleri ile ilgili diyaloglar geçmiştir. Askerlerin şeriat
ile ilgili istekleri, meclisteki mebuslarca irtibat memuru olarak seçilen Kastamonu Mebusu
Yusuf Kemal Bey’in yazdığı anılarında şu şekilde nakledilmektedir: “Askerin neden
ayaklanmış olduğunu, ne istediklerini birbirimize soruyorduk. Nihayet her türlü sorumluluğu
üzerimize alarak iş görmeğe karar verdik. Evvela içimizden Halep Mebusu Mustafa Efendi’yi
o gün için başkan seçtik. İçimizde meclis başkanlarından kimse olmadığı gibi İttihat ve
Terakki liderlerinden de kimse yoktu. Kayseri Mebusu pek saygıdeğer bir zat olan Hoca
Kasım Efendi’yi ne istediklerini öğrenmek için aşağıya askerlere gönderdik. Gitti, biraz sonra
geri döndü: ‘Ne istediklerini onlarda bilmiyorlar’ haberini getirdi. Bir ara askerlerden
539 Feroz Ahmad, İttihat ve Terakki (1908–1914), s.82-83. 540 Şerif Paşa, a.g.e., s.45-49.
225
‘ifademiz var’ diye birkaç kişi geldi. Onları meclis salonuna almamak için birinci şube
odasına gittik. Mebuslar oturdular. Asker namına geldiklerini söyleyen murahhas çavuşlar
ayakta sıra ile dizildiler. Ben mahsus çavuşlara yakın bir yerde oturdum. Başkan: ‘ne
istiyorsunuz?’ diye sordu. Çavuşlar: ‘Şeriat istiyoruz’ dediler. O sırada kanunu esasi
değiştirme layihası basılmıştı. Esbab-ı mucibesini de Elmalı Hamdi Efendi yazmıştı. Mevcut
mebuslardan Kosovalı Süleyman Efendi besmele ile başlayan bu layihayı göstererek: ‘bizde
şeriat ahkâmını tatbikten başka bir şey yapmıyoruz. Bakın yazdığımız kanun layihası
bismillah ile başlıyor’ dedi. Çavuşlardan biri: ‘bizim askeri nizamnamede besmele ile başlar
ama Almancadan tercüme edilmiştir’ dedi. Bir çavuşun bu bilgisine şaşırdım. Sonradan bu
gencin çavuş kıyafetine girmiş bir yüzbaşı - hem de Almanya’da tahsil etmiş bir yüzbaşı -
olduğunu öğrendik. Asılanlar arasında idi. Mebuslar konuşurken ‘sarıklılardan bir heyet içeri
girmek istiyor’ dediler. Çavuşlar: ‘biz hoca, sarıklı falan tanımayız. Onların bir sıfatı yoktur.’
dediler541.” Nakledilen anıda askerlerin tutumu oldukça ilginçtir. 31 Mart Olayı’nda isyan
eden askerlerin şeriat istekleri ile kanunların uygulanmasını hedeflediklerini savunanların
tezleri nakledilen anı doğruysa çelişmektedir. Zira askerler şeklen değil içerik olarak da
anayasanın şeriata uygun olmasını talep etmektedirler. Ayrıca ulema ile birlik içinde
olmadıklarını belirtmeleri olayın ana amacının şeriat eksenli başlamadığı sonucunu
doğurmaktadır.
Sina Akşin ise 31 Mart Olayı ile şeriat ilişkisini şu şekilde değerlendirmektedir:
“Günümüzde 31 Mart Olayı, yıldönümlerinde tipik bir gericilik olayı olarak anılır - Menemen
olayı, Sivas olayı gibi. 31 Mart Olayı’nın gerici bir olay olduğu kuşkusuzdur. İsyancıların
şeriat isteriz diye bağırmaları, bir ortaçağ hukuk düzeninden yana olmaları, başlı başına bir
gericilikti. Yalnız şunu belirtelim, şeriatın en önemli hükümleri -kişilik, evlenme, miras,
borçlar hukuku gibi hükümler- zaten yürürlükteydi ve 1926’ya değin (Medenî Kanunun kabul
edilmesi) yürürlükte kalacaktı, Muhtemelen askerin şeriat isteriz derken istediği, biraz da eski
ordunun gevşekliği, dinsel gerekleri yerine getirmek gerekçesiyle talimden kaçma
olanaklarıydı. Ama yeni ordu disiplinine karşı çıkmak da bir gericilikti. Yine askerin şeriat
derken istediği bir şey de, herhalde, mekteplilik ilkesinden alaylılık ilkesine dönülmesi,
böylece kendilerine subaylık yolunun yeniden açılmasıydı ki, bu da üçüncü bir gericilikti.
Daha genel ve kapsayıcı bir anlamda denebilir ki, o sırada çağdaşlığın, son çağın en güçlü
devrimci örgütü olan İttihat ve Terakki’nin iktidarına karşı çıkmak dahi, başlı başına bir
gericilik sayılabilir. Çünkü gördüğümüz üzere, kusurları ne olursa olsun, İttihat ve
541 Yusuf Kemal Tengirşenk, Vatan Hizmetinde, Bahar Matbaası, İstanbul, 1967, s.111.
226
Terakki’nin ortadan kalkması durumunda, oluşan boşluğu, eski düzenin kurumları
dolduruyordu542.”
Cemal Kutay 31 Mart Olayı’nın çıkış nedeninin şeriat olduğu tezini ileri sürmekte ve şu
yorumu yapmaktadır: “31 Mart 1325 (13 Nisan 1909) ayaklanması Osmanlıda ve
Cumhuriyette Gericilik Hareketi olarak adlandırılacak olayların ne ilkidir, ne de sonu543.”
Murat Çulcu’nun yazdığı “Osmanlı’da Çağdaşlaşma-Taassup Çatışması” adlı eserinde,
31 Mart Olayı’nın temelinde yatan problemin İslami toplum zemininde çağdaş anayasal
hukuk düzeni tesis edilme gayreti olduğunu belirtmektedir. Murat Çulcu’ya göre, 31 Mart
Ayaklanması şekil olarak Yeniçerilerin geleneksel isyanlarını anımsatmaktadır. Nasıl ki
Patrona Halil, Kabakçı Mustafa v.s. isyan bayrağını açarak Et Meydanı’na (Aksaray’daki)
koşup, devleti meydandan yönetmeye başladılarsa, Hamdi Çavuş ve Ananesi de aynı şeyi
yapmıştır. Çulcu’ya göre aralarındaki fark, Asilerin bu kez Et Meydanı’nı değil de At
Meydanı’nın (Sultanahmed) yanındaki Ayasofya Camii’nin önünü tercih etmeleriydi544. Bir
tarafta şeriat, saltanat/hilafet, ulü’l-emr, ulema, uhrevi tercihler, İslami özgürlükler, lanetlenen
pozitivizm, tebliğ ve cihad... Diğer tarafta; şüphe, felsefe, pozitif akıl, dünyevi özgürlükler,
çağdaş hukuk, liberal ahlak, yüceltilen tüketim, yaptırımcı laiklik ve üstün kitap anayasa... Üç
yüz yıldır ana soru hep şu oldu: İslami toplum zemininde, anayasal hukuk düzeni tesis
edilebilir mi? Murat Çulcu’ya göre, aydınlar Meşruti Monarşiyi ileri bir adım olarak kabul
ediyorlardı. Oysa İslami zemin üzerine Meşruti Monarşinin yaşama şansı yoktur. Sadece
İslami zemin değil, padişahın siyasi kişiliğinin yanı sıra hilafet kimliğine sahip olması da
sistemin yaşamasına olanak bırakmıyordu. Hilafet teokratik devlet yapısını zorunlu
kılıyordu545.
Çeşitli yorumlara göre 31 Mart Vakası’nın ortaya çıkışının nedenleri şu şekilde
sıralanabilir:
a- Ayaklananlar Meclisi dağıtmak ve meşruti monarşi yerine mutlak monarşiyi getirmek
istemiştir.
b- İttihat ve Terakki yöneticilerinin halk üzerinde büyük etkisi olan II. Abdülhamid’i
düşürebilmeleri haklı bir gerekçeleri olması gerektiği için 31 Mart Olayı’nı ittihatçılar tertip
etmişlerdir.
542 Akşin, “Siyasal Tarih”, s.33. 543 Cemal Kutay, Laik Cumhuriyet Karşısında Derviş Vahdetiler Cephesi- 31 Mart’ın 90. Yılında, Aksoy
Yayıncılık, İstanbul, 1999, s.11. 544 Murat Çulcu, Osmanlı’da Çağdaşlaşma-Taassup Çatışması, Erciyaş Yay., İstanbul, 2004, s.536. 545 Çulcu, a.g.e., s.644.
227
c- İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin hükümet üzerinde otorite kurmaya çalışması ve sık
sık birbirini izleyen siyasi cinayetlerin faili meçhul kalmasının halkın hükümete karşı güven
duygusunu yitirmesine yol açmıştır.
d- Mektepli Subayların erler üzerinde yaptığı din konusundaki telkinleri, askerleri
hocalarla temastan ve eğitim sırasında ibadetten men’e kalkmaları, İttihat ve Terakki
Cemiyeti’nin kendileri üzerinde kuvvet bulunmadığı kanaatini aşılamaya çalışmaları askerleri
kışkırtmıştır.
e- Ordu içerisinde mektepli-alaylı sürtüşmesinin başlaması ve alaylıların dışlanarak
ordudan uzaklaştırılmak istenmesi orduda huzursuzluğa yol açmıştır. Ordudan çıkarılan alaylı
subaylar, İttihat ve Terakkiye düşman kesilmişlerdir ve halk ile asker arasında mektepli
subayların kâfir olduğu şeklinde yaygın bir propagandaya başlamışlardır.
f- Derviş Vahdeti, Volkan gazetesiyle yaptığı sert muhalefetle halkı asiliğe ve isyana
teşvik etmiştir.
g- Hürriyetten önce İstanbullu erkeklerle medrese öğrencilerinin askerlik yapmaması
nedeniyle Taşralılar için askerden kaçmanın yolu olarak ilmiyeye giriş görülmüş ve sırf bunun
için medreseye birçok kişinin girmiştir. İttihat ve Terakki’nin bu yolu tıkamak için
medreselere sınavla giriş sisteminin getirilmesini ve sınavda başarısız olanların askere
alınmasını içeren kanun teklifinin verilmesi, medrese öğrencileri arasında hoşnutsuzluk
yaratmıştır.
h- Devlet dairelerinden açığa çıkarılan memurlar muhalefete katılması muhalifleri
güçlendirmiştir.
i- İttihatçılar, İstanbul’daki Hassa askerlerine güvenmedikleri için kendilerine bağlı
‘Kahraman-ı Hürriyet’ (Avcı) taburlarından üçünü İstanbul’a getirmişlerdir. Bunlar arasında
isyan kışkırtmacılığı yapılmıştır. Bu taburlar Taşkışla’ya yerleştirildikten sonra subaylar erleri
çavuşların yönetimine terk etmiş, kendilerinin de siyasetle meşgul olmaya başlamışlardır.
228
SONUÇ
Gerçek anlamda Tanzimat Fermanı ile başlayan batılaşma anlayışı ve mücadelesi
Meşruti yönetimin kazanılması ile sonuçlanmıştır. Ne var ki mutlak monarşiyi elinde tutan
erklerin meşruti monarşiye razı olması ve hürriyetleri genişletmesi kolay olmamıştır. Uzun ve
sancılı bir süreç sonunda I. Meşrutiyet 1876 yılında Genç Osmanlıların gerçekleştirdikleri
girişimiyle kazanılmıştır. İlk Meşrutiyet deneyimi, dönemin koşullarının olgunlaşmaması
nedeniyle, mutlakiyete alışık Osmanlı hanedanından gelen II. Abdülhamid’in müdahalesiyle
sona ermiştir. Osmanlı toplumundaki siyasal ve kültürel olgunlaşmaya paralel olarak
Meşrutiyet isteklerinin de artmasıyla, I. Meşrutiyet dönemindeki bireysel örgütlenmeler ve
şahsi teşebbüslerle yapılan mücadele yerini aynı görüşe mensup muhaliflerin etrafında
toplandıkları cemiyet örgütlenmelerine bırakmıştır. Bu cemiyet örgütlenmelerinin en başarılısı
İttihat ve Terakki Cemiyeti olmuş, bu cemiyetin önderliğinde II. Abdülhamid’in mutlak
monarşisine karşı etkin bir muhalefet yapılmıştır. 23 Temmuz 1909 tarihinde İttihatçılar
tarafından Jön Türk Devrimi gerçekleştirilerek tekrar Meşruti Monarşiye geçilmiştir. İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin II. Meşrutiyet döneminin başında izledikleri bazı hatalı politikalar, II.
Abdülhamid’e karşı birlikte mücadele verdikleri diğer cemiyetlerin ve muhaliflerin bu kez
İttihatçılara cephe almalarına yol açmıştır. Bu kez kısmi bir İttihat ve Terakki istibdatı söz
konusu olmuştur. Yeni oluşan anti-ittihatçı cepheye aşırı muhafazakâr kesimin de
eklenmesiyle, 13 Nisan 1909 tarihinde başarısızlıkla sonuçlanan ve 31 Mart Olayı olarak
adlandırılacak bir ayaklanma ortaya çıkmıştır.
31 Mart Olayı birçok etmenin tetiklemesi sonucu ortaya çıkmıştır. Olayın ortaya
çıkışındaki nedenlerin özünü, toplumun henüz Meşrutiyet ile yönetilmeye hazır olmaması
oluşturmaktadır. Ne hükümet ve padişah, ne İttihat ve Terakki Cemiyeti ve muhalefet, ne de
askerler ve halk II. Meşrutiyet’in ne olduğunu tam olarak algılayıp ona uygun
davranabilmiştir. Bahsi geçen bu tüm aktörler kötü bir demokrasi sınavı verince 31 Mart
Olayı resmen geliyorum demiştir. Her ne kadar Osmanlının batılaşma süreci 1839 Tanzimat
Fermanı ile başlamış ve bu süreçte önemli adımlar atılmış olsa da; başarısızlıkla sonuçlanan I.
Meşrutiyet dönemi sonrasında yaşanan 30 yıllık bir mücadele sonrası kurulan II. Meşrutiyet
döneminin başlarında yaşanan bu olay bize Hürriyet kavramının ve çok sesliliğin
benimsenemediğini göstermektedir. Zira 1908 devrimi fikirleri olan hürriyet, müsavat (adalet-
eşitlik) ve uhuvvet (kardeşlik) kavramları ne Meşrutiyetçiler tarafından tam anlamıyla
anlaşılabilmiş ne de Osmanlı toplumuna benimsetilebilmiştir. Toplumun benimsemediği
yaşam tarzlarının ne kadar pozitif getirileri olsa da bu değerler kazandırılamaz, ancak
229
dayattırılabilinir. Bu anlayışa dayalı olan mutlak monarşi dönemi nasıl muhaliflerin direnişine
dayanamamışsa yerine inşa edilmeye çalışılan Meşrutiyet rejiminin de getirileri ve önemi
Osmanlı halkına iyi anlatılamadığı için kısa bir süre sonra benzer bir tepkiyle karşılaşacaktır.
Meşrutiyet döneminin Osmanlı aydınlarının ve siyasetçilerinin en büyük yanlışları bu noktada
ortaya çıkmaktadır.
İttihat ve Terakki Cemiyeti ve bazı aydınların savunduğu Meşrutiyet’in tekrar tesisi,
tüm kurumları ile çökmekte olan imparatorluğun tek kurtuluş reçetesi olamazdı. Zaten II.
Meşrutiyet sürecinde parçalanma daha da hızlanmıştır. Hatta Bâb-ı Âli Baskını sonrasında
denetleme iktidarından tam iktidar dönemine geçen İttihat ve Terakki Cemiyeti Meşruti
yönetime hâkimken, Osmanlı İmparatorluğu parçalanarak işgale uğramıştır. Meşrutiyet’in
zaruretini İttihatçıların doğru algılamasına rağmen atılması gereken diğer adımları atmamaları
hata olmuştur. Ayrıca ulusal devletlerin kurularak hızla imparatorlukları parçalamaya
başladığı ve etnik kimliklerinin ön plana çıkarak halkların kendi kaderini kendilerinin tayin
etmesi gerektiği anlayışının egemen olmaya başladığı bir devirde, güçlü merkeziyetçi
yönetime dayalı devlet anlayışının imparatorlukları ayakta tutmakta başarılı olamayacağı bir
gerçektir. Meşrutiyet öncesi II. Abdülhamid’e muhalifler merkeziyetçiler ve adem-i
merkeziyetçiler (İngiltere, A.B.D. gibi devletlerin federatif yapısını örnek almaktaydılar)
olarak ikiye ayrılmıştı. Ne var ki en güçlü muhalefet olan İttihat ve Terakki Cemiyeti,
imparatorluğun bütünlüğünün ancak güçlü bir merkezi yönetimle korunabileceği yanılgısına
düştü. Oysa kurtuluşun tek formülü olarak tesis ettikleri Meşrutiyet ortamından en çok
ayrılıkçı hareketler yararlanacak ve meclis çatısı altındaki özgür ortamda milli devlet istekleri
yankılanacaktır. Mustafa Kemal gibi farklı vizyona sahip diğer aydınlar ise imparatorluğa
bağlı unsurların dağılacağını, bu nedenle ulusal temele oturan bir devletin kurulmasının
gerekliliğini öngörmüşlerdir. Türklerin egemen olduğu bir coğrafyada kurulacak olan meşruti
sisteme dayalı milli bir devlet ancak kurtuluşun ve yeniden dirilişin formülü olabilirdi. Zaten
Osmanlı toprakları işgale uğrayınca İttihatçıların görüşlerinden ve güçlenmesinden
çekindikleri Mustafa Kemal bu formülü hayata geçirerek tam bir devrim yapacaktır. XV. ve
XVIII. yüzyıllar merkezi devletler ve imparatorlukların parlak dönemiyken XIX. yüzyıldan
itibaren ulusal devletler dönemi başlamıştır. Yani Osmanlı İmparatorluğu’nun parçalanması
kaçınılmaz bir olguyken İttihatçılar merkezi yönetim ile bu durumdan kurtulabilecekleri
yanılgısını I. Dünya Savaşı’na kadar sürdürdüler. 31 Mart süreciyle paralel yaşanan Adana
Olayları ve Meşrutiyet’in ilânı sırasında kaybedilen Balkan toprakları, Hıristiyan reayanın
merkeziyetçi siyasetle elde tutulamayacağını kanıtlamıştır. Zaten İttihatçılar da bu olguyu bir
süre sonra anlamışlar, İttihat-ı Anasır fikriyatından milliyetçi bir çizgiye kaymışlardır.
230
İttihat ve Terakki Cemiyeti işleyişindeki sorunlar ve siyasi çekişmeler de 31 Mart
sürecine gidişi tetiklemiştir. Başlangıçta İttihat ve Terakki Cemiyeti ülke dışında Paris
merkezinde toplanmış bir yapıdaydı. Fakat Ali Rıza Bey ve Nazım Bey dışındaki diğer
İttihatçılar Selanik Merkezli Osmanlı Hürriyet Cemiyeti’yle birleştikten sonra dışlanmışlar,
yönetim merkezi Paris’ten Manastır ve Selanik’e kaymıştır. Dışlanan isimler arasında
Cemiyetin kurucularından olan İbrahim Temo ve Abdullah Cevdet dışında Mehmed Murad
gibi önce İttihatçı olup sonradan muhalefete katılan etkin şahsiyetler bulunmaktaydı. Ayrıca
Selanik Heyet-i Merkeziyesi liderleri ile diğer İttihat ve Terakki liderleri arasında meydana
gelen rekabette Cemiyetin kan kaybetmesine ve muhalefetin güçlenmesine yol açmıştır.
Mustafa Kemal gibi vizyon sahibi kişiler böylece etkinsizleştirilmeye çalışılmıştır. Manastır
ile Selanik arasında da rekabet çıkmıştır. Resneli Niyazi dağa çıkarak isyan bayrağını açınca
Meşrutiyet’in ilânı fırsatını kaybetmek istemeyen Selanik harekete geçip Enver Bey’le isyana
iştirak etmiştir. II. Meşrutiyet sonrası İstanbul Merkez-i Umumîsi’ni oluşturan kadro
genellikle Selanik kökenlidir. Bir süre sonra İttihatçılar arasındaki siyasi rekabet nedeniyle
Meşrutiyet’in Kahraman-ı Hürriyeti Resneli Niyazi Bey de dışlananlar grubunda yer alacaktır.
Dışlanan kadrolar ya 31 Mart sürecinde etkin muhalefet yaparak İttihat ve Terakki
Cemiyetine savaş açacaklar ya da cemiyetten uzak durdukları için İttihat ve Terakki’nin
giderek diktatörleşmesine zemin hazırlayacaktır. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin
partileşmemesi ve Partiyle Cemiyetin ayrı yapıda devam etmesi de yapılan hatalardan birisi
olmuştur. Cemiyetin hep Partiden önce gelmesi ve Partiye hâkim olması muhalefet kadar
Mustafa Kemal gibi İttihatçılara belirli mesafede duran şahısların da tepkisini çekmektedir.
İttihatçıların Meşrutiyet öncesi jurnalcilere ve zabitlere karşı kurdukları fedai
kadrosunun karıştığı iddia edilen faili meçhul cinayetler de büyük tepkilerin doğmasına neden
olmuş, 31 Mart sürecini hızlandırmıştır. Hasan Fehmi Bey’in öldürülmesi ve ardında İttihat ve
Terakki Cemiyeti’nin fedailerinin parmağı olduğu söylentileri İttihatçılara karşı nefretin
yayılmasına neden olmuş ve siyasal gerilimin kırılma noktasını oluşturmuştur. 31 Mart
Olayı’nda ayaklanan kesimlerin İttihat ve Terakki’ye duyduğu nefretin nedenlerinden birisi de
bu ve benzeri faili meçhul cinayetlere duyulan tepki olmuştur.
31 Mart sürecine gidişte yapılan diğer bir siyasi yanlış Meşrutiyet’in işleyişine yapılan
müdahaleler olmuştur. Meşruti yönetimdeki esas unsur, halk iradesinin yansıtıldığı meclis
tarafından seçilen hükümetin yürütme görevini yerine getirmesidir. Oysa ne yetkileri
kısıtlanan II. Abdülhamid bu durumdan hoşnut olmuştur ne de II. Abdülhamid’in mutlak
monarşi rejimini çetin bir mücadele sonrası yıkarak yerine Meşrutiyeti getiren İttihatçılar
hükümeti kontrolleri dışında serbest bırakmak istemişlerdir. Bir süre sonra siyasi çekişme
arenasına dönen Meşrutiyet ortamının çatırdaması kaçınılmaz olmuştur. İttihatçıların
231
izledikleri yanlış ve baskıcı siyasete cephe alan dışlanmış muhaliflere bir süre sonra
Meşrutiyet’in önemini idrakten yoksun halk kitleleri ve sözde Meşrutiyet’in bekçileri olan
avcı taburları da katılmıştır. Farklı siyasal kulvarlarda yer alan grupların tepkileri ise meşruti
yönetim sistematiği çerçevesinde görevlendirilen hükümetlere yönelik olmuştur. Tüm
kutuplar kendi siyasi yaklaşımlarına uygun olanı, yani adamları olarak gördükleri kişilere
hükümet kurdurmak gayretine düştü. Muhalefetin desteklediği Kâmil Paşa ile İttihatçıların
sürtüşmesi ve Kâmil Paşa hükümetinin düşürülerek Hüseyin Hilmi Paşa kabinesinin
kurulması siyasete müdahale anlamı taşımaktaydı. İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin dışarıdan
yaptığı bu müdahale doğal olarak muhalefetin tepkisini çekmiş ve kutuplaşmaları daha
sonrada rövanş için hazırlıkları ortaya çıkarmıştır. Böylece sadaret makamı siyasal
hesaplaşmaların odağına oturtulmuştur.
Bu süreçte yapılan diğer bir yanlış ise geleneksel anlayıştaki ordunun modernleştirilme
sürecinde izlenen politika olmuştur. Askeri hiyerarşinin ideoloji temelinde yeniden
şekillendirilmeye çalışılması ve dogmatik düşüncelerin yerini bir anda rasyonel anlayışa
bırakacağının zannedilmesi ordu içindeki uygulamalara dinsel tepkilerin doğarak
yaygınlaşmasına neden olmuştur. İsyanı başlatan Avcı Taburlarının Meşrutiyeti savunma
misyonuyla İstanbul’da bulunması daha sonra girişecekleri ayaklanma ile tam bir tezat
oluşturmuştur. Oysaki bu taburlar, II. Abdülhamid’in mutlak monarşi rejimine karşı
İttihatçılarla dağa çıkarak Jön Türk devrimini ateşlemişlerdi. Ayaklanmaya giden süreçte
isyanın başlatan askerlerin tepkilerinin sağlıklı bir şekilde analiz edilememesi patlak veren
olayların dinsel bir zemine oturmasına neden olmuştur. Meşruti yönetimi sindirememiş ve
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin yanlış siyasetine cephe almış halkın, askerlere destek verirken,
tepeden inme bir ideoloji olarak gördükleri Meşrutiyet rejimi karşısına bir savunma
mekanizması olarak özümsedikleri dinsel kimliklerini çıkarmışlardır. Zira ya Meşrutiyeti
savunacaklar ya da karşısında yer aldığını düşündükleri şeriatı isteyeceklerdir. Asker de
isyana destek veren halk ta şeriat söylemiyle ayaklanmanca, İttihat ve Terakki Partisi isyanın
altında yatan nedenleri irdelemek yerine olayı doğrudan Meşruti yönetime karşı şeriatı
getirmek için yapılan bir ayaklanma şeklinde değerlendirmiştir. Oysa 31 Mart sürecine
giderken yaşanan siyasal gelişmelerde İttihat ve Terakki Partisi’nin de yaptığı yanlış
uygulamalar önemli bir etken olmuştur. Askerlerin ayaklanma nedenlerine baktığımız zaman
Meşrutiyet’in sonuçlarından değil İttihatçıların uygulamalarından şikâyetçi olduklarını
görmekteyiz. Dolaysıyla hedefte yer alan Meşrutiyet kurumları değil İttihat ve Terakki
Cemiyeti olmuştur. 31 Mart Olayı’nda askerlere önderlik eden Hamdi Çavuş, Resneli Niyazi
ile Meşrutiyet için dağa çıkarak başkaldırmışken şimdi Meşrutiyet’e karşı ayaklanması soru
232
işareti yaratmaktadır. Bu noktadan yola çıktığımızda askerlerin Meşrutiyetten ziyade daha çok
İttihatçılara karşı başkaldırdığı sonucuna varmaktayız.
İttihat ve Terakki Cemiyeti önderlerinin ideolojilerinin halk ile çelişmesi de sorunun
diğer kaynağını oluşturmaktaydı. Materyalist ideoloji, Meşrutiyet’in ilânı sonrası
muhafazakâr dindar Osmanlı toplumunun laikleşmesini ve batılılaşmasını sağlayacak bir
dönüşümü hemen gerçekleştiremezdi. Çağdaşlaşma ve batılı değerleri almak için daha uzun
bir süreç ve köklü reformlar yapılması gerekliydi. İttihat ve Terakki mensuplarının
başaramadığı bu dönüşümü Mustafa Kemal, İttihat ve Terakki sonrası kurulacak Türkiye
Cumhuriyeti’nde gerçekleştirecektir. Oysa Meşrutiyet sonrası toplum henüz hazır değildi ve
dinsizlik-gâvurlaşma şeklinde yorumladıkları bu fikirler karşısında dinsel kimliklerine daha
fazla sarılacaklardır. Ayrıca İttihat ve Terakki Cemiyeti ile Mason teşkilatlarının ilişkileri,
İttihatçıların bir bölümünün mason olması, İttihatçılar arasında Yahudi kökenlilerin etkin rol
oynaması ve Yahudi Devleti’nin Filistin’de kurulmasına izin vermeyen II. Abdülhamid’e
cephe alan Yahudi Lobilerinin İttihatçılara destek vermeleri muhafazakâr halk arasında büyük
tepki doğurmuştur. Hem pozitivist düşüncelerinden ötürü hem de bir kısmının mason
olmasından dolayı İttihatçılar gâvurluk ve dinsizlikle suçlanmışlardır. Sonuçta ortaya çıkacak
31 Mart Olayı’nda ayaklananların ana sloganı “şeriat isteriz”, bu tepkinin dışa vurum şeklidir.
Derviş Vahdeti, Mehmed Murad gibi etkin muhalif simalar dinsel kimlik üzerinde gereğinden
fazla yoğunlaşarak geniş kitlelere yön verirken, Abdullah Cevdet ise biyolojik materyalizmi
savunarak daha ferdi bir mücadele vermiştir. Padişah II. Abdülhamid’in Osmanlı Devleti’ni
dağılmaktan kurtarma vasıtası olarak izlediği ümmetçilik politikası halka daha yakın
gelmekteydi. İsyan sırasında muhalefetin kontrolünden çıkarak gayri nizami bir hal alan
askerlerin sahipsiz kalınca sığınacakları liman II. Abdülhamid olmuştur. Özellikle Volkan
gazetesi yayınları ile halkın ve askerlerin muhafazakâr dindar duygularına yön vermekteydi.
Bu nedenle de “şeriat isteriz” sloganıyla ayaklanan cahil halkın ideologluğunu Derviş Vahdeti
üstlenmiştir ve irticai faaliyetlerde bulunmak suçundan idam edilmiştir. 31 Mart Olayı’nın
görünen yüzü olan şeriat söyleminin yerleşmesine neden olduğu için Derviş Vahdeti’nin
olaydaki rolü açıkça görünmektedir. Bu gelişmeler isyanın dinsel eksene oturan ayağının
ortaya çıkmasına neden olmuştur.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin izlediği yanlış siyasete paralel olarak muhalefette yanlış
politikalar üretiyordu ve ortamın kutuplaşarak gerilmesine neden olacak davranışlarda
bulunuyordu. Dönemim en etkin propaganda aracı olan basın aracılığıyla siyasal atışmaların
dozu 31 Mart Olayı’nın patlak vermesine kadar sistemli bir şekilde arttırılmıştır. İttihat ve
Terakki cephesinde yer alan Tanin ile muhalefet cephesinde yer alan Volkan, İkdam, Serbestî
Mizan gibi dönemin başlıca gazeteleri adeta 31 Mart ayaklanmasına davete çıkarıyorlardı.
233
Oysa yapıcı eleştiriler ile iktidara rehberlik etmesi gereken gazeteler yıkıcı eleştiriler ile
toplumu geren bir misyonu üstlenmişlerdi.
31 Mart Olayı’nda rolü olanlara baktığımız zaman, İttihatçılarla beraber II.
Abdülhamid’e de karşı olan basından güç alan muhalefeti, II. Abdülhamid çizgisine yakın
duran asker-halk karmasının ittifak ettiği bir grubu ve iktidarlarının devirmesine çalışılan
İttihat ve Terakki Cemiyeti’ni görmekteyiz. Genellikle yaptıkları ayaklanmanın şuurunda
olmayan ve Sultanı destekleyen asker-halk karışımı topluluğu çıkardığımız zaman geriye
kalan Muhalefet-İttihat ve Terakki Cemiyeti kutuplaşması, görünürdeki nedeni şeriat içerikli
asker ayaklanması olan isyanın farklı bir boyutunu göz önüne sermektedir. II. Abdülhamid’in
mutlak monarşi rejimine karşı birlikte mücadele eden bu gruplar Paris’te düzenlenen Jön Türk
Kongresi ile yollarını ayırarak kutuplaşmışlardır. İttihatçıların dış müdahaleleri reddeden
merkeziyetçi çizgisi Alman siyasetine yakındı. İngiliz siyasi çizgisinde ilerleyen Prens
Sabahaddin’in başı çektiği muhalif grup ise II. Abdülhamid’in devrilmesinde dış müdahaleyi
destekliyor ve adem-i merkeziyetçi bir yapılanmayı öngörüyordu. Avrupa’ da 19. yüzyılın
sonlarından itibaren başlayan İngiltere-Almanya rekabeti Osmanlı siyasetine de bu şekilde aks
etmiştir. İngiltere, Almanya ve Rusya’nın siyasi çıkar çatışmaları odağında kalmış çok uluslu
bir imparatorluğun siyasetine dış güçlerin müdahale etmesi kaçınılmazdır. II. Meşrutiyet
sonrası kurulan İngiltere çizgisindeki Kâmil Paşa hükümetini deviren İttihat ve Terakki
Cemiyeti’ne karşı genellikle İngiliz politikasın yatkın olan muhalefetin İngiltere tarafından
desteklendiğini görmekteyiz. İttihatçıların asker ve halkı yanlış siyaset izleyerek kışkırttığını,
ayaklanan askerler ile ona katılan halkı ise olayların öncesinde ve isyan sırasında muhalefetin
kışkırttığını, muhalefeti de İngiltere’nin destekleyip kışkırttığını görmekteyiz. II. Abdülhamid,
İngiltere’nin desteklediği muhalefet ve Almanya’nın desteklediği İttihatçılar karşısında
tarafsız kalması gerekirken, siyasi bir yanılgıya düşerek, savunma mekanizması gereği
kendisine yakın duran ve bir bakıma sığınan isyankârlara yaklaşmıştır. Oysa II. Abdülhamid
daha kararlı davranarak muhalefete de, hedef durumundaki İttihatçılara da, kendisini
desteklemelerine rağmen böyle bir isyana girişen askerlere de mesafeli durmalı ve olayların
sebep olacağı sonuçları iyi hesaplayarak uygun olan önlemleri almalıydı. Padişahın inisiyatifi
ele alarak hükümet-muhalefet sürtüşmesine şeklinde cereyan eden ayaklanmaya el koyup
gerekli önlemleri almaması, 31 Mart Olayı’nın sorumluluğunun muhalefet ile II. Abdülhamid
arasında bölüştürülmesine yol açacaktır.
Görüldüğü gibi genellikle basit bir şeriatçı ayaklanma olarak nitelendirilen 31 Mart
olayı göründüğünden çok daha komplike bir yapıdadır. Bu nedenle yaşanan olayları tek bir
bakış açısıyla değerlendirmek bizleri yanılgıya götürecektir. Olaya çok farklı pencerelerden
baktıktan sonra 31 Mart Olayı bütün olarak değerlendirildiğinde şu genelleme yapılabilir: 31
234
Mart Olayı, özümsenememiş ve dönemi için bir gömlek fazla gelmiş Meşrutiyet’e karşı,
isyana giden süreçte yaşanan siyasi yanlışlıkların tetiklemesiyle, dış güçlerin de iştirak ettiği
siyasi hesaplaşmaların sonucu ortaya çıkmış dinsel eksene oturtulmuş bir ayaklanmadır. 31
Mart Olayı bu sıralanan nedenlerin bütününün tetiklemesiyle ortaya çıkmış bir olayken
sonradan mahiyet değiştirerek amacından sapmış ve dinsel eksene oturtularak Meşrutiyet
rejimine yönelen bir ayaklanmaya dönüşmüştür. Süreçte yaşanan siyasi yanlışlıklarda
kimlerin ne ölçüde rolü olduğu günümüze kadar süren tartışmaların eksenine oturmaktaysa da
sonuçta tepkilerin yöneldiği adres Meşruti Yönetim olmuştur. Daha önceki isyanlardan farklı
olarak ayaklananlar eylemlerinde kişileri değil -birçok nedeni olmasına rağmen- büyük ölçüde
devlet rejimini değiştirmeyi hedef almışlardır. Çünkü ayaklanmayı teşvik edenlerin siyasi
hedefleri, ayaklananların kontrolden çıkması ile hüsrana uğramıştır ve arzulanan bu hedefler
de siyasetle pek alakadar olmayan ayaklanan cahil güruh tarafından anlaşılmamıştır.
Ayaklananlar için 30 yıllık mevcut statükonun değiştirilmesi ve yerine getirilen Meşruti
yönetimin uygulamaları Osmanlı Devleti’nde yaşanan yanlışlıkların gerçek nedeniydi. Bu
nedenle ayaklananlar Meşrutiyet yerine şeriat isteyeceklerdir ve isyanın perde arkasındaki
aktörlerin siyasi çekişmeleri ve hedeflerinin üzeri bu şeriat sloganıyla örtülecek ve arada
kaynayacaktır. Sonuçta 31 Mart Olayı ayaklanmayı gerçekleştirenlerin söylem ve amaçları ile
değerlendirilecek ve günümüzde bile irticai başkaldırı olarak adlandırılacaktır. Ayaklananların
hedeflerine ulaşması durumunda ise batılaşma ve çağdaşlaşma yönünde verilen mücadeleye
ve Meşrutiyet’e büyük bir darbe indirilecek, Osmanlı Devleti tekrar teokratik-mutlakiyetçi
yapısına dönecektir. Bu yapısı nedeniyle 31 Mart Olayı, günümüze kadar gizemini koruyan ve
bu karakteristik özellikleri dolaysıyla da Osmanlı İmparatorluğu’nda 20. yüzyıla damgasını
vuran en önemli siyasal gelişmelerden birisi olmuştur.
235
KAYNAKÇA
I- Yayınlanmış Arşiv Belgeleri:
KARAKUŞ, Erdoğan; Atatürk'ün Not Defterleri-I, Genelkurmay ATASE Başkanlığı
Yayınları, Genelkurmay Basım Evi, Ankara, 2004.
Düstur, Birinci Tertip, c.IV, Matbaa-i Âmire, Dersaadet, 1329.
II- Meclisi Mebusan Zabıt Cerideleri:
Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, c.II, D.I, İç. I, Elliüçüncü İntikat, 25 Mart 1325, TBMM
Basımevi, Ankara, 1982.
Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, c.III, D.I, İç.I, Ellialtıncı İntikat, 3 Nisan 1325, TBMM
Basımevi, Ankara, 1982.
Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, c.III, D.I, İç.I, Elliyedinci İntikat, 4 Nisan 1325, TBMM
Basımevi, Ankara, 1982.
Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, c.III, D.I, İç.I, Ellidokuzuncu İntikat, 6 Nisan 1325,
TBMM Basımevi, Ankara, 1982.
Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, c.III, D.I, İç.I, Altmışüçüncü İntikat, 18 Nisan 1325,
TBMM Basımevi, Ankara, 1982.
Meclisi Mebusan Zabıt Ceridesi, c.III, D.I, İç.I, Altmışaltıncı İntikat, 21 Nisan 1325,
TBMM Basımevi, Ankara, 1982.
III- Gazeteler:
İkdam: Nr: 5185, 1 Kasım 1908; Nr: 5232, 17 Aralık 1908; Nr: 5341, 8 Nisan 1909; Nr:
1542, 9 Nisan 1909; Nr: 5347, 14 Nisan 1909; Nr: 5349, 16 Nisan 1909; Nr: 5350,17 Nisan
1909; Nr: 5354, 21 Nisan 1909; Nr: 5355, 22 Nisan 1909; Nr: 5356, 23 Nisan 1909; Nr:5358,
26 Nisan 1909; Nr: 5361, 28 Nisan 1909; Nr: 5364, 1 Mayıs 1909
Mizan: Nr: 126, 2 Nisan 1325/ 15 Nisan 1909; Nr: 132, 8 Nisan 1325/21 Nisan 1909; Nr:
140, 8 Nisan 1325/21 Nisan 1909
236
Sabah: Nr: 7017, 26 Mart 1325/8 Nisan 1909; Nr: 7023, 1 Nisan 1325/14 Nisan 1909; Nr:
7030, 8 Nisan 1325/21 Nisan 1909; Nr: 7031, 9 Nisan 1325/22 Nisan 1909; Nr: 7035, 13
Nisan 1325/26 Nisan 1909
Serbestî: Nr: 142, 26 Mart 1325/8 Nisan 1909; Nr: 144, 5 Nisan 1325/18 Nisan 1909; Nr:
155, 8 Nisan 1325/21 Nisan 1909; Nr: 157, 10 Nisan 1325/23 Nisan 1909
Tanin: Nr:253, 4 Mayıs1325/17 Mayıs 1909; Nr:256, 7 Mayıs 1325/20 Mayıs 1909; Nr:259,
10 Mayıs 1325/23 Mayıs 1909; Nr: 260, 11 Mayıs 1325/24 Mayıs 1909; Nr:270, 21 Mayıs
1325/3 Haziran 1909
Volkan: Nr: 1, 11 Aralık 1908; Nr: 3, 13 Aralık 1908; Nr: 36, 5 Şubat 1909; Nr: 45, 14 Şubat
1909; Nr: 47, 16 Şubat 1909; Nr: 48, 17 Şubat 1909; Nr: 76, 17 Mart 1909; Nr: 94, 4 Nisan
1909; Nr: 98, 8 Nisan 1909; Nr: 104, 14 Nisan 1909; Nr: 105, 15 Nisan 1909; Nr: 106, 16
Nisan 1909; Nr: 107, 17 Nisan 1909; Nr: 108, 18 Nisan 1909; Nr: 109, 19 Nisan 1909; Nr:
110, 20 Nisan 1909
IV- Biyografi ve Anılar:
AHMED İZZET PAŞA; Feryadım, (Haz. Süheyl İzzet Furgaç-Yüksel Kanar), c.I, Nehir
Yayınları, İstanbul, 1992.
ALİ CEVAT BEY; İkinci Meşrutiyet’in İlânı ve Otuzbir Mart Hadisesi; II.
Abdülhamid’in Son Mabeyn Başkâtibi Ali Cevat Beyin Fezlekesi, (Haz. Faik Reşit Unat),
TTK Yay., Ankara, 1991.
AMCA, Hasan; Doğmayan Hürriyet Bir Devrin İçyüzü 1908–1918, Arba Araştırma Basım
Yayın, İstanbul, 1989.
APAK, Hüseyin Rahmi; Yetmişlik Bir Subayın Hatıraları, TTK Yay., Ankara, 1988.
ASAF, Mehmed; 1909 Adana Ermeni Olayları ve Anılarım, (Haz. İsmet Parmaksızoğlu),
TTK Yay., Ankara, 2002.
237
ATAY, Falih Rıfkı; Çankaya, Doğan Kardeş Matbaası, İstanbul,1969.
ATİLHAN, Cevat Rıfat; 31 Mart Faciası, Bahar Yayınevi, İstanbul, 1972.
AYDEMİR, Şevket Süreyya; Makedonya'dan Ortaasya'ya Enver Paşa (1908–1914), c.I,
Remzi Kitabevi, İstanbul, 1976.
_________; Makedonya'dan Ortaasya'ya Enver Paşa (1908–1914), c.II, Remzi Kitapevi,
İstanbul, 1972.
_________; Tek Adam, c.I, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2000.
BAYAR, Celal; Ben de Yazdım - Milli Mücadeleye Gidiş, Baha Matbaası, İstanbul, 1966.
BAYUR, Hilmi Kamil; Sadrazam Kâmil Paşa - Siyasi Hayatı, Sanat Basımevi, Ankara,
1954.
BİREN, Mehmet Tevfik; II. Abdülhamid, Meşrutiyet ve Mütareke Devri Hatıraları,
(Haz. F. Rezan Hürmen), Arma Yayınları, 1993.
BORAK, Sadi; Atatürk’ün Resmi Yayınlara Girmemiş Söylev, Demeç, Yazışma ve
Söyleşileri, Kaynak Yayınları, İstanbul, 1997.
BOZDAĞ, İsmet; Abdülhamit’in Hatıra Defteri, Pınar Yayınları, İstanbul, 2005.
ÇAVDAR, Tevfik; Talat Paşa, TTK Yay., Ankara, 1995.
DURU, Kazım Nami; İttihat ve Terakki Hatıralarım, Sucuoğlu Matbaası, İstanbul, 1957.
EGE, Nezahet Nurettin; Prens Sebahaddin-Hayatı ve İlmi Müdafaaları, Güneş Matbaası,
İstanbul, 1977.
ERTÜRK, Hüsamettin; İki Devrin Perde Arkası, (Haz. Samih Nafiz Tansu), Sebil Yayınevi,
İstanbul, 1996.
238
ESATLI, Mustafa Ragıp; İttihat ve Terakki Tarihinde Esrar Perdesi ve Yakup Cemil
Niçin Öldürüldü?, Hür Yayınevi, İstanbul, 1944.
KARABEKİR, Kazım; İttihat ve Terakki Cemiyeti (1896–1909), Emre Yayınları, İstanbul,
1993.
KURAN, Ahmed Bedevi; İnkılâp Tarihimiz ve İttihat ve Terakki, Tan Matbaası, İstanbul,
1948.
_________; İnkılâp Tarihimiz ve Jön Türkler, Kaynak Yay., İstanbul, 2000.
MİZANCI MEHMED MURAD; Hürriyet Vadisinde Bir Pençe-i İstibdad, (Haz. Ahmed
Nezih Galitekin), Nehir Yayınları, İstanbul, 1997.
_________; Mizancı Murad Bey'in II. Meşrutiyet Dönemi Hatıraları,
(Haz. Celile Eren Argıt), Marifet Yayınları, İstanbul, 1977.
NUR, Rıza; Hayat ve Hatıratım, c.I, İşaret-Ferşat Ortak Yayınları, İstanbul, 1991.
OSMANOĞLU, Ayşe; Babam Sultan Abdülhamid, Selis Kitaplar, İstanbul, 2007.
ÖZAKMAN, Turgut; Dr. Rıza Nur Dosyası, Bilge Yayınevi, Ankara, 1995.
ÖZÇELİK, Halis; 31 Mart Vak'asını Biz Çıkardık, (Haz. İlhan Tarsus), Tercüman,
İstanbul, 1955.
PRENS SABAHATTİN, Görüşlerim, (Haz. Ahmet Zeki İzgöer), İstanbul, Buruç Yay., 1999
REY, Ahmet Reşit; Gördüklerim-Yaptıklarım (1890–1922), Türkiye Yayınevi, İstanbul,
1945.
RIFAT, Mevlânzade; 31 Mart-Bir İhtilalin Hikâyesi, (Haz. Berire Ülgenci), Pınar Yayınları,
İstanbul, 1996.
239
SORGUN, Taylan; İttihat ve Terakki-Devlet Kavgası, Beyaz Balina Yayınları, İstanbul,
2001.
_________; Halil Paşa-İttihat ve Terakkiden Cumhuriyete Bitmeyen Savaş, Kamer
Yayınları, İstanbul, 1997.
_________; İmparatorluktan Cumhuriyete, Kamer Yayınları, İstanbul, 1998.
SULTAN ABDÜLHAMİT; Siyasî Hatıratım, (Haz. Ali Vehbi), Dergâh Yayınları, İstanbul,
1999.
SÜLEYMAN ŞEFİK PAŞA; Hatıratım; Başıma Gelenler ve Gördüklerim; 31 Mart
Vak'ası, (Çev. Hümeyra Zerdeci), Arma Yayınları, İstanbul, 2004.
ŞERİF PAŞA; Bir Muhalifin Hatıraları-İttihat ve Terakkiye Muhalefet, Nehir Yayınları,
İstanbul, 1990.
ŞEYHÜLİSLÂM CEMALETTİN EFENDİ; Siyasi Hatıratım, (Haz. Ertuğrul Düzdağ),
Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, 1978.
TANSU, Samih Nafız; İttihad ve Terakki İçinde Dönenler, Yeni Zamanlar Yayınları,
İstanbul, 2003.
TEMO, İbrahim; İttihad ve Terakki Cemiyeti’nin Kurucusu ve 1/1 No’lu Üyesi İbrahim
Temo’nun İttihad ve Terakki Anıları, (Haz. Bülent Demirbaş), Arba Yayınları,
İstanbul, 1987.
TENGİRŞENK, Yusuf Kemal, Vatan Hizmetinde, Bahar Matbaası, İstanbul, 1967.
TURAN, Mustafa; Taşkışla'da 31 Mart Faciası, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1966.
YALÇIN, Soner; Teşkilat'ın İki Silahşoru, Doğan Kitap, İstanbul, 2001.
240
V- Kitap ve Makaleler:
AHMAD, Feroz; İttihat ve Terakki (1908–1914), Kaynak Yayınları, İstanbul, 1986.
_________; Modern Türkiye'nin Oluşumu, (Çev. Yavuz Alogan), Kaynak Yayınları,
İstanbul, 1999.
AKARLI, Engin; “II. Abdülhamid: Hayatı ve İktidarı”, Osmanlı, c.II, Yeni Türkiye Yay.,
Ankara, 1999, s.253-265.
AKTAR, Yücel; İkinci Meşrutiyet Dönemi Öğrenci Olayları (1908-1918), İletişim
Yayınları, İstanbul, 1990.
AKSUN, Ziya Nur; Osmanlı Tarihi, c.V, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1994.
_________; Osmanlı Tarihi, c.VI, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1994.
AKŞİN, Sina; 31 Mart Olayı, AÜSBF Yay. No:305, Sevinç Matbaası, Ankara, 1970.
_________; Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1987.
_________; “Jön Türkler”, TCTA, c.III, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.832-843.
_________; “Siyasal Tarih (1908-1923), Yakınçağ Türkiye Tarihi, c.I, Milliyet Kitaplığı,
İstanbul, 2007, s.27-122.
_________; Şeriatçı Bir Ayaklanma 31 Mart Olayı, İmge kitapevi, İstanbul, 1994.
AKTAR, Yücel; İkinci Meşrutiyet Dönemi Öğrenci Olayları (1908-1918), İletişim
Yayınları, İstanbul, 1990.
ALBAYRAK, Sadık; 31 Mart Gerici Bir Hareket mi?, Bilim-Araştırma Yayınları, İstanbul,
1987.
241
ALDIKAÇTI, Orhan; Anayasa Hukukumuzun Gelişmesi ve 1961 Anayasası, İÜHF Yay.,
İstanbul, 1982
ALKAN, Ahmet Turan; İkinci Meşrutiyet Devrinde Ordu ve Siyaset, Ufuk Kitapları,
İstanbul, 2001.
_________; “Ordu Siyaset İlişkisinin Tarihine Bir Derkenar: 31 Mart Vakası ve Sonuçları”,
Osmanlı, c.II, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 1999, s.420-429
ARMAOĞLU, Fahir; 19. Yüzyıl Siyasi Tarihi (1789–1914), TTK Yay., Anakara, 1999.
ARMAĞAN, Mustafa; Abdülhamid’in Kurtlarla Dansı, Ufuk Kitapları, İstanbul, 2006.
ATALI, Esra; 1905 Rus Devrimi ile 1908 Jön Türk Devrimi’nin Karşılaştırılmalı
İncelenmesi, (Ankara Üniversitesi Kamu Yönetimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans
Tezi), Ankara, 2002.
ATSIZ, Hüseyin Nihal; Türk Ülküsü, İstanbul, 1956.
AVCIOĞLU, Doğan; 31 Mart’ta Yabancı Parmağı, Bilgi Yayınevi, Anakara, 1969.
_________ ; Milli Kurtuluş Tarihi-1. Kitap, Tekin Yayınevi, İstanbul, 1996.
BARDAKÇI, Murat; “Yakup Cemil Tetikçi Olsa Ailesi Sefalet mi Çekerdi?”, Hürriyet
Gazetesi, 7 Nisan 2002.
BAYUR, Yusuf Hikmet; Türk İnkılâbı Tarihi, c.I, TTK Yay., Ankara, 1964.
BERKES, Niyazi; Türkiye'de Çağdaşlaşma, Doğu-Batı Yayınları, İstanbul, 1978.
BEYDİLLİ, Kemal; “Osmanlı Siyasî Tarihi, Küçük Kaynarca’dan Yıkılışa”, Osmanlı Devleti
Tarihi, c.I, Dünya Yayıncılık, İstanbul, 1999.
BİRİNCİ, Ali; “31 Mart Vak’ası’nın Bir Yorumu”, GTT, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara,
2002, s.381-414.
242
_________; Hürriyet ve İtilaf Fırkası, Dergâh Yayınları, İstanbul, 1990.
_________; “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti Kuruluşu ve İlk Nizamnamesi (1895)”,
Osmanlı, c.II, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 1999, s.401-409.
BLEDA, Mehmet Şükrü; İmparatorluğun Çöküşü, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1979.
BORAK, Sadi; “31 Mart Vakasının Çıkış Nedenleri Üzerine Çeşitli Yorumlar ve Atatürk ve
Hareket Ordusu Üzerine Orgeneral İzzettin Çalışlar'ın Bir Makalesi”, AAMD, c.VIII,
S.23, Ankara, 1992, s.357-371.
ÇELİK, Hüseyin; Ali Suavi ve Dönemi, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994.
ÇULCU, Murat; Osmanlı’da Çağdaşlaşma-Taassup Çatışması, Erciyaş Yayınları, İstanbul,
2004.
DANİŞMEND, İsmail Hami; 31 Mart Vakası, İstanbul Kitapevi, İstanbul, 1986.
DİZDAROĞLU, Hikmet Namık Kemal, Varlık Yayınları, İstanbul, 1995.
DOĞAN, Atila; “Son Dönem Osmanlı Düşüncesinde Yeni Etik Arayışları”, 2. Siyasette ve
Yönetimde Etik Sempozyumu Bildirileri, Sakarya, 2005, s.397-406.
DUMONT Paul, GEORGEON François; Bir İmparatorluğun Ölümü 1908–1923, ( Çev.
Server Tanilli), Cumhuriyet Gazetesi Kitapları, İstanbul, 1997.
DURUKAN, Kaan; “Türk Liberalizminin Kökenleri”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce,
c.I, İletişim Yayınları, İstanbul, 2002, s.143-155.
DÜZDAĞ, M. Ertuğrul; Volkan Gazetesi (1908-1909)-Aynen Metin Neşri, İz Yayıncılık,
İstanbul, 1992
ENGİN, Vahdettin; II. Abdülhamid ve Dış Politika, Yeditepe Yayınevi, İstanbul, 2005.
EYİCİL, Ahmet; Dr. Nazım Bey, (A.Ü. Doktora Tezi), Ankara, 1988.
243
_________; “Osmanlı İttihat ve Terakki Cemiyeti”, Türkler, c.XIII, Yeni Türkiye Yayınları,
Ankara, 2002, s.228-144.
GEORGEON, François; “II. Abdülhamid”, Osmanlı, c.II, Yeni Türkiye Yay., Ankara, 1999,
s.266-277.
_________; Sultan Abdülhamid, (Çev. Ali BERKTAY), Homer Kitabevi, İstanbul, 2006.
GÜNEŞ; İhsan, Türk Parlamento Tarihi Meşrutiyet’e Geçiş Süreci I ve II. Meşrutiyet,
c.I,
TBMM Vakfı Yayını, Ankara, 1997.
GÜRESİN, Ecvet; 31 Mart İsyanı, Yenigün Haber Ajansı Yayınları, İstanbul, 1998.
HALAÇOĞLU, Yusuf; Ermeni Tehciri ve Gerçekler (1914-1918), TTK Yay., Ankara,
2001.
HANİOĞLU, M. Şükrü; Bir Siyasal Düşünür Olarak Doktor Abdullah Cevdet ve
Dönemi, Üçdal Neşriyat, İstanbul, 1981.
_________; Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti
ve “Jön Türklük”, c.I, İletişim Yayınları, İstanbul, 1986.
_________; “İttihat ve Terakki Cemiyeti”, DVİA, c.XXIII, İstanbul, 2001.
_________; “Jön Türk Basını”, TCTA, c.III, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.844-856.
_________; “Osmanlıcılık”, TCTA, c.V, İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.1389-1393.
HASLİP, Joan; Bilinmeyen Tarafları ile Abdülhamit, (Çev. Nusret Kuruoğlu), Simurg
Kitabevi, İstanbul, 1964.
IRMAK, Sadi; Atatürk ve Türkiye’de Çağdaşlaşma Atılımları, Hisarbank Kültür
Yayınları, Ankara, 1981.
244
IŞIN, Ekrem; “Osmanlı Modernleşmesi ve Pozitivizm”, TCTA, c.II, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1985, s.352-362.
İNUĞUR, M. Nuri Basın ve Yayın Tarihi, Çağlayan Kitabevi, İstanbul, 1982.
İRTEM, Süleyman Kani; 31 Mart İsyanı ve Hareket Ordusu; Abdülhamid’in Selanik
Sürgünü, (Haz. Osman Selim Kocahanoğlu), Temel Yayınları, İstanbul, 2003.
_________; Bilinmeyen Abdülhamid-Hususi ve Siyasi Hayatı, (Haz. Osman Selim
Kocahanoğlu), Temel Yayınları, İstanbul, 2003.
KANSU, Aykut; 1908 Devrimi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001.
KARAL, Enver Ziya; Osmanlı Tarihi (I. Meşrutiyet ve İstibdat Devirleri), c.VIII, TTK
Yay., Ankara, 1996.
_________; Osmanlı Tarihi (II. Meşrutiyet ve I. Dünya Savaşı), c.IX, TTK
Yay., Ankara, 1999.
KARPAT, Kemal H.; “I. Meşrutiyet Dönemi ve Sultan II. Abdülhamid’in Saltanatı (1876-
1909)”, Türkler, c.XII, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara, 2002, s.873-884.
KAYALI, Kurtuluş, “Hürriyet ve İtilaf”; TCTA, c.V, İletişim Yayınları. İstanbul, 1985,
s.1436-1440.
KOCAHANOĞLU, Osman Selim; Derviş Vahdeti ve Çavuşların İsyanı, Temel Yayınları,
İstanbul, 2001.
KODAMAN, Bayram; “II. Abdülhamid Hakkında Bazı Düşünceler”, Osmanlı, c.II, Yeni
Türkiye Yay., Ankara, 1999, s.275-285.
_________; “II. Meşrutiyet Dönemi (1908–1914)”, Türkler, c.XIII, Yeni Türkiye Yayınları,
Ankara, 2002, s.165-192.
245
_________; “1876–1920 Arası Osmanlı Siyasi Tarihi”, Doğuştan Günümüze Büyük İslam
Tarihi, c.XII, Zafer Matbaası, İstanbul, 1989, s.19-197.
KOLOĞLU, Orhan; Abdülhamid Gerçeği, Gür Yayınları, İstanbul, 1987.
_________; “II. Abdülhamid’in Basın Karşısındaki Çıkmazı”, TCTA, c.I, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1985, s.82-85.
_________; Osmanlı’dan Günümüze Türkiye’de Basın, İletişim Yayınları, İstanbul, 1994.
KUMBARACILAR, Sedat; “31 Mart Vakıası ve Yıldız Sarayı Yağması”, Hayat Tarih
Mecmuası, c.I, S.4, Sıra No: 88, İstanbul, 1972.
KONGAR, Emre; Toplum Bilimcileri, Remzi Kitapevi, İstanbul, 1997.
KURŞUN, Zekeriya – KAHRAMAN, Kemal; “Derviş Vahdeti”, DVİA, c.IX, İstanbul, 1994.
KURTCEPHE İsrafil - BEDEN Aydın; Türkiye Cumhuriyeti Tarihi, Alp Yayınevi, Ankara,
2007.
KURTCEPHE, İsrafil; “Bilim Dışı Tarihçilik: Popüler Tarihçilik” V. Türk Kültürü
Kongresi Bildirileri (Tarih, Tarihçilik, Tarih Yazımı), c.III, AKMY, Ankara, 2005.
KUTAY, Cemal; Laik Cumhuriyet Karşısında Derviş Vahdetiler Cephesi- 31 Mart’ın 90.
Yılında, Aksoy Yayıncılık, İstanbul, 1999.
KÜÇÜK, Cevdet; “Çırağan Vakası”, DVİA, c.VII. İstanbul, 1994.
MARDİN, Şerif; “19.yy’da Düşünce Akımları ve Osmanlı Devleti”, TCTA, c.II, İletişim
Yayınları, İstanbul, 1985, s.342-351.
_________; Jön Türklerin Siyasi Fikirleri 1895-1908, İletişim Yayımları, İstanbul,
1992.
246
MCCULAGH, Francis; Abdülhamid’in Düşüşü, (Çev. Nihal Önol), İstanbul Kitaplığı,
İstanbul, 1990.
MÜFTÜOĞLU, Mustafa; İstanbul'a Yürüyen Ordu- 31 Mart'ın Perde Arkası, Başak
Yay., İstanbul, 2005
OLGUN, Said; Mahmud Muhtar Paşa (1867-1935) Hayatı, Askerî ve Siyasi Faaliyetleri,
Eserleri, (Gazi Üniversitesi Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi), Ankara, 2006.
ORHON, Alparslan; “Erzurum ve Erzincan'da ‘31 Mart Olayı’ ile ilgili Ayaklanmalar ve
Bastırılmaları”, İkinci Askeri Tarih Semineri Bildirileri, Genelkurmay Basım Evi,
Ankara, 1985.
ORTAYLI, İlber; İmparatorluğun En Uzun Yüzyılı, İletişim Yayınları, İstanbul, 2001.
_________; “Osmanlı Devleti ve Meşrutiyet”, TCTA, İletişim Yayınları, İstanbul,
1985, s.953-960.
ÖZÇELİK, Ayfer; Sahibini Arayan Meşrutiyet, Tez Yayınları, İstanbul, 2001.
PALMER, Alan; Son Üç Yüz Yıl Osmanlı İmparatorluğu, İş Bankası Kültür Yay., İstanbul,
2003.
PAMUKOĞLU, Arif Hikmet; Türkiye’de Demokrasi, Tuncer Kitapevi, İstanbul, 1961.
RAMSAUR, Ernest Edmondson; Jön Türkler ve 1908 İhtilali, (Çev. Nuran Ülken), Sander
Yayınları, İstanbul, 1972.
REYHAN, Cenk; “Prens Sabahaddin”, Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce, c.I, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2003.
SAMİ, Şemseddin; Kamus-ı Türkî, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1992.
247
SEDES, Halil; “İhtilalin Mukadderatı ve Canlı Bir Hatıra”, Tarih Hazinesi, S.15, İstanbul,
1952.
SHAW, Stanford J. – SHAW, Ezel Kural; Osmanlı İmparatorluğu ve Modern Türkiye,
(Çev. Mehmet Harmancı), c.II, E Yayınları, İstanbul, 1982.
Son Vak’anuvis Abdurrahman Şeref Efendi Tarihi-II. Meşrutiyet Olayları,
(Haz. Bayram Kodaman-Mehmet Ali Ünal), TTK Yay., Ankara, 1996.
SONYEL, Salahi R., İngiliz Gizli Belgelerine Göre Adana’da Vuku Bulan Türk Ermeni
Olayları (Temmuz 1908-Aralık 1909), (Belleten, c. 51, S.201’den ayrı basım), TTK
Yay., Ankara, 1987.
TANÖR, Bülent; “Anayasal Gelişmelere Toplu Bir Bakış”, TCTA, c.I, İletişim Yayınları,
İstanbul, 1985, s.10-26.
_________; Osmanlı-Türk Anayasal Gelişmeleri: 1789-1980, Der Yay., İstanbul, 1995.
TOPUZ, Hıfzı; Taif’te Ölüm, Remzi Kitapevi, İstanbul, 2000.
TOROS, Taha; “Prens Sabahattin” , Milliyet Gazetesi, 18 Şubat 1978.
TUNAYA, Tarık Zafer; “1876 Kanun-ı Esasisi ve Türkiye’de Anayasa Geleneği”, c.I, TCTA,
İletişim Yayınları, İstanbul, 1985, s.27-39.
_________; Hürriyetin İlanı II Meşrutiyet Hayatına Bakışlar, Baha Yayınları, İstanbul,
1959.
_________; İslamcılık Cereyanı; İkinci Meşrutiyet’in Siyasî Hayatı Boyunca Gelişmesi
ve
Bugüne Bıraktığı Meseleler, Baha Matbaası, İstanbul, 1962.
_________; Türkiye'de Siyasal Partiler, c.I-II-III, İletişim Yayınları, İstanbul, 2000.
248
TUNÇ, Salih; İşgal Döneminde İstanbul Basını 1918-1922, (İstanbul Üniversitesi Atatürk
İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Doktora Tezi), İstanbul, 1999.
TURFAN, M. Naim; Jön Türklerin Yükselişi, (Çev. Mehmet Morali), Alkım Yayınevi,
İstanbul, 2005.
TÜNAY, Bekir; “Mustafa Kemal ve İttihat ve Terakki”, AKMD, c.I, Ankara, 1984.
TÜRKMEN, Zekeriya; Osmanlı Meşrutiyet’inde Ordu-Siyaset Çatışması, İrfan Yayınevi,
İstanbul, 1993.
_________; “31 Mart Olayından Sonra Yıldız Evrakı Tetkik Komisyonunun Kuruluşu,
Faaliyetleri ve Yıldız Sarayının Araştırılması”, Osmanlı, c.II, Yeni Türkiye Yay.,
Ankara, 1999, s.430-439.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı; “II. Sultan Abdülhamid'in Hal'i ve Ölümüne dair Bazı
Vesikalar”, Belleten, c. X, sayı: 40, TTK Yay., Ankara, 1946.
_________; “1908 Yılında II. Meşrutiyet’in Ne Suretle İlan Edildiğine Dair Vesikalar”,
Hürriyet Kahramanı Resneli Niyazi Hatıratı, Örgün Yayınevi, İstanbul, 2003.
ÜNAL, Tahsin; Türk Siyasi Tarihi, Emel Yayınları, Ankara, 1977.
ÜYEPAZARCI, Erol; “II. Abdülhamit'in Çevirttiği Polisiye Romanlar”, Müteferrika
Kitabiyet Dergisi, S.28, İstanbul, 2005.
YALÇIN, E. Semih; “Mustafa Kemal Paşa’nın İttihatçılığı”, Türkler, c.XIII, Yeni Türkiye
Yayınları, Ankara, 2002, s.245-262.
YALÇIN, Hüseyin Cahit; “Meşrutiyet Hatıraları”, Fikir Hareketleri, S.96, İstanbul, 1935.
YALÇIN, Mustafa; Jön Türkler’in Serüveni, İlke Yayınları, İstanbul, 1994.
249
VI- İnternet Siteleri:
http://tr.wikipedia.org
http://www.kultur.gov.tr
http://www.istanbul.gov.tr
http://www.osmanlicaturkce.com
http://www.sisli.gov.tr
http://www.sislibelediyesi.com
250
E K L E R
251
Ek-1
31 Mart Olayı sürecinde etkin gazetelerinden biri olan Volkan’ın I. sayısının sureti
252
Ek-2
31 Mart Olayı sürecinde etkin muhalif gazetelerinden biri olan İkdam
253
Ek-3
31 Mart Olayı sürecinde etkin muhalif gazetelerinden biri olan Mizan
254
Ek-4
31 Mart Olayı sürecinde önemli gazetelerinden biri olan Sabah
255
Ek-5
31 Mart Olayı sürecinde İttihat ve Terakki’nin basındaki temsilcisi Tanin
256
Ek-6
Avrupa Devletlerinin liderlerini birarada gösteren kartpostal
Türkiye Avrupa’da! Afiş, yeni “Dünya Şampiyonu” olan boksör James J. Corbett’i
birkaç Avrupa ülkesinin politik liderleri ve diğer seçkinleri ile buluşurken göstermekte.
Corbett, İngiltere başbakanı William E. Gladstone ile tokalaşırken görünmekte. Liderler;
Büyük Britanya Kraliçesi Victoria, Belçika Kralı II. Leopold, Kaiser II. Wilhelm(Almanya),
Fransa Cumhurbaşkanı Emile Loubet, İtalya Kralı I.Umberto, Avusturya İmparatoru I. Franz
Joseph, Rus İmparatoru III. Alexander ve II. Abdülhamid. Afişin üst köşelerinde Avrupa
ülkelerinin amblemleri yer almaktadır.
İngiltere Karikatür Koleksiyonu (Kongre Kütüphanesi)
257
Ek-7
Osmanlı Devleti’nde gerçekleşen en önemli siyasal gelişme olan meşrutiyetin ilânı
Meşrutiyet Kutlamaları
Meşrutiyet anısına basılan bir kartpostal
258
Ek-8
31 Mart Olayı sürecinde mevcut yönetime müdahalelerin tartışıldığı toplantılar
4 Şubat 1902 Tarihinde Paris’te Toplanan I. Jön Türk Kongresi
Ayastefanos Kulübü’nde Meclis-i Ayan Reisi Said Paşa’nın Mülakatı
259
Ek-9
Şehid-i Hürriyet Olarak Anılan Jön Türklerin Meşhur Önderleri
Ahmet Mithat Paşa Ali Suavi
Jön Türklerin Meşhur İdeologları
Namık Kemal Ziya Gökalp
260
Ek-10
31 Mart Olayı Sürecinde İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin Başlıca Liderleri
Hüseyin Hilmi Paşa Ahmet Rıza Bey Mahmut Şevket Paşa
Resneli Niyazi Bey Enver Paşa Talat Paşa
261
Ek-11
31 Mart Olayı sürecine damgasını vuran etkin muhalif şahsiyetler
Prens Sebahaddin Bey Derviş Vahdeti Rıza Nur
Abdullah Cevdet Mehmed Murad Ali Kemal
262
Ek-12
31 Mart Olayları
24 Nisan 1909 Taksim Meydanı
Divan-ı Harb-i Örfi yargılamaları sonucu asılanlar
Adana’da meydana gelen Ermeni mezaliminden kaçanlar
263
Ek-13
Hareket Ordusu Subayları
264
Ek-14
Hareket Ordusu Askerleri
265
Ek-15
Sultan II. Abdülhamid
II. Abdülhamid’i tahttan indiren fetvayı vermek için seçilen heyet, sultana Meclis-i
Mebusan kararını bildiriyor. Sol baştan Emanuel Karaso(Yahudi), Aram Efendi(Ermeni), Esat
Toptani Paşa(Arnavut), Arif Hikmet Paşa(Gürcü). Aram Efendi’nin tehditkâr bir biçimde
beline giden elinin, kararı kabul etmemesi durumunda hal’ edilen Sultan II. Abdülhamid’i
öldürmek için silahına davranmak maksadı taşıdığı düşünülmektedir.
266
Ek-16
Abide-i Hürriyet Anıtı
267
Ö Z G E Ç M İ Ş
Adı ve SOYADI : Muhittin Selçuk UÇAR
Doğum Tarihi ve Yeri : 19.08.1976 / Erzurum
Eğitim Durumu
Mezun Olduğu Lise : Ankara Sincan Lisesi
Lisans Diploması : Ankara Üniversitesi D.T.C.F. Tarih Bölümü
Yüksek Lisans Diploması:
Tez Konusu : Siyasal Gelişmeler Işığında 31 Mart Olayı
Yabancı Dil / Diller : İngilizce
Bilimsel Faaliyetler
İş Deneyimi
Stajlar : Hacettepe Üniversitesi Eğitim Fakültesi Pedagojik Formasyonu
Projeler :
Çalıştığı Kurumlar : Bingöl Ardıçdibi İlköğretim Okulu (Sosyal Bilgiler Öğretmeni)
Ankara Haymana Çok Programlı Lisesi (Tarih Öğretmeni)
Burdur Anadolu Meslek Lisesi (Tarih Öğretmeni)
Antalya Metin Çiviler Lisesi (Tarih Öğretmeni)
Adres : Ulus Mah. 2113. Sok. 11/3 Antalya
Telefon Numarası : 0 242 3353315 / 0 505 384 69 04